HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi ŞUBAT 2016 YIL 10 SAYI 111 haber 20 TL www.haberajanda.com.tr PROF. DR. TURAN GÜVEN Yalanların bildirisi PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN “Cowboy”lar iki ata oynuyor AHMET YOZGAT Dünyanın merkezinde zamanlar üstü kapışma Son Medeniyet Savaşı FATİH BAYHAN Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine! SERVET HOCAOĞULLARI Cübbenin örttüğü din YUSUF KEMAL BOZOK İstanbul patlamasının şifresi Sultanahmet Ezoterizmi SEYDAHMET KARAMAĞRALI Charlie’yi de basar, Paris’i de yakarlar! Mösyö’nün lâneti TURAN ALKAN Maraba isyanının sonu ve Barış Süreci’nin şifresi CÜNEYT AKAR Türkmen dağı düştü Reis! MURAT İLKTER Süreç olmasa balyoz vurulamazdı MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Devlet ve şanzıman SUNA AKAR Rusya senaryoları SSCB tarihine yakın bakış LOKMAN AYVA Devletimiz toplumsal sorunları çözemez AYTEN ÇALIŞ Cermen’ i n Türk’ l e , Türk’ün “Derin Almanya”yla imtihanı Muhammed Taha Gergerlioğlu’yla söyleşi Yayınları Bugüne dek ülkemizde ve yurt dışında bize duyulan güveni; dürüstlük, tarafsızlık ve mesleki uzmanlık ilkelerimize sıkı sıkıya sarılarak yarınlara taşımaya kararlıyız. Tel: 0 312 231 37 37 Fax: 0 312 231 72 74 Eti Mahallesi Ali Suavi Sokak No: 11 PK: 06833 Maltepe - Çankaya / Ankara E-Posta: info@vakifekspertiz.com.tr www.vakifekspertiz.com.tr şubat 2016 1 haberajanda İçindekiler SAYI: 111 // ŞUBAT 2016 KAPAK / AYTEN ÇALIŞ Cermen’in Türk’le, Türk’ün “Derin Almanya”yla imtihanı 64 Muhammed Taha Gergerlioğlu: “Almanlara göre ‘Müslüman Türkler’, tarihte peşinde olunması gereken, Anadolu’da rahat bırakılmaması îcâb eden bir topluluktur. Dolayısıyla da tehdit arz eden bu yapı, yani Türkler, geçmiş misyon ve vizyonlarına, aslî mefkûrelerine asla kavuşmamalıdırlar! Zira bu, Almanların millî menfaatlerine zarar verir.” 8 PROF. DR. TURAN GÜVEN Yalanların bildirisi Teröre destek veren ve devleti katliam yapmakla suçlayan akademisyenlerin (!) bildirisi, medyada ve entelektüel çevrelerde geniş ölçüde tartışıldı. Hatta bu tartışma lüzûmundan öyle fazla yapıldı ki, imzacılar bile bildiriye bu kadar önem atfetmemişlerdi. 14 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN “Cowboy”lar iki ata oynuyor Evet, dünün “sığır çobanları”, aslında birer kanun kaçağıdır. Avrupa’da işledikleri suçların cezasından kurtulmak için giden epey pislik vardır aralarında. Ve işte bu sığır çobanları, o toprakların yerlilerini, o coğrafyada çok bulunan ve ismine “turkey”, yani “hindi” dedikleri kuşları avlar gibi avlamışlardır. Hem de ne basit bahanelerle… 26 AHMET YOZGAT Son Medeniyet Savaşı Türkiye’nin bu Son Medeniyet Savaşı’nda bizzat kendisini belirleyen kahraman olacağını kaçınılmaz kılan unsur, dosyamızda olumsuz bir ifadeyle sunulan coğrafya, tarih, etrafa serpiştirilmiş öksüz imparator evlatları, mazlum milletler, duâ ve îmandır. En azından yüzde 52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize sahip çıkmanın zamanı geldi!” ideali de unutulacak bir umde değildir. 8 34 FATİH BAYHAN 14 26 34 2 80 şubat 2016 80 Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine! Tarihin seyri içindeyiz. Her sabah doğan güneşe inat, güneşi balçıkla sıvamaya kalkanlar var. Her gece ay ışığıyla aydınlanan dünyayı, bir daha güneş doğmasın diye tutmaya çalışanlar var. SERVET HOCAOĞULLARI Cübbenin örttüğü din TV ve sosyal medyada “CübbeliHocaefendi-Şeyh” etiketli tiplerin yüzlerine, dillerine, ufuklarına bir bakın! Kendinizi görüyorsanız, sorun yok! Zaten aklınız aynada yansımaktadır. İnsan kendi yüzünü seçebiliyorsa, o zaman kendi gerçeğidir gördüğü. Mümin aklı, sadece Kur’ân’ın “akletmek” aynasına bakar ki o ayna, Kur’ân-Sünnet tipindeki yüzü bütünler: “Mümin”... 5 6 8 10 14 16 22 26 34 36 42 48 50 55 56 EDİTÖR M. SERHAT BIÇAK Surda gedik açmak AYIN OLAYI Bir gölge oyunuydu, arkadakiler öne çıktı! PROF. DR. TURAN GÜVEN Ayın Yorumu / Türkiye Yalanların bildirisi SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ayın Yorumu / Dünya “Cowboy”lar iki ata oynuyor ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda AHMET YOZGAT Dünyanın merkezinde zamanlar üstü kapışma: Son Medeniyet Savaşı FATİH BAYHAN Reddiye Yenilmişlik fikrinden, inşâ fikrine! SEYDAHMET KARAMAĞRALI Charlie’yi de basar, Paris’i de yakarlar! Mösyö’nün lâneti YUSUF KEMAL BOZOK İstanbul patlamasının şifresi Sultanahmet Ezoterizmi MURAT İLKTER Süreç olmasa balyoz vurulamazdı TURGAY ALKAN Maraba isyanının sonu ve Barış Süreci’nin şifresi CÜNEYT AKAR Türkmen dağı düştü Reis! ÖMER HATTAB Uğuruna öleceğimiz değere “akîde” denir SEYDAHMET KARAMAĞRALI YUSUF KEMAL BOZOK Charlie’yi de basar, Paris’i de yakarlar! Mösyö’nün lâneti İstanbul patlamasının şifresi Sultan Ahmet Ezoterizmi 36 İslâm kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte bu trinitik Müslüman mezhebinin bölgedeki adı, yüzyıllardan beri “Nuseyrî/Nusayrî” olarak bilinmekte. Suriye’de yüzde 10’a tekabül eden bu azınlık, geçen yüzyılın ortasından başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey bir kısmında Suriye hâkimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar. MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Devlet ve şanzıman SUNA AKAR Rusya senaryoları (1) SSCB tarihine yakın bakış ORHAN MÜCAHİT Müslümanlar ne zaman kurtuluşa erecekler? 64 KAPAK / AYTEN ÇALIŞ SÖYLEŞİ / MUHAMMED TAHA GERGERLİOĞLU Cermen’in Türk’le, Türk’ün “Derin Almanya”yla imtihanı 80 SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI Cübbenin örttüğü din 85 AYTEKİN ATASOYU İmaj köleliği 86 LOKMAN AYVA Devletimiz toplumsal sorunları çözemez 88 SABRİ ÖĞE En önemli sorunumuz “ahlâk buhranı”! 90 PROF. DR. SERHAT ATABEY Biraz kendimize yatırım yapalım 92 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Maksimum standartlar, minimum insanlık! 94 MESUT EMRE BALCI Üniversiteler kimindir? 96 MEHMET FATİH ÖZTARSU Kafkasya’da yeni çatışma alanları ve Türkiye’nin konumu 99 MÜZEYYEN TAŞÇI Yıldönümünde Kafkasya Sürgünü 100FURKAN ERGÜL Işçi Partisi neden kaybetti? 104MİR KAMİL KAŞGARLI Âllâme Muhammed İkbal’in Doğu Türkistan’a bakışı ve Pakistan siyasetinin hıyaneti (1) 108SUNGUR İNCİ Kitap Ajanda 112AHMET YOZGAT Karikatür 42 Her ne kadar Alman orijinli olsa da, Londra’da da bir kutsal hanedanlık işbaşındaydı. Onların kutsallığı, yüzyıllar önce kıtaya geldiklerinde, ilk karşılaştıkları Mısırlı AmonRacılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı da mavi ve Osiris’inkiyle aynıydı. Yani “Kutsal Baba” Almanya’da, “Kutsal Ra” ise İngiltere’deydi. Dünya, aynı kökten gelen bir tanrıya çok, ayrı kökten gelen iki tanrıya azdı. 58 60 62 48 60 88 58 86 90 MURAT İLKTER Süreç olmasa balyoz vurulamazdı SUNA AKAR SSCB tarihine yakın bakış Teröristi açığa çıkaramaz, kimin teröriste destek verdiğini, kimin birlik ve beraberlikten yana olduğunu belirleyemez, Kandil’e bomba yağdıramazdık! Yaptığınız her operasyonu, “meşrûiyeti kaybetmek” olarak tanımlarlardı. Uluslararası hukuk açısından meşrûiyet işte bu sürece bağlıydı! Çünkü tüm dünyada süreçler bu şekilde yürütülüyor. 48 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Devlet ve şanzıman Pervâneyi sağa sola döndüren unsur, makinenin “şanzımanı”ydı! “Şimdi bunun Paris’le ne alâkası var?” diyeceksiniz; lakin emin olun ki var… Makinenin biteviye ve aynı istikamette dönen motoru, Fransız devleti; pervâneyi bir sağa bir sola çeviren “şanzıman” ise, aynı devletin içerisindeki “daha az görünen” bazı unsurlar oluyor. 58 Yeltsin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni lağvetti. Gorbaçov’dan kalan boşluğu yeni düzenle doldurdu: Günü gelip bugün sınırlarımızı ihlâl eden, ambargo uygulamaya utanmayan, “yalnız adam” Rusya’yı unutup Yeni Türkiye’ye posta koymaya kalkmasıyla tarihimize kaydettiğimiz Putin’e devleti elleriyle teslim edene dek... 60 LOKMAN AYVA Devletimiz toplumsal sorunları çözemez İster kırılın, ister gücenin ama ben bu hakîkati söylemek mecbûriyetindeyim. Kimseyi suçlamıyorum da… Şu veya bu sebeple olmuş, yapılmış olabilir. Benim derdim bunlar değil. Benim derdim, şu an yaşayan ve inşallah binlerce yıl da yaşayacak olan insanlarımızın daha az... 86 SABRİ ÖĞE En önemli sorunumuz “ahlâk buhranı”! Bu meseleyi ülkede kâmil mânâda anlamış ve bu yolda tek başına da olsa yürümeye azmetmiş olan bir insan var. Her adımını bu hedefe matuf olarak sistemli ve hesaplı kitaplı olarak atıyor. “Yeni anayasa ve başkanlık sistemi” derken kafasındaki hesap tamamen bundan ibaret. Devrim sırtını darağacına dayamıştı, “karşı devrim” ise seçim sandığına dayamakta. 88 PROF. DR. SERHAT ATABEY Biraz kendimize yatırım yapalım Dinî pratiklerin sadece görüntüleri ile yetinmeyip özüne inmeli, mânâsına nüfûz etmeliyiz. Adaletli olma, diğer insanlara zulmetmeme, kul hakkı yememe, sözü ve özü bir olma, her ânın ve her yaptığımızın hesabını vereceğimizin şuurunda olma… Velhâsıl, yapılacak çok iş ve kat edilecek çok mesafe var! 90 şubat 2016 3 Sayı: 111/ Şubat 2016 İMTİYAZ SAHİBİ YAYIN KURULU BAŞKANI AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ YAYINLAR GENEL SANAT YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR TANITIM VE İLETİŞİM KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Ömer Faruk Arlı ofarukarli.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97 BASKI TARİHİ Şubat 2016 İDARİ ADRES Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164. Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 380 44 70 ISSN 1306-5742 Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ABONELİK Yurtiçi bir yıllık (12 sayı) abonelik 240 TL, Kültür Ajanda ve Haber Ajanda dergilerimizin ikisine birlikte abonelik olunursa 80 TL indirimle 200+200=400 TL. Kurum ve kuruluşlar için abonelik 480 TL. Kıbrıs için 280 TL. Avrupa 180 €, Amerika 250 $... HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 şubat 2016 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 380 44 70’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haberajanda Fikir Platformu okur.haberajanda@gmail.com AK Belediyelerin hepsinden “ak” olmalarını istiyoruz! G EÇTİĞİMİZ ay AK Parti, bütün MKYK’sını, milletvekillerini ve belediye başkanlarını Afyonkarahisar’da toplayarak bir dizi toplantı gerçekleştirdi. >> AK Parti’nin böyle genel toplantılarla hem koordinasyonu arttırması, hem de yerel ile geneli her defasında buluşturarak hizmet bütünlüğüne dair istişareler yürütmesi çok önemli ve faydalı. Bu toplantılar dizisinin bir bölümünde, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu, parti bünyesinden ihraç edilen bir eski milletvekili ile birkaç belediye başkanından bahisle çok mühim bir başlık paylaştı. Söz konusu başlığın altında yolsuzluk ve usulsüzlük gibi bilinen bazı hayırsız işlere bulaşacak AK Partili belediye başkanlarının kim olduklarına bakılmaksızın görevlerinden alınacakları, soruşturulacakları, hatta yargılanacakları hususuna değinen Davutoğlu, bu tür haramların AK Parti’ye asla yakışmayacağının üzerinde durdu ve uyardı: “Elimizde 10 dosya daha var!” Sayın Başbakan’ın belirttiği 10 dosyanın hangi AK Partili belediye başkanlarıyla ilgili olduğunu bilen var mı? Hayır! Elbette bu cümle bütün belediye başkanlarını zan altında bırakmak için kullanılmamıştı. Bu sözde bütün yöneticilere, yani sadece belediye başkanlarına değil, milletvekillerine, parti yöneticilerine, hatta bakanlara dahi “Dikkatli, dürüst, ahlâklı ve adaletli olun!” ihtarı vardı. Öyle ya, ihraç edilen isimlerden biri de eski bir bakandı. Söz konusu ihraç kararlarından etkilenen belediye başkanlarının akıbetlerinin nasıl olacağını bilmiyoruz bundan sonra. Partiden ihraçlarının ardından gerekli soruşturma, hatta yargılanma süreçlerine dâhil edilirler büyük ihtimâlle. Peki, diğer 10 dosya üzerinden düşünürsek, hırsına, akıldânelerin verdiği akıllara veya bizzat nefsine yenik düşen “insanın” bu tür pisliklere bulaşmasına rağmen üstüne gerebileceği yorganı da var mıdır? Yani harama bulaşanlar, işledikleri günahları bir şekilde yukarıdan, üst yönetimden gizleme yolları bulmuş olabilirler mi? AK Partili milletvekilleri de, belediye başkanları da bilmeliler ki, aldıkları oyların neredeyse hepsi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gül hatırı içindir. Hiçbiri “Ben buraya oturdum, bundan sonra devlet benim!” dememelidir! Hele “Bir dönem de olsa burada yapacağımı yapar, sonra arkama bile bakmam” demenin AK Partili hiçbir isme, yani millîmanevî değerlere bağlı olup Ahiret Günü’nün hak olduğuna inanan birine uygun düşmeyeceğini her yöneticinin bilmesi elzemdir! Biliyoruz ki, bir AK Partili belediyeye iş yapıp da paralarını alamayıp batan firmalar, hastalıklarla boğuşan yuvalar var. Sırf Başbakanımız “Elimizde 10 dosya daha var!” dediği için detaylara girmeyeceğim -zaten sayfa hacmine de sığmaz- ama bu tür şahsiyetlerin hangi partide siyaset yaptıklarını, kimin gül hatırı üzere o koltuklara oturduklarını hatırlatmak bize farzdır! Nasıl Hazreti Ömer’in (ra) adaletini yaşamak ve yaşatmak her Müslüman idareciye farzsa, Hazreti Ömer’e (ra) “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” diyen ninenin îmanını sürdürmek de bize farz! Bu yüzden bu tip meselelerin artık tamamen pasların ve kirlerin dökülmesi gereken AK Parti’den arındırılması, Yeni Türkiye’yi inşâ edecek kadroların bulaşıcı mikroplardan temizlenmesi şarttır! Küflüler küflerini temizlere bulaştıramadan, tertemiz bir Türkiye kurabilmek için her yöneticinin, bakanından milletvekiline, belediye başkanından bürokratına kadar referansı AK Parti olan herkesin ahlâk ve adalet üzere yaşaması, varsa günahlarından bir nasuh tövbeyle silkinmesi lâzımdır. Bunu hiçbir şeyden çekinmiyorlarsa, hep sevdiklerini söyledikleri Cumhurbaşkanımızın hatırına yapmalılar. Eğer bundan dönmüyorlarsa bu inanmış millet, onların Allah’a ve Ahiret Günü’ne olan îmanlarından da, liderlerine olan sevgilerinden şüphe edecek ve nihâyet her şeyin hesabını soracaktır! (Burak Arslan-Ankara) haberajanda Editör Surda gedik açmak C İLE kitabının ikilik şiirlerinden biridir “Surda Açılan Gedik”... “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes…/ Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” şeklindeki bu tek beyitten oluşan şiiri daha çok Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitâbesi’nden tanırız. Tabiî ne kadar tanıdığımızın ayrı bir mesele olduğu da ortadadır. Zira şiir sabittir ama türlü versiyonları vardır. birtakım deliklerle yürütüldüğü anlaşılmıştı. Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com >>“Türlü versiyonlar” tespitinden maksat, şu iki mısradan oluşan şiiri dahi anlayamamış olmaktan kaynaklanır. Ezberlemişizdir ama yanlış biçimde. Zaten ezberlemiş olmak, anlamış olmak demek değildir. Anlamış olduğunu sanmaksa, sabit eseri değiştirmeye imkân veya izin vermez! Son günlerde FETÖ elebaşının ekranlara yansıtılan ve kendi aralarında ettikleri sohbette de duyduğumuz “surdaki gedik”, Devletimizin, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde yaptığı temizlik operasyonlarıyla ilgili olarak zikredildiğine inanılan bir iddia ile yorumlandı. Elebaşı olan şahıs, “Surda bir delik açtık” diyordu. İşte başlangıçta kastettiğim “türlü versiyonlar”dan biri de budur! Bu söz üzerine söz konusu çetenin ülkemiz üzerinde oynanan oyunlarda ne gibi roller aldığını artık aklımızla tam kestiremediğimiz için, “Sur olaylarını da paralelciler yapıyor demek ki” özetine saplandık. Zira Sur’dan gelen haberlere göre teröristlerin saklanma ve çatışma taktiklerinin evlere ve sokaklara açılan Peki, “Sultanü’s-Şuarâ” sıfatıyla anılan bir şiir üstadı böyle bir beyti kaleme alırken neyi düşünmüş olabilir? Sura gedik açtıysak, açılan gedikten rüzgâr (hava) geçecektir, o hâlde rüzgâra “kahpe” demenin sebebi nedir? Demek ki “Surda bir gedik açtık” diyen biz, bu gediği surun koruduğu bölgenin içine doğru girebilmek için açmadık, bilakis içeriden dışarıya doğru açtık. Ve bizi sur dibinde sıkıştıran, bize zarar veren rüzgârdan böylelikle kurtulduk. Bu yüzden diyebiliriz ki o rüzgâra, “Artık ne yandan esersen es!”. “Üstad böyle demek istedi” diye demiyorum, “Böyle demiş olabilir mi?” diye belirtiyorum bunları. Zira bir çetenin elebaşını bütün devletinize kastetmek ve devlet içinde devlet kurmaya teşebbüsle suçluyor ve bütün örgütünün bir sır bekçiliği üzerine kurulu olduğunu düşünüyorsanız, “Surda bir delik açtık” deyince yalnız Sur ilçesindeki evlerde açılan duvar deliklerinden bahsettiğini de anlamamalısınız. Hangi surun dibinde sıkışmışlardı ki Devletimizin estirdiği rüzgârdan kurtulmayı umarken içeriden dışarıya doğru bir gedik açabildiler ve rahatladılar? Emniyet, asker, istihbarat, akademi, sanat, spor, yargı veya diğer kamu kurumları, özel kurumlar, finans… Hangi surda gedik açmış olabilirler? Sadece Sur’daki evlerde mi? “Muhammed Taha Gergerlioğlu” ismini, Almanya’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına finansal istihbarat yaptığı gerekçesiyle tutuklanması, yargılanması ve ardından da beraat etmesiyle daha çok duydu ülkemiz kamuoyu. Ancak o, buraya kadar bahsini ettiğimiz iki mısralık şiirin şâirini tanımak şöyle dursun, muhterem babası ve dedesinin aziz kimliklerle olan bağlantısı içinde yetişmiş mühim bir şahsiyet. Bu sayımızda geniş yer ayırdığımız Muhammed Taha Gergerlioğlu dosyasını okuduğunuzda, özellikle Birinci Dünya Savaşı müttefîkimiz olan Almanya’nın, surlarımızı içeriden dışarıya doğru açmaları için ellerine balyozlar tutuşturduğu taşeronlarla ilgili önemli verilere ulaşacaksınız. Tavsiyem, Sayın Gergerlioğlu’nun bahsettiği konulara ilişkin yalnız okuduğunuzla kalmamanız, verdiği anahtarların da üzerinde durmanız yönünde olacak. Tabiî naçizane… Elbette bu dosyanın yanında birbirinden kıymetli yazarlarımızın birbirinden güzel makaleleri, Haber Ajanda’nın 111’inci sayısında arz ediliyor. “111” deyince, Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin “1” betimlemesi geldi aklıma. 1’i 1 ile toplarsanız 2, onu da 1 ile toplarsanız 3 olur. Ancak üç ayrı 1’in ortasına artı yerleştirmek yerine her 1’i yan yana getirirseniz, elde ettiğiniz sayı 3’ten katbekat üstün olur: “111”… Hep derler ya “Elma ile armut toplanmaz” diye, sahip olduğumuz değerleri de birbirleriyle toplamaya çalışmadan, her birini yan yana getirerek daha güçlü olmak dileğiyle… şubat 2016 5 AYINOLAYI Ayın Olayı Bir gölge oyunuydu, arkadakiler öne çıktı! N İHÂYET olan oldu ve ABD, AB ve BM, İran’a uyguladıkları yaptırımları kaldırdı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran’ın 14 Temmuz 2015’te kabul edilen nükleer anlaşmaya uygun olarak gerekli önlemleri yerine getirdiğini bildirdiği raporu onaylayarak söz konusu ülkeye karşı uygulanan yaptırımların kaldırılmasına yönelik kapıların açılmasını sağladı. UAEA, İran’ın nükleer anlaşma kapsamında gerekli adımları tamamladığını böylelikle tescillemiş oldu. >> Rapor nükleer anlaşmada “uygulama” safhasına geçildi ve böylece ABD, BM ve AB, İran’a yönelik uyguladığı nükleer programla ilgili yaptırımları kaldırdı. Öyle ki, Türkiye saati ile bir gece vaktine denk gelen bu gelişme hemen yürürlüğe sokuldu ve Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, İran’a uygulanan ekonomik ve finansal yaptırımların kaldırıldığını ilân etti. 6 gerçekten İran’ın önünde uzun bir yol var mı? UAEA Yönetim Kurulu üyeleri tarafından yapılan açıklamada, Ajans denetçilerinin, İran’ın bütün gerekli önlemleri aldığını onayladığı ifade edildi. İran ile UAEA ilişkilerinin yeni bir aşamaya girdiğinin kaydedildiği açıklamada, “Bugün, uluslararası toplum için önemli bir gündür!” denildi. Az önce değindiğimiz gibi, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Mogherini’nin alelacele bir ilânla İran’a uygulanan ekonomik ve finansal yaptırımların kaldırıldığını açıklaması, siyasî ve ekonomik birçok çerçeveyi yeniden gözden geçirmeye sebep oldu. Bu noktada kazananın, UAEA raporundan haberdâr olan spekülatörler olduğu kesin. Katolik ligin balans ayarıyla formatlanan Rus ekonomisinin Suriye üzerinden çıkış yolları aradığı ve Suudi Arabistan’ın eski güdümlü müttefik çizgiden saptığı düşünüldüğünde İran’a karşı uygulanan yaptırımların bir gece yarısı ilânıyla kaldırılması çok büyük bir tesadüf olmasa gerek. Yükümlülükler kapsamında İran’ın “Ek Protokol”ü uygulayacağı da belirtiliyor. Bu noktada söylenenlere göre İran’ın önünde uzun bir yol var. Peki, AB Yüksek Temsilcisi’nin gece ilânının hemen ardından gelen ABD açıklaması da önemli. Dışişleri Bakanı John Kerry, “ABD’nin şubat 2016 yaptırımlarına bağlı taahhütler şu an yürürlüğü girmiştir” diyerek neye vurgu yapıyor? “Şu an”a… Yani ABD isterse, bir şeyi bir anda bitirip bir anda başlatabilir. AB ve ABD’nin sıralı ilânlarından sonra İngiltere güdümlü bir ülke olan Kanada’dan da bir sesin yükseldiğini hatırlamalıyız. Kanada, İran’a dört yıl önce getirdiği yaptırımları kaldırma kararı aldı. Ancak Dışişleri Bakanı Stephen Dion’un dillendirdiği bir rest mevcut: “Kanada yaptırımları kaldıracak, ancak İran nükleer silahlara asla sahip olmamalıdır!” Kanadalı Bakan, “İsrail de dâhil olmak üzere, müttefiklerimiz için dost olmayan bir rejime karşı güvensizlik seviyemizi koruyacağız. Bunu da dikkatli bir şekilde izleyeceğiz” ifadesini kullanıyor. Siz merak etmeyin Sayın Bakan, İran yıllardır silah üretiyor ama bir kurşununu dahi İsrail’e sıkmadı; o şimdi Suriye’deki Müslü- manlarla meşgûl! Zaten söz konusu Bakan kendini şu olayla ele veriyor: Kanadalı bir muhalefet milletvekilinin Kanada menşeli Bombardier adlı uçak firmasının İran’a uçak satmasını eleştirmesi üzerine, Dışişleri Bakanı Dion şöyle cevap veriyor: “Boeing satıyor da Bombardier neden satmasın? Zaten önceki hükümetin aldığı karar da ideolojik ve sorumsuzcaydı!” Tabiî açıklamalar bir yana, İran diplomatik anlamda adımlar atmak için hemen adımlar atmaya başladı bile. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bu gelişmenin hemen ardından bir İtalya ziyareti tertipledi. Ruhani, İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella ve Başbakan Matteo Renzi ile görüşmelerde bulundu. Görüşmelerde, İran’da yaptırımlar nedeniyle bakımsız kalan altyapının yenilenmesi, ulaşım ve inşaat sektörleri ile enerji ve petrol alanlarında toplamda 17 milyar avroyu bulan bir anlaşma- Haber Ajanda lar dizisinin ilk adımları atıldı. İran’ın Roma Büyükelçisi’nin “İtalya, bizim Avrupa’ya açılan kapımızdır” şeklinde kullandığı ifade bu noktada önemli. Ruhani’nin İtalya ziyaretinin en önemli parçası ise, Hıristiyan Katolik dünyasının lideri ve Papa Franciscus ile görüşmesi oldu. Suriye’de hükmünü sürdürmek isteyen iki güç olan Rusya ve İran’ın en önemli siyasî liderlerinin Papa’yı bizzat Vatikan’da ziyaretleri ne ilginçtir! Vatikan Kütüphanesi’nde gerçekleşen Papa-Ruhani görüşmesi, Vatikan’dan yapılan açıklamaya göre samimî geçti; Vatikan ile İran arasındaki iyi ilişkilere değinilen ve ortak manevî değerlere atıfta bulunulan görüşmede İran’daki Katolik Kilisesi’nin durumu ile Vatikan’ın insan haklarını ve ibadet özgürlüğünü teşvîk etmesinin üzerinde duruldu. Herhâlde böyledir… şöyle: Ruhani, Papa’dan kendisi için duâ etmesini istemiş. Bu kadar gaflette bulunacağını da düşünmüyoruz… Papa ve Ruhani’nin, İran’ın kısa süre önce imzaladığı nükleer anlaşmasını da ele aldıkları görüşmede, İran’ın, Ortadoğu’da terörün yayılması ve silah kaçakçılığı gibi sorunlara uygun çözüm bulmayı teşvîk etmede diğer bölge ülkeleriyle önemli rol oynayabileceği da ifade edildi. Bu bağlamda taraflar, dinler arası diyaloğun barışı, hoşgörüyü, uzlaşmayı teşvîk etmesindeki önemine dikkat çektiler. Görüşmenin ardından Ruhani, Papa’ya el dokuması bir halı ile bir minyatür hediye ederken, Papa Franciscus da Ruhani’ye Aziz Martino madalyonu takdim etti. İtalyan basınına yansıyan bir anekdot Bu ziyaretin ardından İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bir de Fransa ziyareti gerçekleştirdi. Fransa ve İran’ı bir arada düşününce akla elbette Suriye geliyor. Fransa açısından Suriye’nin önemi SykesPicott’tan ileri gelirken, İran açısından önemi de bir mezhepsel dayanışma görünümü taşıyor. İran İslâm Devrimi’nin manevî lideri Ayetullah Humeynî’nin İran’a France Air ile gelişine hiç değinmiyoruz bile. Tabiî bu yüzden Suriye konusunda ağzını açıp da konuşan tek Avrupa ülkesi Fransa. Esed rejimi, DAEŞ ve Rusya’nın bölgedeki varlığından duyduğu endişeleri de bu yüzden dillendiriyor, hatta Türkiye’nin söylemlerine destek oluyor. Bu noktada son bir hatırlatma: Irak-İran Savaşı’nda Fransa, İran’ın değil, Irak’ın yanındaydı. İran Cumhurbaşkanı Ruhani, ülkesinin nükleer programının sınırlandırılması karşılığında ülkeye uygulanan yaptırımların kaldırılmasına ilişkin anlaşmanın ardından yaptığı açıklamada, varılan anlaşmanın İran ekonomisi için yeni bir sayfa açtığını söyledi. Bunun ardından gerçekleşen Fransa ziyareti ise, ekonomik açıdan çok yeni diplomatik çerçevelerin oluşturulacağına dair önemli deliller sunuyor önümüze. Yani İran, artık uluslararası sisteme entegre olma yolunda ilerliyor. Bir gün NATO’da görür müyüz? şubat 2016 7 Ayın Yorumu Türkiye Yalanların bi T ERÖRE destek veren ve devleti katliam yapmakla suçlayan akademisyenlerin (!) bildirisi, medyada ve entelektüel çevrelerde geniş ölçüde tartışıldı. Hatta bu tartışma lüzûmundan öyle fazla yapıldı ki, imzacılar bile bildiriye bu kadar önem atfetmemişlerdi. >> Bildirinin 1128 akademik personel tarafından imzalanmış olması, bildirideki yalanların üniversite camiasında fazla tasvip edilmediğinin de bir tezâhürüydü. Eğer akademiyada tasvip görmüş olsaydı, 151 bin 268 öğretim elemanı içinde yüzde 0,7 gibi düşük bir oranda kalmazdı. Üniversite içinde bu tür akademisyenlerin oranı yüzde 1’i bile geçmiyor. Aslında gerek nicelik, gerekse nitelik bakımından ciddiye alınacak bir durum yok ortada. Böyle düşünmeme rağmen, neden bu konuyu yeniden gündeme getirdiğim sorulabilir. Bu yazımın amacı, akademiyadan yetişmiş bir kişi olarak bildiriye imza atanların zihniyetlerini ve ahlâksızlıklarını ortaya koymaktır. Ama önce bildiride hangi görüşlere yer verildiğini maddeler hâlinde bir görelim. • “Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarına Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de kasıtlı ve planlı bir kıyım yapmaktadır.” • “Yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırmaktadır.” • “Anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış olan hemen hemen tüm hak ve özgürlükler ihlâl edilmektedir.” • “Devletin, başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhâl 8 şubat 2016 vazgeçmesi...” • “Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, Hükûmet’in, Kürt siyasî iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturmasını...” • “Ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu katliamın suç ortağı olmayacağız.” • “‘Hendekler ve barikatlar’ denilen olay, bugünkü kargaşanın sebebi değildir.” • “PKK ise Kürtlerin imhâ edilmesi politikası ile mücadele ederken kör teröre kayarak sivillere zarar veremez.” Açıkça görüldüğü gibi, bildiri baştan sona kadar yalan, iftira ve ahlâksızca yapılan bir kurgulama. Bu yüzden yazımın başlığını “Yalanların Bildirisi” olarak koydum. Ayrıca bildiri, toplumda fitne ve kargaşaya sebep olabilecek bir muhtevaya sahiptir. Bunlar, akademik unvanların arkasına sığınılarak yazılacak ve söylenecek sözler değildir. Fitnenin kol gezdiği ülkemizde ve coğrafyamızda, hiç olmamış şeyleri olmuş gibi yazarak gerçekleri saptırmak, mevcut fitne ateşine benzin dökmek anlamına gelmektedir. Türkiye’de yaşayan aklıselim sahibi bir insanın, bu bildiride geçen cümlelere imza atması ve destek vermesi mümkün değildir! Her bir cümlesi yalan ve iftira olan bu metnin akademik özgürlüğün çerçevesi içinde düşünülmesi de insanların akılları ile alay etmektir. Bildiride terör örgütünün yaptığı eylemler, katliamlar, şehit ettiği insanlar, sokaklarda özel olarak kazılmış çukurlar ve bombalı tuzaklar yok sayılmış, halkın çektiği sıkıntılardan dolayı Devlet suçlanmıştır. Bölge halkına 30 yıldan beri hayatı zehir eden küresel güçlerin taşeronu PKK eşkıyası, “Kürtlerin imhâ edilmesi politikası ile mücadele eden” bir örgüt olarak tanımlanmıştır (bkz. 8. madde). Devleti “kasıtlı ve planlı” bir kıyım yapmakla suçlayan cümlelerin hiçbiri, şu an içinde bulunduğumuz gerçeklerle örtüşmemektedir. Güney sınırımızın hemen ötesinde Suriye gibi katliam yapan bir devlet örneği varken, Türkiye Cumhuriyeti’ni kıyım ve katliam yapmakla suçlamak, ancak aklını, iz’ânını ve düşünme yeteneğini yitirmiş yalancı akademisyenlere yakışmaktadır. Yalanla bilim bir arada olamaz! Yalancı birine bilim adamı veya akademisyen denmez! Ortada yalana dayalı, Devleti suçlayan ve terörü maskeleyen böyle bir bildiri olunca, ilk tepkinin Cumhurbaşkanı’mızdan gelmesi gayet doğaldı. Ama her zaman olduğu gibi bir kısım insan bunu çok yadırgadı. Oysa ortada yadırganacak bir durum yoktu. Düşününüz ki, isimlerinin önünde akademik unvanlar bulunan birtakım insanlar, çıkıp Devleti Güneydoğu Anadolu’da katliam yapmakla suçluyor, ama Devletin başı olarak Cumhurbaşkanı’ndan hiç ses çıkmıyor… Peki, böyle bir şey düşünülebilir mi? O zaman da halk, “Nerede bu devletin başı? Bu ihanet odaklarına bir cevap verse ya” demez mi? Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından rahatsız olanların yazıp çizdiklerine baktığımızda, onların da PKK’nın dostları oldukları görülüyor. İhanet bildirisine imza atan akademisyenler, içini boşalttıkları “barış” ve “demokrasi” kavramlarının arkasına sığınarak tarihinin en ağır yenilgisini almak üzere olan PKK’yı kurtarma peşindeler. Bu çevrelerin sıkça kullandıkları diğer bir kavram da “akademik özgürlük”... Güya bu bildiriyi yayınlayanlar, akademik özgürlüklerini kullanmışlar. Ne zamandan beri “ahlâksızlığın” adı “akademik özgürlük” oldu? Ahlâksızlığı sadece apış arasından ibaret görenler şunu bilsinler ki, bilim adamları için en büyük ahlâksızlık gerçekleri gizlemektir! Bilim adamının görevi, gerçeğin üzerini örtmek ve onun anlaşılmasını zorlaştırmak değil, aksine gerçeğin ortaya çıkarılması ve anlaşılmasını kolaylaştırmak olmalıdır. Kamuoyuna açıklanan bildiriye baktığımızda bunların tam tersini görüyoruz. İhânet bildirisine imza atanlar, İslâm’la problemi olanların izinden yürüyenlerdir Üniversitelerde görev yapan bazı öğretim üyelerinin, yarım asırdan beri sivil siyaseti ve demokrasiyi postallarıyla ezen darbeci askerlere nasıl tabasbus ettiklerini bildiğimiz için, ihânet kokan bu bildiriyi okuyunca hiç şaşırmadık. Bunların isimlerinin önünde “profesör”, “doçent” ve “doktor” gibi unvanların bulunması sizleri hiç büyülemesin! Meşhur ulusalcı öğretim üyelerinin “Cumhuriyet mitinglerinde” bayrağı kapıp ön saflarda “Ordu göreve!” naraları ile Anıtkabir’e koştuklarını sanırım unutma- Prof. Dr. Turan Güven // turanguven.ajanda@gmail.com ldirisi mışsınızdır. Üstelik onlar da o zamanın dekanları, rektörleri ve hatta YÖK Başkanlarıydı... Sanki ülke büyük bir savaşa girmiş gibi, hocaları apar topar salonlara topluyor ve “Cumhuriyet tehlikede! Bilimsel araştırmaları bırakın!” diyecek kadar zıvanadan çıkıyorlardı. İşte onlarla bunlar, aynı tıynettedirler! Hepsi aynı tornadan çıkmış gibi, aynı tepkileri verirler. Ne yazık ki, bunlar bizimle birlikte yaşamalarına rağmen kendilerini hiç bu coğrafyaya ve medeniyete ait hissetmediler. Toplumun değerlerini, inancını ve hatta vahyin bozulmamış kaynağı olan Kur’ân’ı devamlı aşağıladılar. Batı’daki “Kilise-bilim” çatışmasını Türkiye’ye “din-bilim çatışması” olarak taşıdılar. Daha açık bir ifadeyle belirtmem gerekirse, bunların Müslümanlıkla derin problemleri var! İçlerinde gizledikleri düşmanlıklar tam bir psikanaliz konusu. Yaklaşık 50 yıldan beri, üniversitelerimizin bu kalitesiz ve sığ düşünceli insanlar tarafından nasıl işgâl edildiğini çok iyi biliyoruz. Bunlarda orijinal bir fikir ve düşünce aramayın! Yaptıkları sadece Batı’nın zihinsel ve psikolojik köleliğidir. Dahası, materyalist-pozitivist paradigmaya hizmet etmeyi “bilim yapmak” sanırlar. Onlara göre iyi bir bilim adamı (!), toplumun değerlerini, dilini, kültürünü aşağılamalı, Batı değerlerini kutsamalıdır. Düşününüz, bunlar Devletin imkânları ile yurtdışında tahsil görmüşler, yabancı dil öğrenmişlerdir, ama kendilerini hiç bu coğrafyaya ve medeniyete ait görmemişlerdir. Bilim adamında bulunması gereken özellikleri onlarda göremezsiniz. Kazandıkları şeyler onları zihinsel kölelikten kurtaramamış, ancak bağımlılıklarını daha da arttırmıştır. Bir zamanlar eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, Ankara Üniversitesi Senatosu’nda yaptığı bir konuşmada, “Tür diliyle bilim yapılamaz” diyerek nasıl bir zihinsel köle olduğunu göstermişti. İşte bugün ihânet bildirisine imza atanlar, onların izinden yürüyenlerdir! dan rahatsızlar! İçlerindeki bu rahatsızlığın post-modern darbe günlerinde olduğu gibi zaman zaman bir düşmanlığa dönüştüğünü de gördük. Bugün de başka mekanizmalarla aynı zihniyetteki akademisyenler (!) harekete geçirilmiş bulunmaktadır. Bunun arkası gelir mi? Hiç şüpheniz olmasın! Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum ki, biz (halkın içinden ve köylerden gelip üniversitelerde akademisyen olanlar) onlardan rahatsız değiliz, aksine onlar bizim akademiyadaki varlığımız- Hatırlayacaksınız, üniversitelerde başörtüsüne karşı acımasız bir saldırı başlatmışlardı. Başörtülü öğrencileri yaka paça dışarı atıyor, çocukların öğrenim haklarını ve özgürlüklerini engelliyorlardı. Bu coğrafyada emperyalizmin oyunları hiç bitmez. İyi ki varlar! Zira onlar olmasaydı bu kadar Bizans oyununu nasıl öğrenecek ve atıl duran zekâmızı nasıl parlatacaktık? şubat 2016 9 Türkiye Ajanda “Devlet içinde devlet kurmaya çalışanların Dünyayı başlarına yıkarız!” CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni anayasa çalışmalarına başladığı günlerde Türkiye Anayasa Platformu’nun düzenlediği bir etkinlikte konuştu ve adeta yeni anayasa için gerçekleştirilecek görüşmeler dizisinin ana yörüngesini çizdi. talebi hâline dönüşmüştür. Bu toplantı, artık meselenin göz ardı edilemeyecek, ertelenemeyecek, ötelenemeyecek, baştan savulamayacak bir seviyeye ulaştığını gösteriyor” ifadelerini kullandı. “Milletimiz, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla artık konuya el koymuştur. Bu tür toplantılarla, çalıştaylarla, arama konferanslarıyla tüm kesimleri içine alan ve tüm kesimlerin beklentilerini yansıtan yeni anayasa süreci hızla olgunlaşacaktır” diye konuşan Cumhurbaşkanı, “Bu mesele millîdir, bu mesele yerlidir! Millî olan her meselede Cumhurbaşkanı olarak ben de varım! Bunu açıkça söylüyorum! Bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir, hiçbiri yerli değildir. İthal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hâkim oldu. Ancak biz yerliye ve millîye dönmeliyiz!” dedi. >> Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’nın, Meclis’te yer alan partilerden Anayasa Uzlaşma Komisyonu için istediği listelerin belli olmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuşması oldukça büyük önem taşıyor. Bilindiği Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na AK Parti’den Cemil Çiçek, Ahmet İyimaya ve Abdülhamit Gül, CHP’den Bülent Tezcan, Namık Havutça ve Ömer Süha Aldan, MHP’den Oktay Öztürk, Kadir Koçdemir ve Mehmet Parsak, HDP’den de Mithat Sancar, Garo Paylan ve Meral Danış Beştaş isimleri verildi. Bu noktaya küçük bir yergi iliştirmemiz şart: Geçen dönem TBMM Başkanı olarak kurdurduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını “Arkadaşlar uzlaşamıyorlar” diyerek kapatan Cemil 10 şubat 2016 Çiçek’in AK Parti’yi temsilen bu komisyonda yer alması neredeyse anlamsız! Tekrar Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına dönelim ve bu önemli içerikten bazı notlar çıkaralım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 16 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türkiye Anayasa Platformu tarafından düzenlenen “Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte” temalı programda yaptığı konuşmada, “Türkiye Anayasa Platformu’nun ‘Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte’ çağrısının şu âna kadar yaklaşık 300 sivil toplum kuruluşumuz tarafından desteklendiğini öğrendim. Bu sayının kısa süre içinde çok daha yüksek rakamlara çıkacağına inanıyorum. Bunun ülke genelinde, milletin birliğine bir çağrı olduğuna inanıyorum. Bu mesele, herhangi bir kurumun veya herhangi bir şahsın değil, milletimizin meselesidir. Millet, kendi meselesi olan yeni anayasa talebine, kendisini temsil eden sivil toplum kuruluşları aracılığıyla sahip çıkıyor. Ondan dolayı teşekkür ediyorum” dedi. Yeni anayasa çalışmaları kapsamında daha önce başkanlık sistemi için işaret ettiği arama konferanslarına vurgu yapan Erdoğan, “Demokrasiye inanan herkesin milletin talebine saygı duyması gerekir. Her kim ki millete sırtını döner ve millete rağmen yol yürümeye kalkarsa, akıbeti hüsrân olur! Millet kükrediği zaman, onun önünde ne bentler durabilir, ne de dağlar. Yeni anayasa meselesi de milletimizin güçlü bir Bazı kesimlerin yeni anayasa çağrılarından rahatsızlık duyduğunu belirten Erdoğan, “Biz ‘yeni anayasa’ dedikçe, birileri bundan çok ciddî anlamda rahatsız oluyorlar. Yeni anayasadan rahatsız olanlar, mevcut Anayasa’dan memnun demektirler. 1982 Anayasası, yıllar içinde yapılan tüm tâdîlatlara rağmen hâlâ 1960 ve 1980 darbelerinin rûhunu taşıyan millete karşı güvensizliğin bir eseridir. Eskilerin güzel bir sözü var ‘Tatbîki mümkün olmayanın ıslahı da mümkün olmaz’ diye, mevcut Anayasa da sürekli değiştirilmesine rağmen ıslahı mümkün olmayan bir metin durumundadır. Esasen bu Anayasa’nın kurduğu siyasî ve idarî düzen, 13 yıl bu ülkeyi yöneten partinin ve kadronun çok işine gelir” şeklinde kullandığı ifadelerle yeni anayasa çalışmalarını eleştirenlere bir noktada uyarıda bulundu. Erdoğan bu uyarısını anlamayan ve başkanlık sistemiyle ülkeye dikta yönetiminin geleceği iftirasında bulunan muhalefete seslenerek, “Yeni anayasa meselesi en başından beri bu kadro tarafından gündeme ge- Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com tirilmekte, güçlü bir şekilde de talep edilmektedir. İşe asıl sahip çıkması gereken muhalefetinse tam tersi bir tutum içinde olduğunu görüyoruz” dedi. Çoğulcu bir anayasanın yapılması gerektiğini vurgulayan Erdoğan, “Çoğunlukçu değil, çoğulcu bir anlayışla yeni anayasanın hazırlanmasını arzu ediyoruz. Anayasa metni, bir toplum sözleşmesidir, öyle de olmalıdır. Oysa bizdeki dayatmadır, darbe direktifleri olarak hazırlanmıştır. Gelin, darbecilerin değil, bu milletin, onun temsilcilerinin yaptığı anayasayı bizden sonraki nesillere armağan edelim!” dedi. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin yeni anayasanın da temelini oluşturacağını belirten Erdoğan, “Bu çalışmalar sırasında üzerinde en çok tartışılacak hususlardan biri, hiç şüphesiz güçler ayrılığı meselesi olacaktır. Yasama organı olan Meclis’in aslî alanına yoğunlaşmasını sağlamalıyız. Hukukun üstünlüğü konusunda da hiçbirimizin itirazı olamaz. ‘Kanunların üstünlüğü’ derseniz, orada itiraz olur. Yargı organlarıyla yasama ve yürütme arasında eskiden beri süregelen sıkıntıların temelinde mevcut Anayasa’nın, güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas alan anlayışı vardır. Yeni anayasanın ruhu, çatışma yerine uyum ve denge, birbirlerini yıpratma yerine de birbirlerini destekleme mantığıyla oluşturulduğunda bu sıkıntı kendiliğinden ortadan kalkacaktır” açıklamasında bulundu. Her konuşmasında yaptığı gibi yine “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” vurgusu yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Adı ve söylemi ne olursa olsun, hiçbir devlet, paralel devlet veya paralel yapı gibi oluşumlara izin vermez, veremez! Nasıl sözde ‘cemaat’ adı altında devlet içinde bir paralel yapı oluşturmak isteyenlere dünyayı dar ediyorsak, ‘özerklik’ veya ‘özyönetim’ adı altında devlet içinde devlet kurmaya çalışanların da dünyayı başlarına yıkarız!” şeklindeki açıklamasıyla yine net tavrını ortaya koydu. Erdoğan, paralel yapıyla mücadele konusunda Devlet Denetleme Kurulu’nu yetkilendirerek konunun detaylı şekilde araştırılması için de çalışmalar başlattı. ABD’nin ikincisi geldi, gördü, gitti! ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Ocak 2016’da yine Türkiye’deydi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, CHP ve HDP’li temsilciler ve de bazı gazetecilerle bir araya gelen Biden, son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul’daki Yıldız Mabeyn Köşkü’nde misafiri oldu. İki buçuk saatlik görüşme dünyanın gündemine yerleşti. DAEŞ operasyonları ülke sathında devam ediyor >> Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, kabulde ikili ilişkilerin yanı sıra başta Suriye ve Irak olmak üzere bölgesel konular ele alındı. İstanbul ve Diyarbakır’daki terör saldırılarıyla ilgili olarak ABD yönetiminin sergilediği dayanışmadan memnuniyetini dile getirdiği belirtilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, terörle mücadele konusunda kamuoyunun sağlıklı bilgilendirilmesinin ve doğru mesajlar verilmesinin önemli olduğunun altını çizdiği öğrenildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, müttefik ülkelerin yetkililerinden bu konuda duyarlılık beklediklerini hatırlatarak, Türkiye’nin terörle mücadele konusundaki kararlılığını baltalamaya çalışan kesimlere katkı niteliği taşıyabilecek duruş ve ifadelerden uzak durulması gerektiğini vurguladığı da ifade edildi. Türkiye’nin tıpkı ABD gibi bir hukuk devleti olduğuna değinen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, terör propagandası yapmanın ve terör eylemlerine destek niteliği taşıyan beyanlarda bulunmanın fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğine dikkati çektiği belirtildi. örgütleri arasında hiçbir ayrım yapmadığını, PYD ve YPG’nin de bütün dünya ülkeleri tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrarladı. Zira Biden, Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile görüşmesinden evvel yaptığı buluşmalarda bazı skandal sözlere imza atmış, bir noktada ABD’nin Türkiye ve bulunduğu bölgeye nasıl baktığını açıkça aktarmıştı. Görüşmede Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin DAEŞ, PKK, El-Kaide, DHKP-C gibi terör Cennet Mekân Abdulhamid Han’ın görüşme odasına gelenler de öyle derlerdi… Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşılık Biden, terörle mücadele konusunda Türkiye’nin yanında yer aldıklarına değinerek PKK’yı terör örgütü olarak gördüklerini vurguladı, ancak Erdoğan’ın sözlerine tam karşılık vermekten kaçındı. Zira herkes biliyor ki ABD, örtülü ya da örtüsü, mazeretli veya mazeretsiz şekilde terör gruplarını destekliyor. Son olarak bu görüşmeden aklımızda şu kalıyor: Bilindiği gibi 1 Kasım seçimlerinden evvel Alman Şansölye Angela Merkel, Yıldız Mabeyn Kökşü’nde ağırlanmış, köşkteki görüntüler, ecdat düşmanlarını çatlatmıştı. Biden, ağırlandığı bu köşkle ilgili olarak adeta birilerini hatırlattı bize ve dedi ki, “Harika bir binanız var!”. RUSYA’nın Suriye’de terör örgütü DAEŞ’e yönelik operasyonlar yaptığı iddiasıyla her gün sivilleri katletmesine karşı adeta bir ders misillemesi yapan Türkiye, bilindiği gibi çeşitli hava operasyonlarıyla DAEŞ mevzilerini ve merkezlerini vurmuş, 800 militanı öldürmüştü. Hatta bu operasyonların hemen ardından gerçekleşen Sultan Ahmet Meydanı’ndaki bombalı eylem, DAEŞ’in bir intikam peşinde olduğu yönünde yorumlanmıştı. Sultan Ahmet Meydanı’ndaki eylemin ardından yürütülen operasyonlar, yurt genelinde çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilmeye devam ediyor. Gaziantep’te gerçekleştirilen DAEŞ operasyonunda gözaltına alınan 10’u yabancı uyruklu 11 kişi tutuklandı. DAEŞ’e katılmak üzere Türkiye’ye geldikleri değerlendirilen şüpheliler tutuklu hâldeler. Ankara’daki operasyonda da çatışma bölgeleriyle irtibatlı olduğu ihtimâli üzerinde durulan yine 11 kişi gözaltına alındı. Uzun süre teknik ve fizikî takibi yapılan ve örgüt içerisinde “Tatlıbal Grubu” olarak bilinen kişilere yönelik operasyon, Ulus Uzunyol Sokak’ta Özel Harekât ekiplerinin de desteğiyle gerçekleştirildi. Şüphelilerle birlikte ruhsatsız tüfek, silah ve örgütsel dokümanlar da ele geçirildi. şubat 2016 11 Türkiye Ajanda B o r d o B e r e l i l e r S u r ’d a GENELKURMAY Başkanlığı bünyesinde Bordo Bereliler olarak adlandırılan Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait 4 taburdan oluşan yaklaşık 150 kişilik birlikler, Diyarbakır’daki operasyonlara katılmak üzere Sur ilçesine girdiler. le teröristler tarafından yapılan tuzaklı sistemleri bertaraf ederek operasyona katılan asker ve polislerin rahat hareket etmelerini sağlıyorlar. Güvenlik kuvvetleri tarafından yapılan çalışmalarda teröristlerin barındıkları, mevzilendikleri ve keskin nişancı ile patlayıcı yerleştirdikleri noktalar da tek tek tespit ediliyor. Yapılan tespitlerin üzerine bölgede 24 saat esasına göre uçan polis helikopterinin aldığı görüntüler, karadan operasyonu sürdüren birliklere verilerek sözde karargâh olarak kullanılan alanlarda teröristler sıkıştırılıyor. 150 Bordo Bereli’nin de katılması ile genişletilen operasyonlarda teröristlerin kurdukları bombalı tuzaklarsa teker teker imha edildi, keskin nişancılar öldürüldü. Tuzakların yollarda, sokaklarda, evlerin girişlerinde ve kapılarında yoğunlukta olduğu belirtildi. Kaldırım altları, sokak ortaları, rögar kapaklarının altları ile teröristlerin boşalttığı evlerin girişlerine değişik bombaların kurulduğu da bildirildi. İmha çalışmalarında, teröristlerin evlerin giriş kapılarının arkasına mutfak tüpleri ile tuzak kurdukları belirtildi. >> Sur ilçesinde 2 Aralık 2015’te ilân edilen sokağa çıkma yasağının sürdüğü ve çatışmaların yoğun şekilde günlerde şehre giriş ve çıkışlar polis bariyerleriyle tamamen kapatılırken, yasağın 31 Aralık’ta kalktığı Gazi Caddesi’ne girişler yine polis araması ile sağlanmaya devam ediliyor. Polis Özel Harekat, Jandarma Özel Harekat ve korucuların katılımıyla devam eden operasyonlara destek için Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan da 4 tabur bölgeye gönderildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin göz bebeği Bordo Bereliler, özellikle gece düzenlenen operasyonlara katılıyorlar. Bordo Bereli birlikler, özellik- HDP’li vekillerden açlık grevi Operasyonlar devam ediyor. Allah, bu ülke için canfedâ savaşanların yardımcısı olsun! Allah, Kendi yolunda bir lahza tereddüt etmeksizin mücadele edenlerin kuvvetlerini ve îmanlarını arttırsın! HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş ve Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir, Şırnak’ın Cizre ilçesindeki bir evde bulunduğu söylenen yaralıların durumu için İçişleri Bakanlığı nezdinde yürüttükleri girişimlerin henüz sonuç vermediğini ve bu sebeple süreç sonlanana kadar İçişleri Bakanlığı’nda açlık grevi başladıklarını duyurdular. Meclis kürsüsünden Genel Kurul’a konuya dair bir açıklama yapan Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir’in gözyaşları ise söz konusu açlık grevinden daha fazla yer tuttu gündemde. Peki, ağlayana acımazsak boynumuza vebâl olur mu saygıdeğer okur? Eyvallah öyleyse… 12 şubat 2016 Selçuk Kayıhan Zorunlu trafik sigortası “Pes!” dedirtiyor MOTORLU araç sahiplerinin her yıl kâbusu hâline dönüşen trafik sigortası, bilindiği üzere ülkemizde “zorunlu” olarak gerçekleştirilen bir işlem. Zorunlu olmasını anlamak güç değil, ancak biçilen fiyatlar ateş pahası! el atmasını istiyorlar. >> Bu yıl zorunlu trafik sigortalarına yapılan zamlarsa artık araç sahiplerini çileden çıkartan cinsten. Ülkenin çeşitli yerlerinde bir araya gelen gruplar, zorunlu trafik sigortasındaki fiyat artışlarını ve sistemin makûl olmayan yanlarını çeşitli eylemlerle protesto ediyorlar. Özellikle taksi, minibüs, halk otobüsü, kamyon ve motosiklet sürücüsü olup direksiyon sallayarak rızıklarının peşinde koşanların bu işlemlerden ötürü epey ağızları yanıyor. Ülkenin birçok sivil toplum kuruluşunun destek verdiği eylemlerde, yüzde 400 oranında artışlara varan trafik sigortasına dikkat çekiliyor ve şu ortak cümlede buluşuluyor: “Zarar ettiğini öne süren sigorta şirketlerinin trafik sigortası uygulaması hakkında haklı bir gerekçesine rastlayamadık. Her gün 45 bin kişi fahiş fiyatlarla sigorta poliçesini ödemek zorunda kalıyor. Özel şirketler, zorunlu trafik sigortasını suiistimal ediyorlar. Bu şirketlerin keyfî harcamalarını sadece ‘zorunlu’ diye vatandaşlara ödetiyorlar. Tüketiciye yansıyacak olan bu artışa kamu otoritesinin ‘Dur!’ demesi gerek!” “Zorunlu değil, sorunlu trafik sigortasına one minute!” şeklindeki sloganla kamuoyuna her türlü sosyal platformlar aracılığıyla ulaşan gruplar, Hükûmet’ten acilen bu konuya Örneğin bir taksi esnafı, 20 bin liralık araç için 5 bin 400 lira prim ödüyor, bu da taksi fiyatlarına yansıyor. Sigortacılar kazan-kazan oynuyor, tüketiciler bunun bedelini ödüyor! Alevîlere yönelik hukukî Kılıçdaroğlu, Askerî Casusluk Genel Başkan beraat istemi 790 üyesi yeni olan 990 delegenin oyunu alan Kemal Kılıçdaroğlu, tek başına girdiği ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tek adamlığını haddini aşarak eleştirdiği CHP’nin 35. Olağan Kurultayı’nda yeniden genel başkan seçildi. Kendisini tebrik ediyor, sahip olduğu performansı arttırarak yıllarca makamında devam etmesini diliyoruz. İSTANBUL’daki Askerî Casusluk Davası’nda esas hakkındaki mütalaasını açıklayan Cumhuriyet Savcısı, üzerlerine atılı suçları işlemedikleri gerekçesiyle tüm sanıkların beraatını talep etti. Bilindiği üzere söz konusu davada sanık sıfatıyla ifadeleri alınanlarla belgelerde sahte raporlara yer verilmiş, birçok asker ve bağlı kurumlarda çalışanlar zan altında bırakılmışlardı. Sürecin arkasında Paralel İhanet Çetesi’nin olduğuna dönük iddialar gündemde. altyapılar hazırlanıyor yeniden Davası’nda ADALET Bakanlığı bünyesinde, 64. Hükûmet’in ilân ettiği Eylem Planı’nda yer alan “geleneksel irfan merkezleri ve cem evleri” konusunda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın talimatıyla Müsteşar Yardımcısı başkanlığında hukukî altyapının oluştu- rulması için bir çalışma grubu oluşturuldu. Grup, “Alevîlik” ile ilgili çalışma yapmak ve Alevî temsilcilerinin görüşlerini almak üzere çalışacak. Bilindiği gibi AK Parti hükûmetleri döneminde Alevîlik ile ilgili daha önce 7 ayrı çalıştay yapılmıştı. şubat 2016 13 Ayın Yorumu Dünya “COWBOY”lar iki ata oynuyor YENİ nesil bilmese de, maalesef bizim nesil bilir “kovboy” tiplemesini. Başında ter lekelerinin olduğu bir fötr şapka, sırtında aylardır yıkanmamış bir gömlek, üzerinde deriden bir yelek, bacağında dar bir pantolon, ayaklarında mahmuzları olan ve dize kadar uzanan birer çizme, belinin sağında ve solunda iki toplu tabanca, içlerinde de altı kurşun bulunur. Tabiî bu tabancalar yapı itibariyle tutukluk yapmazlar.>> 14 şubat 2016 Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen // seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com >> Ve kovboy, yani “cowboy”, yani “sığır çobanı”, elindeki bu ateşli silahla Kızılderilileri öldürürken biz burada alkışlarız. “Algı yönetimi” dedikleri işte budur! Oysa “Kızılderili” denilen insanlar, o coğrafyanın asıl insanlarıdır; yazılı olmasa da çok derin bir kültürleri vardır ki atasözlerinden bu derin kültürün izlerini bulabilirsiniz. Evet, dünün “sığır çobanları”, aslında birer kanun kaçağıdır. Avrupa’da işledikleri suçların cezasından kurtulmak için giden epey pislik vardır aralarında. Ve işte bu sığır çobanları, o toprakların yerlilerini, o coğrafyada çok bulunan ve ismine “turkey”, yani “hindi” dedikleri kuşları avlar gibi avlamışlardır. Hem de ne basit bahanelerle… Kızılderili’nin üstünde gördükleri ve hoşlarına giden basit bir giysi için öldürmüşlerdir kovboylar Kızılderilileri. Bu hikâye çok uzundur ve gerçekten içler acısıdır. İşte bir hiç uğruna, akla gelmeyen nice alçaklıklarla milyonlarca Kızılderili’yi öldüren bu kovboylar, O Güzel Nebî’nin (sav) “Ya Rab! Bana eşyanın hakîkatini öğret” duâsı doğrultusunda eşyanın hakîkatini öğrenmişler, bu hakîkati teknolojiye aktarmışlar, bu teknoloji sayesinde akla gelmeyen nice eşyayı üretmişler, zengin olmuşlar ve güçlenmişlerdir. İşte bu kovboylar, sahip oldukları bu gücü genetiklerine işleyen yağmacılık nedeniyle yine yağmada kullanmaktadırlar! Güçlerinin yettiği her yerin zenginliğini, aynen Kızılderilileri öldürerek yağmaladıkları gibi, insanları öldürerek yağmalamaktadırlar. Kelimenin tam anlamıyla vahşi birer fil gibidirler. Girdikleri ülkelerin zenginliklerini yağmalamakta, coğrafyalarını ve tarihlerini tahrip etmekte, insanlarını öldürmekte ve kirletmektedirler. Gittikleri hiçbir yere insanlık götürmezler. Çünkü yönetim olarak insanlıktan mahrumdurlar. Bilgi ve teknoloji onlara zenginlik vermiş, güç vermiş, fakat insanlık vermemiştir. Bir başka ifadeyle, kovboylar bilgi ve güç zengini, fakat insanlık fakiridirler. Hâl böyle olunca, Amerikalı ve elbet onların ataları olan Avrupalı, güçten başka bir şeyden anlamaz. Onların sözlerine güvenilmez, ittifaklarına bel bağlanmaz, dostluklarına îtibâr edilmez. Ve biz bu resmi bu topraklarda olduğumuz bin yıldır seyrediyoruz. Eğer kıyamete kadar bu resmi seyretmek istemiyorsak, O Güzel Nebî’nin (sav) duâsı çerçevesinde “eşyanın hakîkatini” öğrenelim, bu hakîkat çerçevesinde ileri teknolojiyi üretelim, bu bilgi ve teknoloji sayesinde zenginleşelim ve güçlenelim ve tıpkı ceddimizin yaptığı gibi, sahip olduğumuz bu zenginliği ve gücü insanlığın hayrına kullanalım, tıpkı Mehmed Âkif Ersoy’un dediği gibi diyelim: “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz;/ Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir öğretmişiz!/ Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,/ Nûr olup fışkırmışız ta sînesinden zulmetin.” İnsanlık insanlığı tekrar bizden bulsun! Ufukları yine ağartalım! Sînelerdeki karanlığı yine kaldıralım! Bu bizim elimizde! Ümmet bunu bizden bekliyor! Bunun için, yani eşyanın hakîkatini öğrenip bu hakîkati teknolojiye aktarmak için O Güzel Nebî’nin izi üzere gidelim, beşikten mezara kadar ilim isteyelim. Kadınımız da, erkeğimiz de ilim peşinde koşsun, kâle kîleyi bırakalım. Mevlânâ’nın diliyle, “yeni günde yeni bir şeyler söyleyelim”. Söylediğimiz yeni şeylerle insanlara faydalı ve bu faydalılık ölçüsünde “insanların hayırlısı” olalım. Bunun için öncelikle “biz” olmamız gerekir; sığır çobanlarının, yani kovboyların ve onların atalarının tasallutundan kurtulmamız gerekir. Dolayısıyla birinci sınıf bilgiyi, yüksek teknolojiyi, yüksek teknoloji ürünü eşyayı ve yüksek teknoloji ürünü olan eşyanın hizmetini üretmemiz gerekir. *** Evet, dünün kovboyları, bugünün gücü ve teknolojiyi elinde tutan dünya jandarması… ABD, Ortadoğu çıkmazında iki ata birden oynuyor ki yarışı hangi at kazanırsa kazansın, mutlaka kazanan tarafta kendisi olsun. Daha açık ifadeyle şöyle diyelim: ABD, Ortadoğu çıkmazında ikili oynuyor; hem içinde Rusya’nın ve bütün Batı’nın bulunduğu şer Haçlı gücünü destekliyor, hem de biz ve Suudî Arabistan’la olan ilişkilerinden dolayı “Türkiye-Suudî Arabistan-Katar” ittifakına göz kırpıyor. Bu çok uzun soluklu bir savaş! Biz bu uzun soluklu savaşa dayanırız. Çünkü bizim genetik yapımızda böyle uzun soluklu savaşlar var. Bakın bakalım, bu milletin bu topraklara geleli beri savaşmadığı yıl var mı? Bilinen bir gerçektir ki, bu toprakların kaderi budur! Kolay şey değildir bu topraklarda tutunmak. Bu toprakların, kan ve gözyaşıyla yoğrulmadığı zaman bereketi gider. Onun için bu topraklar bizim terimize, gözyaşımıza ve kanımıza hasrettir. Bizim için ne gam?! Bizler âhiri Cennet olan yolun yolcularıyız. Tıpkı şiirde ifade edildiği gibi, “Ahirin Cennet’tir, sana bu yetmez mi?/ Bir Cennet, binler kere dünya etmez mi?”. Evet, bizim için kayıp, kazançtır! Bu bakımdan biz, ölümden de, uzun soluklu yarıştan da, savaştan da, bugün değilse yarın mutlaka olacak olan kıyamet savaşından da asla korkmayız! Fakat her şeyi dünya olan milletler bu yarışa nasıl dayanacaklar? Ölümden korkmayan bir milletle nasıl baş edecekler? Vietnam’da kaybeden ABD, Afganistan’da kaybeden Rusya, asırlardır kayıpları oynayan İran ve her gün biraz daha çöken Avrupa hangi güçleriyle bize karşı galip gelebilecekler? Bu onlar için mümkün değil. Bunu kendileri de biliyorlar. Biliyorlar ki, bu milletin tarihî yürüyüşü başlamıştır, bu millet tarihteki rolünü tekrar oynayacaktır. Bütün hesapları bu yürüyüşü biraz olsun geciktirebilmek üzerine kurulu. Kendilerine göre biraz olsun geciktirebilirler; bize göre o geciktirdikleri zaman kesitidir tarihte eski haşmetimizle var olma zamanımız. Buna öncelikle kendimiz inanmalıyız. Bilmeliyiz ki, Batı gemisi içten içe çürüdü ve batması için buzdağına bile gerek yok. İri bir dalga onları çökertecek, bundan kurtuluşları yok! Bunun içindir ki, askerin içinde yetiştirip besledikleri çetelerin darbelerine güvenmediler. Bunun içindir ki, içimizde yetiştirdikleri hainlerle bizi yıllardır çarpıştırıyorlar. İşte bütün engellemelere, yüzümüze gülüp arkamızdan dümen dalavere çevirmelerine rağmen görüldüğü gibi hesapları tutmadı! Özene bezene yazdıkları senaryolar silahlı silahsız çeteler tarafından istedikleri gibi oynanmadı. Ve “Elhamdülillah”, işin sonuna doğru geliyoruz! ABD iki ata birden oynadığı için belki görünüşte kaybetmedi. Fakat aslında güvenilmez bir müttefîk olarak büyük kayba uğradı. Bunun faturası kendine döndüğü zaman karizması çizilmiş olacak. Kendisine kimse, hiçbir millet, hiçbir ülke îtibâr etmeyecek. Ve diğerleri… Bizim karşımızda yer aldıkları için zaten kaybettiler onlar. İran’daki Molla rejimi çökecek, sapık dinlerine îtibâr eden kalmayacak. İslâm dünyasında olmayan îtibârları iyice sıfırlanacak. Vatikan’a yakınlıkları, kendilerine pahalıya mâl olacak. Tıpkı daha önce Vatikan’a yakın olanlara pahalıya mâl olduğu gibi… Ve İran’da takiyye dönemi sona erecek. Mevlânâ’nın diliyle söyleyecek olursak, “ya oldukları gibi görünecekler, ya göründükleri gibi olacaklar”! Bunun dışında kendilerine çıkar bir yol bulamayacaklar. Dünya ile bütünleşme, İranlı Molla yönetiminin sonunu getirecek. Molla yönetimi kaybederken, millet kazanacak! Rusya’yı mı soruyorsunuz? Rusya, “Son Çar” Putin’in eliyle sona doğru gidiyor. Çöken ekonomiyi örtmek için bize karşı oluşunun faturası kendisine pahalıya mâl olacak. Herkesin her şeyden haberli olduğu bir dünyada kapalı toplum modellerinin sökmediğini anladığında, Son Çar Putin ya akıl hastanesini ya da Kremlin zindanlarını boylayacak, üç günde unutulacak ve Cehennem’e gideceği zamanı bekleyecek! Bunları ömrü olan görecek çok da uzak olmayan bir zamanda! şubat 2016 15 Dünya Ajanda Suyundan da koyalım mı? DÜNYADAKİ göçmen buhranı daha geniş boyutlara erişedursun, bu sıkıntılı sürece alev körüklemekten başka iş yapmayan Avrupa, bu kez de kendisinden medet umup da kucağına sığınmak isteyenlerin paralarına ve ziynet eşyalarına göz dikti. Almanya ve Danimarka’da birer dedikodu şeklinde dolaşan haberler, Danimarka Meclisi tarafından çıkarılan yasayla birlikte bir anlamda tescillenmiş oldular. getirildiğini kaydediyor. Amaç, göçmenlerle işsiz vatandaşları denk konuma getirmek… Çocuklar bazen sıra dışı sorular sorarlar. “Sıra dışı” dediysem, onlara göre sıra dışı… Zira soruları, istedikleri şekilde cevap almak içindir. Eğer onların istedikleri cevabı vermezseniz, başta sordukları soruya bir soru daha sorarlar: “Neden?” Bu soru karşısında önce verdiğiniz cevabı formatlamaya kalkmayın, zira yine onların istediği şekilde değilse ikinci bir ek soru daha gelir: “Neden?” Ve söyleyeyim de, eğer bu cevap istenen değilse onlar sormaktan yılmazlar bu soruyu: “Neden?” Amaç, göçmenlerle işsiz vatandaşları denk konuma getirmek… Neden? Bu uygulamayla sığınmacıların devlet yardımlarından yararlanmak için bazı eşyalarını satmak zorunda kalan işsiz Danimarka vatandaşlarıyla aynı duruma getirildiğini kaydediliyor… Neden? Söz konusu el konulan eşyalar açık arttırma ile satılarak sığınmacıların kalış, eğitim ve sağlık masraflarını karşılamada kullanılacak… Neden? Danimarka’nın, yasayla bir de meşrûlaştırdığı bu gayrımeşrû uygulamaya dair sunacağı her bahane, her mazeret veya her cevap bu soruyla karşılaşacak: “Neden?” >> Danimarka Meclisi, göçmenlerin ziynet eşyaları ve paralarına el konulması ve aile birleşimi için başvurusu süresinin 3 yıla çıkarılmasını öngören yasa tasarını kabul etti. İktidardaki merkez sağ Danimarka Liberal Partisi (Venstre) tarafından hazırlanan tasarıya, göç ve yabancı karşıtı politikalarıyla bilinen Danimarka Halk Partisi (DDP) de destek verdi. Tasarı 81’e 27 gibi büyük bir farkla kabul edildi. Yasayla beraber, sığınmacıların Danimarka’ya 10 bin kron, yani yaklaşık bugünkü itibariyle 5 bin Türk lirasından fazla 16 şubat 2016 nakit para sokmaları durumunda, belirlenen haddin üzerindeki paraya devlet tarafından el konulacak. Ayrıca “toplam değeri” yine 10 bin kronu geçen mücevher, saat, bilgisayar ve telefon gibi eşyalar da sığınmacılardan alınacak. Nişan, evlilik yüzükleri ve manevî değeri bulunan mücevherler bu kapsamın dışında olacak. Söz konusu el konulan eşyalar açık arttırma ile satılarak sığınmacıların kalış, eğitim ve sağlık masraflarını karşılamada kullanılacak. Sığınmacılar yanlarında ne kadar para olduğunu söylemek zorunda kalacakları gibi, polis de sığınma başvurusu yapanların üstlerini ve çantalarını arama yetkisiyle donatılacak. Yasa, Şubat itibariyle yürürlüğe giriyor. Ayrıca aile birleşimi başvuru süresi de 1 yıldan 3 yıla çıkarılacak. Danimarka hükûmeti bu yasanın, sığınmacıların kalış masraflarını karşılamak için gerekli olduğunu savunuyor. Yasanın ayrımcılık içermediğini öne süren hükûmet, bu uygulamayla sığınmacıların devlet yardımlarından yararlanmak için bazı eşyalarını satmak zorunda kalan işsiz Danimarka vatandaşlarıyla aynı duruma Bazı eşyalarını satmak zorunda kalan Danimarkalı işsizlerin o hâlde olmalarının sebebi göçmenler mi? Bu insanların ne büyük suçları varmış ki kendi vatanlarında yöneticilerinden, gittikleri yerlerde de yabancılardan zulüm üstüne zulüm görüyorlar? Eşyalarını satmak zorunda kalan işsiz Danimarkalılarla denk konuma gelmesi gerekenler, onları o hâllere düşüren Danimarka yönetimi ve Danimarkalı işverenlerdir. Ya el konulan para ve ziynet eşyalarıyla göçmenlere yönelik masrafların kotarılacağı bahanesine ne demeli? Biz hâlâ şu Danimarka gibi “fakirlerin” bulunduğu bir birlik içine girmek istiyorsak bugünden sonra tekrar ve tekrar düşünmeliyiz. Piyasa züppelerinin dedikleri gibi, “Bu fakirleri muhatap almaya değmez!”… Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com 3 0 y ı l l ı k B e ya z S a ray eylemcisi hayatını kaybetti BEYAZ Saray’ın kuzey cephesindeki kaldırımda 30 yılı aşkın bir süredir her zaman ve her fırsatta ABD’yi protesto eden İspanyol kökenli Concepcion Picciotto hayatını kaybetti. Washington’da adeta bir protesto simgesi olan Picciotto, yaklaşık 35 yıl boyunca ABD başkanlarının kaldığı sarayın önünde kurduğu küçük çadırda beş farklı başkana bir anlamda “komşuluk” etmişti. Sarayın büyüklüğü, önemi ve güvenliğine rağmen basit ve yalnız şekilde hem ABD’lilere, hem turistlere kendince ülkenin “farklı taraflarını” anlatmaya çalışan Picciotto, Türkçe de dâhil olmak üzere birçok farklı dilde hazırladığı bildirileri çadırının önünde dağıtmakta, kendisine yöneltilen soruları büyük bir sabır ve tekrarla yinelemekteydi. >>Sarayın araç trafiğine kapalı ön tarafındaki bölgede kurduğu çadırında 1981 yılından bu yana bireysel olarak yaptığı sürekli eylemde ABD’nin dış siyasetini, özellikle ABD-İsrail ilişkilerini ve kimyasal silah kullanımını protesto eden 80 yaşındaki Picciotto hayatını kaybetti. İsveç de “DAEŞ” dedi Belki bu haberi okuduğunuzda “Ne gereği vardı buraya almanın?” demiş olabilirsiniz, ancak ABD’nin çanak yalayıcısı olarak bilinen bazı siyasilerin gelecekte beş para etmez kişiliksiz kişilikler olmalarına rağmen hatırlanacak olmalarını düşündüğünüzde, böyle bir insanın tarihe bir notla dahi mâl edilmesini ona çok görmeyeceğinize emînim. İSVEÇ hükûmeti, IŞİD ismiyle tanınan terör örgütünü artık “DAEŞ” ifadesi ile anacağını ilân etti. İsveç hükûmeti, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarla yürüttüğü kampanyaya uyan ABD, Fransa ve İngiltere gibi davranarak, İslâm’a ve Müslümanlara zarar vermek için kurulmuş bir kara lekenin “İslâm Devleti” gibi bir isimle anmaktan vazgeçti ve Erdoğan’ın dünyaya öğrettiği “DAEŞ” ifadesini kullanma kararı aldı. Peki, ülkesine göç etmek isteyen insanlara sınırlarını kapayan bir ülke, kapısında bekleyen her insana IŞİD militanı muamelesi yaptıktan sonra böyle bir karar alsa ne olur, almasa ne? Suriye’ye 7 kız kardeş geliyor! HOLLANDA hükûmetinin iktidar ortağı İşçi Partisi’nin (PvdA), ülkenin Suriye’de terör örgütü DAEŞ’e yönelik yürütülen hava operasyonlarına katılmaması yönündeki kararından vazgeçtiği bildirildi. >> PvdA Meclis Dışişleri Komisyonu Üyesi Michiel Servaes, söz konusu kararın partinin grup toplantısında alındığını açıkladı. DAEŞ’le etkin mücadeleden yana olduklarını kaydeden Servaes, Suriye’deki hava operasyonlarına katılmaya ilişkin sunulacak yeni yasa teklifini olumlu karşılayacaklarını dile getirdi. Böylelikle Hollanda’nın Suriye’deki koalisyon güçlerine doğrudan katılmasının önünde bir engel kalmadı. Ortadoğu’nun son yüzyıl kan tarihinde bir görünmez aktör olarak yer alan Hollanda’nın Suriye üzerinden yeni plana dâhil olmasıyla birlikte, “7 Kız Kardeş” diye bilinen efsane konsorsiyumun (!) yeni yüzyılda nasıl işler yürüteceğini anlamak zor. Ancak söz konusu oluşumun yaptıklarını düşününce fitne ateşinin İslâm dünyası üzerinde sönmemesi için bütün gayretin gösterildiğini anlayabiliyoruz. şubat 2016 17 Dünya Ajanda “ S oyk ı r ım la g u r u r duy u lm a z!” AVUSTRALYA’nın asıl sahipleri Aborijinler, Avrupalıların kıtaya gelmesinin kutlandığı Avustralya Günü’nü “İstila Günü” ilân ederek ülke genelinde protesto gösterileri düzenlediler. Her yıl 26 Ocak’ta resmî törenlerle kutlanan “Avustralya Günü bu sene Aborijinlerin protesto gösterileriyle birlikte gerçekleşti. >>Avrupalı yerleşimcilerin (bizim dilimizle “işgalcilerin”) 26 Ocak 1778’de kıtaya ayak bastıktan hemen sonra yerli halka soykırım yaptıklarını belirten Aborijinler, tüm eyaletlerin başkentlerinde resmî törenlere karşı protesto gösterileri düzenlediler. Gösterilere yerel kıyafetleriyle katılan binlerce Aborijin, Aborijin Viktorya Eyalet Parlamentosu önünde bir araya geldi. Burada “Her zaman Aborijin ülkesiydi, hep böyle kalacak!” ve “Soykırım ile gurur duyulmaz!” şeklinde sloganlar atan göstericiler, Avustralyalı halka hitaben, “Avrupalıların öldürdüğü çocuklarımızın yıldönümünü mü kutluyorsunuz?” diyerek söz konusu günü kutlayanlara tepkilerini sundular. Melbourne’deki protestoyu organize eden Aborijin Direnişi Savaşçıları adlı grup, “Avustralya, 228 yıl önce İngilizler tarafından sömürgeleştirildi. Onlar Aborijinleri yok etmeye 18 şubat 2016 çalıştılar, ama başaramadılar. Hâlâ buradayız! Bizi saklamaya çalıştılar. İngilizler tarafından saldırıya uğradık ve bunu asla unutmayız!” şeklinde beyanatta bulundu. İngilizlerin kıtaya çiçek hastalığını kasten getirdiğini söyleyen grubun sözcüsü, “Çiçek hastalığını çok sayıda Aborijini öldürmek için bilerek getirdiler. Çoğu insanımızı yok ettiler. Irkçı politikalarıyla ve insanlarımıza sağlanan yaşam koşullarıyla hâlâ bunun için uğraşıyorlar” ifadesini kullandı. Aborijinlerin uğradıkları soykırım ve vatanlarının işgali, bize bir anda Çanakkale’yi hatırlatıyor. Her yıl bütün sarhoşluklarıyla kahraman (!) dedelerini anmaya gelen Avustralyalı gençlerin “Şafak Ayini” buluşmalarının ne yüzle gerçekleştirildiğini hiçbir vicdanlı insan anlamaz, anlayamaz. İşte Aborijinlerin fark ettirmek istedikleri de bu! Irkçı bakandan skandal sözler! İSRAİL hükûmetinin Adalet Bakanı Ayelet Şaked, Tel Aviv’deki Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’ndeki konuşmasında, “Uluslararası topluma bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için çağrıda bulunmalıyız” dedi ve bu yeni devletin Türkiye ve İran arasında yer alması gerektiğini de sözlerine ekledi. Kürtlerle İsrail arasındaki kültürel bağlara dikkat çeken Şaked, konuşmasında Kürtlerin IŞİD ve diğer terör örgütleriyle mücadelede stratejik bir partner olduklarına da değindi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da 2014’te bir “Kürt devleti” kurulmasına destek verebileceklerini belirtmişti. BM’den İsrail’e net tavır! BİRLEŞMİŞ Milletler Genel Sekreteri Ban KiMoon, İsrail’in yerleşim birimi faaliyetlerinin hemen dondurulması gerektiğini söyledi. >> BM Güvenlik Konseyi’nde düzenlenen “Ortadoğu ve Filistin Sorunu” başlıklı toplantıda konuşan Genel Sekreter, İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında yerleşim birimi kurmaya devam etmesini eleştirdi. “Barış yönünde ilerleme sağlanması için İsrail’in yerleşim faaliyetlerini dondurması gerekir” diye konuşan Ban, İsrail hükûmeti’nin işgal altındaki Batı Şeria’da 150 yeni ev yapımı planını daha onaylaması nedeniyle endişeli olduğunu kaydetti. Aynı süreçte yine Batı Şeria’da Filistinlilere ait bin 540 dönümlük araziye el koyma kararı alındığını hatırlatan Ban, “Yerleşim birimi faaliyetlerinin sürmesi, Filistin halkı ve uluslararası topluma karşı hakarettir. Bu faaliyetler İsrail’in iki devletli çözüme olan inancının temelden sorgulanmasını haklı olarak gerektiriyor” dedi ve ekledi: “Bu faaliyetlerin sürmesi ‘provokatif birer eylem’dir!” Ömer Bekir Sadık Rusya sivilleri katlediyor! RUSYA’nın Suriye’de 30 Eylül 2015’ten itibaren düzenlediği hava saldırılarında, çoğu muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde bin 815 sivil hayatını kaybetti. >>Rusya, düzenlediği hava saldırılarıyla DAEŞ unsurlarından çok Esed muhaliflerinin kontrolündeki bölgelerde yaşayan sivil halkı hedef alıyor. DAEŞ’in kontrolündeki noktalara düzenlenen Rus saldırısı neredeyse yok hükmünde. Rusya saldırılarında cami, hastane, fırın, okul ve kreşler de var. 106 silahlı muhalifin de şehit olduğu Rus saldırılarında toplam bin 921 kişi hayatını kaybetti. Silahlı muhalifler de dâhil, Şam’da 620, Halep’te 513, İdlib’de 390, Humus’ta 83, Dera’da 63, Hama’da 22 ve Lazkiye’de 65 kişi can verdi. Buna göre Rus hava saldırılarının başladığı günden bu yana muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde silahlı muhalifler dâhil toplam bin 756 kişi yaşamını yitirdi. Ancak DAEŞ’in kontrolündeki Deyru’zZor’da 108, örgütün merkezi Rakka’da da sadece 57 militan öldürüldü. Rusya’nın hangi terörist unsurların peşinde olduğunu görmek ne kolay! Rusya, yalnız bir terörist unsurun peşinde! O terörist unsurun adı “Esed”, Rusya da peşinden gelen kuyruğu… Söyle Rusya! Bu derin depresyon mu seni böyle söyleten? İNGİLTERE, sınırları içinde faaliyet göstermesini deşifre ettiği Rus istihbarat ajanı Alexander Litvinenko’yu ölümle cezalandırdı. >>İngiltere’deki Soruşturma Komisyonu’nun hazırladığı raporu eleştiren Rus Dışişleri, tıpkı Türkiye ile aralarında gerçekleşen jet krizindeki gibi bir tavır takınarak bu olayın İngiltere ile Rusya arasındaki ilişkileri zor sokacağını belirtti. İngiliz Soruşturma Komisyonu, Rus istihbarat ajanıyla ilgili yayınladığı raporda Rusya Federasyonu yönetimini ve özellikle de Devlet Başkanı Vladimir Putin’i oldukça sert ithamlarla eleştirmişti. Rus Dışişleri ise İngiltere’nin bu konuda elinde hiçbir ispatının bulunmadığı iddia etti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Litvinenko olayı İngiltere ile ilişkilerimizi ciddî anlamda zora sokacak. Üstelik bu ‘muhtemelen’ ya da ‘belki’ şeklinde olmayacak, kesinlikle zarar görecek!” görecek şeklindeki açık- lamasıyla jet krizini hatırlatan açıklamalarda bulundu. Lavrov, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’daki tutumu nedeniyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan sonra Batı ile işbirliğinin eskisi gibi olmayacağını da vurgulayarak, “Batılı ortaklarımız bazen, ‘Artık Rusya ile işler eskisi gibi olmayacak’ diyorlar, ben de buna katılıyorum” dedi. Türkiye’ye jet krizinde “İspatla!” diye çıkışan Rusya, İngiltere’ye de casus konusunda “İspatla!” çağrısı yaparken, Suriye’de gerçekleştirdiği hava saldırılarında Rusya’nın sivilleri öldürdüğüne yönelik suçlamalara ise “Ortada buna dair kanıt yok!” diye karşılık veriyor. Yani Rusya, kendisine yönelen her oka “İspatla!” kalkanını önüne tutarak karşılık veriyor. Tabiî yaşadığı bu depresyonu anlıyoruz Rusya’nın, hâlâ kendisini yerleştirecek bir kucak arıyor. Ancak bütün dünya biliyor ki, “ayı”dan post, Rusya’dan dost olmuyor! şubat 2016 19 Dünya Ajanda Misillemeler devri: UAÖ, İran’ı kınadı ULUSLARARASI Af Örgütü, İran’ın son 10 yılda 73 çocuk mahkûmu idam ettiğini, ülkede 160 çocuk mahkûmun da idam sırasında beklediğini açıkladı. >>Londra merkezli insan hakları örgütünün yayımladığı raporda, İran’ın çocuk suçlulara uyguladığı idam cezasıyla ilgili verilere yer verildi ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin “pervasızca ihlâl edildiği” kaydedildi. “Ölüm Kuyruğunda Büyümek: İran’da Ölüm Cezası Ve Çocuk Suçlular” başlıklı raporda, İran’ın son 10 yılda 73 çocuk mahkûmdan 51’inin suçun işlendiği tarihte 15 ila 17, 8’ininse 12 ila 14 yaşlarında olduğu bilgisine yer verildi. Bilindiği gibi İran, daha önce de bu tür ihlâllerle itham edilmiş, ancak cevaben 18 yaş altındakilere idam cezası uygulanmadığını belirtmişti. Af Örgütü ise bu cevaba karşılık olarak, hazırladığı raporda şu bilgiyi aktarıyor: “İran, çoğu vakada idam cezasının uygulanması için çocukların 18 yaşını doldurmasını bekliyor. Bu nedenle de çocuk suçlular, ölüm cezalarının infazını beklerken hapiste ortalama 7-10 yıl geçiriyorlar.” Uluslararası Af Örgütü’nün bu raporu, 46 Sünnî’nin idamının yanında bir Şiî’yi idam eden Suudî Arabistan’a karşı İran’ın kıyametler koparmasının tam da üzerine yayınlandı. Bu yüzden de iki ülkenin uluslararası platformlarda birbirlerine karşı lobi faaliyetlerine giriştiğini çıkarmak oldukça kolay. Yalnız bu misillemelerin nereye kadar süreceğini kestirmek çok zor! Bakalım siyasî ve ekonomik yaptırımlardan kurtulan İran’ın Suudî Arabistan’a karşı atacağı bundan sonraki adımı nasıl olacak. Bosna-Hersek, AB üyeliği başvurusu yapıyor BOSNA-HERSEK Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Dragan Covic, ülkesinin 15 Şubat 2016 günü Avrupa Birliği (AB) üyeliği için resmî başvuru yapacağını açıkladı. >>AB Dönem Başkanı Hollanda’nın devlet yetkilileriyle yaptıkları görüşmeler neticesinde üyelik başvurusunu 15 Şubat’ta yapma konusunda mutabık kaldıklarını belirten Covic, “Dürüst olmam gerekirse, üyelik başvurusu için hazır olup olmadığımız konusunda fikir ayrılıkları vardı. Bana göre bu başvuruyu daha önce yapmalıydık” ifadesini kullandı. Covic, üyelik başvurusunda bulunarak aynı zamanda AB ile müzakerelere ve üyeliğe adanmışlıklarını da göstermiş olacaklarını vurgulayarak, “Gelecek yılbaşlarında ‘aday ülke’ 20 şubat 2016 statüsü alacağımızı düşünüyorum. Ancak ‘aday ülke’ statüsü almamızın da bu aşamada önemi yok. Zaman içinde müzakereler kapsamında fasıllar açmaya başlayacağız” ifadesini kullandı. Covic’in hatırlattığı “hazır olup olmama” mevzuunu düşününce, Dayton gibi bir rezaletin gölgesinde Bosna-Hersek’in AB üyesi olmasının bu topraklara ne katacağını hayâl etmekte zorlanıyor insan. Ancak Avrupa kıtasında ekonomik ve siyasî anlamda büyük eksiklikleri bulunan ülkelerin dahi birliğe üye yapıldıklarını düşününce de Covic’in söylediklerinin bir kehanet olmadığını söyleyebiliriz. MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 Kaş yapayım derken göz çıkartma TRT! G EÇEN ay bu sayfalardan TRT’ye dair tarafsız bir yazı kaleme almaya çalışmış, iyi çalışmalarını övmüş, TRT 1’de yayınlanan bir programı yermiştim. İyi çalışmalara ayırdığımız bölümde TRT Çocuk ekranlarında bundan sonra reklâm kuşaklarının olmayacağından ve bunun birtakım haklı sebeplere de dayandırıldığından bahsetmiştim. şubat 2016 Pepee’nin bir İspanyol uyarlaması olduğunun ayyuka çıkması, Türkiye’deki çizgi animasyon pazarına olumsuz etkilerle yansıdı. Pepee üzerinden oluşturulan oyuncak ve kırtasiye rantı ise, bugün çöküntüde olan söz konusu ekibin birbirine girmesine de sebep oldu. Evet, anladığınız üzere TRT Çocuk, bu sebeplerden dolayı artık yerli yapımların yayınlandığı tek çocuk kanalı. Başka dijital platformların her evde bulunmadığı da göz önüne alınınca, TRT Çocuk, çocuk temalı kanalların Türkiye’deki birinci adresi. Peki, böyle bir özelliği olmasına rağmen TRT yönetiminin bu kanal hakkında güttüğü politika nedir, biliyor musunuz? Reytinglerini düşürmek… Bu noktada elinden geleni yapan TRT yönetiminin ortaya sürdüğü sebep şu: “Çocuklar sürekli televizyon izlemesinler!” Tamam, anlaşılabilir bir sebep bu! Peki, TRT Çocuk’un reytingleri düşürülünce çocuklar diğer kanalları izlemeyecekler mi? Baştan beridir vurguladığımız şey şu: TRT Çocuk’tan başka yerli yapım yayınlayan bir başka kanal yok! >>TRT Çocuk’un uygulamaya koyduğu bu tavrın yine arkasında duruyor, ancak bazı şerhler düşmek üzere konuyu aktarıyorum efendim… FETÖ propagandası yaptığı gerekçesiyle uydudan ve birtakım dijital yayın platformlarından çıkarılan bazı televizyon kanallarından biri de Yumurcak TV idi. Yumurcak TV, Türkiye’deki çocuk temalı kanalların başında geliyordu. Disney, Baby TV, Cartoon Network gibi kanalları da sıralayınca yerli yapımlara yer vermesi bakımından kendisi için “Bir ilkti!” dahi diyebiliriz. TRT Çocuk ise, Yumurcak TV’nin ardından bizzat devlet eliyle ülkemize kazandırılan yerli bir çocuk kanalı oldu. Şimdi Yumurcak TV yok, ancak TRT Çocuk’un yanında birçok çocuk temalı televizyon kanalı var. Yalnız bu noktada değinmemiz gereken şu: TRT Çocuk ve Planet Çocuk dışında yerli yapım gösteren başka kanal bulunmuyor. Turkuvaz Grup’un Minika’sının isimlerini Türkçeleştirip yabancı yapımları sunması ise ayrı bir tuhaflık! Şu an Planet Çocuk’un başında ise, TRT Çocuk’a kazandırdığı Pepee ile ilk Türk çizgi animasyon kahramanın tasarımcısı olarak bilinen ekip bulunuyor. Ekibin TRT Çocuk ile tartışmalı bir şekilde ayrılması ve TRT Çocuk’ta yerli yapımları izlemeyen çocuk, Batı’nın kendi kapitalist kurgusunun en saf oyuncağı olacaktır. Nasıl iki kere iki dört ediyorsa, bu durumun ardındaki sonuç da bu kadar nettir! Bu düşüncede ısrar ve inat edilirse, Batı’nın çizgi filmlerini izlemek zorunda kalan çocuklarımız, izledikleri karakterlere hayranlık duyacak, onların güdümünde hayâller kuracak, Batıca düşünecek, onların masallarını okuyacak, onların kitaplarını isteyecek, onların kırtasiye malzemelerine özenecek, onların elbiselerinden giyecek, onların oyuncakları için para biriktirecekler! Acaba TRT yönetimi bu tehlikenin farkında değil mi? Çocuk kanalının reytinglerini düşürme çabasındaki TRT yönetimi, aynı zamanda yerli yapımların ödeneklerinde de kesintiye gitti. Ayrıca kitap, kırtasiye ürünü ve oyuncak yasakları da hâlen yürürlükte! Peki, Türkiye’ye, örneğin dünyanın en iyi çizgi animasyon firmalarından biri olan Pixar gelse ne olurdu? Bırakın ödeneğinin kesilmesini, arsa gösterilirdi arsa! Örümcek Adam, Winx Club oyuncakları almak yerine anne babaların yerli ve millî ürünler almasını engelleyen ve bunu maalesef “Kaş yapacağım vallahi!” saflığıyla yapan TRT yönetiminin bir an önce bu ısrardan ve inattan vazgeçmesi lâzımdır! Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com Ederiniz kaç para, onu deyin hele! B U bölümde ele alacağım haberi öncelikle buraya eksiksiz şekilde taşımalıyım. Zira 27 Ocak 2016 tarihli Doğan gözdesi Hürriyet ve Radikal’in yayınladığı haberin içeriksiz yorumu bir işe yaramayacak. Haber şöyle: Demek ki Fransız, ahlâka da Fransız! F RANSIZLARIN “mizah” yaptığını sanan aşağılık dergisi Charlie Hebdo, cesedi Bodrum sahiline vurmuuş hâlde bulunan 3 yaşındaki Suriyeli Aylan Kurdi’yi konu edindiği alçak bir karikatür yayınladı. >> “Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşırken bir hava bombardımanında hayatını kaybeden MHP Fatih İlçe Başkan Yardımcısı İbrahim Küçük için dün Fatih Camisi’nde düzenlenen cenaze töreninde ilginç bir katılımcı vardı. Türk savaş uçaklarının 24 Kasım’da düşürdüğü Rus SU-24 savaş uçağından atlayan pilot Oleg Peşkov’u öldürdüğünü açıklayan Alparslan Çelik de törendeydi. Musalla taşının yanında bir süre saygı nöbeti tutan Alparslan Çelik, cenaze namazını da en ön safta kıldı. Hürriyet gazetesinden Fırat Alkaç’ın haberine göre, bir süre de tabuta omuz vererek yürüyen Alparslan Çelik’in bu esnada ağladığı görüldü. Tabutun cenaze aracına konulmasından sonra beş arkadaşının çevresini sardığı Elazığlı Alparslan Çelik, ‘Şehit bizim arkadaşımızdı. Bayırbucak’ta, Türkmendağı’nda yanı- mızdaydı, hep beraberdik’ dedi. Alparslan Çelik, ‘Ne zaman Suriye’den geldiniz?’ sorusuna ise, ‘Ben buradayım, oradayım. Gidip geliyorum. Şimdi de cenaze için geldim. Tekrar giderim’ dedi. Daha fazla açıklama yapmayan Alparslan Çelik, yanındaki korumalarla birlikte camiden ayrıldı.” Bu haberin neresinden tutsanız elinizde kalacak bir bünyesi var. Zira haberi yapan da, yayınlayan da hasta… Zira bu kafa hasta… Haberi yapan gazetecinin soyadının doğru yazılıp yazılmadığını ise bilmiyorum. Ama mutlaka bir yanlışlık var! Rus istihbaratına hangi miktardaki ücretlerle çalıştıklarını bilmediğimiz bu zevat, konu edindiği istihbarata yol göstermenin yanında ilginç bir de üslûp sergiliyor. “Tabutun yanında nöbet tutmak”, “beş kişi tarafından etrafı sarılmak”, “daha fazla açıklama yapmamak”, “yanındaki korumalarla ayrılmak”… Siz kimden bahsediyorsunuz? Rabbin binbir güzelliğiyle nîmetlenecek bir şehit var ortada ve Rus istihbaratının gazeteci kılıklı servis elemanları cenaze cenaze dolaşıp bir Türkmen gönüllüsünün boy boy fotoğraflarını çekerek dünyanın en azılı katili boyasıyla utanmadan Türkiye gibi bir ülkede bunu haber yapma cesaretini gösteriyorlar. Kaç paraya çalışıyorsunuz haysiyet yoksunu alçaklar?! Türkiye Cumhuriyeti’nin güzîde güven-lik birimlerine şikâyetimdir: Bu haberi yapan şahıs, Rus istihbaratına çalıştığını bu haberle belgelemiştir. Söz konusu haberi yayınlayan medya organları da bu şahsın yardakçılarıdırlar. Bu şahısların ülkemizde ellerini kollarını sallayarak gezip tozmaları, vicdan sahibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kanına dokunmaktadır. >> Bilindiği gibi Almanya’da, yılbaşı kutlamaları sırasında yüzlerce tacizcinin tespit edildiğini, bunların bir kısmının Müslüman göçmenler olduğu vurgulanmıştı. Bu durum bize Fransa’daki eşzamanlı bombalı saldırıların ardından yapılan ampül patlaması deneyini hatırlatmış, güdümlü Avrupa toplumunun bundan sonra her şerrin arkasında Müslümanları görmesi için yapılan bir dedikoduya nasıl inandırıldığı bu deneyle ispatlanmıştı. İşte Laurent Sourisseau imzalı alçak karikatürde de maalesef ailesiyle göç etmeye çalışırken alabora olan teknenin batmasıyla boğulan ve cansız bedeni Bodrum sahiline vuran Aylan Kurdi’nin “iyi ki öldüğünü, yoksa Almanya’daki tacizcilerden biri olabileceğini” ima eden bir çizim yapılmış. “Riss” (Göçmenler) başlıklı aşağılık karikatürde Aylan Kurdi’nin kıyıya vuran cesedi bir balon içinde görünüyor ve yanında, “Küçük Aylan büyüdüğünde ne olurdu?” diye soruluyor. Bu sorunun altında da koşarak kaçan bir kadını kucağını açmış hâlde kovalayan iki erkek görülüyor. Karikatürün altında da, Fransızcada arkadan elle tacizde bulunanlar için kullanılan “tripoteur” kelimesi kullanılarak, Aylan Kürdi’nin “Almanya’da bir tacizci” olabileceği ifade ediliyor. Söz konusu tacizci erkekler, birer sıfatıyla aktarılmışlar karikatüre. Türkiye’de başrol oyuncusu maymun olan bir dizi yayınlanmıştı zamanında, adı da “Charlie” idi. Maymunun kim olduğu belli be Charlie! Sen bizim Kıymetlilerimizle alaya devam et, sen bizim yavrularımızla dalgaya devam et, senin içimizdeki şempanze tipli yavruların da sana yardıma devam etsinler, ama bil ki insan, kendi ateşini kendi taşır! şubat 2016 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 YORUMSUZ H ÜRRİYET’in, ama sadece gazetesinin yazarı Taha Akyol’un, 14 Ocak 2016’da yayınlanan “1100 Akademisyen” başlıklı yazısını görüşlerinize sunuyorum efendim. Yorum yapmamaya gayret edeceğim bu yazıya dair. lıydı. İktidarın tepkisi, ağır başlı bir açıklamayla dünya akademyasını aydınlatmayı amaçlamalıydı. İmzacı akademisyenleri objektifliğe ve etik davranmaya çağırmalıydı. PKK terörü hakkında AİHM kararlarını da hatırlatan özlü bir bilgi verilmeli, bölgedeki terör örgütlenmesi ve operasyonların meşru amacı anlatılmalıydı. Aksine öfkeli açıklamalar, hele de Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının ardından YÖK’ün ve bazı üniversitelerin cezaî nitelikte işlem başlatması, ‘Otoriter iktidar akademisyenleri susturmak istiyor’ şeklinde anlaşılacak, en azından bu şekilde lanse edilecektir. Kaldı ki, öfkeli tepkiler ve ceza tehditleri imza sahiplerini etkilemeyecek, aksine bileyecektir. ‘Bildiri’ olarak kalacak bir hareket, öfkeli açıklamalar ve cezaî işlemlerle adeta sansasyone edildi, adeta dünyanın dikkatine getirildi! Batılı demokrasilerin böyle bildiriler kendi ülkelerinde yayınlandığında ‘ifade hürriyeti’ deyip geçmelerinin bir sebebi de büsbütün bilemekten sakınmalarıdır. >>“Malûm, 1100 kadar akademisyen devleti ağır ifadelerle suçlayan bir bildiri yayınladı. Bu konuya nasıl bakmalı? Somut bir olayı örnek vereceğim. mi? HDP’lilerden en ufak bir sitem geldi mi? Hayır! Ama her gün devleti suçluyorlar. Geçen Salı, Sur ilçesinde bir sokaktaki 4 cenazeyi almak için HDP Milletvekili Sibel Yiğitalp ve arkadaşları Vali’ye başvurdular. Cenazeleri almaları için çatışmaya ara verilmesini istediler. Vali kabul etti. Yiğitalp ve arkadaşları polislerle beraber sokağa gitti. PKK’lı teröristler evlerden ateş açarak cenazelerin alınmasını engelledi. Yiğitalp, ‘Çatışma çıkınca cenazeleri alamadık’ diye konuştu, fakat hiçbir HDP’li, PKK’ya en ufak bir eleştiri yapmadı, sitemde bile bulunmadı. İşte ‘1100 Akademisyen’in bildirisi de aynen böyledir! Batı demokrasilerinin ve evrensel hukukun yargı makamı olan AİHM’nin ‘terör örgütü’ olarak tescil ettiği PKK hakkında hiçbir eleştirileri yok! PKK’nın kanlı terör eylemleri hakkında tek kelime ‘sitem’ bile etmiyorlar! Fakat devletin ‘kasıtlı ve planlı kıyım’ yaptığını, operasyon ve sokağa çıkma yasaklarıyla bölgede ‘özgürlük ve güvenlik hakkını ihlâl ettiğini’ söylüyorlar. PKK terörünün, bölgedeki vatandaşlarımızın ‘özgürlük ve güvenlik hakkı’nı nasıl ihlâl ettiğine dair tek kelime etmiyorlar! Merhum Tahir Elçi’nin katillerini bulmak için savcılığın delil tespiti işlemlerini yine PKK’lılar her defasında ateş açarak engelledi değil Hatta şöyle diyorlar: ‘Devletin, başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam...’ şubat 2016 Bu tek gözü kapalı, öbür gözü mikroskopla bakan ajitatif bildiri, ‘akademisyen’ vasfının gerektirdiği objektifliğe de, etik değerlere de taban tabana zıttır. Bu bildiri, ‘akademik’ kaliteden yoksundur, sıradan bir siyasî eylemdir. PKK terörünü görmemek, hiçbir insanî, ahlâkî, akademik değerle izah edilemez. Bildirinin altında Noam Chomsky ve Immanuel Wallerstein gibi dünyaca tanınmış, uluslararası basın ve akademyada etkili akademisyenler de var. Bunların, Türkiye’deki durumu yeterince bildikleri söylenemez, genel ‘protest’ tavırlarından dolayı imzaladıklarını düşünüyorum. Bildiriyi yayınlayanlar hangi çevreleri etkilemek istediyse, iktidarın açıklaması da o çevreleri ikna etmeyi amaçlamalı, böyle bir dilde ve içerikte olma- Bu satırlar yazılırken Başbakan Davutoğlu bu konuda hiç konuşmamış, Başbakanlık’tan da bir açıklama yapılmamıştı. Davutoğlu’nun ülke bütünlüğü konusundaki hassasiyeti bellidir. Fakat bir akademisyen olarak bilir ki, dünya akademyası çok etkilidir. Karşıya itmek yerine, yatıştırmak ve aydınlatmaya çalışmak lâzımdır. Davutoğlu konuşursa, daha ‘ölçülü’ bir tonda konuşur sanıyorum. Netice: Yanlışa karşı davranış, doğru tarzda ortaya konulmalıdır.” Yorum yapmamaya gayret edeceğimi belirtmiştim değil mi? Farkında olduğunuz noktalara dair yorumlarımızı, gelecek ay “Eğrisi Doğrusu” adlı programda 29 Ocak 2016 günü Bülent Arınç’la yaptığı söyleşi üzerinden bir Taha Akyol analiziyle yapacağız inşallah… Uluğ Bayındır Dinsiz fetva istese ne, istemese ne? D İYANET İşleri Başkanlığı, son yıllarda hiç olmadığı kadar yıpratılmaya çalışılan bir kurumumuz. Yaptıkları ettikleri elbette her müessese gibi tartışılabilir, ancak doğrudan hedef tahtasına konularak dinsizin ağzına sakız edilmeye çalışılıyor olması fevkalade üzücü! Sosyal medyada ilginç hâller S OSYAL medya üzerinde artık o kadar çok ağ var ki, birinden birini keşfedecekken insan hem zamanından, hem de aklından oluyor. İlle de takip edilmek için her ağdan bir hesap edinen insanlar, ihtimâl bu ya, bunca ağa yetişmenin yanında mutlaka daha hayırlı işlerle meşgûl olabileceklerini de akıllarından geçiriyorlardır. (Fazla hüsn-ü zan adam öldürmez.) Son olarak buraya yazmaktan imtina ettiğimiz abuk bir soruya verilen cevap üzerinden ağızlara dolanan Diyanet İşleri Başkanlığı, Alo Fetva hattını ve internet üzerinden soru-cevap yöntemini sırf bu sebeple kaldırma kararı aldı. İyi niyetle kurulan bu iletişim yolları, Diyanet’i piyasa maskarası yapmak isteyen madrabazlar sayesinde böylesi bir sonla kapatıldı. Söz konusu abuk soruları gündemlerine taşıyan İslâm düşmanı birtakım medya, bu sorular ve cevapları üzerinden her fırsatta kuruma ve özellikle de muhterem Başkan’ına eza ve cefa etti. Bu sebeple kendisine duâlarımızla sabırlar diliyor, yanında olduğumuzu belirtiyoruz. Ancak başında bulunduğu teşkîlatta bir an evvel yumruğunu masaya vurmasını ve sahip olduğu naif ve latif karakteri suiistimâl edenlerin ayağını kurumdan kesmesini istiyoruz. Af buyursun, bunları söylemek belki haddimize değil, ancak bu isteğin belki başlıca nedenlerinden biri, işte bu fetva ve “İslâm’ı ben bilirim” anlayışının belli bir kültürün adamlarının elinde olması ve kurumu bu noktada yönlendiriyor olmalarıdır. En basit hâliyle, söz konusu bu absürt sorunun bir İslâm düşmanı tarafından değil de bir saftirik Müslüman tarafından sorulduğunu düşünelim, bu soruya cevap verilmek zorunda mıdır? 112 Acil’i aradığınızda hemen bir ambulans geliyor mu? Bu tür bir soruya ille İslâm kaynaklarını göstermek maksadıyla Kur’ân ve Sünnet’e dair bir bilgi iliştirdiğinizde bakın Cumhuriyet gazetesi nasıl yorumluyor bu tavrı: “Kendisine yöneltilen sert eleştirilere Cuma hutbesinde Peygamber’in hadîsiyle yanıt veren Diyanet, böyle bir skandala Hz. Muhammed’i de âlet etti!” Hazreti Peygamber (sav) ile dalga geçme küstahlığını gösteren gâvurun dergisini övüne övüne dağıtan gazetenin Peygamber hassasiyetini görüyor musunuz? Siz de görüyor musunuz Sayın Diyanet yetkilileri? Her soruya cevap vermekle her işi çözdüğünüzü mü düşünüyorsunuz? 155 Polis İmdat’ı aradığınızda polis hemen gönderiliyor mu? Diyanet yetkililerine bir video tavsiye ediyorum, izlemeleri kendileri için iyi olur: İki Hollandalı genç, ellerine aldıkları bir İncil’in üzerini ciltle kaplıyorlar. Yalnız cildin üzerinde “Kur’ân-ı Kerîm” yazıyor. Ve önlerine çıkan herkese bu ciltli kitabın içinden bazı âyetler okuyorlar. Söz konusu âyetler genellikle katletmek ve kadın konusuyla ilgili. Bu âyetleri duyan Hollandalılar, “Müslümanlar nelere inanıyorlar? Boşuna adam kesmiyorlar” şeklinde yorumlar yapıyorlar. Nihâyet bu iki genç, âyet okudukları kişilere kitabın gerçek adını gösterdiklerinde müthiş bir sonuç elde ediliyor. İslâm’dan zerre haberi olmayanların, absürt sorularla sizi meşgûl etmelerini, üzerine bir de bu absürtlüklerden doğan saçmalıkları haber yapmaları ne kadar ilginç değil mi? 190’ı aradığınızda… Doğru ya, o artık yok! >> Kimi ağlarda haberler, kimi ağlarda sözler, kimi ağlarda fotoğraflar, kimi ağlarda kısa videolar, kimi ağlarda interaktif sohbetler paylaşılıyor. Derken birinde yapılan diğerinde, diğerindeki öbüründe kopyalayapıştır yöntemiyle yayınlanıyor ve ilginç bir sanal döngü elde ediliyor. Son zamanlarda kâğıda yazıp fotoğrafını çekerek hem yazılı, hem görsel hitaba yeltenen paylaşımlarsa çok komik hâller alıyor. En ilginç olanıysa “duâ etme” paylaşımı… Özel bir duâyı iyi niyetle öğretme adına yapılan paylaşım değil yani; üzerinde bulunulan sosyal medya ağından isteniyormuş gibi duran paylaşımları kastediyorum. Hele mesela Kâbe fotoğrafı yerleştirip “Paylaş”, “Beğen”, hatta “Sayfamız şikâyet ediliyor, boş mesaj da olsa yorum yap” türünden tuhaf isteklerle biten paylaşımları söylemiyorum bile. Bu tür durumlara karşı ortalama düşünebilen bir insanın aklına şu geliyor: “Yazana kadar, Rabbine aç niyâzını! Herhâlde sosyal medyada her paylaşılana inandığın gibi, Rabbinin seni görüp duyduğuna, hatta kalplerde olan her şeyi bildiğine de inanıyorsundur…” şubat 2016 25 haberajanda Derin Plan “Türk derin milleti” artık Yalta’dan firar etmeyi, Postdam’ı çiğnemeyi ve Son Medeniyet Savaşı akabinde tertiplenecek üçüncü konferansta masada olmayı planlamakta. Her ne pahasına olursa olsun, artık bu ülke son konferans masasında olmak ve medeniyetin yeni sahibinin belirlenmesinde özünü ortaya koymak, 1799’da elinden alınan “babasının malı medeniyeti”ne sahip çıkmak ve “Mazlum Milletler Medeniyeti”ni kurmak için çizdiğimiz coğrafî grafikasyon muvacehesinde medeniyet dairesinin en başköşesinde oturan biri olarak dairede at oynatıp kılıç şakırdatmak ve nara urmak zorunda! 26 şubat 2016 Dünyanın merkezinde zamanlar üstü kapışma: Son Medeniyet Savaşı B İNLERCE yıldan beri doğu ülkelerinde dolaşan “medeniyet Anka”sı, ne yazık ki 1701’de yolunu şaşırarak rotasını batıya çevirdi. Hikmet-i Hüdâ, belki de medeniyet kurma sırası Batılılara gelmişti. Ve Batılı Aryan halkının Anglo-Sakson kolu “Anka”yı adasında avladı. Artık dünya onlardan sorulacaktı. >> 1701 itibariyle “Batı medeniyeti”nin temelini atan Anglo-Sakson İngilizlerinin yolculuğuna 1801’de diğer kardeşlerinden Fransa katıldı. Son birader Almanlarsa 1901’e yaklaşan yıllar içerisinde kervandaki yerlerini aldılar. Böylece “troyka” tamamlanmış oldu. Zaman ve devran onların lehine işlemeye başlamıştı. Ve fırsatları çok iyi değerlendirerek, uğursuz üç atlı, mahşere doğru doludizgin bir yarış tutturdular: Artık dünya milletlerini koşu yolu dışına attıkları için kendi aralarında Töton medeniyetinin piştarlığı yarışı... Savaş meydanı neresi? Yazının burasında, Haber Ajanda sayfalarında daha önce yayınladığımız “Karanlık Medeniyetler” makalemize bir gönderme yapmak niyetindeyiz. Makalede anlatılanları mihenk yaparak, burada “mahşerin trokyasının medeniyeti”nin nerede durduğunu işaretlememiz ge- rekmekte. Bu itibarla Batı medeniyeti için “insanın medeniyet müktesebatındaki en karanlık medenî sektör” demekte bir mahsur yok. Belki bu karanlıkta bir medeniyet çeşidini beşer -eğer efsanelerin dediği doğruysa- “Atlantis” vakti zamanında yaşamıştı. Ve “karanlık medeniyetlerin” ilki sayılabilecek “Atlant medeniyeti”, kendi kıyametinde cehennemin dibini boylamıştı. İnsanlığı tüketirken, ister istemez kendi cehennemini de kurmak durumunda olan karanlık medeniyetlerin sonuncusu ve bir bakıma Atlantis’in izdüşümü olarak “Batı/Aryan/Töton medeniyeti”, artık kendi ürettiği “ruh yiyici” argümanlarla karşı karşıya kalmış durumda. İşte bu nedenle kendi ürettiği silahlar, kendisinin katili olma yolunda ha bire gelişiyor! İcat ve üretim ivmelenmiş durumda, önünün alınmasının mümkünatı yok! Ancak kendi fermanını kendi kalemiyle imzalayan Batı medeniyetinin sonunun, Atlantis’te olduğu gibi kıtasını cehennem sularına gömeceği kanaatinde değiliz. Zira Batı’nın cehennemi boylayacak olan yanı, ürettiği medeniyet değil, bizzat insanı olacak. Ürettiği silahlarla medeniyetini sonlandırma potansiyeli taşıyan Tötonlar, aynı zamanda ve aynı teknolojik gelişkinlikle kendi medeniyetlerini korumanın tedbirini da almış durumdalar. Yani Batı’nın tek korumasız yumuşak karnı olan insanı/toplumu… Zaten “ruh yiyici kurt” o noktada işliyor. Bü işleyişle karanlık sûretli gizemci Töton medeniyetinin maddesi günbegün gelişirken mânâsının gerilediğini görmek için uzun bir çaba sarf etmeye gerek yok. Son iki yüzyılda negatif olan her şeyden hızlı bir “anti-kaçış” yaşayan Aryan toplumunun sonun başlangıcında olduğunu ve ivme hâlinde topyekûn yok olmaya başladığını ayan beyan gözlemlemek mümkün. Yukarıdaki cümlede “mânâ” kelimesiyle kasıtla sözü edilen ruh yiyici kurdun hedefinin inanç ve îman olduğu söylenmiyor. Zira inanç, bin 500 yıl evvel St. Paul de denilen Aziz Pavlus’la birlikte kokuşmuş ve o kokuşmuşluk üzerine îman zaten bina edilememişti. Hatta kısa bir süre içerisinde Hıris- Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com şubat 2016 27 haberajanda Derin Plan Bu savaşta, en başta üç klas güç bulunmakta: Birincisi, şu anki medeniyetin sahipleri olan Batılı Aryanlar ki bunlar, kendi aralarında iki unsurdan müteşekkil durumdalar: Anglo-Saksonların İngiltere’si ve Cermenlerin Almanya’sı... Daha evvel iki dünya savaşıyla kozlarını paylaşamamış olan bu iki birader güç, üçüncü savaşı da kendi aralarında yapmak durumunda kalacaklar nihâî noktada. tiyanlık inancını bir din olmaktan çıkarıp bir yaşam biçimine dönüştüren Batı medeniyeti hakkında “Bu devir itibariyle inancının en pozitif noktasında” dense yeridir. Çünkü artık kiliseler “Endülijans” denilen Cennet tapuları satmıyor en azından. “Günah çıkarma ameliyesi” de artık papazlardan çok psikologlar eliyle üzerine bilim kılıfı geçirilerek yapılagidiyor. Haftalık Pazar ayinleriniyse ailecek gidilen bir konser olarak değerlendiren bir tebaadan söz ediyoruz. Belki de böylesine gafil bir tebaa, kararmaya yüz tutmuş mevcut medeniyetin aydınlığa evrilmesi için bir şans. Her yıl on binlerce Hıristiyanın din değiştirmesi ve bilhassa İslâm’ı seçiyor olması, önemle üzerinde durulması gereken bir husus. Zira medeniyetin karanlığının sıyrılması için böyle bir tercih gerekiyor zaten. Bu tercihin miktarı yeterli mi? Tabiî ki şimdilik değil... Aydınlık kaynağına ulaşmak için her türlü argümanın da üreticisi olmuş olan Batı, buna rağmen medeniyetinin çıkmazına saplanmış durumda. Bu bataklıktaki 28 şubat 2016 Ahmet Yozgat Batı toplumları, cinsel tercih noktasında şaşkın bir hâlde. Bu sebeple Sodom halkına günden güne daha çok benzemeye devam ediyorlar. Hatta Batı toplumlarında ivmelenen seksolojik gelişmeler Lût kavmini ikiye katlamış durumda. Zira SodomGomore’de sapkınlık erkek illetiyken, Batı toplumunda ise nisa popülasyonunda da aynı hâldeki erozyon almış başını gidiyor. Buraya kadar Lûtiliği biliyordu insanlık, kadın eşcinselliği anlamına gelen “lezbiyenliği” ise Batılılardan öğrendi. Devletler bu noktada görevlerini yapmadılar ve buna bağlı olarak kadın ve erkek cihetinden “hemcins evliliği” yasal hâle getirilip resmen “garaip aileler” tesis edildi. Normal evliliklerin önemsizleşmesine ve dişiliğin kısırlaşmasına neden olan feminizm, akıl almaz bir şekilde Batı kadınının olağan tercihi hâline gelmiş durumda. Batı insanının “hayvanseverliği”ne rağmen alabildiğine gelişen “çocuk sevmezliği”, medeniyetinin istikbâlini yok eder bir sorun durumunda. Yani Batılı kadın evlense de, evlenmese de artık doğurmuyor. Bu sebeple toplum hazır nesilden harcıyor ve nüfus donmuş durumda da değil, ha bire geriliyor. Mevcut popülasyon yaşlı insanlarla kalabalıklaşıyor; buna karşın dünyaya gelen bebek sayısı günden güne azalıyor. Yani Batı medeniyeti, insanını yiye yiye tüketerek ve tükenerek kendi kendinin sonunu getiriyor. Uzmanlar yirmi yıl içerisinde İskandinav ülkelerinde yerli popülasyonun eriyip yok olacağını ve mesela İsveç’te İsveçlinin kalmayacağını belirtmekteler. Bu durum Almanya ve Fransa gibi ülkelerde yirmi değilse de kırk yılla sınırlandırılıyor. Kısacası 2050’den sonra Batı medeniyetinin sahipleri, yaşlanan nüfuslarının ölümü nedeniyle günbegün akıl almaz sayılarla eriyecek, miktarca gerileyecek ve gide gide tükenecek gibi görünüyor. “Madem istikbâl zifirî karanlık gibi görünüyorsa tedbir alınır” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tabiî ki alınır. Hatta yıllar evvelinden beri alınıyor. Hükûmetler evliliği teşvik etmek ve kadınları doğurur duruma getirmek için “aile ve çocuk parası” adı altında etek etek para dökmekte. Lakin para kimsenin umurunda değil. Zira paraya rağmen insanlar evlenmiyor, daha doğrusu doğal evliliğe yaklaşmıyor, evlense de çocuk yapmıyorlar. Herkes (birey, toplum ve hatta devlet) sahipsiz kalmaya mahkûm medeniyetlerinin sonuna giden yola taş döşemeye devam ediyor. İşte yukarıda çizdiğimiz tablonun özeti olan bu durum, yakıtı/enerjisi tükenmek üzere olan yorgun bir medeniyeti getirip 2000 yılı itibariyle ortalığa koydu. Vehamet gün gibi aşikâr “derin Batı” açısından. Bu sebeple Batılı “medeniyetörler” devlet olarak çırpınmakta ve “medeniyet” denilen değerlerin buna bağlı olarak dünyanın dizginlerinin ellerinden, hem de göz göre göre kayıp gitmesine razı değiller. Bu yüzden hızla yaklaşan sonlarını durdurmak için çırpınmaktalar. Lakin yaşlı nüfuslarının onlara yardım edecek gücü yok. Bir avuç kalmış genç nüfusunsa uyuşturucu bataklığından çıkıp “millî çaba”ya omuz verecek idealleri namevcut. Eşcinsel ilişki ve evliliklerden de ideal üzere yetiştirilecek “bebek” üremiyor. Yani medeniyet pırlantası baka baka, göre göre “Aryan/ Ari ırk Homo Sapiensler”in elinden kayıp gidiyor. Herkes, yani hem kendileri, hem de dünyanın istikbâlini okuyabilen milletler bu durumun farkında. Töton uygarlığının 2050’ye kadar ömrü kaldı. Panik hâlinde çırpınmalarına rağmen dünyadan ve hayattan çekilmenin gününü sayan Batılılar, son düdük öttürülüp son cenaze marşı çalındığında, arkalarında akıl almaz bir servetle beraber, şimdiye kadar olmadığınca fazla bilgi deposu ve teknoloji birikimi bırakacaklar. Yani Ari medeniyetin mîrası (ya da soykası) ne Mısır’dan, ne Babil’den, ne Roma’dan, ne Çin’den, ne Türk’ten, ne de diğer İslâm medeniyetinden geri kalır durumda değil. Batının mîrası, gerçekten de gözleri kör edecek kadar kamaştırmakta. Gözünün kamaşmasıyla yetinmeyen hemen hemen herkesin iştahını da kabartmakta. Bu durakta durulup ciddiyetle sorulması gereken soru şu: Bu hesaba gelmez mîrasın vârisi kim olacak? Evet, bu düzlemde eğleşmeye devam edip etrafta olan bitene tekrar tekrar bakmak şart! Neler oluyor? Nedir bu toz dumanın sebebi? Hiç! Sadece yukarıdaki sorunun cevabı aranmakta... Bunca gürültü niye? E tereke hesapsız olunca talipliler de fazla oluyor hâliyle… Gerçi yukarıda “Batı medeniyetinin mîrası karşısında herkesin iştahı kabartmakta” dedik ama bu tespit doğru da olsa, ortada “batan medeniyet gemisinin malları”nı gören herkesin “Neo-medeniyetin sahibi ben olacağım” diyecek gücü yok tabiî. Zaten hakkı ve salahiyeti de bulunmamakta. Bu bir bilek, yürek ve beyin işi! Tabiî kahramanlık kolay değil, hak etmek gerek! Vaziyeti örneklemek gerekirse gelinen durum için, Osmanlı’nın yaşlı Kanunî’sinin tahtına oturmak üzere harekete geçen şehzadelerin birbirine düşmesine benzeyen bir hâl var ortada. Hatırlarsanız, Muhteşem Yüzyıl dizisinde izlenmişti mîrasa konmak üzere harekete geçen kardeşlerin nasıl birbirlerini yedikleri. Bu da onun gibi bir şey… Haddizatında Batı’nın can çekişen bu hâli, Kanunî’nin oğullarından daha çok Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’ndaki kesin yenilgisinin ardından şehzadelerinin birbirine düştüğü Fetret Devri’ni hatırlatmakta. Bu örnek sanırım daha uygun. Bu örnekte asıl altı çizilmek istenen husus, vârislerin ve kavgada taraf olanların “sadece şehzadeler” olması. Ne sadrazamlar, ne vezirler, ne paşalar, ne de diğer Oğuz boylarının beyleri bu savaşta “Ben de varım!” deme hakkına sahipler. Onlar sadece şubat 2016 29 haberajanda Derin Plan taraflarını belirlemekte ve bir “hak sahibi” şehzadenin arkasında saf tutmaktalar. Dememiz o ki, mevzubahis “medeniyet çatışması”nda “Ben de varım!” demenin birtakım şartları bulunmakta. Yani örnekte olduğu gibi, kavgada var olmak için şehzade olmak gerekmekte; yoksa her önüne gelenle gerdeğe girmiyor “medeniyet gelini”. “Medeniyet kapışmasında yer tutmanın şartı güç ve kuvvet mi?” diye sorulacak olursa, buna verilen cevap “Hayır!” olur. Bunun için önce “medeniyet şehzadesi” olmak lâzım. Medeniyet şehzadeliği de “medenî babanın çocuğu” olmayı gerektirmekte. Yani geçmişte imparatorluk kurmuş, medeniyet sahibi olmuş olmak, sözünü ettiğimiz “Son Medeniyet Savaşı”nda namzet olmayı belirleyen yegâne etken olarak perçinlenmiş tarih siyasetinin anayasasına. Bunun yanında bir de “güç maliki” olunmuşsa tadından yenmez! O hâlde buyurun “Son Medeniyet Savaşı’nın meydanı, yarış sizi bekliyor! Peki, bu meydan belli mi? Gayet tabiî! Koyun bir pergelin sivri ucunu Amanoslara, hatta Türkmen dağına ve Ortadoğu’yu, Sina’yı, Kuzey Mısır’ı, Doğu Akdeniz’i, Kıbrıs’ı ve Anadolu’yu içine alacak şekilde 360 derecelik bir çember çizin! İşte Medeniyet Savaşı’nın çatışma alanı burası çember tarifiyle! Bir diğer geometrik şekille Harran-Hicaz-Kudüs üçgeni denilebilir. Yani kısaca Suriye ve periferisi… Türkiye bu 30 şubat 2016 medeniyetin sahibi olmak istiyor mu? Çember ve üçgen şekillerini kullanarak yaptığımız alan belirlemesinin ardından, geçelim “uygarlık şehzadeleri”nin kimler olduğuna ya da bu savaşın taraflarına… Hususa genel bir tarif söyleyerek girmek gerekirse, şu an sözü edilen alanda kim varsa, işte onlar, Son Medeniyet Savaşı’nın savaşçıları olarak silahları kuşanmış ve alana çıkmış, şimdilerde ölümüne vuruşmayı göze almış durumdalar. Hatırlayacaklar olacaktır, fakir, daha önce yazdığı üç yazıda Ortadoğu merkezli dünya çalkantısını “3. Dünya Savaşı” olarak nitelemişti. Derken, başta Papa olmak üzere pek çok ağız aynı minvâlde sözler sarf etmişti. 2016’nın başı itibariyle bugün herkes, olaylara “adı konulmamış dünya savaşı” deme noktasında. Ben hâriç! Zira artık bu savaşı “Üçüncü Dünya” değil, “Son Medeniyet Savaşı” olarak nitelemekteyim. Nedenini yukarıdan beri sıralayageldik. Ancak bir hususu atlamamak lâzım: Daha önce yaşanan dünya savaşlarında, savaşa hazırlık esnasında bir ayrıntı dikkat çekmekteydi. O da dünya savaşkanlarının iki kampa ayrılıyor olmalarıydı. Bu kampların başaktörleri “İngiltere ve Almanya” olarak öne çıkıyorlardı. Dünyanın diğer güçleri bu iki “kamp lideri”nin yanında saf tutuyor ve tetiği onlar adına çekiyorlardı. Lakin Son Medeniyet Savaşı’nda durum böyle değil. Ortada iki kamp yok ve savaşa heveslenen herkes, kendi yazdığı senaryo ve çekim planıyla dâhil olmakta plato atmosferine. Yani her ülkenin kendi A planı var ve sahipsiz kalacak olan “Batı medeniyet müktesebatı”na bu planla çökmek, olabildiğince fazla hasar almadan, hatta mümkünse hiç vuruşmadan nihâyete ulaşmak, alandan zaferle çıkmak ve “yeni medeniyetin sahibi”, dünyanın da maliki olmak istemekte. Ancak Türkiye hâriç! “Neden biz hariç?” diye sorarak bir durum tespiti yapıp sonuç belirlemek gerekmekte bu aralıkta. Dünyanın ve elbette kendi dünyalarının varıp “zurnanın düt dediği yere” dayanacağını tahmin eden Batı, yüz yıl evvel medeniyeti ve imparatorluğunu yerle bir ettiği Türkleri “yüzyıllık uyku”ya yatırmıştı. Elbette o uykunun nedeni, “Yazık be! Türkler bin yıllık uygarlık koşularının neticesinde fazlaca yoruldular. Garipler şuracıkta yüzyıl uyusun da dinlensinler” diye değildi. Hatta tam tersine, coğrafyayı yatağa yatıranlar tam bir “ölüm uykusu” amaçlamışlardı. Bu itibarla uyku yıllarında milletin kolunu kanadını budadılar, kafalarını kalıplara döküp nesilleri mankurtlaştırdılar, adam sermayesinin ruhunu karartıp erkekliklerini iğdiş ettiler. En mühimi de “idealsiz bir insan tipografı yapılandırmak” idi. Cumhuriyet yıllarında herkes ve her şey bu sonucu alma yolunda Batılı lordlara hizmet etti. Kimseyi suçlamanın âlemi yok! Ne yazık ki, bugün gelinen nokta itibariyle netice yeterince başarılı (bidayette umulan kadar olmasa da)! İşte bu nedenle yukarıda “Türkiye hâriç!” dendi. Olağanüstü hâller karşısında ve sıra dışı zaman dilimlerinde topyekûn bir millî duruş sergileyemeyen ülke, coğrafî olarak yukarıda çizilen “medeniyet savaş çemberi ya da üçgeni”nin içinde bulunmasa asla bu savaşa dâhil olmayacak ve uzak bir kenardan olan biteni seyredip kendisini yeni bir “yüzyıllık uykuya” yatıracak olan mürebbiyesinin ortaya çıkmasını bekleyecek, o kadar! Ama öyle olmuyor! İstese de, istemese de Türkiye, bu savaşın tam ortasında yer almış durumda. Çünkü coğrafya bırakmıyor. Coğrafya bıraksa tarih bırakmıyor. Tarih bıraksa, tarihle beraber şekillenen arka bahçeler bırakmıyor. Arka bahçeler bıraksa, oraların halkları bırakmıyor. Her şey bıraksa, Türklerin imparatorluk hayatında etrafa ektiği soydaşları bırakmıyor Türkmen dağındaki Türkmenler gibi. Baksanıza, Türkmen savaşçıları oluşturdukları paramiliter askerî birliklerine “Sultan Murat Tugayı” ya da “Sultan Abdülhamit Alayı” gibi isimler vermekteler. Unutmadan söyleyelim, mübarek milletin bir şekilde ilişkili olduğu unsurlar bir yana, en önemlisi de “dünyanın mazlum milletleri” bırakmıyor Türklerin ve Türkiye’nin yakasını. Bu yüzden başı sıkışan Anadolu’ya koşuyor sığınmak için. Adını dahi duymadığımız ülkelerin Ahmet Yozgat mazlumlarından söz ediyoruz. Bu savaşta Türkiye’nin yakasını bırakmayan önemli bir unsur daha var: Şu an söz konusu savaşa dâhil olan güçler de bırakmıyorlar Türkiye’yi. Bu sebeple Anadolu’da MI6, MOSSAD, CIA, BND, FSB ve İran Savama ajanları cirit atıyorlar. Yetmiyor, Rus uçağı Hatay semalarına tecavüz ediyor, dört bir yandan ülkeye teröristler yağıyor, devletin başına terör belası açılıyor, Kürtler kardeşler kardeşlerinin üzerine kışkırtılıyor, politik arenada siyasî komplolar düzenletiliyor, Gezi oluyor, 17/25 planlanıyor, yıkıcı muhalefet alabildiğine destekleniyor… Hülâsa, Türkiye bu savaşta olmak zorunda! Zira Batı medeniyetinin selefi, yüz yıl evvelinin en büyük imparatorunun çocukları, Doğu medeniyetinin de son durağı… Yani burası! Namzetler Konuya biraz daha fokuslanalım ve bu savaşın cengâver namzetlerine daha analitik bir nazarla bakalım. Bu savaşta, en başta üç klas güç bulunmakta: Birincisi, şu anki medeniyetin sahipleri olan Batılı Aryanlar ki bunlar, kendi aralarında iki unsurdan müteşekkil durumdalar: Anglo-Saksonların İngiltere’si ve Cermenle- Türkiye’nin bu Son Medeniyet Savaşı’nda bizzat kendisini belirleyen kahraman olacağını kaçınılmaz kılan unsur, yukarıda olumsuz bir ifadeyle sunulan coğrafya, tarih, etrafa serpiştirilmiş öksüz imparator evlatları, mazlum milletler, duâ ve îmandır. En azından yüzde 52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize sahip çıkmanın zamanı geldi!” ideali de unutulacak bir umde değildir. rin Almanya’sı... Daha evvel iki dünya savaşıyla kozlarını paylaşamamış olan bu iki birader güç, üçüncü savaşı da kendi aralarında yapmak durumunda kalacaklar nihâî noktada. Medeniyet kapışmasının ikinci büyük gücü, Slavlar olarak sırasını almış durumda. Üçüncü sıra ise Türklere ait… Yani yeni medeniyet, saydığımız bu “üç artı bir”in arasındaki boğuşmada ayakta kalan güce teslim olmak durumunda. Ancak sözü edilen üç ana adayın dışında “Medeniyet Savaşı’nda ben de varım!” diyen ikincil güçler de mevcut. Bunların başında halen sahada bulunan İran geliyor. Onun ardında, uçak gemileriyle Akdeniz’e inmiş, ancak “alarga” seyretmekte olan Çin var. Bu iki “sıcak” namzedin dışında, medeniyet savaşının ikincil savaşçıları sıralamasında Hindistan ve Japonya’dan da söz etmeden geçmemek lâzım, fakat bu ikisi henüz fiilî olarak sahaya inmiş değiller. Sözün burasında “Ya ABD?” dediğinizi duyar gibiyim. Hatta Fransa’yı da merak edenler olabilir. Hemen söylemek gerek: ABD, Anglo-Sakson kimliği nedeniyle İngiltere’nin yanındaydı, bundan sonra da aynı hatta olacak. Fransa’ya gelince… O da şubat 2016 31 haberajanda Derin Plan yedeklerine almak isteyenler, aynı zamanda onu yukarıda saydığımız medeniyet adayları sıralamasında da “ilk üç artı bir” sıralamasından düşürmek niyetindeler. Böylece geride “iki artı bir” kalacak ve Türklerle karşı karşıya gelmeden, son medeniyet ve son imparatorluğun sahipleri olarak onları “kaydî mağlup” derekesine indirmiş olacaklar tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi. safını 1959’da Ortak Pazar Antlaşması’yla belirlemiş ve Almanya’nın ortağı olarak yerini almıştı. Daha sonra Alman-Fransız ortaklığındaki hat genişletildi ve Berlin, AB’yi kurup vassallarını uzun treninin kompartımanlarına birer birer bindirdi. Neredeyse Birleşik Avrupa Devleti’ni kurma noktasına geldi de dayandı hatta. Önünde Ukrayna, Belarus ve Baltık devletleri üçlüsü vardı. Ukrayna’dan daldı, fakat çok kötü tosladı Putin belasına. Geri çekildi. Bu yenilgi, Avrupa treninde hayâl kırıklığına ve “Gros Mein Herr Alman” mottosunun sorgulanmasına neden oldu. Sorgulayanlardan biri de Fransa’ydı. Paris’in soruları Rusya’nın Suriye çıkarmasıyla arttı. Yani Mösyö, bugünlerde İngiltere ile flört etmekte. Bilindiği üzere o Avrupa treninin kapılarını Türkiye de çok zorlamıştı. Lakin son olaylara kadar derdini soran olmamıştı. Trenin sarsılmaya başlamasıyla birlikte Alman- 32 şubat 2016 ya, yaklaşan savaşta yukarıda sayılan anâsırla “mazlum milletlerin umut savaşçısı” olarak yerini almaya zorlanan Türkiye’nin ikircikli hâlinden bilistifade harekete geçti. Berlin, Ankara üzerinde operasyon başlatmış durumda. Bu sebeple AB’nin kapılarını açıp Ankara’nın ağzına vize muafiyeti balı çalıyor. Ankara-Berlin flörtü, Sultan Ahmet patlamasıyla birlikte açıktan açığa devam edegidiyor. Sadece Almanlar değildi tabiî Türklerin kararsız durumundan istifade etmeye çalışanlar. Çıkarma öncesi Rusya, gazla tuzla gelmişti ittifak için Ankara’ya. Tam “Oldu” derken, Suriye’ye çıkarma yapan Putin tuz biber ekti işe. Fakat buna rağmen Türkiye’yi yanında görme isteği devam etti. Ta ki Türk jetleri Rus uçağını vurana kadar... Şu an itibariyle ipler kopmuş durumda. Tabiî İngiltere ve ona bağlı olarak ABD de Ankara’yla irtibatlı hâlde. Lakin gerek AB, gerek İngo-ABD ve gerekse Ruslardan herhangi biri Türkiye’yi yedeğinde görme başarısını sağlamış değil. Yukarıda denildiği gibi, “son yakınlaşma Almanya ile”. Bununla beraber İngo-ABD ile Koalisyon Gücü’nde beraberler. Nihâî durum muğlak, atmosfer flu… Çünkü Türk Devleti, 1839’dan bu yana ilk kez “millî duruş” sergilemekte. Ve eğer savaş kaçınılmazsa, kendi başına ve kendi çıkarları doğrultusunda bağımsız hareket etme niyetini taşımakta. Lakin bir eksiği var: Askerî güç! Bu eksik de yenilir yutulur gibi değil. Zira bir bakıma ülke, daha evvel gelip geçen siyasî iktidarlarca söylenen ninninin etkisiyle yıllarını boşa harcamış durumda. Zira devlet geleceği okuyamamıştı, bu nedenle de söz konusu savaşa hazırlıksız yakalandı. Şu an iki ara bir dere durağında bocalar durumda. Burada şu noktayı da atlamamak ve tespiti not etmek elzem: Girmeye hazırlandıkları savaşta Türkiye’yi O yıllarda idarede bulunanların propagandasıyla (hatta hâlâ) birlikte tüm Türkler, 75 seneden beri ülkeyi savaşa sokmama başarısını gösteren “İsmet Paşa”ya şükrederlerken, savaşın asıl tarafları, “kaydî mağlup” olarak etiketledikleri Ankara’yı Birinci Dünya Harbi noktasında ve Mondros Mütarekesi durağında “Yalta mağdurunu” hastanede tutmuş olmanın keyfini yaşıyorlardı. Yani “Postdam Konferansı” masasında Osmanlı yoktu, olamadı, oldurmadılar. İsmet Paşa hayranları da bunu bir başarı gibi yutturmaya devam ediyorlar. Neyse, geçelim... Bu düzlemde ne yapmak durumunda Türkiye? Kanaatimiz o ki, “Türk derin milleti” artık Yalta’dan firar etmeyi, Postdam’ı çiğnemeyi ve Son Medeniyet Savaşı akabinde tertiplenecek üçüncü konferansta masada olmayı planlamakta. Her ne pahasına olursa olsun, artık bu ülke son konferans masasında olmak ve medeniyetin yeni sahibinin belirlenmesinde özünü ortaya koymak, 1799’da elinden alınan “babasının malı medeniyeti”ne Ahmet Yozgat sahip çıkmak ve “Mazlum Milletler Medeniyeti”ni kurmak için yukarıda çizdiğimiz coğrafî grafikasyon muvacehesinde medeniyet dairesinin en başköşesinde oturan biri olarak dairede at oynatıp kılıç şakırdatmak ve nara urmak zorunda! Ha atlamadan… “Güç” mü demiştik yukarıda? Unutmayalım ki en büyük güç, Yüce Allah’a ve zafere inananlarındır. Zira gücün sahibi yalnızca Kâdir olan Allah’tır. Bu bağlamda unutulmamalıdır ki, insanlığın istikbâlinde “atmosferi kaplayacak duman ve konuyu yorumlayanların tahminlerine göre silahların susacağı, tüfeklerin çalışmayacağı günler bulunmakta”. Üstelik bunu kayda geçerken uzaklardan değil, oldukça yakın bir gelecekten söz ediyoruz. Tespit-i Peygamberîye göre, “güç” denilen teknoloji ve savaş silahlarının bir anlam ifade etmeyeceği zaman dilimi her ne kadar kapının arkasındaysa da, aslında Türkiye’nin bu Son Medeniyet Savaşı’nda bizzat kendisini belirleyen kahraman olacağını kaçınılmaz kılan unsur, yukarıda olumsuz bir ifadeyle sunulan coğrafya, tarih, etrafa serpiştirilmiş öksüz imparator evlatları, mazlum milletler, duâ ve îmandır. En azından yüzde 52’nin “İmparatorluğumuza ve medeniyetimize sahip çıkmanın zamanı geldi!” ideali de unutulacak bir umde değildir. Unutmayalım ki en büyük güç, Yüce Allah’a ve zafere inananlarındır. Zira gücün sahibi yalnızca Kâdir olan Allah’tır. Bu bağlamda unutulmamalıdır ki, insanlığın istikbâlinde “atmosferi kaplayacak duman ve konuyu yorumlayanların tahminlerine göre silahların susacağı, tüfeklerin çalışmayacağı günler bulunmakta”. Üstelik bunu kayda geçerken uzaklardan değil, oldukça yakın bir gelecekten söz ediyoruz. şubat 2016 33 haberajanda Arka Plan Macarlar hâlâ Türk akınlarının durdurulduğu günü 100 çan vuruşuyla kutlar; doğan her Macar çocuğu, bu yüz çan vuruşunun hikâyesiyle büyür. Bir İngiliz, Sırp, Yunan, Bulgar, Makedon için de Türk’ün taşıdığı anlam farklı değildir. Avrupa akınlarının durdurulması için tek başına Türk’le çatışmayı göze alamayan milletler, bu nedenle “din” ortak paydasında buluşarak Haçlı ordusunu oluştururlar. ASLANLAR KENDİ TARİHÇİLERİNE KAVUŞUNCAYA KADAR, KİTAPLAR AVCIYI ÖVECEKTİR. (AFRİKA ATASÖZÜ) T ARİHİN seyri içindeyiz. Her sabah doğan güneşe inat, güneşi balçıkla sıvamaya kalkanlar var. Her gece ay ışığıyla aydınlanan dünyayı, bir daha güneş doğmasın diye tutmaya çalışanlar var. >> Mehmed Âkif, “İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diye dizelerine işlerken tarih bilincini, millî şuura, millî bilince, dahası tarih şuuruna atıf yapar. Bu nedenle Selçuklu’dan başlatırsak tarihin seyrini -ki bu bazılarınız için eleştiri konusu edilebilir- Türk milleti olarak İslâm’ı kabulümüzle başlayan bir “fetih bilinci”ne yaslanır at koşturuşumuz. Hunları, Attila’yı, Göktürk’ü bir millet özdeyişi içinde sayarken, bir inşâcı olarak tarih sahnesinde rol almaya başlayışımız, İslâm’ın kabulünden sonrasına rastlar. Bu nedenle “Türk”, sadece bir ırkın adı değil, bir misyonun adıdır. İsmet Özel’in tanımı güzeldir: “Kâfirle çatışmayı göze alana ‘Türk’ denir. Peki ya Türk’le çatışmayı göze alana ne denir?” Tarih, Türk’ün inşâcı olma gücünü yitirdiği günden beri çalınan rolünü yazacak. Türk’le çatışmayı göze alan Haçlı ordusu, savaş meydanında durduramadığı akınları, millet olma kodlarına savaş açarak durdurabildi. İstanbul’da baş gösteren ayaklanmalar, suikastlar, Sarayı hedef alan yazı ve eserler, bu kodlara saldırının en dinamik koridorunu teşkil etti. Mustafa Reşit Paşa’nın öncülüğünü yaptığı Tanzimat, bizatihî bu yeni dönemin kodlarına yapılan saldırının ilk zaferidir. Oysa bunun daha öncesinde Mohaç’ta baş gösteren “Türkler yenilebilir” fikri, Avrupa için heyecan vericiydi. Haçlı aydını bu fikri işlerken, Haçlı ordusu henüz bu fikre inanmıyordu; “ezilmişlik” fikrinden çıkması için Birinci Dünya Savaşı’na kadar bir zamanın işlemesi gerekiyordu. Birinci Dünya Savaşı, yeni dünya düzeninin “Türkler yenilebilir” fikrine inandığı bir sürecin muharebesi ve masada kazandığı ilk zaferidir. Bu meyanda 1. Dünya Savaşı, Cihan Devleti’nin “Yenilebiliriz” fikrine inandırıldığı ilk 34 şubat 2016 Fatih Bayhan fatihbayhan.ajanda@gmail.com ve en büyük kayıptır. Ama bununla sınırlı kalmadılar ve asıl kodlara saldırıya giriştiler: “Millet olma kodlarına”… Çok uluslu olmayı, kültürel haritada bir potada buluşturabilme zenginliği değil, bir çatışma zemini gibi oluşturdular. 1789’da başlayan Fransız kaynaklı ulusçu akım, en büyük tesirini bu nedenle Osmanlı coğrafyasında gösterdi. Ve bu tesir 200 yıl boyunca hiç durmadı, hâlâ devam ediyor. 1975 yılında Kosova’yı ayrı bir devlet formatında kurduranlar, onun içindeki Türk, Arnavut, Sırp ve Makedon unsurları ayrı ayrı var kılmayı da ihmâl etmediler. İmparatorluğun yıkılmasının üzerinden 60 yıl geçmiş olsa da Kosova’daki sokaklarda Türkçe’nin konuşuluyor olması en çok “zafer” kazanmışlık iddiasındakileri çıldırtıyordu. Bu kez Türkçeyi yasaklamak yerine, Arnavutçayı mecbur kıldılar ve 2015’e gelindiğinde aradan 40 yıl geçmişti, ikinci kuşakta Türkçe konuşanlarsa nüfusun yüzde 2,5 idi. Haçlıların peşindeki oldukları efsane neydi? Bir başka nokta, Batı kaynaklı bu akımın, İmparatorluğun merkezinde diri tutulmak istenen “yenilmişlik fikri” idi. Bu nedenle modern Türkiye Cumhuriyeti, bir Osmanlı Cihan Devleti bakiyesi iddiasında hiç olmadı. Hatta bu iddiadan resmî olarak da hep kaçındı. Yeni bir ulus devlet inşâsı, yeni bir dil ve tarih, harita oluşturuldu. Kendi geçmişinin izlerini Söğüt’te, Horasan’da, İstanbul’da aramak yerine, Kızılderililerde, Mayalarda aramaya kalkışan yeni bir tarih araştırmacılığı baş gösterdi. Bu iddia, bizatihî “yenilmişlik fikrinin” tarihsel kimlik kazanmasıydı. Sanayi Devrimi ile baş gösteren ticarî akım, Avrupa’nın zenginleşme hareketiydi. Çünkü Doğu’nun zenginliklerine ulaşmalarının önünde engel vardı. O engelin adına “Türk” diyorlardı. Avrupa’nın Doğu’nun zenginliklerine ulaşma arzusu, Avrupalı kâşiflerin Doğu’nun güçlü kralını bulma ve Hıristiyan dünyasına destek alma gayreti hep aynı heyecanın ürünüydü. Avrupa’nın bu telaşı, geç ve geri kalmışlığını telâfi çabasından kaynaklanıyordu. Dünyayı keşfe muhtaç ve koca bir kıtayı demir perde hâline getirip kendi kıtasının karanlıklarında ve zulümlerinde sıkışıp kalan halk, Avrupa sakinleriydi. Avrupa için Doğu’dan mahrum kalmak, ikinci bir ölüm mânâsına geliyordu. Amaç, servet, kudret, ihtişam ve dinî meşruiyet arayışı idi. Yani keşif amacıyla yola çıkılmamıştı, gizli emelleri içerisinde Kudüs’ün Haçlılar tarafından tekrar fethi dahi vardı. Hint ticaretinde tekel kuran Venedikli ve Osmanlı tüccarlar karşısında bu haksız rekabetten kurtulabilmek adına Avrupalı tüccarlar, Avrupa piyasasına birinci elden mal götürüp satmak istiyorlardı. Avrupalıların dillerinden düşürmedikleri ve Doğu’da yaşadığına inanılan “Prester John” adlı bir efsanevî Hıristiyan kralına ulaşmak ve ondan yardım almak peşindeydiler. Cristoph Colomb ve Vasko de Gama’nın efsanevî krala ulaşmak için yanlarında çeşitli hediyeler götürdüklerini de biliyoruz. Coğrafî keşiflerin arkasında yatan temel güdülerden biri de, Doğu’da yaşadığı bilinen ama cismi bir türlü bulunamayan güçlü efsanevî kralı bulmak, onunla temasa geçip, ondan gücünü Batı’daki Hıristiyanlarla birleştirmesini istemek ve bu sayede Müslümanlara ağzının payını vermek yatıyordu. Beklenen fırsatı bizatihî Müslümanların kendileri verdi. Devletin merkezinde yaşanan travmalar, benlik kavgaları, sistemin tıkanması, malî ve iktisadî hezeyanlar, durağan hâle gelen ilmî ve fikrî gelişme yaşadıkları coğrafyaya karşı yabancılaştırdı insanlarımızı. İstanbul’u sevmez olduk, bu şehre Oryantalist kalbiyle baktık. Beşer olma vasfının en bâriz zaafı, işlemeyen sistemde ortaya çıktı. “Reçete”yi kendi köklerinin yeniden inşâsında değil, sürekli sefer eyledikleri Avrupa’ya öykünmekte buldular. Mekke ve Medine yerine, Londra ve Paris’e ziyaretler başladı. Tarihin verdiği “üstünlük” rolünü, kendi yürüyüşümüzü kaybettiğimizde erittik. Bu yüzden “hâkim olma” fikri, “mahkûm” olmaya dönüştü. Dünya güzellik yarışmasına katılan ilk kızımız Keriman Haris’e takılan birincilik madalyası, Batılılaşma yolunda yeni ülkenin boynuna asılmış bir travmadır. Keriman Haris’e o madalya, “en güzel kız” olduğu için değil, gözlerine dahi bakamadıkları Türk kızının çıplak bedenine bakabilme zaferinin övünç çığlığı olarak takılmıştı. Bu nedenle biz, Nobel Ödülü verilmiş isimlerimize hep bir teenniyle yaklaşır, “Acaba hangi alandaki “yenilmişlik fikrinin” zaferini kutuluyorlar?” diye takılırız. Ve bu takılma bizi hiç yanıltmamıştır. Son söz şu olabilir: Batı, Mohaç’tan bugüne, “Türkler yenilebilir” fikrine inanarak yürüdü ve bize “Yenildiniz” fikrini işledi. Üzerinden 600 yıldan fazla zaman geçse ve İmparatorluk dağılmış ve Batı “Türkler yenilebilir” fikrine inanmış olsa da hiçbir zaman “Türkler yeniden ayağa kalkabilir” fikrini yok saymadı. Ve bu nedenle hep korku ile umut arasında bir ilişkimiz oldu. Oysa biz, “yenilmişlik” hâlini içselleştirdik, kabullendik. “Yapamayız” fikrine o kadar alıştık ki yapanlara duyduğumuz hayranlık bizi eritti. Ancak içimizde bir kor hiç sönmedi. Batı’yı korkutan ve “Türkler yeniden ayağa kalkabilir” endişesini haklı çıkartacak bir damar yol buldu. İnşâ etme rolüne inananlar çoğalıyor, içimizdeki Matrix’ler bir bir bağlantılarını kopartıp aşkın güce îman etmeye başladılar. Âyetin silkelemesi gibi, “Ey îman edenler, îman ediniz!” şeklindeki inşâ fikrine âşinâ olup tutundukça dünyaya yeni bir felah gelecektir. Ve felahımız, yenilmişlik fikrine reddiye yazarak başlayacaktır: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır!” şubat 2016 35 haberajanda Kripto Kontlukların bölgede ge- çen iki yüzyılı ve sonrasında Fransız Katolikliği, bölge Müslümanlığını da etkiledi. İslâm kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte bu trinitik Müslüman mezhebinin bölgedeki adı, yüzyıllardan beri “Nuseyrî/Nusayrî” olarak bilinmekte. Suriye’de yüzde 10’a tekabül eden bu azınlık, geçen yüzyılın ortasından başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey bir kısmında Suriye hâkimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar. 36 şubat 2016 Charlie’yi de basar, Paris’i Mösyö’nün Y ÜZ yıl evvel, cangıl ormanlarında destursuz gezen bir aslanı al ile vurdular. Kralı yaralayan ve o can çekişirken organlarını paylaşmaya koyulan avcıların belli başlıları dörttü; ancak avcı başı, tartışmasız Londralı olandı. Onun dışındakilerden biri Parisli, biri Moskovalı, sonuncusu da Romalıydı. Bunların arasında en tokgözlü olan Romalı kurttu, aslanın kıç bölgesine razı olmuş ve gruptan ayrılmıştı. Ancak “Boğaz kısmından da bir ısırık verirsiniz artık!” diyerek… de yakarlar! lâneti Seydahmet Karamağralı sakaramagrali.ajanda@gmail.com >> Avcılar arasında en açgözlüsü ise Moskovalı ayıydı. Ayı, doymak bilmez iştahıyla aslanı orasından burasından kemirmek için dişlerini biliyordu. Ayının açgözlü biri olduğunu bilen avcı başı, önlemini almış ve yanında taşıdığı çırayla ayının kuyruğunu tutuşturmuştu. Arka bölgesinde ateş acısını duyan ayı, aslanı maslanı unutup “Yandım anam!” feryadıyla karlı dağlar arasındaki ininde almıştı soluğu. Geride Parisli çakal ile Londralı avcı başı kurnaz tilki kalmıştı. Tabiî tilki, “gâvur gibi” biliyordu aslanın nerelerinin yağlı, nerelerinin ballı olduğunu. Bu yüzden, çok öncesinden hazırlıklıydı üleşme esnasındaki hınzırlıklarına. Bu sırada cetvelini, makasını, bıçağını ve testeresini eline almış olan çakala dedi ki, “Ah ah, ne güzeldi atalarının bin yıl önceki kahramanlık günleri! Dur hatırlatayım sana onlara ait bir hatırayı. Ta Fransa’dan kalkıp buralara kadar gelmiş ve aslanı bir kez daha vurmuşlardı. Çok severlerdi o atalar aslanın karın bölgesini. Yemeye oradan başladılar. Tam karnını bitirmiş, ciğere ve dalağa sıra gelmişti ki aslanın sahibi çıkageldi. Böylece ziyafetleri yarım kaldı zavallıların. Her neyse, onların hatırasına hürmeten ben, şu ortada yatan aslan leşinin işkembe bölgesine elimi sürmeyeceğim. Zira vaktiyle atalarının yarım bıraktığı o bölgeyi mideye indirmek senin hakkın. Geç aslanın alt yanına da ceddinin yedi yüz yıl önce yarım bıraktığı ziyafeti tamamla!”. Kurnaz bir ağızla verilen gazla cetveli makası bir yana fırlatan çakal işaret edilen yere girişirken, tilkiyse üzgünümsü bir ifadeyle, “Bana da şu yağlı ballı bölgeler kalsın bari! Yoldaşları doyurmak için kendimi feda edip etle butla idare edeceğim artık” diye hayıflandı. Kutsal nikâh (!) Biliyorsunuz dünya, “fabl” adı verilen “konuşan hayvan masallarının” kralı olarak Fransız yazar La Fountaine’yi biliyor. Tabiî bu çakal Fransız’ın o masalları Hint’in “Beydeba”sından aldığından haberi bile yok. Veya var da umurunda bile değil. Belki de “Aslan Yürekli Richard”, Doğu’nun masallarını yağmalama hakkını da çakal ata İkinci Philip Auguste’ye vermişti ta o ilk bölüşümde. Peki, kim mi bu Aslan Yürekli Richard ile Philip Auguste? Tabiî ki Üçüncü Haçlı Seferi’ne katılan İngiliz ve Fransız Kralları... Bu çiftin yanlarında bir de Alman Kralı Friedrick Barbarossa vardı. 1150’de deniz yoluyla geldikleri Suriye’de onları Doğu’nun şanlı kahramanı Selahattin-i Eyyubî karşıladı. Tarihler, Avrupalı troykanın 1190’a kadar bölgede kaldıklarını ve sonunda Selahattin’i yenemeyeceklerini anlayarak ülkelerine geri döndükle- rini yazıyor. Aslında Haçlı ruhu, Türklerin Malazgirt kapısını kırıp Hıristiyan inancına göre “Tanrının gezindiği topraklar” olarak bilinen Anadolu’ya girmesiyle hortlamıştı. Lakin bir Katolik organizasyonu olan Haçlı seferlerinin tetikleyici unsuru, Anadolu’nun sekiz yıl gibi kısa bir zaman zarfında Bizans’tan alınmış olması değildi. Zira Bizans, ortak dinin Ortodoks mezhebindendi. İki mezhep, yani Katoliklik ve Ortodoksluk, Malazgirt’ten sadece 27 yıl önce kesin biçimde ayrılmış ve 1054’te neredeyse iki ayrı din gibi can düşmanı olmuşlardı. Bu nedenle Haçlı seferlerine Bizans’ın Anadolu yakasının fethiyle değil, üç yüz yıldan beri Endülüs Müslümanlarının elinde bulunan İspanya’nın bir kısmının geri alınmasının verdiği gazla start verilmişti. Çağrı, Fransız Kralı ve Fransa’nın kolonileri durumuna gelmiş olan minyatür İspanya kralcıklarından gelmekteydi. Devrin Papa’sı Urbanus, çağrılara olumlu karşılık verdi ve hazırlıklara başladı. “Mübarek Kudüs’ün kâfir Müslimlerden alınması farzdır!” sloganıyla başlayan propagandada Fransız aristokratları başı çekiyordu. Bunların arasında yer alan Pierre L’ermite, bir keşişten çok aktöre benziyordu. Tüyü dökük zavallı bir eşek üzerinde yalın ayak, başı açık ağıtlar düzüyordu şubat 2016 37 haberajanda Kripto kontluklarına yardıma gidenler, yolun yarısında Bizans’la uyuşmazlığa düşünce seferi sonlandırmak zorunda kaldılar. mübarek Kudüs için. Ona bir başka Fransız yoksul Gautier adlı tiyatrocu eşlik ediyordu. Takvimler 1096’yı gösterirken, Fıransa’dan neşet eden ve tam 1299’a kadar 203 yıl sürecek “dinî nefret saldırıları” başlamış oldu. Bu süre zarfında Avrupalılar, tam sekiz sefer düzenlediler Doğu Akdeniz sahillerine. Tabiî birinci seferi Fransız halkı tertipledi. Bir kısım maceracı şövalyenin liderliğinde harekete geçen sürüye Papalığın yardımcı kuvveti de eşlik ediyordu. Güya cenneti fethe çıkan on binlerce Fransız ve onlara yol boyunda katılan Avrupalı Hıristiyan serüvenistler, sırtlarına beyaz tunikler giymiş, önlerine ve arkalarına kocaman haç işaretleri çizmişlerdi. Bu kırmızı haç resimlerinden ötürü bu sürünün adı “Haçlı”, yürüyüşleri de “Haçlı Seferi” olarak düşmüştü tarihe. Uzun ve yorucu bir koşuşturmanın ardından 38 şubat 2016 onları Anadolu’da Selçuklu Oğuzları karşıladı. Oğuzların Sultanı Kılıçarslan adına Şehzade Davut’tu karşılarına dikilen bahadır. Ve Davut Han, Haçlı sürüsünü ağır bir mağlubiyete uğrattı Anadolu’nun uçsuz bucaksız yutuculuğunda. Ancak sürü o kadar kalabalıktı ki öldür öldür bitmiyordu. Bu sebeple Haçlılar, kanlarını ve canlarını saça saça Çukurova’dan çıkmayı başardılar. Önlerine çıkan her şeyi kıra döke, herkesi katlederek, Suriye’nin batısındaki kıyı şeridini ve Lübnan’ı geçip neticede Kudüs’e ulaştılar. Bu seferin sonunda Antakya-Kudüs hattında bir tek Müslüman komamacasına kırmış ve “Levanten Şeridi” adını verdikleri bölgede dört kontluk, Kudüs’te de bir küçük krallık kurmuşlardı. Kudüs Krallığı, Papa adına tescilli bir Latin organizasyonu; kontluklar da Fransızlara ait devletçiklerdi. Bu, birinci lanetiydi Mösyö’nün! İşte Levanten bölgesinin tapusu o vakit kesilmişti Fransızlar hesabına! Bu arada Papa Urban, bölgeyi Tanrı’dan aldığı yetkiyle (!) Paris kralları için kutsadı ve kıyamete kadar onlara tahsis ettiğini açıkladı. Üç yıl süren birinci seferin en teolojik neticesi, Fransa’yla Levanten Şeridi’nin evliliği olarak perçinlendi. Yenilgilerin faturasını başka mazlumlar ödüyor Haçlılara ait ikinci sefer, birincisinden 45 yıl sonra yapıldı Doğu’ya ve Avrupalı şövalyelerin iki senesine mâl oldu. Bu seferin başlama nedeni, başı sıkışan Frank kontluklarının yardım istemeleriydi. Yardım feryadına karşılık veren Fransa Kralı İkinci Lui’nin yanında, bu kez Alman Kralı Üçüncü Kondrad da vardı. Doğu Akdeniz şeridi Levanten Hemen ikincinin peşinden üçüncü sefer yapıldı. Kırk yıl süren bu seferin amacı, Selahaddin tarafından fethedilen Kudüs’ün tekrar alınmasıydı. Bu sebeple katılım oldukça fazlaydı ve Latinlerin yanında üç imparator vardı: Yukarıda sözünü ettiğimiz Fransız Kralı Philip, Alman Kralı Frederick ve İngiliz Kralı Richard… Bölgeye intikal edişlerinin ilk haftalarında, Mısır merkezli Eyyubîlerin Sultanı Selahaddin karşısında sonuç alamayacağını anlayan üç imparator, doğru dürüst bir iş yapamadan Eyyubîlerle nötr bir antlaşmaya imza atıp ize basa geri dönmek durumunda kaldılar. Buna rağmen Fransız mösyöler, kendilerini başarılı addettiler. Zira Levanten Şeridi ve onun uzantısı olarak bugünkü Suriye, hem Alman, hem de İngilizler tarafından, hatta Mısırlılarca imzalanan antlaşmayla bir kez daha Paris adına tapulanmış oldu. Hatta bu seferin sonunda dinî meseleler tali bir noktaya itilmiş ve Levanten kontluklarının siyasî niteliği önem kazanmıştı. Dördüncü Haçlı Seferi 13 yıl sonra yapıldı ve iki yıl sürdü. Müsebbibi Papa İnnocentus olan seferi, baronlukların siyasî niteliğinin öne çıkması ve seferlerin bidayette var olan teolojik nedeninin arkaya itilmesi tetiklemişti. Ancak bu sefer, meseleyi tamamen dünyevîleştirmekten başka Seydahmet Karamağralı bir işe yaramadı. Kudüs’e kadar gitmeyi göze alamayan Papa temsilcileri, inançlarına göre dinin ikinci Kudüs’ü sayılan İstanbul’u işgal etmeyi daha pragmatist buldular. Het hötle kentten Bizans Hanedanlığını kaçırtıp Konstantinapol’de elli yıl sürecek olan bir ara krallık kurdular. Güya amaç, Ortodoksluğu Katolik inancına evirmek ve bin 800 yıl önce Roma’dan kopan Bizans’ı merkeze bağlamaktı. Elli yılın sonunda bu amaçları gerçekleşmediği gibi, Haçlılar, Konstantin İmparatorluğu’nun olası uzun ömrünün daha da kısalmasına ve 250 sene sonra Osmanlı Türklerinin eline düşmesine sebep oldular. Belki bu kusurlarından ötürü Avrupalılar 1453 yaklaşırken Osmanlılara karşı bir dizi Haçlı savaşı gerçekleştireceklerdi. Yeni nesil Haçlı seferlerini tarih Sırpsındığı, Kosova ve Varna Savaşları olarak adlandırdı. Lakin bu savaşların da hiçbiri İstanbul’un fethine engel olamayacaktı. Beşinci seferi ise Macar Kralı Andras yaptı. Ancak sefer doğrudan doğruya Kudüs’e değil, kutsal şehrin ve onun uzantısı olan Levanten kontluklarının gırtlağı elinde olan Mısır’a ve Eyyubî Sultanı’na karşıydı; harekât fiyaskoyla bittiğinde, takvimler 1217’yi gösteriyordu. Beşinci seferden on yıl sonra Altıncı Haçlı Seferi, bir önceki sefere katılmaması nedeniyle aforoz edilen Alman Kralı İkinci Frederick tarafından ve yine Fransız asilzadelerinin katılımıyla gerçekleşti. Mısır Sultanı’yla anlaşan Kral, Kudüs ve çevresini almayı başardı. Ancak sefer sona erdiğinde Fransız baronları Alman Kral’a isyan edip elinden Kudüs Krallığı’nı alarak kendi aralarında paylaştılar. Bu seferin neticesinde Almanlar “Kutsal topraklarda biz de varız!” demiş ve Latinlerin elinden Kudüs’ü almışlardı. Lakin Franklar buna izin vermediler ve şehri ele geçirip kuzeyde uzanan Levanten bölgesine eklemlediler. Böylece Kudüs’ten Urfa’ya kadar olan arazinin tapusu Paris’in eline geçmiş oldu. Fransızlar açısından en şanssız sefer, yedincisiydi. Kuzeydoğudan hareketle bölgeye inip 1247’de Kudüs’ü düşüren Harzemşah Türklerinin başarısı, Paris Kralı Aziz Luis’i çok kızdırdı ve Mösyö Kral, soluğu bölgede aldı. Lakin Mısır’ın yeni hâkimleri olan Memluk Türkleri onu orada bekliyorlardı. Bu yüzden Kral, daha işin başında her şeyiyle birlikte özgürlüğünü dahi kaybetti, yüklü bir fidye vererek canını ancak kurtardı. Aynı yıllarda Asya’nın ortası kaynamaya başlamıştı. Bir avuç Moğol, kağanları Cengiz’in liderliğinde organize olmuş, bölgedeki devasa Türk Şamanistlerini de peşlerine takarak suya atılan taşın oluşturduğu halkalar gibi ha bire genişliyorlardı. Bu önlenemez genişleme Suriye’ye kadar uzandığında onları da orada Memluklar karşıladı. Kızıl saçlı, çakır gözlü bir Saka Türkü olan Sultan Baybars, Ayn-ı Calud denilen yerde Cengizlilere ilk yenilgilerini tattırdı. Bu hezimet, Cengiz İmparatorluğu’nu tüm hatlarda dondurdu ve aynı anda yok oluş sürecini geriye doğru işletmeye başladı. Haçlı Seferlerini başlatan ve beşinci seferin dışındaki tüm harekete katılan Frank orijinli Mösyöler, son ve sekizinci yolculuğun da sahibi oldular. Fakat seferin lideri durumundaki Kral Dokuzuncu Luis, Kudüs’e gitmekten vazgeçti ve rotayı Tunus’a çevirdi. Gücü zavallı Kuzey Afrika Berberîlerine yetmiş olacak ki kırdı geçirdi ortalığı. Bu da bir başka lanetiydi Mösyö’nün! Levanten Hıristiyan ve Nusayrî Müslümanın evrimi Hülasa, Haçlı Seferlerinin sahibi Papalık ve Fransa’ydı. Fransız Mösyösü, seferlerin 200 yıl süren süreci boyunca Doğu Akdeniz Levanten havzasında kaldı; bölgede, kıyıda köşede kalan yerli nüfusun kökünü kuruttu. Kan ve ölüm üzerine kurduğu kontluklarda kıyı şeridi boyunca mukim bir Levanten Hıristiyan nüfusun oluşmasına neden oldu. İşte günümüzde, hususiyetle Lübnan’da bulunan ve kısmen Arap kültürüne adapte olmuş ve de “Hıristiyan Araplar” diye anılan insan tipografyasının kökeni Haçlı kontluklarına kadar uzanmakta olup, söz konusu nüfus, tarih boyunca atalarının yurdu ve halkıyla ilişkilerini korudu (korumayı da sürdürmekte). Bunun dışında, kontlukların bölgede geçen iki yüzyılı ve sonrasında Fransız Katolikliği, bölge Müslümanlığını da etkiledi. İslâm kutsallarından üretilen bir çeşit teslis/üçlemeci Müslüman tipi doğdu. İşte bu trinitik Müslüman mezhebinin bölgedeki adı, yüzyıllardan beri “Nuseyrî/Nusayrî” olarak bilinmekte. Suriye’de yüzde 10’a tekabül eden bu azınlık, geçen yüzyılın ortasından başlayan diktatoryal bir zaman diliminin epey bir kısmında Suriye hâkimi olarak hanedanlıklarını sürdüregeliyorlar. Bin yıllık plan devrede! Dönelim yazımızın başına… Makalenin girizgâhını oluşturan fabl türü masaldaki “aslan”ın kim olduğunda kuşku yok! Osmanlı’dan söz ediyoruz. Çakal ile tilki ise Fransa’yla İngiltere tabiî ki... İngiliz’in peşi sıra bölgeye intikal etmeden önce Mösyö’nün yaptığı birkaç melanet işe kısa kısa göz atıp lânet noktalarını belirleyelim: Takvimler 1830 gösterirken, Osmanlı birkaç felaketi üst üste yaşadı. Felaketler, eski ordu Yeniçeri Ocağı’nı hazırlıksız olarak kapatıp yerine yeni kurduğu Mansuriye Ordusu’nu bir türlü oturtamamış olmaktan kaynaklanmaktaydı. Bu durumdan istifade eden Mora halkı, başta İngiltere olmak üzere Fransız Mösyö’nün şubat 2016 39 haberajanda Kripto de yardımıyla yarımadada “Yunanistan” adıyla kendi devletini kurmuştu. Buna bağlı olarak Rum isyanının arkasından Osmanlı’nın ikinci baş ağrısı geldi; hem de kendi içinden… Mösyö’nün ilk dünya hurucu sayılan Bonapart’ın saldırısı esnasında Mısır’a gönderilen ve bilahare eyalete vali tayin edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora isyanını bastırmasının karşılığı olarak İstanbul’dan Suriye ve Filistin bölgesini istedi. Ancak onun bu isteği şiddetle reddedildi. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, Fellahlardan oluşturduğu kendi Nizam-ı Cedîd Ordusu’nu oğlu İbrahim’in komutasında Payitaht’a doğru yola çıkardı. Nizip’te karşılaştığı Osmanlı Ordusu’nu bir çırpıda yenen İbrahim Paşa, elini kolunu sallaya sallaya ta Kütahya’ya kadar dayandı. Padişah İkinci Mahmut, durumun vahametini anlayınca önce Rusya’dan, sonra da Avrupa’dan yardım istedi. İstanbul’u Moskova’nın kucağında görmek istemeyen İngiltere ve Fransa’nın yardımıyla Mehmet Ali Paşa güçleri Kütahya’da zor durduruldu. Gerek Mora, gerek Kavalalı isyanı, ordusuz kalmış İmparatorluğun geleceğinin hiç de parlak olmayacağını gösteriyordu İstanbul’a. Bunun için derhâl güçlü bir ordu teşekkül ettirilmeliydi. Ancak Fransa buna fırsat tanımadı ve sebepsiz yere Kuzey Afrika’ya asker çıkardı. Mösyö’nün bu atraksiyonuyla Tunus ve Cezayir kısa bir süre içerisinde acımasız 40 şubat 2016 lejyonerlerin eline geçmişti. Ne yazık ki buna karşılık Türkiye ancak olayı protesto edebildi. Bu süre içerisinde katil Fransız lejyonları, yoksul ve savunmasız bölge halkını kılıçtan geçirmekten bir an olsun imtina etmemişlerdi. İşte Mösyö’nün bir başka laneti de buydu! Koskoca Cezayir kıtasını bir oldubittiyle Fransızlara kaptıran Osmanlı Devleti, tasarladığı güçlü orduyu hiçbir zaman oluşturamadı ve çok değil, 80 sene sonra yok olmanın eşiğine geldi. Savaş kapıdaydı ve besbelliydi; bu savaş, koca İmparatorluğu paramparça edecekti. Bu sırada akbabalar, başta İngiltere olmak üzere Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya, kendi aralarında henüz ölmemiş ceset üzerinde ameliyat planları tasarlamakla meşgullerdi. Tasarım hazırlığı çok sürmedi ve tasarlanmış planlar mucibince, tarihler 1914’ün yazını gösterirken İtalya’yla beraber Mösyö de İngiltere’nin peşi sıra Ortadoğu’ya çıkageldi. Yanlarına Rusya’yı da alan ve adlarına “İtilaf Devletleri” denen İngiltere, Fransa ve İtalya, karşı cepheye konuşlandırdıkları Almanya ve Habsburglara karşı Osmanlı arazisinde kıyasıya bir savaşa ha tutuştu, ha tutuşacaktı. Bunun için çok kısa bir süre sonra bir emrivaki ile Osmanlı Ordusu da savaşa dâhil olmuştu. Bu savaşta Osmanlı evladı kırıla kırıla azaldı ve çocuk denecek yaşlara kadar cephelere salınıp Rusya, İngiltere, İtalya ve Fransa karşısında kurban edildi. Sadece Çanakkale’de Türklerin verdiği şehit sayısı 250 bindi. Hemen akabinde, Sarıkamış’ta yaşandı acımasız kırım felaketi. Ve kara kışın en acımasız günlerinde buzlu toprağa gömülen evlat sayısı neredeyse 100 bine dayanıyordu. Bu da bir başka lânetiydi Mösyö’nün! Bekçi daha zalim! Birinci Harp sonunda Almanlarla birlikte Osmanlı İmparatorluğu da savaşın mağluplarından sayıldı. Asıl mağlup olan Almanya’nın toprağında bir karış eksilme olmazken, Osmanlı Devleti’nin tüm arazisi, galipler arasında pay edildi. En yağlı parçaları İngiltere aldı. Mösyö’ye ise 800 sene evvelinde tapusunu kestiği Levanten bölgesindeki topraklar kaldı: Suriye ve Lübnan… Sonrası malûm; Mösyö, 1936’ya kadar bizatihi yönettiği bölgeye, bu tarihten itibaren yaklaşan İkinci Dünya Savaşı sebebiyle göreceli bir bağımsızlık vererek yerli bekçilere bıraktı. Lakin yerli bekçiler öyle zalim çıktılar ki, bizzat Fransa’nın dahi yapmadığı bir şey yaparak Suriye halkını bir cehennemin içine hapsettiler. Bu yetmedi, Hama ve Humus şehirlerinde on binlerce insanı evleri ve barklarıyla katlettiler. Dolaylı da olsa, bu olanlar da Mösyö’nün bir diğer laneti olarak tarihe geçmiş oldu. Mösyö’nün son lâneti: AB İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, herkesi şaşırtacak olan yeni bir ittifakın ayak sesleri duyuldu. Yani Mösyö’nün treni makas değiştirmekteydi. O, artık İngilizlerin yanında değil, Almanların safında yer alacaktı. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın eli kolu olacak ve kendini yeniden tarif edecekti. Almanya ise buna karşılık olarak Mösyö’nün memleketini kalkındıracak ve kendi denk seviyesine yükseltecekti. Ne âlâ! Hatta bunun dışında, Alman derin devletinin bir planı daha vardı: Avrupa’da beraberce bir Neo Kutsal Roma İmparatorluğu kurarlarken, sömürgeler devrinde neredeyse tamamı Fransa’ya ait olan Afrika da bu devletin vassalı yapılacaktı. Böyle bir teklif, Paris’in gökte ararken yerde bulduğu bir teklifti. Mösyö, geçmişin şaşalı “Fransız İmparatorluğu” fikrine balıklama atladı. Serüven, Demir-Kömür Antlaşması’yla başlayarak adım adım “Ortak Pazar”a ve oradan da 28 yıldızlı bayrağın sahibi Avrupa Birliği’ne doğru süregeldi. Lânet nasıl çözülecek? Takvimler 2010 yılını gösterirken beklenmedik bir şey oldu. Anlaşılan o ki, Alman derin devleti vaktin geldiği zehabına kapılarak Fransa’yı harekete geçirdi. Bunun üzerine Fransız derin yapısı, Tunus’ta Arap Baharı’nı başlattı. Paris’in optimist hayâlî dairesindeki bu bahar, kıyı şeridi boyunca Libya üzerinden Mısır’a gidecek, oradan da güneye dönecekti. Ancak öyle olmadı. Londra, Mösyö’nün bu atarına çok kızmıştı. Tabiî karşılığı çok sert oldu. Fransızların güle oynaya başlattıkları Arap Baharı’nı ABD eliyle kışa çevirmesini bildi. Bahar, vardı Mısır’ın devasa piramitlerine ve onlara çarparak durdu; bir yıllık aranın ardından da Sisi’leşerek dondu kaldı. Majeste’nin kızgınlığının asıl nedeni, ezelî müttefiki Fransızların kendisine ihanet etmesiydi. Eğer Almanların yanında yer almamış olsaydı, Mösyö’nün geleceği bu kadar karanlık olmayacaktı. Haydi AB’de Almanlara biat etmişti, bari o noktada dursaydı ya… Lakin durmamış ve Arap Baharı bahanesiyle doğrudan İngiltere toprağı sayılan Mısır’a yüklenmişti. İşte bu, affedilmez bir suçtu! Bunun üzerine Londra karar verdi ve Paris’in ipini çekti. MI6, “Arap Baharı öyle olmaz, böyle olur!” dedi ve söz konusu baharı aldı, ilikleri dondurucu bir kış olarak Haçlı kontluklarından beri Fransa’nın toprağı sayılan Suriye’ye taşıdı. Ve orada düğümleyip bıraktı. Şimdilerde Majeste, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda kendisini terk edip Şansölye’ye biat eden Mösyö’den öcünü fena şekilde almakta; hem de kendisi değil, başkalarının eliyle… Başkaları dediğimiz, dünyanın diğer büyükleri ABD, Rusya, Çin, İran… ABD oradaydı, Rusya da artık ora- da; İran ise sinsi bir şekilde her deliğe girip çıkıyor. Çin henüz karaya ayak basmış değil, şimdilik Akdeniz açıklarında dolaşıyor. Türkiye’nin de araziye inmesi isteniyor. Böylece Mösyö’nün Levanten havzasındaki kont unvanlı atadan kalma tapulu toprağı Haçlı seferlerinden beri ilk defa kapanın elinde kalacak gibi görünüyor. Fakat Majeste’nin planı, Suriye’nin haraç mezat dağıtılmasıyla sınırlı değil elbette. Dağıtımın arkasından bir planı daha var. Bu sefer, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Sykes orada olacak ama Pickot olmayacak. Onun yerine dünya devlerini arazide buluşturarak bölüşüm sonunda aralarında husumet çıkartacak ve çarpışan testiler gibi alanda olan herkesi parçalayacak. Mösyö’nün Ortadoğu’daki toprağını iç içe geçmiş planlar dâhilinde cehenneme çeviren İngiltere’nin öfkesi dinecek gibi görünmüyor. Bölgede yaptıkları yetmiyormuş gibi, öfkesini Mösyö’nün kendi evinde, yüzüne karşı da söylemek istiyor. İşte bu bağlamda bir yıl önce Paris’teki Charlie Hebdo mizah dergisi ve daha sonra gerçekleştirilen Paris baskınları, yüze karşı cevap vermenin kanlı bir şekilde dışa yansıyan eylemleri olarak görünüyor. Peki, Şansölye’nin de dâhil olduğu bu gizli MösyöMajeste savaşı nereye kadar gider? Bu sorunun cevabı, Mösyö’nün tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi İngiltere’nin yanında yer alması ve Almanya’yı terk etmesiyle karşılık bulacak gibi görünüyor. Bu durumda Mösyö’nün yapacağı tek şey, hatasından vazgeçip Londra’ya biat etmesi olacaktır. Böylece dünyayı parselleme adına yapılan son savaşta Majeste’nin önünde duran ayakaltı güçlerinden biri olarak Almanya da kendi kabuğuna çekilecek ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki konumuna rücû edecektir. Zaten son tahlilde İngiltere’nin istediği şey de budur. Son harp meydanı: Frank coğrafyası Bu yazıda Mösyö’nün sadece Osmanlı’ya karşı hayata geçirdiği lânet noktalarına değindik. Oysa kara Afrika’daki lâneti hâlâ berdevam… Yüzlerce yıldır dünyanın en natür ve naif adamları olan Siyahîleri “yamyam iftirası” ile dünyanın kölesi hâline getiren Mösyö, sadece Charlie ve Paris baskınlarıyla mazlumların ahının amansız takibinden yırtabilir mi sizce? Mümkün değil! Daha çok çekeceği olsa gerek... Öyle ya, Fransa’nın daha çok Charlie’sini basar, daha çok Paris’ini yakarlar! Zira Almanlar, İngilizler karşısında üç beş Fransız öldü diye geri durmazlar. Anglosaksonlarla Cermenlerin açık harp meydanı nasıl ki Osmanlı Ortadoğu’suysa, gizli savaş alanı da Frank coğrafyasıdır. Her şeyin doğrusunu ElÂlim olan Allah biliyor! şubat 2016 41 haberajanda Kripto Yusuf Kemal Bozok ykbozok.ajanda@gmail.com Her ne kadar Alman orijinli olsa da, Londra’da da bir kutsal hanedanlık işbaşındaydı. Onların kutsallığı, yüzyıllar önce kıtaya geldiklerinde, ilk karşılaştıkları Mısırlı Amon-Racılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı da mavi ve Osiris’inkiyle aynıydı. Yani “Kutsal Baba” Almanya’da, “Kutsal Ra” ise İngiltere’deydi. Dünya, aynı kökten gelen bir tanrıya çok, ayrı kökten gelen iki tanrıya azdı. Ve Kutsal Baba Rab ile Amon-Ra, birbirlerinden hiç mi hiç hazzetmiyorlardı. *** Söz konusu bu kutsal kavgaların ilk satırı sayılan İstanbul Sultan Ahmet Meydanı’ndaki işaretler, sanıldığından daha da önemliler. Her biri bir sınır taşı, mihenk, mühür, hatta tapu senedi niteliği taşımakta ve sahiplerinin idealini haykırmakta: “Dünya benim ve bu da tapumun işareti!” İstanbul patlamasının şifresi Sultanahmet EZOTERİZMİ S İBER âlemdeki dostlarımızdan ve Oğuzların Peçenek boyundan olan Metehan sordu: “İstanbul patlamasının Merovenj Hanedanı ile bağlantısını kurmaya çalıştım, lakin bir türlü beceremedim. DNA, yani yazılım farklı galiba... Sayın Yozgatlı, bu meseleyi daha geniş bir çerçeveden anlatabilir misiniz bana?” 42 şubat 2016 >> E emir büyük yerden, anlatmaz mıyım Sevgili Metehan? Ve başladık anlatmaya! Dilimizin döndüğü, aklımızın erdiği kadar… Yüce Allah ne verdiyse o kadar… Sevgili Metehan, bizim “tarihturk.com”da yayınlanan “Sultan Ahmet, Alman Çeşmesi ve Dikilitaş”, bir de konuyla ilgili olarak “derindunya.com”da iki bölüm hâlinde yayınlanan patlama videolarını izlemişti aslında. Konuyla ilgili olarak söylediklerimizi bilmekteydi. Ancak onun bilmediği, bu üç videonun tek bir çalışma olduğu ve birincisinin, konu- nun önsözü niteliği taşıdığıydı. Lakin sonuç tasarlandığı gibi ulaşmamıştı dostlarımıza. Çünkü kanalın montaj elemanları kaydı çok uzun buldukları için üçe bölmüş ve bölümlerin ilgi kısımlarını kesmişlerdi. Dolayısıyla konunun insicâmı bozulmuş, anlam kopmuştu. Fakir, bu patlamanın Ezoterik bir yanının olduğunu, belki de ilk defa gizemli, Gnostik ve içrek bir terör eylemi ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlatmak istemişti konunun bütünlüğü içinde, fakat muradına nâil olamamıştı. Buna rağmen Metehan sezmiş işin bu yanını. Onun gibi bir başka dostumuz ve kardeşimiz Sevgili Serkan Doğanoğlu da kokusunu almış ve o da merakla sormuştu bu hususu. Ben her ikisine de videoyu izlemiş olmalarına rağmen bu sebeple bir daha ve peş peşe bakmalarını önererek bölümleme sebebiyle kaybolan ilgiyi kurmaya çalışmalarını önerdim. Eğer tavsiyemize uyarlarsa, eminim arkadaki “politsofik” gizemi daha açık ve seçik olarak hissedecekler. İstanbul’daki Sultan Ahmet patlamasının Merovenj Hanedanı ile olan irtibatı hususuna geçmeden evvel, tabiî ki tarihi hatırlamak gerekmekte. Hemen uyarmalıyım ki, konu çok uzun lakin yer darlığı sebebiyle yapacağımız hatırlatma çok kısa olacak. Bu yüzden meseleye evvelinden vâkıf olmayan kardeşler zorlanacaklardır. Ancak Metehan ve Serkan’ın sarih bir biçimde anlayacağından eminim. Diğer dostlarımızı da konunun geniş, anlatımın kısa oluşunun hatırlatılması yanında, anlatımın her köşesine serpişmiş olan tam bir kavram kargaşasının da kendilerini beklediği hususunda uyarmak durumundayım. Bu nedenle eğer kıymetli zamanlarından feragat edebilirlerse, konuşmayı iki kere dinlemelerinin yararlı olacağı kanaatindeyim naçizane. Nil kuzeye akınca… Kök Mısır... M.Ö. 1600’de Mısır’dan kaçarak çıkan İsrailoğulları, uzun bir yolculuğun ardından nihâyet Filistin’e geldiler. Arkada kalan Firavun ve ordusu “kızıl” sulara gömülünce, Mısır’da da hanedan değişmişti. Firavun Ramses Hanedanının artıkları için hayat memat meselesiydi o andan sonraki günler. Bu sebeple artıklar apar topar ülkeden ayrıldı ve devletin vassalı, yani himâyesi altındaki yerlerden biri olan Grekland’a kaçtılar ve ülke halkının inancı şubat 2016 43 haberajanda Derin Plan Unutmayın ki saldırı, dünyanın son başkentindeki üçüncü kutsal emanetlerin sahibi olan Türklerin ülkesinde olmakta ve burada devam edecek. Yani bu durum, “Ev sahibi kimin yanında olursa, o, savaşta bir adım öne geçmiş olacak” şeklinde okunmalı! Bu itibarla zaten geriye düşmüş olan Almojudik, arayı kapatmak için ileri atıldı ve şifreli harbe start verdi. Eğer bu saldırıda vurulanlar İngilizler olsaydı, ev sahibi, yanına Merkel’in bakanını değil de Cameron’un bakanını alır ve “Yanındayız!” derdi. Ev sahibine bunu dedirtmek için on, on bir Alman serfi ölse ne çıkar? Kaldı ki, bu saldırıda tetiği çeken bir Alman değil, bir Suriyeli terörist. Durum bu! üzerinde yapılan bir operasyonun sonunda ortaya çıkan Orfeosçuluğun yapılandırılmış tanrı panteonunun oturduğu sanılan Olimpos’a attılar kapağı. Hanedanın üyeleri, orada zaten var olan gizli üslerine yerleştiler. Hanedan adına Homeros benzeri gezgin ozanların Olimpos’un kut- 44 şubat 2016 sallığı üzerine “tanrı masalları” uydura uydura dolaştığı ülkenin en kutsal dağında, akraba evliliği yapa yapa nesillerini devam ettirmeye daldılar. Artık onlar, mitolojinin canlı kanlı krallarıydı ve ana oğulla, baba kızıyla keyif çatıyordu. Kızıldeniz’in yarılmasından tam bin 600 yıl sonra, Arz-ı Mev’ud’da “İsa” adlı bir peygamber ortaya çıktı. O da tıpkı yöre halkı gibi Musevî idi. Fakat Musacıların yoldan çıktığına inanmaktaydı. Bu yüzden soydaşları arasında inancını vazetmeye başladı. Ancak başarılı olamadı. Hatta üç yıl sonra ortadan kaldırıldı. Bundan böyle onun yol arkadaşları olan Havarilerin burada yaşamalarına imkân yoktu. Bu nedenle İsevîlerin bir kısmı Ürdün’deki Ölüdeniz yöresine çekilerek “Ferîsîler” olarak münzevî bir hayat yaşamaya başladılar. İkinci grup, Antakya üzerinden Anadolu’ya, hatta Balkanlara geçip Mora’ya kadar indi. Bir başka küçük grup İsa bağlısı da Mecdeli Yusuf Kemal Bozok Meryem’i yanlarına alarak Akdeniz yoluyla Fransa’ya kaçtı. Fransa yolcularının yanlarında şu ünlü “Kutsal Kâse” vardı. Burada Kutsal Kâse konusunu açarak kafa karışıklığını arttırmak niyetinde değiliz. Gerekirse o konu bir başka zamanda izah edilir. Bu sebeple şimdilik geçiyoruz mevzuu. Dönelim Olimpos’taki Firavunoğulları Amon-Ra Mısırcılarına. Yüzyıllar sonra Filistin cihetinden gelen Hıristiyanlık Mora’ya, Olimpos dağı eteklerine dayanınca, Orfeosçu ve Hermesyan inanç sona ermiş oluyordu. Bu nedenle onlar da dağdan indi ve Avrupa’ya dağıldılar. O sırada kuzeyden sarkan barbar kavimler, küçük kıtaya dalmışlardı. Uzun yıllarını tanrıların dağı Olimpos’ta geçiren Firavunoğulları, Roma topraklarında barınamayıp, kandırılmaları daha kolay olan barbarların içlerine saklandılar. Derin ve Gnostik bilgileriyle barbarların şef aileleriyle yakın temas kurmak onlar için çocuk oyuncağıydı. Hatta gösterdikleri “kerâmetler” nedeniyle el üstünde tutuluyorlardı. Fakat savaş alanının kıyıcığında durmak, bekâları için çok tehlikeliydi. Bu sebeple başta Angeller ve Saksonlar olmak üzere bir kısım Töton Aryanlarıyla ortaklık kurup onları kıtanın uzak ve sakin bir adasına yönlendirdiler. Britanya adasına... Onlar dursunlar adada, biz sözün burasında dönelim geriye, yani Filistin’den kaçarak Güney Fransa’ya gelen Maria Magdelena grubuna… Onlar da tıpkı Mısırcı Firavunoğulları misali barbar Frankların içinde saklanmışlardı bir süre. Ve “Kutsal Kâse”nin içinde taşınan “tanrı kanı”nı damarlarında dolaştıran Mecdelinin kutsal kızıyla Frank soyluları arasında bir evlilik gerçekleştirmişlerdi. Bu evliliğin meyvesi olan “Meroven” adlı “Kutsal Prens”, böylece Merovenj Hanedanlığını kurmuş oluyordu. Bir süre sonra bu hanedanlık, Cermen/Alman soylularıyla yeni bir akrabalık tesis etti. Ve bu izdivaçla da Kutsal Hanedanlık, Kutsal Roma’nın “Karolenjler”ine geçmiş oldu. Karolenj kolu, uzun yıllar Kıta Avrupa’sını idare etti ve kanlarını maviye çeviren ilâhî “kutsiyeti” evlilikler yoluyla Viyana grandükleri, Habsburglara kadar uzanageldi. Oradan Töton Şövalyelerinin, Almanya’nın kuzeyindeki Brendenburg’da kurduğu Hohenzollern Hanedanlığına atladı ve Prusya’da karar kıldı. İşte günümüz Almanya’sının derin yapısı, bu hanedana mensup kutsal evlatlardan oluşmakta! Devam edelim ve buradan geçelim Britanya adasına… Her ne kadar Alman orijinli olsa da, Londra’da da bir kutsal hanedanlık işbaşındaydı. Onların kutsallığı, yüzyıllar önce kıtaya geldiklerinde, ilk karşılaştıkları Mısırlı Amon-Racılardan kaynaklanmaktaydı. Onların kanı da mavi ve Osiris’inkiyle aynıydı. Yani “Kutsal Baba” Almanya’da, “Kutsal Ra” ise İngiltere’deydi. Dünya, aynı kökten gelen bir tanrıya çok, ayrı kökten gelen iki tanrıya azdı. Ve Kutsal Baba Rab ile Amon-Ra, birbirlerinden hiç mi hiç hazzetmiyorlardı. Kavgaları bin 600 yıl önce Mısır’da Firavun ve Musa’nın şahsında başlamıştı. Ve her ikisi de Nil’in bereketli ülkesini terk etmiş, bu arada gurbet ellerde perişân olmuşlardı. E tanrıların da bir kaderi vardı herhâlde ve kader iki tanrıyı bir kez daha karşı karşıya getirmişti işte! Unutmadan söyleyelim: Bu, onların son karşılaşması olmayacak ve iki ezelî düşman, bin 500 yıl sonra son kez yine karşılaşacaklardı. Hem de çok iyi bildiğimiz bir şehrin ünlü bir meydanında… İşaretler Yazının burasında başa eklemlenelim… Bir cümle üstte sözü edilen iki “kutsal” arasındaki tarihî kavganın kökeni, M.Ö. 1600 yılında, Kızıldeniz kıyısında yaşanan “Eksodos” (Çıkış) olayına dayanmaktaydı. Peki, gerekçesi Musa mı, Ramses miydi? Ya da dünyayı Musa ve İsa evlatları mı yönetecek, yoksa Ramsesoğulları mı? Peki, burada durup soralım: Bu iki tarafın yönetmeyi tasarladığı “Kutsal Dünya Krallığı”nın başkenti neresi olacaktı? Elbette İstanbul! Neden peki? “Kutsal Emanetler” sebebiyle… Zira hem Filistin çıkışlı inancın mübarek hatıraları, hem Mısırcı Ra dininin kutsal emanetleri, hem de Müslümanlar tarafından “Kutsal Emanetler” şeklinde adlandırılan mîras buradaydı. Bütün bu emanetlerin bulunduğu iki yapı vardı kentin merkezindeki “Milyon Taşı”nın yanında. Sözünü ettiğimiz meydan, günümüzde “Sultan Ahmet Meydanı” olarak anılmakta ve dünyalı gezginlerin uğrak yeri. Bu ünlü meydanın kıyısındaki Ayasofya ve sırtını ona yaslamış olan Topkapı Sarayı, bu emanetlerin mekânı. Birbirini silsile hâlinde takip eden 1715-İspanya Veraset Savaşı’nın, 1815-Waterloo Savaşı’nın, 1915-Birinci Dünya Savaşı’nın, 2015üstü örtülü dünya savaşının ve ilaveten İkinci Dünya Savaşı’nın tek hedefi vardı: Semavî dinlerin kutsal emanetlerini bağrında barındıran İstanbul! Bu noktada durulup sorulacak soru da şu: Peki, emanetler sebebiyle dünyanın en kutsal mekânı ve ilâhî bir misyonu sırtında taşıyan sonuncu başkent olarak İstanbul’un kutsal tahtına kim oturacak? Bu soruyu biz sormuyoruz, yukarıda dizili savaşları her yüzyılda bir sıralayagelen kavimler soruşuyorlar kendi aralarında ve bunun mücadelesini veriyorlar. Durum bu! Söz konusu bu kutsal kavgaların ilk satırı sayılan İstanbul Sultan Ahmet Meydanı’ndaki işaretler, sanıldığından daha da önemliler. Her biri bir sınır taşı, mihenk, mühür, hatta tapu senedi niteliği taşımakta ve sahiplerinin idealini haykırmakta: “Dünya benim ve bu da tapumun işareti!” Mısır Firavunyanlarının şubat 2016 45 haberajanda Derin Plan işareti, aynı zamanda gökteki Ra’nın yerdeki hulûlü olan Osiris’in erkeklik organı sayılan “Dikilitaş”. Musa/ İsa kâsesinin sembolü ise “Alman Çeşmesi”. Müslümanların işareti mi? Tabiî ki Sultan Ahmet! Lakin o, Gnostik bir savaşın doğrudan tarafı değil şimdilik. Zira kendisi Gnostik bir Ezoterizmin mabedi değil. Hatta düşmanı… Alman Çeşmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz “Kutsal Kâse” içindeki ilâhî kanın son damlasını damarlarında taşıyan Hohenzollern Hanedanlığının Son İmparatoru 2. Wilhelm’in parça parça getirip 1900 yılında diktiği ve “Dünyanın başkentinde biz de varız!” diyerek bina ettiği çeşme olarak bilinmekte ehlince. Çeşmenin meydan okuduğu damga ise, on adım ötesindeki Theodosius Dikilitaşı olarak bilinen obeliks… Tepesinde küçük bir piramit taşıyan bu şifreli taşı 390 yılında Mısır Karnak Tapınağı’ndan söküp getiren ve bu noktaya diken, Roma İmparatoru Theodosius’tu. Aslında bu imparator, Roma’da Hıristiyanlığı resmî din hâline getirmiş olmak ve ülkesindeki son paganlara şiddet uygulamış olmakla tanınıyordu. Paganlığın kökeni ise önce Yunan Orfeosculuğuyla eklemlenerek Olimpos’a, oradan da Mısır’a, Amon-Ra Osirisçiliğine uzanmaktaydı. Aslında Osiris’in erkeklik organını İstanbul’ a taşıyarak, Theodosius, Kızıldeniz kıyısında ayrılan ve taban tabana zıt olan bu iki inancın Arz-ı Mev’udcu ve Mısırcı 46 şubat 2016 kollarını İstanbul’da birleştirdiğini îmâ ediyordu tarihi okuyanlara ve izleyenlere. Lakin daha sonra Britanya adasına geçecek olan Olimpos ikâmetli Mısırcı Osirisyanlar bunu hiçbir zaman kabul etmediler. Ve hatta Osiris’in damgasının, hem de düşmanları eliyle dünyanın Gnostik başkentine vurulduğunun sevincini yaşamaya ve Amon-Ra’ya şükretmeye devam edegeldiler. Yunanistan’ın ardından Britanya’ya çöreklenen Mısırcı Osirisyanlar ya da Racılar, 1648 yılında bir atak daha yaptılar, Prüten ya da Pikgrimyan siyasetçi Cromvel aracılığıyla Filistinli Musacı ekolün beyin takımını adaya kabul ettiler. İngiliz Kraliyeti’nin Vatikan’a karşı kurduğu Anglikanizm mezhebini bile yetersiz bulduğu için daha da amansız bir Katolisizm düşmanı olan Prütenler, kanlarında dolaşan müzmin muhalif damar aracılığıyla Musacıları Hollanda’da siyasallaştırarak birer Siyoncu hâline getirerek İngiliz siyasetindeki gizli elin bir parçası yapıp onları bir başka yola evirdiler. O diğer yol, Neo-Musacıların tanrısı Yahve’nin içine Osiris’in saklanmasının adıydı. Böylece ortaya çıkan yeni Musacılık, Cermen Hohenzollern Hanedanının güdümündeki Kutsal Kâsecilere karşı İngiliz Windsor Hanedanlığı güdümünde bir başka Musacı ekol formatlamış oluyordu. Onun için günümüzde bir kısım Yahudiler İsrail’e tapınırken, bir kısım Musevîlerse buna karşı çıkmaktalar. Patlamada ölenler niçin İngiliz değil de Alman’dı? Bunca malûmattan sonra dönelim İstanbul’daki patlamaya… Hıristiyanlığın ikinci kurucusu sayılan Tarsuslu Aziz Pavlus’a göre “seçilmiş Tanrı kavmi” olarak vasıflandırılmış olan İsrailoğulları, günümüzde Alman ve İngiliz Hanedanlıkları eliyle ikiye ayrılmış ve Siyoncu Yahudiler ve Anti-Siyoncu Musevîler olarak yanlarına çekilmiş durumdalar. Biz bu iki gruba İngojudik ve Almojudik diyoruz, biliyorsunuz. Bu iki grubu oluşturan Almo ve İngo’nun Judik’i mi ele geçirdiği, yoksa Judik’in mi Almo ve İngo’ya çöktüğünü bilemiyoruz, burası karanlık… Ya da apaçık söyleyelim: Kimse kimseyi ele geçirmiş değil, zira bu üç grubu da ele geçiren bir başka güç var karanlığın ortasında. O kim mi? Onu hepiniz biliyorsunuz, bu yüzden adını anmayacağım. Varın, anlayın gayrı! Dönelim tekrar yolumuza… İşte 1975’ten itibaren peyderpey içinde yaşayageldiğimiz mevcut örtülü savaş, 2015 yılı itibariyle daha da derinliklere inerek Ezoterik bir düzlemde yeniden başlamış oldu! Ya da asıl şimdi başladı! Hatırlayınız yukarıda saydığımız 1715, 1815, 1915 savaş sıralamasını; bu noktada kanaatimiz o ki, 2015’e gelinirken mücadelede geriye düşmüş olan Almojudik ekol, önündeki muharebeleri atladı ve nihaî savaşı birkaç yıl evvelinden başlattı. Yani savaşın bundan sonraki biçimi dünyevî değil, Ezoterik şifreler ve şifreli mesajlar üzerinden yürüyecek. İlk şifreli mesajı gönderen Almojudik Ezoterik hamleyi de 2016’nın ilk günlerinde, gizemli Alman Çeşmesi’nin yanı başındaki gizemli Dikilitaş’ın ziyaretçilerini vurarak yaptı. Hemen soralım: Patlamada ölenler niçin İngiliz değil de Alman öyleyse? Unutmayın ki saldırı, dünyanın son başkentindeki üçüncü kutsal emanetlerin sahibi olan Türklerin ülkesinde olmakta ve burada devam edecek. Yani bu durum, “Ev sahibi kimin yanında olursa, o, savaşta bir adım öne geçmiş olacak” şeklinde okunmalı! Bu itibarla zaten geriye düşmüş olan Almojudik, arayı kapatmak için ileri atıldı ve şifreli harbe start verdi. Eğer bu saldırıda vurulanlar İngilizler olsaydı, ev sahibi, yanına Merkel’in bakanını değil de Cameron’un bakanını alır ve “Yanındayız!” derdi. Ev sahibine bunu dedirtmek için on on bir Alman serfi ölse ne çıkar? Kaldı ki, bu saldırıda tetiği çeken bir Alman değil, bir Suriyeli terörist. Durum bu! Gördüğünüz gibi burada İngojudik ve Almojudik’in yanında bir üçüncü taraf daha çıkıyor: Türkler! Tabiî İngo ve Almojudikler, işin iç yüzünü biliyor ve en açık şekliyle okuyorlar. Ancak üçüncü taraf, tıpkı bir zombi gibi gözleri ve ağzı Yusuf Kemal Bozok Ve tabiî bütün bunlar olurken Devlet Bahçeli rahatsızlandı. Bu da bir şifrenin yansımasıydı haddizatında. Bu sebeple doktorlar, hasta hakkında yaptıkları açıklamalarında önce anjiyo dediler, sonra da duyuldu ki MHP Genel Başkanı ameliyat masasına yatmış ve ikinci kez açık kalp ameliyatı olmuştu. bağlanmış durumda… Bir bakıma kör ve sağır… Öyle ki, ta baştan beri peyderpey ortaya salınan şifreleri okumakta zorlanmaktaydı. Bu nedenle sık sık aldatıldığını itiraf ederek durumunu tekrar tekrar resetlemek zorunda kalmıştı. İşte bu yüzden İstanbul patlamasının hemen ardından ve her zaman olduğu gibi, Ankara Hükûmeti, mağdurun yanında durma aceleciliğini gösterdi ve tarafını belli etti. Bu olmadı işte! Ancak neyse ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya’ya arka çıkmadan genel bir açıklama yaptı: “Türkiye’nin kararlı ve ilkeli duruşu devam edecektir. Bizim için adı veya kısaltması ne olursa olsun, birbirlerinden farkları yoktur. Bu bölgede faaliyet gösteren tüm terör örgütlerinin ilk hedefi Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, bunların hepsiyle aynı kararlılıkla mücadele yürütmektedir.” İşte bu beyanat içinde yer alan “Bu bölgede faaliyet gösteren tüm terör örgütlerinin ilk hedefi Türkiye’dir” cümlesi, kanaatimizce hakîkati ifade etmekte. Ne Alman, ne de başkasını… Ve bu açıklama nedeniyle ABD Başkan Yardımcısı Biden damladı Türkiye’ye. Öyle zannediyoruz ki, ülkeyi idare eden partinin tepesindeki iki adam üzerinden bir operasyon yapmak ve 1 Kasım seçimlerini geçersiz kılmak için! Tarihin bu dilimine fokuslanan her göz için görünüyor her şey. Çünkü Biden’in ziyaretiyle birlikte ortaya bir “erken seçim şayiası” atıldı. Neden peki? ABD Başkan Yardımcısı, işbirliği içinde oldukları eşlerine dostlarına “Bir erken seçime hazır olun!” mu dedi yoksa? Ve tabiî bütün bunlar olurken Devlet Bahçeli rahatsızlandı. Bu da bir şifrenin yansımasıydı haddizatında. Bu sebeple doktorlar, hasta hakkında yaptıkları açıklamalarında önce anjiyo dediler, sonra da duyuldu ki MHP Genel Başkanı ameliyat masasına yatmış ve ikinci kez açık kalp ameliyatı olmuştu. Bir başka karanlık nokta daha var okunmayı bekleyen: Ankara’ya yapışmış gibi bayramda seyranda bile başkentten ayrılmayan Sayın Başkan, ameliyatını hiç olmayacak bir yerde anîden ortaya çıkarak yaptırdı. Niçin Ankara veya İstanbul değil de bir ilçe? İnsan sormadan edemiyor. Yoksa toz ve dumana boğulacağı sezilen bir ortamın arefesinde muhalefetin yanında durmaya imtina eden MHP lideri oyun dışına mı itilmekte? Partisini ele geçirme operasyonu esnasında istirahate mi yollanmakta? Bahçeli bu oyunu biliyor ve can korkusuyla Ankara’yı terk ederek ücra bir İstanbul ilçesindeki sadık Ülkücü doktorlara mı emanet ediyor kendisini? Neler oluyor hayatta? Her şeyin doğrusunu Yüce Âlim olan biliyor! şubat 2016 47 haberajanda Siyaset Süreç olmasa balyoz vurulamazdı C HP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürekli açıklamakla tehdit ettiği bilgi şu olsa gerek: “Çözüm Süreci sırasında Emniyet birimlerine 400 ihbar geldi, hiçbir şey yapmadılar!” Eminim üst akıl bu açıklamaya kıs kıs gülüyordur. Kılıçdaroğlu bu açıklamayı yaparken aslında şunu demek istiyor: “Siz ‘Aman sürece zarar gelmesin!’ derken, adamlar kentlere hem malzeme, hem de terörist yığınağı yaptı, birçok bölgede de tuzaklar kurdu. Devlet ise hepten uyudu. Bunları görmezden gelerek ülkenin bölünmesi için işbirliği yaptınız!” >> Yani Kılıçdaroğlu’na göre AK Parti’nin tek bir derdi var, o da iktidar olmak(!). Daha kestirmeden söyleyelim, hıyanet etmek(!). Haydi daha yumuşak söyletelim: Gaflet ve delalet içinde bulunmak(!)... Asker öyle, polis öyle, istihbarat elemanlarının hepsi bilfiil işbirliği içinde(!)… Bir daha yumuşatalım: Hepsinin gözlerine perde inmiş(!). Ya da korktular, “Artık yeter! Bölünürse bölünsün de biz de kurtulalım” demek istediler(!)... Bu mu yani? Lütfen birileri şu adama, “Devletin bazı alanları bilerek terk ettiğini, düşmanı tek merkezde toplanmaya mecbur edip toptan 48 şubat 2016 imhâ etme şeklinde gelişen yeni savaş stratejilerinin ne olduğunu” anlatsın! Konvansiyonel savaş ile gerilla harbi arasındaki farkı, gerilla harbi ile konvansiyonel harbin sentezinden çıkan yeni savaş taktiklerini, bu iş için bu ülkede dünya kadar kafa patlatan adam olduğunu, PKK nasıl sürekli strateji değiştiriyorsa, Devletin de aynı şekilde buna karşı modern konseptler oluşturduğunu öğretsin! Çünkü bu adam (!) hükûmet alternatifi… HDP’ye yakın olmalarının yanında, “Çözüm Süreci devam etmeli, bu işi de biz çözeriz!” iddiasında bulunanlar, “Çözüm Süreci’nin doğru, ama uygulaması yanlış!” diyenler, bütün iddialarını “teröristle pazarlık yapılmasına” dayandırdılar. Tabiî bu iddialarını tarihsel perspektiften bîhaber yaptılar. Bilinçaltlarında İmralı ile konuşulmasını Devletin gerilemesi ve terörün meşrûlaştırılması olarak tanımlıyorlardı. Özellikle MHP’liler bunu daha çok açığa vurdular. Geçmişi öyle bir perspektiften okumuşlar ki, sanki bu millet hiç yenilmemiş, hiç gerilememiş, hiç kimse ile anlaşmamış, yapılan antlaşmalarda kazanan hep biz olmuşuz gibi bir algı yönetmeye kalktılar. Varsa yoksa “Vur, kır, öldür, öl!”… Bildikleri bundan öteyse buyursunlar… Muahede, anlaşma ve antlaşma arasındaki farkı bilmeyenlere ne anlatabilirsiniz ki? İmralı ile neler konuşuldu, hangi hususlarda mutâbık olundu, hangi muahedelerde bulunuldu? Bunları elbette biz bilemeyiz. Muahedeler zaruret karşısında hükümler içerirler ve konjonktüreldirler. Zaruret ortadan kalktığında hiçbir hüküm taşımazlar. Gücü eline alan ânında çark eder. Bu yüzden sadece sosyolojik ve siyasî düzlemdeki değişiklikleri gördükçe bir öngörüde bulunabilirsiniz. Onu da anlayabilmeniz için gün gün, saat saat tüm aktörleri, tüm olayları tek tek takip edip yapılan açıklamalarla gelinen durumu kıyaslayarak bir sonuca ulaşabilirsiniz. “İlkeli mi, pragmatist siyaset mi?” sorusu duradursun, Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com kesin olan bir şey var ki, her iki taraf da “reel politik” bir strateji oluşturmuş hâlde, onun üzerinden sonuç elde etmeye çalıştı. Sorumluluk ve hesap verilebilirlik noktasında daha tedirgin olan elbette Hükûmet. Hem temsiliyet, hem de milletin istikbâli adına hareket etmek zorunda. Çünkü hesap verilebilirliği mevcut. O yüzden süreç öncesinde ve süreç sırasında denenmedik tek şey bırakılmadı. Savaşıldı mı? Savaşıldı, dünya kadar insan toprağa girdi. Oturulup konuşuldu mu? Konuşuldu. “Derdiniz ne?”, “Ne istiyorsunuz” dendi mi? Dendi. Bunların karşısında sosyal, kültürel ve siyasal haklar verildi mi? Hepsi verildi… Madem devlet algısı değişecekti, madem sosyal yapı değişip Avrupalı olacaktık, bu yüzden “PKK silah bıraksın!” diye liberalizm adına yerel yönetimlere neredeyse sınırsız yetkiler tanındı. Olacağından değil ha, bir umut! PKK da bunu fırsat sanıp gücü olabildiğince içeri taşıdı. Suriye’deki kantonlarla birleşip Kürt devleti kurma hayâliyle yanıp tutuştular. Kobani ondan dolayı simgesel bir anlam taşıyordu. PKK, pardon HDP Eş Başkanı Demirtaş şimdi diyor ki, “İç savaş çıkabilir”. Daha ne çıkacaksa? Diyarbakır Sur’da operasyonlara katılan bir astsubaydan aldığım bilgiye göre, bölge halkı bu sefer örgüte destek olmuyor. Hatta askere ve polise öyle destek olunuyor ki, “Bizi bu itlerden kurtarın!” deniyor. PKK neden silah bırakmadı? Devlet kurmanın en önemli esası, arkasında silahlı bir gücün, yani ordunun olması söz konusu olduğundan, silah bırakmak PKK’nın asla işine gelmedi! Ana hedef olan bağımsız bir devletten asla geri adım atmadılar. Zaman zaman “Bizim esas hedefimiz haklarımızın teslim edilmesi” dense de, tarihsel perspektiften bakınca, “bağımsızlık ideali bir kavmin kulağına kaçtı mı, bir daha iflah olmuyor”. Bazen siniyor, bazen eziliyor, bazen susuyor, ama o ateş hiç sönmüyor. Beraber yaşama azmi ve kararlılığı sosyal düzlemde gelişiyor, fakat ne oluyorsa, devlet otoritesi azıcık zayıfladığında veya ülke savaş tehdidi altına girdiği anda düşmanla ânında işbirliği yapılarak ateş körükleniyor. “Destek gelsin” diye de bunu alenî yapıyorlar. Suriye’de bir operasyon mu gerçekleştirilecek, ânında PKK bir yerde eylem patlatıyor. Sınır ihlâli yapan Rus uçağı mı düşürüldü? Demirtaş, anında soluğu Moskova’da alıyor, Putin’in karşısında emre intizar bekliyor. ABD, Türkiye ile stratejik anlaşmazlığa mı düştü? PKK’nın Suriye uzantısı PYD’yi hemen muhatap alınıp Türkiye kıçı kırık bir örgüt tarafından tehdit ediliyor. Osmanlı’ya karşı zamanında Araplar özneyken, şimdi de Kürtler merkeze alınıyor. “Şu an dört taraftan kuşatıldık” dersek abartmış olmayız. Halep düştü. Cerablus ve Afrin düşmek üzere! İçeride operasyonlar devam ediyor. Savaşa girmeye kalkıldığı an arkadan vurulmamız kesin! O yüzden Cizre, Nusaybin ve Sur’da yapılan operasyonların sonuçları Devletin ve milletin bekâsına direkt etki ediyor. Bugünlerde öldürülen hiçbir PKK’lının anasına ağlayasım yok! Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde artık tek bir yol kaldı: Güvenliği tekrar tesis ettikten sonra “halkın efkârını birlik ve beraberliğe evriltmek”… Bunun için de yerinden yurdundan olan vatandaşlara her türlü ekonomik ve sosyal imkânı seferber etmek lâzım. Ardından da bölgeye yapılacak siyasal, sosyal ve kültürel açılımlarla halkı PKK’dan kurtarmak gerekiyor. Bunun ardından da Kürt hareketini alternatif siyasî kurumlarla donatıp muhatap sayısını artırmalı Devlet. Vizyon değişimi Bu meseleye artık din açısından da bakmıyorum, ahlâk ve gelenek açısından da. Çünkü çok kalleşçe bir savaş yürütülüyor. “Doğu tuzak kurar, Batı düello yapar” derler ya, sanki bunu ispat ediyor alçaklar. Sıkıştıkça da kalleşlik katsayıları artıyor. Yoksa evinde uyuyan iki polisi neden vursunlar? Evinin önünde, hanımının gözü önünde askere neden kurşun sıksınlar? Sabah mesaisine gitmeye çalışan uzman çavuşu ensesinden tek kurşunla neden katletsinler? Evinde sıkıştırdıkları gencecik bir genci balkondan atıp ardından da arabayla defalarca neden üstünden geçsinler? Karşısına çıkmaya cesaret edemediği polis ve askeri Sniper ile neden öldürsünler? Bu kalleşlik değil de nedir?! Gördüğünü indir! Böyle savaşa böyle tarak! Allah’tan, artık asker de, polis de terörle mücadelede pişti. O kadar dikkatli hareket ediyorlar ki, meşrûiyetten ayrılmamak için neredeyse canlarını hiçe sayıyorlar. Sivil vatandaşlara zarar gelmesin diye kılı kırk yarıyorlar. Biliyorlar ki, ölen her mâsum vatandaş, ezilen, sindirilen, horlanan her kişi PKK’nın propagandasına malzeme teşkîl ediyor. Böyle devam ettiği sürece PKK’nın artık bu topraklarda şansı kalmayacak. Deniz bitti, sabır tükendi. Asker ve polis o yüzden bu kez işi çok sıkı tutuyor. Bilinmelidir ki, eğer o açılım yapılmasa, PKK ve onun uzantısı HDP muhatap alınmasa, yani kısaca barış ve anlaşmadan yana tavır konulmasa, süreç sırasında (neredeyse iki sene boyunca) kimsenin burnunun kanamasının önüne geçilmese, “bu operasyonları bu şiddette asla yapamazdık”! Teröristi açığa çıkaramaz, kimin teröriste destek verdiğini, kimin birlik ve beraberlikten yana olduğunu belirleyemez, Kandil’e bomba yağdıramazdık! Yaptığınız her operasyonu, “meşrûiyeti kaybetmek” olarak tanımlarlardı. Uluslararası hukuk açısından meşrûiyet işte bu sürece bağlıydı! Çünkü tüm dünyada süreçler bu şekilde yürütülüyor. Güvenlik zafiyetini önleyecek tedbirlere de gereken önem verilmeye başlandı. Gerekirse şehirleri bile nakledecek noktaya gelindi. Sürece sadakati bozan kaybediyor. PKK… Kaybetti! şubat 2016 49 haberajanda Analiz Hatırlayınız, Hükümet 2015’in son aylarında, yani sonbaharın başında korucu sayısını arttırma kararı almıştı. Ve yanlış hatırlamıyorsam, 5 bin kişilik bir kadroda karar kılınmıştı. Lakin öyle bir manzarayla karşılaşıldı ki, 5 bin kişilik istihdam karşılığında 60 bin müracaat yapıldı. Yani “Abdülhamit tekniği” ikinci evresine geçerken görüldü ki, “Kürt civanları” bu tekniğe gönüllü destek içerisindeler. Asıl haber, sonbaharın son ayında geldi: Devlet, Kürt popülasyonunun ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle bir ziyafette yan yana geldi. Ve böylece fiilen yeni dönemi başlattı “Yavuz modeli”ni tekrar ederek. *** Anlaşılan o ki, ta bidayette dahi devletin derinliklerdeki operasyonel masalarına konulan hedef, “Pan-Kürdist hareket”i bitirmekti. Yani diyelim ki, “Niyet her zaman böyleydi”. Ancak icraat bu doğrultuda seyretmedi, problemi bitirmek mümkün olmadı ve yıl yıla bindirilerek otuz beş kanlı katman oluşturuldu. Bu düzlemde en can alıcı soru, “Peki, terör neden bitirilemedi?” olmalı. Ki zaten devlet de bu soruyu sormuş kendine; derin aklından kat’î cevabı almak üzere… 50 şubat 2016 Maraba isyanının sonu ve Barış Süreci’ B İRKAÇ ay önce, Yaşar Kemal’in ölümünün akabinde, dergimiz sayfalarında bir yazı kaleme almıştık “Abdi Ağa, Yaşar Kemal ve İnce Memed: Maraba İsyanının Sonu” başlığıyla. Yazının muhtevasını okuyanlar hatırlıyordurlar, ancak okumayanlara ve unutanlara kısa bir özet yaparak girelim bu makalenin konusuna. >> Ta Yavuz’dan beri “Kürt bölgeleri” ve bölgedeki “kanaat önderleri” ile işbirliği içerisinde politikalar belirleyen Türk Devleti, 1950 yılından itibaren ve Demokrat Parti eliyle makas değiştirdi. Menderes ve adamları, Cumhuriyet’le birlikte zoraki olarak CHP’ye kaptırılmış olan çoğunluk “Kürt beyleri ve ağaları” yerine marabaları oturtarak geleneksel politikayı masadan sıyırmışlardı. Lakin Menderesciliğin bu politikası ancak yirmi sene gitti ve 1980’le birlikte ters tepti. Yani tarih boyunca ilk kez adam yerine konan marabalar, devlet eliyle ikram edilen ilgi ve kendilerine bahşedilen şerefi hazmedemedi ve özlerinde bir güç ve itibar vehmederek isyan ettiler. İşte o isyanın doğurduğu PKK ile 35 yıldır örtülü bir savaş ortamı hâkim ülkeye! Söz konusu yazıda sorulmuştu “Peki, çare ne?” diye. Cevap ise şöyle veriliyordu: Tek çare, “havuz politikası”na geri dönmek ve “Abdülhamit tekniği”ni işletmek… Yani barış ya da görüşme masasından PKK ve diğer maraba artıklarını sıyırıp çöpe dökmek artık şart oldu! Bundan itibaren tıpkı Koca Yavuz’un yaptığı gibi, kadim Kürt beyleri, aşiret ağaları ve dinî kanaat önderleriyle el sıkışmak, tek çıkar yol olarak ülkenin önünde durmakta. Ancak cesaretle yürüyecek yetkili aranıyor! Abdülhamit tekniğine gelince… Son İmparator’un, İmparatorluğun can çekiştiği yıllarda kurduğu “Kürt Alayları” anlayışını günümüze uyarlamak gerekiyor. Zaten farkında olmayarak “Uyarlanmış durumda!” deyip açıklayalım: Hamidiye Alayları’nın günümüzdeki benzerinin adı “koruculuk sistemi” olarak yıllardan beri varlığını sürdürmekte. Bu bağlamda sistemin kaldırılmasına yönelik arzu ve yönlendirmelerin hayırlı ve samimi olduğu kanaatinde değiliz. Ve bunlara ekli olarak, daha evvel kanunu çıkarılmış olan “ombusdmanlık rejimi”ni hayatın her alanına hâkim kılmak da elzem. “Abdülhamit”in akl-ı “Selim”i Evet, sözü edilen makalede özet olarak bu hususlar önerilmişti. Aradan geçen zaman içinde “Barış Süreci”, önce teorik olarak, ardından da fiilen sona erdi/erdirildi. Hatta eskisinden daha şiddetli bir çatışma ortamına dönüldü. Terör, önce Kobani, sonra Suruç ve benzeri birkaç merkezî olayla -ki bunların en saldırganı Ankara Garı vakasıydı- ve artan bir ivmeyle ilçeleri, mahalleleri ve hatta şehirleri yakıp yıkmaya başladı. Tabiî anî bir refleksle devlet bu atağa Turgay Alkan turgayalkan.ajanda@gmail.com nin şifresi aynıyla karşılık verdi. Önce polislerle ateşi söndürmeyi denedi fakat emniyet güçleri yetmeyince ordu birlikleriyle kapsamlı bir operasyon başlatıldı. Söylem bidayette kat’î idi; “Bu iş bitecek!” kararlılığıyla 2015’in sonu “16”nın başında da süregidiyor. Görünen manzara itibariyle eylem, söylemle yüz yüze örtüşmekte. Ve yansıdığı kadarıyla bu iş bitecek… Ya sonra? Devlet, operasyonlardaki başarının somut göstergelerinden yola çıkarak, kendine artan güveniyle birlikte kesin bir takvim oluşturarak operasyon sonrasının da ipuçlarını vermeye başladı. Hatırlayınız, Hükümet 2015’in son aylarında, yani sonbaharın başında korucu sayısını arttırma kararı almıştı. Ve yanlış hatırlamıyorsam, 5 bin kişilik bir kadroda karar kılınmıştı. Lakin öyle bir manzarayla karşılaşıldı ki, 5 bin kişilik istihdam karşılığında 60 bin müracaat yapıldı. Yani “Abdülhamit tekniği” ikinci evresine geçerken görüldü ki, “Kürt civanları” bu tekniğe gönüllü destek içerisindeler. Asıl haber, sonbaharın son ayında geldi: Devlet, Kürt popülasyonu- Devlet, soruyu sormadan önce cevabın ne olacağı hususundaki kararını ta 2011’de vermiş, A’dan önce B planını yapmış ve dosyaya yerleştirmişti. Peki, stratejik öneme haiz B planının içeriği neydi? Cevap: İşte bugün varıp dayanılan nokta! Yani Yavuz modeli ile Abdülhamit tekniği… şubat 2016 51 haberajanda Analiz otuz beş kanlı katman oluşturuldu. Bu düzlemde en can alıcı soru, “Peki, terör neden bitirilemedi?” olmalı. Ki zaten devlet de bu soruyu sormuş kendine; derin aklından kat’î cevabı almak üzere… nun ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle bir ziyafette yan yana geldi. Ve böylece fiilen yeni dönemi başlattı “Yavuz modeli”ni tekrar ederek. Mevzubahis model ve teknik, bundan sonrası için, yani yeni yolun kararlaştırılmış belirleyeni olacak gibi görülmekte. Ve biz, 2016’yla birlikte daha da geliştirileceği kanaatindeyiz. Bu arada, “kayış atmış” olan maraba temsilcilerindeki cinnet atarı ve siyasî panik, kendilerinin çöp kutusuna atılıyor olmalarının öfkesinden başka bir şeye işaret etmiyor. Durum bu! Yeni adıyla “Millî Kardeşlik Projesi” olarak start alan yolculuğun ilk hâlinin derin bir okuması olduğu kanaatiyle başlığı bir kez daha hatırlayalım: “Maraba 52 şubat 2016 İsyanının Sonu ve Barış Süreci’nin Şifresi” ya da “Barış Süreci’nin Arkasında Yatan B Planı”… An itibariyle devlet ve millet olarak Türkiye’nin gelmiş olduğu durak, devletin derinliklerinde A ve B gibi en az iki planın bidayette kayda geçirildiğini anlatıyor duyan kulaklara. Yoksa sanıldığı ya da yazılıp çizildiği gibi “Hele başlayalım da olmazsa düşünürüz” pejmürdeliğinde değil(miş) devlet. Yani en yakışan tavır olarak, her müşkülat karşısında olduğu gibi, devletin bu meseleye de iki planlı başladığı anlaşılıyor. Varsayalım ki öyle olmasın, o durumda da devletin demir gibi bir iradesi ve çelik yay gibi atan bir refleksinin olduğunu düşünebiliriz. Yani her durum ve şartta, karşı tavırla cevap vermek de devletlere has bir kimyadır. Lakin “sık sık hazırlıksız yakalanan ve kervanı yolda dizen devlet” resmine takılıp kalmak ve devleti, “istimi arkadan gelen” yandan çarklı takalar gibi düşünmek yanlış olur. Yani bu hususta da böyle bir devletin vatandaşları olunduğunu düşünmeye hacet yok; zira devletin çok planlı hareket ettiği ayan beyan belli artık. Anlaşılan o ki, ta bidayette dahi devletin derinliklerdeki operasyonel masalarına konulan hedef, “Pan-Kürdist hareket”i bitirmekti. Yani diyelim ki, “Niyet her zaman böyleydi”. Ancak icraat bu doğrultuda seyretmedi, problemi bitirmek mümkün olmadı ve yıl yıla bindirilerek Elbette daha evvelki dönemlerde de sorulmuştu bu soru devlet katmanlarında. Buna bağlı olarak soruya değişik zamanlarda değişik cevaplar verilmiş, cevapların işaret ettiği yollar denenmiş, lakin netice alınamamıştı. Bu kez, yani son soruşta da sual aynıydı tabiatıyla, fakat alınmak istenen cevap başkaydı. Kanaatimiz o ki, zannedildiği gibi içinde “barış” geçen palyatif bir karşılık da istemiyordu devlet bu sorusuna. Hatta şu saptamayı yapmakta da bir beis yok: Devlet, sorusunun onlarca cevabını da biliyordu haddizatında; bizzat tecrübe ettikleri ve teorik olarak tecrübeye gerek görmedikleri dâhil... Ve devletin sorduğu da soru değildi temel itibariyle; zira sorusunu bilen, cevapla ilgili bir kanaate de sahip demektir. Devlet, soruyu sormadan önce cevabın ne olacağı hususundaki kararını ta 2011’de vermiş, A’dan önce B planını yapmış ve dosyaya yerleştirmişti. Peki, stratejik öneme haiz B planının içeriği neydi? Cevap: İşte bugün varıp dayanılan nokta! Yani Yavuz modeli ile Abdülhamit tekniği… Ancak devletin, 2015 sonu ve 16 başında durduğu noktaya ulaşabilmesi için bir A planına ihtiyacı vardı; sözü edilen bu plan tamamen taktikseldi. Ve o taktiğin adı da “Barış Süreci” idi. Turgay Alkan Ve (teatral) süreç başlatıldı! “Stratejik B planı”ndan habersiz olan toplum anında ikiye ayrıldı ve “taktik A planı”nın işleyişini tartışmaya başladı. Bir kısım, “Hükümet’in hatırı”na planın yanında durdu ve daha dün “bebek katili” diye nitelediği Abdullah Öcalan’ı bile alıştıra alıştıra sevmeyi becerdi. Sonunda Apo, Batı kazığı yiyerek zindana düşmüş, zindanını derin bir huşu içerisinde okuduğu iki bin kitapla bir Yusuf medresesine evirerek ak saçlı bir bilge adam olup çıkmıştı. Artık o, gerçeği görerek devletinin yanında yer almış bir tövbekârdı. Bu haliyle affedilmese bile “ev hapsi”yle hayatı kolaylaştırılan bir vatandaş olabilirdi. Tabiî bir de bunun karşısında olan kamp vardı. Ve onlara göre Hükümet, katil başı Apo’yla anlaşarak kutsal vatanın bölünmesini planlayan bir müstevli grubuydu. Hatta ülkeyi satan paragözler partisi… Bu durumda bu kampa tek şey kalıyordu: Mustafa Kemal’in askeri olmak… Zaten onlar da öyle olup kafalarına modası geçmiş kara kalpak geçirerek ağaçların altlarına koştular; hem de onları park ağaçlarının altına çağıranların bidayetten beri Mustafa Kemal’e “Burjuva Kemal” dediklerini ve meselenin üç beş ağaç olmadığını anlamadan… Sonra berdevam benzeri komplolar… Mağluptur bu yolda galip (!) Peki, bu bağlamda, yani süreç start aldığında Kürtle- rin durumu neydi? “Kürtler” derken, elbette “Pan-Kürdistler”den söz ediyoruz; işinde gücündeki vatandaşlarımızdan değil. Ki o sözü edilen Pan-Kürdist maşalar, tam bir zafer sarhoşluğu içinde dağdaki inlerinden çıkmış hâlde “Süreç Caddesi”ne düşüp düzdeki yerleşim yerlerine koşmuşlardı. Tıpkı peynire üşüşen sıçanlar gibiydiler o anlarda, gözleri her şeyi görüyordu da tuzağı göremiyordu. Bu arada kışlasına çekilen asker, karakoluna çekilen emniyet gücü ise eylemsizliğe bürünmüş olarak “berkemâl bir asayiş” içerisinde görevlerini icra edegidiyorlardı. Yani güvenlikçiler nedense herkese karışıyor, lakin PKK militanlarına karışmıyorlardı ya da karıştırtılmıyorlardı. Tekrar diyelim: Nedense? Bir nevi özgür Cehennem zebanileri misali, “süreç militanları” da kentlerdeki uygun mahalleleri ele geçirmeye başlamışlardı bile. Bu arada silahlı ve maskeli başıbozuklar sokak başlarını tutuyor; şehirlerarası yolları kesiyor ve “çakma bir devletin zafer kazanmış elemanları” ukalalığıyla kimlik taraması yapıyorlardı. Bu hâlleriyle birer “Stalinist Devrim Muhafızı” milisi gibiydiler. Bu bile kesmedi kolay zaferlerin sarhoşlarını ve derken ikinci aşamaya geçtiler: Vaktiyle dağlara yığılmış silahları şehirlere indirip örgüt evlerine depoladılar. Bununla kalmayıp, zaten kendilerinden olan belediyelerin yardımıyla patlayıcı ve bombaları asfaltların altlarına gömdüler. Tabiî bu arada Kürdist siyasetin müfettişleri her hafta “kutsal ada”larına taşınıp “sahte Mesih”lerinden direktif alıyor ve birer “kutsal elçi” gibi medya karşısına geçip bağlılarına müjdeler veriyor; yetmiyor, hızlarını alamayınca devlete talimatlar yağdırıyor, toplumu hizaya çağırıyorlardı. Mutlaka kendi aralarında da “silahlı mücadele” sayesinde koskoca TeCe’yi dize çöktürmenin keyfi içerisinde şampanyalar patlatıyorlardı. E haklarıydı tabiî; zira ETA’nın, Basklıların ve nice ayrılıkçı örgütün yapamadığını yapmış ve mücadeleden başarıyla çıkmışlardı(!). Lo lo lo lo lo! Peki, durum gerçekten böyle miydi? Aslında devlet, tabiî ki olan bitenin farkındaydı; yollara gömülen patlayıcıları bile biliyordu, hem de adres adres... Nereden mi anlıyoruz devletin bildiğini? Ta 2012 görüşmelerinde, Oslo’da kendi ağzıyla söylemişti MİT Başkanı. O toplantıda PKK heyetine, “Memleketin altına bomba yığdığınızı bilmediğimizi mi sanıyorsunuz?” derken zafer sarhoşu militanlara tüyo veriyordu aslında. koparılması kalmıştı. Devlet, demir eldiveni giymeye hazırlanıyordu artık. Her şey 7 Haziran’ın sonunda, kesinlikle yüzde 41’lik değil, yüzde 49’luk oranı yakalayabilecek olan Hükümet’in “Kürt kardeşler”e son bir şans verme arzusuna varıp dayandı. Bu nedenle kirli oyun bitecekken bitirilmedi. Demir eldivenin üzerine kadife kılıf geçirildi, nihayet ötelendi, devlet sakin bir suskunluğa büründü. Eğer böyle olmasaydı, kardeş Kürtler, içlerinde kalan ukdeyle her zaman soğuk davranırlardı devlete. Bu bir! İkincisi… Seçim öncesindeki nihaî operasyonlara karşı dünya kamuoyu itiraz eder ve Türk Devleti’ni antidemokratlıkla suçlayabilirdi. Bunlardan daha mühimi de şu: Her şeyden önce devlet, eski ceberut hâlini soyunmuş hâlde on yıldan beri “merhamet devleti” olma yolunda hızla ilerlemekteydi. Lakin onların, gözlerinin önündeki hezeni görecek halleri yoktu. Bu uyarının gelecekte başlarına açacağı belayı nasıl hissedeceklerdi ki? İşte bu sebeplerle 7 Haziran, altın tepsi içerisinde HDP’ye sunuldu! Hatta bir söylentiye göre, seçim tutanaklarına kallem katıldı ve HDP’nin hesabına almadığı oylar yazıldı; yani “Beyaz Türk ve Beyaz Kürt ortaklığı”nın hak ettiği yüzde 9 buçukluk oran, çıkartıldı yüzde 13 nokta bilmem kaça… Tarih kendi künhünce akıyordu. Bu arada A planının görünürlüğü ve fiilî durumu içerisinde kendi kendine işleyen B planı çoktan tamamlanmış, kuş kafese girmiş ve sadece çekilip başının Bir bakıma devlet, “Türk Devleti” olmadan evvel son bir kez “Türkiye” olmak istedi ve demokrasi düzleminde Kürtlere 80 milletvekili verdi belki akleder, düşünür ve ihanetten vazgeçerler diye. şubat 2016 53 haberajanda Analiz Ama Kürt kardeşler değil, Pan-Kürdistler, şarap sarhoşluklarının üstüne bir de esrar çekip düşünmedi, akletmedi ve ihanet yolundaki maceralarına süregittiler. Eğer düşünse, akletse ve ihanet yolundaki maceralarına süregitmeselerdi, için için kozmik odasında işleyen stratejik derinlikli B planı devreye sokulmaz ve her şey daha güzel ve siyasî kardeşlik bağlamında gelişirdi. Olmadı... İşte bu sebeple nihaî karar verildi ve 1 Kasım’ın yolu göründü! Yani B planı legalleşti ve Pan-Kürdizmin darı kuruldu; hem de son olarak, kıyamete kadar bir daha dirilmemecesine… Tüm bunlar olup biterken ve ülkedeki herkes bir kafa karışıklığı içerisinde kendisine biçilen rolü oynarken, bir “siyaset dâhisi” olduğunda neredeyse her kesimin fikir birliği ettiği bir adam gülüp duruyordu. Malûm adamdan söz ediyoruz; kanaatimiz o ki 1 Kasım, onun başkanlık ettiği derin masanın eseri... O derin masa ise “derin devlet”in… Ancak mevzubahis “derin devlet”i oluşturanlar, 1453’ten beri ilk defa “derin millet”in bilge ak saçlılarıydı ve kadro, ülkenin en bilge adamlarından oluşuyor olmalıydı. 2015 yılı biter ve 16 başlarken, devletin tüm silahlı güçlerini “Pan-Kürdist” militanlara karşı topyekûn bir imha hareketi içerisinde izledi herkes. Ve atılan her fişekle sıkılan her kurşunun hedefini bulduğu belli oluyor. Elbette daha evvel de fişek atılmış ve kurşun sıkılmıştı, hatta uçaklar bomba yağdırmıştı ülke içinde ve dışındaki on binlerce kilometrekarelik alanlara. Lakin o operasyonlarda tüm bunlar, uçsuz bucaksız dağların yamaçlarında boş yere patlatılıyordu. Bilerek, bilmeyerek... Hatta ülke dışındaki harekâtlar ise tamamen akla zarardı. Çünkü bilinmeyen bir coğrafyada haritasız uçuşlarla derin mağaralarda militan avlamanın olanağı yoktu. Biliyoruz ki, bununla birlikte her harekâtın hayata geçirildiği günlerde, şehirlerindeki rahat evlerinde oturan “Kürt kardeşler”, yanan dağlarına bakıp yüzlerini buruşturuyorlardı. Onlara göre “Türk kardeşler de çok oluyorlardı artık”. Kürt gençlerini dağlara mahkûm ediyor, sonra da tepelerine bomba yağdırıyorlardı. Oysa onların arzusu daha demokratik bir hayat, daha eşitlikçi bir düzen ve Türklere verilen vatandaşlık haklarının aynısıydı. Çok bir şey istemiyorlardı ki... Acaba öyle miydi? Maalesef kazın ayağının öyle olmadığını son yarım senede ayan beyan gördü Kürt kardeşler. Barış Süreci diyerek uçsuz bucaksız dağlardaki dağınıklığı derleyip toplayıp akıllı bir zarfla şehre indiren devlet, “Alın size demokrasi! Alın size eşitlikçi ve serbest düzen! Alın size hak ve hukuk!” demişti. Lakin takke düşmüş, kel görünmüş, “dağdaki Kürt gençleri”nin gerçek yüzleri ortaya çıkmıştı. Bu yüzden, mahalleleri parselleyen, sözde kurtarılmış bölge ya da özyönetim alanlarında ayyuka çıkan terör eylemleriyle, şehrin sükûnetinin tadını çıkaran “Kürt kardeşler”in hayatını zindana çevirerek şehirleri, mahalleleri ve hatta aile evlerini yaşanmaz hâle soktular. Nihayet hakikat, DoğuGüneydoğu halkı tarafından acı bir tecrübeyle yaşanarak anlaşıldı. Bu kavgada haklı ve adil olanın devlet olduğu gün gibi doğdu. Zalimler ise, dağdan düze inen militanlar ve arkasındaki örgüttü sadece. Her gün ekranlarda seyrediliyor: Daha önce bir kamera gördüğünde arkasını dönen veya her ağzını açtığında devleti suçlayan “şehir Kürdü”, artık “Yeter!” diye isyan ediyor. Ve herkes devleti yanında görmek istiyor. Hatta aralarında, eline sopasını alıp cehennem militanlarını kovalayanlar bile var. Yani hülâsa, “sahte süreç planı” tutmuş, daha önce dağlarda gerillacılık oynayan eşkıya düze inerek ne kanlı katil olduğunu dosta düşmana göstermişti. Artık devlete düşen, yanan camisini yaşlı gözlerle süzen ve “Keşke benim evimi yaksalardı!” diyen Kürt kadınının hakkını eşkıyadan alıp kendine vermek… Herkes, artık ceberut kimliğini tarihe gömen adil devletten bunu bekliyor. İnanıyoruz ki, hafta ya da ay içinde, şehirlerde kıstırılmış tüm “cehennem gerillaları”nın sonuncusu da toprağa düşürülecek ve devlet, tüm merhametini halkına gösterecek. Az kaldı! 54 şubat 2016 haberajanda Gündem R Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com USYA’NIN Suriye topraklarında kurduğu üslerden verdiği yakın destekle rejim güçlerine daha fazla dayanamadı Türkmen köyleri… Ortak düşman IŞİD için herkes Suriye’ye “akın” etti. Müttefîkimiz olan koalisyon güçleri ve biz Suriye’de dağı taşı bombalarken, elin Rus’u oraya yerleşip şerif yıldızını göğsüne taktı bile. Ve rejimin destekçisi olmaktan çıkıp doğrudan kendisi oluverdi. Korkarız ki, daha da ileri gidecek ve kendi rejimlerini o topraklara yerleştirecekler. Geçen ay yazmış olduğum gibi, Rusların sıcak denizlere inme rüyâsı böylece gerçekleşmiş olacak. Bunun için en önemli adımı Türkmen dağını Esed güçlerine teslim ederek attılar. Suriye’deki Esed zulmünün reytingi maalesef düştü. Kaçak göçmenlerin Avrupa’ya geçişi, belki de geçemeyişi ile dünyayı tehdit ettiği balonu şişirildikçe şişirilen IŞİD, en büyük mesele artık. IŞİD Suriye rejimine de düşman olduğu için işler iyice karışıyor. Ya Esed’i yok etmek için bir terör örgütünü kullanmak ya da IŞİD’i yok etmek için Esed’e göz yummak gibi bir kısır döngü ile karşı karşıya kalınınca, Esed şans buluyor. Bununla da kalmayıp, Rusya’nın cesur işgâl hamleleri gözden kaçıyor. Ruslar IŞİD kadar geçerli bir bahane bulunca Türkmenlerin tepesine biniveriyor işte böyle. Oysa Suriye’deki Türkmen nüfusu bizim için çok önemliydi. Oğuz’dan Osmanlı’ya kalan en önemli mîraslardan biriydi o coğrafyanın Türkleri. Bir zamanlar Suriye Selçuklu Devleti ve Memlûk Devleti adlarıyla Suriye’yi yöneten, Haçlılara karşı Selahaddin-i Eyyûbî komutasında savaşan, Osmanlı idaresine geçtikten sonra zoraki de olsa yerleşik hayata adapte olan Türkmenleri ilk olarak 1921 Ankara Antlaşması’yla yüzüstü bırakmışız. Fransızlara karşı olağanüstü direniş gösteren Türkmenleri Misâk-ı Millî Türkmen dağı düştü Reis! FETİH Ordusu’na koordinatör olmak, rejim zulmünden kaçan Türkmenleri sınırdan geçirip çadır ve yemek vermek, onlar için ah vah etmek yetmez! O hep sığındığımız “Dünya yüz yıl önceki gibi değil, istediğin zaman istediğin ülkeye giremezsin, dengelere dikkat etmek zorundasın” palavrasını da artık bir kenara bırakmalıyız. Rusya’nın nasıl olup da Suriye topraklarına çöreklenebildiğini düşünmeliyiz. sınırları dışında bırakmanın mantığının ne olduğunu bilemiyorum. O topraklardan mı vazgeçtik, o yiğit soydaşlardan mı? Cumhuriyet’in kurucuları için hiçbirinin önemi yoktu galiba. Zira Türkmenler ve toprakları 1922 Lozan’da hiç konuşulmamış, 1923 başında Suriye sınırı belirlenirken de Ankara Antlaşması’ndakilerden farklı bir talepte bulunulmamış bile. Ve sonunda 1939’da Hatay anavatana dâhil olurken, Türkmenlerin de Türkiye’ye bağlanma konusundaki ısrarlı talepleri göz ardı edilerek kendi kaderleriyle baş başa bırakmışız emaneti. Türkmenlerin siyasî tarihi hakkında çok ve farklı şeyler yazılıp çizilebilir. Osmanlı’ya isyanları ile suçlanabilirler mesela. Ya da bugün için iyice asimile olup Araplaştıkları da iddia edilebilir. Ancak ne olursa olsun, onların soydaşımız ve dindaşımız oldukları gerçeği inkâr edilemez. Türkmenler, SSCB’nin dağılmasıyla kurulan Türkî cumhuriyetlerden daha az Türk veya daha az Müslüman değiller çünkü. Ama her ne hikmetse, IŞİD’e ve Esed’e düşman olabildiğimiz oranda oradaki kardeşlerimize dost olamıyoruz. Burada bugünkü iktidara da biraz sitem etmek gerekir. Fetih Ordusu’na koordinatör olmak, rejim zulmünden kaçan Türkmenleri sınırdan geçirip çadır ve yemek vermek, onlar için ah vah etmek yetmez! O hep sığındığımız “Dünya yüz yıl önceki gibi değil, istediğin zaman istediğin ülkeye giremezsin, dengelere dikkat etmek zorundasın” palavrasını da artık bir kenara bırakmalıyız. Rusya’nın nasıl olup da Suriye topraklarına çöreklenebildiğini düşünmeliyiz. Sınırın kuzeyinde IŞİD’le komşu olmak istemediğini beyân eden irade, Rusya ile komşu olmaya razı mı oluyor? Olmamalıyız! Her Türkmen genç, çoluk çocuğunu Türkiye’ye getirip cepheye geri dönüyor. Öyleyse cephede onları yalnız bırakmamalıyız. Ruslar gibi direkt savaşa giremiyorsak, endirekt müdahalede bulunmalı, Fetih Ordusu’nu güçlendirmeli, Türkmenleri ekstra şekilde silahlandırmalıyız. Onların Allah’tan ve bizden başka dostu yok! Unutmamalıyız! Bu arada, PYD konusundaki geç kalmış tepkimizi herkes anlayana kadar dile getirmeye devam etmeli, terör örgütleri arasından kimsenin dost edinmemesini sağlamaya çalışmalıyız. Cenevre’de mazlum muhalefeti tek çatı altında tutmak da en çok bize yakışır. Umalım ki İran’ın üzerindeki ambargonun kısmen de olsa kalkması, İran’ı Batı politikalarına daha yardımcı olmaya mecbur bıraksın. Böylelikle Rusya-İran-Suriye ittifakı bölgenin ve dolayısıyla bizim lehimize çözülme gösterebilir. şubat 2016 55 haberajanda Dünya Uğuruna öleceğimiz değere “Akîde” denir B ÖLGEDE yaşanan sıkıntı ve gerginliklerden habersiz kimsemiz yok. (Gereksiz yaşayanlardan bahsetmiyorum.) Bununla birlikte, yakın zamana kadar “sınırda sıfır sıkıntı” politikasını tutturan ve yaşayan Türkiye’miz, şu an “sınırda her türlü sıkıntı” dönemini yaşamakta. Peki bu, Türkiye’mizin başarısızlığı mı acaba? Bence değil. Multi-faktörel ve çok oyuncudan oluşan bir bulmacanın sonucunda ortaya çıkan bir durum bu. Daha doğrusu, uluslararası “çıkarların çatışması” tiyatrosunda oynanacak bir sahnenin zamanı geldiği için şu an bu sıkıntı ve gerginlikleri izliyor ve yaşıyoruz. >> Türkiye’miz çok iyi biliyor ki, “bizler onların suyuna gitmedikçe” ve takip etmedikçe, onlar da hiçbir zaman bizden razı olmayacaklar. Planladıkları, istedikleri, arzu ettikleri, önerdikleri, 56 şubat 2016 gösterdikleri, sundukları veya emrettikleri gibi davranmadıkça biz, hiçbir zaman huzûra kavuşmamıza izin vermeyecekler. Aynı fikirde değilseniz, lütfen azıcık tarihi kurcalayın. Tarihi okumak istemiyorsanız, hiç olmazsa Kur’ân’ımızı okuyun! Orada yazıyor zaten: Bakara, 120! Durum bu ve tehlike kapımızda! Aynı zamanda bu kısa yazımda tüm tehlikelerden bahsetmeye ne zamanımız yeter, ne de benim bilgi ve tecrübem buna müsaade eder. Sadece bir tanesini ele almak isterim: İran-Suudî Arabistan-Türkiye üçgeni… Bölgede son kalan temel taşları ele alalım... Uzun zamandır İran, “vilâyet rejimini” yaymak ve sınır dışı ihracı yapmak için kendisine komşu olan ve olmayan ülkelerde istediği gibi at koşturuyor tam anlamıyla. ABD’deki bir araştırma merkezine göre İran, bu işler için yıllık 16 milyar Amerikan doları bütçe harcıyor. Bazı ülkelerde alenî yapıyor bunu; hem de bayrağını dalgalan- dıracak kadar açık şekilde: Örneğin Irak, Lübnan, Suriye, Bahreyn, Yemen… Bazılarında ise çalışmalarını sinsice yürütüyor İran: Örneğin Türkiye, Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Fas, Sudan… Hangi maske, isim, örtü, şekil veya kalıp içinde olursa olsunlar, onlar “Şiî mezhebi”ni yaymayı ve dolayısıyla üstünlüğü sağlamayı, sonrasında yasallığını (devrim) gerçekleştirmeyi hedeflemektedirler. Bununla birlikte, her ne kadar etnik, ırkî, mezhepsel veya inançsal ayrıma girmekten Türkiye’miz kaçınıyor olsa da, Diyanet işleri Başkanımız, “İslâm’da Sünnî-Şiî diye bir şey yoktur, sadece Müslüman vardır” düşüncesini anlatmak için sabaha kadar bağırsa da kaçınılmaz bir gerçeğin karışındayız: “Şiî sürünmesi!” Ömer Hattab omerhattab.ajanda@gmail.com Komşu ülkelerinden başlayarak yeryüzünde nerede Sünnî gücü varsa onu zayıflatacak veya yıkacak bir Şiî gücünün bulunmasına dair mutlak bir inanç içindeler. Nasıl mı? İhtilal yaparak… Arap Körfezi’nin kuzey sahilindeki Arap toprakları “Ahvaz”ı ihtilâl vasıtasıyla kendi coğrafyasına kattığı gibi… Bölgesel hükümetleri ele geçirerek… Irak modeli gibi… İran, kendisi (resmî olarak) Irak topraklarında olmasa da, istediği yandaş ekibi yönetime getirerek çıkarlarını gerçekleştirmek için gece gündüz çalışıyor. Yollarda kimlik kontrol barikatları kurarak isme göre Sünnîlerin katledildiklerini ne kadar çabuk unuttuk! Merkezî hükümet, Irak’ın demografisini değiştirmek için 3 milyon İranlı vatandaşı ülkeye soktu. Muhalefet gruplarını destekleyerek… Yemen’deki Al-Houziyyin (Husiler) (Yemen’deki Şiî militanları) gibi... Önce iç savaş çıkarıp, ülkeyi karanlığa gömüp, ardından Yemen’deki yönetimi ele geçirmek için tüm destekleri sunmaktadır İran. Ama bunlar bilmiyorlar ki, “Her karanlık gecenin bir sabahı vardır”. Dinî araçları kullanarak Şiî mezhebini yaymaktadır… Mısır’daki Fatımî Devleti’nden kalan tarihî camilerini kullanarak Şiî kültürünü halk arasında yaymaya çalışmaktadır İran. Her ne kadar Mursî zamanında kabul görmemiş bir girişim olmuş olsa da, dolayısıyla engellenmişse de, bugünkü rejimi ile ilgili aynı yorumu yapamam. Şiîleştirme çalışmalarından dolayı Fas hükûmeti, İran ile ilişkileri kesmedi mi? Düşmanla işbirliği yaparak… Suriye’de muhalefete karşı Rusya ile yaptığı ittifak gibi… Yeter ki Sünnî muhalefet imhâ olsun, inanın İran, Şiî mezhebi yayma amacını gerçekleştirmek için şeytanla bile işbirliğine girer! Dinî sembolleri kullanarak… Suudî Arabistan’ın Doğu Sahilinde olduğu gibi... “Nemr el-Nemr” adlı şahsiyeti kullandığı gibi… Kim bu Nemr el-Nemr? Nemr el-Nemr, Arabistanlı bir vatandaş. Üniversite eğitimi için 1980’de İran’a gidiyor. Eğitimini tamamladıktan sonra, yine eğitim için Suriye’ye gidiyor. Orada bir süre yaşadıktan sonra Suudî Arabistan’ın Doğu Sahil bölgesinde yerleşiyor (Şiîlerin çoğunluğunun yerleştiği yer burasıdır). Gerçekten bir din âlimi mi? Asla’ Nasıl fî tarihinde belli amaçlara yönelik yetiştirilen ve ortaya çıkarılan bazı figürler (Fatma Şahinciler) daha sonra tarihin çöplüğüne gömülmüşlerse, bu da aynısı! İran’ın, Şiî rejimini Suudî Arabistan’a ihraç için kullandığı bir figür. Zaten din âlimi olup olmadığını anlamak için çok basit bir kural var: Susarsa yüzündeki nurdan, konuşursa sözündeki fıkıhtan anlarsınız... Bu kuralı göz önünde bulundurursak, hem bu zâtın, hem de Türkiye’mizdeki tarîkat/ cemaat liderlerinin yüzde kaçının üstüne kırmızı çizgi çizilmeli acaba? Size bir şey daha söyleyim: Eğer bir cemaatte Peygamberimiz’den (dsv) daha çok cemaat lideri anılıyorsa bilin ki yanlış yerdesiniz! Peki, Nemr neler pazarlıyordu? Suudî Arabistan’ın Doğu Sahil bölgesi için bağımsızlık, bu bölgenin İran’a bağlanması, Ebu Cehil başta olmak üzere birçok kâfirin Ashab-ı Kirâm’dan, özellikle de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den daha hayırlı insanlar olduklarını ve Suudî yönetimi yıkmak için her türlü mücadeleyi yapmak gerektiğini… Sonuç Nemr, 2002’de tutuklandı, 2014’te idam cezasını çarpıtıldı. Bu işlemler sadece onun hakkında değil, aynı zamanda bu çizgide ilerlemiş 46 kişi hakkında daha idam hükmü çıkmıştı. Sadece bu hükümler yıllardır gerçekleşmedi. İdamdan sonra İran fırsat buldu veya önceden hazırlanmış planı devreye soktu. Hâl böyle olunca da gerçek yüzünü ortaya çıkarttı, her türlü yalana dolana başvurdu alışkanlıktan. Tehditler, suçlamalar, tenkitlere sarıldı. Kendini bir şey sanıyordu, ama bilmiyor ki, “kaderin üstünde bir kader vardır”. Zaten “Yalan söylemek helâldir” takiyyesi üstüne kurulan bir inançtan ne bekliyorsunuz ki? Bu arada, Suudî Arabistan yönetiminin başına gelen Kral Selman’ın, farklı bir kişiliği ve vizyonunun olduğunu paylaşmak isterim. Hiç olmazsa böyle görünüyor. Hem özgeçmişini, hem memleketi için kısa zamanda gerçekleştirdiği reformları dikkate alarak bunu okuyabiliyoruz. Tabiî ecnebî dil ile okursanız, dediklerimi görmüyor ve hiç okumuyor olabilirsiniz. Kral Selman, İran/Şiî tehlikesinin farkındaydı ve bu konuda hâdlerini bildirmek istedi. Tâbiri caizse, kendi sınırlarını aşan ahtapot kollarının kesilmesi gerektiğini inancında. Bunun için Yemen’de Husilerle savaşa girdi, Suriye’deki Sünnî muhalefeti desteklemekte, Bahreyn memleketine tam destek vermekte. Ve son gelişme de Nemr el-Nemr hakkındaki idam cezasını 2 Ocak 2016’da gerçekleştirmek oldu. Peki, bütün bu gelişmelerin bizimle, yani Türkiye’mizle ne alâkası var? Son dönemlerin zaman çizelgesini “Stratejik Güç Birliği”nin saatini kullanarak okuyacak olursak, TürkiyeSuudî Arabistan güç ve misyon koalisyonunun yaşandığını görürüz. Sanki aynı yere bakıyor gibiler. Uğruna öleceğimiz değeri, “akîde” dediğimiz kavramda birleşmişler. Bölgeyi ilgilendiren, dolayısıyla her iki tarafın da içinde olan gelişmeleri sadece doğru okumak değil, aynı zamanda ortak tabanda hem zamanlamasını, hem de niteliğini kullanarak doğru hamleler yapmaktalar. Özünde aynı olan her iki toplumun da devamlılığını kılan, nesillerinin uzun sürmesini sağlayan ve “ümmet” kavramının temelini oluşturan “akîde”yi, artık bir pusula olarak kullandıklarını görüyoruz iki ülkenin de. Zaten gelecek nesillerimizin sürdürülebilirliği için olması gereken de bu değil mi? şubat 2016 57 haberajanda Fransa Mektubu Pervâneyi sağa sola döndüren unsur, makinenin “şanzımanı”ydı! “Şimdi bunun Paris’le ne alâkası var?” diyeceksiniz; lakin emin olun ki var… Makinenin biteviye ve aynı istikamette dönen motoru, Fransız devleti; pervâneyi bir sağa bir sola çeviren “şanzıman” ise, aynı devletin içerisindeki “daha az görünen” bazı unsurlar oluyor. *** Bizim bu husustaki hoşgörü sınırlarımız öylesine başımızı aşmış durumda ki (!), dünyanın namlı ve en koyu siyonist sanatçılarından Enrico Macias’a İstanbul’da konser verdirir ve misafir ederiz! Üstelik hangi beldenin belediyesi olduğunu da burada belirtmeyiz ki, dileyen arama motorlarından araştırıp bulsun. Macias, Fransız medyasında resmen siyonist olduğunu bas bas bağırır da, bunu Hükümetimize iletecek bir basın ataşesi bulunmaz demek ki! 58 şubat 2016 Alain Fzinkelkraut Devlet ve şanzıman R AHMETLİ anneannemin kırk sene evvelki merdaneli çamaşır makinesini hatırlıyorum… Uzun, boydan boya kanatlı bir pervânesi mevcuttu. O pervâne bir sağa bir sola dönerek çamaşır kazanının içerisindeki çamaşırları yıkardı. Mehmet Ziya Üsküdarlı mzuskudarli.ajanda@gmail.com >> Oysa makinenin motoru sadece bir istikamette dönerdi. Nereden mi biliyorum? Çünkü o devirde “servis” filan yoktu ve yerli makine üretimini henüz rüyalarımızda dahi göremiyorduk. Makine arızalandığında Fevzi usta çağırılırdı. Zaten tesisattan tutun, o devirdeki lambalı radyonun tamirine; çatı kiremitlerinden, kömürlü kalorifer kazanına kadar her şeyle Fevzi usta ilgilenirdi. Velhasılı birçok defalar Fevzi ustanın makineyi tamir edişini yakinen takip imkânı buldum. nizi duyar gibiyim. Paris’te hava kirliliği arttığı zaman, belediye, seyrüsefere çıkan araç sayısını kısıtlar. Bunu da şöyle yapar: Bir gün plakası tek numaralı olan araçlar, diğer gün ise plakası çift numaralı olan araçlar seyrüsefere çıkarlar. Böylece şehirdeki araç sayısı yarıya düşürülmüş olur. Pervâneyi sağa sola döndüren unsur, makinenin “şanzımanı”ydı! “Şimdi bunun Paris’le ne alâkası var?” diyeceksiniz; lakin emin olun ki var… Cumhurbaşkanımızın Şili ziyaretiyle aynı zamana “tesadüf ” eden, Fidel Castro’nun kardeşi, Küba Cumhurbaşkanı Raul Castro’nun Paris ziyaretinde hikmetler aramak lazım. Elbette ikisi de evvelden planlanmış ziyaretlerdi; bu planlamayı yapanlar bir şeyler düşünmüş olmalılar! Makinenin biteviye ve aynı istikamette dönen motoru, Fransız devleti; pervâneyi bir sağa bir sola çeviren “şanzıman” ise, aynı devletin içerisindeki “daha az görünen” bazı unsurlar oluyor. Fransa, bilhassa dış politikasında böyle ‘”git-gel” ve “sağ-sol” strateji kullanır. İkinci Dünya Harbi’nde dahi güya ikiye “bölünen” Fransa sizi aldatmasın; bunların hepsi strateji gereğince yapılmıştır. Bir örnek daha vereyim… Irak’a karşı yapılan harekât sebebiyle Batılı devletler görüş ve politikalarını açıkladıklarında, ABD açıkça harekâtın lehine, Almanya ise aleyhine rey kullandı. Fransa ise “hava kirliliğiyle mücadele” taktiğini tatbik etti. “Bu ne yahu?!” dediği- Teşbihte hata yapmayalım; Fransa, Irak harekâtı konusunda bu taktiği kullandı! Bir gün “evet”, diğer gün ise “hayır” dedi! Bunun da adını, “dış siyasette Fransız zerafeti” olarak tesbit etti! Yukarıda bahsettiğimiz marifetli şanzımanın yönlendirdiği Fransız kamuoyu, “çifte vatandaşlığı olan” Fransız vatandaşlarının terör suçlusu olarak tesbit edilmeleri halinde Fransız vatandaşlığının geri alınması konusuyla meşgul ediledursun, Paris bu arada son derece önemli bir konuğu daha ağırladı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhâni muazzam, adeta misli görülmemiş bir törenle karşılanıp, ağırlandı. Ruhâni’nin bu ziyaretinin anlamını, her iki devletin de zaviyesinden tahlil etmekte faide var. 1- Ruhâni, Fransa’daki bloke edilmiş parasını nakit olarak çekip, Tahran’a götürse, İran’da enflasyon başgösterirdi. 2- Fransa bu parayı nakit olarak iade etse, zaten şah olan iktisadi durumu şahbaz olurdu. 3- Oysa Ruhâni, bu para mukabili hizmet ve mal satın aldı. Uçaklar, otomobiller, vs… 4- Fransız devleti bu parayı her ne kadar bloke etmiş olsa da, esasen devletinin içerisinde pekâlâ kullanıyordu. Fransa bu parayı zaten kullandığı için ne zenginleşti, ne de fakirleşti; fakat ürettiği mal ve hizmetleri ihraç etmiş olarak istihdam açmış oldu. 5- İran, almış olduğu muazzam miktardaki mal ve hizmetle zenginleşti. Neredeyse bir “kazan/kazan” durumundan bahsedebiliriz. Bu durumun bizim coğrafyamızdaki etkilerini ise, istikbalde, kısa ve uzun vadede görmeye başlayacağız. Son zamanlarda medya aracılığıyla yapılan bir başka yönlendirme ise, mütefekkirakademisyen Alain Finkelkraut’un, Sorbon Üniversitesi’ndeki İslamofobik ve ırkçı söylemleriydi. Buna karşı çıkan Müslüman doktora talebesiyse neredeyse oracıkta adeta linçe maruz bırakıldı. “Dışarı çık!”; “Terörist!”; “DAEŞ militanı!” şeklindeki hakaretlere sessiz bir şekilde göğüs germek zorunda kaldı. Bizler ırkçı olmadığımızdan, Finkelkraut’un hangi etnik yapının mensubu olduğunu belirtmeyeceğiz elbette! Bizim bu husustaki hoşgörü sınırlarımız öylesine başımızı aşmış durumda ki (!), dünyanın namlı ve en koyu siyonist sanatçılarından Enrico Macias’a İstanbul’da konser verdirir ve misafir ederiz! Üstelik hangi beldenin belediyesi olduğunu da burada belirtmeyiz ki, dileyen arama motorlarından araştırıp bulsun. Macias, Fransız medyasında resmen siyonist olduğunu bas bas bağırır da, bunu Hükümetimize iletecek bir basın ataşesi bulunmaz demek ki! Yukarıda bahsettiğim, çifte vatandaşlığı olan terör suçlularına (!) tatbik edilecek “vatandaşlıktan atılma” tasarısı, Adalet Bakanı Christiane Taubira’nın başını yedi. Taubira böyle bir kanun tasarısına karşı olduğunu açıklayarak istifasını sundu. Bilmem eski bakanın aklına geldi mi, zira benim aklıma bir soru takıldı: Üzerine bomba bağlayıp, onu patlatmayı göze almış olan terör suçlusuna, “vatandaşlıktan atılma” tehdidi “kaç yazar”!? Makalemi Ziya Paşa’nın şu beyitleriyle bitirirken, sizlere sıhhat ve sürur içerisinde güzel günler dilerim… “Ebnâ-yı beşerde kalacak mı bu mu’âdât?/ Bilmem ne zaman doğrulacak mezheb-i âlem. Her safhada bir şekl-i hakîkat eder ibrâz,/ Her gün çevirir bir varaka makleb-i âlem. Bin ders-i ma’ârif okunur her varakında,/ Yârab! Ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.” şubat 2016 59 haberajanda Rusya Yeltsin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni lağvetti. Gorbaçov’dan kalan boşluğu yeni düzenle doldurdu: Günü gelip bugün sınırlarımızı ihlâl eden, ambargo uygulamaya utanmayan, “yalnız adam” Rusya’yı unutup Yeni Türkiye’ye posta koymaya kalkmasıyla tarihimize kaydettiğimiz Putin’e devleti elleriyle teslim edene dek... Rusya senaryoları (1) SSCB tarihine ya R USYA hiçbir zaman bir Amerika kadar etkileyici olmadı, olamadı. Masa başında memleket kurtaran ve her kadehini devletin beceriksizliğine kaldıran, ayrıcalıklı olduğunu hissedebilmek adına halkı küçümseyip kendini gökyüzü tanrısı sayan zavallı tavrı ve acınası tarzıyla, söylenip çözüm üretmeyen “primat aydınlarımız” için yirmi sene kadar -sözde- özlenen bir ülke olmanın dışında da bir işe yaramadı. Velhâsıl, meşhur “Amerika rüyâsı” gibi bir “Rusya rüyâsı” olmadı, olamadı ne Türkiye, ne de diğer ülkeler için. >> Tarih boyunca nereden vuracağı belli olmayan Rusya’nın durumu bugün de pek farklı değil. Çarlık Rusya’sından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) geçişte değişen fotoğraftan anlaşıldığı üzere, süreç, rüyâ olarak tanımlanamayacak şiddette. Üstelik idealizasyonu dayatılan derin bir kâbustu. SSCB dönemi, bizim kendini entelektüel sayan tabakamızın çok atıfta bulunduğu ve çok da kaymağını yediği komünizm ve sosyalizm kavramlarının ayrıcalıklı olduğu hissi kazandırılan bir gruba birer lokma birer lokma ikram edildiği, ağızlara birer parmak bal çalındığı, ancak sonrasında ölene dek unutulmak istenen bedellerin ödendiği bir Pinokyo masalının ötesine geçemedi. Ve masalın kahramanı Pinokyo, Sovyet bedenini sarıp kansere çeviren bir Yahudî yalanını söyleyip durdu. Kendine hayrı olmayan bu 60 şubat 2016 Suna Akar sunakar.ajanda@gmail.com insan, üretimli ama insanı yok sayan sistem, hatta daha can yakıcı ifadeyle “insanı kullanıp atan ve işe yaradığı müddetçe haklarının savunulduğuna (!) inandıran sistemlerin şakşakçılığı”, bir dönem -yansımasıyla da olsa- bizi önüne katıp savurduysa da, neticede kapitalist sistem azıcık yumuşayıp liberalizme evrilince SSCB’yi de, bizim komünist-sosyalist karışımlı kopyacı aydınlarımızı da içine atıp sindirdi. Hazım süreci pek sancılı oldu, hatırlarsınız... Gorbaçov’dan Yeltsin’e SSCB’nin son lideri Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, Putin gibi Politbüro’dan geldi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ni sürdürürken Devlet Başkanı oldu. Radikal değişikliklere imza atan Gorbaçov, Rusların makûs talihini değiştirmekle kalmadı, SSCB döneminin sona ermesinin de başaktörü oldu. Üstelik bunun bedeli, Rusya’nın dağılıp küçülmesiyle ödendi. Yaklaşık kırk beş yıl süren iki blok çatışması nihâyetlendiğinde (19471991), Doğu ve Batı Blokları ortadan kalkıyor, Amerika artık “süper güç” oluyordu. Kutuplarda buzullar erimiş, Amerika kıyılarında sular yükselmiş, bir yıl önce Nobel Barış Ödülü alan Gorbaçov, tarih sahnesinden çekilmişti. Hem de devletle birlikte... Artık ne Sovyetler Birliği vardı, ne de Gorbaçov... Perestroika ve Glasnost Gün geldi, kürede yankılar uyandıran bu iki kelimeyle tanıştık. Kavramsal olarak oturtmamız uzun sürdüyse de üzerine makaleler yazdık, tartıştık durduk, destekledik, karşı çıktık, velhâsıl bayağı oyalandık. “Perestroika” yeniden yapılanma adımı, çok ciddî bir değişim süreciydi. Bu süreçte yönetim kadrosunu gençleştiren Gorbaçov Rusya’yı dış dünyaya açıyor, devletlerarası ikili ilişkilerindeki politikayı değiştiriyor, sıkı bağlar kuruyor, bağlantı zincirine yeni halkalar ekliyordu. Yüzünü Batıya çeviren Gorbaçov SSCB’si, radikal perestroika adımlarıyla Lenin ve Stalin’i alenî eleştiriyor, silahsızlanma antlaşmalarıyla Asya ve Avrupa’daki orta menzilli füzelerini imhâ ediyordu. “Glasnost” (açıklık) politikası ise hem devleti, hem de halkı rahatlatıyor, verilen yeni haklar ufukları genişletiyordu. Diğer taraftansa milliyetçilik damarı kabaran SSCB üyesi ülkeler bağımsızlık peşinde koşuyorlardı. 1991 referandumu neticesinde sandıklardan “Birlik korunsun!” mesajı çıktı. Birlik üyesi on beş ülkenin dokuzu SSCB’nin devamını istedi. kın bakış Ama olmadı, tam bu dönemde Gorbaçov, Perestroika ve Glasnost’u kabullenmek istemeyen zihniyet tarafından sırtından bıçaklandı; Politbüro, KGB ve en yakın arkadaşı darbe girişiminde bulundu. Başarılı olunamadı, ancak planlanan yeni “Birlik Antlaşması” da yapılamadı. Verdiği destek kamuoyunda prim yapınca, halefi Boris Yeltsin, rakibi Gorbaçov’un karşısında hızla yükseldi ve Gorbaçov, imajının zedelenmesinin önüne geçemedi. Son noktayı SSCB’den ayrılan ülkeler koydu. 11 cumhuriyet kendi birliğini kurdu: “Bağımsız Devletler Topluluğu”... Ve yetkisizleşen Gorbaçov, bir akşam ekrandan halkına son kez seslendi: “Görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum!” Ve gitmişti Mihail Gorbaçov... Bitmişti artık SSCB... 1922’den 1991’e ve bir rüyâ olamadan... Gorbaçov ve yıkılış analizi Perestroika ve Glasnost parçalanan ekonomiyi canlandıramamış, yeniden yapılanma ve açıklık politikaları ters tepmiş, hatta yıkılma sürecini hızlandırıcı etki yapmıştı. Silahlanma yarışında mağlûp olmanın bedeli ağır ödenmiş, kutup noktaları değişmiş ve yeni düzen senaryoları hayata geçmişti. Elbette dünyanın siyasî haritasında da büyük değişiklik olmuştu. Geriye dönüp bakıldığında, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin sosyalist rejiminden devlet sosyalizmine geçiş sürecinin halk tarafından nasıl algılandığının da tahlili mühimdir: Halk bu dönemde, beklenmedik kalabalıklarla sokak gösterileri ve demokrasi yürüyüşleri yapmıştı. SSCB dışındaki ülkelerde komünizmden dönüşlerin olması, iki Almanya’nın birleşmesi ve Doğu-Batı Almanya’yı bölen Utanç Duvarı’nın yıkılması, Gorbaçov’un bu hususlardaki tutumu, aslında çöküşün temellerini oluşturmaktaydı. Bağımsızlık hareketleriyse olayın tuzu biberi olmuştu. Yukarıda sözünü ettiğimiz yeni birlik oluşumunu kabul eden dokuz cumhuriyetle vücûda gelen “Egemen Devletler Birliği”nin ömrü kısa olmuş, merkezî yönetime dönüş kararı üretimi komaya sokmuş, tüketim sınırlanmış ve yeniden dar boğaza girilmişti. Bu dönemde tepki grubunun başında olan Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin aldığı tedbirlerle kendi değerini yükseltirken, Gorbaçov’sa tükenmişti. Üstelik darbe girişiminde Yeltsin kendisini desteklediği hâlde... Yeltsin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni lağvetti. Gorbaçov’dan kalan boşluğu yeni düzenle doldurdu: Günü gelip bugün sınırlarımızı ihlâl eden, ambargo uygulamaya utanmayan, “yalnız adam” Rusya’yı unutup Yeni Türkiye’ye posta koymaya kalkmasıyla tarihimize kaydettiğimiz Putin’e devleti elleriyle teslim edene dek... Ve bu süreçte bizim ilişki ağımız da “Çarlık Rusya’sı-Osmanlı Devleti”, “SSCB-Türkiye Cumhuriyeti Devleti” ve nihâyet “Putin Rusya’sı- Erdoğan Türkiye’si” şeklinde evrilip durdu. Gorbaçov’dan Yeltsin’e, Yeltsin’den Putin’e, Putin’den uçak krizi ve krizin ardından gelen yeni hava sahası ihlâline, Rusya ve ilişkileri ile Ortadoğu coğrafyası ve etkileri yeniden, üstelik de çok daha hararetli şekilde tartışmaya açıldı. Yeni tartışmalar ve olası senaryolara bir sonraki sayımızda devam edeceğiz. Umutla kalın! şubat 2016 61 haberajanda İslâm Dünyası Müslümanlar ne zama T ELEVİZYONU açıyorsunuz, ekranda bir şehidin cenaze haberi var. Yüreğiniz yanıyor, “Yine mi?” diye geçiriyorsunuz içinizden. Gencecik bir kadın, kucağında henüz üç aylık kızıyla al bayrağa sarılmış tabutun yanı başında eşinin, hayat arkadaşının arkasından ağlıyor. Feryatları arşa kadar yükseliyor… >> Sonra üç dört yaşlarında bir erkek çocuğu geliyor ekranlara. Üzgün ve şaşkın bir biçimde ömrü boyunca bir daha asla göremeyeceği babasını arıyor gözleri… Yaşlı bir kadın, yığılıp kalmış koca tabut üstüne ve ağıtlar yakıyor o gözünden dahi sakındığı biricik kuzusunun ardından... Onun hemen yanı başında yaşlı bir adam görülüyor. Kollarından tutan komutanları olmasa belli ki ayakta duracak hâli yok. Bitkin bir şekilde yiğidini uğurluyor son yolculuğuna… 62 şubat 2016 Tabutun ucunda nöbet tutan askerin nemli gözlerine odaklanıyor kameralar. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyor adeta. İmam, en zor görevlerinden birini yerine getirirken titrek sesiyle Bakara Sûresi’nin 154. âyetini hatırlatıyor yüreği taşmış on binlere: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Hayır, onlar diridirler, ancak siz bunu bilemezsiniz!” Üzülüyorsunuz, yüreğinizin yangını büyük bir öfkeye dönüyor ve soruyorsunuz kendinize: “Yeter! Ne zaman bitecek bu terör belası? Ne zaman huzur bulacak bu cennet vatan?” Bir sonraki haber başlıyor ve “Ege Denizi’nde mülteci faciası!” diyor spiker, “İlk belirlemelere göre beşi çocuk, 35 kişi yaşamını yitirdi”. Haber böylece devam ederken, sahillere vuran bedenleri gösteriyor kameralar. 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu geliyor ekranlara. Sanki küçücük bedeniyle az önce o boğuşmamış azgın dalgalarla ve sanki o değil umut yolculuğu son bulan. Sanki sadece uyuyor ve seslenseniz açacak kocaman gözlerini de gülümseyiverecek size... Kı- vırcık ıslak saçları ise sanki az önce duştan çıkmış da kıvrılıvermiş ay yüzüne. Yüreğiniz bir kez daha yanıyor! Ambulansların sirenlerine, kurtulduğuna sevinemeyen diğer mültecilerin feryatları karışıyor. Suriyeli mültecilerin durumuna üzülürken, savaşın ortasında ölüm kalım savaşı verenler geliyor aklınıza. Açlıktan ot, yaprak, çimen, hatta karton yiyerek hayata tutunmaya çalışan insanları düşünüyorsunuz. Birkaç gün önce okuduğunuz Suriyeli o kızın vasiyeti geliyor gözünüzün önüne: “Ey Ölüm Meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık Cennet’te yemek yiyeyim. Ben çok açım!” Üzülüyorsunuz, acıyorsunuz ve yine soruyorsunuz kendinize: “Yeter! Ne zaman bitecek bu savaş? Ne zaman Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com n kurtuluşa erecekler? yurtlarına dönecek bu zavallı insanlar? Ne zaman özgürlüğüne kavuşacak kardeş Suriye halkı?” Gazetenizi açıyorsunuz, “İsrail askerleri Filistinli genç kızı katletti” şeklinde bir başlık atılmış koca puntolarla. “İsrail askerleri Filistin’in El-Halil kentinde kontrol noktasına yaklaşan 18 yaşındaki Filistinli kız Hudeyl Huşlemun’u vurdu” diyor haberde. Silahsız masum bir kızı katleden gözü dönmüş İsrailli askerlerin resimlerini görüyorsunuz. Vurulduktan sonra ambulansın olay yerine girmesini geciktiren, zavallı kızın can çekişmesini büyük bir keyifle izleyen o katillere bakıyorsunuz. Terör devleti İsrail’in yarım asırdır süren zulmü geliyor aklınıza. Açık bir hapishaneye dönüşen Filistin’in bitmeyen dramı için üzülüyorsunuz. Filistinli kızın okuduğu “Benim adım Filistin!” şiirinin mısraları dökülüyor dudaklarınızdan: “Beni binlerce esiri ve mahkûmuyla her zaman yardıma çağıran Mescid-i Aksâ!/ Ey Aksa!/ Ümmetin ilk kıblesi!/ Siyonistleri kahreden edânla paramparça et!/ Siyonistlerin ruhunu söndüren akşam,/ Gökyüzünü Filistin bayrağıyla donat!/ Filistin’im! Filistin’im!” Yine soruyorsunuz kendinize: “Yeter! Ne zaman bitecek bu zulüm? Ne zaman özgürlüğüne kavuşacak kardeş Filistin halkı?” Sosyal paylaşım sitelerinin birinden bir paylaşım geliyor hesabınıza, “Mısır zindanlarında tutulan İhvana selâm olsun” diyor, Mısır’ın durumunu hatırlıyorsunuz. Düzenlenen bir darbe ile görevlerinden uzaklaştırılan ve esaret altında tutulan İhvanü’l-Müslimîn geliyor aklınıza. Sonra İhvan lideri Biltacî ve kızı cennet yüzlü Esmâ’ya şehadeti için yazdığı mektup yankılanıyor kulaklarınızda: “Sen şehit olmadan iki gün önce, seni rüyâmda, gelinlikler içinde gördüm. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bir güzellikteydin. Yanıma sessizce oturduğunda sana, ‘Bu gece senin düğün gecen mi?’ diye sordum. Sen de, ‘Düğünüm akşam vakitlerinde değil, öğle olacak’ demiştin. Çarşamba günü öğle vakti şehit olduğun haberi bana ulaştığında, senin rüyâmda bana ne demek istediğini anlamış oldum…” O babanın acısını yüreğinizde hissediyor ve diyorsunuz ki, “Ah Mısır ah, hiç değişmiyorsun! Firavunların bitmiyor, zindanların hâlâ Yusuflarla dolu”… Çaresizlik içinde yine soruyorsunuz kendinize: “Yeter! Ne zaman bitecek bu zulüm? Ne zaman yeniden özgür olacak kardeş Mısır halkı? Ne zaman? Umutla beklemek Evet, ne zaman bitecek bu savaşlar? Ne zaman bitecek bu zulüm düzeni? Ne zaman özgürlüğüne kavuşacak esaret altındaki o mazlumlar? Ne zaman gülecek o masumların yüzleri? Ne zaman duracak akan kan? Ne zaman dinecek anaların gözyaşları? Bu zalimler ne zaman yok olacaklar? Huzûr ve mutluluk ne zaman gelecek? Hepimiz kendimize ve birbirimize bu soruları soruyoruz. Hepimiz “Bu acılar ne zaman bitecek?” diye bekliyoruz. Aslında bu soruların cevabı belli! Müslümanlar ne zaman bir ve beraber olurlarsa, işte o zaman bu büyük zulüm dönemi sona erecek. Biliyoruz ki hak ile bâtılın kavgası, iyinin ve kötünün mücadelesi kıyamete kadar devam edecek. Biliyoruz ki isimler ve roller değişse bile, kötülük aslında her zaman birdir ve küfür tek bir millettir. Yine biliyoruz ki Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller, Ebu Lehebler ve dahi diğer zalimler her devirde var olacaklar. Fakat şunu da biliyoruz ki, ne zaman bir firavun çıksa bir Musa ve bir Yusuf, ne zaman bir Nemrut çıksa bir İbrahim çıkıp onlara meydan okuyacak! Şirkin, küfrün, cehaletin ve zulmün tavan yaptığı, insanlığınsa adeta dibe vurduğu en karanlık dönemde Allah, Son Peygamber’ini göndererek yeryüzünü nûruyla aydınlattı. Müslümanlar parçalanmaya başladıklarında, Allah’ın izni ile Selçuklular yetişti mazlumların imdadına. Müslümanlar yine dağıldı, sonra yine Allah’ın izni ile Osmanlı yetişti zorda kalan masumların feryadına. Birlik ve beraberliğimizi yitirdiğimiz ve aramızda nifak tohumu ekenlere müsaade ettiğimiz için küfür düzeni yeniden iktidar oldu. Dünya yeniden acılara, karanlıklara teslim oldu. Her şeye rağmen bugün Müslüman âleminin en büyük umudu hâlâ Türkiye! Müslüman olmanın, bu topraklarda yaşamanın, özgür olmanın, küfür düzenine başkaldırmanın bedeli var. Şimdi biz bu bedeli ödüyoruz ödemesine de, küffar biliyor ki, bu bedellerin bir de hesap zamanı var. Ve biliyor ki bu millet, biiznillah bu hesabı er geç görecek! Zalimler ne yaparlarsa yapsınlar, inanıyorum ki Allah bu millete, âlemi nizam için bir kez daha fırsat verecektir. şubat 2016 63 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ “Mesela ‘teknolojik partner’, yani teknoloji alanında müttefîk ülkeler olmamıza rağmen Almanya’nın bize olan teknoloji transferi zayıftır. Ama Rusya’ya çok rahat teknoloji transferi yapılır. Alman politikası genellikle böyledir çünkü. Almanlara göre ‘Müslüman Türkler’, tarihte peşinde olunması gereken, Anadolu’da rahat bırakılmaması îcâb eden bir topluluktur. Dolayısıyla da tehdit arz eden bu yapı, yani Türkler, geçmiş misyon ve vizyonlarına, aslî mefkûrelerine asla kavuşmamalıdırlar! Zira bu, Almanların millî menfaatlerine zarar verir.” *** “Entegrasyona evet, asimilasyona hayır!’ politikamız da bu yüzden çok rahatsız ediyor onları. Kültür farkından ötürü anlayamıyorlar çünkü. Onlar bunu, Erdoğan’ın Avrupa’daki bireysel dirilişi ve sivrilişi olarak görüyorlar. Yani Erdoğan’ın şahsî politikalarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Ve eskiye doğru bir dirilme ve sivrilme oluşunu da ‘anti-demokratik bir yönetim modeli’ olarak görüyorlar. Yani Erdoğan demokrat değil, anti-demokratik bir lider onlara göre. Hükümran tavırlı görüyorlar onu. Mahkeme zabıtlarında da okudular bu tarz verileri. Yani kendi kurguladıkları bu teze kendileri de inanıyorlar.” *** “Dünyada finansal bir sis- 64 şubat 2016 Muhammed Taha Gergerlioğlu Derin Almanya”yla imtihanı Ayten Çalış // aytencalis.ajanda@gmail.com Cermen’in Türk’le, Türk’ün “Derin Almanya”yla imtihanı Ayten Çalış tem, yeni bir düzen kuruldu o dönemle birlikte. Ama biz bu sisteme adapte olamadık. 1980’le başladı bizim entegrasyonumuz. Piyasalar 1980 sonrasında Özal’la birlikte onların kurallarına girmeye başladı yavaş yavaş. Erdoğan’la da oturdu bu süreç! Fakat bir sermaye birikimi vardı onlarda. Bizde ise azdı. Sorunumuz buydu yani. Tüm finansal sistemlerde başat sorun, ‘sermayesizlik’tir zaten. Ancak altını çize çize söylemekte fayda var ki, aslında sermayesiz değildik biz! Para, içimizdekiler tarafından Batı’ya kaçırıldı!” *** “Ana vatan Türkiye, yavru vatan Kıbrıs… Ne kadar vatandaşımız var orada? 300 bin civârı… Almanya’da ise neredeyse 5 milyon Müslüman Türk var. Araplar ve diğer Müslümanları da sayınca 10 milyonu bulur. ‘Nüfûsun yüzde 10’u Müslüman’ diyebiliriz yani. Öyleyse Müslümanın olduğu her yer vatanımızdır bizim!” *** “Sosyal güvenlik açısından bir göçmenin devlete olan maliyeti de çok yüksek onların sisteminde. Devlete olan bu yüklü maliyetin altından kalkmaları çok zor. İşte bu nokta, Almanya’nın Türkiye üzerinde izlediği politikaları kontrol edebilmek için ciddî bir koz! Caydırıcı güç yani… Ve bu kozu şu an hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan, hem de Bakanlar Kurulu çok iyi değerlen şubat 2016 65 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ diriyor. Bu kartla ‘serbest dolaşım’ zorlanacak, serbest para transferlerinin önü açılmaya çalışılacak. Benim Almanya Devleti tarafından tutuklanmama ve yaklaşık bir yıl hücrede tutulmama sebep olan da bu tarz stratejiler ve uygulamalar içinde olmamızdır aslında.” *** “Tutuklandığımda, benim üzerimden Erdoğan’ın yıpratılmak istendiğini biliyordum. Ancak serbest kaldıktan sonra aldığımız geribildirimler ve malûmatlar da açıkça gösterdi ki bizim alınmamız, Sayın Cumhurbaşkanı’nı yaralayabilmek ve yakalayabilmek için bir delil yaratma süreci olmuş. Onu uluslararası mecrâda işlevsiz hâle getirebilmek için devletlerarası hukuk üzerinden bir delillendirme sürecine girilmiş, ancak alınmamızın üzerinden 11 ay geçmesine rağmen bu delillendirme yapılamamış.” *** “Sosyal hayata intibâk etmemiz böyle oldu. Yine aynı noktada vazîfe yapmaya çalışıyoruz aslında. Köklü medeniyet mîrasımızı uyandıracak sinir uçlarını bulmak ve bunun altını dolduracak nesli birbiriyle tanıştırmak murâdındayız. Almanya’daki tutuklanma sürecimizden önce yoğun olarak çalıştığımız alanlardan biri de, bu zeminde faaliyet gösteren “Yeni İstanbul Medeniyeti” isimli çalışma grubumuzdu. Zira 66 şubat 2016 Ayten Çalış Bismarck ve Wilhelm Döneminin Özellikleri B ISMARCK döneminde kapitalizmin gelişimini desteklemek için liberallerle işbirliği yapıldı. Yeni devletin düşmanları olarak görülen Katoliklerle savaş yapıldı (KulturkampfKültür Savaşı). Alman Ulusal Birliği’ni sağlama sürecinde bir yığın krallık ve prenslik Prusya hâkimiyetine alındı. Sedan Savaşı’nı kazanarak Alsas-Loren elinden alınan Fransa’yı yalnızlaştırmak için “Üç İmparator Birliği” ittifâkı kuruldu. Prusya Kralı Birinci Wilhelm’in şansölyesi Bismarck, birleşmenin ve Avrupa içi ittifakların önderi iken, İkinci Wilhelm ise yayılmanın önderi oldu. İkinci Wilhelm döneminde ise, Almanya’nın geç kaldığı emperyalizm sürecine katılması sağlandı. İkinci Wilhelm, Bismarck’ı tasfiye edip 1890’da Alman dış politikasının yönetimini ele aldıktan sonra geç kaldığı sömürge edinme sürecine katılabilmek için Dünya Politikası (Welt-Politik) adı verilen bir politika izlemeye başladı. Bu politikayı hayata geçirmek için de hızla silahlandı. WeltPolitik’in en önemli unsurlarından biri Drang Nach Osten’dir (Doğu’ya doğru yayılma). Bu doğrultuda Osmanlı ile ilişkiler geliştirilmeye başlandı. Daha tahtının ikinci yılında, 1889’da İstanbul’u ziyaret etti. Kudüs’e kadar giderek, kendisini 300 milyon Müslümanın dostu ilân etti. Sadece Protestanların değil, Katolik Almanların da imparatoru olduğunu ilân etti. 1899’da Alman sermayeli Anadolu Şirketi’ne Berlin-Bağdat Demiryolu ayrıcalığı verildi ve bu, İngiltere’yi rahatsız etti. Derin Almanya”yla imtihanı Taha Gergerlioğlu’na yapılan uluslararası operasyon üzerinden “Derin Almanya”… A LMANYA’NIN “007” diyerek “Türkiye’nin dördüncü güçlü adamı” nitelemesiyle lanse ettiği Muhammed Taha Gergerlioğlu kimdir ve neden Almanya tarafından tutuklanıp 11 ay casusluk iddiasıyla hücrede tutulmuştur? >> Gergerlioğlu’nun oldukça sancılı Almanya günleri üzerinden Cermenlerin Türklerle, Türklerin de “Derin Almanya” ile olan o tarihî imtihanına yakın plan verdik. Ve biraz da Gergerliler’in Horasan’dan Somuncu Baba’ya doğru seyreden köklerine inip, Gergerlioğlu Ailesinin II. Abdülhamid Han’dan Necip Fâzıl’a doğru uzanan yakın dairesine girdik. Almanya üzerinden gelen ve 11 ay sonra geri dönen “17 Aralık” mesajı! “17 Aralık” 2014 tarihinde, “Kültür Ajanda ‘Derin Bosna’ Özel Sayısı” için yaptığımız 10 günlük Balkanlar çalışmamızı bitirip yurda dönmek üzere havaalanındaydık ki, değerli büyüğümüz Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun Almanya’da tutuklandığı haberini aldık. Çok uzun yıllardır ulusal ve uluslararası mecrâlarda sosyopolitik ve finansal saha çalışmalarına imza atan ve kuruluşundan bu yana AK Parti’nin aktif bir mutfak elemanı olarak yurtiçinde ve dışında başarılı çalışmalar yürüten bu ismin tutuklanması için mutlaka büyük bir iddia olmalıydı. Ne var ki Almanya’ya ulaşıp da bulunduğu havaalanında uçaktan iner inmez azılı bir terörist gibi kafasına çuval geçirilerek tutuklanan ve Almanya Devleti tarafından tam 11 ay hücrede tutulan Gergerlioğlu’nun bu uzun süre içerisinde tam olarak hangi suçla cezaevinde tutulduğu da anlaşılamadı. Zira 5, 15 ve 30’ar yıllık hapis istemlerinde bulunan üç ayrı iddianamedeki hiçbir iddia da delillendirilemedi. Ve Gergerlioğlu; Karlsruhe, Compliance, Frankhental Hapishanelerinde ekonomikmalî casusluk ve sanayiteknoloji-bilim konularında kaynak aktarımı suçu iddiasıyla 2 metre en ve 3 metre boyundaki bir hücrede 11 ay hapis yattıktan sonra, 1 Kasım 2015 seçimlerindeki yüzde 49,5’lik millî irade zaferinden tam bir hafta sonra kefaletle serbest bırakıldığı gibi, sicili temiz kalmak kaydı ile ülkeye giriş-çıkış yasağı konulmaksızın “beraat etti”. Şimdi ise “Justizvollzugsanstalt Frankhenthal Hapishanesi’ndeki, babası Türk, annesi Alman olan ‘Deniz’ adlı o Türk gencinin yan koğuştan gelen çığlıklarını unutamıyorum!” diyor. Almanların taktığı “Türklerin James Bond’u” ismiyle yazılı ve görsel medyada kamuoyunu aydınlatma faaliyetlerinin yanı sıra, “Yeni Türkiye” vizyonunun altyapısına dair yürüttüğü bireysel faaliyetlerini de genişletiyor Gergerlioğlu. Gergerlioğlu, Almanya’da 11 ay neyin bedelini ödedi? Yaklaşık bir yıl çok kötü koşullarda ve tek kişilik bir hücrede tutularak mânevî işkenceye de mâruz bırakılan Gergerlioğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın çalışan bir bürokrat olmanın bedelini ödedi aslında. Zira “İki adet ses kaydını kabul et, bir iki yılda çıkaralım sizi!” özetinde bir pazarlığa tâbi tutularak Erdoğan’ı yıpratma yolunda değerlendirilecek olan verileri delilleştirmek adına bâriz bir şantaja mâruz bırakıldı. Tutuklanmasına giden sürecin bir ihbar yoluyla tetiklendiğini açıklayan hâkimin beyanları ve yapılan irdelemeler sonucunda da Almanya’da oldukça etkin olan FETÖ ayağının bu operasyonda önemli bir parça olduğu anlaşıldı. Taha Gergerlioğlu, ilginç bir şekilde 17 Aralık’ı 18 Aralık’a bağlayan gece, saat 00:00’a dakikalar kala tutuklandı ve olay, kayıtlara 17 Aralık 2014 tarihiyle geçti. Dolayısıyla Almanya üzerinden “17 Aralık” şifresi ile gönderilen bu mesajın tarafları da netleşmiş oldu aslında. “Almanya, Bismarck Planı’na dönüş yaptı!” yeni medeniyet vizyonunun, İstanbul’un şahs-ı manevîsi ile Anadolu’daki kadim mayanın meczinden neşet edeceğini düşünüyoruz.” *** “Bu tarz sistem çalışmalarımızın sonrasında siyasî faaliyetlerimiz de devam etti tabiî. Ve en sonunda da Erbakan Hoca’nın da mağduru olduğu 28 Şubat süreci yaşandı. Erbakan Hoca o süreçte siyasetin dışına itildi, malûm. Dolayısıyla da Tayyip Bey’in topluma kazandırılması gerekiyordu artık. Ve o proje başladı nihâyetinde. Bu projeyi Korkut Özal ve birkaç isim organize ediyordu. Yani bu düşüncenin faal direkleri oldular onlar. Ben de Korkut Bey’in ekibindendim.” *** “Hoca her zaman, ‘Abdülhamid’dir bizim öncümüz!’ derdi. Bana kaç defa söylemiştir bu cümleyi. ‘Biz Abdülhamid’in yaptığını taklit etsek, yani onun yaptığının taklidini koysak ortaya, yine kurtuluruz oğlum!’ derdi. İdeale yönelik çözümü ve yol haritasını sorduğumda da, ‘Ak Parti iktidar, Saadet de ana muhalefet olursa, işte o zaman doğru yoldayız!’ derdi. Yani Saadet’in iktidârını istemiyor bakınız! AK Parti’yi çalıştıracak, Saadet muhalefetinde bir yapı istiyor. ‘Onları ancak bu strateji ile çalıştırabiliriz’ diyordu. ‘Hepimiz bu tarafa geçersek, bunlar hepimizin kellesini alırlar!’ diyordu.” şubat 2016 67 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ Ayten Çalış Ne var ki Almanya’ya varıp da bulunduğu havaalanında uçaktan iner inmez azılı bir terörist gibi kafasına çuval geçirilerek tutuklanan ve Almanya Devleti tarafından tam 11 ay hücrede tutulan Gergerlioğlu’nun, bu uzun süre içerisinde tam olarak hangi suçla cezaevinde tutulduğu da anlaşılamadı. Zira 5, 15 ve 30’ar yıllık hapis istemlerinde bulunan üç ayrı iddianamedeki hiçbir iddia da delillendirilemedi. “Almanya, Bismarck’ın önderliğinde ulusal birliğini sağladıktan sonra; İkinci Wilhelm döneminde, ‘sömürgeci bir deneme’ yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na girmeden önce Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya ve Portekiz gibi ülkeleri taklit ederek emperyalist bir bakışla yol almıştır. O emperyal mantığı kapmıştır yani. Bu denemenin akabinde de Birinci Dünya Savaşı yaşanmış ve Almanya da savaşa girmiştir. Ve sonuç olarak, 1914 sonrasındaki o zorlu dönem yaşanmıştır. Ekonomik yaptırımlar ve bunların neticesinde de İkinci Dünya Savaşı’na hazırlanan bir zemin… Bu sıkıntılı toplumsal zemin, savaşı tetikleyenlerin İkinci Dünya Savaşı’nı çıkartmalarına da ortam hazırlamıştır tabiî. Zaten Almanya, 1884’ten sonraki süreçte Osmanlı ve İslâm coğrafyası başta olmak üzere birçok yerde bu emperyal bakış ve sömürgeci mantıkla belirli yatırımlara başlamıştır. Demiryolu köprüleri, çeşitli limanlar, binalar gibi yatırımlardır bunlar. İşte Almanya, o zamanki Bismarck politikalarını bugün yürütüyor! İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ne zaman ki Almanya’yı ıslah edip tıpkı Japonya gibi kendi sınıfına aldı, en büyük tarihî denklemlerden biri de orada doğdu. Almanya bir müttefîk ve ABD’nin Avrupa’daki bir temsilcisi olarak İngilizlerin 68 şubat 2016 arka bahçelerini dizayn etmeye başladı. Yani İngilizlerin görünmediği, onlar adına Almanların vazîfelendirildiği süreçler başladı. Ve bu çizgi içinde de Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu ve Afrika’da olan emperyalist niyetler devam etti. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce kuramadığı dalgayı var edebilmek için yeni bir atağa geçti yani. Sonuç olarak, Almanya’nın Bismarck politikaları şu an devrede!” diyor Gergerlioğlu. “Almanya’da farklı derin akıllar var ve bunların yöneteni, Amerikan-İngiliz koalisyonu!” Söz konusu Bismarck Planı’nın yeniden hayata geçirildiğine dikkat çeken Gergerlioğlu, konuyu şöyle detaylandırıyor: “Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın 50. yılı olan dönemde söz konusu bu emperyal politikaları ihyâ etmeye başlamıştır. 1995 sonrası yani… Bizdeki 28 Şubat dönemini yakalayan bir periyoddur bu. Tabiî yükselerek artan bir grafik oldu. Belki 1990’larda pek hissedilmiyordu ama sonrasında dünya da hisseder oldu bu politikaları. Biz de görür olduk elbette. Almanya Devleti’nin içinde, bizdeki toplum ve yönetim kadrosu gibi farklı farklı akıllar var. Bu derin akılların yöneten kısmı ise, İkinci Dünya Savaşı’nın gâlip devletleri. Yani ana kumandada güçlü bir Amerikanİngiliz koalisyonu olduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın gâlibi İngiltere olduğu için, bu hâkim yapı Almanya’nın üstünlüğünü kullanarak bir anlamda tatlı bir rekabet partneri oluşturdu kendisine. Pragmatik bir mantıkla Almanya’yı bir basamağa dönüştürdü yani. Tabiî yükselen bu grafik, kaygan bir zeminde. O zemini bir anda altlarından çekip yok edebilirler Almanya’yı. Fakat Almanya, bilim ve teknoloji konusunda dünyanın ihtiyaç duyduğu bir aktör. Düzenli ve disiplinli çalışıyorlar çünkü. Dolayısıyla o kanalın da tıkanmamasını isterler. Bu tıkanmanın yaşanmaması içinse hammadde sorunlarını gidermeleri, tükenen nesillerini yeniden inşâ etmeleri gerek. Ayrıca yeni göçler var ve ihtiyaç açıkları büyük. Bu sebeplerle de tek başlarına bir şey yapmaları zor. Bir kere, temeldeki o orijin Alman ruhunu öldürmüş vaziyetteler. Onları nesilsiz bir hâle getirdiler ve mayalarını bozdular çünkü. Fakat dünya devleri yine de boş bırakmıyorlar tabiî onları. Devamlı kontrol altındalar. Zira ufak bir boşlukta nasyonal sosyalizme, yani faşizme çok hızlı bir biçimde kayabiliyorlar. Bu yapıları var. Nasıl biz biraz serbest kaldığımızda asıl kodlarımız devreye giriyorsa, onlar da öyle. Onların da bir Roma-Cermen hayâli var tabiî ve ister istemez o tarihî mekanizma çalışıyor hemen. Bu önemli hattı ekonomik olarak kurmuş oldular aslında. Fransa ile Almanya’nın bir ekonomik Avrupa paktı var. Ama bu zeminde Almanya, tartışmasız bir eziciliğe sahip. Bütün Avrupa devletlerine ve milletlerine baskın yani. Bu anlamda Kıta Avrupa’sının motoru Almanya’dır. “Dünya devleri İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik rövanşını onlara aldırttılar” diyebiliriz. Bu süreçte de epey güçlendiler elbette. Bir de büyük devlet kurma geleneği olan bir yapı oldukları için Balkan coğrafyasında rakip görüyorlar bizi.” “Alman kafası için en büyük tehdit Türklerdir; bizse onları korumak için koca bir Osmanlı coğrafyasını verdik!” Almanlar’la Türkler arasındaki son iki yüzyıllık tarihi değerlendirirken, önemli notlar aktarıyor Muhammed Taha Gergerlioğlu. Onlardan biri de şöyle: “Osmanlı’nın Prusya’yla, Avusturya-Macaristan’la olan mücadelelerinde Rusya her zaman Osmanlı’ya müdahale etmiştir. Yani Avrupa içi dengelerde Rusya, Osmanlı’ya karşı kullanılmıştır genelde. Son yüz yüz elli yılda yaşadığımız budur. Derin Almanya”yla imtihanı Örneğin ‘teknolojik partner’, yani teknoloji alanında müttefîk ülkeler olmamıza rağmen Almanya’nın bize olan teknoloji transferi zayıftır. Ama Rusya’ya çok rahat teknoloji transferi yapılır. Alman politikası genellikle böyledir çünkü. Almanlara göre ‘Müslüman Türkler’, tarihte peşinde olunması gereken, Anadolu’da rahat bırakılmaması îcâb eden bir topluluktur. Dolayısıyla da tehdit arz eden bu yapı, yani Türkler, geçmiş misyon ve vizyonlarına, aslî mefkûrelerine asla kavuşmamalıdırlar! Zira bu, Almanların millî menfaatlerine zarar verir. Alman kafası için en büyük tehdidin Türkler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz yani. Almanlara göre, Türklerin Anadolu coğrafyasında ve bunu çevreleyen Balkanlarda kesinlikle eski misyonuna soyunmaması gerekir. Ve bunu sezdikleri anda, Türkiye’nin zaaf noktalarını kaşımaya başlarlar. Onlar için bir gerekliliktir bu. Bu minvâlde kaşınabilecek en uygun nokta da Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’dir. O yüzden de Almanya’daki Türk bütünlüğü ile mücadele, oldukça önemlidir onlar için. Asya-Afrika coğrafyasına da bu mantıkla bakılmalıdır. Buralardaki görünmez düşmanlarsa Fransız kolonileridir. Fransızların Afrika kolonileri, İngilizlerin de Körfez’deki sermaye hâkimiyeti… Sonuçta bunlar da birbirine rakip gibi görünürler, ancak aralarında “danışıklı dövüş” tarzında gizli bir denge vardır aslında. Gizli, ama sağlam bir denge… Almanya’nın bir de kendi içerisindeki Nazizm’e meyilli takımları ve Müslüman kö- kenli insanları kontrol etme politikası vardır. Eğer içinde üç beş milyon Müslüman Türk varsa, kendisini besleyen o toplulukların ana memleketlerini, ana ülkelerini, kaynak coğrafyalarını bir bir kontrol etmek durumunda hisseder kendini. Bir devlet politikasıdır bu! Temel maddelerde de mevcuttur. Dünya coğrafyası üzerindeki göçmen kitlenin en büyüğü de Türkler olduğundan, Türkiye’deki her hareket yakından ilgilendirir onları. Güvenlikleri açısından bu dengeleri gözetmek zorunda hissederler kendilerini. Ekonomik açıdansa Almanya, Türkiye ihracatında bir ve iki numaralı ülkeler arasındadır. Hâliyle ithalatta da biz önemliyiz onlar için. Bizim Avrupa’ya yaptığımız ihracatta da birinci sıradadırlar. İhraç ülkelerinin başında Almanya gelir. Onlar için belki biz onuncu sıradayız ama ekonomik açıdan da iyi bir partneriz sonuçta. Dolayısıyla ekonomik açıdan birlikte olmak zorundayız. Ama sosyal açıdan her zaman rakibiz onlar için. Hem kendi içlerinde (dış Türkler), hem de bizim var olduğumuz bölgede… ‘Entegrasyona evet, asimilasyona hayır!’ politikamız da bu yüzden çok rahatsız ediyor onları. Kültür farkından ötürü anlayamıyorlar çünkü. Onlar bunu, Erdoğan’ın Avrupa’daki bireysel dirilişi ve sivrilişi olarak görüyorlar. Yani Erdoğan’ın şahsî politikalarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Ve eskiye doğru bir dirilme ve sivrilme oluşunu da ‘anti-demokratik bir yönetim modeli’ olarak görüyorlar. Yani Erdoğan demokrat değil, anti-demokratik bir lider yani onlara göre. Hü- kümran tavırlı görüyorlar onu. Mahkeme zabıtlarında da okudular bu tarz verileri. Yani kendi kurguladıkları bu teze kendileri de inanıyorlar. Almanya Devleti’nin bu yöndeki algı operasyonları sebebiyle Almanya’nın emperyal kesimi dışındaki objektif insanları bile bu kanaate sahip oldu artık. Biz de kendimizi anlatmakta güçlük çektik doğrusu. Hâlâ da çekiyoruz. Başta kendi medyamızın hâli ortada! Örneğin Tayyip Bey’in verdiği Hitler’le ilgili bir örnek, ‘Hitler haklıdır!’ demiş gibi bir şekle dönüşüyor. Yani onun ağzından çıkan her ifade bilinçli olarak dönüştürülüyor. Kısacası Batı’nın yerleşik politikaları -Oryantalist faaliyetleri- dışında, bizim de kendimizi anlatma zâfiyetimiz var. Eğer bu algı hatasını sivil toplum kurumları üzerinden aşabilecek bir damarı yakalarsak, oradaki dengeyi değiştirecek güce de sahibiz aslında. Ama yapmamışız bugüne kadar. Çünkü oradaki insanların hepsi yerleşik Alman kafasında değiller; objektif bakanlar da var. İşte biz onları kazanmalıyız! Onlara yanlış şeyler yaptığımızı düşündürtüyorlar. Sadece bu negatif algıyı nötralize etsek, o bile ciddî bir iş…” “FETÖ’nün özellikle Almanya’da çok güçlü bir ağı var!” Gergerlioğlu’nun FETÖ’ye ilişkin Avrupa çerçeveli tespitleriyse şöyle: “FETÖ, yurtiçinde ve yurtdışındaki önemli sinir uçlarına iyi yerleşmiş bir yapı. Avrupa’da güçlüler. Özellik- le de Almanya’da ciddî bir varlıkları vardı. Son süreçte her cephede ağır yara aldılar tabiî. Ama yine de oradalar. Bu ahtapotvari sistemleri ile Avrupa’daki Türkiye düşmanı yapılarla gayet entegre çalışıyorlar. Entegre çalıştıkları yapıların dışında, bir de manipüle ettikleri kesimler var. Onların başında da Almanya dâhil, tüm Avrupa’daki objektif kesim geliyor. Peki, bu dalgayı nasıl kırarız? Avrupa’daki sivil toplum yapıları ile verimli temaslar kurarak ve onların algılarına nüfûz ederek… Önce negatif imajı nötralize ederiz, sonra da doğru olan algıyı yapılandırırız. Bir kısmı art niyetli tabiî, onları değiştiremeyiz. Ama kötü niyetli olmayanlara tesir edebiliriz. Çünkü o art niyetli kesim, bu taraftaki objektif tabakayı zehirliyor. Bu hayatî stratejiyi milletimize çok güzel anlatmamız lâzım. Hamasî bir tavır değil, ince işçilik farz! ‘Almanya bizim düşmanımızdır!’ demek, kolay ve hatalı bir mantık! Sistem kurarak, tıkanıkları okuyarak sisteme nüfûz etmenin yollarını aramalıyız. Bunu çok rahat yaparız, çünkü bizim organizasyon gücümüz, onlarınkinden çok yüksek! Ama bizde de âhenk yok. Yani sistem… Onlar sistemli ve istikrarlılar. Hedefe doğru âhenkli bir sistem kuramıyoruz biz. Herkes bir tarafa çekiyor ve bunun için de yol alamıyoruz. Bu, sistem sorunu! Onların avantajı da bu işte! Ama sistemi kaparsak çok şanslıyız aslında. Yaşayan, yeniliklere uyum sağlayan, yenilenen bir devlet ve sistem yapısı kurmuşlar onlar. Biz ise 1923’te Cumhuriyetimizi ilân ederek yeni bir devlet şubat 2016 69 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ kurmuşuz ama sistem inşâ edememişiz. Mevcut yapımız hâlâ şahıslara bağlı. Yani karizmatik, güçlü liderler geldiği zaman iyi, gelmediği zaman kötü… Geçici, kısa süreli, palyatif iyileştirmeler kesin çözüm sağlamaz! Dünyadaki ve Türkiye’deki dinamik şartları dikkate alarak süratle sistem kurmalıyız. Bu bizim zarûretimiz!” “1929 Buhrânı’ndan sonra kurulan ekonomik sisteme yeni müdâhil oluyoruz!” “Dünya ekonomik sisteminde, malî ve finansal zeminde, bilhassa 1929 Amerikan Ekonomik Buhrânı’ndan ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra BM’nin kuruluş kararlarına yansıyan birçok durum oldu. Paris Konferansı’nda değiştirilen kararlar oldu mesela” diyerek dünya ekonomisinin yakın tarihine dair tespitlerini sıralayan Muhammed Taha Gergerlioğlu, bu tespitlerini şöyle sürdürüyor: “Dünyada finansal bir sistem, yeni bir düzen kuruldu o dönemle birlikte. Ama biz bu sisteme adapte olamadık. 1980’le başladı bizim entegrasyonumuz. Piyasalar, 1980 sonrasında Özal’la birlikte yavaş yavaş onların kurallarına girmeye başladı. Erdoğan’la da oturdu bu süreç! Fakat bir sermaye birikimi vardı onlarda. Bizde ise azdı. Sorunumuz buydu yani. Tüm finansal sistemlerde başat sorun ‘sermayesizlik’tir zaten. Ancak altını çize çize söylemekte fayda var ki, aslında sermayesiz de değildik biz! Para, içimizdekiler tarafından Batı’ya kaçırıldı! Osmanlı’nın son döne- 70 şubat 2016 minde ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminde, bilhassa İnönü kararlarıyla dışarıya kaçırıldı sermaye! Bu, bilerek yapılmış bir faaliyettir. Rum, Ermeni ve Yahudi menşeli birikim sahibi insanların paraları dışarı transfer edildi. Merkez Bankası’nda da bu tarz operasyonlar oldu. Yani millî güçlerin elinde olmayan kurumlar, bu sermaye kaçışını kolaylaştırmışlardır. Çok trajik bir şeydir bu! Acıdır, ama gerçektir maalesef! Bu operasyonlarda Avrupa’nın payı olduğu gibi, zaman zaman da Almanlar’ın payı olmuştur. Finansal tarihte açıkça görülür bu. Onların emperyalist politikaları her zaman çökmekte olan ülkelerin üzerine abanmaktan geçer zaten. Yani Türkiye’nin sistem kurmakta zorluk çekmesi ve ancak son 15 yılda bu noktada başarı kaydetmesi, Almanların bu coğrafyada yükselen yeni bir Türkiye görmek istememesi, gayet anlaşılırdır aslında. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı’nda bu ülke için savaşa girdik biz. Bize çok borçlular Almanlar, onlara da söylerim bunu hep. Çeşitli ortamlarda hep dile getiririm ve ‘Sizin için Birinci Dünya Savaşı’nda kocaman bir Osmanlı coğrafyasını yitirdik biz. Sizden bir şey beklemiyoruz ama siz bir özür bile dilemeden Anadolu coğrafyasını parçalamak için uğraşıyor, bunun için faaliyet gösterenleri destekliyorsunuz!’ derim. Mesela göçmen olarak Almanya’ya giden Suriyelilerin içinde bir kavga var şu an. Kamplarda HıristiyanMüslüman kavgası yaşanıyor. Müslümanları bize geri göndermeye başladılar. Yani Erbakan Hoca’nın zamanında dile Ayten Çalış getirdiği o ‘Avrupa KulübüHaçlı Koalisyonu’ meselesi doğrudur.” “Türkün ve Müslümanın olduğu her yer vatanımızdır!” Gergerlioğlu’nun Türk ve Müslüman nüfûsa dair önemli tespitleri ise şöyle: “Avrupa bir Haçlı koalisyonu olabilir, fakat Müslüman bir Türk olarak Almanya’yı da vatan olarak görmeliyiz biz. Zira orada yaşayan Müslümanlar bunu düşünmemizi gerektirir. Ana vatan Türkiye, yavru vatan Kıbrıs… Ne kadar vatandaşımız var orada? 300 bin civârı… Almanya’da ise neredeyse 5 milyon Müslüman Türk var. Araplar ve diğer Müslümanları da sayınca 10 milyonu bulur. ‘Nüfûsun yüzde 10’u Müslüman’ diyebiliriz yani. Öyleyse Müslümanın olduğu her yer vatanımızdır bizim! Almanya Devleti çok güçlü olsa da sivil toplum etkisi çok güçlü orada. Bu nedenle bizim oralarda sağlıklı yer almamız, mevcut dengeleri değiştirir. Devletimiz STK’lar üzerinden ne kadar orada olur, varlık gösterir ve kendini anlatırsa o kadar iyi tanınır ve anlaşılırız.” “Derin Almanya Devleti, küçük bir İsrail’dir aslında!” Gergerlioğlu’nun AlmanYahudî ilişkilerine dair görüşleri ise şöyle: “Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndaki finansal yapılarını İsviçre’de saklamıştır. Avrupa ve ABD’nin onayını aldıktan sonra o finansal yapılar Almanya içinde ciddî yatırımlara dönüştü. Bizim Merkez Bankası gibi değil oradaki yapı; güçlü şirketlerin oluşturduğu farklı bir sistem var. Aslında Almanya, küçük bir İsrail sayılır. Onun hâmisi olan bir devlettir yani. Bu tespiti yapmak zorundayız! Neden? Sistemi bilmemiz gerekiyor çünkü. Zaten Alman bakanların İsrail’le olan yakın temas ve ziyâretlerini izleyince yakînen görüyoruz bunu. Sağlam bir hat var orada; ciddî ama gizli bir köprü… Bir Yahudî tüccar, sanayici ya da finansçının karşısında tüm Almanlar eziktir. Çok eziktirler hem de. Zaten Avrupa’daki Yahudî soykırımı meselesi de oldukça kısıtlıyor onları. ‘Yahudîler’ deyip sağlıksız bir genelleme yapmayalım ama ‘Siyonist Yahudîler’in orayı bir üs olarak kullandığı bir gerçektir!” “Dünya devlerinin oturduğu o masada taraf olma mücadelesi veriyoruz” Alman-Yahudî ilişkisinin üzerine kurulu finans faaliyetlerine dönük karşı tedbir ve atağın ipuçlarını ise şöyle veriyor Gergerlioğlu: “Bu mânâda biz de Avrupa’da olan STK’ları birer üsse çevirmek, mevcut jokeri değerlendirmek durumundayız. Bizdeki en büyük sorunlardan biri ise, yurtiçi ve dışındaki kurumlarımızı entegre vaziyette çalıştıramamamızdır! Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘Ekonomik Güvenlik Konsepti’ diye Meclis’ten de geçen bir uygulaması var. Ancak tam uygulama sahasında değil henüz. Derin Almanya”yla imtihanı Şimdi ise “Justizvollzugsanstalt Frankhenthal Hapishanesi’ndeki, babası Türk, annesi Alman olan ‘Deniz’ adlı o Türk gencinin yan koğuştan gelen çığlıklarını unutamıyorum!” diyor. Almanların taktığı “Türklerin James Bond’u” ismiyle yazılı ve görsel medyada kamuoyunu aydınlatma faaliyetlerinin yanı sıra, “Yeni Türkiye” vizyonunun altyapısına dair yürüttüğü bireysel faaliyetlerini de genişletiyor Gergerlioğlu. Kamu, özel sektör, üniversite, siyaset, STK’lar, medya gibi ayakların birbiriyle entegre çalışmasını sağlayacak bir konsept bu. Hem yurtiçinde, hem de yurtdışında âhenkli bir çalışma oluşturacak. Almanya gibi Türk toplumunun çok olduğu ülkelerde o âhengi kurmak ve korumak durumundayız biz! Ancak uluslararası zemindeki ekonomik eşitsizliğe yaptırım uygulayabilecek bir mekanizmamız ve gücümüz de yok henüz. Bu bir realite! Çok yeni başladık çünkü müdâhil olmaya. Türkiye şu an için ‘Dünya beşten büyüktür!’ söylemini cesurca dillendiriyor ama bu sadece dünyayı uyandırma amaçlı. Sisteme hâkim olabilmemiz ve adâletin tesisini talep edebilmemiz için henüz çok erken. Geçmişte solcu kesimin de dile getirdiği sloganlar ve psikolojik mesajlarla topluma ses veriyor, dünya kamuoyuna bu mesajları iletiyoruz elbette. Ama yolumuz var daha. Öncelikle kurumlara ve sistemlere nüfûz etmemiz lâzım. Yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sürecindeki anlaşmaların bozulması gerek. Malta ve Yalta Toplantıları’nda alınan kararlar gibi mesela… Söz konusu taraf devletlerin akitleri bozulmalı yani. Zira biz o devletlerin içinde yokuz. Biz şu an o taraf devletlerin içine girme ve de taraf olma mücadelesi veriyoruz. Tüm gürültü de buradan kaynaklanıyor zaten. İşin başındayız yani. Büyük bir İstiklâl Savaşı’ndan çıkmışız. Bir yandan da kültür mücadelesi veriyoruz. Kendimize göre ekonomik bir mücadele içindeyiz ve sanayide de yine aynı şekildeyiz. Tâbir yerindeyse, dört beş cephede birden savaşıyoruz. Terör tarzı toplumsal ve siyasal oynamalar da cabası… Gezi, paralel, etnik kartlar vs.” “Göçmen kartını işe çevirmeliyiz!” Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun göçmenlerle ilgili söyledikleri ise önemli projeler doğurabilecek nitelikte: “Türkiye’nin eline ciddî bir güç geçti şu an. Bu joker, göçmen politikası ile ilgili! Bilhassa da Suriye göçmenleri... Afrika ve Asya’dan gelen göçmenler de dâhil buna. Türkiye, kendi nüfûsu kadar göçmen kabul edebilen bir yapıda. Onlarınsa hemen dengeleri sarsılıyor. Kültürel, ekonomik vs. her planda ciddî etkileniyorlar. Çok cüz’î bir göçmen bile alınsa toplumsal kargaşa oluyor, psikolojileri bozuluyor. Hem buna yatkın değiller, hem de ekonomik refahları sarsılıyor. Sosyal güvenlik açısından bir göçmenin devlete olan maliyeti de çok yüksek onların sisteminde. Devlete olan bu yüklü maliyetin altından kalkmaları çok zor. İşte bu nokta, Almanya’nın Türkiye üzerinde izlediği politikaları kontrol edebilmek için ciddî bir koz! Caydırıcı güç yani… Ve bu kozu şu an hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan, hem de Bakanlar Kurulu çok iyi değerlendiriyor. Bu kartla ‘serbest dolaşım’ zorlanacak, serbest para transferlerinin önü açılmaya çalışılacak. Benim Almanya Devleti tarafından tutuklanmama ve yaklaşık bir yıl hücrede tutulmama sebep olan da bu tarz stratejiler ve uygulamalar içinde olmamızdır aslında. Orada çok ciddî finansal kaynaklar var. Türkiye’nin özel sektörü, faiz yüksek olduğu için Türkiye bankalarından borçlanmaktan ziyade Avrupa’da Almanya ve İsviçre bankalarından borçlanıyorlar. Düşük faiz cezbedici sonuçta… İşte ‘serbest dolaşım’ açılıp para transferleri rahatladığı zaman süreç hızlanacak ve bizim Avrupa’da, özellikle Almanya’daki kuruluşlarımızın kredileri de yükselecek. Manevra alanları genişleyecek. Türk insanının serbest dolaşımı rahatlayacak ve Türkiye’nin göçmen kozu, adâleti tesis etme yönünde önemli bir araç olacak. Bizi güçlendirecek ve bir mânâda caydırıcı güç olacak. Bu kozun işlevini Türkiye anladı ve Merkel’in Türkiye’ye dönük tenkitçi politikaları, Almanya’nın bize olan teveccühüne dönüştü. ‘Onları kızdırmayalım, Türkler bizim için iyi şeyler yapıyorlar. Biz bunu yanlış okumuşuz!’ gibi söylemler oluştu. Böyle bir süreçte bizim, paralel yapının Avrupa’daki faaliyetlerini çok iyi tespit etmemiz ve onların oradaki kurumlarla, STK’larla, medyayla olan ilişkilerini akıllıca kesmemiz lâzım!” “11 aylık Almanya hapsimin asıl hedefi Erdoğan’dır!” Tutuklanma sürecine ilişkin düşüncelerini ise söyle paylaşıyor kendisi: “Tutuklandığımda, benim üzerimden Erdoğan’ın yıpratılmak istendiğini biliyordum. Ancak serbest kaldıktan sonra aldığımız geribildirimler ve malûmatlar da açıkça gösterdi ki bizim alınmamız, Sayın Cumhurbaşkanı’nı yaralayabilmek ve yakalayabilmek için bir delil yaratma süreci olmuş. Onu uluslararası mecrâda işlevsiz hâle getirebilmek için devletlerarası hukuk üzerinden bir delillendirme sürecine girilmiş, ancak alınmamızın üzerinden 11 ay geçmesine rağmen bu delillendirme yapılamamış. Suçlama sürecinde gayet kendinden emin olan Almanya Devleti, delillendirmede sıkıntı çekmiş. Benden, bana dinletilmeyen iki ses kaydını kabul etmem istenildi. ‘Bunu kabul edin, sizi iki yıl süreyle tutup serbest bırakalım! Korkmayın, hâin sayılmazsınız; bir şeyi ifşâ etmiş olmayacaksınız çünkü. Sadece iki adet ses şubat 2016 71 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ Ayten Çalış Tutuklanmasına giden sürecin bir ihbar yoluy- la tetiklendiğini açıklayan hâkimin beyanları ve yapılan irdelemeler sonucunda Almanya’da oldukça etkin olan FETÖ ayağının, bu operasyonda önemli bir parça olduğu anlaşıldı. kaydını kabul edeceksiniz!’ denildi. Kabul etmedim tabiî! Ayrıca hâkimin beyânına göre özel bir ihbar almışlar benimle ilgili. Bunu doğrulayan ‘paralel hatları’ da keşfettik zaten sonra. Manzara iyice netleşti yani! Bu işte ciddî bir faaliyetleri olduğu doğrulandı. Ve 1 Kasım seçimlerindeki yüzde 49,5 oranından sonra hemen muamele de değişti bana karşı. Onu çok net hissettim. Baskılarda ciddî hafifleme oldu. Hatta kendileri bile, ‘Halk neden bu kadar oy verdi? Nasıl verdi? Biz neden böyle görmüyoruz?’ diye yorumlar yaptılar. Bu tarz yorumları daha önce asla yapmıyorlardı. ‘40’ların da altına düşer, son seçimden daha da aşağı doğru seyreder’ diyorlardı. Oranın kanaat önderleri, politologları ve uzmanları çok ciddî tahminlerde bulunuyorlardı bu konuda. Ama ertesi gün şunu anladım: Avrupalılar, bükemedikleri bileği öpüyorlar. ‘Bu adam bu işi çok iyi biliyormuş, bu bir sihirbaz!’ dediler. O zaman tüm Avrupa ve dünya basını, Sayın Cumhurbaşkanı’nı bir ‘demokrasi sihirbazı’ olarak gördü. Türkiye’de yapılan Yüksek Seçim Kurulu manipülasyonları gibi şeyler de olmadı. Avrupa Birliği’nin gözlemcileri çok net söylemlerde bulunuyorlardı çünkü. ‘Seçimlerde sorun yok!’ diyorlardı. O objektif yorumlar çok etkili oldu ve asparagas haberlere kimse tevessül etmedi. O tarz klasik manipülasyon- 72 şubat 2016 lar, daha çok Türkiye’ye özgü bir durum. Eski Türkiye’nin bakiyesi... Avrupa toplumları o tarz bilirkişilere çok îtibâr ediyorlar. Almanya’nın objektif tarafı bu! İşte biz o matematiğe girmeli, o hattı kesinlikle fethetmeliyiz! Biz 1800 ve 1900’lerde çok zarar görmüşüz onlardan. Onlarla olan ittifaklarımız sebebiyle fazla mağdur olmuşuz. İhtiyaç duyduğu anda bizimle Birinci Dünya Savaşı’nda birlikte olan Almanya, Kafkasya’da Ruslarla çarpışan İslâm ordumuzla savaşmıştır bizim. Çok büyük bir olaydır bu! Bizim halkımızın da, Alman halkının da bilmesi gerekir bunu. Nuri Paşa, Enver Paşa’nın kardeşi… İslâm ordusunun başındaydı ve Almanlar onlara karşı savaştı. Yine İngilizler bu organizasyonun da başındaydı tabiî. ‘Kafkas İslâm Ordusu’ adı verilen bu ordu, Osmanlı, Azerî ve Dağıstanlı askerlerden oluşuyordu. Ve Ruslar perişan oldular. Yani biz en iyi askerlerimizi, en seçkin insanlarımızı Avrupa’ya gönderdik onlar için. Galiçya Cephesi’nde binlerce şehidimiz var. Onlarsa Ruslarla beraber olup İslâm ordumuza karşı savaşıyor, bize zarar veriyorlar. O emperyalist bakışı düşünün! Bizim oradaki ilerleyişimizi durduruyorlar. İşte bu gerçekleri hem onların toplumuna, hem de kendi halkımıza anlatmamız lâzım!” Yıldız’ın çağdaş sürgünlerinden biri olan Gergerlioğlu kimdir? Muhammed Taha Gergerlioğlu; bir Şâzelî, Nakşibendî ve Hâlvetî meşâyıhı olan ve II. Abdülhamid Han’ın yakın kadrosunda yer alarak çok uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda vazîfe yapan Abdurrahman Efendi’nin torunu. Ayrıca 18. kuşaktan da Somuncu Baba Hazretleri’nin sürgünü… Abdülhamid Han’ın tâlimatıyla 17 yıl gibi uzun bir dönem Yıldız’da, kendisine tahsis edilen mekânda yaşayan Abdurrahman Efendi, Osmanlı döneminde Urfa civârında yaşamış olan sülûk ehli bir zât. Eyyûb Peygamber’in kabri olan Urfa’daki makamın yanında yatıyor bugün. İlyas, Elyasa ve Eyyûb Peygamberlerin üçünün de kabri olduğuna inanılan Urfa-Viranşehir arasındaki yerde… (Eski Ahit’te “Elişa” ismiyle anılan Elyesa Peygamber’in mezar ve türbesi, bir rivâyete göre Zülkifl Peygamber ile birlikte Diyarbakır’ın Eğil ilçesindedir. Başka bir rivâyete göre ise Eyyûb Peygamber’i ziyârete giderken vefât ettiği Urfa’da; onun türbesinin güneybatısındadır ve asırlardır Elyesa Peygamber’in makâmı olarak ziyâret edilmektedir.) “Yıldız Sarayı’nda bulunan ve şu an Malta Köşkü olarak anılan o nezih bina, II. Abdülhamid Han tarafından dedeme tahsis edilmiş” diyor Gergerlioğlu. 17 yıl kadar kalmış orada. Ta ki II. Abdülhamid Han’ın hâlliyle beraber Devlet-i Âliyye-yi Osmâniyye’ye ait emanetleri tevdî edip tekrar Urfa’ya avdet edene kadar… Metafizik istihbaratın kalesi: “Yıldız” Yıldız’da dilden dile konuşulan, kerâmet düzeyindeki birçok manevî hâller de olmuş ayrıca. “Abdurrahman Efendi tasarruf sahibi, hikmet ve irfân ehli bir zâtmış. Çok enteresan vakâlar dinlemişimdir halalarımdan” diyen Gergerlioğlu, aslında “metafizik istihbarat” denilenin de bu iklim olduğunu düşünüyor ve şu ilginç tespiti yapıyor: “Türk Devleti’nin metafizik istihbaratı çoğunlukla kurumsal bir yapı olarak tasavvur edilir. Aslında gerçekten metafizik bir teşkîlattır o. Zâhirde varlardır ama bir kurumsal kimlik ve mekânsal beraberlik yoktur aslında. Ve bu farklı yapıyı mekaniğe ve görünene dayalı Batı zihninin anlaması gerçekten zordur. Bu sistemi algılayabilmeleri için Müslüman olmaları gerekir önce.” “Necip Fâzıl’ın alnından öptüğü, ruhu kalıbına sığmayan genç” Gergerlioğlu’nun babası Muhittin Bey ise dindarlığını gizlemeyen bir memur olması sebebiyle tam 33 tâyin görmüş, bir ömür Anadolu’nun o şehrinden bu kasabasına savrulmuş bir memur. Hürmetle yâd ettiği babasını şu sözlerle anlatıyor Taha Gergerlioğlu: Derin Almanya”yla imtihanı “Şeriatçı, râbıtacı, dindar, mütedeyyin bir memur olduğu için sık sık tâyin gördü peder. Sürekli o beldeden bu kazâya, o şehirden bu şehre gittiğimiz için; ilkokulu yedi, İmam-Hatip’i de beş ayrı yerde okudum ben. Babam ehl-i tasavvuf biriydi. Fakat hep dik duran, çok onurlu, şecaatte de Hz. Ömer gibi bir kişilikti. Hatta yapıca halim selim çocuklar olduğumuz için kızardı bize, ‘Pısırıksınız!’ derdi. Kardeşlerime bazen, ‘Yürüyün, şu adamı gidip dövelim!’ filan derdi. ‘Baba!’ der, ‘Ne yapıyorsun sen!’ diye itiraz ederdik; ‘Allah için dövülmesi lâzım oğlum!’ derdi. Bir dönem, Denizli’deki MİT sorumlusunun Müslümanlara yaptığı eziyeti tespit etmiş, kalkıp adamı sorgulamaya gitmiş mesela. O kişi pedere, ‘Sen ne haddini bilmez adamsın!’ deyince de, ‘Asıl sen ne biçim Müslümansın! Allah var! Ve ben, Müslüman kardeşlerim için sana bunu hatırlatmaya geldim. Ama bu dilden anlamazsan başka dilden de konuşurum!’ demiş. Adam ‘Hangi dilden!’ deyip bir hareket yapmak istemiş pedere, o da güçlü bir adam tabiî, karşılık vermiş. ‘Bir tane vurdum, devrildi; adamda da hiç iş yokmuş!’ derdi. Yani cevvâl bir yapısı vardı pederin. Üstad Necip Fâzıl’la yakın olmalarına sebep olan da bu cevvâl yapısı aslında…” Soyadı Kanunu ile “Dinç” soyadını alan, ancak daha sonra “Gergerliler” olarak bilinen soylarından dolayı bunu babasının isteği ile “Gergerlioğlu”na çeviren Muhittin Bey, Üstad Necip Fâzıl’ın, Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin, ehlullahtan ve edebî çevrelerden birçok değerli ismin, âriflerin ve şâirlerin muhabbet beslediği çok sevilen bir kimlikmiş. Bu çevrenin kendisine muhabbet duyma sebebi ise daha çok mücadeleci bir yapı taşımasından kaynaklanıyormuş. Bir gün Ankara Üniversitesi’nde öğrenciyken, 10 Kasım töreninde Kemâlettin Kamu’nun “Kâbe Arap’ın olsun, bize Anıtkabir yeter!” şiiri okunuyorken dayanamayıp haykırmaya başlamış Muhittin Bey. “Bu kadar da olmaz!” nev’inden sert bir tepkiyle çıkış yapınca olay büyümüş. Derken hâdise, alışıldık “İrticâ hortladı!” yaygarasıyla gazete manşetlerine konu olacak kadar duyulunca, bir dönem saklanmak zorunda bile kalmış. “Zaten peder, ‘Bize o olaydan sonra mührü vurdular! Artık biz iflâh olmayız!’ derdi hep. Biliyordu güdülen mantığı!” diyen Gergerlioğlu, 1952’de yaşanan bu olaydan sonra Veterinerlik Fakültesi’nden uzaklaştırıldığını da söylüyor babasının. Sonrasında da mimlenmiş ve ardı arkası gelmeyen sürgünler başlamış zaten. Koca üniversitede Muhittin Bey’le beraber altı genç varmış namaz kılan; bunlardan ikisi de Sezai Karakoç ile Mehmet Şevket Eygi’ymiş. Bodrum katlardan birinde, tuvaletten bozma küçük bir yeri mescit yaparak gizli gizli kılıyorlarmış namazları. Sonra o da yakalanıp olay olmuş yine. “Ankara Üniversitesi’nde 3 bin talebe var o zaman. Ama bu altı arkadaş; kalorifer veya başka bir şey yok, Ankara’nın o soğuğunda sabah namazı için çeşmeye kalkıyorlar ve ‘Hangimiz önce abdest alacak?’ diye kendi aralarında yarış ediyorlar. ‘Hiçbir konuda birbirimizle yarış etmezdik ama sabah namazında yarışıyoruz. O soğuk suda ilk abdesti kim alacak diye mücadele ediyoruz’ derdi peder. Ve bizi sabah namazlarına kaldırırken de hep bu hikâyeleri anlatırdı” deyip ekliyor Gergerlioğlu: Ama Üstad, ‘Olmaz!’ demiş, vermemiş, ‘Onu ancak Sezai taşıyabilir!’ demiş ve Karakoç’a vermiş çantayı. “İşte o 10 Kasım törenindeki büyük hâdise basına yansıyınca, Üstad Necip Fâzıl da duyuyor bu olayı. ‘Ankara’ya gideceğim, o genci tanıyıp alnından öpeceğim!’ diyerek babamı görmeye geliyor. Üstad’la tanışmaları da oradan başlıyor işte! Geçenlerde de Sezai Karakoç Üstadı gördüm. Beni görünce hemen ‘Muhittin Dinç’ geliyor tabiî hatırına. Babamın soy ismi öyle çünkü o zaman… ‘Muhittin’in oğlu, nasılsın?’ dedi yine, hasbihâl ettik biraz. ‘Efendim! Üstad Necip Fâzıl Kısakürek sizin, gelecek iki yüzyılın düşünürü olduğunuzu söylermiş, babam hep öyle söylerdi’ dedim kendisine. Yanındaki dostları meraklandılar tabiî hemen ‘Üstad ne diyormuş, ne diyormuş?’ diye heyecanla sordular. Sezai Bey de her zamanki mütevazı tavrıyla ‘Yok bir şey! Yok bir şey!’ deyip kapadı üzerini…” Peder, Sezai Karakoç ve Mehmet Şevket Eygi, Üstad’ın geleceğini haber alıp Ankara Garı’na gidiyorlar karşılamaya. Üstad trenden iniyor ve ‘O genç hanginiz?’ diyor hemen. Peder utana sıkıla ‘Benim!’ deyince, ‘Gel! Gel de bir alnından öpeyim seni! Ruhu kalıbına sığmayan gencim benim!’ diyerek sarılıyor ona…” Üstad Necip Fâzıl ve Osman Yüksel Serdengeçti gibi birçok isimle yakın dostluklar kuran Muhittin Gergerlioğlu, tasavvuf tarafı kuvvetli bir insan olduğu için iletişim kurduğu edip ve şâirleri manevî sohbetlere taşımasıyla da ünlüymüş. “Şurada bir sohbet var, haydi gidelim!” diyerek sürekli edebî çevrelerle tasavvufî çevreler arasında aşılama yaparmış. Şâirlik tarafı da olan ve bazen ilham geldi mi saatlerce yazan ve söyleyen babasının Üstad’ı karşılamaya gittiği gün yaşanan bir anıyı da şu cümlelerle özetliyor Gergerlioğlu: “Üstad Ankara Garı’na geldiğinde, bir çantası varmış elinde. Peder de hemen elinden alıp taşımak istemiş tabiî. O ifadeyi ve ânı o tok ses tonuyla bir canlandırın hafızanızda… Müthiş tabiî! Hatta peder, Üstad’ın o karizmatik söylemlerini taklit ederdi bazen. O tonlamasını filan… Horasan Erenlerinin sürgünleri, Somuncu Baba’nın torunları: “Gergerliler” Gergerlioğlu Ailesi, Soyadı Kanunu sonrasında “Dinç” soy ismini almış. Daha doğrusu verilmiş. Fakat Muhittin Bey’in babası Mustafa Bey, yani Taha Gergerlioğlu’nun dedesi, “Oğlum! ‘Dinç’ soy ismi bizim soyumuza ait değil. ‘Gergerlioğlu’ yapın onu!” deyince, Muhittin Bey de değiştirmiş soyadını. Taha Gergerlioğlu, biri Suriye’de, biri de Türkiye’de “Gergerliler” ismiyle anılan iki damar olduğunu ve ikisinin de Horasan’dan gelen kol olduğunu söylüyor. Yani Gerşubat 2016 73 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ gerlioğlu Ailesinin, Horasan Erenlerinin birer sürgünü olduğunu söylemek mümkün. “O göç yolları çok önemli! Aile de buna dikkat etmiş.” diyen Gergerlioğlu, son iki yüzyıldır Urfa’da olduklarını ve “Gergerliler” lâkâbıyla tanındıklarını ifade ediyor. Aile son iki yüzyıldan evvelki iki asırda ise Darende’de olmuş. II. Abdülhamid Han’ın yakın dairesinde olan büyük dede Abdurrahman Efendi’den sonra Ali Dede, onun ardından da Mustafa Dede geliyor. Taha Gergerlioğlu’nun babası Muhittin Bey ise Mustafa Dede’nin oğlu. “Babamın bütün derdi, erkek evlatlarını İmam-Hatip’te okutmak, sâlih ve sâliha evlatlar yetiştirmekti” diyen Taha Gergerlioğlu, kardeşlerini de şu şekilde sıralıyor: “Üç kız, dört de erkek olmak üzere, toplam yedi kardeşiz biz. Muhammed Taha, Muhammed Emin, Muhammed Mustafa ve Ömer’ül Fâruk… Mustafa Ağabeyim Hakk’a yürüdü, diğer kardeşlerimiz hayatta. Kız kardeşlerimiz de Hatîce, Medîne, Fâtımâ Aynur ve Büşrâ…” Bir ömre 33 tâyin sığar mı? “Peder Anadolu’da birçok Ehlullah’ı ve mürşîd-i kâmili ziyâret ederdi. Her tâyin olduğu yerde, oranın bilinen ve bilinmeyen mürşitlerini arardı. Yani oranın velî zâtlarını… Bu tür ziyaretlere beni de götürürdü hep. Ayrıca küçüklüğüm manevî sohbetlerle ve pederin dostları olan şâirlerin, Yûnus gibi halk şiirleri söyleyen insanların arasında geçti hep. Eskiden Anadolu’da, sokaklarda şiirler söyleyen, 74 şubat 2016 Ayten Çalış Muhammed Taha Gergerlioğlu; bir Şâzelî, Nakşibendî ve Hâlvetî meşâyıhı olan ve II. Abdülhamid Han’ın yakın kadrosunda yer alarak çok uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda vazîfe yapan Abdurrahman Efendi’nin torunu. Ayrıca 18. kuşaktan da Somuncu Baba Hazretleri’nin sürgünü… doğaçlama dörtlükler okuyan insanlar vardı. Okumaya başladıkları zaman, oturup yazılması gereken beyitler söyler, adeta mayalarlardı insanları. Akar giderdi o beyitler peş peşe. İşte o söylemler çok tesir etmiştir ruhuma! O zaman çok daha mümbitti toprak, bu kadar çorak değildi sanki. Kısacası halkın beş vakit namaz kılan ve eşi kapalı olan dindar bir memur görmesi önemliydi o zaman. Bundan dolayı sevilen bir insandı peder. Tabiî halkın bu sevgisi, meslek hayatına da 33 tâyin olarak yansıdı. Bu tâyinlerin büyük bir kısmına ben de şâhitlik ettim” diyor Gergerlioğlu. Taha Gergerlioğlu, 1956 yılında, Urfa’da doğmuş. Sonrasında ise Erzincan, tekrar Urfa-Viranşehir, UrfaMerkez, Antep ve İslahiye gibi birçok yere gitmişler. “Urfa’dan Rize’ye gidişimizi, bir süre Rize’de kalıp tekrar Urfa’ya dönüşümüzü çok iyi hatırlıyorum” diyen Gergerlioğlu, o hareketli yılları şu cümlelerle anlatıyor: “Urfa’dan tekrar İzmirBergama’ya gidişimiz, oradan Isparta-Şarkî Karaağaç’a ve Şarkî Karaağaç’tan da Konya’ya geçişimiz hatırımda hep. Konya’dan KonyaKarapınar’a, Karapınar’dan da Giresun-Alucra’ya gitmiştik. Ve Alucra’dan da tekrar Aydın’a… Aydın’dan sonra da Denizli, Antalya ve nihâyet Bursa var. Ama Denizli’den İhsaniye’ye, Antalya’dan Kaş’a ve Gazi Paşa ilçelerine de gidip gidip geldi peder...” Kimi üç ay, kimi bir ay, kimiyse bir yıl süren ve tam anlamıyla bir eziyete dönüşen bu tâyinler uzun yıllar boyu devam etmiş ve Gergerlioğlu’nun ifadesiyle “devletin şeriaten sicili en bozuk memuru” olmuş Muhittin Bey. “Bu adam râbıta üyesi, şeriatçı, çok tehlikeli bir adam!” söylemleriyle oldukça meşhur olmuş. “Fakat toplumda ne kadar tarikatçı, Nurcu, Süleymancı vs. gruplardan insan varsa, hepsi de pedere gelirdi. Çünkü hepsiyle barışıktı o. ‘Allah bunlardaki ayrılığı rahmet için yaratmış. Eğer bir bütün olsalar, ezerler!’ derdi babam. ‘Biri el, biri ayak, biri göz olacak ve bu farklılık büyük rahmete dönüşecek. O yüzden hepsini sev onların! Hepsinde ayrı bir özellik var!’ derdi. Bunu söylediğinde yıl 1969’du… Beni 1969’da Konya’dayken Süleyman Efendi Cemaati’ne verdi ilk. Orada Kur’ân-ı Kerîm okudum. O dönem Süleyman Efendi Cemaati, İmam-Hatiplilerle uyuşmazdı pek. Ama ardından da İmam-Hatip’e gönderdi beni ve orada okumaya başladım. Sonra o dönemdeki YazıcılarOkuyucular grubuna verdi. Fethullah Gülen’in de İzmir’de olduğu zamanlardı. Aydın’a gidip geliyordu ve bizim evimizde de iki üç gün kalmıştı hatta. Sonra “Mücadeleciler”e verdi bizi peder. Öncekilere göre bambaşka bir yere yani… O zaman Aykut Edibâli’nin oluştuğu zamanlardı. Onun ardından da ‘Oku Mecmuası’ vardı, oraya gönderdi. Yani oradan oraya, oradan oraya gezdirdi beni. Ve bugün çok daha iyi anlıyorum ki, bilinçli yapmış bunu. Bize o bütüncül bakışı verebilmek adına… Ama tasavvufî sohbetler dâimîydi. Onlara hep götürdü. Devamlı! Zaten ağzındaki şey şuydu onun: ‘Beklenen o çimlenme tekrar tasavvufla olacak! Başka şekilde olmaz!’ Ama bu çimlenme için sağlam bir îtikat gerektiğini de üzerine basa basa söyler, ‘Ancak onun üzerinde olacak!’ derdi. Ve ben sonra anladım ki, pederin altını çizdiği o sağlam îtikat, Mâturîdî inancı… Pederin bunu anlatmak istediğini çok sonra fark ettim. Çok imanlı bir adamdı babam. Resûlullah’ın adını duyduğunda gözleri sessiz sessiz akardı. Yaşlar şıpır şıpır dökülüverirdi birden. Tatlı bir ânımızda bile olsak, o dakika başlardı gözlerinden dökmeye. Çok okur, çok zikrederdi. Tetebbuat yönü de çok gelişmişti. Bir zaman evimizde, yayınlanmış sayısız dergiyi birlikte sakladık. Urfa’da bir yere… Artık saklanmasına Derin Almanya”yla imtihanı gerek olmayan zamanlarda da gençlere dağıttı onları. İslâm mecmuaları, fikir dergileri, birçok yayın... Peder, üretken bir insandı.” Hacı Muhammed Harrânî Hazretleri ve Bursa’ya hicret Babası Muhittin Bey gibi, zamanın manevî işaretlerini okumayı kendine vazîfe bilen Taha Gergerlioğlu, çocukluğunda babasından dinlediği hâdiseler ve büyükler içerisinde Hacı Muhammed Harrânî isimli zâtı çok özel bir ilgi ve muhabbetle yâd ediyor: “1966 Yılı’nda, Hac esnasında pederin karşılaştığı bir zât var: Hacı Muhammed Harrânî Hazretleri… Ladikli Hacı Ahmed Ağa Konya’da o zaman, peder de ziyârete gidiyor onu. ‘Efendim, Hacca gideceğim. Bana Medîne’de ya da Mekke’de kime gitmem gerektiğini söyler misiniz? Tavsiyenizi almak istiyorum.’ diyor. Ladikli Hacı Ahmed Ağa da, ‘Vallahi baytar kardeşim, Medîne’nin poyrazında Hacı Gaffar Efendi, kuzeyinde de Abdülkerim Efendi oturur. Sen git, Ali Ulvi Kurucu’yu bul! Medîne Kütüphanesi’nin müdürü olan bu kişi seni onlara götürür. Bir de Hacı Muhammed Harrânî vardır. Ona ise mutlaka git! Benim de arkadaşımdır’ diyor. Sonra peder Hacca gidip Ali Ulvi Bey’i buluyor; o da kendisine, ‘Muhittin Bey, yarın Bâbü’s-Selâm’a gel öğle namazında. Seni o dediğin Abdulgaffar Efendi’ye götüreyim. Abdulkerim Efendi Hakk’a yürüdü, ama Hacı Muhammed Harrânî’ye de götürürüm seni’ diyor. Fakat ertesi gün peder oraya gitse de kendisini bulamıyor. Yaklaşık bir hafta sonra dönüş günü yaklaştığında da o zâtlara gidemediği için üzülüyor. Tam hüzünle bunu düşünürken bir elin omzuna dokunduğunu ve ‘Gel Muhittin Bey, seni Hacı Muhammed Harrânî’ye götüreyim!’ dediğini söylüyor. Harrânî denilen o zât babama, ‘Muhittin Bey! Baytar! İnşallah bir gün gelecek, ben Türkiye’ye geleceğim ve sizde de kalacağım!’ demiş ve çok güzel duâlar etmiş. Hatta elindeki iltihabı, babam tıp bilgisine sahip olduğu için ona göstermiş. Peder de çantasını getirip bir operasyon yapabileceğini söyleyince, ‘Şimdi abdestim bozulur o vakit, sen bana ilaç ver.’ demiş. İşte o zât sonra Türkiye’ye, Urfa ve Konya’ya geldi. Tâhir Büyükkörükçü, Sâmi Ramazanoğlu gibi isimlerin misafiri olduktan sonra da Bursa’ya geçti. Bursa’dan babama mektup yazıp ziyârete gelmesini isteyince, babam da hemen gitti tabiî. O görüşmede babama, ‘Antalya, çocuklarının iyi yetişmesi için uygun bir yer değil evlâdım, Bursa’ya göç edin!’ demiş. Bizim Bursa’ya göçümüz böyle oldu yani. Yoksa peder ev almıştı Antalya’dan, emekli olup kalmayı planlıyordu orada. Tabiî maddî durum ev alacak kadar değildi aslında. Ama hiç unutmam, 90 ay taksitle bir Müslüman ev verdi pedere. Bin lira bin lira ödemeye çalışıyordu. Ama Harrânî Hazretleri öyle deyince evi iâde etti babam ve Bursa’ya rücû etmiş olduk. Emir telâkkî etti bu tavsiyeyi ve Pây-i Taht’a hicret ettik. Ben 17 yaşındaydım o zaman. 18. kuşaktan Somuncu Baba Hazretleri’nin de torunları olduğumuz için, bir anlamda da aslımıza rücû gibi oldu. Biliyorsunuz Somuncu Baba Hazretleri uzun yıllar kalmış Bursa’da. Ulu Cami’nin açılışında bulunmuş, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile mülâkî olmuş ve Dârende’de de Hakk’ka yürümüş. Biz de Somuncu Baba’nın torunlarından olduğumuz için, bizim Bursalı oluşumuz bu minvâldedir yani. Dedelerimiz ilkin Horasan’dan Akçakoca’ya gelmişler aslında…” “Babam, Ragıp Gümüşpala ile birlikte Adalet Partisi’nin kurucularındandı” “1960 İhtilâli’nde pederi içeri aldılar. Çünkü Ragıp Gümüşpala ile birlikte Adalet Partisi’nin kurucu kadrosundaydı. Biz de UrfaViranşehir’deydik o zaman. Hapiste kaldı ve yargılandı. Sonra da vazîfeden atıldı. O dönem halk büyük bir teveccüh göstermişti Demokrat Parti’ye. Babam da orada göründüğü için cezalandırıldı tabiî. DP ve sonrasında gelen AP, dindar kesimin sesi soluğu olmuştu adeta. Hatta Adalet Partisi’nin amblemi, Kur’ân’ın üzerine yansıyan bir ışık şeklindeydi o zaman. Ne var ki, sonrasında bu kodlar tamamen değiştirildi. Demirel sonrası “kırat”a dönüşen demokrat gelenek, evveliyatında farklı bir sembole sahipti yani. O dönem insanlarının Menderes’e büyük bir muhabbeti vardı tabiî. Babamın örselenme sebebi de orada olması. Yani Müslümanca yaşamasıydı esasında… Ezân-ı Muhammedî’yi Arapça okutması başta olmak üzere, halk Menderes’in birçok uy- gulamasına taraftar oldu ve sevdi. Hatta idam edildiği gün millet oturup ağladığında çok etkilendik biz. Çocuktuk, ne olduğunu bilmiyorduk ama etkilendik. Menderes’in idam edildiği gün evimizde hüzün vardı yani. Sonrasında peder, Adalet Partisi’nin kurucuları arasında oldu. Rahmetli Ragıp Gümüşpala ile birlikteydi. Bir generaldi ve çok güzel bir insandı o da…” “Millî Selamet Partisi ile başladık” “Bursa’ya geldiğimizde, ilkin Millî Selamet Partisi Gençlik Kolları Başkanı olarak adım attım sosyal ve siyâsal yaşama. Bursa Ticarî ve İktisadî İlimler Akademisi’nde okudum. İşletme, muhasebe ve iktisat bölümünden mezun olduktan sonra akademik olarak devam etme amacıyla bir müracaatımız oldu. Fakat tam adım atacakken 1980 İhtilâli gerçekleşti, sözleşmemizi yenileyemedik. 1975’te girdiğimiz ve 1979’da da mezun olduğumuz Akademi’den 1980 rüzgârıyla ayrılmış olduk yani. Ve sonrasında da ticarete başladık Bursa’da. Dersimize giren hocalar arasında Nazım Ekren Hoca da vardı. Akademik olarak devam etmek isteyen üç arkadaş olarak sabıkamız çıkınca o yol da kapandı. Millî Türk Talebe Birliği’nin ve Akıncılar’ın Bursa’daki kuruluşunda yer aldık tabiî. Millî Görüş’ü kuranlardan önemli bir isim vardır, Osman Ağabey, o da Bursa’dan çıkmadır mesela. Erbakan Hoca’nın çekirdek takımından... Tevâfuk bu ya, o şubat 2016 75 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ çekirdeğin içinde olduk. Bursa’ya gittiğimiz yıl, Millî Selamet Partisi Gençlik Kolları Başkanı olarak siyasî ve sosyal hayata bu şekilde adım atmış olduk. Ayrıca Bursa’nın içinde tarîk ehliyle ve cemaatlerle tanışmalarımız, görüşmelerimiz oldu. Onlardan beslendik ve üniversiteye gelen öğrencilerin burs ve yurt ihtiyaçlarını karşılama faaliyetlerimiz esnasında da sosyal çevremiz genişledi. Beni mutlu eden birer hobiye dönüştü bu eylemler. Akademi sonrası malî müşavirlik ve ticaret derken, 1982-1983 döneminde askere gidip geldim ve akabinde de evlendim. Eşimin babası sanayiciydi. Ekim 1980’de, yani ihtilâl döneminde evlilik yaptık ve kayınpederimle birlikte çalışmaya başladım. Kendimi biraz geliştirdikten sonra bireysel açılımlar yaptım ve yine ticaret, sanayi ve muhasebeyle ilgili alanlarda çalıştım. Bursa’da birkaç fabrika kurdum ve bu süreçte de sistem kurup satmak gibi bir sahanın içine girdim. Bu deneyim bana sistemi ve sistemciliği öğretti. “Sistem düşüncesi” diye bir alan olduğunu kavradım ve bazı dostların teşvîki ile sistem kurslarına gittim. Bu süreçte akademisyen bir ekibimiz oluştu. Birlikte Türkiye’nin önde gelen şirketlerine danışmanlık yapmaya başladık. Benim piyasa tecrübem iyiydi, arkadaşların da akademik bilgileri. Bunları birleştirerek ciddî çalışmalara girdik ve Albaraka Türk gibi birçok yapının kuruluşunu gerçekleştirdik. Bülent Çaparoğlu gibi isimlerle birlikte hareket ettik. O dönemde de girişimcilik, nesle sahip 76 şubat 2016 çıkmak, mağdur insanlarla uğraşmak gibi konulardan zevk alıyordum. Yapımız bu demek ki… Sosyal hayata intibâk etmemiz böyle oldu. Yine aynı noktada vazîfe yapmaya çalışıyoruz aslında. Köklü medeniyet mîrasımızı uyandıracak sinir uçlarını bulmak ve bunun altını dolduracak nesli birbiriyle tanıştırmak murâdındayız. Almanya’daki tutuklanma sürecimizden önce yoğun olarak çalıştığımız alanlardan biri de, bu zeminde faaliyet gösteren “Yeni İstanbul Medeniyeti” isimli çalışma grubumuzdu. Zira yeni medeniyet vizyonunun İstanbul’un şahs-ı manevîsi ile Anadolu’daki kadim mayanın meczinden neşet edeceğini düşünüyoruz.” “Savaş artık başka cephede! ‘Yerli ve İslâmî finans entelektüelleri’ yetiştirmek zorundayız!” Finansal istihbarat uzmanı olan Gergerlioğlu’nun, “Yerli ve İslâmî finans entelektüelleri yetiştirmek durumundayız!” tespiti, uluslararası zemindeki o acımasız mücadelede yer bulabilmemizin bir ön koşulu aslında. Onun için de Alman derin devletinin tarihî kodlarını konuşurken, kendisiyle bu aslî noktaya da değindik. Yani tüm fırtınanın koptuğu bu problemli mecrâya… “İslâm ekonomisini yerli düşüncede ilk kez Sezai Karakoç’un ‘İslâm Ekonomisi Strüktürü’ isimli kitabında gördük biz. İnce bir kitapçıktı ama çok önemli bir bildiriydi o. Kendisi ekonomist olmamasına rağmen çok sıhhatli bir tebliğ hazırlamıştı. Oku- Ayten Çalış nası bir çalışmadır. Biz daha çok, ‘Faizsiz bir ekonomi nasıl olabilir ve Müslümanlar bu mevcut yapı içinde nasıl ayakta kalabilirler?’ sorularına yanıt aradık. Hâlbuki ‘mevcut yapıda ayakta kalabilme’ vizyonunun ötesine geçmeliydik, yapamadık. ‘İslâm’ın kendi öz sistemi, kendine has o berrak, süt gibi nefis ve adâletli yapısı nasıl inşâ edilebilir? Ekonomik zeminde bu değişim nasıl yapılır?’ sorularına yanıt aramalıydık. Mevcut sorunlu sistemde kendimize bir alan açma gayretinden ziyade, kendi dokumuza uygun yeni bir sistem kurabilmenin derdine düşmeliydik. Eskiden hâkim olan mantık devletle sistemi, yani rejimi ayırt edemiyordu. Rejime ve sisteme karşı çıkınca devlete de karşı çıkılması gerektiği düşünülüyordu. Tabiî bize ailemizden geçen âdâbın bir gereği ki herhâlde, ben o zaman da ‘Devlet, bizim devletimizdir, sorun sistemdedir! Sistemi değiştirmek durumundayız! Sistem nasıl değiştirildiyse öyle değişir. Bu mantıktan kaynak alan bir metot bulmalıyız!’ diyordum.” “Batı’ya karşı, ‘Erbakan Hoca hayâlperest! Biz ‘Yenilikçiler’ onun gibi düşünmüyoruz!’ algısını inşâ ettik!” “Bu tarz sistem çalışmalarımızın sonrasında siyasî faaliyetlerimiz de devam etti tabiî. Ve en sonunda da, Erbakan Hoca’nın da mağduru olduğu 28 Şubat süreci yaşandı. Erbakan Hoca o süreçte siyasetin dışına itildi, malûm. Dolayısıyla da Tayyip Bey’in topluma kazandırılması gerekiyordu artık. Ve o proje başladı nihâyetinde. Bu projeyi Korkut Özal ve birkaç isim organize ediyordu. Yani bu düşüncenin faal direkleri oldular onlar. Ben de Korkut Bey’in ekibindendim. O zaman, ‘Demokrat Parti’yi alalım ve orada Tayyip Bey’i değerlendirelim!’ düşüncesi ile yola çıkıldı. Ancak o süreçte Yalçın Hoca geldi, götürdü partiyi… (Kendi aramızda gülüşmelere sebep olan bu cümlenin arka planı ise şöyle… Gergerlioğlu’nun da içinde olduğu Korkut Özal ekibi ‘Partiyi alalım!’ diyerek sessiz bir çalışma içine girmişken; Demokrat Parti yönetimi, sevdiğimiz ortak tanıdıklarımızdan ve büyüklerimizden biri olan Dr. Yalçın Koçak’ın ezici siyasal hamlesiyle el değiştiriyor. Ve hâl böyle olunca da, Demokrat Parti üzerinden gitmeyi düşünen kadro, AK Parti’yi kurmak durumunda kalıyor. / A. Çalış) Tabiî biz, Erbakan Hoca’nın sahadan yavaş yavaş çekildiği o süreçte fazla ortalarda olmayan, dengeli bir parti hareketi yürütmeye çalışıyorduk. Ama Yalçın Hoca alıp götürdü partiyi. Sonrasında oluşturulan yeni oluşumu çok farklı lanse ettik. Ürkütmemek için… Yani ‘Erbakan’dan korkuyorsunuz ya siz, sizin korktuğunuz gibi bir hareket olmayacak!’ dedik dışarıya. O mesajı verdik yani. Yurtdışındaki sinir uçlarından, çeşitli merkezlerden ‘Ne yapacaksınız?’ diye sorulunca, hareketin uzun soluklu olması ve hedef tahtasına oturtulmaması için, ‘Marketing bir hizmet vereceğiz. Uluslararası bir boyutu olmayacak’ dedik. Yani arkadaşlar, finans ze- Derin Almanya”yla imtihanı minindeki yurtdışı adresleri bu şekilde bilgilendirdiler ve toplantılar yaptılar. Kısacası D8’miş, D20’miş, Havuz Sistemi imiş, Batı için tehdit oluşturan bu tarz noktalara kesinlikle girilmeyeceği yönünde bir intibâ oluşturmaya çalıştık. Ve bunu başardık da… ‘Erbakan Hoca’nın gittiği yol, hayâlperest bir yol! Biz kesinlikle öyle düşünmüyoruz!’ gibi bir algı oluşturduk. ‘Amerika’nın maşası, BOP Eş Başkanı’ tarzı o dönemki servisleri bile yönlendirdik, bu tarz bir muhalefeti rahat bıraktık…” “İttihat Terakkî’den gelen ve devlete çöreklenmiş bir yapı vardı” “Türkiye’nin siyâsal, sosyal ve ekonomik zemininde, devlete çöreklenen bir yapı vardı. Bu kadro, İttihat ve Terakkî’den gelen yapıydı. İçine bir miktar da NATO’dan gelen kontrgerilla yerleşmişti. Ve bu çekirdek kadrodakiler hiç kimseye hayat hakkı tanımıyorlardı. Fakat o dönem, muhafazakâr kesim de palazlanmıştı epey. Toparlanmıştı yani eskiye göre. Dahası, Tayyip Bey bir şanstı artık! Ülke mevcut liderlerden nefret ediyordu çünkü. ‘Adam olursa, bu ülke aradığı lideri bulursa belki ayağa kalkarız!’ deniyordu. Mesela Genç Parti de sahaya çıkmıştı o dönem. Ben mitinglerine adam gönderip izlettiriyordum örneğin. Zamanım uygun olduğunda, ben de gidip gözlem yapıyordum ayrıca. Uzan’ın oy aldığı kesim, bizim kemik tabanımız da değildi tabiî. Siyasal matema- tik ve tahminler noktasında çok tecrübeli olmamama rağmen izliyordum o mitingleri. Destek de verdiriyorduk lokal boyutta. Ki GP; DYP ve ANAP’tan, ekseriyetle de MHP’den devşirdiği oylarla yüzde 7,4 gibi bir rakamı yakaladı, birçok partiyi baraj altına sokarak AK Parti’nin önünü açtı aslında. Bu denklemden baktığımızda, Erbakan Hoca’nın yaşadıklarının nice hikmetleri olduğunu görüyoruz. Hikmetli bir siyasî yolculuğu vardı kendisinin. Eğer tüm bunlar yaşanmasaydı, siyasî kadrolar yenilenmez ve o hantal yapı ile de yol alamazdı Türkiye!” “Tayyip Bey’in başarısında kilit isim Erbakan Hoca’dır; Abdülhamid’i en iyi oynayan adamdır o!” “Erbakan Hoca Tayyip Bey için, Tayyip Bey de Erbakan Hoca için çok önemlidir. O kadar ki, Tayyip Bey’in büyük oğlunun diğer ismi Necmettin’dir. Fakat takvim, 28 Şubat sonrasındaki süreçte madde ve mânâ planında tamamen değişti ve süreci ‘okuyan’ herkes, yeni dönemdeki vazîfesini edâ etti. Onların en başında da Erbakan Hoca gelir. Hoca, AK Parti’nin kuruluş aşamasında ve seri açılımlara girdiği o sıcak dönemde bu yenilikçi kadrodan hoşnut olmadığı izlenimini ustaca yarattı. Benim bu konuyu ispat edecek birçok yakın müşahedelerim oldu. Zaten yavaş yavaş yazılmaya da başladı bu husus. Zira artık bunu bilmenin zamanı geldi. Hatta tam zamanı! Onun için yazın bunu lütfen, tarihî bir vakâdır bu! Erbakan, Erdoğan’ın yapısını da, öz ajandasını da çok iyi biliyordu. Fevkalâde şuurlu bir insandı. Bunu netleştirecek bir iki önemli olayı aktarayım size… Ben Erbakan Hoca ile vefâtına yakın yıllarda samîmî oldum. Öncesinde yirmi otuz kişilik sohbet halkalarında ya da çeşitli mitinglerde bulunmuştum tabiî, ama şahsen tanışıp finansal konularda kendisine destek olmaya başlamam son yıllarında oldu. Yine finansın arka bahçeleriyle ilgilendiğim o yıllarda biraz derinleşince, kollardan bir tanesinin de Erbakan Hoca’ya çıktığını gördüm. Ve kendisinin Almanya’daki para operasyonlarında sıkıntı çektiğini de... O süreçte birkaç arkadaş, Hoca’nın benimle tanışmak istediğini de iletmişti. Bir gün de kendisinin beni beklediğini söylediler ve Erbakan Hoca ile o şekilde tanıştım. Numan Kurtulmuş Bey Genel Başkan seçildiğinde Erbakan Hoca’nın yanındaydım ben. Erbakan Hoca bana, hiçbir zaman ‘Neden AK Partilisin? AK Parti’ye niye gittin?’ gibi bir şey demedi. Hiçbir zaman sormadı bunu. Bana finansal konularda ‘Şunları şunları yapalım!’ diyordu, ben de elimden geliyorsa yapıyordum. Bu süreçte onunla ilgili iki önemli hatıram var. Erbakan Hoca’yı bana bu hâdiseler önemsettirmiştir daha çok… Bir tanesi, Rasûlullah (sav) ile ilgili gördüğüm bir rüyânın hemen akabinde, o gün içinde aynı hâdiseyi Necmettin Hoca üzerinden yaşamamdır. Beni epeyce etkileyen o rüyânın tesiri ile allak bullak olduğum bir gün; hiç unutmam, bir ikindi vakti aradı beni. Ve ‘Hemen bizde olman gerek Taha, ne zamana gelebilirsin?’ dedi. Saatler içinde İstanbul’dan Ankara’ya, kendisinin Balgat’taki evine geçtim ve o gün orada, gördüğüm o rüyâyı harfiyen yaşadım. Rüyâda Rasûlullah’ın bana bahsettiği ve acele etmemiz gerektiğini belirttiği bir konu vardı. O konu orada aynıyla Erbakan Hoca üzerinden yaşandı. Hoca bu riskli noktada yardımcı olmamı istedi ve ben de bir vazîfe bilerek elimden geleni yaptım. Ve o gün kendisiyle görüştüğümde rüyâyı algılayıp da taşları birleştirince, bu rüyâyı da aktardım ona. Bu hissi tanıdığını ifade eden cümleler kurdu ve sarıldık birbirimize. İşte o hâlleşme özeldir benim için! O dönemlerde dünyanın değişik noktalarındaki mazlum halklara birçok maddî yardımlar yapıldı. Bunların gönderildiğini biliyorum. Ve şunu söyleyeyim ki, Erbakan Hoca borçlu öldü. O kadar tantana oldu ya hani, ben Allah için şâhidim borçlu öldüğüne... İkinci vakâ ise; Erbakan Hoca’nın stratejik tavrı olmasa, AK Parti’nin bugün bu kadar ilerleyemeyeceğini gösteren bir olaydır. Şimdi anlatacağım olayı birçok kişi yazmak istedi doğrusu. Ama vakti değildi. Şimdi ise sırası! Bizzat şâhit olduğum, çok önemli bir olaydır bu… Numan Bey 400-500 oyla Saadet Partisi Genel Başkanı seçilmişti. Erbakan Hoca da tekrar Genel Kurul Başkanı yapılacaktı. Herkes bağlılıklarını bildirmeye gidiyordu. ‘Şu kadar delegemiz var, şu kadarı şöyle olacak!’ şeklinde rapor vermeye geliyorlardı. O gruplardan şubat 2016 77 Cermen’in Türk’le, Türk’ün “D HABERA JANDA KAPAK / PORTRE SÖYLEŞİ birinin içinde bir AK Partili varmış meğer; ya Adapazarı, ya İzmit grubundan… Hoca’yı sevenlerden biri tabiî. Parti meclis üyesiymiş yanlış hatırlamıyorsam. Gruptakiler biatlerini yaparken, Hoca, ‘Hemen tövbe et! Hemen imana gel ve terk et orayı!’ dedi. Ona bu kadar sert söyledi ama AK Partili olduğumu bildiği hâlde bana hiç öyle bir şey demiyor! Adamcağız da neye uğradığını şaşırdı orada. ‘Hemen bilgisayarı getirin!’ dedi, ekran açıldı. Bir düğmeye bastılar, Tayyip Bey’in ‘Millî Görüş gömleğini çıkartıyorum!’ kaydı çıktı hemen. ‘Bak, bak! Gördün mü?’ dedi adama, o ise hiçbir şey söyleyemedi. ‘Tamam Hocam!’ filan deyip çıktılar. Onların ardından ben de bekliyorum tabiî. Biraz zaman geçtikten sonra, ‘Hocam, nedir bu işin aslı?’ dedim. Benim zaten Hoca ile siyasî bir diyaloğum yoktu, finans işi için orada oturtuyor beni. Ama AK Partili olduğumu da iyi biliyor. Bana dedi ki! ‘Taha! Numan, Tayyip olmak istiyor. Ama Tayyip var zaten orada, ikinciye gerek yok. Tayyip ‘Faizi yüzde 30 yapacağım!’ diyorsa, Numan da ‘10’a düşüreceğim!’ diyor. Gerek yok! Bizim görevimiz, ‘faizsiz ekonomi kurmak’… Sen burada yüzde 1 oy alıp şeriatı temsil et, Tayyip ve Abdullah orada iyi çalışsın! Ve senden korksunlar. Ben ona bunu diyorum, o, ‘Ben Tayyip’le Saadet arasında, orta bir yerde duracağım!’ diyor. Orayı parçalayacak, o çocuklar da düşecekler oradan, zarar verecek. Abdullah da oturamayacak orada! Tayyip görev yapamayacak!’ Tamı tamına bunları söyledi. O adama tövbe ettirdi, 78 şubat 2016 bana da bunu söyledi. Ben de bu farklılığın sebebini sordum tabiî. ‘Oğlum!’ dedi, ‘Avama öyle anlatacaksın! Ama havas böyle anlar!’… Ben buna şâhidim işte! Abdülhamid’i en iyi oynayan adamdır o. Çok net! Hoca her zaman ‘Abdülhamid’dir bizim öncümüz!’ derdi. Bana kaç defa söylemiştir bu cümleyi. ‘Biz Abdülhamid’in yaptığını taklit etsek, yani onun yaptığının taklidini koysak ortaya, yine kurtuluruz oğlum!’ derdi. İdeale yönelik çözümü ve yol haritasını sorduğumda da, ‘Ak Parti iktidar, Saadet de ana muhalefet olursa, işte o zaman doğru yoldayız!’ derdi. Yani Saadet’in iktidârını istemiyor bakınız! AK Parti’yi çalıştıracak, Saadet muhalefetinde bir yapı istiyor. ‘Onları ancak bu strateji ile çalıştırabiliriz’ diyordu. ‘Hepimiz bu tarafa geçersek, bunlar hepimizin kellesini alırlar!’ diyordu. Erbakan Hoca ile ilgili bu hakîkat tarihe not düşülsün, yazılsın isterim. Ben buna şâhidim! Yazılsın ki, bu noktayı istismâr etmek isteyenlere fırsat verilmesin! O dönem, ‘Senin Erbakan’la ne işin var?’ diyenler de anlamıyorlardı tabiî beni. O bakımdan da tarihe geçmesini isterim bunun. Çünkü çok şuurlu bir insandı o. İnanın, birçok önemli zâtı kapıda bekletiyordu ve finans yönetimi noktasında beraber kararlar alıp uyguluyorduk. ‘Bu adam kim? Niye Hoca’yı meşgûl ediyor?’ diye benden rahatsız olanlar da vardı partide. Hoca’ya bir şey de diyemiyorlardı tabiî. Hatta o kadar farklı bir diyalog gelişmişti ki aramızda, koca Ayten Çalış kapıda bekleyenleri almadan namaza geçirirdi bizi. İmam olmamı istiyordu ve birlikte namaz kılıyorduk. Tabiî burada şunun da altını çizmeliyiz ki, Sayın Cumhurbaşkanımız da hiçbir zaman saygısızlık yapmamıştır Necmettin Hoca’ya. Tek bir cümle etmemiş ve çok dikkatli olmuştur bu hususta. Necmettin Hoca’nın eşi Nermin Hanımefendi’nin vefâtında Tayyip Bey ile Abdullah Bey kendisini ziyâret ettiğinde çok daha belirgindi bu durum. İçerideki odada onları bir arada görenler ne demek istediğimi anlarlar. Dediğim gibi, Tayyip Bey’in büyük oğlunun asıl ismi de Necmettin’dir…” “Bu iş, senin işin değil, senden sonraki İmamHatiplilerin işi!” “Tayyip Bey, hedefine kilitlenen bir İmam-Hatipli. O şuurla yol yürümüş biri. Ayrıca Ladikli Hacı Ahmed Efendi’nin ve Hacı Muhammed Harrânî gibi zâtların Necmettin Hoca’ya, ‘Bu iş, senin işin değil, senden sonraki İmam-Hatiplilerin işi!’ dediği de bilinir. Tayyip Bey, o İmam Hatiplilerin içinde yetişmiş ilk halkaydı. Ben Tayyip Bey’i keşfettiğim zaman, yani onun gibi dönüşümü sağlayacak birinin geleceğini anladığımda, bu kişinin tekkeden veya dergâhtan gelen biri olacağını sanıyordum. Zira Anadolu Erenleri, bir vazîfelinin geleceğini söylüyorlardı. Ben de kendi kendime tekkelerden ve dergâhlardan yetişecek biri zannediyordum açıkçası. Siyaset mekanizması hiç gelmiyordu aklıma. Siyasetten geleceğini ise 2001 yılında keşfettim. Ve o zaman arkadaşlarıma, ‘Bu beklenen kişi Tayyip Bey’miş!’ diye söylemeye başladım. Üstatların ağzında hep bir lâf vardı. Nicedir dillendirilirdi bu, mânevî halkalarda: ‘İstanbul’da birisi yetiştiriliyor, merak etmeyin!’ Ben de ‘Kim bu İstanbul’da yetiştirilen?’ diye düşündükçe, ‘Mehmet Zâhit Kotku Hocaefendi’nin dergâhında Turgut Bey yetiştiğine göre, muhakkak benzeri bir sürgün olacak!’ diyordum. Hatta ‘Sâmi Efendi’den çıkacak!’ diye de düşünüyordum. Sonra Fatih’te yaşayan bir meczup, ‘Sen tekkelerde, dergâhlarda ne arıyorsun? İşte adam orada! Adı da Recep Tayyip!’ deyince anladım. ‘Hâlâ o olduğuna inanmıyorsun!’ dedi ve ben ancak ertesi günü anladım konuyu. Taşlar yerine o gün oturdu. Yine bir meczup vardı Fatih’te; Aksak Timur’un torunu olduğunu söyleyen biriydi. ‘Vallahi benim dedem topalıdı ama erkek adamıdı, sağlamıdı!’ derdi hep. Bu kişi rüyâsında Resûlullah’ı görmüş. Resûlullah ona, ‘Günde bin tane selâm vereceksin!’ demiş. O yüzden sağa sola sürekli ‘Selamünaleyküm!’ derdi. Millet dileniyor sanırdı ama o selâm verirdi aslında. İşte ben bu tarz meczuplardan öğrendiklerimi biriktirmişimdir hep! ‘Selâmı yaymazsanız kurtuluş yok!’ derdi o. Resûlullah ona, ‘Selâmı yayınız ki selâmete eresiniz!’ demiş rüyâsında. Her gün bizim alt tarafımızdaki lokantada çorbasını içerdi, herkes bir ikram yapardı ona. Ama o, verilenlerin bir tanesini bile yemez, Çarşamba’daki Kur’ân Derin Almanya”yla imtihanı kursuna götürüp verirdi. Bunun gibi birkaç işaret daha vardı. Hepsi birleşince, Tayyip Bey olduğunu anladım. Çünkü ‘Bir, iki, üç, dört, beş… Hep kazanacak!’ diyorlardı, ‘Ne olsa lehine dönecek, ne yapsa onun işine yarayacak’ gibi cümleler ediyorlardı. ‘Önce 35 alır, sonra 45, sonra 55… Öyle gider!’ diyorlardı. Ben söylemiyordum, Ehlullâh söylüyordu. Meczuplar da, Ehlullâh da aynı şeyi söylüyorlardı. ‘Elini neye atsa altın olacak! Allah kalpleri döndürecek ve neyi tutsa, insanlar onu sevecek!’ diyorlardı. Dikkat ettiyseniz, hiç böyle bir örnek olmadı siyasî hayatta. Menderes de, Demirel de, Özal da tek başına iktidâra geldi ama bu isimlerin hepsi de bir biçimde inişe geçti. Bu kadar uzun soluklu bir örnek yok Türk siyasî yaşamında. ‘Bu insan ne olursa olsun çıkışta olacak! En tehlikeli projeye dokunacak, yine öyle olacak! Hâin değil, kahraman olacak! Onun görevi çünkü bu. Başaracak! Peygamber’in yâveri gibi olacak adeta!’ deniyordu. Ve ben, ehlullâhın bu söylemleri ile; çocukluğumdan beri Tayyip Bey’i bekledim diyebilirim. Tayyip Bey’in şahsını değil elbet. Şahs-ı mânevîsini! Yapacağı icraatların, vazîfenin şahsını. Zîrâ önemli olan şahıslar değil, dâvânın rûhudur. Resûllâh’ın yolundan gitmek ve Allâh’ın rızâsını kazanarak etrafa huzur vermektir. Ve ferâset sahibi Anadolu insanı, bu dava ruhunu kavramıştır. Yeryüzüne hak ve adâlet tevzî edecek yeni anlayış, mutlaka bu topraklardan çıkacaktır!” şubat 2016 79 haberajanda Büyüteç “Laiklik” kavramının “devleti dinsizleştirmek” yorumu ve “İslâm Devleti” tarifi içinde Müslüman aklının devlet aklına yenilmesi sonucunda mezhepler, “hadım edilmiş akıllar” olarak her bir Müslümanın kafasında “ekol müzesi” olarak yaşatılmaktadırlar. “Birkaç ibadet konusundaki farklar” dışında hiçbir şey hatırlamayan Müslümanların hafızası, zaten ödünç alınmış devlet aklıdır ve çoğu zaman savaş dışında devrede değildir. *** Aklınızı hareketlendirin ve Medeniyetİmparatorluk birikimini hatırlayıp TV ve sosyal medyada “CübbeliHocaefendi-Şeyh” etiketli tiplerin yüzlerine, dillerine, ufuklarına bir bakın! Kendinizi görüyorsanız, sorun yok! Zaten aklınız aynada yansımaktadır. İnsan kendi yüzünü seçebiliyorsa, o zaman kendi gerçeğidir gördüğü. Mümin aklı, sadece Kur’ân’ın “akletmek” aynasına bakar ki o ayna, Kur’ân-Sünnet tipindeki yüzü bütünler: “Mümin”... 80 şubat 2016 Cübbenin M ÜSLÜMANLARIN ihtilaf ve tekfir hareketlerinin kökleri, “Kur’ân (metni)” üzerindeki anlam-bağlamuygulama farklarına dayanmaz, dolayısıyla onlara dair zihniyet krizleri, Kur’ân hakkındaki fikir, metot ve analiz farklarından da doğmaz, doğmamıştır da. “Kitap tek bir kitap, metin aynı metin, bunca tartışma neden?” serzenişi de bu yüzden anlamsız ve bağlamsız bir tespittir. Sedat Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com örttüğü din >> Müslüman aklının “intihar eden akîde” işlevinde İslâm dünyasını parçalayacak bir deliliğe düşmesinin ve Müslümanların mevcut hâllerindeki iflah olmaz şiddet ve tekfir etme paranoyaklığının kökeni ne Kur’ân hakkındaki farklı iddialarda aranabilir, ne de çözümü “Kur’ân-Sünnet” odaklı analizlerde üretilebilir. Çünkü Müslüman aklında “Kur’ân” ve “Sünnet” hakkında bir paradoks-tefrika dokusu yoktur. “Kur’ân dini” veya “Sünneti yaşatalım!” içerikli fikir kampanyalarının ve/ veya çatışmalarının zemini, “Vahiy-Nebî” ilişkisi noktasındaki algı farkları değildir. Bu nedenle “Kur’ân İslâm’ı” veya “Hadîs inkârcılarına geçit yok!” feveranlarının niyeti, “Vahiy inşâsı” ile “Nebî sünnetini korumak ve yaşatmak” arasındaki kör dövüşünde yatan “metot ve okuma” cehdi değildir. Sorun, Vahiy-Nebî eksenli değildir. Sorun, Hz. Âdem’den itibaren “Muhkem Din” yerine “müteşâbih toplum” inşâ eden sahte peygamberler ve sahte ashablar hareketidir. Hz. Muhammed’i (sav) “Son Nebî” olarak kabul eden Müslüman topluluklar içinde “peygamberlik iddiası” yerine “Peygamber’in vârisi/vekîli” nitelemesiyle Kur’ân-Sünnet kaynağının yanında “sahih Kur’ân-Sünnet anlayışı” etiketiyle yaşatılmak istenen, fakat özünde/niyetinde/maksadında “sahte peygamberlik” fonksiyonu gören “beklenen kurtarıcı” algı yönetimine sahip hareketler her zaman var olmuştur. Fakat bu hareketler, İslâm tarihinde “kıyamete kadar süren hareketler” olamamış, daha çok “her yüzyılda beklenen kurtarıcı” kültü içinde kendini güncelleyen ve farklı isimlerle anılan, “sahte peygamber” değil de “peygambere benzer” sıfatlı gruplar hâlinde türemişlerdir. İslâm dünyasının “kıyamete kadar süren” hareket olarak en fazla karşılaştığı sapma, “sahte ashab” hareketleridir. Müslüman aklı, “Kur’ânSünnet” bütününden ne zaman ki “Kur’ân ve Sünneti en iyi anlayan kişi” psikolojisine kaymıştır, işte o zaman kendini “Kur’ân ve Sünneti en iyi anlayan mümin” yerine koymaya başlayan diğer Müslümanları da içten içe “ötekileştiren” bir “kurtulmuş ve başkalarını kurtaran akıl” mertebesine (!) ulaşmıştır! Bu marifete sahip aklın ilk yaptığı şey, “sahte peygamber” rolü gibi “sahte ashab” rolünde de kendini sunmaktır. “Sahte ashab” rolü iki repliğe sahiptir. Birincisi… Kişi kendisini Kur’ân ve Sünneti en iyi anlayan ve yaşayan kişi olarak sunuyor. İkincisi… Kur’ân ve Sünnet bütününü Son Nebî dönemindeki şahitlikleri ile yaşayan “Ashab” gibi kendisinde var olduğunu vehmettiği “çağın ashabı” rolünü meşrulaştırmak için tüm yapıp ettiklerine Son Nebî dönemindeki Ashab-ı Kirâm’ı delil-örnek gösteriyor. Aslında bu iki rol, “sahte ashab” psikolojisidir. Ve İslâm dünyasını birbirine düşüren tipoloji de budur! Peki, Kur’ân ve Sünnet bütününe inanan-yaşayan “mümin” ile “sahte ashab” tipini nasıl ayırabileceğiz? Sahte ashab hareketlerine karşı ne yapılabilir? Mümin ile “sahte ashab”, ikiz etkisi gibi bazen “benzer” görüntüler oluşturabilir. Bu nedenle bazı temel “işaretler”i bilmek ve dikkatlice bu işaretleri takip etmek gerekir. Nitekim bu yazımızda bu işaretlerden “ele veren işaretler”i ön plana çıkaracağız. Mümin aklı Kur’ân ve Sünnet’e, sahte ashab kurnazlığıysa “hadîs”e tâbi Bir müminin aklı (Kur’ân’daki akletme sahibi), “Bize vahyin yazılmış metni yeter! Nebî’nin vefatı ile beraber önemi/rolü de ölmüştür, dolayısıyla Nebî’ye ait bir söz, davranış, teklif, yorum veya tavsiye bizim için hükümsüzdür! Tüm olup bitenler, O’nun vefatı ile o zamanmekân içinde tamamlanmıştır. Artık mümin aklının tek muhatabı, elimizdeki Kur’ân metnidir” diyemez. Derse, aklı Kur’ân’daki akletme değildir. Çünkü Kur’ân’daki akletmede Nebî’nin önemi ve görevi çok nettir. Nitekim İslâm tarihinde, içinde rükû veya secde olmayan namaz, içinde tavaf olmayan hac, içinde sayısı değişken oruç tutulan Ramazan veya faiz ile zinayı sünnet sayan bir anlayış çıkmamıştır. Çünkü mümin aklı şubat 2016 81 haberajanda Büyüteç O zaman şu psikolojik eşiği görmemiz gerekmektedir: Müminin aklını Kur’ân-Sünnet değil, “hadîs” adı altındaki söz çelmektedir. Özellikle “Uydurma hadîs çelmektedir” demiyorum, çünkü zaten uydurma olduğu bilinen hadîs aklı çelmez! Bizzat “hadîs” kavramı etrafındaki tarifler çelmektedir. Çünkü “hadîs” kavramının, mümin aklının Kur’ân’dan kendisine öğretilen akletme ile çelişen kullanımları/tarifleri çoğalmıştır. Yani sahte ashab, uydurma hadîslere inanan kimse değil, bizzat hadîs kavramıyla oynayan, hadîs kavramının içerik ve fonksiyonunu çarpıtarak kullanan kişiyi oynamakta, “sahte ashab” oluşunu bu yolla meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Peki, sahte ashabın “hadîs” kavramını tahrif eden tarif ve kullanımındaki yöntemleri nelerdir? “Sor, cevap vereyim; ben anlatırsam daha iyi anlarsın!” statüsü tarih boyunca buna müsaade etmemiştir. Kur’ân’ın akletme terbiyesinden geçen her mümin, Kur’ân-Sünnet bütününü çok açık görmüş ve uygulamıştır. Dolayısıyla sahte peygamberler Müslüman zihninde barınamamışlardır. 82 şubat 2016 Fakat konu Kur’ânSünnet, yani Vahiy-Nebî bütünlüğü değil de “hadîs” olduğunda, sahte ashablara gün doğmakta, oldukça velüd-pişkin iklimler yakalanmaktadır. Sahte ashab adeta istediğini iddia etmek- te, her konuda her şeyi ileri sürmekte ve -çok ilginçtirher yapıp ettiğine bir “hadîs”i delil/örnek göstermektedir. Üstelik sahtekârlığını “Ben demiyorum, büyük zâtlar diyorlar” kurnazlığına sığdırmaktadır. Müslümanların tarihindeki ihtilafta “yılanın başı” diyebileceğimiz en tehlikeli sebebi, “mümin aklını özelleştirme” kültürüdür. Yani her müminin başında olması ve durması gereken aklını, ilim sahibi veya adına “hocaefendi” denen ve kendisini bu işe adamış gibi görünen bir “baş(kasın)a verme” kültürüdür. Maalesef bu kültürü, bizzat kendisini başkasından daha akıllı gören bazı müminler örgütlemektedir. Özellikle “nefis terbiyesi” adı altında tarîkatlarda ve “ilim Sedat Servet Hocaoğulları öğrenmek” adı altında medreselerde, her bir müminin bir “mümin aklı” edinmesi yerine, “akıl hocası”, “akleden seçilmiş kişi”, “Peygamber vârisi” etiketiyle şeyhe veya âlime aklı tâbi kılan meşrepler türetilebilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-Sünnet-Hadîs etrafında “ilmî mülahazalar” veya “Hocaefendi anlatıyor” algısında konuşan birçok kişinin etrafında insanlar toplayıp “Sor, cevap vereyim; ben anlatırsam daha iyi anlarsın!” statüsünde durduklarını tespit etmekteyiz. Bu tiplerin neredeyse fikir beyân etmedikleri konu bırakmayıp mümin aklı yerine “şüpheci zekâ” ile soru soran kalabalıklara rehberlik yaptıklarını, TV-sosyal medya şehvetiyle neredeyse “ümmetin beklediği çağın ashabı” psikolojisiyle tuhaf iddialarda bulunduklarını görmekteyiz. Aslında sahte peygamber iddiasından çok daha kolay ve kışkırtıcı olanı, “sahte ashab” iddiasıdır. Yani Son Nebî’nin ashabı gibi, “Kur’ân-Sünnet bütününü en iyi anlayan kişi” rolüdür bu. Ve maalesef sahte ashab noktasında en şöhretli topraklardan biri de Anadolu toprağıdır. Çünkü sahte ashab, fotoğrafın büyüğünde bir “devlet projesi”dir. Onun devlet dilindeki adı da “politik dindarlık”tır. “Politik dindarlık” ve “örtülü ödenekten alınan cübbe” İslâm tarihinde “hadîs” kavramını manipüle eden ve bu kavramı rayından çıkarıp kendi rayına oturtan unsur, “devlet aklı” olmuştur. Onun için “hadîs” kavramı, “politik” karakteri ağır basan bir kullanım yaygınlığında olmuştur. Dolayısıyla “hadîs” deyince aklımıza “Nebî’ye ait olan” değil, “Nebî’nin adını politikaya bulaştıran uydurulmuşçarpıtılmış söz” gelmek durumundadır. Çünkü tarih boyunca bu böyle olmuştur. Bir de “politik” alan dışında “ilmihâl-sünnet” alanına ilişkin derlenmiş hadîs kitapları vardır ki, en çok suiistimal edilen kaynakça, bu eserlerden oluşmaktadır. Bu hadîs kitapları, bizzat eser sahibinin bile eseri derleme maksadını çarpıtarak kullanılmaktadır. “Filan hadîs kitabında geçer” cümlesini “Vahiy” gibi etkinleştirmek isteyen sahte ashabların ruh hâlleri, aslında üstlendikleri “politik dindarlık” rolüne dinî bir kisve bulmaktan ibarettir. Politik dindarlık, devletin toplumu rahat yönetebilmek ve yaptıklarına dinî fetva almak için ürettiği/sipariş ettiği “dindarlık” rolüne bizzat sahte ashabın, devletin gücünden yararlanmak için talip olması ile oluşan “işbirliği aklı”dır. Özellikle “devlet milliyetçiliği”ni hadîslerle kutsamak, bu tipin en temel misyonudur. Örneğin bu noktada Türkiye, oldukça iyi bir örneği Fethullah Gülen görmüştür ve maalesef bedelini de ödemektedir. Gülen’in meşhur olduğu ilk vaaz ve kasetlerinde hadîsleri kullanma tarzına dikkatle bakıldığında “politik dindarlığın” nasıl somutlaştığı görülecektir. Gülen’in bu aralar opere edilmesiyle oluşan boşluğu doldurması amacıyla pozisyonlandırılan “Cübbeli-Hocaefendi-Şeyh” etiketli isimlere de çok dikkat edilmelidir. Çünkü bu “akılsız” tipler, her an bir başka aklın yüklenebildiği kişiliksizlerdir. Bu nedenle onların dilinde ve elinde olan insanlar da, somut ve soyut nesneler de kişiliksizleştirilmektedir. Özellikle tasavvuf ve medrese saygınlığı, politik dindarlar eliyle içi boşaltılan ve politize edilen yataklar hâline getirilmektedir. Politik dindarlığa tâbi olan bu tiplerin çoğu “tüccar ve şöhret şehveti içinde kıvranan” kompleksli zayıf karakterdedirler. İslâm tarihi, “mümin aklı” ile “politik dindarlık zekâsı” arasında geçen mücadelelerle doludur. Ve maalesef politik dindarlığın kullandığı silah, bu mücadelede “hadîs”tir. Mümin aklı ise, akıllı davranamadığı zaman “hadîs inkârcısı” olarak kendi sahasında boğulmaktadır. Özellikle mümin aklını “Metni yorumlamak” ile sınırlı bir ufka indirgeyen akıl, zamanla Kur’ân’daki akletmekten kopup akılcı ideoloji ile sonuçlanmakta, sahte ashabın hadîse yaptığı muameleyi bu sefer bizzat âyete yapmaktadır. Sonuç, birbirini tekfîr eden “küfürbaz akıl” olmaktadır. Ona da “akıl” denirse tabiî... Akılsızların çoğaldığı yerde devreye giren ve “canlı bomba” etkisi yapan tahrifatsa “mezhepçilik”tir. Mezhepçilikdevletçilik el ele Vahyin “akletmek” üzere dikkat çektiği iki önemli tehlike, “mezhepçilik” ve “devletçilik”tir. Özellikle “kendi fikrini kutsamak ve diğerlerini sapmak olarak tarif eden” tarafçılık ve “bir azınlığın arasında dolaşan güç/mülk edinmek” anlamındaki güçperestlik, Müslüman aklının kanseridir. Ve maalesef bulaşıcı, hem de ölümcül bir hastalıktır. Yüzyılı aşkındır İslâm dünyası bu kanserle baş edememektedir. Hatta bırakın baş etmeyi, mezhepçilik ve devletçilik, Müslümanlar arasında “kurtaran övünç” olarak şiar edinilmiştir. “Hadîs” kavramının başına gelenler, “mezhep” kavramı için daha vahim tarzda uygulanmaktadır. Müslüman hafıza, daha “Mezhep kişiye mi aittir, devlete mi?” noktasında bile “düşünen” eşikte değildir. Sünnîlik-Şiîlik başta olmak üzere, özel hukukta Hanefî, Şafî, Hanbelî, Malikî mezheplerinin bile isimleri ile anılan “Devlet hukukunun yaslandığı dayanak gelenek mi, yoksa isimleriyle anılan ekollerin kurucu aklı güncelleyen kültürel dokuları mı?” noktasında bile ittifak edilebilmiş değildir. Çünkü hiçbir zaman mezhep “sivil” karakterde kalmamış, kalamamıştır. Mezhepler, devletlerin istedikleri zaman boşaltabilecekleri “politika mermileri/bombaları” işlevinde depoda tuttukları demirbaşlar olmuşlardır. Kuşkusuz “laiklik” kavramının “devleti dinsizleştirmek” yorumu ve “İslâm Devleti” tarifi içinde Müslüman aklının devlet aklına yenilmesi sonucunda mezhepler, şubat 2016 83 haberajanda Büyüteç su bu durum, bir “insanlık hâli”dir. Fakat asıl üzücü ve sinir bozan durumsa şudur: Kendisine daha akıllı ve salih kul olduğu zannıyla teveccüh edilen “önde gidenler/ileri gelenler”in tutumları... Asıl risk, “akıllı ve salih kullar” sıfatlı kişilerin kişiliklerindeki doğru yol-sapma grafiğindedir. Nitekim Vahiy, insanların bu sıfatlı kişilerle yargılanacaklarını müjdeler! “hadım edilmiş akıllar” olarak her bir Müslümanın kafasında “ekol müzesi” olarak yaşatılmaktadırlar. “Birkaç ibadet konusundaki farklar” dışında hiçbir şey hatırlamayan Müslümanların hafızası, zaten ödünç alınmış devlet aklıdır ve çoğu zaman savaş dışında devrede değildir. Özellikle “propaganda” araçlarında konuşlandırılan ve “karanlık odadan suflörlüğü yapılan” bazı “Cübbeli” veya “Hocaefendi” etiketli karakterlerin, hakkında beyânda bulundukları konulara dikkat edildiğinde, seslendikleri kalabalıklara her konuda şom ağızlık (şov) yaparken, konu “devlet politikaları” olduğunda oldukça “öğretilmiş bir dil” kullandıkları görülecektir. Burada kilit soru(n) şudur: İmparatorluk 84 şubat 2016 bakiyesi ve büyük medeniyet atlasına sahip bu topraklarda neden parmakla sayabileceğiniz üç beş kişi meydanlarda şov yapabilmekte ve geniş izleyici kitlelerine sahip olmaktadırlar? Bunun cevabı çok basittir ve komplo teorilerine de gerek yoktur! Cevap şu: “Müslüman aklı, devlet aklına yenilmektedir.” Müslüman aklı, ne zaman devlet aklı ile bütünleşecek? Kuşkusuz bu soru(nun) cevabı, kaybedilmiş anahtar olan “akletmek” fiilini bulmakla çözümlenebilir. Nitekim Vahyin en fazla dikkat çektiği “insan olmak” fiili, bir “akletmek” edinimidir: “Akletmeyecek misiniz?” Kur’ân’da “akıl”, bir “po- tansiyel/enerji/imkân” olarak sunulmaktan çok, “kullanılan/güncellenen kuvve” olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân, aklı “düşünmek ve yapmak” bütünlüğünde imgelemeyi önemser. “Akletmek nasıl olur?” merakını da sadece ve tek başına Nebî’yi örnek göstermekle kalmaz, Nebî ile beraber olan her bir mümini överek tamamlar. Onun içindir ki Vahiy, her bir müminin aklını kendi başında aktif kılmasını ve duâsını da aracısız Rabbe iletmesini emreder. Fakat kabul ve hatta itiraf etmeliyiz ki, “Akıl akıldan üstündür” zihniyeti ve “Salih kulların duâsı kabul olur” alışkanlığı sebebiyle insanların çoğu “daha akıllı” ve “daha salih” olana tâbi olmayı tercih etmektedir. Doğru- Şimdi aklınızı hareketlendirin ve Medeniyetİmparatorluk birikimini hatırlayıp TV ve sosyal medyada “Cübbeli-HocaefendiŞeyh” etiketli tiplerin yüzlerine, dillerine, ufuklarına bir bakın! Kendinizi görüyorsanız, sorun yok! Zaten aklınız aynada yansımaktadır. İnsan kendi yüzünü seçebiliyorsa, o zaman kendi gerçeğidir gördüğü. Mümin aklı, sadece Kur’ân’ın “akletmek” aynasına bakar ki o ayna, Kur’ânSünnet tipindeki yüzü bütünler: “Mümin”... Sahte peygamberler dönemi bayatladı ve kapandı neredeyse. Fakat sahte ashab hareketi neredeyse “dev(let) leşti”. TV ayna tutuyorsa bu topluma, toplumun “Cübbeli-Hocaefendi-Şeyh” kahramanlarıyla geleceğe yürümesini “Kişi sevdiğiyle yargılanır” serinliğinde karşılamak zorundayız. Gerisi, Rabbimizin hükmedeceği bir ateş çemberi zaten… Bu arada, araştırılması gereken kritik bir soru(n) daha var: Sahte ashabların masrafları “örtülü ödenekten” mi sağlanıyor, yoksa cübbenin örttüğü kişiliğin kendisi mi bu masrafları üstleniyor? haberajanda Toplum G Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com ERÇEK hayatlardan ve gerçeğin bizzat kendisinden bağımsız bir şekilde oluşturulmuş, çoğunlukla görenlerin gıpta ettiği sanal gerçeklerin üretildiği bir hayatın özlemini duyuyor insan. “İmaj oluşturma” şeklinde niteleyebileceğimiz bu durum, bizi sarf gerçeklikten uzaklaştırmakta ve bizi oluşturduğumuz imajın kölesi hâline getirmektedir. İmajın peşinde koşan insan sadece gerçeklikten kopmamakta, oluşturmak istediği imaj ve bu imajı yansıtan kimliklere de bürünmeye çalışmakta, buna dair gerçek olmayan roller oynamaktadır. Oluşturduğumuz imajı seyredenler, gördükleri manzara karşısında hayranlık duyar ve o imajın sahibini kendilerine örnek alırlar. Sarf gerçeğin ötesinde oluşturduğumuz ve kusursuzluklar yüklediğimiz bu imaj, ne kadar çaba sarf etsek de mükemmel olmaktan çok uzaktır. Web sitelerinde arka planda çalışan yazılımların kullanıcıya ulaştığı ve bizim ilgili siteye girdiğimizde gördüğümüz kısma “ara yüz” denir. Sitelerdeki tıklanmayı arttırmak ve ilgiyi taze tutmak için bu ara yüzler belli aralıklarla yenilenmek zorundadırlar. Bu, ilgili sitenin izlenilirliği, görünürlüğü ve takip edilmesi için gereklidir. Ara yüz oluşturana kadar arka planda çok sayıdaki işlem çok hassas biçimde yapılır. Bu işlemler o kadar hassastırlar ki, yapılacak küçük bir hata, kodlamalarda yapılabilecek küçük bir yanlışlık, ara yüzün çok kötü olmasına, hatta bozulmasına sebebiyet verir. İmaj oluştururken de tıpkı web sitelerdeki gibi imaj oluşana kadar çok sayıda görünür olmayan işlem yapmış oluruz. Bu işlemler sonucu ortaya çıkardığımız imajımız, bir tür bizim ara yüzümüz olur. İmaj oluşturana kadar geçen süre içerisinde öğrendiğimiz roller, bu roller için geliştirdiğimiz davranış kalıpları, imajın İmaj köleliği ÇÖZÜM, gerçek kimlikle sanal kimlik arasındaki makasın daralmasını sağlamaktır. Bu da ancak ve ancak kendimizle, aidiyetlerimiz ve gerçek kimliğimizle barışık olmak ve gerçeklikten kopmadan sürekli bir gelişim seyri içerisinde olmaktır. devamlılığı için bu davranışların sürekli tekrarlanma zorunluluğu, gerçek dünya, gerçek roller, davranış kalıpları ve bunun sonucunda oluşturduğumuz sanal kimlikle gerçek kimliğimiz arasındaki köprüyü koparır. İşte bu köprü kopunca, görünür ortamlarda gerçek kimliğimiz silikleşmeye başlar ve sanal kimliğimiz daha baskın hâle gelir! Görünürlüğün azaldığı ortamlarda tam tersi durum ortaya çıkar. Yani oluşturduğumuz sanal kimlik silikleşir, gerçek kimlik ve gerçek kimliğin gereği olan davranış kalıpları ortaya çıkmaya başlar. Bu durum psikolojik denge durumunu da etkiler, kişinin iç dünyasında bölünmüş benlikler oluşturur. Bölünmüş benliklerse, insanı çok kez altından kalkılması zor psikolojik rahatsızlıklara iter. Sarf gerçeğin ötesinde oluşturduğumuz ve kusursuzluklar yüklediğimiz imajın mükemmellikten uzak olma durumu bununla sınırlı değildir. İmaj oluşturmak, tek başına insanı tatmin etmez. Çünkü insan, hayâlini kurduğu dünyayı bin bir zahmetle oluşturduğu imaj ile yaşama, bu yaşamı teknoloji ve medya ile insanların görünümüne sunma eğilimindedir. Bunun için çok ciddî gayretlerin içerisine girer insan. Görünür olmak, teknoloji ve medyanın kullanımı ile mümkündür. Son yıllarda bu, sosyal medyaya kaymış durumdadır. Teknolojiyi ve medyayı aracı olarak kullanmak, insanı makinelerle hemhâl olmaya iter. Böylece bilgisayarsız, akıllı telefonsuz bir yaşam artık düşünülemez olur. Aslında “kişiyi makineye mahkûm etme durumu” olarak tanımlayacağımız bu hâl, günümüzde pek de yadırganan bir durum değildir. Hatta bu durum, kültürel ve modern bir yenilik olarak sunulmaktadır. Yani söz konusu durum idealize edilerek bireye ve topluma sunulmakta, arka planında sözünü ettiğimiz risklerin görünümüyse azaltılmaktadır. Meseleyi başka örneklerle desteklemek mümkündür. Ama asıl sorun, ruhsal ve psikolojik beklentilerimizi yüklediğimiz imaj oluşturma ve bunun sonucunda ortaya çıkan negatif etkileri sıfıra indirme sorunudur. Peki, bu sorunu nasıl asacağız? Çağın “imaj çağı” olmasından kaynaklı olarak insanoğlunun imaj oluşturma çabasını yok sayamayacağımıza ve insanı teknolojiden uzak tutamayacağımıza göre bu sorundan kurtulmanın yolu, imaj oluşturmaktan vazgeçmek ve teknolojiden uzak durmak değildir. O hâlde çözüm nedir? Çözüm aslında çok zor değildir. Çözüm, gerçek kimlikle sanal kimlik arasındaki makasın daralmasını sağlamaktır. Bu da ancak ve ancak kendimizle, aidiyetlerimiz ve gerçek kimliğimizle barışık olmak ve gerçeklikten kopmadan sürekli bir gelişim seyri içerisinde olmaktır. şubat 2016 85 haberajanda Toplum Devletimiz toplumsal sorunl İ STER kırılın, ister gücenin ama ben bu hakîkati söylemek mecbûriyetindeyim. Kimseyi suçlamıyorum da… Şu veya bu sebeple olmuş, yapılmış olabilir. Benim derdim bunlar değil. Benim derdim, şu an yaşayan ve inşallah binlerce yıl da yaşayacak olan insanlarımızın daha az sorun yaşaması, daha insana yaraşır bir hayat sürmeleri… >> Geçmişte olanlar oldu giti. Ama artık aklımızı başımıza alıp kompleks yapmadan, devletimizin kuruluş yıllarında kurgulanmış olan modernist insan ve toplum tasavvurunu değiştirip daha insanî bir tasavvura geçmemiz lâzım. Osmanlı’nın son döneminde işlerin kötü gittiği 86 şubat 2016 düşüncesiyle, o yıllarda çok güçlü olan Batı Avrupa ülkeleri, özellikle de Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkeler örnek alındı ve onların neyi var, neyi yoksa hepsi taklit edildi. Bu öyle bir rüzgârdı ki, neredeyse etkilenmeyen kimse kalmadı. Mehmed Âkif gibi “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyen bir muhterem zât bile Batı’daki bu ülkeler için “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” deyivermişti. Hâlbuki bu ülkelerdeki medeniyetin dayandığı felsefî cereyanlar, ateizmden sütünü emen pozitivizm, modernizm ve sosyal Darwinizm gibi cereyanlardı. Bunlar insanı malzeme gibi algılıyor, standartlaştırıyor, adeta seri üretimle bütün insanlığı düzeltivereceklerini sanıyorlardı. Gelin görün ki, kılavuzu bu kargavari felsefeler olan ülkeler, insanlığın burnunu 1. ve 2. Dünya Savaşlarından müteşekkil bataklığa soktular. Başta sözde güçlü ülkeler ve onları takip edenlerin burunları bataklıkta çırpındıkça, uyuşturucuya, şiddete, eşcinselliğe, hatta arı çözemez intihara batmaya hâlâ devam ediyor. 1920’lerin sonundan itibaren Türkiye’de modernizmi yerleştirme çalışmaları ders kitaplarından kıyafete, sanattan spora, bilim anlayışından hukuk ve siyaset anlayışına kadar her sahada yoğun bir şekilde hayata geçirildi. (Prof.Dr. Zafer Toprak’ın “Darwin’den Dersim’e” adlı kitabı bu konuda kapsamlı delil ve belgeler ihtivâ etmektedir.) Öyle ki, bugün zıt medeniyetin savunucusu siyasî liderler bile “Modern şehirler yapacağız” diyebiliyorlar. Dilimize öyle yerleşti ki, “gelişmişlik” ile “modernizm” kavramları aynı anlama gelir oldu. Hâlbuki Doğu medeniyeti mensûbu biri, “modernizm”i ağzına bile almaz. Kendi varlığının en büyük tehdidini tutup da baş tâcı edercesine gündeme getirirse kendini inkâr etmiş olur. O dönemin köşe taşı sözlerinden biri “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” idi. Ne alâka? Mesela körlerde “sağlam kafa” olmaz mı? İyi de “sağlam kafa” ne demek? Bu sözün gerçek sahibinin kim olduğunu bilmiyorum. Bilsem de sözün sahibiyle değil, sözle sorunum var zaten. Üniversitede biri tuvalete yazmış, benim de oradan dikkatimi çekmişti: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunsaydı güreşçilerimiz Nobel alırdı.” O zamanın en önemli kanunlarından biri, 2510 sayılı İskân Kanunu’dur. İnternette bir arama motoruna yazarsanız her türlü bilgiyi sizin ekranınıza seriverir, Roman vatandaşlarımız hakkında Devletimizin o zamanlar ne düşündüğünü de böylelikle görmüş olursunuz. CHP’den daha önce kurulmuş bir partimiz olduğunu biliyor muydunuz ve tabiî kapatıldığını? 15 Haziran 1923’te kurulan bu partinin adı, “Kadınlar Halk Fırkası” idi. Kapatılma nedeni de “Kadınların oy hakkı yok, dolayısıyla parti kurmaları da mümkün değil” şeklindedir. İnsanı “sağlam kafa” ve “sağlam vücut”tan ibaret kabul eden, kadınlarını böyle gören, Roman vatandaşı böyle algılayan bir devlet mekanizması, insanın nesini, toplumun neyini çözecek Allah aşkına?! Burada Devletle, o zamanki Devlet kurucularıyla herhangi bir sorunum yok benim. Benim sorunum şu: İnsan, gerçekte modernizmin gördüğü gibi değilmiş demek ki... Şimdi biz doğrusu neyse, insanı ve toplumu o şekilde görelim, bütün düzenimizi, sistemimizi de o doğru bakış Lokman Ayva la@lokmanayva.net açısına göre yeniden reorganize edelim ve her şey yerli yerinde dursun! Peki, doğrusu ne? Milletimizin köklerinin bulunduğu medeniyeti esas almak en doğru çözümdür. Bizim medeniyetimize göre insan, “eşref-i mahlûkat”tır. Her işimizi bu anlayış doğrultusunda kurgulamalıyız. Burada ırklar önemli değil, insanların bedensel özellikleri önemli değil, cinsiyet, ekonomik durum veya makamların da hiçbir önemi yok. Bunlar topluma hizmet etmeyi kolaylaştıran ve nesillerin sağlıklı bir şekilde devam etmesi için gereken kurgulardır. O bakımdan gerçek değerli “insan”dır. İnsanın başkalarının hakkına tecavüz etmemesi, aynı şekilde onun da hakkına dokunulmaması en önemli değerlerdendir. Her insanın bir potansiyeli olduğunu, her insanın birbirinden farklı olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu medeniyet anlayışıyla mevcut durumları değerlendirdiğinizde çok enteresan tablolar karşımıza çıkıyor. İnsana ve doğal farklılıklarına saygı duymayan anlayışlar bugünkü terör sorununu başımıza belâ ettiler. Onlarla aynı anlayıştan beslenen terör örgütü ve uzantıları da aynı yanlışı sürdürüp nemalanma peşinde. Eğer kendi medeniyetimizi esas alsalar, terörü devam ettiremezler! Sadece onlar mı? Kadına şiddet uygulayan sözde insanlar bu zulmü hangi gerekçeyle yapıyorlar sanıyorsunuz? Kendi medeniyetimize dayanarak böyle bir şiddeti asla uygulayamazlar! Uyuşturucu dâhil, hiçbir bağımlılık türü, bırakın kök salmayı, yeşeremez bile. Her türlü toplumsal sorunun çözümünde medeniyet tasavvurumuz son derece önemli! Peki, kimse bir şey yapmazsa bireysel dünyamızda esir olup öylece kalacak mıyız? Elbette hayır! Öncelikle çevremizdeki siyasîleri, etkili ve yetkili kişileri, basın câmiâsını bu anlamda teşvîk edebilir ve kendilerine olumlu-olumsuz geri besleme yapabiliriz. Bunun bile garantisi olmadığı için, hepimiz kendi işimizde, meşgûliyet alanımızda medeniyetimizle ilgili çalışmalar yapabilir, elden geldiğince uyarlayabiliriz. Komşuluk, büyüğe saygı, küçüğe sevgi göstermek gibi son derece basit fakat etkili değerlerimizi özel hayatlarımızda yaşatabiliriz. AK Parti’nin, Hükûmet icraatına ışık tutması ve uygulamacıları cesaretlendirip teşvîk etmesi için parti bünyesinde kapsamlı bir medeniyet çalışması yürütmesi gerekmektedir. Bunun için politikalar, stratejiler, ilkeler üretmesi ve Hükûmet’e sunması, çözümün bel kemiğini oluşturur. Bu noktada partinin ilgili organlarına görüşlerimizi sunmaktan geri durmamak da bizlerin özel alandaki medeniyet katkıları bakımından faydalı ve önemli girişimlerdir. Bizlerden başlayarak, çocuklarımızın ve torunlarımızın, hatta gelecek nesillerin insana yaraşır bir toplumda yaşaması böylelikle sağlanmış olacaktır. şubat 2016 87 haberajanda Toplum Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com En önemli sorunumuz “ahlâk “T ÜRKLER yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacıklık, yerme, riyâ, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır…” >> Meşhur Arap şâiri Cahız böyle diyor. Cahız’ı okuyunca kendi kendime dedim ki, “Yahu bu Türkler ne muazzam insanlarmış, nerede yaşarlarmış, bilsek de gidip bu muhterem insanlarla görüşüp tanışsak”… Böyle düşünürken birden aklıma geldi ki, “Türk” denilen millet biz değil miyiz? Evet, öyle! Öyle de, bu işte bir terslik varmış gibi bir his doğdu içimde. Ben böyle düşünürken, telefonuma bir mesaj düşüverdi. Mesaj, eski bir dosttan, hakîkatli, rikkatli bir eski gönül dostundan geliyordu. Ülkeye hizmeti olur diye, biz dostlarının da itmesiyle bir zaman önce kendisini milletvekili olarak başkente göndermiştik. Mesajını okuyunca sarsıldım, feryâd-ı figân ediyordu: “Bıktım yağcıların ‘Sayın Vekil’lerinden!/ Ey felek, sıradan kimliğimi geri ver!/ Yıldım boş laflara cevap yetiştirmekten!/ Ey zaman, fikre hizmet günlerimi geri ver!/ Geri ver benim hasbî hâlimi!/ Geri ver benim harbi dilimi!/ Bildim ben ne 88 şubat 2016 günah işlediğimi,/ Ya Settar, günahsız günlerimi geri ver!/ Doyurmuyor hiçbir şey sînedeki şu kalbi./ Ne makam, ne iltifat ve ne de mevki…/ Kalmadı gayri şu boş dünyanın zevki./ Ya Feyyâz, feyizli günlerimi geri ver!/ İkiyüzlü, süslü, sahte sevgilerden/ İğrendim Ya Rab, halis dostlarımı geri ver!/ İhlas fukarası, alkış budalasından/ El-aman Ya Rab, bana saf hâlimi geri ver!” Şimdi kime inanalım, Arap şâiri Cahız’a mı, bizim “Dertli”ye mi? Söyleyen bir tek Cahız olsa, “Hadi neyse” deyip geçelim, fakat öyle değil. İsmail Hami Danişmend’in “Garp Menbalarına Göre Türklerin Meziyetleri” isimli eserinde, kaynaklarıyla Batılıların konuyla ilgili beyanları var. “Türklerin meziyyetleri vardır. Hilekârlıkla sahtekârlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar…” (Süryanî Mikail Vakaayinâmesi) “Türkler saffet ve sadelikleriyle tanınırlar, namuskârlıkları herkesçe malûmdur. Türk’ün sözü, dünyanın en sağlam senet ve imzaları kadar muteberdir.” (Fransız müellifi Gautier) “Namuskârlık, Türk tüccarın belirgin özelliğidir. Hilekârlıkla dolandırıcılık onlarda tamamen meçhuldür.” (İngiliz müellifi T. Thorton) Hepsi bu kadar değil. Koskoca bir kitap böyle övgülerle dolu. Ben gene kendi kendime “Yahu bu Türkler bizim Türkler mi, yoksa başka bir ülkenin Türkleri mi?” diye hem düşünüp hem yürürken, kendimi Hortumcu Hacı Ahmet Efendi’nin dükkânında buldum. Ahmet Efendi, küçük masasının arkasındaki koltukta canı oldukça sıkkın, sinirinden çıplak başı kızarmış öylece oturuyordu. İlk sözü şu oldu: “Bak sana bir şey söyleyeceğim. Şu caddeden gelip geçen bunca insan var ya, bunların yüzde doksanının kafasının içinde kimleri nasıl çarpacağının hesabı var…” “Gerçekten o kadar mı? Abartıyor olmayasın?” şeklindeki soruma mukabil, “Evet, o kadar var! Emin ol, hiç abartmıyorum” diye cevap verdi. İ. H. Danişmend’in Türklerinde zinhar zina, hırsızlık olmazmış. Türkler yiğit insanlarmış, mazluma, zayıfa, garibe el kaldırmazlarmış. “Yiğitlik” deyince, geçenlerde İstanbul’da vukû bulan bir olay aklıma geldi. Bir İrlandalı turiste bizim esnaflardan 5-6 tanesi ellerindeki sopalarla her ne sebeple ise saldırıp çullanıyorlar. Fakat Türk’ün yiğitliği (!) bu kadarla kalsa iyi, İrlandalı, bu bizim yiğitlerin (!) hepsini birer yumrukla yere serip doğduklarına pişmân ediyor. Hırsızlık ve zinaya gelince… Biz Türkler hırsızlığın, soygunculuğun, gaspın, kapkaçın kitabını yazdık. Caddelerimiz, sokaklarımız, pazarlarımız, her yerimiz fuhuş kokuyor; gazetelerimiz, televizyonlarımız, internetimiz zinanın türlü türlüsünün tekniklerini anlatıyor. Türk’ün yüksek (!) ahlâk ve seciyesini görmek isteyenler, sosyal medya denen platformlara baksınlar da insanların birbirlerine hitaplarındaki pespâyeliği, karşılarındaki insanlara ne kadar fütursuzca iftira atabildiklerini, hakaret edebildiklerini, hiçbir Allah korkusu ve hiçbir ahlâkî sınır tanımadıklarını görsünler. buhranı”! Tarihçiler diyorlar ki, “Milletlerin ayakta kalması yahut yok olması, onların manevî-ahlâkî niteliklerine bağlıdır. Tarih boyunca Türklerin birçok defa devletleri yıkıldı. Fakat onların ahlâk ve seciyeleri sağlam olduğu için, millet olarak hiçbir zaman yok olmadılar, her defasında yeni bir devlet kurmayı başardılar”. Sahiden, insan düşünmeden edemiyor, bu yüksek karakter sahibi Türkler bugün de bir yerlerde yaşıyorlar mı acaba? Biz Türklerin onlarla isim benzerliğinden başka bir irtibatımız var mı? Osmanlı’nın çöküşünün birçok sebebi varsa da temel sebep, toplumdaki ahlâkî çürümedir. Sadrazam Koca Ragıp Paşa, daha 18. yüzyılda bu acı gerçeği şöyle itiraf ve ifade ediyor: “Emel- den olduğumuz dur* böyle bizdendür,/ Degül felekte rehavet, kusur bizdendür./ Râgıp, müdâhaneyle riyâdır zamânede,/ Dünyayı sanma cevr-ü sitemdir harâb eden.” Osmanlı döneminde doğup büyümüş bir gazeteci, fikir adamı ve eski Dışişleri Bakanlarından Necmeddin Sadak da, “Savaş yıllarında Osmanlı toplumu, her şeyden önce bir ahlâk sorunuyla karşı karşıyaydı. Ahlâk yetersizliği toplumsal dengeyi bozuyordu” demiştir. Mesele anlaşılmıştır! Yüzyıllara sâri bir ahlâkî erozyon sonucu bu toplum nihâyet İmparatorluğunu tarihe havale ettikten sonra yeni bir devlet kurma noktasına geldiğinde, -evet, bir ahlâkî buhran içinde olsa da- Danişmend’in kadîm Türkleriyle olan bağlarının tamamen kopmuş olduğunu söylemek doğru değildir. Ne yapılmalıydı? Elbette zayıflamış olan bağların güçlendirilmesi, yeni ve güçlü bağlar tesis edilmesinin yolları aranmalıydı. Oysa tam tersi yapıldı ve iyi kötü varlığını muhafaza edebilmiş bağları da kökten budayabilmek için devlet gücüne dayanan sistemli, katı bir operasyon süreci başlatıldı, buna da “devrim” dendi. Devrimin maksadı, kadîm kökünden kopartılan Türk toplumunu küffârın manevî kanallarına bağlamak idi. Bu da olamazdı, nitekim olmadı, başarılamadı. Neticede devrimin ürünü olarak ortada işte böyle ucûbe, amorf bir toplum yapısı meydana geldi. Bizim bugünkü siyasî, ekonomik ve sosyal bütün sorunlarımızın temelinde bu ahlâkî buhran vardır ve dolayısıyla ülkemizin en önemli meselesi de budur! Çare, kadîm Türklerle yeniden güçlü bağlarla irtibata geçmektir. Çok zor da olsa, başka bir kurtuluş yolu bulunmuyor. Bu meseleyi ülkede kâmil mânâda anlamış ve bu yolda tek başına da olsa yürümeye azmetmiş olan bir insan var. Her adımını bu hedefe matuf olarak sistemli ve hesaplı kitaplı olarak atıyor. “Yeni anayasa ve başkanlık sistemi” derken kafasındaki hesap tamamen bundan ibaret. Devrim sırtını darağacına dayamıştı, “karşı devrim” ise seçim sandığına dayamakta. Uzun bir demokratik devrim süreci yaşamayı başarmak mümkün olacak mı bakalım. *dur: sebep **müdahane: yaltaklanma ***cevr-ü sitem: çekişme sıkıntısı şubat 2016 89 haberajanda Toplum Hepimiz bir taraftan dışarıda bizi kısıtlayan kötülüklerle mücadele ederken, diğer yandan da kendimizi yeni dönemin şartlarına sağlıklı bir şekilde uyarlamanın yollarını aramalı ve imkânlarla imtihan olduğumuzun şuurunda olmalıyız. Biraz kendimize ya H ER ne kadar devlet kendisini “Cumhuriyet” olarak adlandırsa ve demokrasi ile yönetildiğimiz söylense de Türkiye’deki kontrol uzun seneler elit bir kesimin elindeydi. Bu karakteristiğini tam olarak değiştirmiş değil. Ancak son senelerde çevrenin merkeze doğru harekete geçtiği, merkezdeki elitist yapının değişmeye başladığını gözlemliyoruz. Yıllarca kenara itilen, ötelenen, horlanan, ihtiyaçları ve talepleri dikkate alınmayan çoğunluk, azınlığın hâkim olduğu stratejik noktaları kuşatmış durumda. Bu durum, konuya sosyolojik olarak bakıldığında aslında bir normalleşme sürecidir. Ancak bu değişim sürecinde ferdî anlamda yaşanan ciddî problemler var. Çünkü alışılmışın dışına çıkılıyor, kabuklar kırılıyor, imkânlar değişiyor. Hâliyle imtihanlar da değişiyor. Dinî referansları öne çıkan kesimin 28 Şubat gibi bir kıskaca alındıkları dönemlerdeki yaşayışlarıyla şimdilerde nasıl bir hayat sürdüklerini karşılaştıralım. Önceki zamanlarda yasaklar ve baskılar, şuurlu insanların davalarına daha sıkı sarılmalarına vesile oluyordu. Rahat zamanlarsa dünyevîleşmeye, gevşemeye ve dinî pratiklerin sulandırılmasına sebep olmakta. Tabiî ki buradan “Yasakları ve baskıları yeniden istiyoruz” gibi bir sonuç çıkarmayalım, maddî imkânların artmasının ve baskıların kalkmasının da bir imtihan olduğunun şuuruyla tekâmül etmenin yollarını aramaya devam edenler de vardır muhakkak. 90 şubat 2016 Prof. Dr. Serhat Atabey serhatatabey.ajanda@gmail.com tırım yapalım Hepimiz bir taraftan dışarıda bizi kısıtlayan kötülüklerle mücadele ederken, diğer yandan da kendimizi yeni dönemin şartlarına sağlıklı bir şekilde uyarlamanın yollarını aramalı ve imkânlarla imtihan olduğumuzun şuurunda olmalıyız. Peki, bu değişim/dönüşüm döneminde ne tür imtihanlar bizi bekliyor? Bunlardan biri, yaptığımız her işte işin özünün/ hakîkatinin kaybolması ve de görüntü ve gösterişin öne çıkmasıdır. Görünme, görünür olma isteği insanoğlunun yönetmesi gereken özelliklerinden biridir. Bu imkânı elde edenler, “Ben de varım!” diyebilmek adına zamanın görünme yöntemlerine başvurarak varlıklarını ispatlama peşine düşebilmektedirler. Bu görünür olma çabasıyla birlikte işin özü kaybolup gitmektedir. Bu konuda birkaç misal vermek istiyorum… Eskiden “kamusal alan”larda namaz kılmak ciddî bir problemdi. Kamu kurumlarında (özel kurumlarda da aynı) namaz kılmak isteyenlere yer tahsis edilmezdi. Edilse de, buralar en ücra köşelerdeki dar, karanlık ve rutubetli odalar olurdu. İnsanlar gizli gizli abdest alır, oralara kimse görmeden gider ve namazlarını edâ ederlerdi. Bu tabiî ki normal bir durum değildi. Şimdiyse devir değişti, namaz kılmak isteyenlere ferah odalar tahsis edildi, kapılarına “Mescit” yazıldı ve herkes herhangi bir mahalle baskısına maruz kalmadan abdestini alıp namazını kılar hâle geldi. Hatta bazı yerlerde namaz kılmayanlar psikolojik olarak kendilerini baskı altında hissetmeye başladılar. Peki, işin hakîkatinde de mesafe kat ettik mi? Namazlarımızı dosdoğru kılabiliyor muyuz? Kıldığımız namazlar bizi her türlü kötülüklerden alıkoyabiliyor mu? Yine Türkiye, uzun yıllarını başörtüsü problemiyle kaybetmiştir. Özellikle 90’lı yıllardan sonra okullarda ve kamu kurumlarında bu konuda ne tür baskılar yapıldığını ve bu baskılara karşı nasıl bir şuurla mücadele verildiğini hatırlayın. Şimdilerde gelinen noktaya baktığımızda, o zamanlar bunun hayâlini bile kuramıyorduk. Sadece okullarda değil, hemen her yerde isteyenin başını kapattığını, eskiden arka sokaklara mahkûm edilen başörtülülerin ana caddelere çıktığını, milletvekili, hatta bakan olabildiğini görüyoruz. Peki, günümüzde bu derece görünür hâle gelen başörtüsü, eski mânâsını koruyabildi mi? Yoksa moda ve gösterişin kurbanı mı oldu? Mahremi setretme iddiasından, onu daha görünür ve gösterişli hâle getirmenin bir aracına mı dönüştü? Eskiden başörtüsü takanlara nasıl bakılırdı, şimdi nasıl bakılıyor? İmkân da bir imtihan, unutma! Bir diğer konu ise, maddiyata, makam ve mevkilere bu denli sahip olmayan “çevre insanının” şimdi gırtlağına kadar bu imkânların içine batmasıdır. Peki, bu imkânlarla sınanırken nasıl bir hâldeyiz? Elde ettiğimiz dünyevî imkânları iyiliği yaymanın ve kötülüklere mânî olmanın, insanlara faydalı bir şeyler yapmanın aracı olarak mı kullanıyoruz, yoksa dünyevî lezzetlere kapılarak bunlarla günümüzü gün etme, ânı yaşama, tüketme ve israf etme peşinde miyiz? Geldiğimiz makamlara bizden öncekilerden farklı olarak ne kattık? Öncekilerin izinden mi gidiyoruz, yoksa bize özgü bir tarz üretebildik mi? Eğer hakîkati sergileyerek görünür olursak (yapılması gereken de budur), iyinin ve güzelin yayılmasına da vesîle olabiliriz. İnsanın kâl ile değil, hâl ile görünür olması, işin özüne inmesi, -dillendirmekten öte- bizatihî kendi hayatında pratiğe dökmesi, hâricî problemleri hallettikçe iç dünyasını güzelleştirme peşinde koşması, sadece dinî pratiklerin diğer insanların gördüğü yönünü değil de karanlık gecede kara kayanın üzerinde yürüyen kara karıncayı gören Yüce Yaratan’ın gördüğü yönlere de yatırım yapması ve emin (güvenilir) olmanın, sözünde durmanın, emanete sahip çıkmanın güzel bir örneğini sergilemesi gibi zor ama yapılacak hayli işi var. Maalesef iç dünyamızı güzelleştirmeden dışarıyı güzelleştirme çabalarımız pek işe yaramıyor. Bunun için hem kendimizi eğitmemiz, hem de çevremizi bu anlamda etkilememiz gerekiyor. Yarım yamalak öğrendiğimiz Google bilgisiyle etrafımızı aydınlatma derdinden vazgeçmeliyiz. İslâmî bir şuura sahip olmak için temel dinî kaynakları öncelik ve önem sırasına göre okumalıyız. Kur’ân’dan haberi olmayan birinin İslâmî mânâda bir dava adamı olabilmesi ne kadar mümkün? Dinî pratiklerin sadece görüntüleri ile yetinmeyip özüne inmeli, mânâsına nüfûz etmeliyiz. Adaletli olma, diğer insanlara zulmetmeme, kul hakkı yememe, sözü ve özü bir olma, her ânın ve her yaptığımızın hesabını vereceğimizin şuurunda olma… Velhâsıl, yapılacak çok iş ve kat edilecek çok mesafe var! Bir insanın öncelikle kurtarması gereken kişi “kendisi”dir. Bu, başkalarının kurtuluşuna vesîle olmak için de bir ön şarttır. Hayatın rutin koşuşturmacası içinde dünyayı kurtarmaya çalışırken kendimizi ihmal etmeyelim. Zaman zaman bunları düşünüp kendimize de yatırım yapmalıyız. şubat 2016 91 haberajanda Toplum Geldiğimiz nokta hepimizin eseri! Dilenciliği tasvip etmesek de, hiç değilse yardım isteyen birinin ardından nasıl da iyiliğin suiistimâl edildiğinden, iyilikten ne marazlar doğduğundan söz etmesek mesela. Onun yerine, bir oyuncak fazla alıp bir küçük hediyenin bir çocuğu nasıl sevindirdiğini göstermek gerek. Aç komşu yoktur belki çevrede, ama giderken bir tabak ikramla gittiğinizi görmeli evladınız, mümkünse o tabağı kendisi taşımalı. Maksimum standar Y IL 2016… Artık üç beş yaşlarında çocukların dahi internet imkânı bulduğu, obezite ile mücadelenin altı yaş altına inebildiği modern zamanlardayız. Sosyal medya ve türevleri, ne yiyip içtiğini, nasıl da çok tükettiğini resmetmekten haz duyan, hazmedemeyeceği kadar şeyi tüketip nasıl da insanlığını tükettiğini resmetmekle uğraşan milyonları sergiliyor… >> Başkanlık, Ortadoğu denkleminde yeni karakterler, AK Parti’nin ilk üç ay hedefleri, çalışan kadınların sorunları gibi konular kafamda dönüp dururken, gözüm bir haberdeki fotoğrafa takıldı. Eriyen suratıyla daha da kocaman görünen gözleri ve bir masum çocuk… Ardından bir deri, bir kemik kalmış başka insanların fotoğrafları... Haber şöyle: “Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü, Suriye’de rejim güçleri ve Hizbullah’ın Temmuz ayından beri kuşatma altında tuttuğu Lübnan sınırına yakın Madaya kasabasında 23 kişinin açlıktan öldüğünü açıkladı. Örgüt, bölgede muhaliflerin denetimindeki Madaya’dan çıkışlara izin verilmediğini ve 42 bin kişinin açlıkla boğuştuğunu açıklamıştı.” Yıl “2016” dostlar, 1900’lerden alınmış değil bu haber! Medenî, eğitimli, demokratik diye kendimizi sınıflamaktan gurur duyduğumuz, sahip oldukça daha çok şımardığımız zamanlarımızdan bir yıl işte! Biz 2000’lerin insanı... Biz, eskilerin yanılgılarından çok uzak biz, biz, biz... Biz ne çok aciziz oysa kendimizi ne çok şey sanırken! Ve bu dünyanın insanı merhamet ve insanlıktan uzaklaşalı ne çok şey olmuş! Yardım ettiğini reklam etmeden kimse kimseye bir şey yapmayalı ne çok zaman geçmiş! Sadece makyaj ürünlerine harcanan bir kısmı ile dünyadaki felaketler azaltılabilir ve bu dünyanın Zencîleri olan bütün yoksullar ortadan kaldırılabilirken, biz onları yok sayarak ölümleriyle ortadan kalkmalarını bekliyoruz adeta. Sorun böylece yok olacak kendiliğinden(!). Allah muhafaza! Dünya ölümcül bir savaşın çaresiz mağdurlarına çözüm üretmek yerine sınır güvenliklerini ve uluslarını korumanın derdinde. Sırf kendilerine giden mülteci akınını durdurabilmek için Türkiye ilişkilerinde birdenbire alınan yola ve verilen kararlara bakın! 92 şubat 2016 Nadire Çamlı Yıldırım ncyildirim.ajanda@gmail.com tlar, minimum insanlık! “Bize bulaşmasın!” dedikleri sefaleti başkasına müstehak gören bir zihniyetin adı Batı ise şayet, merhum Âkif ’in, “Nerde -gösterdiği vahşetle ‘Bu bir Avrupalı!’/ DedirirYırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi” dediği zamanlardan farklı bir şey de değildir. O zaman tarih 1915 idi, şimdi 2016... “Resimdeki olmayan altı farkı bulun!” deme şansımız da olmayacak. Sözde çözüm adına yapılanlara bakın! Hâlâ kendi halkını katleden bir lideri destekleyen ülkeler var ve çözüm adına orada olanlar da milyonlarca insanın tükenişi yetmezmiş gibi gelecek iki yıl üzerinden konuşuyorlar. Mevcut teknolojik imkânlar ve sahadaki etkinlikleri düşünüldüğünde, yıllardır o coğrafyanın ta içine kıtalar ötesinden uzandıkları hâlde hem de… Yıllarca öykündüğümüz Batı bu iken, bizde de maalesef benzer duyarsızlıklar, “vahşet” diyeceğimiz olaylara öyle baktığımız bir hissiyat gelişti yazık ki! Biz bu değildik, böyle olmamalıyız asla! Kadîm bir geleneğin torunlarıyız ve insanlığın, muhabbetin insana havadan ve topraktan sirayet edebileceği bir kutlu coğrafyada yaşıyoruz. Ama bugün geldiğimiz duruma bakın! Keşke Batı’nın sadece yüksek maddî standartlarına özenseydik… Geçenlerde, Batman’da soğuktan ölen sadece dört yaşındaki bir Suriyeli çocuğun haberinin ardından yapılan yorumlar, haberden daha da soğuktu. Bir çocuğun bu şekilde ölümü sadece yüreği sızlatmalıyken akla hayâle gelmeyecek yorumları dizivermişti bir sürü akl-ı evvel his yoksunu. Özlediğimiz ekonomik yükselişe doğru adım adım giderken, manevî anlamda kat ettiğimiz bu eksi yolu telâfi edecek acil eylem planları hazırlamalıyız. Sevgisiz, merhametsiz, aidiyet duygusundan bîhaber bu gençler, bu insanlar kendiliğinden bu hâle gelmediler. Her türlü insanî duygu ve duruşun aleyhinde işleyen sistematik bir bombardıman var ve biz gençliğimizi bu ateşten koruyamıyoruz. En çok seven ana baba, çocuğunu önce iyi maddî imkânlar hedefiyle yetiştiriyor. “Önce kayıtsız şartsız ahlâk ve estetik” diye değil… “İyiliğin reklam yahut en iyi ihtimâlle günah çıkarma ritüeli olarak yapılabildiği, onun da sürekli zihinlerde kayıtlı tutulduğu bir dönemde ‘sağ elin verdiğini sol elin duymaması’ veya ‘komşusunun açlığından sorumlu olmak’ ne demektir, bu ilkelerin muhatabı kimdir?” gibi duyarlılık ruhundan haberdar etmeli insanlığı. Daha çok yaşamalı ve yaşatmalı ki, genç zihinler iyilikten başka şeyle dolmayacak, yürekleri başka türlü doymayacak bir hâle gelsinler. Geldiğimiz nokta hepimizin eseri! Dilenciliği tasvip etmesek de, hiç değilse yardım isteyen birinin ardından nasıl da iyiliğin suiistimâl edildiğinden, iyilikten ne marazlar doğduğundan söz etmesek mesela. Onun yerine, bir oyuncak fazla alıp bir küçük hediyenin bir çocuğu nasıl sevindirdiğini göstermek gerek. Aç komşu yoktur belki çevrede, ama giderken bir tabak ikramla gittiğinizi görmeli evladınız, mümkünse o tabağı kendisi taşımalı. Değerler Eğitimi Projesi Bir başka yazıda daha detaylı bahsetmek istediğim bir çalışması var Konya merkez ilçelerinden Selçuklu Belediyesi’nin. “Bu tür çalışmaları hangi partiden, hangi ilden ve kim yapıyorsa desteklemeli, duyurmalı” diye düşündüğüm için paylaşmak istiyorum. Son birkaç yıldır yürütülen bu projenin ismi “Değerler Eğitimi”. Mili Eğitim Bakanlığı ile müşterek protokol çerçevesinde, okullarda öğrenci-öğretmen-veli ayağı ile yürütülen eğitimde her ay bir değer ele alınıyor: Doğruluk, sorumluluk, saygı vs. Söz konusu değerlerle ilgili çeşitli etkinlikler gerçekleştiriliyor. Daha çok sahiplenilmesi ile uygulamada hedeflerin üzerinde bir zenginlik ve kazanım sağlayabilecek böyle bir proje, hepimizin ailesinde, ofisinde uygulanmalı. Ailelerden apartmanlara, sokaklara yayılmalı. Bunun için insanî duyarlılık örnekleri ile oyun ve eğlence üzerinden öğreten TV programlarından farklı medyatik çalışmalara ve STK uygulamalarına kadar pek çok plan düşünülüp hayata geçirilebilir. İyiliğin güzelliği sonucunun Allah’ın lütfu ile hesapsız bir çoğalma üzerinde akıp gitmesi… Bu, inanıyorum ki iyilik hedefli bütün çalışmalarda geçerli. Kim bilir, böyle bir niyetle başlanırsa, akıllar yüreklere ulaşır ve milyonlarca iyi fikirle daha karşılaşırız. 2016’da hayatının (Allah ömür verirse) ikinci kısmını yaşayan biri, “Çocuklarım tek bir an bile korku keder yaşamasınlar!” diye dua eden bir anne olarak hiçbir çocuğun, yetişkinlerin günahları ile solmasını istemiyorum. Ne Aylanlar vursun Akdeniz’in kıyılarına, ne de çocuklar savaştan kaçarken yitirmedikleri hayatlarını soğuktan yitirsinler! Bağımsız ekonomik kalkınmışlığını sağlamış müreffeh bir ülkede yaşamak istiyorum hepiniz gibi. Ama birbirimize hatırlatalım istiyorum, bütün bunlar huzurlu, yaşanabilir, insancıl bir ülke olmadan bizi mutlu etmeyecek! Henüz yolun sonuna gelmemişken acilen bir şeyler yapmalı! şubat 2016 93 haberajanda Gençlik Üniversiteler kimindir? 1980 sonrasının özellikle mütedeyyin camiada oluşturduğu “apolitik gençlik” kavramı artık yavaş yavaş tedavülden kalkıyor. Bu arkadaşların sıkıntısı da işte tam olarak bu! Üniversitelerde ya da sivil toplum alanlarında konferanslar, paneller düzenleyen, sohbetler gerçekleştiren, kurdukları stantlarda sınır ötesi kardeşlerine destek gönderen, hayatında hiç görmediği ama acısını yakından hissettiği kardeşlerinin derdiyle dertlenen aktif gençleri ve bu oluşumlara duyulan ilgiyi gördükçe “kurtarılmış bölge” hissiyatlarının sadece bir romantizm olduğunun yavaş yavaş farkına varıyorlar. 94 şubat 2016 F ARKLIDIR üniversite; ne lise dönemine benzer, ne de sonrasına. Kanın en deli aktığı zamanların mekânıdır bir başka deyişle. Çok farklı hisleri ve tecrübeleri aynı anda edinebileceğiniz bir ortamdır. Öğretimden çok, eğitim yeridir. Öyle kitaptan anlatılarak alınamaz o eğitim, yaşanarak, hissedilerek edinilir. >> Hayatınızın geri kalanında haşır neşir olacağınız alanla ilgili temel bilgilerinizi alırken, aynı zamanda kampüs ortamında günlük yaşama, insan ilişkilerine dair birçok tecrübe edinirsiniz. Türkiye’nin farklı yerlerinden çıkıp gelmiş yaşıtlarınızla birlikte adeta bir mozaiğin parçası olur, birçok farklı kültür ve farklı insan tipiyle karşılaşırsınız. Farklı hayat tarzları olan, farklı önceliklerle yaşayan birçok gençle birlikte vakit geçirirsiniz. Eğer siyasete meraklıysanız örneğin, Türkiye ve dünya gündemini kendi aranızda tartışır, farklı düşüncelerle karşılaştıkça da yaşadığınız dünyayı keşfetmeye başlarsınız. Türkiye’nin yakın siyasî tarihinde üniversiteler oldukça önemli bir yer teşkîl etmiş, özellikle 1980 öncesinde yaşanan toplumsal olayların birçoğu ilk olarak üniversiteler üzerinde etki göstermiştir. Bu süreçte yaşanan üç darbenin tamamında üniversiteler ve üniversiteliler o karmaşık dönemlerin öznesi olmuşlardır. Mesut Emre Balcı memrebalci.ajanda@gmail.com Bildiğimiz üzere 1980 öncesinde birçok siyasî fikir ve ideolojinin yer bulduğu ve örgütlendiği üniversite ortamları, kanı hızlı akan genç dimağların birbirleriyle fikir yarıştırdıkları yerler olmaktan çıkarak birbirlerine kurşun attıkları alanlar hâline gelmişti. Siyasî fikir ayrılıklarının insanları birbirlerinin canına kıyma noktasına getirdiği o zor dönemlerde, gerek üniversitelerde, gerekse şehirlerin farklı noktalarında “kurtarılmış bölgeler” ilân ediliyordu. Solcuların bölgeleriyle sağcıların bölgesi birbirinden farklıydı; bu alanlara giren karşıt görüşlü kişilere saldırılar düzenleniyordu. Son zamanlarda farklı üniversitelerden gelen çeşitli haberler, kimilerinin hâlâ 80’li yıllardan kalma bu mantıktan kurtulamadığını gösteriyor. Kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımamayı “özgürlük ve barış” gibi kavramların arkasına saklanarak şirin göstermeye çalışan çeşitli gruplar, üniversitelerde özellikle İslâmî çalışmalarla bir araya gelen öğrenciler üzerine baskı kurmaya çalışıyorlar. Aslında bu gruplar tam olarak uluslararası kamuoyunda uygulanan taktiği kullanıyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde uluslararası bir tezgâhtarın Müslüman bir ülkeye girmek istediğinde yapması gereken ilk şey, tabiî ki dünyanın geri kalanına karşı kullanmak üzere kendisine işgal için haklı bir sebep bulmaktır. Tahmin edeceğiniz üzere “terör”, tam olarak bu iş için biçilmiş kaftan görevi görüyor. Uluslararası kamuoyuna terörist olarak sunulan ülke ya da orada bir anda peydahlanmış bir terörist grup, hemen dünyanın geri kalanının gözünde şeytanlaştırılıyor ve dünyayı bu urdan kurtarma bilincini kendisine görev edinmiş “Süpermanlar” harekete geçiyorlar. Sonra gelsin petroller, gitsin zengin yeraltı kaynakları... Terör grupları ise daha işlevsel bir alanda kullanılmak üzere başka bölgelere kaydırılıyorlar. Hatta sonra birçoğu bir arada toplanarak, kendilerine sözde bir devlet de kurduruluyor. Hikâyeyi biliyorsunuz… İşte dünya genelinde bir İngiliz anahtarı gibi her kapıyı açan bu “terör” kavramı, bu sefer üniversitelerde Müslümanca yaşayanları istemeyen grupların dilinde yeniden karşımıza çıkıyor. Dün Hizbullahçı, El-Kaideci, Talibancı diye üzerlerinde baskı kurulmaya çalışılan Müslüman gençler, bugün “IŞİD’ci” diye lanse edilerek bir anda farklı üniversitelerde bu tür grupların ortak hedefi haline geldiler. İngiliz anahtarı IŞİD, Türkiye’yi ve kendisine katılmayan her Müslümanı “mürted” ilan ederken, “kurtarılmış bölge” romantizminden kurtulamamış kafalarsa “IŞİD’ci” suçlamasıyla, Müslümanca duruşlarıyla yaşamaya çalışan gençleri hedef alıyorlar. Yardım stantları dağıtılıyor, sistematik saldırılar gerçekleştiriliyor. Korktukları başlarına mı geliyor yoksa? Bir dönem siyasette Kemalist zihniyet ve uzantılarının sıkça kullandığı bir “kale” ifadesi vardı; kendi vesayetlerini korudukları her yeri “kale” olarak görür ve bundan tatmin olurlardı. Bahsettiğimiz “kurtarılmış bölge” romantizmi ile Kemalistlerin “kale” mantığı hemen hemen aynı şeyi ifade ediyor. Üniversitelerin özgürce yaşamaya imkân sunması gereken ortamlarını bırakın, insanî hasletlerle dahi ifade edilemeyecek hareketlerle Müslüman gençleri rahatsız eden bu gruplar, dillerinden düşürmedikleri özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramlara en hafif ifadeyle zulmediyorlar. “Kurtarılmış bölge” olarak gördükleri üniversitelerde başkalarına, özellikle de Müslümanca yaşamak isteyenlere hayat hakkı tanımak istemiyorlar Bir de her seferinde söyledikleri bir şey var: “Defolun (…)! Üniversiteler bizimdir!” Parantez içindeki boşluğa kimi istemiyorlarsa, kimin fikrini, duruşunu beğenmiyorlarsa onu yerleştiriyor ve “Üniversiteler bizimdir!” diyorlar. Peki, üniversiteler kimindir hakîkaten? Sorunun cevabı basit: Üniversite, o üniversitede eğitim görme hakkını elde etmiş olan herkesindir. Hepimizindir yani! 1980 sonrasının özellikle mütedeyyin camiada oluşturduğu “apolitik gençlik” kavramı artık yavaş yavaş tedavülden kalkıyor. Bu arkadaşların sıkıntısı da işte tam olarak bu! Üniversi- telerde ya da sivil toplum alanlarında konferanslar, paneller düzenleyen, sohbetler gerçekleştiren, kurdukları stantlarda sınır ötesi kardeşlerine destek gönderen, hayatında hiç görmediği ama acısını yakından hissettiği kardeşlerinin derdiyle dertlenen aktif gençleri ve bu oluşumlara duyulan ilgiyi gördükçe “kurtarılmış bölge” hissiyatlarının sadece bir romantizm olduğunun yavaş yavaş farkına varıyorlar. Gençlik yıllarını hayırlı işler üzerine harcayan ve enerjisini, inandığı değerleri yaşamak ve yaşatmak için harcayan gençler, bu ve benzeri kafaları her dönem rahatsız etmişlerdir. Ve bundan sonra da rahatsız etmeye devam edeceklerdir! Türkiye’nin birçok kurum ve kuruluşunda nasıl yıllar içerisinde birçok tabu yıkıldıysa, elbette üniversitelerde de yıkılacaktır. Son dönem yaşanan olaylara farklı şehirlerden farklı dernek, STK ve vakıflardan verilen ortak tepkiler ve muhtemel siyasî yaptırımlar, yakın dönemde artık bu marjinal grupların cesaretinin kırılmasına ve özgür üniversite ortamlarının bu zorba zihniyetten kurtulmasına vesile olacaktır. Yeter ki bu gibi durumlarda birlikte ve kuvvetli tepkiler verilmekten çekinilmesin! Bu noktada, başta üniversite yönetimleri olmak üzere herkes üzerine düşeni yaptığında, elbette onlar da hapsoldukları romantizmden kurtulup gerçeğe “Merhaba!” diyeceklerdir. şubat 2016 95 haberajanda Kafkasya Azerbaycan’da yaşanan Nardaran hâdiseleri, Hazar’daki yangın ve ekonomik sorunlar, dikkatle takip edilmesi gereken bir sürecin başladığını gösteriyor. Buna ek olarak, Bakü’yü Avrasya Ekonomik Birliği başta olmak üzere pek çok konuda baskı altına almaya hazırlanan Moskova’nın aktif bir şekilde Kafkasya’daki önceliğinin Türkiye olduğunu unutmamak gerekiyor. 96 şubat 2016 Kafkasya’da yeni çatışma alanları ve Türkiye’nin konumu E RMENİSTAN’da içeriği ve sonuçları oldukça tartışmalı bir referandum gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayıp parlamentonun gücünü arttıracak anayasa değişikliği için yapılan referandumda yüzde 63 “Evet” oyu kullanıldı. Halkın yarısı oy kullanmamayı tercih etti. >> Referanduma giden süreç içerisinde, muhalefetin şiddetle karşı çıktığı anayasa değişikliği girişimi ile ilgili pek çok eylem gerçekleştirilmişti. Muhalefetin düzenlemeye karşı çıkma sebebi olarak, 2018 yılında görev süresi dolacak olan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın kendi gücünü arttırması düşüncesi belirtiliyor. Üçüncü defa Cumhurbaşkanı olamayacak olan Sarkisyan’ın Başbakan olarak yönetimi devam ettireceği endişeleri dile getiriliyor. Karşı cepheyse demokrasinin gelişmesi ve düşürülen sandalye sayısıyla parlamento işleyişinin hızlandırılması gibi gerekçelerle anayasa değişikliğini savunuyor. Cumhurbaşkanlığı görev süresini yedi yıla çıkarıp ikinci defa seçilmeyi engelleyen düzenleme, görünürde bu makamı sembolik bir hâle sokuyor. Referandum sonuçlarına itiraz eden muhalif gruplar, Erivan’da gerçekleştirdikleri gösterilerde oylama esnasında yaşanan usulsüzlükler, şiddet olayları ve oy çalma gibi işlemlerin yapıldığını belirttiler. Oylama sürecinde etkili biçimde sosyal medya Mehmet Fatih Öztarsu mfatihoztarsu.ajanda@gmail.com üzerinden faaliyette bulunan çeşitli gruplar da oylama sonucunun çarpıtma olduğunu açıkladılar. Medya tarafından bir apartmanın oy listesine kayıtlı 178 kişinin bulunması, yurtdışında ikâmet edenlerin oy listelerine dâhil edilmeleri ve başkaları adına defalarca oy kullananların tespit edilmesi gibi oldukça sıra dışı olaylar kayda geçirildi. Serj Sarkisyan ise yaptığı açıklamada, referandum sonuçlarının ülke demokrasisi için büyük önem taşıdığını ve “Hayır” oyu verenlerin kendilerini ayrı bir cephe olarak nitelendirmemeleri gerektiğini söyledi. Sarkisyan, yeni seçim sisteminin bir yıl içerisinde düzenlenmesi ve 2017’deki parlamento seçimlerinin güven ortamında sağlanması gerektiğinin de altını çizdi. Hem ülke içinde, hem de bölgede çok ciddî sorunlarla karşılaşan Ermenistan’ın böylesi önemli bir süreçte “daha demokratik bir sistem” için girişimde bulunması, doğal olarak akıllarda soru işaretleri oluşturuyor. Ülkedeki sarsılmaz oligarkların meskeni olan parlamentoyu “Business Club” olarak nitelendiren muhalefet, yeni anayasa ile hiçbir şeyin değişmeyeceğinden emin! Şu an gücü elinde tutan Sarkisyan’ın ileride Başbakan olarak ipleri yeniden ele alacağı varsayımları muhalefetin argümanlarını makûl gösteriyor. Sarkisyan silsilesine bağlı olan ve bilinen serveti dudak uçuklatan siyasilerin korunması da böylesi girişimlerle mümkün olabilir. 2015 yılı başlarında Sarkisyan’la büyük kavgalara tutuşan oligark-siyasetçilerin referandumda safları sıklaştırarak Sarkisyan’a destek olması, “Yeni Ermenistan”ın eskisinden farklı olmayacağını gösteriyor. Ermenistan’da anayasa düzenlemesi yapıldığı takdirde içte ve dışta yeni siyasî krizlerin ortaya çıkacağı görülüyor. İçteki krizin sebebi, Sarkisyan’ın gücünü kısa vadede ne pahasına olursa olsun azaltmak ve 2018’den sonra siyaset sahnesinden çekilmesini sağlamakla ilgili olacaktır. Yıllardır iktidar karşıtı onlarca eylem yapan, kalabalıkları meydanlara çekerek bir sinerji oluşturan, en ince ayrıntısına kadar yolsuzlukları halka duyuran muhalefetin vardığı nokta hâlâ yetersiz. krizlerden fayda çıkarma yolunu tercih edecek, kendisi veya kendi güdümünde başka birinin yönetimde olması için çaba sarf edecektir. Yaşanacak siyasî suikastlar, Dağlık Karabağ’da körüklenecek yeni çatışmalar ve Rusya yayılmacılığının Kafkasya karakolluğunu üstlenme gibi yollar riskli olsa da gücünü artırır. Referandum sonuçlarının açıklandığı sıralarda dahi Ermenistan’ın temas hattında başlattığı taciz atışları birdenbire gözleri çatışma bölgesine çevirdi. Bu kullanışlı hâle gelen yöntemi daha da ilerilere taşımak Sarkisyan’ın elinde. Birkaç ay önce yapılan büyük askerî tatbikatlarla halkı olası bir savaş durumuna hazırlayan yönetim, bölgede yeni çatışmalar çıkararak bundan siyasî fayda sağlamaya çalışacaktır. Sarkisyan bu süreçte, şimdiye kadar olduğu gibi siyasî Kısacası, iç ve dış gelişmeler bu yönde seyredebilir. Robert Koçaryan’dan beri Bölgede sıcak çatışma ihtimali çok Halkın çoğunluğu, mevcut durumda kıt kanaat geçinilse dahi var olan ekmek kapısının kapatılmamasını istiyor. Öyle ki, referandumda ne için oy kullandığını bilmeyen bir vatandaşla ilgili yapılan haber de bu yargıyı doğruluyor. İlgili kişi, yerel bir yöneticinin kendisine “Evet” oyu verdiği takdirde anayasa değişikliği ile Sovyet usulü kolektif tarım uygulamasının başlayacağını ve yurtdışında çalışmak zorunda kalan tüm akrabalarının iş imkânına kavuşacağını vadettiğini aktarıyor. Muhalefetin böylesi bir durumda mevcut dinamizmi arttırarak halkın ilgisini çekmekten başka şansı yok gibi görünüyor. Aynı zamanda gerilimli Türkiye-Rusya ilişkilerinde Moskova direktiflerini yerine getirmek için gereken her şeyi yapabilecek olan Sarkisyan, Gümrü’deki Rus Askerî Üssü’nün bölgedeki olası örtülü operasyonları için gerekli desteği sunabilir. Bu kriz sürecinde Azerbaycan’ın Türkiye’ye sağladığı ve sağlayacağı desteklerle Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu gibi projelerin sabote edilmesi için oldukça elverişli imkânlara sahip olduğu unutulmamalıdır. Hazar’ı artık egzersiz sahası hâline getiren Rusya’nın da Gümrü’yü kullanmayacağını düşünmek saflık olur. devam eden Karabağ kökenli asker-yönetici geleneğinin devam etmesi tamamen Sarkisyan ve çevresinin elinde. Yeni anayasa olsa da, olmasa da bu altın fırsatı kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Türkiye’yi saf dışı bırakma gayreti Türkiye ve Rusya arasında yaşanan uçak krizi, Kafkasya ve Orta Asya’daki hareketliliği arttırdı. Orta ve uzun vadede Türkiye’ye zararının dokunacağını söyleyebileceğimiz bu gelişmeler, Türkiye’nin bölgeyle ilgili yeni yaklaşımlar geliştirmesini gerektiriyor. Son aylar içerisinde Ermenistan’daki askerî üsse takviyeleri arttıran Rusya, vakit kaybetmeden bu ülkeyle ortak hava savunma sisteminin kurulduğunu duyurdu. Rus yetkililerin yaptıkları açıklamalarda, bunun Türkiye’ye değil, Batı ittifakına karşı alınan bir önlem olduğu belirtildi. Ermenistan’la kurulan ortak hava savunma sisteminin sadece bir başlangıç olduğu, bunun diğer Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkelerle hızlandırılacak bir girişim olduğu da belirtildi. Yani Türkiye’nin kendi hava sahasını koruma girişimi Rusya’yı yeni bir etki alanı oluşturmaya itmiş görünüyor. Bu durum elbette etki alanındaki ülkelerin kendi aralarında işbirliğinin hızlanmasına ve bu coğrafyada Türkiye ve diğer Batı ülkelerine yakınlık gösteren siyasî oluşumların olumsuz etkilenmelerine sebep olacaktır. şubat 2016 97 haberajanda Kafkasya Rusya Savunma Bakanı Sergey Soygu da Türkiye’nin Rusya’ya ihanet ettiğini söylediği açıklamasında, Türkiye’nin bu hareketine ilk tepkiyi veren ülkelerden olan Ermenistan’ı kutladı. Uzun zamandır iç siyasette hareketlilikler yaşayan ve son süreçte Rusya’nın askerî güvencesini yeniden hissederek rahatlığa kavuşan Erivan yönetimi ise Moskova’nın yeni işbirliği süreci için kolları sıvayarak Belarus, Kırgızistan ve Tacikistan ile ortak çalış- malar için harekete geçti. Kafkasya’daki askerî hareketlenmelere ek olarak, Rusya, Ermenistan, İran ve Gürcistan dörtlüsünden yeni bir enerji hamlesi geldi. Erivan’da yapılan görüşmelerde dört ülkenin enerji, enerji güvenliği ve bu alanda ileri düzeyli işbirliği konularında bir memorandum imzalandı. İran’dan kuzeye doğru yeni bir enerji işbirliği alanının açılacak olmasından dolayı Gürcistan da hareket hâlinde. Son aylarda Gürcistan’ın doğalgaz ih- 98 şubat 2016 tiyacını Azerbaycan yerine Rusya ve İran’dan karşılaması gerektiğiyle ilgili yaşanan tartışmalar sıcaklığını korurken, yeni işbirliğinin Bakü tarafından nasıl karşılanacağı bilinmiyor. Yeni dönemde Ermenistan’ın birçok yönden rahatlayacağı ve İran ile Rusya hattı arasında önemli kazanımlar elde edeceği tahmin ediliyor. Erivan’ın savaş söylemleri Bu süreçte özgüvenini tazeleyen Ermenistan’dan gelen bir açıklama, Dağlık Karabağ’daki gidişat hakkında da endişeler oluşturdu. Ermenistan Savunma Bakanlığı, temas hattında yaşanan olaylardan yola çıkarak Azerbaycan’la herhangi bir ateşkes durumu olmadığını, bunun savaş durumu olarak adlandırılabileceğini açıkladı. Ermenilere göre, Azerbaycan’ın kullandığı silahlar ve temas hattında yaşanan ölümler meseleyi ateşkes durumundan çıkarıyor. Azerbaycan ise yaptığı açıklamada, Ermeni askerlerin zaten işgâl edilmiş bölgede bulunmasının hukuk dışı olduğunu duyurdu. Ermenistan’ın gittikçe artan savaş söylemi bölgeyi daha da ısıtacaktır. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın anayasa referandumundan aldığı güç, Rusya’nın Ermenistan’ı her yönden geliştirme girişimi ve bölgede dolaylı yollardan artan Rusya etkisi, Erivan’ın Bakü’ye yönelik söylemlerini de sertleştiriyor. Tiflis’in Batı karşıtlığı artabilir Diğer komşumuz Gürcistan’ın ise Avrupa’dan vize serbestisi sağlamaya başladığı bir süreçte Rusya’nın Gürcistan vatandaşları için benzeri bir uygulamaya geçtiğini duyurması şaşkınlıkla karşılandı. Gürcistan Başbakanı Irakli Garibaşvili’nin de böylesi önemli bir süreçte istifa ettiğini duyurması, Tiflis’te Batı yanlısı siyasetçi- lerin baskıya uğradığı yönünde kanaatler doğurdu. Özellikle AB ve NATO ile iyi bir uyum içerisinde çalışan Garibaşvili’nin istifası, bölgedeki yeni değişimlerin habercisi. Saakaşvili sonrasında varlık mücadelesi gösteren Batı yanlısı siyasetçilerin kısa aralıklarla görevlerinden alınmaları ve pasifleştirilmeleri, ayrıca ülkedeki Moskova yanlısı grupların açık bir şekilde sahneye çıkması son derece önemli! Yapımı tamamlanamayan Bakü-Tiflis-Kars Projesi’ne önceki yıllarda eski Başbakan Bidzina İvanişvili’nin yaptığı olumsuz yorumlar hâlâ hatırlanır. Buna alternatif olarak sunulan Abhazya Demiryolu vasıtasıyla Ermenistan’ı Rusya’ya bağlama misyonunun Gürcistan’a ait olduğu da belirtilmişti. Bugün gelinen nokta da bu yaklaşımlara uzak değil. Öte yandan Azerbaycan’da yaşanan Nardaran hâdiseleri, Hazar’daki yangın ve ekonomik sorunlar, dikkatle takip edilmesi gereken bir sürecin başladığını gösteriyor. Buna ek olarak, Bakü’yü Avrasya Ekonomik Birliği başta olmak üzere pek çok konuda baskı altına almaya hazırlanan Moskova’nın aktif bir şekilde Kafkasya’daki önceliğinin Türkiye olduğunu unutmamak gerekiyor. Ankara’nın bölgedeki varlığını ve menfaatlerini tehdit edecek gelişmelere karşı önlem alması şart! “Rusya Türkiye’siz yapamaz” hayâlciliğinden “Türkiye’siz bir Kafkasya” gerçeğine gittiğimiz unutulmamalıdır! haberajanda Kafkasya Müzeyyen Taşçı muzeyyentasci.ajanda@gmail.com >> Rusya’nın Kafkas halklarına yönelik politikalarında en bariz ifadeleri, “dağlıların silah ve şiddetten başka bir şekilde dize getirilemeyeceği” yönündedir. Tarihler 23 Şubat 1944’ü gösterdiğinde, Kafkasyalılar için yeni bir trajedi daha başlayacaktır. Rusya’nın Kızıl Meydanı’nda toplanan binlerce insanın arasında yer alan Çeçen-İnguşlar, (kendi yurtlarında) kutlama gösterileri izleyecekleri beklentisindeyken, haklarında çıkarılan “sürgün” emrinden habersizdirler. Meydandakilere hitap eden bir albay, konuşmanın seyrini değiştirerek “sürgün” kararını ilân eder. Bunun ardından -ellerindeki silahlarla- Rus askerleri tarafından etrafları kuşatılan Kafkasyalılar şaşkınlıkla bakakalırlar. Yıldönümünde Kafkasya Sürgünü 18 . yüzyılın ortalarında Kafkasya’da Rusya tarafından başlatılan sömürgeci politikalar, bölgeyi huzursuzlukların ve savaşların merkezi hâline getirmiştir. Kafkasya’da egemen olmak ve burayı kendi topraklarına katmak isteyen, aynı zamanda Kafkasya üzerinden sıcak denizlere ulaşmayı planlayan Rus yönetiminin yayılmacı politikalarına karşı tarih boyunca ulusal kurtuluş mücadeleleri verilmiştir. yıl sonra dünyanın haberi olur. Fakat buna rağmen Kırım Tatarları ve Çeçenİnguşların sürgünlerinin ayrıntıları 11 yıl sonra ancak bilinebilir. Suç bellidir; Rusya’yı işgâl eden Almanlara Kafkas halkları destek vermiştir. Oysa o sıralar erkeklerin büyük çoğunluğu, Almanların işgâli sonucu çıkan savaşta Rus ordusu için cepheye gönderilmiştir. Ve elbette çembere alınanlar çoğunlukla yaşlılar, kadınlar ve çocuklardır. Kendilerine –hiç beklenmedik bir anda- bir albay tarafından tebliğ edilen “sürgün” kararına karşı tepki gösteren gençlerin üzerlerine mitralyözlerden ateş yağdırılır. Savunmasız binlerce insan alelacele trenlere doldurulur. Direnen veya gücü olmayanlar ahırlara kapatılarak ateşe verilir. Cephede savaşan ve henüz evlerine bile dönmemiş olan Çeçen-İnguş halkının mâruz kaldığı bu sürgün kararının gerekçesi ise oldukça mesnetsizdir. Kafkasyalılar, Almanların Rusya’yı işgâl ile başlattığı ve bir yıl sonra sona erdirdiği savaşta “Nazilerle işbirliği” yaptıklarına dair asılsız bir suçlama ile karşı karşıyadırlar. Nitekim 24 saat içerisinde yük vagonlarına adeta hayvan sürüleri gibi tıkıştırılan 700 bin Çeçen- İnguş, Stalin’in emri gereği ölüm trenleri ile Sibirya ve Kazakistan’a sürülür. “Ölüm Treni” diyorum, zira aylar süren bu zorunlu yolculuğun ağır şartlarına dayanamayarak pek çok kişi vagonlarda hayatını kaybeder. Vagonlar insan yaşamının gereksinimlerini sağlayacak durumda değillerdir. Açlık, soğuk ve beraberinde gelen salgın hastalıklar, zor koşullardaki vagonlarda sayısız ölüme sebebiyet vermektedir. Ölülerini karlara gömerek yola devam eden, çoğunluğu kadın ve çocuktan oluşan binlerce insanın yaşadıkları tam anlamıyla bir trajedidir. Çocuklarına sımsıkı sarılıp akıbetlerini beklerken, istasyonlarda duran trenin camlarından “bir lokma ekmek” için yalvaran annelerin durumu can yakıcıdır. Bu son derece meşakkatli yolculukta bir şekilde sağ kalanları ise daha da zorlu bir yaşam mücadelesi bekler. Zira aylar süren ölüm yolculu- ğunun ardından arazilerin ortasında öylece kaderlerine terk edilmişlerdir. Sahip oldukları her şeyi geride bırakmış, üstelik sevdiklerini de yollarda karlara gömerek bir arazinin ortasında öylece kalakalmışlardır. Sonrasındaki süreçte, zorla getirildikleri bu yabancı topraklarda ayakta kalabilmek için olağanüstü gayret gösterirler. İklim koşulları, ağır çalışma şartları ve salgın hastalıkların pençesinde ölümlerle geçen 13 yıl, sürgündekilerin yaşam mücadelesinden kısa kesitler oluşturur. Sadece bedenleri değil, ruhları bile donduran Sibirya soğuğunda neler yaşandığını tahmin edebilmenin mümkün olmayacağı kanaatindeyim. Her şeye sıfırdan başlayan acılı insanlar, toprağı elleri ile kazarak kendilerine yeni bir gelecek kurma çabasındayken bile rahat bırakılmazlar. Her daim tepelerinde Rus askerlerinin dipçiği olduğu hâlde nefes almak zorundadırlar. Sürgünden, ancak iki 13 yılın ardından yeniden ülkelerine dönen bu talihsiz halkları bu kez de başka bir sürpriz beklemektedir. Evlerinde yaşayan hiç tanımadıkları aileler, umutla yurtlarına dönenler için yeniden kırılma noktası olmuştur. Memleketlerinden sürüldükten sonra bütün varlıkları Ruslar tarafından gasp edilmiştir. Evelerine yerleşmiş, toprakları ve büyükbaş hayvanları sahiplenilmiştir ki bunu görmek çok kahredicidir. 1800’lü yıllarda da benzer bir sürgüne mâruz kalmıştır bu halklar. Kendisi de bir sürgün çocuğu olan kahraman lider Cevher Dudayev, “Savaşa karşıyım, ancak haksızlığa karşı savaşmak da benim karakterimdir!” derken, aynı zamanda Kafkas halklarının karakterini de ifade etmektedir. Sayısız kahramanlıkların ve yüzyıllar süren trajedilerin merkezi olan Kafkasya, yine Dudayev’in tâbiri ile “Rusizm” ideolojisinin tehdidinden kurtulamamıştır. Bugün hâlâ Kafkas halklarının sancılı yaşamları -ne yazık ki- devam etmektedir. Büyük sürgünün ve “Haybah Katliamı”nın yıldönümünde Kafkas halklarının acılarını –unutmadan- geride bırakarak bağımsız ve huzurlu bir yaşam sürmeleri niyazındayız. şubat 2016 99 haberajanda İngiltere Işçi Partisi neden kaybetti? I ŞÇİ Partisi, geçtiğimiz günlerde 35 sayfalık bir rapor yayımladı. Margaret Beckett öncülüğündeki bir komite tarafından hazırlanan raporda, partinin 7 Mayıs seçimlerini neden kaybettiği sorusu üzerinde duruluyor ve Ed Miliband’ın liderliği ile partinin ekonomi vaatlerinin güvenilirliği gibi birçok faktörden bahsediliyor. Bildiri, partinin seçimi sahada, yani seçim bölgelerinde kaybetmediğini, yenilginin seçim kampanyası başlamadan çok daha önce belli olduğunu iddia ediyor. >> Raporda partinin seçimi kaybetmesinin 4 temel nedeni olduğu belirtiliyor: 1- 2008 finansal krizinden İşçi Partisi’nin sorumlu olduğuna dair miti partinin üzerinden silkip atamamak. 2- Partinin sosyal yardımlar ve göçmen politikası gibi konularda seçmenlere yeterince güven vermemesi. 3-Ed Miliband’ın David Cameron kadar güçlü bir lider olarak görülmemesi. 4- Bazı seçmenlerin, SNP’nin bir İşçi Partisi azınlık hükûmetini destekleyeceğinden korkması. Şimdi bu maddeler üzerinde tek tek duralım... Yenilginin sebepleri Ekonomik kriz ortaya çıktığında İşçi Partisi’nin uzun süredir iktidarda olduğunu ve dönemin Başbakanı Gordon Brown’ın da yaklaşık 10 yıl boyunca Blair’in kurduğu 100 şubat 2016 hükûmette de Maliye Bakanı olduğunu, dolayısıyla ülkedeki kriz zamanında mevcut olan bankacılık sisteminin bu dönemde düzenlendiğini hesaba katarsak, krizden İşçi Partisi’nin sorumlu tutulmasına “mit” olarak bakmanın ne kadar sağlıklı olduğunun tartışmalı bir konu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ister haklı, isterse haksız olsun, bu algının raporda da belirtildiği gibi partinin seçimi kaybetmesinin en temel sebeplerinden olduğu ortada. Miliband’ın Cameron kadar karizmatik ve güçlü bir lider olmadığı bir gerçek. Nitekim Miliband, verdiği demeçler kadar yaptığı gaflarla da gündeme gelen bir politikacı. 2013’te Sir Alex Ferguson’un Manchester United’ın başından ayrılmasının ardından Ferguson’un vefat ettiğini zannedip attığı “Asla unutulmayacaksın!” şeklindeki sosyal medya mesajı ve diğer bazı gafları, seçimden önce özellikle Muhafazakâr Parti destekçisi gazeteler tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Britanya’da başbakan olacak kimsenin kişisel özelliklerinin partilerin seçimi kazanmasında veya kaybetmesinde ne kadar önemli bir rol oynadığı biliniyor. Her ne kadar partinin hazırladığı raporda bu konu üzerinde fazla durulmamış ve birkaç paragrafla geçiştirilmiş olsa da lider konusunun göründüğünden daha önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İskoç milliyetçiliğinin ve bu milliyetçiliğin somutlaşmış hâli olan İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişte olduğu, seçimden önce de tahmin ediliyordu. Seçimden önce Muhafazakârların (veya başka bir partinin) tek başına iktidara gelmesi hem araştırma şirketleri, hem de seçmen nezdinde öngörülmediği ve koalisyon beklentisi içinde olunduğundan dolayı önemli bir seçmen kitlesinin seçimden sonra kurulacak koalisyon olasılıklarını dikkate alarak sandığa gidildiği söylenebilir. Liberal Demokratların seçim kampanyasını “SNP ve UKIP güvenilir koalisyon ortakları olamaz, en sağlam ve iyi koalisyon ortağı biziz, Muhafazakârlarla da olsa, İşçi Partisi ile de olsa en uyumlu ve uygun koalisyonu biz kurarız, gelin bize oy verin!” teması üzerine kurması tesadüf değildi. SNP’nin seçimden sonra ortaya koalisyonu mecbur kılacak bir meclis aritmetiğinin çıkması hâlinde İskoçya’nın bağımsızlığına en sert şekilde karşı çıkan partilerden olan Muhafazakâr Parti ile koalisyon kurmasının zorluğu herkesin malûmuydu. Eğer seçimden sonra ortaya bir koalisyon tablosu çıkacak ve Muhafazakârlar koalisyon hükûmetinde yer alacaksa, bu hükûmete Liberal Demokratlar veya UKIP girecekti. Fakat SNP’nin İşçi Partisi ile koalisyon kurması veya belirli bir süre içinde yapılacak bir bağımsızlık Furkan Ergül furkanergul.ajanda@gmail.com Jeremy Corbyn şubat 2016 101 haberajanda İngiltere referandumu karşılığında İşçi Partisi’nin kuracağı azınlık hükûmetini desteklemesi ihtimâl dâhilindeydi. Özellikle İskoçya’nın Britanya’dan ayrılmasını istemeyen bir kısım seçmenin elleri belki de bu yüzden İşçi Partisi adayına oy vermeye gitmedi. Nitekim Muhafazakârlar da bazı seçmenlerin bu korkusunu seçim kampanyası sırasında bol bol kullandılar. The Smith Institute tarafından hazırlanan başka bir raporda da İşçi Partisi’nin son seçimde orta sınıf seçmenler arasında popüler olduğu, fakat özellikle mavi yakalı kesimin İşçi Partisi yerine Muhafazakârları veya UKIP’i tercih ettiği belirtiliyor. Yine enstitüye göre İşçi 102 şubat 2016 Partisi’nin en zayıf olduğu bölgeler, Londra dışında Güney İngiltere, büyük şehirlerin banliyöleri ve sahil kasabaları. Fabian Derneği tarafından hazırlanan “A Mountain To Climb” adlı rapordaysa İşçi Partisi’nin işinin son iki seçime oranla (2010 ve 2015 seçimleri) çok daha zor olduğu vurgulanıyor. Derneğin araştırmasına göre partinin İngiltere ve Galler’deki kritik bölgeleri kazanabilmek için bu bölgelerden elde etmek zorunda olduğu her 5 ekstra oyun 4’ü Muhafazakârlardan gelmek zorunda. Bu oranın 2015 seçimlerinde sadece 5’te 1 olduğunu hatırlatalım. Özellikle 2015’e kadar neredeyse her seçimde İskoçya’daki seçim bölgelerinin çoğunu almayı başaran partinin 7 Mayıs’ta bu bölgelerin neredeyse tamamını SNP’ye kaybetmesi, parti için pahalıya mâl oldu. Bu kaybın telafisi için İşçi Partisi’nin İngiltere ve Galler’den eskiden aldığı oyun çok daha üzerinde oy alması gerekiyor. Beckett’in de söylediği gibi, partinin 2020 seçimlerinde işi çok zor! Sağ kanat mı, sol kanat mı? Tarafını seç! Tony Blair döneminden bile önce, Neil Kinnock’la başlayan ve yaklaşık 20 yıllık bir inşâ sürecinden geçen Yeni İşçi Partisi (New Labour) anıtının 2010’da büyük bir gümbürtüyle çöküşü, parti içindeki sağ ve sol kanatlar arasındaki çatışmayı yeniden canlandırdı. Blair’in ekonomi politikalarının, Muhafazakârların tasarruf ve kesintiye dayalı ekonomi politikasından farkı olmadığı, sosyal demokrasinin kapitalist sistemle sosyalist sistem arasında bir yerde olması gerekirken Blair’in sosyal demokrasisinin kapitalizmle vahşi kapitalizm arasında bir noktaya kaydığı, 2008 krizinin asıl sebebinin partinin uyguladığı sağ iktisat politikaları olduğu gibi iddialar, 2010 yenilgisinden sonra daha açık bir şekilde dile getirilmeye başlandı. BBC’den Iain Watson’a göre, Beckett’in hazırladığı parti raporunda partinin Furkan Ergül sol politikalar yüzünden oy kaybettiği savına karşı çıkılıyor ve partinin sağ kanada kayması hâlinde daha fazla oy kaybedebileceğinin altı çiziliyor. Bu analizlerin partinin sol kanadını memnun ettiğine de kuşku yok tabiî. Bakalım Corbyn’in seçilmesiyle birlikte partide iktidarı yeniden ele geçiren sol kanat, eleştirilerinde haklı olduğunu kanıtlayabilecek mi? Hem bu sene gerçekleştirilecek Londra Belediye Başkanlığı seçimlerinde, hem de 2020 genel seçimlerinde partinin göstereceği performansın kaderi buna bağlı. vereceğine inanmaması için partinin 2020 seçimlerinde 2015’in aksine tek başına iktidara gelebileceği algısını oluşturması gerekiyor. Ya da Corbyn’in seçimden önce seçmene, SNP’ye taviz vermeyeceklerine dair kesin bir güvence vermesi lâzım. Ancak ilk seçeneğin zor da olsa partinin seçimi kazanmasında daha etkili olacağını söyleyebiliriz. başındayken hiçbir liderin yapmadığını yapıyor ve her hafta radyoda seçmenlerin sorularını cevaplandırıyordu. Bu taktik Clegg’in partisinin oylarını yaklaşık yüzde 15 oranında düşürerek iktidarı kaybetmesini engelleyemedi tabiî, fakat Corbyn’in de buna benzer taktikler kullanması etkili olabilir. Tabiî bu sadece radyo ve televizyonla olacak bir iş güvensizlik de aşılabilir. Partinin yeni lideri belli, 2020’ye çok büyük ihtimâlle Corbyn götürecek. Corbyn, 30 yıldan uzun süredir parlamentoda bulunan bir politikacı olarak siyaset konusunda oldukça tecrübeli. Ancak önümüzdeki 4 yıllık sürede liderlik yeteneğini de geliştirerek Cameron’a sağlam bir rakip olabilmesi gerekiyor. Partinin bu süre içinde Parti ne yapmalı? Seçimden beklenmedik bir yenilgiyle çıkan ve iktidar hedefine ulaşamayan bir ana muhalefet partisinin kurduğu komisyona bu yenilginin sebeplerini araştırma ve raporlama görevi vermesi, övgü alabilecek bir davranış değil. Seçimde hedeflerine ulaşamayan her partinin zaten yapması gereken bir şey bu. Asıl önemli olan, bu sebepleri doğru bir şekilde belirleyebilmek ve sonraki seçimde aynı hataları tekrarlamamaya özen göstermek. Beckett’in raporundaki maddelerin İşçi Partisi’nin 7 Mayıs yenilgisinin sebeplerini maddeleyen diğer raporlarla da büyük ölçüde uyum içinde olmasının, bu sebeplerin belki tam olarak olmasa da büyük ölçüde doğru anlaşıldığını gösterdiği söylenebilir. Fakat esas önemli olan, ikinci adımı doğru atabilmek! Seçmenlerin, İşçi Partisi’nin SNP’ye taviz Bakalım Corbyn’in seçilmesiyle birlikte partide iktidarı yeniden ele geçiren sol kanat, eleştirilerinde haklı olduğunu kanıtlayabilecek mi? Hem bu sene gerçekleştirilecek Londra Belediye Başkanlığı seçimlerinde, hem de 2020 genel seçimlerinde partinin göstereceği performansın kaderi buna bağlı. Partinin göçmenler ve sosyal refahla ilgili politikalarını halka daha iyi anlatabilmesi için hem liderin, hem de teşkîlatın artık daha sıkı çalışmaya başlaması lâzım. Liberal Demokratların eski lideri Nick Clegg, partinin değil, teşkîlata sahada büyük iş düşüyor. Ayrıca Corbyn, partinin ekonomi politikalarını sağlam ve oturaklı bir şekilde anlatmayı başarabilirse, 2008 kriziyle birlikte seçmende oluşan ve partiye karşı ekonomi konusunda gelişen izleyeceği politikalar, 2020 seçimlerinin ve Britanya’nın kaderini belirleyecek.* *İşçi Partisi’nin seçim yenilgisinin sebeplerini araştıran 12 farklı rapor için: http://www.theguardian.com/ politics/live/2015/sep/24/liam-byrnepraises-corbyn-as-craft-ale-of-thelabour-movement-politics-live#block5603da52e460dad8168402c8 şubat 2016 103 haberajanda Türkistan Pakistan’ın İslâm kardeşliği ile bağdaşmayan, sadece Çin’e yaranma amacı taşıyan bu tür eylem ve söylemleri, özellikle Çin’in Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik emsâlsiz dinî baskıları, son süratle uygulamakta olduğu sinsi asimile ve yok etme politikaları altında canları pahasına millî ve dinî değerlerini koruma mücadelesi vermekte olan Müslüman Uygur Türklerini kahretmektedir. Binlerce yıllık komşusu, çok derin akrabalıkları ve kültürel bağları olan, en önemlisi Müslüman kardeşi olan Pakistan’ın birkaç zengini ve kapitalistinin Çin’deki menfaatleri uğruna 25 milyon Doğu Türkistan Müslümanını her fırsatta kurbanlık koyun olarak görmesi, kalplerde telâfisi mümkün olmayan yaralar açmaktadır. 104 şubat 2016 Âllâme Muhammed İkbal’in Doğu Türkistan’a bakışı ve PAKİSTAN SİYASETİNİN HIYANETİ S ON dönemlerde Pakistan Devleti’nin üst düzey yöneticilerinin Çin’e şirin görünmek için Çin işgâli altındaki Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik peş peşe yaptıkları düşmanca açıklamalar, Uygurları ümmetin ve İslâm dünyasının bir parçası olarak gören bütün duyarlı insanları son derece hayâl kırıklığına uğratmış ve bu tavrın bir İslâm devletine yakışmadığı belirtilmiştir. (1) >> Nitekim Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin’in 16 Aralık 2015 tarihinde yaptığı Çin ziyareti esnasında, “Ordumuz, ülkemizde bulunan Uygur mücahitleri tamamen temizledi” şeklindeki açıklamalarından memnun kalan Çin yönetimi Pakistan’dan, hayatta kalan Doğu Türkistanlı Müslümanlara karşı operasyonların devam ettirilmesini istemiştir. Çin’i ziyaret eden Pakistan Halkla İlişkiler Direktörü General Asım Selim Becva da Çin’in Global Times gazete- Mir Kâmil Kaşgarlı mirkamilkasgarli.ajanda@gmail.com sine yaptığı açıklamasında, ülkesindeki Doğu Türkistanlı sığınmacıları işaret ederek, “Çin’in düşmanlarına karşı yılmadan savaşacağız. Çin’in düşmanları bizim de düşmanımızdır. Çin’in düşmanlarını ezmekten ve yok etmekten çekinmeyeceğiz” şeklinde, Pakistan’ın devlet egemenliği ile bağdaşmayan ve yakışmayan açıklaması ile tepki çekmiştir. Oysa Pakistan siyasilerinin yok ettiklerini ve yok edeceklerini ileri sürdükleri Doğu Türkistanlılar, Çin’in dinî baskılarından kaçarak sadece İslâmî hayat yaşayabilmek için değişik yollarla Pakistan’a gelmiş ve Çin’e iade edilme korkusundan dolayı açıkça sığınma talep edemeyip Pakistan’ın aşiret bölgelerinde hayatlarını korumaya çalışan gayrıresmî mülteci statüsündeki Müslümanlardır. Çin’in onlara yönelik “terörist” ithamları, Pakistan dışında hiçbir ülke tarafından kabul görmemiştir. Çünkü onların bugüne kadar Çin ya da Pakistan’a karşı gerçekleştirdikleri hiçbir silahlı eylem olmamıştır. Ayrıca Çin’in iddia ettiği ve 2001’den bu yana kayıplara karıştığı sözde “Doğu Türkistan İslâm Hareketi” adlı örgütün Pakistan’daki varlığı da hâlâ kanıtlanmış değildir. Buna rağmen şu âna kadar yüzlerce Doğu Türkistanlının Pakistan askerleri tarafından bombalanarak öldürüldüğü ve yine yüzlercesinin Çin’e ölümüne iade edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla Pakistan’ın İslâm kardeşliği ile bağdaşmayan, sadece Çin’e yaranma amacı taşıyan bu tür eylem ve söylemleri, özellikle Çin’in Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik emsâlsiz dinî baskıları, son süratle uygulamakta olduğu sinsi asimile ve yok etme politikaları altında canları pahasına millî ve dinî değerlerini koruma mücadelesi vermekte olan Müslüman Uygur Türklerini kahretmektedir. Binlerce yıllık komşusu, çok derin akrabalıkları ve kültürel bağları olan, en önemlisi Müslüman kardeşi olan Pakistan’ın birkaç zengini ve kapitalistinin Çin’deki menfaatleri uğruna 25 milyon Doğu Türkistan Müslümanını her fırsatta kurbanlık koyun olarak görmesi, kalplerde telâfisi mümkün olmayan yaralar açmaktadır. Kardeşlerine yönelik bu haksız tutum, Türkiye ve Azerbaycan başta olmak üzere Türk ve İslâm dünyasındaki duyarlı yazar ve gazetecilerin de büyük tepkisini çekmiş, TV programlarına, gazete ve köşe yazılarına kadar taşınmıştır. Türk gazeteci yazar Yücel Tunay Bey bir köşe yazısında, “Artık Pakistan, bir İslâm Cumhuriyeti değildir, Çin’e hizmet eden ve onun her dediğine ‘Evet!’ diyen kukla bir Çin kolonisidir. Çin ile Pakistan’ı ortak düşmanları Hindistan’a karşı birleştiren güç nedir, bilir misiniz? Pakistan’ın, mazlumların yanında yer almak yerine zalimleri tercih etmesidir. Ey gafiller! Unutmayın, Hindistan büyük eksiklerine rağmen Çin’de baskı ve zulüm gören Tibetli, Doğu Türkistanlı ve İç Moğolistanlı binlerce mülteciye kucak açıp onların özgürlük mücadelesini desteklemiştir. Sizin kâfir dediğiniz bu Hindu Devleti, sizin gibi din kardeşlerini Çin’e satmamıştır!” ifadeleriyle Pakistan siyasilerine ağır eleştiriler yöneltmiştir.1 Pakistanlı ünlü yazar Faraz Talat Efendi de Pakistan hükûmetinin bu tavrına isyan bayrağı çekmiş ve Pakistan’ın önde gelen yayın organlarından Şafak gazetesinde yayınlanan “Komünist Çin’in İslâm Düşmanlığı ve Pakistan’ın Sessizliği” başlıklı makalesinde Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrinde sakal bırakan bir Müslüman Uygur ile onun tesettürlü kıyafetinde ısrar eden eşinin ağır hapis cezasına çarptırıldığını hatırlatarak Pakistan yönetiminin Batı’daki İslâmofobiyi şiddetle eleştirirken, komünist Çin’in İslâm düşmanlığını görmezlikten gelmesinin tamamen bir çifte standartlı ve kabul edilemez bir davranış olduğunu belirtmektedir. Talat’ın yazısı şöyle sürüyor: “Pakistan’ımızın fikir babası, ünlü İslâm düşünürü ve şâir, Âllâme Muhammed İkbal, ‘Örnek’ şiirinde tarihî Kaşgar’ı, ‘İslâm’ın, mukaddes Haremeyn’i (yani Mekke ve Medine’yi) koruyan doğu sınırındaki en müstahkem kalesi’ olarak tarif etmiştir. Uygur Müslümanlarının bu şehrini, İslâm’ın en önemli mübarek şehirlerinden biri ve Müslümanların gözdesi olarak işaret etmiştir. Ancak olayın en düşündürücü yanı ise, Yüce İslâm’a ve Müslüman Uygurlara karşı yapılmakta olan Çin zulmünün, Üstad İkbal’in bu kadar çok önemsediği ve övdüğü Kaşgar şehrinde cereyan etmesidir. Günümüzde Doğu Türkistan’daki komünist Çin zulmüne ve İslâm düşmanlığına Pakistanlı siyasilerin sessiz kalması hayret uyandırmaktadır. Hâlbuki Pakistanlı siyasiler her fırsatta Batı’daki İslâm düşmanlığını şiddetle eleştirmektedirler. Peki, komünist Çin’in Müslüman Uygurlara yaptığı zulmün ve İslâm düşmanlığının Batı’dakinden farkı nedir? Pakistan yönetimi ve siyasilerini, her gün daha da şiddetlenen ve her gün daha da çığırdan taşan Çin’in zulmünü ve İslâm düşmanlığını da görmeye davet ediyorum. Bizim samimî ve çok yakın komşumuz komünist Çin ile oturup konuşmamızın zamanı gelmiştir. Onunla, ülkesindeki İslâm düşmanlığı uygulamalarını konuşmalıyız. Bunun sırasının geldiğini düşünüyorum.” Şimdi gelelim Hindistan’daki Müslümanlara özgürlük fikirleri aşılayarak Pakistan’ın kuruluşuna öncülük eden, Pakistan İslâm Cumhuriyeti’nin manevî kurucusu, fikir babası, İslâm düşünürü ve millî şairi Âllâme Muhammed İkbal’in (18771938) Doğu Türkistan’a yönelik bakışı ve sevgisine… Ben Pakistan’da İslâmî eğitim görmüş bir Doğu Türkistanlı olarak, yazar Faraz Talat Efendi’nin de dile getirdiği Pakistan İslâm Cumhuriyeti’nin manevî kurucusu ve İslâm düşünürü Muhammed İkbal’in Kaşgar hakkındaki meşhur “Örnek” şiirini küçükken ezberlemiştim. Bu şiir, Hindistan ve Pakistan’da günümüze kadar İslâm birliği ve kardeşliği konusundaki her konferansta başlık olarak kullanılmaya ve afişlerde yer almaya devam etmektedir. Aynı zamanda ilk ve ortaokulların müfredatlarında da yer alan bu şiir, ümmetin birlik bilincini öğrencilere aşılamaya yönelik çok önemli edebî bir mîras olarak görülmektedir. şubat 2016 105 haberajanda ezberlemiştim. Bu şiir, Hindistan ve Pakistan’da günümüze kadar Türkistan İslâm birliği ve kardeşliği konusundaki her konferansta başlk olarak kullanlmaya ve afişlerde yer almaya devam etmektedir. Ayn zamanda ilk ve ortaokullarn müfredatlarnda da yer alan bu şiir, ümmetin birlik bilincini öğrencilere aşlamaya yönelik önemli karşı Çin çok işgâline İslâm düşünürü Muhamedebî bir mîras olarak görülmektedir. tarihî Hoten şehrinden başlayan bağımmed İkbal’in 1924’te kaleme İslâm düşünürü Muhammed İkbal’in 1924 te kaleme aldğ sızlık mücadelesine “Peyami aldığı; Maşrık” adlı meşhur eserinde �ا�ی�ک �ہ�و�ں �م�س�ل�م �ح�ر�م �ک�ی �پ�ا�س�ب�ا�ن�ی �ک�ے �ل�ئ�ے �ن�ی�ل �ک�ے �س�ا�ح�ل �س�ے �ل�ے �ک�ر �ت�ا �ب�خ�ا�ک �ک�ا�ش�غ�ر özellikle yer vermiş ve “Vatanının sert takumu, senin ayağına “Birolsun olsun Müslümanlar “Bir Müslümanlar Harem'i korumak için/ Nil sahilinden Kaşgar topraklarna kadar” (Bâng- Derâ, 1924) şeklindeki bu yasemindir ey Hoten!/ GeyiHarem’i korumak için/ Nil msralar, İslâm mütefekkîri Muhammed İkbal’in mücadelesinin sadece HindistantaveKaşgar Pakistan ile snrl olmadğnğine ve bütün İslâm benzeyen devem, daha sahilinden toprakdünyasn kapsadğn gösteren önemli bir kant olmakla beraber, çabuk adım at!/ larına kadar” (Bâng-ı Derâ, özellikle 1924’te Çin Mançurya işgâli altnda bağmszlk mücadelesi Konağımız yapmakta olan Kaşgar’nbu (ya mısralar, da “Kaşgariye Devleti” olarak da bilenen (hedefimiz) uzak değildir” 1924) şeklindeki Doğu Türkistan), Çin’in değil, tam aksine İslâm dünyasnn bir parças Doğu Türkistan İslâm Muhamve İslâm mütefekkîri birliğinin en doğudaki kalesi ve mihenkmısraları taş olduğunuile ortaya koymaktadr. mücahitlerine gayret vermekle med İkbal’in mücadelesinin Doğu sadece Hindistan ve Pakistan Ayrca merhum Üstad Muhammed İkbal, 1924’teberaber, Çin işgâline karş Türkistan’ın tarihî Hoten şehrinden başlayan bağmszlk mücadelesine “Peyami bağımsızlığını kendi gayesi ve ile sınırlı olmadığını ve bütün Maşrk” adl meşhur eserinde özellikle yer vermiş ve “Vatannn sert hedefi olarak ifade etmiştir. kumu, ayağna yasemindir ey Hoten!/ Geyiğine benzeyen İslâmsenin dünyasını kapsadığını devem, daha çabuk adm at!/ Konağmz (hedefimiz) uzak değildir” gösteren önemli bir kanıt msralar ile Doğu Türkistan mücahitlerine gayret vermekle Üstadberaber, Muhammed İkbal, Doğu Türkistan’n bağmszlğn kendi gayesi ve hedefi olarak ifade olmakla beraber, özellikle Doğu Türkistan’a o kadar etmiştir. 1924’te Çin Mançurya işgâli gönül vermiştir ki çoğu kez Üstad Muhammed İkbal, Doğu Türkistan’a o kadar gönül vermiştir ki altında bağımsızlık mücadeDoğudurumu Türkistan’ın tarihi, çoğu kez Doğu Türkistan’n tarihi, kültürü ve o dönemki lesi yapmakta olan Kaşgar’ın hakknda kymetli değerlendirmelerde bulunmuş,kültürü basn açklamalar ve o dönemki durumu yaynlamş, hatta 12 Kasm 1933’de bağmszlğn ilân eden Kaşgar (ya da “Kaşgariye Devleti” hakkında kıymetli değerlenmerkezli “Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti” ksa süre sonra tekrar olarak dauğradğnda, bilenen Doğu Çin işgâline Hindistan’a hicret etmek zorunda kalan dirmelerde bulunmuş, basın Türkistan), Çin’in değil, 5tam açıklamaları yayınlamış, hatta aksine İslâm dünyasının bir 12 Kasım 1933’de bağımsızparçası ve İslâm birliğinin en lığını ilân eden Kaşgar merdoğudaki kalesi ve mihenk kezli “Doğu Türkistan İslâm taşı olduğunu ortaya koymakCumhuriyeti” kısa süre sonra tadır. tekrar Çin işgâline uğradığınAyrıca merhum Üstad Muhammed İkbal, 1924’te da, Hindistan’a hicret etmek zorunda kalan efsane lider Mehmet Emin Buğra (12 Şubat 1901-29 Nisan 1965) ile Lahor’da buluşmuş ve uzun uzun fikir alışverişinde bulunmuştur. 1930’lu yıllarda Doğu Türkistan genelinde başlayan Millî Kurtuluş Hareketi önderlerinden Hoten Cephesi Başkomutanı ve 12 Kasım 1933’de kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti devletinin kurucusu, Doğu Türkistan Türklerinin efsanevî liderlerinden biri ve din bilgini, şâir, yazar, tarihçi bir devlet adamı olan Mehmet Emin Buğra (Emir Hazretim), 27 Nisan 1958’de, Pakistan’ın Lahor şehrinde düzenlenen Âllâme İkbal’i Anma Töreni’ne özel davet ile konuşmacı olarak katılmış ve merhum İkbal ile gerçekleştirdiği buluşmasını Urduca aktarmıştır. Aşağıda Türkçe tercümesi bulunan konuşma şöyledir: “Lohar’da akdedilen İkbal’i Günümüzde Doğu Türkistan’daki komünist Çin zulmüne ve İslâm düşmanlığına Pakistanlı siyasilerin sessiz kalması hayret uyandırmaktadır. Hâlbuki Pakistanlı siyasiler her fırsatta Batı’daki İslâm düşmanlığını şiddetle eleştirmektedirler. Peki, komünist Çin’in Müslüman Uygurlara yaptığı zulmün ve İslâm düşmanlığının Batı’dakinden farkı nedir? Anma Tören’inde söylediğim konuşma2: İkbal ve bir Türkistanlı mülteci... ‘Sayın Başkanlarım ve dinleyiciler! İkbal merhûmun yıldönümü törenine katılmaktan duyduğum sevinç ve gurur sonsuzdur. Benim Urduca konuşmam o kadar düzgün değilse de, yine size bu dil ile hitapta bulunmayı tercih ediyorum. Çünkü bir Pakistanlı şâirin, ‘Zebani yar’i men Türki ve men Türki nemi danem’ (Sevgilimin dili Türkçedir, ne yazık ki ben Türkçe bilmiyorum) mısraındaki şikâyetine hedef olmak istemiyorum. Merhum Âllâme İkbal’in dünya çapındaki İslâm reformu nazariyesinin doğru ve zarurî bir ıslah yolu olduğu, bütün dünya Müslümanlarının nazarlarında gün geçtikçe vuzuh kespetmektedir. Çünkü onun bütün ömrü boyunca müdafaa etmiş olduğu hakîkî İslâm mefkûresi, millet nazariyesi, vatan nazariyesi ve maddî ve manevî hayat nazariyesi, gerçi bazı kimseler tarafından ‘tatbiki çok zor olan nazariyeler’ olarak vasıflandırılmış ise de, benim edindiğim kanaatlere göre İkbal’in hayat nazariyesi benimsenmedikçe ve yaşama usûlü buna göre tanzîm edilmedikçe, Müslümanlar için bugünkü durumdan kurtuluş yolu göze çarpmamaktadır. Bu yıl içerisinde yapmakta olduğum İslâm dünyası seyahati esnasında müşahedelerime göre, bu nazariye mektebine intisap edenlerin sayısı süratle çoğalmaktadır. Kuvvetle ümit ediyorum ki, bu yüksek nazariye er veya geç 106 şubat 2016 Mir Kâmil Kaşgarlı tatbik sahasına intikal edecektir ve bu sûretle İkbal’in İslâm tarihinde edebîleşen büyük değerlerden biri olduğu meydana çıkacaktır. Ben burada, İkbal ile görüştüğüm sırada edindiğim şahsî intibalarımı ve bizim hürriyet mücadelemizin en karanlık devrinde onun bizim yolumuza nasıl ışık vermiş olduğunu size kısaca arz etmek isterim. Doğu Türkistan’da, 19311934 arasında vuku bulan Hürriyet Savaşı’nın kan içici Çin ve Rus müdahalesi neticesi olarak akim kalması ve millî kuvvetlerin dağılması üzerine Hindistan’a iltica ettiğim sırada, Lahor’a gelerek merhum Âllâme’yi ziyaret etmiş ve Himalaya dağlarını geçerken yazdığım bir Arapça şiirimi kendisine sunmuştum. Şiir şu beyitle başlıyordu: ‘Ey Himalaya, kalk, yardım et bize!/ Başımıza felâketler getiren zamaneye karşı koy!/ Çünkü sen bizim anamızsın ve ilelebet böylesin…/ Biz senin çocuklarınız ey kahramanlar anası!’ İkbal merhum, bu şiiri okuyarak çok müteessir oldu, bana şefkatle tesellîde bulundu, hürriyet mücadelemizde muvaffak olacağımızı müjdeledi. Diğer birçok nasihatleri içine alan şiirlerinde bazı parçaları hep beraber hatırlamamızı daha faydalı bulmaktayım. Âllâme merhûm, nasihatlerini bitirdikten sonra Peyami Maşrık’tan bir cilt bana hediye etti. Kitabı hemen açtım. İlk gözüme ilişen şiir, ‘Hicaz Devecisinin Türküsü’ başlıklı kasîdenin şu parçası idi: ‘Vatanın sert kumu/ Senin ayağına yasemindir ey Hoten!/ Geyiğine benzeyen devem,/ Daha çabuk adım at!/ Konağımız (hedefimiz) uzak değildir.’ İlk gözüme ilişen bu şiir parçası, benim için büyük bir sürpriz mahiyetinde idi. Şöyle ki… Doğduğum Hoten şehrinin adı geçiyordu. Vatanın sert kumunun vatanı seven için yasemin gibi latif tasvir edilişi ve nihayet erişilecek gayenin yakınlığı müjdesi bir araya toplanmıştı. Bu sürprizin bana vermiş olduğu heyecanı siz de takdîr edersiniz. Şunu da esefle arz edeyim ki… Bu görüşmeden birkaç gün sonra ben, Hint toprağını terk etmek zorunda kaldım ve Âllâme merhûmu bir daha ziyaret etmek fırsatı elime geçmedi. Burada İkbal’in, istilâ altında bulunan Türkler hakkındaki yüce düşüncelerini açıklayan şiirlerinden birkaç parça okumak istiyorum. Üstad İkbal, ‘Türklüğün Rüyâsı’ başlıklı şiiriyle mahkûm Türklerin bu hâle gelmiş olduğunun sebeplerini ve uğradıkları fecî durumları ve de kurtuluş yolunu canlandırmaktadır: ‘Bir çok seccadeli ve sarıklı haydutluk ediyor./ Birçok Hıristiyan çocuk açgözlülük ediyor./ (Netice) Din ve milletin giyimleri paramparça oluyor./ Memleket ve devletin kaftanı dilim dilim yırtılıyor./ (Türklük söyleniyor:) ‘Benim elimde ancak Müslümanlık kalmıştır; bu ışık da üstüne düşen paçavralar altında sönüp gitmezse…’/ Semerkant ve Buhara (Türkistan) toprağını kuşatıyor./ (Türklük söyleniyor:) ‘Etrafıma, ne kadar uzaklara baksam da tehlike yüzüğün halkası ve ben yüzüğün taşı gibiyim…’/ Birdenbire Semerkant toprağı yarılıyor./ Ve Timur’un mezarından bir ışık yükseliyor./ Bu ışığın beyazına şafak rengi karışıktı/ Bir ses gürlüyor: ‘Ben Timur’un rûhuyum!/ Eğer Türk erleri kuşatılmış bir duruma düşmüşse de/ Allah’ın isteği katiyen kuşatılamaz!/ Acaba Türklüğün yaşama şartları öyle bir ağır hâle mi düştü ki?/ Esir Türkler, hür Türklerin himâyesinden mahrum kalıyor./ Ey İslâm’ın bayraktarı Türklük, kendine yeniden bir düzen ver!/ Dünyaya yeni bir inkılap örneği göster!’ İkbal diğer bir beyitle, Türkistan Türklerinin şimdiki fecî akıbetinin neden ileri gelmiş olduğunu anlayamadığını ve bu kahraman Türklerin böyle bir duruma düşmesinden duyduğu hayreti ifade ediyor: ‘Hiç kimse Allah’ın takdîrinin mantığını anlayamaz./ Yoksa Timurlu Türklerinin Osmanlı Türklerinden hiçbir eksikliği yoktur.’ Diğer bir beyitle Türkistan Türklerini Timur’un mîrası olan hürriyet, kahramanlık ve başka değerlerini aramaya davet ediyor ve bu parlak tarih mîraslarını unutulurlarsa insanlığın bütün şerefli yaşama meziyetlerinden mahrum kalacaklarını ihtar ediyor: ‘Timur’un mîras metaını sokağa atan bir millet,/ Ne fakir ve ne sultan yaşamaya lâyık olur.’ Saygıdeğer beyefendiler! İkbal’in İslâm dünyasına mîras bırakmış olduğu kıymetli hikmet hazinelerini lâyıkıyla kıymetlendirmek için, burada gördüğüm sizlerin gösterdiğiniz gayretler çok cesaret vericidir. Bu münasebetle sizlere samimî tebriklerimi sunarım ve hepinizi hürmetle selâmlarım.” Velhâsıl, Doğu Türkistan’ın büyük mücahit lideri Mehmet Emin Buğra’nın yukarıdaki konuşmasında da gördüğümüz gibi, İslâm ile özdeşleşen Türk sevgisi, özellikle ümmetin toplumsal tevhîdi ve İslâmî vahdeti yeniden inşâ etmek sevdâsı ile yanıp tutuşan Üstad Muhammed İkbal’e göre Timur’un evlatları da, Osmanlı’nın evlatları da İslâm dünyasından ibaret büyük bir ailenin iki kahraman bayraktarlarıdır. Dolayısıyla Hint kıtası Müslümanları İngiliz istilâsına karşı zorlu bir özgürlük mücadelesi sürecinden geçmekte olmalarına rağmen, Üstad Muhammed İkbal bir yandan İslâm dünyasının batıdaki son kalesi olarak gördüğü Türkiye’nin Çanakkale Savaşı için seferber olup yer yer düzenlediği konferanslar neticesinde 1,5 milyon sterlin yardım toplayarak Türkiye’ye göndermiş3 ise, diğer yandan da İslâm dünyasının doğudaki son kalesi olarak gördüğü Doğu Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesi ile yakından ilgileniyordu. Şiirleri ve eserleri ile onlara olan sevgisini ifade ettiği gibi, zaman zaman yaptığı açıklamalarıyla de Doğu Türkistan’ın geleceği ve bağımsızlığının ümmete nasıl büyük güç katacağı konusundaki görüşlerini kamuoyu ile paylaşıyordu. (Doğu Türkistan’ın efsane lideri Mehmet Emin Buğra, Üstad İkbal’ın bu konudaki bakışı, tavsiyeleri ve nasihatlerine dair yazımızın devamı gelecek sayıda yer alacak.) Dipnotlar 1. http://www.uyghurnet.org/24214-2/ 2. Muhammed Emin Buğra arşivleri No: 5.11.5-02 3. Bu 1,5 milyon sterlin ile daha sonra Türkiye Cumhuriyeti tarafından şimdiki İş Bankası kurulmuştu ve büyük kısmı da dönemin CHP’si için harcanmıştı. şubat 2016 107 KITAP AJANDA Kitap Ajanda 108 Nizâmü’l-Mülk’ten bir inkılap kılavuzu: Siyâsetnâme “S İYÂSETNÂME” adıyla bilinen yazım türü, Arap, Fars, Hint ve Türk edebî yapıtlarında görülen ve ismen Doğu kültürüne ait inkılap kültürünün temsil ve nasihatlerini içerir. Devlet adamlarına yöneticilik sanatına ilişkin bilgiler vermek için hazırlanan bu türün özellikle İslâm bilginleri tarafından kaleme alınan meşhur örnekleri mevcuttur. şubat 2016 Sungur İnci // sungurinci.ajanda@gmail.com >> Medinetü’l-Fâzıla (Farâbî), Ahkâmü’s-Sultâniyye (Mâverdî), Kâbusnâme (Keykavus), Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcîb), Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye (Bursalı Mehmed Tahir), Âsafnâme (Lütfi Paşa), Nasihatü’s-Selâtin (Gelibolulu Mustafa) veya Kitabü’s-Siyâse (Pîrizâde) gibi örneklerine rastladığımız bu türün, yazarlarınca devlet adamlarının gözüne girme değil, tâbiri yerindeyse hakîkati devlet adamlarının gözüne iliştirme ve mutlak doğru yolun Allah’ın ipine sarılarak adalet, erdem ve ahlâktan geçtiğini anlatma derdi vardır. Günümüze dek gelen ve önemini hiçbir zaman kaybetmemiş (inşallah kaybetmeyecek) olan bu türün en önemli örneklerinden biri de Selçuklu Devleti’nin dâhi büyüğü Nizâmü’l-Mülk’e ait “Siyâsetnâme”dir. Bilindiği gibi Selçuklu, Türklerin İslâm’la şereflenmelerinin ardından yapılandırılan en önemli ve gizemli devlet teşekküllerinden birine sahipti. Bu düzen, oluşturduğu düşünce sisteminin ince matematik hesaplara yaslandırıldığı inkılap hareketlerine dayanmaktaydı. İşte Nizâmü’l-Mülk, bu inkılabın en önemli mimarlarından biriydi. Gerçek adı Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî olan büyük vezir, Selçuklu Devleti’nin önemli bir unvanı olan Nizâmü’l-Mülk sıfatını üzerine öyle aldı ve onu öyle bir taşıdı ki, bizler bu unvanın sadece bu büyük devlet adamının ismi olduğunu zannettik, böyle bildik. O büyük devlet adamı, şekillendirdiği yapılarla önemli temeller atmıştı “devlet” adlı müesseseye. Tabiî ardından kendisini anlamamız için bir de emanet bıraktı: “Siyâsetnâme”… Genel olarak hükümdarlar için kaleme alınmış olan siyâsetnâmelerde, onların sahip olması gereken nitelikler ve kurallar anlatılır, yazarın düşüncesindeki ideal devlet teşkîlatının nasıl olması gerektiği belirtilir ve kötü yönetimlerin zararlı sonuçları açıklanarak yöneticiler uyarılır, aynı zamanda Kur’ân’dan, hadîslerden ve tarihten işaret ve misallerle zalim, deneyimsiz ve cahil hükümdarların ve diğer idarecilerin yol açtıkları çöküşler, felaketler, öyküler ve fıkralar anlatılır. Nizâmü’l- Mülk’ün “Siyâsetnâme”si de bu niteliklere sahiptir, ancak konu edindiğimiz eser, doğrudan 27 yıllık devlet tecrübesi ve bu tecrübenin de köklerini oluşturan ilmî terbiyeyle yoğurulmuştur. Sultan Melikşâh’ın isteği üzerine kaleme alınan “Siyâsetnâme”, İslâm dünyasında kendisinden önce mevcut olan bir geleceğin devamı olmakla beraber, onlardan ayrılan önemli bir niteliğe de sahiptir: Nizâmü’l-Mülk, eserini kaleme alırken yalnız nasihat vermekle yetinmemiş, teklifler de getirmiştir. Zira o, Selçuklu için hep üretmiştir. Nizâmiye Medreseleri’nin teşkîli, mevcut toprak sisteminin aksayan yönlerinin tâdîl edilmesi, Selçuklu Devleti’nin müesseseleşmesi ve merkezîleşmesi, öğrencilere sağlanan yurt ve burs hizmetlerinin sağlanması, ikta gibi bir toprak sisteminin uygulanması, Türk devletlerinde ilk gelir-gider raporlarının hazırlanması, dünyadaki ilk istihbarat teşkîlatının kurulması, Nizâmü’l-Mülk’ü ve onun bu önemli eserini daha da araştırılması ve anlaşılması gereken derecelere taşır. Nizamü’l-Mülk hakkında en tuhaf itham, onun bir Farisî olduğuna yöneliktir. Bu hamle, onun devlet adamlığına iliştirilmek istenen lekelerin başlangıç halkasıdır. Zira o halkaya geçirilen diğer ithamlarla devlet felsefesine dair düşünce sistemlerini öğrenmek isteyen yeni nesil, kendi ecdadından uzaklaştırılmak istenmektedir. Neslin bu büyük dehayı öğrenmesi şarttır! Eğer gerçekten bir Farisî olsaydı, mezarı bugün İran’ın İsfahan kentinin kenar bir mahallesinde olan Nizâmü’lMülk, geçmişine bağlı olduğu gibi, sırf Farsça eserler verdi diye Mevlânâ’yı dahi sahiplenen İran Devleti tarafından korunmaz mıydı? Hâlbuki o, Sultan Melikşâh ile birlikte Selçuklu Ailesinden pek çok isimle mütevazı bir türbede yatmaktadır. Ve İran Devleti, bu türbeyi bakımsız hâlde bırakmıştır. Mecusî tapınaklarını dahi koruyan İran açısından et-Tûsî’nin değeri ortadadır. “Siyâsetnâme” veya “Siyeru’lMülk” adıyla bilinen eserin en eski nüshası, bugün İran’daki Tebriz Millî Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. TARİHİN HAFIZASI Prof. Dr. Mehmet Çelik T ÜRKİYE’nin sosyo-politik konularına meraklı olanların ufkunu açacak, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği hususunda yol gösterici bir kitapla daha karşımıza çıkıyor Mehmet Çelik Hoca. Son yıllarda “tarih”, kamuoyunun gündeminde yer alan en önemli konulardan biri hâline geldi. Yazılı ve görsel medyada çok sık yer almaya başladı. Bazı televizyon kanalları haftalık daimî programlar yapmaya, bazı gazeteler haftalık dergi ve ekler vermeye başladı. Son dönemlerde Türkiye genelinde en rağbet edilen konferans konuları da tarihle ilintili olanlardı. Belki de tarihe böyle yoğun bir merak başlamasaydı, hâlâ arşivin tozlu rafları arasındaki belgelerde kalan yahut bir avuç akademisyenin merakından öteye gitmeyen bir araştırma alanından öte bir anlam ifade etmeyecekti bu konu. Oysa köklerini merak eden milletimizin fertleri, tarihi buralardan alıp evlerde, hatta günlük hayatlarının her sahasında kendilerine konu edinerek yeniden canlandırmaya başladılar. “30 yılı aşkın akademik hayatım boyunca hemen hemen her hafta en az bir konferans veriyorum. İki üç saat süren konferanslar sonunda dinleyiciler bana hep bu anlattıklarımı okuyacakları eserlerim olup olmadığını sordular. İşte ‘Tarihin Hafızası’ adını verdiğimiz bu eserin içerisinde yer alan makaleler, uzun zamandır farklı platformlarda dile getirdiğimiz, özellikle yakın tarihimize dair merak ettiklerinizin cevabı olacak nitelikteki yazıların derli toplu sunumudur! Özellikle tarihe ve Türkiye’nin sosyo-politik konularına meraklı olanların ufkunu açacağını, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği hususunda yol gösterici olacağını ümit ediyoruz.” (Prof. Dr. Mehmet Çelik) şubat 2016 109 Kitap Ajanda BARIŞI KONUŞMAK: Teori ve Pratikte Çatışma Yönetimi Y Kolektif AZARLARIMIZDAN Mehmet Fatih Öztarsu’nun da bulunduğu yayın kadrosunda Ali Yıldız, Bilal Sambur, Dilek Latif, Duygu Özlük, Fırat Çapan, Havva Kök Arslan, Hayati Ünlü, Hüseyin Bağcı, İdris Demir, Kısmet Metkin, Mustafa Cüneyt Özşahin, Mehmet Büyükçiçek, Merve Seren, Metin Aksoy, Murat Çemrek, Neslihan Akbulut Arıkan, Nezir Akyeşilmen, Özlem Dirilen Gümüş, Pınar Akpınar, Sağah Tekin, Yılmaz Ensaroğlu, Yusuf Çınar ve Yusuf Özer’in bulunduğu “Barışı Konuşmak”, birbirinden farklı insanî değerleri çatışma düzlemlerinden kurtararak barış platformlarına oturtabilmenin yollarını arayan bir kolektif akademik derleme. >>Dünyada çatışma yönetiminin barışçıl metotları giderek yaygınlaşırken, her sorununu çatışmaya dönüştürme becerisini gösteren ülkemizde bu disiplin uzun bir süre hem uygulamada, hem de literatürde görmezden gelindi. Türkiye her sorununu bir çatışmaya dönüştürmede oldukça yetenekli, fakat yeteneği bununla da sınırlı değil; hiçbir sorununu çözmemekte de büyük bir maharet sahibi… 110 şubat 2016 Sorunların barışçıl yollarla çözülmesi öğrenilen bir şeydir ve tercih edilmelidir. Üstünde yaşadığımız bu coğrafyada maalesef çok uzun bir süredir çatışmacı bir kültür hâkimdir. Sadece içerimiz değil, dört bir tarafımız da çatışmalarla doludur. Çatışmanın barışçıl yollarla çözülmesi mümkünse, bu işe “barışı konuşmakla” başlanabilir. Bu kitap, içerdiği teorik ve kavramsal analizler, değerlendirmeler, dünyadaki belli başlı çatışmaların çözülme yöntemleri, barışa giden yolda tekrar eden desenler ve çıkarılan derslerle az da olsa ülkemizdeki barış eğitimine, bilincine, kültürüne, ahlâkına ve toplumda barışçıl ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Haşhaş ve Emperyalizm Aytunç Altındal “HAŞHAŞ ve Emperyalizm adlı kitabımın ilginç bir özelliği vardır. Kitapta esas itibariyle, 1969-1974 yılları arasında yazdığım ve o yıllarda saygın gazetelerde yayınlanmış inceleme ve araştırmalarım yer almaktadır. İlginç olan nedir? Bu kitapta öngörülmüş olan tüm varsayımların daha sonraki yıllarda bu öngörüleri doğrulayacak şekilde gelişmiş olmasıdır. Hepsine tek tek değinmeyeceğim, birkaç örnek yeterli olur sanıyorum… Örneğin günümüzden yaklaşık 30 yıl önce Tolkien’in ünlü romanı ‘Yüzüklerin Efendisi’ni Türkiye’ye tanıtmış ve eklemiştim: ‘Bu yazar ve kitabı, önümüzdeki on yıllarda dünyada çok ‘ünlenecektir’!’ Benzer şekilde, yine 30-32 yıl önce ZenBudizm’in Türkiye’de ‘yaygınlaştırılacağını’, çünkü böyle bir ‘üst tasarım’ bulunduğunu yazmıştım. Aynen öyle oldu! Şaşırtıcıdır, ama özellikle İstanbul’daki hangi semtlerde, hangi toplumsal katmanlarda ‘uyuşturucu bağımlılığının’ artacağını ve suç oranlarının yükseleceğini de gerçeğe en yakın sayılarda tahmin edebilmiştim.’ (Aytunç Altındal) Yavuz Sultan Selim Han Mustafa Armağan DOKUZUNCU Osmanlı Pâdişahı olarak 1512 yılında tahta geçen ve 8 yıllık hükümdarlığı süresince Osmanlı Devleti’ni maddî ve manevî olarak asırlarca ayakta tutacak sağlıklı bir bünyenin temellerini maharetle döşeyen Yavuz Sultan Selim’i hiç böyle okumadınız! Fatih’in kalem ve kılıç örsünde dövdüğü, Bayezid’in sabır ateşinde şekillendirdiği bu “altın zincir”in halkaları nihâyet Yavuz’un usta ellerinde titizlikle işlenmiştir. Mustafa Armağan, Osmanlı’yı yeniden kuran sıra dışı Sultan, zamanın İskender’i, Şark’ın fatihi Yavuz Sultan Selim’in hayatını bilinme- yen yönleriyle “Yavuz Sultan Selim Han” kitabında anlatıyor. 40 bin Alevî’yi katletti mi? Portekizlilerin, Peygamber Efendimizin (sav) mezarını kaçırma girişimine nasıl engel oldu? Hilafeti devralmadı mı? Neden Batı’ya değil de Doğu’ya seferler düzenledi? İnsan olarak nasıl bir padişahtı? Hobileri ve ilgi alanları nelerdi? Suriye ve Mısır seferlerine dair bilinmeyenler neler? Ders kitaplarında neden yanlış anlatılıyor? Okur ve “kitap kurdu” olarak Yavuz’u ne kadar tanıyoruz? Kürtler aleyhine söylediği iddia edilen sözlerin gerçeği nedir? Can dostu Hasan Can’ın kaleminden Yavuz Sultan Selim… Kafanızı karıştıran tüm bu soruların cevabı ve daha fazlası, Mustafa Armağan’ın “Yavuz Sultan Selim Han” kitabında! Sungur İnci R A F T A K İ L E R ENDÜLÜS TARİHİ E Ziya Paşa NDÜLÜS Devleti’nin kuruluşu, göz kamaştıran yükselişi ve hazin çöküşü, dünya tarihinin önemli kırılma noktalarından biridir. Gemileri yakan ve ardına bakmayan yiğitlerin kurduğu Endülüs Devleti, annesinden “Erkekler gibi savaşmadın, şimdi sana kadınlar gibi ağlamak yakışır!” sözlerini işiten sultanların elinde yok olmuştur. >>Hüzünlü boyutu bir yana, bilim ve felsefe gibi insanlığın ortak mîrâsı olan medeniyetin tüm unsurlarını karanlık Ortaçağ Avrupa’sına taşıyan Endülüs Devleti, yakıla yıkıla tüketilemeyen eserleriyle tarihin orta yerinde durmaktadır. Ziya Paşa, İslâm ve Avrupa tarihçilerinden büyük bir titizlikle derleyip aklıselim üzere kaleme aldığı bu önemli eserinde Endülüs’ü bütün yönleriyle sunarken, “O büyük kıtanın ahvâli bile Şark ahalisi arasında anlamsız bir efsane gibi bir müddet dillerde söylenip sonraları bütün bütün unutulmuştur” dediği Endülüs medeniyetinin envanterini çıkarmaktadır. Kitapta, Endülüs medeniyetiyle ilgili hayâl dünyalarını daha canlı tutmak adına renkli ve lüks krokilerle destek olunmuş. 19. yüzyılda dört cilt hâlinde yayınlanan “Endülüs Tarihi”, titiz bir çalışmanın sonunda tek cilt hâlinde toplanmış. Yalnız Demokrat: Ferruh Bozbeyli İhsan Dağı-Fatih Uğur “Y ALNIZ Demokrat” öyle bir hatırat ki, bir dönemin çok önemli sorularına aydınlatıcı cevaplarıyla yeni devirlere yol gösteriyor. >>Cevdet Sunay’ın cumhurbaşkanı seçilmesi sırasında Demirel, askerlerin ikna görüşmelerine nasıl alındı? Yassıada yargılamalarında avukatlara uygulanan baskı ve hakaretler nelerdi? Atatürk, Millî Mücadele günlerinde İsmet İnönü’ye “Türkiye Büyük Millet Meclisi kapatılsın” dedi mi? 1969’da eski demokratların affı TBMM gündemine gelince askerler nerede toplantı yaptılar? 27 Mayıs’tan sonra TBMM’deki milletvekillerini korkutmak için kurulan örgütün adı neydi? İlk Kıbrıs tezkeresi nasıl yazıldı? Kahramanmaraş’tan İstanbul Hukuk Fakültesi’ne binbir macerayla gelen Ferruh Bozbeyli’nin öğrencilik yılları, İstanbul’da var olma mücadelesi veren taşra gençliğinin o günkü öyküsünü çok güzel resmediyor. Fatih Tetimme Medreseleri, Yeşilçam’da figuranlık, İETT’de gece bekçiliği ve daha pek çok işle öğrenciliği bir arada götüren Anadolu gençlerinden biridir o. Dönemin büyük hocalarından Abdülaziz Bekkine, M. Zahit Kotku, Nurettin Topçu ve Ali Fuat Başgil gibi isimlerle Hareket câmiası, Necip Fazıl Kısakürek ve Samiha Ayverdi gibi sanatkârlardan müteşekkil bir muhitten rûhunu besleyen bir genç… Henüz 33 yaşındayken Yassıada’da Adnan Menderes ve arkadaşlarını savunan avukatlardan biri olarak Osman Turan’ın savunmasını yapar. Yassıada mahkemeleri ona Adalet Partisi’nin, dolayısıyla aktif siyasetin içinde rol almanın yolunu açar. Milletvekilliği, parti başkanlığı ve Türkiye’nin “genç başkan”ı sıfatıyla Meclis Başkanlığı yapar. Aktif siyasetteyken Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk’ün iktidarlarına yakından şahitlik eder. Üç ihtilal görür: 1960, 1971 ve 1980. Tüm bu yaşananlar onda, “sağ düşünce” üzerinde fikrî mesaide bulunma imkânı verir. Ona göre “sağ düşünce”, bu topraklarda “sol düşünce”den önce vardır. En önemlisi, sağ düşüncenin millet vurgusuna sahip olmasıdır. “Bir milletin en büyük eseri, kendi devletidir” ve “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek millet iradesini şiar edinen Ferruh Bozbeyli’nin 1927’de, Kahramanmaraş’ta, Anadolu’nun gam yüklü bir köşesinde başlayıp Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzanan hayat yolculuğunu okurken Türk demokrasi tarihinin aynı zamanda bir darbeler tarihi olduğunu da görüyoruz. Selahaddin Eyyubi Cemal Toksoy Fatma Toksoy BU kitabı okurken, yazarlarının tuttuğu fenerle Haçlı ordularının saflarında gezinecek, nal ve kılıç sesleri arasında yapılan zulümlere şahit olacak ve Haçlı neferlerini, Tapınak Şövalyeleri’ni, dönemin Hıristiyan dünyasını tanıyacaksınız. Şark’ın Sultanı Selahaddin Eyyûbî’yi, insanlığı, Müslümanlığı ve yöneticiliğiyle yakından tanırken, İslâm coğrafyasında yaşanan iktidar mücadelelerinin yanında işbirlikleri ve ihanetlerle yüzleşmeye, Sultan Selahaddîn ile Kudüs’ü fethedip “İslâm Birliği” rüyâsını gerçekleştirmeye hazır olun! şubat 2016 111 haberajanda Karikatür 112 şubat 2016 Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com Büyük hedefler sağlam destek ister. Kurulduğumuz günden beri büyük hayaller kuran, büyük başarıların peşinden koşan, Türkiye için çalışan esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin en büyük destekçisiyiz. Tam 78 yıldır Üreten Türkiye’nin Bankası olmaktan gurur duyuyoruz. halkbank.com.tr