Türk`ün “Derin Almanya”yla imtihanı

advertisement
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi ŞUBAT 2016 YIL 10 SAYI 111
haber
20 TL www.haberajanda.com.tr
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Yalanların bildirisi
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
“Cowboy”lar iki ata oynuyor
AHMET YOZGAT
Dünyanın merkezinde
zamanlar üstü kapışma
Son Medeniyet Savaşı
FATİH BAYHAN
Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine!
SERVET HOCAOĞULLARI
Cübbenin örttüğü din
YUSUF KEMAL BOZOK
İstanbul patlamasının şifresi
Sultanahmet Ezoterizmi
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Charlie’yi de basar,
Paris’i de yakarlar!
Mösyö’nün lâneti
TURAN ALKAN
Maraba isyanının sonu ve
Barış Süreci’nin şifresi
CÜNEYT AKAR
Türkmen dağı düştü Reis!
MURAT İLKTER
Süreç olmasa
balyoz vurulamazdı
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Devlet ve şanzıman
SUNA AKAR
Rusya senaryoları
SSCB tarihine yakın bakış
LOKMAN AYVA
Devletimiz toplumsal
sorunları çözemez
AYTEN ÇALIŞ
Cermen’
i
n
Türk’
l
e
,
Türk’ün “Derin Almanya”yla imtihanı
Muhammed Taha Gergerlioğlu’yla söyleşi
Yayınları
Bugüne dek ülkemizde ve yurt dışında bize duyulan güveni;
dürüstlük, tarafsızlık ve mesleki uzmanlık ilkelerimize
sıkı sıkıya sarılarak yarınlara taşımaya kararlıyız.
Tel: 0 312 231 37 37 Fax: 0 312 231 72 74
Eti Mahallesi Ali Suavi Sokak No: 11 PK: 06833 Maltepe - Çankaya / Ankara
E-Posta: info@vakifekspertiz.com.tr www.vakifekspertiz.com.tr
şubat 2016
1
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 111 // ŞUBAT 2016
KAPAK / AYTEN ÇALIŞ
Cermen’in Türk’le, Türk’ün
“Derin Almanya”yla imtihanı
64
Muhammed Taha Gergerlioğlu: “Almanlara göre ‘Müslüman Türkler’, tarihte peşinde olunması gereken, Anadolu’da rahat bırakılmaması îcâb eden bir topluluktur.
Dolayısıyla da tehdit arz eden bu yapı, yani Türkler, geçmiş misyon ve vizyonlarına,
aslî mefkûrelerine asla kavuşmamalıdırlar! Zira bu, Almanların millî menfaatlerine
zarar verir.”
8 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Yalanların bildirisi
Teröre destek veren ve devleti katliam yapmakla suçlayan akademisyenlerin (!) bildirisi, medyada ve entelektüel
çevrelerde geniş ölçüde tartışıldı. Hatta
bu tartışma lüzûmundan öyle fazla yapıldı ki, imzacılar bile bildiriye bu kadar
önem atfetmemişlerdi.
14 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
“Cowboy”lar iki ata oynuyor
Evet, dünün “sığır çobanları”, aslında birer kanun kaçağıdır. Avrupa’da işledikleri suçların cezasından kurtulmak
için giden epey pislik vardır aralarında.
Ve işte bu sığır çobanları, o toprakların
yerlilerini, o coğrafyada çok bulunan ve
ismine “turkey”, yani “hindi” dedikleri
kuşları avlar gibi avlamışlardır. Hem de
ne basit bahanelerle…
26 AHMET YOZGAT
Son Medeniyet Savaşı
Türkiye’nin bu Son Medeniyet
Savaşı’nda bizzat kendisini belirleyen
kahraman olacağını kaçınılmaz kılan unsur, dosyamızda olumsuz bir ifadeyle sunulan coğrafya, tarih, etrafa serpiştirilmiş
öksüz imparator evlatları, mazlum milletler, duâ ve îmandır. En azından yüzde
52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize sahip çıkmanın zamanı geldi!”
ideali de unutulacak bir umde değildir.
8
34 FATİH BAYHAN
14
26
34
2
80
şubat 2016
80
Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine!
Tarihin seyri içindeyiz. Her sabah doğan
güneşe inat, güneşi balçıkla sıvamaya kalkanlar var. Her gece ay ışığıyla aydınlanan
dünyayı, bir daha güneş doğmasın diye
tutmaya çalışanlar var.
SERVET HOCAOĞULLARI
Cübbenin örttüğü din
TV ve sosyal medyada “CübbeliHocaefendi-Şeyh” etiketli tiplerin yüzlerine, dillerine, ufuklarına bir bakın!
Kendinizi görüyorsanız, sorun yok! Zaten aklınız aynada yansımaktadır. İnsan
kendi yüzünü seçebiliyorsa, o zaman
kendi gerçeğidir gördüğü. Mümin aklı,
sadece Kur’ân’ın “akletmek” aynasına
bakar ki o ayna, Kur’ân-Sünnet tipindeki yüzü bütünler: “Mümin”...
5
6
8
10
14
16
22
26
34
36
42
48
50
55
56
EDİTÖR
M. SERHAT BIÇAK
Surda gedik açmak
AYIN OLAYI
Bir gölge oyunuydu,
arkadakiler öne çıktı!
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Ayın Yorumu / Türkiye
Yalanların bildirisi
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ayın Yorumu / Dünya
“Cowboy”lar iki ata oynuyor
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
AHMET YOZGAT
Dünyanın merkezinde zamanlar üstü kapışma: Son Medeniyet Savaşı
FATİH BAYHAN
Reddiye
Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine!
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Charlie’yi de basar, Paris’i de
yakarlar! Mösyö’nün lâneti
YUSUF KEMAL BOZOK
İstanbul patlamasının şifresi
Sultanahmet Ezoterizmi
MURAT İLKTER
Süreç olmasa balyoz vurulamazdı
TURGAY ALKAN
Maraba isyanının sonu ve
Barış Süreci’nin şifresi
CÜNEYT AKAR
Türkmen dağı düştü Reis!
ÖMER HATTAB
Uğuruna öleceğimiz değere
“akîde” denir
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
YUSUF KEMAL BOZOK
Charlie’yi de basar, Paris’i de yakarlar!
Mösyö’nün lâneti
İstanbul patlamasının şifresi
Sultan Ahmet Ezoterizmi
36
İslâm kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte bu trinitik Müslüman mezhebinin bölgedeki
adı, yüzyıllardan beri “Nuseyrî/Nusayrî”
olarak bilinmekte. Suriye’de yüzde 10’a tekabül eden bu azınlık, geçen yüzyılın ortasından
başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey
bir kısmında Suriye hâkimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar.
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Devlet ve şanzıman
SUNA AKAR
Rusya senaryoları (1)
SSCB tarihine yakın bakış
ORHAN MÜCAHİT
Müslümanlar ne zaman kurtuluşa
erecekler?
64 KAPAK / AYTEN ÇALIŞ
SÖYLEŞİ / MUHAMMED TAHA
GERGERLİOĞLU
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “Derin
Almanya”yla imtihanı
80 SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI
Cübbenin örttüğü din
85 AYTEKİN ATASOYU
İmaj köleliği
86 LOKMAN AYVA
Devletimiz toplumsal
sorunları çözemez
88 SABRİ ÖĞE
En önemli sorunumuz “ahlâk buhranı”!
90 PROF. DR. SERHAT ATABEY
Biraz kendimize yatırım yapalım
92 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Maksimum standartlar,
minimum insanlık!
94 MESUT EMRE BALCI
Üniversiteler kimindir?
96 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Kafkasya’da yeni çatışma alanları ve
Türkiye’nin konumu
99 MÜZEYYEN TAŞÇI
Yıldönümünde Kafkasya Sürgünü
100FURKAN ERGÜL
Işçi Partisi neden kaybetti?
104MİR KAMİL KAŞGARLI
Âllâme Muhammed İkbal’in Doğu
Türkistan’a bakışı ve
Pakistan siyasetinin hıyaneti (1)
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
42
Her ne kadar Alman orijinli olsa da, Londra’da da bir kutsal
hanedanlık işbaşındaydı. Onların kutsallığı, yüzyıllar önce kıtaya
geldiklerinde, ilk karşılaştıkları Mısırlı AmonRacılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı da
mavi ve Osiris’inkiyle aynıydı. Yani “Kutsal Baba”
Almanya’da, “Kutsal Ra” ise İngiltere’deydi.
Dünya, aynı kökten gelen bir tanrıya çok, ayrı
kökten gelen iki tanrıya azdı.
58
60
62
48
60
88
58
86
90
MURAT İLKTER
Süreç olmasa balyoz
vurulamazdı
SUNA AKAR
SSCB tarihine yakın bakış
Teröristi açığa çıkaramaz, kimin teröriste destek verdiğini, kimin birlik ve beraberlikten
yana olduğunu belirleyemez,
Kandil’e bomba yağdıramazdık! Yaptığınız her operasyonu,
“meşrûiyeti kaybetmek” olarak tanımlarlardı. Uluslararası
hukuk açısından meşrûiyet işte
bu sürece bağlıydı! Çünkü tüm
dünyada süreçler bu şekilde yürütülüyor.
48
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Devlet ve şanzıman
Pervâneyi sağa sola döndüren unsur, makinenin “şanzımanı”ydı!
“Şimdi bunun Paris’le ne alâkası
var?” diyeceksiniz; lakin emin olun
ki var… Makinenin biteviye ve
aynı istikamette dönen motoru,
Fransız devleti; pervâneyi bir sağa
bir sola çeviren “şanzıman” ise,
aynı devletin içerisindeki “daha az
görünen” bazı unsurlar oluyor.
58
Yeltsin, Sovyetler Birliği Komünist
Partisi’ni lağvetti. Gorbaçov’dan
kalan boşluğu yeni düzenle doldurdu: Günü gelip bugün sınırlarımızı ihlâl eden, ambargo uygulamaya utanmayan, “yalnız
adam” Rusya’yı unutup Yeni
Türkiye’ye posta koymaya kalkmasıyla tarihimize kaydettiğimiz Putin’e devleti elleriyle teslim
edene dek...
60
LOKMAN AYVA
Devletimiz toplumsal
sorunları çözemez
İster kırılın, ister gücenin ama
ben bu hakîkati söylemek
mecbûriyetindeyim. Kimseyi suçlamıyorum da… Şu veya bu sebeple olmuş, yapılmış olabilir.
Benim derdim bunlar değil. Benim derdim, şu an yaşayan ve inşallah binlerce yıl da yaşayacak
olan insanlarımızın daha az...
86
SABRİ ÖĞE
En önemli sorunumuz
“ahlâk buhranı”!
Bu meseleyi ülkede kâmil
mânâda anlamış ve bu yolda tek
başına da olsa yürümeye azmetmiş olan bir insan var. Her adımını bu hedefe matuf olarak sistemli ve hesaplı kitaplı olarak
atıyor. “Yeni anayasa ve başkanlık sistemi” derken kafasındaki
hesap tamamen bundan ibaret.
Devrim sırtını darağacına dayamıştı, “karşı devrim” ise seçim
sandığına dayamakta.
88
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Biraz kendimize yatırım yapalım
Dinî pratiklerin sadece görüntüleri ile yetinmeyip özüne inmeli,
mânâsına nüfûz etmeliyiz. Adaletli olma, diğer insanlara zulmetmeme, kul hakkı yememe, sözü ve
özü bir olma, her ânın ve her yaptığımızın hesabını vereceğimizin
şuurunda olma… Velhâsıl, yapılacak çok iş ve kat edilecek çok mesafe var!
90
şubat 2016
3
Sayı: 111/ Şubat 2016
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN KURULU BAŞKANI
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
TANITIM VE İLETİŞİM
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
BASKI
Yavuz Selim
yavuzselim.ajanda@gmail.com
Müzeyyen Selim
muzeyyenselim.ajanda@gmail.com
Doç. Dr. Sinan Canan
sinancanan.ajanda@gmail.com
Nesrin Çaylı
nesrincayli.ajanda@gmail.com
Erkan Oğur
erkanogur.ajanda@gmail.com
Ömer Faruk Arlı
ofarukarli.ajanda@gmail.com
Mehmet Serhat Bıçak
msbicak.ajanda@gmail.com
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
obsadik.ajanda@gmail.com
Bige Canan
bigecanan.ajanda@gmail.com
Ahmet Oğuz
ahmetoguz.ajanda@gmail.com
Aykut Koçoğlu
aykutkocoglu.ajanda@gmail.com
Aktüelya
İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo Bosnia and
Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Şubat 2016
İDARİ ADRES
Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164.
Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 380 44 70
ISSN
1306-5742
Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C.
yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ABONELİK
Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik
240 TL, Kültür Ajanda ve Haber
Ajanda dergilerimizin ikisine
birlikte abonelik olunursa 80 TL
indirimle 200+200=400 TL. Kurum
ve kuruluşlar için abonelik 480 TL.
Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €,
Amerika 250 $...
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam
Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
şubat 2016
Abone
bildiriminiz için
abone.haberajanda@gmail.com
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Fikir Platformu
okur.haberajanda@gmail.com
AK Belediyelerin hepsinden
“ak” olmalarını istiyoruz!
G
EÇTİĞİMİZ ay AK Parti, bütün MKYK’sını,
milletvekillerini ve belediye başkanlarını
Afyonkarahisar’da toplayarak bir dizi toplantı gerçekleştirdi.
>> AK Parti’nin böyle genel toplantılarla hem koordinasyonu arttırması, hem de yerel ile geneli her defasında buluşturarak hizmet bütünlüğüne
dair istişareler yürütmesi çok önemli
ve faydalı.
Bu toplantılar dizisinin bir bölümünde, Başbakan ve AK Parti Genel
Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu,
parti bünyesinden ihraç edilen bir
eski milletvekili ile birkaç belediye
başkanından bahisle çok mühim bir
başlık paylaştı. Söz konusu başlığın
altında yolsuzluk ve usulsüzlük gibi
bilinen bazı hayırsız işlere bulaşacak
AK Partili belediye başkanlarının
kim olduklarına bakılmaksızın
görevlerinden alınacakları, soruşturulacakları, hatta yargılanacakları
hususuna değinen Davutoğlu, bu tür
haramların AK Parti’ye asla yakışmayacağının üzerinde durdu ve uyardı:
“Elimizde 10 dosya daha var!”
Sayın Başbakan’ın belirttiği 10
dosyanın hangi AK Partili belediye
başkanlarıyla ilgili olduğunu bilen
var mı? Hayır! Elbette bu cümle bütün belediye başkanlarını zan altında
bırakmak için kullanılmamıştı. Bu
sözde bütün yöneticilere, yani sadece belediye başkanlarına değil,
milletvekillerine, parti yöneticilerine,
hatta bakanlara dahi “Dikkatli, dürüst, ahlâklı ve adaletli olun!” ihtarı
vardı. Öyle ya, ihraç edilen isimlerden biri de eski bir bakandı.
Söz konusu ihraç kararlarından
etkilenen belediye başkanlarının akıbetlerinin nasıl olacağını bilmiyoruz
bundan sonra. Partiden ihraçlarının
ardından gerekli soruşturma, hatta
yargılanma süreçlerine dâhil edilirler
büyük ihtimâlle. Peki, diğer 10 dosya üzerinden düşünürsek, hırsına,
akıldânelerin verdiği akıllara veya
bizzat nefsine yenik düşen “insanın”
bu tür pisliklere bulaşmasına rağmen
üstüne gerebileceği yorganı da var
mıdır? Yani harama bulaşanlar, işledikleri günahları bir şekilde yukarıdan, üst yönetimden gizleme yolları
bulmuş olabilirler mi?
AK Partili milletvekilleri de, belediye başkanları da bilmeliler ki, aldıkları oyların neredeyse hepsi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
gül hatırı içindir. Hiçbiri “Ben buraya
oturdum, bundan sonra devlet benim!” dememelidir! Hele “Bir dönem
de olsa burada yapacağımı yapar,
sonra arkama bile bakmam” demenin AK Partili hiçbir isme, yani millîmanevî değerlere bağlı olup Ahiret
Günü’nün hak olduğuna inanan
birine uygun düşmeyeceğini her
yöneticinin bilmesi elzemdir!
Biliyoruz ki, bir AK Partili belediyeye iş yapıp da paralarını alamayıp
batan firmalar, hastalıklarla boğuşan
yuvalar var. Sırf Başbakanımız “Elimizde 10 dosya daha var!” dediği
için detaylara girmeyeceğim -zaten
sayfa hacmine de sığmaz- ama bu tür
şahsiyetlerin hangi partide siyaset
yaptıklarını, kimin gül hatırı üzere o
koltuklara oturduklarını hatırlatmak
bize farzdır!
Nasıl Hazreti Ömer’in (ra) adaletini
yaşamak ve yaşatmak her Müslüman idareciye farzsa, Hazreti Ömer’e
(ra) “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz”
diyen ninenin îmanını sürdürmek de
bize farz! Bu yüzden bu tip meselelerin artık tamamen pasların ve kirlerin dökülmesi gereken AK Parti’den
arındırılması, Yeni Türkiye’yi inşâ
edecek kadroların bulaşıcı mikroplardan temizlenmesi şarttır! Küflüler
küflerini temizlere bulaştıramadan,
tertemiz bir Türkiye kurabilmek
için her yöneticinin, bakanından
milletvekiline, belediye başkanından
bürokratına kadar referansı AK Parti
olan herkesin ahlâk ve adalet üzere
yaşaması, varsa günahlarından bir
nasuh tövbeyle silkinmesi lâzımdır.
Bunu hiçbir şeyden çekinmiyorlarsa, hep sevdiklerini söyledikleri
Cumhurbaşkanımızın hatırına yapmalılar. Eğer bundan dönmüyorlarsa
bu inanmış millet, onların Allah’a ve
Ahiret Günü’ne olan îmanlarından da,
liderlerine olan sevgilerinden şüphe
edecek ve nihâyet her şeyin hesabını
soracaktır! (Burak Arslan-Ankara)
haberajanda
Editör
Surda gedik açmak
C
İLE kitabının ikilik şiirlerinden biridir
“Surda Açılan Gedik”... “Surda bir gedik
açtık mukaddes mi mukaddes…/ Ey kahpe
rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” şeklindeki bu
tek beyitten oluşan şiiri daha çok Necip Fazıl’ın
Gençliğe Hitâbesi’nden tanırız. Tabiî ne kadar
tanıdığımızın ayrı bir mesele olduğu da ortadadır.
Zira şiir sabittir ama türlü versiyonları vardır.
birtakım deliklerle yürütüldüğü anlaşılmıştı.
Mehmet Serhat Bıçak
msbicak.ajanda@gmail.com
>>“Türlü versiyonlar” tespitinden maksat, şu iki mısradan
oluşan şiiri dahi anlayamamış
olmaktan kaynaklanır. Ezberlemişizdir ama yanlış biçimde.
Zaten ezberlemiş olmak, anlamış olmak demek değildir.
Anlamış olduğunu sanmaksa,
sabit eseri değiştirmeye imkân
veya izin vermez!
Son günlerde FETÖ elebaşının ekranlara yansıtılan
ve kendi aralarında ettikleri
sohbette de duyduğumuz
“surdaki gedik”, Devletimizin,
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde
yaptığı temizlik operasyonlarıyla ilgili olarak zikredildiğine
inanılan bir iddia ile yorumlandı. Elebaşı olan şahıs, “Surda
bir delik açtık” diyordu. İşte
başlangıçta kastettiğim “türlü
versiyonlar”dan biri de budur!
Bu söz üzerine söz konusu
çetenin ülkemiz üzerinde
oynanan oyunlarda ne gibi
roller aldığını artık aklımızla
tam kestiremediğimiz için,
“Sur olaylarını da paralelciler
yapıyor demek ki” özetine
saplandık. Zira Sur’dan gelen
haberlere göre teröristlerin
saklanma ve çatışma taktiklerinin evlere ve sokaklara açılan
Peki, “Sultanü’s-Şuarâ”
sıfatıyla anılan bir şiir üstadı
böyle bir beyti kaleme alırken
neyi düşünmüş olabilir? Sura
gedik açtıysak, açılan gedikten
rüzgâr (hava) geçecektir, o
hâlde rüzgâra “kahpe” demenin sebebi nedir? Demek ki
“Surda bir gedik açtık” diyen
biz, bu gediği surun koruduğu
bölgenin içine doğru girebilmek için açmadık, bilakis içeriden dışarıya doğru açtık. Ve
bizi sur dibinde sıkıştıran, bize
zarar veren rüzgârdan böylelikle kurtulduk. Bu yüzden
diyebiliriz ki o rüzgâra, “Artık
ne yandan esersen es!”.
“Üstad böyle demek istedi”
diye demiyorum, “Böyle
demiş olabilir mi?” diye belirtiyorum bunları. Zira bir çetenin
elebaşını bütün devletinize
kastetmek ve devlet içinde
devlet kurmaya teşebbüsle
suçluyor ve bütün örgütünün
bir sır bekçiliği üzerine kurulu
olduğunu düşünüyorsanız,
“Surda bir delik açtık” deyince
yalnız Sur ilçesindeki evlerde
açılan duvar deliklerinden
bahsettiğini de anlamamalısınız. Hangi surun dibinde
sıkışmışlardı ki Devletimizin
estirdiği rüzgârdan kurtulmayı
umarken içeriden dışarıya
doğru bir gedik açabildiler ve
rahatladılar? Emniyet, asker,
istihbarat, akademi, sanat,
spor, yargı veya diğer kamu
kurumları, özel kurumlar,
finans… Hangi surda gedik
açmış olabilirler? Sadece
Sur’daki evlerde mi?
“Muhammed Taha Gergerlioğlu” ismini, Almanya’da
Türkiye Cumhuriyeti Devleti
adına finansal istihbarat yaptığı gerekçesiyle tutuklanması,
yargılanması ve ardından da
beraat etmesiyle daha çok
duydu ülkemiz kamuoyu.
Ancak o, buraya kadar bahsini
ettiğimiz iki mısralık şiirin
şâirini tanımak şöyle dursun,
muhterem babası ve dedesinin aziz kimliklerle olan
bağlantısı içinde yetişmiş
mühim bir şahsiyet. Bu sayımızda geniş yer ayırdığımız
Muhammed Taha Gergerlioğlu dosyasını okuduğunuzda, özellikle Birinci Dünya
Savaşı müttefîkimiz olan
Almanya’nın, surlarımızı içeriden dışarıya doğru açmaları
için ellerine balyozlar tutuşturduğu taşeronlarla ilgili önemli
verilere ulaşacaksınız. Tavsiyem, Sayın Gergerlioğlu’nun
bahsettiği konulara ilişkin
yalnız okuduğunuzla kalmamanız, verdiği anahtarların da
üzerinde durmanız yönünde
olacak. Tabiî naçizane…
Elbette bu dosyanın yanında birbirinden kıymetli yazarlarımızın birbirinden güzel
makaleleri, Haber Ajanda’nın
111’inci sayısında arz ediliyor.
“111” deyince, Bedîüzzaman
Said-i Nursî’nin “1” betimlemesi geldi aklıma. 1’i 1 ile toplarsanız 2, onu da 1 ile toplarsanız 3
olur. Ancak üç ayrı 1’in ortasına
artı yerleştirmek yerine her
1’i yan yana getirirseniz, elde
ettiğiniz sayı 3’ten katbekat
üstün olur: “111”…
Hep derler ya “Elma ile
armut toplanmaz” diye, sahip
olduğumuz değerleri de birbirleriyle toplamaya çalışmadan,
her birini yan yana getirerek
daha güçlü olmak dileğiyle…
şubat 2016
5
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Bir gölge oyunuydu,
arkadakiler öne çıktı!
N
İHÂYET olan oldu ve ABD, AB ve BM, İran’a uyguladıkları yaptırımları kaldırdı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran’ın 14 Temmuz 2015’te kabul edilen
nükleer anlaşmaya uygun olarak gerekli önlemleri yerine getirdiğini bildirdiği
raporu onaylayarak söz konusu ülkeye karşı uygulanan yaptırımların kaldırılmasına
yönelik kapıların açılmasını sağladı. UAEA, İran’ın nükleer anlaşma kapsamında gerekli
adımları tamamladığını böylelikle tescillemiş oldu.
>> Rapor nükleer anlaşmada “uygulama” safhasına geçildi ve böylece ABD,
BM ve AB, İran’a yönelik
uyguladığı nükleer programla ilgili yaptırımları
kaldırdı. Öyle ki, Türkiye
saati ile bir gece vaktine
denk gelen bu gelişme
hemen yürürlüğe sokuldu ve Avrupa Birliği Dış
İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi
Federica Mogherini, İran’a
uygulanan ekonomik ve
finansal yaptırımların
kaldırıldığını ilân etti.
6
gerçekten İran’ın önünde
uzun bir yol var mı?
UAEA Yönetim Kurulu
üyeleri tarafından yapılan
açıklamada, Ajans denetçilerinin, İran’ın bütün
gerekli önlemleri aldığını
onayladığı ifade edildi.
İran ile UAEA ilişkilerinin
yeni bir aşamaya girdiğinin kaydedildiği açıklamada, “Bugün, uluslararası toplum için önemli bir
gündür!” denildi.
Az önce değindiğimiz
gibi, Avrupa Birliği Dış
İlişkiler ve Güvenlik
Politikası Yüksek Temsilcisi Mogherini’nin
alelacele bir ilânla İran’a
uygulanan ekonomik ve
finansal yaptırımların
kaldırıldığını açıklaması,
siyasî ve ekonomik birçok
çerçeveyi yeniden gözden
geçirmeye sebep oldu. Bu
noktada kazananın, UAEA
raporundan haberdâr
olan spekülatörler olduğu
kesin. Katolik ligin balans
ayarıyla formatlanan Rus
ekonomisinin Suriye üzerinden çıkış yolları aradığı
ve Suudi Arabistan’ın
eski güdümlü müttefik
çizgiden saptığı düşünüldüğünde İran’a karşı
uygulanan yaptırımların
bir gece yarısı ilânıyla
kaldırılması çok büyük bir
tesadüf olmasa gerek.
Yükümlülükler kapsamında İran’ın “Ek
Protokol”ü uygulayacağı da
belirtiliyor. Bu noktada söylenenlere göre İran’ın önünde uzun bir yol var. Peki,
AB Yüksek
Temsilcisi’nin gece
ilânının hemen ardından
gelen ABD açıklaması da
önemli. Dışişleri Bakanı
John Kerry, “ABD’nin
şubat 2016
yaptırımlarına bağlı taahhütler şu an yürürlüğü
girmiştir” diyerek neye
vurgu yapıyor? “Şu an”a…
Yani ABD isterse, bir şeyi
bir anda bitirip bir anda
başlatabilir.
AB ve ABD’nin sıralı
ilânlarından sonra İngiltere güdümlü bir ülke olan
Kanada’dan da bir sesin
yükseldiğini hatırlamalıyız. Kanada, İran’a dört yıl
önce getirdiği yaptırımları
kaldırma kararı aldı. Ancak Dışişleri Bakanı Stephen Dion’un dillendirdiği
bir rest mevcut: “Kanada
yaptırımları kaldıracak,
ancak İran nükleer silahlara asla sahip olmamalıdır!”
Kanadalı Bakan, “İsrail
de dâhil olmak üzere,
müttefiklerimiz için dost
olmayan bir rejime karşı
güvensizlik seviyemizi
koruyacağız. Bunu da
dikkatli bir şekilde izleyeceğiz” ifadesini kullanıyor.
Siz merak etmeyin Sayın
Bakan, İran yıllardır silah
üretiyor ama bir kurşununu dahi İsrail’e sıkmadı; o
şimdi Suriye’deki Müslü-
manlarla meşgûl!
Zaten söz konusu Bakan kendini şu olayla ele
veriyor: Kanadalı bir muhalefet milletvekilinin Kanada menşeli Bombardier
adlı uçak firmasının İran’a
uçak satmasını eleştirmesi üzerine, Dışişleri Bakanı
Dion şöyle cevap veriyor:
“Boeing satıyor da Bombardier neden satmasın?
Zaten önceki hükümetin
aldığı karar da ideolojik ve
sorumsuzcaydı!”
Tabiî açıklamalar bir
yana, İran diplomatik
anlamda adımlar atmak
için hemen adımlar atmaya başladı bile. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani,
bu gelişmenin hemen
ardından bir İtalya ziyareti
tertipledi. Ruhani, İtalya
Cumhurbaşkanı Sergio
Mattarella ve Başbakan
Matteo Renzi ile görüşmelerde bulundu. Görüşmelerde, İran’da yaptırımlar
nedeniyle bakımsız kalan
altyapının yenilenmesi,
ulaşım ve inşaat sektörleri
ile enerji ve petrol alanlarında toplamda 17 milyar
avroyu bulan bir anlaşma-
Haber Ajanda
lar dizisinin ilk adımları atıldı.
İran’ın Roma Büyükelçisi’nin
“İtalya, bizim Avrupa’ya açılan
kapımızdır” şeklinde kullandığı
ifade bu noktada önemli.
Ruhani’nin İtalya ziyaretinin
en önemli parçası ise, Hıristiyan
Katolik dünyasının lideri ve Papa
Franciscus ile görüşmesi oldu.
Suriye’de hükmünü sürdürmek
isteyen iki güç olan Rusya ve
İran’ın en önemli siyasî liderlerinin Papa’yı bizzat Vatikan’da
ziyaretleri ne ilginçtir!
Vatikan Kütüphanesi’nde
gerçekleşen Papa-Ruhani görüşmesi, Vatikan’dan yapılan
açıklamaya göre samimî geçti;
Vatikan ile İran arasındaki iyi
ilişkilere değinilen ve ortak
manevî değerlere atıfta bulunulan görüşmede İran’daki
Katolik Kilisesi’nin durumu
ile Vatikan’ın insan haklarını
ve ibadet özgürlüğünü teşvîk
etmesinin üzerinde duruldu.
Herhâlde böyledir…
şöyle: Ruhani, Papa’dan kendisi
için duâ etmesini istemiş. Bu
kadar gaflette bulunacağını da
düşünmüyoruz…
Papa ve Ruhani’nin, İran’ın
kısa süre önce imzaladığı
nükleer anlaşmasını da ele
aldıkları görüşmede, İran’ın,
Ortadoğu’da terörün yayılması
ve silah kaçakçılığı gibi sorunlara uygun çözüm bulmayı teşvîk
etmede diğer bölge ülkeleriyle
önemli rol oynayabileceği da
ifade edildi. Bu bağlamda taraflar, dinler arası diyaloğun barışı,
hoşgörüyü, uzlaşmayı teşvîk
etmesindeki önemine dikkat
çektiler. Görüşmenin ardından
Ruhani, Papa’ya el dokuması
bir halı ile bir minyatür hediye
ederken, Papa Franciscus da
Ruhani’ye Aziz Martino madalyonu takdim etti. İtalyan
basınına yansıyan bir anekdot
Bu ziyaretin ardından İran
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bir de Fransa ziyareti gerçekleştirdi. Fransa ve İran’ı bir
arada düşününce akla elbette
Suriye geliyor. Fransa açısından Suriye’nin önemi SykesPicott’tan ileri gelirken, İran açısından önemi de bir mezhepsel
dayanışma görünümü taşıyor.
İran İslâm Devrimi’nin manevî
lideri Ayetullah Humeynî’nin
İran’a France Air ile gelişine
hiç değinmiyoruz bile. Tabiî
bu yüzden Suriye konusunda
ağzını açıp da konuşan tek Avrupa ülkesi Fransa. Esed rejimi,
DAEŞ ve Rusya’nın bölgedeki
varlığından duyduğu endişeleri
de bu yüzden dillendiriyor,
hatta Türkiye’nin söylemlerine destek oluyor. Bu noktada
son bir hatırlatma: Irak-İran
Savaşı’nda Fransa, İran’ın değil,
Irak’ın yanındaydı.
İran Cumhurbaşkanı Ruhani,
ülkesinin nükleer programının
sınırlandırılması karşılığında
ülkeye uygulanan yaptırımların kaldırılmasına ilişkin anlaşmanın ardından yaptığı açıklamada, varılan anlaşmanın İran
ekonomisi için yeni bir sayfa
açtığını söyledi. Bunun ardından gerçekleşen Fransa ziyareti
ise, ekonomik açıdan çok yeni
diplomatik çerçevelerin oluşturulacağına dair önemli deliller
sunuyor önümüze.
Yani İran, artık uluslararası
sisteme entegre olma yolunda
ilerliyor. Bir gün NATO’da görür
müyüz?
şubat 2016
7
Ayın Yorumu Türkiye
Yalanların bi
T
ERÖRE destek veren ve devleti katliam yapmakla suçlayan akademisyenlerin (!) bildirisi, medyada ve entelektüel çevrelerde geniş ölçüde tartışıldı. Hatta bu tartışma
lüzûmundan öyle fazla yapıldı ki, imzacılar bile bildiriye
bu kadar önem atfetmemişlerdi.
>> Bildirinin 1128 akademik
personel tarafından imzalanmış
olması, bildirideki yalanların
üniversite camiasında fazla
tasvip edilmediğinin de bir
tezâhürüydü. Eğer akademiyada
tasvip görmüş olsaydı, 151 bin 268
öğretim elemanı içinde yüzde 0,7
gibi düşük bir oranda kalmazdı.
Üniversite içinde bu tür akademisyenlerin oranı yüzde 1’i bile
geçmiyor. Aslında gerek nicelik,
gerekse nitelik bakımından
ciddiye alınacak bir durum yok
ortada.
Böyle düşünmeme rağmen,
neden bu konuyu yeniden gündeme getirdiğim sorulabilir. Bu
yazımın amacı, akademiyadan
yetişmiş bir kişi olarak bildiriye
imza atanların zihniyetlerini
ve ahlâksızlıklarını ortaya koymaktır. Ama önce bildiride hangi
görüşlere yer verildiğini maddeler hâlinde bir görelim.
• “Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarına Sur’da, Silvan’da,
Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de
kasıtlı ve planlı bir kıyım yapmaktadır.”
• “Yerleşim yerlerine ancak bir
savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırmaktadır.”
• “Anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle koruma
altına alınmış olan hemen
hemen tüm hak ve özgürlükler
ihlâl edilmektedir.”
• “Devletin, başta Kürt halkı
olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği
katliam ve uyguladığı bilinçli
sürgün politikasından derhâl
8
şubat 2016
vazgeçmesi...”
• “Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış
için çözüm yollarının kurulmasını, Hükûmet’in, Kürt siyasî
iradesinin taleplerini içeren bir
yol haritası oluşturmasını...”
• “Ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu katliamın
suç ortağı olmayacağız.”
• “‘Hendekler ve barikatlar’ denilen olay, bugünkü kargaşanın
sebebi değildir.”
• “PKK ise Kürtlerin imhâ edilmesi politikası ile mücadele
ederken kör teröre kayarak
sivillere zarar veremez.”
Açıkça görüldüğü gibi, bildiri
baştan sona kadar yalan, iftira ve
ahlâksızca yapılan bir kurgulama. Bu yüzden yazımın başlığını
“Yalanların Bildirisi” olarak koydum.
Ayrıca bildiri, toplumda fitne
ve kargaşaya sebep olabilecek bir
muhtevaya sahiptir. Bunlar, akademik unvanların arkasına sığınılarak yazılacak ve söylenecek
sözler değildir. Fitnenin kol gezdiği
ülkemizde ve coğrafyamızda, hiç
olmamış şeyleri olmuş gibi yazarak gerçekleri saptırmak, mevcut
fitne ateşine benzin dökmek
anlamına gelmektedir. Türkiye’de
yaşayan aklıselim sahibi bir insanın, bu bildiride geçen cümlelere
imza atması ve destek vermesi
mümkün değildir! Her bir cümlesi
yalan ve iftira olan bu metnin
akademik özgürlüğün çerçevesi
içinde düşünülmesi de insanların
akılları ile alay etmektir.
Bildiride terör örgütünün
yaptığı eylemler, katliamlar, şehit
ettiği insanlar, sokaklarda özel
olarak kazılmış çukurlar ve bombalı tuzaklar yok sayılmış, halkın
çektiği sıkıntılardan dolayı Devlet
suçlanmıştır. Bölge halkına 30
yıldan beri hayatı zehir eden
küresel güçlerin taşeronu PKK
eşkıyası, “Kürtlerin imhâ edilmesi
politikası ile mücadele eden” bir
örgüt olarak tanımlanmıştır (bkz.
8. madde).
Devleti “kasıtlı ve planlı” bir kıyım yapmakla suçlayan cümlelerin hiçbiri, şu an içinde bulunduğumuz gerçeklerle örtüşmemektedir. Güney sınırımızın hemen
ötesinde Suriye gibi katliam
yapan bir devlet örneği varken,
Türkiye Cumhuriyeti’ni kıyım
ve katliam yapmakla suçlamak,
ancak aklını, iz’ânını ve düşünme yeteneğini yitirmiş yalancı
akademisyenlere yakışmaktadır.
Yalanla bilim bir arada olamaz!
Yalancı birine bilim adamı veya
akademisyen denmez!
Ortada yalana dayalı, Devleti
suçlayan ve terörü maskeleyen
böyle bir bildiri olunca, ilk tepkinin Cumhurbaşkanı’mızdan
gelmesi gayet doğaldı. Ama her
zaman olduğu gibi bir kısım insan
bunu çok yadırgadı. Oysa ortada
yadırganacak bir durum yoktu.
Düşününüz ki, isimlerinin önünde akademik unvanlar bulunan
birtakım insanlar, çıkıp Devleti
Güneydoğu Anadolu’da katliam
yapmakla suçluyor, ama Devletin
başı olarak Cumhurbaşkanı’ndan
hiç ses çıkmıyor… Peki, böyle bir
şey düşünülebilir mi? O zaman
da halk, “Nerede bu devletin başı?
Bu ihanet odaklarına bir cevap
verse ya” demez mi?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın
konuşmasından rahatsız olanların yazıp çizdiklerine baktığımızda, onların da PKK’nın dostları
oldukları görülüyor. İhanet bildirisine imza atan akademisyenler, içini boşalttıkları “barış”
ve “demokrasi” kavramlarının
arkasına sığınarak tarihinin en
ağır yenilgisini almak üzere olan
PKK’yı kurtarma peşindeler. Bu
çevrelerin sıkça kullandıkları
diğer bir kavram da “akademik
özgürlük”...
Güya bu bildiriyi yayınlayanlar, akademik özgürlüklerini
kullanmışlar. Ne zamandan beri
“ahlâksızlığın” adı “akademik özgürlük” oldu? Ahlâksızlığı sadece
apış arasından ibaret görenler
şunu bilsinler ki, bilim adamları
için en büyük ahlâksızlık gerçekleri gizlemektir! Bilim adamının
görevi, gerçeğin üzerini örtmek
ve onun anlaşılmasını zorlaştırmak değil, aksine gerçeğin
ortaya çıkarılması ve anlaşılmasını kolaylaştırmak olmalıdır.
Kamuoyuna açıklanan bildiriye
baktığımızda bunların tam tersini
görüyoruz.
İhânet bildirisine imza
atanlar, İslâm’la problemi
olanların izinden
yürüyenlerdir
Üniversitelerde görev yapan
bazı öğretim üyelerinin, yarım
asırdan beri sivil siyaseti ve
demokrasiyi postallarıyla ezen
darbeci askerlere nasıl tabasbus
ettiklerini bildiğimiz için, ihânet
kokan bu bildiriyi okuyunca hiç
şaşırmadık. Bunların isimlerinin
önünde “profesör”, “doçent” ve
“doktor” gibi unvanların bulunması sizleri hiç büyülemesin!
Meşhur ulusalcı öğretim üyelerinin “Cumhuriyet mitinglerinde”
bayrağı kapıp ön saflarda “Ordu
göreve!” naraları ile Anıtkabir’e
koştuklarını sanırım unutma-
Prof. Dr. Turan Güven // turanguven.ajanda@gmail.com
ldirisi
mışsınızdır. Üstelik onlar da o
zamanın dekanları, rektörleri ve
hatta YÖK Başkanlarıydı... Sanki
ülke büyük bir savaşa girmiş gibi,
hocaları apar topar salonlara
topluyor ve “Cumhuriyet tehlikede! Bilimsel araştırmaları bırakın!”
diyecek kadar zıvanadan çıkıyorlardı. İşte onlarla bunlar, aynı
tıynettedirler! Hepsi aynı tornadan çıkmış gibi, aynı tepkileri
verirler. Ne yazık ki, bunlar bizimle birlikte yaşamalarına rağmen
kendilerini hiç bu coğrafyaya ve
medeniyete ait hissetmediler.
Toplumun değerlerini, inancını
ve hatta vahyin bozulmamış kaynağı olan Kur’ân’ı devamlı aşağıladılar. Batı’daki “Kilise-bilim”
çatışmasını Türkiye’ye “din-bilim
çatışması” olarak taşıdılar. Daha
açık bir ifadeyle belirtmem gerekirse, bunların Müslümanlıkla
derin problemleri var! İçlerinde
gizledikleri düşmanlıklar tam bir
psikanaliz konusu.
Yaklaşık 50 yıldan beri, üniversitelerimizin bu kalitesiz ve
sığ düşünceli insanlar tarafından nasıl işgâl edildiğini çok iyi
biliyoruz. Bunlarda orijinal bir
fikir ve düşünce aramayın! Yaptıkları sadece Batı’nın zihinsel
ve psikolojik köleliğidir. Dahası,
materyalist-pozitivist paradigmaya hizmet etmeyi “bilim yapmak”
sanırlar. Onlara göre iyi bir bilim
adamı (!), toplumun değerlerini,
dilini, kültürünü aşağılamalı, Batı
değerlerini kutsamalıdır. Düşününüz, bunlar Devletin imkânları
ile yurtdışında tahsil görmüşler,
yabancı dil öğrenmişlerdir, ama
kendilerini hiç bu coğrafyaya ve
medeniyete ait görmemişlerdir.
Bilim adamında bulunması gereken özellikleri onlarda göremezsiniz. Kazandıkları şeyler onları
zihinsel kölelikten kurtaramamış,
ancak bağımlılıklarını daha da
arttırmıştır. Bir zamanlar eski YÖK
Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz,
Ankara Üniversitesi Senatosu’nda
yaptığı bir konuşmada, “Tür diliyle
bilim yapılamaz” diyerek nasıl
bir zihinsel köle olduğunu göstermişti. İşte bugün ihânet bildirisine
imza atanlar, onların izinden
yürüyenlerdir!
dan rahatsızlar! İçlerindeki bu
rahatsızlığın post-modern darbe
günlerinde olduğu gibi zaman
zaman bir düşmanlığa dönüştüğünü de gördük.
Bugün de başka mekanizmalarla
aynı zihniyetteki akademisyenler
(!) harekete geçirilmiş bulunmaktadır. Bunun arkası gelir mi? Hiç
şüpheniz olmasın!
Öncelikle şunu vurgulamak
istiyorum ki, biz (halkın içinden
ve köylerden gelip üniversitelerde akademisyen olanlar) onlardan rahatsız değiliz, aksine onlar
bizim akademiyadaki varlığımız-
Hatırlayacaksınız, üniversitelerde başörtüsüne karşı acımasız
bir saldırı başlatmışlardı. Başörtülü öğrencileri yaka paça dışarı atıyor, çocukların öğrenim haklarını
ve özgürlüklerini engelliyorlardı.
Bu coğrafyada emperyalizmin
oyunları hiç bitmez. İyi ki varlar!
Zira onlar olmasaydı bu kadar
Bizans oyununu nasıl öğrenecek
ve atıl duran zekâmızı nasıl parlatacaktık?
şubat 2016
9
Türkiye Ajanda
“Devlet içinde devlet kurmaya çalışanların
Dünyayı başlarına yıkarız!”
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni anayasa çalışmalarına başladığı günlerde
Türkiye Anayasa Platformu’nun düzenlediği bir etkinlikte konuştu ve adeta yeni anayasa için gerçekleştirilecek görüşmeler
dizisinin ana yörüngesini çizdi.
talebi hâline dönüşmüştür. Bu
toplantı, artık meselenin göz
ardı edilemeyecek, ertelenemeyecek, ötelenemeyecek, baştan
savulamayacak bir seviyeye
ulaştığını gösteriyor” ifadelerini
kullandı.
“Milletimiz, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla artık konuya
el koymuştur. Bu tür toplantılarla, çalıştaylarla, arama konferanslarıyla tüm kesimleri içine
alan ve tüm kesimlerin beklentilerini yansıtan yeni anayasa
süreci hızla olgunlaşacaktır”
diye konuşan Cumhurbaşkanı,
“Bu mesele millîdir, bu mesele
yerlidir! Millî olan her meselede
Cumhurbaşkanı olarak ben de
varım! Bunu açıkça söylüyorum! Bugüne kadar kurulan
anayasaların hepsi ithaldir, hiçbiri yerli değildir. İthal ürünlerle
yönetildik, ithal mantıklar bize
hâkim oldu. Ancak biz yerliye
ve millîye dönmeliyiz!” dedi.
>> Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’nın, Meclis’te yer
alan partilerden Anayasa Uzlaşma Komisyonu için istediği
listelerin belli olmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
bu konuşması oldukça büyük
önem taşıyor. Bilindiği Anayasa
Uzlaşma Komisyonu’na AK
Parti’den Cemil Çiçek, Ahmet
İyimaya ve Abdülhamit Gül,
CHP’den Bülent Tezcan, Namık
Havutça ve Ömer Süha Aldan,
MHP’den Oktay Öztürk, Kadir
Koçdemir ve Mehmet Parsak,
HDP’den de Mithat Sancar, Garo
Paylan ve Meral Danış Beştaş
isimleri verildi. Bu noktaya küçük bir yergi iliştirmemiz şart:
Geçen dönem TBMM Başkanı
olarak kurdurduğu Anayasa
Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını “Arkadaşlar uzlaşamıyorlar” diyerek kapatan Cemil
10
şubat 2016
Çiçek’in AK Parti’yi temsilen bu
komisyonda yer alması neredeyse anlamsız! Tekrar Sayın
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına dönelim ve bu önemli
içerikten bazı notlar çıkaralım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 16
sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türkiye Anayasa Platformu tarafından düzenlenen
“Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte”
temalı programda yaptığı konuşmada, “Türkiye Anayasa
Platformu’nun ‘Yeni Anayasa
İçin Hep Birlikte’ çağrısının şu
âna kadar yaklaşık 300 sivil
toplum kuruluşumuz tarafından
desteklendiğini öğrendim. Bu
sayının kısa süre içinde çok
daha yüksek rakamlara çıkacağına inanıyorum. Bunun ülke
genelinde, milletin birliğine bir
çağrı olduğuna inanıyorum. Bu
mesele, herhangi bir kurumun
veya herhangi bir şahsın değil,
milletimizin meselesidir. Millet,
kendi meselesi olan yeni anayasa talebine, kendisini temsil
eden sivil toplum kuruluşları
aracılığıyla sahip çıkıyor. Ondan
dolayı teşekkür ediyorum” dedi.
Yeni anayasa çalışmaları
kapsamında daha önce başkanlık sistemi için işaret ettiği
arama konferanslarına vurgu
yapan Erdoğan, “Demokrasiye
inanan herkesin milletin talebine saygı duyması gerekir. Her
kim ki millete sırtını döner ve
millete rağmen yol yürümeye
kalkarsa, akıbeti hüsrân olur!
Millet kükrediği zaman, onun
önünde ne bentler durabilir, ne
de dağlar. Yeni anayasa meselesi de milletimizin güçlü bir
Bazı kesimlerin yeni anayasa
çağrılarından rahatsızlık duyduğunu belirten Erdoğan, “Biz
‘yeni anayasa’ dedikçe, birileri
bundan çok ciddî anlamda
rahatsız oluyorlar. Yeni anayasadan rahatsız olanlar, mevcut
Anayasa’dan memnun demektirler. 1982 Anayasası, yıllar
içinde yapılan tüm tâdîlatlara
rağmen hâlâ 1960 ve 1980
darbelerinin rûhunu taşıyan
millete karşı güvensizliğin bir
eseridir. Eskilerin güzel bir sözü
var ‘Tatbîki mümkün olmayanın ıslahı da mümkün olmaz’
diye, mevcut Anayasa da sürekli değiştirilmesine rağmen
ıslahı mümkün olmayan bir
metin durumundadır. Esasen
bu Anayasa’nın kurduğu siyasî
ve idarî düzen, 13 yıl bu ülkeyi
yöneten partinin ve kadronun
çok işine gelir” şeklinde kullandığı ifadelerle yeni anayasa
çalışmalarını eleştirenlere bir
noktada uyarıda bulundu.
Erdoğan bu uyarısını anlamayan ve başkanlık sistemiyle
ülkeye dikta yönetiminin geleceği iftirasında bulunan muhalefete seslenerek, “Yeni anayasa
meselesi en başından beri bu
kadro tarafından gündeme ge-
Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com
tirilmekte, güçlü bir şekilde de
talep edilmektedir. İşe asıl sahip
çıkması gereken muhalefetinse
tam tersi bir tutum içinde olduğunu görüyoruz” dedi.
Çoğulcu bir anayasanın yapılması gerektiğini vurgulayan
Erdoğan, “Çoğunlukçu değil,
çoğulcu bir anlayışla yeni anayasanın hazırlanmasını arzu
ediyoruz. Anayasa metni, bir
toplum sözleşmesidir, öyle de
olmalıdır. Oysa bizdeki dayatmadır, darbe direktifleri olarak
hazırlanmıştır. Gelin, darbecilerin değil, bu milletin, onun
temsilcilerinin yaptığı anayasayı bizden sonraki nesillere
armağan edelim!” dedi.
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin
yeni anayasanın da temelini
oluşturacağını belirten Erdoğan, “Bu çalışmalar sırasında
üzerinde en çok tartışılacak
hususlardan biri, hiç şüphesiz
güçler ayrılığı meselesi olacaktır. Yasama organı olan Meclis’in
aslî alanına yoğunlaşmasını
sağlamalıyız. Hukukun üstünlüğü konusunda da hiçbirimizin
itirazı olamaz. ‘Kanunların
üstünlüğü’ derseniz, orada itiraz
olur. Yargı organlarıyla yasama
ve yürütme arasında eskiden
beri süregelen sıkıntıların temelinde mevcut Anayasa’nın,
güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas alan anlayışı vardır.
Yeni anayasanın ruhu, çatışma
yerine uyum ve denge, birbirlerini yıpratma yerine de birbirlerini destekleme mantığıyla
oluşturulduğunda bu sıkıntı
kendiliğinden ortadan kalkacaktır” açıklamasında bulundu.
Her konuşmasında yaptığı
gibi yine “tek devlet, tek millet,
tek vatan, tek bayrak” vurgusu
yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Adı ve söylemi ne olursa
olsun, hiçbir devlet, paralel
devlet veya paralel yapı gibi
oluşumlara izin vermez, veremez! Nasıl sözde ‘cemaat’ adı
altında devlet içinde bir paralel
yapı oluşturmak isteyenlere
dünyayı dar ediyorsak, ‘özerklik’ veya ‘özyönetim’ adı altında
devlet içinde devlet kurmaya
çalışanların da dünyayı başlarına yıkarız!” şeklindeki açıklamasıyla yine net tavrını ortaya
koydu. Erdoğan, paralel yapıyla
mücadele konusunda Devlet
Denetleme Kurulu’nu yetkilendirerek konunun detaylı şekilde
araştırılması için de çalışmalar
başlattı.
ABD’nin ikincisi geldi, gördü, gitti!
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Ocak 2016’da yine Türkiye’deydi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, CHP ve HDP’li temsilciler ve de bazı gazetecilerle bir araya gelen Biden, son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul’daki Yıldız Mabeyn Köşkü’nde misafiri oldu. İki buçuk saatlik görüşme dünyanın gündemine yerleşti.
DAEŞ
operasyonları ülke
sathında devam ediyor
>> Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye
göre, kabulde ikili ilişkilerin
yanı sıra başta Suriye ve Irak
olmak üzere bölgesel konular ele alındı. İstanbul ve
Diyarbakır’daki terör saldırılarıyla ilgili olarak ABD yönetiminin sergilediği dayanışmadan
memnuniyetini dile getirdiği
belirtilen Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, terörle mücadele
konusunda kamuoyunun
sağlıklı bilgilendirilmesinin ve
doğru mesajlar verilmesinin
önemli olduğunun altını çizdiği
öğrenildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, müttefik ülkelerin yetkililerinden bu konuda duyarlılık
beklediklerini hatırlatarak,
Türkiye’nin terörle mücadele
konusundaki kararlılığını baltalamaya çalışan kesimlere katkı
niteliği taşıyabilecek duruş ve
ifadelerden uzak durulması
gerektiğini vurguladığı da ifade
edildi. Türkiye’nin tıpkı ABD
gibi bir hukuk devleti olduğuna değinen Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, terör propagandası
yapmanın ve terör eylemlerine
destek niteliği taşıyan beyanlarda bulunmanın fikir özgürlüğü
kapsamında değerlendirilemeyeceğine dikkati çektiği
belirtildi.
örgütleri arasında hiçbir ayrım
yapmadığını, PYD ve YPG’nin
de bütün dünya ülkeleri tarafından terör örgütü olarak kabul
edilmesi gerektiğini tekrarladı.
Zira Biden, Cumhurbaşkanımız
Erdoğan ile görüşmesinden
evvel yaptığı buluşmalarda bazı
skandal sözlere imza atmış, bir
noktada ABD’nin Türkiye ve
bulunduğu bölgeye nasıl baktığını açıkça aktarmıştı.
Görüşmede Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Türkiye’nin DAEŞ,
PKK, El-Kaide, DHKP-C gibi terör
Cennet Mekân Abdulhamid
Han’ın görüşme odasına gelenler de öyle derlerdi…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a
karşılık Biden, terörle mücadele
konusunda Türkiye’nin yanında yer aldıklarına değinerek
PKK’yı terör örgütü olarak
gördüklerini vurguladı, ancak
Erdoğan’ın sözlerine tam karşılık vermekten kaçındı. Zira
herkes biliyor ki ABD, örtülü ya
da örtüsü, mazeretli veya mazeretsiz şekilde terör gruplarını
destekliyor.
Son olarak bu görüşmeden
aklımızda şu kalıyor: Bilindiği
gibi 1 Kasım seçimlerinden
evvel Alman Şansölye Angela Merkel, Yıldız Mabeyn
Kökşü’nde ağırlanmış, köşkteki
görüntüler, ecdat düşmanlarını
çatlatmıştı. Biden, ağırlandığı bu
köşkle ilgili olarak adeta birilerini hatırlattı bize ve dedi ki,
“Harika bir binanız var!”.
RUSYA’nın Suriye’de terör
örgütü DAEŞ’e yönelik operasyonlar yaptığı iddiasıyla
her gün sivilleri katletmesine
karşı adeta bir ders misillemesi
yapan Türkiye, bilindiği gibi
çeşitli hava operasyonlarıyla
DAEŞ mevzilerini ve merkezlerini vurmuş, 800 militanı
öldürmüştü. Hatta bu operasyonların hemen ardından
gerçekleşen Sultan Ahmet
Meydanı’ndaki bombalı eylem,
DAEŞ’in bir intikam peşinde olduğu yönünde yorumlanmıştı.
Sultan Ahmet Meydanı’ndaki eylemin ardından yürütülen
operasyonlar, yurt genelinde
çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilmeye devam ediyor.
Gaziantep’te gerçekleştirilen
DAEŞ operasyonunda gözaltına
alınan 10’u yabancı uyruklu 11
kişi tutuklandı. DAEŞ’e katılmak
üzere Türkiye’ye geldikleri değerlendirilen şüpheliler tutuklu
hâldeler. Ankara’daki operasyonda da çatışma bölgeleriyle
irtibatlı olduğu ihtimâli üzerinde durulan yine 11 kişi gözaltına
alındı. Uzun süre teknik ve fizikî
takibi yapılan ve örgüt içerisinde “Tatlıbal Grubu” olarak
bilinen kişilere yönelik operasyon, Ulus Uzunyol Sokak’ta
Özel Harekât ekiplerinin de
desteğiyle gerçekleştirildi. Şüphelilerle birlikte ruhsatsız tüfek,
silah ve örgütsel dokümanlar
da ele geçirildi.
şubat 2016
11
Türkiye Ajanda
B o r d o B e r e l i l e r S u r ’d a
GENELKURMAY Başkanlığı bünyesinde Bordo Bereliler olarak
adlandırılan Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait 4 taburdan oluşan
yaklaşık 150 kişilik birlikler, Diyarbakır’daki operasyonlara katılmak üzere Sur ilçesine girdiler.
le teröristler tarafından yapılan
tuzaklı sistemleri bertaraf ederek operasyona katılan asker ve
polislerin rahat hareket etmelerini sağlıyorlar.
Güvenlik kuvvetleri tarafından yapılan çalışmalarda
teröristlerin barındıkları, mevzilendikleri ve keskin nişancı
ile patlayıcı yerleştirdikleri
noktalar da tek tek tespit ediliyor. Yapılan tespitlerin üzerine
bölgede 24 saat esasına göre
uçan polis helikopterinin aldığı
görüntüler, karadan operasyonu sürdüren birliklere verilerek
sözde karargâh olarak kullanılan alanlarda teröristler sıkıştırılıyor. 150 Bordo Bereli’nin
de katılması ile genişletilen
operasyonlarda teröristlerin
kurdukları bombalı tuzaklarsa
teker teker imha edildi, keskin
nişancılar öldürüldü.
Tuzakların yollarda, sokaklarda, evlerin girişlerinde ve
kapılarında yoğunlukta olduğu
belirtildi. Kaldırım altları, sokak
ortaları, rögar kapaklarının
altları ile teröristlerin boşalttığı
evlerin girişlerine değişik bombaların kurulduğu da bildirildi.
İmha çalışmalarında, teröristlerin evlerin giriş kapılarının arkasına mutfak tüpleri ile tuzak
kurdukları belirtildi.
>> Sur ilçesinde 2 Aralık
2015’te ilân edilen sokağa
çıkma yasağının sürdüğü ve
çatışmaların yoğun şekilde
günlerde şehre giriş ve çıkışlar
polis bariyerleriyle tamamen
kapatılırken, yasağın 31 Aralık’ta
kalktığı Gazi Caddesi’ne girişler
yine polis araması ile sağlanmaya devam ediliyor. Polis
Özel Harekat, Jandarma Özel
Harekat ve korucuların katılımıyla devam eden operasyonlara destek için Özel Kuvvetler
Komutanlığı’ndan da 4 tabur
bölgeye gönderildi. Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin göz bebeği Bordo
Bereliler, özellikle gece düzenlenen operasyonlara katılıyorlar.
Bordo Bereli birlikler, özellik-
HDP’li vekillerden açlık grevi
Operasyonlar devam ediyor.
Allah, bu ülke için canfedâ
savaşanların yardımcısı olsun!
Allah, Kendi yolunda bir lahza
tereddüt etmeksizin mücadele edenlerin kuvvetlerini ve
îmanlarını arttırsın!
HDP Grup Başkanvekili İdris
Baluken, Adana Milletvekili
Meral Danış Beştaş ve Şanlıurfa
Milletvekili Osman Baydemir,
Şırnak’ın Cizre ilçesindeki bir
evde bulunduğu söylenen
yaralıların durumu için İçişleri
Bakanlığı nezdinde yürüttükleri girişimlerin henüz sonuç
vermediğini ve bu sebeple
süreç sonlanana kadar İçişleri
Bakanlığı’nda açlık grevi başladıklarını duyurdular.
Meclis kürsüsünden Genel
Kurul’a konuya dair bir açıklama yapan Şanlıurfa Milletvekili
Osman Baydemir’in gözyaşları
ise söz konusu açlık grevinden
daha fazla yer tuttu gündemde.
Peki, ağlayana acımazsak boynumuza vebâl olur mu saygıdeğer okur? Eyvallah öyleyse…
12
şubat 2016
Selçuk Kayıhan
Zorunlu trafik sigortası “Pes!” dedirtiyor
MOTORLU araç sahiplerinin her yıl kâbusu hâline dönüşen
trafik sigortası, bilindiği üzere ülkemizde “zorunlu” olarak
gerçekleştirilen bir işlem. Zorunlu olmasını anlamak güç değil, ancak biçilen fiyatlar ateş pahası!
el atmasını istiyorlar.
>> Bu yıl zorunlu trafik sigortalarına yapılan zamlarsa
artık araç sahiplerini çileden
çıkartan cinsten. Ülkenin çeşitli
yerlerinde bir araya gelen gruplar, zorunlu trafik sigortasındaki
fiyat artışlarını ve sistemin
makûl olmayan yanlarını çeşitli
eylemlerle protesto ediyorlar.
Özellikle taksi, minibüs, halk
otobüsü, kamyon ve motosiklet
sürücüsü olup direksiyon sallayarak rızıklarının peşinde koşanların bu işlemlerden ötürü
epey ağızları yanıyor.
Ülkenin birçok sivil toplum
kuruluşunun destek verdiği
eylemlerde, yüzde 400 oranında artışlara varan trafik sigortasına dikkat çekiliyor ve şu ortak
cümlede buluşuluyor: “Zarar
ettiğini öne süren sigorta şirketlerinin trafik sigortası uygulaması hakkında haklı bir gerekçesine rastlayamadık. Her gün
45 bin kişi fahiş fiyatlarla sigorta
poliçesini ödemek zorunda
kalıyor. Özel şirketler, zorunlu
trafik sigortasını suiistimal
ediyorlar. Bu şirketlerin keyfî
harcamalarını sadece ‘zorunlu’
diye vatandaşlara ödetiyorlar.
Tüketiciye yansıyacak olan bu
artışa kamu otoritesinin ‘Dur!’
demesi gerek!”
“Zorunlu değil, sorunlu trafik
sigortasına one minute!” şeklindeki sloganla kamuoyuna
her türlü sosyal platformlar
aracılığıyla ulaşan gruplar,
Hükûmet’ten acilen bu konuya
Örneğin bir taksi esnafı, 20
bin liralık araç için 5 bin 400
lira prim ödüyor, bu da taksi
fiyatlarına yansıyor. Sigortacılar
kazan-kazan oynuyor, tüketiciler bunun bedelini ödüyor!
Alevîlere yönelik hukukî Kılıçdaroğlu,
Askerî Casusluk
Genel Başkan
beraat istemi
790 üyesi yeni olan 990
delegenin oyunu alan Kemal
Kılıçdaroğlu, tek başına girdiği
ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
da tek adamlığını haddini
aşarak eleştirdiği CHP’nin 35.
Olağan Kurultayı’nda yeniden
genel başkan seçildi. Kendisini
tebrik ediyor, sahip olduğu
performansı arttırarak yıllarca
makamında devam etmesini
diliyoruz.
İSTANBUL’daki Askerî
Casusluk Davası’nda esas hakkındaki mütalaasını açıklayan
Cumhuriyet Savcısı, üzerlerine
atılı suçları işlemedikleri gerekçesiyle tüm sanıkların beraatını
talep etti. Bilindiği üzere söz
konusu davada sanık sıfatıyla
ifadeleri alınanlarla belgelerde
sahte raporlara yer verilmiş,
birçok asker ve bağlı kurumlarda çalışanlar zan altında bırakılmışlardı. Sürecin arkasında Paralel İhanet Çetesi’nin olduğuna
dönük iddialar gündemde.
altyapılar hazırlanıyor yeniden Davası’nda
ADALET Bakanlığı bünyesinde, 64. Hükûmet’in ilân ettiği
Eylem Planı’nda yer alan “geleneksel irfan merkezleri ve cem
evleri” konusunda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın talimatıyla
Müsteşar Yardımcısı başkanlığında hukukî altyapının oluştu-
rulması için bir çalışma grubu
oluşturuldu. Grup, “Alevîlik” ile
ilgili çalışma yapmak ve Alevî
temsilcilerinin görüşlerini almak üzere çalışacak. Bilindiği
gibi AK Parti hükûmetleri döneminde Alevîlik ile ilgili daha
önce 7 ayrı çalıştay yapılmıştı.
şubat 2016
13
Ayın Yorumu Dünya
“COWBOY”lar
iki
ata
oynuyor
YENİ nesil bilmese de, maalesef bizim nesil bilir “kovboy” tiplemesini. Başında ter
lekelerinin olduğu bir fötr şapka, sırtında
aylardır yıkanmamış bir gömlek, üzerinde
deriden bir yelek, bacağında dar bir pantolon, ayaklarında mahmuzları olan ve dize
kadar uzanan birer çizme, belinin sağında
ve solunda iki toplu tabanca, içlerinde de
altı kurşun bulunur. Tabiî bu tabancalar
yapı itibariyle tutukluk yapmazlar.>>
14
şubat 2016
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com
>> Ve kovboy, yani “cowboy”,
yani “sığır çobanı”, elindeki bu
ateşli silahla Kızılderilileri öldürürken biz burada alkışlarız.
“Algı yönetimi” dedikleri işte
budur!
Oysa “Kızılderili” denilen
insanlar, o coğrafyanın asıl
insanlarıdır; yazılı olmasa da
çok derin bir kültürleri vardır ki
atasözlerinden bu derin kültürün izlerini bulabilirsiniz.
Evet, dünün “sığır çobanları”,
aslında birer kanun kaçağıdır.
Avrupa’da işledikleri suçların
cezasından kurtulmak için
giden epey pislik vardır aralarında. Ve işte bu sığır çobanları,
o toprakların yerlilerini, o coğrafyada çok bulunan ve ismine
“turkey”, yani “hindi” dedikleri
kuşları avlar gibi avlamışlardır.
Hem de ne basit bahanelerle…
Kızılderili’nin üstünde
gördükleri ve hoşlarına giden
basit bir giysi için öldürmüşlerdir kovboylar Kızılderilileri.
Bu hikâye çok uzundur ve
gerçekten içler acısıdır. İşte
bir hiç uğruna, akla gelmeyen
nice alçaklıklarla milyonlarca
Kızılderili’yi öldüren bu kovboylar, O Güzel Nebî’nin (sav) “Ya
Rab! Bana eşyanın hakîkatini
öğret” duâsı doğrultusunda eşyanın hakîkatini öğrenmişler, bu
hakîkati teknolojiye aktarmışlar,
bu teknoloji sayesinde akla gelmeyen nice eşyayı üretmişler,
zengin olmuşlar ve güçlenmişlerdir. İşte bu kovboylar, sahip
oldukları bu gücü genetiklerine
işleyen yağmacılık nedeniyle
yine yağmada kullanmaktadırlar!
Güçlerinin yettiği her yerin
zenginliğini, aynen Kızılderilileri öldürerek yağmaladıkları
gibi, insanları öldürerek yağmalamaktadırlar. Kelimenin
tam anlamıyla vahşi birer fil
gibidirler. Girdikleri ülkelerin
zenginliklerini yağmalamakta,
coğrafyalarını ve tarihlerini
tahrip etmekte, insanlarını
öldürmekte ve kirletmektedirler. Gittikleri hiçbir yere insanlık
götürmezler. Çünkü yönetim
olarak insanlıktan mahrumdurlar. Bilgi ve teknoloji onlara
zenginlik vermiş, güç vermiş,
fakat insanlık vermemiştir. Bir
başka ifadeyle, kovboylar bilgi
ve güç zengini, fakat insanlık
fakiridirler.
Hâl böyle olunca, Amerikalı
ve elbet onların ataları olan
Avrupalı, güçten başka bir
şeyden anlamaz. Onların sözlerine güvenilmez, ittifaklarına
bel bağlanmaz, dostluklarına
îtibâr edilmez. Ve biz bu resmi
bu topraklarda olduğumuz bin
yıldır seyrediyoruz. Eğer kıyamete kadar bu resmi seyretmek
istemiyorsak, O Güzel Nebî’nin
(sav) duâsı çerçevesinde “eşyanın hakîkatini” öğrenelim,
bu hakîkat çerçevesinde ileri
teknolojiyi üretelim, bu bilgi
ve teknoloji sayesinde zenginleşelim ve güçlenelim ve tıpkı
ceddimizin yaptığı gibi, sahip
olduğumuz bu zenginliği ve
gücü insanlığın hayrına kullanalım, tıpkı Mehmed Âkif Ersoy’un
dediği gibi diyelim: “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl
milletmişiz;/ Gelmişiz dünyaya,
milliyet nedir öğretmişiz!/ Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,/ Nûr olup fışkırmışız ta
sînesinden zulmetin.”
İnsanlık insanlığı tekrar bizden bulsun! Ufukları yine ağartalım! Sînelerdeki karanlığı yine
kaldıralım! Bu bizim elimizde!
Ümmet bunu bizden bekliyor!
Bunun için, yani eşyanın
hakîkatini öğrenip bu hakîkati
teknolojiye aktarmak için O
Güzel Nebî’nin izi üzere gidelim,
beşikten mezara kadar ilim
isteyelim. Kadınımız da, erkeğimiz de ilim peşinde koşsun, kâle
kîleyi bırakalım. Mevlânâ’nın diliyle, “yeni günde yeni bir şeyler
söyleyelim”. Söylediğimiz yeni
şeylerle insanlara faydalı ve bu
faydalılık ölçüsünde “insanların
hayırlısı” olalım.
Bunun için öncelikle “biz”
olmamız gerekir; sığır çobanlarının, yani kovboyların ve onların
atalarının tasallutundan kurtulmamız gerekir. Dolayısıyla
birinci sınıf bilgiyi, yüksek teknolojiyi, yüksek teknoloji ürünü
eşyayı ve yüksek teknoloji
ürünü olan eşyanın hizmetini
üretmemiz gerekir.
***
Evet, dünün kovboyları,
bugünün gücü ve teknolojiyi
elinde tutan dünya jandarması…
ABD, Ortadoğu çıkmazında iki
ata birden oynuyor ki yarışı
hangi at kazanırsa kazansın,
mutlaka kazanan tarafta kendisi olsun. Daha açık ifadeyle
şöyle diyelim: ABD, Ortadoğu
çıkmazında ikili oynuyor; hem
içinde Rusya’nın ve bütün
Batı’nın bulunduğu şer Haçlı
gücünü destekliyor, hem de biz
ve Suudî Arabistan’la olan ilişkilerinden dolayı “Türkiye-Suudî
Arabistan-Katar” ittifakına göz
kırpıyor.
Bu çok uzun soluklu bir savaş!
Biz bu uzun soluklu savaşa
dayanırız. Çünkü bizim genetik
yapımızda böyle uzun soluklu
savaşlar var. Bakın bakalım, bu
milletin bu topraklara geleli beri
savaşmadığı yıl var mı?
Bilinen bir gerçektir ki, bu
toprakların kaderi budur! Kolay
şey değildir bu topraklarda
tutunmak. Bu toprakların, kan
ve gözyaşıyla yoğrulmadığı
zaman bereketi gider. Onun için
bu topraklar bizim terimize, gözyaşımıza ve kanımıza hasrettir.
Bizim için ne gam?! Bizler âhiri
Cennet olan yolun yolcularıyız.
Tıpkı şiirde ifade edildiği gibi,
“Ahirin Cennet’tir, sana bu yetmez mi?/ Bir Cennet, binler kere
dünya etmez mi?”.
Evet, bizim için kayıp, kazançtır! Bu bakımdan biz, ölümden
de, uzun soluklu yarıştan da,
savaştan da, bugün değilse yarın mutlaka olacak olan kıyamet
savaşından da asla korkmayız!
Fakat her şeyi dünya olan milletler bu yarışa nasıl dayanacaklar? Ölümden korkmayan
bir milletle nasıl baş edecekler?
Vietnam’da kaybeden ABD,
Afganistan’da kaybeden Rusya,
asırlardır kayıpları oynayan İran
ve her gün biraz daha çöken
Avrupa hangi güçleriyle bize
karşı galip gelebilecekler?
Bu onlar için mümkün değil.
Bunu kendileri de biliyorlar. Biliyorlar ki, bu milletin tarihî yürüyüşü başlamıştır, bu millet tarihteki rolünü tekrar oynayacaktır.
Bütün hesapları bu yürüyüşü
biraz olsun geciktirebilmek
üzerine kurulu. Kendilerine
göre biraz olsun geciktirebilirler;
bize göre o geciktirdikleri zaman kesitidir tarihte eski haşmetimizle var olma zamanımız.
Buna öncelikle kendimiz inanmalıyız. Bilmeliyiz ki, Batı gemisi
içten içe çürüdü ve batması için
buzdağına bile gerek yok. İri bir
dalga onları çökertecek, bundan
kurtuluşları yok!
Bunun içindir ki, askerin
içinde yetiştirip besledikleri
çetelerin darbelerine güvenmediler. Bunun içindir ki, içimizde
yetiştirdikleri hainlerle bizi yıllardır çarpıştırıyorlar. İşte bütün
engellemelere, yüzümüze gülüp
arkamızdan dümen dalavere
çevirmelerine rağmen görüldüğü gibi hesapları tutmadı! Özene
bezene yazdıkları senaryolar
silahlı silahsız çeteler tarafından
istedikleri gibi oynanmadı.
Ve “Elhamdülillah”, işin sonuna doğru geliyoruz! ABD iki ata
birden oynadığı için belki görünüşte kaybetmedi. Fakat aslında
güvenilmez bir müttefîk olarak
büyük kayba uğradı. Bunun
faturası kendine döndüğü zaman karizması çizilmiş olacak.
Kendisine kimse, hiçbir millet,
hiçbir ülke îtibâr etmeyecek.
Ve diğerleri… Bizim karşımızda yer aldıkları için zaten
kaybettiler onlar. İran’daki Molla
rejimi çökecek, sapık dinlerine
îtibâr eden kalmayacak. İslâm
dünyasında olmayan îtibârları
iyice sıfırlanacak. Vatikan’a
yakınlıkları, kendilerine pahalıya mâl olacak. Tıpkı daha önce
Vatikan’a yakın olanlara pahalıya mâl olduğu gibi…
Ve İran’da takiyye dönemi
sona erecek. Mevlânâ’nın diliyle
söyleyecek olursak, “ya oldukları gibi görünecekler, ya göründükleri gibi olacaklar”! Bunun
dışında kendilerine çıkar bir
yol bulamayacaklar. Dünya ile
bütünleşme, İranlı Molla yönetiminin sonunu getirecek. Molla
yönetimi kaybederken, millet
kazanacak!
Rusya’yı mı soruyorsunuz?
Rusya, “Son Çar” Putin’in eliyle
sona doğru gidiyor. Çöken ekonomiyi örtmek için bize karşı
oluşunun faturası kendisine
pahalıya mâl olacak. Herkesin
her şeyden haberli olduğu
bir dünyada kapalı toplum
modellerinin sökmediğini anladığında, Son Çar Putin ya akıl
hastanesini ya da Kremlin zindanlarını boylayacak, üç günde
unutulacak ve Cehennem’e
gideceği zamanı bekleyecek!
Bunları ömrü olan görecek
çok da uzak olmayan bir zamanda!
şubat 2016
15
Dünya Ajanda
Suyundan da koyalım mı?
DÜNYADAKİ göçmen buhranı daha geniş boyutlara erişedursun, bu
sıkıntılı sürece alev körüklemekten başka iş yapmayan Avrupa, bu kez
de kendisinden medet umup da kucağına sığınmak isteyenlerin paralarına ve ziynet eşyalarına göz dikti. Almanya ve Danimarka’da birer
dedikodu şeklinde dolaşan haberler, Danimarka Meclisi tarafından çıkarılan yasayla birlikte bir anlamda tescillenmiş oldular.
getirildiğini kaydediyor.
Amaç, göçmenlerle işsiz
vatandaşları denk konuma
getirmek…
Çocuklar bazen sıra dışı sorular sorarlar. “Sıra dışı” dediysem,
onlara göre sıra dışı… Zira soruları, istedikleri şekilde cevap
almak içindir. Eğer onların
istedikleri cevabı vermezseniz,
başta sordukları soruya bir soru
daha sorarlar: “Neden?” Bu soru
karşısında önce verdiğiniz cevabı formatlamaya kalkmayın,
zira yine onların istediği şekilde
değilse ikinci bir ek soru daha
gelir: “Neden?” Ve söyleyeyim
de, eğer bu cevap istenen değilse onlar sormaktan yılmazlar
bu soruyu: “Neden?”
Amaç, göçmenlerle işsiz
vatandaşları denk konuma
getirmek… Neden? Bu uygulamayla sığınmacıların devlet
yardımlarından yararlanmak
için bazı eşyalarını satmak
zorunda kalan işsiz Danimarka
vatandaşlarıyla aynı duruma
getirildiğini kaydediliyor… Neden? Söz konusu el konulan eşyalar açık arttırma ile satılarak
sığınmacıların kalış, eğitim ve
sağlık masraflarını karşılamada
kullanılacak… Neden?
Danimarka’nın, yasayla bir de
meşrûlaştırdığı bu gayrımeşrû
uygulamaya dair sunacağı her
bahane, her mazeret veya her
cevap bu soruyla karşılaşacak:
“Neden?”
>> Danimarka Meclisi, göçmenlerin ziynet eşyaları ve
paralarına el konulması ve aile
birleşimi için başvurusu süresinin 3 yıla çıkarılmasını öngören
yasa tasarını kabul etti. İktidardaki merkez sağ Danimarka
Liberal Partisi (Venstre) tarafından hazırlanan tasarıya, göç ve
yabancı karşıtı politikalarıyla
bilinen Danimarka Halk Partisi
(DDP) de destek verdi. Tasarı
81’e 27 gibi büyük bir farkla
kabul edildi.
Yasayla beraber, sığınmacıların Danimarka’ya 10 bin kron,
yani yaklaşık bugünkü itibariyle 5 bin Türk lirasından fazla
16
şubat 2016
nakit para sokmaları durumunda, belirlenen haddin üzerindeki paraya devlet tarafından
el konulacak. Ayrıca “toplam
değeri” yine 10 bin kronu geçen
mücevher, saat, bilgisayar ve
telefon gibi eşyalar da sığınmacılardan alınacak. Nişan, evlilik
yüzükleri ve manevî değeri
bulunan mücevherler bu kapsamın dışında olacak. Söz konusu
el konulan eşyalar açık arttırma
ile satılarak sığınmacıların kalış,
eğitim ve sağlık masraflarını
karşılamada kullanılacak. Sığınmacılar yanlarında ne
kadar para olduğunu söylemek
zorunda kalacakları gibi, polis
de sığınma başvurusu yapanların üstlerini ve çantalarını
arama yetkisiyle donatılacak.
Yasa, Şubat itibariyle yürürlüğe
giriyor.
Ayrıca aile birleşimi başvuru
süresi de 1 yıldan 3 yıla çıkarılacak. Danimarka hükûmeti bu
yasanın, sığınmacıların kalış
masraflarını karşılamak için
gerekli olduğunu savunuyor.
Yasanın ayrımcılık içermediğini
öne süren hükûmet, bu uygulamayla sığınmacıların devlet
yardımlarından yararlanmak
için bazı eşyalarını satmak
zorunda kalan işsiz Danimarka
vatandaşlarıyla aynı duruma
Bazı eşyalarını satmak zorunda kalan Danimarkalı işsizlerin
o hâlde olmalarının sebebi
göçmenler mi? Bu insanların ne
büyük suçları varmış ki kendi
vatanlarında yöneticilerinden,
gittikleri yerlerde de yabancılardan zulüm üstüne zulüm
görüyorlar? Eşyalarını satmak
zorunda kalan işsiz Danimarkalılarla denk konuma gelmesi
gerekenler, onları o hâllere
düşüren Danimarka yönetimi
ve Danimarkalı işverenlerdir.
Ya el konulan para ve ziynet
eşyalarıyla göçmenlere yönelik
masrafların kotarılacağı bahanesine ne demeli? Biz hâlâ
şu Danimarka gibi “fakirlerin”
bulunduğu bir birlik içine girmek istiyorsak bugünden sonra
tekrar ve tekrar düşünmeliyiz.
Piyasa züppelerinin dedikleri
gibi, “Bu fakirleri muhatap almaya değmez!”…
Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com
3 0 y ı l l ı k B e ya z S a ray
eylemcisi hayatını kaybetti
BEYAZ Saray’ın kuzey cephesindeki kaldırımda 30 yılı aşkın
bir süredir her zaman ve her fırsatta ABD’yi protesto eden İspanyol kökenli Concepcion Picciotto hayatını kaybetti.
Washington’da adeta bir
protesto simgesi olan Picciotto,
yaklaşık 35 yıl boyunca ABD
başkanlarının kaldığı sarayın
önünde kurduğu küçük çadırda
beş farklı başkana bir anlamda
“komşuluk” etmişti. Sarayın büyüklüğü, önemi ve güvenliğine
rağmen basit ve yalnız şekilde
hem ABD’lilere, hem turistlere
kendince ülkenin “farklı taraflarını” anlatmaya çalışan Picciotto, Türkçe de dâhil olmak üzere
birçok farklı dilde hazırladığı
bildirileri çadırının önünde
dağıtmakta, kendisine yöneltilen soruları büyük bir sabır ve
tekrarla yinelemekteydi.
>>Sarayın araç trafiğine kapalı ön tarafındaki bölgede kurduğu çadırında 1981 yılından
bu yana bireysel olarak yaptığı
sürekli eylemde ABD’nin dış
siyasetini, özellikle ABD-İsrail
ilişkilerini ve kimyasal silah
kullanımını protesto eden 80
yaşındaki Picciotto hayatını
kaybetti.
İsveç de “DAEŞ” dedi
Belki bu haberi okuduğunuzda “Ne gereği vardı buraya
almanın?” demiş olabilirsiniz,
ancak ABD’nin çanak yalayıcısı
olarak bilinen bazı siyasilerin
gelecekte beş para etmez
kişiliksiz kişilikler olmalarına
rağmen hatırlanacak olmalarını
düşündüğünüzde, böyle bir
insanın tarihe bir notla dahi mâl
edilmesini ona çok görmeyeceğinize emînim.
İSVEÇ hükûmeti, IŞİD ismiyle tanınan terör örgütünü artık
“DAEŞ” ifadesi ile anacağını ilân
etti. İsveç hükûmeti, Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarla yürüttüğü kampanyaya
uyan ABD, Fransa ve İngiltere
gibi davranarak, İslâm’a ve
Müslümanlara zarar vermek
için kurulmuş bir kara lekenin
“İslâm Devleti” gibi bir isimle anmaktan vazgeçti ve Erdoğan’ın
dünyaya öğrettiği “DAEŞ” ifadesini kullanma kararı aldı.
Peki, ülkesine göç etmek
isteyen insanlara sınırlarını
kapayan bir ülke, kapısında
bekleyen her insana IŞİD militanı muamelesi yaptıktan sonra
böyle bir karar alsa ne olur,
almasa ne?
Suriye’ye
7 kız kardeş
geliyor!
HOLLANDA hükûmetinin iktidar ortağı
İşçi Partisi’nin (PvdA),
ülkenin Suriye’de terör örgütü DAEŞ’e yönelik yürütülen hava
operasyonlarına katılmaması yönündeki
kararından vazgeçtiği
bildirildi.
>> PvdA Meclis Dışişleri
Komisyonu Üyesi Michiel
Servaes, söz konusu kararın
partinin grup toplantısında
alındığını açıkladı. DAEŞ’le
etkin mücadeleden yana
olduklarını kaydeden
Servaes, Suriye’deki hava
operasyonlarına katılmaya
ilişkin sunulacak yeni yasa
teklifini olumlu karşılayacaklarını dile getirdi.
Böylelikle Hollanda’nın
Suriye’deki koalisyon
güçlerine doğrudan katılmasının önünde bir engel
kalmadı. Ortadoğu’nun son
yüzyıl kan tarihinde bir
görünmez aktör olarak yer
alan Hollanda’nın Suriye
üzerinden yeni plana dâhil
olmasıyla birlikte, “7 Kız
Kardeş” diye bilinen efsane
konsorsiyumun (!) yeni
yüzyılda nasıl işler yürüteceğini anlamak zor. Ancak
söz konusu oluşumun
yaptıklarını düşününce
fitne ateşinin İslâm dünyası
üzerinde sönmemesi için
bütün gayretin gösterildiğini anlayabiliyoruz.
şubat 2016
17
Dünya Ajanda
“ S oyk ı r ım la g u r u r duy u lm a z!”
AVUSTRALYA’nın asıl sahipleri Aborijinler, Avrupalıların kıtaya
gelmesinin kutlandığı Avustralya Günü’nü “İstila Günü” ilân ederek
ülke genelinde protesto gösterileri düzenlediler. Her yıl 26 Ocak’ta
resmî törenlerle kutlanan “Avustralya Günü bu sene Aborijinlerin
protesto gösterileriyle birlikte gerçekleşti.
>>Avrupalı yerleşimcilerin
(bizim dilimizle “işgalcilerin”) 26
Ocak 1778’de kıtaya ayak bastıktan hemen sonra yerli halka
soykırım yaptıklarını belirten
Aborijinler, tüm eyaletlerin
başkentlerinde resmî törenlere
karşı protesto gösterileri düzenlediler. Gösterilere yerel kıyafetleriyle katılan binlerce Aborijin,
Aborijin Viktorya Eyalet Parlamentosu önünde bir araya geldi. Burada “Her zaman Aborijin
ülkesiydi, hep böyle kalacak!”
ve “Soykırım ile gurur duyulmaz!” şeklinde sloganlar atan
göstericiler, Avustralyalı halka
hitaben, “Avrupalıların öldürdüğü çocuklarımızın yıldönümünü mü kutluyorsunuz?” diyerek
söz konusu günü kutlayanlara
tepkilerini sundular.
Melbourne’deki protestoyu
organize eden Aborijin Direnişi
Savaşçıları adlı grup, “Avustralya, 228 yıl önce İngilizler
tarafından sömürgeleştirildi.
Onlar Aborijinleri yok etmeye
18
şubat 2016
çalıştılar, ama başaramadılar.
Hâlâ buradayız! Bizi saklamaya
çalıştılar. İngilizler tarafından
saldırıya uğradık ve bunu asla
unutmayız!” şeklinde beyanatta
bulundu. İngilizlerin kıtaya
çiçek hastalığını kasten getirdiğini söyleyen grubun sözcüsü,
“Çiçek hastalığını çok sayıda
Aborijini öldürmek için bilerek
getirdiler. Çoğu insanımızı yok
ettiler. Irkçı politikalarıyla ve
insanlarımıza sağlanan yaşam
koşullarıyla hâlâ bunun için
uğraşıyorlar” ifadesini kullandı.
Aborijinlerin uğradıkları
soykırım ve vatanlarının işgali,
bize bir anda Çanakkale’yi
hatırlatıyor. Her yıl bütün
sarhoşluklarıyla kahraman (!)
dedelerini anmaya gelen Avustralyalı gençlerin “Şafak Ayini”
buluşmalarının ne yüzle gerçekleştirildiğini hiçbir vicdanlı
insan anlamaz, anlayamaz.
İşte Aborijinlerin fark ettirmek
istedikleri de bu!
Irkçı bakandan
skandal sözler!
İSRAİL hükûmetinin Adalet Bakanı Ayelet Şaked, Tel
Aviv’deki Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’ndeki konuşmasında, “Uluslararası topluma
bağımsız bir Kürt devletinin
kurulması için çağrıda bulunmalıyız” dedi ve bu yeni devletin Türkiye ve İran arasında yer
alması gerektiğini de sözlerine
ekledi. Kürtlerle İsrail arasındaki kültürel bağlara dikkat çeken
Şaked, konuşmasında Kürtlerin
IŞİD ve diğer terör örgütleriyle
mücadelede stratejik bir partner olduklarına da değindi.
İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu da 2014’te bir “Kürt
devleti” kurulmasına destek
verebileceklerini belirtmişti.
BM’den İsrail’e
net tavır!
BİRLEŞMİŞ Milletler
Genel Sekreteri Ban KiMoon, İsrail’in yerleşim
birimi faaliyetlerinin
hemen dondurulması
gerektiğini söyledi.
>> BM Güvenlik
Konseyi’nde düzenlenen
“Ortadoğu ve Filistin Sorunu” başlıklı toplantıda konuşan Genel Sekreter, İsrail’in
işgal ettiği Filistin topraklarında yerleşim birimi
kurmaya devam etmesini
eleştirdi.
“Barış yönünde ilerleme
sağlanması için İsrail’in
yerleşim faaliyetlerini dondurması gerekir” diye konuşan Ban, İsrail hükûmeti’nin
işgal altındaki Batı Şeria’da
150 yeni ev yapımı planını
daha onaylaması nedeniyle endişeli olduğunu
kaydetti. Aynı süreçte yine
Batı Şeria’da Filistinlilere ait
bin 540 dönümlük araziye
el koyma kararı alındığını
hatırlatan Ban, “Yerleşim birimi faaliyetlerinin sürmesi,
Filistin halkı ve uluslararası
topluma karşı hakarettir. Bu
faaliyetler İsrail’in iki devletli çözüme olan inancının
temelden sorgulanmasını
haklı olarak gerektiriyor”
dedi ve ekledi: “Bu faaliyetlerin sürmesi ‘provokatif
birer eylem’dir!”
Ömer Bekir Sadık
Rusya sivilleri katlediyor!
RUSYA’nın Suriye’de 30 Eylül 2015’ten itibaren düzenlediği hava saldırılarında, çoğu muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde bin 815 sivil hayatını kaybetti.
>>Rusya, düzenlediği hava
saldırılarıyla DAEŞ unsurlarından çok Esed muhaliflerinin
kontrolündeki bölgelerde yaşayan sivil halkı hedef alıyor.
DAEŞ’in kontrolündeki noktalara düzenlenen Rus saldırısı
neredeyse yok hükmünde. Rusya saldırılarında cami, hastane,
fırın, okul ve kreşler de var.
106 silahlı muhalifin de şehit
olduğu Rus saldırılarında toplam bin 921 kişi hayatını kaybetti. Silahlı muhalifler de dâhil,
Şam’da 620, Halep’te 513, İdlib’de
390, Humus’ta 83, Dera’da 63,
Hama’da 22 ve Lazkiye’de 65
kişi can verdi. Buna göre Rus
hava saldırılarının başladığı
günden bu yana muhaliflerin
kontrolündeki bölgelerde silahlı
muhalifler dâhil toplam bin
756 kişi yaşamını yitirdi. Ancak
DAEŞ’in kontrolündeki Deyru’zZor’da 108, örgütün merkezi
Rakka’da da sadece 57 militan
öldürüldü.
Rusya’nın hangi terörist
unsurların peşinde olduğunu
görmek ne kolay! Rusya, yalnız
bir terörist unsurun peşinde! O
terörist unsurun adı “Esed”, Rusya da peşinden gelen kuyruğu…
Söyle Rusya! Bu derin depresyon mu seni böyle söyleten?
İNGİLTERE, sınırları içinde faaliyet göstermesini deşifre ettiği Rus
istihbarat ajanı Alexander Litvinenko’yu ölümle cezalandırdı.
>>İngiltere’deki Soruşturma
Komisyonu’nun hazırladığı raporu eleştiren Rus Dışişleri, tıpkı
Türkiye ile aralarında gerçekleşen jet krizindeki gibi bir tavır
takınarak bu olayın İngiltere ile
Rusya arasındaki ilişkileri zor sokacağını belirtti. İngiliz Soruşturma Komisyonu, Rus istihbarat
ajanıyla ilgili yayınladığı raporda
Rusya Federasyonu yönetimini
ve özellikle de Devlet Başkanı
Vladimir Putin’i oldukça sert
ithamlarla eleştirmişti. Rus Dışişleri ise İngiltere’nin bu konuda
elinde hiçbir ispatının bulunmadığı iddia etti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, “Litvinenko olayı İngiltere ile ilişkilerimizi ciddî anlamda
zora sokacak. Üstelik bu ‘muhtemelen’ ya da ‘belki’ şeklinde
olmayacak, kesinlikle zarar görecek!” görecek şeklindeki açık-
lamasıyla jet krizini hatırlatan
açıklamalarda bulundu. Lavrov,
Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’daki
tutumu nedeniyle Rusya’ya
uygulanan yaptırımlardan sonra
Batı ile işbirliğinin eskisi gibi
olmayacağını da vurgulayarak,
“Batılı ortaklarımız bazen, ‘Artık
Rusya ile işler eskisi gibi olmayacak’ diyorlar, ben de buna katılıyorum” dedi.
Türkiye’ye jet krizinde
“İspatla!” diye çıkışan Rusya,
İngiltere’ye de casus konusunda “İspatla!” çağrısı yaparken,
Suriye’de gerçekleştirdiği hava
saldırılarında Rusya’nın sivilleri
öldürdüğüne yönelik suçlamalara ise “Ortada buna dair kanıt
yok!” diye karşılık veriyor. Yani
Rusya, kendisine yönelen her
oka “İspatla!” kalkanını önüne
tutarak karşılık veriyor.
Tabiî yaşadığı bu depresyonu
anlıyoruz Rusya’nın, hâlâ kendisini yerleştirecek bir kucak arıyor. Ancak bütün dünya biliyor
ki, “ayı”dan post, Rusya’dan dost
olmuyor!
şubat 2016
19
Dünya Ajanda
Misillemeler devri: UAÖ, İran’ı kınadı
ULUSLARARASI Af Örgütü, İran’ın son 10 yılda 73 çocuk mahkûmu idam ettiğini, ülkede 160 çocuk mahkûmun da idam sırasında
beklediğini açıkladı.
>>Londra merkezli insan
hakları örgütünün yayımladığı
raporda, İran’ın çocuk suçlulara
uyguladığı idam cezasıyla ilgili
verilere yer verildi ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin “pervasızca ihlâl
edildiği” kaydedildi.
“Ölüm Kuyruğunda Büyümek: İran’da Ölüm Cezası Ve
Çocuk Suçlular” başlıklı raporda, İran’ın son 10 yılda 73 çocuk
mahkûmdan 51’inin suçun
işlendiği tarihte 15 ila 17, 8’ininse
12 ila 14 yaşlarında olduğu bilgisine yer verildi.
Bilindiği gibi İran, daha önce
de bu tür ihlâllerle itham edilmiş, ancak cevaben 18 yaş altındakilere idam cezası uygulanmadığını belirtmişti. Af Örgütü
ise bu cevaba karşılık olarak,
hazırladığı raporda şu bilgiyi
aktarıyor: “İran, çoğu vakada
idam cezasının uygulanması
için çocukların 18 yaşını doldurmasını bekliyor. Bu nedenle de
çocuk suçlular, ölüm cezalarının infazını beklerken hapiste
ortalama 7-10 yıl geçiriyorlar.”
Uluslararası Af Örgütü’nün
bu raporu, 46 Sünnî’nin idamının yanında bir Şiî’yi idam eden
Suudî Arabistan’a karşı İran’ın
kıyametler koparmasının tam
da üzerine yayınlandı. Bu yüzden de iki ülkenin uluslararası
platformlarda birbirlerine karşı
lobi faaliyetlerine giriştiğini
çıkarmak oldukça kolay. Yalnız
bu misillemelerin nereye kadar
süreceğini kestirmek çok zor!
Bakalım siyasî ve ekonomik
yaptırımlardan kurtulan İran’ın
Suudî Arabistan’a karşı atacağı
bundan sonraki adımı nasıl
olacak.
Bosna-Hersek, AB üyeliği başvurusu yapıyor
BOSNA-HERSEK Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Dragan Covic, ülkesinin 15
Şubat 2016 günü Avrupa Birliği (AB) üyeliği için resmî başvuru yapacağını açıkladı.
>>AB Dönem Başkanı
Hollanda’nın devlet yetkilileriyle yaptıkları görüşmeler neticesinde üyelik başvurusunu
15 Şubat’ta yapma konusunda
mutabık kaldıklarını belirten
Covic, “Dürüst olmam gerekirse,
üyelik başvurusu için hazır
olup olmadığımız konusunda
fikir ayrılıkları vardı. Bana göre
bu başvuruyu daha önce yapmalıydık” ifadesini kullandı.
Covic, üyelik başvurusunda
bulunarak aynı zamanda AB
ile müzakerelere ve üyeliğe
adanmışlıklarını da göstermiş
olacaklarını vurgulayarak, “Gelecek yılbaşlarında ‘aday ülke’
20
şubat 2016
statüsü alacağımızı düşünüyorum. Ancak ‘aday ülke’ statüsü
almamızın da bu aşamada
önemi yok. Zaman içinde müzakereler kapsamında fasıllar
açmaya başlayacağız” ifadesini
kullandı.
Covic’in hatırlattığı “hazır
olup olmama” mevzuunu düşününce, Dayton gibi bir rezaletin
gölgesinde Bosna-Hersek’in AB
üyesi olmasının bu topraklara
ne katacağını hayâl etmekte
zorlanıyor insan. Ancak Avrupa
kıtasında ekonomik ve siyasî
anlamda büyük eksiklikleri
bulunan ülkelerin dahi birliğe
üye yapıldıklarını düşününce
de Covic’in söylediklerinin bir
kehanet olmadığını söyleyebiliriz.
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
Kaş yapayım derken
göz çıkartma TRT!
G
EÇEN ay bu sayfalardan TRT’ye dair tarafsız bir yazı kaleme almaya çalışmış, iyi
çalışmalarını övmüş, TRT 1’de yayınlanan
bir programı yermiştim. İyi çalışmalara
ayırdığımız bölümde TRT Çocuk ekranlarında bundan sonra reklâm kuşaklarının olmayacağından ve
bunun birtakım haklı sebeplere de dayandırıldığından bahsetmiştim.
şubat 2016
Pepee’nin bir İspanyol uyarlaması olduğunun ayyuka çıkması, Türkiye’deki çizgi animasyon pazarına olumsuz etkilerle yansıdı.
Pepee üzerinden oluşturulan oyuncak ve
kırtasiye rantı ise, bugün çöküntüde olan
söz konusu ekibin birbirine girmesine de
sebep oldu.
Evet, anladığınız üzere TRT Çocuk, bu
sebeplerden dolayı artık yerli yapımların
yayınlandığı tek çocuk kanalı. Başka dijital
platformların her evde bulunmadığı da göz
önüne alınınca, TRT Çocuk, çocuk temalı
kanalların Türkiye’deki birinci adresi. Peki,
böyle bir özelliği olmasına rağmen TRT
yönetiminin bu kanal hakkında güttüğü
politika nedir, biliyor musunuz? Reytinglerini düşürmek…
Bu noktada elinden geleni yapan TRT
yönetiminin ortaya sürdüğü sebep şu: “Çocuklar sürekli televizyon izlemesinler!”
Tamam, anlaşılabilir bir sebep bu! Peki,
TRT Çocuk’un reytingleri düşürülünce çocuklar diğer kanalları izlemeyecekler mi?
Baştan beridir vurguladığımız şey şu: TRT
Çocuk’tan başka yerli yapım yayınlayan bir
başka kanal yok!
>>TRT Çocuk’un uygulamaya koyduğu
bu tavrın yine arkasında duruyor, ancak
bazı şerhler düşmek üzere konuyu aktarıyorum efendim…
FETÖ propagandası yaptığı gerekçesiyle
uydudan ve birtakım dijital yayın platformlarından çıkarılan bazı televizyon kanallarından biri de Yumurcak TV idi. Yumurcak
TV, Türkiye’deki çocuk temalı kanalların
başında geliyordu. Disney, Baby TV, Cartoon Network gibi kanalları da sıralayınca
yerli yapımlara yer vermesi bakımından
kendisi için “Bir ilkti!” dahi diyebiliriz.
TRT Çocuk ise, Yumurcak TV’nin ardından bizzat devlet eliyle ülkemize kazandırılan yerli bir çocuk kanalı oldu. Şimdi
Yumurcak TV yok, ancak TRT Çocuk’un
yanında birçok çocuk temalı televizyon
kanalı var. Yalnız bu noktada değinmemiz
gereken şu: TRT Çocuk ve Planet Çocuk dışında yerli yapım gösteren başka kanal bulunmuyor. Turkuvaz Grup’un Minika’sının
isimlerini Türkçeleştirip yabancı yapımları
sunması ise ayrı bir tuhaflık!
Şu an Planet Çocuk’un başında ise, TRT
Çocuk’a kazandırdığı Pepee ile ilk Türk
çizgi animasyon kahramanın tasarımcısı
olarak bilinen ekip bulunuyor. Ekibin TRT
Çocuk ile tartışmalı bir şekilde ayrılması ve
TRT Çocuk’ta yerli yapımları izlemeyen
çocuk, Batı’nın kendi kapitalist kurgusunun
en saf oyuncağı olacaktır. Nasıl iki kere
iki dört ediyorsa, bu durumun ardındaki
sonuç da bu kadar nettir! Bu düşüncede
ısrar ve inat edilirse, Batı’nın çizgi filmlerini izlemek zorunda kalan çocuklarımız,
izledikleri karakterlere hayranlık duyacak,
onların güdümünde hayâller kuracak,
Batıca düşünecek, onların masallarını okuyacak, onların kitaplarını isteyecek, onların
kırtasiye malzemelerine özenecek, onların
elbiselerinden giyecek, onların oyuncakları
için para biriktirecekler!
Acaba TRT yönetimi bu tehlikenin farkında değil mi?
Çocuk kanalının reytinglerini düşürme
çabasındaki TRT yönetimi, aynı zamanda
yerli yapımların ödeneklerinde de kesintiye gitti. Ayrıca kitap, kırtasiye ürünü ve
oyuncak yasakları da hâlen yürürlükte!
Peki, Türkiye’ye, örneğin dünyanın en iyi
çizgi animasyon firmalarından biri olan
Pixar gelse ne olurdu? Bırakın ödeneğinin
kesilmesini, arsa gösterilirdi arsa!
Örümcek Adam, Winx Club oyuncakları
almak yerine anne babaların yerli ve millî
ürünler almasını engelleyen ve bunu maalesef “Kaş yapacağım vallahi!” saflığıyla
yapan TRT yönetiminin bir an önce bu
ısrardan ve inattan vazgeçmesi lâzımdır!
Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com
Ederiniz kaç para, onu deyin hele!
B
U bölümde ele alacağım haberi öncelikle buraya eksiksiz şekilde taşımalıyım. Zira 27 Ocak 2016 tarihli Doğan
gözdesi Hürriyet ve Radikal’in yayınladığı haberin içeriksiz yorumu bir işe yaramayacak. Haber şöyle:
Demek ki Fransız,
ahlâka da Fransız!
F
RANSIZLARIN “mizah” yaptığını
sanan aşağılık dergisi Charlie Hebdo, cesedi Bodrum sahiline vurmuuş hâlde bulunan 3 yaşındaki
Suriyeli Aylan Kurdi’yi konu edindiği alçak
bir karikatür yayınladı.
>> “Suriye’de Esad
yönetimine karşı savaşırken bir hava bombardımanında hayatını
kaybeden MHP Fatih
İlçe Başkan Yardımcısı
İbrahim Küçük için dün
Fatih Camisi’nde düzenlenen cenaze töreninde
ilginç bir katılımcı vardı.
Türk savaş uçaklarının
24 Kasım’da düşürdüğü
Rus SU-24 savaş uçağından atlayan pilot Oleg
Peşkov’u öldürdüğünü
açıklayan Alparslan
Çelik de törendeydi.
Musalla taşının yanında
bir süre saygı nöbeti
tutan Alparslan Çelik,
cenaze namazını da en
ön safta kıldı.
Hürriyet gazetesinden Fırat Alkaç’ın
haberine göre, bir süre
de tabuta omuz vererek
yürüyen Alparslan
Çelik’in bu esnada
ağladığı görüldü. Tabutun cenaze aracına
konulmasından sonra
beş arkadaşının çevresini sardığı Elazığlı
Alparslan Çelik, ‘Şehit
bizim arkadaşımızdı. Bayırbucak’ta,
Türkmendağı’nda yanı-
mızdaydı, hep beraberdik’ dedi.
Alparslan Çelik, ‘Ne
zaman Suriye’den geldiniz?’ sorusuna ise, ‘Ben
buradayım, oradayım.
Gidip geliyorum. Şimdi
de cenaze için geldim.
Tekrar giderim’ dedi.
Daha fazla açıklama yapmayan Alparslan Çelik, yanındaki
korumalarla birlikte
camiden ayrıldı.”
Bu haberin neresinden tutsanız elinizde
kalacak bir bünyesi var.
Zira haberi yapan da,
yayınlayan da hasta…
Zira bu kafa hasta… Haberi yapan gazetecinin
soyadının doğru yazılıp
yazılmadığını ise bilmiyorum. Ama mutlaka
bir yanlışlık var!
Rus istihbaratına
hangi miktardaki ücretlerle çalıştıklarını bilmediğimiz bu zevat, konu
edindiği istihbarata yol
göstermenin yanında
ilginç bir de üslûp sergiliyor. “Tabutun yanında
nöbet tutmak”, “beş
kişi tarafından etrafı
sarılmak”, “daha fazla
açıklama yapmamak”,
“yanındaki korumalarla
ayrılmak”… Siz kimden
bahsediyorsunuz?
Rabbin binbir güzelliğiyle nîmetlenecek bir
şehit var ortada ve Rus
istihbaratının gazeteci
kılıklı servis elemanları
cenaze cenaze dolaşıp
bir Türkmen gönüllüsünün boy boy fotoğraflarını çekerek dünyanın
en azılı katili boyasıyla
utanmadan Türkiye gibi
bir ülkede bunu haber
yapma cesaretini gösteriyorlar. Kaç paraya
çalışıyorsunuz haysiyet
yoksunu alçaklar?!
Türkiye Cumhuriyeti’nin güzîde güven-lik
birimlerine şikâyetimdir: Bu haberi yapan
şahıs, Rus istihbaratına
çalıştığını bu haberle
belgelemiştir. Söz konusu haberi yayınlayan
medya organları da
bu şahsın yardakçılarıdırlar. Bu şahısların
ülkemizde ellerini kollarını sallayarak gezip
tozmaları, vicdan sahibi
Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının kanına
dokunmaktadır.
>> Bilindiği gibi
Almanya’da, yılbaşı
kutlamaları sırasında
yüzlerce tacizcinin
tespit edildiğini, bunların bir kısmının Müslüman göçmenler olduğu
vurgulanmıştı. Bu
durum bize Fransa’daki
eşzamanlı bombalı
saldırıların ardından
yapılan ampül patlaması deneyini hatırlatmış,
güdümlü Avrupa toplumunun bundan sonra
her şerrin arkasında
Müslümanları görmesi
için yapılan bir dedikoduya nasıl inandırıldığı
bu deneyle ispatlanmıştı.
İşte Laurent Sourisseau imzalı alçak karikatürde de maalesef
ailesiyle göç etmeye
çalışırken alabora olan
teknenin batmasıyla
boğulan ve cansız bedeni Bodrum sahiline
vuran Aylan Kurdi’nin
“iyi ki öldüğünü, yoksa
Almanya’daki tacizcilerden biri olabileceğini”
ima eden bir çizim
yapılmış.
“Riss” (Göçmenler)
başlıklı aşağılık karikatürde Aylan Kurdi’nin
kıyıya vuran cesedi bir
balon içinde görünüyor
ve yanında, “Küçük
Aylan büyüdüğünde ne
olurdu?” diye soruluyor.
Bu sorunun altında da
koşarak kaçan bir kadını kucağını açmış hâlde
kovalayan iki erkek
görülüyor. Karikatürün
altında da, Fransızcada
arkadan elle tacizde
bulunanlar için kullanılan “tripoteur” kelimesi
kullanılarak, Aylan
Kürdi’nin “Almanya’da
bir tacizci” olabileceği
ifade ediliyor. Söz konusu tacizci erkekler, birer
sıfatıyla aktarılmışlar
karikatüre.
Türkiye’de başrol
oyuncusu maymun
olan bir dizi yayınlanmıştı zamanında, adı da
“Charlie” idi. Maymunun kim olduğu belli
be Charlie! Sen bizim
Kıymetlilerimizle alaya
devam et, sen bizim
yavrularımızla dalgaya
devam et, senin içimizdeki şempanze tipli
yavruların da sana yardıma devam etsinler,
ama bil ki insan, kendi
ateşini kendi taşır!
şubat 2016
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
YORUMSUZ
H
ÜRRİYET’in, ama sadece gazetesinin yazarı Taha Akyol’un, 14 Ocak 2016’da yayınlanan
“1100 Akademisyen” başlıklı yazısını görüşlerinize sunuyorum efendim. Yorum yapmamaya
gayret edeceğim bu yazıya dair.
lıydı. İktidarın tepkisi, ağır
başlı bir açıklamayla dünya
akademyasını aydınlatmayı
amaçlamalıydı. İmzacı akademisyenleri objektifliğe ve
etik davranmaya çağırmalıydı. PKK terörü hakkında
AİHM kararlarını da hatırlatan özlü bir bilgi verilmeli,
bölgedeki terör örgütlenmesi ve operasyonların meşru
amacı anlatılmalıydı.
Aksine öfkeli açıklamalar,
hele de Cumhurbaşkanı’nın
konuşmasının ardından
YÖK’ün ve bazı üniversitelerin cezaî nitelikte
işlem başlatması, ‘Otoriter
iktidar akademisyenleri
susturmak istiyor’ şeklinde
anlaşılacak, en azından bu
şekilde lanse edilecektir.
Kaldı ki, öfkeli tepkiler ve
ceza tehditleri imza sahiplerini etkilemeyecek, aksine
bileyecektir. ‘Bildiri’ olarak kalacak bir
hareket, öfkeli açıklamalar
ve cezaî işlemlerle adeta
sansasyone edildi, adeta
dünyanın dikkatine getirildi! Batılı demokrasilerin
böyle bildiriler kendi ülkelerinde yayınlandığında ‘ifade
hürriyeti’ deyip geçmelerinin bir sebebi de büsbütün
bilemekten sakınmalarıdır.
>>“Malûm, 1100 kadar
akademisyen devleti ağır
ifadelerle suçlayan bir bildiri yayınladı. Bu konuya
nasıl bakmalı? Somut bir
olayı örnek vereceğim. mi? HDP’lilerden en ufak bir
sitem geldi mi? Hayır! Ama
her gün devleti suçluyorlar.
Geçen Salı, Sur ilçesinde
bir sokaktaki 4 cenazeyi
almak için HDP Milletvekili
Sibel Yiğitalp ve arkadaşları
Vali’ye başvurdular. Cenazeleri almaları için çatışmaya ara verilmesini istediler.
Vali kabul etti. Yiğitalp
ve arkadaşları polislerle
beraber sokağa gitti. PKK’lı
teröristler evlerden ateş
açarak cenazelerin alınmasını engelledi. Yiğitalp,
‘Çatışma çıkınca cenazeleri
alamadık’ diye konuştu,
fakat hiçbir HDP’li, PKK’ya
en ufak bir eleştiri yapmadı,
sitemde bile bulunmadı.
İşte ‘1100 Akademisyen’in
bildirisi de aynen böyledir!
Batı demokrasilerinin ve evrensel hukukun yargı makamı olan AİHM’nin ‘terör
örgütü’ olarak tescil ettiği
PKK hakkında hiçbir eleştirileri yok! PKK’nın kanlı
terör eylemleri hakkında
tek kelime ‘sitem’ bile etmiyorlar! Fakat devletin ‘kasıtlı
ve planlı kıyım’ yaptığını,
operasyon ve sokağa çıkma
yasaklarıyla bölgede ‘özgürlük ve güvenlik hakkını
ihlâl ettiğini’ söylüyorlar.
PKK terörünün, bölgedeki
vatandaşlarımızın ‘özgürlük
ve güvenlik hakkı’nı nasıl
ihlâl ettiğine dair tek kelime
etmiyorlar!
Merhum Tahir Elçi’nin
katillerini bulmak için savcılığın delil tespiti işlemlerini
yine PKK’lılar her defasında
ateş açarak engelledi değil
Hatta şöyle diyorlar: ‘Devletin, başta Kürt halkı olmak
üzere tüm bölge halklarına
karşı gerçekleştirdiği katliam...’
şubat 2016
Bu tek gözü kapalı, öbür
gözü mikroskopla bakan
ajitatif bildiri, ‘akademisyen’
vasfının gerektirdiği objektifliğe de, etik değerlere
de taban tabana zıttır. Bu
bildiri, ‘akademik’ kaliteden
yoksundur, sıradan bir
siyasî eylemdir. PKK terörünü görmemek,
hiçbir insanî, ahlâkî, akademik değerle izah edilemez.
Bildirinin altında Noam
Chomsky ve Immanuel
Wallerstein gibi dünyaca
tanınmış, uluslararası basın ve akademyada etkili
akademisyenler de var.
Bunların, Türkiye’deki durumu yeterince bildikleri
söylenemez, genel ‘protest’
tavırlarından dolayı imzaladıklarını düşünüyorum. Bildiriyi yayınlayanlar
hangi çevreleri etkilemek
istediyse, iktidarın açıklaması da o çevreleri ikna
etmeyi amaçlamalı, böyle
bir dilde ve içerikte olma-
Bu satırlar yazılırken
Başbakan Davutoğlu bu
konuda hiç konuşmamış,
Başbakanlık’tan da bir
açıklama yapılmamıştı.
Davutoğlu’nun ülke bütünlüğü konusundaki
hassasiyeti bellidir. Fakat
bir akademisyen olarak bilir
ki, dünya akademyası çok
etkilidir. Karşıya itmek yerine, yatıştırmak ve aydınlatmaya çalışmak lâzımdır.
Davutoğlu konuşursa,
daha ‘ölçülü’ bir tonda konuşur sanıyorum.
Netice: Yanlışa karşı davranış, doğru tarzda ortaya
konulmalıdır.”
Yorum yapmamaya
gayret edeceğimi belirtmiştim değil mi? Farkında
olduğunuz noktalara dair
yorumlarımızı, gelecek
ay “Eğrisi Doğrusu” adlı
programda 29 Ocak 2016
günü Bülent Arınç’la yaptığı
söyleşi üzerinden bir Taha
Akyol analiziyle yapacağız
inşallah…
Uluğ Bayındır
Dinsiz fetva istese ne, istemese ne?
D
İYANET İşleri Başkanlığı, son yıllarda hiç olmadığı kadar
yıpratılmaya çalışılan bir kurumumuz. Yaptıkları ettikleri elbette her müessese gibi tartışılabilir, ancak doğrudan
hedef tahtasına konularak dinsizin ağzına sakız edilmeye
çalışılıyor olması fevkalade üzücü!
Sosyal medyada
ilginç hâller
S
OSYAL medya üzerinde artık o
kadar çok ağ var ki, birinden birini keşfedecekken insan hem zamanından, hem de aklından oluyor. İlle de takip edilmek için her ağdan
bir hesap edinen insanlar, ihtimâl bu ya,
bunca ağa yetişmenin yanında mutlaka
daha hayırlı işlerle meşgûl olabileceklerini de akıllarından geçiriyorlardır. (Fazla hüsn-ü zan adam öldürmez.)
Son olarak buraya
yazmaktan imtina ettiğimiz abuk bir soruya
verilen cevap üzerinden
ağızlara dolanan Diyanet İşleri Başkanlığı, Alo
Fetva hattını ve internet
üzerinden soru-cevap
yöntemini sırf bu sebeple kaldırma kararı aldı.
İyi niyetle kurulan bu
iletişim yolları, Diyanet’i
piyasa maskarası yapmak isteyen madrabazlar sayesinde böylesi bir
sonla kapatıldı.
Söz konusu abuk
soruları gündemlerine
taşıyan İslâm düşmanı
birtakım medya, bu
sorular ve cevapları üzerinden her fırsatta kuruma ve özellikle de muhterem Başkan’ına eza
ve cefa etti. Bu sebeple
kendisine duâlarımızla
sabırlar diliyor, yanında
olduğumuzu belirtiyoruz. Ancak başında
bulunduğu teşkîlatta bir
an evvel yumruğunu
masaya vurmasını ve
sahip olduğu naif ve
latif karakteri suiistimâl
edenlerin ayağını
kurumdan kesmesini
istiyoruz. Af buyursun,
bunları söylemek belki
haddimize değil, ancak
bu isteğin belki başlıca
nedenlerinden biri, işte
bu fetva ve “İslâm’ı ben
bilirim” anlayışının belli
bir kültürün adamlarının elinde olması ve
kurumu bu noktada
yönlendiriyor olmalarıdır.
En basit hâliyle, söz konusu bu absürt sorunun
bir İslâm düşmanı tarafından değil de bir saftirik
Müslüman tarafından
sorulduğunu düşünelim,
bu soruya cevap verilmek zorunda mıdır? 112
Acil’i aradığınızda hemen
bir ambulans geliyor
mu? Bu tür bir soruya
ille İslâm kaynaklarını
göstermek maksadıyla
Kur’ân ve Sünnet’e dair
bir bilgi iliştirdiğinizde
bakın Cumhuriyet gazetesi nasıl yorumluyor
bu tavrı: “Kendisine
yöneltilen sert eleştirilere Cuma hutbesinde
Peygamber’in hadîsiyle
yanıt veren Diyanet,
böyle bir skandala Hz.
Muhammed’i de âlet etti!”
Hazreti Peygamber
(sav) ile dalga geçme
küstahlığını gösteren
gâvurun dergisini
övüne övüne dağıtan
gazetenin Peygamber
hassasiyetini görüyor
musunuz? Siz de görüyor musunuz Sayın
Diyanet yetkilileri? Her
soruya cevap vermekle
her işi çözdüğünüzü mü
düşünüyorsunuz? 155
Polis İmdat’ı aradığınızda polis hemen gönderiliyor mu?
Diyanet yetkililerine bir video tavsiye
ediyorum, izlemeleri
kendileri için iyi olur: İki
Hollandalı genç, ellerine aldıkları bir İncil’in
üzerini ciltle kaplıyorlar.
Yalnız cildin üzerinde
“Kur’ân-ı Kerîm” yazıyor.
Ve önlerine çıkan herkese bu ciltli kitabın içinden bazı âyetler okuyorlar. Söz konusu âyetler
genellikle katletmek ve
kadın konusuyla ilgili.
Bu âyetleri duyan Hollandalılar, “Müslümanlar nelere inanıyorlar?
Boşuna adam kesmiyorlar” şeklinde yorumlar
yapıyorlar. Nihâyet bu
iki genç, âyet okudukları
kişilere kitabın gerçek
adını gösterdiklerinde
müthiş bir sonuç elde
ediliyor.
İslâm’dan zerre haberi olmayanların, absürt
sorularla sizi meşgûl
etmelerini, üzerine bir
de bu absürtlüklerden
doğan saçmalıkları haber yapmaları ne kadar
ilginç değil mi?
190’ı aradığınızda…
Doğru ya, o artık yok!
>> Kimi ağlarda
haberler, kimi ağlarda
sözler, kimi ağlarda
fotoğraflar, kimi ağlarda kısa videolar,
kimi ağlarda interaktif
sohbetler paylaşılıyor.
Derken birinde yapılan
diğerinde, diğerindeki
öbüründe kopyalayapıştır yöntemiyle
yayınlanıyor ve ilginç
bir sanal döngü elde
ediliyor. Son zamanlarda kâğıda yazıp
fotoğrafını çekerek
hem yazılı, hem görsel
hitaba yeltenen paylaşımlarsa çok komik
hâller alıyor.
En ilginç olanıysa
“duâ etme” paylaşımı…
Özel bir duâyı iyi niyetle öğretme adına
yapılan paylaşım değil
yani; üzerinde bulunulan sosyal medya
ağından isteniyormuş
gibi duran paylaşımları kastediyorum.
Hele mesela Kâbe
fotoğrafı yerleştirip
“Paylaş”, “Beğen”, hatta
“Sayfamız şikâyet
ediliyor, boş mesaj
da olsa yorum yap”
türünden tuhaf isteklerle biten paylaşımları
söylemiyorum bile. Bu
tür durumlara karşı
ortalama düşünebilen
bir insanın aklına şu
geliyor: “Yazana kadar,
Rabbine aç niyâzını!
Herhâlde sosyal medyada her paylaşılana
inandığın gibi, Rabbinin seni görüp duyduğuna, hatta kalplerde
olan her şeyi bildiğine
de inanıyorsundur…”
şubat 2016
25
haberajanda
Derin Plan
“Türk derin
milleti” artık
Yalta’dan firar etmeyi,
Postdam’ı çiğnemeyi ve Son
Medeniyet Savaşı akabinde
tertiplenecek
üçüncü konferansta masada
olmayı planlamakta. Her ne
pahasına olursa olsun, artık
bu ülke son
konferans masasında olmak
ve medeniyetin
yeni sahibinin
belirlenmesinde özünü
ortaya koymak, 1799’da
elinden alınan
“babasının malı
medeniyeti”ne
sahip çıkmak
ve “Mazlum
Milletler
Medeniyeti”ni
kurmak için çizdiğimiz coğrafî
grafikasyon
muvacehesinde medeniyet
dairesinin en
başköşesinde
oturan biri
olarak dairede
at oynatıp kılıç
şakırdatmak
ve nara urmak
zorunda!
26
şubat 2016
Dünyanın merkezinde zamanlar üstü kapışma:
Son Medeniyet Savaşı
B
İNLERCE yıldan beri doğu ülkelerinde
dolaşan “medeniyet Anka”sı, ne yazık ki
1701’de yolunu şaşırarak rotasını batıya
çevirdi. Hikmet-i Hüdâ, belki de medeniyet
kurma sırası Batılılara gelmişti. Ve Batılı
Aryan halkının Anglo-Sakson kolu “Anka”yı
adasında avladı. Artık dünya onlardan sorulacaktı.
>> 1701 itibariyle “Batı
medeniyeti”nin temelini atan
Anglo-Sakson İngilizlerinin
yolculuğuna 1801’de diğer kardeşlerinden Fransa katıldı. Son
birader Almanlarsa 1901’e yaklaşan yıllar içerisinde kervandaki
yerlerini aldılar. Böylece “troyka”
tamamlanmış oldu. Zaman ve
devran onların lehine işlemeye
başlamıştı. Ve fırsatları çok iyi
değerlendirerek, uğursuz üç atlı,
mahşere doğru doludizgin bir
yarış tutturdular: Artık dünya
milletlerini koşu yolu dışına
attıkları için kendi aralarında
Töton medeniyetinin piştarlığı
yarışı...
Savaş meydanı neresi?
Yazının burasında, Haber
Ajanda sayfalarında daha önce
yayınladığımız “Karanlık Medeniyetler” makalemize bir
gönderme yapmak niyetindeyiz.
Makalede anlatılanları mihenk
yaparak, burada “mahşerin trokyasının medeniyeti”nin nerede
durduğunu işaretlememiz ge-
rekmekte. Bu itibarla Batı medeniyeti için “insanın medeniyet
müktesebatındaki en karanlık
medenî sektör” demekte bir
mahsur yok. Belki bu karanlıkta
bir medeniyet çeşidini beşer
-eğer efsanelerin dediği doğruysa- “Atlantis” vakti zamanında
yaşamıştı. Ve “karanlık medeniyetlerin” ilki sayılabilecek “Atlant
medeniyeti”, kendi kıyametinde
cehennemin dibini boylamıştı.
İnsanlığı tüketirken, ister
istemez kendi cehennemini de
kurmak durumunda olan karanlık medeniyetlerin sonuncusu ve
bir bakıma Atlantis’in izdüşümü
olarak “Batı/Aryan/Töton medeniyeti”, artık kendi ürettiği
“ruh yiyici” argümanlarla karşı
karşıya kalmış durumda. İşte bu
nedenle kendi ürettiği silahlar,
kendisinin katili olma yolunda
ha bire gelişiyor! İcat ve üretim
ivmelenmiş durumda, önünün
alınmasının mümkünatı yok!
Ancak kendi fermanını kendi
kalemiyle imzalayan Batı medeniyetinin sonunun, Atlantis’te
olduğu gibi kıtasını cehennem
sularına gömeceği kanaatinde
değiliz. Zira Batı’nın cehennemi
boylayacak olan yanı, ürettiği
medeniyet değil, bizzat insanı
olacak.
Ürettiği silahlarla medeniyetini sonlandırma potansiyeli
taşıyan Tötonlar, aynı zamanda
ve aynı teknolojik gelişkinlikle kendi medeniyetlerini
korumanın tedbirini da almış
durumdalar. Yani Batı’nın tek
korumasız yumuşak karnı olan
insanı/toplumu… Zaten “ruh
yiyici kurt” o noktada işliyor. Bü
işleyişle karanlık sûretli gizemci
Töton medeniyetinin maddesi
günbegün gelişirken mânâsının
gerilediğini görmek için uzun
bir çaba sarf etmeye gerek yok.
Son iki yüzyılda negatif olan her
şeyden hızlı bir “anti-kaçış” yaşayan Aryan toplumunun sonun
başlangıcında olduğunu ve ivme
hâlinde topyekûn yok olmaya
başladığını ayan beyan gözlemlemek mümkün.
Yukarıdaki cümlede “mânâ”
kelimesiyle kasıtla sözü edilen
ruh yiyici kurdun hedefinin
inanç ve îman olduğu söylenmiyor. Zira inanç, bin 500 yıl
evvel St. Paul de denilen Aziz
Pavlus’la birlikte kokuşmuş ve
o kokuşmuşluk üzerine îman
zaten bina edilememişti. Hatta
kısa bir süre içerisinde Hıris-
Ahmet Yozgat
ahmetyozgat.ajanda@gmail.com
şubat 2016
27
haberajanda
Derin Plan
Bu savaşta, en başta üç
klas güç bulunmakta: Birincisi, şu
anki medeniyetin sahipleri olan Batılı
Aryanlar ki bunlar, kendi aralarında
iki unsurdan müteşekkil durumdalar: Anglo-Saksonların İngiltere’si ve
Cermenlerin Almanya’sı... Daha evvel
iki dünya savaşıyla kozlarını paylaşamamış olan bu iki birader güç, üçüncü
savaşı da kendi aralarında yapmak
durumunda kalacaklar nihâî noktada.
tiyanlık inancını bir din
olmaktan çıkarıp bir yaşam
biçimine dönüştüren Batı
medeniyeti hakkında “Bu
devir itibariyle inancının en
pozitif noktasında” dense
yeridir. Çünkü artık kiliseler
“Endülijans” denilen Cennet
tapuları satmıyor en azından.
“Günah çıkarma ameliyesi”
de artık papazlardan çok
psikologlar eliyle üzerine
bilim kılıfı geçirilerek yapılagidiyor. Haftalık Pazar ayinleriniyse ailecek gidilen bir
konser olarak değerlendiren
bir tebaadan söz ediyoruz.
Belki de böylesine gafil
bir tebaa, kararmaya yüz
tutmuş mevcut medeniyetin
aydınlığa evrilmesi için bir
şans. Her yıl on binlerce
Hıristiyanın din değiştirmesi
ve bilhassa İslâm’ı seçiyor
olması, önemle üzerinde
durulması gereken bir husus.
Zira medeniyetin karanlığının sıyrılması için böyle bir
tercih gerekiyor zaten. Bu
tercihin miktarı yeterli mi?
Tabiî ki şimdilik değil...
Aydınlık kaynağına ulaşmak için her türlü argümanın da üreticisi olmuş olan
Batı, buna rağmen medeniyetinin çıkmazına saplanmış
durumda. Bu bataklıktaki
28
şubat 2016
Ahmet Yozgat
Batı toplumları, cinsel tercih
noktasında şaşkın bir hâlde.
Bu sebeple Sodom halkına günden güne daha çok
benzemeye devam ediyorlar.
Hatta Batı toplumlarında ivmelenen seksolojik gelişmeler Lût kavmini ikiye katlamış durumda. Zira SodomGomore’de sapkınlık erkek
illetiyken, Batı toplumunda
ise nisa popülasyonunda da
aynı hâldeki erozyon almış
başını gidiyor. Buraya kadar
Lûtiliği biliyordu insanlık,
kadın eşcinselliği anlamına
gelen “lezbiyenliği” ise Batılılardan öğrendi. Devletler
bu noktada görevlerini yapmadılar ve buna bağlı olarak
kadın ve erkek cihetinden
“hemcins evliliği” yasal hâle
getirilip resmen “garaip
aileler” tesis edildi. Normal
evliliklerin önemsizleşmesine
ve dişiliğin kısırlaşmasına
neden olan feminizm, akıl
almaz bir şekilde Batı kadınının olağan tercihi hâline
gelmiş durumda.
Batı insanının
“hayvanseverliği”ne rağmen
alabildiğine gelişen “çocuk
sevmezliği”, medeniyetinin
istikbâlini yok eder bir sorun
durumunda. Yani Batılı kadın evlense de, evlenmese de
artık doğurmuyor. Bu sebeple toplum hazır nesilden
harcıyor ve nüfus donmuş
durumda da değil, ha bire
geriliyor. Mevcut popülasyon
yaşlı insanlarla kalabalıklaşıyor; buna karşın dünyaya
gelen bebek sayısı günden
güne azalıyor. Yani Batı medeniyeti, insanını yiye yiye
tüketerek ve tükenerek kendi
kendinin sonunu getiriyor.
Uzmanlar yirmi yıl içerisinde İskandinav ülkelerinde
yerli popülasyonun eriyip
yok olacağını ve mesela
İsveç’te İsveçlinin kalmayacağını belirtmekteler. Bu
durum Almanya ve Fransa
gibi ülkelerde yirmi değilse
de kırk yılla sınırlandırılıyor.
Kısacası 2050’den sonra Batı
medeniyetinin sahipleri,
yaşlanan nüfuslarının ölümü
nedeniyle günbegün akıl
almaz sayılarla eriyecek, miktarca gerileyecek ve gide gide
tükenecek gibi görünüyor.
“Madem istikbâl zifirî
karanlık gibi görünüyorsa
tedbir alınır” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tabiî ki
alınır. Hatta yıllar evvelinden
beri alınıyor. Hükûmetler
evliliği teşvik etmek ve
kadınları doğurur duruma
getirmek için “aile ve çocuk
parası” adı altında etek etek
para dökmekte. Lakin para
kimsenin umurunda değil.
Zira paraya rağmen insanlar
evlenmiyor, daha doğrusu
doğal evliliğe yaklaşmıyor,
evlense de çocuk yapmıyorlar. Herkes (birey, toplum ve
hatta devlet) sahipsiz kalmaya mahkûm medeniyetlerinin sonuna giden yola taş
döşemeye devam ediyor.
İşte yukarıda çizdiğimiz
tablonun özeti olan bu
durum, yakıtı/enerjisi tükenmek üzere olan yorgun
bir medeniyeti getirip 2000
yılı itibariyle ortalığa koydu.
Vehamet gün gibi aşikâr
“derin Batı” açısından. Bu
sebeple Batılı “medeniyetörler” devlet olarak çırpınmakta ve “medeniyet” denilen
değerlerin buna bağlı olarak
dünyanın dizginlerinin ellerinden, hem de göz göre göre
kayıp gitmesine razı değiller.
Bu yüzden hızla yaklaşan
sonlarını durdurmak için
çırpınmaktalar. Lakin yaşlı
nüfuslarının onlara yardım
edecek gücü yok. Bir avuç
kalmış genç nüfusunsa uyuşturucu bataklığından çıkıp
“millî çaba”ya omuz verecek
idealleri namevcut.
Eşcinsel ilişki ve evliliklerden de ideal üzere yetiştirilecek “bebek” üremiyor.
Yani medeniyet pırlantası
baka baka, göre göre “Aryan/
Ari ırk Homo Sapiensler”in
elinden kayıp gidiyor.
Herkes, yani hem kendileri, hem de dünyanın
istikbâlini okuyabilen milletler bu durumun farkında.
Töton uygarlığının 2050’ye
kadar ömrü kaldı. Panik
hâlinde çırpınmalarına
rağmen dünyadan ve hayattan çekilmenin gününü
sayan Batılılar, son düdük
öttürülüp son cenaze marşı
çalındığında, arkalarında akıl
almaz bir servetle beraber,
şimdiye kadar olmadığınca
fazla bilgi deposu ve teknoloji birikimi bırakacaklar.
Yani Ari medeniyetin mîrası
(ya da soykası) ne Mısır’dan,
ne Babil’den, ne Roma’dan,
ne Çin’den, ne Türk’ten, ne
de diğer İslâm medeniyetinden geri kalır durumda değil.
Batının mîrası, gerçekten
de gözleri kör edecek kadar
kamaştırmakta. Gözünün
kamaşmasıyla yetinmeyen
hemen hemen herkesin
iştahını da kabartmakta. Bu
durakta durulup ciddiyetle
sorulması gereken soru şu:
Bu hesaba gelmez mîrasın
vârisi kim olacak?
Evet, bu düzlemde eğleşmeye devam edip etrafta
olan bitene tekrar tekrar
bakmak şart! Neler oluyor?
Nedir bu toz dumanın sebebi? Hiç! Sadece yukarıdaki
sorunun cevabı aranmakta...
Bunca gürültü niye? E tereke
hesapsız olunca talipliler de
fazla oluyor hâliyle…
Gerçi yukarıda “Batı
medeniyetinin mîrası
karşısında herkesin iştahı
kabartmakta” dedik ama bu
tespit doğru da olsa, ortada
“batan medeniyet gemisinin
malları”nı gören herkesin
“Neo-medeniyetin sahibi
ben olacağım” diyecek gücü
yok tabiî. Zaten hakkı ve
salahiyeti de bulunmamakta.
Bu bir bilek, yürek ve beyin
işi! Tabiî kahramanlık kolay
değil, hak etmek gerek!
Vaziyeti örneklemek
gerekirse gelinen durum
için, Osmanlı’nın yaşlı
Kanunî’sinin tahtına oturmak üzere harekete geçen
şehzadelerin birbirine düşmesine benzeyen bir hâl var
ortada. Hatırlarsanız, Muhteşem Yüzyıl dizisinde izlenmişti mîrasa konmak üzere
harekete geçen kardeşlerin
nasıl birbirlerini yedikleri.
Bu da onun gibi bir şey…
Haddizatında Batı’nın can
çekişen bu hâli, Kanunî’nin
oğullarından daha çok Yıldırım Bayezid’in Ankara
Savaşı’ndaki kesin yenilgisinin ardından şehzadelerinin
birbirine düştüğü Fetret
Devri’ni hatırlatmakta. Bu
örnek sanırım daha uygun.
Bu örnekte asıl altı çizilmek istenen husus, vârislerin
ve kavgada taraf olanların
“sadece şehzadeler” olması.
Ne sadrazamlar, ne vezirler,
ne paşalar, ne de diğer Oğuz
boylarının beyleri bu savaşta
“Ben de varım!” deme hakkına sahipler. Onlar sadece
şubat 2016
29
haberajanda
Derin Plan
taraflarını belirlemekte ve
bir “hak sahibi” şehzadenin
arkasında saf tutmaktalar.
Dememiz o ki, mevzubahis “medeniyet çatışması”nda
“Ben de varım!” demenin
birtakım şartları bulunmakta.
Yani örnekte olduğu gibi,
kavgada var olmak için
şehzade olmak gerekmekte;
yoksa her önüne gelenle
gerdeğe girmiyor “medeniyet
gelini”. “Medeniyet kapışmasında yer tutmanın şartı güç
ve kuvvet mi?” diye sorulacak
olursa, buna verilen cevap
“Hayır!” olur. Bunun için
önce “medeniyet şehzadesi”
olmak lâzım. Medeniyet
şehzadeliği de “medenî babanın çocuğu” olmayı gerektirmekte. Yani geçmişte imparatorluk kurmuş, medeniyet
sahibi olmuş olmak, sözünü
ettiğimiz “Son Medeniyet
Savaşı”nda namzet olmayı
belirleyen yegâne etken olarak perçinlenmiş tarih siyasetinin anayasasına. Bunun
yanında bir de “güç maliki”
olunmuşsa tadından yenmez!
O hâlde buyurun “Son Medeniyet Savaşı’nın meydanı,
yarış sizi bekliyor!
Peki, bu meydan belli mi?
Gayet tabiî! Koyun bir pergelin sivri ucunu Amanoslara, hatta Türkmen dağına ve
Ortadoğu’yu, Sina’yı, Kuzey
Mısır’ı, Doğu Akdeniz’i,
Kıbrıs’ı ve Anadolu’yu içine
alacak şekilde 360 derecelik
bir çember çizin! İşte Medeniyet Savaşı’nın çatışma alanı
burası çember tarifiyle!
Bir diğer geometrik şekille
Harran-Hicaz-Kudüs üçgeni
denilebilir. Yani kısaca Suriye
ve periferisi…
Türkiye bu
30
şubat 2016
medeniyetin sahibi
olmak istiyor mu?
Çember ve üçgen şekillerini kullanarak yaptığımız alan belirlemesinin
ardından, geçelim “uygarlık
şehzadeleri”nin kimler olduğuna ya da bu savaşın taraflarına…
Hususa genel bir tarif
söyleyerek girmek gerekirse,
şu an sözü edilen alanda
kim varsa, işte onlar, Son
Medeniyet Savaşı’nın savaşçıları olarak silahları kuşanmış ve alana çıkmış, şimdilerde ölümüne vuruşmayı
göze almış durumdalar.
Hatırlayacaklar olacaktır,
fakir, daha önce yazdığı üç
yazıda Ortadoğu merkezli
dünya çalkantısını “3. Dünya
Savaşı” olarak nitelemişti.
Derken, başta Papa olmak
üzere pek çok ağız aynı
minvâlde sözler sarf etmişti. 2016’nın başı itibariyle
bugün herkes, olaylara “adı
konulmamış dünya savaşı”
deme noktasında. Ben hâriç!
Zira artık bu savaşı
“Üçüncü Dünya” değil, “Son
Medeniyet Savaşı” olarak
nitelemekteyim. Nedenini
yukarıdan beri sıralayageldik.
Ancak bir hususu atlamamak
lâzım: Daha önce yaşanan
dünya savaşlarında, savaşa
hazırlık esnasında bir ayrıntı
dikkat çekmekteydi. O da
dünya savaşkanlarının iki
kampa ayrılıyor olmalarıydı.
Bu kampların başaktörleri
“İngiltere ve Almanya” olarak
öne çıkıyorlardı. Dünyanın
diğer güçleri bu iki “kamp
lideri”nin yanında saf tutuyor
ve tetiği onlar adına çekiyorlardı. Lakin Son Medeniyet
Savaşı’nda durum böyle
değil. Ortada iki kamp yok
ve savaşa heveslenen herkes,
kendi yazdığı senaryo ve
çekim planıyla dâhil olmakta
plato atmosferine. Yani her
ülkenin kendi A planı var ve
sahipsiz kalacak olan “Batı
medeniyet müktesebatı”na
bu planla çökmek, olabildiğince fazla hasar almadan,
hatta mümkünse hiç vuruşmadan nihâyete ulaşmak,
alandan zaferle çıkmak ve
“yeni medeniyetin sahibi”,
dünyanın da maliki olmak
istemekte. Ancak Türkiye
hâriç!
“Neden biz hariç?” diye
sorarak bir durum tespiti
yapıp sonuç belirlemek gerekmekte bu aralıkta.
Dünyanın ve elbette kendi
dünyalarının varıp “zurnanın
düt dediği yere” dayanacağını
tahmin eden Batı, yüz yıl
evvel medeniyeti ve imparatorluğunu yerle bir ettiği
Türkleri “yüzyıllık uyku”ya
yatırmıştı. Elbette o uykunun nedeni, “Yazık be! Türkler bin yıllık uygarlık koşularının neticesinde fazlaca
yoruldular. Garipler şuracıkta
yüzyıl uyusun da dinlensinler” diye değildi. Hatta tam
tersine, coğrafyayı yatağa
yatıranlar tam bir “ölüm
uykusu” amaçlamışlardı. Bu
itibarla uyku yıllarında milletin kolunu kanadını budadılar, kafalarını kalıplara döküp
nesilleri mankurtlaştırdılar,
adam sermayesinin ruhunu karartıp erkekliklerini
iğdiş ettiler. En mühimi de
“idealsiz bir insan tipografı
yapılandırmak” idi. Cumhuriyet yıllarında herkes ve her
şey bu sonucu alma yolunda
Batılı lordlara hizmet etti.
Kimseyi suçlamanın âlemi
yok! Ne yazık ki, bugün gelinen nokta itibariyle netice
yeterince başarılı (bidayette
umulan kadar olmasa da)!
İşte bu nedenle yukarıda
“Türkiye hâriç!” dendi. Olağanüstü hâller karşısında ve
sıra dışı zaman dilimlerinde
topyekûn bir millî duruş
sergileyemeyen ülke, coğrafî
olarak yukarıda çizilen “medeniyet savaş çemberi ya da
üçgeni”nin içinde bulunmasa
asla bu savaşa dâhil olmayacak ve uzak bir kenardan
olan biteni seyredip kendisini yeni bir “yüzyıllık uykuya”
yatıracak olan mürebbiyesinin ortaya çıkmasını bekleyecek, o kadar!
Ama öyle olmuyor! İstese
de, istemese de Türkiye, bu
savaşın tam ortasında yer
almış durumda. Çünkü coğrafya bırakmıyor. Coğrafya
bıraksa tarih bırakmıyor.
Tarih bıraksa, tarihle beraber şekillenen arka bahçeler
bırakmıyor. Arka bahçeler
bıraksa, oraların halkları
bırakmıyor. Her şey bıraksa, Türklerin imparatorluk
hayatında etrafa ektiği
soydaşları bırakmıyor Türkmen dağındaki Türkmenler
gibi. Baksanıza, Türkmen
savaşçıları oluşturdukları
paramiliter askerî birliklerine
“Sultan Murat Tugayı” ya da
“Sultan Abdülhamit Alayı”
gibi isimler vermekteler.
Unutmadan söyleyelim,
mübarek milletin bir şekilde
ilişkili olduğu unsurlar bir
yana, en önemlisi de “dünyanın mazlum milletleri”
bırakmıyor Türklerin ve
Türkiye’nin yakasını. Bu yüzden başı sıkışan Anadolu’ya
koşuyor sığınmak için. Adını
dahi duymadığımız ülkelerin
Ahmet Yozgat
mazlumlarından söz ediyoruz.
Bu savaşta Türkiye’nin
yakasını bırakmayan önemli
bir unsur daha var: Şu an
söz konusu savaşa dâhil
olan güçler de bırakmıyorlar Türkiye’yi. Bu sebeple
Anadolu’da MI6, MOSSAD, CIA, BND, FSB ve
İran Savama ajanları cirit
atıyorlar. Yetmiyor, Rus uçağı
Hatay semalarına tecavüz
ediyor, dört bir yandan ülkeye teröristler yağıyor,
devletin başına terör
belası açılıyor, Kürtler
kardeşler kardeşlerinin üzerine kışkırtılıyor, politik arenada siyasî komplolar düzenletiliyor,
Gezi oluyor, 17/25
planlanıyor, yıkıcı
muhalefet alabildiğine destekleniyor… Hülâsa,
Türkiye bu savaşta
olmak zorunda! Zira
Batı medeniyetinin
selefi, yüz yıl evvelinin
en büyük imparatorunun çocukları, Doğu
medeniyetinin de son
durağı… Yani burası!
Namzetler
Konuya biraz daha fokuslanalım ve bu savaşın
cengâver namzetlerine
daha analitik bir nazarla
bakalım.
Bu savaşta, en başta
üç klas güç bulunmakta:
Birincisi, şu anki medeniyetin sahipleri olan Batılı
Aryanlar ki bunlar, kendi
aralarında iki unsurdan
müteşekkil durumdalar: Anglo-Saksonların
İngiltere’si ve Cermenle-
Türkiye’nin bu Son Medeniyet
Savaşı’nda bizzat kendisini belirleyen kahraman olacağını kaçınılmaz kılan unsur, yukarıda olumsuz bir
ifadeyle sunulan coğrafya, tarih, etrafa serpiştirilmiş öksüz imparator evlatları, mazlum milletler, duâ
ve îmandır. En azından yüzde 52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize sahip çıkmanın zamanı
geldi!” ideali de unutulacak bir umde değildir.
rin Almanya’sı... Daha evvel
iki dünya savaşıyla kozlarını
paylaşamamış olan bu iki
birader güç, üçüncü savaşı
da kendi aralarında yapmak
durumunda kalacaklar nihâî
noktada.
Medeniyet kapışmasının
ikinci büyük gücü, Slavlar
olarak sırasını almış durumda. Üçüncü sıra ise Türklere
ait… Yani yeni medeniyet,
saydığımız bu “üç artı
bir”in arasındaki boğuşmada ayakta kalan
güce teslim
olmak durumunda.
Ancak
sözü edilen
üç ana adayın dışında
“Medeniyet
Savaşı’nda
ben de varım!”
diyen ikincil
güçler de mevcut. Bunların başında halen sahada
bulunan İran geliyor.
Onun ardında, uçak gemileriyle Akdeniz’e inmiş, ancak “alarga” seyretmekte olan
Çin var. Bu iki “sıcak” namzedin dışında, medeniyet
savaşının ikincil savaşçıları
sıralamasında Hindistan ve
Japonya’dan da söz etmeden
geçmemek lâzım, fakat bu
ikisi henüz fiilî olarak sahaya
inmiş değiller.
Sözün burasında “Ya
ABD?” dediğinizi duyar
gibiyim. Hatta Fransa’yı
da merak edenler olabilir.
Hemen söylemek gerek:
ABD, Anglo-Sakson kimliği nedeniyle İngiltere’nin
yanındaydı, bundan sonra da aynı hatta olacak.
Fransa’ya gelince… O da
şubat 2016
31
haberajanda
Derin Plan
yedeklerine almak isteyenler,
aynı zamanda onu yukarıda
saydığımız medeniyet adayları sıralamasında da “ilk üç
artı bir” sıralamasından düşürmek niyetindeler. Böylece
geride “iki artı bir” kalacak
ve Türklerle karşı karşıya
gelmeden, son medeniyet ve
son imparatorluğun sahipleri
olarak onları “kaydî mağlup”
derekesine indirmiş olacaklar
tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda
olduğu gibi.
safını 1959’da Ortak Pazar
Antlaşması’yla belirlemiş ve
Almanya’nın ortağı olarak
yerini almıştı. Daha sonra
Alman-Fransız ortaklığındaki hat genişletildi ve Berlin,
AB’yi kurup vassallarını
uzun treninin kompartımanlarına birer birer bindirdi.
Neredeyse Birleşik Avrupa
Devleti’ni kurma noktasına geldi de dayandı hatta.
Önünde Ukrayna, Belarus
ve Baltık devletleri üçlüsü
vardı. Ukrayna’dan daldı,
fakat çok kötü tosladı Putin
belasına. Geri çekildi. Bu
yenilgi, Avrupa treninde
hayâl kırıklığına ve “Gros
Mein Herr Alman” mottosunun sorgulanmasına neden
oldu. Sorgulayanlardan biri
de Fransa’ydı. Paris’in soruları Rusya’nın Suriye çıkarmasıyla arttı. Yani Mösyö,
bugünlerde İngiltere ile flört
etmekte.
Bilindiği üzere o Avrupa
treninin kapılarını Türkiye
de çok zorlamıştı. Lakin son
olaylara kadar derdini soran
olmamıştı. Trenin sarsılmaya
başlamasıyla birlikte Alman-
32
şubat 2016
ya, yaklaşan savaşta yukarıda
sayılan anâsırla “mazlum
milletlerin umut savaşçısı”
olarak yerini almaya zorlanan Türkiye’nin ikircikli
hâlinden bilistifade harekete
geçti. Berlin, Ankara üzerinde operasyon başlatmış
durumda. Bu sebeple AB’nin
kapılarını açıp Ankara’nın
ağzına vize muafiyeti balı
çalıyor. Ankara-Berlin flörtü,
Sultan Ahmet patlamasıyla
birlikte açıktan açığa devam
edegidiyor.
Sadece Almanlar değildi
tabiî Türklerin kararsız durumundan istifade etmeye
çalışanlar. Çıkarma öncesi
Rusya, gazla tuzla gelmişti
ittifak için Ankara’ya. Tam
“Oldu” derken, Suriye’ye çıkarma yapan Putin tuz biber
ekti işe. Fakat buna rağmen
Türkiye’yi yanında görme
isteği devam etti. Ta ki Türk
jetleri Rus uçağını vurana
kadar... Şu an itibariyle ipler
kopmuş durumda.
Tabiî İngiltere ve ona bağlı
olarak ABD de Ankara’yla
irtibatlı hâlde. Lakin gerek
AB, gerek İngo-ABD ve
gerekse Ruslardan herhangi
biri Türkiye’yi yedeğinde
görme başarısını sağlamış
değil. Yukarıda denildiği
gibi, “son yakınlaşma Almanya ile”. Bununla beraber
İngo-ABD ile Koalisyon
Gücü’nde beraberler.
Nihâî durum muğlak,
atmosfer flu… Çünkü Türk
Devleti, 1839’dan bu yana
ilk kez “millî duruş” sergilemekte. Ve eğer savaş kaçınılmazsa, kendi başına ve kendi
çıkarları doğrultusunda bağımsız hareket etme niyetini
taşımakta. Lakin bir eksiği
var: Askerî güç!
Bu eksik de yenilir yutulur
gibi değil. Zira bir bakıma
ülke, daha evvel gelip geçen
siyasî iktidarlarca söylenen
ninninin etkisiyle yıllarını
boşa harcamış durumda.
Zira devlet geleceği okuyamamıştı, bu nedenle de söz
konusu savaşa hazırlıksız
yakalandı. Şu an iki ara bir
dere durağında bocalar durumda. Burada şu noktayı da
atlamamak ve tespiti not etmek elzem: Girmeye hazırlandıkları savaşta Türkiye’yi
O yıllarda idarede bulunanların propagandasıyla
(hatta hâlâ) birlikte tüm
Türkler, 75 seneden beri ülkeyi savaşa sokmama başarısını gösteren “İsmet Paşa”ya
şükrederlerken, savaşın asıl
tarafları, “kaydî mağlup” olarak etiketledikleri Ankara’yı
Birinci Dünya Harbi noktasında ve Mondros Mütarekesi durağında “Yalta mağdurunu” hastanede tutmuş
olmanın keyfini yaşıyorlardı.
Yani “Postdam Konferansı”
masasında Osmanlı yoktu,
olamadı, oldurmadılar. İsmet
Paşa hayranları da bunu
bir başarı gibi yutturmaya
devam ediyorlar. Neyse, geçelim...
Bu düzlemde ne yapmak
durumunda Türkiye? Kanaatimiz o ki, “Türk derin
milleti” artık Yalta’dan firar
etmeyi, Postdam’ı çiğnemeyi
ve Son Medeniyet Savaşı akabinde tertiplenecek
üçüncü konferansta masada
olmayı planlamakta. Her ne
pahasına olursa olsun, artık
bu ülke son konferans masasında olmak ve medeniyetin
yeni sahibinin belirlenmesinde özünü ortaya koymak,
1799’da elinden alınan “babasının malı medeniyeti”ne
Ahmet Yozgat
sahip çıkmak ve “Mazlum
Milletler Medeniyeti”ni
kurmak için yukarıda
çizdiğimiz coğrafî grafikasyon muvacehesinde
medeniyet dairesinin en
başköşesinde oturan biri
olarak dairede at oynatıp
kılıç şakırdatmak ve nara
urmak zorunda!
Ha atlamadan… “Güç”
mü demiştik yukarıda?
Unutmayalım ki en büyük
güç, Yüce Allah’a ve zafere inananlarındır. Zira gücün sahibi yalnızca Kâdir
olan Allah’tır. Bu bağlamda unutulmamalıdır
ki, insanlığın istikbâlinde
“atmosferi kaplayacak
duman ve konuyu yorumlayanların tahminlerine
göre silahların susacağı,
tüfeklerin çalışmayacağı
günler bulunmakta”. Üstelik bunu kayda geçerken
uzaklardan değil, oldukça
yakın bir gelecekten söz
ediyoruz.
Tespit-i Peygamberîye
göre, “güç” denilen teknoloji ve savaş silahlarının bir
anlam ifade etmeyeceği
zaman dilimi her ne kadar
kapının arkasındaysa da,
aslında Türkiye’nin bu
Son Medeniyet Savaşı’nda
bizzat kendisini belirleyen kahraman olacağını
kaçınılmaz kılan unsur,
yukarıda olumsuz bir
ifadeyle sunulan coğrafya,
tarih, etrafa serpiştirilmiş
öksüz imparator evlatları,
mazlum milletler, duâ ve
îmandır. En azından yüzde 52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize
sahip çıkmanın zamanı
geldi!” ideali de unutulacak bir umde değildir.
Unutmayalım ki
en büyük güç, Yüce Allah’a ve zafere inananlarındır. Zira
gücün sahibi yalnızca Kâdir olan Allah’tır. Bu bağlamda unutulmamalıdır ki, insanlığın
istikbâlinde “atmosferi kaplayacak duman ve konuyu yorumlayanların tahminlerine göre
silahların susacağı, tüfeklerin çalışmayacağı günler bulunmakta”. Üstelik bunu kayda geçerken uzaklardan değil, oldukça yakın bir gelecekten söz ediyoruz.
şubat 2016
33
haberajanda
Arka Plan
Macarlar hâlâ Türk akınlarının durdurulduğu günü 100
çan vuruşuyla kutlar; doğan
her Macar çocuğu, bu yüz
çan vuruşunun hikâyesiyle
büyür. Bir İngiliz, Sırp, Yunan, Bulgar, Makedon için
de Türk’ün taşıdığı anlam
farklı değildir. Avrupa akınlarının durdurulması için
tek başına Türk’le çatışmayı
göze alamayan milletler, bu
nedenle “din” ortak paydasında buluşarak Haçlı ordusunu
oluştururlar.
ASLANLAR KENDİ TARİHÇİLERİNE KAVUŞUNCAYA
KADAR, KİTAPLAR AVCIYI ÖVECEKTİR. (AFRİKA ATASÖZÜ)
T
ARİHİN seyri içindeyiz. Her sabah doğan güneşe inat,
güneşi balçıkla sıvamaya kalkanlar var. Her gece ay ışığıyla aydınlanan dünyayı, bir daha güneş doğmasın diye
tutmaya çalışanlar var.
>> Mehmed Âkif, “İbret
alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diye dizelerine işlerken
tarih bilincini, millî şuura,
millî bilince, dahası tarih
şuuruna atıf yapar. Bu nedenle Selçuklu’dan başlatırsak
tarihin seyrini -ki bu bazılarınız için eleştiri konusu
edilebilir- Türk milleti olarak
İslâm’ı kabulümüzle başlayan
bir “fetih bilinci”ne yaslanır at
koşturuşumuz.
Hunları, Attila’yı,
Göktürk’ü bir millet özdeyişi
içinde sayarken, bir inşâcı
olarak tarih sahnesinde rol
almaya başlayışımız, İslâm’ın
kabulünden sonrasına rastlar.
Bu nedenle “Türk”, sadece bir
ırkın adı değil, bir misyonun
adıdır. İsmet Özel’in tanımı
güzeldir: “Kâfirle çatışmayı
göze alana ‘Türk’ denir. Peki
ya Türk’le çatışmayı göze
alana ne denir?”
Tarih, Türk’ün inşâcı olma
gücünü yitirdiği günden
beri çalınan rolünü yazacak.
Türk’le çatışmayı göze alan
Haçlı ordusu, savaş meydanında durduramadığı akınları, millet olma kodlarına
savaş açarak durdurabildi.
İstanbul’da baş gösteren ayaklanmalar, suikastlar, Sarayı
hedef alan yazı ve eserler, bu
kodlara saldırının en dinamik koridorunu teşkil etti.
Mustafa Reşit Paşa’nın öncülüğünü yaptığı Tanzimat,
bizatihî bu yeni dönemin
kodlarına yapılan saldırının
ilk zaferidir. Oysa bunun
daha öncesinde Mohaç’ta baş
gösteren “Türkler yenilebilir”
fikri, Avrupa için heyecan
vericiydi. Haçlı aydını bu
fikri işlerken, Haçlı ordusu
henüz bu fikre inanmıyordu;
“ezilmişlik” fikrinden çıkması
için Birinci Dünya Savaşı’na
kadar bir zamanın işlemesi
gerekiyordu.
Birinci Dünya Savaşı, yeni
dünya düzeninin “Türkler yenilebilir” fikrine inandığı bir
sürecin muharebesi ve masada kazandığı ilk zaferidir. Bu
meyanda 1. Dünya Savaşı,
Cihan Devleti’nin “Yenilebiliriz” fikrine inandırıldığı ilk
34
şubat 2016
Fatih Bayhan
fatihbayhan.ajanda@gmail.com
ve en büyük kayıptır. Ama
bununla sınırlı kalmadılar ve
asıl kodlara saldırıya giriştiler:
“Millet olma kodlarına”…
Çok uluslu olmayı, kültürel haritada bir potada
buluşturabilme zenginliği
değil, bir çatışma zemini gibi
oluşturdular. 1789’da başlayan
Fransız kaynaklı ulusçu akım,
en büyük tesirini bu nedenle Osmanlı coğrafyasında
gösterdi. Ve bu tesir 200 yıl
boyunca hiç durmadı, hâlâ
devam ediyor.
1975 yılında Kosova’yı
ayrı bir devlet formatında
kurduranlar, onun içindeki
Türk, Arnavut, Sırp ve Makedon unsurları ayrı ayrı var
kılmayı da ihmâl etmediler.
İmparatorluğun yıkılmasının
üzerinden 60 yıl geçmiş olsa
da Kosova’daki sokaklarda
Türkçe’nin konuşuluyor
olması en çok “zafer” kazanmışlık iddiasındakileri
çıldırtıyordu. Bu kez Türkçeyi
yasaklamak yerine, Arnavutçayı mecbur kıldılar ve
2015’e gelindiğinde aradan
40 yıl geçmişti, ikinci kuşakta
Türkçe konuşanlarsa nüfusun
yüzde 2,5 idi.
Haçlıların
peşindeki oldukları
efsane neydi?
Bir başka nokta, Batı
kaynaklı bu akımın, İmparatorluğun merkezinde diri
tutulmak istenen “yenilmişlik
fikri” idi. Bu nedenle modern
Türkiye Cumhuriyeti, bir
Osmanlı Cihan Devleti bakiyesi iddiasında hiç olmadı.
Hatta bu iddiadan resmî
olarak da hep kaçındı. Yeni
bir ulus devlet inşâsı, yeni
bir dil ve tarih, harita oluşturuldu. Kendi geçmişinin
izlerini Söğüt’te, Horasan’da,
İstanbul’da aramak yerine,
Kızılderililerde, Mayalarda
aramaya kalkışan yeni bir
tarih araştırmacılığı baş
gösterdi. Bu iddia, bizatihî
“yenilmişlik fikrinin” tarihsel
kimlik kazanmasıydı.
Sanayi Devrimi ile baş gösteren ticarî akım, Avrupa’nın
zenginleşme hareketiydi.
Çünkü Doğu’nun zenginliklerine ulaşmalarının önünde
engel vardı. O engelin adına
“Türk” diyorlardı. Avrupa’nın
Doğu’nun zenginliklerine
ulaşma arzusu, Avrupalı
kâşiflerin Doğu’nun güçlü
kralını bulma ve Hıristiyan dünyasına destek alma
gayreti hep aynı heyecanın
ürünüydü.
Avrupa’nın bu telaşı, geç ve geri kalmışlığını telâfi
çabasından kaynaklanıyordu.
Dünyayı keşfe muhtaç ve
koca bir kıtayı demir perde
hâline getirip kendi kıtasının
karanlıklarında ve zulümlerinde sıkışıp kalan halk, Avrupa sakinleriydi. Avrupa için
Doğu’dan mahrum kalmak,
ikinci bir ölüm mânâsına
geliyordu. Amaç, servet, kudret, ihtişam ve dinî meşruiyet
arayışı idi. Yani keşif amacıyla
yola çıkılmamıştı, gizli emelleri içerisinde Kudüs’ün Haçlılar tarafından tekrar fethi
dahi vardı.
Hint ticaretinde tekel
kuran Venedikli ve Osmanlı tüccarlar karşısında bu
haksız rekabetten kurtulabilmek adına Avrupalı tüccarlar,
Avrupa piyasasına birinci
elden mal götürüp satmak
istiyorlardı. Avrupalıların
dillerinden düşürmedikleri
ve Doğu’da yaşadığına inanılan “Prester John” adlı bir
efsanevî Hıristiyan kralına
ulaşmak ve ondan yardım
almak peşindeydiler. Cristoph Colomb ve Vasko de
Gama’nın efsanevî krala ulaşmak için yanlarında çeşitli
hediyeler götürdüklerini de
biliyoruz.
Coğrafî keşiflerin arkasında
yatan temel güdülerden biri
de, Doğu’da yaşadığı bilinen
ama cismi bir türlü bulunamayan güçlü efsanevî kralı
bulmak, onunla temasa geçip,
ondan gücünü Batı’daki
Hıristiyanlarla birleştirmesini istemek ve bu sayede
Müslümanlara ağzının payını
vermek yatıyordu.
Beklenen fırsatı bizatihî
Müslümanların kendileri
verdi. Devletin merkezinde
yaşanan travmalar, benlik
kavgaları, sistemin tıkanması,
malî ve iktisadî hezeyanlar,
durağan hâle gelen ilmî ve
fikrî gelişme yaşadıkları coğrafyaya karşı yabancılaştırdı
insanlarımızı. İstanbul’u sevmez olduk, bu şehre Oryantalist kalbiyle baktık.
Beşer olma vasfının en
bâriz zaafı, işlemeyen sistemde ortaya çıktı. “Reçete”yi
kendi köklerinin yeniden
inşâsında değil, sürekli sefer
eyledikleri Avrupa’ya öykünmekte buldular. Mekke ve
Medine yerine, Londra ve
Paris’e ziyaretler başladı. Tarihin verdiği “üstünlük” rolünü,
kendi yürüyüşümüzü kaybettiğimizde erittik. Bu yüzden
“hâkim olma” fikri, “mahkûm”
olmaya dönüştü.
Dünya güzellik yarışmasına katılan ilk kızımız Keriman Haris’e takılan birincilik
madalyası, Batılılaşma yolunda yeni ülkenin boynuna asılmış bir travmadır. Keriman
Haris’e o madalya, “en güzel
kız” olduğu için değil, gözlerine dahi bakamadıkları Türk
kızının çıplak bedenine bakabilme zaferinin övünç çığlığı
olarak takılmıştı. Bu nedenle
biz, Nobel Ödülü verilmiş
isimlerimize hep bir teenniyle yaklaşır, “Acaba hangi
alandaki “yenilmişlik fikrinin”
zaferini kutuluyorlar?” diye
takılırız. Ve bu takılma bizi
hiç yanıltmamıştır.
Son söz şu olabilir: Batı,
Mohaç’tan bugüne, “Türkler
yenilebilir” fikrine inanarak
yürüdü ve bize “Yenildiniz”
fikrini işledi. Üzerinden 600
yıldan fazla zaman geçse
ve İmparatorluk dağılmış
ve Batı “Türkler yenilebilir”
fikrine inanmış olsa da hiçbir zaman “Türkler yeniden
ayağa kalkabilir” fikrini yok
saymadı. Ve bu nedenle hep
korku ile umut arasında bir
ilişkimiz oldu.
Oysa biz, “yenilmişlik”
hâlini içselleştirdik, kabullendik. “Yapamayız” fikrine
o kadar alıştık ki yapanlara
duyduğumuz hayranlık bizi
eritti. Ancak içimizde bir kor
hiç sönmedi. Batı’yı korkutan
ve “Türkler yeniden ayağa
kalkabilir” endişesini haklı
çıkartacak bir damar yol
buldu. İnşâ etme rolüne inananlar çoğalıyor, içimizdeki
Matrix’ler bir bir bağlantılarını kopartıp aşkın güce îman
etmeye başladılar. Âyetin
silkelemesi gibi, “Ey îman
edenler, îman ediniz!” şeklindeki inşâ fikrine âşinâ olup
tutundukça dünyaya yeni bir
felah gelecektir. Ve felahımız,
yenilmişlik fikrine reddiye
yazarak başlayacaktır:
“Yenilgi yenilgi büyüyen bir
zafer vardır!”
şubat 2016
35
haberajanda
Kripto
Kontlukların bölgede ge-
çen iki yüzyılı ve sonrasında
Fransız Katolikliği, bölge
Müslümanlığını da etkiledi.
İslâm kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci
Müslüman tipi doğdu. İşte bu
trinitik Müslüman mezhebinin
bölgedeki adı, yüzyıllardan
beri “Nuseyrî/Nusayrî” olarak
bilinmekte. Suriye’de yüzde
10’a tekabül eden bu azınlık,
geçen yüzyılın ortasından
başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey bir kısmında Suriye hâkimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar.
36
şubat 2016
Charlie’yi de basar, Paris’i
Mösyö’nün
Y
ÜZ yıl
evvel,
cangıl
ormanlarında
destursuz
gezen bir aslanı al ile vurdular. Kralı yaralayan ve o
can çekişirken organlarını
paylaşmaya koyulan avcıların belli başlıları dörttü;
ancak avcı başı, tartışmasız
Londralı olandı. Onun dışındakilerden biri Parisli,
biri Moskovalı, sonuncusu
da Romalıydı. Bunların
arasında en tokgözlü olan
Romalı kurttu, aslanın kıç
bölgesine razı olmuş ve
gruptan ayrılmıştı. Ancak
“Boğaz kısmından da bir
ısırık verirsiniz artık!”
diyerek…
de yakarlar!
lâneti
Seydahmet Karamağralı
sakaramagrali.ajanda@gmail.com
>> Avcılar arasında en
açgözlüsü ise Moskovalı ayıydı. Ayı, doymak
bilmez iştahıyla aslanı
orasından burasından kemirmek için dişlerini biliyordu. Ayının açgözlü biri
olduğunu bilen avcı başı,
önlemini almış ve yanında taşıdığı çırayla ayının
kuyruğunu tutuşturmuştu.
Arka bölgesinde ateş
acısını duyan ayı, aslanı
maslanı unutup “Yandım
anam!” feryadıyla karlı
dağlar arasındaki ininde
almıştı soluğu.
Geride Parisli çakal ile
Londralı avcı başı kurnaz
tilki kalmıştı. Tabiî tilki,
“gâvur gibi” biliyordu aslanın nerelerinin yağlı, nerelerinin ballı olduğunu. Bu
yüzden, çok öncesinden
hazırlıklıydı üleşme esnasındaki hınzırlıklarına. Bu
sırada cetvelini, makasını,
bıçağını ve testeresini eline
almış olan çakala dedi ki,
“Ah ah, ne güzeldi atalarının bin yıl önceki kahramanlık günleri! Dur hatırlatayım sana onlara ait
bir hatırayı. Ta Fransa’dan
kalkıp buralara kadar gelmiş ve aslanı bir kez daha
vurmuşlardı. Çok severlerdi o atalar aslanın karın
bölgesini. Yemeye oradan
başladılar. Tam karnını
bitirmiş, ciğere ve dalağa
sıra gelmişti ki aslanın
sahibi çıkageldi. Böylece
ziyafetleri yarım kaldı
zavallıların. Her neyse, onların hatırasına hürmeten
ben, şu ortada yatan aslan
leşinin işkembe bölgesine
elimi sürmeyeceğim. Zira
vaktiyle atalarının yarım
bıraktığı o bölgeyi mideye
indirmek senin hakkın.
Geç aslanın alt yanına da
ceddinin yedi yüz yıl önce
yarım bıraktığı ziyafeti
tamamla!”.
Kurnaz bir ağızla verilen
gazla cetveli makası bir
yana fırlatan çakal işaret
edilen yere girişirken,
tilkiyse üzgünümsü bir
ifadeyle, “Bana da şu yağlı
ballı bölgeler kalsın bari!
Yoldaşları doyurmak için
kendimi feda edip etle
butla idare edeceğim artık”
diye hayıflandı.
Kutsal nikâh (!)
Biliyorsunuz dünya,
“fabl” adı verilen “konuşan hayvan masallarının”
kralı olarak Fransız yazar
La Fountaine’yi biliyor.
Tabiî bu çakal Fransız’ın
o masalları Hint’in
“Beydeba”sından aldığından haberi bile yok. Veya
var da umurunda bile
değil. Belki de “Aslan Yürekli Richard”, Doğu’nun
masallarını yağmalama
hakkını da çakal ata İkinci
Philip Auguste’ye vermişti
ta o ilk bölüşümde.
Peki, kim mi bu Aslan
Yürekli Richard ile Philip
Auguste? Tabiî ki Üçüncü
Haçlı Seferi’ne katılan
İngiliz ve Fransız Kralları... Bu çiftin yanlarında
bir de Alman Kralı Friedrick Barbarossa vardı.
1150’de deniz yoluyla
geldikleri Suriye’de onları
Doğu’nun şanlı kahramanı
Selahattin-i Eyyubî karşıladı. Tarihler, Avrupalı
troykanın 1190’a kadar
bölgede kaldıklarını ve
sonunda Selahattin’i yenemeyeceklerini anlayarak
ülkelerine geri döndükle-
rini yazıyor.
Aslında Haçlı ruhu,
Türklerin Malazgirt kapısını kırıp Hıristiyan
inancına göre “Tanrının
gezindiği topraklar” olarak bilinen Anadolu’ya
girmesiyle hortlamıştı.
Lakin bir Katolik organizasyonu olan Haçlı seferlerinin tetikleyici unsuru,
Anadolu’nun sekiz yıl gibi
kısa bir zaman zarfında
Bizans’tan alınmış olması
değildi. Zira Bizans, ortak
dinin Ortodoks mezhebindendi. İki mezhep, yani
Katoliklik ve Ortodoksluk,
Malazgirt’ten sadece 27
yıl önce kesin biçimde
ayrılmış ve 1054’te neredeyse iki ayrı din gibi can
düşmanı olmuşlardı. Bu
nedenle Haçlı seferlerine
Bizans’ın Anadolu yakasının fethiyle değil, üç
yüz yıldan beri Endülüs
Müslümanlarının elinde
bulunan İspanya’nın bir
kısmının geri alınmasının
verdiği gazla start verilmişti. Çağrı, Fransız Kralı
ve Fransa’nın kolonileri
durumuna gelmiş olan
minyatür İspanya kralcıklarından gelmekteydi.
Devrin Papa’sı Urbanus,
çağrılara olumlu karşılık
verdi ve hazırlıklara başladı. “Mübarek Kudüs’ün
kâfir Müslimlerden alınması farzdır!” sloganıyla
başlayan propagandada
Fransız aristokratları
başı çekiyordu. Bunların
arasında yer alan Pierre
L’ermite, bir keşişten çok
aktöre benziyordu. Tüyü
dökük zavallı bir eşek
üzerinde yalın ayak, başı
açık ağıtlar düzüyordu
şubat 2016
37
haberajanda
Kripto
kontluklarına yardıma
gidenler, yolun yarısında
Bizans’la uyuşmazlığa düşünce seferi sonlandırmak
zorunda kaldılar.
mübarek Kudüs için. Ona
bir başka Fransız yoksul
Gautier adlı tiyatrocu eşlik
ediyordu.
Takvimler 1096’yı gösterirken, Fıransa’dan neşet eden
ve tam 1299’a kadar 203 yıl
sürecek “dinî nefret saldırıları” başlamış oldu. Bu süre
zarfında Avrupalılar, tam sekiz sefer düzenlediler Doğu
Akdeniz sahillerine. Tabiî
birinci seferi Fransız halkı
tertipledi. Bir kısım maceracı
şövalyenin liderliğinde harekete geçen sürüye Papalığın
yardımcı kuvveti de eşlik
ediyordu. Güya cenneti fethe
çıkan on binlerce Fransız ve
onlara yol boyunda katılan
Avrupalı Hıristiyan serüvenistler, sırtlarına beyaz tunikler giymiş, önlerine ve arkalarına kocaman haç işaretleri
çizmişlerdi. Bu kırmızı haç
resimlerinden ötürü bu sürünün adı “Haçlı”, yürüyüşleri
de “Haçlı Seferi” olarak düşmüştü tarihe.
Uzun ve yorucu bir
koşuşturmanın ardından
38
şubat 2016
onları Anadolu’da Selçuklu
Oğuzları karşıladı. Oğuzların Sultanı Kılıçarslan
adına Şehzade Davut’tu
karşılarına dikilen bahadır.
Ve Davut Han, Haçlı sürüsünü ağır bir mağlubiyete
uğrattı Anadolu’nun uçsuz
bucaksız yutuculuğunda.
Ancak sürü o kadar kalabalıktı ki öldür öldür bitmiyordu. Bu sebeple Haçlılar,
kanlarını ve canlarını saça
saça Çukurova’dan çıkmayı
başardılar. Önlerine çıkan
her şeyi kıra döke, herkesi
katlederek, Suriye’nin batısındaki kıyı şeridini ve
Lübnan’ı geçip neticede
Kudüs’e ulaştılar. Bu seferin
sonunda Antakya-Kudüs
hattında bir tek Müslüman
komamacasına kırmış ve
“Levanten Şeridi” adını verdikleri bölgede dört kontluk, Kudüs’te de bir küçük
krallık kurmuşlardı. Kudüs
Krallığı, Papa adına tescilli
bir Latin organizasyonu;
kontluklar da Fransızlara ait
devletçiklerdi.
Bu, birinci lanetiydi
Mösyö’nün!
İşte Levanten bölgesinin
tapusu o vakit kesilmişti
Fransızlar hesabına! Bu
arada Papa Urban, bölgeyi
Tanrı’dan aldığı yetkiyle (!)
Paris kralları için kutsadı ve
kıyamete kadar onlara tahsis
ettiğini açıkladı. Üç yıl süren
birinci seferin en teolojik
neticesi, Fransa’yla Levanten
Şeridi’nin evliliği olarak
perçinlendi.
Yenilgilerin
faturasını başka
mazlumlar ödüyor
Haçlılara ait ikinci sefer,
birincisinden 45 yıl sonra
yapıldı Doğu’ya ve Avrupalı
şövalyelerin iki senesine mâl
oldu. Bu seferin başlama
nedeni, başı sıkışan Frank
kontluklarının yardım istemeleriydi. Yardım feryadına
karşılık veren Fransa Kralı
İkinci Lui’nin yanında, bu
kez Alman Kralı Üçüncü
Kondrad da vardı. Doğu
Akdeniz şeridi Levanten
Hemen ikincinin peşinden
üçüncü sefer yapıldı. Kırk yıl
süren bu seferin amacı, Selahaddin tarafından fethedilen
Kudüs’ün tekrar alınmasıydı.
Bu sebeple katılım oldukça
fazlaydı ve Latinlerin yanında üç imparator vardı: Yukarıda sözünü ettiğimiz Fransız Kralı Philip, Alman Kralı
Frederick ve İngiliz Kralı
Richard… Bölgeye intikal
edişlerinin ilk haftalarında,
Mısır merkezli Eyyubîlerin
Sultanı Selahaddin karşısında sonuç alamayacağını
anlayan üç imparator, doğru
dürüst bir iş yapamadan
Eyyubîlerle nötr bir antlaşmaya imza atıp ize basa geri
dönmek durumunda kaldılar.
Buna rağmen Fransız
mösyöler, kendilerini başarılı
addettiler. Zira Levanten
Şeridi ve onun uzantısı olarak bugünkü Suriye, hem
Alman, hem de İngilizler
tarafından, hatta Mısırlılarca
imzalanan antlaşmayla bir
kez daha Paris adına tapulanmış oldu. Hatta bu seferin
sonunda dinî meseleler tali
bir noktaya itilmiş ve Levanten kontluklarının siyasî
niteliği önem kazanmıştı.
Dördüncü Haçlı Seferi
13 yıl sonra yapıldı ve iki
yıl sürdü. Müsebbibi Papa
İnnocentus olan seferi, baronlukların siyasî niteliğinin
öne çıkması ve seferlerin
bidayette var olan teolojik
nedeninin arkaya itilmesi tetiklemişti. Ancak bu
sefer, meseleyi tamamen
dünyevîleştirmekten başka
Seydahmet Karamağralı
bir işe yaramadı. Kudüs’e
kadar gitmeyi göze alamayan Papa temsilcileri,
inançlarına göre dinin ikinci
Kudüs’ü sayılan İstanbul’u
işgal etmeyi daha pragmatist
buldular. Het hötle kentten Bizans Hanedanlığını
kaçırtıp Konstantinapol’de
elli yıl sürecek olan bir ara
krallık kurdular. Güya amaç,
Ortodoksluğu Katolik inancına evirmek ve bin 800
yıl önce Roma’dan kopan
Bizans’ı merkeze bağlamaktı. Elli yılın sonunda bu
amaçları gerçekleşmediği
gibi, Haçlılar, Konstantin
İmparatorluğu’nun olası
uzun ömrünün daha da kısalmasına ve 250 sene sonra
Osmanlı Türklerinin eline
düşmesine sebep oldular.
Belki bu kusurlarından
ötürü Avrupalılar 1453
yaklaşırken Osmanlılara
karşı bir dizi Haçlı savaşı
gerçekleştireceklerdi. Yeni
nesil Haçlı seferlerini tarih
Sırpsındığı, Kosova ve Varna
Savaşları olarak adlandırdı.
Lakin bu savaşların da hiçbiri İstanbul’un fethine engel
olamayacaktı.
Beşinci seferi ise Macar
Kralı Andras yaptı. Ancak
sefer doğrudan doğruya
Kudüs’e değil, kutsal şehrin
ve onun uzantısı olan Levanten kontluklarının gırtlağı elinde olan Mısır’a ve
Eyyubî Sultanı’na karşıydı;
harekât fiyaskoyla bittiğinde,
takvimler 1217’yi gösteriyordu. Beşinci seferden on yıl
sonra Altıncı Haçlı Seferi,
bir önceki sefere katılmaması
nedeniyle aforoz edilen Alman Kralı İkinci Frederick
tarafından ve yine Fransız
asilzadelerinin katılımıyla
gerçekleşti. Mısır Sultanı’yla
anlaşan Kral, Kudüs ve çevresini almayı başardı. Ancak
sefer sona erdiğinde Fransız
baronları Alman Kral’a
isyan edip elinden Kudüs
Krallığı’nı alarak kendi aralarında paylaştılar.
Bu seferin neticesinde
Almanlar “Kutsal topraklarda biz de varız!” demiş ve
Latinlerin elinden Kudüs’ü
almışlardı. Lakin Franklar
buna izin vermediler ve şehri
ele geçirip kuzeyde uzanan
Levanten bölgesine eklemlediler. Böylece Kudüs’ten
Urfa’ya kadar olan arazinin
tapusu Paris’in eline geçmiş
oldu.
Fransızlar açısından en
şanssız sefer, yedincisiydi.
Kuzeydoğudan hareketle bölgeye inip 1247’de
Kudüs’ü düşüren Harzemşah Türklerinin başarısı,
Paris Kralı Aziz Luis’i çok
kızdırdı ve Mösyö Kral,
soluğu bölgede aldı. Lakin
Mısır’ın yeni hâkimleri olan
Memluk Türkleri onu orada
bekliyorlardı. Bu yüzden
Kral, daha işin başında her
şeyiyle birlikte özgürlüğünü dahi kaybetti, yüklü bir
fidye vererek canını ancak
kurtardı.
Aynı yıllarda Asya’nın
ortası kaynamaya başlamıştı.
Bir avuç Moğol, kağanları Cengiz’in liderliğinde
organize olmuş, bölgedeki
devasa Türk Şamanistlerini
de peşlerine takarak suya
atılan taşın oluşturduğu
halkalar gibi ha bire genişliyorlardı. Bu önlenemez
genişleme Suriye’ye kadar
uzandığında onları da orada
Memluklar karşıladı. Kızıl
saçlı, çakır gözlü bir Saka
Türkü olan Sultan Baybars,
Ayn-ı Calud denilen yerde
Cengizlilere ilk yenilgilerini
tattırdı. Bu hezimet, Cengiz İmparatorluğu’nu tüm
hatlarda dondurdu ve aynı
anda yok oluş sürecini geriye
doğru işletmeye başladı.
Haçlı Seferlerini başlatan
ve beşinci seferin dışındaki
tüm harekete katılan Frank
orijinli Mösyöler, son ve
sekizinci yolculuğun da
sahibi oldular. Fakat seferin
lideri durumundaki Kral
Dokuzuncu Luis, Kudüs’e
gitmekten vazgeçti ve rotayı
Tunus’a çevirdi. Gücü zavallı
Kuzey Afrika Berberîlerine
yetmiş olacak ki kırdı geçirdi
ortalığı.
Bu da bir başka lanetiydi
Mösyö’nün!
Levanten
Hıristiyan ve
Nusayrî
Müslümanın evrimi
Hülasa, Haçlı Seferlerinin
sahibi Papalık ve Fransa’ydı.
Fransız Mösyösü, seferlerin
200 yıl süren süreci boyunca
Doğu Akdeniz Levanten
havzasında kaldı; bölgede,
kıyıda köşede kalan yerli
nüfusun kökünü kuruttu. Kan ve ölüm üzerine
kurduğu kontluklarda kıyı
şeridi boyunca mukim bir
Levanten Hıristiyan nüfusun oluşmasına neden oldu.
İşte günümüzde, hususiyetle
Lübnan’da bulunan ve kısmen Arap kültürüne adapte
olmuş ve de “Hıristiyan
Araplar” diye anılan insan
tipografyasının kökeni Haçlı
kontluklarına kadar uzanmakta olup, söz konusu nüfus, tarih boyunca atalarının
yurdu ve halkıyla ilişkilerini
korudu (korumayı da sürdürmekte).
Bunun dışında, kontlukların bölgede geçen iki
yüzyılı ve sonrasında Fransız
Katolikliği, bölge Müslümanlığını da etkiledi. İslâm
kutsallarından üretilen bir
çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte bu trinitik Müslüman mezhebinin
bölgedeki adı, yüzyıllardan
beri “Nuseyrî/Nusayrî” olarak bilinmekte. Suriye’de
yüzde 10’a tekabül eden bu
azınlık, geçen yüzyılın ortasından başlayan diktatoryal
bir zaman diliminin epey
bir kısmında Suriye hâkimi
olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar.
Bin yıllık plan
devrede!
Dönelim yazımızın başına…
Makalenin girizgâhını
oluşturan fabl türü masaldaki “aslan”ın kim olduğunda
kuşku yok! Osmanlı’dan söz
ediyoruz. Çakal ile tilki ise
Fransa’yla İngiltere tabiî ki...
İngiliz’in peşi sıra bölgeye intikal etmeden önce
Mösyö’nün yaptığı birkaç
melanet işe kısa kısa göz atıp
lânet noktalarını belirleyelim: Takvimler 1830 gösterirken, Osmanlı birkaç
felaketi üst üste yaşadı. Felaketler, eski ordu Yeniçeri
Ocağı’nı hazırlıksız olarak
kapatıp yerine yeni kurduğu
Mansuriye Ordusu’nu bir
türlü oturtamamış olmaktan
kaynaklanmaktaydı. Bu durumdan istifade eden Mora
halkı, başta İngiltere olmak
üzere Fransız Mösyö’nün
şubat 2016
39
haberajanda
Kripto
de yardımıyla yarımadada
“Yunanistan” adıyla kendi
devletini kurmuştu. Buna
bağlı olarak Rum isyanının
arkasından Osmanlı’nın
ikinci baş ağrısı geldi; hem
de kendi içinden…
Mösyö’nün ilk dünya
hurucu sayılan Bonapart’ın
saldırısı esnasında Mısır’a
gönderilen ve bilahare eyalete vali tayin edilen Kavalalı
Mehmet Ali Paşa, Mora isyanını bastırmasının karşılığı
olarak İstanbul’dan Suriye ve
Filistin bölgesini istedi. Ancak onun bu isteği şiddetle
reddedildi. Bunun üzerine
Mehmet Ali Paşa, Fellahlardan oluşturduğu kendi
Nizam-ı Cedîd Ordusu’nu
oğlu İbrahim’in komutasında
Payitaht’a doğru yola çıkardı.
Nizip’te karşılaştığı Osmanlı
Ordusu’nu bir çırpıda yenen
İbrahim Paşa, elini kolunu
sallaya sallaya ta Kütahya’ya
kadar dayandı.
Padişah İkinci Mahmut,
durumun vahametini anlayınca önce Rusya’dan, sonra
da Avrupa’dan yardım istedi.
İstanbul’u Moskova’nın
kucağında görmek istemeyen İngiltere ve Fransa’nın
yardımıyla Mehmet Ali Paşa
güçleri Kütahya’da zor durduruldu.
Gerek Mora, gerek Kavalalı isyanı, ordusuz kalmış
İmparatorluğun geleceğinin
hiç de parlak olmayacağını gösteriyordu İstanbul’a.
Bunun için derhâl güçlü bir
ordu teşekkül ettirilmeliydi.
Ancak Fransa buna fırsat
tanımadı ve sebepsiz yere
Kuzey Afrika’ya asker çıkardı.
Mösyö’nün bu atraksiyonuyla Tunus ve Cezayir kısa
bir süre içerisinde acımasız
40
şubat 2016
lejyonerlerin eline geçmişti.
Ne yazık ki buna karşılık
Türkiye ancak olayı protesto
edebildi. Bu süre içerisinde
katil Fransız lejyonları, yoksul
ve savunmasız bölge halkını
kılıçtan geçirmekten bir an
olsun imtina etmemişlerdi.
İşte Mösyö’nün bir başka
laneti de buydu! Koskoca Cezayir kıtasını
bir oldubittiyle Fransızlara
kaptıran Osmanlı Devleti,
tasarladığı güçlü orduyu hiçbir zaman oluşturamadı ve
çok değil, 80 sene sonra yok
olmanın eşiğine geldi. Savaş
kapıdaydı ve besbelliydi; bu
savaş, koca İmparatorluğu
paramparça edecekti. Bu
sırada akbabalar, başta İngiltere olmak üzere Almanya,
Fransa, Rusya ve İtalya, kendi aralarında henüz ölmemiş
ceset üzerinde ameliyat planları tasarlamakla meşgullerdi.
Tasarım hazırlığı çok
sürmedi ve tasarlanmış
planlar mucibince, tarihler
1914’ün yazını gösterirken
İtalya’yla beraber Mösyö
de İngiltere’nin peşi sıra
Ortadoğu’ya çıkageldi. Yanlarına Rusya’yı da alan ve
adlarına “İtilaf Devletleri”
denen İngiltere, Fransa ve
İtalya, karşı cepheye konuşlandırdıkları Almanya ve
Habsburglara karşı Osmanlı
arazisinde kıyasıya bir savaşa
ha tutuştu, ha tutuşacaktı.
Bunun için çok kısa bir
süre sonra bir emrivaki ile
Osmanlı Ordusu da savaşa
dâhil olmuştu. Bu savaşta
Osmanlı evladı kırıla kırıla
azaldı ve çocuk denecek
yaşlara kadar cephelere
salınıp Rusya, İngiltere,
İtalya ve Fransa karşısında kurban edildi. Sadece
Çanakkale’de Türklerin verdiği şehit sayısı 250 bindi.
Hemen akabinde,
Sarıkamış’ta yaşandı acımasız kırım felaketi. Ve kara
kışın en acımasız günlerinde
buzlu toprağa gömülen evlat
sayısı neredeyse 100 bine
dayanıyordu.
Bu da bir başka lânetiydi
Mösyö’nün!
Bekçi
daha zalim!
​
Birinci Harp sonunda
Almanlarla birlikte Osmanlı
İmparatorluğu da savaşın
mağluplarından sayıldı. Asıl
mağlup olan Almanya’nın
toprağında bir karış eksilme olmazken, Osmanlı
Devleti’nin tüm arazisi,
galipler arasında pay edildi.
En yağlı parçaları İngiltere
aldı. Mösyö’ye ise 800 sene
evvelinde tapusunu kestiği Levanten bölgesindeki
topraklar kaldı: Suriye ve
Lübnan…
Sonrası malûm; Mösyö,
1936’ya kadar bizatihi yönettiği bölgeye, bu tarihten
itibaren yaklaşan İkinci
Dünya Savaşı sebebiyle göreceli bir bağımsızlık vererek
yerli bekçilere bıraktı.
Lakin yerli bekçiler öyle
zalim çıktılar ki, bizzat
Fransa’nın dahi yapmadığı
bir şey yaparak Suriye halkını bir cehennemin içine
hapsettiler. Bu yetmedi,
Hama ve Humus şehirlerinde on binlerce insanı evleri ve barklarıyla katlettiler.
Dolaylı da olsa, bu olanlar da
Mösyö’nün bir diğer laneti
olarak tarihe geçmiş oldu.
Mösyö’nün son
lâneti: AB
İkinci Dünya Savaşı’nın
sonunda, herkesi şaşırtacak olan yeni bir ittifakın ayak sesleri duyuldu.
Yani Mösyö’nün treni makas
değiştirmekteydi. O, artık
İngilizlerin yanında değil,
Almanların safında yer alacaktı. Böylece İkinci Dünya
Savaşı’ndan yenik çıkan
Almanya’nın eli kolu olacak
ve kendini yeniden tarif
edecekti.
Almanya ise buna karşılık
olarak Mösyö’nün memleketini kalkındıracak ve kendi
denk seviyesine yükseltecekti. Ne âlâ!
Hatta bunun dışında,
Alman derin devletinin bir
planı daha vardı: Avrupa’da
beraberce bir Neo Kutsal
Roma İmparatorluğu kurarlarken, sömürgeler devrinde
neredeyse tamamı Fransa’ya
ait olan Afrika da bu devletin vassalı yapılacaktı.
Böyle bir teklif, Paris’in
gökte ararken yerde bulduğu
bir teklifti. Mösyö, geçmişin
şaşalı “Fransız İmparatorluğu” fikrine balıklama atladı.
Serüven, Demir-Kömür
Antlaşması’yla başlayarak
adım adım “Ortak Pazar”a
ve oradan da 28 yıldızlı
bayrağın sahibi Avrupa
Birliği’ne doğru süregeldi.
Lânet nasıl
çözülecek?
​
Takvimler 2010 yılını gösterirken beklenmedik bir şey
oldu. Anlaşılan o ki, Alman
derin devleti vaktin geldiği
zehabına kapılarak Fransa’yı
harekete geçirdi. Bunun
üzerine Fransız derin yapısı,
Tunus’ta Arap Baharı’nı başlattı. Paris’in optimist hayâlî
dairesindeki bu bahar, kıyı
şeridi boyunca Libya üzerinden Mısır’a gidecek, oradan
da güneye dönecekti.
Ancak öyle olmadı. Londra, Mösyö’nün bu atarına
çok kızmıştı. Tabiî karşılığı
çok sert oldu. Fransızların
güle oynaya başlattıkları
Arap Baharı’nı ABD eliyle
kışa çevirmesini bildi. Bahar,
vardı Mısır’ın devasa piramitlerine ve onlara çarparak
durdu; bir yıllık aranın ardından da Sisi’leşerek dondu
kaldı.
Majeste’nin kızgınlığının
asıl nedeni, ezelî müttefiki
Fransızların kendisine ihanet
etmesiydi. Eğer Almanların
yanında yer almamış olsaydı, Mösyö’nün geleceği bu
kadar karanlık olmayacaktı.
Haydi AB’de Almanlara
biat etmişti, bari o noktada
dursaydı ya… Lakin durmamış ve Arap Baharı bahanesiyle doğrudan İngiltere
toprağı sayılan Mısır’a yüklenmişti. İşte bu, affedilmez
bir suçtu!
Bunun üzerine Londra
karar verdi ve Paris’in ipini
çekti. MI6, “Arap Baharı
öyle olmaz, böyle olur!” dedi
ve söz konusu baharı aldı,
ilikleri dondurucu bir kış
olarak Haçlı kontluklarından
beri Fransa’nın toprağı sayılan Suriye’ye taşıdı. Ve orada
düğümleyip bıraktı. ​ Şimdilerde Majeste,
İkinci Dünya Savaşı’nın
sonunda kendisini terk
edip Şansölye’ye biat eden
Mösyö’den öcünü fena şekilde almakta; hem de kendisi
değil, başkalarının eliyle…
Başkaları dediğimiz, dünyanın diğer büyükleri ABD,
Rusya, Çin, İran… ABD
oradaydı, Rusya da artık ora-
da; İran ise sinsi bir şekilde
her deliğe girip çıkıyor. Çin
henüz karaya ayak basmış
değil, şimdilik Akdeniz açıklarında dolaşıyor. Türkiye’nin
de araziye inmesi isteniyor.
Böylece Mösyö’nün Levanten havzasındaki kont
unvanlı atadan kalma tapulu
toprağı Haçlı seferlerinden
beri ilk defa kapanın elinde
kalacak gibi görünüyor.
Fakat Majeste’nin planı,
Suriye’nin haraç mezat
dağıtılmasıyla sınırlı değil
elbette. Dağıtımın arkasından bir planı daha var. Bu
sefer, Ortadoğu’nun yeniden
şekillenmesinde Sykes orada
olacak ama Pickot olmayacak. Onun yerine dünya devlerini arazide buluşturarak
bölüşüm sonunda aralarında
husumet çıkartacak ve çarpışan testiler gibi alanda olan
herkesi parçalayacak.
Mösyö’nün Ortadoğu’daki
toprağını iç içe geçmiş
planlar dâhilinde cehenneme çeviren İngiltere’nin
öfkesi dinecek gibi görünmüyor. ​Bölgede yaptıkları
yetmiyormuş gibi, öfkesini
Mösyö’nün kendi evinde,
yüzüne karşı da söylemek
istiyor. İşte bu bağlamda bir
yıl önce Paris’teki Charlie
Hebdo mizah dergisi ve
daha sonra gerçekleştirilen
Paris baskınları, yüze karşı
cevap vermenin kanlı bir şekilde dışa yansıyan eylemleri
olarak görünüyor.
Peki, Şansölye’nin de dâhil
olduğu bu gizli MösyöMajeste savaşı nereye kadar
gider? Bu sorunun cevabı,
Mösyö’nün tıpkı Birinci
Dünya Savaşı’nda olduğu
gibi İngiltere’nin yanında yer
alması ve Almanya’yı terk
etmesiyle karşılık bulacak
gibi görünüyor. Bu durumda Mösyö’nün yapacağı
tek şey, hatasından vazgeçip Londra’ya biat etmesi
olacaktır. Böylece dünyayı
parselleme adına yapılan son
savaşta Majeste’nin önünde
duran ayakaltı güçlerinden
biri olarak Almanya da
kendi kabuğuna çekilecek
ve İkinci Dünya Savaşı’nın
sonundaki konumuna rücû
edecektir. Zaten son tahlilde
İngiltere’nin istediği şey de
budur.
Son harp meydanı:
Frank coğrafyası
Bu yazıda Mösyö’nün sadece Osmanlı’ya karşı hayata
geçirdiği lânet noktalarına değindik. Oysa kara Afrika’daki
lâneti hâlâ berdevam…
Yüzlerce yıldır dünyanın
en natür ve naif adamları
olan Siyahîleri “yamyam
iftirası” ile dünyanın kölesi
hâline getiren Mösyö, sadece
Charlie ve Paris baskınlarıyla
mazlumların ahının amansız takibinden yırtabilir mi
sizce? Mümkün değil! Daha
çok çekeceği olsa gerek...
Öyle ya, Fransa’nın daha çok
Charlie’sini basar, daha çok
Paris’ini yakarlar! Zira Almanlar, İngilizler karşısında
üç beş Fransız öldü diye geri
durmazlar. Anglosaksonlarla Cermenlerin açık harp
meydanı nasıl ki Osmanlı
Ortadoğu’suysa, gizli savaş
alanı da Frank coğrafyasıdır.
Her şeyin doğrusunu ElÂlim olan Allah biliyor!
şubat 2016
41
haberajanda
Kripto
Yusuf Kemal Bozok
ykbozok.ajanda@gmail.com
Her ne kadar Alman orijinli olsa da, Londra’da da bir kutsal hanedanlık
işbaşındaydı. Onların kutsallığı, yüzyıllar önce kıtaya geldiklerinde, ilk
karşılaştıkları Mısırlı Amon-Racılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı
da mavi ve Osiris’inkiyle aynıydı. Yani “Kutsal Baba” Almanya’da, “Kutsal
Ra” ise İngiltere’deydi. Dünya, aynı kökten gelen bir tanrıya çok, ayrı kökten gelen iki tanrıya azdı. Ve Kutsal Baba Rab ile Amon-Ra, birbirlerinden
hiç mi hiç hazzetmiyorlardı.
***
Söz konusu bu kutsal kavgaların ilk satırı sayılan İstanbul Sultan Ahmet Meydanı’ndaki işaretler, sanıldığından daha da önemliler. Her biri bir
sınır taşı, mihenk, mühür, hatta tapu senedi niteliği taşımakta ve sahiplerinin idealini haykırmakta: “Dünya benim ve bu da tapumun işareti!”
İstanbul patlamasının şifresi
Sultanahmet
EZOTERİZMİ
S
İBER âlemdeki dostlarımızdan ve Oğuzların Peçenek boyundan olan Metehan sordu: “İstanbul patlamasının Merovenj
Hanedanı ile bağlantısını kurmaya çalıştım, lakin bir türlü beceremedim. DNA, yani yazılım farklı galiba... Sayın Yozgatlı, bu
meseleyi daha geniş bir çerçeveden anlatabilir misiniz bana?”
42
şubat 2016
>> E emir büyük yerden,
anlatmaz mıyım Sevgili Metehan?
Ve başladık anlatmaya!
Dilimizin döndüğü, aklımızın erdiği kadar… Yüce Allah ne verdiyse o kadar…
Sevgili Metehan, bizim
“tarihturk.com”da yayınlanan “Sultan Ahmet, Alman
Çeşmesi ve Dikilitaş”, bir
de konuyla ilgili olarak “derindunya.com”da iki bölüm
hâlinde yayınlanan patlama
videolarını izlemişti aslında.
Konuyla ilgili olarak söylediklerimizi bilmekteydi.
Ancak onun bilmediği, bu
üç videonun tek bir çalışma
olduğu ve birincisinin, konu-
nun önsözü niteliği taşıdığıydı. Lakin sonuç tasarlandığı
gibi ulaşmamıştı dostlarımıza. Çünkü kanalın montaj
elemanları kaydı çok uzun
buldukları için üçe bölmüş
ve bölümlerin ilgi kısımlarını kesmişlerdi. Dolayısıyla
konunun insicâmı bozulmuş,
anlam kopmuştu. Fakir, bu
patlamanın Ezoterik bir
yanının olduğunu, belki de
ilk defa gizemli, Gnostik ve
içrek bir terör eylemi ile karşı
karşıya bulunduğumuzu
anlatmak istemişti konunun
bütünlüğü içinde, fakat muradına nâil olamamıştı.
Buna rağmen Metehan
sezmiş işin bu yanını. Onun
gibi bir başka dostumuz ve
kardeşimiz Sevgili Serkan
Doğanoğlu da kokusunu
almış ve o da merakla sormuştu bu hususu. Ben her
ikisine de videoyu izlemiş
olmalarına rağmen bu sebeple bir daha ve peş peşe
bakmalarını önererek bölümleme sebebiyle kaybolan
ilgiyi kurmaya çalışmalarını
önerdim. Eğer tavsiyemize
uyarlarsa, eminim arkadaki
“politsofik” gizemi daha açık
ve seçik olarak hissedecekler.
İstanbul’daki Sultan Ahmet patlamasının Merovenj
Hanedanı ile olan irtibatı
hususuna geçmeden evvel,
tabiî ki tarihi hatırlamak
gerekmekte. Hemen uyarmalıyım ki, konu çok uzun
lakin yer darlığı sebebiyle
yapacağımız hatırlatma
çok kısa olacak. Bu yüzden meseleye evvelinden
vâkıf olmayan kardeşler
zorlanacaklardır. Ancak
Metehan ve Serkan’ın sarih
bir biçimde anlayacağından
eminim. Diğer dostlarımızı
da konunun geniş, anlatımın
kısa oluşunun hatırlatılması
yanında, anlatımın her köşesine serpişmiş olan tam bir
kavram kargaşasının da kendilerini beklediği hususunda
uyarmak durumundayım.
Bu nedenle eğer kıymetli
zamanlarından feragat edebilirlerse, konuşmayı iki kere
dinlemelerinin yararlı olacağı
kanaatindeyim naçizane.
Nil kuzeye akınca…
Kök Mısır... M.Ö. 1600’de
Mısır’dan kaçarak çıkan
İsrailoğulları, uzun bir yolculuğun ardından nihâyet
Filistin’e geldiler. Arkada kalan Firavun ve ordusu “kızıl”
sulara gömülünce, Mısır’da
da hanedan değişmişti. Firavun Ramses Hanedanının
artıkları için hayat memat
meselesiydi o andan sonraki
günler. Bu sebeple artıklar
apar topar ülkeden ayrıldı
ve devletin vassalı, yani
himâyesi altındaki yerlerden
biri olan Grekland’a kaçtılar ve ülke halkının inancı
şubat 2016
43
haberajanda
Derin Plan
Unutmayın ki saldırı,
dünyanın son başkentindeki üçüncü kutsal emanetlerin sahibi olan
Türklerin ülkesinde olmakta ve burada devam edecek. Yani bu durum, “Ev sahibi kimin yanında olursa, o, savaşta
bir adım öne geçmiş olacak” şeklinde okunmalı! Bu itibarla zaten geriye düşmüş olan Almojudik, arayı kapatmak
için ileri atıldı ve şifreli harbe start verdi. Eğer bu saldırıda vurulanlar İngilizler olsaydı, ev sahibi, yanına Merkel’in
bakanını değil de Cameron’un bakanını alır ve “Yanındayız!” derdi. Ev sahibine bunu dedirtmek için on, on bir Alman serfi ölse ne çıkar? Kaldı ki, bu saldırıda tetiği çeken bir Alman değil, bir Suriyeli terörist. Durum bu!
üzerinde yapılan bir operasyonun sonunda ortaya çıkan
Orfeosçuluğun yapılandırılmış tanrı panteonunun
oturduğu sanılan Olimpos’a
attılar kapağı.
Hanedanın üyeleri, orada
zaten var olan gizli üslerine
yerleştiler. Hanedan adına
Homeros benzeri gezgin
ozanların Olimpos’un kut-
44
şubat 2016
sallığı üzerine “tanrı masalları” uydura uydura dolaştığı
ülkenin en kutsal dağında,
akraba evliliği yapa yapa
nesillerini devam ettirmeye
daldılar. Artık onlar, mitolojinin canlı kanlı krallarıydı ve
ana oğulla, baba kızıyla keyif
çatıyordu.
Kızıldeniz’in yarılmasından tam bin 600 yıl sonra,
Arz-ı Mev’ud’da “İsa” adlı bir
peygamber ortaya çıktı. O da
tıpkı yöre halkı gibi Musevî
idi. Fakat Musacıların yoldan
çıktığına inanmaktaydı. Bu
yüzden soydaşları arasında
inancını vazetmeye başladı.
Ancak başarılı olamadı. Hatta üç yıl sonra ortadan kaldırıldı. Bundan böyle onun yol
arkadaşları olan Havarilerin
burada yaşamalarına imkân
yoktu. Bu nedenle İsevîlerin
bir kısmı Ürdün’deki Ölüdeniz yöresine çekilerek
“Ferîsîler” olarak münzevî
bir hayat yaşamaya başladılar. İkinci grup, Antakya
üzerinden Anadolu’ya, hatta
Balkanlara geçip Mora’ya
kadar indi. Bir başka küçük
grup İsa bağlısı da Mecdeli
Yusuf Kemal Bozok
Meryem’i yanlarına alarak
Akdeniz yoluyla Fransa’ya
kaçtı.
Fransa yolcularının yanlarında şu ünlü “Kutsal Kâse”
vardı. Burada Kutsal Kâse
konusunu açarak kafa karışıklığını arttırmak niyetinde
değiliz. Gerekirse o konu bir
başka zamanda izah edilir.
Bu sebeple şimdilik geçiyoruz mevzuu.
Dönelim Olimpos’taki
Firavunoğulları Amon-Ra
Mısırcılarına. Yüzyıllar sonra
Filistin cihetinden gelen
Hıristiyanlık Mora’ya, Olimpos dağı eteklerine dayanınca, Orfeosçu ve Hermesyan
inanç sona ermiş oluyordu.
Bu nedenle onlar da dağdan
indi ve Avrupa’ya dağıldılar.
O sırada kuzeyden sarkan
barbar kavimler, küçük kıtaya
dalmışlardı. Uzun yıllarını
tanrıların dağı Olimpos’ta
geçiren Firavunoğulları,
Roma topraklarında barınamayıp, kandırılmaları
daha kolay olan barbarların
içlerine saklandılar. Derin ve
Gnostik bilgileriyle barbarların şef aileleriyle yakın temas
kurmak onlar için çocuk
oyuncağıydı. Hatta gösterdikleri “kerâmetler” nedeniyle el üstünde tutuluyorlardı.
Fakat savaş alanının kıyıcığında durmak, bekâları için
çok tehlikeliydi. Bu sebeple
başta Angeller ve Saksonlar
olmak üzere bir kısım Töton
Aryanlarıyla ortaklık kurup
onları kıtanın uzak ve sakin
bir adasına yönlendirdiler.
Britanya adasına...
Onlar dursunlar adada, biz
sözün burasında dönelim geriye, yani Filistin’den kaçarak
Güney Fransa’ya gelen Maria Magdelena grubuna…
Onlar da tıpkı Mısırcı
Firavunoğulları misali barbar
Frankların içinde saklanmışlardı bir süre. Ve “Kutsal
Kâse”nin içinde taşınan
“tanrı kanı”nı damarlarında
dolaştıran Mecdelinin kutsal kızıyla Frank soyluları
arasında bir evlilik gerçekleştirmişlerdi. Bu evliliğin
meyvesi olan “Meroven”
adlı “Kutsal Prens”, böylece
Merovenj Hanedanlığını
kurmuş oluyordu.
Bir süre sonra bu hanedanlık, Cermen/Alman
soylularıyla yeni bir akrabalık
tesis etti. Ve bu izdivaçla da
Kutsal Hanedanlık, Kutsal
Roma’nın “Karolenjler”ine
geçmiş oldu. Karolenj kolu,
uzun yıllar Kıta Avrupa’sını
idare etti ve kanlarını maviye
çeviren ilâhî “kutsiyeti” evlilikler yoluyla Viyana grandükleri, Habsburglara kadar
uzanageldi. Oradan Töton
Şövalyelerinin, Almanya’nın
kuzeyindeki Brendenburg’da
kurduğu Hohenzollern
Hanedanlığına atladı ve
Prusya’da karar kıldı. İşte günümüz Almanya’sının derin
yapısı, bu hanedana mensup
kutsal evlatlardan oluşmakta!
Devam edelim ve buradan
geçelim Britanya adasına…
Her ne kadar Alman
orijinli olsa da, Londra’da
da bir kutsal hanedanlık işbaşındaydı. Onların
kutsallığı, yüzyıllar önce
kıtaya geldiklerinde, ilk
karşılaştıkları Mısırlı
Amon-Racılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı
da mavi ve Osiris’inkiyle
aynıydı. Yani “Kutsal Baba”
Almanya’da, “Kutsal Ra” ise
İngiltere’deydi. Dünya, aynı
kökten gelen bir tanrıya çok,
ayrı kökten gelen iki tanrıya
azdı. Ve Kutsal Baba Rab
ile Amon-Ra, birbirlerinden
hiç mi hiç hazzetmiyorlardı. Kavgaları bin 600 yıl
önce Mısır’da Firavun ve
Musa’nın şahsında başlamıştı. Ve her ikisi de Nil’in bereketli ülkesini terk etmiş, bu
arada gurbet ellerde perişân
olmuşlardı. E tanrıların da
bir kaderi vardı herhâlde ve
kader iki tanrıyı bir kez daha
karşı karşıya getirmişti işte!
Unutmadan söyleyelim:
Bu, onların son karşılaşması
olmayacak ve iki ezelî düşman, bin 500 yıl sonra son
kez yine karşılaşacaklardı.
Hem de çok iyi bildiğimiz
bir şehrin ünlü bir meydanında…
İşaretler
Yazının burasında başa
eklemlenelim…
Bir cümle üstte sözü edilen iki “kutsal” arasındaki
tarihî kavganın kökeni, M.Ö.
1600 yılında, Kızıldeniz
kıyısında yaşanan “Eksodos”
(Çıkış) olayına dayanmaktaydı. Peki, gerekçesi Musa
mı, Ramses miydi? Ya da
dünyayı Musa ve İsa evlatları
mı yönetecek, yoksa Ramsesoğulları mı?
Peki, burada durup soralım: Bu iki tarafın yönetmeyi
tasarladığı “Kutsal Dünya
Krallığı”nın başkenti neresi
olacaktı? Elbette İstanbul!
Neden peki?
“Kutsal Emanetler” sebebiyle… Zira hem Filistin
çıkışlı inancın mübarek hatıraları, hem Mısırcı Ra dininin kutsal emanetleri, hem
de Müslümanlar tarafından
“Kutsal Emanetler” şeklinde
adlandırılan mîras buradaydı.
Bütün bu emanetlerin bulunduğu iki yapı vardı kentin merkezindeki “Milyon
Taşı”nın yanında. Sözünü
ettiğimiz meydan, günümüzde “Sultan Ahmet Meydanı”
olarak anılmakta ve dünyalı
gezginlerin uğrak yeri.
Bu ünlü meydanın kıyısındaki Ayasofya ve sırtını ona
yaslamış olan Topkapı Sarayı, bu emanetlerin mekânı.
Birbirini silsile hâlinde takip
eden 1715-İspanya Veraset
Savaşı’nın, 1815-Waterloo
Savaşı’nın, 1915-Birinci
Dünya Savaşı’nın, 2015üstü örtülü dünya savaşının
ve ilaveten İkinci Dünya
Savaşı’nın tek hedefi vardı:
Semavî dinlerin kutsal emanetlerini bağrında barındıran
İstanbul!
Bu noktada durulup sorulacak soru da şu: Peki, emanetler sebebiyle dünyanın
en kutsal mekânı ve ilâhî
bir misyonu sırtında taşıyan
sonuncu başkent olarak
İstanbul’un kutsal tahtına
kim oturacak?
Bu soruyu biz sormuyoruz,
yukarıda dizili savaşları her
yüzyılda bir sıralayagelen
kavimler soruşuyorlar kendi
aralarında ve bunun mücadelesini veriyorlar. Durum bu!
Söz konusu bu kutsal
kavgaların ilk satırı sayılan
İstanbul Sultan Ahmet
Meydanı’ndaki işaretler, sanıldığından daha da önemliler. Her biri bir sınır taşı,
mihenk, mühür, hatta tapu
senedi niteliği taşımakta ve
sahiplerinin idealini haykırmakta: “Dünya benim ve bu
da tapumun işareti!”
Mısır Firavunyanlarının
şubat 2016
45
haberajanda
Derin Plan
işareti, aynı zamanda gökteki
Ra’nın yerdeki hulûlü olan
Osiris’in erkeklik organı
sayılan “Dikilitaş”. Musa/
İsa kâsesinin sembolü ise
“Alman Çeşmesi”. Müslümanların işareti mi? Tabiî
ki Sultan Ahmet! Lakin o,
Gnostik bir savaşın doğrudan tarafı değil şimdilik. Zira
kendisi Gnostik bir Ezoterizmin mabedi değil. Hatta
düşmanı…
Alman Çeşmesi, yukarıda
sözünü ettiğimiz “Kutsal
Kâse” içindeki ilâhî kanın
son damlasını damarlarında
taşıyan Hohenzollern Hanedanlığının Son İmparatoru
2. Wilhelm’in parça parça
getirip 1900 yılında diktiği
ve “Dünyanın başkentinde
biz de varız!” diyerek bina
ettiği çeşme olarak bilinmekte ehlince. Çeşmenin meydan okuduğu damga ise, on
adım ötesindeki Theodosius
Dikilitaşı olarak bilinen obeliks… Tepesinde küçük bir
piramit taşıyan bu şifreli taşı
390 yılında Mısır Karnak
Tapınağı’ndan söküp getiren
ve bu noktaya diken, Roma
İmparatoru Theodosius’tu.
Aslında bu imparator,
Roma’da Hıristiyanlığı
resmî din hâline getirmiş
olmak ve ülkesindeki son
paganlara şiddet uygulamış
olmakla tanınıyordu. Paganlığın kökeni ise önce Yunan
Orfeosculuğuyla eklemlenerek Olimpos’a, oradan da
Mısır’a, Amon-Ra Osirisçiliğine uzanmaktaydı.
Aslında Osiris’in erkeklik
organını İstanbul’ a taşıyarak, Theodosius, Kızıldeniz
kıyısında ayrılan ve taban
tabana zıt olan bu iki inancın
Arz-ı Mev’udcu ve Mısırcı
46
şubat 2016
kollarını İstanbul’da birleştirdiğini îmâ ediyordu tarihi
okuyanlara ve izleyenlere.
Lakin daha sonra Britanya
adasına geçecek olan Olimpos ikâmetli Mısırcı Osirisyanlar bunu hiçbir zaman
kabul etmediler. Ve hatta
Osiris’in damgasının, hem de
düşmanları eliyle dünyanın
Gnostik başkentine vurulduğunun sevincini yaşamaya
ve Amon-Ra’ya şükretmeye
devam edegeldiler.
Yunanistan’ın ardından
Britanya’ya çöreklenen
Mısırcı Osirisyanlar ya da
Racılar, 1648 yılında bir
atak daha yaptılar, Prüten
ya da Pikgrimyan siyasetçi Cromvel aracılığıyla
Filistinli Musacı ekolün
beyin takımını adaya kabul
ettiler. İngiliz Kraliyeti’nin
Vatikan’a karşı kurduğu
Anglikanizm mezhebini bile
yetersiz bulduğu için daha
da amansız bir Katolisizm
düşmanı olan Prütenler,
kanlarında dolaşan müzmin
muhalif damar aracılığıyla
Musacıları Hollanda’da
siyasallaştırarak birer Siyoncu hâline getirerek İngiliz
siyasetindeki gizli elin bir
parçası yapıp onları bir
başka yola evirdiler. O diğer
yol, Neo-Musacıların tanrısı
Yahve’nin içine Osiris’in
saklanmasının adıydı. Böylece ortaya çıkan yeni Musacılık, Cermen Hohenzollern
Hanedanının güdümündeki
Kutsal Kâsecilere karşı
İngiliz Windsor Hanedanlığı güdümünde bir başka
Musacı ekol formatlamış
oluyordu. Onun için günümüzde bir kısım Yahudiler
İsrail’e tapınırken, bir kısım
Musevîlerse buna karşı çıkmaktalar.
Patlamada ölenler
niçin İngiliz değil de
Alman’dı?
Bunca malûmattan sonra
dönelim İstanbul’daki patlamaya…
Hıristiyanlığın ikinci
kurucusu sayılan Tarsuslu
Aziz Pavlus’a göre “seçilmiş
Tanrı kavmi” olarak vasıflandırılmış olan İsrailoğulları,
günümüzde Alman ve İngiliz Hanedanlıkları eliyle
ikiye ayrılmış ve Siyoncu
Yahudiler ve Anti-Siyoncu
Musevîler olarak yanlarına
çekilmiş durumdalar. Biz
bu iki gruba İngojudik ve
Almojudik diyoruz, biliyorsunuz.
Bu iki grubu oluşturan
Almo ve İngo’nun Judik’i mi
ele geçirdiği, yoksa Judik’in
mi Almo ve İngo’ya çöktüğünü bilemiyoruz, burası
karanlık… Ya da apaçık
söyleyelim: Kimse kimseyi
ele geçirmiş değil, zira bu
üç grubu da ele geçiren bir
başka güç var karanlığın
ortasında. O kim mi? Onu
hepiniz biliyorsunuz, bu
yüzden adını anmayacağım.
Varın, anlayın gayrı!
Dönelim tekrar yolumuza…
İşte 1975’ten itibaren
peyderpey içinde yaşayageldiğimiz mevcut örtülü savaş,
2015 yılı itibariyle daha da
derinliklere inerek Ezoterik
bir düzlemde yeniden başlamış oldu! Ya da asıl şimdi
başladı!
Hatırlayınız yukarıda
saydığımız 1715, 1815, 1915
savaş sıralamasını; bu noktada kanaatimiz o ki, 2015’e
gelinirken mücadelede geriye
düşmüş olan Almojudik
ekol, önündeki muharebeleri
atladı ve nihaî savaşı birkaç
yıl evvelinden başlattı. Yani
savaşın bundan sonraki biçimi dünyevî değil, Ezoterik
şifreler ve şifreli mesajlar
üzerinden yürüyecek. İlk
şifreli mesajı gönderen Almojudik Ezoterik hamleyi
de 2016’nın ilk günlerinde,
gizemli Alman Çeşmesi’nin
yanı başındaki gizemli
Dikilitaş’ın ziyaretçilerini
vurarak yaptı.
Hemen soralım: Patlamada ölenler niçin İngiliz değil
de Alman öyleyse?
Unutmayın ki saldırı,
dünyanın son başkentindeki
üçüncü kutsal emanetlerin
sahibi olan Türklerin ülkesinde olmakta ve burada
devam edecek. Yani bu
durum, “Ev sahibi kimin
yanında olursa, o, savaşta
bir adım öne geçmiş olacak”
şeklinde okunmalı! Bu itibarla zaten geriye düşmüş
olan Almojudik, arayı kapatmak için ileri atıldı ve şifreli
harbe start verdi. Eğer bu
saldırıda vurulanlar İngilizler
olsaydı, ev sahibi, yanına
Merkel’in bakanını değil de
Cameron’un bakanını alır ve
“Yanındayız!” derdi. Ev sahibine bunu dedirtmek için
on on bir Alman serfi ölse ne
çıkar? Kaldı ki, bu saldırıda
tetiği çeken bir Alman değil,
bir Suriyeli terörist. Durum
bu!
Gördüğünüz gibi burada
İngojudik ve Almojudik’in
yanında bir üçüncü taraf
daha çıkıyor: Türkler!
Tabiî İngo ve Almojudikler, işin iç yüzünü biliyor ve
en açık şekliyle okuyorlar.
Ancak üçüncü taraf, tıpkı bir
zombi gibi gözleri ve ağzı
Yusuf Kemal Bozok
Ve tabiî bütün bunlar olurken
Devlet Bahçeli rahatsızlandı. Bu da bir şifrenin yansımasıydı haddizatında. Bu sebeple doktorlar, hasta hakkında yaptıkları açıklamalarında önce anjiyo dediler, sonra
da duyuldu ki MHP Genel Başkanı ameliyat masasına yatmış ve ikinci kez açık kalp ameliyatı olmuştu.
bağlanmış durumda… Bir
bakıma kör ve sağır… Öyle
ki, ta baştan beri peyderpey
ortaya salınan şifreleri okumakta zorlanmaktaydı. Bu
nedenle sık sık aldatıldığını
itiraf ederek durumunu tekrar tekrar resetlemek zorunda kalmıştı. İşte bu yüzden
İstanbul patlamasının hemen
ardından ve her zaman olduğu gibi, Ankara Hükûmeti,
mağdurun yanında durma
aceleciliğini gösterdi ve tarafını belli etti. Bu olmadı işte!
Ancak neyse ki Cumhurbaşkanı Erdoğan,
Almanya’ya arka çıkmadan
genel bir açıklama yaptı:
“Türkiye’nin kararlı ve
ilkeli duruşu devam edecektir. Bizim için adı veya
kısaltması ne olursa olsun,
birbirlerinden farkları yoktur.
Bu bölgede faaliyet gösteren
tüm terör örgütlerinin ilk
hedefi Türkiye’dir. Çünkü
Türkiye, bunların hepsiyle
aynı kararlılıkla mücadele
yürütmektedir.”
İşte bu beyanat içinde yer
alan “Bu bölgede faaliyet
gösteren tüm terör örgütlerinin ilk hedefi Türkiye’dir”
cümlesi, kanaatimizce
hakîkati ifade etmekte. Ne
Alman, ne de başkasını… Ve
bu açıklama nedeniyle ABD
Başkan Yardımcısı Biden
damladı Türkiye’ye. Öyle
zannediyoruz ki, ülkeyi idare
eden partinin tepesindeki
iki adam üzerinden bir operasyon yapmak ve 1 Kasım
seçimlerini geçersiz kılmak
için!
Tarihin bu dilimine fokuslanan her göz için görünüyor
her şey. Çünkü Biden’in
ziyaretiyle birlikte ortaya bir
“erken seçim şayiası” atıldı.
Neden peki? ABD Başkan
Yardımcısı, işbirliği içinde
oldukları eşlerine dostlarına “Bir erken seçime hazır
olun!” mu dedi yoksa?
Ve tabiî bütün bunlar
olurken Devlet Bahçeli
rahatsızlandı. Bu da bir şifrenin yansımasıydı haddizatında. Bu sebeple doktorlar,
hasta hakkında yaptıkları
açıklamalarında önce anjiyo
dediler, sonra da duyuldu
ki MHP Genel Başkanı
ameliyat masasına yatmış ve
ikinci kez açık kalp ameliyatı
olmuştu.
Bir başka karanlık nokta
daha var okunmayı bekleyen: Ankara’ya yapışmış
gibi bayramda seyranda bile
başkentten ayrılmayan Sayın Başkan, ameliyatını hiç
olmayacak bir yerde anîden
ortaya çıkarak yaptırdı. Niçin
Ankara veya İstanbul değil
de bir ilçe? İnsan sormadan edemiyor. Yoksa toz ve
dumana boğulacağı sezilen
bir ortamın arefesinde muhalefetin yanında durmaya
imtina eden MHP lideri
oyun dışına mı itilmekte?
Partisini ele geçirme operasyonu esnasında istirahate
mi yollanmakta? Bahçeli bu
oyunu biliyor ve can korkusuyla Ankara’yı terk ederek
ücra bir İstanbul ilçesindeki
sadık Ülkücü doktorlara mı
emanet ediyor kendisini?
Neler oluyor hayatta?
Her şeyin doğrusunu Yüce
Âlim olan biliyor!
şubat 2016
47
haberajanda
Siyaset
Süreç olmasa balyoz vurulamazdı
C
HP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürekli açıklamakla tehdit ettiği bilgi şu olsa gerek: “Çözüm Süreci sırasında Emniyet birimlerine 400
ihbar geldi, hiçbir şey yapmadılar!” Eminim üst akıl bu açıklamaya kıs kıs
gülüyordur. Kılıçdaroğlu bu açıklamayı yaparken aslında şunu demek
istiyor: “Siz ‘Aman sürece zarar gelmesin!’ derken, adamlar kentlere hem malzeme,
hem de terörist yığınağı yaptı, birçok bölgede de tuzaklar kurdu. Devlet ise hepten
uyudu. Bunları görmezden gelerek ülkenin bölünmesi için işbirliği yaptınız!”
>> Yani Kılıçdaroğlu’na
göre AK Parti’nin tek bir
derdi var, o da iktidar olmak(!). Daha kestirmeden
söyleyelim, hıyanet etmek(!).
Haydi daha yumuşak söyletelim: Gaflet ve delalet içinde
bulunmak(!)... Asker öyle,
polis öyle, istihbarat elemanlarının hepsi bilfiil işbirliği
içinde(!)… Bir daha yumuşatalım: Hepsinin gözlerine
perde inmiş(!). Ya da korktular, “Artık yeter! Bölünürse
bölünsün de biz de kurtulalım” demek istediler(!)...
Bu mu yani? Lütfen birileri
şu adama, “Devletin bazı
alanları bilerek terk ettiğini,
düşmanı tek merkezde toplanmaya mecbur edip toptan
48
şubat 2016
imhâ etme şeklinde gelişen
yeni savaş stratejilerinin ne
olduğunu” anlatsın! Konvansiyonel savaş ile gerilla
harbi arasındaki farkı, gerilla
harbi ile konvansiyonel harbin sentezinden çıkan yeni
savaş taktiklerini, bu iş için
bu ülkede dünya kadar kafa
patlatan adam olduğunu,
PKK nasıl sürekli strateji değiştiriyorsa, Devletin de aynı
şekilde buna karşı modern
konseptler oluşturduğunu
öğretsin! Çünkü bu adam (!)
hükûmet alternatifi…
HDP’ye yakın olmalarının
yanında, “Çözüm Süreci
devam etmeli, bu işi de biz
çözeriz!” iddiasında bulunanlar, “Çözüm Süreci’nin doğru,
ama uygulaması yanlış!” diyenler, bütün iddialarını “teröristle pazarlık yapılmasına”
dayandırdılar. Tabiî bu iddialarını tarihsel perspektiften
bîhaber yaptılar.
Bilinçaltlarında İmralı
ile konuşulmasını Devletin gerilemesi ve terörün
meşrûlaştırılması olarak
tanımlıyorlardı. Özellikle
MHP’liler bunu daha çok
açığa vurdular. Geçmişi öyle
bir perspektiften okumuşlar
ki, sanki bu millet hiç yenilmemiş, hiç gerilememiş, hiç
kimse ile anlaşmamış, yapılan
antlaşmalarda kazanan hep
biz olmuşuz gibi bir algı
yönetmeye kalktılar. Varsa
yoksa “Vur, kır, öldür, öl!”…
Bildikleri bundan öteyse
buyursunlar…
Muahede, anlaşma ve antlaşma arasındaki farkı bilmeyenlere ne anlatabilirsiniz ki?
İmralı ile neler konuşuldu,
hangi hususlarda mutâbık
olundu, hangi muahedelerde
bulunuldu? Bunları elbette
biz bilemeyiz. Muahedeler
zaruret karşısında hükümler
içerirler ve konjonktüreldirler.
Zaruret ortadan kalktığında
hiçbir hüküm taşımazlar.
Gücü eline alan ânında çark
eder.
Bu yüzden sadece sosyolojik ve siyasî düzlemdeki
değişiklikleri gördükçe bir
öngörüde bulunabilirsiniz.
Onu da anlayabilmeniz için
gün gün, saat saat tüm aktörleri, tüm olayları tek tek takip
edip yapılan açıklamalarla
gelinen durumu kıyaslayarak
bir sonuca ulaşabilirsiniz.
“İlkeli mi, pragmatist siyaset mi?” sorusu duradursun,
Murat İlkter
muratilkter.ajanda@gmail.com
kesin olan bir şey var ki, her
iki taraf da “reel politik” bir
strateji oluşturmuş hâlde,
onun üzerinden sonuç elde
etmeye çalıştı. Sorumluluk ve
hesap verilebilirlik noktasında daha tedirgin olan elbette
Hükûmet. Hem temsiliyet,
hem de milletin istikbâli
adına hareket etmek zorunda.
Çünkü hesap verilebilirliği
mevcut. O yüzden süreç
öncesinde ve süreç sırasında
denenmedik tek şey bırakılmadı.
Savaşıldı mı? Savaşıldı,
dünya kadar insan toprağa
girdi. Oturulup konuşuldu
mu? Konuşuldu. “Derdiniz
ne?”, “Ne istiyorsunuz” dendi
mi? Dendi. Bunların karşısında sosyal, kültürel ve siyasal haklar verildi mi? Hepsi
verildi…
Madem devlet algısı değişecekti, madem sosyal yapı
değişip Avrupalı olacaktık, bu
yüzden “PKK silah bıraksın!”
diye liberalizm adına yerel
yönetimlere neredeyse sınırsız
yetkiler tanındı. Olacağından
değil ha, bir umut!
PKK da bunu fırsat sanıp
gücü olabildiğince içeri taşıdı. Suriye’deki kantonlarla
birleşip Kürt devleti kurma
hayâliyle yanıp tutuştular.
Kobani ondan dolayı simgesel bir anlam taşıyordu. PKK,
pardon HDP Eş Başkanı
Demirtaş şimdi diyor ki,
“İç savaş çıkabilir”. Daha ne
çıkacaksa?
Diyarbakır Sur’da operasyonlara katılan bir astsubaydan aldığım bilgiye göre,
bölge halkı bu sefer örgüte
destek olmuyor. Hatta askere
ve polise öyle destek olunuyor
ki, “Bizi bu itlerden kurtarın!”
deniyor.
PKK neden silah
bırakmadı?
Devlet kurmanın en
önemli esası, arkasında silahlı
bir gücün, yani ordunun olması söz konusu olduğundan,
silah bırakmak PKK’nın asla
işine gelmedi! Ana hedef
olan bağımsız bir devletten
asla geri adım atmadılar. Zaman zaman “Bizim esas hedefimiz haklarımızın teslim
edilmesi” dense de, tarihsel
perspektiften bakınca, “bağımsızlık ideali bir kavmin
kulağına kaçtı mı, bir daha
iflah olmuyor”. Bazen siniyor,
bazen eziliyor, bazen susuyor,
ama o ateş hiç sönmüyor.
Beraber yaşama azmi ve kararlılığı sosyal düzlemde gelişiyor, fakat ne oluyorsa, devlet
otoritesi azıcık zayıfladığında
veya ülke savaş tehdidi altına
girdiği anda düşmanla ânında
işbirliği yapılarak ateş körükleniyor. “Destek gelsin” diye
de bunu alenî yapıyorlar.
Suriye’de bir operasyon
mu gerçekleştirilecek, ânında
PKK bir yerde eylem patlatıyor. Sınır ihlâli yapan Rus
uçağı mı düşürüldü? Demirtaş, anında soluğu Moskova’da
alıyor, Putin’in karşısında
emre intizar bekliyor. ABD,
Türkiye ile stratejik anlaşmazlığa mı düştü? PKK’nın
Suriye uzantısı PYD’yi hemen muhatap alınıp Türkiye
kıçı kırık bir örgüt tarafından
tehdit ediliyor.
Osmanlı’ya karşı zamanında Araplar özneyken, şimdi de
Kürtler merkeze alınıyor. “Şu
an dört taraftan kuşatıldık”
dersek abartmış olmayız. Halep düştü. Cerablus ve Afrin
düşmek üzere! İçeride operasyonlar devam ediyor. Savaşa
girmeye kalkıldığı an arkadan
vurulmamız kesin! O yüzden
Cizre, Nusaybin ve Sur’da yapılan operasyonların sonuçları
Devletin ve milletin bekâsına
direkt etki ediyor. Bugünlerde
öldürülen hiçbir PKK’lının
anasına ağlayasım yok!
Türkiye Cumhuriyeti’nin
elinde artık tek bir yol kaldı:
Güvenliği tekrar tesis ettikten
sonra “halkın efkârını birlik
ve beraberliğe evriltmek”…
Bunun için de yerinden
yurdundan olan vatandaşlara
her türlü ekonomik ve sosyal
imkânı seferber etmek lâzım.
Ardından da bölgeye yapılacak siyasal, sosyal ve kültürel
açılımlarla halkı PKK’dan
kurtarmak gerekiyor. Bunun
ardından da Kürt hareketini
alternatif siyasî kurumlarla
donatıp muhatap sayısını
artırmalı Devlet.
Vizyon değişimi
Bu meseleye artık din
açısından da bakmıyorum,
ahlâk ve gelenek açısından da.
Çünkü çok kalleşçe bir savaş
yürütülüyor. “Doğu tuzak
kurar, Batı düello yapar”
derler ya, sanki bunu ispat
ediyor alçaklar. Sıkıştıkça da
kalleşlik katsayıları artıyor.
Yoksa evinde uyuyan iki polisi neden vursunlar? Evinin
önünde, hanımının gözü
önünde askere neden kurşun
sıksınlar? Sabah mesaisine
gitmeye çalışan uzman çavuşu ensesinden tek kurşunla
neden katletsinler? Evinde sıkıştırdıkları gencecik bir genci balkondan atıp ardından
da arabayla defalarca neden
üstünden geçsinler? Karşısına
çıkmaya cesaret edemediği
polis ve askeri Sniper ile neden öldürsünler? Bu kalleşlik
değil de nedir?!
Gördüğünü indir!
Böyle savaşa böyle tarak!
Allah’tan, artık asker de, polis
de terörle mücadelede pişti. O
kadar dikkatli hareket ediyorlar ki, meşrûiyetten ayrılmamak için neredeyse canlarını
hiçe sayıyorlar. Sivil vatandaşlara zarar gelmesin diye
kılı kırk yarıyorlar. Biliyorlar
ki, ölen her mâsum vatandaş,
ezilen, sindirilen, horlanan her
kişi PKK’nın propagandasına
malzeme teşkîl ediyor.
Böyle devam ettiği sürece
PKK’nın artık bu topraklarda
şansı kalmayacak. Deniz bitti,
sabır tükendi. Asker ve polis
o yüzden bu kez işi çok sıkı
tutuyor.
Bilinmelidir ki, eğer o
açılım yapılmasa, PKK ve
onun uzantısı HDP muhatap
alınmasa, yani kısaca barış
ve anlaşmadan yana tavır
konulmasa, süreç sırasında
(neredeyse iki sene boyunca)
kimsenin burnunun kanamasının önüne geçilmese, “bu
operasyonları bu şiddette asla
yapamazdık”! Teröristi açığa
çıkaramaz, kimin teröriste
destek verdiğini, kimin birlik
ve beraberlikten yana olduğunu belirleyemez, Kandil’e
bomba yağdıramazdık!
Yaptığınız her operasyonu,
“meşrûiyeti kaybetmek” olarak tanımlarlardı. Uluslararası
hukuk açısından meşrûiyet
işte bu sürece bağlıydı! Çünkü tüm dünyada süreçler bu
şekilde yürütülüyor.
Güvenlik zafiyetini önleyecek tedbirlere de gereken
önem verilmeye başlandı.
Gerekirse şehirleri bile nakledecek noktaya gelindi.
Sürece sadakati bozan kaybediyor. PKK… Kaybetti!
şubat 2016
49
haberajanda
Analiz
Hatırlayınız, Hükümet
2015’in son aylarında,
yani sonbaharın başında korucu sayısını arttırma kararı almıştı. Ve
yanlış hatırlamıyorsam,
5 bin kişilik bir kadroda
karar kılınmıştı. Lakin
öyle bir manzarayla
karşılaşıldı ki, 5 bin kişilik istihdam karşılığında
60 bin müracaat yapıldı.
Yani “Abdülhamit tekniği” ikinci evresine geçerken görüldü ki, “Kürt
civanları” bu tekniğe
gönüllü destek içerisindeler. Asıl haber, sonbaharın son ayında geldi:
Devlet, Kürt popülasyonunun ileri gelenleri
ve kanaat önderleriyle
bir ziyafette yan yana
geldi. Ve böylece fiilen
yeni dönemi başlattı
“Yavuz modeli”ni tekrar
ederek.
***
Anlaşılan o ki, ta bidayette dahi devletin
derinliklerdeki operasyonel masalarına konulan hedef, “Pan-Kürdist
hareket”i bitirmekti.
Yani diyelim ki, “Niyet
her zaman böyleydi”.
Ancak icraat bu doğrultuda seyretmedi, problemi bitirmek mümkün
olmadı ve yıl yıla bindirilerek otuz beş kanlı
katman oluşturuldu. Bu
düzlemde en can alıcı
soru, “Peki, terör neden
bitirilemedi?” olmalı. Ki
zaten devlet de bu soruyu sormuş kendine;
derin aklından kat’î cevabı almak üzere…
50
şubat 2016
Maraba isyanının sonu ve
Barış Süreci’
B
İRKAÇ ay önce, Yaşar Kemal’in ölümünün akabinde, dergimiz sayfalarında bir yazı kaleme almıştık “Abdi Ağa, Yaşar Kemal ve İnce
Memed: Maraba İsyanının Sonu” başlığıyla. Yazının muhtevasını
okuyanlar hatırlıyordurlar, ancak okumayanlara ve unutanlara kısa
bir özet yaparak girelim bu makalenin konusuna.
>> Ta Yavuz’dan beri
“Kürt bölgeleri” ve bölgedeki “kanaat önderleri” ile
işbirliği içerisinde politikalar belirleyen Türk Devleti,
1950 yılından itibaren ve
Demokrat Parti eliyle makas değiştirdi. Menderes ve
adamları, Cumhuriyet’le
birlikte zoraki olarak
CHP’ye kaptırılmış olan
çoğunluk “Kürt beyleri ve
ağaları” yerine marabaları
oturtarak geleneksel politikayı masadan sıyırmışlardı.
Lakin Menderesciliğin bu
politikası ancak yirmi sene
gitti ve 1980’le birlikte ters
tepti. Yani tarih boyunca ilk
kez adam yerine konan marabalar, devlet eliyle ikram
edilen ilgi ve kendilerine
bahşedilen şerefi hazmedemedi ve özlerinde bir güç
ve itibar vehmederek isyan
ettiler. İşte o isyanın doğurduğu PKK ile 35 yıldır
örtülü bir savaş ortamı
hâkim ülkeye!
Söz konusu yazıda sorulmuştu “Peki, çare ne?”
diye. Cevap ise şöyle veriliyordu: Tek çare, “havuz
politikası”na geri dönmek
ve “Abdülhamit tekniği”ni
işletmek…
Yani barış ya da görüşme masasından PKK ve
diğer maraba artıklarını
sıyırıp çöpe dökmek artık
şart oldu! Bundan itibaren
tıpkı Koca Yavuz’un yaptığı
gibi, kadim Kürt beyleri,
aşiret ağaları ve dinî kanaat
önderleriyle el sıkışmak,
tek çıkar yol olarak ülkenin
önünde durmakta. Ancak
cesaretle yürüyecek yetkili
aranıyor!
Abdülhamit tekniğine
gelince…
Son İmparator’un, İmparatorluğun can çekiştiği
yıllarda kurduğu “Kürt
Alayları” anlayışını günümüze uyarlamak gerekiyor.
Zaten farkında olmayarak
“Uyarlanmış durumda!” deyip açıklayalım: Hamidiye
Alayları’nın günümüzdeki
benzerinin adı “koruculuk
sistemi” olarak yıllardan
beri varlığını sürdürmekte.
Bu bağlamda sistemin kaldırılmasına yönelik arzu ve
yönlendirmelerin hayırlı ve
samimi olduğu kanaatinde
değiliz. Ve bunlara ekli
olarak, daha evvel kanunu
çıkarılmış olan “ombusdmanlık rejimi”ni hayatın
her alanına hâkim kılmak
da elzem.
“Abdülhamit”in
akl-ı “Selim”i
Evet, sözü edilen makalede özet olarak bu
hususlar önerilmişti. Aradan geçen zaman içinde
“Barış Süreci”, önce teorik
olarak, ardından da fiilen
sona erdi/erdirildi. Hatta
eskisinden daha şiddetli bir
çatışma ortamına dönüldü.
Terör, önce Kobani, sonra
Suruç ve benzeri birkaç
merkezî olayla -ki bunların
en saldırganı Ankara Garı
vakasıydı- ve artan bir
ivmeyle ilçeleri, mahalleleri ve hatta şehirleri yakıp
yıkmaya başladı. Tabiî anî
bir refleksle devlet bu atağa
Turgay Alkan
turgayalkan.ajanda@gmail.com
nin şifresi
aynıyla karşılık verdi. Önce
polislerle ateşi söndürmeyi
denedi fakat emniyet güçleri
yetmeyince ordu birlikleriyle
kapsamlı bir operasyon başlatıldı.
Söylem bidayette kat’î idi;
“Bu iş bitecek!” kararlılığıyla
2015’in sonu “16”nın başında da süregidiyor. Görünen
manzara itibariyle eylem,
söylemle yüz yüze örtüşmekte. Ve yansıdığı kadarıyla bu
iş bitecek… Ya sonra?
Devlet, operasyonlardaki
başarının somut göstergelerinden yola çıkarak, kendine
artan güveniyle birlikte kesin
bir takvim oluşturarak operasyon sonrasının da ipuçlarını vermeye başladı.
Hatırlayınız, Hükümet
2015’in son aylarında, yani
sonbaharın başında korucu
sayısını arttırma kararı almıştı. Ve yanlış hatırlamıyorsam,
5 bin kişilik bir kadroda karar
kılınmıştı. Lakin öyle bir
manzarayla karşılaşıldı ki, 5
bin kişilik istihdam karşılığında 60 bin müracaat yapıldı. Yani “Abdülhamit tekniği”
ikinci evresine geçerken
görüldü ki, “Kürt civanları”
bu tekniğe gönüllü destek
içerisindeler. Asıl haber,
sonbaharın son ayında geldi:
Devlet, Kürt popülasyonu-
Devlet, soruyu sormadan önce cevabın ne
olacağı hususundaki kararını ta 2011’de vermiş,
A’dan önce B planını yapmış ve dosyaya yerleştirmişti. Peki, stratejik öneme haiz B planının içeriği
neydi? Cevap: İşte bugün varıp dayanılan nokta!
Yani Yavuz modeli ile Abdülhamit tekniği…
şubat 2016
51
haberajanda
Analiz
otuz beş kanlı katman oluşturuldu. Bu düzlemde en can
alıcı soru, “Peki, terör neden
bitirilemedi?” olmalı. Ki zaten
devlet de bu soruyu sormuş
kendine; derin aklından kat’î
cevabı almak üzere…
nun ileri gelenleri ve kanaat
önderleriyle bir ziyafette yan
yana geldi. Ve böylece fiilen
yeni dönemi başlattı “Yavuz
modeli”ni tekrar ederek.
Mevzubahis model ve
teknik, bundan sonrası için,
yani yeni yolun kararlaştırılmış belirleyeni olacak gibi
görülmekte. Ve biz, 2016’yla
birlikte daha da geliştirileceği
kanaatindeyiz. Bu arada, “kayış atmış” olan maraba temsilcilerindeki cinnet atarı ve
siyasî panik, kendilerinin çöp
kutusuna atılıyor olmalarının
öfkesinden başka bir şeye
işaret etmiyor. Durum bu!
Yeni adıyla “Millî Kardeşlik Projesi” olarak start
alan yolculuğun ilk hâlinin
derin bir okuması olduğu
kanaatiyle başlığı bir kez
daha hatırlayalım: “Maraba
52
şubat 2016
İsyanının Sonu ve Barış
Süreci’nin Şifresi” ya da
“Barış Süreci’nin Arkasında
Yatan B Planı”…
An itibariyle devlet ve millet olarak Türkiye’nin gelmiş
olduğu durak, devletin derinliklerinde A ve B gibi en
az iki planın bidayette kayda
geçirildiğini anlatıyor duyan
kulaklara. Yoksa sanıldığı
ya da yazılıp çizildiği gibi
“Hele başlayalım da olmazsa
düşünürüz” pejmürdeliğinde değil(miş) devlet. Yani
en yakışan tavır olarak, her
müşkülat karşısında olduğu
gibi, devletin bu meseleye de
iki planlı başladığı anlaşılıyor.
Varsayalım ki öyle olmasın,
o durumda da devletin demir
gibi bir iradesi ve çelik yay
gibi atan bir refleksinin olduğunu düşünebiliriz. Yani her
durum ve şartta, karşı tavırla
cevap vermek de devletlere
has bir kimyadır. Lakin “sık
sık hazırlıksız yakalanan ve
kervanı yolda dizen devlet”
resmine takılıp kalmak ve
devleti, “istimi arkadan gelen” yandan çarklı takalar
gibi düşünmek yanlış olur.
Yani bu hususta da böyle bir
devletin vatandaşları olunduğunu düşünmeye hacet
yok; zira devletin çok planlı
hareket ettiği ayan beyan
belli artık.
Anlaşılan o ki, ta bidayette
dahi devletin derinliklerdeki
operasyonel masalarına konulan hedef, “Pan-Kürdist
hareket”i bitirmekti. Yani
diyelim ki, “Niyet her zaman böyleydi”. Ancak icraat
bu doğrultuda seyretmedi,
problemi bitirmek mümkün
olmadı ve yıl yıla bindirilerek
Elbette daha evvelki dönemlerde de sorulmuştu bu
soru devlet katmanlarında.
Buna bağlı olarak soruya
değişik zamanlarda değişik
cevaplar verilmiş, cevapların
işaret ettiği yollar denenmiş,
lakin netice alınamamıştı. Bu
kez, yani son soruşta da sual
aynıydı tabiatıyla, fakat alınmak istenen cevap başkaydı.
Kanaatimiz o ki, zannedildiği
gibi içinde “barış” geçen palyatif bir karşılık da istemiyordu devlet bu sorusuna. Hatta
şu saptamayı yapmakta da bir
beis yok: Devlet, sorusunun
onlarca cevabını da biliyordu
haddizatında; bizzat tecrübe
ettikleri ve teorik olarak tecrübeye gerek görmedikleri
dâhil... Ve devletin sorduğu
da soru değildi temel itibariyle; zira sorusunu bilen,
cevapla ilgili bir kanaate de
sahip demektir.
Devlet, soruyu sormadan
önce cevabın ne olacağı
hususundaki kararını ta
2011’de vermiş, A’dan önce
B planını yapmış ve dosyaya
yerleştirmişti. Peki, stratejik
öneme haiz B planının içeriği
neydi? Cevap: İşte bugün
varıp dayanılan nokta! Yani
Yavuz modeli ile Abdülhamit
tekniği…
Ancak devletin, 2015 sonu
ve 16 başında durduğu noktaya ulaşabilmesi için bir A
planına ihtiyacı vardı; sözü
edilen bu plan tamamen
taktikseldi. Ve o taktiğin adı
da “Barış Süreci” idi.
Turgay Alkan
Ve (teatral) süreç başlatıldı!
“Stratejik B planı”ndan
habersiz olan toplum anında
ikiye ayrıldı ve “taktik A
planı”nın işleyişini tartışmaya başladı. Bir kısım,
“Hükümet’in hatırı”na
planın yanında durdu ve
daha dün “bebek katili” diye
nitelediği Abdullah Öcalan’ı
bile alıştıra alıştıra sevmeyi becerdi. Sonunda Apo,
Batı kazığı yiyerek zindana
düşmüş, zindanını derin bir
huşu içerisinde okuduğu iki
bin kitapla bir Yusuf medresesine evirerek ak saçlı bir
bilge adam olup çıkmıştı.
Artık o, gerçeği görerek
devletinin yanında yer almış
bir tövbekârdı. Bu haliyle
affedilmese bile “ev hapsi”yle
hayatı kolaylaştırılan bir
vatandaş olabilirdi.
Tabiî bir de bunun karşısında olan kamp vardı. Ve
onlara göre Hükümet, katil
başı Apo’yla anlaşarak kutsal
vatanın bölünmesini planlayan bir müstevli grubuydu.
Hatta ülkeyi satan paragözler partisi… Bu durumda
bu kampa tek şey kalıyordu:
Mustafa Kemal’in askeri
olmak… Zaten onlar da
öyle olup kafalarına modası
geçmiş kara kalpak geçirerek
ağaçların altlarına koştular;
hem de onları park ağaçlarının altına çağıranların bidayetten beri Mustafa Kemal’e
“Burjuva Kemal” dediklerini
ve meselenin üç beş ağaç
olmadığını anlamadan…
Sonra berdevam benzeri
komplolar…
Mağluptur bu
yolda galip (!)
Peki, bu bağlamda, yani
süreç start aldığında Kürtle-
rin durumu neydi?
“Kürtler” derken, elbette
“Pan-Kürdistler”den söz
ediyoruz; işinde gücündeki
vatandaşlarımızdan değil. Ki
o sözü edilen Pan-Kürdist
maşalar, tam bir zafer sarhoşluğu içinde dağdaki inlerinden çıkmış hâlde “Süreç
Caddesi”ne düşüp düzdeki
yerleşim yerlerine koşmuşlardı. Tıpkı peynire üşüşen
sıçanlar gibiydiler o anlarda,
gözleri her şeyi görüyordu
da tuzağı göremiyordu. Bu
arada kışlasına çekilen asker,
karakoluna çekilen emniyet
gücü ise eylemsizliğe bürünmüş olarak “berkemâl bir
asayiş” içerisinde görevlerini
icra edegidiyorlardı. Yani güvenlikçiler nedense herkese
karışıyor, lakin PKK militanlarına karışmıyorlardı ya da
karıştırtılmıyorlardı. Tekrar
diyelim: Nedense?
Bir nevi özgür Cehennem
zebanileri misali, “süreç militanları” da kentlerdeki uygun
mahalleleri ele geçirmeye
başlamışlardı bile. Bu arada
silahlı ve maskeli başıbozuklar sokak başlarını tutuyor;
şehirlerarası yolları kesiyor
ve “çakma bir devletin zafer kazanmış elemanları”
ukalalığıyla kimlik taraması
yapıyorlardı. Bu hâlleriyle
birer “Stalinist Devrim Muhafızı” milisi gibiydiler. Bu
bile kesmedi kolay zaferlerin
sarhoşlarını ve derken ikinci
aşamaya geçtiler: Vaktiyle
dağlara yığılmış silahları şehirlere indirip örgüt evlerine
depoladılar. Bununla kalmayıp, zaten kendilerinden olan
belediyelerin yardımıyla patlayıcı ve bombaları asfaltların
altlarına gömdüler.
Tabiî bu arada Kürdist
siyasetin müfettişleri her
hafta “kutsal ada”larına taşınıp “sahte Mesih”lerinden
direktif alıyor ve birer “kutsal
elçi” gibi medya karşısına
geçip bağlılarına müjdeler
veriyor; yetmiyor, hızlarını
alamayınca devlete talimatlar
yağdırıyor, toplumu hizaya çağırıyorlardı. Mutlaka
kendi aralarında da “silahlı
mücadele” sayesinde koskoca
TeCe’yi dize çöktürmenin
keyfi içerisinde şampanyalar
patlatıyorlardı. E haklarıydı
tabiî; zira ETA’nın, Basklıların ve nice ayrılıkçı örgütün
yapamadığını yapmış ve
mücadeleden başarıyla çıkmışlardı(!). Lo lo lo lo lo!
Peki, durum gerçekten
böyle miydi?
Aslında devlet, tabiî ki
olan bitenin farkındaydı;
yollara gömülen patlayıcıları bile biliyordu, hem de
adres adres... Nereden mi
anlıyoruz devletin bildiğini?
Ta 2012 görüşmelerinde,
Oslo’da kendi ağzıyla söylemişti MİT Başkanı. O
toplantıda PKK heyetine,
“Memleketin altına bomba
yığdığınızı bilmediğimizi mi
sanıyorsunuz?” derken zafer
sarhoşu militanlara tüyo
veriyordu aslında.
koparılması kalmıştı. Devlet,
demir eldiveni giymeye hazırlanıyordu artık.
Her şey 7 Haziran’ın
sonunda, kesinlikle yüzde
41’lik değil, yüzde 49’luk
oranı yakalayabilecek
olan Hükümet’in “Kürt
kardeşler”e son bir şans verme arzusuna varıp dayandı.
Bu nedenle kirli oyun bitecekken bitirilmedi. Demir
eldivenin üzerine kadife kılıf
geçirildi, nihayet ötelendi,
devlet sakin bir suskunluğa
büründü. Eğer böyle olmasaydı, kardeş Kürtler, içlerinde kalan ukdeyle her zaman
soğuk davranırlardı devlete.
Bu bir!
İkincisi… Seçim öncesindeki nihaî operasyonlara
karşı dünya kamuoyu itiraz
eder ve Türk Devleti’ni antidemokratlıkla suçlayabilirdi.
Bunlardan daha mühimi de
şu: Her şeyden önce devlet,
eski ceberut hâlini soyunmuş
hâlde on yıldan beri “merhamet devleti” olma yolunda
hızla ilerlemekteydi.
Lakin onların, gözlerinin
önündeki hezeni görecek
halleri yoktu. Bu uyarının
gelecekte başlarına açacağı
belayı nasıl hissedeceklerdi
ki?
İşte bu sebeplerle 7 Haziran, altın tepsi içerisinde
HDP’ye sunuldu! Hatta
bir söylentiye göre, seçim
tutanaklarına kallem katıldı ve HDP’nin hesabına
almadığı oylar yazıldı; yani
“Beyaz Türk ve Beyaz Kürt
ortaklığı”nın hak ettiği yüzde
9 buçukluk oran, çıkartıldı
yüzde 13 nokta bilmem
kaça…
Tarih kendi künhünce akıyordu. Bu arada A planının
görünürlüğü ve fiilî durumu
içerisinde kendi kendine
işleyen B planı çoktan tamamlanmış, kuş kafese girmiş ve sadece çekilip başının
Bir bakıma devlet, “Türk
Devleti” olmadan evvel son
bir kez “Türkiye” olmak istedi ve demokrasi düzleminde
Kürtlere 80 milletvekili verdi
belki akleder, düşünür ve
ihanetten vazgeçerler diye.
şubat 2016
53
haberajanda
Analiz
Ama Kürt kardeşler değil,
Pan-Kürdistler, şarap sarhoşluklarının üstüne bir de esrar
çekip düşünmedi, akletmedi
ve ihanet yolundaki maceralarına süregittiler. Eğer
düşünse, akletse ve ihanet
yolundaki maceralarına
süregitmeselerdi, için için
kozmik odasında işleyen
stratejik derinlikli B planı
devreye sokulmaz ve her şey
daha güzel ve siyasî kardeşlik
bağlamında gelişirdi. Olmadı...
İşte bu sebeple nihaî karar
verildi ve 1 Kasım’ın yolu
göründü! Yani B planı legalleşti ve Pan-Kürdizmin darı
kuruldu; hem de son olarak,
kıyamete kadar bir daha
dirilmemecesine…
Tüm bunlar olup biterken
ve ülkedeki herkes bir kafa
karışıklığı içerisinde kendisine biçilen rolü oynarken, bir
“siyaset dâhisi” olduğunda
neredeyse her kesimin fikir
birliği ettiği bir adam gülüp
duruyordu. Malûm adamdan
söz ediyoruz; kanaatimiz o
ki 1 Kasım, onun başkanlık
ettiği derin masanın eseri...
O derin masa ise “derin
devlet”in…
Ancak mevzubahis “derin devlet”i oluşturanlar,
1453’ten beri ilk defa “derin
millet”in bilge ak saçlılarıydı
ve kadro, ülkenin en bilge
adamlarından oluşuyor olmalıydı.
2015 yılı biter ve 16 başlarken, devletin tüm silahlı
güçlerini “Pan-Kürdist”
militanlara karşı topyekûn
bir imha hareketi içerisinde
izledi herkes. Ve atılan her
fişekle sıkılan her kurşunun
hedefini bulduğu belli oluyor.
Elbette daha evvel de fişek
atılmış ve kurşun sıkılmıştı,
hatta uçaklar bomba yağdırmıştı ülke içinde ve dışındaki
on binlerce kilometrekarelik
alanlara. Lakin o operasyonlarda tüm bunlar, uçsuz
bucaksız dağların yamaçlarında boş yere patlatılıyordu.
Bilerek, bilmeyerek... Hatta
ülke dışındaki harekâtlar ise
tamamen akla zarardı. Çünkü bilinmeyen bir coğrafyada
haritasız uçuşlarla derin mağaralarda militan avlamanın
olanağı yoktu.
Biliyoruz ki, bununla birlikte her harekâtın hayata
geçirildiği günlerde, şehirlerindeki rahat evlerinde oturan “Kürt kardeşler”, yanan
dağlarına bakıp yüzlerini
buruşturuyorlardı. Onlara
göre “Türk kardeşler de
çok oluyorlardı artık”. Kürt
gençlerini dağlara mahkûm
ediyor, sonra da tepelerine
bomba yağdırıyorlardı. Oysa
onların arzusu daha demokratik bir hayat, daha eşitlikçi
bir düzen ve Türklere verilen
vatandaşlık haklarının aynısıydı. Çok bir şey istemiyorlardı ki...
Acaba öyle miydi?
Maalesef kazın ayağının
öyle olmadığını son yarım
senede ayan beyan gördü
Kürt kardeşler. Barış Süreci
diyerek uçsuz bucaksız dağlardaki dağınıklığı derleyip
toplayıp akıllı bir zarfla şehre
indiren devlet, “Alın size
demokrasi! Alın size eşitlikçi ve serbest düzen! Alın
size hak ve hukuk!” demişti.
Lakin takke düşmüş, kel
görünmüş, “dağdaki Kürt
gençleri”nin gerçek yüzleri
ortaya çıkmıştı. Bu yüzden,
mahalleleri parselleyen, sözde
kurtarılmış bölge ya da özyönetim alanlarında ayyuka
çıkan terör eylemleriyle, şehrin sükûnetinin tadını çıkaran
“Kürt kardeşler”in hayatını
zindana çevirerek şehirleri,
mahalleleri ve hatta aile evlerini yaşanmaz hâle soktular.
Nihayet hakikat, DoğuGüneydoğu halkı tarafından
acı bir tecrübeyle yaşanarak
anlaşıldı. Bu kavgada haklı
ve adil olanın devlet olduğu
gün gibi doğdu. Zalimler ise,
dağdan düze inen militanlar
ve arkasındaki örgüttü sadece.
Her gün ekranlarda seyrediliyor: Daha önce bir
kamera gördüğünde arkasını
dönen veya her ağzını açtığında devleti suçlayan “şehir
Kürdü”, artık “Yeter!” diye isyan ediyor. Ve herkes devleti
yanında görmek istiyor. Hatta aralarında, eline sopasını
alıp cehennem militanlarını
kovalayanlar bile var.
Yani hülâsa, “sahte süreç
planı” tutmuş, daha önce
dağlarda gerillacılık oynayan
eşkıya düze inerek ne kanlı
katil olduğunu dosta düşmana göstermişti. Artık devlete
düşen, yanan camisini yaşlı
gözlerle süzen ve “Keşke benim evimi yaksalardı!” diyen
Kürt kadınının hakkını eşkıyadan alıp kendine vermek…
Herkes, artık ceberut kimliğini tarihe gömen adil devletten bunu bekliyor. İnanıyoruz
ki, hafta ya da ay içinde, şehirlerde kıstırılmış tüm “cehennem gerillaları”nın sonuncusu
da toprağa düşürülecek ve
devlet, tüm merhametini
halkına gösterecek. Az kaldı!
54
şubat 2016
haberajanda
Gündem
R
Cüneyt Akar
cuneytakar.ajanda@gmail.com
USYA’NIN Suriye topraklarında kurduğu üslerden
verdiği yakın destekle
rejim güçlerine daha fazla
dayanamadı Türkmen
köyleri…
Ortak düşman IŞİD için
herkes Suriye’ye “akın”
etti. Müttefîkimiz olan
koalisyon güçleri ve biz
Suriye’de dağı taşı bombalarken, elin Rus’u oraya
yerleşip şerif yıldızını
göğsüne taktı bile. Ve rejimin destekçisi olmaktan
çıkıp doğrudan kendisi
oluverdi. Korkarız ki, daha
da ileri gidecek ve kendi
rejimlerini o topraklara
yerleştirecekler. Geçen ay
yazmış olduğum gibi, Rusların sıcak denizlere inme
rüyâsı böylece gerçekleşmiş olacak. Bunun için en
önemli adımı Türkmen
dağını Esed güçlerine
teslim ederek attılar.
Suriye’deki Esed zulmünün reytingi maalesef
düştü. Kaçak göçmenlerin
Avrupa’ya geçişi, belki
de geçemeyişi ile dünyayı tehdit ettiği balonu
şişirildikçe şişirilen IŞİD,
en büyük mesele artık.
IŞİD Suriye rejimine de
düşman olduğu için işler
iyice karışıyor. Ya Esed’i
yok etmek için bir terör
örgütünü kullanmak ya
da IŞİD’i yok etmek için
Esed’e göz yummak gibi
bir kısır döngü ile karşı
karşıya kalınınca, Esed
şans buluyor. Bununla da
kalmayıp, Rusya’nın cesur
işgâl hamleleri gözden
kaçıyor. Ruslar IŞİD kadar
geçerli bir bahane bulunca Türkmenlerin tepesine
biniveriyor işte böyle.
Oysa Suriye’deki Türkmen nüfusu bizim için
çok önemliydi. Oğuz’dan
Osmanlı’ya kalan en
önemli mîraslardan biriydi
o coğrafyanın Türkleri.
Bir zamanlar Suriye Selçuklu Devleti ve Memlûk
Devleti adlarıyla Suriye’yi
yöneten, Haçlılara karşı
Selahaddin-i Eyyûbî komutasında savaşan, Osmanlı idaresine geçtikten
sonra zoraki de olsa yerleşik hayata adapte olan
Türkmenleri ilk olarak 1921
Ankara Antlaşması’yla
yüzüstü bırakmışız.
Fransızlara karşı olağanüstü direniş gösteren
Türkmenleri Misâk-ı Millî
Türkmen dağı
düştü Reis!
FETİH Ordusu’na koordinatör olmak, rejim zulmünden kaçan Türkmenleri sınırdan geçirip çadır ve yemek vermek,
onlar için ah vah etmek yetmez! O hep sığındığımız “Dünya
yüz yıl önceki gibi değil, istediğin zaman istediğin ülkeye giremezsin, dengelere dikkat etmek zorundasın” palavrasını
da artık bir kenara bırakmalıyız. Rusya’nın nasıl olup da Suriye topraklarına çöreklenebildiğini düşünmeliyiz.
sınırları dışında bırakmanın mantığının ne
olduğunu bilemiyorum. O
topraklardan mı vazgeçtik,
o yiğit soydaşlardan mı?
Cumhuriyet’in kurucuları
için hiçbirinin önemi yoktu galiba. Zira Türkmenler
ve toprakları 1922 Lozan’da
hiç konuşulmamış, 1923
başında Suriye sınırı
belirlenirken de Ankara
Antlaşması’ndakilerden
farklı bir talepte bulunulmamış bile.
Ve sonunda 1939’da
Hatay anavatana dâhil
olurken, Türkmenlerin
de Türkiye’ye bağlanma
konusundaki ısrarlı talepleri göz ardı edilerek kendi
kaderleriyle baş başa
bırakmışız emaneti.
Türkmenlerin siyasî
tarihi hakkında çok ve
farklı şeyler yazılıp çizilebilir. Osmanlı’ya isyanları
ile suçlanabilirler mesela.
Ya da bugün için iyice
asimile olup Araplaştıkları
da iddia edilebilir. Ancak
ne olursa olsun, onların
soydaşımız ve dindaşımız
oldukları gerçeği inkâr
edilemez. Türkmenler,
SSCB’nin dağılmasıyla
kurulan Türkî cumhuriyetlerden daha az Türk
veya daha az Müslüman
değiller çünkü.
Ama her ne hikmetse,
IŞİD’e ve Esed’e düşman
olabildiğimiz oranda
oradaki kardeşlerimize
dost olamıyoruz. Burada
bugünkü iktidara da biraz
sitem etmek gerekir. Fetih
Ordusu’na koordinatör
olmak, rejim zulmünden kaçan Türkmenleri
sınırdan geçirip çadır ve
yemek vermek, onlar için
ah vah etmek yetmez! O
hep sığındığımız “Dünya
yüz yıl önceki gibi değil,
istediğin zaman istediğin
ülkeye giremezsin, dengelere dikkat etmek zorundasın” palavrasını da artık
bir kenara bırakmalıyız.
Rusya’nın nasıl olup
da Suriye topraklarına
çöreklenebildiğini düşünmeliyiz.
Sınırın kuzeyinde
IŞİD’le komşu olmak
istemediğini beyân eden
irade, Rusya ile komşu
olmaya razı mı oluyor? Olmamalıyız! Her Türkmen
genç, çoluk çocuğunu
Türkiye’ye getirip cepheye geri dönüyor. Öyleyse
cephede onları yalnız
bırakmamalıyız. Ruslar
gibi direkt savaşa giremiyorsak, endirekt müdahalede bulunmalı, Fetih
Ordusu’nu güçlendirmeli,
Türkmenleri ekstra şekilde silahlandırmalıyız.
Onların Allah’tan ve
bizden başka dostu yok!
Unutmamalıyız!
Bu arada, PYD konusundaki geç kalmış tepkimizi herkes anlayana
kadar dile getirmeye devam etmeli, terör örgütleri
arasından kimsenin dost
edinmemesini sağlamaya
çalışmalıyız. Cenevre’de
mazlum muhalefeti tek
çatı altında tutmak da en
çok bize yakışır.
Umalım ki İran’ın
üzerindeki ambargonun
kısmen de olsa kalkması,
İran’ı Batı politikalarına
daha yardımcı olmaya
mecbur bıraksın. Böylelikle Rusya-İran-Suriye ittifakı bölgenin ve dolayısıyla
bizim lehimize çözülme
gösterebilir.
şubat 2016
55
haberajanda
Dünya
Uğuruna öleceğimiz değere
“Akîde” denir
B
ÖLGEDE yaşanan sıkıntı ve gerginliklerden habersiz kimsemiz
yok. (Gereksiz yaşayanlardan
bahsetmiyorum.) Bununla birlikte,
yakın zamana kadar “sınırda sıfır
sıkıntı” politikasını tutturan ve yaşayan Türkiye’miz, şu an “sınırda her türlü sıkıntı”
dönemini yaşamakta. Peki bu, Türkiye’mizin
başarısızlığı mı acaba? Bence değil. Multi-faktörel
ve çok oyuncudan oluşan bir bulmacanın sonucunda ortaya çıkan bir durum bu. Daha doğrusu,
uluslararası “çıkarların çatışması” tiyatrosunda
oynanacak bir sahnenin zamanı geldiği için şu an
bu sıkıntı ve gerginlikleri izliyor ve yaşıyoruz.
>> Türkiye’miz çok iyi biliyor ki, “bizler onların suyuna
gitmedikçe” ve takip etmedikçe, onlar da hiçbir zaman
bizden razı olmayacaklar.
Planladıkları, istedikleri,
arzu ettikleri, önerdikleri,
56
şubat 2016
gösterdikleri, sundukları veya
emrettikleri gibi davranmadıkça biz, hiçbir zaman
huzûra kavuşmamıza izin
vermeyecekler. Aynı fikirde
değilseniz, lütfen azıcık tarihi kurcalayın. Tarihi okumak
istemiyorsanız, hiç olmazsa
Kur’ân’ımızı okuyun! Orada
yazıyor zaten: Bakara, 120!
Durum bu ve tehlike kapımızda! Aynı zamanda bu
kısa yazımda tüm tehlikelerden bahsetmeye ne zamanımız yeter, ne de benim bilgi
ve tecrübem buna müsaade
eder. Sadece bir tanesini ele
almak isterim: İran-Suudî
Arabistan-Türkiye üçgeni…
Bölgede son kalan temel
taşları ele alalım...
Uzun zamandır İran,
“vilâyet rejimini” yaymak ve
sınır dışı ihracı yapmak için
kendisine komşu olan ve olmayan ülkelerde istediği gibi
at koşturuyor tam anlamıyla.
ABD’deki bir araştırma merkezine göre İran, bu işler için
yıllık 16 milyar Amerikan
doları bütçe harcıyor. Bazı
ülkelerde alenî yapıyor bunu;
hem de bayrağını dalgalan-
dıracak kadar açık şekilde:
Örneğin Irak, Lübnan, Suriye, Bahreyn, Yemen… Bazılarında ise çalışmalarını sinsice yürütüyor İran: Örneğin
Türkiye, Suudî Arabistan,
Birleşik Arap Emirlikleri,
Mısır, Fas, Sudan…
Hangi maske, isim, örtü,
şekil veya kalıp içinde
olursa olsunlar, onlar “Şiî
mezhebi”ni yaymayı ve
dolayısıyla üstünlüğü sağlamayı, sonrasında yasallığını
(devrim) gerçekleştirmeyi
hedeflemektedirler. Bununla birlikte, her ne kadar
etnik, ırkî, mezhepsel veya
inançsal ayrıma girmekten
Türkiye’miz kaçınıyor olsa da,
Diyanet işleri Başkanımız,
“İslâm’da Sünnî-Şiî diye bir
şey yoktur, sadece Müslüman
vardır” düşüncesini anlatmak
için sabaha kadar bağırsa da
kaçınılmaz bir gerçeğin karışındayız: “Şiî sürünmesi!”
Ömer Hattab
omerhattab.ajanda@gmail.com
Komşu ülkelerinden başlayarak yeryüzünde nerede
Sünnî gücü varsa onu zayıflatacak veya yıkacak bir Şiî
gücünün bulunmasına dair
mutlak bir inanç içindeler.
Nasıl mı?
İhtilal yaparak… Arap
Körfezi’nin kuzey sahilindeki Arap toprakları “Ahvaz”ı
ihtilâl vasıtasıyla kendi coğrafyasına kattığı gibi…
Bölgesel hükümetleri ele geçirerek… Irak modeli gibi…
İran, kendisi (resmî olarak)
Irak topraklarında olmasa da,
istediği yandaş ekibi yönetime getirerek çıkarlarını gerçekleştirmek için gece gündüz çalışıyor. Yollarda kimlik
kontrol barikatları kurarak
isme göre Sünnîlerin katledildiklerini ne kadar çabuk
unuttuk! Merkezî hükümet,
Irak’ın demografisini değiştirmek için 3 milyon İranlı
vatandaşı ülkeye soktu.
Muhalefet gruplarını
destekleyerek… Yemen’deki
Al-Houziyyin (Husiler)
(Yemen’deki Şiî militanları)
gibi... Önce iç savaş çıkarıp,
ülkeyi karanlığa gömüp,
ardından Yemen’deki yönetimi ele geçirmek için tüm
destekleri sunmaktadır İran.
Ama bunlar bilmiyorlar ki,
“Her karanlık gecenin bir
sabahı vardır”.
Dinî araçları kullanarak
Şiî mezhebini yaymaktadır… Mısır’daki Fatımî
Devleti’nden kalan tarihî
camilerini kullanarak Şiî kültürünü halk arasında yaymaya çalışmaktadır İran. Her
ne kadar Mursî zamanında
kabul görmemiş bir girişim
olmuş olsa da, dolayısıyla
engellenmişse de, bugünkü
rejimi ile ilgili aynı yorumu yapamam. Şiîleştirme
çalışmalarından dolayı Fas
hükûmeti, İran ile ilişkileri
kesmedi mi?
Düşmanla işbirliği yaparak… Suriye’de muhalefete
karşı Rusya ile yaptığı ittifak
gibi… Yeter ki Sünnî muhalefet imhâ olsun, inanın İran,
Şiî mezhebi yayma amacını
gerçekleştirmek için şeytanla
bile işbirliğine girer!
Dinî sembolleri kullanarak… Suudî Arabistan’ın
Doğu Sahilinde olduğu
gibi... “Nemr el-Nemr” adlı
şahsiyeti kullandığı gibi…
Kim bu Nemr el-Nemr?
Nemr el-Nemr, Arabistanlı bir vatandaş. Üniversite
eğitimi için 1980’de İran’a
gidiyor. Eğitimini tamamladıktan sonra, yine eğitim için
Suriye’ye gidiyor. Orada bir
süre yaşadıktan sonra Suudî
Arabistan’ın Doğu Sahil bölgesinde yerleşiyor (Şiîlerin
çoğunluğunun yerleştiği yer
burasıdır).
Gerçekten bir din âlimi
mi? Asla’ Nasıl fî tarihinde
belli amaçlara yönelik yetiştirilen ve ortaya çıkarılan bazı
figürler (Fatma Şahinciler)
daha sonra tarihin çöplüğüne gömülmüşlerse, bu da
aynısı! İran’ın, Şiî rejimini
Suudî Arabistan’a ihraç için
kullandığı bir figür. Zaten
din âlimi olup olmadığını
anlamak için çok basit bir
kural var: Susarsa yüzündeki
nurdan, konuşursa sözündeki fıkıhtan anlarsınız... Bu
kuralı göz önünde bulundurursak, hem bu zâtın, hem
de Türkiye’mizdeki tarîkat/
cemaat liderlerinin yüzde
kaçının üstüne kırmızı çizgi
çizilmeli acaba? Size bir şey
daha söyleyim: Eğer bir cemaatte Peygamberimiz’den
(dsv) daha çok cemaat lideri
anılıyorsa bilin ki yanlış yerdesiniz!
Peki, Nemr neler pazarlıyordu? Suudî Arabistan’ın
Doğu Sahil bölgesi için
bağımsızlık, bu bölgenin
İran’a bağlanması, Ebu Cehil
başta olmak üzere birçok
kâfirin Ashab-ı Kirâm’dan,
özellikle de Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer’den daha hayırlı insanlar olduklarını ve
Suudî yönetimi yıkmak için
her türlü mücadeleyi yapmak
gerektiğini…
Sonuç
Nemr, 2002’de tutuklandı,
2014’te idam cezasını çarpıtıldı. Bu işlemler sadece
onun hakkında değil, aynı
zamanda bu çizgide ilerlemiş
46 kişi hakkında daha idam
hükmü çıkmıştı. Sadece bu
hükümler yıllardır gerçekleşmedi. İdamdan sonra İran
fırsat buldu veya önceden
hazırlanmış planı devreye
soktu. Hâl böyle olunca
da gerçek yüzünü ortaya
çıkarttı, her türlü yalana
dolana başvurdu alışkanlıktan. Tehditler, suçlamalar,
tenkitlere sarıldı. Kendini bir
şey sanıyordu, ama bilmiyor
ki, “kaderin üstünde bir
kader vardır”. Zaten “Yalan
söylemek helâldir” takiyyesi
üstüne kurulan bir inançtan
ne bekliyorsunuz ki?
Bu arada, Suudî Arabistan
yönetiminin başına gelen
Kral Selman’ın, farklı bir kişiliği ve vizyonunun olduğunu
paylaşmak isterim. Hiç olmazsa böyle görünüyor. Hem
özgeçmişini, hem memleketi
için kısa zamanda gerçekleştirdiği reformları dikkate
alarak bunu okuyabiliyoruz.
Tabiî ecnebî dil ile okursanız,
dediklerimi görmüyor ve hiç
okumuyor olabilirsiniz. Kral
Selman, İran/Şiî tehlikesinin
farkındaydı ve bu konuda
hâdlerini bildirmek istedi.
Tâbiri caizse, kendi sınırlarını
aşan ahtapot kollarının kesilmesi gerektiğini inancında.
Bunun için Yemen’de Husilerle savaşa girdi, Suriye’deki
Sünnî muhalefeti desteklemekte, Bahreyn memleketine
tam destek vermekte. Ve son
gelişme de Nemr el-Nemr
hakkındaki idam cezasını 2
Ocak 2016’da gerçekleştirmek oldu.
Peki, bütün bu gelişmelerin bizimle, yani
Türkiye’mizle ne alâkası var?
Son dönemlerin zaman
çizelgesini “Stratejik Güç
Birliği”nin saatini kullanarak
okuyacak olursak, TürkiyeSuudî Arabistan güç ve misyon koalisyonunun yaşandığını görürüz. Sanki aynı yere
bakıyor gibiler. Uğruna öleceğimiz değeri, “akîde” dediğimiz kavramda birleşmişler.
Bölgeyi ilgilendiren, dolayısıyla her iki tarafın da içinde
olan gelişmeleri sadece doğru
okumak değil, aynı zamanda
ortak tabanda hem zamanlamasını, hem de niteliğini
kullanarak doğru hamleler
yapmaktalar. Özünde aynı
olan her iki toplumun da devamlılığını kılan, nesillerinin
uzun sürmesini sağlayan ve
“ümmet” kavramının temelini
oluşturan “akîde”yi, artık bir
pusula olarak kullandıklarını
görüyoruz iki ülkenin de.
Zaten gelecek nesillerimizin sürdürülebilirliği için olması gereken de bu değil mi?
şubat 2016
57
haberajanda
Fransa Mektubu
Pervâneyi sağa
sola döndüren
unsur, makinenin
“şanzımanı”ydı!
“Şimdi bunun
Paris’le ne alâkası
var?” diyeceksiniz;
lakin emin olun ki
var… Makinenin
biteviye ve aynı
istikamette dönen
motoru, Fransız
devleti; pervâneyi
bir sağa bir sola çeviren “şanzıman”
ise, aynı devletin
içerisindeki “daha
az görünen” bazı
unsurlar oluyor.
***
Bizim bu
husustaki
hoşgörü sınırlarımız öylesine
başımızı aşmış durumda ki (!), dünyanın namlı ve
en koyu siyonist
sanatçılarından
Enrico Macias’a
İstanbul’da konser
verdirir ve misafir
ederiz! Üstelik
hangi beldenin belediyesi olduğunu
da burada belirtmeyiz ki, dileyen
arama motorlarından araştırıp
bulsun.
Macias, Fransız
medyasında
resmen siyonist
olduğunu bas bas
bağırır da, bunu
Hükümetimize
iletecek bir basın
ataşesi bulunmaz
demek ki!
58
şubat 2016
Alain Fzinkelkraut
Devlet ve
şanzıman
R
AHMETLİ anneannemin kırk sene evvelki merdaneli çamaşır makinesini
hatırlıyorum… Uzun, boydan boya kanatlı bir pervânesi mevcuttu. O pervâne
bir sağa bir sola dönerek çamaşır kazanının içerisindeki çamaşırları yıkardı.
Mehmet Ziya Üsküdarlı
mzuskudarli.ajanda@gmail.com
>> Oysa makinenin
motoru sadece bir istikamette dönerdi. Nereden mi
biliyorum? Çünkü o devirde
“servis” filan yoktu ve yerli
makine üretimini henüz rüyalarımızda dahi göremiyorduk. Makine arızalandığında
Fevzi usta çağırılırdı. Zaten
tesisattan tutun, o devirdeki
lambalı radyonun tamirine;
çatı kiremitlerinden, kömürlü
kalorifer kazanına kadar her
şeyle Fevzi usta ilgilenirdi. Velhasılı birçok defalar
Fevzi ustanın makineyi tamir
edişini yakinen takip imkânı
buldum.
nizi duyar gibiyim. Paris’te
hava kirliliği arttığı zaman,
belediye, seyrüsefere çıkan
araç sayısını kısıtlar. Bunu
da şöyle yapar: Bir gün
plakası tek numaralı olan
araçlar, diğer gün ise plakası
çift numaralı olan araçlar
seyrüsefere çıkarlar. Böylece
şehirdeki araç sayısı yarıya
düşürülmüş olur.
Pervâneyi sağa sola döndüren unsur, makinenin
“şanzımanı”ydı!
“Şimdi bunun Paris’le ne
alâkası var?” diyeceksiniz;
lakin emin olun ki var…
Cumhurbaşkanımızın
Şili ziyaretiyle aynı zamana “tesadüf ” eden, Fidel
Castro’nun kardeşi, Küba
Cumhurbaşkanı Raul
Castro’nun Paris ziyaretinde
hikmetler aramak lazım.
Elbette ikisi de evvelden
planlanmış ziyaretlerdi; bu
planlamayı yapanlar bir şeyler düşünmüş olmalılar!
Makinenin biteviye ve
aynı istikamette dönen
motoru, Fransız devleti;
pervâneyi bir sağa bir sola
çeviren “şanzıman” ise, aynı
devletin içerisindeki “daha
az görünen” bazı unsurlar
oluyor.
Fransa, bilhassa dış
politikasında böyle ‘”git-gel”
ve “sağ-sol” strateji kullanır.
İkinci Dünya Harbi’nde
dahi güya ikiye “bölünen”
Fransa sizi aldatmasın; bunların hepsi strateji gereğince
yapılmıştır.
Bir örnek daha vereyim…
Irak’a karşı yapılan harekât
sebebiyle Batılı devletler
görüş ve politikalarını açıkladıklarında, ABD açıkça
harekâtın lehine, Almanya
ise aleyhine rey kullandı.
Fransa ise “hava kirliliğiyle
mücadele” taktiğini tatbik
etti. “Bu ne yahu?!” dediği-
Teşbihte hata yapmayalım;
Fransa, Irak harekâtı konusunda bu taktiği kullandı!
Bir gün “evet”, diğer gün ise
“hayır” dedi! Bunun da adını,
“dış siyasette Fransız zerafeti”
olarak tesbit etti!
Yukarıda bahsettiğimiz
marifetli şanzımanın yönlendirdiği Fransız kamuoyu,
“çifte vatandaşlığı olan”
Fransız vatandaşlarının
terör suçlusu olarak tesbit
edilmeleri halinde Fransız
vatandaşlığının geri alınması
konusuyla meşgul ediledursun, Paris bu arada son derece önemli bir konuğu daha
ağırladı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhâni muazzam,
adeta misli görülmemiş bir
törenle karşılanıp, ağırlandı.
Ruhâni’nin bu ziyaretinin
anlamını, her iki devletin de
zaviyesinden tahlil etmekte
faide var.
1- Ruhâni, Fransa’daki
bloke edilmiş parasını
nakit olarak çekip, Tahran’a
götürse, İran’da enflasyon
başgösterirdi.
2- Fransa bu parayı nakit
olarak iade etse, zaten şah
olan iktisadi durumu şahbaz
olurdu.
3- Oysa Ruhâni, bu para
mukabili hizmet ve mal satın
aldı. Uçaklar, otomobiller,
vs…
4- Fransız devleti bu parayı her ne kadar bloke etmiş
olsa da, esasen devletinin
içerisinde pekâlâ kullanıyordu. Fransa bu parayı zaten
kullandığı için ne zenginleşti,
ne de fakirleşti; fakat ürettiği
mal ve hizmetleri ihraç etmiş
olarak istihdam açmış oldu.
5- İran, almış olduğu
muazzam miktardaki mal ve
hizmetle zenginleşti.
Neredeyse bir “kazan/kazan” durumundan bahsedebiliriz.
Bu durumun bizim coğrafyamızdaki etkilerini ise,
istikbalde, kısa ve uzun vadede görmeye başlayacağız.
Son zamanlarda medya
aracılığıyla yapılan bir başka
yönlendirme ise, mütefekkirakademisyen Alain
Finkelkraut’un, Sorbon
Üniversitesi’ndeki İslamofobik ve ırkçı söylemleriydi.
Buna karşı çıkan Müslüman
doktora talebesiyse neredeyse
oracıkta adeta linçe maruz
bırakıldı. “Dışarı çık!”; “Terörist!”; “DAEŞ militanı!” şeklindeki hakaretlere sessiz bir
şekilde göğüs germek zorunda kaldı. Bizler ırkçı olmadığımızdan, Finkelkraut’un
hangi etnik yapının mensubu
olduğunu belirtmeyeceğiz
elbette! Bizim bu husustaki
hoşgörü sınırlarımız öylesine
başımızı aşmış durumda
ki (!), dünyanın namlı ve
en koyu siyonist sanatçılarından Enrico Macias’a
İstanbul’da konser verdirir ve
misafir ederiz! Üstelik hangi
beldenin belediyesi olduğunu
da burada belirtmeyiz ki,
dileyen arama motorlarından
araştırıp bulsun.
Macias, Fransız medyasında resmen siyonist olduğunu
bas bas bağırır da, bunu Hükümetimize iletecek bir basın
ataşesi bulunmaz demek ki!
Yukarıda bahsettiğim,
çifte vatandaşlığı olan terör
suçlularına (!) tatbik edilecek
“vatandaşlıktan atılma”
tasarısı, Adalet Bakanı
Christiane Taubira’nın başını
yedi. Taubira böyle bir kanun
tasarısına karşı olduğunu
açıklayarak istifasını sundu.
Bilmem eski bakanın aklına
geldi mi, zira benim aklıma
bir soru takıldı:
Üzerine bomba bağlayıp,
onu patlatmayı göze almış
olan terör suçlusuna, “vatandaşlıktan atılma” tehdidi “kaç
yazar”!?
Makalemi Ziya Paşa’nın
şu beyitleriyle bitirirken, sizlere sıhhat ve sürur içerisinde
güzel günler dilerim…
“Ebnâ-yı beşerde kalacak
mı bu mu’âdât?/ Bilmem ne
zaman doğrulacak mezheb-i
âlem.
Her safhada bir şekl-i
hakîkat eder ibrâz,/ Her gün
çevirir bir varaka makleb-i
âlem.
Bin ders-i ma’ârif okunur
her varakında,/ Yârab! Ne
güzel mekteb olur mekteb-i
âlem.”
şubat 2016
59
haberajanda
Rusya
Yeltsin, Sovyetler Birliği Komünist
Partisi’ni lağvetti.
Gorbaçov’dan kalan boşluğu yeni
düzenle doldurdu:
Günü gelip bugün
sınırlarımızı ihlâl
eden, ambargo
uygulamaya utanmayan, “yalnız
adam” Rusya’yı
unutup Yeni
Türkiye’ye posta
koymaya
kalkmasıyla
tarihimize kaydettiğimiz Putin’e
devleti elleriyle
teslim edene dek...
Rusya senaryoları (1)
SSCB tarihine ya
R
USYA hiçbir zaman bir Amerika kadar etkileyici olmadı, olamadı. Masa başında memleket kurtaran ve her kadehini devletin beceriksizliğine kaldıran,
ayrıcalıklı olduğunu hissedebilmek adına halkı küçümseyip kendini gökyüzü tanrısı sayan zavallı tavrı ve acınası tarzıyla, söylenip çözüm üretmeyen
“primat aydınlarımız” için yirmi sene kadar -sözde- özlenen bir ülke olmanın
dışında da bir işe yaramadı. Velhâsıl, meşhur “Amerika rüyâsı” gibi bir “Rusya rüyâsı” olmadı, olamadı ne Türkiye, ne de diğer ülkeler için.
>> Tarih boyunca nereden vuracağı belli olmayan
Rusya’nın durumu bugün
de pek farklı değil. Çarlık
Rusya’sından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne
(SSCB) geçişte değişen
fotoğraftan anlaşıldığı üzere,
süreç, rüyâ olarak tanımlanamayacak şiddette. Üstelik
idealizasyonu dayatılan derin
bir kâbustu. SSCB dönemi,
bizim kendini entelektüel
sayan tabakamızın çok atıfta
bulunduğu ve çok da kaymağını yediği komünizm ve sosyalizm kavramlarının ayrıcalıklı olduğu hissi kazandırılan
bir gruba birer lokma birer
lokma ikram edildiği, ağızlara birer parmak bal çalındığı,
ancak sonrasında ölene dek
unutulmak istenen bedellerin
ödendiği bir Pinokyo masalının ötesine geçemedi.
Ve masalın kahramanı Pinokyo, Sovyet bedenini sarıp
kansere çeviren bir Yahudî
yalanını söyleyip durdu.
Kendine hayrı olmayan bu
60
şubat 2016
Suna Akar
sunakar.ajanda@gmail.com
insan, üretimli ama insanı
yok sayan sistem, hatta daha
can yakıcı ifadeyle “insanı
kullanıp atan ve işe yaradığı
müddetçe haklarının savunulduğuna (!) inandıran
sistemlerin şakşakçılığı”, bir
dönem -yansımasıyla da
olsa- bizi önüne katıp savurduysa da, neticede kapitalist
sistem azıcık yumuşayıp
liberalizme evrilince SSCB’yi
de, bizim komünist-sosyalist
karışımlı kopyacı aydınlarımızı da içine atıp sindirdi.
Hazım süreci pek sancılı
oldu, hatırlarsınız...
Gorbaçov’dan
Yeltsin’e
SSCB’nin son lideri Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, Putin gibi Politbüro’dan geldi ve
Sovyetler Birliği Komünist
Partisi Genel Sekreterliği’ni
sürdürürken Devlet Başkanı
oldu.
Radikal değişikliklere imza
atan Gorbaçov, Rusların
makûs talihini değiştirmekle
kalmadı, SSCB döneminin
sona ermesinin de başaktörü
oldu. Üstelik bunun bedeli,
Rusya’nın dağılıp küçülmesiyle ödendi.
Yaklaşık kırk beş yıl
süren iki blok çatışması
nihâyetlendiğinde (19471991), Doğu ve Batı Blokları
ortadan kalkıyor, Amerika
artık “süper güç” oluyordu.
Kutuplarda buzullar erimiş,
Amerika kıyılarında sular
yükselmiş, bir yıl önce Nobel
Barış Ödülü alan Gorbaçov,
tarih sahnesinden çekilmişti.
Hem de devletle birlikte...
Artık ne Sovyetler Birliği
vardı, ne de Gorbaçov...
Perestroika ve
Glasnost
Gün geldi, kürede yankılar
uyandıran bu iki kelimeyle
tanıştık. Kavramsal olarak
oturtmamız uzun sürdüyse
de üzerine makaleler yazdık,
tartıştık durduk, destekledik,
karşı çıktık, velhâsıl bayağı
oyalandık.
“Perestroika” yeniden yapılanma adımı, çok ciddî bir
değişim süreciydi. Bu süreçte
yönetim kadrosunu gençleştiren Gorbaçov Rusya’yı dış
dünyaya açıyor, devletlerarası
ikili ilişkilerindeki politikayı
değiştiriyor, sıkı bağlar kuruyor, bağlantı zincirine yeni
halkalar ekliyordu. Yüzünü
Batıya çeviren Gorbaçov
SSCB’si, radikal perestroika
adımlarıyla Lenin ve Stalin’i
alenî eleştiriyor, silahsızlanma antlaşmalarıyla Asya ve
Avrupa’daki orta menzilli
füzelerini imhâ ediyordu.
“Glasnost” (açıklık) politikası ise hem devleti, hem
de halkı rahatlatıyor, verilen
yeni haklar ufukları genişletiyordu. Diğer taraftansa
milliyetçilik damarı kabaran
SSCB üyesi ülkeler bağımsızlık peşinde koşuyorlardı.
1991 referandumu neticesinde sandıklardan “Birlik korunsun!” mesajı çıktı. Birlik
üyesi on beş ülkenin dokuzu
SSCB’nin devamını istedi.
kın bakış
Ama olmadı, tam bu dönemde Gorbaçov, Perestroika
ve Glasnost’u kabullenmek
istemeyen zihniyet tarafından sırtından bıçaklandı;
Politbüro, KGB ve en yakın
arkadaşı darbe girişiminde
bulundu. Başarılı olunamadı,
ancak planlanan yeni “Birlik
Antlaşması” da yapılamadı.
Verdiği destek kamuoyunda
prim yapınca, halefi Boris
Yeltsin, rakibi Gorbaçov’un
karşısında hızla yükseldi ve
Gorbaçov, imajının zedelenmesinin önüne geçemedi.
Son noktayı SSCB’den
ayrılan ülkeler koydu. 11
cumhuriyet kendi birliğini
kurdu: “Bağımsız Devletler
Topluluğu”... Ve yetkisizleşen
Gorbaçov, bir akşam ekrandan halkına son kez seslendi:
“Görevimi kaygı içinde ama
umutla bırakıyorum. Herkese
iyi şanslar diliyorum!”
Ve gitmişti Mihail Gorbaçov... Bitmişti artık SSCB...
1922’den 1991’e ve bir rüyâ
olamadan...
Gorbaçov ve
yıkılış analizi
Perestroika ve Glasnost
parçalanan ekonomiyi canlandıramamış, yeniden yapılanma ve açıklık politikaları
ters tepmiş, hatta yıkılma
sürecini hızlandırıcı etki
yapmıştı.
Silahlanma yarışında
mağlûp olmanın bedeli ağır
ödenmiş, kutup noktaları
değişmiş ve yeni düzen senaryoları hayata geçmişti.
Elbette dünyanın siyasî
haritasında da büyük değişiklik olmuştu. Geriye dönüp bakıldığında, Sovyetler
Birliği Komünist Partisi’nin
sosyalist rejiminden devlet
sosyalizmine geçiş sürecinin
halk tarafından nasıl algılandığının da tahlili mühimdir:
Halk bu dönemde, beklenmedik kalabalıklarla sokak
gösterileri ve demokrasi yürüyüşleri yapmıştı.
SSCB dışındaki ülkelerde
komünizmden dönüşlerin
olması, iki Almanya’nın
birleşmesi ve Doğu-Batı
Almanya’yı bölen Utanç
Duvarı’nın yıkılması,
Gorbaçov’un bu hususlardaki tutumu, aslında çöküşün
temellerini oluşturmaktaydı.
Bağımsızlık hareketleriyse
olayın tuzu biberi olmuştu.
Yukarıda sözünü ettiğimiz
yeni birlik oluşumunu kabul
eden dokuz cumhuriyetle
vücûda gelen “Egemen Devletler Birliği”nin ömrü kısa
olmuş, merkezî yönetime
dönüş kararı üretimi komaya
sokmuş, tüketim sınırlanmış ve yeniden dar boğaza
girilmişti. Bu dönemde
tepki grubunun başında olan
Rusya Federasyonu Başkanı
Yeltsin aldığı tedbirlerle
kendi değerini yükseltirken,
Gorbaçov’sa tükenmişti.
Üstelik darbe girişiminde
Yeltsin kendisini desteklediği
hâlde...
Yeltsin, Sovyetler Birliği
Komünist Partisi’ni lağvetti.
Gorbaçov’dan kalan boşluğu yeni düzenle doldurdu:
Günü gelip bugün sınırlarımızı ihlâl eden, ambargo uygulamaya utanmayan, “yalnız
adam” Rusya’yı unutup Yeni
Türkiye’ye posta koymaya
kalkmasıyla tarihimize kaydettiğimiz Putin’e devleti
elleriyle teslim edene dek...
Ve bu süreçte bizim
ilişki ağımız da “Çarlık
Rusya’sı-Osmanlı Devleti”,
“SSCB-Türkiye Cumhuriyeti
Devleti” ve nihâyet “Putin
Rusya’sı- Erdoğan Türkiye’si”
şeklinde evrilip durdu.
Gorbaçov’dan Yeltsin’e,
Yeltsin’den Putin’e, Putin’den
uçak krizi ve krizin ardından gelen yeni hava sahası
ihlâline, Rusya ve ilişkileri
ile Ortadoğu coğrafyası ve
etkileri yeniden, üstelik de
çok daha hararetli şekilde
tartışmaya açıldı.
Yeni tartışmalar ve olası
senaryolara bir sonraki sayımızda devam edeceğiz.
Umutla kalın!
şubat 2016
61
haberajanda
İslâm Dünyası
Müslümanlar ne zama
T
ELEVİZYONU açıyorsunuz, ekranda bir şehidin cenaze haberi var. Yüreğiniz yanıyor, “Yine mi?” diye geçiriyorsunuz
içinizden. Gencecik bir kadın, kucağında henüz üç aylık kızıyla al bayrağa sarılmış tabutun yanı başında eşinin, hayat
arkadaşının arkasından ağlıyor. Feryatları arşa kadar yükseliyor…
>> Sonra üç dört yaşlarında bir erkek çocuğu geliyor
ekranlara. Üzgün ve şaşkın
bir biçimde ömrü boyunca
bir daha asla göremeyeceği
babasını arıyor gözleri…
Yaşlı bir kadın, yığılıp
kalmış koca tabut üstüne ve
ağıtlar yakıyor o gözünden
dahi sakındığı biricik kuzusunun ardından...
Onun hemen yanı başında
yaşlı bir adam görülüyor.
Kollarından tutan komutanları olmasa belli ki ayakta
duracak hâli yok. Bitkin bir
şekilde yiğidini uğurluyor
son yolculuğuna…
62
şubat 2016
Tabutun ucunda nöbet
tutan askerin nemli gözlerine odaklanıyor kameralar.
Ağlamamak için dudaklarını ısırıyor adeta. İmam,
en zor görevlerinden birini
yerine getirirken titrek sesiyle Bakara Sûresi’nin 154.
âyetini hatırlatıyor yüreği
taşmış on binlere: “Allah
yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Hayır, onlar
diridirler, ancak siz bunu
bilemezsiniz!”
Üzülüyorsunuz, yüreğinizin yangını büyük bir öfkeye
dönüyor ve soruyorsunuz
kendinize: “Yeter! Ne zaman bitecek bu terör belası?
Ne zaman huzur bulacak bu
cennet vatan?”
Bir sonraki haber başlıyor
ve “Ege Denizi’nde mülteci
faciası!” diyor spiker, “İlk
belirlemelere göre beşi çocuk,
35 kişi yaşamını yitirdi”.
Haber böylece devam ederken, sahillere vuran bedenleri
gösteriyor kameralar. 5-6
yaşlarında bir kız çocuğu
geliyor ekranlara. Sanki
küçücük bedeniyle az önce
o boğuşmamış azgın dalgalarla ve sanki o değil umut
yolculuğu son bulan. Sanki
sadece uyuyor ve seslenseniz
açacak kocaman gözlerini de
gülümseyiverecek size... Kı-
vırcık ıslak saçları ise sanki az
önce duştan çıkmış da kıvrılıvermiş ay yüzüne. Yüreğiniz
bir kez daha yanıyor!
Ambulansların sirenlerine,
kurtulduğuna sevinemeyen
diğer mültecilerin feryatları
karışıyor. Suriyeli mültecilerin
durumuna üzülürken, savaşın
ortasında ölüm kalım savaşı
verenler geliyor aklınıza.
Açlıktan ot, yaprak, çimen,
hatta karton yiyerek hayata
tutunmaya çalışan insanları
düşünüyorsunuz. Birkaç gün
önce okuduğunuz Suriyeli
o kızın vasiyeti geliyor gözünüzün önüne: “Ey Ölüm
Meleği! Acele et ve ruhumu
al ki artık Cennet’te yemek
yiyeyim. Ben çok açım!”
Üzülüyorsunuz, acıyorsunuz ve yine soruyorsunuz
kendinize: “Yeter! Ne zaman
bitecek bu savaş? Ne zaman
Orhan Mücahit
orhanmucahit.ajanda@gmail.com
n kurtuluşa erecekler?
yurtlarına dönecek bu zavallı
insanlar? Ne zaman özgürlüğüne kavuşacak kardeş
Suriye halkı?”
Gazetenizi açıyorsunuz,
“İsrail askerleri Filistinli genç
kızı katletti” şeklinde bir
başlık atılmış koca puntolarla. “İsrail askerleri Filistin’in
El-Halil kentinde kontrol
noktasına yaklaşan 18 yaşındaki Filistinli kız Hudeyl
Huşlemun’u vurdu” diyor
haberde. Silahsız masum bir
kızı katleden gözü dönmüş
İsrailli askerlerin resimlerini
görüyorsunuz. Vurulduktan
sonra ambulansın olay yerine
girmesini geciktiren, zavallı
kızın can çekişmesini büyük
bir keyifle izleyen o katillere
bakıyorsunuz. Terör devleti
İsrail’in yarım asırdır süren
zulmü geliyor aklınıza. Açık
bir hapishaneye dönüşen
Filistin’in bitmeyen dramı
için üzülüyorsunuz. Filistinli
kızın okuduğu “Benim adım
Filistin!” şiirinin mısraları
dökülüyor dudaklarınızdan: “Beni binlerce esiri ve
mahkûmuyla her zaman
yardıma çağıran Mescid-i
Aksâ!/ Ey Aksa!/ Ümmetin
ilk kıblesi!/ Siyonistleri kahreden edânla paramparça et!/
Siyonistlerin ruhunu söndüren akşam,/ Gökyüzünü
Filistin bayrağıyla donat!/
Filistin’im! Filistin’im!”
Yine soruyorsunuz kendinize: “Yeter! Ne zaman
bitecek bu zulüm? Ne zaman
özgürlüğüne kavuşacak kardeş Filistin halkı?”
Sosyal paylaşım sitelerinin birinden bir paylaşım
geliyor hesabınıza, “Mısır
zindanlarında tutulan İhvana
selâm olsun” diyor, Mısır’ın
durumunu hatırlıyorsunuz.
Düzenlenen bir darbe ile
görevlerinden uzaklaştırılan
ve esaret altında tutulan
İhvanü’l-Müslimîn geliyor
aklınıza. Sonra İhvan lideri
Biltacî ve kızı cennet yüzlü
Esmâ’ya şehadeti için yazdığı
mektup yankılanıyor kulaklarınızda: “Sen şehit olmadan
iki gün önce, seni rüyâmda,
gelinlikler içinde gördüm. Bu
dünyada eşi benzeri olmayan
bir güzellikteydin. Yanıma
sessizce oturduğunda sana,
‘Bu gece senin düğün gecen
mi?’ diye sordum. Sen de,
‘Düğünüm akşam vakitlerinde değil, öğle olacak’
demiştin. Çarşamba günü
öğle vakti şehit olduğun
haberi bana ulaştığında, senin rüyâmda bana ne demek
istediğini anlamış oldum…”
O babanın acısını yüreğinizde hissediyor ve diyorsunuz ki, “Ah Mısır ah, hiç
değişmiyorsun! Firavunların
bitmiyor, zindanların hâlâ
Yusuflarla dolu”… Çaresizlik
içinde yine soruyorsunuz
kendinize: “Yeter! Ne zaman
bitecek bu zulüm? Ne zaman
yeniden özgür olacak kardeş
Mısır halkı? Ne zaman?
Umutla beklemek
Evet, ne zaman bitecek bu
savaşlar? Ne zaman bitecek
bu zulüm düzeni? Ne zaman
özgürlüğüne kavuşacak esaret altındaki o mazlumlar?
Ne zaman gülecek o masumların yüzleri? Ne zaman
duracak akan kan? Ne zaman
dinecek anaların gözyaşları?
Bu zalimler ne zaman yok
olacaklar? Huzûr ve mutluluk ne zaman gelecek?
Hepimiz kendimize ve
birbirimize bu soruları soruyoruz. Hepimiz “Bu acılar ne
zaman bitecek?” diye bekliyoruz. Aslında bu soruların
cevabı belli! Müslümanlar ne
zaman bir ve beraber olurlarsa,
işte o zaman bu büyük zulüm
dönemi sona erecek. Biliyoruz ki hak ile bâtılın kavgası,
iyinin ve kötünün mücadelesi
kıyamete kadar devam edecek.
Biliyoruz ki isimler ve roller
değişse bile, kötülük aslında
her zaman birdir ve küfür tek
bir millettir. Yine biliyoruz ki
Firavunlar, Nemrutlar, Ebu
Cehiller, Ebu Lehebler ve
dahi diğer zalimler her devirde var olacaklar. Fakat şunu
da biliyoruz ki, ne zaman bir
firavun çıksa bir Musa ve bir
Yusuf, ne zaman bir Nemrut
çıksa bir İbrahim çıkıp onlara
meydan okuyacak!
Şirkin, küfrün, cehaletin ve
zulmün tavan yaptığı, insanlığınsa adeta dibe vurduğu en
karanlık dönemde Allah, Son
Peygamber’ini göndererek
yeryüzünü nûruyla aydınlattı.
Müslümanlar parçalanmaya
başladıklarında, Allah’ın izni
ile Selçuklular yetişti mazlumların imdadına. Müslümanlar yine dağıldı, sonra
yine Allah’ın izni ile Osmanlı
yetişti zorda kalan masumların feryadına. Birlik ve
beraberliğimizi yitirdiğimiz
ve aramızda nifak tohumu
ekenlere müsaade ettiğimiz
için küfür düzeni yeniden
iktidar oldu. Dünya yeniden
acılara, karanlıklara teslim
oldu. Her şeye rağmen bugün Müslüman âleminin en
büyük umudu hâlâ Türkiye!
Müslüman olmanın, bu
topraklarda yaşamanın, özgür olmanın, küfür düzenine başkaldırmanın bedeli var.
Şimdi biz bu bedeli ödüyoruz ödemesine de, küffar biliyor ki, bu bedellerin bir de
hesap zamanı var. Ve biliyor
ki bu millet, biiznillah bu hesabı er geç görecek! Zalimler
ne yaparlarsa yapsınlar, inanıyorum ki Allah bu millete, âlemi nizam için bir kez
daha fırsat verecektir.
şubat 2016
63
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
“Mesela ‘teknolojik
partner’, yani teknoloji
alanında müttefîk ülkeler olmamıza rağmen
Almanya’nın bize olan
teknoloji transferi zayıftır.
Ama Rusya’ya çok rahat
teknoloji transferi yapılır.
Alman politikası genellikle
böyledir çünkü. Almanlara
göre ‘Müslüman Türkler’,
tarihte peşinde olunması
gereken, Anadolu’da rahat
bırakılmaması îcâb eden
bir topluluktur. Dolayısıyla da tehdit arz eden bu
yapı, yani Türkler, geçmiş
misyon ve vizyonlarına,
aslî mefkûrelerine asla
kavuşmamalıdırlar! Zira
bu, Almanların millî menfaatlerine zarar verir.”
***
“Entegrasyona evet,
asimilasyona hayır!’ politikamız da bu yüzden
çok rahatsız ediyor onları.
Kültür farkından ötürü
anlayamıyorlar çünkü.
Onlar bunu, Erdoğan’ın
Avrupa’daki bireysel dirilişi ve sivrilişi olarak görüyorlar. Yani Erdoğan’ın
şahsî politikalarından
kaynaklandığını düşünüyorlar. Ve eskiye doğru bir
dirilme ve sivrilme oluşunu da ‘anti-demokratik bir
yönetim modeli’ olarak
görüyorlar.
Yani Erdoğan demokrat
değil, anti-demokratik bir
lider onlara göre. Hükümran tavırlı görüyorlar onu.
Mahkeme zabıtlarında da
okudular bu tarz verileri.
Yani kendi kurguladıkları
bu teze kendileri de inanıyorlar.”
***
“Dünyada finansal bir sis-
64
şubat 2016
Muhammed Taha
Gergerlioğlu
Derin Almanya”yla imtihanı
Ayten Çalış // aytencalis.ajanda@gmail.com
Cermen’in Türk’le,
Türk’ün “Derin Almanya”yla
imtihanı
Ayten Çalış
tem, yeni bir düzen kuruldu o dönemle birlikte. Ama
biz bu sisteme adapte
olamadık. 1980’le başladı
bizim entegrasyonumuz.
Piyasalar 1980 sonrasında
Özal’la birlikte onların kurallarına girmeye başladı
yavaş yavaş. Erdoğan’la
da oturdu bu süreç! Fakat
bir sermaye birikimi vardı
onlarda. Bizde ise azdı. Sorunumuz buydu yani. Tüm
finansal sistemlerde başat
sorun, ‘sermayesizlik’tir
zaten. Ancak altını çize
çize söylemekte fayda
var ki, aslında sermayesiz
değildik biz! Para, içimizdekiler tarafından Batı’ya
kaçırıldı!”
***
“Ana vatan Türkiye,
yavru vatan Kıbrıs… Ne
kadar vatandaşımız var
orada? 300 bin civârı…
Almanya’da ise neredeyse
5 milyon Müslüman Türk
var. Araplar ve diğer Müslümanları da sayınca 10
milyonu bulur. ‘Nüfûsun
yüzde 10’u Müslüman’
diyebiliriz yani. Öyleyse
Müslümanın olduğu her
yer vatanımızdır bizim!”
***
“Sosyal güvenlik açısından
bir göçmenin devlete olan
maliyeti de çok yüksek onların sisteminde. Devlete
olan bu yüklü maliyetin altından kalkmaları çok zor.
İşte bu nokta, Almanya’nın
Türkiye üzerinde izlediği
politikaları kontrol edebilmek için ciddî bir koz!
Caydırıcı güç yani… Ve bu
kozu şu an hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan,
hem de Bakanlar Kurulu
çok iyi değerlen
şubat 2016
65
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
diriyor. Bu kartla ‘serbest
dolaşım’ zorlanacak, serbest para transferlerinin
önü açılmaya çalışılacak.
Benim Almanya Devleti
tarafından tutuklanmama
ve yaklaşık bir yıl hücrede
tutulmama sebep olan da
bu tarz stratejiler ve uygulamalar içinde olmamızdır
aslında.”
***
“Tutuklandığımda, benim
üzerimden Erdoğan’ın
yıpratılmak istendiğini
biliyordum. Ancak serbest
kaldıktan sonra aldığımız geribildirimler ve
malûmatlar da açıkça gösterdi ki bizim alınmamız,
Sayın Cumhurbaşkanı’nı
yaralayabilmek ve yakalayabilmek için bir delil
yaratma süreci olmuş.
Onu uluslararası mecrâda
işlevsiz hâle getirebilmek
için devletlerarası hukuk
üzerinden bir delillendirme sürecine girilmiş,
ancak alınmamızın üzerinden 11 ay geçmesine
rağmen bu delillendirme
yapılamamış.”
***
“Sosyal hayata intibâk
etmemiz böyle oldu.
Yine aynı noktada vazîfe
yapmaya çalışıyoruz aslında. Köklü medeniyet
mîrasımızı uyandıracak
sinir uçlarını bulmak ve
bunun altını dolduracak
nesli birbiriyle tanıştırmak murâdındayız.
Almanya’daki tutuklanma
sürecimizden önce yoğun
olarak çalıştığımız alanlardan biri de, bu zeminde
faaliyet gösteren “Yeni
İstanbul Medeniyeti” isimli
çalışma grubumuzdu. Zira
66
şubat 2016
Ayten Çalış
Bismarck ve Wilhelm Döneminin Özellikleri
B
ISMARCK
döneminde
kapitalizmin
gelişimini desteklemek
için liberallerle işbirliği
yapıldı. Yeni devletin
düşmanları olarak görülen Katoliklerle savaş
yapıldı (KulturkampfKültür Savaşı). Alman
Ulusal Birliği’ni sağlama sürecinde bir
yığın krallık ve prenslik
Prusya hâkimiyetine
alındı. Sedan Savaşı’nı
kazanarak Alsas-Loren
elinden alınan Fransa’yı yalnızlaştırmak için “Üç
İmparator Birliği” ittifâkı
kuruldu.
Prusya Kralı Birinci
Wilhelm’in şansölyesi
Bismarck, birleşmenin
ve Avrupa içi ittifakların önderi iken, İkinci
Wilhelm ise yayılmanın
önderi oldu.
İkinci Wilhelm döneminde ise, Almanya’nın
geç kaldığı emperyalizm sürecine katılması
sağlandı. İkinci Wilhelm,
Bismarck’ı tasfiye edip
1890’da Alman dış
politikasının yönetimini
ele aldıktan sonra geç
kaldığı sömürge edinme
sürecine katılabilmek
için Dünya Politikası
(Welt-Politik) adı verilen
bir politika izlemeye
başladı. Bu politikayı
hayata geçirmek için de
hızla silahlandı. WeltPolitik’in en önemli
unsurlarından biri Drang
Nach Osten’dir (Doğu’ya
doğru yayılma). Bu
doğrultuda Osmanlı ile
ilişkiler geliştirilmeye
başlandı. Daha tahtının
ikinci yılında, 1889’da
İstanbul’u ziyaret etti.
Kudüs’e kadar giderek,
kendisini 300 milyon
Müslümanın dostu ilân
etti. Sadece Protestanların değil, Katolik
Almanların da imparatoru olduğunu ilân etti.
1899’da Alman sermayeli Anadolu Şirketi’ne
Berlin-Bağdat Demiryolu ayrıcalığı verildi ve bu,
İngiltere’yi rahatsız etti.
Derin Almanya”yla imtihanı
Taha Gergerlioğlu’na yapılan uluslararası operasyon üzerinden
“Derin Almanya”…
A
LMANYA’NIN “007” diyerek “Türkiye’nin dördüncü güçlü
adamı” nitelemesiyle lanse ettiği Muhammed Taha Gergerlioğlu kimdir ve neden Almanya tarafından tutuklanıp 11 ay
casusluk iddiasıyla hücrede tutulmuştur?
>> Gergerlioğlu’nun oldukça sancılı Almanya günleri üzerinden Cermenlerin
Türklerle, Türklerin de “Derin
Almanya” ile olan o tarihî
imtihanına yakın plan verdik.
Ve biraz da Gergerliler’in
Horasan’dan Somuncu
Baba’ya doğru seyreden köklerine inip, Gergerlioğlu Ailesinin II. Abdülhamid Han’dan
Necip Fâzıl’a doğru uzanan
yakın dairesine girdik.
Almanya
üzerinden gelen
ve 11 ay sonra geri
dönen “17 Aralık”
mesajı!
“17 Aralık” 2014 tarihinde,
“Kültür Ajanda ‘Derin Bosna’
Özel Sayısı” için yaptığımız 10
günlük Balkanlar çalışmamızı
bitirip yurda dönmek üzere
havaalanındaydık ki, değerli
büyüğümüz Muhammed Taha
Gergerlioğlu’nun Almanya’da
tutuklandığı haberini aldık.
Çok uzun yıllardır ulusal ve
uluslararası mecrâlarda sosyopolitik ve finansal saha çalışmalarına imza atan ve kuruluşundan bu yana AK Parti’nin
aktif bir mutfak elemanı olarak
yurtiçinde ve dışında başarılı
çalışmalar yürüten bu ismin
tutuklanması için mutlaka
büyük bir iddia olmalıydı.
Ne var ki Almanya’ya ulaşıp
da bulunduğu havaalanında
uçaktan iner inmez azılı bir
terörist gibi kafasına çuval
geçirilerek tutuklanan ve
Almanya Devleti tarafından
tam 11 ay hücrede tutulan
Gergerlioğlu’nun bu uzun
süre içerisinde tam olarak
hangi suçla cezaevinde tutulduğu da anlaşılamadı. Zira
5, 15 ve 30’ar yıllık hapis
istemlerinde bulunan üç ayrı
iddianamedeki hiçbir iddia da
delillendirilemedi.
Ve Gergerlioğlu; Karlsruhe,
Compliance, Frankhental
Hapishanelerinde ekonomikmalî casusluk ve sanayiteknoloji-bilim konularında
kaynak aktarımı suçu iddiasıyla 2 metre en ve 3 metre
boyundaki bir hücrede 11 ay
hapis yattıktan sonra, 1 Kasım
2015 seçimlerindeki yüzde
49,5’lik millî irade zaferinden
tam bir hafta sonra kefaletle
serbest bırakıldığı gibi, sicili
temiz kalmak kaydı ile ülkeye
giriş-çıkış yasağı konulmaksızın “beraat etti”.
Şimdi ise “Justizvollzugsanstalt Frankhenthal
Hapishanesi’ndeki, babası
Türk, annesi Alman olan
‘Deniz’ adlı o Türk gencinin
yan koğuştan gelen çığlıklarını unutamıyorum!” diyor.
Almanların taktığı “Türklerin
James Bond’u” ismiyle yazılı
ve görsel medyada kamuoyunu aydınlatma faaliyetlerinin
yanı sıra, “Yeni Türkiye” vizyonunun altyapısına dair yürüttüğü bireysel faaliyetlerini de
genişletiyor Gergerlioğlu.
Gergerlioğlu,
Almanya’da 11
ay neyin bedelini
ödedi?
Yaklaşık bir yıl çok kötü
koşullarda ve tek kişilik bir
hücrede tutularak mânevî
işkenceye de mâruz bırakılan
Gergerlioğlu, Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’a yakın
çalışan bir bürokrat olmanın
bedelini ödedi aslında. Zira
“İki adet ses kaydını kabul et,
bir iki yılda çıkaralım sizi!”
özetinde bir pazarlığa tâbi
tutularak Erdoğan’ı yıpratma
yolunda değerlendirilecek
olan verileri delilleştirmek
adına bâriz bir şantaja mâruz
bırakıldı.
Tutuklanmasına giden
sürecin bir ihbar yoluyla tetiklendiğini açıklayan hâkimin
beyanları ve yapılan irdelemeler sonucunda da Almanya’da
oldukça etkin olan FETÖ ayağının bu operasyonda önemli
bir parça olduğu anlaşıldı.
Taha Gergerlioğlu, ilginç
bir şekilde 17 Aralık’ı 18
Aralık’a bağlayan gece, saat
00:00’a dakikalar kala tutuklandı ve olay, kayıtlara 17
Aralık 2014 tarihiyle geçti.
Dolayısıyla Almanya üzerinden “17 Aralık” şifresi ile gönderilen bu mesajın tarafları da
netleşmiş oldu aslında.
“Almanya,
Bismarck Planı’na
dönüş yaptı!”
yeni medeniyet vizyonunun, İstanbul’un şahs-ı
manevîsi ile Anadolu’daki
kadim mayanın meczinden
neşet edeceğini düşünüyoruz.”
***
“Bu tarz sistem çalışmalarımızın sonrasında siyasî
faaliyetlerimiz de devam
etti tabiî. Ve en sonunda
da Erbakan Hoca’nın da
mağduru olduğu 28 Şubat
süreci yaşandı. Erbakan
Hoca o süreçte siyasetin
dışına itildi, malûm. Dolayısıyla da Tayyip Bey’in
topluma kazandırılması
gerekiyordu artık. Ve o
proje başladı nihâyetinde.
Bu projeyi Korkut Özal ve
birkaç isim organize ediyordu. Yani bu düşüncenin
faal direkleri oldular onlar.
Ben de Korkut Bey’in ekibindendim.”
***
“Hoca her zaman,
‘Abdülhamid’dir bizim
öncümüz!’ derdi. Bana kaç
defa söylemiştir bu cümleyi. ‘Biz Abdülhamid’in
yaptığını taklit etsek, yani
onun yaptığının taklidini
koysak ortaya, yine kurtuluruz oğlum!’ derdi. İdeale
yönelik çözümü ve yol
haritasını sorduğumda da,
‘Ak Parti iktidar, Saadet
de ana muhalefet olursa,
işte o zaman doğru yoldayız!’ derdi. Yani Saadet’in
iktidârını istemiyor bakınız! AK Parti’yi çalıştıracak,
Saadet muhalefetinde bir
yapı istiyor. ‘Onları ancak
bu strateji ile çalıştırabiliriz’ diyordu. ‘Hepimiz bu
tarafa geçersek, bunlar
hepimizin kellesini alırlar!’
diyordu.”
şubat 2016
67
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
Ayten Çalış
Ne var ki Almanya’ya varıp da
bulunduğu havaalanında uçaktan iner inmez azılı bir
terörist gibi kafasına çuval geçirilerek tutuklanan ve Almanya Devleti tarafından tam 11 ay hücrede tutulan
Gergerlioğlu’nun, bu uzun süre içerisinde tam olarak hangi suçla cezaevinde tutulduğu da anlaşılamadı. Zira
5, 15 ve 30’ar yıllık hapis istemlerinde bulunan üç ayrı iddianamedeki hiçbir iddia da delillendirilemedi.
“Almanya, Bismarck’ın
önderliğinde ulusal birliğini
sağladıktan sonra; İkinci Wilhelm döneminde, ‘sömürgeci
bir deneme’ yapmıştır. Birinci
Dünya Savaşı’na girmeden
önce Hollanda, İngiltere,
Fransa, İtalya ve Portekiz
gibi ülkeleri taklit ederek
emperyalist bir bakışla yol
almıştır. O emperyal mantığı
kapmıştır yani. Bu denemenin
akabinde de Birinci Dünya
Savaşı yaşanmış ve Almanya
da savaşa girmiştir. Ve sonuç
olarak, 1914 sonrasındaki
o zorlu dönem yaşanmıştır.
Ekonomik yaptırımlar ve
bunların neticesinde de İkinci
Dünya Savaşı’na hazırlanan
bir zemin…
Bu sıkıntılı toplumsal
zemin, savaşı tetikleyenlerin İkinci Dünya Savaşı’nı
çıkartmalarına da ortam
hazırlamıştır tabiî. Zaten
Almanya, 1884’ten sonraki
süreçte Osmanlı ve İslâm
coğrafyası başta olmak üzere
birçok yerde bu emperyal
bakış ve sömürgeci mantıkla
belirli yatırımlara başlamıştır.
Demiryolu köprüleri, çeşitli
limanlar, binalar gibi yatırımlardır bunlar. İşte Almanya, o
zamanki Bismarck politikalarını bugün yürütüyor!
İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ABD ne zaman ki
Almanya’yı ıslah edip tıpkı
Japonya gibi kendi sınıfına
aldı, en büyük tarihî denklemlerden biri de orada
doğdu. Almanya bir müttefîk
ve ABD’nin Avrupa’daki bir
temsilcisi olarak İngilizlerin
68
şubat 2016
arka bahçelerini dizayn etmeye başladı. Yani İngilizlerin
görünmediği, onlar adına
Almanların vazîfelendirildiği
süreçler başladı.
Ve bu çizgi içinde de Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu ve Afrika’da olan emperyalist niyetler devam etti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan
önce kuramadığı dalgayı var
edebilmek için yeni bir atağa
geçti yani.
Sonuç olarak, Almanya’nın
Bismarck politikaları şu an
devrede!” diyor Gergerlioğlu.
“Almanya’da farklı
derin akıllar var ve
bunların yöneteni,
Amerikan-İngiliz
koalisyonu!”
Söz konusu Bismarck
Planı’nın yeniden hayata
geçirildiğine dikkat çeken
Gergerlioğlu, konuyu şöyle
detaylandırıyor:
“Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın 50. yılı olan
dönemde söz konusu bu
emperyal politikaları ihyâ
etmeye başlamıştır. 1995 sonrası yani… Bizdeki 28 Şubat
dönemini yakalayan bir periyoddur bu. Tabiî yükselerek
artan bir grafik oldu. Belki
1990’larda pek hissedilmiyordu ama sonrasında dünya da
hisseder oldu bu politikaları.
Biz de görür olduk elbette.
Almanya Devleti’nin
içinde, bizdeki toplum ve
yönetim kadrosu gibi farklı
farklı akıllar var. Bu derin
akılların yöneten kısmı ise,
İkinci Dünya Savaşı’nın gâlip
devletleri. Yani ana kumandada güçlü bir Amerikanİngiliz koalisyonu olduğunu
söyleyebiliriz. İkinci Dünya
Savaşı’nın gâlibi İngiltere
olduğu için, bu hâkim yapı
Almanya’nın üstünlüğünü
kullanarak bir anlamda tatlı
bir rekabet partneri oluşturdu kendisine. Pragmatik bir
mantıkla Almanya’yı bir basamağa dönüştürdü yani.
Tabiî yükselen bu grafik,
kaygan bir zeminde. O zemini bir anda altlarından çekip
yok edebilirler Almanya’yı.
Fakat Almanya, bilim ve teknoloji konusunda dünyanın
ihtiyaç duyduğu bir aktör.
Düzenli ve disiplinli çalışıyorlar çünkü. Dolayısıyla o kanalın da tıkanmamasını isterler.
Bu tıkanmanın yaşanmaması
içinse hammadde sorunlarını
gidermeleri, tükenen nesillerini yeniden inşâ etmeleri
gerek. Ayrıca yeni göçler var
ve ihtiyaç açıkları büyük. Bu
sebeplerle de tek başlarına bir
şey yapmaları zor.
Bir kere, temeldeki o orijin
Alman ruhunu öldürmüş
vaziyetteler. Onları nesilsiz bir
hâle getirdiler ve mayalarını
bozdular çünkü. Fakat dünya
devleri yine de boş bırakmıyorlar tabiî onları. Devamlı
kontrol altındalar. Zira ufak
bir boşlukta nasyonal sosyalizme, yani faşizme çok hızlı
bir biçimde kayabiliyorlar.
Bu yapıları var. Nasıl biz biraz serbest kaldığımızda asıl
kodlarımız devreye giriyorsa,
onlar da öyle. Onların da bir
Roma-Cermen hayâli var
tabiî ve ister istemez o tarihî
mekanizma çalışıyor hemen.
Bu önemli hattı ekonomik
olarak kurmuş oldular aslında.
Fransa ile Almanya’nın bir
ekonomik Avrupa paktı var.
Ama bu zeminde Almanya,
tartışmasız bir eziciliğe sahip.
Bütün Avrupa devletlerine ve
milletlerine baskın yani.
Bu anlamda Kıta Avrupa’sının motoru Almanya’dır.
“Dünya devleri İkinci Dünya
Savaşı’nın ekonomik rövanşını onlara aldırttılar”
diyebiliriz. Bu süreçte de epey
güçlendiler elbette. Bir de
büyük devlet kurma geleneği
olan bir yapı oldukları için
Balkan coğrafyasında rakip
görüyorlar bizi.”
“Alman kafası için
en büyük tehdit
Türklerdir; bizse
onları korumak için
koca bir Osmanlı
coğrafyasını
verdik!”
Almanlar’la Türkler arasındaki son iki yüzyıllık tarihi
değerlendirirken, önemli
notlar aktarıyor Muhammed
Taha Gergerlioğlu. Onlardan
biri de şöyle:
“Osmanlı’nın Prusya’yla,
Avusturya-Macaristan’la olan
mücadelelerinde Rusya her
zaman Osmanlı’ya müdahale
etmiştir. Yani Avrupa içi dengelerde Rusya, Osmanlı’ya
karşı kullanılmıştır genelde.
Son yüz yüz elli yılda yaşadığımız budur.
Derin Almanya”yla imtihanı
Örneğin ‘teknolojik partner’, yani teknoloji alanında
müttefîk ülkeler olmamıza
rağmen Almanya’nın bize
olan teknoloji transferi zayıftır. Ama Rusya’ya çok rahat
teknoloji transferi yapılır. Alman politikası genellikle böyledir çünkü. Almanlara göre
‘Müslüman Türkler’, tarihte
peşinde olunması gereken,
Anadolu’da rahat bırakılmaması îcâb eden bir topluluktur.
Dolayısıyla da tehdit arz eden
bu yapı, yani Türkler, geçmiş
misyon ve vizyonlarına, aslî
mefkûrelerine asla kavuşmamalıdırlar! Zira bu, Almanların millî menfaatlerine zarar
verir.
Alman kafası için en büyük
tehdidin Türkler olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz yani.
Almanlara göre, Türklerin
Anadolu coğrafyasında ve
bunu çevreleyen Balkanlarda
kesinlikle eski misyonuna
soyunmaması gerekir. Ve bunu
sezdikleri anda, Türkiye’nin
zaaf noktalarını kaşımaya
başlarlar. Onlar için bir gerekliliktir bu. Bu minvâlde
kaşınabilecek en uygun nokta
da Türkiye’nin Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’dir.
O yüzden de Almanya’daki
Türk bütünlüğü ile mücadele,
oldukça önemlidir onlar için.
Asya-Afrika coğrafyasına
da bu mantıkla bakılmalıdır.
Buralardaki görünmez düşmanlarsa Fransız kolonileridir.
Fransızların Afrika kolonileri,
İngilizlerin de Körfez’deki
sermaye hâkimiyeti… Sonuçta
bunlar da birbirine rakip gibi
görünürler, ancak aralarında
“danışıklı dövüş” tarzında gizli
bir denge vardır aslında. Gizli,
ama sağlam bir denge…
Almanya’nın bir de kendi
içerisindeki Nazizm’e meyilli
takımları ve Müslüman kö-
kenli insanları kontrol etme
politikası vardır. Eğer içinde
üç beş milyon Müslüman
Türk varsa, kendisini besleyen
o toplulukların ana memleketlerini, ana ülkelerini, kaynak
coğrafyalarını bir bir kontrol
etmek durumunda hisseder
kendini. Bir devlet politikasıdır bu! Temel maddelerde de
mevcuttur. Dünya coğrafyası
üzerindeki göçmen kitlenin en
büyüğü de Türkler olduğundan, Türkiye’deki her hareket
yakından ilgilendirir onları.
Güvenlikleri açısından bu
dengeleri gözetmek zorunda
hissederler kendilerini.
Ekonomik açıdansa Almanya, Türkiye ihracatında bir
ve iki numaralı ülkeler arasındadır. Hâliyle ithalatta da biz
önemliyiz onlar için. Bizim
Avrupa’ya yaptığımız ihracatta
da birinci sıradadırlar. İhraç
ülkelerinin başında Almanya
gelir. Onlar için belki biz
onuncu sıradayız ama ekonomik açıdan da iyi bir partneriz
sonuçta. Dolayısıyla ekonomik
açıdan birlikte olmak zorundayız. Ama sosyal açıdan her
zaman rakibiz onlar için. Hem
kendi içlerinde (dış Türkler),
hem de bizim var olduğumuz
bölgede…
‘Entegrasyona evet, asimilasyona hayır!’ politikamız da
bu yüzden çok rahatsız ediyor onları. Kültür farkından
ötürü anlayamıyorlar çünkü.
Onlar bunu, Erdoğan’ın
Avrupa’daki bireysel dirilişi ve
sivrilişi olarak görüyorlar. Yani
Erdoğan’ın şahsî politikalarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Ve eskiye doğru bir
dirilme ve sivrilme oluşunu da
‘anti-demokratik bir yönetim
modeli’ olarak görüyorlar.
Yani Erdoğan demokrat
değil, anti-demokratik bir
lider yani onlara göre. Hü-
kümran tavırlı görüyorlar onu.
Mahkeme zabıtlarında da
okudular bu tarz verileri. Yani
kendi kurguladıkları bu teze
kendileri de inanıyorlar.
Almanya Devleti’nin bu
yöndeki algı operasyonları
sebebiyle Almanya’nın emperyal kesimi dışındaki objektif
insanları bile bu kanaate sahip
oldu artık. Biz de kendimizi
anlatmakta güçlük çektik
doğrusu. Hâlâ da çekiyoruz.
Başta kendi medyamızın
hâli ortada! Örneğin Tayyip
Bey’in verdiği Hitler’le ilgili
bir örnek, ‘Hitler haklıdır!’ demiş gibi bir şekle dönüşüyor.
Yani onun ağzından çıkan her
ifade bilinçli olarak dönüştürülüyor.
Kısacası Batı’nın yerleşik
politikaları -Oryantalist faaliyetleri- dışında, bizim de
kendimizi anlatma zâfiyetimiz
var. Eğer bu algı hatasını sivil
toplum kurumları üzerinden
aşabilecek bir damarı yakalarsak, oradaki dengeyi değiştirecek güce de sahibiz aslında.
Ama yapmamışız bugüne
kadar. Çünkü oradaki insanların hepsi yerleşik Alman
kafasında değiller; objektif
bakanlar da var. İşte biz onları
kazanmalıyız! Onlara yanlış
şeyler yaptığımızı düşündürtüyorlar. Sadece bu negatif
algıyı nötralize etsek, o bile
ciddî bir iş…”
“FETÖ’nün
özellikle
Almanya’da çok
güçlü bir ağı var!”
Gergerlioğlu’nun FETÖ’ye
ilişkin Avrupa çerçeveli tespitleriyse şöyle:
“FETÖ, yurtiçinde ve
yurtdışındaki önemli sinir
uçlarına iyi yerleşmiş bir yapı.
Avrupa’da güçlüler. Özellik-
le de Almanya’da ciddî bir
varlıkları vardı. Son süreçte
her cephede ağır yara aldılar
tabiî. Ama yine de oradalar.
Bu ahtapotvari sistemleri ile
Avrupa’daki Türkiye düşmanı
yapılarla gayet entegre çalışıyorlar. Entegre çalıştıkları
yapıların dışında, bir de manipüle ettikleri kesimler var.
Onların başında da Almanya
dâhil, tüm Avrupa’daki objektif kesim geliyor.
Peki, bu dalgayı nasıl kırarız? Avrupa’daki sivil toplum
yapıları ile verimli temaslar
kurarak ve onların algılarına
nüfûz ederek… Önce negatif
imajı nötralize ederiz, sonra da
doğru olan algıyı yapılandırırız. Bir kısmı art niyetli tabiî,
onları değiştiremeyiz. Ama
kötü niyetli olmayanlara tesir
edebiliriz. Çünkü o art niyetli
kesim, bu taraftaki objektif
tabakayı zehirliyor. Bu hayatî
stratejiyi milletimize çok güzel
anlatmamız lâzım. Hamasî bir
tavır değil, ince işçilik farz!
‘Almanya bizim düşmanımızdır!’ demek, kolay ve hatalı
bir mantık! Sistem kurarak,
tıkanıkları okuyarak sisteme
nüfûz etmenin yollarını aramalıyız. Bunu çok rahat yaparız, çünkü bizim organizasyon
gücümüz, onlarınkinden çok
yüksek! Ama bizde de âhenk
yok. Yani sistem… Onlar
sistemli ve istikrarlılar. Hedefe doğru âhenkli bir sistem
kuramıyoruz biz. Herkes bir
tarafa çekiyor ve bunun için
de yol alamıyoruz. Bu, sistem
sorunu!
Onların avantajı da bu işte!
Ama sistemi kaparsak çok
şanslıyız aslında. Yaşayan,
yeniliklere uyum sağlayan,
yenilenen bir devlet ve sistem
yapısı kurmuşlar onlar. Biz
ise 1923’te Cumhuriyetimizi
ilân ederek yeni bir devlet
şubat 2016
69
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
kurmuşuz ama sistem inşâ
edememişiz. Mevcut yapımız
hâlâ şahıslara bağlı. Yani karizmatik, güçlü liderler geldiği
zaman iyi, gelmediği zaman
kötü… Geçici, kısa süreli,
palyatif iyileştirmeler kesin
çözüm sağlamaz! Dünyadaki ve Türkiye’deki dinamik
şartları dikkate alarak süratle
sistem kurmalıyız. Bu bizim
zarûretimiz!”
“1929
Buhrânı’ndan sonra
kurulan ekonomik
sisteme yeni
müdâhil oluyoruz!”
“Dünya ekonomik sisteminde, malî ve finansal zeminde, bilhassa 1929 Amerikan Ekonomik Buhrânı’ndan
ve Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra BM’nin kuruluş kararlarına yansıyan birçok durum
oldu. Paris Konferansı’nda
değiştirilen kararlar oldu
mesela” diyerek dünya ekonomisinin yakın tarihine dair
tespitlerini sıralayan Muhammed Taha Gergerlioğlu, bu
tespitlerini şöyle sürdürüyor:
“Dünyada finansal bir sistem, yeni bir düzen kuruldu
o dönemle birlikte. Ama biz
bu sisteme adapte olamadık. 1980’le başladı bizim
entegrasyonumuz. Piyasalar,
1980 sonrasında Özal’la
birlikte yavaş yavaş onların
kurallarına girmeye başladı.
Erdoğan’la da oturdu bu
süreç! Fakat bir sermaye birikimi vardı onlarda. Bizde ise
azdı. Sorunumuz buydu yani.
Tüm finansal sistemlerde
başat sorun ‘sermayesizlik’tir
zaten. Ancak altını çize çize
söylemekte fayda var ki, aslında sermayesiz de değildik biz!
Para, içimizdekiler tarafından
Batı’ya kaçırıldı!
Osmanlı’nın son döne-
70
şubat 2016
minde ve Cumhuriyet’in
kuruluş döneminde, bilhassa
İnönü kararlarıyla dışarıya
kaçırıldı sermaye! Bu, bilerek
yapılmış bir faaliyettir. Rum,
Ermeni ve Yahudi menşeli
birikim sahibi insanların
paraları dışarı transfer edildi.
Merkez Bankası’nda da bu
tarz operasyonlar oldu. Yani
millî güçlerin elinde olmayan
kurumlar, bu sermaye kaçışını
kolaylaştırmışlardır. Çok trajik bir şeydir bu! Acıdır, ama
gerçektir maalesef!
Bu operasyonlarda
Avrupa’nın payı olduğu gibi,
zaman zaman da Almanlar’ın
payı olmuştur. Finansal tarihte
açıkça görülür bu. Onların
emperyalist politikaları her
zaman çökmekte olan ülkelerin üzerine abanmaktan geçer
zaten. Yani Türkiye’nin sistem
kurmakta zorluk çekmesi ve
ancak son 15 yılda bu noktada
başarı kaydetmesi, Almanların
bu coğrafyada yükselen yeni
bir Türkiye görmek istememesi, gayet anlaşılırdır aslında.
Ne var ki, Birinci Dünya
Savaşı’nda bu ülke için savaşa
girdik biz. Bize çok borçlular
Almanlar, onlara da söylerim
bunu hep. Çeşitli ortamlarda
hep dile getiririm ve ‘Sizin
için Birinci Dünya Savaşı’nda
kocaman bir Osmanlı coğrafyasını yitirdik biz. Sizden bir
şey beklemiyoruz ama siz bir
özür bile dilemeden Anadolu
coğrafyasını parçalamak için
uğraşıyor, bunun için faaliyet
gösterenleri destekliyorsunuz!’
derim.
Mesela göçmen olarak
Almanya’ya giden Suriyelilerin içinde bir kavga var şu
an. Kamplarda HıristiyanMüslüman kavgası yaşanıyor.
Müslümanları bize geri göndermeye başladılar. Yani Erbakan Hoca’nın zamanında dile
Ayten Çalış
getirdiği o ‘Avrupa KulübüHaçlı Koalisyonu’ meselesi
doğrudur.”
“Türkün ve
Müslümanın
olduğu her yer
vatanımızdır!”
Gergerlioğlu’nun Türk ve
Müslüman nüfûsa dair önemli
tespitleri ise şöyle:
“Avrupa bir Haçlı koalisyonu olabilir, fakat Müslüman
bir Türk olarak Almanya’yı da
vatan olarak görmeliyiz biz.
Zira orada yaşayan Müslümanlar bunu düşünmemizi
gerektirir.
Ana vatan Türkiye, yavru
vatan Kıbrıs… Ne kadar
vatandaşımız var orada? 300
bin civârı… Almanya’da ise
neredeyse 5 milyon Müslüman Türk var. Araplar ve diğer
Müslümanları da sayınca 10
milyonu bulur. ‘Nüfûsun yüzde 10’u Müslüman’ diyebiliriz
yani. Öyleyse Müslümanın
olduğu her yer vatanımızdır
bizim!
Almanya Devleti çok güçlü
olsa da sivil toplum etkisi çok
güçlü orada. Bu nedenle bizim
oralarda sağlıklı yer almamız,
mevcut dengeleri değiştirir.
Devletimiz STK’lar üzerinden ne kadar orada olur, varlık
gösterir ve kendini anlatırsa o
kadar iyi tanınır ve anlaşılırız.”
“Derin Almanya
Devleti, küçük bir
İsrail’dir aslında!”
Gergerlioğlu’nun AlmanYahudî ilişkilerine dair görüşleri ise şöyle:
“Almanya, İkinci Dünya
Savaşı’ndaki finansal yapılarını İsviçre’de saklamıştır.
Avrupa ve ABD’nin onayını
aldıktan sonra o finansal
yapılar Almanya içinde ciddî
yatırımlara dönüştü. Bizim
Merkez Bankası gibi değil
oradaki yapı; güçlü şirketlerin
oluşturduğu farklı bir sistem
var. Aslında Almanya, küçük
bir İsrail sayılır. Onun hâmisi
olan bir devlettir yani.
Bu tespiti yapmak zorundayız! Neden? Sistemi bilmemiz
gerekiyor çünkü. Zaten Alman bakanların İsrail’le olan
yakın temas ve ziyâretlerini
izleyince yakînen görüyoruz
bunu. Sağlam bir hat var orada; ciddî ama gizli bir köprü…
Bir Yahudî tüccar, sanayici
ya da finansçının karşısında
tüm Almanlar eziktir. Çok
eziktirler hem de. Zaten
Avrupa’daki Yahudî soykırımı
meselesi de oldukça kısıtlıyor
onları. ‘Yahudîler’ deyip sağlıksız bir genelleme yapmayalım ama ‘Siyonist Yahudîler’in
orayı bir üs olarak kullandığı
bir gerçektir!”
“Dünya devlerinin
oturduğu o
masada taraf
olma mücadelesi
veriyoruz”
Alman-Yahudî ilişkisinin
üzerine kurulu finans faaliyetlerine dönük karşı tedbir
ve atağın ipuçlarını ise şöyle
veriyor Gergerlioğlu:
“Bu mânâda biz de
Avrupa’da olan STK’ları
birer üsse çevirmek, mevcut
jokeri değerlendirmek durumundayız. Bizdeki en büyük
sorunlardan biri ise, yurtiçi
ve dışındaki kurumlarımızı
entegre vaziyette çalıştıramamamızdır!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘Ekonomik
Güvenlik Konsepti’ diye
Meclis’ten de geçen bir uygulaması var. Ancak tam uygulama sahasında değil henüz.
Derin Almanya”yla imtihanı
Şimdi ise “Justizvollzugsanstalt Frankhenthal Hapishanesi’ndeki, babası
Türk, annesi Alman olan ‘Deniz’ adlı o Türk gencinin yan koğuştan gelen çığlıklarını unutamıyorum!” diyor. Almanların taktığı “Türklerin James Bond’u” ismiyle yazılı ve görsel medyada kamuoyunu aydınlatma faaliyetlerinin yanı sıra, “Yeni Türkiye” vizyonunun altyapısına dair yürüttüğü bireysel faaliyetlerini de genişletiyor Gergerlioğlu.
Kamu, özel sektör, üniversite,
siyaset, STK’lar, medya gibi
ayakların birbiriyle entegre
çalışmasını sağlayacak bir
konsept bu. Hem yurtiçinde,
hem de yurtdışında âhenkli
bir çalışma oluşturacak. Almanya gibi Türk toplumunun
çok olduğu ülkelerde o âhengi
kurmak ve korumak durumundayız biz! Ancak uluslararası zemindeki ekonomik
eşitsizliğe yaptırım uygulayabilecek bir mekanizmamız ve
gücümüz de yok henüz. Bu
bir realite! Çok yeni başladık
çünkü müdâhil olmaya.
Türkiye şu an için ‘Dünya
beşten büyüktür!’ söylemini
cesurca dillendiriyor ama bu
sadece dünyayı uyandırma
amaçlı. Sisteme hâkim olabilmemiz ve adâletin tesisini
talep edebilmemiz için henüz
çok erken. Geçmişte solcu
kesimin de dile getirdiği
sloganlar ve psikolojik mesajlarla topluma ses veriyor,
dünya kamuoyuna bu mesajları iletiyoruz elbette. Ama
yolumuz var daha. Öncelikle
kurumlara ve sistemlere
nüfûz etmemiz lâzım. Yani
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sürecindeki anlaşmaların
bozulması gerek. Malta ve
Yalta Toplantıları’nda alınan
kararlar gibi mesela… Söz
konusu taraf devletlerin akitleri bozulmalı yani. Zira biz o
devletlerin içinde yokuz. Biz
şu an o taraf devletlerin içine
girme ve de taraf olma mücadelesi veriyoruz. Tüm gürültü
de buradan kaynaklanıyor
zaten. İşin başındayız yani.
Büyük bir İstiklâl
Savaşı’ndan çıkmışız. Bir
yandan da kültür mücadelesi
veriyoruz. Kendimize göre
ekonomik bir mücadele içindeyiz ve sanayide de yine aynı
şekildeyiz. Tâbir yerindeyse,
dört beş cephede birden savaşıyoruz. Terör tarzı toplumsal
ve siyasal oynamalar da cabası… Gezi, paralel, etnik kartlar
vs.”
“Göçmen kartını
işe çevirmeliyiz!”
Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun göçmenlerle ilgili
söyledikleri ise önemli projeler
doğurabilecek nitelikte:
“Türkiye’nin eline ciddî
bir güç geçti şu an. Bu joker,
göçmen politikası ile ilgili!
Bilhassa da Suriye göçmenleri... Afrika ve Asya’dan gelen
göçmenler de dâhil buna.
Türkiye, kendi nüfûsu kadar
göçmen kabul edebilen bir
yapıda. Onlarınsa hemen
dengeleri sarsılıyor. Kültürel,
ekonomik vs. her planda ciddî
etkileniyorlar. Çok cüz’î bir
göçmen bile alınsa toplumsal
kargaşa oluyor, psikolojileri
bozuluyor. Hem buna yatkın
değiller, hem de ekonomik
refahları sarsılıyor.
Sosyal güvenlik açısından
bir göçmenin devlete olan
maliyeti de çok yüksek onların
sisteminde. Devlete olan bu
yüklü maliyetin altından kalkmaları çok zor. İşte bu nokta,
Almanya’nın Türkiye üzerinde
izlediği politikaları kontrol
edebilmek için ciddî bir koz!
Caydırıcı güç yani… Ve bu
kozu şu an hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan, hem de
Bakanlar Kurulu çok iyi değerlendiriyor. Bu kartla ‘serbest dolaşım’ zorlanacak, serbest para transferlerinin önü
açılmaya çalışılacak. Benim
Almanya Devleti tarafından
tutuklanmama ve yaklaşık bir
yıl hücrede tutulmama sebep
olan da bu tarz stratejiler ve
uygulamalar içinde olmamızdır aslında.
Orada çok ciddî finansal
kaynaklar var. Türkiye’nin
özel sektörü, faiz yüksek
olduğu için Türkiye bankalarından borçlanmaktan ziyade
Avrupa’da Almanya ve İsviçre
bankalarından borçlanıyorlar.
Düşük faiz cezbedici sonuçta… İşte ‘serbest dolaşım’
açılıp para transferleri rahatladığı zaman süreç hızlanacak
ve bizim Avrupa’da, özellikle
Almanya’daki kuruluşlarımızın kredileri de yükselecek.
Manevra alanları genişleyecek.
Türk insanının serbest dolaşımı rahatlayacak ve Türkiye’nin
göçmen kozu, adâleti tesis
etme yönünde önemli bir araç
olacak. Bizi güçlendirecek
ve bir mânâda caydırıcı güç
olacak.
Bu kozun işlevini Türkiye
anladı ve Merkel’in Türkiye’ye
dönük tenkitçi politikaları,
Almanya’nın bize olan teveccühüne dönüştü. ‘Onları
kızdırmayalım, Türkler bizim
için iyi şeyler yapıyorlar. Biz
bunu yanlış okumuşuz!’ gibi
söylemler oluştu. Böyle bir
süreçte bizim, paralel yapının
Avrupa’daki faaliyetlerini çok
iyi tespit etmemiz ve onların
oradaki kurumlarla, STK’larla,
medyayla olan ilişkilerini akıllıca kesmemiz lâzım!”
“11 aylık Almanya
hapsimin asıl hedefi
Erdoğan’dır!”
Tutuklanma sürecine ilişkin
düşüncelerini ise söyle paylaşıyor kendisi:
“Tutuklandığımda, benim
üzerimden Erdoğan’ın yıpratılmak istendiğini biliyordum.
Ancak serbest kaldıktan sonra
aldığımız geribildirimler ve
malûmatlar da açıkça gösterdi
ki bizim alınmamız, Sayın
Cumhurbaşkanı’nı yaralayabilmek ve yakalayabilmek için
bir delil yaratma süreci olmuş.
Onu uluslararası mecrâda
işlevsiz hâle getirebilmek için
devletlerarası hukuk üzerinden bir delillendirme sürecine
girilmiş, ancak alınmamızın
üzerinden 11 ay geçmesine
rağmen bu delillendirme yapılamamış.
Suçlama sürecinde gayet
kendinden emin olan Almanya Devleti, delillendirmede
sıkıntı çekmiş. Benden, bana
dinletilmeyen iki ses kaydını
kabul etmem istenildi. ‘Bunu
kabul edin, sizi iki yıl süreyle
tutup serbest bırakalım! Korkmayın, hâin sayılmazsınız; bir
şeyi ifşâ etmiş olmayacaksınız
çünkü. Sadece iki adet ses
şubat 2016
71
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
Ayten Çalış
Tutuklanmasına giden sürecin bir ihbar yoluy-
la tetiklendiğini açıklayan hâkimin beyanları ve yapılan irdelemeler sonucunda Almanya’da oldukça etkin olan FETÖ ayağının, bu operasyonda
önemli bir parça olduğu anlaşıldı.
kaydını kabul edeceksiniz!’
denildi. Kabul etmedim tabiî!
Ayrıca hâkimin beyânına
göre özel bir ihbar almışlar
benimle ilgili. Bunu doğrulayan ‘paralel hatları’ da keşfettik zaten sonra. Manzara iyice
netleşti yani! Bu işte ciddî bir
faaliyetleri olduğu doğrulandı.
Ve 1 Kasım seçimlerindeki
yüzde 49,5 oranından sonra
hemen muamele de değişti
bana karşı. Onu çok net hissettim. Baskılarda ciddî hafifleme oldu. Hatta kendileri
bile, ‘Halk neden bu kadar oy
verdi? Nasıl verdi? Biz neden böyle görmüyoruz?’ diye
yorumlar yaptılar. Bu tarz
yorumları daha önce asla yapmıyorlardı. ‘40’ların da altına
düşer, son seçimden daha da
aşağı doğru seyreder’ diyorlardı. Oranın kanaat önderleri,
politologları ve uzmanları çok
ciddî tahminlerde bulunuyorlardı bu konuda.
Ama ertesi gün şunu anladım: Avrupalılar, bükemedikleri bileği öpüyorlar. ‘Bu adam
bu işi çok iyi biliyormuş, bu
bir sihirbaz!’ dediler. O zaman
tüm Avrupa ve dünya basını,
Sayın Cumhurbaşkanı’nı bir
‘demokrasi sihirbazı’ olarak
gördü. Türkiye’de yapılan
Yüksek Seçim Kurulu manipülasyonları gibi şeyler de
olmadı. Avrupa Birliği’nin
gözlemcileri çok net söylemlerde bulunuyorlardı çünkü.
‘Seçimlerde sorun yok!’ diyorlardı. O objektif yorumlar çok
etkili oldu ve asparagas haberlere kimse tevessül etmedi.
O tarz klasik manipülasyon-
72
şubat 2016
lar, daha çok Türkiye’ye özgü
bir durum. Eski Türkiye’nin
bakiyesi...
Avrupa toplumları o tarz
bilirkişilere çok îtibâr ediyorlar. Almanya’nın objektif
tarafı bu! İşte biz o matematiğe girmeli, o hattı kesinlikle
fethetmeliyiz! Biz 1800 ve
1900’lerde çok zarar görmüşüz onlardan. Onlarla olan
ittifaklarımız sebebiyle fazla
mağdur olmuşuz. İhtiyaç
duyduğu anda bizimle Birinci
Dünya Savaşı’nda birlikte
olan Almanya, Kafkasya’da
Ruslarla çarpışan İslâm ordumuzla savaşmıştır bizim. Çok
büyük bir olaydır bu! Bizim
halkımızın da, Alman halkının da bilmesi gerekir bunu.
Nuri Paşa, Enver Paşa’nın
kardeşi… İslâm ordusunun
başındaydı ve Almanlar onlara karşı savaştı. Yine İngilizler
bu organizasyonun da başındaydı tabiî. ‘Kafkas İslâm
Ordusu’ adı verilen bu ordu,
Osmanlı, Azerî ve Dağıstanlı askerlerden oluşuyordu.
Ve Ruslar perişan oldular.
Yani biz en iyi askerlerimizi, en seçkin insanlarımızı
Avrupa’ya gönderdik onlar
için. Galiçya Cephesi’nde
binlerce şehidimiz var. Onlarsa Ruslarla beraber olup
İslâm ordumuza karşı savaşıyor, bize zarar veriyorlar. O
emperyalist bakışı düşünün!
Bizim oradaki ilerleyişimizi
durduruyorlar.
İşte bu gerçekleri hem onların toplumuna, hem de kendi
halkımıza anlatmamız lâzım!”
Yıldız’ın çağdaş
sürgünlerinden biri
olan Gergerlioğlu
kimdir?
Muhammed Taha Gergerlioğlu; bir Şâzelî, Nakşibendî
ve Hâlvetî meşâyıhı olan ve
II. Abdülhamid Han’ın yakın
kadrosunda yer alarak çok
uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda
vazîfe yapan Abdurrahman
Efendi’nin torunu. Ayrıca 18.
kuşaktan da Somuncu Baba
Hazretleri’nin sürgünü…
Abdülhamid Han’ın
tâlimatıyla 17 yıl gibi uzun
bir dönem Yıldız’da, kendisine tahsis edilen mekânda
yaşayan Abdurrahman
Efendi, Osmanlı döneminde
Urfa civârında yaşamış olan
sülûk ehli bir zât. Eyyûb
Peygamber’in kabri olan
Urfa’daki makamın yanında
yatıyor bugün. İlyas, Elyasa
ve Eyyûb Peygamberlerin
üçünün de kabri olduğuna
inanılan Urfa-Viranşehir
arasındaki yerde…
(Eski Ahit’te “Elişa” ismiyle anılan Elyesa
Peygamber’in mezar ve
türbesi, bir rivâyete göre Zülkifl Peygamber ile birlikte
Diyarbakır’ın Eğil ilçesindedir. Başka bir rivâyete göre ise
Eyyûb Peygamber’i ziyârete
giderken vefât ettiği Urfa’da;
onun türbesinin güneybatısındadır ve asırlardır Elyesa
Peygamber’in makâmı olarak
ziyâret edilmektedir.)
“Yıldız Sarayı’nda bulunan ve şu an Malta Köşkü
olarak anılan o nezih bina,
II. Abdülhamid Han tarafından dedeme tahsis edilmiş”
diyor Gergerlioğlu. 17 yıl
kadar kalmış orada. Ta ki II.
Abdülhamid Han’ın hâlliyle
beraber Devlet-i Âliyye-yi
Osmâniyye’ye ait emanetleri
tevdî edip tekrar Urfa’ya avdet
edene kadar…
Metafizik
istihbaratın kalesi:
“Yıldız”
Yıldız’da dilden dile konuşulan, kerâmet düzeyindeki
birçok manevî hâller de olmuş
ayrıca. “Abdurrahman Efendi
tasarruf sahibi, hikmet ve irfân
ehli bir zâtmış. Çok enteresan
vakâlar dinlemişimdir halalarımdan” diyen Gergerlioğlu,
aslında “metafizik istihbarat”
denilenin de bu iklim olduğunu düşünüyor ve şu ilginç
tespiti yapıyor:
“Türk Devleti’nin metafizik istihbaratı çoğunlukla
kurumsal bir yapı olarak
tasavvur edilir. Aslında gerçekten metafizik bir teşkîlattır
o. Zâhirde varlardır ama bir
kurumsal kimlik ve mekânsal
beraberlik yoktur aslında. Ve
bu farklı yapıyı mekaniğe ve
görünene dayalı Batı zihninin
anlaması gerçekten zordur.
Bu sistemi algılayabilmeleri
için Müslüman olmaları gerekir önce.”
“Necip Fâzıl’ın
alnından öptüğü,
ruhu kalıbına
sığmayan genç”
Gergerlioğlu’nun babası
Muhittin Bey ise dindarlığını gizlemeyen bir memur
olması sebebiyle tam 33
tâyin görmüş, bir ömür
Anadolu’nun o şehrinden
bu kasabasına savrulmuş bir
memur. Hürmetle yâd ettiği
babasını şu sözlerle anlatıyor
Taha Gergerlioğlu:
Derin Almanya”yla imtihanı
“Şeriatçı, râbıtacı, dindar,
mütedeyyin bir memur olduğu için sık sık tâyin gördü
peder. Sürekli o beldeden bu
kazâya, o şehirden bu şehre
gittiğimiz için; ilkokulu yedi,
İmam-Hatip’i de beş ayrı
yerde okudum ben.
Babam ehl-i tasavvuf biriydi. Fakat hep dik duran,
çok onurlu, şecaatte de Hz.
Ömer gibi bir kişilikti. Hatta
yapıca halim selim çocuklar
olduğumuz için kızardı bize,
‘Pısırıksınız!’ derdi. Kardeşlerime bazen, ‘Yürüyün, şu adamı
gidip dövelim!’ filan derdi.
‘Baba!’ der, ‘Ne yapıyorsun
sen!’ diye itiraz ederdik; ‘Allah
için dövülmesi lâzım oğlum!’
derdi.
Bir dönem, Denizli’deki
MİT sorumlusunun Müslümanlara yaptığı eziyeti tespit
etmiş, kalkıp adamı sorgulamaya gitmiş mesela. O kişi
pedere, ‘Sen ne haddini bilmez adamsın!’ deyince de, ‘Asıl
sen ne biçim Müslümansın!
Allah var! Ve ben, Müslüman
kardeşlerim için sana bunu
hatırlatmaya geldim. Ama
bu dilden anlamazsan başka
dilden de konuşurum!’ demiş.
Adam ‘Hangi dilden!’ deyip
bir hareket yapmak istemiş
pedere, o da güçlü bir adam
tabiî, karşılık vermiş. ‘Bir tane
vurdum, devrildi; adamda da
hiç iş yokmuş!’ derdi. Yani
cevvâl bir yapısı vardı pederin.
Üstad Necip Fâzıl’la yakın
olmalarına sebep olan da bu
cevvâl yapısı aslında…”
Soyadı Kanunu ile “Dinç”
soyadını alan, ancak daha
sonra “Gergerliler” olarak
bilinen soylarından dolayı
bunu babasının isteği ile
“Gergerlioğlu”na çeviren
Muhittin Bey, Üstad Necip
Fâzıl’ın, Abdülhakim Arvasî
Hazretleri’nin, ehlullahtan
ve edebî çevrelerden birçok
değerli ismin, âriflerin ve
şâirlerin muhabbet beslediği
çok sevilen bir kimlikmiş.
Bu çevrenin kendisine
muhabbet duyma sebebi
ise daha çok mücadeleci bir
yapı taşımasından kaynaklanıyormuş. Bir gün Ankara
Üniversitesi’nde öğrenciyken, 10 Kasım töreninde
Kemâlettin Kamu’nun “Kâbe
Arap’ın olsun, bize Anıtkabir yeter!” şiiri okunuyorken
dayanamayıp haykırmaya
başlamış Muhittin Bey. “Bu
kadar da olmaz!” nev’inden
sert bir tepkiyle çıkış yapınca
olay büyümüş. Derken hâdise,
alışıldık “İrticâ hortladı!” yaygarasıyla gazete manşetlerine
konu olacak kadar duyulunca,
bir dönem saklanmak zorunda bile kalmış. “Zaten peder,
‘Bize o olaydan sonra mührü
vurdular! Artık biz iflâh olmayız!’ derdi hep. Biliyordu
güdülen mantığı!” diyen
Gergerlioğlu, 1952’de yaşanan
bu olaydan sonra Veterinerlik
Fakültesi’nden uzaklaştırıldığını da söylüyor babasının.
Sonrasında da mimlenmiş ve
ardı arkası gelmeyen sürgünler
başlamış zaten.
Koca üniversitede Muhittin
Bey’le beraber altı genç varmış
namaz kılan; bunlardan ikisi
de Sezai Karakoç ile Mehmet
Şevket Eygi’ymiş. Bodrum
katlardan birinde, tuvaletten
bozma küçük bir yeri mescit
yaparak gizli gizli kılıyorlarmış namazları. Sonra o da
yakalanıp olay olmuş yine.
“Ankara Üniversitesi’nde 3
bin talebe var o zaman. Ama
bu altı arkadaş; kalorifer veya
başka bir şey yok, Ankara’nın
o soğuğunda sabah namazı
için çeşmeye kalkıyorlar ve
‘Hangimiz önce abdest alacak?’ diye kendi aralarında
yarış ediyorlar. ‘Hiçbir konuda
birbirimizle yarış etmezdik
ama sabah namazında yarışıyoruz. O soğuk suda ilk
abdesti kim alacak diye mücadele ediyoruz’ derdi peder. Ve
bizi sabah namazlarına kaldırırken de hep bu hikâyeleri
anlatırdı” deyip ekliyor Gergerlioğlu:
Ama Üstad, ‘Olmaz!’ demiş,
vermemiş, ‘Onu ancak Sezai
taşıyabilir!’ demiş ve Karakoç’a
vermiş çantayı.
“İşte o 10 Kasım törenindeki büyük hâdise basına yansıyınca, Üstad Necip Fâzıl da
duyuyor bu olayı. ‘Ankara’ya
gideceğim, o genci tanıyıp
alnından öpeceğim!’ diyerek
babamı görmeye geliyor.
Üstad’la tanışmaları da oradan
başlıyor işte!
Geçenlerde de Sezai Karakoç Üstadı gördüm. Beni
görünce hemen ‘Muhittin
Dinç’ geliyor tabiî hatırına.
Babamın soy ismi öyle çünkü
o zaman… ‘Muhittin’in oğlu,
nasılsın?’ dedi yine, hasbihâl
ettik biraz. ‘Efendim! Üstad
Necip Fâzıl Kısakürek sizin,
gelecek iki yüzyılın düşünürü
olduğunuzu söylermiş, babam
hep öyle söylerdi’ dedim kendisine. Yanındaki dostları meraklandılar tabiî hemen ‘Üstad
ne diyormuş, ne diyormuş?’
diye heyecanla sordular. Sezai
Bey de her zamanki mütevazı
tavrıyla ‘Yok bir şey! Yok bir
şey!’ deyip kapadı üzerini…”
Peder, Sezai Karakoç ve
Mehmet Şevket Eygi, Üstad’ın
geleceğini haber alıp Ankara
Garı’na gidiyorlar karşılamaya.
Üstad trenden iniyor ve ‘O
genç hanginiz?’ diyor hemen.
Peder utana sıkıla ‘Benim!’ deyince, ‘Gel! Gel de bir alnından
öpeyim seni! Ruhu kalıbına
sığmayan gencim benim!’ diyerek sarılıyor ona…”
Üstad Necip Fâzıl ve Osman Yüksel Serdengeçti gibi
birçok isimle yakın dostluklar
kuran Muhittin Gergerlioğlu,
tasavvuf tarafı kuvvetli bir
insan olduğu için iletişim kurduğu edip ve şâirleri manevî
sohbetlere taşımasıyla da ünlüymüş. “Şurada bir sohbet var,
haydi gidelim!” diyerek sürekli
edebî çevrelerle tasavvufî çevreler arasında aşılama yaparmış. Şâirlik tarafı da olan ve
bazen ilham geldi mi saatlerce
yazan ve söyleyen babasının
Üstad’ı karşılamaya gittiği gün
yaşanan bir anıyı da şu cümlelerle özetliyor Gergerlioğlu:
“Üstad Ankara Garı’na
geldiğinde, bir çantası varmış
elinde. Peder de hemen elinden alıp taşımak istemiş tabiî.
O ifadeyi ve ânı o tok ses
tonuyla bir canlandırın hafızanızda… Müthiş tabiî! Hatta
peder, Üstad’ın o karizmatik
söylemlerini taklit ederdi bazen. O tonlamasını filan…
Horasan
Erenlerinin
sürgünleri,
Somuncu Baba’nın
torunları:
“Gergerliler”
Gergerlioğlu Ailesi, Soyadı
Kanunu sonrasında “Dinç”
soy ismini almış. Daha doğrusu verilmiş. Fakat Muhittin
Bey’in babası Mustafa Bey,
yani Taha Gergerlioğlu’nun
dedesi, “Oğlum! ‘Dinç’ soy
ismi bizim soyumuza ait değil. ‘Gergerlioğlu’ yapın onu!”
deyince, Muhittin Bey de
değiştirmiş soyadını.
Taha Gergerlioğlu, biri
Suriye’de, biri de Türkiye’de
“Gergerliler” ismiyle anılan iki
damar olduğunu ve ikisinin
de Horasan’dan gelen kol
olduğunu söylüyor. Yani Gerşubat 2016
73
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
gerlioğlu Ailesinin, Horasan
Erenlerinin birer sürgünü
olduğunu söylemek mümkün.
“O göç yolları çok önemli!
Aile de buna dikkat etmiş.”
diyen Gergerlioğlu, son iki
yüzyıldır Urfa’da olduklarını
ve “Gergerliler” lâkâbıyla tanındıklarını ifade ediyor. Aile
son iki yüzyıldan evvelki iki
asırda ise Darende’de olmuş.
II. Abdülhamid Han’ın yakın
dairesinde olan büyük dede
Abdurrahman Efendi’den
sonra Ali Dede, onun ardından da Mustafa Dede geliyor.
Taha Gergerlioğlu’nun babası
Muhittin Bey ise Mustafa
Dede’nin oğlu.
“Babamın bütün derdi, erkek evlatlarını İmam-Hatip’te
okutmak, sâlih ve sâliha evlatlar yetiştirmekti” diyen Taha
Gergerlioğlu, kardeşlerini de
şu şekilde sıralıyor:
“Üç kız, dört de erkek olmak üzere, toplam yedi kardeşiz biz. Muhammed Taha,
Muhammed Emin, Muhammed Mustafa ve Ömer’ül
Fâruk… Mustafa Ağabeyim
Hakk’a yürüdü, diğer kardeşlerimiz hayatta. Kız kardeşlerimiz de Hatîce, Medîne,
Fâtımâ Aynur ve Büşrâ…”
Bir ömre 33 tâyin
sığar mı?
“Peder Anadolu’da birçok
Ehlullah’ı ve mürşîd-i kâmili
ziyâret ederdi. Her tâyin olduğu yerde, oranın bilinen ve
bilinmeyen mürşitlerini arardı. Yani oranın velî zâtlarını…
Bu tür ziyaretlere beni de
götürürdü hep. Ayrıca küçüklüğüm manevî sohbetlerle ve
pederin dostları olan şâirlerin,
Yûnus gibi halk şiirleri söyleyen insanların arasında geçti
hep. Eskiden Anadolu’da,
sokaklarda şiirler söyleyen,
74
şubat 2016
Ayten Çalış
Muhammed Taha Gergerlioğlu;
bir Şâzelî, Nakşibendî ve Hâlvetî meşâyıhı olan ve II. Abdülhamid Han’ın
yakın kadrosunda yer alarak çok uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda vazîfe yapan
Abdurrahman Efendi’nin torunu. Ayrıca 18. kuşaktan da Somuncu Baba
Hazretleri’nin sürgünü…
doğaçlama dörtlükler okuyan
insanlar vardı. Okumaya başladıkları zaman, oturup yazılması gereken beyitler söyler,
adeta mayalarlardı insanları.
Akar giderdi o beyitler peş
peşe. İşte o söylemler çok tesir
etmiştir ruhuma! O zaman
çok daha mümbitti toprak, bu
kadar çorak değildi sanki. Kısacası halkın beş vakit namaz
kılan ve eşi kapalı olan dindar
bir memur görmesi önemliydi
o zaman. Bundan dolayı sevilen bir insandı peder.
Tabiî halkın bu sevgisi,
meslek hayatına da 33 tâyin
olarak yansıdı. Bu tâyinlerin
büyük bir kısmına ben de
şâhitlik ettim” diyor Gergerlioğlu.
Taha Gergerlioğlu, 1956
yılında, Urfa’da doğmuş.
Sonrasında ise Erzincan,
tekrar Urfa-Viranşehir, UrfaMerkez, Antep ve İslahiye
gibi birçok yere gitmişler.
“Urfa’dan Rize’ye gidişimizi,
bir süre Rize’de kalıp tekrar
Urfa’ya dönüşümüzü çok iyi
hatırlıyorum” diyen Gergerlioğlu, o hareketli yılları şu
cümlelerle anlatıyor:
“Urfa’dan tekrar İzmirBergama’ya gidişimiz, oradan
Isparta-Şarkî Karaağaç’a
ve Şarkî Karaağaç’tan da
Konya’ya geçişimiz hatırımda
hep. Konya’dan KonyaKarapınar’a, Karapınar’dan
da Giresun-Alucra’ya gitmiştik. Ve Alucra’dan da tekrar
Aydın’a… Aydın’dan sonra da
Denizli, Antalya ve nihâyet
Bursa var. Ama Denizli’den
İhsaniye’ye, Antalya’dan Kaş’a
ve Gazi Paşa ilçelerine de
gidip gidip geldi peder...”
Kimi üç ay, kimi bir ay,
kimiyse bir yıl süren ve
tam anlamıyla bir eziyete
dönüşen bu tâyinler uzun
yıllar boyu devam etmiş ve
Gergerlioğlu’nun ifadesiyle
“devletin şeriaten sicili en
bozuk memuru” olmuş Muhittin Bey. “Bu adam râbıta
üyesi, şeriatçı, çok tehlikeli bir
adam!” söylemleriyle oldukça
meşhur olmuş.
“Fakat toplumda ne kadar
tarikatçı, Nurcu, Süleymancı
vs. gruplardan insan varsa,
hepsi de pedere gelirdi. Çünkü hepsiyle barışıktı o. ‘Allah
bunlardaki ayrılığı rahmet için
yaratmış. Eğer bir bütün olsalar, ezerler!’ derdi babam. ‘Biri
el, biri ayak, biri göz olacak
ve bu farklılık büyük rahmete
dönüşecek. O yüzden hepsini
sev onların! Hepsinde ayrı bir
özellik var!’ derdi. Bunu söylediğinde yıl 1969’du…
Beni 1969’da Konya’dayken
Süleyman Efendi Cemaati’ne
verdi ilk. Orada Kur’ân-ı
Kerîm okudum. O dönem
Süleyman Efendi Cemaati,
İmam-Hatiplilerle uyuşmazdı pek. Ama ardından da
İmam-Hatip’e gönderdi beni
ve orada okumaya başladım.
Sonra o dönemdeki YazıcılarOkuyucular grubuna verdi. Fethullah Gülen’in de
İzmir’de olduğu zamanlardı.
Aydın’a gidip geliyordu ve
bizim evimizde de iki üç gün
kalmıştı hatta.
Sonra “Mücadeleciler”e
verdi bizi peder. Öncekilere
göre bambaşka bir yere yani…
O zaman Aykut Edibâli’nin
oluştuğu zamanlardı. Onun
ardından da ‘Oku Mecmuası’
vardı, oraya gönderdi. Yani
oradan oraya, oradan oraya
gezdirdi beni. Ve bugün çok
daha iyi anlıyorum ki, bilinçli
yapmış bunu. Bize o bütüncül
bakışı verebilmek adına…
Ama tasavvufî sohbetler
dâimîydi. Onlara hep götürdü. Devamlı! Zaten ağzındaki
şey şuydu onun: ‘Beklenen o
çimlenme tekrar tasavvufla
olacak! Başka şekilde olmaz!’
Ama bu çimlenme için
sağlam bir îtikat gerektiğini
de üzerine basa basa söyler,
‘Ancak onun üzerinde olacak!’
derdi. Ve ben sonra anladım
ki, pederin altını çizdiği o
sağlam îtikat, Mâturîdî inancı… Pederin bunu anlatmak
istediğini çok sonra fark
ettim.
Çok imanlı bir adamdı
babam. Resûlullah’ın adını
duyduğunda gözleri sessiz
sessiz akardı. Yaşlar şıpır şıpır
dökülüverirdi birden. Tatlı bir
ânımızda bile olsak, o dakika
başlardı gözlerinden dökmeye. Çok okur, çok zikrederdi.
Tetebbuat yönü de çok gelişmişti. Bir zaman evimizde,
yayınlanmış sayısız dergiyi
birlikte sakladık. Urfa’da bir
yere… Artık saklanmasına
Derin Almanya”yla imtihanı
gerek olmayan zamanlarda da
gençlere dağıttı onları. İslâm
mecmuaları, fikir dergileri,
birçok yayın... Peder, üretken
bir insandı.”
Hacı Muhammed
Harrânî Hazretleri
ve Bursa’ya hicret
Babası Muhittin Bey gibi,
zamanın manevî işaretlerini
okumayı kendine vazîfe bilen
Taha Gergerlioğlu, çocukluğunda babasından dinlediği
hâdiseler ve büyükler içerisinde
Hacı Muhammed Harrânî
isimli zâtı çok özel bir ilgi ve
muhabbetle yâd ediyor:
“1966 Yılı’nda, Hac esnasında pederin karşılaştığı bir
zât var: Hacı Muhammed
Harrânî Hazretleri…
Ladikli Hacı Ahmed Ağa
Konya’da o zaman, peder de
ziyârete gidiyor onu. ‘Efendim, Hacca gideceğim. Bana
Medîne’de ya da Mekke’de
kime gitmem gerektiğini söyler misiniz? Tavsiyenizi almak
istiyorum.’ diyor. Ladikli
Hacı Ahmed Ağa da, ‘Vallahi
baytar kardeşim, Medîne’nin
poyrazında Hacı Gaffar Efendi, kuzeyinde de Abdülkerim
Efendi oturur. Sen git, Ali
Ulvi Kurucu’yu bul! Medîne
Kütüphanesi’nin müdürü olan
bu kişi seni onlara götürür. Bir
de Hacı Muhammed Harrânî
vardır. Ona ise mutlaka git!
Benim de arkadaşımdır’ diyor.
Sonra peder Hacca gidip
Ali Ulvi Bey’i buluyor; o da
kendisine, ‘Muhittin Bey,
yarın Bâbü’s-Selâm’a gel öğle
namazında. Seni o dediğin
Abdulgaffar Efendi’ye götüreyim. Abdulkerim Efendi
Hakk’a yürüdü, ama Hacı
Muhammed Harrânî’ye de
götürürüm seni’ diyor. Fakat
ertesi gün peder oraya gitse de
kendisini bulamıyor. Yaklaşık
bir hafta sonra dönüş günü
yaklaştığında da o zâtlara
gidemediği için üzülüyor. Tam
hüzünle bunu düşünürken bir
elin omzuna dokunduğunu ve
‘Gel Muhittin Bey, seni Hacı
Muhammed Harrânî’ye götüreyim!’ dediğini söylüyor.
Harrânî denilen o zât babama, ‘Muhittin Bey! Baytar!
İnşallah bir gün gelecek, ben
Türkiye’ye geleceğim ve sizde
de kalacağım!’ demiş ve çok
güzel duâlar etmiş. Hatta
elindeki iltihabı, babam tıp
bilgisine sahip olduğu için ona
göstermiş. Peder de çantasını
getirip bir operasyon yapabileceğini söyleyince, ‘Şimdi
abdestim bozulur o vakit, sen
bana ilaç ver.’ demiş. İşte o
zât sonra Türkiye’ye, Urfa ve
Konya’ya geldi. Tâhir Büyükkörükçü, Sâmi Ramazanoğlu
gibi isimlerin misafiri olduktan sonra da Bursa’ya geçti.
Bursa’dan babama mektup yazıp ziyârete gelmesini isteyince,
babam da hemen gitti tabiî.
O görüşmede babama, ‘Antalya, çocuklarının iyi yetişmesi için uygun bir yer değil
evlâdım, Bursa’ya göç edin!’
demiş. Bizim Bursa’ya göçümüz böyle oldu yani. Yoksa
peder ev almıştı Antalya’dan,
emekli olup kalmayı planlıyordu orada. Tabiî maddî
durum ev alacak kadar değildi
aslında. Ama hiç unutmam,
90 ay taksitle bir Müslüman
ev verdi pedere. Bin lira bin
lira ödemeye çalışıyordu.
Ama Harrânî Hazretleri öyle
deyince evi iâde etti babam
ve Bursa’ya rücû etmiş olduk.
Emir telâkkî etti bu tavsiyeyi
ve Pây-i Taht’a hicret ettik.
Ben 17 yaşındaydım o zaman.
18. kuşaktan Somuncu
Baba Hazretleri’nin de torunları olduğumuz için, bir
anlamda da aslımıza rücû gibi
oldu. Biliyorsunuz Somuncu
Baba Hazretleri uzun yıllar
kalmış Bursa’da. Ulu Cami’nin
açılışında bulunmuş, Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri ile
mülâkî olmuş ve Dârende’de
de Hakk’ka yürümüş.
Biz de Somuncu Baba’nın
torunlarından olduğumuz
için, bizim Bursalı oluşumuz
bu minvâldedir yani. Dedelerimiz ilkin Horasan’dan
Akçakoca’ya gelmişler aslında…”
“Babam, Ragıp
Gümüşpala ile
birlikte Adalet
Partisi’nin
kurucularındandı”
“1960 İhtilâli’nde pederi
içeri aldılar. Çünkü Ragıp Gümüşpala ile birlikte
Adalet Partisi’nin kurucu
kadrosundaydı. Biz de UrfaViranşehir’deydik o zaman.
Hapiste kaldı ve yargılandı.
Sonra da vazîfeden atıldı.
O dönem halk büyük bir
teveccüh göstermişti Demokrat Parti’ye. Babam da orada
göründüğü için cezalandırıldı
tabiî. DP ve sonrasında gelen AP, dindar kesimin sesi
soluğu olmuştu adeta. Hatta
Adalet Partisi’nin amblemi,
Kur’ân’ın üzerine yansıyan bir
ışık şeklindeydi o zaman. Ne
var ki, sonrasında bu kodlar
tamamen değiştirildi. Demirel
sonrası “kırat”a dönüşen demokrat gelenek, evveliyatında
farklı bir sembole sahipti yani.
O dönem insanlarının
Menderes’e büyük bir muhabbeti vardı tabiî. Babamın
örselenme sebebi de orada
olması. Yani Müslümanca yaşamasıydı esasında… Ezân-ı
Muhammedî’yi Arapça
okutması başta olmak üzere,
halk Menderes’in birçok uy-
gulamasına taraftar oldu ve
sevdi. Hatta idam edildiği gün
millet oturup ağladığında çok
etkilendik biz. Çocuktuk, ne
olduğunu bilmiyorduk ama
etkilendik. Menderes’in idam
edildiği gün evimizde hüzün
vardı yani.
Sonrasında peder, Adalet
Partisi’nin kurucuları arasında oldu. Rahmetli Ragıp
Gümüşpala ile birlikteydi.
Bir generaldi ve çok güzel bir
insandı o da…”
“Millî Selamet
Partisi ile başladık”
“Bursa’ya geldiğimizde, ilkin
Millî Selamet Partisi Gençlik
Kolları Başkanı olarak adım
attım sosyal ve siyâsal yaşama.
Bursa Ticarî ve İktisadî İlimler Akademisi’nde okudum.
İşletme, muhasebe ve iktisat
bölümünden mezun olduktan
sonra akademik olarak devam
etme amacıyla bir müracaatımız oldu. Fakat tam adım
atacakken 1980 İhtilâli gerçekleşti, sözleşmemizi yenileyemedik.
1975’te girdiğimiz ve
1979’da da mezun olduğumuz
Akademi’den 1980 rüzgârıyla
ayrılmış olduk yani. Ve sonrasında da ticarete başladık
Bursa’da.
Dersimize giren hocalar
arasında Nazım Ekren Hoca
da vardı. Akademik olarak
devam etmek isteyen üç arkadaş olarak sabıkamız çıkınca o
yol da kapandı.
Millî Türk Talebe
Birliği’nin ve Akıncılar’ın
Bursa’daki kuruluşunda yer
aldık tabiî. Millî Görüş’ü
kuranlardan önemli bir isim
vardır, Osman Ağabey, o da
Bursa’dan çıkmadır mesela.
Erbakan Hoca’nın çekirdek
takımından... Tevâfuk bu ya, o
şubat 2016
75
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
çekirdeğin içinde olduk.
Bursa’ya gittiğimiz yıl,
Millî Selamet Partisi Gençlik
Kolları Başkanı olarak siyasî
ve sosyal hayata bu şekilde
adım atmış olduk. Ayrıca
Bursa’nın içinde tarîk ehliyle
ve cemaatlerle tanışmalarımız,
görüşmelerimiz oldu. Onlardan beslendik ve üniversiteye
gelen öğrencilerin burs ve
yurt ihtiyaçlarını karşılama
faaliyetlerimiz esnasında da
sosyal çevremiz genişledi.
Beni mutlu eden birer hobiye
dönüştü bu eylemler.
Akademi sonrası malî
müşavirlik ve ticaret derken,
1982-1983 döneminde askere
gidip geldim ve akabinde
de evlendim. Eşimin babası
sanayiciydi. Ekim 1980’de,
yani ihtilâl döneminde evlilik
yaptık ve kayınpederimle
birlikte çalışmaya başladım.
Kendimi biraz geliştirdikten
sonra bireysel açılımlar yaptım ve yine ticaret, sanayi ve
muhasebeyle ilgili alanlarda
çalıştım. Bursa’da birkaç fabrika kurdum ve bu süreçte
de sistem kurup satmak gibi
bir sahanın içine girdim.
Bu deneyim bana sistemi
ve sistemciliği öğretti. “Sistem düşüncesi” diye bir alan
olduğunu kavradım ve bazı
dostların teşvîki ile sistem
kurslarına gittim.
Bu süreçte akademisyen
bir ekibimiz oluştu. Birlikte
Türkiye’nin önde gelen şirketlerine danışmanlık yapmaya başladık. Benim piyasa
tecrübem iyiydi, arkadaşların
da akademik bilgileri. Bunları
birleştirerek ciddî çalışmalara
girdik ve Albaraka Türk gibi
birçok yapının kuruluşunu
gerçekleştirdik. Bülent Çaparoğlu gibi isimlerle birlikte
hareket ettik. O dönemde
de girişimcilik, nesle sahip
76
şubat 2016
çıkmak, mağdur insanlarla
uğraşmak gibi konulardan
zevk alıyordum. Yapımız bu
demek ki…
Sosyal hayata intibâk
etmemiz böyle oldu. Yine
aynı noktada vazîfe yapmaya
çalışıyoruz aslında. Köklü
medeniyet mîrasımızı uyandıracak sinir uçlarını bulmak
ve bunun altını dolduracak
nesli birbiriyle tanıştırmak
murâdındayız. Almanya’daki
tutuklanma sürecimizden
önce yoğun olarak çalıştığımız alanlardan biri de, bu zeminde faaliyet gösteren “Yeni
İstanbul Medeniyeti” isimli
çalışma grubumuzdu. Zira
yeni medeniyet vizyonunun
İstanbul’un şahs-ı manevîsi
ile Anadolu’daki kadim mayanın meczinden neşet edeceğini düşünüyoruz.”
“Savaş artık başka
cephede! ‘Yerli
ve İslâmî finans
entelektüelleri’
yetiştirmek
zorundayız!”
Finansal istihbarat uzmanı
olan Gergerlioğlu’nun, “Yerli
ve İslâmî finans entelektüelleri yetiştirmek durumundayız!”
tespiti, uluslararası zemindeki
o acımasız mücadelede yer
bulabilmemizin bir ön koşulu
aslında. Onun için de Alman
derin devletinin tarihî kodlarını konuşurken, kendisiyle bu
aslî noktaya da değindik. Yani
tüm fırtınanın koptuğu bu
problemli mecrâya…
“İslâm ekonomisini yerli
düşüncede ilk kez Sezai
Karakoç’un ‘İslâm Ekonomisi
Strüktürü’ isimli kitabında
gördük biz. İnce bir kitapçıktı
ama çok önemli bir bildiriydi
o. Kendisi ekonomist olmamasına rağmen çok sıhhatli
bir tebliğ hazırlamıştı. Oku-
Ayten Çalış
nası bir çalışmadır. Biz daha
çok, ‘Faizsiz bir ekonomi
nasıl olabilir ve Müslümanlar
bu mevcut yapı içinde nasıl
ayakta kalabilirler?’ sorularına
yanıt aradık. Hâlbuki ‘mevcut
yapıda ayakta kalabilme’ vizyonunun ötesine geçmeliydik,
yapamadık. ‘İslâm’ın kendi öz
sistemi, kendine has o berrak,
süt gibi nefis ve adâletli yapısı
nasıl inşâ edilebilir? Ekonomik zeminde bu değişim
nasıl yapılır?’ sorularına yanıt
aramalıydık. Mevcut sorunlu
sistemde kendimize bir alan
açma gayretinden ziyade,
kendi dokumuza uygun yeni
bir sistem kurabilmenin derdine düşmeliydik.
Eskiden hâkim olan mantık devletle sistemi, yani rejimi ayırt edemiyordu. Rejime
ve sisteme karşı çıkınca devlete de karşı çıkılması gerektiği
düşünülüyordu. Tabiî bize
ailemizden geçen âdâbın
bir gereği ki herhâlde, ben
o zaman da ‘Devlet, bizim
devletimizdir, sorun sistemdedir! Sistemi değiştirmek
durumundayız! Sistem nasıl
değiştirildiyse öyle değişir. Bu
mantıktan kaynak alan bir
metot bulmalıyız!’ diyordum.”
“Batı’ya karşı,
‘Erbakan Hoca
hayâlperest! Biz
‘Yenilikçiler’ onun
gibi düşünmüyoruz!’
algısını inşâ ettik!”
“Bu tarz sistem çalışmalarımızın sonrasında siyasî
faaliyetlerimiz de devam
etti tabiî. Ve en sonunda da,
Erbakan Hoca’nın da mağduru olduğu 28 Şubat süreci
yaşandı. Erbakan Hoca o
süreçte siyasetin dışına itildi,
malûm. Dolayısıyla da Tayyip
Bey’in topluma kazandırılması gerekiyordu artık. Ve o
proje başladı nihâyetinde. Bu
projeyi Korkut Özal ve birkaç
isim organize ediyordu. Yani
bu düşüncenin faal direkleri
oldular onlar. Ben de Korkut
Bey’in ekibindendim.
O zaman, ‘Demokrat
Parti’yi alalım ve orada Tayyip
Bey’i değerlendirelim!’ düşüncesi ile yola çıkıldı. Ancak
o süreçte Yalçın Hoca geldi,
götürdü partiyi…
(Kendi aramızda gülüşmelere sebep olan bu cümlenin arka planı ise şöyle…
Gergerlioğlu’nun da içinde
olduğu Korkut Özal ekibi
‘Partiyi alalım!’ diyerek sessiz
bir çalışma içine girmişken;
Demokrat Parti yönetimi,
sevdiğimiz ortak tanıdıklarımızdan ve büyüklerimizden
biri olan Dr. Yalçın Koçak’ın
ezici siyasal hamlesiyle el değiştiriyor. Ve hâl böyle olunca
da, Demokrat Parti üzerinden
gitmeyi düşünen kadro, AK
Parti’yi kurmak durumunda
kalıyor. / A. Çalış)
Tabiî biz, Erbakan
Hoca’nın sahadan yavaş yavaş çekildiği o süreçte fazla
ortalarda olmayan, dengeli
bir parti hareketi yürütmeye
çalışıyorduk. Ama Yalçın
Hoca alıp götürdü partiyi.
Sonrasında oluşturulan yeni
oluşumu çok farklı lanse ettik.
Ürkütmemek için… Yani
‘Erbakan’dan korkuyorsunuz
ya siz, sizin korktuğunuz gibi
bir hareket olmayacak!’ dedik
dışarıya. O mesajı verdik yani.
Yurtdışındaki sinir uçlarından, çeşitli merkezlerden ‘Ne
yapacaksınız?’ diye sorulunca,
hareketin uzun soluklu olması
ve hedef tahtasına oturtulmaması için, ‘Marketing bir
hizmet vereceğiz. Uluslararası
bir boyutu olmayacak’ dedik.
Yani arkadaşlar, finans ze-
Derin Almanya”yla imtihanı
minindeki yurtdışı adresleri
bu şekilde bilgilendirdiler ve
toplantılar yaptılar. Kısacası
D8’miş, D20’miş, Havuz
Sistemi imiş, Batı için tehdit
oluşturan bu tarz noktalara kesinlikle girilmeyeceği yönünde
bir intibâ oluşturmaya çalıştık.
Ve bunu başardık da…
‘Erbakan Hoca’nın gittiği
yol, hayâlperest bir yol! Biz
kesinlikle öyle düşünmüyoruz!’ gibi bir algı oluşturduk.
‘Amerika’nın maşası, BOP
Eş Başkanı’ tarzı o dönemki
servisleri bile yönlendirdik,
bu tarz bir muhalefeti rahat
bıraktık…”
“İttihat
Terakkî’den
gelen ve devlete
çöreklenmiş bir yapı
vardı”
“Türkiye’nin siyâsal, sosyal
ve ekonomik zemininde,
devlete çöreklenen bir yapı
vardı. Bu kadro, İttihat ve
Terakkî’den gelen yapıydı. İçine bir miktar da NATO’dan
gelen kontrgerilla yerleşmişti.
Ve bu çekirdek kadrodakiler
hiç kimseye hayat hakkı tanımıyorlardı.
Fakat o dönem,
muhafazakâr kesim de palazlanmıştı epey. Toparlanmıştı
yani eskiye göre. Dahası, Tayyip Bey bir şanstı artık! Ülke
mevcut liderlerden nefret
ediyordu çünkü. ‘Adam olursa,
bu ülke aradığı lideri bulursa
belki ayağa kalkarız!’ deniyordu. Mesela Genç Parti de
sahaya çıkmıştı o dönem. Ben
mitinglerine adam gönderip
izlettiriyordum örneğin. Zamanım uygun olduğunda, ben
de gidip gözlem yapıyordum
ayrıca.
Uzan’ın oy aldığı kesim,
bizim kemik tabanımız da
değildi tabiî. Siyasal matema-
tik ve tahminler noktasında
çok tecrübeli olmamama
rağmen izliyordum o mitingleri. Destek de verdiriyorduk
lokal boyutta. Ki GP; DYP
ve ANAP’tan, ekseriyetle de
MHP’den devşirdiği oylarla
yüzde 7,4 gibi bir rakamı
yakaladı, birçok partiyi baraj
altına sokarak AK Parti’nin
önünü açtı aslında. Bu denklemden baktığımızda, Erbakan Hoca’nın yaşadıklarının
nice hikmetleri olduğunu
görüyoruz. Hikmetli bir siyasî
yolculuğu vardı kendisinin.
Eğer tüm bunlar yaşanmasaydı, siyasî kadrolar yenilenmez
ve o hantal yapı ile de yol
alamazdı Türkiye!”
“Tayyip Bey’in
başarısında kilit isim
Erbakan Hoca’dır;
Abdülhamid’i en iyi
oynayan adamdır o!”
“Erbakan Hoca Tayyip Bey
için, Tayyip Bey de Erbakan
Hoca için çok önemlidir.
O kadar ki, Tayyip Bey’in
büyük oğlunun diğer ismi
Necmettin’dir.
Fakat takvim, 28 Şubat
sonrasındaki süreçte madde
ve mânâ planında tamamen
değişti ve süreci ‘okuyan’ herkes, yeni dönemdeki vazîfesini
edâ etti. Onların en başında
da Erbakan Hoca gelir.
Hoca, AK Parti’nin kuruluş
aşamasında ve seri açılımlara
girdiği o sıcak dönemde bu
yenilikçi kadrodan hoşnut
olmadığı izlenimini ustaca
yarattı. Benim bu konuyu
ispat edecek birçok yakın
müşahedelerim oldu. Zaten
yavaş yavaş yazılmaya da başladı bu husus. Zira artık bunu
bilmenin zamanı geldi. Hatta
tam zamanı!
Onun için yazın bunu lütfen, tarihî bir vakâdır bu!
Erbakan, Erdoğan’ın yapısını da, öz ajandasını da çok
iyi biliyordu. Fevkalâde şuurlu
bir insandı. Bunu netleştirecek
bir iki önemli olayı aktarayım
size…
Ben Erbakan Hoca ile
vefâtına yakın yıllarda samîmî
oldum. Öncesinde yirmi otuz
kişilik sohbet halkalarında
ya da çeşitli mitinglerde bulunmuştum tabiî, ama şahsen
tanışıp finansal konularda
kendisine destek olmaya başlamam son yıllarında oldu.
Yine finansın arka bahçeleriyle ilgilendiğim o yıllarda
biraz derinleşince, kollardan
bir tanesinin de Erbakan
Hoca’ya çıktığını gördüm. Ve
kendisinin Almanya’daki para
operasyonlarında sıkıntı çektiğini de...
O süreçte birkaç arkadaş,
Hoca’nın benimle tanışmak
istediğini de iletmişti. Bir gün
de kendisinin beni beklediğini
söylediler ve Erbakan Hoca
ile o şekilde tanıştım. Numan Kurtulmuş Bey Genel
Başkan seçildiğinde Erbakan
Hoca’nın yanındaydım ben.
Erbakan Hoca bana, hiçbir
zaman ‘Neden AK Partilisin?
AK Parti’ye niye gittin?’ gibi
bir şey demedi. Hiçbir zaman
sormadı bunu. Bana finansal
konularda ‘Şunları şunları yapalım!’ diyordu, ben de elimden geliyorsa yapıyordum. Bu
süreçte onunla ilgili iki önemli
hatıram var. Erbakan Hoca’yı
bana bu hâdiseler önemsettirmiştir daha çok…
Bir tanesi, Rasûlullah (sav)
ile ilgili gördüğüm bir rüyânın
hemen akabinde, o gün içinde
aynı hâdiseyi Necmettin Hoca
üzerinden yaşamamdır. Beni
epeyce etkileyen o rüyânın
tesiri ile allak bullak olduğum
bir gün; hiç unutmam, bir
ikindi vakti aradı beni. Ve
‘Hemen bizde olman gerek
Taha, ne zamana gelebilirsin?’ dedi. Saatler içinde
İstanbul’dan Ankara’ya, kendisinin Balgat’taki evine geçtim
ve o gün orada, gördüğüm o
rüyâyı harfiyen yaşadım.
Rüyâda Rasûlullah’ın bana
bahsettiği ve acele etmemiz
gerektiğini belirttiği bir konu
vardı. O konu orada aynıyla
Erbakan Hoca üzerinden yaşandı. Hoca bu riskli noktada
yardımcı olmamı istedi ve ben
de bir vazîfe bilerek elimden
geleni yaptım. Ve o gün kendisiyle görüştüğümde rüyâyı
algılayıp da taşları birleştirince, bu rüyâyı da aktardım ona.
Bu hissi tanıdığını ifade eden
cümleler kurdu ve sarıldık
birbirimize. İşte o hâlleşme
özeldir benim için!
O dönemlerde dünyanın
değişik noktalarındaki mazlum halklara birçok maddî
yardımlar yapıldı. Bunların
gönderildiğini biliyorum. Ve
şunu söyleyeyim ki, Erbakan
Hoca borçlu öldü. O kadar
tantana oldu ya hani, ben
Allah için şâhidim borçlu
öldüğüne...
İkinci vakâ ise; Erbakan
Hoca’nın stratejik tavrı olmasa, AK Parti’nin bugün
bu kadar ilerleyemeyeceğini
gösteren bir olaydır. Şimdi
anlatacağım olayı birçok kişi
yazmak istedi doğrusu. Ama
vakti değildi. Şimdi ise sırası!
Bizzat şâhit olduğum, çok
önemli bir olaydır bu…
Numan Bey 400-500 oyla
Saadet Partisi Genel Başkanı
seçilmişti. Erbakan Hoca da
tekrar Genel Kurul Başkanı yapılacaktı. Herkes bağlılıklarını
bildirmeye gidiyordu. ‘Şu kadar
delegemiz var, şu kadarı şöyle
olacak!’ şeklinde rapor vermeye
geliyorlardı. O gruplardan
şubat 2016
77
Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D
HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ
birinin içinde bir AK Partili
varmış meğer; ya Adapazarı,
ya İzmit grubundan… Hoca’yı
sevenlerden biri tabiî. Parti
meclis üyesiymiş yanlış hatırlamıyorsam. Gruptakiler biatlerini yaparken, Hoca, ‘Hemen
tövbe et! Hemen imana gel ve
terk et orayı!’ dedi.
Ona bu kadar sert söyledi
ama AK Partili olduğumu
bildiği hâlde bana hiç öyle bir
şey demiyor! Adamcağız da
neye uğradığını şaşırdı orada.
‘Hemen bilgisayarı getirin!’
dedi, ekran açıldı. Bir düğmeye bastılar, Tayyip Bey’in ‘Millî
Görüş gömleğini çıkartıyorum!’ kaydı çıktı hemen. ‘Bak,
bak! Gördün mü?’ dedi adama,
o ise hiçbir şey söyleyemedi.
‘Tamam Hocam!’ filan deyip
çıktılar. Onların ardından ben
de bekliyorum tabiî.
Biraz zaman geçtikten sonra, ‘Hocam, nedir bu işin aslı?’
dedim. Benim zaten Hoca ile
siyasî bir diyaloğum yoktu,
finans işi için orada oturtuyor
beni. Ama AK Partili olduğumu da iyi biliyor. Bana dedi
ki! ‘Taha! Numan, Tayyip
olmak istiyor. Ama Tayyip var
zaten orada, ikinciye gerek
yok. Tayyip ‘Faizi yüzde 30
yapacağım!’ diyorsa, Numan
da ‘10’a düşüreceğim!’ diyor.
Gerek yok! Bizim görevimiz,
‘faizsiz ekonomi kurmak’…
Sen burada yüzde 1 oy alıp
şeriatı temsil et, Tayyip ve
Abdullah orada iyi çalışsın!
Ve senden korksunlar. Ben
ona bunu diyorum, o, ‘Ben
Tayyip’le Saadet arasında,
orta bir yerde duracağım!’
diyor. Orayı parçalayacak, o
çocuklar da düşecekler oradan, zarar verecek. Abdullah
da oturamayacak orada! Tayyip görev yapamayacak!’
Tamı tamına bunları söyledi. O adama tövbe ettirdi,
78
şubat 2016
bana da bunu söyledi. Ben de
bu farklılığın sebebini sordum
tabiî. ‘Oğlum!’ dedi, ‘Avama
öyle anlatacaksın! Ama havas
böyle anlar!’…
Ben buna şâhidim işte!
Abdülhamid’i en iyi oynayan
adamdır o. Çok net!
Hoca her zaman
‘Abdülhamid’dir bizim öncümüz!’ derdi. Bana kaç defa
söylemiştir bu cümleyi. ‘Biz
Abdülhamid’in yaptığını
taklit etsek, yani onun yaptığının taklidini koysak ortaya,
yine kurtuluruz oğlum!’ derdi.
İdeale yönelik çözümü ve yol
haritasını sorduğumda da,
‘Ak Parti iktidar, Saadet de
ana muhalefet olursa, işte o
zaman doğru yoldayız!’ derdi.
Yani Saadet’in iktidârını istemiyor bakınız! AK Parti’yi
çalıştıracak, Saadet muhalefetinde bir yapı istiyor. ‘Onları
ancak bu strateji ile çalıştırabiliriz’ diyordu. ‘Hepimiz
bu tarafa geçersek, bunlar
hepimizin kellesini alırlar!’
diyordu.
Erbakan Hoca ile ilgili bu
hakîkat tarihe not düşülsün,
yazılsın isterim. Ben buna
şâhidim! Yazılsın ki, bu noktayı istismâr etmek isteyenlere
fırsat verilmesin!
O dönem, ‘Senin
Erbakan’la ne işin var?’ diyenler de anlamıyorlardı tabiî
beni. O bakımdan da tarihe
geçmesini isterim bunun.
Çünkü çok şuurlu bir insandı
o. İnanın, birçok önemli zâtı
kapıda bekletiyordu ve finans
yönetimi noktasında beraber
kararlar alıp uyguluyorduk.
‘Bu adam kim? Niye Hoca’yı
meşgûl ediyor?’ diye benden
rahatsız olanlar da vardı
partide. Hoca’ya bir şey de
diyemiyorlardı tabiî. Hatta
o kadar farklı bir diyalog
gelişmişti ki aramızda, koca
Ayten Çalış
kapıda bekleyenleri almadan
namaza geçirirdi bizi. İmam
olmamı istiyordu ve birlikte
namaz kılıyorduk.
Tabiî burada şunun da
altını çizmeliyiz ki, Sayın
Cumhurbaşkanımız da hiçbir
zaman saygısızlık yapmamıştır Necmettin Hoca’ya. Tek
bir cümle etmemiş ve çok
dikkatli olmuştur bu hususta. Necmettin Hoca’nın eşi
Nermin Hanımefendi’nin
vefâtında Tayyip Bey ile Abdullah Bey kendisini ziyâret
ettiğinde çok daha belirgindi
bu durum. İçerideki odada
onları bir arada görenler ne
demek istediğimi anlarlar.
Dediğim gibi, Tayyip Bey’in
büyük oğlunun asıl ismi de
Necmettin’dir…”
“Bu iş, senin
işin değil, senden
sonraki İmamHatiplilerin işi!”
“Tayyip Bey, hedefine kilitlenen bir İmam-Hatipli.
O şuurla yol yürümüş biri.
Ayrıca Ladikli Hacı Ahmed
Efendi’nin ve Hacı Muhammed Harrânî gibi zâtların
Necmettin Hoca’ya, ‘Bu iş, senin işin değil, senden sonraki
İmam-Hatiplilerin işi!’ dediği
de bilinir.
Tayyip Bey, o İmam Hatiplilerin içinde yetişmiş ilk
halkaydı. Ben Tayyip Bey’i
keşfettiğim zaman, yani onun
gibi dönüşümü sağlayacak
birinin geleceğini anladığımda, bu kişinin tekkeden veya
dergâhtan gelen biri olacağını
sanıyordum. Zira Anadolu
Erenleri, bir vazîfelinin geleceğini söylüyorlardı. Ben de
kendi kendime tekkelerden
ve dergâhlardan yetişecek
biri zannediyordum açıkçası.
Siyaset mekanizması hiç gelmiyordu aklıma.
Siyasetten geleceğini ise
2001 yılında keşfettim. Ve
o zaman arkadaşlarıma, ‘Bu
beklenen kişi Tayyip Bey’miş!’
diye söylemeye başladım.
Üstatların ağzında hep bir
lâf vardı. Nicedir dillendirilirdi bu, mânevî halkalarda:
‘İstanbul’da birisi yetiştiriliyor,
merak etmeyin!’
Ben de ‘Kim bu İstanbul’da
yetiştirilen?’ diye düşündükçe, ‘Mehmet Zâhit Kotku
Hocaefendi’nin dergâhında
Turgut Bey yetiştiğine göre,
muhakkak benzeri bir sürgün
olacak!’ diyordum. Hatta
‘Sâmi Efendi’den çıkacak!’
diye de düşünüyordum. Sonra
Fatih’te yaşayan bir meczup,
‘Sen tekkelerde, dergâhlarda
ne arıyorsun? İşte adam
orada! Adı da Recep Tayyip!’ deyince anladım. ‘Hâlâ
o olduğuna inanmıyorsun!’
dedi ve ben ancak ertesi günü
anladım konuyu. Taşlar yerine
o gün oturdu.
Yine bir meczup vardı
Fatih’te; Aksak Timur’un
torunu olduğunu söyleyen
biriydi. ‘Vallahi benim dedem
topalıdı ama erkek adamıdı,
sağlamıdı!’ derdi hep. Bu kişi
rüyâsında Resûlullah’ı görmüş. Resûlullah ona, ‘Günde
bin tane selâm vereceksin!’
demiş. O yüzden sağa sola
sürekli ‘Selamünaleyküm!’
derdi. Millet dileniyor sanırdı
ama o selâm verirdi aslında.
İşte ben bu tarz meczuplardan öğrendiklerimi biriktirmişimdir hep! ‘Selâmı yaymazsanız kurtuluş yok!’ derdi
o. Resûlullah ona, ‘Selâmı
yayınız ki selâmete eresiniz!’
demiş rüyâsında. Her gün
bizim alt tarafımızdaki lokantada çorbasını içerdi, herkes
bir ikram yapardı ona. Ama
o, verilenlerin bir tanesini bile
yemez, Çarşamba’daki Kur’ân
Derin Almanya”yla imtihanı
kursuna götürüp verirdi.
Bunun gibi birkaç işaret
daha vardı. Hepsi birleşince,
Tayyip Bey olduğunu anladım. Çünkü ‘Bir, iki, üç, dört,
beş… Hep kazanacak!’ diyorlardı, ‘Ne olsa lehine dönecek,
ne yapsa onun işine yarayacak’
gibi cümleler ediyorlardı.
‘Önce 35 alır, sonra 45, sonra
55… Öyle gider!’ diyorlardı.
Ben söylemiyordum, Ehlullâh
söylüyordu. Meczuplar da,
Ehlullâh da aynı şeyi söylüyorlardı. ‘Elini neye atsa altın
olacak! Allah kalpleri döndürecek ve neyi tutsa, insanlar
onu sevecek!’ diyorlardı.
Dikkat ettiyseniz, hiç böyle
bir örnek olmadı siyasî hayatta. Menderes de, Demirel de,
Özal da tek başına iktidâra
geldi ama bu isimlerin hepsi
de bir biçimde inişe geçti. Bu
kadar uzun soluklu bir örnek
yok Türk siyasî yaşamında.
‘Bu insan ne olursa olsun
çıkışta olacak! En tehlikeli
projeye dokunacak, yine öyle
olacak! Hâin değil, kahraman
olacak! Onun görevi çünkü
bu. Başaracak! Peygamber’in
yâveri gibi olacak adeta!’ deniyordu.
Ve ben, ehlullâhın bu söylemleri ile; çocukluğumdan
beri Tayyip Bey’i bekledim
diyebilirim. Tayyip Bey’in
şahsını değil elbet. Şahs-ı
mânevîsini! Yapacağı icraatların, vazîfenin şahsını. Zîrâ
önemli olan şahıslar değil,
dâvânın rûhudur. Resûllâh’ın
yolundan gitmek ve Allâh’ın
rızâsını kazanarak etrafa huzur vermektir.
Ve ferâset sahibi Anadolu
insanı, bu dava ruhunu kavramıştır. Yeryüzüne hak ve
adâlet tevzî edecek yeni anlayış, mutlaka bu topraklardan
çıkacaktır!”
şubat 2016
79
haberajanda
Büyüteç
“Laiklik” kavramının “devleti dinsizleştirmek” yorumu
ve “İslâm Devleti”
tarifi içinde Müslüman aklının devlet
aklına yenilmesi
sonucunda mezhepler, “hadım edilmiş
akıllar” olarak her bir
Müslümanın kafasında “ekol müzesi”
olarak yaşatılmaktadırlar. “Birkaç ibadet
konusundaki farklar”
dışında hiçbir şey
hatırlamayan Müslümanların hafızası,
zaten ödünç alınmış
devlet aklıdır ve çoğu
zaman savaş dışında
devrede değildir.
***
Aklınızı hareketlendirin ve Medeniyetİmparatorluk
birikimini hatırlayıp TV ve sosyal
medyada “CübbeliHocaefendi-Şeyh”
etiketli tiplerin
yüzlerine, dillerine,
ufuklarına bir bakın!
Kendinizi görüyorsanız, sorun yok!
Zaten aklınız aynada
yansımaktadır. İnsan
kendi yüzünü seçebiliyorsa, o zaman
kendi gerçeğidir
gördüğü. Mümin
aklı, sadece Kur’ân’ın
“akletmek” aynasına bakar ki o ayna,
Kur’ân-Sünnet tipindeki yüzü bütünler:
“Mümin”...
80
şubat 2016
Cübbenin
M
ÜSLÜMANLARIN ihtilaf ve tekfir hareketlerinin kökleri, “Kur’ân
(metni)” üzerindeki
anlam-bağlamuygulama farklarına
dayanmaz, dolayısıyla onlara dair zihniyet
krizleri, Kur’ân hakkındaki fikir, metot ve
analiz farklarından da doğmaz, doğmamıştır
da. “Kitap tek bir kitap, metin aynı metin,
bunca tartışma neden?” serzenişi de bu yüzden anlamsız ve bağlamsız bir tespittir.
Sedat Servet Hocaoğulları
servethocaogullari.ajanda@gmail.com
örttüğü din
>> Müslüman aklının
“intihar eden akîde” işlevinde
İslâm dünyasını parçalayacak bir deliliğe düşmesinin
ve Müslümanların mevcut
hâllerindeki iflah olmaz
şiddet ve tekfir etme paranoyaklığının kökeni ne Kur’ân
hakkındaki farklı iddialarda
aranabilir, ne de çözümü
“Kur’ân-Sünnet” odaklı analizlerde üretilebilir. Çünkü
Müslüman aklında “Kur’ân”
ve “Sünnet” hakkında bir
paradoks-tefrika dokusu
yoktur. “Kur’ân dini” veya
“Sünneti yaşatalım!” içerikli
fikir kampanyalarının ve/
veya çatışmalarının zemini,
“Vahiy-Nebî” ilişkisi noktasındaki algı farkları değildir.
Bu nedenle “Kur’ân
İslâm’ı” veya “Hadîs
inkârcılarına geçit yok!” feveranlarının niyeti, “Vahiy
inşâsı” ile “Nebî sünnetini
korumak ve yaşatmak” arasındaki kör dövüşünde yatan
“metot ve okuma” cehdi
değildir. Sorun, Vahiy-Nebî
eksenli değildir. Sorun, Hz.
Âdem’den itibaren “Muhkem
Din” yerine “müteşâbih toplum”
inşâ eden sahte peygamberler
ve sahte ashablar hareketidir.
Hz. Muhammed’i (sav)
“Son Nebî” olarak kabul eden
Müslüman topluluklar içinde
“peygamberlik iddiası” yerine
“Peygamber’in vârisi/vekîli”
nitelemesiyle Kur’ân-Sünnet
kaynağının yanında “sahih
Kur’ân-Sünnet anlayışı”
etiketiyle yaşatılmak istenen,
fakat özünde/niyetinde/maksadında “sahte peygamberlik”
fonksiyonu gören “beklenen
kurtarıcı” algı yönetimine
sahip hareketler her zaman
var olmuştur. Fakat bu hareketler, İslâm tarihinde “kıyamete kadar süren hareketler”
olamamış, daha çok “her
yüzyılda beklenen kurtarıcı”
kültü içinde kendini güncelleyen ve farklı isimlerle
anılan, “sahte peygamber”
değil de “peygambere benzer”
sıfatlı gruplar hâlinde türemişlerdir.
İslâm dünyasının “kıyamete
kadar süren” hareket olarak en
fazla karşılaştığı sapma, “sahte
ashab” hareketleridir.
Müslüman aklı, “Kur’ânSünnet” bütününden ne
zaman ki “Kur’ân ve Sünneti
en iyi anlayan kişi” psikolojisine kaymıştır, işte o zaman
kendini “Kur’ân ve Sünneti
en iyi anlayan mümin” yerine koymaya başlayan diğer
Müslümanları da içten içe
“ötekileştiren” bir “kurtulmuş
ve başkalarını kurtaran akıl”
mertebesine (!) ulaşmıştır!
Bu marifete sahip aklın ilk
yaptığı şey, “sahte peygamber” rolü gibi “sahte ashab”
rolünde de kendini sunmaktır. “Sahte ashab” rolü iki
repliğe sahiptir.
Birincisi… Kişi kendisini
Kur’ân ve Sünneti en iyi anlayan ve yaşayan kişi olarak
sunuyor.
İkincisi… Kur’ân ve Sünnet
bütününü Son Nebî dönemindeki şahitlikleri ile yaşayan
“Ashab” gibi kendisinde var
olduğunu vehmettiği “çağın
ashabı” rolünü meşrulaştırmak
için tüm yapıp ettiklerine Son
Nebî dönemindeki Ashab-ı
Kirâm’ı delil-örnek gösteriyor.
Aslında bu iki rol, “sahte
ashab” psikolojisidir. Ve İslâm
dünyasını birbirine düşüren
tipoloji de budur!
Peki, Kur’ân ve Sünnet
bütününe inanan-yaşayan
“mümin” ile “sahte ashab”
tipini nasıl ayırabileceğiz?
Sahte ashab hareketlerine
karşı ne yapılabilir?
Mümin ile “sahte ashab”, ikiz etkisi gibi bazen
“benzer” görüntüler oluşturabilir. Bu nedenle bazı
temel “işaretler”i bilmek ve
dikkatlice bu işaretleri takip
etmek gerekir. Nitekim bu
yazımızda bu işaretlerden
“ele veren işaretler”i ön plana
çıkaracağız.
Mümin aklı Kur’ân
ve Sünnet’e, sahte
ashab kurnazlığıysa
“hadîs”e tâbi
Bir müminin aklı
(Kur’ân’daki akletme sahibi),
“Bize vahyin yazılmış metni
yeter! Nebî’nin vefatı ile beraber önemi/rolü de ölmüştür, dolayısıyla Nebî’ye ait bir
söz, davranış, teklif, yorum
veya tavsiye bizim için hükümsüzdür! Tüm olup bitenler, O’nun vefatı ile o zamanmekân içinde tamamlanmıştır. Artık mümin aklının tek
muhatabı, elimizdeki Kur’ân
metnidir” diyemez. Derse,
aklı Kur’ân’daki akletme
değildir. Çünkü Kur’ân’daki
akletmede Nebî’nin önemi
ve görevi çok nettir.
Nitekim İslâm tarihinde,
içinde rükû veya secde olmayan namaz, içinde tavaf
olmayan hac, içinde sayısı
değişken oruç tutulan Ramazan veya faiz ile zinayı
sünnet sayan bir anlayış çıkmamıştır. Çünkü mümin aklı
şubat 2016
81
haberajanda
Büyüteç
O zaman şu psikolojik
eşiği görmemiz gerekmektedir: Müminin aklını
Kur’ân-Sünnet değil, “hadîs”
adı altındaki söz çelmektedir.
Özellikle “Uydurma hadîs
çelmektedir” demiyorum,
çünkü zaten uydurma olduğu
bilinen hadîs aklı çelmez!
Bizzat “hadîs” kavramı etrafındaki tarifler çelmektedir.
Çünkü “hadîs” kavramının,
mümin aklının Kur’ân’dan
kendisine öğretilen akletme
ile çelişen kullanımları/tarifleri çoğalmıştır. Yani sahte
ashab, uydurma hadîslere
inanan kimse değil, bizzat
hadîs kavramıyla oynayan,
hadîs kavramının içerik ve
fonksiyonunu çarpıtarak
kullanan kişiyi oynamakta,
“sahte ashab” oluşunu bu
yolla meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Peki, sahte ashabın “hadîs”
kavramını tahrif eden tarif ve
kullanımındaki yöntemleri
nelerdir?
“Sor, cevap
vereyim; ben
anlatırsam daha iyi
anlarsın!” statüsü
tarih boyunca buna müsaade
etmemiştir. Kur’ân’ın akletme terbiyesinden geçen her
mümin, Kur’ân-Sünnet bütününü çok açık görmüş ve
uygulamıştır. Dolayısıyla sahte peygamberler Müslüman
zihninde barınamamışlardır.
82
şubat 2016
Fakat konu Kur’ânSünnet, yani Vahiy-Nebî
bütünlüğü değil de “hadîs”
olduğunda, sahte ashablara
gün doğmakta, oldukça
velüd-pişkin iklimler yakalanmaktadır. Sahte ashab
adeta istediğini iddia etmek-
te, her konuda her şeyi ileri
sürmekte ve -çok ilginçtirher yapıp ettiğine bir “hadîs”i
delil/örnek göstermektedir.
Üstelik sahtekârlığını “Ben
demiyorum, büyük zâtlar
diyorlar” kurnazlığına sığdırmaktadır.
Müslümanların tarihindeki ihtilafta “yılanın başı”
diyebileceğimiz en tehlikeli
sebebi, “mümin aklını özelleştirme” kültürüdür. Yani
her müminin başında olması
ve durması gereken aklını,
ilim sahibi veya adına “hocaefendi” denen ve kendisini
bu işe adamış gibi görünen
bir “baş(kasın)a verme” kültürüdür. Maalesef bu kültürü, bizzat kendisini başkasından daha akıllı gören bazı
müminler örgütlemektedir.
Özellikle “nefis terbiyesi” adı
altında tarîkatlarda ve “ilim
Sedat Servet Hocaoğulları
öğrenmek” adı altında medreselerde, her bir müminin
bir “mümin aklı” edinmesi
yerine, “akıl hocası”, “akleden
seçilmiş kişi”, “Peygamber
vârisi” etiketiyle şeyhe veya
âlime aklı tâbi kılan meşrepler türetilebilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-Sünnet-Hadîs
etrafında “ilmî mülahazalar”
veya “Hocaefendi anlatıyor”
algısında konuşan birçok
kişinin etrafında insanlar
toplayıp “Sor, cevap vereyim;
ben anlatırsam daha iyi anlarsın!” statüsünde durduklarını tespit etmekteyiz.
Bu tiplerin neredeyse fikir
beyân etmedikleri konu bırakmayıp mümin aklı yerine
“şüpheci zekâ” ile soru soran
kalabalıklara rehberlik yaptıklarını, TV-sosyal medya
şehvetiyle neredeyse “ümmetin beklediği çağın ashabı”
psikolojisiyle tuhaf iddialarda
bulunduklarını görmekteyiz.
Aslında sahte peygamber iddiasından çok daha
kolay ve kışkırtıcı olanı,
“sahte ashab” iddiasıdır. Yani
Son Nebî’nin ashabı gibi,
“Kur’ân-Sünnet bütününü
en iyi anlayan kişi” rolüdür
bu. Ve maalesef sahte ashab
noktasında en şöhretli topraklardan biri de Anadolu
toprağıdır. Çünkü sahte
ashab, fotoğrafın büyüğünde
bir “devlet projesi”dir. Onun
devlet dilindeki adı da “politik dindarlık”tır.
“Politik
dindarlık” ve
“örtülü ödenekten
alınan cübbe”
İslâm tarihinde “hadîs”
kavramını manipüle eden ve
bu kavramı rayından çıkarıp
kendi rayına oturtan unsur,
“devlet aklı” olmuştur. Onun
için “hadîs” kavramı, “politik”
karakteri ağır basan bir kullanım yaygınlığında olmuştur.
Dolayısıyla “hadîs” deyince
aklımıza “Nebî’ye ait olan”
değil, “Nebî’nin adını politikaya bulaştıran uydurulmuşçarpıtılmış söz” gelmek
durumundadır. Çünkü tarih
boyunca bu böyle olmuştur.
Bir de “politik” alan dışında “ilmihâl-sünnet” alanına ilişkin derlenmiş hadîs
kitapları vardır ki, en çok
suiistimal edilen kaynakça,
bu eserlerden oluşmaktadır.
Bu hadîs kitapları, bizzat eser
sahibinin bile eseri derleme
maksadını çarpıtarak kullanılmaktadır. “Filan hadîs
kitabında geçer” cümlesini
“Vahiy” gibi etkinleştirmek
isteyen sahte ashabların ruh
hâlleri, aslında üstlendikleri
“politik dindarlık” rolüne dinî
bir kisve bulmaktan ibarettir.
Politik dindarlık, devletin
toplumu rahat yönetebilmek
ve yaptıklarına dinî fetva
almak için ürettiği/sipariş
ettiği “dindarlık” rolüne bizzat sahte ashabın, devletin
gücünden yararlanmak için
talip olması ile oluşan “işbirliği aklı”dır. Özellikle “devlet
milliyetçiliği”ni hadîslerle
kutsamak, bu tipin en temel
misyonudur.
Örneğin bu noktada Türkiye, oldukça iyi bir örneği
Fethullah Gülen görmüştür
ve maalesef bedelini de ödemektedir. Gülen’in meşhur
olduğu ilk vaaz ve kasetlerinde hadîsleri kullanma tarzına
dikkatle bakıldığında “politik
dindarlığın” nasıl somutlaştığı görülecektir. Gülen’in
bu aralar opere edilmesiyle
oluşan boşluğu doldurması
amacıyla pozisyonlandırılan
“Cübbeli-Hocaefendi-Şeyh”
etiketli isimlere de çok dikkat edilmelidir. Çünkü bu
“akılsız” tipler, her an bir
başka aklın yüklenebildiği
kişiliksizlerdir. Bu nedenle
onların dilinde ve elinde olan
insanlar da, somut ve soyut
nesneler de kişiliksizleştirilmektedir.
Özellikle tasavvuf ve medrese saygınlığı, politik dindarlar eliyle içi boşaltılan ve
politize edilen yataklar hâline
getirilmektedir. Politik dindarlığa tâbi olan bu tiplerin
çoğu “tüccar ve şöhret şehveti
içinde kıvranan” kompleksli
zayıf karakterdedirler.
İslâm tarihi, “mümin aklı”
ile “politik dindarlık zekâsı”
arasında geçen mücadelelerle
doludur. Ve maalesef politik
dindarlığın kullandığı silah,
bu mücadelede “hadîs”tir.
Mümin aklı ise, akıllı davranamadığı zaman “hadîs
inkârcısı” olarak kendi sahasında boğulmaktadır. Özellikle mümin aklını “Metni
yorumlamak” ile sınırlı bir
ufka indirgeyen akıl, zamanla
Kur’ân’daki akletmekten
kopup akılcı ideoloji ile sonuçlanmakta, sahte ashabın
hadîse yaptığı muameleyi bu
sefer bizzat âyete yapmaktadır. Sonuç, birbirini tekfîr
eden “küfürbaz akıl” olmaktadır. Ona da “akıl” denirse
tabiî...
Akılsızların çoğaldığı
yerde devreye giren ve “canlı
bomba” etkisi yapan tahrifatsa “mezhepçilik”tir.
Mezhepçilikdevletçilik el ele
Vahyin “akletmek” üzere
dikkat çektiği iki önemli
tehlike, “mezhepçilik” ve
“devletçilik”tir. Özellikle
“kendi fikrini kutsamak ve
diğerlerini sapmak olarak
tarif eden” tarafçılık ve “bir
azınlığın arasında dolaşan
güç/mülk edinmek” anlamındaki güçperestlik, Müslüman
aklının kanseridir. Ve maalesef bulaşıcı, hem de ölümcül
bir hastalıktır.
Yüzyılı aşkındır İslâm
dünyası bu kanserle baş edememektedir. Hatta bırakın
baş etmeyi, mezhepçilik ve
devletçilik, Müslümanlar
arasında “kurtaran övünç”
olarak şiar edinilmiştir.
“Hadîs” kavramının başına
gelenler, “mezhep” kavramı
için daha vahim tarzda uygulanmaktadır. Müslüman
hafıza, daha “Mezhep kişiye
mi aittir, devlete mi?” noktasında bile “düşünen” eşikte
değildir.
Sünnîlik-Şiîlik başta
olmak üzere, özel hukukta
Hanefî, Şafî, Hanbelî, Malikî
mezheplerinin bile isimleri
ile anılan “Devlet hukukunun yaslandığı dayanak
gelenek mi, yoksa isimleriyle
anılan ekollerin kurucu aklı
güncelleyen kültürel dokuları
mı?” noktasında bile ittifak
edilebilmiş değildir. Çünkü
hiçbir zaman mezhep “sivil” karakterde kalmamış,
kalamamıştır. Mezhepler,
devletlerin istedikleri zaman
boşaltabilecekleri “politika
mermileri/bombaları” işlevinde depoda tuttukları demirbaşlar olmuşlardır.
Kuşkusuz “laiklik” kavramının “devleti dinsizleştirmek” yorumu ve “İslâm Devleti” tarifi içinde Müslüman
aklının devlet aklına yenilmesi sonucunda mezhepler,
şubat 2016
83
haberajanda
Büyüteç
su bu durum, bir “insanlık
hâli”dir. Fakat asıl üzücü ve
sinir bozan durumsa şudur:
Kendisine daha akıllı ve salih
kul olduğu zannıyla teveccüh
edilen “önde gidenler/ileri
gelenler”in tutumları...
Asıl risk, “akıllı ve salih
kullar” sıfatlı kişilerin kişiliklerindeki doğru yol-sapma
grafiğindedir. Nitekim Vahiy,
insanların bu sıfatlı kişilerle
yargılanacaklarını müjdeler!
“hadım edilmiş akıllar” olarak
her bir Müslümanın kafasında “ekol müzesi” olarak
yaşatılmaktadırlar. “Birkaç
ibadet konusundaki farklar”
dışında hiçbir şey hatırlamayan Müslümanların hafızası,
zaten ödünç alınmış devlet
aklıdır ve çoğu zaman savaş
dışında devrede değildir.
Özellikle “propaganda”
araçlarında konuşlandırılan
ve “karanlık odadan suflörlüğü yapılan” bazı “Cübbeli”
veya “Hocaefendi” etiketli
karakterlerin, hakkında
beyânda bulundukları konulara dikkat edildiğinde,
seslendikleri kalabalıklara
her konuda şom ağızlık (şov)
yaparken, konu “devlet politikaları” olduğunda oldukça
“öğretilmiş bir dil” kullandıkları görülecektir. Burada kilit
soru(n) şudur: İmparatorluk
84
şubat 2016
bakiyesi ve büyük medeniyet
atlasına sahip bu topraklarda
neden parmakla sayabileceğiniz üç beş kişi meydanlarda
şov yapabilmekte ve geniş
izleyici kitlelerine sahip olmaktadırlar?
Bunun cevabı çok basittir ve komplo teorilerine
de gerek yoktur! Cevap şu:
“Müslüman aklı, devlet aklına yenilmektedir.”
Müslüman aklı, ne
zaman devlet aklı
ile bütünleşecek?
Kuşkusuz bu soru(nun)
cevabı, kaybedilmiş anahtar
olan “akletmek” fiilini bulmakla çözümlenebilir. Nitekim Vahyin en fazla dikkat
çektiği “insan olmak” fiili, bir
“akletmek” edinimidir: “Akletmeyecek misiniz?”
Kur’ân’da “akıl”, bir “po-
tansiyel/enerji/imkân” olarak
sunulmaktan çok, “kullanılan/güncellenen kuvve” olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân, aklı “düşünmek
ve yapmak” bütünlüğünde
imgelemeyi önemser. “Akletmek nasıl olur?” merakını da
sadece ve tek başına Nebî’yi
örnek göstermekle kalmaz,
Nebî ile beraber olan her bir
mümini överek tamamlar.
Onun içindir ki Vahiy, her
bir müminin aklını kendi
başında aktif kılmasını ve
duâsını da aracısız Rabbe
iletmesini emreder.
Fakat kabul ve hatta itiraf
etmeliyiz ki, “Akıl akıldan
üstündür” zihniyeti ve “Salih
kulların duâsı kabul olur”
alışkanlığı sebebiyle insanların çoğu “daha akıllı” ve
“daha salih” olana tâbi olmayı
tercih etmektedir. Doğru-
Şimdi aklınızı hareketlendirin ve Medeniyetİmparatorluk birikimini
hatırlayıp TV ve sosyal medyada “Cübbeli-HocaefendiŞeyh” etiketli tiplerin yüzlerine, dillerine, ufuklarına bir
bakın! Kendinizi görüyorsanız, sorun yok! Zaten aklınız
aynada yansımaktadır. İnsan
kendi yüzünü seçebiliyorsa,
o zaman kendi gerçeğidir
gördüğü. Mümin aklı, sadece
Kur’ân’ın “akletmek” aynasına
bakar ki o ayna, Kur’ânSünnet tipindeki yüzü bütünler: “Mümin”...
Sahte peygamberler dönemi bayatladı ve kapandı
neredeyse. Fakat sahte ashab
hareketi neredeyse “dev(let)
leşti”. TV ayna tutuyorsa
bu topluma, toplumun
“Cübbeli-Hocaefendi-Şeyh”
kahramanlarıyla geleceğe
yürümesini “Kişi sevdiğiyle
yargılanır” serinliğinde karşılamak zorundayız. Gerisi,
Rabbimizin hükmedeceği bir
ateş çemberi zaten…
Bu arada, araştırılması
gereken kritik bir soru(n)
daha var: Sahte ashabların
masrafları “örtülü ödenekten”
mi sağlanıyor, yoksa cübbenin örttüğü kişiliğin kendisi
mi bu masrafları üstleniyor?
haberajanda
Toplum
G
Aytekin Atasoyu
aatasoyu.ajanda@gmail.com
ERÇEK hayatlardan ve
gerçeğin bizzat kendisinden bağımsız bir şekilde
oluşturulmuş, çoğunlukla
görenlerin gıpta ettiği
sanal gerçeklerin üretildiği bir hayatın özlemini
duyuyor insan.
“İmaj oluşturma” şeklinde niteleyebileceğimiz
bu durum, bizi sarf gerçeklikten uzaklaştırmakta
ve bizi oluşturduğumuz
imajın kölesi hâline getirmektedir. İmajın peşinde
koşan insan sadece gerçeklikten kopmamakta,
oluşturmak istediği imaj
ve bu imajı yansıtan
kimliklere de bürünmeye
çalışmakta, buna dair
gerçek olmayan roller
oynamaktadır.
Oluşturduğumuz imajı
seyredenler, gördükleri
manzara karşısında hayranlık duyar ve o imajın
sahibini kendilerine örnek
alırlar. Sarf gerçeğin ötesinde oluşturduğumuz ve
kusursuzluklar yüklediğimiz bu imaj, ne kadar çaba
sarf etsek de mükemmel
olmaktan çok uzaktır.
Web sitelerinde arka
planda çalışan yazılımların kullanıcıya ulaştığı
ve bizim ilgili siteye girdiğimizde gördüğümüz
kısma “ara yüz” denir.
Sitelerdeki tıklanmayı
arttırmak ve ilgiyi taze
tutmak için bu ara yüzler
belli aralıklarla yenilenmek zorundadırlar. Bu,
ilgili sitenin izlenilirliği,
görünürlüğü ve takip
edilmesi için gereklidir.
Ara yüz oluşturana kadar
arka planda çok sayıdaki
işlem çok hassas biçimde
yapılır. Bu işlemler o kadar
hassastırlar ki, yapılacak
küçük bir hata, kodlamalarda yapılabilecek küçük
bir yanlışlık, ara yüzün
çok kötü olmasına, hatta
bozulmasına sebebiyet
verir. İmaj oluştururken
de tıpkı web sitelerdeki
gibi imaj oluşana kadar
çok sayıda görünür olmayan işlem yapmış oluruz.
Bu işlemler sonucu ortaya
çıkardığımız imajımız, bir
tür bizim ara yüzümüz
olur. İmaj oluşturana
kadar geçen süre içerisinde öğrendiğimiz roller, bu
roller için geliştirdiğimiz
davranış kalıpları, imajın
İmaj köleliği
ÇÖZÜM, gerçek kimlikle sanal kimlik arasındaki makasın daralmasını sağlamaktır. Bu da ancak ve ancak kendimizle, aidiyetlerimiz ve gerçek kimliğimizle barışık olmak ve gerçeklikten kopmadan sürekli bir gelişim seyri içerisinde olmaktır.
devamlılığı için bu davranışların sürekli tekrarlanma zorunluluğu, gerçek
dünya, gerçek roller, davranış kalıpları ve bunun
sonucunda oluşturduğumuz sanal kimlikle gerçek
kimliğimiz arasındaki
köprüyü koparır.
İşte bu köprü kopunca, görünür ortamlarda
gerçek kimliğimiz silikleşmeye başlar ve sanal
kimliğimiz daha baskın
hâle gelir! Görünürlüğün
azaldığı ortamlarda tam
tersi durum ortaya çıkar.
Yani oluşturduğumuz sanal kimlik silikleşir, gerçek
kimlik ve gerçek kimliğin
gereği olan davranış
kalıpları ortaya çıkmaya
başlar. Bu durum psikolojik denge durumunu da
etkiler, kişinin iç dünyasında bölünmüş benlikler
oluşturur. Bölünmüş
benliklerse, insanı çok kez
altından kalkılması zor
psikolojik rahatsızlıklara
iter.
Sarf gerçeğin ötesinde
oluşturduğumuz ve kusursuzluklar yüklediğimiz
imajın mükemmellikten
uzak olma durumu bununla sınırlı değildir.
İmaj oluşturmak, tek
başına insanı tatmin
etmez. Çünkü insan,
hayâlini kurduğu dünyayı
bin bir zahmetle oluşturduğu imaj ile yaşama, bu
yaşamı teknoloji ve medya ile insanların görünümüne sunma eğilimindedir. Bunun için çok ciddî
gayretlerin içerisine girer
insan. Görünür olmak,
teknoloji ve medyanın
kullanımı ile mümkündür.
Son yıllarda bu, sosyal
medyaya kaymış durumdadır.
Teknolojiyi ve medyayı
aracı olarak kullanmak,
insanı makinelerle
hemhâl olmaya iter.
Böylece bilgisayarsız,
akıllı telefonsuz bir yaşam
artık düşünülemez olur.
Aslında “kişiyi makineye
mahkûm etme durumu”
olarak tanımlayacağımız
bu hâl, günümüzde pek
de yadırganan bir durum
değildir. Hatta bu durum,
kültürel ve modern bir
yenilik olarak sunulmaktadır. Yani söz konusu
durum idealize edilerek
bireye ve topluma sunulmakta, arka planında
sözünü ettiğimiz risklerin
görünümüyse azaltılmaktadır.
Meseleyi başka örneklerle desteklemek mümkündür. Ama asıl sorun,
ruhsal ve psikolojik beklentilerimizi yüklediğimiz
imaj oluşturma ve bunun
sonucunda ortaya çıkan
negatif etkileri sıfıra indirme sorunudur. Peki, bu
sorunu nasıl asacağız?
Çağın “imaj çağı”
olmasından kaynaklı
olarak insanoğlunun imaj
oluşturma çabasını yok
sayamayacağımıza ve
insanı teknolojiden uzak
tutamayacağımıza göre
bu sorundan kurtulmanın
yolu, imaj oluşturmaktan
vazgeçmek ve teknolojiden uzak durmak değildir.
O hâlde çözüm nedir?
Çözüm aslında çok zor
değildir. Çözüm, gerçek
kimlikle sanal kimlik
arasındaki makasın daralmasını sağlamaktır. Bu da
ancak ve ancak kendimizle, aidiyetlerimiz ve gerçek
kimliğimizle barışık olmak
ve gerçeklikten kopmadan
sürekli bir gelişim seyri
içerisinde olmaktır.
şubat 2016
85
haberajanda
Toplum
Devletimiz toplumsal sorunl
İ
STER kırılın, ister gücenin ama ben bu hakîkati söylemek mecbûriyetindeyim. Kimseyi suçlamıyorum da… Şu veya bu sebeple olmuş, yapılmış olabilir. Benim derdim bunlar değil. Benim
derdim, şu an yaşayan ve inşallah binlerce yıl da yaşayacak olan insanlarımızın daha az sorun
yaşaması, daha insana yaraşır bir hayat sürmeleri…
>> Geçmişte olanlar oldu
giti. Ama artık aklımızı
başımıza alıp kompleks yapmadan, devletimizin kuruluş
yıllarında kurgulanmış olan
modernist insan ve toplum
tasavvurunu değiştirip daha
insanî bir tasavvura geçmemiz lâzım.
Osmanlı’nın son döneminde işlerin kötü gittiği
86
şubat 2016
düşüncesiyle, o yıllarda çok
güçlü olan Batı Avrupa
ülkeleri, özellikle de Fransa, Almanya ve İngiltere
gibi ülkeler örnek alındı ve
onların neyi var, neyi yoksa
hepsi taklit edildi. Bu öyle
bir rüzgârdı ki, neredeyse
etkilenmeyen kimse kalmadı. Mehmed Âkif gibi
“Medeniyet dediğin tek dişi
kalmış canavar” diyen bir
muhterem zât bile Batı’daki
bu ülkeler için “Dinleri var
işimiz gibi, işleri var dinimiz
gibi” deyivermişti. Hâlbuki
bu ülkelerdeki medeniyetin
dayandığı felsefî cereyanlar,
ateizmden sütünü emen
pozitivizm, modernizm
ve sosyal Darwinizm gibi
cereyanlardı. Bunlar insanı malzeme gibi algılıyor,
standartlaştırıyor, adeta seri
üretimle bütün insanlığı düzeltivereceklerini sanıyorlardı. Gelin görün ki, kılavuzu
bu kargavari felsefeler olan
ülkeler, insanlığın burnunu
1. ve 2. Dünya Savaşlarından müteşekkil bataklığa
soktular. Başta sözde güçlü
ülkeler ve onları takip edenlerin burunları bataklıkta
çırpındıkça, uyuşturucuya,
şiddete, eşcinselliğe, hatta
arı çözemez
intihara batmaya hâlâ devam
ediyor.
1920’lerin sonundan itibaren Türkiye’de modernizmi
yerleştirme çalışmaları ders
kitaplarından kıyafete, sanattan spora, bilim anlayışından
hukuk ve siyaset anlayışına
kadar her sahada yoğun
bir şekilde hayata geçirildi.
(Prof.Dr. Zafer Toprak’ın
“Darwin’den Dersim’e” adlı
kitabı bu konuda kapsamlı
delil ve belgeler ihtivâ etmektedir.) Öyle ki, bugün
zıt medeniyetin savunucusu
siyasî liderler bile “Modern
şehirler yapacağız” diyebiliyorlar.
Dilimize öyle yerleşti ki,
“gelişmişlik” ile “modernizm”
kavramları aynı anlama
gelir oldu. Hâlbuki Doğu
medeniyeti mensûbu biri,
“modernizm”i ağzına bile
almaz. Kendi varlığının en
büyük tehdidini tutup da
baş tâcı edercesine gündeme
getirirse kendini inkâr etmiş
olur. O dönemin köşe taşı
sözlerinden biri “Sağlam
kafa, sağlam vücutta bulunur” idi. Ne alâka? Mesela
körlerde “sağlam kafa” olmaz
mı? İyi de “sağlam kafa” ne
demek? Bu sözün gerçek
sahibinin kim olduğunu bilmiyorum. Bilsem de sözün
sahibiyle değil, sözle sorunum var zaten. Üniversitede
biri tuvalete yazmış, benim
de oradan dikkatimi çekmişti: “Sağlam kafa sağlam
vücutta bulunsaydı güreşçilerimiz Nobel alırdı.”
O zamanın en önemli kanunlarından biri, 2510 sayılı
İskân Kanunu’dur. İnternette
bir arama motoruna yazarsanız her türlü bilgiyi sizin
ekranınıza seriverir, Roman
vatandaşlarımız hakkında
Devletimizin o zamanlar ne
düşündüğünü de böylelikle
görmüş olursunuz. CHP’den
daha önce kurulmuş bir partimiz olduğunu biliyor muydunuz ve tabiî kapatıldığını?
15 Haziran 1923’te kurulan
bu partinin adı, “Kadınlar
Halk Fırkası” idi. Kapatılma
nedeni de “Kadınların oy
hakkı yok, dolayısıyla parti
kurmaları da mümkün değil”
şeklindedir. İnsanı “sağlam
kafa” ve “sağlam vücut”tan
ibaret kabul eden, kadınlarını böyle gören, Roman
vatandaşı böyle algılayan bir
devlet mekanizması, insanın
nesini, toplumun neyini çözecek Allah aşkına?!
Burada Devletle, o zamanki Devlet kurucularıyla
herhangi bir sorunum yok
benim. Benim sorunum şu:
İnsan, gerçekte modernizmin
gördüğü gibi değilmiş demek
ki... Şimdi biz doğrusu neyse,
insanı ve toplumu o şekilde
görelim, bütün düzenimizi,
sistemimizi de o doğru bakış
Lokman Ayva
la@lokmanayva.net
açısına göre yeniden reorganize edelim ve her şey
yerli yerinde dursun!
Peki, doğrusu ne?
Milletimizin köklerinin
bulunduğu medeniyeti esas
almak en doğru çözümdür.
Bizim medeniyetimize göre
insan, “eşref-i mahlûkat”tır.
Her işimizi bu anlayış doğrultusunda kurgulamalıyız.
Burada ırklar önemli değil,
insanların bedensel özellikleri önemli değil, cinsiyet,
ekonomik durum veya makamların da hiçbir önemi
yok. Bunlar topluma hizmet
etmeyi kolaylaştıran ve nesillerin sağlıklı bir şekilde devam etmesi için gereken kurgulardır. O bakımdan gerçek
değerli “insan”dır. İnsanın
başkalarının hakkına tecavüz
etmemesi, aynı şekilde onun
da hakkına dokunulmaması
en önemli değerlerdendir.
Her insanın bir potansiyeli
olduğunu, her insanın birbirinden farklı olduğunu kabul
etmek zorundayız.
Bu medeniyet anlayışıyla
mevcut durumları değerlendirdiğinizde çok enteresan
tablolar karşımıza çıkıyor.
İnsana ve doğal farklılıklarına saygı duymayan anlayışlar bugünkü terör sorununu
başımıza belâ ettiler. Onlarla
aynı anlayıştan beslenen
terör örgütü ve uzantıları da
aynı yanlışı sürdürüp nemalanma peşinde. Eğer kendi
medeniyetimizi esas alsalar,
terörü devam ettiremezler!
Sadece onlar mı? Kadına şiddet uygulayan sözde
insanlar bu zulmü hangi
gerekçeyle yapıyorlar sanıyorsunuz? Kendi medeniyetimize dayanarak böyle bir
şiddeti asla uygulayamazlar!
Uyuşturucu dâhil, hiçbir
bağımlılık türü, bırakın kök
salmayı, yeşeremez bile. Her
türlü toplumsal sorunun çözümünde medeniyet tasavvurumuz son derece önemli!
Peki, kimse bir şey yapmazsa
bireysel dünyamızda esir
olup öylece kalacak mıyız?
Elbette hayır!
Öncelikle çevremizdeki
siyasîleri, etkili ve yetkili
kişileri, basın câmiâsını bu
anlamda teşvîk edebilir ve
kendilerine olumlu-olumsuz
geri besleme yapabiliriz.
Bunun bile garantisi olmadığı için, hepimiz kendi
işimizde, meşgûliyet alanımızda medeniyetimizle ilgili
çalışmalar yapabilir, elden
geldiğince uyarlayabiliriz.
Komşuluk, büyüğe saygı,
küçüğe sevgi göstermek gibi
son derece basit fakat etkili
değerlerimizi özel hayatlarımızda yaşatabiliriz. AK
Parti’nin, Hükûmet icraatına
ışık tutması ve uygulamacıları cesaretlendirip teşvîk
etmesi için parti bünyesinde
kapsamlı bir medeniyet çalışması yürütmesi gerekmektedir. Bunun için politikalar,
stratejiler, ilkeler üretmesi ve
Hükûmet’e sunması, çözümün bel kemiğini oluşturur.
Bu noktada partinin ilgili
organlarına görüşlerimizi
sunmaktan geri durmamak
da bizlerin özel alandaki
medeniyet katkıları bakımından faydalı ve önemli
girişimlerdir.
Bizlerden başlayarak, çocuklarımızın ve torunlarımızın, hatta gelecek nesillerin
insana yaraşır bir toplumda
yaşaması böylelikle sağlanmış olacaktır.
şubat 2016
87
haberajanda
Toplum
Sabri Öğe
sabrioge.ajanda@gmail.com
En önemli sorunumuz “ahlâk
“T
ÜRKLER yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacıklık, yerme, riyâ, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler
onları bozmamıştır…”
>> Meşhur Arap şâiri
Cahız böyle diyor. Cahız’ı
okuyunca kendi kendime
dedim ki, “Yahu bu Türkler
ne muazzam insanlarmış,
nerede yaşarlarmış, bilsek de
gidip bu muhterem insanlarla görüşüp tanışsak”… Böyle
düşünürken birden aklıma
geldi ki, “Türk” denilen millet
biz değil miyiz? Evet, öyle!
Öyle de, bu işte bir terslik
varmış gibi bir his doğdu
içimde.
Ben böyle düşünürken,
telefonuma bir mesaj düşüverdi. Mesaj, eski bir dosttan,
hakîkatli, rikkatli bir eski
gönül dostundan geliyordu.
Ülkeye hizmeti olur diye,
biz dostlarının da itmesiyle
bir zaman önce kendisini
milletvekili olarak başkente göndermiştik. Mesajını
okuyunca sarsıldım, feryâd-ı
figân ediyordu:
“Bıktım yağcıların ‘Sayın
Vekil’lerinden!/ Ey felek,
sıradan kimliğimi geri ver!/
Yıldım boş laflara cevap
yetiştirmekten!/ Ey zaman,
fikre hizmet günlerimi geri
ver!/ Geri ver benim hasbî
hâlimi!/ Geri ver benim
harbi dilimi!/ Bildim ben ne
88
şubat 2016
günah işlediğimi,/ Ya Settar, günahsız günlerimi geri
ver!/ Doyurmuyor hiçbir şey
sînedeki şu kalbi./ Ne makam, ne iltifat ve ne de mevki…/ Kalmadı gayri şu boş
dünyanın zevki./ Ya Feyyâz,
feyizli günlerimi geri ver!/
İkiyüzlü, süslü, sahte sevgilerden/ İğrendim Ya Rab, halis dostlarımı geri ver!/ İhlas
fukarası, alkış budalasından/
El-aman Ya Rab, bana saf
hâlimi geri ver!”
Şimdi kime inanalım,
Arap şâiri Cahız’a mı, bizim
“Dertli”ye mi? Söyleyen
bir tek Cahız olsa, “Hadi
neyse” deyip geçelim, fakat
öyle değil. İsmail Hami
Danişmend’in “Garp Menbalarına Göre Türklerin
Meziyetleri” isimli eserinde,
kaynaklarıyla Batılıların konuyla ilgili beyanları var.
“Türklerin meziyyetleri vardır. Hilekârlıkla
sahtekârlık bilmezler ve
doğruluktan ayrılmazlar…” (Süryanî Mikail
Vakaayinâmesi)
“Türkler saffet ve sadelikleriyle tanınırlar,
namuskârlıkları herkesçe
malûmdur. Türk’ün sözü,
dünyanın en sağlam senet ve
imzaları kadar muteberdir.”
(Fransız müellifi Gautier)
“Namuskârlık, Türk tüccarın belirgin özelliğidir.
Hilekârlıkla dolandırıcılık
onlarda tamamen meçhuldür.” (İngiliz müellifi T.
Thorton)
Hepsi bu kadar değil.
Koskoca bir kitap böyle övgülerle dolu. Ben gene kendi
kendime “Yahu bu Türkler
bizim Türkler mi, yoksa
başka bir ülkenin Türkleri
mi?” diye hem düşünüp hem
yürürken, kendimi Hortumcu Hacı Ahmet Efendi’nin
dükkânında buldum.
Ahmet Efendi, küçük masasının arkasındaki koltukta
canı oldukça sıkkın, sinirinden çıplak başı kızarmış
öylece oturuyordu. İlk sözü
şu oldu: “Bak sana bir şey
söyleyeceğim. Şu caddeden
gelip geçen bunca insan var
ya, bunların yüzde doksanının kafasının içinde kimleri
nasıl çarpacağının hesabı
var…”
“Gerçekten o kadar mı?
Abartıyor olmayasın?” şeklindeki soruma mukabil,
“Evet, o kadar var! Emin ol,
hiç abartmıyorum” diye cevap verdi.
İ. H. Danişmend’in Türklerinde zinhar zina, hırsızlık
olmazmış. Türkler yiğit insanlarmış, mazluma, zayıfa,
garibe el kaldırmazlarmış.
“Yiğitlik” deyince, geçenlerde İstanbul’da vukû bulan
bir olay aklıma geldi. Bir
İrlandalı turiste bizim esnaflardan 5-6 tanesi ellerindeki
sopalarla her ne sebeple ise
saldırıp çullanıyorlar. Fakat
Türk’ün yiğitliği (!) bu kadarla kalsa iyi, İrlandalı, bu
bizim yiğitlerin (!) hepsini
birer yumrukla yere serip
doğduklarına pişmân ediyor.
Hırsızlık ve zinaya gelince… Biz Türkler hırsızlığın,
soygunculuğun, gaspın, kapkaçın kitabını yazdık. Caddelerimiz, sokaklarımız, pazarlarımız, her yerimiz fuhuş
kokuyor; gazetelerimiz, televizyonlarımız, internetimiz
zinanın türlü türlüsünün tekniklerini anlatıyor. Türk’ün
yüksek (!) ahlâk ve seciyesini
görmek isteyenler, sosyal
medya denen platformlara baksınlar da insanların
birbirlerine hitaplarındaki
pespâyeliği, karşılarındaki
insanlara ne kadar fütursuzca
iftira atabildiklerini, hakaret
edebildiklerini, hiçbir Allah
korkusu ve hiçbir ahlâkî sınır
tanımadıklarını görsünler.
buhranı”!
Tarihçiler diyorlar ki,
“Milletlerin ayakta kalması
yahut yok olması, onların
manevî-ahlâkî niteliklerine
bağlıdır. Tarih boyunca Türklerin birçok defa devletleri
yıkıldı. Fakat onların ahlâk
ve seciyeleri sağlam olduğu
için, millet olarak hiçbir zaman yok olmadılar, her defasında yeni bir devlet kurmayı
başardılar”.
Sahiden, insan düşünmeden edemiyor, bu yüksek karakter sahibi Türkler bugün
de bir yerlerde yaşıyorlar mı
acaba? Biz Türklerin onlarla
isim benzerliğinden başka
bir irtibatımız var mı?
Osmanlı’nın çöküşünün
birçok sebebi varsa da temel
sebep, toplumdaki ahlâkî
çürümedir. Sadrazam Koca
Ragıp Paşa, daha 18. yüzyılda bu acı gerçeği şöyle
itiraf ve ifade ediyor: “Emel-
den olduğumuz dur* böyle
bizdendür,/ Degül felekte
rehavet, kusur bizdendür./
Râgıp, müdâhaneyle riyâdır
zamânede,/ Dünyayı sanma
cevr-ü sitemdir harâb eden.”
Osmanlı döneminde doğup büyümüş bir gazeteci,
fikir adamı ve eski Dışişleri
Bakanlarından Necmeddin
Sadak da, “Savaş yıllarında
Osmanlı toplumu, her şeyden
önce bir ahlâk sorunuyla karşı
karşıyaydı. Ahlâk yetersizliği
toplumsal dengeyi bozuyordu”
demiştir.
Mesele anlaşılmıştır!
Yüzyıllara sâri bir ahlâkî
erozyon sonucu bu toplum
nihâyet İmparatorluğunu
tarihe havale ettikten sonra
yeni bir devlet kurma noktasına geldiğinde, -evet, bir
ahlâkî buhran içinde olsa
da- Danişmend’in kadîm
Türkleriyle olan bağlarının
tamamen kopmuş olduğunu
söylemek doğru değildir.
Ne yapılmalıydı? Elbette
zayıflamış olan bağların
güçlendirilmesi, yeni ve güçlü bağlar tesis edilmesinin
yolları aranmalıydı. Oysa
tam tersi yapıldı ve iyi kötü
varlığını muhafaza edebilmiş
bağları da kökten budayabilmek için devlet gücüne dayanan sistemli, katı bir operasyon süreci başlatıldı, buna
da “devrim” dendi. Devrimin
maksadı, kadîm kökünden
kopartılan Türk toplumunu
küffârın manevî kanallarına
bağlamak idi. Bu da olamazdı, nitekim olmadı, başarılamadı. Neticede devrimin
ürünü olarak ortada işte böyle ucûbe, amorf bir toplum
yapısı meydana geldi. Bizim
bugünkü siyasî, ekonomik ve
sosyal bütün sorunlarımızın
temelinde bu ahlâkî buhran
vardır ve dolayısıyla ülkemizin en önemli meselesi de
budur! Çare, kadîm Türklerle
yeniden güçlü bağlarla irtibata geçmektir. Çok zor da
olsa, başka bir kurtuluş yolu
bulunmuyor.
Bu meseleyi ülkede kâmil
mânâda anlamış ve bu yolda
tek başına da olsa yürümeye
azmetmiş olan bir insan var.
Her adımını bu hedefe matuf olarak sistemli ve hesaplı
kitaplı olarak atıyor. “Yeni
anayasa ve başkanlık sistemi”
derken kafasındaki hesap
tamamen bundan ibaret.
Devrim sırtını darağacına
dayamıştı, “karşı devrim” ise
seçim sandığına dayamakta.
Uzun bir demokratik devrim
süreci yaşamayı başarmak
mümkün olacak mı bakalım.
*dur: sebep
**müdahane: yaltaklanma
***cevr-ü sitem: çekişme sıkıntısı
şubat 2016
89
haberajanda
Toplum
Hepimiz bir taraftan dışarıda bizi
kısıtlayan kötülüklerle mücadele
ederken, diğer yandan da kendimizi yeni dönemin şartlarına sağlıklı bir şekilde uyarlamanın yollarını aramalı ve imkânlarla imtihan
olduğumuzun şuurunda olmalıyız.
Biraz kendimize ya
H
ER ne kadar
devlet kendisini
“Cumhuriyet”
olarak adlandırsa
ve demokrasi
ile yönetildiğimiz söylense
de Türkiye’deki
kontrol uzun seneler elit bir kesimin elindeydi. Bu karakteristiğini tam olarak değiştirmiş
değil. Ancak son senelerde çevrenin merkeze
doğru harekete geçtiği, merkezdeki elitist
yapının değişmeye başladığını gözlemliyoruz. Yıllarca kenara itilen, ötelenen, horlanan, ihtiyaçları ve talepleri dikkate alınmayan çoğunluk, azınlığın hâkim olduğu
stratejik noktaları kuşatmış durumda. Bu
durum, konuya sosyolojik olarak bakıldığında aslında bir normalleşme sürecidir.
Ancak bu değişim sürecinde ferdî anlamda yaşanan ciddî problemler var. Çünkü
alışılmışın dışına çıkılıyor, kabuklar kırılıyor, imkânlar değişiyor. Hâliyle imtihanlar
da değişiyor.
Dinî referansları öne çıkan kesimin 28
Şubat gibi bir kıskaca alındıkları dönemlerdeki yaşayışlarıyla şimdilerde nasıl bir hayat
sürdüklerini karşılaştıralım.
Önceki zamanlarda yasaklar ve baskılar,
şuurlu insanların davalarına daha sıkı sarılmalarına vesile oluyordu. Rahat zamanlarsa
dünyevîleşmeye, gevşemeye ve dinî pratiklerin sulandırılmasına sebep olmakta. Tabiî
ki buradan “Yasakları ve baskıları yeniden
istiyoruz” gibi bir sonuç çıkarmayalım, maddî
imkânların artmasının ve baskıların kalkmasının da bir imtihan olduğunun şuuruyla
tekâmül etmenin yollarını aramaya devam
edenler de vardır muhakkak.
90
şubat 2016
Prof. Dr. Serhat Atabey
serhatatabey.ajanda@gmail.com
tırım yapalım
Hepimiz bir taraftan dışarıda bizi kısıtlayan kötülüklerle mücadele ederken, diğer
yandan da kendimizi yeni
dönemin şartlarına sağlıklı
bir şekilde uyarlamanın yollarını aramalı ve imkânlarla
imtihan olduğumuzun şuurunda olmalıyız.
Peki, bu değişim/dönüşüm
döneminde ne tür imtihanlar
bizi bekliyor?
Bunlardan biri, yaptığımız her işte işin özünün/
hakîkatinin kaybolması ve
de görüntü ve gösterişin öne
çıkmasıdır. Görünme, görünür olma isteği insanoğlunun
yönetmesi gereken özelliklerinden biridir. Bu imkânı
elde edenler, “Ben de varım!”
diyebilmek adına zamanın
görünme yöntemlerine başvurarak varlıklarını ispatlama
peşine düşebilmektedirler.
Bu görünür olma çabasıyla
birlikte işin özü kaybolup
gitmektedir.
Bu konuda birkaç misal
vermek istiyorum…
Eskiden “kamusal
alan”larda namaz kılmak
ciddî bir problemdi. Kamu
kurumlarında (özel kurumlarda da aynı) namaz kılmak
isteyenlere yer tahsis edilmezdi. Edilse de, buralar en
ücra köşelerdeki dar, karanlık
ve rutubetli odalar olurdu.
İnsanlar gizli gizli abdest
alır, oralara kimse görmeden
gider ve namazlarını edâ
ederlerdi. Bu tabiî ki normal
bir durum değildi.
Şimdiyse devir değişti,
namaz kılmak isteyenlere
ferah odalar tahsis edildi,
kapılarına “Mescit” yazıldı ve
herkes herhangi bir mahalle
baskısına maruz kalmadan
abdestini alıp namazını kılar
hâle geldi. Hatta bazı yerlerde namaz kılmayanlar psikolojik olarak kendilerini baskı
altında hissetmeye başladılar.
Peki, işin hakîkatinde de
mesafe kat ettik mi? Namazlarımızı dosdoğru kılabiliyor
muyuz? Kıldığımız namazlar
bizi her türlü kötülüklerden
alıkoyabiliyor mu?
Yine Türkiye, uzun yıllarını başörtüsü problemiyle
kaybetmiştir. Özellikle 90’lı
yıllardan sonra okullarda
ve kamu kurumlarında bu
konuda ne tür baskılar yapıldığını ve bu baskılara karşı
nasıl bir şuurla mücadele
verildiğini hatırlayın. Şimdilerde gelinen noktaya baktığımızda, o zamanlar bunun
hayâlini bile kuramıyorduk.
Sadece okullarda değil, hemen her yerde isteyenin başını kapattığını, eskiden arka
sokaklara mahkûm edilen
başörtülülerin ana caddelere
çıktığını, milletvekili, hatta
bakan olabildiğini görüyoruz.
Peki, günümüzde bu
derece görünür hâle gelen
başörtüsü, eski mânâsını koruyabildi mi? Yoksa moda ve
gösterişin kurbanı mı oldu?
Mahremi setretme iddiasından, onu daha görünür ve
gösterişli hâle getirmenin bir
aracına mı dönüştü? Eskiden
başörtüsü takanlara nasıl bakılırdı, şimdi nasıl bakılıyor?
İmkân da bir
imtihan, unutma!
Bir diğer konu ise, maddiyata, makam ve mevkilere
bu denli sahip olmayan
“çevre insanının” şimdi gırtlağına kadar bu imkânların
içine batmasıdır. Peki, bu
imkânlarla sınanırken nasıl
bir hâldeyiz? Elde ettiğimiz
dünyevî imkânları iyiliği
yaymanın ve kötülüklere
mânî olmanın, insanlara faydalı bir şeyler yapmanın aracı
olarak mı kullanıyoruz, yoksa
dünyevî lezzetlere kapılarak
bunlarla günümüzü gün
etme, ânı yaşama, tüketme
ve israf etme peşinde miyiz?
Geldiğimiz makamlara bizden öncekilerden farklı olarak
ne kattık? Öncekilerin izinden mi gidiyoruz, yoksa bize
özgü bir tarz üretebildik mi?
Eğer hakîkati sergileyerek
görünür olursak (yapılması
gereken de budur), iyinin ve
güzelin yayılmasına da vesîle
olabiliriz. İnsanın kâl ile
değil, hâl ile görünür olması,
işin özüne inmesi, -dillendirmekten öte- bizatihî kendi
hayatında pratiğe dökmesi,
hâricî problemleri hallettikçe
iç dünyasını güzelleştirme
peşinde koşması, sadece dinî
pratiklerin diğer insanların
gördüğü yönünü değil de
karanlık gecede kara kayanın
üzerinde yürüyen kara karıncayı gören Yüce Yaratan’ın
gördüğü yönlere de yatırım
yapması ve emin (güvenilir)
olmanın, sözünde durmanın,
emanete sahip çıkmanın
güzel bir örneğini sergilemesi gibi zor ama yapılacak
hayli işi var.
Maalesef iç dünyamızı
güzelleştirmeden dışarıyı güzelleştirme çabalarımız pek
işe yaramıyor. Bunun için
hem kendimizi eğitmemiz,
hem de çevremizi bu anlamda etkilememiz gerekiyor.
Yarım yamalak öğrendiğimiz
Google bilgisiyle etrafımızı
aydınlatma derdinden vazgeçmeliyiz. İslâmî bir şuura
sahip olmak için temel dinî
kaynakları öncelik ve önem
sırasına göre okumalıyız.
Kur’ân’dan haberi olmayan
birinin İslâmî mânâda bir
dava adamı olabilmesi ne
kadar mümkün?
Dinî pratiklerin sadece görüntüleri ile yetinmeyip özüne inmeli, mânâsına nüfûz
etmeliyiz. Adaletli olma,
diğer insanlara zulmetmeme,
kul hakkı yememe, sözü ve
özü bir olma, her ânın ve her
yaptığımızın hesabını vereceğimizin şuurunda olma…
Velhâsıl, yapılacak çok iş ve
kat edilecek çok mesafe var!
Bir insanın öncelikle
kurtarması gereken kişi
“kendisi”dir. Bu, başkalarının
kurtuluşuna vesîle olmak
için de bir ön şarttır. Hayatın rutin koşuşturmacası
içinde dünyayı kurtarmaya
çalışırken kendimizi ihmal
etmeyelim. Zaman zaman
bunları düşünüp kendimize
de yatırım yapmalıyız.
şubat 2016
91
haberajanda
Toplum
Geldiğimiz nokta
hepimizin eseri!
Dilenciliği tasvip
etmesek de, hiç
değilse yardım
isteyen birinin
ardından nasıl da
iyiliğin suiistimâl
edildiğinden, iyilikten ne marazlar
doğduğundan söz
etmesek mesela.
Onun yerine, bir
oyuncak fazla alıp
bir küçük hediyenin bir çocuğu nasıl sevindirdiğini
göstermek gerek.
Aç komşu yoktur
belki çevrede, ama
giderken bir tabak
ikramla gittiğinizi
görmeli evladınız, mümkünse
o tabağı kendisi
taşımalı.
Maksimum standar
Y
IL 2016… Artık üç beş yaşlarında çocukların dahi internet imkânı bulduğu,
obezite ile mücadelenin altı yaş altına inebildiği modern zamanlardayız.
Sosyal medya ve türevleri, ne yiyip içtiğini, nasıl da çok tükettiğini resmetmekten haz duyan, hazmedemeyeceği kadar şeyi tüketip nasıl da insanlığını tükettiğini resmetmekle uğraşan milyonları sergiliyor…
>> Başkanlık, Ortadoğu
denkleminde yeni karakterler, AK Parti’nin ilk üç ay
hedefleri, çalışan kadınların
sorunları gibi konular kafamda dönüp dururken, gözüm
bir haberdeki fotoğrafa takıldı. Eriyen suratıyla daha
da kocaman görünen gözleri
ve bir masum çocuk… Ardından bir deri, bir kemik
kalmış başka insanların fotoğrafları...
Haber şöyle: “Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü,
Suriye’de rejim güçleri ve
Hizbullah’ın Temmuz ayından beri kuşatma altında tuttuğu Lübnan sınırına yakın
Madaya kasabasında 23
kişinin açlıktan öldüğünü
açıkladı. Örgüt, bölgede muhaliflerin denetimindeki Madaya’dan çıkışlara izin verilmediğini ve 42 bin kişinin açlıkla
boğuştuğunu açıklamıştı.”
Yıl “2016” dostlar,
1900’lerden alınmış değil
bu haber! Medenî, eğitimli,
demokratik diye kendimizi
sınıflamaktan gurur duyduğumuz, sahip oldukça daha
çok şımardığımız zamanlarımızdan bir yıl işte!
Biz 2000’lerin insanı... Biz,
eskilerin yanılgılarından çok
uzak biz, biz, biz... Biz ne çok
aciziz oysa kendimizi ne çok
şey sanırken! Ve bu dünyanın
insanı merhamet ve insanlıktan uzaklaşalı ne çok şey olmuş! Yardım ettiğini reklam
etmeden kimse kimseye bir
şey yapmayalı ne çok zaman
geçmiş! Sadece makyaj ürünlerine harcanan bir kısmı ile
dünyadaki felaketler azaltılabilir ve bu dünyanın Zencîleri
olan bütün yoksullar ortadan
kaldırılabilirken, biz onları
yok sayarak ölümleriyle ortadan kalkmalarını bekliyoruz
adeta. Sorun böylece yok
olacak kendiliğinden(!). Allah
muhafaza!
Dünya ölümcül bir savaşın
çaresiz mağdurlarına çözüm
üretmek yerine sınır güvenliklerini ve uluslarını korumanın derdinde. Sırf kendilerine
giden mülteci akınını durdurabilmek için Türkiye ilişkilerinde birdenbire alınan yola
ve verilen kararlara bakın!
92
şubat 2016
Nadire Çamlı Yıldırım
ncyildirim.ajanda@gmail.com
tlar, minimum insanlık!
“Bize bulaşmasın!” dedikleri
sefaleti başkasına müstehak
gören bir zihniyetin adı Batı
ise şayet, merhum Âkif ’in,
“Nerde -gösterdiği vahşetle
‘Bu bir Avrupalı!’/ DedirirYırtıcı, his yoksulu, sırtlan
kümesi” dediği zamanlardan
farklı bir şey de değildir. O
zaman tarih 1915 idi, şimdi
2016... “Resimdeki olmayan
altı farkı bulun!” deme şansımız da olmayacak.
Sözde çözüm adına yapılanlara bakın! Hâlâ kendi
halkını katleden bir lideri
destekleyen ülkeler var ve
çözüm adına orada olanlar da
milyonlarca insanın tükenişi
yetmezmiş gibi gelecek iki
yıl üzerinden konuşuyorlar.
Mevcut teknolojik imkânlar
ve sahadaki etkinlikleri düşünüldüğünde, yıllardır o
coğrafyanın ta içine kıtalar
ötesinden uzandıkları hâlde
hem de…
Yıllarca öykündüğümüz
Batı bu iken, bizde de maalesef benzer duyarsızlıklar,
“vahşet” diyeceğimiz olaylara
öyle baktığımız bir hissiyat
gelişti yazık ki! Biz bu değildik, böyle olmamalıyız
asla! Kadîm bir geleneğin
torunlarıyız ve insanlığın,
muhabbetin insana havadan
ve topraktan sirayet edebileceği bir kutlu coğrafyada
yaşıyoruz. Ama bugün geldiğimiz duruma bakın! Keşke
Batı’nın sadece yüksek maddî
standartlarına özenseydik…
Geçenlerde, Batman’da
soğuktan ölen sadece dört
yaşındaki bir Suriyeli çocuğun haberinin ardından yapılan yorumlar, haberden daha
da soğuktu. Bir çocuğun bu
şekilde ölümü sadece yüreği
sızlatmalıyken akla hayâle
gelmeyecek yorumları dizivermişti bir sürü akl-ı evvel
his yoksunu. Özlediğimiz
ekonomik yükselişe doğru
adım adım giderken, manevî
anlamda kat ettiğimiz bu
eksi yolu telâfi edecek acil
eylem planları hazırlamalıyız.
Sevgisiz, merhametsiz, aidiyet duygusundan bîhaber bu
gençler, bu insanlar kendiliğinden bu hâle gelmediler.
Her türlü insanî duygu ve
duruşun aleyhinde işleyen
sistematik bir bombardıman
var ve biz gençliğimizi bu
ateşten koruyamıyoruz.
En çok seven ana baba,
çocuğunu önce iyi maddî
imkânlar hedefiyle yetiştiriyor. “Önce kayıtsız şartsız
ahlâk ve estetik” diye değil…
“İyiliğin reklam yahut en iyi
ihtimâlle günah çıkarma ritüeli olarak yapılabildiği, onun
da sürekli zihinlerde kayıtlı
tutulduğu bir dönemde ‘sağ
elin verdiğini sol elin duymaması’ veya ‘komşusunun
açlığından sorumlu olmak’ ne
demektir, bu ilkelerin muhatabı kimdir?” gibi duyarlılık
ruhundan haberdar etmeli
insanlığı. Daha çok yaşamalı
ve yaşatmalı ki, genç zihinler
iyilikten başka şeyle dolmayacak, yürekleri başka türlü
doymayacak bir hâle gelsinler.
Geldiğimiz nokta hepimizin eseri! Dilenciliği tasvip
etmesek de, hiç değilse yardım isteyen birinin ardından
nasıl da iyiliğin suiistimâl
edildiğinden, iyilikten ne
marazlar doğduğundan söz
etmesek mesela. Onun yerine, bir oyuncak fazla alıp bir
küçük hediyenin bir çocuğu
nasıl sevindirdiğini göstermek gerek. Aç komşu yoktur
belki çevrede, ama giderken
bir tabak ikramla gittiğinizi
görmeli evladınız, mümkünse o tabağı kendisi taşımalı.
Değerler Eğitimi
Projesi
Bir başka yazıda daha
detaylı bahsetmek istediğim
bir çalışması var Konya
merkez ilçelerinden Selçuklu Belediyesi’nin. “Bu tür
çalışmaları hangi partiden,
hangi ilden ve kim yapıyorsa
desteklemeli, duyurmalı” diye
düşündüğüm için paylaşmak
istiyorum.
Son birkaç yıldır yürütülen
bu projenin ismi “Değerler
Eğitimi”. Mili Eğitim Bakanlığı ile müşterek protokol
çerçevesinde, okullarda
öğrenci-öğretmen-veli ayağı
ile yürütülen eğitimde her ay
bir değer ele alınıyor: Doğruluk, sorumluluk, saygı vs. Söz
konusu değerlerle ilgili çeşitli
etkinlikler gerçekleştiriliyor.
Daha çok sahiplenilmesi
ile uygulamada hedeflerin
üzerinde bir zenginlik ve
kazanım sağlayabilecek böyle
bir proje, hepimizin ailesinde,
ofisinde uygulanmalı. Ailelerden apartmanlara, sokaklara yayılmalı. Bunun için
insanî duyarlılık örnekleri ile
oyun ve eğlence üzerinden
öğreten TV programlarından
farklı medyatik çalışmalara
ve STK uygulamalarına kadar pek çok plan düşünülüp
hayata geçirilebilir.
İyiliğin güzelliği sonucunun Allah’ın lütfu ile hesapsız bir çoğalma üzerinde akıp
gitmesi… Bu, inanıyorum ki
iyilik hedefli bütün çalışmalarda geçerli. Kim bilir, böyle
bir niyetle başlanırsa, akıllar
yüreklere ulaşır ve milyonlarca iyi fikirle daha karşılaşırız.
2016’da hayatının (Allah
ömür verirse) ikinci kısmını
yaşayan biri, “Çocuklarım tek
bir an bile korku keder yaşamasınlar!” diye dua eden bir
anne olarak hiçbir çocuğun,
yetişkinlerin günahları ile
solmasını istemiyorum. Ne
Aylanlar vursun Akdeniz’in
kıyılarına, ne de çocuklar
savaştan kaçarken yitirmedikleri hayatlarını soğuktan
yitirsinler!
Bağımsız ekonomik
kalkınmışlığını sağlamış
müreffeh bir ülkede yaşamak
istiyorum hepiniz gibi. Ama
birbirimize hatırlatalım istiyorum, bütün bunlar huzurlu,
yaşanabilir, insancıl bir ülke
olmadan bizi mutlu etmeyecek! Henüz yolun sonuna
gelmemişken acilen bir şeyler
yapmalı!
şubat 2016
93
haberajanda
Gençlik
Üniversiteler kimindir?
1980 sonrasının özellikle
mütedeyyin camiada oluşturduğu “apolitik gençlik” kavramı
artık yavaş yavaş tedavülden
kalkıyor. Bu arkadaşların sıkıntısı da işte tam olarak bu! Üniversitelerde ya da sivil toplum alanlarında konferanslar, paneller
düzenleyen, sohbetler gerçekleştiren, kurdukları stantlarda sınır
ötesi kardeşlerine destek gönderen, hayatında hiç görmediği
ama acısını yakından hissettiği
kardeşlerinin derdiyle dertlenen
aktif gençleri ve bu oluşumlara
duyulan ilgiyi gördükçe “kurtarılmış bölge” hissiyatlarının sadece
bir romantizm olduğunun yavaş
yavaş farkına varıyorlar.
94
şubat 2016
F
ARKLIDIR üniversite; ne lise dönemine benzer,
ne de sonrasına. Kanın en deli aktığı zamanların
mekânıdır bir başka deyişle. Çok farklı hisleri ve
tecrübeleri aynı anda edinebileceğiniz bir ortamdır. Öğretimden çok, eğitim yeridir. Öyle kitaptan anlatılarak alınamaz o eğitim, yaşanarak,
hissedilerek edinilir.
>> Hayatınızın geri
kalanında haşır neşir
olacağınız alanla ilgili
temel bilgilerinizi alırken,
aynı zamanda kampüs
ortamında günlük yaşama, insan ilişkilerine dair
birçok tecrübe edinirsiniz. Türkiye’nin farklı
yerlerinden çıkıp gelmiş
yaşıtlarınızla birlikte adeta bir mozaiğin parçası
olur, birçok farklı kültür
ve farklı insan tipiyle
karşılaşırsınız. Farklı
hayat tarzları olan, farklı
önceliklerle yaşayan birçok gençle birlikte vakit
geçirirsiniz. Eğer siyasete
meraklıysanız örneğin,
Türkiye ve dünya gündemini kendi aranızda
tartışır, farklı düşüncelerle
karşılaştıkça da yaşadığınız dünyayı keşfetmeye
başlarsınız.
Türkiye’nin yakın siyasî
tarihinde üniversiteler
oldukça önemli bir yer
teşkîl etmiş, özellikle
1980 öncesinde yaşanan
toplumsal olayların birçoğu ilk olarak üniversiteler
üzerinde etki göstermiştir. Bu süreçte yaşanan üç
darbenin tamamında üniversiteler ve üniversiteliler
o karmaşık dönemlerin
öznesi olmuşlardır.
Mesut Emre Balcı
memrebalci.ajanda@gmail.com
Bildiğimiz üzere 1980
öncesinde birçok siyasî fikir
ve ideolojinin yer bulduğu
ve örgütlendiği üniversite
ortamları, kanı hızlı akan
genç dimağların birbirleriyle
fikir yarıştırdıkları yerler
olmaktan çıkarak birbirlerine
kurşun attıkları alanlar hâline
gelmişti. Siyasî fikir ayrılıklarının insanları birbirlerinin
canına kıyma noktasına
getirdiği o zor dönemlerde,
gerek üniversitelerde, gerekse
şehirlerin farklı noktalarında
“kurtarılmış bölgeler” ilân
ediliyordu. Solcuların bölgeleriyle sağcıların bölgesi birbirinden farklıydı; bu alanlara
giren karşıt görüşlü kişilere
saldırılar düzenleniyordu.
Son zamanlarda farklı
üniversitelerden gelen çeşitli
haberler, kimilerinin hâlâ
80’li yıllardan kalma bu
mantıktan kurtulamadığını
gösteriyor. Kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımamayı “özgürlük ve barış”
gibi kavramların arkasına
saklanarak şirin göstermeye
çalışan çeşitli gruplar, üniversitelerde özellikle İslâmî
çalışmalarla bir araya gelen
öğrenciler üzerine baskı
kurmaya çalışıyorlar.
Aslında bu gruplar tam
olarak uluslararası kamuoyunda uygulanan taktiği
kullanıyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde uluslararası
bir tezgâhtarın Müslüman
bir ülkeye girmek istediğinde yapması gereken ilk şey,
tabiî ki dünyanın geri kalanına karşı kullanmak üzere
kendisine işgal için haklı bir
sebep bulmaktır. Tahmin
edeceğiniz üzere “terör”, tam
olarak bu iş için biçilmiş
kaftan görevi görüyor.
Uluslararası kamuoyuna
terörist olarak sunulan ülke
ya da orada bir anda peydahlanmış bir terörist grup, hemen dünyanın geri kalanının
gözünde şeytanlaştırılıyor ve
dünyayı bu urdan kurtarma
bilincini kendisine görev
edinmiş “Süpermanlar” harekete geçiyorlar. Sonra gelsin
petroller, gitsin zengin yeraltı
kaynakları...
Terör grupları ise daha
işlevsel bir alanda kullanılmak üzere başka bölgelere
kaydırılıyorlar. Hatta sonra
birçoğu bir arada toplanarak,
kendilerine sözde bir devlet
de kurduruluyor. Hikâyeyi
biliyorsunuz…
İşte dünya genelinde bir
İngiliz anahtarı gibi her
kapıyı açan bu “terör” kavramı, bu sefer üniversitelerde
Müslümanca yaşayanları
istemeyen grupların dilinde yeniden karşımıza
çıkıyor. Dün Hizbullahçı,
El-Kaideci, Talibancı diye
üzerlerinde baskı kurulmaya
çalışılan Müslüman gençler,
bugün “IŞİD’ci” diye lanse
edilerek bir anda farklı üniversitelerde bu tür grupların
ortak hedefi haline geldiler.
İngiliz anahtarı IŞİD,
Türkiye’yi ve kendisine katılmayan her Müslümanı
“mürted” ilan ederken, “kurtarılmış bölge” romantizminden kurtulamamış kafalarsa
“IŞİD’ci” suçlamasıyla, Müslümanca duruşlarıyla yaşamaya çalışan gençleri hedef
alıyorlar. Yardım stantları
dağıtılıyor, sistematik saldırılar gerçekleştiriliyor.
Korktukları
başlarına mı
geliyor yoksa?
Bir dönem siyasette Kemalist zihniyet ve uzantılarının sıkça kullandığı bir
“kale” ifadesi vardı; kendi
vesayetlerini korudukları
her yeri “kale” olarak görür
ve bundan tatmin olurlardı.
Bahsettiğimiz “kurtarılmış
bölge” romantizmi ile Kemalistlerin “kale” mantığı
hemen hemen aynı şeyi ifade
ediyor.
Üniversitelerin özgürce
yaşamaya imkân sunması
gereken ortamlarını bırakın,
insanî hasletlerle dahi ifade
edilemeyecek hareketlerle
Müslüman gençleri rahatsız
eden bu gruplar, dillerinden
düşürmedikleri özgürlük,
eşitlik ve adalet gibi kavramlara en hafif ifadeyle zulmediyorlar. “Kurtarılmış bölge”
olarak gördükleri üniversitelerde başkalarına, özellikle
de Müslümanca yaşamak
isteyenlere hayat hakkı tanımak istemiyorlar
Bir de her seferinde söyledikleri bir şey var: “Defolun
(…)! Üniversiteler bizimdir!”
Parantez içindeki boşluğa
kimi istemiyorlarsa, kimin
fikrini, duruşunu beğenmiyorlarsa onu yerleştiriyor
ve “Üniversiteler bizimdir!”
diyorlar. Peki, üniversiteler
kimindir hakîkaten?
Sorunun cevabı basit:
Üniversite, o üniversitede
eğitim görme hakkını elde
etmiş olan herkesindir. Hepimizindir yani!
1980 sonrasının özellikle
mütedeyyin camiada oluşturduğu “apolitik gençlik”
kavramı artık yavaş yavaş
tedavülden kalkıyor. Bu
arkadaşların sıkıntısı da işte
tam olarak bu! Üniversi-
telerde ya da sivil toplum
alanlarında konferanslar,
paneller düzenleyen, sohbetler gerçekleştiren, kurdukları
stantlarda sınır ötesi kardeşlerine destek gönderen,
hayatında hiç görmediği
ama acısını yakından hissettiği kardeşlerinin derdiyle
dertlenen aktif gençleri ve
bu oluşumlara duyulan ilgiyi
gördükçe “kurtarılmış bölge”
hissiyatlarının sadece bir
romantizm olduğunun yavaş
yavaş farkına varıyorlar.
Gençlik yıllarını hayırlı
işler üzerine harcayan ve
enerjisini, inandığı değerleri yaşamak ve yaşatmak
için harcayan gençler, bu ve
benzeri kafaları her dönem
rahatsız etmişlerdir. Ve bundan sonra da rahatsız etmeye
devam edeceklerdir!
Türkiye’nin birçok kurum
ve kuruluşunda nasıl yıllar
içerisinde birçok tabu yıkıldıysa, elbette üniversitelerde
de yıkılacaktır. Son dönem
yaşanan olaylara farklı şehirlerden farklı dernek, STK
ve vakıflardan verilen ortak
tepkiler ve muhtemel siyasî
yaptırımlar, yakın dönemde
artık bu marjinal grupların
cesaretinin kırılmasına ve
özgür üniversite ortamlarının bu zorba zihniyetten
kurtulmasına vesile olacaktır.
Yeter ki bu gibi durumlarda
birlikte ve kuvvetli tepkiler
verilmekten çekinilmesin!
Bu noktada, başta üniversite yönetimleri olmak
üzere herkes üzerine düşeni
yaptığında, elbette onlar da
hapsoldukları romantizmden
kurtulup gerçeğe “Merhaba!”
diyeceklerdir.
şubat 2016
95
haberajanda
Kafkasya
Azerbaycan’da
yaşanan Nardaran hâdiseleri,
Hazar’daki
yangın ve ekonomik sorunlar,
dikkatle takip
edilmesi gereken bir sürecin
başladığını gösteriyor. Buna ek
olarak, Bakü’yü
Avrasya Ekonomik Birliği başta
olmak üzere
pek çok konuda
baskı altına almaya hazırlanan
Moskova’nın
aktif bir şekilde
Kafkasya’daki
önceliğinin Türkiye olduğunu
unutmamak gerekiyor.
96
şubat 2016
Kafkasya’da yeni çatışma alanları ve
Türkiye’nin konumu
E
RMENİSTAN’da içeriği ve sonuçları oldukça tartışmalı bir referandum gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayıp parlamentonun gücünü arttıracak anayasa değişikliği için yapılan referandumda yüzde 63 “Evet”
oyu kullanıldı. Halkın yarısı oy kullanmamayı tercih etti.
>> Referanduma giden
süreç içerisinde, muhalefetin
şiddetle karşı çıktığı anayasa
değişikliği girişimi ile ilgili
pek çok eylem gerçekleştirilmişti. Muhalefetin düzenlemeye karşı çıkma sebebi olarak, 2018 yılında görev süresi
dolacak olan Cumhurbaşkanı
Serj Sarkisyan’ın kendi gücünü arttırması düşüncesi
belirtiliyor. Üçüncü defa
Cumhurbaşkanı olamayacak
olan Sarkisyan’ın Başbakan
olarak yönetimi devam ettireceği endişeleri dile getiriliyor.
Karşı cepheyse demokrasinin
gelişmesi ve düşürülen sandalye sayısıyla parlamento
işleyişinin hızlandırılması gibi
gerekçelerle anayasa değişikliğini savunuyor. Cumhurbaşkanlığı görev süresini yedi yıla
çıkarıp ikinci defa seçilmeyi
engelleyen düzenleme, görünürde bu makamı sembolik
bir hâle sokuyor.
Referandum sonuçlarına
itiraz eden muhalif gruplar,
Erivan’da gerçekleştirdikleri
gösterilerde oylama esnasında yaşanan usulsüzlükler,
şiddet olayları ve oy çalma
gibi işlemlerin yapıldığını
belirttiler. Oylama sürecinde
etkili biçimde sosyal medya
Mehmet Fatih Öztarsu
mfatihoztarsu.ajanda@gmail.com
üzerinden faaliyette bulunan
çeşitli gruplar da oylama sonucunun çarpıtma olduğunu
açıkladılar. Medya tarafından
bir apartmanın oy listesine
kayıtlı 178 kişinin bulunması,
yurtdışında ikâmet edenlerin
oy listelerine dâhil edilmeleri
ve başkaları adına defalarca
oy kullananların tespit edilmesi gibi oldukça sıra dışı
olaylar kayda geçirildi.
Serj Sarkisyan ise yaptığı
açıklamada, referandum
sonuçlarının ülke demokrasisi için büyük önem taşıdığını
ve “Hayır” oyu verenlerin
kendilerini ayrı bir cephe
olarak nitelendirmemeleri
gerektiğini söyledi. Sarkisyan,
yeni seçim sisteminin bir yıl
içerisinde düzenlenmesi ve
2017’deki parlamento seçimlerinin güven ortamında
sağlanması gerektiğinin de
altını çizdi.
Hem ülke içinde, hem de
bölgede çok ciddî sorunlarla
karşılaşan Ermenistan’ın
böylesi önemli bir süreçte
“daha demokratik bir sistem”
için girişimde bulunması,
doğal olarak akıllarda soru
işaretleri oluşturuyor. Ülkedeki sarsılmaz oligarkların
meskeni olan parlamentoyu
“Business Club” olarak nitelendiren muhalefet, yeni anayasa ile hiçbir şeyin değişmeyeceğinden emin! Şu an gücü
elinde tutan Sarkisyan’ın
ileride Başbakan olarak ipleri
yeniden ele alacağı varsayımları muhalefetin argümanlarını makûl gösteriyor. Sarkisyan silsilesine bağlı olan ve
bilinen serveti dudak uçuklatan siyasilerin korunması da
böylesi girişimlerle mümkün
olabilir. 2015 yılı başlarında
Sarkisyan’la büyük kavgalara
tutuşan oligark-siyasetçilerin
referandumda safları sıklaştırarak Sarkisyan’a destek
olması, “Yeni Ermenistan”ın
eskisinden farklı olmayacağını gösteriyor.
Ermenistan’da anayasa
düzenlemesi yapıldığı takdirde içte ve dışta yeni siyasî
krizlerin ortaya çıkacağı görülüyor. İçteki krizin sebebi,
Sarkisyan’ın gücünü kısa
vadede ne pahasına olursa
olsun azaltmak ve 2018’den
sonra siyaset sahnesinden
çekilmesini sağlamakla ilgili
olacaktır. Yıllardır iktidar
karşıtı onlarca eylem yapan,
kalabalıkları meydanlara
çekerek bir sinerji oluşturan,
en ince ayrıntısına kadar
yolsuzlukları halka duyuran
muhalefetin vardığı nokta
hâlâ yetersiz.
krizlerden fayda çıkarma
yolunu tercih edecek, kendisi
veya kendi güdümünde başka birinin yönetimde olması
için çaba sarf edecektir. Yaşanacak siyasî suikastlar, Dağlık
Karabağ’da körüklenecek
yeni çatışmalar ve Rusya
yayılmacılığının Kafkasya
karakolluğunu üstlenme gibi
yollar riskli olsa da gücünü
artırır. Referandum sonuçlarının açıklandığı sıralarda
dahi Ermenistan’ın temas
hattında başlattığı taciz
atışları birdenbire gözleri
çatışma bölgesine çevirdi. Bu
kullanışlı hâle gelen yöntemi
daha da ilerilere taşımak
Sarkisyan’ın elinde. Birkaç
ay önce yapılan büyük askerî
tatbikatlarla halkı olası bir
savaş durumuna hazırlayan
yönetim, bölgede yeni çatışmalar çıkararak bundan
siyasî fayda sağlamaya çalışacaktır.
Sarkisyan bu süreçte, şimdiye kadar olduğu gibi siyasî
Kısacası, iç ve dış gelişmeler bu yönde seyredebilir.
Robert Koçaryan’dan beri
Bölgede sıcak
çatışma ihtimali çok
Halkın çoğunluğu, mevcut
durumda kıt kanaat geçinilse
dahi var olan ekmek kapısının kapatılmamasını istiyor.
Öyle ki, referandumda ne
için oy kullandığını bilmeyen
bir vatandaşla ilgili yapılan
haber de bu yargıyı doğruluyor. İlgili kişi, yerel bir
yöneticinin kendisine “Evet”
oyu verdiği takdirde anayasa
değişikliği ile Sovyet usulü
kolektif tarım uygulamasının
başlayacağını ve yurtdışında
çalışmak zorunda kalan tüm
akrabalarının iş imkânına kavuşacağını vadettiğini aktarıyor. Muhalefetin böylesi bir
durumda mevcut dinamizmi
arttırarak halkın ilgisini çekmekten başka şansı yok gibi
görünüyor.
Aynı zamanda gerilimli
Türkiye-Rusya ilişkilerinde
Moskova direktiflerini yerine
getirmek için gereken her
şeyi yapabilecek olan Sarkisyan, Gümrü’deki Rus Askerî
Üssü’nün bölgedeki olası
örtülü operasyonları için
gerekli desteği sunabilir. Bu
kriz sürecinde Azerbaycan’ın
Türkiye’ye sağladığı ve
sağlayacağı desteklerle
Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu
gibi projelerin sabote edilmesi için oldukça elverişli
imkânlara sahip olduğu unutulmamalıdır. Hazar’ı artık
egzersiz sahası hâline getiren
Rusya’nın da Gümrü’yü
kullanmayacağını düşünmek
saflık olur.
devam eden Karabağ kökenli
asker-yönetici geleneğinin
devam etmesi tamamen Sarkisyan ve çevresinin elinde.
Yeni anayasa olsa da, olmasa
da bu altın fırsatı kaybetmemek için elinden geleni
yapacaktır.
Türkiye’yi saf dışı
bırakma gayreti
Türkiye ve Rusya arasında yaşanan uçak krizi,
Kafkasya ve Orta Asya’daki
hareketliliği arttırdı. Orta
ve uzun vadede Türkiye’ye
zararının dokunacağını söyleyebileceğimiz bu gelişmeler,
Türkiye’nin bölgeyle ilgili
yeni yaklaşımlar geliştirmesini gerektiriyor.
Son aylar içerisinde
Ermenistan’daki askerî üsse
takviyeleri arttıran Rusya,
vakit kaybetmeden bu ülkeyle ortak hava savunma
sisteminin kurulduğunu
duyurdu. Rus yetkililerin
yaptıkları açıklamalarda,
bunun Türkiye’ye değil,
Batı ittifakına karşı alınan
bir önlem olduğu belirtildi.
Ermenistan’la kurulan ortak
hava savunma sisteminin
sadece bir başlangıç olduğu, bunun diğer Bağımsız
Devletler Topluluğu üyesi
ülkelerle hızlandırılacak bir
girişim olduğu da belirtildi.
Yani Türkiye’nin kendi hava
sahasını koruma girişimi
Rusya’yı yeni bir etki alanı
oluşturmaya itmiş görünüyor. Bu durum elbette etki
alanındaki ülkelerin kendi
aralarında işbirliğinin hızlanmasına ve bu coğrafyada
Türkiye ve diğer Batı ülkelerine yakınlık gösteren siyasî
oluşumların olumsuz etkilenmelerine sebep olacaktır.
şubat 2016
97
haberajanda
Kafkasya
Rusya Savunma Bakanı
Sergey Soygu da Türkiye’nin
Rusya’ya ihanet ettiğini
söylediği açıklamasında,
Türkiye’nin bu hareketine
ilk tepkiyi veren ülkelerden
olan Ermenistan’ı kutladı.
Uzun zamandır iç siyasette
hareketlilikler yaşayan ve son
süreçte Rusya’nın askerî güvencesini yeniden hissederek
rahatlığa kavuşan Erivan yönetimi ise Moskova’nın yeni
işbirliği süreci için kolları
sıvayarak Belarus, Kırgızistan
ve Tacikistan ile ortak çalış-
malar için harekete geçti.
Kafkasya’daki askerî hareketlenmelere ek olarak,
Rusya, Ermenistan, İran
ve Gürcistan dörtlüsünden
yeni bir enerji hamlesi geldi.
Erivan’da yapılan görüşmelerde dört ülkenin enerji,
enerji güvenliği ve bu alanda
ileri düzeyli işbirliği konularında bir memorandum
imzalandı. İran’dan kuzeye
doğru yeni bir enerji işbirliği
alanının açılacak olmasından dolayı Gürcistan da
hareket hâlinde. Son aylarda
Gürcistan’ın doğalgaz ih-
98
şubat 2016
tiyacını Azerbaycan yerine
Rusya ve İran’dan karşılaması
gerektiğiyle ilgili yaşanan
tartışmalar sıcaklığını korurken, yeni işbirliğinin Bakü
tarafından nasıl karşılanacağı
bilinmiyor. Yeni dönemde
Ermenistan’ın birçok yönden rahatlayacağı ve İran ile
Rusya hattı arasında önemli
kazanımlar elde edeceği tahmin ediliyor.
Erivan’ın savaş
söylemleri
Bu süreçte özgüvenini
tazeleyen Ermenistan’dan
gelen bir açıklama, Dağlık
Karabağ’daki gidişat hakkında da endişeler oluşturdu.
Ermenistan Savunma
Bakanlığı, temas hattında
yaşanan olaylardan yola çıkarak Azerbaycan’la herhangi
bir ateşkes durumu olmadığını, bunun savaş durumu
olarak adlandırılabileceğini
açıkladı. Ermenilere göre,
Azerbaycan’ın kullandığı
silahlar ve temas hattında yaşanan ölümler meseleyi ateşkes durumundan çıkarıyor.
Azerbaycan ise yaptığı
açıklamada, Ermeni askerlerin zaten işgâl edilmiş
bölgede bulunmasının hukuk dışı olduğunu duyurdu.
Ermenistan’ın gittikçe artan
savaş söylemi bölgeyi daha
da ısıtacaktır.
Cumhurbaşkanı Serj
Sarkisyan’ın anayasa referandumundan aldığı güç,
Rusya’nın Ermenistan’ı her
yönden geliştirme girişimi
ve bölgede dolaylı yollardan
artan Rusya etkisi, Erivan’ın
Bakü’ye yönelik söylemlerini
de sertleştiriyor.
Tiflis’in Batı
karşıtlığı artabilir
Diğer komşumuz
Gürcistan’ın ise Avrupa’dan
vize serbestisi sağlamaya başladığı bir süreçte Rusya’nın
Gürcistan vatandaşları için
benzeri bir uygulamaya geçtiğini duyurması şaşkınlıkla
karşılandı. Gürcistan Başbakanı Irakli Garibaşvili’nin
de böylesi önemli bir süreçte
istifa ettiğini duyurması,
Tiflis’te Batı yanlısı siyasetçi-
lerin baskıya uğradığı yönünde kanaatler doğurdu. Özellikle AB ve NATO ile iyi
bir uyum içerisinde çalışan
Garibaşvili’nin istifası, bölgedeki yeni değişimlerin habercisi. Saakaşvili sonrasında
varlık mücadelesi gösteren
Batı yanlısı siyasetçilerin
kısa aralıklarla görevlerinden
alınmaları ve pasifleştirilmeleri, ayrıca ülkedeki Moskova
yanlısı grupların açık bir
şekilde sahneye çıkması son
derece önemli!
Yapımı tamamlanamayan
Bakü-Tiflis-Kars Projesi’ne
önceki yıllarda eski Başbakan
Bidzina İvanişvili’nin yaptığı
olumsuz yorumlar hâlâ hatırlanır. Buna alternatif olarak
sunulan Abhazya Demiryolu
vasıtasıyla Ermenistan’ı
Rusya’ya bağlama misyonunun Gürcistan’a ait olduğu
da belirtilmişti. Bugün gelinen nokta da bu yaklaşımlara
uzak değil.
Öte yandan Azerbaycan’da
yaşanan Nardaran hâdiseleri,
Hazar’daki yangın ve ekonomik sorunlar, dikkatle takip
edilmesi gereken bir sürecin
başladığını gösteriyor. Buna
ek olarak, Bakü’yü Avrasya
Ekonomik Birliği başta olmak üzere pek çok konuda
baskı altına almaya hazırlanan Moskova’nın aktif bir
şekilde Kafkasya’daki önceliğinin Türkiye olduğunu
unutmamak gerekiyor.
Ankara’nın bölgedeki
varlığını ve menfaatlerini
tehdit edecek gelişmelere
karşı önlem alması şart!
“Rusya Türkiye’siz yapamaz”
hayâlciliğinden “Türkiye’siz
bir Kafkasya” gerçeğine gittiğimiz unutulmamalıdır!
haberajanda
Kafkasya
Müzeyyen Taşçı
muzeyyentasci.ajanda@gmail.com
>> Rusya’nın Kafkas
halklarına yönelik politikalarında en bariz ifadeleri, “dağlıların silah ve
şiddetten başka bir şekilde dize getirilemeyeceği”
yönündedir.
Tarihler 23 Şubat
1944’ü gösterdiğinde,
Kafkasyalılar için yeni
bir trajedi daha başlayacaktır. Rusya’nın Kızıl
Meydanı’nda toplanan
binlerce insanın arasında
yer alan Çeçen-İnguşlar,
(kendi yurtlarında) kutlama gösterileri izleyecekleri beklentisindeyken, haklarında çıkarılan “sürgün”
emrinden habersizdirler.
Meydandakilere hitap
eden bir albay, konuşmanın seyrini değiştirerek
“sürgün” kararını ilân eder.
Bunun ardından -ellerindeki silahlarla- Rus askerleri tarafından etrafları
kuşatılan Kafkasyalılar
şaşkınlıkla bakakalırlar.
Yıldönümünde
Kafkasya Sürgünü
18
. yüzyılın ortalarında Kafkasya’da Rusya
tarafından başlatılan sömürgeci politikalar,
bölgeyi huzursuzlukların ve savaşların merkezi hâline getirmiştir. Kafkasya’da egemen
olmak ve burayı kendi topraklarına katmak isteyen, aynı
zamanda Kafkasya üzerinden sıcak denizlere ulaşmayı
planlayan Rus yönetiminin yayılmacı politikalarına karşı
tarih boyunca ulusal kurtuluş mücadeleleri verilmiştir.
yıl sonra dünyanın haberi
olur. Fakat buna rağmen
Kırım Tatarları ve Çeçenİnguşların sürgünlerinin
ayrıntıları 11 yıl sonra
ancak bilinebilir.
Suç bellidir; Rusya’yı
işgâl eden Almanlara
Kafkas halkları destek
vermiştir.
Oysa o sıralar erkeklerin büyük çoğunluğu,
Almanların işgâli sonucu
çıkan savaşta Rus ordusu
için cepheye gönderilmiştir.
Ve elbette çembere
alınanlar çoğunlukla
yaşlılar, kadınlar ve çocuklardır. Kendilerine –hiç
beklenmedik bir anda- bir
albay tarafından tebliğ
edilen “sürgün” kararına
karşı tepki gösteren gençlerin üzerlerine mitralyözlerden ateş yağdırılır.
Savunmasız binlerce
insan alelacele trenlere
doldurulur. Direnen veya
gücü olmayanlar ahırlara
kapatılarak ateşe verilir.
Cephede savaşan ve
henüz evlerine bile dönmemiş olan Çeçen-İnguş
halkının mâruz kaldığı bu
sürgün kararının gerekçesi
ise oldukça mesnetsizdir.
Kafkasyalılar, Almanların
Rusya’yı işgâl ile başlattığı
ve bir yıl sonra sona erdirdiği savaşta “Nazilerle
işbirliği” yaptıklarına dair
asılsız bir suçlama ile karşı
karşıyadırlar.
Nitekim 24 saat içerisinde yük vagonlarına
adeta hayvan sürüleri gibi
tıkıştırılan 700 bin Çeçen-
İnguş, Stalin’in emri gereği
ölüm trenleri ile Sibirya ve
Kazakistan’a sürülür.
“Ölüm Treni” diyorum,
zira aylar süren bu zorunlu yolculuğun ağır şartlarına dayanamayarak
pek çok kişi vagonlarda
hayatını kaybeder.
Vagonlar insan yaşamının gereksinimlerini
sağlayacak durumda
değillerdir. Açlık, soğuk
ve beraberinde gelen
salgın hastalıklar, zor
koşullardaki vagonlarda
sayısız ölüme sebebiyet
vermektedir. Ölülerini
karlara gömerek yola
devam eden, çoğunluğu
kadın ve çocuktan oluşan
binlerce insanın yaşadıkları tam anlamıyla bir
trajedidir. Çocuklarına
sımsıkı sarılıp akıbetlerini
beklerken, istasyonlarda
duran trenin camlarından
“bir lokma ekmek” için
yalvaran annelerin durumu can yakıcıdır.
Bu son derece meşakkatli yolculukta bir
şekilde sağ kalanları ise
daha da zorlu bir yaşam
mücadelesi bekler. Zira
aylar süren ölüm yolculu-
ğunun ardından arazilerin
ortasında öylece kaderlerine terk edilmişlerdir.
Sahip oldukları her şeyi
geride bırakmış, üstelik
sevdiklerini de yollarda
karlara gömerek bir arazinin ortasında öylece
kalakalmışlardır.
Sonrasındaki süreçte,
zorla getirildikleri bu
yabancı topraklarda
ayakta kalabilmek için
olağanüstü gayret gösterirler. İklim koşulları, ağır
çalışma şartları ve salgın
hastalıkların pençesinde
ölümlerle geçen 13 yıl,
sürgündekilerin yaşam
mücadelesinden kısa
kesitler oluşturur. Sadece
bedenleri değil, ruhları
bile donduran Sibirya
soğuğunda neler yaşandığını tahmin edebilmenin
mümkün olmayacağı
kanaatindeyim.
Her şeye sıfırdan başlayan acılı insanlar, toprağı
elleri ile kazarak kendilerine yeni bir gelecek kurma
çabasındayken bile rahat
bırakılmazlar. Her daim
tepelerinde Rus askerlerinin dipçiği olduğu hâlde
nefes almak zorundadırlar. Sürgünden, ancak iki
13 yılın ardından yeniden ülkelerine dönen
bu talihsiz halkları bu
kez de başka bir sürpriz
beklemektedir. Evlerinde
yaşayan hiç tanımadıkları
aileler, umutla yurtlarına
dönenler için yeniden
kırılma noktası olmuştur.
Memleketlerinden sürüldükten sonra bütün varlıkları Ruslar tarafından
gasp edilmiştir. Evelerine
yerleşmiş, toprakları ve
büyükbaş hayvanları
sahiplenilmiştir ki bunu
görmek çok kahredicidir.
1800’lü yıllarda da
benzer bir sürgüne mâruz
kalmıştır bu halklar. Kendisi de bir sürgün çocuğu
olan kahraman lider
Cevher Dudayev, “Savaşa
karşıyım, ancak haksızlığa
karşı savaşmak da benim
karakterimdir!” derken,
aynı zamanda Kafkas
halklarının karakterini de
ifade etmektedir.
Sayısız kahramanlıkların ve yüzyıllar süren
trajedilerin merkezi olan
Kafkasya, yine Dudayev’in
tâbiri ile “Rusizm” ideolojisinin tehdidinden kurtulamamıştır. Bugün hâlâ
Kafkas halklarının sancılı
yaşamları -ne yazık ki- devam etmektedir.
Büyük sürgünün ve
“Haybah Katliamı”nın
yıldönümünde Kafkas
halklarının acılarını
–unutmadan- geride bırakarak bağımsız ve huzurlu
bir yaşam sürmeleri niyazındayız.
şubat 2016
99
haberajanda
İngiltere
Işçi Partisi
neden kaybetti?
I
ŞÇİ Partisi, geçtiğimiz günlerde 35 sayfalık bir rapor yayımladı. Margaret Beckett öncülüğündeki bir komite tarafından hazırlanan raporda, partinin 7 Mayıs seçimlerini neden kaybettiği sorusu üzerinde
duruluyor ve Ed Miliband’ın liderliği ile partinin ekonomi vaatlerinin
güvenilirliği gibi birçok faktörden bahsediliyor. Bildiri, partinin seçimi sahada, yani seçim bölgelerinde kaybetmediğini, yenilginin seçim kampanyası başlamadan çok daha önce belli olduğunu iddia ediyor.
>> Raporda partinin seçimi kaybetmesinin 4 temel
nedeni olduğu belirtiliyor:
1- 2008 finansal krizinden İşçi Partisi’nin sorumlu
olduğuna dair miti partinin
üzerinden silkip atamamak.
2- Partinin sosyal yardımlar
ve göçmen politikası gibi
konularda seçmenlere yeterince güven vermemesi. 3-Ed
Miliband’ın David Cameron
kadar güçlü bir lider olarak
görülmemesi. 4- Bazı seçmenlerin, SNP’nin bir İşçi
Partisi azınlık hükûmetini
destekleyeceğinden korkması. Şimdi bu maddeler üzerinde tek tek duralım...
Yenilginin sebepleri
Ekonomik kriz ortaya çıktığında İşçi Partisi’nin uzun
süredir iktidarda olduğunu ve
dönemin Başbakanı Gordon
Brown’ın da yaklaşık 10 yıl
boyunca Blair’in kurduğu
100
şubat 2016
hükûmette de Maliye Bakanı
olduğunu, dolayısıyla ülkedeki kriz zamanında mevcut
olan bankacılık sisteminin
bu dönemde düzenlendiğini
hesaba katarsak, krizden İşçi
Partisi’nin sorumlu tutulmasına “mit” olarak bakmanın
ne kadar sağlıklı olduğunun
tartışmalı bir konu olduğunu
söyleyebiliriz.
Fakat ister haklı, isterse
haksız olsun, bu algının
raporda da belirtildiği gibi
partinin seçimi kaybetmesinin en temel sebeplerinden
olduğu ortada.
Miliband’ın Cameron
kadar karizmatik ve güçlü
bir lider olmadığı bir gerçek.
Nitekim Miliband, verdiği
demeçler kadar yaptığı gaflarla da gündeme gelen bir
politikacı. 2013’te Sir Alex
Ferguson’un Manchester
United’ın başından ayrılmasının ardından Ferguson’un
vefat ettiğini zannedip attığı
“Asla unutulmayacaksın!”
şeklindeki sosyal medya
mesajı ve diğer bazı gafları,
seçimden önce özellikle
Muhafazakâr Parti destekçisi
gazeteler tarafından yeniden
gündeme getirilmişti.
Britanya’da başbakan
olacak kimsenin kişisel özelliklerinin partilerin seçimi
kazanmasında veya kaybetmesinde ne kadar önemli bir
rol oynadığı biliniyor. Her
ne kadar partinin hazırladığı
raporda bu konu üzerinde
fazla durulmamış ve birkaç
paragrafla geçiştirilmiş olsa
da lider konusunun göründüğünden daha önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İskoç milliyetçiliğinin ve
bu milliyetçiliğin somutlaşmış hâli olan İskoç Ulusal
Partisi’nin (SNP) yükselişte
olduğu, seçimden önce de
tahmin ediliyordu. Seçimden
önce Muhafazakârların (veya
başka bir partinin) tek başına
iktidara gelmesi hem araştırma şirketleri, hem de seçmen
nezdinde öngörülmediği ve
koalisyon beklentisi içinde olunduğundan dolayı
önemli bir seçmen kitlesinin
seçimden sonra kurulacak
koalisyon olasılıklarını dikkate alarak sandığa gidildiği
söylenebilir.
Liberal Demokratların
seçim kampanyasını “SNP
ve UKIP güvenilir koalisyon
ortakları olamaz, en sağlam
ve iyi koalisyon ortağı biziz,
Muhafazakârlarla da olsa,
İşçi Partisi ile de olsa en
uyumlu ve uygun koalisyonu
biz kurarız, gelin bize oy verin!” teması üzerine kurması
tesadüf değildi. SNP’nin
seçimden sonra ortaya koalisyonu mecbur kılacak
bir meclis aritmetiğinin
çıkması hâlinde İskoçya’nın
bağımsızlığına en sert şekilde
karşı çıkan partilerden olan
Muhafazakâr Parti ile koalisyon kurmasının zorluğu
herkesin malûmuydu. Eğer
seçimden sonra ortaya bir
koalisyon tablosu çıkacak ve
Muhafazakârlar koalisyon
hükûmetinde yer alacaksa, bu
hükûmete Liberal Demokratlar veya UKIP girecekti.
Fakat SNP’nin İşçi Partisi ile koalisyon kurması
veya belirli bir süre içinde
yapılacak bir bağımsızlık
Furkan Ergül
furkanergul.ajanda@gmail.com
Jeremy Corbyn
şubat 2016
101
haberajanda
İngiltere
referandumu karşılığında İşçi
Partisi’nin kuracağı azınlık
hükûmetini desteklemesi
ihtimâl dâhilindeydi. Özellikle İskoçya’nın Britanya’dan
ayrılmasını istemeyen bir
kısım seçmenin elleri belki
de bu yüzden İşçi Partisi
adayına oy vermeye gitmedi.
Nitekim Muhafazakârlar da
bazı seçmenlerin bu korkusunu seçim kampanyası sırasında bol bol kullandılar.
The Smith Institute tarafından hazırlanan başka bir
raporda da İşçi Partisi’nin
son seçimde orta sınıf seçmenler arasında popüler
olduğu, fakat özellikle mavi
yakalı kesimin İşçi Partisi
yerine Muhafazakârları veya
UKIP’i tercih ettiği belirtiliyor. Yine enstitüye göre İşçi
102
şubat 2016
Partisi’nin en zayıf olduğu
bölgeler, Londra dışında
Güney İngiltere, büyük şehirlerin banliyöleri ve sahil
kasabaları.
Fabian Derneği tarafından
hazırlanan “A Mountain
To Climb” adlı rapordaysa
İşçi Partisi’nin işinin son iki
seçime oranla (2010 ve 2015
seçimleri) çok daha zor olduğu vurgulanıyor. Derneğin
araştırmasına göre partinin
İngiltere ve Galler’deki kritik
bölgeleri kazanabilmek için
bu bölgelerden elde etmek
zorunda olduğu her 5 ekstra
oyun 4’ü Muhafazakârlardan
gelmek zorunda. Bu oranın
2015 seçimlerinde sadece 5’te
1 olduğunu hatırlatalım.
Özellikle 2015’e kadar
neredeyse her seçimde
İskoçya’daki seçim bölgelerinin çoğunu almayı başaran
partinin 7 Mayıs’ta bu bölgelerin neredeyse tamamını
SNP’ye kaybetmesi, parti için
pahalıya mâl oldu. Bu kaybın
telafisi için İşçi Partisi’nin
İngiltere ve Galler’den eskiden aldığı oyun çok daha
üzerinde oy alması gerekiyor.
Beckett’in de söylediği gibi,
partinin 2020 seçimlerinde işi
çok zor!
Sağ kanat mı, sol kanat mı? Tarafını seç!
Tony Blair döneminden
bile önce, Neil Kinnock’la
başlayan ve yaklaşık 20 yıllık
bir inşâ sürecinden geçen
Yeni İşçi Partisi (New Labour) anıtının 2010’da büyük
bir gümbürtüyle çöküşü,
parti içindeki sağ ve sol kanatlar arasındaki çatışmayı
yeniden canlandırdı. Blair’in
ekonomi politikalarının,
Muhafazakârların tasarruf
ve kesintiye dayalı ekonomi
politikasından farkı olmadığı,
sosyal demokrasinin kapitalist sistemle sosyalist sistem
arasında bir yerde olması
gerekirken Blair’in sosyal
demokrasisinin kapitalizmle
vahşi kapitalizm arasında bir
noktaya kaydığı, 2008 krizinin asıl sebebinin partinin
uyguladığı sağ iktisat politikaları olduğu gibi iddialar,
2010 yenilgisinden sonra
daha açık bir şekilde dile
getirilmeye başlandı.
BBC’den Iain Watson’a
göre, Beckett’in hazırladığı
parti raporunda partinin
Furkan Ergül
sol politikalar yüzünden oy
kaybettiği savına karşı çıkılıyor ve partinin sağ kanada
kayması hâlinde daha fazla
oy kaybedebileceğinin altı
çiziliyor. Bu analizlerin partinin sol kanadını memnun
ettiğine de kuşku yok tabiî.
Bakalım Corbyn’in seçilmesiyle birlikte partide
iktidarı yeniden ele geçiren
sol kanat, eleştirilerinde haklı
olduğunu kanıtlayabilecek
mi? Hem bu sene gerçekleştirilecek Londra Belediye
Başkanlığı seçimlerinde, hem
de 2020 genel seçimlerinde
partinin göstereceği performansın kaderi buna bağlı.
vereceğine inanmaması için
partinin 2020 seçimlerinde
2015’in aksine tek başına
iktidara gelebileceği algısını oluşturması gerekiyor.
Ya da Corbyn’in seçimden
önce seçmene, SNP’ye taviz
vermeyeceklerine dair kesin
bir güvence vermesi lâzım.
Ancak ilk seçeneğin zor da
olsa partinin seçimi kazanmasında daha etkili olacağını
söyleyebiliriz.
başındayken hiçbir liderin
yapmadığını yapıyor ve her
hafta radyoda seçmenlerin
sorularını cevaplandırıyordu.
Bu taktik Clegg’in partisinin
oylarını yaklaşık yüzde 15
oranında düşürerek iktidarı
kaybetmesini engelleyemedi
tabiî, fakat Corbyn’in de
buna benzer taktikler kullanması etkili olabilir.
Tabiî bu sadece radyo ve
televizyonla olacak bir iş
güvensizlik de aşılabilir.
Partinin yeni lideri belli,
2020’ye çok büyük ihtimâlle
Corbyn götürecek. Corbyn,
30 yıldan uzun süredir parlamentoda bulunan bir politikacı olarak siyaset konusunda
oldukça tecrübeli. Ancak
önümüzdeki 4 yıllık sürede
liderlik yeteneğini de geliştirerek Cameron’a sağlam
bir rakip olabilmesi gerekiyor. Partinin bu süre içinde
Parti ne yapmalı?
Seçimden beklenmedik
bir yenilgiyle çıkan ve iktidar
hedefine ulaşamayan bir ana
muhalefet partisinin kurduğu
komisyona bu yenilginin
sebeplerini araştırma ve raporlama görevi vermesi, övgü
alabilecek bir davranış değil.
Seçimde hedeflerine ulaşamayan her partinin zaten
yapması gereken bir şey bu.
Asıl önemli olan, bu sebepleri doğru bir şekilde belirleyebilmek ve sonraki seçimde
aynı hataları tekrarlamamaya
özen göstermek.
Beckett’in raporundaki
maddelerin İşçi Partisi’nin
7 Mayıs yenilgisinin sebeplerini maddeleyen diğer
raporlarla da büyük ölçüde
uyum içinde olmasının, bu
sebeplerin belki tam olarak
olmasa da büyük ölçüde
doğru anlaşıldığını gösterdiği söylenebilir. Fakat esas
önemli olan, ikinci adımı
doğru atabilmek!
Seçmenlerin, İşçi
Partisi’nin SNP’ye taviz
Bakalım Corbyn’in seçilmesiyle birlikte partide iktidarı yeniden ele geçiren sol kanat, eleştirilerinde haklı olduğunu kanıtlayabilecek mi? Hem bu sene gerçekleştirilecek Londra Belediye Başkanlığı seçimlerinde, hem de 2020 genel seçimlerinde partinin göstereceği performansın kaderi buna bağlı.
Partinin göçmenler ve
sosyal refahla ilgili politikalarını halka daha iyi anlatabilmesi için hem liderin, hem
de teşkîlatın artık daha sıkı
çalışmaya başlaması lâzım.
Liberal Demokratların eski
lideri Nick Clegg, partinin
değil, teşkîlata sahada büyük
iş düşüyor. Ayrıca Corbyn,
partinin ekonomi politikalarını sağlam ve oturaklı bir
şekilde anlatmayı başarabilirse, 2008 kriziyle birlikte seçmende oluşan ve partiye karşı
ekonomi konusunda gelişen
izleyeceği politikalar, 2020
seçimlerinin ve Britanya’nın
kaderini belirleyecek.*
*İşçi Partisi’nin seçim yenilgisinin
sebeplerini araştıran 12 farklı rapor
için: http://www.theguardian.com/
politics/live/2015/sep/24/liam-byrnepraises-corbyn-as-craft-ale-of-thelabour-movement-politics-live#block5603da52e460dad8168402c8
şubat 2016
103
haberajanda
Türkistan
Pakistan’ın İslâm kardeşliği
ile bağdaşmayan, sadece Çin’e yaranma amacı
taşıyan bu tür eylem ve
söylemleri, özellikle Çin’in
Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik emsâlsiz
dinî baskıları, son süratle
uygulamakta olduğu sinsi
asimile ve yok etme politikaları altında canları pahasına millî ve dinî değerlerini
koruma mücadelesi vermekte olan Müslüman Uygur Türklerini kahretmektedir. Binlerce yıllık komşusu, çok derin akrabalıkları
ve kültürel bağları olan,
en önemlisi Müslüman
kardeşi olan Pakistan’ın
birkaç zengini ve kapitalistinin Çin’deki menfaatleri
uğruna 25 milyon Doğu
Türkistan Müslümanını her
fırsatta kurbanlık koyun
olarak görmesi, kalplerde
telâfisi mümkün olmayan
yaralar açmaktadır.
104
şubat 2016
Âllâme Muhammed İkbal’in Doğu Türkistan’a bakışı ve
PAKİSTAN SİYASETİNİN
HIYANETİ
S
ON dönemlerde Pakistan
Devleti’nin üst düzey
yöneticilerinin Çin’e şirin
görünmek için Çin işgâli
altındaki Doğu Türkistan
Müslümanlarına yönelik
peş peşe yaptıkları düşmanca açıklamalar, Uygurları ümmetin ve İslâm dünyasının bir parçası olarak gören bütün
duyarlı insanları son derece hayâl kırıklığına uğratmış ve bu tavrın bir İslâm
devletine yakışmadığı belirtilmiştir.
(1)
>> Nitekim Pakistan Cumhurbaşkanı
Memnun Hüseyin’in 16 Aralık 2015
tarihinde yaptığı Çin ziyareti esnasında,
“Ordumuz, ülkemizde bulunan Uygur
mücahitleri tamamen temizledi” şeklindeki açıklamalarından memnun kalan Çin
yönetimi Pakistan’dan, hayatta kalan Doğu
Türkistanlı Müslümanlara karşı operasyonların devam ettirilmesini istemiştir.
Çin’i ziyaret eden Pakistan Halkla
İlişkiler Direktörü General Asım Selim
Becva da Çin’in Global Times gazete-
Mir Kâmil Kaşgarlı
mirkamilkasgarli.ajanda@gmail.com
sine yaptığı açıklamasında,
ülkesindeki Doğu Türkistanlı
sığınmacıları işaret ederek,
“Çin’in düşmanlarına karşı
yılmadan savaşacağız. Çin’in
düşmanları bizim de düşmanımızdır. Çin’in düşmanlarını
ezmekten ve yok etmekten
çekinmeyeceğiz” şeklinde,
Pakistan’ın devlet egemenliği
ile bağdaşmayan ve yakışmayan açıklaması ile tepki
çekmiştir.
Oysa Pakistan siyasilerinin
yok ettiklerini ve yok edeceklerini ileri sürdükleri Doğu
Türkistanlılar, Çin’in dinî
baskılarından kaçarak sadece
İslâmî hayat yaşayabilmek için
değişik yollarla Pakistan’a gelmiş ve Çin’e iade edilme korkusundan dolayı açıkça sığınma talep edemeyip Pakistan’ın
aşiret bölgelerinde hayatlarını
korumaya çalışan gayrıresmî
mülteci statüsündeki Müslümanlardır. Çin’in onlara
yönelik “terörist” ithamları,
Pakistan dışında hiçbir ülke
tarafından kabul görmemiştir.
Çünkü onların bugüne kadar
Çin ya da Pakistan’a karşı
gerçekleştirdikleri hiçbir silahlı eylem olmamıştır. Ayrıca
Çin’in iddia ettiği ve 2001’den
bu yana kayıplara karıştığı sözde “Doğu Türkistan
İslâm Hareketi” adlı örgütün
Pakistan’daki varlığı da hâlâ
kanıtlanmış değildir. Buna
rağmen şu âna kadar yüzlerce
Doğu Türkistanlının Pakistan
askerleri tarafından bombalanarak öldürüldüğü ve yine
yüzlercesinin Çin’e ölümüne
iade edildiği bilinmektedir.
Dolayısıyla Pakistan’ın
İslâm kardeşliği ile bağdaşmayan, sadece Çin’e yaranma
amacı taşıyan bu tür eylem
ve söylemleri, özellikle Çin’in
Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik emsâlsiz dinî
baskıları, son süratle uygulamakta olduğu sinsi asimile
ve yok etme politikaları
altında canları pahasına millî
ve dinî değerlerini koruma
mücadelesi vermekte olan
Müslüman Uygur Türklerini
kahretmektedir. Binlerce yıllık
komşusu, çok derin akrabalıkları ve kültürel bağları olan, en
önemlisi Müslüman kardeşi
olan Pakistan’ın birkaç zengini ve kapitalistinin Çin’deki
menfaatleri uğruna 25 milyon
Doğu Türkistan Müslümanını
her fırsatta kurbanlık koyun
olarak görmesi, kalplerde
telâfisi mümkün olmayan
yaralar açmaktadır.
Kardeşlerine yönelik bu
haksız tutum, Türkiye ve
Azerbaycan başta olmak üzere Türk ve İslâm dünyasındaki
duyarlı yazar ve gazetecilerin
de büyük tepkisini çekmiş,
TV programlarına, gazete ve
köşe yazılarına kadar taşınmıştır. Türk gazeteci yazar
Yücel Tunay Bey bir köşe
yazısında, “Artık Pakistan, bir
İslâm Cumhuriyeti değildir,
Çin’e hizmet eden ve onun
her dediğine ‘Evet!’ diyen
kukla bir Çin kolonisidir. Çin
ile Pakistan’ı ortak düşmanları
Hindistan’a karşı birleştiren güç nedir, bilir misiniz?
Pakistan’ın, mazlumların
yanında yer almak yerine
zalimleri tercih etmesidir. Ey
gafiller! Unutmayın, Hindistan büyük eksiklerine rağmen
Çin’de baskı ve zulüm gören
Tibetli, Doğu Türkistanlı
ve İç Moğolistanlı binlerce
mülteciye kucak açıp onların özgürlük mücadelesini
desteklemiştir. Sizin kâfir
dediğiniz bu Hindu Devleti,
sizin gibi din kardeşlerini
Çin’e satmamıştır!” ifadeleriyle
Pakistan siyasilerine ağır eleştiriler yöneltmiştir.1
Pakistanlı ünlü yazar Faraz
Talat Efendi de Pakistan
hükûmetinin bu tavrına isyan
bayrağı çekmiş ve Pakistan’ın
önde gelen yayın organlarından Şafak gazetesinde yayınlanan “Komünist Çin’in İslâm
Düşmanlığı ve Pakistan’ın
Sessizliği” başlıklı makalesinde Doğu Türkistan’ın
Kaşgar şehrinde sakal bırakan
bir Müslüman Uygur ile
onun tesettürlü kıyafetinde
ısrar eden eşinin ağır hapis
cezasına çarptırıldığını hatırlatarak Pakistan yönetiminin
Batı’daki İslâmofobiyi şiddetle
eleştirirken, komünist Çin’in
İslâm düşmanlığını görmezlikten gelmesinin tamamen
bir çifte standartlı ve kabul
edilemez bir davranış olduğunu belirtmektedir.
Talat’ın yazısı şöyle sürüyor:
“Pakistan’ımızın fikir babası, ünlü İslâm düşünürü
ve şâir, Âllâme Muhammed
İkbal, ‘Örnek’ şiirinde tarihî
Kaşgar’ı, ‘İslâm’ın, mukaddes
Haremeyn’i (yani Mekke ve
Medine’yi) koruyan doğu sınırındaki en müstahkem kalesi’ olarak tarif etmiştir. Uygur
Müslümanlarının bu şehrini,
İslâm’ın en önemli mübarek
şehirlerinden biri ve Müslümanların gözdesi olarak
işaret etmiştir. Ancak olayın
en düşündürücü yanı ise, Yüce
İslâm’a ve Müslüman Uygurlara karşı yapılmakta olan Çin
zulmünün, Üstad İkbal’in bu
kadar çok önemsediği ve övdüğü Kaşgar şehrinde cereyan
etmesidir.
Günümüzde Doğu
Türkistan’daki komünist Çin
zulmüne ve İslâm düşmanlığına Pakistanlı siyasilerin sessiz
kalması hayret uyandırmaktadır. Hâlbuki Pakistanlı siyasiler her fırsatta Batı’daki İslâm
düşmanlığını şiddetle eleştirmektedirler. Peki, komünist
Çin’in Müslüman Uygurlara
yaptığı zulmün ve İslâm düşmanlığının Batı’dakinden farkı nedir? Pakistan yönetimi ve
siyasilerini, her gün daha da
şiddetlenen ve her gün daha
da çığırdan taşan Çin’in zulmünü ve İslâm düşmanlığını
da görmeye davet ediyorum.
Bizim samimî ve çok yakın
komşumuz komünist Çin ile
oturup konuşmamızın zamanı
gelmiştir. Onunla, ülkesindeki
İslâm düşmanlığı uygulamalarını konuşmalıyız. Bunun
sırasının geldiğini düşünüyorum.”
Şimdi gelelim
Hindistan’daki Müslümanlara
özgürlük fikirleri aşılayarak
Pakistan’ın kuruluşuna öncülük eden, Pakistan İslâm
Cumhuriyeti’nin manevî
kurucusu, fikir babası, İslâm
düşünürü ve millî şairi Âllâme
Muhammed İkbal’in (18771938) Doğu Türkistan’a yönelik bakışı ve sevgisine…
Ben Pakistan’da İslâmî
eğitim görmüş bir Doğu
Türkistanlı olarak, yazar
Faraz Talat Efendi’nin de
dile getirdiği Pakistan İslâm
Cumhuriyeti’nin manevî
kurucusu ve İslâm düşünürü
Muhammed İkbal’in Kaşgar
hakkındaki meşhur “Örnek”
şiirini küçükken ezberlemiştim. Bu şiir, Hindistan ve
Pakistan’da günümüze kadar
İslâm birliği ve kardeşliği
konusundaki her konferansta
başlık olarak kullanılmaya ve
afişlerde yer almaya devam
etmektedir. Aynı zamanda
ilk ve ortaokulların müfredatlarında da yer alan bu
şiir, ümmetin birlik bilincini
öğrencilere aşılamaya yönelik
çok önemli edebî bir mîras
olarak görülmektedir.
şubat 2016
105
haberajanda
ezberlemiştim. Bu şiir, Hindistan ve Pakistan’da günümüze kadar
Türkistan
İslâm birliği ve kardeşliği
konusundaki her konferansta başlk olarak
kullanlmaya ve afişlerde yer almaya devam etmektedir. Ayn
zamanda ilk ve ortaokullarn müfredatlarnda da yer alan bu şiir,
ümmetin
birlik
bilincini öğrencilere
aşlamaya yönelik
önemli karşı
Çin çok
işgâline
İslâm
düşünürü
Muhamedebî bir mîras olarak görülmektedir.
tarihî Hoten
şehrinden başlayan bağımmed İkbal’in 1924’te kaleme
İslâm
düşünürü Muhammed İkbal’in 1924 te kaleme
aldğ
sızlık
mücadelesine “Peyami
aldığı;
Maşrık”
adlı meşhur eserinde
‫�ا�ی�ک �ہ�و�ں �م�س�ل�م �ح�ر�م �ک�ی �پ�ا�س�ب�ا�ن�ی �ک�ے �ل�ئ�ے‬
‫�ن�ی�ل �ک�ے �س�ا�ح�ل �س�ے �ل�ے �ک�ر �ت�ا �ب�خ�ا�ک �ک�ا�ش�غ�ر‬
özellikle yer vermiş ve “Vatanının
sert takumu, senin ayağına
“Birolsun
olsun
Müslümanlar
“Bir
Müslümanlar
Harem'i korumak için/ Nil
sahilinden
Kaşgar topraklarna kadar” (Bâng- Derâ, 1924) şeklindeki bu
yasemindir
ey Hoten!/ GeyiHarem’i
korumak
için/
Nil
msralar, İslâm mütefekkîri Muhammed İkbal’in mücadelesinin
sadece
HindistantaveKaşgar
Pakistan ile
snrl olmadğnğine
ve bütün
İslâm
benzeyen
devem, daha
sahilinden
toprakdünyasn kapsadğn gösteren önemli bir kant olmakla beraber,
çabuk
adım
at!/
larına
kadar”
(Bâng-ı
Derâ,
özellikle 1924’te Çin Mançurya işgâli altnda bağmszlk mücadelesi Konağımız
yapmakta
olan Kaşgar’nbu
(ya mısralar,
da “Kaşgariye Devleti”
olarak da bilenen
(hedefimiz)
uzak değildir”
1924) şeklindeki
Doğu Türkistan), Çin’in değil, tam aksine İslâm dünyasnn bir parças
Doğu Türkistan
İslâm
Muhamve
İslâm mütefekkîri
birliğinin en doğudaki
kalesi ve mihenkmısraları
taş olduğunuile
ortaya
koymaktadr.
mücahitlerine gayret vermekle
med İkbal’in mücadelesinin
Doğu
sadece
Hindistan
ve Pakistan
Ayrca
merhum
Üstad Muhammed
İkbal, 1924’teberaber,
Çin işgâline
karş Türkistan’ın
tarihî Hoten şehrinden başlayan bağmszlk mücadelesine “Peyami
bağımsızlığını
kendi gayesi ve
ile
sınırlı
olmadığını
ve
bütün
Maşrk” adl meşhur eserinde özellikle yer vermiş ve “Vatannn sert
hedefi
olarak ifade etmiştir.
kumu,
ayağna yasemindir
ey Hoten!/ Geyiğine
benzeyen
İslâmsenin
dünyasını
kapsadığını
devem, daha çabuk adm at!/ Konağmz (hedefimiz) uzak değildir”
gösteren önemli bir kanıt
msralar ile Doğu Türkistan mücahitlerine gayret vermekle
Üstadberaber,
Muhammed İkbal,
Doğu
Türkistan’n
bağmszlğn
kendi gayesi ve hedefi olarak ifade
olmakla
beraber,
özellikle
Doğu Türkistan’a o kadar
etmiştir.
1924’te Çin Mançurya işgâli
gönül vermiştir ki çoğu kez
Üstad
Muhammed
İkbal, Doğu
Türkistan’a o kadar gönül vermiştir ki
altında
bağımsızlık
mücadeDoğudurumu
Türkistan’ın tarihi,
çoğu kez Doğu Türkistan’n tarihi, kültürü ve o dönemki
lesi yapmakta
olan Kaşgar’ın
hakknda
kymetli değerlendirmelerde
bulunmuş,kültürü
basn açklamalar
ve o dönemki durumu
yaynlamş,
hatta 12 Kasm
1933’de bağmszlğn ilân eden Kaşgar
(ya da “Kaşgariye
Devleti”
hakkında
kıymetli değerlenmerkezli “Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti” ksa
süre sonra tekrar
olarak
dauğradğnda,
bilenen Doğu
Çin
işgâline
Hindistan’a hicret etmek zorunda kalan
dirmelerde bulunmuş, basın
Türkistan), Çin’in değil, 5tam
açıklamaları yayınlamış, hatta
aksine İslâm dünyasının bir
12 Kasım 1933’de bağımsızparçası ve İslâm birliğinin en
lığını ilân eden Kaşgar merdoğudaki kalesi ve mihenk
kezli “Doğu Türkistan İslâm
taşı olduğunu ortaya koymakCumhuriyeti” kısa süre sonra
tadır.
tekrar Çin işgâline uğradığınAyrıca merhum Üstad
Muhammed İkbal, 1924’te
da, Hindistan’a hicret etmek
zorunda kalan efsane lider
Mehmet Emin Buğra (12
Şubat 1901-29 Nisan 1965)
ile Lahor’da buluşmuş ve
uzun uzun fikir alışverişinde
bulunmuştur.
1930’lu yıllarda Doğu
Türkistan genelinde başlayan
Millî Kurtuluş Hareketi önderlerinden Hoten Cephesi
Başkomutanı ve 12 Kasım
1933’de kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti
devletinin kurucusu, Doğu
Türkistan Türklerinin efsanevî
liderlerinden biri ve din
bilgini, şâir, yazar, tarihçi bir
devlet adamı olan Mehmet
Emin Buğra (Emir Hazretim), 27 Nisan 1958’de,
Pakistan’ın Lahor şehrinde
düzenlenen Âllâme İkbal’i
Anma Töreni’ne özel davet
ile konuşmacı olarak katılmış
ve merhum İkbal ile gerçekleştirdiği buluşmasını Urduca
aktarmıştır. Aşağıda Türkçe
tercümesi bulunan konuşma
şöyledir:
“Lohar’da akdedilen İkbal’i
Günümüzde Doğu Türkistan’daki
komünist Çin
zulmüne ve İslâm düşmanlığına Pakistanlı siyasilerin sessiz kalması hayret
uyandırmaktadır. Hâlbuki Pakistanlı siyasiler her fırsatta Batı’daki İslâm düşmanlığını şiddetle eleştirmektedirler. Peki, komünist Çin’in Müslüman Uygurlara yaptığı zulmün ve İslâm düşmanlığının Batı’dakinden farkı nedir?
Anma Tören’inde söylediğim
konuşma2:
İkbal ve bir Türkistanlı
mülteci...
‘Sayın Başkanlarım ve
dinleyiciler! İkbal merhûmun
yıldönümü törenine katılmaktan duyduğum sevinç ve gurur
sonsuzdur.
Benim Urduca konuşmam
o kadar düzgün değilse de,
yine size bu dil ile hitapta
bulunmayı tercih ediyorum.
Çünkü bir Pakistanlı şâirin,
‘Zebani yar’i men Türki ve
men Türki nemi danem’
(Sevgilimin dili Türkçedir, ne
yazık ki ben Türkçe bilmiyorum) mısraındaki şikâyetine
hedef olmak istemiyorum.
Merhum Âllâme İkbal’in
dünya çapındaki İslâm reformu nazariyesinin doğru ve
zarurî bir ıslah yolu olduğu,
bütün dünya Müslümanlarının nazarlarında gün geçtikçe
vuzuh kespetmektedir. Çünkü
onun bütün ömrü boyunca
müdafaa etmiş olduğu hakîkî
İslâm mefkûresi, millet
nazariyesi, vatan nazariyesi
ve maddî ve manevî hayat
nazariyesi, gerçi bazı kimseler tarafından ‘tatbiki çok
zor olan nazariyeler’ olarak
vasıflandırılmış ise de, benim
edindiğim kanaatlere göre
İkbal’in hayat nazariyesi benimsenmedikçe ve yaşama
usûlü buna göre tanzîm edilmedikçe, Müslümanlar için
bugünkü durumdan kurtuluş
yolu göze çarpmamaktadır.
Bu yıl içerisinde yapmakta olduğum İslâm dünyası
seyahati esnasında müşahedelerime göre, bu nazariye
mektebine intisap edenlerin
sayısı süratle çoğalmaktadır.
Kuvvetle ümit ediyorum ki,
bu yüksek nazariye er veya geç
106
şubat 2016
Mir Kâmil Kaşgarlı
tatbik sahasına intikal edecektir ve bu sûretle İkbal’in İslâm
tarihinde edebîleşen büyük
değerlerden biri olduğu meydana çıkacaktır. Ben burada,
İkbal ile görüştüğüm sırada
edindiğim şahsî intibalarımı
ve bizim hürriyet mücadelemizin en karanlık devrinde
onun bizim yolumuza nasıl
ışık vermiş olduğunu size
kısaca arz etmek isterim.
Doğu Türkistan’da, 19311934 arasında vuku bulan
Hürriyet Savaşı’nın kan içici
Çin ve Rus müdahalesi neticesi olarak akim kalması ve
millî kuvvetlerin dağılması
üzerine Hindistan’a iltica
ettiğim sırada, Lahor’a gelerek
merhum Âllâme’yi ziyaret
etmiş ve Himalaya dağlarını
geçerken yazdığım bir Arapça
şiirimi kendisine sunmuştum.
Şiir şu beyitle başlıyordu:
‘Ey Himalaya, kalk, yardım
et bize!/ Başımıza felâketler
getiren zamaneye karşı koy!/
Çünkü sen bizim anamızsın
ve ilelebet böylesin…/ Biz
senin çocuklarınız ey kahramanlar anası!’
İkbal merhum, bu şiiri
okuyarak çok müteessir
oldu, bana şefkatle tesellîde
bulundu, hürriyet mücadelemizde muvaffak olacağımızı
müjdeledi. Diğer birçok nasihatleri içine alan şiirlerinde
bazı parçaları hep beraber
hatırlamamızı daha faydalı
bulmaktayım.
Âllâme merhûm, nasihatlerini bitirdikten sonra Peyami
Maşrık’tan bir cilt bana hediye etti. Kitabı hemen açtım.
İlk gözüme ilişen şiir, ‘Hicaz
Devecisinin Türküsü’ başlıklı
kasîdenin şu parçası idi: ‘Vatanın sert kumu/ Senin ayağına
yasemindir ey Hoten!/ Geyiğine benzeyen devem,/ Daha
çabuk adım at!/ Konağımız
(hedefimiz) uzak değildir.’
İlk gözüme ilişen bu şiir
parçası, benim için büyük bir
sürpriz mahiyetinde idi. Şöyle
ki… Doğduğum Hoten şehrinin adı geçiyordu. Vatanın
sert kumunun vatanı seven
için yasemin gibi latif tasvir
edilişi ve nihayet erişilecek
gayenin yakınlığı müjdesi bir
araya toplanmıştı. Bu sürprizin bana vermiş olduğu heyecanı siz de takdîr edersiniz.
Şunu da esefle arz edeyim
ki… Bu görüşmeden birkaç
gün sonra ben, Hint toprağını
terk etmek zorunda kaldım
ve Âllâme merhûmu bir daha
ziyaret etmek fırsatı elime
geçmedi. Burada İkbal’in,
istilâ altında bulunan Türkler
hakkındaki yüce düşüncelerini
açıklayan şiirlerinden birkaç
parça okumak istiyorum.
Üstad İkbal, ‘Türklüğün Rüyâsı’ başlıklı şiiriyle
mahkûm Türklerin bu hâle
gelmiş olduğunun sebeplerini
ve uğradıkları fecî durumları
ve de kurtuluş yolunu canlandırmaktadır: ‘Bir çok seccadeli
ve sarıklı haydutluk ediyor./
Birçok Hıristiyan çocuk
açgözlülük ediyor./ (Netice)
Din ve milletin giyimleri paramparça oluyor./ Memleket
ve devletin kaftanı dilim dilim
yırtılıyor./ (Türklük söyleniyor:) ‘Benim elimde ancak
Müslümanlık kalmıştır; bu
ışık da üstüne düşen paçavralar altında sönüp gitmezse…’/
Semerkant ve Buhara (Türkistan) toprağını kuşatıyor./
(Türklük söyleniyor:) ‘Etrafıma, ne kadar uzaklara baksam
da tehlike yüzüğün halkası ve
ben yüzüğün taşı gibiyim…’/
Birdenbire Semerkant toprağı
yarılıyor./ Ve Timur’un mezarından bir ışık yükseliyor./
Bu ışığın beyazına şafak rengi
karışıktı/ Bir ses gürlüyor:
‘Ben Timur’un rûhuyum!/
Eğer Türk erleri kuşatılmış bir
duruma düşmüşse de/ Allah’ın
isteği katiyen kuşatılamaz!/
Acaba Türklüğün yaşama şartları öyle bir ağır hâle mi düştü
ki?/ Esir Türkler, hür Türklerin
himâyesinden mahrum kalıyor./ Ey İslâm’ın bayraktarı
Türklük, kendine yeniden bir
düzen ver!/ Dünyaya yeni bir
inkılap örneği göster!’
İkbal diğer bir beyitle, Türkistan Türklerinin şimdiki fecî
akıbetinin neden ileri gelmiş
olduğunu anlayamadığını ve
bu kahraman Türklerin böyle
bir duruma düşmesinden
duyduğu hayreti ifade ediyor:
‘Hiç kimse Allah’ın takdîrinin
mantığını anlayamaz./ Yoksa
Timurlu Türklerinin Osmanlı
Türklerinden hiçbir eksikliği
yoktur.’
Diğer bir beyitle Türkistan
Türklerini Timur’un mîrası
olan hürriyet, kahramanlık
ve başka değerlerini aramaya
davet ediyor ve bu parlak tarih
mîraslarını unutulurlarsa insanlığın bütün şerefli yaşama
meziyetlerinden mahrum
kalacaklarını ihtar ediyor:
‘Timur’un mîras metaını
sokağa atan bir millet,/ Ne
fakir ve ne sultan yaşamaya
lâyık olur.’
Saygıdeğer beyefendiler!
İkbal’in İslâm dünyasına
mîras bırakmış olduğu kıymetli hikmet hazinelerini
lâyıkıyla kıymetlendirmek
için, burada gördüğüm sizlerin gösterdiğiniz gayretler
çok cesaret vericidir. Bu münasebetle sizlere samimî tebriklerimi sunarım ve hepinizi
hürmetle selâmlarım.”
Velhâsıl, Doğu Türkistan’ın
büyük mücahit lideri Mehmet
Emin Buğra’nın yukarıdaki
konuşmasında da gördüğümüz
gibi, İslâm ile özdeşleşen Türk
sevgisi, özellikle ümmetin toplumsal tevhîdi ve İslâmî vahdeti yeniden inşâ etmek sevdâsı
ile yanıp tutuşan Üstad Muhammed İkbal’e göre Timur’un
evlatları da, Osmanlı’nın
evlatları da İslâm dünyasından
ibaret büyük bir ailenin iki
kahraman bayraktarlarıdır.
Dolayısıyla Hint kıtası Müslümanları İngiliz
istilâsına karşı zorlu bir özgürlük mücadelesi sürecinden
geçmekte olmalarına rağmen,
Üstad Muhammed İkbal
bir yandan İslâm dünyasının
batıdaki son kalesi olarak gördüğü Türkiye’nin Çanakkale
Savaşı için seferber olup yer
yer düzenlediği konferanslar
neticesinde 1,5 milyon sterlin
yardım toplayarak Türkiye’ye
göndermiş3 ise, diğer yandan
da İslâm dünyasının doğudaki
son kalesi olarak gördüğü
Doğu Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesi ile yakından
ilgileniyordu. Şiirleri ve eserleri ile onlara olan sevgisini
ifade ettiği gibi, zaman zaman
yaptığı açıklamalarıyla de
Doğu Türkistan’ın geleceği ve
bağımsızlığının ümmete nasıl
büyük güç katacağı konusundaki görüşlerini kamuoyu ile
paylaşıyordu.
(Doğu Türkistan’ın efsane
lideri Mehmet Emin Buğra,
Üstad İkbal’ın bu konudaki
bakışı, tavsiyeleri ve nasihatlerine dair yazımızın devamı
gelecek sayıda yer alacak.)
Dipnotlar
1. http://www.uyghurnet.org/24214-2/
2. Muhammed Emin Buğra arşivleri No:
5.11.5-02
3. Bu 1,5 milyon sterlin ile daha sonra
Türkiye Cumhuriyeti tarafından
şimdiki İş Bankası kurulmuştu ve
büyük kısmı da dönemin CHP’si için
harcanmıştı.
şubat 2016
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
Nizâmü’l-Mülk’ten bir inkılap kılavuzu:
Siyâsetnâme
“S
İYÂSETNÂME” adıyla bilinen yazım türü, Arap, Fars, Hint ve Türk
edebî yapıtlarında görülen ve ismen Doğu kültürüne ait inkılap
kültürünün temsil ve nasihatlerini içerir. Devlet adamlarına yöneticilik sanatına ilişkin bilgiler vermek için hazırlanan bu türün özellikle İslâm
bilginleri tarafından kaleme alınan meşhur örnekleri mevcuttur.
şubat 2016
Sungur İnci // sungurinci.ajanda@gmail.com
>> Medinetü’l-Fâzıla (Farâbî),
Ahkâmü’s-Sultâniyye (Mâverdî),
Kâbusnâme (Keykavus), Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcîb),
Siyasete Müteallik Âsâr-ı
İslâmiyye (Bursalı Mehmed
Tahir), Âsafnâme (Lütfi Paşa),
Nasihatü’s-Selâtin (Gelibolulu
Mustafa) veya Kitabü’s-Siyâse
(Pîrizâde) gibi örneklerine rastladığımız bu türün, yazarlarınca
devlet adamlarının gözüne
girme değil, tâbiri yerindeyse
hakîkati devlet adamlarının gözüne iliştirme ve mutlak doğru
yolun Allah’ın ipine sarılarak
adalet, erdem ve ahlâktan geçtiğini anlatma derdi vardır.
Günümüze dek gelen ve önemini hiçbir zaman kaybetmemiş
(inşallah kaybetmeyecek) olan
bu türün en önemli örneklerinden biri de Selçuklu Devleti’nin
dâhi büyüğü Nizâmü’l-Mülk’e ait
“Siyâsetnâme”dir.
Bilindiği gibi Selçuklu, Türklerin İslâm’la şereflenmelerinin
ardından yapılandırılan en
önemli ve gizemli devlet teşekküllerinden birine sahipti. Bu
düzen, oluşturduğu düşünce
sisteminin ince matematik
hesaplara yaslandırıldığı inkılap
hareketlerine dayanmaktaydı.
İşte Nizâmü’l-Mülk, bu inkılabın en önemli mimarlarından
biriydi. Gerçek adı Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak
et-Tûsî olan büyük vezir, Selçuklu Devleti’nin önemli bir unvanı
olan Nizâmü’l-Mülk sıfatını
üzerine öyle aldı ve onu öyle bir
taşıdı ki, bizler bu unvanın sadece bu büyük devlet adamının
ismi olduğunu zannettik, böyle
bildik.
O büyük devlet adamı, şekillendirdiği yapılarla önemli
temeller atmıştı “devlet” adlı
müesseseye. Tabiî ardından
kendisini anlamamız için bir de
emanet bıraktı: “Siyâsetnâme”…
Genel olarak hükümdarlar için kaleme alınmış olan
siyâsetnâmelerde, onların sahip
olması gereken nitelikler ve kurallar anlatılır, yazarın düşüncesindeki ideal devlet teşkîlatının
nasıl olması gerektiği belirtilir
ve kötü yönetimlerin zararlı
sonuçları açıklanarak yöneticiler uyarılır, aynı zamanda
Kur’ân’dan, hadîslerden ve tarihten işaret ve misallerle zalim,
deneyimsiz ve cahil hükümdarların ve diğer idarecilerin yol açtıkları çöküşler, felaketler, öyküler ve fıkralar anlatılır. Nizâmü’l-
Mülk’ün “Siyâsetnâme”si de bu
niteliklere sahiptir, ancak konu
edindiğimiz eser, doğrudan 27
yıllık devlet tecrübesi ve bu tecrübenin de köklerini oluşturan
ilmî terbiyeyle yoğurulmuştur.
Sultan Melikşâh’ın isteği üzerine kaleme alınan
“Siyâsetnâme”, İslâm dünyasında kendisinden önce mevcut
olan bir geleceğin devamı
olmakla beraber, onlardan
ayrılan önemli bir niteliğe de
sahiptir: Nizâmü’l-Mülk, eserini
kaleme alırken yalnız nasihat
vermekle yetinmemiş, teklifler
de getirmiştir. Zira o, Selçuklu
için hep üretmiştir. Nizâmiye
Medreseleri’nin teşkîli, mevcut
toprak sisteminin aksayan yönlerinin tâdîl edilmesi, Selçuklu
Devleti’nin müesseseleşmesi
ve merkezîleşmesi, öğrencilere
sağlanan yurt ve burs hizmetlerinin sağlanması, ikta gibi bir
toprak sisteminin uygulanması,
Türk devletlerinde ilk gelir-gider
raporlarının hazırlanması, dünyadaki ilk istihbarat teşkîlatının
kurulması, Nizâmü’l-Mülk’ü ve
onun bu önemli eserini daha
da araştırılması ve anlaşılması
gereken derecelere taşır.
Nizamü’l-Mülk hakkında en
tuhaf itham, onun bir Farisî
olduğuna yöneliktir. Bu hamle,
onun devlet adamlığına iliştirilmek istenen lekelerin başlangıç
halkasıdır. Zira o halkaya geçirilen diğer ithamlarla devlet felsefesine dair düşünce sistemlerini
öğrenmek isteyen yeni nesil,
kendi ecdadından uzaklaştırılmak istenmektedir. Neslin bu
büyük dehayı öğrenmesi şarttır!
Eğer gerçekten bir Farisî
olsaydı, mezarı bugün İran’ın İsfahan kentinin kenar bir
mahallesinde olan Nizâmü’lMülk, geçmişine bağlı olduğu
gibi, sırf Farsça eserler verdi
diye Mevlânâ’yı dahi sahiplenen İran Devleti tarafından
korunmaz mıydı? Hâlbuki o,
Sultan Melikşâh ile birlikte Selçuklu Ailesinden pek çok isimle
mütevazı bir türbede yatmaktadır. Ve İran Devleti, bu türbeyi
bakımsız hâlde bırakmıştır.
Mecusî tapınaklarını dahi koruyan İran açısından et-Tûsî’nin
değeri ortadadır.
“Siyâsetnâme” veya “Siyeru’lMülk” adıyla bilinen
eserin en eski nüshası, bugün İran’daki Tebriz Millî
Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
TARİHİN
HAFIZASI
Prof. Dr. Mehmet Çelik T
ÜRKİYE’nin sosyo-politik
konularına meraklı olanların
ufkunu açacak, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği
hususunda yol gösterici bir kitapla
daha karşımıza çıkıyor Mehmet
Çelik Hoca.
Son yıllarda “tarih”, kamuoyunun
gündeminde yer alan en önemli
konulardan biri hâline geldi. Yazılı ve
görsel medyada çok sık yer almaya
başladı. Bazı televizyon kanalları
haftalık daimî programlar yapmaya,
bazı gazeteler haftalık dergi ve ekler vermeye başladı.
Son dönemlerde
Türkiye genelinde en
rağbet edilen konferans konuları da tarihle ilintili olanlardı.
Belki de tarihe böyle
yoğun bir merak
başlamasaydı, hâlâ
arşivin tozlu rafları
arasındaki belgelerde kalan yahut
bir avuç akademisyenin merakından öteye gitmeyen bir araştırma
alanından öte bir anlam ifade etmeyecekti bu konu. Oysa köklerini
merak eden milletimizin fertleri,
tarihi buralardan alıp evlerde, hatta
günlük hayatlarının her sahasında
kendilerine konu edinerek yeniden
canlandırmaya başladılar.
“30 yılı aşkın akademik hayatım
boyunca hemen hemen her hafta
en az bir konferans veriyorum. İki
üç saat süren konferanslar sonunda
dinleyiciler bana hep bu anlattıklarımı okuyacakları eserlerim olup
olmadığını sordular. İşte ‘Tarihin
Hafızası’ adını verdiğimiz bu eserin
içerisinde yer alan makaleler, uzun
zamandır farklı platformlarda dile
getirdiğimiz, özellikle yakın tarihimize dair merak ettiklerinizin cevabı
olacak nitelikteki yazıların derli toplu
sunumudur! Özellikle tarihe ve
Türkiye’nin sosyo-politik konularına
meraklı olanların ufkunu açacağını, olayların perde arkasını nasıl
okumaları gerektiği hususunda yol
gösterici olacağını ümit ediyoruz.”
(Prof. Dr. Mehmet Çelik)
şubat 2016
109
Kitap Ajanda
BARIŞI KONUŞMAK:
Teori ve Pratikte
Çatışma Yönetimi
Y
Kolektif AZARLARIMIZDAN Mehmet
Fatih Öztarsu’nun da bulunduğu yayın kadrosunda Ali Yıldız,
Bilal Sambur, Dilek Latif, Duygu Özlük, Fırat Çapan, Havva Kök Arslan,
Hayati Ünlü, Hüseyin Bağcı, İdris Demir,
Kısmet Metkin, Mustafa Cüneyt Özşahin, Mehmet Büyükçiçek, Merve Seren,
Metin Aksoy, Murat Çemrek, Neslihan
Akbulut Arıkan, Nezir Akyeşilmen, Özlem Dirilen Gümüş, Pınar Akpınar, Sağah
Tekin, Yılmaz Ensaroğlu, Yusuf Çınar ve
Yusuf Özer’in bulunduğu “Barışı Konuşmak”, birbirinden farklı insanî değerleri
çatışma düzlemlerinden kurtararak
barış platformlarına oturtabilmenin
yollarını arayan bir kolektif akademik
derleme.
>>Dünyada çatışma
yönetiminin barışçıl metotları giderek
yaygınlaşırken, her
sorununu çatışmaya
dönüştürme becerisini
gösteren ülkemizde bu
disiplin uzun bir süre
hem uygulamada, hem
de literatürde görmezden gelindi. Türkiye her
sorununu bir çatışmaya
dönüştürmede oldukça
yetenekli, fakat yeteneği bununla da sınırlı
değil; hiçbir sorununu
çözmemekte de büyük
bir maharet sahibi…
110
şubat 2016
Sorunların barışçıl
yollarla çözülmesi
öğrenilen bir şeydir ve
tercih edilmelidir. Üstünde yaşadığımız bu
coğrafyada maalesef
çok uzun bir süredir
çatışmacı bir kültür
hâkimdir. Sadece içerimiz değil, dört bir tarafımız da çatışmalarla
doludur. Çatışmanın
barışçıl yollarla çözülmesi mümkünse, bu işe
“barışı konuşmakla”
başlanabilir.
Bu kitap, içerdiği
teorik ve kavramsal
analizler, değerlendirmeler, dünyadaki
belli başlı çatışmaların
çözülme yöntemleri,
barışa giden yolda
tekrar eden desenler ve
çıkarılan derslerle az da
olsa ülkemizdeki barış
eğitimine, bilincine,
kültürüne, ahlâkına ve
toplumda barışçıl ilişkilerin gelişmesine katkı
sağlamak amacıyla
hazırlanmıştır.
Haşhaş ve Emperyalizm Aytunç Altındal
“HAŞHAŞ ve Emperyalizm adlı kitabımın ilginç
bir özelliği vardır. Kitapta
esas itibariyle, 1969-1974
yılları arasında yazdığım
ve o yıllarda saygın gazetelerde yayınlanmış inceleme ve
araştırmalarım
yer almaktadır.
İlginç olan
nedir? Bu
kitapta
öngörülmüş olan
tüm varsayımların daha
sonraki yıllarda bu öngörüleri doğrulayacak şekilde gelişmiş olmasıdır.
Hepsine tek tek değinmeyeceğim, birkaç örnek
yeterli olur sanıyorum…
Örneğin günümüzden yaklaşık 30 yıl önce
Tolkien’in ünlü romanı
‘Yüzüklerin Efendisi’ni
Türkiye’ye tanıtmış ve
eklemiştim: ‘Bu yazar ve
kitabı, önümüzdeki on
yıllarda dünyada çok ‘ünlenecektir’!’
Benzer şekilde, yine
30-32 yıl önce ZenBudizm’in Türkiye’de ‘yaygınlaştırılacağını’, çünkü
böyle bir ‘üst tasarım’ bulunduğunu yazmıştım. Aynen öyle oldu! Şaşırtıcıdır,
ama özellikle İstanbul’daki
hangi semtlerde, hangi
toplumsal katmanlarda
‘uyuşturucu bağımlılığının’
artacağını ve suç oranlarının yükseleceğini de
gerçeğe en yakın sayılarda
tahmin edebilmiştim.’
(Aytunç Altındal)
Yavuz Sultan Selim Han Mustafa Armağan
DOKUZUNCU Osmanlı
Pâdişahı olarak 1512 yılında tahta geçen ve 8 yıllık
hükümdarlığı süresince
Osmanlı Devleti’ni maddî
ve manevî olarak asırlarca
ayakta tutacak sağlıklı
bir bünyenin temellerini
maharetle döşeyen Yavuz
Sultan Selim’i hiç böyle
okumadınız!
Fatih’in kalem ve kılıç örsünde dövdüğü,
Bayezid’in sabır ateşinde
şekillendirdiği bu “altın
zincir”in halkaları nihâyet
Yavuz’un usta ellerinde
titizlikle işlenmiştir. Mustafa Armağan, Osmanlı’yı
yeniden kuran sıra dışı
Sultan,
zamanın
İskender’i,
Şark’ın
fatihi
Yavuz
Sultan
Selim’in
hayatını
bilinme-
yen yönleriyle “Yavuz
Sultan Selim Han” kitabında anlatıyor.
40 bin Alevî’yi katletti mi? Portekizlilerin,
Peygamber Efendimizin
(sav) mezarını kaçırma
girişimine nasıl engel
oldu? Hilafeti devralmadı
mı? Neden Batı’ya değil
de Doğu’ya seferler düzenledi? İnsan olarak nasıl
bir padişahtı? Hobileri ve
ilgi alanları nelerdi? Suriye
ve Mısır seferlerine dair
bilinmeyenler neler? Ders
kitaplarında neden yanlış
anlatılıyor? Okur ve “kitap
kurdu” olarak Yavuz’u ne
kadar tanıyoruz? Kürtler
aleyhine söylediği iddia
edilen sözlerin gerçeği
nedir? Can dostu Hasan
Can’ın kaleminden Yavuz
Sultan Selim…
Kafanızı karıştıran
tüm bu soruların cevabı
ve daha fazlası, Mustafa
Armağan’ın “Yavuz Sultan
Selim Han” kitabında!
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
ENDÜLÜS TARİHİ
E
Ziya Paşa
NDÜLÜS Devleti’nin kuruluşu, göz kamaştıran
yükselişi ve hazin çöküşü,
dünya tarihinin önemli kırılma noktalarından biridir. Gemileri
yakan ve ardına bakmayan yiğitlerin kurduğu Endülüs Devleti, annesinden “Erkekler gibi savaşmadın,
şimdi sana kadınlar gibi ağlamak
yakışır!” sözlerini işiten sultanların
elinde yok olmuştur.
>>Hüzünlü boyutu bir yana, bilim ve
felsefe gibi insanlığın
ortak mîrâsı olan medeniyetin tüm unsurlarını karanlık Ortaçağ
Avrupa’sına taşıyan
Endülüs Devleti, yakıla
yıkıla tüketilemeyen
eserleriyle tarihin orta
yerinde durmaktadır. Ziya Paşa, İslâm ve
Avrupa tarihçilerinden
büyük bir titizlikle
derleyip aklıselim
üzere kaleme aldığı
bu önemli eserinde
Endülüs’ü bütün yönleriyle sunarken, “O
büyük kıtanın ahvâli
bile Şark ahalisi arasında anlamsız bir
efsane gibi bir müddet dillerde söylenip
sonraları bütün bütün
unutulmuştur” dediği
Endülüs medeniyetinin
envanterini çıkarmaktadır. Kitapta, Endülüs
medeniyetiyle ilgili
hayâl dünyalarını daha
canlı tutmak adına
renkli ve lüks krokilerle destek olunmuş.
19. yüzyılda dört cilt
hâlinde yayınlanan
“Endülüs Tarihi”, titiz
bir çalışmanın sonunda tek cilt hâlinde
toplanmış. Yalnız Demokrat: Ferruh Bozbeyli İhsan Dağı-Fatih Uğur
“Y
ALNIZ Demokrat”
öyle bir hatırat ki, bir
dönemin çok önemli
sorularına aydınlatıcı
cevaplarıyla yeni devirlere yol gösteriyor.
>>Cevdet Sunay’ın
cumhurbaşkanı seçilmesi
sırasında Demirel, askerlerin ikna görüşmelerine
nasıl alındı? Yassıada
yargılamalarında avukatlara uygulanan baskı
ve hakaretler nelerdi? Atatürk, Millî Mücadele günlerinde İsmet
İnönü’ye “Türkiye Büyük
Millet Meclisi kapatılsın”
dedi mi? 1969’da eski
demokratların affı TBMM
gündemine gelince askerler nerede toplantı
yaptılar? 27 Mayıs’tan
sonra TBMM’deki milletvekillerini
korkutmak için
kurulan
örgütün
adı neydi?
İlk Kıbrıs
tezkeresi nasıl
yazıldı? Kahramanmaraş’tan
İstanbul Hukuk
Fakültesi’ne binbir macerayla gelen Ferruh
Bozbeyli’nin öğrencilik
yılları, İstanbul’da var
olma mücadelesi veren
taşra gençliğinin o günkü
öyküsünü çok güzel resmediyor. Fatih Tetimme
Medreseleri, Yeşilçam’da
figuranlık, İETT’de gece
bekçiliği ve daha pek çok
işle öğrenciliği bir arada
götüren Anadolu gençlerinden biridir o. Dönemin
büyük hocalarından
Abdülaziz Bekkine, M.
Zahit Kotku, Nurettin
Topçu ve Ali Fuat Başgil
gibi isimlerle Hareket
câmiası, Necip Fazıl Kısakürek ve Samiha Ayverdi gibi sanatkârlardan
müteşekkil bir muhitten
rûhunu besleyen bir
genç…
Henüz 33 yaşındayken Yassıada’da Adnan
Menderes ve arkadaşlarını savunan avukatlardan biri olarak Osman
Turan’ın savunmasını yapar. Yassıada mahkemeleri ona Adalet Partisi’nin,
dolayısıyla aktif siyasetin
içinde rol almanın yolunu
açar. Milletvekilliği, parti
başkanlığı ve Türkiye’nin
“genç başkan”ı sıfatıyla
Meclis Başkanlığı yapar.
Aktif siyasetteyken
Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan İsmet
İnönü, Celal Bayar, Cemal
Gürsel, Cevdet Sunay ve
Fahri Korutürk’ün iktidarlarına yakından şahitlik eder. Üç ihtilal görür:
1960, 1971 ve 1980.
Tüm bu yaşananlar
onda, “sağ düşünce”
üzerinde fikrî mesaide
bulunma imkânı verir.
Ona göre “sağ düşünce”, bu topraklarda “sol
düşünce”den önce
vardır. En önemlisi, sağ
düşüncenin millet vurgusuna sahip olmasıdır.
“Bir milletin en büyük
eseri, kendi devletidir”
ve “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”
diyerek millet iradesini
şiar edinen Ferruh
Bozbeyli’nin 1927’de,
Kahramanmaraş’ta,
Anadolu’nun gam yüklü
bir köşesinde başlayıp
Ankara’da Büyük Millet
Meclisi’ne kadar uzanan hayat yolculuğunu
okurken Türk demokrasi
tarihinin aynı zamanda
bir darbeler tarihi olduğunu da görüyoruz.
Selahaddin
Eyyubi
Cemal Toksoy
Fatma Toksoy
BU kitabı okurken,
yazarlarının tuttuğu
fenerle Haçlı ordularının saflarında gezinecek, nal ve kılıç sesleri
arasında yapılan zulümlere şahit olacak
ve Haçlı neferlerini,
Tapınak Şövalyeleri’ni,
dönemin Hıristiyan
dünyasını tanıyacaksınız.
Şark’ın Sultanı Selahaddin Eyyûbî’yi,
insanlığı,
Müslümanlığı ve yöneticiliğiyle
yakından tanırken,
İslâm coğrafyasında
yaşanan iktidar mücadelelerinin yanında
işbirlikleri ve ihanetlerle yüzleşmeye,
Sultan Selahaddîn
ile Kudüs’ü fethedip
“İslâm Birliği” rüyâsını
gerçekleştirmeye
hazır olun!
şubat 2016
111
haberajanda
Karikatür
112
şubat 2016
Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com
Büyük hedefler
sağlam destek ister.
Kurulduğumuz günden beri büyük hayaller kuran,
büyük başarıların peşinden koşan, Türkiye için çalışan
esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin en büyük destekçisiyiz.
Tam 78 yıldır Üreten Türkiye’nin Bankası olmaktan
gurur duyuyoruz.
halkbank.com.tr
Download