özgürlük isteyen anne

advertisement
Abdulhekim İLTEBİR
Yazar :
Aktaran:
Duzelten Editor:
Yayina hazirlayan:
Kapak Tasarimi:
Sayfa Duzeni:
ABdulhekim ILTEBIR
Bilge TIGIN
Sidikhaci Rozi
Turghunjan Abdulehet
Memetniyaz bulak
Uygur Sevdasi
Kasim 2016
www.uyghurbahari.org
Email: info@uyghurbahari.org
Bu Kitab Rabiye Hanım Doğumunun 70. Yılına Armağan Edilmiştir
Rabiye Hanımın
Annesi - Babası ve
Ablası
Rabiye Hanımın Babası Merhum Kadirhacım ve Çocukları
İle 1995
Rabiye Hanım Doğu Türkistan
Muavin Reisi Olan Helçem
İSLAM ile Birlikte Yıl 1993
Rabiye Hanım Uygur Özerik
Bölegelik Opera Üyeleri ile
Birlike Yıl 1985
Rabiye Hanım Eşi
Sıdık Hacı Rozı ile
Rabiye Hanım
Eşi Sıdıkhacı ile
Rabiye Hanım 1985
Rabiye Hanım Öz AVM’ deki 5.kat ofisinde
ünlü yazar Abdurehim ÖTKUR ile
Rabiye Hanım Ünlü Tarihçi
Alim Turgun ALMAS İLE
Rabiye Hanım Kazakıstan
Otorumlu Merhum Şair Abdulhalık SEPERİ ile 1994-yıl
Almuta
Rabiye Hanım Yazar Ahtem
Ömer Zordin Sabir icadiyeti
Muahakıme Toplantısında
Rabiye Hanım Gulamıdın
PAHTA, Edhemhacım ZAKIR
ile 2006-yıl
Rabiye Hanım Ünlü Şarkıcı
Rabiye Memet ile Rabiya
Kadir AVM’sı 6.Kat 1992 Yıl
Rabiye Hanım Oğlu Kahar
ile Birlikte Yıl 1990
Rabiye Hanım Siyasi
Dayanışma Toplantısında
1985 yıl
Rabiye hanım Kazakıstanlık
Esnaf Amangul ve Arkadaşları
ile 1994-Yıl
Rabiye Hanım Gulcalı Özbek Hanım Törem Paşa ve
Arkadaşları ile Vaşingondeki
Evinde 2006-yıl
Rabiye Hanım Ahmetcan
Kasımın Eşi Maynur KASIM ile
1985-yıl
Rabiye Hanım Merhum
Siyasi Erbab Abdulaziz
Mehsumnin Damadı Ablimit
Yakup ve Uygur Özerik Bölgelik Opera Senetçisi Zunun
Sabiraci ve Arkadaşları ile
1995-yıl
Rabiye Hanım Ünlu yazar Zordin Sabir Efendile
Rabiye Hanım Eşi
Sıdık Hacı Rozi
ünlü yazar Osmancan SAVUT
ve Eşi Merhume
Nurbiye hanım
ile 22/04/1992
Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozı Merhum Arkadaşı Doğu Türkistan
Gazetesi Baş Editörü Yusufcan Ahmedi Kurban Bayarmı Kutlamasında
Rabiye Hanım İnjiltere Başkenti
Rabiye Hanım Doğu Türksistanın
Londorada Ticaret İçin Bulunmakta Eski Başkanı Seyfidin Ezizi ile
4 Nisan 1994
Rabiye Hanım Doğu Türkistandeki Ünlü Oyuncu ve
Şarkıcılar ile yıl 1997
Rabiye Hanım Öz AVM deki Ofisinde
Ürumçi Şehiri Bulak Başı Sokağinda Bulunan Rabiye Kadir AVM 1992
Rabiye Hanım Doğu
Türkistan Ünlü Senetçi
Reyhan Ablez ile
Rabıye Hanım
Doğu Türkistan dakı Arkadaşları ile
Rabiye Hanım
ANA Şirketi
Tesis Etme
Önderlik
Toplantısında
Konuşıyor
17/12/1997
Rabiye Hanım ANA
Şirketi Tesis Etme
Toplantısında Doğu
Türkistan Eski Başkanı
Ablet Abdureşit ve
Maynur Kasım ile
15/12/1997
Rabiye Hanım Çin
Halk Cmuhuriyiti Eski
Başkanı Jang Zemin ile
Rabiye Hanım AVM sindeki Esnaf
Bayanlar ile Yıl 1996
İki Genç Kız Rabiye Hanıma
Hadiye Takdım Etmekte
01/06/1991
Rabiye Hanım Çin Cezaevi Urumçi
Rabiye Hanım Cezaevine Girmeden Önce Torunu ile Urumçi
Rabiye Haımın Çocukları Cezaevine Girmenden Önce
Rabiye Hanım Nedenlı Ceza
Geymiş 4 Çocuğu
Rabiye Hanım Oğlu Ablekim Okul Kaydı
Yaptıramayan Çocukları Fotograf Çekip
ABD ye Gönderdiği için 9 Sene Mahkum olmasına Neden olan Fotograf
Rabiye Hanım Cezaevine Girdiktan Sonra
Çin Hükümeti Tarafından El Koyulduğ An
Rabiye Hanımı Cezaevinden Kurtarmak İçin
Vaşington’a Gelen Kız
Akide Yıl 2002
Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı
Rozı .ile İsveçre Başkenti
Cenevrede 14/11/2005
Rabiye Hanım Vaşington deki
Ailesile Yıl 2006
Rabiye Hanımı Cezaevinden Kurtarmak için Kızları
Basın Toplatısı Yapıyor
Rabiye Hanım Vaşington deki
Ailesile ve Çocukları ile
Rabiye Hanımın Eşi Sıdık Hacı
Rozı Cezaevine Girmiş Oğulları
İçin Basın Açıklaması Yapmakta
Rabiye Hanim BM Eski Genel
Sekreteri Kufı Annan İle Yıl 2005
Rabiye Hanım ABD Sanato Üyesi
Askeri işlar Komsiyonu Başkanı
Jon Mekayn ile Yıl 2008
Rabiye Hanım ABD Dışişlar
Bakanı Rays Hanım ile
Rabiye Hanım ABD Eski
Başkanı Laura BOŞ ve
Roşen Abbas Hanımlar ile
Rabiye Hanım ABD Eski Başkanı
George Bush İle 26/06/2006
Rabiye Hanım Eşi Sıdık
Hacı Rozi ile
ABD Dış işlar İnsan Hakları
Başkanı Sozan Hanım ile Çin Ajanların Rabiye Hanımı Sabuta Etmekt için Yarladığı An 07/01/2006
Rabiye Hanım ABD Devlet işleri
Genel Sekreteri Albert Hanım ile
Rabiye Hanım Newyorkta Açılan
Hak Hokuk Toplantısında
Rabiye Hanım ve
Omer KANAT “İİT”
Eski Genel Başkanı
Eklemettin İHSANOĞLU İLE
Rabiye Haım
ABD Eski
Başkanı
George W.
Bush ile
Rabiye Hanım Lantos İnsan Hakları
Ödülü Töreninde
Konuşma Yapmakta
10/12/2015
Rabiye Hanım Çin Cezaevinden Kurtulup Vaşington’a ilk Ayak Bastığı Gün
17 Mart 2005
Rabiye Hanım Hür Asya Radyosu Çalışanları ile
Rabiye Hanım Almunir
Vakfının “ÖMURLUK TADIR”
Belgesini Teslim aldığı An 1
Nisan 2016 Vaşington
Rabiya Hanım Barış Nobel Ödül Adayları Listesinde Aday Gösterildiği O
Fotograf
Rabiye Hanım Uluslar
Arası Dini Özgürlük
Komsiyonu Başkanı
Ve Üyeleri ile Birkikte
Ekim 2016
Rabiye Hanım Tıbıt Rohanı
Rabiye Hanım Avrupa Parlamentosunda Konuşma yapıyor
Lideri Dalaylama ile
Rabiye Hanım İsveçre Başkenti Cenevrede Açılan Bm Toplantı Salonunda 5 Temmuz 2009 Kayıb Olanlar Hakkında Konuşma Yapıyor.
Rabiye Hanım İsveçrenin Cenevrede Açılan BM
Toplantı Salunu
Önunde STK ile
protostosu
16/09/2016
Rabiye Hanım Fransanın Paris Şehiride
Düzenlene 5.Kurultay Delegeleri ile
14/07/2016
Rabiye Hanım Eşi
Sıdık Hacı Rozı
Japon Başbakanı
Şınzu Abi ile
Rabiye Hanım 4. DUK Kurultayıda Japon Eski Hava Kuvvet
Komutanı Taşiyutoma Goya
Efendiye Hadıye Takdim Etmekte
12/052012
Rabiye Hanım Japonye
Parlamentosunda
Düzenlenen 4. Dunya
Uygur Kurultayın Toplantısında 12.05.2012
Rabiye Hanım Tokyo Şehiride
Protostodan Sonra Gazeteciler’e
Basın Açıklaması Yapmakta
Rabiye Hanım
Japonya Parlamentosonda Başbakan
Yardemçisi İto Sieji
ve Devlet Güvenlik
Bakanları Dahil 40
dan Fazla Parlamenter’e Konuşma
Yapmakta
Rabiye Hanım 4.DUK Kurultay Toplantısında Katılımcılar ile
14/05/2012
Rabiye Hanım Japonya Başkentı Tokyo’da
Gazeteciler’e Basın
Açıklaması Yapmakta
ABDULHEKİM BAKİ İLTEBİR
ÖZGÜRLÜK İSTEYEN
ANNE
AKTARAN: BİLGE TİGİN
2016
1
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ ....................................................................................................................................................... 5
BİRİNCİ BÖLÜM ............................................................................................................... 13
ÇOCUKLUK ÇAĞI.............................................................................................................. 13
Tevekkül Yolculuk .................................................................................................................. 14
Aksilikler ..................................................................................................................................... 16
Mucize Bebek ............................................................................................................................ 17
Masum Çocukluk ..................................................................................................................... 19
Korku Veren Haberler........................................................................................................... 22
Kadircan’ın Ortağı ................................................................................................................... 25
Sokakta Kalan Ev Sahibi ....................................................................................................... 29
Çiçek Bahçesine Yerleşme ................................................................................................... 31
Geçim Yolunda ......................................................................................................................... 33
Çalışkan Kız ............................................................................................................................... 36
Felaket Yılları ............................................................................................................................ 39
Sürgündeki Çocuklar ............................................................................................................. 42
İKİNCİ BÖLÜM .................................................................................................................. 47
ANNE BABA VE EVLAT SEVGİSİ.................................................................................. 47
Yeni Mekan ................................................................................................................................ 48
Becerikli Kız .............................................................................................................................. 50
Dünürcü Geldi ........................................................................................................................... 53
Altı çocuğun ve Mahallenin Annesi ................................................................................. 57
Adaletsiz Mahkemenin Acımasız Kararı ....................................................................... 61
Para Kazanmak Kolay, Eğer Akıl Varsa ......................................................................... 64
İlim Ehline Hürmet ................................................................................................................. 68
Bana Yiğit Oğlan Gerek ......................................................................................................... 72
O Bana Ait ................................................................................................................................... 76
İlk Görüşte Aşık Oldum ........................................................................................................ 81
Vatan Kurtulduğunda ............................................................................................................ 85
Kaçak Gelin ................................................................................................................................ 88
Bereket Getiren Gelin ............................................................................................................ 92
‘’Atuş’un Yolu Yaman, Taşıtır Odun Saman’’ ............................................................... 96
Urumçi’ye Yerleşme ............................................................................................................... 99
Dönkörük Pazarından Hantanrı Sarayı’na Kadar ................................................... 103
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ............................................................................................................109
YAŞAM MÜCADELESİ ...................................................................................................109
İlk Adım ..................................................................................................................................... 110
Rabia’nın Lojmanı ................................................................................................................. 116
Rabia Kadir Ticaret Sarayı ................................................................................................ 120
Uygur Mimarları .................................................................................................................... 126
Kaz Yerken Ördeğin Peşine Düş ..................................................................................... 129
Pekin’deki Fuar ...................................................................................................................... 135
Uluslararası Kongre Kürsüsünde ................................................................................... 139
3
Eski İpek Yolu’nun Yeni Kervanbaşı ............................................................................. 143
Urumçi’de Bili Gates’i Karşılama .................................................................................... 148
Amerika’ya Yolculuk ............................................................................................................ 153
Çin Yöneticileriyle Sohbet ................................................................................................. 160
Büyük işlerin Gizli Planı ..................................................................................................... 166
Uygur’un Dostu Uygurdur ................................................................................................. 170
Bin Anne Anonim Şirketi ................................................................................................... 177
Çin Siyasi İstişare Kurulu Toplantısında .................................................................... 181
“Gökte Ağ, Yerde Tuzak” .................................................................................................... 187
Ah, Evlatlarım Ben Size Borçluyum .............................................................................. 190
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM .....................................................................................................195
ZİNDANDAKİ 2045 GÜN .............................................................................................195
Gizemli Tuzak ......................................................................................................................... 196
Cezaevindeki ilk Gece .......................................................................................................... 201
İlk Sorgu .................................................................................................................................... 206
Tehdit ve Feryat .................................................................................................................... 212
Dokuz Günlük Açlık Grevi ................................................................................................. 216
Acaba Son Görüşme mi? ..................................................................................................... 221
Ölümden Dönen Mahkum ................................................................................................. 225
Bir Tabak Leğmen (Özel Soslu Makarna) Yeseydim ............................................. 236
Başörtüsü Takmak Suç mu? ............................................................................................. 240
Roşengül’ün intikamı .......................................................................................................... 243
Karanlık Hücredeki Tatlı Hayaller ................................................................................. 248
96 Yaşındaki Siyasi Mahkum ........................................................................................... 255
Gülnisa’nın Suçu .................................................................................................................... 259
Cezaevindeki Hayvanat Bahçesi ..................................................................................... 263
Bahar Bayramında Öç Alma ............................................................................................. 266
Aydınlık Dünyadaki Umut Işığı ....................................................................................... 269
4
GİRİŞ
17 Mart 2005. Öğlen vakti. Urumçi
“Tak, tak, tak.” Aniden şiddetli bir şekilde çalınan hücre
kapısı, gözlerini yarım yumarak dua etmekte olan Rabia Kadir’i
korkuttu. O başını kaldırıp yatağından kalkıncaya kadar kapı
takırtıyla açıldı ve üzerine siyah takım elbise giyen bir grup kişiyi
içeriye alan kadın gardiyan bağırdı:
“Mahkum Rabia, eşyalarını çabuk toplayıp bizimle gel!
“Rabia Abla, aman esen olun!”
“Allaha emanet Rabia Hanım!” Tutuklu kadınlar bağırdı.
Hapishanede uzun yıllar kalan tutuklular uyanık olurlar. Onlar bir
işin kokusunu almış gibi ya da “Millet, şahit olun ki, Rabia Kadir’i
götürüyorlar”
demek
istiyorlarmış
gibi
yemekten
sonra
hücredekilerin hepsini uyanık olmaya çağırdılar.
Cezaevinde verilen emir koşulsuz ve çabuk yerine getirilmeli,
aksi takdirde suçlunun işi kötü olur. Rabia Kadir eşyalarını
toparlarken yanında bakıp duran siyah elbiseli kişilerden birisinin
fısıldamasından sonra kadın gardiyan yine bağırdı:
“Mahkum Rabia, yeter, çabuk ol, kendin buraya çık‫؛‬.”
Sorgu hakimlerinin ve gardiyanların gece gündüz demeden
sorguya çekmelerine veya canı sıkıldığı zaman dalga geçmek için
sorgulamaya götürmelerine alışık olan Rabia, hücreden çıkınca
gördüklerine hayret etti. Diğer bütün hücrelerin önünde sivil
giyinmiş polisler vardı ve asık suratlı bir şekilde bakıp duruyorlardı.
Rabia’nın peşinden gelen siyah takım elbiseli, iri yarı, yaşlıca polisler
ise görünüşünden Pekin’den gelmişe benziyorlardı. Onlar hayli
korkunç görünüyorlardı. Cezaevi Müdürlüğü odasının önünde ise
daha fazla polis vardı.
Rabia’yı Cezaevi Müdürlüğü odasına getiren gardiyan ayakta
duran uzun boylu, yaşlı, sivil giyinmiş polisin işaretinden sonra gitti.
5
“Rabia Kadir, elbiselerini çabuk değiştir! Biz sana yeni elbise
getirdik. Yola çıkacağız!” dedi yüzünden yönetici olduğu belli olan
uzun boylu biri kaba, ama hafif ses tonuyla. Altı seneden beri
adından önce söylenen “mahkum” sözcüğünün söylenmemesi
Rabia’nın dikkat çekti. O dolabın arkasına geçerek üzerindeki önü ve
arkasına Çince “Suçlu” yazılı elbiselerini çıkarıp onların verdikleri
lacivert ceket ile pantolonu giydi. Sonra başını kaldırarak dışarıya
baktı ve gördüklerine şaşırdı. Cezaevinin etrafı sayısız polisle
sarılmıştı. Ondan fazla polis arabası kontağı bile kapatılmadan ciddi
vaziyette hazır bekletiliyordu.
“Götürün! Çabuk olun!”. Birisi emir tarzıyla söyledi. İki polis
Rabia’nın yanma gelip ellerine kelepçe taktı ve bileğinden tutarak
dışarıya götürdü. Rabia nereye gitmekte olduğunu ve niçin yalnız
götürüldüğünü anlayamadı. O sadece aniden idama mahkum edilen
suçluların böyle ciddi bir şekilde götürüldüğünü biliyordu. O, cezaevi
avlusuna çıkarıldıktan sonra polis arabasına bindirildi. Silahlı polisler
onu sararak oturdular. Öndeki polis arabası siren çalarak işaret verdi.
Diğer arabalar da aynı anda hareket ettiler. Cezaevi kapısı önüne
geldiklerinde, yöneticiye benzeyen birisinin kalın sesiyle.
Şu andan itibaren cezaevinden herhangi kişinin dışarıya
çıkmasına, telefonla iletişim kurmasına izin yok. Gizlilik fark edilirse,
ikiniz sorumlusunuz. Elinizdeki merkezin talimatın da bunlar açık
yazılmıştır” dediği duyuldu.
Emredersiniz efendim, her şeyi garanti ederiz, merak
etmeyin!” diye cevap verdi cezaevi müdürü. Rabia bu sözlerden
kendisinin sadece cezaevindeki tutuklulardan değil, polis ve
gardiyanlardan da gizli tutulan bir yere götürüldüğünü tahmin etti.
Cezaevi kapısı önünde polisler onun elindeki kelepçeyi
çıkardılar. Yüzlerce polis arabası konvoy halinde hareket etti. Bir
yerlerden gürültüyle yetişip gelen helikopter gökten onları gözeterek
uçuyordu.
6
Aşağı yukarı yarım saat sonra arabalar durdu. Polisler
Rabia’yı arabadan indirdiler. Rabia sağına soluna baktıktan sonra
daha da korkmaya başladı. Burası Urumçi Havaalanı idi. Her yer
sessizdi Polisler etrafı sarmışlardı. Onlar Rabia’yı VIP binasındaki
gösterişli şekilde süslenmiş bir konukevine getirdiler. Konukevinde
ondan fazla Çinli yetkili ayaktaydılar. Rabia dikkat-le baktı, onların
hiçbirisi kendisinin tanıdığı yerli yetkililerden değildi. Asık suratlıbu
çılni
yetkililer
Rabia’ya
ellerinin
altındaki
sekreterlerine
bakıyorlarmış gibi dikkatle bakmaya başladılar.
“Yani bu parmak kadar Uygur kadını hal” dedi aralarından
birisi dişlerini gıcırdatarak. Sonra hepsi arkalarında duran 60
yaşlarındaki bir yöneticiye itaatkar bir şekilde baktılar. Kahve renkli
gözlük takan bu yönetici gözlerini yumarak sigarasını içiyordu,
sinirliydi. Görünüşünden üst düzey yöneticiye benzeyen bu kişi
elindeki sigarayı yere atıp ayağının ucuyla ezdikten sonra yavaşça
Rabia’nın yanına geldi.
“Suçunun ne kadar ağırlaştığını biliyor musun? Eşinin Çin’i
ne kadar büyük zarara uğrattığını biliyor musun? Hey...hey...î. Senin
bu kadar büyük belâ olduğunu bilseydik...hey...merkezin talimatı..,."
Başı ayağı olmayan bu hakaretlerden Rabia hiçbir şey
anlamadı. Çinli yönetici eliyle “Götürün” işaretini verdikten soma
yine sigarasını tutuşturdu. Polisler Rabia’yı yan taraftaki odaya
götürdüler, iki kadın polis onun, saçlarına ve elbiselerine çeki düzen
vermeye başladı. Hatta çantalarından makyaj kutusunu çıkarıp
Rabia’nın yüzüne makyaj yaptılar.
“Çabuk! Zaman doldu, haydi yürüyün!” Dışarıdan verilen
emir duyuldu.
Her gün gece gündüz binlerce insanın koşuşturduğu Urumçi
Uluslararası Havaalanı bugün sessizdi. Bir insan dahi
gözükmüyordu. Uçuşların hepsinin iptal edildiği, silahlı asker ve
polislerin çokluğundan olağanüstü acil durum ilan edildiği açıkça
belliydi. Polisler Rabia’yı özel olarak hazırlanan uçağa bindirdiler. 20-
7
30 silahlı polis onu sararak oturdu. Polisler uçak göğe yükseldiğinde
Rabia oradan uçup gidecekmiş gibi telaşlanarak, onun her hareketine
dikkatle bakıyorlardı. Etraf sessiz, polisler korkunçtu. Uçak hareket
etti ve yavaş yavaş yükselmeye başladı. Ama Rabia nereye doğru
uçtuğunu bilmiyordu.
Rabia Kadir’i özel talimatla götüren uçak üç saatten fazla
uçtuktan sonra yavaş yavaş alçalarak Pekin Havaalanı’na indi. Uçak
kalkıp ininceye kadar olan zaman içerisinde Rabia merak ve
endişeyle bin bir türlü hayale dalmıştı.
Bir insana dikilip bakmaya, gülümseyerek selamlaşmaya ve
konuşmaya müsaade edilmeyen, Urumçi Liudavan, Bacanghu
cezaevlerinde beş yıl yedi ay altı gün yatmış olan, insanca
muameleden mahrum kalan Rabia daha üç gün önce Cezaevi
Müdürlüğü odasında çocuklarıyla görüşmüştü. O gün polisler ona
Çince de olsa konuşmasına, çocuklarının paketlerini almasına izin
vermiş, hatta çocuklarına sıcak çay vermişlerdi. Bugün ise yeni
elbiseler giydirip Pekin’e getirdiler.
“Vay Allah! Eşim Sıddıkhacı’yla, Washington’daki beş
çocuğumla görüşecek miyim ne? Ah Allahım! Şükürler olsun,
feryatlarımız ulaşmışa benziyor”. Rabia bunları düşünerek tekrar
canlanmaya başladı. O uçağın merdivenlerinden inerken polis
arabalarını, etrafı sarmış silahlı asker ve polisleri görünce yeniden
telaşlandı. Rabia ile beraber gelen Çinli yönetici aşağı inip kendi erini
karşılamaya gelen Çinli yetkililerle ciddi ve soğuk bir şekil de
selâmlaştı. Sonra Rabia’yı polis arabasına bindirip kenardaki bir
binaya götürdüler. Rabia’yı özel olarak hazırlanan geniş odaya
getiren polisler onu diğer bir yetkilinin önüne götürdüler.
Buradakiler Rabia’yı yapmacık bir ortamda sıcak karşıladılar. Onu
koltuğa oturmaya davet ettiler. Ona hoş kokulu sıcak çay sundular.
Kendisinin Dışişleri Bakanlığı’ndan geldiğini ifade eden ağırbaşlı bir
yetkili Rabia’ya sesini uzatarak konuşmaya başladı: “Biz bugün seni
Amerika’ya teslim etmek zorunda kaldık. Sen suç işledin. Yasalara
göre cezalandırıldın. Geçen sene cezandan bir yıl indirdik. Bu yıl
8
dışarıda 18 ay müddetle tedavi olmana izin verdik. Cezaevinde
yattığın süre içerisinde seni dövmedik, hor görmedik ve sana
sövmedik. Amerika’ya gittiğinde gerçeği söylemeni ümit ederiz.
Burada yine beş çocuğun kaldı, şirketinde milyonlarca yuan
değerinde sermayen kaldı. Sen ticaretçisin, para kazanmada ustasın,
Amerika’ya gittikten sonra para kazanacağım, ticaret yapacağım
dersen milyarlarca para kazanmana yardım ederiz. Ancak eşin gibi
ayrılıkçı hareketlere karışırsan, sonunu iyi düşün, bu bizim sana
söyleyecek son sözümüz!”
“Çok az zaman kaldı, ben senin ifadeni duymak istiyorum,
cevap ver!”. Yetkili yine sordu. Rabia Kadir büyük bir heyecan ve
şaşkınlık içerisinde ne diyeceğini bilemeden baka kaldı.
“Şu anda aklım başımda değil, şaşkınlık içindeyim” dedi
Rabia yavaş, ama temkinli bir ses tonuyla “Şu anda hiçbir şey
anlamadım, çok şaşırdım, size sonra düşünerek cevap vereyim,
olmaz mı?”. Rabia cevap vermekten kaçındı.
Tam o sırada konukevinin çift kanatlı büyük kapısından
Amerikalı diplomat, bir bayan doktorla birlikte içeri girdi. Onlar
oldukça gururlu ve muzaffer gözüküyordu. Çinli yetkililer arasında
bir an konuşmaya başladı.
Amerikalı diplomat Rabia Kadir’e doğru geliyordu. Rabia
heyecan içerisinde titreyerek ayağa kalktı ve onlara doğru yöneldi.
“Ben Amerikalı diplomatım, bu hanım bizim doktorumuz.
Rabia Hanım, sizi tebrik ederim, siz bugün özgürlüğünüze
kavuştunuz! Sizi bugün Amerika’ya götüreceğiz. Şimdi izin
verirseniz doktorumuz sağlığınızı kontrol edecek”. Diplomat
kucağını açarak Rabia Kadir’in önüne geldi. Rabia heyecan içinde
gözlerinden yaş akıttı. Bir saniye içerisinde değişmekte olan insanlık
değerinin dürtüsüyle Rabia Amerikalı diplomata doğru kendini
bırakıverdi!
“Sağol Amerika, sağol Amerikan halkı, sağol insan haklarını
savunan dünya halkı!”. Rabia hüngür hüngür ağlamaya başladı.
9
Doktor hanım Rabia’nın kalp atışını, solunum yollarını ve kulak
burun boğazını dikkatle kontrol etti. Yanlarında bakıp duran asık
suratlı Çinli diplomat ve polisler Râbia Kadir ile akraba gibi
kucaklaşarak gözyaşlarına hakim olamayan Amerikalı diplomatı
görünce boyunlarını büktüler.
“Bir dakika efendim” dedi bir Çinli yetkili bu sıcak atmosferi
bozarak, “Rabia’yı size teslim etme zamanı daha dolmadı. Sizin yine
de 15 dakika beklemeniz gerek!”. Çinli yetkili Rabia’nın bileğinden
çekerek onu Çinli polislerin arasına götürmek istedi. Onlar böylece
bu utanç verici durumdan kurtulmak istiyor gibiydiler. Amerikalı
diplomat ne söylediyse de sözünü geçiremedi.
“Affedersiniz Rabia Hanım, sizi yine 15 dakika bekleteceğiz! 5
yıldan fazla beklediniz, biraz daha sabredin, bunlardan tamamen
kurtulacaksınız” dedi genç diplomat akıcı Çincesiyle. O, Rabia’yı
tutan ellerini bırakarak Çinli yetkililere alaylı bakışlarıyla baktıktan
sonra geri çekildi. O zaman Rabia Çinli diplomatlara bakarak:
“Yanımda Çin parası var, Amerikan dolarına değiştirmenizi
istiyorum, başörtüsü gibi bir şeyler almak istiyorum” dedi.
“Hayır, olmaz! Bizi ilgilendirmez” diye bağırdı üst düzey bir
Çinli yetkili kaba bir şekilde reddederek. Bu sözü duyan Amerikalı
genç diplomat hemen elini cebine sokup Amerikan dolarını çıkararak
Çinli yetkililerin karşısında Rabia’ya uzattı.
“Hanım bunu alın, istediğiniz gibi harcayın, bu şahsıma ait
para.” O parayı verdikten sonra dışarı çıktı.
Rabia’nın mahcubiyetten gözleri nemlendi
reddeden Çinli yetkiliye içini çekerek şöyle bir baktı.
ve
isteğini
15 dakika. Etraf sessiz. Çinli yetkililer bu 15 dakikayı fırsat
bilerek Rabia’ya konuşuyordu:
“Çin... kudretli... mutlaka... hesap... soracağız... ayrılıkçılar...
teröristler... uslu durun... yoksa çocukların... sermayen...”. Çinlilerin
sözü Rabia’nın kulağına girmiyordu. O sadece 15 dakikanın çabuk
10
dolmasını bekliyordu. Onu bir ara endişe sardı. Ya bunlar
vazgeçerlerse?
Rabia Kadir’e 15 dakika 15 yıl kadar uzun geldi. Onun kalp
atışları normal ritmini yitirmişti. O her kalp atışını saat ibresinin
çıkardığı ses gibi net hissetmeye başladı.
“3 dakika kaldı” diye fısıldadı arkadaki bir Çinli. Onlar Rabia
Kadir’i dışarı götürüp arabaya bindirdiler ve askerlerle kat kat
sarılmış Amerikan uçağının merdivenleri yanında bekleyen
Amerikalı diplomatların önüne getirip onlara teslim ettiler.
Amerika’nın Çin Büyükelçisi kendini tanıttıktan sonra Rabia ile
kucaklaşarak görüştü. Onlar Rabia’yı aralarına alıp ellerinden
bileklerinden tutarak uçağın merdivenine adım attılar. Peşinden
birlikte çıkan Çinli polisler resmi işlem yaparak imza attırdıktan
sonra aşağı indiler. Fazla geçmeden Rabia Kadir Amerika Dışişleri
Bakanlığı tarafından özel olarak görevlendirilen Richard
Efendi gibi diplomatların refakatinde Amerikan Hava Yolları
na ait uçakla yola çıktı.
17 Mart 2005. Washington vaktiyle saat tam 05:00.
Amerika’nın başkentine yakın Virginia Eyaleti’nin Vena metro
istasyonu yanındaki yüksek binanın birinci katında oturan Sıddıkhacı
Rozi ve onun beş çocuğu akşamdan beri uyumamıştı. Daha doğrusu
üç günden bu yana doğru dürüst yemek yemediler, gözlerine uyku
girmedi. Onlar resmi duyuruya da pek inanmadan 5 saattir uçağın
hareket etmesini bekliyorlardı.
Pekin’deki Amerika Büyükelçiliği’nin telefonu çaldı.
“Biz hareket ettik, yola çıktık.” Büyükelçiliktekiler de Çin’in
her an vazgeçmesinden, fikrini değiştirmesinden endişe ederek son
dakikaya kadar haberleşmeyi kesmemişlerdi. Onlar da şimdi
rahatlamışlardı.
Washington’daki Dışişleri Bakanlığı’nın telefonu çaldı:
“Rabia Kadir yola çıktı, sağlığı normal”.
11
Beyaz Saray’ın, Parlamento’nun, Senato’nun telefonları çaldı:
“Rabia Kadir yola çıktı, uçak hareket etti”.
Sıddıkhacı’nın ev telefonu çaldı:
“Sıddıkhacı Efendi, uçak hareket etti, Rabia yolda, birkaç
dakika sonra telefonu size bağlayacağız, görüşmeye hazırlanın!”
Amerika’daki, dünyanın her yerindeki Uygurların telefonları
çaldı. Sabah saat 05:00’te, sabah namazından sonra herkes şükür
namazına kalktı.
Washington’dan dünyaya Uygurca yayın yapmakta olan
Özgür Asya Radyosu’nun frekanslarında Rabia Kadir’in sesi
yankılandı: Selamünaleyküm kardeşlerim, ben özgürlüğüme
kavuştum ama milletim....’’
12
BİRİNCİ BÖLÜM
ÇOCUKLUK ÇAĞI
13
Tevekkül Yolculuk
Rabia Kadir’in babası Kadircan Kenci’nin ataları aslında
Hotenli idiler. Çok eskiden İli’ye göç ederek Kulca’nın Karadöng
mahallesine yerleşmişlerdi. Kadircan Kenci Kulca’da dünyaya
gelmişti. O yetişkin çağına geldiğinde Kaşgar Mekit’ten doğan kızı
Tacinisahan Savut ile evlenmişti. Çocukluğundan itibaren çiftçilik
işleri, hayvan besleme, yün ve deri ticareti, duvarcılık aşçılık gibi
mesleklerle uğraşan Kadircan toplumdaki söz ustalarının ağzından
pek çok tevekkülcünün maden yatağı olan Alta’ya gidip altın
çıkararak zengin olduğu hakkındaki masalları dinleye dinleye bu işe
merak saldı. Hatta yakın bir arkadaşının Alta’ya gidip biraz
çalıştıktan sonra Rusların konyak şişesini toz altınla doldurarak
döndüğünü kendi gözüyle görünce Alta’ya gidip altın ocağı açma
konusunda düşünmeye başladı. Fazla geçmeden ailesini ve
akrabalarını alarak Altay’a doğru yola koyuldu.
Tedbirli Kadircan Altay’a gelip küçücük birkaç odalı evi
kiraladı. Eve yerleştikten sonra derhal Pazar ihtiyacına göre lokanta
açtı, lezzetli pilav, mantı, leğmenleri (Uygurların Özel soslu
makarnası)yle Altay şehrinde ilk lokanta sahibi oldu. Ardından
ekmek fırını kurarak ekmeğe hasret kalan madencilere sıcak tandır
ekmeği temin etmeye başladı.
Kadircan buraya gelir gelmez altın ocağı açan
zenginzadelerin, çalışan yüzlerce Uygur gencinin, alış veriş için
dağdan inen Kazak hayvancılarının, ayrıca şehirde oturan ahalinin en
ciddi ihtiyacının yemek, berber ve hamam
Olduğunu, aslında altının bu sokaklarda dolaştığını fark etti
ve çabuk harekete geçerek şehir merkezinde, geniş bir arazi satın alıp
ticaret ve yerleşim evleri inşaatını başlattı. O kısa süre içerisinde bir
sürü dükkanı ardı ardına bitirip işe soktu.
Kadircan’ın yönetimindeki beyaz önlük ve maske takan 16
berberin çalıştığı berber dükkanı, kadın ve erkekler için tesis edilen
modem buharlı hamam, ondan fazla masası olan Uygur yemekleri
14
lokantası ve bütün şehir ahalisine sabah sıcak ekmek temin eden
ekmek fırını Altay şehir ahalisini memnun etti. Herkes sevincinden;
‘’Altaylıların artık endişesi kalmadı, yetimlere sahip çıkan
birisi oldu’’ derken, bazıları da şakayla ‘’Yaz kış çalışarak
kazandığımız altınlar Kadircan’ın cebine dökülüyor’’ diye güldüler.
Kadircan ve hanımı Tacinisahan çalışkan, konuksever ve
eğlenceye düşkün idiler. Onlar cins alaca danadan altı tane satın
aldılar. At arabası ve soylu yürük attan iki tane satın aldılar.
Görkemli ve heybetli kurt köpeklerinden bir sürü yetiştirdiler. Onlar
ilkbaharda atlarına binip köpeklerini peşlerine alarak dağa çıkarlardı.
Avda avladıklarını getirerek arkadaşlarına Nevruz çayı verirlerdi.
Yazın yaylalarda kımıza, güzin oğlak çekişme yarışlarına, kışın
eğlenceli meşrep (müzikli danslı eğlence) lere katılırlardı.
Barış ve huzur ortamında, refah içinde yaşamakta olan Altay
halkını 1940’lı yıllardan itibaren endişe sarmaya başladı.
Bugün Uygur Özerk Bölgesi diye adlandırılan haritaya
bakarsanız, kuzeyde Moğolistan, Rusya ve Kazakistan’la sınırı olan
Altay dağ silsilesinin ortasında yer alan küçücük güzel şehir Altay
Sarsümbe gözünüze çarpar. Eski Turan ve Hun imparatorlukları
döneminde Uygurların atalarının altın, bakır ve demiri işledikleriyle
ilgili hatıralarda ‘’ Altay dağlarının 72 deresinde beyaz altın ve siyah
altın çıkar’’ diye kaydedilmiştir. Altay şehrinden geçen İrtiş nehrinin
dibinde sapsarı toz altınlar bugün de ışıldayarak gözleri
kamaştırmaktadır.
Altay dağının uçsuz bucaksız ormanlarındaki köknar ve çam
ağaçlan, kalite ve cins bakımından, yıllardan beri silah yapımında
değerli materyal olarak kullanılmaktadır. Altay’ın soylu at ve
koyunları, ünlü balıkları, yırtıcı hayvanları, ayrıca dünyada benzersiz
güzel manzaraları herkesi cezbetmektedir.
20. yüzyılın başında Rus ticaretçileri altın, kereste ve deri
toplama maksadıyla buralara geliyorlardı. Sonra Çinliler geldiler.
Çinli askerler Moğolistan ve Rusya ile, hatta yerli ahali ile çatışmaya
15
girerek huzursuzluk yarattılar. 1943 yılında Çin’in Urumçi’deki
merkezi hükümeti Altay bölgesini idaresi altına almak niyetiyle Altay
halkından at vergisi alma ve silahlarını toplama emrini verince halkın
şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Yerli halk Osman Batın.’ un önderliğinde
silahlı karşılık vererek Çinli askerleri defedip Altay bölgesini merkezi
Çin hükümetinden ayırdı. Kulca şehrinde kurulan Doğu Türkistan
Cumhuriyeti 1945 yılında Altay’a düzenli askeri birlikler göndererek
bölgede hakimiyet kurdu. Yabancıların müdahalelerinden kurtularak
özgürlüğüne kavuşan Altay’daki Uygur, Kazak, Özbek ve Tatar
halkları sevince boğuldular. Onlar, Altay’daki devlet kurumlan, okul
ve binalara asılan 12 köşeli Çin devlet bayrağını fırlatıp atarak yerine
kendilerinin ay yıldızlı gök bayrağını astılar, sevindiler. Ama bu
sevinç de uzun sürmedi.
Aksilikler
1948 yılının ilkbaharında Kadircan daha büyük bir iş yapmak
için risk alarak otuza yakın genç işçiyi aylık ücretle dağa götürüp
altın ocağı işletmeye başlamıştı.
Onlar kazım işleriyle güze kadar uğraşmışlarsa da yanlış
tahmin nedeniyle altın bulamadılar. Kadir-can otuz kadar kişiye
boşuna ücret ödediğinden para yetiştireme-di. “Talihsize su gelse,
Allaku’da su taştı” derler ya, her taraftan gelen söylentiler ve
korkunç haberler işçilerin huzurunu bozdu, işi bırakanlar çoğalmaya
başladı. Üstelik Altay şehri içerisinde sürekli çatışmalar yaşandığı
için halk dağılmıştı, ahali civar bölgelere kaçtığı için müşteri de
azalmıştı, dolayısıyla dükkanların geliri yok denecek kadar azaldı.
Kadircan’ın açtığı altın ocağında çalışan gençlerin hepsi
güneyden gelen Uygur çiftçileri idi. Onlar ailelerinden endişe ederek
memleketlerine dönme karan aldılar ve Kadircan’a baskı yaparak
isyan etmeye başladılar. Onlar:
“Kadircan ağabey, bir yıl boyunca çalıştık, hiçbir şey
bulamadık, üstelik Doğu Türkistan Hükümeti’nin yöneticileri
16
Ummçi’den dönmüşler. Buralara da Milliyetçi Çin askerleri
geleceklermiş. Geçen hafta Amerika’nın Urumçi’deki temsilcisi
Milliyetçi Çin’i destekleyerek Beytik’e gelmiş. İnanmazsanız sorun.
Biz memleketimize dönmek zorundayız. Ne olursa olsun, geri kalan
ücretlerimizi elimize verin” dediler.
Kadircan bağırdı, çağırdı, izah etti, yalvardı, ama sözünü
geçiremedi. Genç işçiler Kadircan’ı ve vakti saati dolmak üzere olan
hamile hanımı Tacinisahan’ı dükkan ve evlerini satmaları için şehre
zorla götürdüler. Herkes çadır ve kulübelerini söküp atlarına
yükleyerek yola koyuldu.
Altay şehrine beş altı kilometre kaldığında tanyeri ağardı.
Herkes sabah namazına kalktı. Namazdan sonra, imamlık eden
Kadircan duaya ellerini kaldırarak Allah’a seslendi:
“Ey yüce Allah’ım, ne günah işledim ki, bunca eziyet çektim,
sen kurtarıcısın, iyi niyetli kullarını koruyasın! Amin...
Aniden hava gürleyip şimşek çaktı. Uzak uzaklardan duyulan
gürültü yankılanmaya başladı. Kadircan’ın ikinci kızı koşarak gelip
bağırdı:
Baba, baba, annem doğurdu!”.
Mucize Bebek
14 Kasım 1946 sabahı Altay şehrinden beş altı kilometre
mesafedeki dağın bağrinda bir Uygur kızı Rabia Kadir dünyaya
geldi.
Yoksulluk içerisinde gururu incinen ve ne yapacağını şaşıran
Kadircan dünyaya gözlerini açan kızının sevincinden her şeyi unuttu.
Yol boyunca sancı ve doğum telaşından dolayı yüzü sararan
Tacinisahan zamansız ve rastgele bir yerde doğum yaptığı için
üzüntüden hıçkırarak ağlıyordu, aşçı kadının elindeki “ınga ınga”
diye ağlayan evladını görünce ağlamayı kesip gülümsemeye başladı.
17
Rabia’nın doğduğunu duyan işçiler başlangıçta ne
yapacaklarını şaşırmışlardı, bebeğin ağlama sesini duyunca kalpleri
erimeye başladı. Onlar husumet ve nefreti unutarak “Mübarek olsun
Kadircan ustam” diye bağırdılar. Suratları asılmış gençlerin yüzü
gülmeye başladı. Onlar sanki kendi anneleri ya da hanımları
doğurmuş gibi sevindiler. İşçi gençler bu durumda yola devam
edemeyeceklerini anlayarak hemen harekete geçip sökülmüş çadırları
yeniden dikmeye başladılar. Odun toplayıp ateş yaktılar. Çay ve
yemek yapmaya giriştiler.
Bebek, sanki barış huzur elçisi gibi gönüllerdeki tüm kaygı ve
endişeyi yok etti. Bebek sanki bereketin işareti gibi herkesi sabah
kahvaltısı için koşturdu. Bebek sanki bir talihin işareti gibi
beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda, sabah
namazından sonra dualarla dünyaya geldi!
Bebeğin mucizevî özelliği kahvaltıdan sonra malum oldu.
Gençler el ele vererek et, havuç, patates ve soğanlarla kavurma
yaptılar. Sütlü çay hazırladılar. Herkes çim üzerinde bir sofra
etrafında oturarak kahvaltı yaptı. Dünden beriki yol yorgunluklarını,
birkaç günden beri devam eden hoşnutsuzlukları ve etrafa korku
salan haberleri unutup şakalaştılar. Kahvaltıdan sonra Kadircan uzun
uzun şükredip dua etti ve ayağa kalkarak doğum yapan hanımı için
dikilen çadırın önüne geldi. O hanımını bir süre dinlendirdikten
sonra yola çıkmayı düşünüyordu. Tam o sırada, Kadircan çim
üzerindeki göbek bağı ve donmuş kanları gördü. Gece bunlara dikkat
edememişti, ancak etraf aydınlanınca göze ilişti. O derhal çadırın
önünde duran küreği eline alıp kan ve göbek bağım gömmek için
küreği basarak yere batırdı. Toprağa bir karış giren kürekteki çimli
toprağı yan tarafa atan Kadircan aniden bağırdı:
“Allahım, şükürler olsun, bu ne mucize!”.
Bir kürek toz altın çime serpildi. Kazılan yerde sapsan toz
altın ışıldıyordu.
18
Olağanüstü şanslı insanlara nadiren rastlayan bu şans Kadircan’a denk gelmişti. İşçiler bağırarak çağırarak işe giriştiler. Çadır ve
kulübeler tekrar dikildi. Böylece bunlar birkaç gün yoğun çalıştılar,
yıllardan beri buraya toplanan bir sürü toz altını kazıp çıkardılar,
temizleyerek topladılar. Söylentilere göre, Kadircan bir rastlantı
sonucu bulduğu o topraktan 86 ser (35 grama eşit ağırlık birimi) toz
altın toplayıp bütün borçlarından bir anda kurtulmuş.
Kadircan getirdiği şanstan dolayı bu mucize kızına Rabia diye
ad koydu. Rabia nın beşik düğününe mübareklemek için gelen
işçilerin her biri kırk suyuna bir çimdikten toz altın saçtı. Kadircan
Rabianın mucizevi özelliğinden dolayı mahalle camisinde
mevlüt okuttu, Rabianın başına dökülecek mevlüt suyuna da gençler
bir çimdikten toz altın serptiler. Böylece bu mucizevi bebek altın
üzerine doğup altın suyu ile yıkandı.
Masum Çocukluk
Kadircan, Rabia dünyaya geldikten sonra daha çok Altay şehri
içindeki işleriyle meşgul oldu. Geniş ve temiz berber dükkanının
yanma Rus doktorunu davet ederek bir dişçilik muayenehanesi açtı.
O her gün cins ineklerini sağdırıp süt ve kaymaklarını lokantası için
kullanır, kalan kısmını komşularına verirdi. Bazılarını lokanta için
gerekli sebzeleri getirmeye gönderirdi. Koyunları kestirirdi. Ekmek
fırınına gerekli un için değirmene adam gönderirdi. Azıcık boş
kaldığı zaman Sovyet tarzında inşa edilen altı ve üstü ahşaptan beş
odalı geniş evinin arkasındaki bahçeye çıkar ve sayısı kırka yaklaşan
ünlü eğitilmiş köpeklerini eğlendirirdi.
O, bazı günlerde sabahleyin eğitilmiş köpeklerini peşine
alarak ava çıkar akşamleyin geri dönerdi. Kadircan her seferinde
arkadaşlarıyla beraber avdan dönerken Tacinisahan çocuklarını alıp
kapıya çıkardı. Çeşitli zanaatla uğraşan usta ve işçiler de gelerek av
nimetlerini seyrederlerdi. Kadircan bazen iki üç ceylan, alaca
kuyruklu dört beş tilki, bir sürü atmaca ve sülünleri atına yükleyip
19
gelirdi. Adete göre, avdan döndüğü gününün akşamı eve misafir
davet edilirdi. Bütün komşular avdan getirilen etlerden tadarlardı.
Kadircan bazı cuma günleri namazdan sonra hanımını, çoluk
çocuğunu arabaya bindirerek yaylaya götürürdü. Çocuklar uçsuz
bucaksız geniş bozkırda kuzuları kovalayarak eğlenirlerdi. Hepsi
kuzu eti yiyip kımız içerdi. Henüz yürümeye başlayan Rabia bir
yudum kımız içti mi kulaklarına kadar kızarırdı ve hayvancı
Kazak’ın kapısı önündeki köpeğin yanına gidip kulaklarını
korkusuzca çekiştirerek oynardı.
Tacinisahan kışın ayı derisinden dikilen samur kürkü yakalı
uzun paltosunu giyerdi, çocuklarına ayı derisinden yapılan ayakkabı
ve Rus modeli paltolarını giydirir, eğitilmiş köpeklerini kızağa katıp
geniş bozkıra çıkar ve kızakta kayarak eğlenirdi. Çocukların
ayaklarına Rusların yaptıkları küçük kayakları takarak onları karda
kaydırarak eğlendirirdi.
Yazın ise İrtiş nehrinin sahilinde çocuklarını yüzdürürdü.
Rabia beline kadar gelen berrak suda koşarak su sıçratmayı, toz altın
karışık kumlan avuçlayıp alarak tekrar suya saçmayı çok severdi. O
bazen su yüzüne çıkan bileği kadar balıkları yakalar, balık
silkindiğinde de hiç bırakmadan balıkla birlikte yuvarlanırdı.
İlkbaharda Altay’ın iki yanındaki dağ eteklerinde muhteşem
güzel manzaralar ortaya çıkardı. Yeşil vadilerde yabanî şakayık
çiçeği, yabanî haşhaş, yabanî elma çiçeği gibi rengarenk çiçekler bir
anda açardı. Masmavi gök, yemyeşil toprak ve renkli çiçeklerle
doğanın tarifi imkansız eşsiz renkli halısı oluşurdu.
Küçücük Rabia bir gün sabah uyanıp ayağa kalkar kalkmaz
pencerenin yanına geldi ve dağ eteğindeki rengarenk çiçekleri
göstererek oraya gideceğim diye ısrar etti. Annesi onun isteğini geri
çevirmeye kıyamadan kahvaltıdan sonra ablalarıyla birlikte onu kıra
götürdü. Kızlar birbiriyle yarışıyormuşcasma şakayık çiçeği derip
demet yaparak eğlendiler. Çocuklar koşarak boylarından uzun
bitkilerin, kurumuş bitkilerin arasında kah ortaya çıkar, kah
20
kaybolurlardı. Sadece çiçek ve bitkilerin kımıldamasından çocukların
nerede oldukları fark ediliyordu. Tacinisahan kendileriyle beraber
gelen komşusu Heyvihan ile sohbete dalınca beş on dakika zamanın
geçtiğini fark edemedi. Bir an başını kaldırarak çocuklarının epey
uzaklaştığını gördü ve onları bağırarak çağırdı.
Bir zaman sonra Tacinisahan’ın iki çocuğuyla Heyvihan’ın iki
çocuğu geri geldi. Henüz iki yaşında olan Rabia ise gözükmüyordu.
Onlar telaşa kapılarak bağırdılar. Sağa sola bakarak koşuşturdular.
Rabia hiçbir yerde yoktu. Aradan sonuçsuz geçen iki üç dakika
Tacinisahanı epey telaşlandırdı. Onları dağ eteğine getiren arabacı,
insan sesinin ulaşabileceği kadar mesafedeki yolun kenarında,
arabanın yanında oturuyordu. Tacinisahan arabacıya:
“Rabia’yı bulamadık, çabuk gelin” diye bağırdı. Arabacı
duyar duymaz yanında kulaklarını dikerek sağına soluna bakan
eğitilmiş köpeklerine işaret yaparak sürdü ve ardından kendisi de bu
tarafa doğru koşmaya başladı. Av köpeği ok gibi fırlayarak
Tacinisahan’ m yanına geldi. Köpek onun telaşlı yüzüne ve “Rabia...
Rabia...” diye bağıran sesinden ne olduğunu anlamış gibi diğer
çocuklara bir göz attıktan sonra dağ eteği boyunca uçarcasına koştu.
O fazla geçmeden bir kilometre uzaklıktaki yerde durup göğe bakıp
havlamaya başladı. Herkes o yöne doğru koştu. Aslında ablalarının
peşinden sürekli koştuğundan ötürü yorulan Rabia orada oturmuştu.
O evde saklambaç oynarken kimsenin bulamadığı yerlere saklanıp
ablalarını korkutmayı öğrendiği için burada da başlangıçta ablalarını
korkutmak üzere sessizce yattı. Sonra kendisi de farkına varmadan
tatlı uykuya dalı vermişti. Tacinisahan gelip kucağına aldığında,
ancak uyanıp ne olduğunu anlayamadan şaşkın şaşkın baka kaldı.
“Haydi, artık gidelim, çocuklar yoruldular” dedi Tacinisahan
çocuklarını yola sürerek.
“Bir dakika anne, babam için derdiğim çiçekleri alayım” dedi
küçücük Rabia. O annesinin elinden sıyrılıp çiçeklerin arasına
koşarak girdi ve bir kucak şakayık çiçeğini alıp çıktı. “Zavallı babam
bize bakacağım diye çok çalışıp yoruldu”. O günden itibaren Rabia
21
her gün sabah uyanınca dağ eteğindeki çiçekleri göstererek oraya
gideceğim diye ısrar etmeye ve sık sık oraya gidip eğlenmeye başladı.
Korku Veren Haberler
Altay şehrinin ahalisi, genellikle altın, bakır, cevher
yataklarının patronları olan Uygur, Rus, Özbek zenginleri, civardaki
hayvancı Kazaklar ve sınırlarda duran Çinli askerlerin komutanları
ve yöneticilerinden, onlardan başka yine maden ocaklarında çalışan,
toz altın ayıran işçi Uygur gençlerinden oluşuyordu.
Kadircan gerçi birkaç ülkede ün yapan zenginlerden ise de,
idare ettiği işler ve çalıştırmakta olduğu işçilerinin çokluğu, ayrıca
Cami inşaatı, yol yapımı, köprü yapımı gibi hayır işlerinde ilk olarak
para ve işçi teminiyle çok katkı sağladığından dolayı şehir cemaati
içerisinde hızla itibar sahibi olup yurdun ileri gelenleri arasında yer
almaya başlamıştı.
1949 yılının sonbaharında Altay’daki ünlü altın, yakut madeni
patronu ve yurt ileri gelenlerinin büyüğü olan Münevver Bey evinde
yemek verdi. Molla İslam Şangzong korumalarıyla birlikte gelip
köşedeki yerini aldı. Münevver Bay Altay’daki bütün Uygur
büyüklerini, ulemaları, yöneticileri, askeri komutanları ve büyük
zenginlerin hepsini geniş ve rahat misafirhanesinde sofra kurup
ağırlamaktaydı. Kadircan da vaktinde gelerek misafirler arasında
yerini aldı. Misafirlik meşrep şeklinde devam etmekteydi.
Başlangıçta helva ve sütlü çay ile sıcak etli ekmek sunuldu.
Ardından yumuşak kuzu etiyle yapılan kebap geldi. Müzisyenler
dutar, tanbur, kemanlarla makam parçalarını İli şarkılarını icra ettiler.
Ardından kımız içerek sohbete başlayan ihtiyarlar Altay’ın
yakın birkaç yıl içerisindeki huzursuzlukları üzerinde görüşlerini
anlattılar.
‘’Arkadaşlar etraf sakinleşti diye yine eğlenceye başlıyoruz.
Bilmelisiniz ki, kara bulutlar şimdi geliyor. Ne günleri göreceğiz,
22
Allah bilir” diye söze başladı Münevver Bay’ın ağabeyi Hafız Bay
oturanlara dikkatle bir baktıktan sonra “Herkes Osman’dan endişe
ediyor, ben Osman’dan hiç endişe etmiyorum. Düşünün, Osman
Âltaylı’dır. O Milliyetçi Çin yağmacılarını Altay’dan def edip halkı
rahata kavuşturmak için savaştı. Batur diye tanındı. 6 Eylül 1946’da
Doğu Türkistan Cumhuriyeti ordusu Altay’ı kurtardı. Bir ay sonra
Ahmetcan Efendi Altay’a geldiğinde, ben evimde yemek vermiştim.
Yemek sırasında Törem Altay’ın baturu Osman’dır, Altay’da kurulan
hükümetin valisi Osman olacak demişti. Gerçekten, bir ay sonra
Osman döndü, valilik yaptı, ama.’’
“Bir dakika, ağabey” dedi Münevver Bay ağabeyi gibi
siyasetçi olmasa da kendi tahminlerini gizlemeden, “Siz sürekli
Osman’ı övüyorsunuz, bir düşünün, ne zaman Osman şehre girerse,
o zaman yağma başlar. Yıllarca topladığımız atlarımız, sığır
danalarımız, koyanlarımız ya Osman’a ya hükümete yem oluyor.
Fazla övmeyin Osman’ı, hepimiz biliyoruz, Milliyetçi Çin’e karşı
savaşan Osman 1946 yılında birden yüz çevirip Milliyetçi Çin’le
işbirliği yapmadı mı? Milliyetçi Çin’in silahlarıyla Altay’a saldırıp bir
ay huzursuzluk yaratmadı mı? Duyuyoruz ağabey, geçen yaz Osman
Batur Latif, Möminbay gibi yüz kadar yiğidiyle birlikte Milliyetçi
Çin’in kumandanı Song Xilian(Son Şilien)’in daveti üzerine
Urumçi’ye gidip Şimigu’da kalmış. Buğra, Canımhan, Salıs, Hadivan
gibi kişiler günlerce ziyafet verip “Yaşasın Osman” sesleri içerisinde
onu sarhoş etmişler. Osman o zaman oğlu Şir Diman’ı Çin’in
Nankin’deki kurultayına göndermiş.
Elenvang’dan duyduğuma göre, Osman Amerika’nın
Urumçi’deki baş temsilcisi Bakston ve yardımcısı Makinan ile
görüşüp Japonya’ya attıkları atomdan istemiş. Gençleri Amerika’ya
okumaya gönderme konusunda anlaşmış”.
“Bu vefasız Ruslardan Amerika dedikleri bin kez iyidir, tarihi
hatırlayalım arkadaşlar” dedi Urumçi ile Altay arasında toz altın
ticareti yapan Abdumecitbay söze karışarak “Ben Urumçi’deyken
Türkiye’de tahsil görüp dönen Kurban Kuday ile arkadaş oldum, çok
23
muhabbet ettik, çok şey öğrendim. Rus Çarı bir bütün olan
Türkistan’ı istila edip bölüp parçalayarak ikiye ayırdı. Böylece bizim
burası Doğu Türkistan oldu. Stalin de diğerlerini bölüp 7-8 parçaya
ayırdı. Şimdi bakın, yarın öbür gün bizi de satar bu Ruslar,
göreceksiniz”.
“Haklısın” dedi Hafızbay sesini yükselterek “İşte Doğu
Türkistan hükümeti, ordusu Rusların elinde olduğu için Altay’da da
Ruslar zorbalığa başladılar. Törem’in kendisiyle görüşmemişse de,
sözüne hak veren Osman, Ruslar yüzünden Altay T terk ederek dağa
çıktı değil mi?”.
“Sarı köpek, kara köpek, hepsi kudurmuş köpek demiş
Urumçi ’ deki Damolla Abdülaziz Mahsum evinde Ahmet Efendi ile
görüşürken” dedi bir yün ve deri tüccarı araya girip.
“Misafirlerin ellerine su verildi. Hizmetçi gençler masmavi
Rus tabaklarında tay etiyle yapılan narın yemeğini getirip
misafirlerin önlerine koydular. Herkes edebiyle Hafızbay’ın yemeğe
başlamasını beklediler. Hafızbay “buyrun, buyrun” diyerek
mollamın başlamasını istedi. Misafirler lezzetli narın yemeğinden
sonra yeni demlenmiş çaylarını içerlerken yine sohbete daldılar.
“Domuzun büyüğü şimdi geliyor millet” dedi Peterburg’da
dükkan açan Selim Bay ciddi ve ilginç bir şekilde söze başlayarak
‘’Geçen hafta Stalin’in Pravda’sında bir haberi okudum,
Stalin’in Çin’deki çırağı Mao Zedong denen adam Lanzhou şehrini
alan Peng Dehuai denen kumandanına ‘Durmadan ilerleyin ordumuz
<urumçi’yi alsın ‘ diye talimat vermiş. Hey Allah, komünist kem
namus demedim mi! Stalin her şeyi satar’’.
‘’Taşkent, Bişkek, Alma-Ata’lardaki kardeşlerimiz ne günleri
gördüyse, şimdi bizim de öyle günleri göreceğimiz var gibi’’.
‘’Bu Çin komünistleri fakir dilencileri desteklermiş,
zenginlerin malını topraklarını yağmalarmış diyorlar doğru mu?’’.
24
‘’Milliyetçi Çin de Komünist Çin de hepsi aynı Çinli.
Yiyeceğim, içeceğim, yağmalayacağım, talan edeceğim diye gelmezse
ne işi olur ki başkalarının yurdunda’’.
“Stalin yağmalarken buraya kaçmıştık, şimdi bunlar gelirse,
nereye kaçarız” dedi bir Özbek Bay zorla gülerek.
“Seninle biz küpü doldurup gömerek kaçarız Allah’ ın
buyurduğu yerlere, Kadircan dükkanlarıyla 40 av köpeğini nasıl
toplar, bunu merak ediyorum”. Birisinin şakasıyla Kadircan da
endişelenmeye başladı. Müzik ve eğlence onun kulaklarına girmedi.
Nedendir içinde bir korku ve telaş dışa vurmaya başladı. Vurdum
duymaz yurt büyüklerinin şakalarıyla son bulan bu parti eğlenceli
başlamış ise de, sonunda Kadircan için telaşlı bitti.
Kadircan’ın Ortağı
1950 yılının ilkbaharına kadar, korku dolu haberlerle huzurlı
günler karışarak geçti. Halk arasında Doğu Türkistan Cumhuriyeti
Hükümeti Ruslar ile dost, Çin komünistleri de Stalin ile yakın, her
halde katliamlar yaşanmaz şeklindeki tahminler hakim olmaya
başladı.
Çünkü Urumçi’ye gelen Çin ordusunun kumandanı Wang
Zhen Kulca’ya geldiğinde büyük bir miting düzenleyerek halkın
önünde:
“Biz Milliyetçi Parti’nin kalıntı askerlerini tamamen tasfiye
ettikten sonra, birkaç yıl içerisinde döneceğiz” demiş. Onun sözü
Doğu Türkistan Hükümeti’nin gazetelerinde de basılmış.
Kadircan’ın ay ve günleri bu şekilde geçti.
Fazla geçmeden Komünist Çin askerleri Altay’a da ulaştı.
Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kasket şapkalı, apoletli palto, süvari
pantolon ve siyah çizme giyen kara bıyıklı askerleri Altay ahalisini
alarak sokak ağzında onları karşıladılar.
25
Üzeri örtülü ondan fazla Rus kamyonunda sıkışıp oturan
Çinli askerlerinin başındaki kulağı sarkık duran bez kalpağı, rengi
sönmüş sarımtırak pamuk astarlı ceketi, ayrıca bacaklarından sarkan
ayak bezleri, onları Milliyetçi Çin askerlerinden de biçimsiz
gösteriyordu. Cumhuriyet ordusunun komutan ve askerleri bıyık
altından gülerek onları alaya alıyorlardı.
Hükümet yöneticisi olarak tayin edilen Çinliler de, askerleri de
hakikaten uslu gözüküyorlardı. Onlar sokaklara az çıkarlardı. Ahaliye
rastlarsa sebepsiz yere gülümseyerek yol verirlerdi. Başlarını sürekli
sallarlardı. Sonra insanlar onlara hükümet kurumlarının avlularında,
okul alanlarında kar temizlerken rastladılar. Hava ısınmaya
başladığında ise, Çinli askerler kollektif halde yol yapmaya başladılar.
Kadircan bir gün çay içerken hanımı Tacinisahan’a bakarak:
“Onlar gelmeden çok korkutmuşlardı, bunların görüntüsüne
bakılırsa, çok zavallı gözüküyor bunlar, o kadar korkmamıza gerek
yok gibi” dedi.
“Bizim öğretmen, tahta arabada oturup acele etmeden tavşan
Tutan Çimliler geldiler, diyor baba, her halde dikkat edelim‘’ dedi.
Kadircan’ın sözünü dinleyen büyük kızı söze karışarak.
Rabia’nın dört yaşına girdiği yıl milli ordunun askerleri azalıp
Çinli askerler çoğaldı. Hükümet kurumlarında da eski askeri
üniforma giyen, yanında tabanca taşıyan Çinli yöneticiler de çoğaldı.
O günlerde “Milliyetçi Çin’in anti-devrimci yöneticileri”, “Milliyetçi
Çin’in casusu”, “Amerika casuslarıyla görüşmüş”, “kan borcu olan
zorba”, “anti-devrimci hayvancı”, “Haydut Osman’ın kuyruğu” gibi
çeşitli iftiralarla yurt büyükleri, zenginler, dindar ulemalar
tutuklanmaya başladı. Onlara dur diyecek kimse çıkmadı. 2 Mayıs
1951 ’de Çinli askerler kumandanı Wang Zhen’in emriyle Osman
Batur’u Urumçi’de idam ettiler. Ayrıca, Uygurların ünlü
aydınlarından Kurban Kuday, Çingiz Damolla gibi bir çok kişiyi
idama mahkum etti.
26
Çinli yöneticiler ve askerler Altay’da hemen hemen her beş on
günde bir kere halkı küçük alana toplar, birilerini bağlayıp getirerek
bir şeyler der, bağırır, sonra dağ eteğine götürüp idam ederlerdi.
Daha da ilginç olan odur ki, Çinliler bu hükümleri okurken, Doğu
Türkistan Cumhuriyeti’nin Uygur, Kazak yöneticileri, komutan ve
askerleri yanlarında büzülerek bakıp dururlardı. Kimse hiçbir şey
diyemezdi. Uygur askerlerinin ay yıldızlı rozet ve apoletleri de
Çinlilerinkine değiştirilmişti. Korku ve endişe şimdi başladı.
İşte böyle endişeli günlerin birinde, Kadircan’ın ofisine asker
kıyafeti giyen bir Çinli gelerek İlçe Hükümet Ticaret Daire Başkanı
Zhang’in onu çağırdığını duyurdu. Kadircan’ı korku sarmaya
başladı. Bir çok kişi işte bu şekilde çağırtılarak kaybolmuş, hapse
atılmış ya da idama mahkum edilmişti
Kadircan içinden Ayetü’l-kürsi’yi okuyarak Ticaret Daire
Başkanlığı tabelası asılmış odaya girdiğinde, karşısındaki masada
sigarasını tüttürerek gazete okuyan bir Çinli’yi gördü. Bir ayağını
kendi oturduğu sandalyeye yaslayıp pantolonunun paçasını dürerek
bacağını kaşıyan bu Çinli daha önce birkaç defa dükkana binlerini
peşine alarak gelen ve Kadircan ‘la tanışan kişi idi. Onun için
Kadircan o kadar afallamamıştı.
“Lai, lai, Ka Jingli (Gel, gel, Müdür Kadircan)” dedi o Çinli
gülümseyerek ayağa kalktıktan sonra ve derhal kağıdı Kadircan ’ a
uzatıp “sigara için, lütfen oturun” dedi.
Kadircan yüzünden uğursuzluk dökülen bu Çinli’nin
gülmesine aldırış etmeden sandalyeye oturduktan sonra ona dikildi
ve düşündü. Bu Kadircan diyemediği için Ka Jingli mi dedi acaba?
Hayır, “Jingli” dediği hükümet şirketlerinin yöneticilerinin unvanı
değil miydi? Eyvah, bunlar şimdi benim dükkanlarıma göz dikmiş.
Yönetici Çinli Kadircan’a Çince bilmiyorum demesine
bakmadan sen biliyorsun, anlıyorsun diyerek, içinden ise anlasan da
anlamasan da fark etmez dercesine sahte gülüşle partisinin,
ordusunun politikalarını, Çin’in, Tibet’in durumunu uzun uzun
27
anlattı. Zorbaları bastırma, anti devrimcileri yok etme gibi gözdağı
verici bir sürü laf söyledikten sonra defterini açtı ve dikkatle bir
baktıktan sonra:
“Kadircan, senin çalıştırmakta olduğun 27 adam, 4 dükkan,
değirmen ve yayladaki otlakları bugünden itibaren Altay Belediyesi
Gıda Servis Şirketi olarak değiştirildi. Şirketin niteliği hükümet ile
şahısların ortak olduğu şirket olacak. Altay Ticaret Dairesi Parti
Komitesi seni müdür olarak görevlendirdi. Seni tebrik ederim” dedi
sahte bir gülüşten sonra elini uzatıp. Kadircan istemeyerek tokalaştı
ve hükümetin zenginlerin malına mülküne bu şekilde el koyduğunu
Urumçi’den gelen tüccarlardan duyduğu için fazla şaşırmadı. Çünkü
onun karşısında hükümet ya da hükümet adına konuşan bu Çinli
“Kadircan, sen tutuklusun ‫ ” ؟‬diye onu içeri atıp her şeyine el
koysaydı da hiçbir şey diyemezdi.
Ertesi günden itibaren hamama para toplama İşi için bir Çinli
hanım yerleştirildi. Çinli askerlerin birinin eşi olan bu hanım gerçi
okuma yazması olmasa da kendi getirdiği makbuzun boş yerine
paranın miktarını çizerek yazmayı biliyordu. Kadircan bir şey
söyleyemeyince lokantaya yine bir hanım geldi. O da yemek
ücretlerini topluyordu. Ekmek fırınının gündelik gelirinin de ona
teslim edilmesi bildirildi. Gündelik geliri hanımlar dosdoğru bankaya
götürüyorlardı. Kadircan bir bakıma her gün kasada sayım yapma
gibi zor işten kurtulmuş gibi oldu. Bir ay sonra hanımlar Müdür
Kadircan’a aylık maaşını getirip imza attırdıktan sonra çıktılar.
Kadircan elindeki 87 yuane bakıp ne yapacağını bilemeden dona
kaldı. Bu bir aylık maaş onun dükkanlarından bir günde elde edilen
gelirin onda biri bile değildi. “Benim idi senin oldu, savurdum da ilaç
oldu” dedikleri her halde bu olsa gerek diye düşündü Kadircan
içinden. Böylece Kadircan’ın hanımı, altı çocuğu ve 40 köpekten
başka bütün malına mülküne Komünistler ortak oldu!
28
Sokakta Kalan Ev Sahibi
Kadircan hükümet ile ortak olup Müdür Kadircan diye ad
aldıktan sonra, her ay hükümetin verdiği 87 yuan maaş ve üç ayda
bir dükkanların kirası diye verilen 50 yuan para ile altı çocuğuna
bakmak ve onları okutmak zorunda kaldı. Bu yetmiyormuş gibi, iki
atlı arabası, hatta değirmenleri de hükümetin ortaklığına geçti. Onun
ağrına giden şey kendisinin kurduğu, geliştirdiği, bütün Altay
şehrine sıcacık ekmek temin eden ekmek fırınından parayla ekmek
alacak olmasıydı. Kendi kumaş dükkanında satış elemanı olarak
çalışan Beşkeremli Sopahun para ödeyerek beş ekmek alan
Kadircan’a bakıp gülerek “Kadircan, Kominist Partisi iyi gelmiş mi
ne size?„ diye şaka yaptı fısıltıyla. “Evet Sopahun, sizin olsun
Kominist Parti dediğiniz, dükkan dolu kumaş varken yamalı
pantolona kalmışsınız, yahu?!„ dedi Kadircan da hemen cevabı
yapıştırarak. İkisi de gülerek rahatladılar.
Rabia’nm babasının evlatlık edindiği Cumak, ablaları Zühre
ve Hacer’le okulda okuyorlardı. Onun kardeşleri Arzugül ile, Samet
ve Haliçemler ise Rabia ile birlikte eğlenirdi. İki yıl öyle geçti.
1954 yılının mayıs ayında bir gün Kadircan ofisinde
oturuyordu. Çinli kasiyer hükümetin kırmızı mühürlü bir duyurusunu
getirip ona okudu. Duyuruya göre, Şehir İnşaat Müdürlüğü’nün planı
gereği Kadircan’ın Altay şehrinin merkez caddesinin köşesinde
bulunan 5-6 odalı evi ve 4 dükkanı yıkılacakmış. Onun yerine
hükümet, banka binası inşa edecekmiş. Kadircan’ın evindeki eşyalarım
bir ay içerisinde toplayıp götürmesi gerekiyormuş.
Kadircan başına soğuk su dökülmüş gibi hissetti. 20-30 yıldan
beri anne babası, kardeşi ve kendisinin kurduğu iş bozulmakta, altın
kazık yerinden oynamakta idi.
“Hayır taşınmayacağım. Evimi, arsamı kimseye elletmem,
hükümet bankasını nereye yaparsa yapsın.„ Kadircan١ın tepesi attı
ve net cevap verdi. O “Ne belâya kaldım yahu, bu komünistlerden,
alacağım aldı götürdü, şimdi yatacak evime de göz diktiğine bakın
29
bu yüzsüz insafsızların„ diye söylendi içinden. Aradan üç hafta
geçtikten sonra Altay şehir içinde yerleşen Milliyetçi Çin’in kalıntı
askerlerinden ibaret ‘Bingtuan’ diye adlandırılan Üretim ve İmar
Ordusu’ndan duyuru geldi. Onda:
“Üç gün sonra burada inşaata başlayacağız. Zamanında
taşınmayanlar kanun gereği mecburi göçe tabi tutulacak ve karşı
gelenler cezalandırılacaktır„ diye yazılmıştı. Yakın çevresi ona akıl
vermeye başladı, gerçekten hükümetle baş edilemezdi. Daha iki ay
önce askerlerin istediği evi ve arsayı vermeyi kabul etmeyen bir Çinli
Müslüman sosyalizme karşı geldi şeklindeki ithamla tutuklanıp
hapse atılmıştı. Kadircan bir tanıdık yönetici yüz hatırım için belki
ikna olur umuduyla üç güne kadar kendi tanıdığı yöneticilerin
hepsine derdini anlattı. Ama sözünü geçiremedi. Burada en büyük
yetki Askeri Bölge Komutanı Albay Wang’in elindeydi. O Çin’deyken
iki elinde satırla dolaşarak insan kesen ünlü cahil asker imiş.
Bankanın yapılacağı mevkiyi o belirlemiş. Onun sözünü kimse
kesemezmiş. Karşı çıkan kişi ölürmüş.
Kadircan ordudan ayrılıp evinde dinlenen Albay Kurbancan
denen arkadaşına bu Çinliyi Urumçi’deki büyük Çinliye şikayet
edeyim mi dediğinde, o başını sallayarak:
“Balık baştan kokar sözünü duymamış mıydın? Bunların
büyüğü General Wang Zhen Yan’an ve Gansu’dayken adam
öldürüp afyon satmakla ünlü haydut başıdır. O iki yıl içinde,
zorbalara karşı koyma’ bahanesiyle çeşitli şehir ve köylerde 300 000
kadar yurt büyüğünü, ünlü zenginleri, tanınmış aydınları öldürdü.
Ona şikayete gidersen, Seyit Noçi’nin düştüğü duruma
düşebilirsin„ diye cevap verdi.
Belirlenen günün sabahında, Üretim ve İmar Ordusu denen
Milliyetçi Çin askerleri traktörlerini sürüp gelerek laf bile etmeden
misafir odasının arka duvarını deldiler. Komşuların telkini,
Tacinisahan ve çocuklarının ağlayıp inlemeleri neticesinde Kadircan
direnmekten vazgeçerek eşyaları dışarıya taşımak zorunda kaldı.
Böylece öğleye kadar bütün ev yıkıldı. Kadircan, hanımı ve
30
çocuklarıyla birlikte 8 kişi, kardeşinin hanımı ve çocuklarıyla birlikte
sokağın ortasında evsiz barksız kaldı. Elinde ise birilerinin
tutuşturduğu eve yerleştirme ücreti diye verilen 500 yuanlık çek
vardı. Şirik diye adlandırılan 4 dükkan ve arsa hükümete geçmişti.
‘’Alın namussuz yalancılar! Hepsini alın! Kadircan öfkesinden
elindeki 500 yuanlık çeki de yırtarak yere attı. O sinirinden ne
yapacağını şaşırmıştı. Uzun yıllardan beri komşusu olan Haliçehan
yalvararak onların sokakta kalan eşyasını avlusuna taşıttı ve
kendilerini misafir odasına yerleştirdi. Yemeğini verdi. Altay
Belediye İnşaat Müdürlüğü’nün duyurusunda Kadircan’a şehrin
civarındaki dağ yamaçlarından istediği bir yeri seçerek ev yapmasına
izin verilmişti.
“Şimdi nerelere gideriz?„ dedi başı sıkışan Kadircan. “Baba,
baba, bizim daima sana çiçekten demet yaparak eğlendiğimiz çiçekli
yere gidelim„ dedi altı yaşındaki sevimli kızı Rabia babasına
yalvararak. Evdekilerin hepsi bu sözü duyduktan sonra başlangıçta
güldüler. Hemen ardından bu akıllı kızın sözü üzerine düşünmeye
başladılar. Neden olmasın, oralar da boş değil mi?
Çiçek Bahçesine Yerleşme
Bütün Altay şehrini bir tiyatroya benzetirsek, yazın çiçeklerle
kaplı duran bu dağ yamacı onun sahnesi gibi idi. Orası gerçekten
güzel bir yerdi. Buradan bakıldığında şehrin bütün manzarası,
sokakları ve evleri net görülüyordu. Ama şimdiye kadar kimse
buraya ev yapmayı aklına getirmemişti. Kadircan mahallenin ileri
gelenlerinden birkaç kişiyi, duvarcı ustayı ve çoluk çocuğunu alarak
çiçekli yeri görmeye geldi ve görür görmez karar verdi. O;
“Sağ ol akıllı kızım, senin çiçek bahçene taşınacağız” dedi ve
Rabia’yı kaldırıp alnından öptü.
Ertesi günden itibaren yeni ev yapımına başlandı.
31
Kadircan dağ yamacından 10 dönümlük arsayı planlayarak
çevreletti. Arsanın yukarı tarafına kendisi için 5 odalı ev, kardeşi için
5 odalı altı ve üstü ahşaptan, çift pencereli ve şömineli Rus tarzı ev
yapmak için plan yaptıktan sonra kara koç keserek kan akıttı ve dua
bitince besmeleyle ip çekti. Arsanın aşağı tarafındaki geniş alana
çiçeklik yaptı. Daha aşağısına ise patates ve sebzelerin ekileceği tarla
evleklerini yaptı. Dağ yamacındaki nehir yatağı boyunca akan
şelalenin suyunu keserek çiçeklik ve sebze tarlasının ortasından
geçen büyük bir kanal açtı. Kanalın aşağı tarafındaki iniş noktasına
değirmen yerleştirdi. 10 dönümlük arsanın çevresi boyunca sıra sıra
kavak fidanı dikti.
înşaat pek çok giderle yapıldı. Bütün servetinden, gelir getiren
dükkanlarından aynlan Kadircan, hanımının kara günler için
sakladığı toz altınlarım hükümet bankasına düşük fiyattan satarak ev
inşaatının kerestelerini, taşlarını ve malzemelerini satın aldı. İşçilerin
ücretlerini ödedi. Böylece yılsonunda Kadircan’ın çiçekli yerdeki
heybetli ‘villası’ bitti ve bu münasebetle Altay cemaatı ve meşrep ehli
ev partisine iştirak etti.
“Çok uzağa gitmişsiniz Kadircan, sabah akşam sohbet edelim
dersek bayağı yürüyecekmişiz” dedi caminin büyüğü Alim Hacım
Kadircan’a bakarak. Kadircan memnuniyetle:
‘’Evet biraz uzak kalıyor. Bu gidişle belki yarın hepiniz şehri
rezillere bırakıp buraya gelirsiniz. O açgözlüleri bir gün de gözüm
görmesin dedim, ağabey nasıl?” diye cevap verdi.
“Öyle ya, eskiden yaşlılar eceliyle giderdi, şimdi hükümetin
fermanıyla biri ölüme, biri hapse gidiyor. Azaldı yaşlılar, birer ikişer
kayboluyoruz. Üstelik 5-6 yıl önce gelen Çin askerlerinin erkekleri de
doğuruyor mu ne, acayip çoğaldı bu herifler, yavaş yavaş bizi de
şehirden sıkıp, çıkaracak gibi” diye şikayet etmeye başladı
mahalledekiler.
Yıl dönüp ilkbaharın gelmesiyle, dağ yamacındaki yemyeşil
çimlik ve rengarenk çiçeklerin arasında ortaya çıkan maviye
32
boyanmış bu villa, Altay şehrinde meşhur oldu. Herkes sevinip bu
civara taşınmaya heveslendi. Kadircan’ın evini baharın güzel
manzarası içerisinde gören Komutan Wang:
“Ah, saray, çabuk dürbünü getir.” diye dikkatle baktıktan
sonra hasretle kıvranarak, “Gördünüz mü aptallar, evine el koyduk,
daha güzelini yapmış, siz tembel tenekeler hâlâ pis domuz gibi
bodrumdan çıkamadınız. Bu çalışkan insanlarla boy Ölçüşülemez.”
demiş.
Kadircan’ın villasının etrafına dikilen kavaklar yaprak
çıkarmaya, çiçek içerisinde bin bir çeşit çiçek açmaya başladı. Kadircan tarlaya patates, havuç gibi sonbahar sebzeleri ve biber, domates,
börülce gibi ilkbahar sebzeleri ekti. Büyük kanalda akan berrak su
değirmeni döndürdükten sonra tarlanın kenarındaki yol boyunca
şehre doğru akıyordu. Kadircan ve Tacinisahan gece gündüz
durmadan çalışıyorlardı. Artık evde hizmetçi yoktu. Ekmek pişirme,
inek sağma, çamaşır yıkama, yemek yapma gibi işlerin hepsi
Tacinisahan’a kalmıştı. Hamile annesinin kan ter içinde çalışmakta
olduğunu gören Rabia onun peşinden birlikte koşturup elinden
geldiğince annesine yardım etmeye çalışıyordu. O ufak tefek işleri
öğrenmeye başlamıştı.
Geçim Yolunda
Kadircan yıllarca emek vererek yaptığı evinin balkonuna
serdiği halı üzerinde oturup uzaklara baktı, ev bark işleri, ekin,
hayvancılık gibi geçim yolları artık yoluna girmiş gibiydi.
Çocuklarının büyüğü ortaokula başladı. Rabia da o sene
ilkokula başlamıştı. Mahallede Uygurca okul olmadığı için, o, Kazak
arkadaşlarıyla birlikte Kazakça okulda okuyordu. Kadircan altı
çocuğunun hepsini yüksek okullara kadar okutmaya niyet etmişti. Bu
nedenle o, kızlarına:
33
“iyi okuyun evlatlarım, ben sizi Urumçi, Taşkent hatta
Moskovalara kadar götürüp okutacağım” diyordu sürekli. Üstelik
vefalı Kadircan, kardeşi ve onun ailesine de bakmayı üzerine almıştı.
Sabah balkonda hah üzerine sofra serildi. Sofraya kavrulmuş
kuyruk yağı ile süt karıştırılarak yapılan büyük kızarmış ekmekler,
bal, ham kaymak, tereyağı, yeşil üzüm, ceviz, badem, erik çekirdeği,
siyah frenküzümü, kiraz ve gonca üzüm reçelleri dizildi. Düzgün
doğranmış yuvarlak at sucukları sofranın dört köşesine konuldu.
Tacinisahan balkonun bir köşesine yerleştirilen semaverden
çaydanlığı kaynar suyla doldurup çay demledi ve yanındaki
tencerede süt ile tuzu ayarlayarak sütlü çay hazırladı. Kadircan önce
kardeşini ve yengesini kahvaltıya davet etti. Bu sesi duyan çocuklar
gürültüyle odalarından çıkıp sofraya, anne babalarının yanına
toplandılar. Çocukların bazıları çanak kasedeki kaymaklı çaya
ekmeklerini bandırıp yerken, bazıları ekmeklerine bal ve tereyağı
sürüp yedikten sonra çayını içiyorlardı. Büyükler ekmeklerini
kasedeki çaya ufalayarak koyduktan sonra kahverengi kaşıklarıyla
yiyorlardı. Uzun süren sabah kahvaltısı bütün aile fertlerinin en
neşeli ve en güzel toplantısı sayılırdı. Aile düzeni gereğince kimse
kahvaltıya gecikmezdi. Kahvaltı sırasında küçükler büyükler
karşısında asla fazla konuşmazlardı. Kahvaltıdan sonra herkes kendi
işine bakardı. Kadircan’ın kardeşi çocukları peşine alarak çiçekliğe
götürürdü. Onlar yoruluncaya dek toprağı çapalayıp işlerlerdi. Dal
budarlardı. Kanal evlekleri açarak çiçekleri sularlardı.
Çocukların büyükleri okullarına gitmeye acele ederlerdi.
Kadircan kahvaltıdan evvel ağıldaki sığır ve inekleri buzağılarından,
sağılı koyunlan kuzularından ayırarak ayrı ayrı sürülerine kattıktan
sonra atları bağladığı yerden çözüp değirmenin altındaki akan suya
götürüp sulardı. Sonra koşulmayıp binmeye hazır duruma getirirdi.
Genellikle kardeşinin atını da hazırlardı. Kahvaltıdan sonra hemen
öğlen ezanı okunurdu. Kardeşi camiye namaz kılmaya atlı giderdi.
Kadircan’ın yengesi ile Tacinisahan sofrada en son kalanlardandı.
Onlar kaymaklı çayın son tortularını çiğneyerek sofrayı toplarlardı ve
bulaşıkları yıkayıp bitirir bitirmez yemek yapmaya girişirlerdi. Birisi
34
tarlaya sebze almaya giderken birisi elekle un eleyip hamur
yoğurmaya başlardı. Kadircan işlerini yoluna koyduktan sonra yazın
kımız öleng(1)de, kışın meşrep makam(2)da güzün düğün ve oğlak
kapma yarışında, ilkbaharda avda eğlenmeye alışmış gündelik
hayatını anımsardı, şimdi hükümet personeli diye günde 8 saat
oturmaya, kafes gibi odasına kapanmaya alışamadığı için sıkılıyordu.
Son yıllarda geçim derdinden fazla konuşmaz oldu. Ama onun helâl
çalışmaktan aldığı huzur bambaşka idi. Özellikle kan ter içinde
kalıncaya kadar çalışıp alnından boncuk gibi ter akarken dinlenmek
için avludaki sekiye oturduğu an hayatındaki en zevkli anlardı.
Tacinisahan’ın büyük tepsiye koyarak getirdiği buz gibi ayran ya da
yoğurt ancak dikkatini ve dalgınlığını dağıtırdı.
“Baksana hanım, eğer bu dünyada rahatlık varsa, işte burası
gibi insandan uzak saf doğada lezzet, huzur, zevk, güzellik ve saflık
denen şeylerin hepsi bulunur yahu, biraz sessiz kalıp benim gibi bir
dinle bakalım, kurban olayım.„ Kadircan, Tacinisahan’ı mahsus
yanında oturtup doğanın güzelliğinden, tatlı doğa seslerinden zevk
almaya davet etti.
(1) Türkülü eğlence türü.
(2) Kışın yapılan sıra gecesi eğlencesi.
Gök masmavi, yer yemyeşil, uzaktaki dağlar, karanlık
orman…
Balkonun keresteleri, pencere çerçeveleri, kapı eşikleri
süslenmişti. Açık mavi rengindeki sıra evler, kapı önünde açan
rengarenk yerli ve Rus çiçekleri villanın dört tarafını saran kavaklar,
onların etrafında buram buram hoş koku yayan sayısız dağ
çiçekleri… hepsi bir arada sanki işlenmiş bir ipek halı gibi güzel
manzara oluşturuyordu…
Uzaktan duyulan ritimli şelale sesleri, avludan geçen
kanallardaki buz gibi dağ suyunun hafif şırıltısı, kurbağa ve
çekirgenin ritimsiz sesleri, bülbül, gugukkuşu ve tarla kuşlarının
ötüşü ineklerin kesik kesik mölemeleri, koyunların uzun uzun
35
melemeleri, köpeklerin uzaktan duyulan havlama sesleri, ağaç, bitki
ve çiçeklerin hafif rüzgarda hışırdamaları… Ah güzel, doğal, lirik
senfoni, insnaın kalbinin iksiri olan tabiat korosu… Çocuklarının
memleketi olan Altay’daki unutulmaz hayat hatıraları idi.
Bazen okuldan dönen Rabia koşarak gelip babasının yanına
oturduktan sonra babasını taklit ederek başparmağını ağzına tutup
‘sus’ işareti yapar ve etraftaki hoş doğa müziğine kulak kabartırdı.
Onun küçük kalbi helal çalışma ortamında, güzel doğa sahnesinde ve
doğanın hoş koro müziği içerisinde gelişmekteydi.
Çalışkan Kız
Rabia dokuz yaşına girdiği yıl, yani 1957 yılında babası
Müdür Kadir çalışmakta olduğu gıda şirketinde yerli milliyetçiliğe
sağcılığa karşı siyasi çalışma toplantılarına yatılı olarak katılmak
zorunda kaldı. Kadircan bunu hapse benzetmek istedi, ama sabah
akşam serbestçe yemeğe çıkabiliyordu. Pazar günleri yine evine gidip
gelmesine izin veriliyordu.
Cezaevi değil demek istedi, ama akşamları ciddi siyasi
çalışma sırasında birden bire birisini ortaya çekip çıkararak: “Sen
Doğu Türkistan ordusunda askerken kaç Çinli askeri öldürdün?”.
“Komünist Parti geldiği zaman neden Haydut Osman’a haber
ulaştırdın?”. “Ordumuz aleyhine hangi sözleri söyledin?”, “Neleri
düşündün?” gibi sorularla sorguya çektikten sonra “Yok olsun “ diye
slogan atarak eleştirirdi. Eleştiri sırasında polisler bazılarını ellerine
kelepçe takarak götürüp hapse atarlardı. Bu durum karşısında kimse
“Evimde işim var gideceğim” diyemezdi. Aksine hepsi “ Bana ne
zaman sıra gelir” diye kalbi küt küt atarak otururdu.
Müdür Kadir bir pazar günü evine dönüp hanımına
durumunu anlatarak:
“Ne günlere kaldık, bir gün olsun huzur yok, Alihan Törem’i
görmüştüm, Doğu Türkistan’ın ay yıldızlı gök bayrağını taşımıştım,
Osman Batur’un yiğitlerine beş koyun vermiştim diyenlerin hepsi
36
şimdi düşman kesildi. Ben hayatım boyunca çalıştım çabaladım.
Çalışıp çoluğuma çocuğuma bakacağım diye yapmadığım iş kalmadı.
Şimdi beni de meseleni ifşa edeceğiz, önce kendin ihbar et diye
sıkıştırıyor. Allahım, sana karşı farkında olmadan ne günah işledim
ki, çocuklarıma bunca azap çektirecek?” diye hüngür hüngür ağladı
ve “Evin bütün işleri sana kaldı hanım, dişini sık, bu günler de geçer
gider” dedi.
Bu sözleri duyan ve kocasının yüreğinden fışkıran efkarını
anlayan Tacinisahan da ağladı. Deminden beri babasının omzuna
asılarak eğlenmekte olan Rabia konuşulanları duyunca babasına
annesine bakıp birlikte ağlamaya başladı. O ne olduğunu o kadar net
kavrayamasa da “Bütün işler sana kaldı„ şeklindeki sözleri anlamıştı.
Onun için babasına bakarak:
“Canım babacığım, merak etme, işine bak, annemin bütün
işlerini paylaşacağım” dedi hıçkırıkla.
O günden itibaren Rabia annesine yardım etmeyi alışkanlık
haline getirdi. Rabia sabah annesiyle birlikte yerinden kalkıp annesi
inek sağarken buzağıyı tutardı. Süt sağıldıktan sonra, buzağıyı kazığa
bağlayıp inekleri sürüye götürüp bırakırdı. Avluya su serpip
süpürürdü. Kahvaltı hazırlanırken koyun, kuzu ve buzağıları sürüp
kıra bırakırdı. Okuldan döner dönmez kırlarda koyun sürüsünü
bulup kendi koyunlarını ayırarak eve getirirdi. Buzağıları kazığa
bağladıktan sonra akşam sürüden dönen inekleri ağıla kapatırdı. O,
annesinden sebze tarlasına girip sulama, gübreleme, çapalama, dal
budama gibi işlerin hepsini öğrenmişti. O yine annesinin balkonda
oturup büyük annesiyle sohbet ederken hasırotundan güzel süpürge
yaptığını görünce onu taklit ederek süpürge yapmayı çabucak
öğrenmişti. Rabia böylece günde bir iki tane süpürge yapıp
komşularına verirdi. O yine dağdaki en güzel açan şakayık
çiçeklerinden demet yaparak komşularının evine götürürdü. Her
evde Rabia’nın dizdiği şakayık çiçekleri hoş koku yayıyordu
Komşular Rabia’dan memnun olarak:
37
“Rabia kendi kızımız gibidir, çok çalışkandır, hayırseverdir”
diye överlerdi.
Rabia haftada bir iki kez annesinin peşinden ormana gidip
odun, çayırmelikesi getirirdi. Bazen koyun gütmekten dönerken
omzuna bir yığın odun alıp getirirdi. O her defasında kendi
boyundan uzun ve kaim çayırmelikesi dallarını sıkı sıkı bağlar, sonra
ipin bir ucunu omzu üzerinden geçirip elinde sıkı tutar, eğilerek
yürüyüp eve geldiğinde annesi koşarak çıkıp: “Neredesin kızım,
odun içinde gözükmüyorsun, yahu!” diye omzundan odunu
indirirdi. Öyle günlerin birinde, Rabia’nın süpürge, şakayık çiçeği
verdiği yalnız nine Hevihan dağ yamaçlarından bir kucak odunu
omzuna alıp nefes nefese kalarak iniyordu. Rabia onu görünce
koşarak ninenin yanına vardı ve omzundaki odunu alarak:
“Nine, bundan sonra siz nudlalmaya gitmeyin, hepsini ben
getireceğim” dedi. Böylece Hevihan Nine'nin odunluğu fazla
geçmeden kurumuş çam dalları, çayırmelikesi dalları ve kurumuş
bitkilerle doldu. Bir gün Hehivan Nine’nin avlusunu süpürmekte
olduğunu gören ablası onu eve geri getirdikten sonra kızarak:
“Ne yapıyorsun kardeşim, herkese süpürge, çiçek
dağıtıyorsun, odun topluyorsun, sen başkalarının uşağı mısın? Şimdi
de avlularını süpürmeye başlamışsın, yakışır mı bize?” dedi.
“Ne yapayım abla” dedi Rabia ablasına yalvararak, “o
zavallıları gördüğümde dayanamıyorum, hepsini kendi babam gibi,
annem gibi seviyorum, bir nebze de olsa zorluklarını hafifletmek
İstiyorum.”
Rabia okulda da öyle gayretli ve çalışkan idi. Derslerin
hepsinde iyi olmakla kalmayıp okuldaki beden eğitimi ve şarkı
söyleme etkinliklerinde de usta idi. Okul bahçesi Rabia’nın ektiği
diktiği çiçeklerle dolmuştu. Okulda öğretmenler, mahallede
büyüklerin hepsi onu severdi. Büyükler ona imrenerek:
38
‘’Bu mucize bebek artık çalışkan kız oldu, küçücük olmasına
rağmen herkesi düşünüyor. Büyürse nasıl da cesur bir kız olur
acaba?” derlerdi.
Kadircan işten yorgun dönüp yorgunluktan yastığa yaslanır
yaslanmaz hemen yanında Rabia belirir ve babasının ayaklarını tutup
ovardı.
‘’Babacığım büyüdüğümde sizi de annemi de hiç
çalıştırmayacağım. Her işi kendim yapacağım mümkünse
mahalledekilerin hepsine kendim bakacağım ‘’ derdi. Babası ona
bakarak derin uykuya dalardı…
Felaket Yılları
1960 yılının kışında öyle soğuk oldu ki, yağan kaim kar
yüzünden kimse evinden dışarı çıkamadı. Evde yiyerek yatmaktan
başka çare kalmadı. Soğuk uzun sürüp yem bitince hayvanlar aç
kaldılar. Kış boyunca yırtıcı kurtlar da şehre durmadan saldırıp
koyunları yediler. Kış boyunca şiddetli soğuğa dayanamayan gebe
sığır, sağılı koyunlar buzağılarını, kuzularını terk ettiler. Bunlar
yetmiyormuş gibi, hükümet gerek un, pirinç gerekse et ve yağları
güzün başında felaket görülen Çin eyaletlerine götürmüştü. Dükkan
ve lokantalar yakacak odun bulunamadan kapatılıyordu. İki üç
yıldan bu yana hükümet demir çelik üretiminde İngiltere’yi geçme
sloganıyla yakılacak ne varsa hepsini yakarak, eriyecek ne varsa
hepsini eriterek dağ derelerini cüruflarla, atıklarla doldurmuştu.
Böylece şehirde ve köylerde yenecek bir şey kalmadı. Halk açlık
içerisinde ne yapacağını şaşırıp telaşlandı.
İlkbahar gelip havalar biraz ılımaya başlayınca, Rabia eline
küçük küreği alarak bir önceki sene Üretim ve İmar ordusu denen
askerlerin patates ektiği geniş kıra gidip toprağı kazdı. Küreğin
saplandığı heryerden ufacık patates çıkıyordu. Bazen epey büyük
patatesler de çıkıyordu. Bir saat toparak kazarak büyük bir sepeti
patatesle doldurup evine getirdi. Evde herkes sevindi. Rabia ertesi
39
gün mahalledeki kız ve oğlan olmak üzere ondan fazla çocuğu
götürüp onlara patates toplamayı öğretti. Gerçekten de geçen güz
Üretim ve İmar Ordusu denen askerler tembellik edip orasını
burasını kazarak büyüklerini alıp ufaklarını bırakmışlar, saatlerine
bakıp ‘’vakit doldu” diyerek çalışmaktan kaçıp ‘’bitti’’ diye
gitmişlerdi. Böylece iki gün sonra, karnı aç, yiyecek bulamayan
birçok Uygur ve Kazak, kürek ve çuvallarını alarak kıra gidip patates
toplamaya başladı. Herkes bu aklı bulan Rabia’yı övüp göklere
uçurdular. Büyükler, Rabia’nın aklına aferin deyip dua ettiler.
Rabia bir gün Hevihan Nine’ye odun getirmek üzere dağın
eteğindeki kırı kestirmeden geçerek tümseğe çıktı. O odun taşırken
aniden ayağı sürçerek düştü. Dağ tümseklerindeki kar daha tamamıyla
erimemişti, Rabia’nın ayağına karın altındaki bir deste buğday bağı
takılmıştı. Geçen sene yine o Üretim ve îmar Ordusu denen askerler bu
tümsekte sulama istemeyen tarla açarak buğday ekmişlerdi. Yaz
sonunda soğuk çabuk bastırdığı için onlar buğdaylarını da yarım
yamalak biçtikten sonra gerisini bırakıp gitmişlerdi, üstelik Üretim ve
İmar Ordusu askerleri aylık maaş alarak çalıştıkları için zil çalınır
çalınmaz işi bırakıp kaçarlardı. Onlar için hasat önemli değil, zamanın
çabuk geçmesi önemliydi. Dolayısıyla buğday başakları, hatta deste
deste bağları da bırakıldıktan yerde karın altında kalmıştı. Rabia eline
çıkan bir deste buğday bağını tutup biraz düşündü. “Bir dakika” dedi
kendi kendine “Patatesi yiyip bitirdik. Buğday olmayınca değirmen de
durmuştu. Allah bu buğdayı bize nasip etmişe benziyor.
Mahalledekileri buraya getireyim. Aç zavallılar birkaç gün de olsa
buğday unundan lağmen yesinler.”
Geçen sonbaharda da Rabia’nın annesi, onu ve kardeşlerini
götürüp başak dererek birkaç çuval buğday toplamıştı.
Rabia bu hayallerle dönüp mahalledeki büyük küçük
çocukların hepsini topladı ve okulda olduğu gibi konuşmaya başladı.
“Hiçbir evde yiyecek yok, aç kalmaktayız, bugün hepiniz
birden çuval alarak beni takip edin, ben sizi güzel yiyecek olan bir
yere götüreceğim.”
40
Rabia kız, gene mi patates toplayacağız, neredeymiş o
patates?” dedi çocuklar meraklanarak.
Hayır, patates değil, şimdi başak dereceğiz, herkes güzün
başak derse de, biz ilkbaharda başak dereceğiz. O Üretim ve İmar
Ordusu denen tembellerin terk ettiği büyük tümsekteki tarlaya
gideceğiz.’’ Dedi Rabia.
Buraya da ilk gün çocuklar geldiler. Ertesi gün bütün
mahalledekiler harekete geçip başak dermeye çıktılar. Başak dermeye
çıkan büyükler bir taraftan çalışırken, diğer taraftan da şikayet
etmeye başladılar. Dağın tümsekleri arasındaki bu uçsuz bucaksız
düzlük aslında Altay şehrine en yakın hem yayla hem de kışlak
olabilecek güzel otlak idi. Şehirdekilerin hepsinin bir iki binek atı
vardı. 300 - 400 kadar at işte bu otlakta otluyordu. İnsanlar atlarını iki
ayağından iple bağladıktan sonra kapılarının önünde serbest
bırakırlardı. Atlar doğru buraya gelip gece boyunca otluyordu. Ertesi
gün insanlar doğrudan buraya gelerek atlarının ayaklarını çözüp
koşumsuz binerek götürürlerdi. Kışın sürüye katılan inekler ge uzağa
gitmeden burada otlarlardı.
İki sene önce Üretim ve İmar Ordusu denen silahsız askerler
(insanlar arasında bunlar Milliyetçi Çin’in esir düşen askerleri
oldukları için komünistler onlara güvenemeyip silah vermemişler,
ama kendi milletinden oldukları için yerlilere karşı koymak üzere
kendi adamlarını çok göstermek maksadıyla onlara askeri üniforma
vermişler şeklindeki söylentiler yayılmıştı) 10-15 traktörü böğürterek
getirip kimseye de sormadan bu güzel otlağı aktarıp sulama
istemeyen tarla haline getirerek tohum saçmışlardı. Şehre en yakın
olan suyu bol, otlakları sık bu bir parça otlaktan mahrum kalan halk
sürülmemiş toprağı tarla haline getiren askerleri lanaetlemişti. O sene
hayvan yetiştiriciler itiraz ederek hükümete şikayetlerini arz ettiler.
Hükümetin başında bulunan Sekreter Wang adındaki yönetici
aslında askerlerin kumandanı olup sonra terfi ederek Altay’ın Parti
Komitesi Sekreteri olmuştu. O toprağımızı iade etsin diye şikayet
eden temsilcilere:
41
‘’Altay’da ne çok, toprak çok, ne istiyorsunuz? Askerler tarla
açarsa halkı beslemek için açar. Halk komününün ortak planına karşı
çıkıp ne yapmak istiyorsunuz? Aklınızca bu otlaklar bizimdir mi
elemek istiyorsunuz? Biliniz ki, ordumuz şu anda hududun her
yerine sağlam bir şekilde yerleşmiş bulunuyor. Onlar ülkenin
bütünlüğünü canlan pahasına koruyacaklar. Bu uçsuz bucaksız
topraklar Çin toprağıdır. Karşı gelen anti devrimciler proletarya
diktatörlüğünün demir tabanı altında ezileceklerdir.” gibi alay ve
hakaretlerle hem de gözdağı verecek laflarla temsilcileri kovmuştu.
Aradan fazla geçmeden her kışlağın ünlü zenginlerinden, okumuş
gençlerinden 20 - 30 kadar kişi aniden tutuklandı. O dönemde çıkan
yerli gazetelerde “Yabancı ülke casuslarının kışkırtmasıyla Altay
şehrinde ayaklanmaya hazırlanan bir avuç kötü niyetli kişi tarumar
edildi” şeklinde haber çıktı. O olaydan sonra sadece bu bir parça tarla
değil, 5-6 yerde özel ya da kolektif olarak altın kazmakta olan yerliler
de aniden tutuklanınca madenciler dağıldılar. Altın madenleri öylece
Üretim ve İmar Ordusu’nun eline geçti.
Kulağı delik küçük Rabia büyüklerin şikayetlerini duyuyordu.
Evde ise babası daima yakın arkadaşlarıyla Altay‘a gelen askerleri,
Üretim ve İmar Ordusu denenleri ve yolsuzluk yapan Çin
yöneticilerini suçlayarak coşardı. Rabia’nın küçük kalbine Huzurlu
hayatımızı, müreffeh yaşamımızı bunlar gelip bozmuş şeklinde
düşünce yerleşmeye başladı.
Sürgündeki Çocuklar
Açlık felaketlerinin ayağı kesilmeden iki sene geçti. 1962 yılına
gelindiğinde, Altay şehrinde doğru düzgün dükkan ve lokanta
kalmadı. Çünkü dükkan açmaya mal yok, lokanta açmaya un, pirinç
ve yağ yoktu.
Urumçi’den korkunç haberler gelmeye başladı. Urumçi’den
Altay’a kereste, at, koyun, maden, altın taşıyan kamyonların şoförleri
gelip gittikleri için genç şoförler memleketin her bölgesinin
42
haberlerini birbirlerine yetiştiriyorlardı. Hükümet yenilebilecek ve
içilebilecek şeylerin hepsini Çin şehirlerinde ağır biçimde açlık
çekmekte olan insanlara götürmüş, uçak ve yük kamyonlarıyla
taşıyıp yetiştiremeyince Urumçi’ye demir yolu yapmış, trenle o tarafa
serveti, bu tarafa da serseri göçmenleri naklediyormuş. Ejdarha gibi
uzun trenle her seferinde 3-4 bin Çinli gelirmiş. Yalnız Bay ilçesinin
sınırları içerisinde 60-70 bin Uygur çiftçi yiyecek hiçbir şey olmadığı
için ve dışarıya gitmelerine izin verilmediği için, savaş hazırlığı ve
felaketten kurtarma diye tahıl deposunda toplanan buğday ve mısır
olmasına rağmen, sokaklarda sürüne sürüne açlıktan ölmüş.
Urumçi’de ahaliye karne politikası uygulanmış, herkese ayda
7 kilo mısır, börülce, soya gibi kara un, 175 gram yağ, 250 gram et,
yarım sabun, 3 defa lokantaya giriş bileti, yılda bir buçuk metre
kumaş gibi şeyler için bilet dağıtılmış. Urumçi’de bir aylık maaş ile
ancak iki kilo bisküvi satın alınabilirmiş. Daha ihtiyaç karnesi ve gıda
karnesi gibi söylentilerin ayağı kesilmeden bu uygulama Altay’a
geldi. İnsanlar ne olduğunu anlamadığı bir avuç bileti görünce
şaşırdılar. Öyle ağır günlerde hükümet bütün şehirlerdeki Uygur ve
Kazak askerlerini Hoten’e toplayıp toprak davası nedeniyle
Hindistan sınırında savaştırıyormuş.
Hepsinden daha korkunç haber Kulca’dan geldi. Mayıs ayının
sonunda yoksulluk ve açlık yüzünden canlarından bezen insanlar
hükümeti protesto etmek için gösteri yapmışlar. Okul çocukları okul
dönüşünde göstericilere katılarak ön saflarda yürürken hükümetin
askeri bölge binalarının kapı pencerelerinden aniden yağmur gibi
kurşun yağıp birçok insan ve çocuk ölmüş.
Bu olay Çöçek ve Böritala’ya kadar yayılmış. Ardından birileri:
“Hükümet yakında hepimizi kıracakmış, pek çok Çinli asker
geliyormuş, derhal sınırdan Sovyetler Birliği’nin Kazakistan
Cumhuriyeti ’ ne kaçalım, sınırlar açıldı” şeklinde haber yaymışlar.
İnsanlar gerçekten Rus pasaportu alanların gitmeye başladığını
görmüşler. Pasaportu olmayanları da sınıra gittiğinde kimse
engellememiş. Aşağı yukarı bir ay içerisinde, sınır karakollarındaki
43
aslında sineğin bile geçmesine izin vermeyen askerler kaybolmuşlar.
Hükümet kendisi otobüs ayırıp Kulca halkını Korgas sınırına taşımaya
başlamış. Böylece İli, Çöçek ve Böritala gibi yerlerden Uygurlar başta
olmak üzere yüz binlerce yerli halk Sovyetler Birliğine gitmiş.
Hükümet bu insanların yurtlarına Çin’de aç kalan askerleri, ahaliyi ve
cezaevlerindeki katil suçluları getirip yerleştirmiş. Hükümet genelge
yayımlayarak buraya asıl tehdidin Sovyetler Birliği’nden geleceğini,
sınır bölgelerine yerli ahalinin yerleştirilmesinin güvenli olmayacağını,
bundan dolayı yerlerinin değiştirilmesinin uygun olduğunu
belirtmişlerdi. Bu tür söylentilerin yüzde doksanı doğru çıkmaya
başladı. İşte şimdi sıra Altay’a geldi.
1962 yılının haziran ayında Altay’da sınır bölge ahalisini
dağıtma, azaltma gibi konularda propaganda toplantıları yapılıp
yukarının direktifini uygulama işine ciddi başlandı. Her zaman
felakete, hükümetin rüzgarına ilk rastlayan Kadircan’a bu uğursuz
haberi, hükümette şahısların ortaklığındaki Gıda Servis Şirketinin
Parti Komitesi Grubu Sekreteri diye uzun makam ünvanıyla hitap
edilen, bu şirkette kendi kendine aniden peyda olan, ordudan meslek
değiştiren Zhang soyadlı bir Çinli ulaştırdı:
“Ciddi duyuru olduğu için evinize getirdim, yukarının
duyurusu, hemen uygulamamız gerek, yarından itibaren işe
gitmeden hazırlanın.”
Sekreter Zhang, Askeri Bölge Şubesi’ndeki tanıdıklarının üç
tekerlekli motosikletine binerek, üstelik iki Çinli askeri yanına alarak
heybetli bir şekilde gürültüye gelip evrağı verir vermez yine
motosikleti gürüldeterek döndü.
Motosikletin korkunç sesini duyan çocukların, büyüklerin
hepsi evlerinden aceleyle kapı önüne çıkmışlardı. Onlar kapı önünde
elinde bir sayfalık Çince yazılmış bir kağıdı tuttuğu halde dona kalan
Kadircan’ı gördüler. Mahalledeki komşular da birer ikişer kapı önüne
gelmeye başladılar.
44
Duyuruda Komünist Parti’nin parlak politikası neticesinde,
savaş hazırlığı ihtiyacıyla, Başkan Mao’nun “Memur organlarının
derli toplu olması lazım” şeklindeki direktifi gereğince... Müdür
Kadir, Kuça İlçesi Gıda Servis Şirketi’ne tayin edildi. 15 gün
içerisinde oraya gidip kayıt olması gerek. Ailesini karşı taraf
yerleştirecektir gibi sözler yazılmıştı. Bir haftadan beri Kadircan’ın
kalbi bir felaketi seziyordu. Çünkü Altay’daki her yerli buraya fazla
gelmiş gibi dışlanıyordu. Sesini çıkaranlar on yıldan beri birer ikişer
tutuklanarak hapse atılıyordu. Altay Kıreyleri’nin nişancılarından,
yiğitlerinden, okumuş ulema aydınlarından 400’den fazla kişi
tutuklanarak Taklamakan çölündeki cezaevlerine nakledilmişlerdi.
Yemyeşil dağlarda süt, kımız, ayran içmeye alışmış Kazak büyükleri,
kum ve tozun uçuştuğu çöllerde mısır ekmeği yiyip soğuk su içtikleri
için birer birer hastalanarak ölmekte, cesetleri çöllerde sahipsiz
kalmakta idi. Şimdi ise geride kalan tek tük Uygur ile Kazak’ı sürgün
cezasına çarptırmakta idi. Üstelik Taklamakan çölüne.
Kadircan yanında merakla bakıp duran hanımı ve
çocuklarına, ne olduğunu daha kavrayamayan komşularına ne
diyeceğini bilemeden öylece şaşırıp kalmıştı. Onun vücudunu için
için ağlama isteği sardı. Kalbi boğazına takılıp kalmış gibi ciddileşti:
‘’Ah Allahım’’ diye bağırdı elini havaya kaldırarak.
Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. ‘’ Bu dünya çok dar geldi bize,
doğup büyüdüğümüz yurdumuza sığamadık, ne zamana kadar
çekeceğiz bu gurbeti, bize ne zaman acıyacaksın ey Allahım! Küçücük
çocuklarıma da olsa acımaz mısın? Ah Allahım… Ah Allahım… Ne
yapacağım ben şimdi… Canım evlatlarım, size mekanınızda iyi
bakamadım, yeter, yeter… Kahpe feleğin takdiri…’’
Kadircan komşularının tesellisiyle ağlayıp inleyen çocuklarını
alarak evine girdi. Ama sanki bir musibet olmuş gibi, hanımı ve
çocukları birlikte yine hüngür hüngür ağladı.
Birkaç gün içerisinde teselli için, vedalaşmak için gelenler peş
peşe uğursuz haberleri getirdiler. Genel olarak Altay şehrinde
yerlilerden kimse kalmamış. Bütün Altay’ı kurtarmaya kumandanlık
45
eden kumandan, ünlü zenginzade, yurdun en büyüğü olan Molla
İslam Şangzung Tatar hanımı Feride HanımT ve altı çocuğunu alarak
bir yerlere gitmiş. Nice nüfuzlu Uygur yöneticileri, çok itibarlı ihtiyar
Kazaklar, zenginler, hayvan sahipleri ve eski öğretmenler, genellikle
halkın ağzında adı olan kişilerin hemen hemen hepsi Hoten, Kaşgar,
Tarım, Çerçen gibi yerlere sürgün edilmişti. Herkes yas tutmuş gibi
ağlayarak birbirleriyle vedalaşmakta, helâlleşmekte İdi.
Gün ve saat dolduğunda Kadircan’ın kapısının önüne üstü
örtülü yük kamyonu geldi. Ev eşyalarından kamyona
sığdırılabilenler alındı. Tacinisahan, Rabia başta olmak üzere dört
çocuğunu alarak kamyona bindi. Kızlarının büyüğü Urumçi’de
üniversiteyi bitirip Aksu Konaşehir (Eskişehir)‘de öğretmenliğe
atanmıştı. İkinci ise Urumçi’de Tıp Enstitüsü’nde okumakta idi.
Kadircan hükümet adamlarına şirketteki hesaplarını
kapattıktan sonra gideceğini söyleyerek ‘’ Canım çıksa da çamlıkta
kalacağım, eğitilmiş köpeklerimle birlikte yaşayacağım, yakalayıp
vursalar da Altay diyarında can vereceğim’’ diyerek dağa çıktı. Rabia
annesi ve kardeşleriyle birlikte ağlayarak yola koyuldu.
46
İKİNCİ BÖLÜM
ANNE BABA VE EVLAT SEVGİSİ
47
Yeni Mekan
Tacinisahan’ı Rabia’yı ve onun üç kardeşini taşıyan yük
arabası Altay’dan ağlama inlemeler içerisinde hareket etti, engebeli
yollarda sallana sallana gitti, dağ yamaçları boyunca Cungar
Vadisi’ne, oradan Manas’a, sonra Urumçi’ye gelene kadar 4-5 gün
geçti. Sonra Toksun, Ağı Bulak çölünden geçerek 12 gün sonra Aksu
vilayetinin Konaşehir (Eskişehir) ilçesine ulaştılar. Tacinisahan,
Kadircan olmadığı için tayin edildiği Koça ilçesine değil, Urumçi’deki
Pedegoji Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Aksu’nun Konaşehir
ilçesine tayin edilen büyük kızı Zühre’nin yanma geldi. Onları Zühre
kocası Keyum ile birlikte karşıladı ve kendilerinin kiralayıp oturduğu
evin boş odasına yerleştirdi. Onlar arabadan yüklerini indirdikten
sonra bir deri bir kemik kalan vücutlarını ovuşturarak şöyle bir
yıkandıktan sonra sofraya oturdular. Ev sahibi kadın yolculuk
yemeği, yani suyukaş (sebzeli makama çorbası) yapmıştı.
Rabia çekinerek oturup buradaki her şeyi Altay’daki evinde
bulunan şeylerle karşılaştırmaya başladı. Altay’daki dağ, orman, yeşil
otlaklar burada yoktu, her taraf çorak, çölleşmişti. Çiçek ve bitkilerle
örtülü evlerin yerine şimdi badanasız çamurdan yapılmış, her
yerinden tozlar uçuşan avlu vardı. Tahta üzerine serilen kıpkırmızı
halıların yerine topraktan seki üzerine serilen rengi uçmuş yırtık keçe
vardı. Sofra yerine rengi belirsiz bir parça bez serilmişti.
Onların önüne seramik kasede değil, büyük çanak kaselerde
makama çorbası getirildi. Kamı zil çalan çocuklar tahta kaşıklan
ellerine alır almaz aceleyle yemeye başladılar. Rabia kaseyi kaşıkla
epey karıştırmasına rağmen pancar yaprağı ve turp yaprağından
başka yiyecek bir şey bulamadı. Kaseye kaşığını beş on kez
bandırdıktan sonra ancak birer makarna çıkardı. Çocukların kamı
doymadı. Ev sahibi bunu fark etti ve özür dileyerek:
“Hey... kader kısmet böyle imiş, yol azabı kabir azabı
derlermiş çocuklarım. Çok zorlanmışsınızdır, yarı aç yarı tok olur
yolculuk dediğimiz. İnsanda hal bırakmaz. Altay’ın cennet gibi bir
48
yer olduğunu duyardık büyüklerden, rızkınız kesilmiş, nasip
olmamış oralarda yaşamak, buralar da 10 yıl önce sık ağaçlı bağ,
çiçeklerle dolu güzel bir yurt idi. Nereden geldi bu kara başlılar,
bereket kaçmaya başladı. Komüne diye evdeki her şeyi götürüp
bitirdi. Şimdi yiyecek de yok, bacaya bakıp oturuyoruz. Sizin
geleceğinizi duyunca komşumuzdan bir avuç un ödünç alıp evdeki
sebzelerle
karıştırarak
bu
yemeği
hazırladık.
Çocuklar
doymadıysanız mısır unu ekmeği yiyiniz.” dedi ve oyuktaki
tenekeden büyükçe sapsan bir ekmeği alıp birkaç parçaya bölerek
çocukların önüne birer ikişer koydu. Rabia sertleşmiş mısır
ekmeğinin bir lokmasını güçlükle ısırıp parçalayarak ağzına koydu,
ama çiğneyemeden o yana bu yana çevirerek ağzında döndürmeye
başladı. Bu onun mısır ekmeğiyle ilk karşılaşmışıydı. Onların
yolculuk için yağ ve sütle yoğurup pişirdikleri çörekler Argı Bulak’a
geldiklerinde tükenmişti.
Ertesi günden itibaren açlık ve kıtlık kendini gösterdi. Burada
karın doyurmak en büyük dert idi. Zühre ve Kayum’un maaşı bir aya
yetmiyordu. Çünkü küçük çocuklar için karaborsadan un ve yağ
aramak gerekti. Okuldan onlara verilen gıda karnesi ve yemek
numarasıyla 5 yuan vererek lokantadan bir kişilik yemek satın
aldıktan, yani bir kase börülce kavurmasıyla dört adet buhar ekmeği
satın aldıktan sonra onları yemeden eve getirip 9-10 kişiyle
paylaşarak yemek zorundaydılar. Buna rağmen bir aylık maaş on
gün kadar sürede biterdi.
Birkaç gün sonra mahalle komitesi denen kişiler
Tacinisahan’ın elindeki referans belgelerini alarak götürüp onları
Taklamakan’ın ortasındaki bir köye tayin ettiklerini duyurdular.
Bunu duyan Zühre okul yönetimine “Annem yalnız, işi gücü yok,
çocuklar küçük, hepsine kendim bakacağım” diye uğraşarak onların
ilçede kalmalarını sağladı.
Tacinisahan başlangıçta hiç tereddüt etmeden kulaklarındaki
küpeleri çıkarıp çarşıda gizli olarak kuyumculukla uğraşan ustaya
düşük fiyattan sattı. Bu günlerde böyle şeyleri alıp satanlar hemen
49
tutuklanıp hapse atılırdı. Buna rağmen pazarda satın alınabilecek un,
pirinç, yağ, hiç olmasa ekmek bile yoktu. Rabia her gün sabah
erkenden yerinden kalkıp kardeşini alarak çarşı mezbahasındaki
kelle paça dükkanının kapısında 150 - 200 insanın arasında kuyruğa
girerdi. Dükkan açılır, sırası gelince kelle paça ve çorbasını satın
alırdı. Mezbahada her gün kesilen birkaç koyunun eti hükümet
yetkililerine, askerlere ve birilerine dağıtılırdı. Geride kalan kelle paça
gece boyunca büyük kazanlarda kaynatılıp pişirildikten sonra
sabahtan kuyruğa giren müşterilere satılırdı. Rabia leğendeki iki
kişilik kelle paça ve çorbasını güçlükle taşıyıp eve getirirdi. Hepsi
sabah kelle paça etlerini azar azar paylaşarak yedikten sonra,
akşamleyin çorbalarını sebzelerle birlikte mısır unu katarak içerlerdi.
Bu tür yaşam uzun sürdü. Komşular geçen sene açlıktan civardaki
bölgelerde pek çok insanın öldüğünü, hükümetin bunu
umursamadığını
anlatarak
şükretmelerini
tembih
ettiler.
Tacinisahan’ın sakladığı toz altınları azar azar satıp parasıyla un,
ekmek, kelle paça gibi yiyecekler satın alarak kışı ancak geçirdiler.
Rabia her gün sabah kahvaltıdan sonra kardeşini alarak okula
giderdi. Kardeşini ilkokula götürdükten sonra kendisi ortaokula
giderdi. O ilkokulu Altay’da Kazakça okumuştu, şimdi Aksu
Onsu’da ortaokulu Uygurca okumaya başladı.
Becerikli Kız
Rabia Altay’da iken babasının, annesinin peşinden dolaşarak
ekin işlerini iyice öğrenmişti. İlkbaharın girmesiyle birlikte, o ev
sahibinden kapı önündeki bir sürü boş alana çiçek ve sebze ekmek
için izin istedi.
“Hükümet bir şey demezse ekin kızım, yalnız su getirmek
biraz zor olmaz mı?” dedi sevecen kadın danışır gibi.
Rabia her gün erken kalkıp kapı önündeki boş alanda bulunan
çöpleri süpürür, temizler, kum bitkileri kopararak toprağı aklardı.
Mahallenin başından gelen tıkanmış kanalı açarak suyun akmasına
50
hazır hale getirdi. Sonra pazardan patlıcan, biber, domates, hıyar,
uzun ve kısa fasulye, kabak tohumlarını getirip ekti. Etrafını
çevreleyerek çeşitli çiçekler ekti. Sarmaşık tohumları saçtı. Fazla
geçmeden kapının önü yeşererek çiçekler açmaya, sebzeler yetişmeye
başladı. Rabia’nın emeğinin meyvesini gören ve hükümetin
köylerdeki gibi sıkı kontrol etmediğini anlayan komşular da evlerinin
önünde boş konuşup oturma alışkanlıklarını bırakıp önce birer ikişer
bu çiçek bahçesinin yanına gelip çiçekleri temaşa eylediler, sonra da
kendileri çiçek ve sebze ektiler. Böylece o yıl bu mahalle yolunun iki
tarafı, kapıların önü ve avluların içi çiçek bahçesi haline dönüştü.
Rabia’nın oturduğu evin köşesinde tuvalet vardı, onu
temizlemek hem ağır hem pis bir işti. Rabia bu işi iğrenmeden kendi
üzerine aldı. O sabah başkalarının uyanmadığı zamanda eski tası
getirip tuvaletin içinden pislikleri çekip çıkararak toprakla karıştırıp
tasa koyar, sonra bunları sebze tarlasına götürüp her sebze fidesinin
dibini kazarak gübrelerdi. Onun ektiği sebzeler bir iki ay sonra ardı
ardına yetişmeye başladı. İki aile yemek için pazardan sebze satın
almak durumunda kalmadı. Hatta Rabia civardaki fakir ve yaşlılara
da sebze götürdü. Olgunlaşan domates, biber ve hıyarları sokaktan
geçenler kapışarak satın alıyordu. Eve az da olsa gelir gelmeye
başladı. Annesi bu parayla yemek, sabun ve yakıt gazı gibi gündelik
gereksinimleri satın alarak rahatladı.
Rabia çiçeklerin arasına Altay’dan getirdiği osmaf3) tohumu
ekmişti. Osmalar bir karış uzadılar. O mahalledeki kızların hepsini
çağırarak her gün onların kaşlarını boyadı. Bunları gören mahalleli
kadınlar da osmaları kopartarak götürüp kullanır oldular. Rabia
sabah çiçek ve sebzelerin arasından çıktıktan sonra avlunun içlerine
ve kapının iki yanındaki yola su serperek temizlerdi. Süpürgesi de
kendisinin kamış, hasır ve kuru bitkilerden dokuyarak yaptığı
süpürge idi. Sonra komşuların kızları da ondan gördükleri gibi kapı
önlerini su serperek süpürür oldular. Çok geçmeden mahalle çiçek
bahçesine dönüştü. Sokaklarda artık toz da olmuyordu.
51
Mahallenin kenarında bir ailede kel insanlar vardı. Başlan
yaralı üç çocuğun babası da annesi de kel idi. Bunların pisliğinden
iğrenen kişiler onlarla ilişki kurmuyorlardı. Hiç kimse çocuklarının
onların çocuklarıyla oynamasına izin vermezdi. Bu durumu gören
Rabia onlara çok acırdı. Onları sürekli çiçek ve sebzelerle ziyaret
ederek onlarla konuşurdu. Rabia bu zavallı ailenin
(3) Osma, köylerde kadınların kaşlarını boyamak için
kullandıkları bir çeşit bitkidir. En büyük derdinin kellik hastalığı
olduğunu ve tedavi için para bulamadıklarından hastalığın gittikçe
kötüleştiğini öğrendi,
Rabia bir pazar günü çarşıdaki kavşağa, küçük küçük
demetler hâlinde dizdiği osmalarını sepete koyup satmaya götürdü.
Yoldan geçen kadınlar ya da kızlar osmayı görünce sevinerek hemen
satın alıyorlardı. Rabia osma satarken yanındaki şifalı otlar satan
yaşlı aktarın, bir kadının kel oğlunun tedavisi için ilaç hazırladığını
gördü. Rabia dedeye yalvardı:
“Dedeciğim, benim de kardeşlerim kel olmuştu. Bana ilaç
hazırlayıp verir misiniz, parası neyse veririm, işte bu bugünkü param.”
“Tamam kızım, hazırlarım, ama iki şartım var, biri benim ilaç
hazırladığımı hükümet adamları ya da komündekiler görmesinler.
Bunun derdini az çekmedim. Diğeri ise, ilaçları hazırlamada para eksik
kalırsa benim de çarem yok” dedi dede etrafına bakındıktan sonra.
Böylece Rabia her pazar çarşıya osma, sebze ve büyük kabak
götürüp satar, parasını ise aktar dedeye verip yumruk kadar kaba
doldurulan sarı kil gibi ekşi ve çok ağır kokusu olan ilacı alır gelirdi. O,
çarşıdan dönüp doğru kel çocukların evine giderdi. Çocukların
kalpağını çıkardıktan sonra aktar dedenin tarifine göre çocukların
başlarını tertemiz yıkayıp kurutarak tereyağı gibi ilacı onların başlarına
sürerdi. Onlara yine gelecek pazara kadar her gün başlarını iki kez
yıkamalarım, ardından ilacı sürmelerini tembih ederdi. İki üç kere
böyle yaptıktan sonra çocuklarda önemli değişiklikler olduğunu fark
eden anne baba da hemen çocuklarıyla birlikte tedavi olmaya başladı.
52
Aradan 3 - 4 ay geçtikten sonra çocukların başlarındaki
yaralar tamamen iyileşerek yerine simsiyah saç çıktı. Anne babasının
başlan da hemen hemen iyileşti. Rabia’nın şefkatinden etkilenen bu
ailenin fertleri gözlerinden yaş akıtarak her gün ona teşekkür ederdi.
Mahalledeki değişiklikler, keller ailesinin iyileşmesi bütün
mahalleliyi sevindirdi. Üzerine atlas kumaştan etek, başına kalpağını
giyip ayaklarına kadar uzayan dokuz örgülü kıvırcık saçlarını
sallayarak okuldan dönen Rabia cami önünde namaz vaktini
bekleyen ihtiyar dedelerin önüne geldiğinde ellerini göğsüne koyup:
“Selamünaleyküm dedelerim, iyi misiniz?” diye başını eğerek
selam verirken onlar:
“Aferin, bu güzel kızımızda bir mucize var yahu, onun
ayaklarının bastığı yerden gül bitiyor, para bitiyor, el attığı işten
bereket yağıyor, gerçekten Allah’ın verdiği melek gibi kız bu” diye
överlerdi.
Dünürcü Geldi
Göz açıp kapayıncaya kadar üç yıl geçti. Rabia ortaokulu
bitirdiği yıl, on beş yaşına girmişti. Altay’ın serin dağ havasında
tosun gibi özgürce eğlenerek büyüyen Rabia, çocukluğundan beri iyi
beslendiği ve kendisi de durmadan çalışıp hareket ettiği için annesi
babası kadar boy atmıştı. Onun daima gülümseyen simsiyah
yuvarlak gözleri, elif gibi düzgün burnu, makyajsız olduğu hâlde
kıpkırmız lale gibi kızarıp duran benzi ve dudakları onu çok daha
güzel gösteriyordu.
Hiç kesilmek bilmeyen toy davranışları, simsiyah uzun dokuz
tel örgülü saçı mahalle delikanlılarını büyülüyordu. Ama kendisi
ergenlik çağına geldiğinin hiç farkında değilmiş gibi çocuklar misali
zıplayıp eğleniyordu.
Rabia’nın ablası Zühre, karı koca ikisi de çalıştığı için
çocuklarına bakmada çok zorlanıyorlardı. Bazen Keyum’la annene,
53
kardeşlerine bakıyorsun gibi bahanelerle de kavga ederdi. Zühre
annesi ve kardeşlerinin önünde sürekli kavga etmekten mi utandı ya
da kocasının baskısına mı maruz kaldı veya rahat yaşanabilecek, ev
kirası ödenmeyen bir yere mi gitmeyi düşündü bilinmez, ama
yukarının görevlendirmesi gibi bahanelerle uzak bir yerdeki köy
okuluna taşındı. Evde Tacinisahan dört çocuğuyla kaldı. Zühre,
sürekli annesi ve kardeşlerini para ve yiyeceklerle yokladı.
O günlerde ev sahibi Patmihan Abla’nın belediye bankasında
daire başkanı olarak çalışan büyük oğlu Abdurrahim, Tacinisahan’a
Rabia’yı istetmek üzere dünürcü gönderdi. Abdurrahim, her ay bir
iki defa bu eve annesini ziyarete gelirdi. O sırada Rabia’ya gönlünü
kaptırmıştı. Şehirde idareci olarak çalışan delikanlıya herkes
memnuniyetle kızını vermeyi kabul ederdi. Abdurrahim de böyle bir
temenniyle kesin olarak Rabia ile evlenmeye karar vermişti.
“Başınıza devlet kuşu kondu, komşum. Delikanlı
vazgeçmeden tamam deyip düğünü başlatalım” dedi Tacinisahan’ın
evine dünürcü olarak gelenlerden birisi. Tacinisahan dünürcülerin
isteğini münasip bir dille reddetti.
“Hepinize teşekkür ederim, çocuğumun babası Altay’dan
henüz gelmedi. Babasına sormadan kız veremem. Üstelik siz de
biliyorsunuz, büyük kızım Zühre, Urumçi’de üniversitede okumuştu.
İkincisi Hacer de Tıp Enstitüsü’nü bitirip doktor oldu. Şimdi kızım
Rabia’yı da üniversiteyi bitirmeden evlendirmem. Affedersiniz „.
Sağdan soldan gelen dünürcülerin, soruşturanların çoğalması
Tacinisahan’ı telaşlandırdı. Bu yetmiyormuş gibi bu yıl açlık da ağır
oldu. Bir sürü yeri sel basıp ekinleri götürdü. Tacinisahan gibi şehirde
oturan ya ekinleri ya da bir işi olmayan kişilere can bakmak çok zor
geliyordu. Hiçbir geçim yolu kalmadı. Tacinisahan sonunda
çocuklarını toplayıp aklına gelen fikrini ortaya koydu:
“Çocuklarım, burada birkaç yıl dişimizi sıkarak yaşadık.
Babanızın sakladığı paralar da bitti. Artık dayanacak gücüm kalmadı.
Ne görürsek görelim, babanızın yanma, Altay’a dönelim diye
54
düşünüyorum.” Bu sözü duyunca çocuklar gürültü kopardılar. Rabia
babasının ismini duyar duymaz kendini tutamayıp ağladı. Altay’daki
müreffeh hayat, geniş otlak, rahat evler... Çalışkan, tedbirli babaları
akıllarına gelince hepsi ağladı.
Ertesi gün Tacinisahan ile Rabia ev eşyalarından bazılarını
satarak yol harçlığı hazırladı. Rabia, ablası Zühre ile vedalaşmak
üzere onu çağırtmak için Onsu’dan Aksu şehrine gelip bir otele
yerleşti. Ne aksilik ki, birkaç aydan beri doğru dürüst yemek
yemeyen Tacinisahan yol hazırlığı telaşıyla aç kalarak kuvvetten
düşmüştü. Yolculuk sırasında kamı ağrımaya başladı ve hiç
kesilmedi. Aksu şehrine gelip otele yerleştiklerinde ise durumu iyice
ağırlaştı. Ertesi sabah Rabia, bir eşek arabası çağırarak annesini
doktora götürdü.
Annesi acil serviste yatan Rabia, bir yandan otele gidip
kardeşlerine bakarken, diğer yandan annesine bakardı. Böylece on
günden fazla bir zaman içerisinde doktorlar Tacinisahan’ı hayati
tehlikeden kurtardılar, ama Altay’a gidecek yol ücreti için hazırlanan
paranın hepsini kuruşu kuruşuna aldılar. Rabia, zayıf düşen annesi
hastaneden iyileşip taburcu olduktan sonra ablası Zühre’yi çağırttı.
Zühre, annesini ziyaret ederek 30 yuan para verip birkaç gün
kaldıktan sonra hizmeti ve çocuklarının gamıyla yine döndü. Bu sefer
onların Altay’a gitmek değil, Onsu’ya dönmek için bile bir kuruş
paraları yoktu. Otelciye de borçlanmaya başladılar.
“Ne olursa olsun bir çaresini bulup anneme ve kardeşlerime
bakacağım!” dedi Rabia kesin bir şekilde kendi kendine.
Dünürcüleri reddedilen Abdurrahim, bir gün odasında
birisinin “On oh, gördünüz mü? Huri gibi bir kız peyda olmuş
şehrimizde, bu diyarlarda böyle bir kız çıkmaz. Emetçong’un otelinde
kalıp hastanedeki annesine bakıyormuş” şeklindeki sözünü duyunca
yüreği çarpıp sanki bir şey sezmiş gibi yerinde duramadı. O,
buralarda Rabia’dan başka bir güzel olduğuna inanmıyordu. Böylece
Abdurrahim, hastaneye gelip Rabia’nın annesini ziyaret etti. Otele de
yiyecek, içecek gibi şeyler getirerek yardım elini uzattı. Tacinisahan,
55
yoksulluk ve kıtlık içinde ne yapacağını şaşırdığı günlerde
Abdurrahim yine dünürcü gönderdi. Dünürcüler, Onsu’daki gibi
mahalle cemaatinden değil, hükümet memurlarından ibaret idi.
Bankada büyük yönetici sayılan elli yaşlarındaki bir adam, acele
etmeden anlatmaya başladı:
“Tacinisahan, geçmiş olsun, dört çocukla geçinmek kolay
değil, oğlumuz Abdurrahimcan, Rabia ile evlenip hepinize bakmayı
düşünüyor. Başa dert geldiğinde işe yarayacak damadı
reddetmeyin.”
Ardından bir başkası meddahlar gibi konuşmaya başladı:
“Abla, Abdurrahimcan’a Aksu bölgesinde kız az değil. Havalı
kızlar da onun karşısında hava atamazlar. Gerçeği söylemem
gerekirse, arkadaşımız geçen seneden beri Rabia’ya aşık. Başka
kimselere bakacak gözü yok. Zavallıyı mecnun hâline getirmeyelim.”
“Ah, Allahım, bize acımaz mısın?” Tacinisahan, dünürcülere
ne diyeceğini şaşırıp hıçkırarak ağlayıp lanet etmeye başladı.,“-Bu
dünyaya sadece dert, çile çekmek için mi geldik? Şu küçücük kızıma
rahmeylersen ne olurdu... Hani bizim arzu dileklerimiz? Uğursuz
felek kaderimizi hep terse döndürüyor...”
“Sabredin Tacinisahan.”
“Hey, tamam, tamam, dünürcülerin önünde ayıp olacak.”
Tacinisahan, teselli sözlerini duyunca sesini daha da yükseltip
hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Anneciğim!” Rabia dışarıdan dünürcülerin söylediklerinin
hepsini duymuştu. O, kurşun gibi fırlayarak girip annesinin kucağına
kendisini attı. O da annesiyle birlikte ağlayarak:
“Anne, dünürcülere ‘evet’ de. Ben ne olursam olayım, sana ve
kardeşlerime bakmayı kabul ederse, ben kendimi feda edebilirim!!!”
dedi.
“Hayır, kızım, hayır. Sen bilmeden, evet, deme! Sen daha
küçüksün, ben seni okutacağım kızım, ben seni Urumçi’deki
56
üniversiteyi bitirinceye kadar okutacağım kızım, bir çaresini bulup
babanın yanma gidelim, ah Allahım, bize acı!”. Tacinisahan, kızım
bağrına basarak ağladı. Rabia annesini teselli etmek için: “Anne
üzülme, bizi sıcacık evlerimizden ayıran, güzel mekanımızdan
ayıran, ailemizi dağıtan hükümettir. Allah onların cezasını versin!
Size bakmaya canım feda olsun, anne. Beni alacaklar çıkarsa sat beni,
anne! Evleneceğin diyorsa ver, anne. Senin için her şeyi yapmaya
hazırım, anne!” dedi annesine sarılıp ağlayarak.
Artık dünürcülere fazla laf düşmedi. Ertesi gün
Abdurrahim’in akrabaları otele gelerek hatır sordular. Ekmek, şeker
getirip verdiler. Ona rağmen Rabia vazgeçmesin diye telaşlanıp aynı
gün evlilik cüzdanı almaya, ertesi gün nikah kıymaya mecbur
bıraktılar. Körü karanlıkta sıkıştırmak gibi, aylarca süren büyük
küçük söz kesme, nişan çayları, danışma, düğün hazırlıkları gibi
adetler bir kenarda kaldı. Başlıktan da kimse söz etmedi. Rabia
onların her dediğini kabul etti. Tacinisahan ise yas tutuyor gibi
ağlamaktan kendini alamadı. Abdurrahimcan’ın akrabaları,
Tacinisahan ile çocuklarını evlerine götürdü. Abdurrahim, Rabia’yı
bisikletin arkasına bindirip hükümetin evlendirme dairesine götürdü.
Evlilik cüzdanı veren bir memur “ 17 yaşına girdi mi?” diye
sorduktan sonra başka bir şey demedi. O, Abdurrahim ile önceden
anlaşmış gibi işlemleri bitirip evlilik cüzdanını onlara sundu. Ertesi
gün Abdurrahim, Rabia’yı çocuğu elinden tutup götürür gibi
götürüp nikah kıydırdı. Sonra çalıştığı yere iki kilo şeker götürüp
herkese “Mübarek olsun” dedirterek düğün yaptı. Rabia’nın
düğününe annesi, ablası ve kardeşleri katılmadı. Böylece dün daha ip
atlayıp oynayan Rabia, 15 yaşında aile hayatına başladı. Yıl 1964 idi.
Altı çocuğun ve Mahallenin Annesi
1966 yılının Mayıs ayları idi. Rabia anne olup çocuğunu
şımartarak büyütmekte olduğu günlerde, her yerde rüzgar tersten
esmiş ne hükümetin, ne şehrin sahibi kalmıştı. Öğrenciler, insanlar,
delirmiş gibi birbirlerine küfrederek birilerine kara ip takıp düşman
57
diyerek sokaklarda teşhir ettiler. Bu durum herkesi telaşa itti.
Hükümet kurumlan, okullar kapandı.
Tam o günlerde Altay'da polisler Kadircan’ı yakalayıp
hükümetin yerleştirme talimatına itaat etmeyen kaçak diye gözaltına
aldılar. 15 gün sonra tanıdıkları araya girerek onu kurtarıp Aksu’ya
kaçmasını sağladılar. Kadircan, hanımı ve çocuklarıyla görüşüp
onları kendisinin tayin edildiği Kuçar ilçesine götürdü.
Rabia, Abdurrahimcan’ın evinde fedakar köle gibi
samimiyetle çalışmaya başladı. O, aşk, karı koca gibi gençlik
duygularını hiç hissetmedi. Abdurrahimcan kocası mıydı, abisi
miydi, amcası mıydı? Rabia bunların farkında değildi, o samimiyetle
aile sorumluluğunu üzerine alarak annelik görevini yerine getirdi.
Hiç kimsenin yiyip yatmaktan başka işi yoktu. Sadece
Abdurrahimcan’ın çalıştığı banka, bazen kuramların maaşı
geldiğinde maaş dağıtırdı. İnsanlar iki kutba bölünmüştü, Özerk
Bölge Kominist Parti Komitesindeki en büyük yetkili Wang Enmao
yu yok etme taraftarlarıyla Başkan Mao’yu canımızla koruyacağız
diye slogan atan himayeciler birbirlerini ifşa ederek duvar gazetesi
çıkarır, aradan fazla geçmeden kendi aralarında taş atarak kavgaya
başlarlardı. Her iki taraf, Başkan Mao’nun talimatına göre kalemle
saldırma, şiddetle savunma gibi yöntemleri kullanarak arada
koşuşturan askerlerin desteğiyle silahlanarak vuruşmaya başladı. O
zaman canı tatlı gelen insanların hepsi evlerine girip dışarı
çıkmadılar. Yıllar işte böyle kargaşalıklar içerisinde geçti. Rabia
evden çıkmayan kocasıyla başka iş olmayınca çocuk doğurup çocuk
baktı. Abdurrahimcan’ın yemeğini yaptı, çamaşırlarını yıkadı, kocası
dil uzattığında karşılık vermedi, dövdüğünde el kaldırmadı.
Arada, durum biraz sakinleşince askerlerin yönetimindeki
banka işbaşı yaptı. Abdurrahimcan, Onsu İlçe Bankası’nın
müdürlüğüne terfi edince Onsu’ya taşındılar. Yeni mahallede herkes
banka müdürü diye Abdurrahimcan’a yağ çekerken müdür hanımı
diye Rabia’ya saygı gösteriyordu. Rabia, çıplak çöle benzeyen bu eve
taşınır taşınmaz işe avlu bahçesine ekin ekmekle başladı. Kapı
58
önündeki boş alana çiçek ekti. Arkadaki boş alanı aktararak sebze ekti.
Mahalledeki komşuları peşine alarak boş arazinin hepsine fidan dikti.
Maaşı yetmediği için zorlanan memur ve işçilerin hanımlarına akıl
verip koyun, keçi, inek bakmaya, tavuk, ördek ve tavşan beslemeye
teşvik etti. Aradan iki yıl geçmeden mahalle ağaç ve çiçeklerle
kaplandı. İşleri idare eden doğra dürüst yöneticinin olmadığı bu
günlerde, Rabia doğal olarak mahallede her şeyden sorumlu bir
yönetici haline gelmişti. Derdi olan herkes Rabia ile konuşurdu.
Zorluğu olanlar Rabia’dan akıl sorup sorunlarını çözerdi. Kavga
edenler de Rabia’yı arayıp derdini anlatıyordu. Rabia kavgaları adil bir
şekilde hallederdi. O, kadınları organize ederek evde el işi işleme,
kazak dokuma, çorap örme ve ayakkabı dikme gibi işleri öğretti.
Özellikle onların küçük çocuk ayakkabıları acayip pazar buldu. Kültür
Devrimi diye adlandırılan hareketin sebep olduğu karışıklıklar daha
dinmemişse de, insanlar geçimlerini sağlama ihtiyacıyla hareket
etmeye başlamışlardı. Dolayısıyla Rabia ve onun mahallesindekilerin
karaborsa diye adlandırılan sokaklara gizlice götürdükleri kaymak, süt
yoğurtları, sebzeler, çorap, ayakkabı, eşarp, nakışlı el işlemeli perdeler,
yorgan ve döşek kılıfları gibi ürünler çok çabuk satılıyordu.
Mahalledekilerin hepsi para kazanarak çocuklarına daha iyi bakıp
karınlarını doyurdukları için sevinerek Rabia’ya teşekkür ederlerdi.
Sadece Abdurrahimcan, Rabia’ya engel olmakla meşguldü.
Yıllar böylece geçti. Rabia’nın çocukları altıyı buldu. O okula
giden büyük çocuklarıyla kucakta emzirdiği küçük çocuğuna baktı,
bunun dışında, yine mahalledekilere önderlik edip geçim yollarını
aradı, böylece 13 yılın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadı.
1977 yılında Abdurrahimcan, Aksu iline toplantıya gitmişti. O
günlerde Rabia’nin ayakkabı imalatçıları, vaziyet sakinleşti, pazar
yoluna girdi, hükümet de adil olmaya başlamıştır belki diye gizlice
satılık ürünlerini daha da çoğalttı. Bir gün yeni kurulan zabıta
müdürlüğü ekipleri beklenmedik bir şekilde bir dükkana iç çamaşırı
ve çocuk ayakkabıları teslim etmekte olan iki kadını yakaladılar.
Mallarına el koydular. Bu arada Rabia, o iki kadını kurtarma
düşüncesiyle zabıta müdürlüğüne gidip, bütün mal benim diye
59
bildirdi ve yöneticilere anlatırsam belki serbest bırakırlar diye
düşündü. Zabıta müdürlüğünün yöneticisi olan Çinli ise bu işi
büyüttü. Böylece ‘Rabia Kadir’in önderliğindeki kapitalizmi diriltme
çetesi ortaya çıkarıldı. Mahalleye polisler, vergi memurları, zabıta
ekipleri ve ilçenin yöneticileri toplandı.
Bütün halkı toplayıp onlarla toplantı yaparak yıllardan beri
kapitalizm yoluna giren Rabia Kadir’i ortaya çıkarıp eleştirdiler. Onu
halkı zenginleşmeye teşvik etme suçunu kabul etmeye zorladılar.
“Yok olsun karaborsacı Rabia Kadir„ diye slogan atarak halkı da aynı
sloganı atmaya zorladılar. Ama acıma ve paylaşma duygulannı
açıkça ifade eden halk, Rabia’ yı desteklemeye gücü yetmediği için
üzülmekte idi. Rabia hayatında ilk kez hükümet ile halkın, yönetici
ile sivilin arasındaki bu çelişkinin çözümsüz düğüm gibi sert, dipsiz
uçurum gibi derin, “Ya sen, ya ben” şeklinde keskin olduğunu
gerçekten anladı.
Maymunu öldürüp aslanı korkutacağız mantığıyla halkı
yönetenler ertesi gün Rabia’yı evinden sürükleyerek çıkarıp boynuna
Kültür Devrimi’nin başlangıcında moda olan “Karaborsacı Rabia”
yazılı tabelayı astılar, başına bir metre uzunluğundaki kapitalizm
kalpağım giydirdiler, eline bir değnekle eski davulu tutuşturup:
“Ben halkı kapitalizme götüren düşmanım, ben karaborsacı
Rabia, yok olsun Rabia Kadir” diye bağırtıp davul çaldırarak ilçe
sokaklarında teşhir ettiler. Bu vakit tam Abdurrahimcan’ın Aksu’daki
toplantısını bitirip dönme zamanına denk geldi. O, hanımı Rabia’nın
sokakta davul çalarak teşhir edildiğini kendi gözleriyle gördü ve sağa
sola bakmadan evine kaçtı. O, ildeki toplantı sırasında
başkanlarından kendisinin ilçeye kaymakam olacağı söylentilerini
duyunca eskisinden daha da havalı bir şekilde gelmişti. Bu teşhiri
görünce utancından ölecek gibi oldu. Akşam olunca mahallenin aktif
çalışanları Rabia’yı evine getirdiler. Ab-durrahimcan, ağlamalarıyla
evi sarsan altı çocuğun önünde Ra-bia’ya bağırdı.
“Her gittiğin yerde fakirlere yardım edeceğim diye belâ
oluyorsun şimdi yetti mi?
60
Bu ne utanç bana, ben yöneticiyim, senin gibi karaborsacı ile
nasıl evli kalabilirim? Defol gözümden, hemen defol! Boşadım”
Rabia’nın kulağına onun ne dediği girmedi bile. O, sadece bir
gün aç bırakılan çocuklarının gamıyla uğraşıyordu. İyi ki, komşular
çocuklara gizlice yemek ve çay vermişler.
Rabia, küfür, hakaret ve dayaklarla birkaç günü geçirdikten
sonra ilçe mahkemesinin boşanma kararını aldı.
Adaletsiz Mahkemenin Acımasız Kararı
Rabia mahkeme denince Hindistan’ın “Avare” filmindeki gibi
ihtişamlı binada heybetli bir salon, heybetli başlıklarım giyip,
gözlüklerini burnunun ucuna takarak sıra sıra oturan yargıçlar, iki
tarafta düzgün oturan avukat, davacı ve tanıklar, suçluyu getirip
götüren silahlı polisler ve mahkemeyi izleyen yüzlerce insanı göz
önüne getirmişti. O, bugün İlçe Halk Mahkemesi tabelası asılan, on
sene önce okul binası iken hükümetin el koyarak yargıçlara tahsis
ettiği tek katlı, 4 - 5 odası olan, duvarları boyanmamış eski evlerin
önüne geldiğinde bir polis onu pencere camları kırılmış, çerçeveleri,
masaları boyanmamış, duvar ve tavanları tozlu bir eve getirdi. Evde
dört kişi oturuyordu. Rengi solmuş mavi bir ceket giyen, kirli eski
şapkasını kafasına iliştirmiş biri, hakim edasıyla ortada oturuyordu.
Gözleri kıpkırmızı şişkin gözüküyordu. Onun akşam sızıncaya kadar
içki içtiği yüzünden belliydi. Gazete kağıdına tütün sararak yakmakta
olan diğer biri ve onun yanında kalem kağıt tutarak oturan kadın,
hakimin
yardımcılarına
benziyordu.
Onların
karşısında
Abdurrahimcan sigarasını tüttürerek rahat bir şekilde oturuyordu.
Hakim, Rabia’ya oturması için sol taraftaki boş sandalyeyi gösterdi.
“Evet, işimize başlayalım, lokantaya makarna çorbası sipariş
etmiştim” diye güldü hakim. Saatine ve parasını sen ödeyeceksin der
gibi Abdurrahimcan’a manalı manalı baktıktan sonra sözüne devam
etti. “ Demek boşanacaksınız?”
61
“Evet, ben bu hanımla on yıldan fazla bir süredir evli olmama
rağmen asla sevmedim. Tıpkı onun da beni sevmediği gibi. Mutsuz
yaşadım, onun için boşanacağım” dedi Abdurrahimcan kısaca.
“Evet, senin fikrin ne?”
“Ben 13 yıldan beri altı çocuğum için ona hizmet ettim. Şimdi
boşanacağım diyorsa, kendisi bilir, ama o çocuklarıma anne şefkatini
veremez. Çocuklarımın birisini dahi ona vermeyeceğim. Çocuklarımı
üvey anneye bırakmayacağım. Eğer çocuklarımı vermezse asla
boşanmayacağım” dedi Rabia.
Hakim suratını asarak Rabia’yı süzdükten sonra göğe bakıp
dikkatsizce konuştu:
“Hey kadın, hem mekanın hem işin yok. Çince bilmiyorsun.
Paran da, iş bulacak kadar eğitimin de yok. Altı çocuğa nasıl
bakacaksın? Sen söyle.”
“Çocukları aç bırakır bu, karaborsacılık yapacağım diye” dedi
Abdurrahimcan araya girerek. Rabia iftira ve hakaretlerden sonra
kendini toplayıp sesini yükselterek şöyle dedi:
“Ben boşanacağım demedim. Sen boşanacağım dedin. Sen
yıllarca peşimde yalvarıp, yanıp tutuştun ve aşık olduğun için aldın
beni. 13 yıl beni hor gördün. Dövdün, bana küfrettin. Kafese kapatır
gibi eve kapatıp özgürlüğümü kısıtlamak istedin. Ben sana parasız,
imkansız kaldığım zaman annem ve kardeşlerim için vardım. Bil ki,
bugün senin karşında o 15 yaşındaki saf, küçük
Rabia değil, akıllı, tedbirli, altı çocuğunun geleceğini düşünen,
toplumda yer edinebilen, cesur iradeli Rabia duruyor. Senin
okuduğun kanunu ben de okudum. Artık beni ezemezsin!”
“Neyin var ki büyük konuşuyorsun?” Abdurrahimcan’ın
yüzü soldu. Rabia, hakime bakarak konuşmaya devam etti.
“Biliyorum hakim bey, hepiniz aynı sofranın ülfetisiniz,
hepiniz idareci, parası ve yolu olan kişilersiniz, ben 13 yıldır
Abdurrahim’in göstermelik olarak dolaba koyduğu ama bir defa bile
62
okumadığı yüzlerce kitabı okudum. Siyaset, tarih, edebiyatla ilgili
konulardaki kitapları, romanları dikkatlice okudum. Bilgi edindim.
Kalbim aydınlandı. Gönlüm genişledi. Düşüncelerim derinleşti.
Hazıra konan yalakaların saltanat sürdüğü bu toplum, kabiliyetime,
iktidarıma izin vermedi. Ama şunu söyleyeyim ki Abdurrahim,
göreceksin, ben para kazanacağım! İtibar kazanacağım! Yetki sahibi
olacağım! Milyarlarca para kazanıp sana gerçeği göstereceğim. Son
sözüm şu, altı çocuğumu vermezsen boşanmayacağım! Senin yarım
yamalak okuduğun nikah kanununu ben iyice okumuştum.”
Hakim dondu kaldı. Yardımcısı heyecanlanarak Rabia’ya
duygusunu paylaştığını açıkça ifade etti. Sekreter hanım ise, göz
yaşlarını silerek filmlerdeki gibi dokunaklı manzara karşısında
ağlamaktaydı. Hayatında karşısında titreyen nice kadını korkutarak,
küfrederek boşamaya alışmış olan hakim, şimdi afallayıp ne
diyeceğini şaşırarak sonunda Abdurrahimcan’a baktı:
“Ne yapacaksın arkadaş, hanımın fena yerden yakaladı.”
dedi. Abdurrahimcan ses çıkarmadı. Çünkü o, Rabia’yı sözle alt
edemeyeceğini iyi biliyordu.
“Tamam alsın çocukları bakalım, sokakta kaldığı zaman yine
ben alacağım” dedi Abdurrahimcan sahte bir biçimde umursamaz
görünerek.
“Hakim bey, karar verdikten sonra iki tarafın imzasıyla
mühürlenince bir nüshasını bana vereceksiniz herhalde. Kanuna
göre, eğer kabul etmezsem bir üst mahkemeye başvurur muyum, şu
anda bilmiyorum” dedi Rabia sert bir şekilde.
Rabia’nın bütün talep ve şartları kabul edildi. O, tekrar tekrar
okuduktan sonra imza attı ve bir nüshasını alarak mahkemeden
göğsünü gere gere çıkıp gitti.
Abdurrahimcan, birkaç gün önce Rabia ile sürekli kavga
ettiğinden çocuklar annesinin evine götürmüştü. Rabia
mahkemenin kararından sonra ev eşyalarını toparlayıp bir yere
63
yerleşinceye kadar çocuklarının kayınvalidesinin yanında üç ay
süreyle kalmalarına izin verdi.
Para Kazanmak Kolay, Eğer Akıl Varsa
“Uygurlar soylu halk. Gururlu, zenginler gibi yaşamayı
severler. iki ekmek bulsalar, birini tef gibi çalarak eğlenirler. Ezelden
beri her şeyleri tam olduğu için nasibinden fazla servet edinmeyi
düşünmezler. Ayakkabıcılık, berberlik, çamaşır yıkama gibi işleri
aşağılarlar. Ama banka, arsa, su, toprak gibi para eden yerlerin
hepsine hükümetin el koyup halkı yoksulluğa ittiği şu günlerde para,
halkın aşağıladığı bu işlerde değil mi? Fazla para kazanacaksın, sevap
kazanacaksın, halkı memnun edeceksin, neden bu işleri yapmayalım
ki? Altay’da da babam öyle yapmamış mıydı?” Rabia yol boyunca
bunları düşünerek mahkemeden evine değil, komşusunun evine
geldi ve üç gün sonra vermek üzere 30 yuan istedi. O, dükkana girip
bir tane başörtüsü alıp yüzünü örttü. Çamaşır yıkamak için bir tane
leğen ve tahta satın aldı. Abdurrahim’in evinden uzakta başka bir
mahallede yalnız yaşayan bir ninenin evinden 10 yuana bir oda tuttu.
İsmini Buhelçihan olarak değiştirdi.
Abdurrahim, Rabia’nın Kuça’ya annesinin yanına gittiğini
düşündü. Rabia, birkaç güne kadar yeni mahallesindeki memurların,
işçilerin çamaşırlarını toplayıp yıkamaya başladı. Bu Uygur hanımın
peçe ile kapı önlerine kadar gelip çamaşır yıkaması herkesi
duygulandırıyordu. Çünkü Uygurlardan çamaşır yıkayacağım diye
ortaya çıkan, üstelik de kadın olan birini ilk defa görüyorlardı. Rabia
aslında peçeye bürünmeyebilirdi. O yaptığı işten asla utanç
duymuyordu. Aksine helal çalışmaktan gurur duyardı. Ama
çocuklarının
okulda
“Çamaşırcı
kadının
çocuğu”
diye
küçümsenmelerinden, küçük kalplerinin kırılmasından endişe ettiği
için yüzünü kapatmıştı.
Bir hafta sonra çamaşır yıkatacak insanlar kuyruğa girmeye
başladı. Rabia gömlek, pantalon, ceket gibi giysilerin her birini 50
64
kuruşa, yorgan, döşek ve kışlık giysileri bir yuan karşılığında
yıkadı..Giysileri tertemiz yıkadıktan sonra kurutup ütülüyor ve
güzelce katladıktan sonra sahibine teslim ediyordu. Yırtıkları varsa
yamar, düğmelerini takardı. Bundan dolayı herkes memnundu ve
tanıdıklarını da getiriyorlardı. Rabia ilk günlerde her gün 100 parça
çamaşır, ondan fazla yorgan ve döşek kılıfı yıkardı. Böylece her gün
50 ile 70 yuan arasında para kazandı. 70 yuan o günlerde
Abdurrahim gibi idarecilerin hükümetin ağzına bakıp bir ay boyunca
yaltaklanarak aldıkları maaşa eşitti. Rabia bir ay sonra annesinin
yanında rahat bir ev kiralayarak çocuklarını oraya yerleştirdi.
Çocuklara bakması için bir hizmetçi tuttu. Uç ay içerisinde
çocuklarına bakıp yiyip içmesine rağmen 4500 yuan biriktirdi. O
günlerde Aksu bölgesinde zenginim diye dolaşan zenginzadelerin ya
da yöneticilerin cebinden bile bu kadar para çıkmazdı. O çocuklarına
çarşıdaki bir lokantada kasiyerlik yaptığını söylediği için onları
inandırabilmek için hemen her gün onlara çarşıdan pilav, mantı,
tandır böreği gibi yemekler getirirdi.
Rabia her gün sabah namazı vaktinde yerinden kalkıp işe
başlar, karanlık çökünceye kadar durmadan çalışırdı. Leğenin
önünde eğilerek oturup çamaşırları tahtaya sürterdi. Bazen elleri
şişer, hatta kanardı. O zaman elini bir bezle sıkı sıkı sarıp işine devam
ederdi. Dizleri zorlandığı için kızarırdı, gömlek ya da pantolon
değdiği zaman sızlardı. Geceleri bilekleri, ayakları ve beli sızlar, ağrır
onu uyutmazdı. Buna rağmen o ocaklı yatakta sıra sıra yatan, tatlı
tatlı uyumakta olan sevimli çocuklarım düşünerek sevinirdi. Vefasız,
mevki meraklısı Abdurrahim’den kat kat fazla para kazanarak
çocuklarım iyi beslediği, güzel giydirdiği, okulda rahat okuttuğu ve
annesiyle kardeşlerine yardım ettiği için sevinirdi ve ağrılarını
unuturdu. Rabia çok para kazandıktan sonra babasının “Kaz yerken
ördeğin peşine düş” şeklindeki sözünü hatırlayıp daha fazla para
kazanmanın yollarını aramakta idi. O çok zaman isteyen bu zor işi
bırakmak istedi, ama ayağı kesilmeden gelen müşterilerine
kıyamıyordu.
Böylece
çamaşırhaneye
ücretli
işçi
alarak
yerleştirdikten sonra kendisi yeni bir işe girişti.
65
Kuça’ın, Şayar’ın kuzu kürkü eskiden beri ünlüydü. Nüfuzlu
kişiler de Kuça, Şayar kuzu kürkünden, sansar derisinden mont,
yakalık ya da kürklü kışlık börk yaptırıp giyiyordu. Birkaç milyon
Uygur’un yaşadığı Hoten bölgesinde hemen hemen herkes kalpak
yaptırıp giyerdi. Bunları genelde kalpakçılar 30 - 40 yuanden satardı.
Rabia, bir gün risk alarak iki büyük çantayı tarak, ip, iğne, iç çamaşırı,
başörtüsü ve şeker gibi şeylerle doldurup Şayar’in köylerine doğru
yola koyuldu. O zaman Uygur köylerinde bunlar satın alınmayan,
hükümet dükkanları da getirip satamayan, ama insanların en çok
ihtiyaç duyduğu ürünler idi. Rabia yol boyunca ev ev dolaşıp
çiftçilerle dertleşti, gerekli şeyleri onlara ucuz fiyattan sattı. İşledikleri
deriyle takasladı, hiçbir şeyleri olmayanlara bedava verdi. Uygur
köylüleri çok misafirperverdi. Her aile önce Rabia’ya bir kase
yoğurtla bir ekmek vererek onu misafir ederdi. Bir hanım
kardeşlerinin köy köy dolaşarak ticaret yapması onları
duygulandırırdı, ona imrenerek bakarlardı. Rabia kuzu derilerini 3 - 5
yuanden satın aldı. Bazen 10 yuane 30 tane satın aldı. Sensen
derilerini daha pahalı aldı. Böylece bir seferde 560’dan fazla kuzu
derisi, 30’a yakın sensen derisi topladı. Deriler çok eski ve pisti.
Derileri eve getirdikten sonra kalpak pazarına gidip bilgi edindi. Bir
kalpakçı ona tüyleri yatık eski derilerin rutubetli bir yere 24 saat
süreyle gömüldükten sonra temizlenirse derinin yumuşayacağını,
tüylerinin dikleşip parlayacağını anlattı. Rabia bir diğer kalpakçıdan
derilerin Kagılık ve Hoten bölgesinde iyi para ettiğini öğrendi.
Rabia derileri yıkayıp temizledikten sonra arabaya yükleyip
Kagılık’a götürdü. O pazara çıkmadan müşteriler otele gelmeye
başladılar. Derileri tüccarlar, kalpakçılar ve komisyoncular 30 yuanden
değerlendirip paylaşarak satın aldılar. Rabia 15 000 yuani sayarak
çantasına koydu ve hemen evine dönmeden Kagılık’ın pazarını dolaştı.
Halı pazarına geldiğinde dışardan gelen iki tüccarın iyi dokunmuş eski
model halıdan 10-15 tanesi için pazarlık etmekte olduğunu gördü.
Soruşturarak onların Kumul’dan geldiğini öğrendi. Rabia o gün 80 ve
100 yuanden toplam 160 adet halı satın aldı ve ertesi gün Kumul’a
doğru yola koyuldu. O, Kumul’a ulaştığında halı pazarının bomboş
66
olduğunu, düğün için halı arayan müşterilerin beklediklerini gördü. O
halıları yerli bir tüccara bir tanesini 260 yuanden anlaşarak toptan sattı.
Böylece onun çamaşır yıkayarak biriktirdiği 4500 yuan, bir ay
dolmadan katlanarak 36000 yuan oldu. O zaman sadece Uygurlar
arasından değil, Çinli zenginler arasında da 30 - 40 bin yuani olan
zengin daha ortaya çıkmamıştı. Rabia ise asla kendini zengin olup
köşeyi dönmüş gibi hissetmedi, aksine mahkemede “Milyarlarca yııan
kazanıp akıl, iktidar dediğin şeyi sana göstereceğim” dediğini
anımsayarak işe daha şimdi başlamış gibi hissederdi. Şimdi daha da
sade giyiniyor, rahatlığın peşine düşmüyordu. Akraba ve tanıdıkları
arasında çok mütevazı ve sevecendi.
Rabia, Urumçi’ye gelip Şayar, Kuça ve Onsu’daki Uygur
çiftçilerinin ihtiyaç duyduğu başörtüsü, porselen, dükkanlarda hiç
bulunmayan sutyen, iç çamaşırı gibi mallan satın aldıktan sonra
hemen köylerde dolaşarak deri toplamaya başladı. Çiftçilerin 2
yuanden satarız dediği derileri 10 yuanden aldı. Böylece her köyde
çiftçilerden derileri iki yuanden alıp Rabia’ya 10 yuane satan küçük
ticaretçiler ortaya çıktı. Bazdan uzaktaki köyleri haftalarca dolaşarak
yüzlerce deri toplayıp Rabia’ya satardı. Bunlar çok para kazandıkları
için bazen sevinçten ağlayarak Rabia’ya.
“Güzel hanım, 5-10 yıldan beri hükümete uyuz eşek gibi
çalıştıysak da elimiz bu kadar para görmemişti. Sizin bereketli
ticaretiniz hepimizi sevindirdi. Allah sizden bin kez razı olsun, sağ
olun” derlerdi.
Bir yıl sonra Rabia’nm sermayesi 200,000 yuane ulaştı. Rabia,
Aksu’dan ev satın alarak çocuklarını geri getirtti. Evine hizmetçi tutup
çocuklarını okullara yerleştirdi. Onun aile hayatı artık düzene girdi.
Kaygı ve üzüntüler sevince, yoksulluk refaha dönüşürken
insanın keyfi de değişir. 29 yaşındaki Rabia yeniden güzelleşip göze
çarpmaya başladı.
67
İlim Ehline Hürmet
Başkalarının derdini düşünmek Rabia’ın doğasında vardı.
Uygur büyüklerine, ulemalarına ve aydınlarına saygı göstermek ise
ona ana babasından geçen ahlak idi. Rabia sürekli kitap okuma
sırasında bir milletin mevcudiyetini gösteren koşullar içerisinde milli
kahramanların katkısının küçümsenemeyeceğini, bir milletin tarihini
yaratmada milli kahramanların çok önemli rol oynayacağını,
Afrasyap, Oğuzhan, Mete, Atilla, Bumin Kağan, Kutluk Kağan,
Saltuk Buğra Han, Pun Tekin, Said Han, İparhan; Savut Damolla,
Gani Batur gibi Uygur yiğitlerinin yaşadıkları dönemlerde milletin
kaderini tayin etmede, milleti kölelik ve esaretten kurtarmada büyük
katkılarının olduğunu, dolayısıyla onların halkın kalbinde saygıyla
anıldıklarını derin bir şekilde kavramıştı.
Rabia para kazanıp imkanları genişledikçe etrafta olup
bitenlerden haber almaya başlamıştı. O günlerde Rabia, Aksu
pazarına uzaklardan odun satmaya gelen kişilerden Tarım’da, yani
Taklamakan Çölü’nün kenarındaki çiftçilik alanında Zunun Kadiri
adında bir yazarın ailesiyle birlikte sürgünde yaşadığını duydu.
Rabia, çocukluğunda Zunun Kadiri’nin “Gunçem” adlı dramasını ve
“Çenikış” adlı öyküsünü okuyup onun ismini kalbindeki saygıdeğer
kişilerin sırasına koymuştu. Zunun Kadiri’nin Aksu’daki acıklı hayat
hikayesini dinleyince içi sızladı.
Dörbilcin’de dünyaya gelen Zunun, çocukluğunda Kulca’ya
gelip okuyarak büyüdü. Urumçi’de ortaokul ve meslek okulunda
okuyup mezun olduktan sonra Kulca’ya dönerek 1940’h yıllardan
itibaren Uygur Demeği bünyesindeki sanat ekibinde yazar, yönetmen
ve aktör olarak çalıştı. 1944 yılında Doğu Türkistan Cumhuriyeti
kurulduğunda askeri muhabir olarak Çin işgal ordusuna karşı
cephede görev yaptı. Sonra bağımsız Uygur Cumhuriyeti’nin
“Küreş” (Mücadele) ve “ittifak” (Birlik) dergilerinde editör, baş editör
olarak çalıştı. 1957 yılında Çin yönetimindeki Uygur Özerk Bölgesi
Edebiyatçılar Birliğinin başkam ve Çin Devlet Yazarlar
68
Derneğinin başkan yardımcısı olmuştu. Aynı yıl Doğu
Türkistan Cumhuriyeti’nin memur ve kumandanlarını birer birer
tutuklayıp cezalandırarak öcünü almakta olan Çin yönetimi Zunun
Kadiri’yi “yerli milliyetçi” diye suçlayarak cezalandırmıştı. 1962
yılında Çin hükümeti yine de emin olamayıp Zu nun Kadiri’yi
kandırarak Sovyetler Birliği sınırına götürdü ve sahte belge
düzenleyerek “yurtdışına kaçmak istedi”, “Sovyetler Birliği’ne bağlı
unsur !” diye tutuklayıp hapse atmıştı. Hapisteki ceza süresi
dolduktan sonra onu yine Uygur aydınlarından ve halkından
ayırmak için uzak Taklamakan Çölü’ndeki Çinli suçlular ve Üretim
ve İmar Ordusu askerlerinin kuşatmasındaki çiftçilik alanına sürgün
edip mecburi çalıştırmıştı.
Rabia, Zunun Kadiri’nin küçük çocuklarıyla birlikte zor
günler geçirmekte olduğunu öğrendikten sonra yerinde oturamadı.
Bir gün tanyeri ağarmadan eşek arabasına un, yağ gibi şeyler
yükleyip Zu’nun Kadiri’yi ziyaret etmek için örmafıa doğru yola
koyuldu. Rabia eşek arabasıyla sabahtan akşama kadar durmadan
yürüdü, yol boyunca sordu, soruşturdu, karanlık çökmek üzereyken
ancak Zunun Kadiri’nin evini buldu.
Etrafı ot bitmez, uçsuz bucaksız çöl, arkası yığın yığın kumluk
ve soğuğun hakim olduğu bu mahallede birkaç Uygur aile yaşıyordu.
Zunun Kadiri’nin evi, doğrusunu söylemek gerekirse bodrumu sanki
kum altında kalmış harabe gibiydi. Evin kil duvarları dökülmüş hatta
yıkılmıştı. Çatıdaki hasırlar sallanmıştı, pencerelerde cam da yoktu.
Rabia, tahtaları açılıp yarılan kapının önüne gelip:
“Zunun ağabey, misafir geldi.” diye seslendi. Bir süre ses
çıkmadı. Zunu Kadiri, buraya yerleştikten sonra bu “antidevrimci”ye ilişmekten korktukları için onun evine kimse gelmezdi.
Onlar evde bu sese inanamayıp şaşırıp kalmışlardı. Rabia, hayalinde
iri yarı, saçları ağarmış, ağır başlı, babası gibi bir kişinin kapıdan
çıkmasını bekliyordu. Zunun Kadiri, kapıdan eğilerek çıkarken Rabia
gözlerine inanamadı, donakaldı. Saçlan aylardır kesilmemiş, sakallan
düzensiz uzamış, rüzgardan yüzü kararmış, zayıflıktan beli
69
bükülmüş ve başındaki astan sökülmüş, mavi kumaştan yapılmış Çin
tarzı kışlık şapkasıyla, üzerindeki rengi sönük, kirden kararmaya
başlamış Çin tarzı mavi ceketiyle, birkaç yeri yırtıldığı için pamuklan
fırlamış mahkum pantolonuyla, ayaklarındaki keten iple bağlanarak
yamanmış yamalı ayakkabısıyla, hayret ve endişe içerisinde ışıldayan
kara gözlerini saymazsak, bu adam, Gansu’dan yürüyerek daha yeni
gelmiş Çinli göçmenlere benziyordu.
Nerede o Rabia'nın gördüğü Zunun Kadir? Nerede o düzgün
vücuduna yakışan takım elbise, kravat, ışık saçan Uygur yüzü,
nerede o ateş gibi yanan siyah gözleri?!.. Rabia kendisinin kitapta
fotoğrafını gördüğü Zunun Kadir ile karşısına çıkan bu kişiyi
karşılaştırıp hiç durmadan hüngür hüngür ağladı.
“Selamünaleyküm Zunun ağabey, ben Rabia, Aksu’dan
ziyaretinize geldim. Tövbe Allahım, ne hale getirmişler bu acımasız
Çinliler...” Rabia ağlamayı kesmeden hıçkırıyordu. ،،İnsanın kendisi
çirkin değil, elbisesi çirkindir” dedikleri gerçekmiş, Çinliler bu ünlü
Uygur yazarının ruhunu söndürüp yok etmek için onun üzerindeki
elbiselerine de el koyarak kendi suçlularından artan eski elbiseleri
vermiş.
Evden Zileyhan abla da çıktı. O, Zunun Kadiri’ye sarılıp
ağlamakta olan Rabia’yı görünce onun kimliğini dahi sormadan
koşarak gelip ona sarılıp birlikte ağladı. Bu şefkatli anne için
Rabia’nın kimliği önemli değildi, yıllarca, aylarca bir Uygur ile rahat
görüşemeyen bu zavallı anne için “ Ziyarete geldim şeklindeki bir
cümle “Hacca götüreceğim” demek kadar kıymetliydi.
Onun için Zileyhan yas tutan kimseler gibi yoruluncaya kadar
hüngür hüngür ağladı.
Ağlama, insan için musibet işareti gibi bilinir. Ama insanın
kalbinden fışkırıp çıkan anlık ağlama, dertleri, hasret ve üzüntüleri,
gam ve endişeleri, gazap ve nefretleri, acı feryatları giderebilir. İnsanı
rahatlatır. Ağlama sesini duyan çocuklar evden koşarak çıktılar.
Onlar tanışarak hal hatır sordular. Rabia arabadan un, pirinç, yağ gibi
70
yiyecekleri indirirken bayram olmuş gibi sevindiler. Ekmek, çörek ve
meyvelere bakan çocukların gözlerinden onların ne kadar zor günler
geçirdiklerini anlamak mümkündü.
Rabia eve girip kendini tanıttıktan sonra Zileyhan abla ile
tanıdık çıktı. Her neyse, bunlar Taklamakan Çölü’ne sürgün edilmiş,
aynı kaderi paylaşan kişilerdi, ayrıca Altay, Çöçek ve Kulca gibi
bölgelerde birlikte yaşayan kişilerdi. Bu gurbet mekanında “Selam”
diyen insan akrabadan daha yakın biliniyordu. Dünyada kendisini
unutmayan insanların da olduğunu düşündüğünde onun yine
ağlayası geliyordu. Onlar gece boyunca dertleştiler. Zileyhan ablanın
evine misafir geldiğini duyan kasap komşusu, karanlık çökerken
gizlice işkembe gönderdi. Onlar gece işkembe pişirdi ve gece
yarısında ancak fener ışığında yediler. Zavallı çocuklar, kapkara
çanak kaselerini uzatırlarken Zileyhan abla hıçkırarak ağladı. O:
“Gördünüz mü kardeşim, et, yağ, süt, kaymak, bal, tereyağı
yiyerek büyümeleri gereken çocukları ne günlere koydu bu kader”
dedi Rabia’ya.
Ertesi günün sabahı bağırış çağırışlardan şaşıp uyanan Rabia,
hemen ayağa kalkıp elbiselerini giydi.
“Hey anti-devrimci, yabancılara bağlanan unsur, çabuk
buraya çık!”
Zunun Kadiri, bunların sesini duyar duymaz giyinerek hazır
beklemişti. Sesi duyunca hemen çıktı.
“Ne oldu? Bu saatte uyumadan ne yapıyor bunlar?” diye
sordu Rabia çekinerek duran Zileyhan ablaya.
“Ne olacak, mecburi çalıştırmaya götürdüler, zavallı Zunun
şimdi akşama kadar rutubetli yerde kamış biçecek. Öğlen ben bir kere
yemek götüreceğim.
Karanlık çöktüğü zaman ancak dönecek” dedi Zileyhan abla
iç çekerek.
71
Rabia, ondan sonra sık sık ziyarete gelmeye başladı. Bazen yol
üstünde rastladığı çiftçilerle un, yağ gibi şeyler gönderirdi.
Bir gün “anti-devrimci”nin derdini Rabia da çekti. O, Zunun
Kadiri’yi ziyarete gelmişti. Köydeki devrimciler evi basarak Zunun
Kadiri’ye bir kulaç uzunluğundaki kağıttan yapılmış kalpağı
giydirdiler, sırtına “anti-devrimci” denen Çince yazı yazılı beyaz bez
parçasını astılar. Eline eski tas ile bir değneği verdiler, “Ben siyah ip”,
“Ben düşman” diye bağırttılar ve bu şekilde teşhire götürdüler.
Onların arasındaki ukala birisi:
“Durun arkadaşlar, bu sınıf düşmanının karısını, akrabasıyım
diyen bu kuyruğunu da birlikte sürüp götürelim!” diye bağırdı.
Diğerleri kısa sure içinde Zileyhan abla ile Rabia’yı da getirerek
Zunun Kadir’in arkasına koydular ve akşama kadar uzaklardaki
mahallelere götürüp teşhir ettiler.
O yıllarda “fakir”, “orta hâili” denen şerefli ünvana erişen
zavallı çiftçiler, Başkan Mao’un yolundan gideceğiz, devrim
yapacağız diye ekin işlerini bıraktılar, diğerlerini teşhir ederek
eğlendiler, yılsonunda bilanço hesabında borçlanarak daha da
fakirleştiler. Toprak ağası, zengin çiftçi ve anti-devrimci diye
suçlanarak mecburi çalışmaya tabi tutulanlar emeğinin rahatını az da
olsa görüyorlardı. Çünkü yılsonundaki bilançoda onların puan
defterinde tam puan olurdu. Rabia, ondan itibaren Zunun Kadiri
ailesiyle akrabalar gibi yakın temasta bulundu.
Bana Yiğit Oğlan Gerek
Aksu’daki insanlar, Rabia’nın ticaretine mi ilgi duydular,
bereketli ellerine mi ilgi duydular, bankadaki parasına mı ilgi
duydular ya da düzgün güzel vücuduna mı ilgi duydular bilinmez,
ama her taraftan talip çıkmaya başladı. Rabia, erkek gibi cesaretle
ticarete, üstelik seyyar satıcılığa adım attığında Uygurlardan daha
hiçbir babayiğit hanımının böyle bir iş için kapıdan çıkmasına izin
vermeye cesaret edememişti. Kadınların genellikle evden çıkmadan
72
çocuklarına bakmaları, yemek yapmaları ve kocalarına hizmet
etmeleri gerekiyordu. Rabia, bu kafesten çıktıktan sonra yaşamın
göklerinde özgürce uçmaya başladı. O, yeni çıkan en güzel moda
elbiseleri giyerdi. Saçlarını örmeden uzun bırakırdı. O günlerde Rabia
uyumadan önce ya da yolculuk sırasında okuduğu romanlardaki aşk
trajedilerini, aşıkların ilginç hayat maceralarını hatta ezberlediği aşk
şiirlerini anımsamaya başladı.
“Tövbe” diyordu o içinden “Ben de kendi sevdiğim birisine
erişemeden 13 yılımı, gençliğimi geçirdim yahu? Ya şimdi?”.
Doğrusu Rabia’yı sürekli gelen talipler, dünürcüler aşk yoluna
çekiyorlardı. Gelenlerin hiçbiri onun hoşuna gitmiyordu. O, hangi
şehre giderse, o şehrin bekar babayiğitleri bıyıklarını kıvırarak ona
aracı gönderirlerdi. Hepsinin gözü ondaydı. Bazıları Rabia’nın altı
çocuğu var diye ona pala bıyıklı yaşlı insanları da aday
gösteriyorlardı. Güzel kızın arkasından dedikodu ve kıskançlıkların
bitmeyeceği bellidir. Bütün Aksu’nun, Şayar, Kuça ve Onsu’nun
kadınları, kızları ve erkekleri Rabia’ya “Gülperi” diye ad taktılar.
Rabia’nın ticaret yaptığı kişilerin hemen hemen hepsi erkek idi.
Onların hanımları ise Rabia’dan kocalarını kıskanarak surat asarlardı.
Bazıları durup dururken kocalarıyla kavga ederlerdi. Hatta birisi
kocasına: “Evdeki paranın hepsini götürüp dul karıya verdin ya?”
diye bağırarak kocasıyla kavga etmişti. Rabia, bu durumda kendisine
layık birini bulup evlenmesi gerektiğini hissetti. Ama o, kendisinin
kimi sevdiğini bilemeden derin derin düşünmeye başladı.
“Siz kime varmak istiyorsunuz?”
“Nasıl birine evet diyeceksiniz Gülperi?”
Rabia hayaller içerisinde akıl bulmaya çalışarak varmak
istediği delikanlının özelliklerini aşk ipine birer birer dizmeye
başladı.
Yakışıklı, boylu poslu olsun, boyu benden uzun olsun,
üniversiteyi bitirmiş olsun.
73
Vatan, millet derdiyle hapse girip çıkmış olsun, ama vicdanını
satmamış olsun.
Gerçeği söyleyen hatip, gerçeği yazan yazar olsun. Yalakalık
etmeyenlerden olsun.
Annesi babasına, hanımına bağlı, ama vefasız hanımından
boşanmış olsun.
Yaşı benden büyük olsun, bana ilk görüşte aşık olmuş olsun.
Benim de ilk gördüğümde beğeneceğim biri olsun. Malımda
mülkümde gözü olmayanlardan olsun...
Rabia, aklına gelenleri kağıda yazdı ve kendisine takılan
arkadaşına gösterdi.
Rabia’nın şartları bir hafta içerisinde elde ele geçip şehre ve
diğer yurtlara da yayıldı. Bilmeyenler Rabia ya, para kazanacağım
diye kafasını üşütmüş, dediler. Ama peşinden takip edenler ve umut
bekleyenlerin büyük bir kısmı sustular.
O günlerde Rabia’nın arkadaşı Buhecer onu ziyarete geldi ve:
“Tövbe, Rabia, şartlarını okudum, sen birini ima ederek mi
söylüyorsun ya da öyle mi rast geldi? Bu şartların benim tanıdığım
bir tek kişiye işaret ediyor yahu? Ben Urumçi’den okulu bitirip
geldiğim yıl sana Urumçi’deki bizim üniversitenin Edebiyat
Fakültesinde okuyan Sıddık denen bir arkadaşımdan söz etmiştim.
Hatırlıyor musun?” diye sordu.
Hm...hm...pek hatırlamıyorum, ama akıllı, hatip, Kültür
Devrimi döneminde Uygurların bağımsızlığı için kurulan örgütün
önderlerinden biri demiştin yanılmıyorsam. O zaman ben seni kendi
sevdiği birini övüyor diye zannetmiştim. Evet, ne olmuş o Sıddık
dediğine?” diye tekrar sordu Rabia.
“Sıddıkhacı Rozi o dönemde okuldaki öğrencilerin seçkini idi.
O gençliğinde bütün milletin gamım yiyen yiğit delikanlılardan idi.
Onların kurduğu “Doğu Türkistan Halk Partisi” denen gizli örgütün
üyeleri vatanın her yerine dağılarak ayaklanmaya hazırlanırken
74
farkedilmiş ve yöneticilerinden biri olarak Sıddık da tutuklanmıştı.
Onu kızların hepsi severdi. Ama onun eşi vardı. ZaVallı cezaevinde
10 yıl kadar yattı her hâlde, sonra haberini alamadım. Senin
şartlarının ona pek uyduğuna şaşırıyorum” dedi Buhecer ona. Rabia
heyecanla dinleyerek ona baktı:
“Allah bana o Sıddıkhacı Rozi dediğin adamı nasip etmişe
benziyor. Tövbe gerçekten dediğim gibi çıktı. Tövbe kalbim çarpıyor
yahu, eşiyle boşanmış mı? Hapisten çıkmış mı acaba?”.
“Hey, başkaları ilk görüşte aşık olurken, sen ilk duyuşta aşık
mı oldun ne? Acele etme, o hapisten çıkıp eşiyle birlikte yaşıyor ise ne
olacak?”.
“Canım arkadaşım, çabuk soruşturalım bakalım”.
“Dur...şimdi hatırlıyorum, Urumçi’de onun Osmancan Savut
denen bir şair arkadaşı var, o kişi bilir onun durumunu, ben onu iyi
tanıyorum, soralım bakalım”.
“Yarın gidelim Urumçi’ye arkadaş, gecikmeyelim yine”. Rabia
onu sıkıştırdı.
Osmancan Savut, arkadaşı Buhecer’in getirdiği Rabia’yı iyice
süzdükten sonra arkadaşının durumunu onlara anlattı. Sıddıkhacı
hapisten çıkmış, eşi o hapisteyken boşanma davası açarak ondan
boşanmış, başka bir kocaya varmış. Sıddıkhacı Rozi şu anda Atuş’ta,
annesi babasının yanındaymış. Onun anne babası “toprak ağası”
oldukları için çok yoksulluk içinde yaşıyorlarmış.
“Arkadaşım Sıddıkhacı Rozi o dönemde bütün gençlerin
önderi idi. Bütün öğrenciler ona saygı gösterirlerdi, onun peşinden
giderlerdi, onlar bir gün lisenin büyük meydanında hükümetin
“Büyük Çin Milliyetçiliği” yanlısı politikasını protesto etme toplantısı
düzenlemek isterlerken Çin’in o dönemdeki başbakanı Zhou Enley,
Pekin’den bizzat kendisi telefon ederek toplantıyı düzenlemeyin diye
yalvarmıştı” diye ilave etti Osmancan. O yine şaka yaparak:
75
“Arkadaşıma sizin gibi güzelin gözü ،düştüyse, o gerçekten
şanslıymış, hey çabuk olun, yine...” dedi Rabia’ya.
“Evet, yine ne oldu?” diye sordu Rabia telaşla.
“Arkadaşımın memleketinde bekar delikanlıyla dul hanımlara
rahat bir gün yoktur. Bir gün dahi rahat bırakmadan eş buluyorlar.
Siz gidinceye kadar evlenmesin diyorum da.” Osmancan güldü.
“Postaya gidip telgraf çeksek olmaz mı?” Rabia acele etti.
“Sıddıkhacı’nın evi köyde, Atuş şehri içinde olsaydı telefonla
konuşurduk. Köylere telefon 30 yıl sonra ya bağlanır ya bağlanmaz,
bilinmez ki.”
“O zaman ben uçak bileti almaya gidiyorum.” Rabia şimdi
gerçekten acele ederek vedalaşmak istedi.
Osmancan ile eşi evine gelen bu misafirlerin söylediklerine ve
davranışlarına hayret ederek güldüler. Onlar çıktıktan sonra
Osmancan eşine şöyle dedi:
‘’Konuştuklarına, görünüşüne bakılırsa, bu hanım çok zengine
benziyor. Davranışlarına bakıyorum, Mecnun’a aşık olan Leyla gibi
dertli gözüküyor, ya da, hey... biraz çatlak da olabilir...”
O Bana Ait
Rabia nın bindiği uçak öğlenden sonra Kaşgar Havaalanına
indi. O uçaktan inip otobüsle şehir içindeki Çinibağ Oteli’ne gidip
yerleşti. Otel hizmetçisi onu iki yataklı bayanlar odasına getirdi.
Odada hoş bir kız ayna karşısında saçlarını tarayarak oturuyordu. O,
Rabia’yı görünce nezaketen ayağa kalktı ve Rabia’ya selam verdi:
“Selamünaleyküm, buyrun, buyrun, demek ikimiz bir gece
arkadaş olacağız.”
Rabia gülümseyerek selâmlaştı ve çantasını koydu. Sonra
kendine ait yatakta oturarak bu kıza dikkatle baktı. Deminki
konuşmasından onun Urumçi’den geldiği belliydi. Ama hükümet
76
personeli olup olmadığı belli değildi. Normalde Uygur kadınlarının
otelde kalması çok ender görülen bir durumdu. Onlar genellikle
şehirdeki akrabalarının, tanıdıklarının evlerinde kalırlardı. Epey
büyük bir işin peşinde koşan birisi değilse, otelin yatak ve yemek
ücretine sıradan halkın gücü yetmezdi.
“Urumçi’den mi geldiniz? ” diye sordu Rabia o kıza, “Bir işle
gelmişolmalısınız.”
“Evet, Urumçi’den geldim, özel bir işle tevekkül ederek
gelmiştim. Kaşgar’da tanıdıklarım da yok, onun için burada kaldım.
Yarın Atuş’a gideceğim.”
“Bana bakın, size kardeşim mi diyeceğim, arkadaşım mı
diyeceğim bilemedim. Ben de yarın Atuş’a gideceğim. Yoldaşmışız.
Benim adım Rabia, ticaret yaparım, yaşım 30’a yaklaştı, altı çocuğum
var, bu sefer başka bir...evet....aşk ticareti için yola koyulmuşum.”
Rabia şaka karışık güler yüzle kendisini tanıttı.
“Benim ismim Raziye, size abla diyebilirim, ben Urumçi’deki
ünlü ulema Remzi Kan’nin kızıyım. Ben de yakın bir tanıdığımı
aramak üzere Atuş’a gidiyorum.”
“Durun kardeşim.” Rabia onun sözünü keserek kapıdan
geçen otel hizmetçisini çağırdı:
“Hey, kardeşim, bana baksana, şu karşıdaki lokantadan bize iki
porsiyon etli leğmen (özel soslu makama), bir çaydanlık çay getirsene.”
diye üç yuan parayı uzattı ve ilave etti, “üstünü kendin harca.”
“Rabia abla, size zahmet oldu, kendim alırdım, demin
lokantaya girmek istedim, ama hep erkekler oturuyorlardı. Çekinip
girememiştim, teşekkür ederim.” dedi Raziye nezaketle.
“Bir şey değil, ben ticaret yapıp iyi öğrendim bu işleri, para
üstü verilirse herkes koşar buyrulan işe, evet, kardeşim, demin
konuşmamız kesildi, nerede çalışıyorsunuz?”
“Ben çalışmıyorum, şimdilik babam
yaşıyorum.” Raziye bir iç çektikten sonra durdu.
77
annemle
beraber
“Urumçi’de sizin gibi kızlar üniversiteyi bitirip işe girerler,
Raziye, gözlerinizden uzun yıllar çektiğiniz dertlerin yorgunluğu
gözüküyor, çekinmeyin kardeşim, benim başıma gelenleri dinlemeye
nice geceler gerekir. Bugün iyi dertleşelim. Benim artık derdim yok,
para kazandım, zengin oldum, kocadan başka derdim kalmadı, o
namertten altı çocukla boşanmıştım.”
Rabia, başından geçenleri, acıklı hayat maceralarını, ayrıca aşk
konusundaki talihsizliklerini gece yarısına kadar anlattı. Raziye onun
söylediklerini dinleyince ağlayarak yastıklarını ıslattı. Rabia’nın
kendisi de bir kaç kere gözyaşı döktü. Şimdi sıra Raziye gelmişti. O
derinden bir iç çektikten sonra anlatmaya başladı:
“Hayatınızda sadece bir arzunuz kalmış, o da gerçekleşirse siz
çok şanslı bir kadın olacaksınız, mükemmel yaşam dediğimiz işte
budur. Ben anne babamın dışında her şeyden mahrum kalan bir
zavallıyım. İşim yok, ailem yok, eşim, çocuğum, param yok, hatta
etrafımda yakın arkadaşlarım da yok. İyi bilirsiniz Rabia abla, biz
lisede okurken Kültür Devrimi başladı ve derslerimiz durdu. Büyük
küçük bir sürü örgütler kurulunca öğrenciler de büyükleri taklit
ederek ihtilalci, koruyucu diye ikiye ayrılıp kendi aralarında kavga
dövüşe giriştiler. O sırada aydın büyüklerimiz, önceki dönemlerde
Rusların yardımıyla Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurup sonra
Çin’e kaptıran muhteremlerimiz Uygur halkının kurtuluşunu
hedefleyen gizli örgütler kurmuşlar. Bu örgütlerin karargahı
Uıumçi’de, yani üniversitedeymiş. Benim babam bir ömür Uygur
halkının özgürlüğü için çalışarak, yazarak, okuyarak ve konuşarak
yaşayan insandı. Hükümet onu Abdulaziz Mahsum’un Doğu
Türkistan İslam Partisi’nin önemli üyesi diye suçlayarak hapse attı.
Babamız bizi çocukluğumuzdan itibaren milliyetçi olarak
yetiştirmişti. O sıralarda ağabeyim de o örgütün bu bölgedeki
sorumlusu, belki de dostlarım ve okul arkadaşlarımın birçoğu da o
örgüte üye olsa gerektir. Örgütün tüzüğünde zincirleme irtibat şekli
vurgulanmış olup bir üyenin sadece aracı ile kendisine tanıştırılan
kişi olmak üzere iki kişiden başkasını soruşturması yasaktı.
Öğrenciler 50 kuruş üyelik aidatı öderlerdi. Üyeler 1933 yılında ve
78
1944 yılında kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bayrağı olan
ay yıldızlı gök bayrağın önünde ‘Vatan, milletin kurtuluşu için
hayatımın son nefesine kadar mücadele edeceğim. Milletime sonsuza
dek bağlı kalacağım.’ diye yemin ederlerdi ve üyelik dilekçesini
parmaklarından çıkardıkları kanla imzalarlardı. Gizliliğe öyle önem
verilirdi ki, bir örgütün içinde iki arkadaş kendi aramızda örgütsel
meseleler hakkında konuşamazdık. Ağabeyim beni bir kaç kere
ihtiyat yüzünden büyüklerle irtibat kurmaya gönderdi. Kendi
örgütüm tarafından da bir kaç kere gizli işlere gönderildim. Bazı
nüfuzlu hükümet yetkilisi olan Uygurların da işin içinde olduğunu
biliyorduk, temsilcilerimizin bir kaç kere huduttan geçerek Sovyetler
Birliği’yle irtibat kurduklarını da duymuştuk. Urumçi’deki bir grup,
gizliliği fark edilince, Sovyetler Birliği’ne, Kazakistan’a gizli olarak
geçmişti. Evet, gizli gizli dediği her şeyi anlatıyor bu kız diye
zannetmeyin, bu işlerin hepsi Çin hükümetince çoktan net bir şekilde
öğrenildi, sadece halkımız bu işleri bilmek değil, duyduğu anda
bizden ürkerek cin çarpmış gibi korkarlar. 1969 yılının haziran ayının
sonunda Doğu Türkistan’ın yedi büyük şehrinde bir anda olağanüstü
hâl ilan edildi, askerler, polisler ve Üretim ve İmar Ordusu askerleri
30 binden fazla Uygur’u tutukladılar. Üniversite öğrencileri gözaltına
alınıp hepsi askeri kamplara kapatıldı. O büyük tutuklamada bir
kısım adamlarımız göz hapsinde yaşamak üzere serbest bırakıldılarsa
da, büyük çoğunluğu tutuklanarak hapse atıldı. Özerk Bölge’nin
başkan yardımcısı Muhemmedimin İminov hastanede gizlice idam
edildi. 29 Mayıs 1970’te (İli, Çöçek ayaklanmasının 8. yılında) Çin
hükümeti Urumçi’de Tohtı Kurban, Niyaz Ömer, Abdurahim Baki,
Emet Ahun, İmin İkram, Huşur Kan, İmin Eysa, Muhemmediminbay,
genç kahraman Dolkun İbrahim gibi pek çok öncülerimizi kurşuna
dizdi. Kaşgar’da gizlilik fark edildiği için, belirlenen vakitten önce
ayaklanmaya mecbur olan Ahunov, Micit, Hayrulla, Osmancan,
Muhemmedimin, Heyrinisa gibi arkadaşlarımız bir damla kanı
kalıncaya kadar savaşarak şehit olmuşlardı. Hükümet Kaşgar’da
Ehmetcan Muniri, Micit Saki, Rozi Hekim, Muhemmedimin gibi
kişileri, Kulca’da Ababekri Zahir, Mömin Karı, Abducappar, Sabir,
79
İsmail Abdugani, Hocahmet, Dönmemet Kadir, Henipe, Yüsüp Musa
gibi kişileri yargısız idam etti. Hükümet o zaman hatta ilçe Askeri
Birliklere ve Alay düzeyindeki askeri kurumlara idam yetkisi
vermişti. O seferki tutuklamada Uygurların nice okumuş ateş yürekli
gençleri açıkça veya gizlice öldürüldüler, hapse atıldılar, hapiste
işkenceyle öldürüldüler ya da onlarca yıl hapiste yatarak savaşçı
ruhu, onuru, ayaklar altına alındılar. Ben o gün kanlı bastırma
sırasında tutuklandım. O zaman ben 17 yaşındaydım. Hapiste annem
gibi yaşlı kadınları da, 14 yaşına basmamış küçük kızları da gördüm.
Uzun yıllara kadar gençlik gururumun gücüyle yeminime bağlı
kalarak yattım. Sonra öğrendik ki, örgütümüzün çeşitli düzeydeki
organlarına bir sürü hain Uygur casuslar sokulmuşlar. Onların
gösterdikleri üyelerimiz ve işkenc-. eye dayanamayıp başkalarını
ihbar eden üyelerimiz 8-10 yıl yattı. Gençliğimizdeki arzu
isteklerimiz, kutsal dileklerimiz ve ateşli sevgilerimizin hepsi sabun
köpükleri gibi yok oldu. Hapisten çıktığımda kendi vücudumdan
başka hiçbir şeyim kalmamıştı, uzun yıllardan beri bütün gençlere
öncülük eden, 8 yıl hapiste yatıp görmediğim bir delikanlıyı
giyabında seviyordum, hapiste uzun yıllar onun simasına aşık olarak
günlerimi geçirdim. Şimdi onun karşısına nice yıllar yanıp tutuşan
kalbimi feda etmek için gidiyorum.” Raziye uzun konuşmasını bitirip
bir daha içini çekti.
“Kardeşim ne diyorsun?” Rabia telaşlanarak ayağa kalkıp
Raziye’nin yatağına geldi ve onun iki bileğinden tutup silkerek
sordu, “Siz kimi aramaya gidiyorsunuz? Sıddıkhacı Rozi’yi mi?”
“Ne? Siz de mi?.. Tövbe, ikimiz de aynı adama aşık olmuşuz
yahu, şu kadere bakın !” Bunların ikisi de sessizce birbirine sarılarak
ağladılar. Rabia ağlayarak Raziye’ye hayranlık ve şaşkınlıkla baktı.
Sonra soğukkanlılıkla:
“Canım kardeşim, biz bu öcümüzü almalıyız, Uygur halkı
Sıddıkhacı Rozi’ye ve bana muhtaç, Sıddıkhacı da benim gibi birine
muhtaç. Ben sizin yapamadığınız o ‫؛‬nice işlere şimdi başlamak
istiyorum. Ben kesinlikle sizin arzunuzu gerçekleştireceğim. Benim
80
yeterli iradem, aklım var, param var.” dedi dalgın gözlerini uzaklara
dikerek.
İkisi sabaha kadar dertleşip abla kardeş oldular, elbette
kardeşi ablasına yol verecektir. Rabia onu ikna etti ve ertesi gün
Raziye’yi Urumçi’ye uçak biletini alarak yolcu etti, kendisi ise
otobüsle Atuş’a doğru acele yola çıktı.
İlk Görüşte Aşık Oldum
Otobüs Rabia’yı Atuş şehrinin küçücük çarşısındaki yolcu
terminali önüne getirip indirdi. O, Sıddıkhacı’nın evinin bulunduğu
köyün adını sorduğunda, kişiler işte orası diye yakın bir yeri
gösterdiler. O, yol boyunca durmadan soruşturarak yaya yürüdü.
“İşte orası” denen köye yarım satte ancak ulaştı. Atuş’ta taksi, kiralık
otobüs gibi motorlu araçlar gözükmüyordu, insanlar ulaşımını
bisiklet ve eşek arabalarıyla sağlıyorlardı. Rabia köy pazarına
ulaştıktan sonra biraz nefes aldı ve yoldan geçen bir çocuğu çağırıp
ona sordu:
“Kardeşim, bana baksana, Sıddık’ın evi ne tarafta?”
“Hangi Sıddık’ı soruyorsunuz, İyi Sıddık’ı mı, Kötü Sıddık’ı
mı? İyi Sıddık ağabey Büyük Çalışma Ekibi’nin sekreteri, Kötü Sıddık
hapisten çıkan anti-devrimci, o şu anda ormanda çalışıyor.”
“Beni o ormana götürür müsün kardeşim, al, bu 5 yuane
eksiklerini alırsın.” dedi Rabia o çocuğa. Çocuk parayı eline alıp
inanamadan sağına soluna baktı, sonra birden coştu.
“Gelin, ablacığım, hemen götüreyim, hey, eğer beklerseniz eve
gidip eşek arabasını getirirdim.”
“Haydi, yaya gidelim, çabuk ol, ha onun evi nerede? Kendisi
evli mi?” Rabia aceleyle sordu.
“Sıddıkhacı ağabeyin babası mahallemizin toprak ağası, onun
evi o çalılıkta, aslında şimdiki Büyük Çalışma Ekibi’nin çalışma odası
onların eviymiş, hükümet el koymuş, mahallede kimsenin onlarla
81
konuşmasına izin verilmez, siz akrabası mısınız? Sıddıkhacı ağabey
evli değil, anti-devrimci adama insanlar kız verir mi, bilmiyor
musunuz?” dedi çocuk yavaşça fısıldayıp sahte gülerek. O beş yuani
aldıktan sonra Kötü Sıddık’a “Sıddıkhacı ağabey” demeye başlamıştı.
O çocuk, Sıddıkhacı’yı uzaktan gösterdikten sonra evine koştu. Dört
taraf çıplak çöldü, ağaç’ ve sudan işaret yoktu. Uzakta büyük bir
kazmayı yükseğe kaldırıp bütün gücüyle yere vurarak tarla açmakta
olan Sıddıkhacı kendine doğru yaklaşan kadını gördükten sonra
eliyle alnındaki terleri silerek dikkatle baktı.
Uzaktan masallardaki peri kızları gibi endamlı, ince boylu
güzel bir kız belinden aşağıya sarkan simsiyah uzun saçlarım hafif
sallandırarak ona doğru geliyordu.
“Ah, Allah’ım, bana ne mucizeler gösteriyorsun? Bu rüya mı,
gerçek mi? Bu güzel kız insan mı ya da gökten inen peri mi? Tövbe,
tövbe, sabah gördüğüm rüya doğru mu çıkıyor ne?” Sıddıkhacı
şaşırdı, afalladı ve kendisine doğru yaklaşan kıza dikkatle baktı.
“Selamünaleyküm Sıddıkhacı Efendi, nasılsınız?” Sıddıkhacı
kendini toparlayıncaya kadar simsiyah iki göz ona dikildi. O
cevaben: “Valeyküm selam„ mı dedi, “Selam melek” mi dedi ya da
“Buyrun meleğim” mi dedi, ne dediğinin farkında değildi.
Kalbi daha önce hiç hissetmediği büyük bir heyecanla çarpmaya
başladı.
“Ben sizi aramaya geldim, uzaktan geldim.” Rabia bu sözleri
cesaretle söyleyebildi, ama aklı karışıp dili tutuldu. Onun kalbi de
değişik bir duyguyla çarpıyordu. Onun karşısında boylu pos-lu bir
Uygur delikanlısı dikilip duruyordu. Onun rengi sönmüş
gömleğinden yiğitlerinki gibi kabaran göğsü gözüküyordu, yeni
dürülmüş bileklerinden güç kuvvet fışkırıyordu. Onun kartalınki gibi
keskin gözlerinden güçlü bir nefret kıvılcımı, tükenmez bir aşk alevi
yanıyordu. Nice erkeklerle ticaret yaparak yetişen Rabia, hiçbir
zaman bugünkü gibi çekinmemişti, afallamamıştı.
82
“Eve buyrun” diyebildi Sıddıkhacı biraz sonra arka taraftaki
hayli uzakta gözüken kulübeyi işaret ederek.
“Şuradaki dut ağacının gölgesinde oturup biraz konuşalım mı
Sıddıkhacı Rozi Efendi.” Rabia, sanki ben sizi iyi biliyorum diyormuş
gibi onun adını vurgulayarak ilave etti, “Arkadaşınız Osmancan
Savut’un selamını getirdim!” Rabia çantasına elini uzattı.
“Osmancan?!” Sıddıkhacının dudakları titredi, o mektubu
yavaşça eline aldı ve zarfı acele açarak okumaya başladı. O anda
Rabia’yı da unutmuştu. Sıddıkhacının gözleri mektup üzerinde
koşuyor, gözyaşları benzine damlıyordu.
“Teşekkür ederim kardeşim, bana paha biçilmez selam
getirmişsiniz, sizin gibi güzel bir kız o kadar uzak bir yerden benim
gibi mecburi çalışmaya tabi anti-devrimciyi ziyarete gelmiş, şu anda
sevinçten uçuyorum, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum„.
“Zor günlerde derdinize derman olayım diye geldim” dedi
Rabia söze başlayıp. O, başından geçenleri kısa, ama ilgi çekici bir
şekilde anlattı. Arada Sıddıkhacının nam şöhreti hakkında duklarını
da ilave etti.
“Evet kardeşim, biz Uygurlar için bu adaletsiz dünyanın
kendisi bir kafestir. Vatan diye göğsümüzü gererek çıktık, hakikati
konuştuk, ödülü 10 yıllık yargısız hapis oldu! Gördünüz mü, ben
hapisten çıktım diyorum, asıl hapis işte buradaymış! Benim
milyonlarca halkım işte bu zulüm içinde inleyerek yaşıyor. Üstelik
kendine yardım eden, gamını yiyen öncülerinin başlarına basarak
yaşıyor! İbrahim Turdi denen ünlü bir milliyetçi şairimiz vardı.
Kamu Hizmetleri Bakanlığı’nda bakan iken kavga ederek Turfan
halkına su kuruluşu için önemli miktardaki parayı ayırmış, sonra
fazla geçmeden kendisi “Gözaltında Değişme” için Turfan’a sürgün
edilmiş. Halk ona eziyet etmiş, onu eleştirmiş, suçunu kabul etmesi
için sıkıştırmış. O da sinirinden, Benim suçum siz susuz kalırken su,
aç kalırken yemek vermemdir’ demiş.” Sıddıkhacı yüksek sesle
konuşmaya başladı.
83
“Vatanı, milleti özgürlüğüne kavuşturmaya çoktan kararımı
verdim, ben söylediklerimi yılmaz iradeyle gerçekleştirmeden
bırakmayan bir kadınım. Bana sizin gibi bir arkadaş gerek. Ben sizi
isteyerek geldim, doğruyu söylersem, benim düşündüğümden daha
yiğit adam imişsiniz. Ama benim beklediğim sözü ağzınızdan
çıkaramadınız, ben sizin benimle evlenmenizi istiyorum!„ dedi Rabia
gönlündeki gerçek sözünü bir çırpıda ortaya koyarak.
Sıddıkhacı, bu sözleri duyunca yere bakıp bir süre suskun
kaldı, sonra başım kaldırıp dişlerini sıktı ve gözlerini kapayıp
düşünceye daldı. O, göğe bakıp derin bir nefes aldı, sonra Rabia’ya
bakmaktan çekinip başını yere eğerek konuştu:
“Sağol kardeşim, ben Uygur’un kaygı üzüntüsünü
düşünenlerin bitmediğine seviniyorum, ama bir kadının kocaya
varacağım diye geldiğini hiç duymadım. Ben bu konuda bir şey
söyleyemem. Sizin dediğiniz gibi cesaret edemem.’’
Rabia yalvardı, durmadan anlattı. Sıddıkhacı her halde anne
babasının karşısında utanmış olmalı ya da kendi çektiği bu lanetli
günlerin çilesine başka birini ortak etmeyi uygun görmemiş olmalı,
düşündüklerinin aksine, Rabia’nın istediğini nazik bir şekilde reddetti.
Ama onu her kelime sözü vizdanına aykırıydı, kalbinin sesine
aykırıydı, düşündüklerinin tam tersi idi. O, bunun farkında idi.
Zaman geçtikçe Rabia’nın gururu üstün gelmeye, sinirinden
konuşmaları sertleşmeye başladı. O yerinden ayağa kalkarak ciddi bir
biçimde konuşmaya başladı:
“Şu hâlinize bakın, vatanı kurtaracağım diye göğsünüzü
gererek ortaya çıktınız, ama arzularınızı gerçekleştiremeden hapiste
yattınız, hapisten çıktıktan sonra daha beter durumda, gurbette
yaşıyorsunuz, tatlı arzularınızın gerçekleşmesi için benim gibi birine
muhtaç olduğunuzu iyi biliyorsûnuz, benim neyim eksik? Güzel
yüzüm, cesur iradem, aklım size yaramadı mı? Biliyorum, siz de benim
gibi aşık oldunuz, bu kaderden kaçıp kurtulamazsınız, hayır
diyorsanız, tamam, göreceksiniz, milletimi, hatta sizin gibilerin hepsini
84
bu esaretten kendim kurtarmazsam Rabia değilim! Ben Uygur
olduğum için annenizi babanızı ziyaret ettikten sonra gideceğim,
pazardan pek çok şey almıştım, yanımda taşımayayım, hoşça kalın
Sıddıkhacı Rozi Efendim!’’. Rabia arkasını dönüp bakmadan gitti.
Sıddıkhacı iki üç saat içerisinde olup bitenlerin doğru olup
olmadığını kavrayamadı. Bir günde içmesi gereken tütünün hepsini
bitirdi. Eli hiç işe varmadı. Sigara içme tutkusuyla evine erkenden
dönmeye mecbur kaldı.
‘’Oğlum, bugün eve Melek geldi, Osmancan arkadaşının
selamını getirmiş, bak sofradaki mezelere, daha birkaç takım elbise
de var, pek çok para da var, seni çağırmak istedim, ama hayır sonra
görüşürüz diye döndü. Gördün mü oğlum, işte bu şeyleri getirmiş.”
dedi annesi Sıddıkhacı’ya kapıdan girer girmez.
“Evet anne, gördüm, hepsini gördüm.” dedi Sıddıkhacı yere
bakarak.
Vatan Kurtulduğunda
Gündüzü annesi için Çalışma Ekibi’nce belirlenen mecburi
tarla açma çalışması görevini bitirip akşamları evinde durmadan
kitap okuyup düşünerek geçiren Sıddıkhacı’nın hayatı o günkü
meleğin ziyaretinden sonra tamamen değişti.
Önce üç günde içmesi gereken sigara bir güne yetmez oldu.
Onun eli hiç işe varmadı. O gün şiddetli çakan çakmak sanki onun
kalbini yakmıştı. Rabia’nın net ve sivri sözleri, gururlu gözleri, her
hareketinde dalgalanan simsiyah saçları sanki dondurulmuş film
görüntüsü gibi onun gözleri önüne gelip ona rahat vermedi. O bazı
günlerde kendi dudaklarını kendisi tokatlıyordu.
“Hey benim uğursuz ağzım, kalbim tamam derken sen neden
hayır dedin yahu? Yazık, yazık, Allah’ın nasip ettiği meleğim idi o.”
Sıddıkhacı ertesi gününden itibaren her akşam tanburunu alıp evden
85
uzaklaşıyordu. Mahalledekiler her gece sabaha kadar tanbur ile
söylenen “Neredesin Rabia” denen duygulu şarkıyı dinliyorlardı:
Neredesin şirin sözlü zülf-ü siyahım,
Ayrıldım, özledim gözüme doldu yaş.
Neredesin gördüğüm lalerenk dudak,
Neredesin bahtıma parlayan güneş?
Dumanla örtülmüş Kagılık Dağı,
Dereleri kamışlı garip mekanı,
Toprağa yaşımdan inciler saçtım.
Nerededir Rabia’nm mekanı.
Mahallede söylenti yayıldı. Gökten melek inmiş. Kötü S
iddik'ı götüreceğim demiş. Kötü Sıddık, gitmemiş, ondan sonra
kendisi göğe bakarak gazel söylemeye başlamış...
5 yuan para karşılığında Rabia'yı götüren çocuk bunlara
tanıklık etti ve gördüklerini söyledi. Sıddıkhacı o günden itibaren
eline tekrar kalem alarak bir kaç defteri aşk şiirleriyle, daha doğrusu
sevgi, aşk, Mecnun, meşreple ilgili konulardaki şiirlerle doldurdu.
O dayanamadı, sonunda yola koyuldu‫ ؛‬Aksu'ya gelip Rabia’yı
arayıp buldu. Sıddıkhacı şimdi erkeklere özgü biçimde sevgisini ilan
etti. Onun Rabia ile görüştüğünde okuduğu ateşli mısraları Rabia'yı
çok etkiledi:
Fasl-ı gülşen ziyneti farklı iken kıskanıp
Hüsnünden renkler kapan yeni baharım nerdesin.
İki aşık maşuk ateşli yeminler ederek evlenecek oldular. Ama
şimdi Rabia son şartını koydu:
“Ben hayatımda ilk kez bir delikanlıyı sevdim, muradıma
erdim, bu şerefle, bu mübarek namınızla, samimi aşkınızla yalnız
yaşamak istiyorum. Çünkü ben, kafese kapatırlarsa kafesi kıracak,
eve kapatırlarsa duvarı yıkacak, bağlarlarsa zinciri kıracak özgürlük
86
kızıyım! Kimse beni şahsî mülkü ya da kölesi olarak eve kapatamaz.
Ben özgür yaşayacağım, özgürlük için mücadele edeceğim. Amacıma
ulaşmak için para kazanacağım. Parayla yine itibar kazanacağım.
Uygur kızlarının boyun eğmez cesur iradesini dünyaya göstereceğim.
İşte bu benim evlenme şartım!”
Sıddıkhacı onun ellerini sıkı sıkı tutarak hitap etti:
“Ben de hayatımda sadece sizi sevdim. Gerçek aşkımız için
hatta ölmeye de hazırım.”
“Hayır, ölmeyelim, siz bana yardımcı olun, beni koruyun,
destekleyin, biz birbirimize destek olalım.” dedi Rabia Sıddıkhacı’ya.
“Haydi Rabia yolunuz açık olsun, arkanızda sevgiliniz var,
kafesi nasıl kıracağınızı, duvarı nasıl yıkacağınızı, zinciri nasıl
kıracağınızı göreyim.” dedi Sıddıkhacı.
Onlar düğün hazırlıklarını tamamlayarak Atuş’a doğru
hareket ettiler. O gün kendilerini ziyarete gelen meleği evine getiren
oğlunu görünce, Sıddıkhacı’nın annesi çok sevindi.
Ertesi gün Sıddıkhacı ile Rabia evlilik cüzdanı almak için köy
hükümet ofisine gittiler. Onlar evlilik cüzdanını alarak dışarı
çıktıklarında, Sıddıkhacı erkeklere has bir biçimde kendine hakim
olamadan:
“Bu ne kör talih? Ah, bu ne acımasız kader? Kalbimden
sevdiğim bu güzele bugün güzel bir şapka bile giydiremedim,
cebimde bir kuruş para yok, ne zaman düzelecek bu dünya!” diye
bağırdı.
“Benim param sizin paranız, asla üzülmeyin” dedi Rabia Sıddıkhacı’yı avutarak. O, bugüne kadar kendisinin bir kaç yüz bin yuan
parası olduğunu Sıddıkhacı’ya söylememişti. Onu servete merak
duyarak sevmiş olmasın diye endişe ederek çok parası olduğunu
saklamıştı.
31 Temmuz 1978’de onlar yakındaki ve uzaktakilere düğün
yapacaklarını duyurdular. Toprak ağasının oğlunun düğününe
87
korktukları için kimse gelmedi. Düğün günü Sıddıkhacı, kendisi
dutar çalarak şarkı söyledi.
Annesi ortaya çıkıp dans etti. Düğünde Sıddıkhacı’nın kendisi
neşeli, ama kalbi üzgündü. O, okuldaki pek çok arkadaşını hatırladı.
Pek çok mücadele arkadaşlarını anımsadı. Yıllarca hapiste beraber
yattığı arkadaşlarını aklına getirdi.
“Bağışlayın Rabia, ben sizin için büyük düğün yapamadım.
Kaderin tersliğini gördünüz.” dedi Sıddıkhacı Rabia’ya.
“Hayır, bu düğün şimdilik sizin borcunuz olarak kalsın. Vatan
kurtulduğu gün bana yeniden düğün yaparsınız.” dedi Rabia mutlu
bir hâlde Sıddıkhacının göğsüne başını koyarak.
Kaçak Gelin
Atuş şehrinin Azak kasabasına bağlı Miye köyü aslında
Sıddıkhacı’nın ataları olan Muhemmedşahların mübarek toprakları
idi. Yurt cemaati Sıddıkhacı’ya Muhammedşah١ın Yedinci Torunu
derlerdi. Bunların akraba kardeşleri pek çoktu. Sadece Sıddıkhacı’nın
babası bütün toprakların mirasçısı olarak Çin hükümeti tarafından
Zorba Toprak Ağası sınıfına sokulmuştu. O, Çinlilerin bastırma
haraketinde tutuklanarak 1955 yılında hapisteyken vefat etti. Köyde
onun annesine sınıf düşmanı olarak muamele edilirdi. Mahalledeki
bu aileye ait ekinler, tarlalar, otlaklar, kanal, değirmenler, ağaç ve
evlerin hepsine Sıd-dıkhacı 8-9 yaşındayken bu köye gelen komünist
Çin yöneticilerince el konulmuştu. Ondan itibaren annesi 1961
yılında “halk komününün düşmanları”, 1964 yılında Sosyalistik
Tespit Hareketinin darbe hedefi olan “kapitalizmi diriltmek isteyen
dört unsur”, 1966 yılında “kara ip”, “beş unsur” olarak eleştirildi,
teşhir edildi, mecburi çalıştırıldı, kimseyle alaka kurmasına, gidip
gelmesine izin verilmedi.
1978 yılında düzenlenen Çin Komünist Partisı’nin 11. Kurultayı’nın 3. Genel Toplantısından sonra, hükümet de sınıf meselesini
pek vurgulamadığı için, halk politikaların biraz gevşediğini hissetti
88
ve ona göre hareket etmeye başladı. Sıddıkhacı da hapisten çıkıp
memleketine gelince anti-devrimci diye annesiyle bir tutulmuştu.
Şimdi ise düğünden sonra akşamları akrabaları birer ikişerden gizlice
gelip ziyaret etmeye başladılar. Doğrusunu söylemek gerekirse,
mahalledeki söylentiler herkesi bu tesadüfi düğün olan, gökten melek
inen eve çekiyordu. Yoksulluk, fakirlik içinde mecburi çalışan, sanki
gözaltındaki mahkum gibi yaşayan Sıddıkhacı’ya kendisi gelerek
varan bu güzel kız gerçekten melek mi, insan kızı mı diye merak edip
görmek için gelenler de vardı. Hatta bazıları haset ederek “Tövbe şu
kıza bakın, benim gibi maaşlı bir köy memuru kısmet bulamayıp
bekar yaşarken, bu meleğin nerelerden gelip Sıddıkhacı gibi "bir
sefile vardığına bakın.” dediler. Aksu’daki vaktinde de, Kaymakam
Tohtiniyaz denen kıytırık yönetici de Sıddıkhacı’ya duyurarak:
“Yarın öbür gün kaymakam olacak kocadan boşanıp bu sefile
varacağım dediğine bakın bunun” demişti. Bu “sefil„ kelimesinden
derin yaralanan Sıddıkhacı “Sefil„ konulu bir şiir yazdı.
Neden sefil oldum bunu kimse bilmiyor,
Kimin için sefil oldum feryadımı bilmiyor.
Kim imiş göz açarken kundak bezine sığmayan?
Kundak bezine sığsa da beşiğinde yatmayan?
Kimdi göz açarken ağlayıp hiç durmayan,
Ağlayan, hep ağlayan, sonsuza dek ağlayan?
İnliyor evlat ve halkım kara duman içinde,
Hayattan zevk alamadan serseriler elinde.
Fidan yetiştirse çiftçi çamura batıp nehir geçip,
Yazda kamış toplasa kışta buz bulup içip,
Bir çubuk kesmeden odun için dağ ve ormandan,
89
Bir meyve koymadan ağzına o şirin bağından,
Büyüyüp ergin olursa mazlum halkın kızlan,
Ziyafette oyuncak yapıldı odada kan izleri,
Civan gençlik tükendi bastırılıp zindan ile,
Değerli can da tükendi karışıp vicdan ile.
Birini bastı, birini astı, cihanı viran eyledi,
Birini kesti, birini vurdu, dünyayı harap eyledi.
Talihim varmış ki uğursuz ecelden kurtulmuşum,
Milletim diye gelsem sefil adım almışım,
Bahtiyarlar şöleninde yokum bir kenardayım,
Sevgilime yâr olamadan sakin bir yerde dertliyim
Sararıp dalı kırılmış hasta yaprak eyledi,
Zevk gönül şöleninde hâki toprak eyledi.
Kim sefil diyor bana eşi yok uygun lakap,
Ben sefil lakabına razıyım olmaz elem,
O vefakarı ararsan hor, seni vefakar aramaz,
Dinle evladım hüküm ki bu hikayem tamamdır.
Bu şiiri o dönemde birilerinin eliyle Aksu’daki Tohtiniyaz
denen kaymakamın eline ulaşmış, Atuş’taki gençler de bu şiiri
kopyalayarak birilerine okumuş, Sıddıkhacı’ya sefil diyenlere lanetler
yağdırmış.
Ziyarete gelenler arasında Sıddıkhacınin yakın akrabaları da
vardı, onlar gelini görüp döndükten sonra:
“Bu nasıl iştir, Meşşanin yedinci torunu, olan Sıddıkhacı nasıl
olur da altı çocuklu bir kadınla evlenir, akrabalarımız arasında onca
90
kısmet varken nereden buldu bu yabancı hanımı?” dediler. Hatta “Bu
utanmaz kadın Uygur’un edep kurallarını bozarak kendisi gelip
kocaya varmış.” diyenler de oldu. Kısacası mahallede dedikodular
çoğaldı. Bir iki güne kadar gelip gidenlere köy yöneticileri bir şey
demeyince, şimdi insanlar grup grup hâlinde ziyarete gelip gökten
inen bu melek kadını gördüler.
Rabia, açıkça yüzüne söylenen bazı lafları duyunca,
Sıddıkhacı’ya buradan gitme konusunda danıştı. Ama Sıddıkhacı göz
hapsinde olduğu için cesaret edemedi. Kaçmayı planladıysa da
annesine kıyamadı ve Rabia’ya:
“Ne görürsek burada görelim” dedi. Rabia köyün ekin tarla
işinin ağır olduğunu, bir kuruş gelir getirmeyeceğini iyi biliyordu.
Onun için o bu demir engeli aşmadıkça durumun iyileşmeyeceğini
Sıddıkhacı’ya anlatmaya çalışıyordu. O akşamleyin Sıddıkhacı’ya
yalvardı:
“Sıddık, birbirimize kavuştuk, muradımıza erdik. Şimdi
bütün milletin gamım yeme hakkındaki sözümüzü unutmayalım,
para kazanmak gerek, yoksa hiçbir şey çözülmez. Onun için buradan
çabuk gidelim.”
Sıddıkhacı asla kabul etmedi:
“Hiç değilse iki üç ay balayımızı geçirelim, yabancı ellerde
gurbette yaşamayalım. Annemin başı yine belâya girmesin” gibi
bahaneler gösterdi.
Evlenmelerinin yedinci günü öğlen vaktinde Sıddıkhacı
tarladaki mecburi çalışmadan döndü. Rabia evde gözükmüyordu.
Annesi gelininin sabahtan çıktığını, Sıddıkhacı’nın yanına çalışmaya
gideceğini zannettiği için takip etmediğini anlattı. Sıddıkhacı yatak
odasına girip bir kağıda yazılmış mektubu gördü ve içinde yazanları
okudu:
“Sıddıkhacı, sevgiye kandım, aşka aldanıp altın gibi kıymetli
fırsatı elden kaçırmaya gönlüm razı gelmedi. Ben bu yoksul kulübede
kapalı kalırsam yüksek arzu dileklerime nasıl ulaşacağım? Bana
91
kalırsa, sizden bir dakika ayrılasım yok, ama sözümü biliyorsunuz,
murat, maksat ve hedefimize ulaşma yolunda kafesleri de kıracağım
demiştim. Son mutlu günlerimiz için sizin garibane kulübenizin
duvarlarım yıkarak gittim, ben Şanghay’a gidiyorum, ulaşır ulaşmaz
mektup yazacağım... Sizi sonsuza kadar seven: Rabia„.
Böylece Rabia gerçekten kaçmıştı. Sıddıkhacı elinde mektubu
sıkarak tuttuğu hâlde dona kalmıştı. Onun başı döndü, aradan beş
saat kadar zaman geçmişti. Bu zaman içinde otobüs Maralveşi’nden
de geçebilirdi.
“Ah, benim kafeste durmayan özgür kuşum, yalnız başına
nerelere uçarsın? Hayır, sen yalnız gitmedin, benim hasret dolu yaralı
kalbimi alarak kaçtın!
Bereket Getiren Gelin
Rabia Şanghay’a gelip Müslümanlar Oteli’ne yerleşti.
Ozaman Çin’in eyalet ve şehirlerinde şahısların ticaret
yapmalarına izin verilmişti, deniz kenarındaki şehirlere yabancı
ülkelerden, Tayvan ve Hongkong ١ lardan pek çok mal hem yasal
yollardan hem yasal olmayan yollardan geliyordu. Vergisi
ödenmeyen mallardan bir kaç misli kâr etmek mümkündü. Rabia da
tüccarlardan duyduğu haberlere göre, Urumçi’den Hoten’in saf altını
ve Hindistan’ın zepe denen şifalı bitkisinden çok almıştı. O, getirdiği
mallarını müşteri bularak değerinde satmak ve para edecek uygun
malı bulmak için her tarafa koşturup gizli ticaret yapanlarla
görüşüyordu. O, otele yerleşir yerleşmez adresini iyice öğrendikten
sonra Sıddıkhacı’ya bir mektup yazdı. İkinci gün akşam yatak
odasında ikinci mektubu şiirle yazdı. Rabia'nın dört mektubu Atuş١a
giderken, Sıddıkhacı’nin ilk aşk şiiri Şanghay Müslümanlar Oteli’nin
bayanlar odasının adresine ulaştı. Böylece ertesi günden itibaren her
gün bir ateşli selam mektubu, yani sevgi, hasret, kavuşma, ayrılık ve
aşk şiirleri posta kuşu gibi kesilmeden oradan buraya, buradan oraya
uçuyordu.
92
Sonra Sıddıkhacı sinirinden Rabia’ya şöyle bir şiir yazarak
gönderdi:
Yâr nerede eğlencede ben ki yârimden uzak,
Gül çiçek de dalı ile ben baharımdan uzak.
Kusura bakma feryat etsem güzel yüzlüm yârime,
Nerelerde ki neşesizim lalezarımdan uzak.
Dayanamam Rabia’ya öldürür dert akibet,
Ölürüm aşk ateşinde yâr mezarımdan uzak.
Dolanıp ayı kalbim, ışıldayan yıldız topu,
Ben kendim ondan geçerim o sevgilimden uzak.
Rabia, Sıddıkhacı’ya cevaben bir şiir yazdı.
Aradan üç ay geçtiğinde Rabia, Sıddıkhacı’nın ah çekerek
yazdığı dokunaklı bir şiirini alınca kendisini tutamadan ağlayıverdi
ve ticaret işlerini toparlayarak ertesi gün yola koyuldu. O, On-su’ya
ulaştıktan sonra, ertesi günün sabahı yola çıkmak üzere bir otele
yerleşti, sonra sokaktaki lokantaya yemek yemek için girdi. O, başını
kaldırmadan leğmen (özel soslu makama) yerken yanındaki masaya
gelip oturan iki genç ile ustanın konuşmasını duydu: “Baksanıza
usta, ne gür saçlar, ne gür sakallar, siyah takım elbisesinin ne kadar
yakıştığına balan.”
“Yurtdışmdan gelen birisi mi ne kardeş, Marks denen
sakallıya ne kadar benziyor?„.
“Hayır, Uygur’a benziyor, ne kadar yakışıklı delikanlı yahu?”
“Hey usta, o arkadaş kendi kendine bir şeyler mi söylüyor ne?”
“Hayır, demin kebap yerken bir gazeli Şah Meşrep gibi
yüksek sesle Atuş şivesiyle okuduğunu duymuş kebapçı çocuklar,
Atuş’tan gelmiş olmalı.”
93
“Atuş şivesiyle”, “gazel”. Rabia bu sözleri duyunca kalbi bir
şeyi sezmiş gibi küt etti ve başını kaldırarak:
“Hey kardeşim, kimi konuşuyorsunuz?” diye sordu. Gençler
eliyle dışarıyı göstererek:
“Şu camiin önündeki misafiri konuşuyoruz.”
Rabia ayağa kalkarak dışarıya baktı, oh, ne kadar boylu poslu
elbisesi de öyle yakışmış, yakışıklı, saç sakalı simsiyah, kim o acaba?
Atuş ١ tan mı gelmiş? Hiç değilse Sıddık’ı tanıyordur. Rabia bunları
düşünerek farkında olmadan camiin önüne geldi. Yaklaştıkça
Rabia’nın kalbi bir şeyi sezmiş gibi hızlı çarpmaya başladı. Uzaktaki
bir noktaya dikilen bu siyah gözler Rabia’yı aşık eden gözler idi. Bir
şeyler fısıldayarak kafiye ve ritim bulmaya çalışan o dudaklar
Rabia’ya tanıdık dudaklar idi. Rabia koşarak gidip Sıddıkhacı’nın
elini tuttu:
“Sıddık, ben geldim.”
Sıddıkhacı tanıdık sesi duyunca hemen çevrildi, dikilerek
baktı ve dona kaldı. Onun gözleri, ağzı ve elleri hareketten kesilmiş
gibi sessiz kaldı.
“Sıddık, benim! Son mektubunuzu alır almaz yola çıkmıştım.
Siz buralarda ne yapıyorsunuz?” Sıddıkhacı bu sözleri duymasına
،rağmen hâlâ donmuş vaziyette şaşkın duruyordu. O, ne gerçeğe, ne
rüyaya benzeyen bu tesadüfi kavuşmadan şaşırıp ne diyeceğini, hatta
ne düşüneceğini bilemeden afalladı. Rabia, onun elinden tutarak
garaja götürdü.
“Ben de son mektubunuzu okur okumaz, ne olursa olsun,
vursalar da, öldürseler de başıma geleni göreyim, ama Rabia’nın
yanına varayım diye yola çıkmıştım„ dedi bir zaman sonra kendini
toparlayan Sıddıkhacı içini çekerek, “Siz gittikten sonra ne elim işe
vardı, ne ağzım yemeğe. Sakalımı kesmeye de gücüm yetmedi,
postaneye bakarak takatim tükenmişti, aniden yola çıkmıştım, bu
keramete bakın!”
94
“Ben de yola çıkar çıkmaz Allah’a, ’Ah, Allah’ım, biz talihsiz
aşıkları tez kavuşturasın’ diye dua etmiştim.” dedi Rabia.
“Şimdi nereye gideceğiz? Sizin Urumçi biletinizi mi iade
edeceğiz, benim Atuş biletimi mi iade edeceğiz?” diye sordu Rabia
Sıddıkhacı ‘ya.
“Nereye olursa olsun, ama sizden bir dakika bile ayrılamam.”
dedi Sıddıkhacı.
Atuş’ta Sıddıkhacı’nın annesinin itibarı iade edilmişti. Ancak
Sıddıkhacı’nın nüfus kaydının nakledilmediği ve resmi kayıtlarının
olmadığı ona duyurulmuştu. Onlar danışarak ertesi gün Urumçi’ye
doğru yola çıktılar. Onlar Urumçi’de bir kaç gün kaldılar. Cezaevi
Müdürlüğü’nden Sıddıkhacı’nın tahliyesiyle ilgili belge ve nüfus
nakil kayıtlarıni alarak bunlarla üniversiteden mezun olan öğrencileri
işe yerleştirme kurumuna kayıt yaptırdıktan sonra Aksu’ya
döndüler. Onlar Aksu’da bir süre kaldıktan sonra bir kamyon kömür
aldılar ve üzerine de un, pirinç ve yağ gibi şeyleri yükleyip Atuş’a,
Sıddıkhacı’nın annesinin evine geldiler. Gelininin oğluyla birlikte
döndüğünü gören anne, sevincinden onları bağrına basarak ağladı.
Odun kömürün sevinci de bundan az değildi. Eve ziyarete gelen,
yoklamaya gelen komşular ve akrabalara Sıddıkhacı’nın annesi
kömür verdi. Gerçekten her şeyden değerli olan odun kömürü bu
mahallede henüz hiçbir zengin kamyonla getirmemişti. Rabia bundan
etkilenerek bir kaç gün sonra Kaşgar’a gidip yine iki kamyon kömür
getirip fakirlere paylaştırıp verdi.
Rabia, bir gün bütün mahalledekileri evine misafirliğe çağırdı.
Misafirlere kendisinin para kazanma deneyimini anlattı. Hükümetin
artık para kazanmaya izin verdiğini, Çin eyaletlerinde, Urumçi,
Kaşgar ve Hotenlerde gelişen ticaret işlerini tanıttı. Kış boyunca işsiz
boşuboşuna yatan köy ehlini harekete getirip para kazanmaya teşvik
etti. Böylece insanların gözü açılarak kısa sürede para kazanma
yollarını buldular. Böylece durumları da iyileşmeye başladı. İnsanlar
mahelleye uğurlu gelen bu melek gelini ağızlarından düşürmeden
övdüler.
95
‘’Atuş’un Yolu Yaman, Taşıtır Odun Saman’’
Atuş ta para az, ama para kazanmak için hareket eden insan
çoktu. Bu küçücük yurtta yaklaşık 150,000 Uygur yaşardı. Tarihte
Uygurların önemli kabilelerinden olan Yağmaların torunlarının
yaşadıkları ve Karahanlılar İmparatorluğu döneminde başkent
Kaşgar’daki Han sülalesinin oturdukları mekanlardan birisi olan
Atuş, coğrafi olarak iklimi kurak, çıplak dağların arasındaki bir yer
idi. Su kaynakları, ekin alanı az olan taşlık bir yer olduğu için
çalışkan, akıllı Atuş halkı, Beşkerem ve Turfanlılar gibi eskiden beri
komşu memleketlere göç etme ya da her yerde dolaşarak ticaret
yapma yolunu tercih etmişti. Çin komünistleri Kaşgar şehrini işgal
ettikten sonra, Uygur müsbet bilimler eğitiminin yüz yıllık yuvası
olan Atuş bölgesini siyasi ve kültür merkezi olan Kaşgar’dan ayırarak
Kızılsu Kırgız Özerk İli denen bölgeyi yaratıp Atuş’u o bölgenin
merkezi yapmışlar, Atuş halkını Çinliler ile Kırgızların idaresine
bırakmışlardı. Özellikle 1960’h yıllardaki halk komünü döneminden
itibaren Kültür Devrimi kargaşası dönemine kadar Çin yönetimi
Atuş’ta yetişen Abdulaziz Mahsum gibi ünlü İslam âlimlerini ve
Musabaylar gibi deneyimli tüccar ve zenginleri çeşitli iftiralarla
tutuklayıp hapse atarak, döverek, öldürerek yok ettiler, Atuş’u çöle
dönüştürdüler, Atuş halkını uslu koyun gibi bir hâle getirdiler.
Buradaki cehalet, korkaklık, kölelik ve yoksulluk azabı
Rabia’ya demir kafeste yaşıyormuş gibi geliyordu. Onun için o
annesinden ayrılmaya kıyamayan Sıddıkhacı’yla danışarak bu
civarda bir süre yaşama kararına geldi.
O, Sıddıkhacı ile birlikte Kaşgar’ın ticareti iyi olan pazarlarını
dolaşarak araştırdı. Binlerce yıldan beri Uygurların en büyük merkezi
şehirlerinden biri olan Kaşgar da nülus çoktu. Ev inşaat işleri sürekli
geliştiği için de kereste malzemesinin fiyatı çok yüksekti. Bu durum
Rabia’mn dikkatini çekti. Normalde tüccarlar hangi malın fiyatının
ucuz olduğunu araştırırken, Rabia akıl ve öngörüsüyle neyin
fiyatının pahalı olduğunu araştırırdı. O, Aksu’dayken mal satmak ya
da mal almak için gittiği yerler arasındaki Kagılık’ta kerestenin çok
96
olduğunu, ulaşımının elverişsiz olması dolayısıyla fiyatının da ucuz
olduğunu hatırladı ve hemen Kagılık’a hareket etti. Sıddıkhacı da
yakın tarihimizde Çinli saldırganlara karşı ayaklanmaların çok
görüldüğü ve ihtilalcilerin çok çıktığı Kagılık’ı görmek istiyordu.
Sıddıkhacı ve Rabia, Kagılık’ın pazarını dolaşarak ev
yapımından kullanılan kalas ağacı ve kerestenin fiyatını öğrendiler.
Aynı gün Kagılık’tan Kaşgar’a boş giden yük kamyonu buldular ve
fiyatta anlaşarak satın aldığı kalas ağacı ve keresteleri kamyona
yükleyip Kaşgar’a getirdiler. Sattıktan sonra hesap yaptıklarında bire
bir kâr ettiklerini gördüler. Keresteleri seçme, kıran kırana pazarlık
etme, kamyona yükleme, kamyondan indirme, yine pazarlık ederek
satma işleri çok zor ise de, Rabia için aynı zamanda zevkli idi.
Sıddıkhacı için başlangıçta utandırıcı gelmişti, sonra ilginç gelmeye
başladı. Rabia keresteleri satın almadan kârını hesap eder, sonra keyifli
bir şekilde kesin kararını verirdi. Sıd-dıkhacı ise bu ticaret sırasında
sanki bir satıcıyı kandırarak malını ucuza alıp öteki müşteriye pahalıya
satıyormuş gibi geldiği için utanırdı. Fazla geçmeden o, bu tür kolay
para kazandıran ticarete alıştı. Ona her şeyden daha zevkli gelen şey
hanımı Rabia ile gece gündüz beraber olmasıydı.
Bir gün, onlar Kagılık’ta satın aldıkları keresteyi Urumçi’den
gelen bir Uygur şoförün kamyonuna yükleyerek Kaşgar’a doğru yola
çıktılar. Kamyon Hemit Deresi denen yerde hızla gidiyordu.
Sıddıkhacı bu çıplak çölü göstererek genç şoföre 40 yıl önce burada
dehşetli savaşın yaşandığını, 1933 yılında Savut Damolla
önderliğindeki Uygur ileri gelenlerinin kurdukları Doğu Türkistan
İstiklaliyet Cumhuriyeti١nin askerlerinin tam bu çölde Çinli, Çinli
Müslüman ve Rus askerlerinin gökten uçakla, karada tankla ve ağır
silahlarla yaptıkları kuşatma saldırısında pek çok düşmanı geberterek
hemen hemen hepsinin şehit olduklarını anlatıyordu. Kamyon
koltuğunun kenarında oturan Rabia milletin hürriyeti için şehit olan
kahramanlara saygısını ifade etmek için boynunu kapı camından
dışarı çıkarınca başındaki eşarbı rüzgar uçurdu. Bu eşarbı Sıddıkhacı
vermişti.
97
“Tamam, bir şey yok” dedi Rabia aldırış etmeden.
Ancak Sıddıkhacı biraz telaşlandı ve şoföre:
“Kardeşim, kamyonunu durdursana, ben alayım!” dedi.
Kamyon durdu. Sıddıkhacı rüzgarda uçan eşarbın peşinden koşarak
gitti. Aşağı inerek bakıp duran Rabia bağırdı: “Sıddık, tamam, geri
dönün!”
Sıddıkhacı rüzgarla birlikte koşarak gidiyordu. O tahminen üç
kilometre koştuktan sonra kamışa ilişen eşarba yetişti. Sıddıkhacı
nefes nefese kalarak döndüğü zaman Rabia kızarak:
“Vah vah, ne olacaktı bir eşarp uçarsa, o kadar uzağa koşup
zahmet ettiniz.” dedi. Sıddıkhacı Rabia’ya bakarak:
“Sizin eşarbınız için üç kilometre koşmuşum, eğer kaderin
rüzgarıyla siz uçarsanız, bin kilometre de olsa işte böyle koşup sizi
kurtaracağım.” dedi.
“Sağolun Sıddık, fedakarlığınız için teşekkür ederim.” dedi
Rabia memnun olarak. Şoför delikanlı bu sözleri duyunca
duygulanarak:
“Aferin, Ferhat ile Şirin gibi hem aşk yolunda hem hayat
yolunda fedakarlık gösteren sizin gibi çifte çok az rastladım.” Dedi
onlara sevinçle.
Bir gün, Rabia ile Sıddıkhacı Kagılık’ın köylerinden kereste
satın aldıktan sonra kamyon aramak için epey oyalandılar. Karanlık
çökerken keresteleri kamyona yüklediler, bunları kereste pazarına
götürüp indİrinceye kadar gece yansı oldu. Genellikle onlar akşam
oluncaya kadar işlerini bitirip Sıddıkhacı’nın sınıf arkadaşı İbrahim’in
Kagılık ilçe pazarındaki evine gelip gecelerlerdi. Bugün onlar ağır
yürüyerek onun kapısı önüne geldiler. Ne yapmak gerek? Gidelim
derse bu gecede gidecek başka tanıdığı yok, yakın civarda otel de
yok, üstelik bütün gün çalışarak, yol yürüyerek, keresteleri indirerek
yoruldukları için daha uzak bir yere gidecek güçleri de yoktu. Onlar
biraz beklediler, uykuları geldi, sonunda kapı önündeki çardağın
98
altına gelip oturmak istediler, ama uyku üstün geldi. Eylül ayının
sonlan olmasına rağmen, hava insanı üşütecek kadar serinleşmişti.
Sonunda Sıddıkhacı kabak bostanlarını ve onun büyük yaprakları
döşek yaparak altlarına koydu, diğer bir kısım bostanı yorgan
yaparak üzerilerine örttü. Onlar fazla geçmeden tatlı uykuya daldılar.
Sabah dışarı çıkan İbrahim, bunca soğuğa aldırmadan birbirlerine
sarılarak tatlı uykuya dalan bu aşık maşukları uyandırdı ve kızdı:
Hey arkadaş, şu yaptığına bak, insan uyandırmaz mı
arkadaşını yahu?”.
Urumçi’ye Yerleşme
Gerçekten, Meşşanin bu gün kü torunlarının ailesine
Rabia’nın ayağı uğurlu gelmişti. Aradan fazla geçmeden Özerk Bölge
Eğitim Enstitüsünden Sıddıkhacı’nın öğretim üyeliğine kabul edildiği
ile ilgili bir duyuru geldi. Onlar acele yola çıktılar ve Urumçi Şimali
Kovuk
(Kuzey
Kapı)’ta
bulunan
Eğitim
Enstitüsü’nün
lojmanlarındaki eski bir daireye yerleştiler. Rabia eşyaları yerleştirip
düzenledikten sonra:
“Evet, iş tamam, şimdi şehrin büyüğüne geldik, paranın da
büyüğünü kazanacağız, işe başlayalım mı?” dedi Sıddıkhacı’ya
gülerek.
“Hayır, olmaz Rabia” dedi Sıddıkhacı kesin bir şekilde, “Ben
artık büyük bir enstitünün öğretim üyesiyim, üniversite hocasının eşi
sokakta ticaret yapıyor derlerse başkalarının karşısında ikimize de
ayıp olur. Bundan sonra evde oturun, ben size bakacağım.” “Sıddık
Efendim, sizin işinizle karın doymaz. Hükümetin dört beş kuruş
maaşına bakıp oturarak nasıl bütün milletin derdini düşünebiliriz?
Siz konuşun boş lafları, ben ticaretimi yapacağım.” dedi Rabia ve
işine başladı.
O dönem, çeşitli şehirlerin ünlü kaçakçılarının Urumçi’ye
toplanıp şehir sokaklarında yaprak gibi uçuşan paralan çuvalla
topladıktan bir dönem idi. Lasa, Hoten ve Kaşgar gibi şehirlerden
99
altın, gümüş, gümüş para, altın para, misk, safran, hakiki inci gibi
değerli ve hükümetçe satışı yasaklanan kaçak mallar, Urumçi’de
toplanıyordu. Risk alan tüccarlar bunları toplayarak Guangcou,
Şanghay gibi şehirlere götürüp satıyorlardı. Hatta bazı gözü pek olan
tüccarlar, Tayvan ve Hongkonglu tüccarları bularak, onlara toptan
yüksek fiyata teslim ediyorlardı.
Sermaye, fırsat ve risk durumunu iyi düşünen Rabia,
yanındaki bütün parasıyla Hoten’in yaklaşık yüzde yüz saf altını,
Kaşgar’ın eskiden kalan gümüş parası, Lasa’nın geyik boynuzu,
Börita-la’nın antilop boynuzu gibi mallardan belirli oranda satın
alarak trenle Şanghay’a geldi. Malı sattıktan sonra, bunların parasıyla
eşarp ve kumaş satın alarak Urumçi’ye getirdi. Mallar yıldırım
hızıyla elden ele geçiyor, paralar katlanarak büyüyordu.
Rabia, bir defasında 700,000 yuane satın aldığı altın, gümüş
para, misk, hakiki inci gibi malları alarak Guangcou’ya geldi. Malı
satmak için pazarlık yaparken aniden Çinli polislerin eline düştü.
Polisler, bütün kaçak mallara el koyup Rabia’yı 15 gün gözaltında
tuttuktan sonra serbest bıraktılar. Çinli polisler, mala el koyarlardı,
ama yine getirsin diyormuşçasına insanı serbest bırakıyorlardı. Rabia,
Çin cezaevinden çıkar çıkmaz tanıdıklarından biraz ödünç para
alarak doğru Şanghay’a gitti. Sermayesiz ticaret yapmak mümkün
değildi. Rabia mağazaları dolaşarak kenar sokaktaki bir mağazada
alaca renkli sentetik kumaştan yapılmış güzel bir ceketi gördü. Birini
alarak üzerine giydi ki, çok yakıştı. O, tanesi 18 yuanden 10 tane
ceket satın alarak Müslümanlar Oteli’ndeki Uygur tüccarlarının
kaldığı yere geldi. Onun üzerindeki şık ceketi gören tüccarların
hemen hemen hepsi, eşlerine götürmek için Rabia’ nın aldığı ceketleri
kapıştılar. Rabia bir misli kârına hepsini verdikten sonra, ertesi gün
mağazada kalan 40 tane ceketin hepsini alarak 100 yuanden sattı.
Ertesi gün yine o mağazaya gidip aynı ceketten 500 tane sipariş verdi.
Rabia’nın “alaca ceketi” diye ünlenen bu ceketlerin Şanghay’daki
toptan fiyatı 80 yuan olup, Urumçi’de bunlar 150 yuanden perakende
satılmaya başladı. Rabia, fırsatı kaçırmadan derhal 10 bin tane ceket
siparişi verdi ve bunları Urumçi’ye götürüp 150 yuanden toptan sattı.
100
Aradan altı ay geçtiğinde, bütün Uygur bölgelerinde kızlar, Rabia’nın
“Alaca ceketi” olmadan evlenmez oldular.
Rabia, bir keresinde, Urumçi’den pek çok misk alarak
Guangcou’ya gitti. Malı satın alan Hongkonglu Çinli kıymetli taşlar
tüccarı idi. O, örnek mallarını Rabia’ya gösterdi. Rabia, taşlar
arasından Uygurlarca kıymetli bilinen beyaz, şeftali çiçeği renginde
olan yakutları seçti. Rabia, bu taşın bir çiftini Urumçi’de 80 yuanden
satmanın mümkün olduğunu biliyordu. Dolayısıyla Hongkonglu
tüccara bu tür taşlardan getirmesini istedi. Aradan birkaç gün
geçtikten sonra 0 tüccar Rabia’nm seçtiği yakutlardan bir çuval
getirdi ve bunları Rabia’nm odasına bıraktı. Rabia, onunla pazarlık
ettikten sonra baktı ki, yakutun bir çifti 3 yuane geliyor-dil. O bir
çuval yakutu Urumçi’ye getirip kuyumculara bir çiftini 30 yuanden
sattı. Rabia, yakut taşlarını sattıktan soma evinde bir kaç gün
dinlendi. Ama bu dinlenme onun İçin daha telâşlı geçti. Onun
lojmanlardaki evine her gün bir kaç kişi geliyor, çantalarıyla
getirdikleri deste deste paraları Rabia’ya teslim ediyorlardı.
Sıddıkhacı saatlerce para saymaktan yoruluyordu. Uygur tüccarları
genelde nakite veya veresiye satılacak malin parası hakkin-da sözlü
olarak pazarlık yapar ve sözlü olarak anlaşırlardı. Bazen ticaretin
gizliliğini göz önüne alarak iki taraf da tanık çağırma-zlardı.
Anlaşmadan sonra müşteriler malı yükleyip götürürlerdi. Yazılı
belgeyi ise yabancı memleketlerden gelen tanımadık kim-sel‫؟‬r İçin
kullanırlardı. Mail alan kişi, sözlü olarak anlaştığı süre içerisinde
parayı getirip teslim ederdi. Ticaretçiler arasında bu çeşit samimiyet
ve güven onların en güzel ahlaki idi. Söz veren tüccarlar, kuyumcular
Rabia’ya satın aldıkları yakutların parasını teslim ediyorlardı.
Sıddıkhacı, Rabia’nın bir defada bu kadar çok para kazandığına hem
şaşırıyor hem telaşlanıyordu.
Rabia, bu sefer Urumçi’de toplanan geyik boynuzu ile anti-lop
boynuzunun hepsini satın aldı ve çantalara doldurup Guangcou’ya
dogru yola çıktı. Mail sattıktan sonra sabaha kadar para saydı, eline
geçen para 1,900,000 yuanden fazla idi. Bu az para değildi. O zaman
sadece Uygurlar arasında değil, oldukça büyük mağaza ve hükümet
101
şirketlerinin de milyonluk sermayesi yoktu. Eğer Rabia, ticarete son
vererek Urumçi’ye dönseydi, bu parayla çocuklarım Ömür boyu
rahat yaşatabilirdi. “Elin bir yere ulaşmazsa, darağacına asil” atasözü
Rabia gibi ticaretçilerin. risk alma düsturu idi. Rabia, paralarım
çantaya doldurarak 0 dönemde en güzel yabancı malların girdiği
Şentu denen memlekete geldi.
Yaklaşık 2,000,000 yuane hükümetin resmi işlemlerini yerine
getirerek vergisini de ödedikten sonra faturasıyla birlikte çeşitli
sentetik kumaş, saat, teyp gibi ürünleri satın aldı ve bir kamyon
kiraladı. Kamyona Uygur tüccarlarından 27 kişinin toplam 5,000,000
yuan değerindeki malı da yüklendi. Hükümetin kestiği faturalarla
yola çıkan kamyon, Keyfing şehrine geldiğinde, oranın Ticaret ve
Sanayi Müdürlüğü ١ nün elemanları karşılarına çıktılar. Rabia ve
diğer tüccarlar, durumu her ne kadar açıkladılarsa da ve yasal fatura
kayıtlarım gösterdilerse de, hepsine sahte diyerek utanmadan
5,000.000 yuanlik mala el koydular. Bu durum, tüccarlara çok ağır
geldi. Pek çoğu bütün sermayesinden ayrıldıkları için çıldıracak gibi
oldular. Bir genç, kaptırdığı 300,000 yuan değerindeki malına ve
haksızlığa dayanamayıp kan ağladı. Rabia ise, direnerek bir sonuç
elde edemeyince, bu olayı kafasına bile takmadan şarkısını
söyleyerek dışarı çıktı ve “Gelmemiş talihte annenin hakkı var mı”
dedi bakıp duran ortaklarına.
"Rabia, o gün hiç tereddüt etmeden Şanghay’a geri döndü.
Ertesi gün tanıdık birisinden 60 yuan ödünç alıp 30 yuane tencere
takımı satın aldı. Un, yağ ve sebze getirip makama çorbası yaptı. O,
beş kase makarna çorbasını tahta tepsiye koyarak binanın önünde
oturan Uygurların yanına getirdi ve her kasesini beş yuanden sattı. O
gün Rabia, makama çorbası satarak 120 yuan para kazandı. Ertesi
günden itibaren pilav ve leğmen (özel soslu makama) yaparak sattı
ve böylece parasını 500 yuane çıkardı. Bir kaç gün sonra kiraladığı
evin sahibinden izin alarak avluya sert tuğladan tandır yaptı. Ertesi
günden itibaren güzel pişen tandır böreği (samsa) kokusu sokağı
sardı. Uygurların lezzetli tandır böreğine sadece Tibetli tüccarlar
değil, civardaki Çinliler de alıştı. Böylece Rabia, iki ay içerisinde 3500
102
yuan para kazandı. Bu parayla mağazalara koşup yeni çıkan renkli
kumaşlardan satın alarak Urumçi’ye götürdü.
Büyük işlerden, tehlikeli mallardan, riskli kaçakçılıktan büyük
kâr elde etmek mümkün ise de, sonuçta hepsinin uçup gideceğini
öğrenen Rabia, artık o işlerden elini çekip kumaş ticaretine girişmişti.
Ne yazık ki, hükümet malına yine el koyunca, Rabia eli boş evine
dönmek zorunda kaldı.
Çinli ticaretçiler, hükümet yetkililerini ayarlayarak para
kazanmakta iken, Uygurların ticareti hiç gelişemiyordu. Göze
görünmeyen bir kara el daima para kazanan Uygurların
kazandıklarını bir iftirayla hükümetin cebine indiriyordu. O
dönemde Atuş’lu ticaretçilerin 1,000,000 Amerika Dolari izsiz
kayboldu. Hayli yüksek mevkideki Uygur yöneticiler araya girip
soruştur-dularsa da izini bulamadılar.
Dönkörük Pazarından Hantanrı Sarayı’na Kadar
Urumçi’deki Dönkörük Pazan, Uygurlann ticaret merkezi
sayılırdı. Bu pazar aslında hükümetin Üç Katlı Ticaret Sarayı adıyla
ticareti başlattığı bölge idi. 60’h yıllardan sonra, bu Ticaret Sarayı’nın
etrafında Uy gurlar yavaş yavaş gizli ticaret yapmaya veya
hükümetin gıda karnelerini ve kaçak malları alıp satmaya
başlamışlardı. Bu pazarda tavuk sütünden başka her şey bulunur,
sözü o dönemlerde yayılmıştı. 80’h yıllara kadar Dönkörük Ticaret
Sarayı’nın önünden Bogda Caddesi’ne giden yol, yani 1. yol ile 7.
yolu bağlayan cadde, otomobillerin ve insanların kullandıkları açık
yol idi.
Rabia Kadir. Şanghay’den eli boş dönüp bir kaç gün
dinlendikten sonra Sıddıkhacı’dan aldığı 60 yuani cebine koyup
Dönkörük e geldi. Sokağın köşesindeki kuyumcu Atıhan’ın dükkanı
önünde tezgah kurup emzik satan Muhemmed Yeken denen kişiyi
gördü. “Acaba” dedi Rabia kendi kendine “dükkan satın alacak ya da
103
kiralayacak param olmadığı için ben de bu yol kenarına tezgah
kursam millet ne der, hükümet ne der?”.
O, aynı gün eski bir tahta yatak satın alarak yol kenarındaki
çayhanenin yanına koydu ve üzerine iplik gibi gündelik ihtiyaç
mallarını satın alarak dizdi. Bu sokak, o dönemde Urumçi’deki en
büyük ticaret sarayı sayılan Dönkörük Ticaret Sarayı’na müşterilerin
geçtiği yol üzeri olduğu için hükümetin dükkanlarında bulunmayan
tarak, toka, çizme parlatıcısı, kilit, çakmak ve iplik gibi mallar çabuk
satılıyordu. Rabia, tezgaha yavaş yavaş eşarp, elbise gibi büyük
malları da koymaya başladı. Parası 700 yuane ulaşınca çeşitli
kumaşları alarak tezgahına koydu. İki - üç gün sonra onun yanına
Meremnisa adında bir kadın da tezgah açtı. Bir ay içinde tezgah
açarak ticaret yapanların sayısı 7-8’e ulaştı, Burada doğal olarak bir
pazar oluşmaya başladı. İnsanlar arayıp bulamadıkları malları bu
pazardan alıyorlardı.
Rabia bir kaç gün ticaret yaptıktan sonra Belediye Ticaret ve
Sanayi İdaresi’ne gidip Cümetay denen yetkiliyi bularak Dönkörük’te
Pazaryeri kurmayı teklif etti. Ne yapacağını bilemeyen bu idare, ortak
olma koşuluyla onun Pazaryeri kurma teklifini kabul etti. Rabia, ticaret
yapmaya başladığından beri her gün mallarını toplayıp çantalarına
doldurarak götürüyor ve ertesi sabah yine getirip ticarete başlıyordu.
Bu sırada çok zorlanıyordu. Eğer burada pazaryeri kurulursa sırayla
konulan tezgahların altına demirden dolap yaptırıp malları oraya
koyarak kilitleme imkanı olacaktı. Bu tür pazaryerini Rabia Çin
şehirlerinde görmüştü. Böylece bu sokak trafiğe kapatıldı. Sokağın iki
tarafı demirlerle çevrilip üstü kapatıldı. İki tarafına sıra hâlinde küçük
dükkan ve büfeler yapıldı. Her büfe için 2000 yuan deposit parası
alındı. Kayıt yaptırarak para ödeyenlerin sayısı iki yüzü geçti. Demek
ki, bu pazaryerinı kurmak için yeterli sermaye toplanmıştı. Sokağın ilk
girişinde ufak mal satanlar için, sonra perakende mal, yani kumaş ve
elbise satanlar için, iki tarafında ise halıcılar, lokantacılar ve berberler
için yer ayrıldı. Böylece bir kaç gün içinde yüzlerce Uygur ticaretçinin
yerleştiği Dönkörük Pazaryeri tabelasını asarak yasal ticaretine başladı.
Her şey yoluna girdiğinde sözünde durmayan hükümet, yani Belediye
104
Ticaret ve Sanayi İdaresi, niyetini bozarak hazıra kondu ve ani bir
talimatla bütün yönetim yetkilerini tamamen kendi eline geçirdi. Hatta
Rabia’nin bütün sokağın üstünü kapatmak için ödediği parayı da geri
vermeyi kabul etmedi. Sadece emekleri için Rabia’ya Belediye Ticaret
ve Sanayiciler Birliği’nin başkan yardımcılığı görevini verdiğini
duyurdular. Bu makam gerçekte odası, masası ve sandalyesi olmayan,
maaş ya da iş kimliği olmayan boş bir makam idi. Ama Rabia, bu
makamdan çok ustalıkla yararlanarak şehirdeki. işsiz Uygurların,
özellikle ev hanımlarının pâra kazanarak geçimini sağlamaları, ayağa
kalkmaları için durmadan çalıştı. Dönkörük Pazaryeri bittiğinde, onun
eski tezgahının yerine verilen 58 no’lu dükkandan başka hiçbir şeyi
kalmamıştı.
O, bir gün Urumçi Cenubi Kovuk (Güney Kapı) pazarındaki
Sultan adındaki ticaretçi çocuktan Hantanrı Camisi’nin inşaatını
yapmakta olan Üretim ve İmar Ordusu Yapı Şirketi’nin cemaatin
ödeyemediği 300,000 yuan karşılığında camiin alt katına dükkan
açmak koşuluyla inşaatı üzerine aldığını duydu. Rabia insanlardan
soruşturarak cemaatin bundan şikayet etmekte olduğunu öğrendi.
“Bu Çinliler camiin altına dükkan açarlarsa nasıl olur, yarın
öbür gün bunların domuz eti satmayacakları garanti değil ki? Bu
gerçekten halkın menfaatine aykırı ve örf adetlerine hakaret değil mi?”
Rabia, başkan yardımcısı kimliğini kullanarak, cami
büyüklerini ve zengin ticaretçileri bir araya toplayıp danıştı. Onlar,
cami inşaatının bitirilmesi için pek çok para bağışladıklarını, 300,000
yuani ödeyemedikleri için Üretim ve İmar Ordusu ’ nun Çinlilerine
alt katma dükkan açmak koşuluyla vermek zorunda kaldıklarını
anlatarak dertlendiler.
“Ben bu sarayı kurtaracağım, ne olursa olsun, Üretim ve İmar
Ordusu Çinlilerinin elinden alacağım” dedi Rabia çoğunluğa. Onlar:
“Hükümetle boy ölçüşülür mü hanım, biz de çabaladık, para
olmayınca sözümüzü geçiremedik” dediler.
105
Rabia önce Belediye imar işlerinden
yardımcısını buldu ve halkın şikayetini aktardı.
sorumlu başkan
“300,000 yuan paranız varsa geri alabilirsiniz. Sözleşmenin
feshedilip düzeltilmesine biz yardımcı oluruz” dedi yetkili Çinli
Müslüman. Rabia dönüp camiin altındaki iki katlı saray yerini
gözden geçirdikten sonra ölçerek ince hesap yaptı. Dönkörük’te-ki
pazaryerini kurma deneyimine göre, buradan para kazanabileceğini,
daha önemlisi camiin alt katını Çinli tüccarların elinden almanın
mümkün olduğunu tahmin ederek cesaretle kendisine ait 150,000
yuan parayı çıkardı, üstüne hükümet bankasından yüksek faizle
aldığı 150,000 yuan krediyi ilave ederek 300,000 yuan nakit parayı
masanın üstüne koyup ticaret sarayını Çinli İnşaat Şirketi’nin elinden
aldı. Rabia’nın hesabına göre, bu sarayın içine tezgah yaparak
ticaretçilere kiralandığı takdirde, yılda tahminen 1,000,000 yuan gelir
elde etmek mümkündü. Sarayın hükümet idaresinden Rabia’nın eline
geçtiğini ve bundan gelecek 1,000,000 yuan kârı duyan Hantanrı
Camisi’nin yapımıyla ilgilenen ticaretçiler yüz çevirmeye başladılar.
Tanınmış ticaretçi Abdurahim Hacı ortaya çıkarak:
“Camiin altındaki sarayda kadınların ticaret yapmaları caiz
değildir. Namaz vaktinde kadınlar alış verişe gelirlerse şeri’ate uygun
gelmez” dedi ve 300,000 yuani Rabia’ya verip sarayı geri alacağını
duyurdu. Rabia hiç üzülmedi, aksine gülerek:
“O kadar erkek baka baka camiin yarısını Çinlilerin eline
vermişsiniz, ben kadın olduğum hâlde halkın derdini dinleyip
kurtardım. Ben buna seviniyorum, şimdi namertlik edip geri alırsanız
da razıyım, sadece yine Çinlilere kaptırmayın yeter” dedi.
Rabia, banka kredisini, 50,000 yuan faizini cebinden ödeyerek
100,000 yuan parayı alıp döndü. Çünkü sarayı geri alanlar, kredinin
faizini ödemeyi reddetmişlerdi. Camii yapımında büyük rol oynayan
büyük ticaretçi Şerif Atıhan cemaatin huzurunda: “Rabia Hanım,
camimize sahip çıkarak Çinlilerden geri almak için 50,000 yuan
zarara uğradı, 1,000,000 yuan kârdan vazgeçerek ticaret sarayını
106
Uygurlara geri verdi, mert, yiğit gibi davrandı, karşılığını Allah
versin” dedi. Rabia yine de sevinçliydi. Ama içinde:
“Ne çare, Urumçi’de bir dükkana sahip olmak çok zor oldu
yahu? Rabia Kadir Ticaret Sarayı diye kendi adımla bir saray
yapacağım..”diye düşündü.
107
108
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YAŞAM MÜCADELESİ
109
İlk Adım
Urumçi’de Halk Tiyatrosu ile Hantanrı Camisi’nden
Dönkörük Ticaret Sarayı’na kadar olan yerler en işlek yerli ticaret
merkezi sayılırdı. Burası Uygurların yoğun olarak yerleştikleri bölge
idi. Bu bölge, Uygurların ticaret bölgesi idi. Halk Tiyatrosu’ndan
Şimali Kovuk (Kuzey Kapı)’a kadar olan bölge ise, göçmen Çinlilerin
ticaret bölgesi sayılırdı. Eski Urumçi aslında nehrin akıntısı boyunca
kurulmuştu, burada Uygurlar çiftçilik yaparlardı, hayvan beslerlerdi,
zanaat ve madencilikle Uğraşırlardı. Bu şehir, kendilerini Hoca
torunları diye adlandıran Appak Hoca döneminde tahrip edilmişti.
Uygur topraklarını birleştiren Yakup Bey şehri bırakıp kaçtıktan
sonra Zuo Zong-tang denen Çinlinin ordusu tarafından işgal
edilmişti. Çinli askerler, aile efradı ve bunların peşinden gelen
“Hulangzıçılar” denen tezgahtar tüccarlar, Urumçi’nin ortasındaki
dört köşe şeklindeki araziyi sahiplendikten sonra sur yaparak içine
yerleşmişlerdi. Onlar yakın zamanlara kadar surun dışarısına pek
çıkmazlardı, geceleri sur kapısını sıkı kapatırlardı, askerler de kapıda
nöbet tutarlardı. Böylece Urumçi’de küçük bir Çin şehri oluştu.
Şehrin güneyinde ve Gerbiy Kovuk (batı kapı) civarında ise Uygurlar
bahçeli evlerde yaşarlardı. Sonrada gelen Özbek, Tatar ve Çinli
Müslümanlar da bu semte yerleşmeye başladılar, işte Cenubiy Kovuk
(Güney Kapı)tan Dönkörük’e kadar olan cadde, eski ipek pazarının
devamı olarak işlek ticaret merkezine dönüştü.
Urumçi’de, gerçi hükümetin kayıtlarına göre 3 ila 4 yüz bin
Uygur yaşasa da, bütün Doğu Türkistan’daki 10 milyondan fazla
Uygur, Kazak, Çinli Müslüman ve Moğol gibi halklar gerekli
eşyalarını işte bu pazardan temin ederlerdi. Yerli ve milli özel
ürünlerin dışında yine Çin şehirlerinden gündelik gereksinim
ürünleri, ayrıca sanayi ürünleri trenle Urumçi’ye geliyor ve buradan
diğer bölgelere dağıtılıyordu. Kısacası, Urumçi Uygurların mal
dağıtma merkezi olmakla kalmayıp etraftaki pek çok ülkelerle mal
takası yapılan ticaret merkezi, yani ipek yolunun son dönemlerdeki
düğümü sayılıyordu.
110
Bu pazarın değerini ve istikbalini ilk kavrayan ve tahmin
eden, ilk olarak yatırım yapmayı planlayan şahıs, Rabia Kadir idi. O,
önce Uygur ve diğer halkların gündelik gereksinim ürünlerini temin
etme, şehirdeki işsiz Uygur kadınlarını işe yerleştirme, ayrıca
toptancılık yaparak bütün şehir, ilçe ve köylerdeki Uygurları ticarete
yönlendirme amacıyla Urumçi’deki Uygurların yoğun olarak
yerleştikleri semtte büyük bir ticaret sarayı yapmayı aklına koydu.
Ama iki kez yaptığı girişim sonuçsuz kaldı ve büyük zarara uğradı.
1986 yılında Dönkörük Ticaret Sarayı ile Hantanrı Ticaret
Sarayı’m elinden kaçırdıktan sonra, ikisinin ortasında yer alan cadde
üzerindeki terkedilmiş hükümet pazanna göz dikti. Arsa kullanım
yetkisi belediyeye ait olan bu yere 1964 yılında Belediye 30-40
dükkanlı bir ticaret sarayı yaptırıp Sebzecilik Şirketi’ne kiralamıştı.
Hükümetin et, sebze dağıtım dükkanları bir süre ticaret yapmışlarsa
da mal girişi durunca 1966 yılından sonra terkedilmişti.
Rabia, insan ayağının basmadığı bu pis yere baktı.
Dükkanların kapı ve pencerelerinin kırılmış, sebzecilerin bıraktıkları
çöp yığınlarının çürümüş olduğunu, edepsiz kişilerin kusarak, hatta
aptesini yaparak bakılmaz bir hale getirdikleri pislikleri görünce
başlangıçta biraz tereddüt etti. Sonra dikkatle hesap etmeye çalıştı. O
pazarın önündeki iki katlı bina, arkadaki 30-40 dükkan ve ortadaki
iki sıra dükkanı ilave ettiğinde, buraya yaklaşık 200 ticaretçiyi
yerleştirmenin mümkün olduğunu, pazarın içine büyük otomobil
girebildiği için mal taşıma ve depolama gibi işlerin de çok kolay
olacağım hesap ettikten sonra, burayı kiralama yoluyla ele geçirmeyi
düşündü.
Rabia, Tapu idaresi’ne gidip karşıdaki bu pazar yerini
kiralamak istediğini bildirdi, onlar Belediye Sebzecilik Şirketi’nin
kirasını ödeyemeyip borca battığım ve burayı çöplüğe
dönüştürdüğünü anlattıktan sonra, yıllık 40,000 yuan kira bedeliyle
vereceklerini söylediler. Rabia, fırsatı değerlendirip yanındaki
200,000 yuan nakiti vererek bu pazar yerini beş yıllığına kiralama
hakkındaki sözleşmeyi imzaladı. Bu pazar yerinin temel yapısını
111
bozmamak kaydıyla restorasyon yapma, dükkanlara kapı takma, iç
süsleme, genel badana yapma, yeri asfaltlama gibi işler de büyük
yatırım talep ediyordu. Rabia, işçi çalıştırarak gece gündüz uğraşıp
bu işleri bitirdi. Pazarın önü ve etrafına 100 dükkan, 50 büfe
hazırlayarak buraya “Rabia Kadir Ticaret Sarayı” tabelasını astı. O
gün Urumçi’deki saygın ticaretçilerden, sermaye sahibi zenginlerden
olan Tursun Hacı gibi 20 kadar kişiyi ziyafete çağırıp maksadını
anlattı:
“Muhterem büyükler, tüccarlar, benim böyle büyük bir yerde
Uygurların toptancılık, perakendecilik pazarı kurma hayalim vardı,
bu hayalim şimdi gerçekleşeceğe benziyor. Hepinizin bu konudaki
fikirlerini almak için sizi buraya çağırdım”.
Tüccarlar, küçümseme tavırlarıyla başlarını salladılar. Bazıları
hiç yüze hatıra bakmadan içindekileri dökmeye başladı:
“Öncelikle, başında bir kadının bulunduğu işten hayır gelir mi
bilemeyiz. Ama bu çöplük bin kere temizlense de halkın gözünden
düştüğü için müşterilerin buraya geleceğini aklım almıyor.” “Rabia
Hanım, delirdiniz mi, yüz binlerce yuan parayı bu çöplüğe
saçmışsınız, doktora görünseniz iyi olur.”
Bu pisliğe yıllardan beri ayyaşlar aptes yapmak için girerlerdi,
şimdi tüccar çağıracağım diyorsunuz, buraya tüccar, müşteri değil,
cin ve şeytanlar bile korkup gelmez yahu.”
“Hanım, olmadık işlerle uğraşacağınıza, evinize dönüp
Sıddıkhacı’ya leğmen (özel soslu makama) yapsanıza?”
Misafirler, Rabia’nın keyfini kaçırarak gittiler. Ziyafetten
sonra Rabia’nın yanında kalan yakınları, yani Sıddıkhacı’nın bir kaç
yazar, şair dostları ve “Akşam” gazetesinin bir editörü değişik fikirler
verdiler:
“Şu anda Çin’de böyle şirketleri, şahıs adıyla adlandırma işi
henüz uygulanmaya konmadı. Halkın merakını, geniş kadın kitlesini
çekmek için, hükümetle ilgili işlemlerin ve propaganda işlerinin
112
kolay yapılması için 8 Mart Kadınlar Günü adıyla buraya “8 Mart
Ticaret Sarayı” dersek nasıl olur?”
Rabia, çok akıllı ve tedbirli idi. O, 10 yıl önce Şanghay’da
şahısların toptancılık pazarından mal satın aldığı zaman böyle pazar
yeri kurma, planlama ve yönetme işlerini dikkatle öğrenmeye
başlamıştı. Şehrin zengin tüccarları desteklerlerse, yatırım yaparlarsa,
dükkan açarlarsa ne yapacağını, eğer desteklemezlerse ne yapacağını
iyi düşünmüş ve planlamıştı.
“Göreceksiniz” dedi Rabia oturanlara, “Ben bu pazar yerini
kuracağım. Deminki ukala tüccarların hepsi sonunda paralarını
getirip bana teslim edecekler. Yarından itibaren Uygur kadınları bu
pazarla ticarete başlayacak. Bir pazar yerini çalıştıramazsam millete
nasıl rehberlik edeceğim.”
Ertesi gün pazar yerinin tabelası değişti. Rabia, şehirdeki işsiz,
zor geçinen Uygur kadınlarından 30 kişiyi işe alacağını duyurdu.
Aynı gün 30 kız ve kadın gelip kaydını yaptırdı. Rabia, onlara 70
yuan ücret belirleyerek, onları dükkan ve tezgahlara mal koyup
satmakla görevlendirdi. O zaman hükümete çalışanlar da 50-60 yuan
maaş alıyorlardı. Onun için yeni işe giren bu kızlar, çok mutlu ve
aktif halde çalışmaya başladılar.
Ama tezgaha hangi mal konulacak? Üstelik para yokken...
Rabia Kadir, önce Kadınlar Birliği’nin desteğine erişerek
Mahinur Kasım Hanım’ın kefil olmasıyla Urumçi’deki 1 Temmuz
Tekstil Fabrikası’ndan metresi 60 kuruştan 2000 metre; metresi 1.20
yuanden 2000 metre olmak üzere 4000 metre kumaş satın aldı. Bu
kumaşlar, depoda kalan, fiyatı indirilen kumaşlardı. Rabia Kadir,
malı sattıktan sonra parasını ödemek koşuluyla dükkanlara dağıttı.
Yerli ve çeşitli bölgelerden gelen tüccarlarla irtibat kurdu,
depolarında kalan mallarının fiyatını pazarlık ederek indirtip onları
mal satıldıktan sonra parasını vermeye ikna etti ve mallarını aldı.
Hükümetin şirket, fabrika ve mağazalarıyla ilişki kurup depolarında
kalan kumaş, eşarp ve giysileri yazılı belge imzalayarak aldı. Şehrin
113
içindeki Çorap Fabrikası’nın ellenmiş mal sınıfındaki 5000 adet çorabı
çok ucuz fiyattan veresiye satın aldı. Çalışanlar, malları düzenlediler,
temizlediler, yıkadılar, ütülediler, güzelce katlayarak tezgahlara
koydular. Böylece dükkanlar mallarla doldu. Guangcou’dan gelen bir
Çinli tüccar, pazarda bir dizisi 30 yuanden satılmakta olan iki çuval
inciyi kilo fiyatıyla Rabia’ya teslim etti. Rabia hesap etti ki, bir dizisi 3
yuane geliyordu.
8 Mart 1987’de, yani Uluslararası Kadınlar Günü’nde, Rabia
Kadir’in “8 Mart Ticaret Sarayı’nın açılış töreni düzenlendi. Törene
hükümet, banka ve maliye kurumlarının temsilcileri, Kadınlar
Birliği’ndekiler, sanatçılar, gazeteciler ve muhabirler geldiler. Radyo
ve Urumçi “Akşam„ gazetesinde bir kaç gün ardı ardına reklam
verilmişti. Sanat okulundan davet edilen öğretmen ve öğrencilerine
üçer diziden inci hediye edildi.
O gün sabah pazar coştu. Çatılarda davul zuma çalındı. Sonra
hoparlörden müşterileri pazara çağırma sesleri yankılandı. Pazara ilk
olarak bir dilenci dede, bereket ve uğur dua okuyarak girdi. Rabia,
ona elbise ve 10 yuan sadaka verdi. Dede teşekkür ve dua ederek 10
yuana üç dizi inci satın alarak hanımını ve kızlarını sevindirmek için
acele evine döndü. Hayırlı duadan sonra 30 satıcı kızın önüne
müşteriler kuyruğa girmeye başladılar.
Dükkanda metresi 15 yuanden satılan kadife kumaşın metresi
3 yuanden, parça eteklik kumaşın metresi 50 kuruştan satılıyordu.
Rabia 50-60 çeşit malın fiyatını müşterisine göre anında ayarlıyordu.
Müşterisi az kumaşın fiyatını düşürüp zararına satarken, müşterisi
çok olan kumaşın fiyatını hemen artırarak satıyordu. O gün Rabia
Kadir’in pazarını on binden fazla kişi ziyaret etti.
Ertesi gün sabahtan itibaren radyo, televizyon ve gazeteler bu
konuyla ilgili haber yayınlamaya başladılar. Rabia Kadir, sabah
kahvaltısından sonra 1 Temmuz’da Tekstil Fabrikası’nın parasını
ödedi. Çorap Fabrikası’nın bütün paralarını ödedi. Tekstil
Fabrıkası’nın yöneticisi, Rabia’nın pazarı hakkındaki fotoğraflı haber
basılan Urumçi “Akşam„ gazetesini eline aldıktan sonra hiç kefil
114
istemeden 100,000 metre kumaşı dört kamyona yükleterek Rabia’ya
götürüp teslim etti. Çorap Fabrikası da 100,000 adet çorabı yine
veresiye verdi. Aradan üç gün geçtikten sonra civardaki boş
dükkanları kiralamak için tüccarlar peş peşe gelmeye başladılar.
Rabia, 100 dükkanı her biri için 10,000 yuan pey alarak verdi. 50
tezgahı 2000 yuanden kaparo alarak kiraladı. Rabia pazarım açıldığı
ilk ayda henüz dükkanların kirasını toplamadan kaparo için toplanan
1,200,000 yuan ve mal satarak kazandığı 200,000 yuanı bankaya
yatırıp Çin’in banka sahasında ilk milyoner olarak kayda geçti.
Hükümet yetkilileri, Çinli şirket yöneticileri, bankacılar,
Ticaret ve Sanayi İdaresi’ndekiler ve muhabirler Rabia’nın nasıl para
kazandığını merak ettikleri için sürekli onu ziyaret ediyorlardı.
Aynı yıl Çin hükümeti ile Sovyetler Birliği’nin Kazakistan,
Kırgızistan ve Özbekistan Cumhuriyetleri, turist mübadelesi
sözleşmesi imzalayarak uygulamaya koymuştu. Böylece bavul
ticareti yapan turistler, Urumçi’ye gelmeye başladı. Şimdi Rabia’nın
pazarı ülkelerarası ticaret, yapılan, mal takası yapılan, ticarette
Amerika Doları ve Ruble kullanılan büyük toptancılık pazarı haline
gelmeye başladı. Burada şimdi eski İpek Yolu ticaretinin yollan
açılmıştı.
Rabia Kadir “8 Mart Ticaret Sarayı„na yaklaşık 200 tüccarı
yerleştirdi. 30 kadar kişiyi maaşla çalıştırdı. Bir buçuk yıl içerisinde
Uygur bölgesinin diğer memleketlerindeki yaklaşık 1000 tüccara mal
sağladı. Binlerce yabancı müşteriyi ağırladı. Böylece Rabia Kadir’in
ticaretteki sermayesi 3,000,000 yuane ulaştı.
Aslında Uygurların ev ve arsalarına el koyarak arsa sahibi
olan Urumçi Belediyesi Emlak ve Tapu idaresi iki yıldan daha az bir
zaman içerisinde burada dönmekte olan milyonlarca yuan parayı
görünce kıskanarak sözleşmeyi feshetmek suretiyle pazarı ele
geçirmek istedi. Rabia, onların yöneticilerine net bir şekilde: “Boşuna
uğraşmayın, şimdi halkın karşısında benim itibarım sizinkinden
büyüktür. Sözleşme kanunlarını sizden daha iyi biliyorum.
Bilmelisiniz ki, şu anda sizin idarenizi de alabilecek güce sahibim. Bu
115
ticaret sarayını geri alamazsınız. Aksine ben buraya daha 10 milyon
yuan yatırım yapmayı düşünüyorum.” dedi.
Rabia’nın Lojmanı
Urumçi’de “Bir evi olan rahat yaşar, iki evi olan bereketli
yaşar, üç evi olan bey gibi yaşar” diye bir atasözü yayılmıştı. Bu
küçücük şehir, Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti olduğu için, buraya
Çin merkez hükümetinin birçok kurumu yerleşmiştir. Onun dışında
yine Özerk Bölge Parti Komitesi, Halk Hükümeti, Siyasi İstişare
Kurulu, Halk Kurultayı, Askeri Bölge Komuta Karargahı, Üretim ve
İmar Ordusu ve onun 12 tümeni olmak üzere yaklaşık 30 kadar
bakanlık ve Urumçi Belediyesinin benzer kurulularının idare binaları
yerleşmiştir. Ayrıca Merkezi ve Özerk bölge düzeyindeki
bakanlıklara bağlı idareler, madencilik, çelik, tekstil, petrol kimya, oto
tamirciliği gibi fabrika ve şirketlerin çalışanları yerleşmiştir. Aslında
300 bin nüfusu olan bu şehirde yaşayan Uygur ve yerli milletlerin
oranı yüzde doksan idi. 1949 yılından sonra Çin’den gelen
yöneticiler, askerler, suçlular ve göçmen işçilerin hemen hemen hepsi
Urumçi’ye gelip yerleştikleri için şimdi bu şehrin gerçek nüfusu 2
milyonu geçmiş durumdadır.
Urumçi’de çalışmaya başlayan her hangi bir kişinin ilk
çözmesi gereken önemli mesele barınma meselesi sayılırdı.
Sıddıkhacı Rozi, Urumçi’deki Özerk Bölge Eğitim
Enstitüsü’ne işe girdikten sonra bu enstitüden ev istedi. Onlar,
eşyalarını arabaya yükleyerek doğrudan okula gelmişlerdi. Okulun
Maliye İşleri Bölümü, onları okul içerisindeki bir odalı eve yerleştirdi.
Gerçekte buna ev demek de mümkün değildi. Çünkü evin arka
duvarı bay ve bayan tuvaletinin arka duvarıyla bir idi. Bir katlı olan
bu tuvaletler su ile temizlenmiyordu, çiftçiler pislikleri arka ve yan
tarafında bulunan kapılardan girerek büyük kepçelerle tenekelere
dolduruyor, sonra bunları eşek arabalarına yerleştirilen büyük tahta
kovalara dökerek götürüyorlardı. Her gün pek çok öğrenci ve
116
öğretmen gündüz buraya girip ihtiyaçlarını giderirlerken, gece
vakitleri gübre taşıyıcılar sürekli pislikleri alıp götürüyorlardı. İşte
böyle bir yere komşu olan Rabia, çocuklarıyla birlikte bu pis kokular
içerisinde yaşamak zorundaydı.
Okuldan Sıddıkhacı için verilen bu bir odalı evin büyüklüğü
20 metrekare bile değildi. Üç yatak ile bir masanın konulduğu evin
içinde ayakta durabilecek bir yer yoktu. Yemek yapmak için başka
küçük bir köşede yer ayrılmıştı, burada iki üç insan serbestçe hareket
edemezdi. Kısacası buraya ev demek mümkün değildi. İnsanı üzen
şey okul içerisinde ondan fazla lojman binası vardı, bu binalarda
oturanların yüzde 90’dan fazlası Çinli öğretim üyeleri, işçi ve
hizmetçileri idi. Az sayıda yerli yöneticiler ya da öğretim üyeleri de
oturuyorlardı. Okul yöneticileri, 5-6 odalı, kaloriferli ve banyolu
büyük dairelerde oturuyorlardı. Bu tür milli eşitsizlikten herkes
şikayetçiydi.
Okul yöneticileri basında “Minber’‫ ؛‬adıyla basılan önemli
yazılarıyla tanınan, okuldaki iki sınıf öğrenciye edebiyat teorisi ve
klasik edebiyat dersi veren yetenekli Uygur öğretim üyesi Sıddıkhacı
Rozi’yle alay ediyormuşcasına ona tuvaletle aynı duvarı paylaşan bir
odalı ev vermişti. Rabia Kadir, kocasına defalarca yalvararak ondan
okul yönetimine durumu anlatmasını ve evini değiştirmelerini rica
etmesini istedi.
‘’Yaşadığım sürece ‘’ dedi Sıddıkhacı net bir şekilde hanımının
isteğini reddederek “bu alçakların önüne yalvararak gitmeyeceğim.
Bu yaltakçılara baş eğmek benim için ölüm demektir.”
Böylece Rabia Kadir, bir gün Sıddıkhacı’dan gizli olarak okul
yönetimiyle görüşüp durumu anlatmak istedi. Okulun müdürü Çinli
idi. Birinci müdür yardımcısı Özbek, ikinci müdür yardımcısı Tatar,
üçüncü müdür yardımcısı Kazak idi. Sonuncusu da hiç bir şeye sözü
geçmeyen bir Uygur idi. Rabia, Rauf Evzi adında bir Tatar
yöneticinin okulun maliye ve ev işlerinden sorumlu olduğunu
öğrendikten sonra onu arayarak odasına girdi.
117
“Kimsiniz, ne işiniz var?” Rauf Evzi ona doğrudan sordu.
“Ben Sıddıkhacı’nm eşi Rabia Kadir’im, bizim ev meselesiyle
ilgili...”
“Bir dakika, sizin hangi sıfatınız var buraya girmeye?
Sıddıkhacı gelsin.”
O bilmez, gelmek de istemez, onun için...”
Çıkın!” Rauf Evzi suratını asarak ayağa kalktı ve Rabia’ya
kapıyı gösterdi. Bir kelime konuşmasına dahi müsaade etmediği için
Rabia çok sinirlendi.
“Bir dakika efendim, siz kimi nereden kovuyorsunuz?„. Rabia
ayağa kalkıp sesini yükselterek konuştu “karşınızdaki kadın sizin
sığınarak yaşadığınız bu toprakların sahibi, bilmelisiniz ki, Çinliler
nerelerden gelip efendi oldular, Rus’tan korkup kaçarak gelen
kardeşlerimize kucağımızı açıp yer verdik, ev verdik, ’Benim idi
senin oldu, istedim ilaç oldu’ dedikleri gibi, bu toprakların sahibi
bugün kovuluyor ya! Dışarıdan gelen kedi evin kedisini kovuyor ya!
Nerelerden geldiniz, toprak verdik, iş, mevki verdik, siz 5-6 odalı
rahat evlerde oturuyorsunuz da, Sıddıkhacı gibi yetenekli Uygur
öğretim üyesi tuvaletin arkasındaki terk edilmiş pislik içinde mi
oturacak? Nerede insaf, nerede adalet, nerede hak? Bize Çinlilerin
ettiği eziyet yeter, aşar bile, ama köşeye oturduktan sonra ev sahibini
kovmak size yakışmaz. Bugün neden siz köşede, biz aşağıda
oturuyoruz biliyor musunuz? Çinliler size yetki vererek kendi
kardeşlerimizin eliyle bizi boğmak istiyor da ondan, bizi kendi
kardeşlerimizle dövüştürmek istiyorlar da ondan, bizim böyle
aşağıda oturmamızın sebebi sadece bu vatanın, Doğu Türkistan’ın
sahibi olmamızdandır. Çin, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan
gibi buranın da Uyguristan olmasından çok korkuyor.’’
“Tamam hanım.” Rauf Evzi’nin yüzü kızardı ve afallayarak
yalvardı “Artık konuşmayın, kesin!”
“Elinden gelirse polis çağırıp beni tutuklat, bugün ev isteyip
girdim, ama kovuyorsun, bilmelisin ki, şimdi sizin oturduğunuz ev
118
ve sizi konuşturan mevki aslında eşim Sıddıkhacı gibi Uygur
aydınlarına aittir, bunu unutmayın! ‘’
“Yeter kardeşim, anlıyorum, beni zorlamayın, benim kalp
hastalığım var, bana bir şeyler oluyor, konuşmanızı kesin.”
“Öyleyse dinleyin efendim, ben kocamla beraber bu okula 60
yuan parayla geldim, inşallah bir iki yıl içerisinde eşimi sizin
hükümetin verdiği evinizden 2-3 kat daha büyük eve taşıyacağım.’’
Rabia odadan çıkıp gitti. O, Sıddıkhacı’dan Rauf Evzi’nin bu olaydan
sonra hastanelik olduğunu duydu.
Ev derdi Rabia’ yı gayrete getirdi. O, ‘’ 8 Mart Ticaret
Sarayındaki ticaretinden elde ettiği milyonlarca yuan parayla pazarın
arkasındaki boş alana lojman binası yapmanın planını kurdu ve işe
başladı. Civardaki birkaç aileyi taşınmaya ikna ederek alanı boşalttı.
Rabia iki yıl zaman harcayarak Aralık 1989’da 58 daireli 7 katlı
bir bina yaptırdı. Birçok daireyi Halk Neşriyatı gibi kumrulara sattı
ya da kiraladı. Evi olmayan vatandaşları yerleştirdi. Hükümetin
bakan düzeyindeki yönetici ve bürokratlarına 100 metre karelik ev
verdiği bir dönemde, Rabia sözünde durarak Sıddıkhacı’yı 210 metre
karelik eve taşıdı. Yüze yakın misafir ağırlanabilecek büyük salonu,
yatak odası, çalışma odası ve mutfağı olan böyle evler Urumçi ’ de ilk
defa yapıldığı için öncelikle yöneticiler ve zenginler bu evi ziyaret
etmeye başladılar. Belediye Yazarlar Birliği ile “Tanrıdağ” dergisi
redaksiyon bölümü “Nevruz” belgeselini hazırlamak için bu evi seçti.
Rabia Kadir bir gün Sıddıkhacı’nın çalışma arkadaşlarını evine davet
etti. Ziyafette heyecanlanan Rauf Evzi şöyle dedi:
“Ben aslında utancımdan gelmeyecektim, ama Rabia Kadir
gibi sivri dilli ve sözünde duran cesaretli kadına teşekkür etmeyi bir
bor‫ ؟‬bilerek buraya geldim. Ben hayatımda 60 yuan alarak 7 katli bina
yapan insani hiç duymamıştım. Biz kendimizi aydın zannederek
milletimizi kurtaracağız diye yaşıyormuşuz, Rabia Kadir kadar
olamadık. Gurur duy Sıddıkhacı, yiğit, iradeli Rabia Kadir’den
hepimiz gurur duymalıyız.”
119
Rabia, misafirlerin tebriklerini duyunca tatil tatil gülümsedi.
RaufEvzi’ye özellikle teşekkür etti. Onun kalbinde birkaç yıl önce
yaşanan ev kavgasıyla ilgili hiçbir husumet kalmamıştı. 0, sadece
halkım beni kamçılıyor, sağolsun, bu daha ilk adim diye
düşünüyordu.
Rabia Kadir Ticaret Sarayı
Lojman binası yapımı sırasında inşaatla ilgili işlemler,
hükümet onayı ile ilgili işlemler ve banka kredisi alma yöntemleri
konusunda epey deneyim sahibi olan Rabia hiç zaman geçirmeden 7
katli büyük ticaret sarayı yapmanın plânını kurmaya başlamıştı. 1990
yılında Rabia, odasının ortasındaki cam masa üzerine konulan
gelecekteki Rabia Kadir Ticaret Sarayı’nın görkemli maketine bakarak
düşünceye daldı.
'Bina için yer hazır, üstelik caddeye bakan köşede. 7 katlı
modem bina için 10,000,000 yuan para gidecek, bunun 3,000,000 yuan
kadarım kendim ayarlarsam, 3,000,000 yuan kadarım ticaretçilerden
toplarsam, geri kalan 4,000,000 yuanı bankadan kredi olarak alırsam
para da hazır demektir. Şimdi inşaatla ilgili bilimsel raporu
hükümete onaylatırsam... inşaat şirketleriyle anlaşıp işe başlarım...
Belediye yöneticileri Rabia’nın raporunu okuduktan sonra başlarım
hayır anlamında salladılar. Onlar:
“Bildiğimiz kadarıyla şu anda Çin’de kimse şahıs adıyla 7
katlı ticaret binası yapmadı, üstelik siz azınlık milletten hem de bir
kadınsınız. Bu işi söylerseniz herkes şaşıracak, bu bir fantazi gibi
geliyor, biz izin veremeyiz.” dediler. Rabia, raporu Özerk Bölge Halk
Hükümeti’nin başkanlarına yolladı. Onlardan da cevap gelmedi.
“Acaba, merkezi hükümetin bir kısım kişilerin önceden
zenginleşmesini teşvik etme politikası yalan mıdır, yoksa siz mi
engelliyorsunuz?” dedi Rabia hükümet yetkililerine. Rabia o
günlerde hamileydi, doğumu yaklaşmakta idi. O, her gün Özerk
Bölge Halk Hükümeti’nin binası önüne gelip araştırdı. Son
120
günlerinde mesai için gelen başkan ve yardımcıları onun hükümet
binası önünde doğum yapmasından endişe ediyorlardı. Rabia ise
soranlara:
“Gerekirse burada doğuracağım, ama inşaat planını
onaylatmadan hiçbir yere gitmeyeceğim.” dedi net bir şekilde.
Bundan etkilenen başkanlar olağanüstü toplanarak raporu müzakere
edip onayladılar ve Belediye’ye havale ettiler. Urumçi şehrinin inşaat
işlerinden sorumlu müdür yardımcısı Zhang Guowen onay belgesini
okuduktan sonra:
“Rabia Hanım, inşaat nedir, binanın içi ve dışının süslenmesi
nedir biliyor musunuz? Bu oturduğunuz evin inşaatına benzemez,
şakaya gelecek bir iş değil. Bir bina yapmak için biz belediye
yöneticileri burada aylarca toplantı yapıyoruz, haberiniz olsun.”
dedi.
“Uygurların yüzyıllık mimari eserlerini görmediniz mi, Bin
Evler (Buda Bin evler) deki, İdgah’taki nakış ve süslemeleri
görmediniz mi?
Atalarımız siz yokken kimseye onaylatma gereği de
duymadan nice binaları yapabilmişler. O zaman da biz sizinle komşu
devlet idik, şimdi siz bizi yönetiyorsunuz, Pekin’deki Yasak Kent’in
projesini kimin çizdiğini de biliyorsunuzdur? Benim atalarım
yüzyıllar önce yapabildikleri işi bugün ben niye yapamayacakmışım?
Siz onaylayın, binanın nasıl yapılacağını, içinin ve dışının nasıl
süsleneceğini size gösteririm„ dedi Rabia ona cevaben. Belediye
yöneticileri Uygurların bu kadar büyük bir işi tutup çok para
kazanmalarını istemeseler de, Rabia’nın bu inşaatı bitireceğine
inanmasalar da, Özerk Bölge başkanlarının, Belediye başkanı Yusuf
İsa’nın takip etmesi ve onaylamasından çekinerek bir ay içerisinde
onayladılar.
Prosedür gereğince, ünlü inşaat şirketlerinin bina planlarını,
inşaat projelerini ve maketlerini yaparak ihaleye katılmak için
Rabia’nın odasına koydular. Rabia 20١den fazla maket ve proje
121
içerisinden hiç tereddüt etmeden tek Uygur mimar olan Enver’in
projesini seçti. Rabia’nın düşüncesine göre, bir Uygur’un binasını
elbette bir Uygur’un planlaması gerekti, inşaat Projesi ve Planlama
İdaresi’nin yöneticileri, mühendisleri Rabia’nın kendi milletinden
birisinin projesini seçtiğini görünce şok oldular. Ocak 1990’da yapılan
temel atma töreninde Belediye başkanı Yusuf İsa kurdele kesti.
Tebrikledi. Hükümetin ilgili kuramlarından gelen yöneticiler,
sanatçılar ve muhabirler törene katıldılar. Rabia’nın milli hislerle
dolu ateşli sözleri katılanları ağlattı. Rabia, inşaat başlamadan önce
iki koçu tekbirlerle kurban kestirdi. Ziyafette bir araya gelen Uygur
Ticaretçiler yine şikayet etmeye başladılar.
‘’Bu sefer gerçekten gözü peklik etmişsiniz hanım, hükümet
inşaatı denen şaka yapılacak bir şey değil, parayla ayağa kalkacak bir
şey, bina iki kat yükseldikten sonra kalan parayı nasıl bulacaksınız?’’.
‘’Hey, hanım, hükümeti çok küçümsemişsiniz, sizi tam tuzağa
düşürmüş, bina bitmek üzereyken kalan para nerede deyip her şeyi
ellerine geçirecekler, bunlar utanmaz insanlardır, defalarca görmedik
mi bunları.’’
Rabia, ticaretçilere cesaretle cevap verdi:
‘’Eskiler ticarette risk almak sünnet derlermiş, yoldan çıkma
handan korkma, diye bir atasözü de var. Ben eksik kalan parayı hem
hükümetten hem sizden alacağım, önüme kendiniz getireceksiniz,
Dönkörük Pazarı’nı yaptığımda kapıştığınız gibi.”
Rabia, böylece bankaya yatırdığı 3 milyon yuan parayla
binanın 3. katına kadar olan kısmını yaptırdı. Bankadan aldığı
3,000,000 yuan parayla 7 katlı binanın kaba inşaatını bitirdi. İnşaat
şirketi kalan 4,000,000 yuan para için Rabia’yı sıkıştırmaya başladı.
Uygurların sosyal olaylarını, toplumsal yaşamlarını ve kitlesel
eğilimlerini şuurlu bir şekilde gözlemleyen Uygur aydınları ile dini
ulamalar, ayrıca geniş halk kitlesi, Rabia Kadir’in Uygurlar’ın
gururunu okşayan, ekonomik yönden ayağa kalkmasını sağlayan ve
komünist partinin önderliği olmadan da refaha erişmenin mümkün
122
olduğunu gerçekten ispat eden bu inşaatını, bütün imkanlarıyla
destekledikleri bir anda kimliği bilinmeyen bir gölge çeşitli fitneler
yayıyordu. Onlar, Hükümetin güvenilir kaynaklarından haber aldım,
Rabia’nın parası yetişmeyince inşaat durmuş, Rabia 3,000,000 yuan
borçlanmış, yakında banka inşaata el koyacakmış şeklinde söylentiler
yaydılar.
Bunun etkisiyle hükümet yöneticileri, hatta yönetim
kurulundakiler de toplantılardan önce Rabia’nın binası hakkında
tartışmaya başladılar. Düğün dernek, aş ve ziyafetlerin hepsi
Rabia’nın babasının kaderiyle başlayıp yine onunla ilgili
konuşmalarla bitiyordu.
Etrafta dedikodu, şikayet ve fitneler çoğalmaya başladı.
İnsanlar mahsus Rabia’nın binasını görmeye ve akibetini takip
etmeye geliyorlardı. Bu dedikoduların arkasında, merkezi hükümetin
takipsizlik karan ile dosyalan çoktan yakılan “Halk Devrimci
Partisi”nin üyelerini gizli bir şekilde kaydederek kara liste
düzenlemekte olan emniyet kurumlan vardı. Onlar özel ekip
oluşturarak Rabia’nın bunca parasının arkasında teşkilatçı
Sıddıkhacı’nın parmağının olup olmadığını araştırıyorlardı. Onlara
bu talimatı verenler ise, şehirdeki inşaat ve ticaret yollarım kendi
ellerine geçirme planı yapan ve Rabia’dan çekindiği için gizli hareket
eden Parti Komitesi sekreterinin, yani Wang sülalesinin prensleriydi.
Bu fitnelere ilk önce inanarak insanları kışkırtanlar ise
kendilerini köklü ticaretçilerden diye yutturmaya çalışan, sofranın
baş köşesini kapınca büyük konuşan, kötü niyetli ve çekemeyen bazı
Uygur ticaretçiler idi. Böylece, insanların bu binanın biteceğine olan
güveni azalmakta idi.
Tam o sırada, Rabia Kadir’i açıkça ve dolaylı yollardan
destekleyen, elindeki yetkilerinin imkanı dahilinde kendi milleti için
ufak tefek bazı işler yapmakta olan Tohtı Sabir, Pekin.de kurulan bir
tuzakla tutuklandı ve daha alt düzey makama tayin edilerek
cezalandırıldı. Bu olay, diğer Uygur yetkilileri için bir uyarı sayılırdı.
Çünkü Tohtı Sabir, hükümetin sanayi ve ulaşımdan sorumlu başkan
123
yardımcısı idi. O, devlet kaynaklan ve banka sermayesi ile özel çıkar
elde etmek isteyen Çinli bürokratların ve çocuklarının yolunu kesen
bir kaplan idi.
Ona rağmen Uygur yetkililer, aydınlar ve çok sayıdaki
ticaretçi yine de Rabia Kadir’e akıl verdiler, fikir verdiler, destek
verdiler. Uygur yetkililerin teşviki ve araya girmeleriyle Rabia Kadir
ardı ardına Belediye, Özerk Bölge ve ülke çapındaki Ticaret ve
Sanayiciler Demeği nin yönetim kumlu üyesi ve başkan
yardımcılığına seçildi. Siyasi İstişare Kurulu’nun benzer düzeydeki
kurumlarına üye, daimi üye olarak tayin edildi. Özerk Bölge
İşletmeciler ve Kadın İşletmeciler Derneği’nin başkan yardımcısı
olarak görevlendirildi.
Rabia, Uygur ticaretçilerine hiç küsmedi. Fazla konuşanlara ise:
Kardeşim, sizi, işsiz dolaşan genç kardeşleri, aç çıplak
çiftçilerimi düşünüyorum, yoksa benim servetim bana yeter aşar.
Oyunu benden para, arsa ve yetki isteyen büyük beylerin
oynadıklarını biliyorum. Kırk yıldan beri onlar böyle oyunlar oynaya
oynaya bizi de pişirdiler, uyanık olalım, çıkarımızı, hakkımızı
korumayı öğrenelim, onların beyinlerimizi zehirleyip kafa
dövüştürmelerine izin vermeyelim, ben sadece onlara bir Uygur’un,
bir Uygur annenin kendi halkının gamıyla iradesini ortaya
koyabileceğini, boy göstermek isteyen insanın kesinlikle amacına
ulaşabileceğini,
engellerden,
suikastlardan
korkmayacağını
göstermek istiyorum, yaptıklarımla ispat etmek istiyorum. Benim
yapacağım büyük işler daha önümde duruyor, bunlar beni Tohtı
Sabir gibi devirebilirler, komployla hapse de atabilirler, ama ben
korkmuyorum, çünkü benim kalbimde Allah var, başladığım işi asla
bırakmayacağım. Şunu da söyleyeyim kardeşlerim, inşaat için eksik
kalan parayı sizden yalvarmadan güzelce alacağım. Artık biz
Uygurlar da başkaları gibi modem binalarda medeni bir şekilde
ticaret yapacağız” dedi.
4,000,000 yuan söz konusu olunca, herkesin aklı o parada
kalıyordu. Binanın inşaatı bitince 350 dükkan, restaurant, merasim
124
salonları ve ofisler hazır oldu. Rabia Kadir Ticaret Sarayı nın
ihtişamlı, heybetli ve insanı imrendiren güzel binası boy gösterdi.
Rabia Kadir, ticaret sarayının dükkanlarını kiralama ve deposit
parasını toplama hakkında duyuru yaptı.
İşlek pazarın ortasında, kavşağın hemen köşesinde ortaya
çıkan sarayın dükkanları tüccrlar için gerçekten iyi ticaret yeri idi.
Tüccarlar, ticarete başlamak isteyenler Rabia Kadir Ticaret
Sarayı’ndan birer dükkan veya tezgah kiralamak için deposit parası
vermeye başladılar. Bazı günlerde Rabia, sabah para karşılığında
kimlik kartı dağıtmaya başlasa, akşam olduğunun farkına bile
varmazdı, bazı günlerde 3-4 eleman birlikte çalışmasına rağmen
kuyruğa girenlere kimlik kartı dağıtmaya yetişemiyordu. Bina
içindeki dükkanlar için 10,000 yuan, sokağa bakan büyük dükkanlar
için 30,000 yuanden deposit toplandı. Para ödeyen kişilerin sayısı bini
geçti. Böylece dükkanlar daha tamamen kiralanmadan 4,000,000 yuan
para toplandı.
Ticaret Sarayı işe başlayıncaya kadar ticaret yapmak için’kayıt
yaptıranların sayısı 10 bini geçti. Önce kayıt yaptırıp 10,000 yuane
dükkan kiralayanlar, ikinci el dükkan sahibi olarak 50,000 yuanden,
dışarıdaki dükkanları 300,000 yuanden başkalarına kiralayarak pek
çok para kazandılar. Kısacası yaklaşık 5 bin kişi bu dükkanlardan kâr
elde etti. Bir kaç yıllık ticaretten sonra bunların yüzde 80’i milyoner
hâline geldi. Hatta bazı dükkanları, bir kaç kişi ortaklaşa açtı. Böylece
bu pazar bütün Doğu Türkistan çapında Uygurların, ayrıca Kazak,
Özbek, Tatar gibi kardeşlerin toptancılık merkezine dönüştü.
Rabia Kadir, sonunda akıllı ve çalışkan Uygur halkının eğer
biri rehberlik ederse, yönlendirirse, risk alarak yol açarsa hepsinin
peşinden geleceğini derinden anladı. Ondan itibaren Uygur
ticaretçileri çeşitli şehirlerde Rabia’yı taklit ederek ardı ardına bina
yapmaya başladılar.
125
Uygur Mimarları
Rabia Kadir, inşaatın başladığı günden itibaren Urumçi
Belediyesinin inşaat işlerinden sorumlu başkan yardımcısı Zhang
Guowen İnşaatı süslemenin ne demek olduğunu biliyor musunuz.
şeklindeki hakaret dolu sözünü aklında iyice tutmuştu. O,
Sıddıkhacı’nın yardımıyla kaynaklardan Uygur mimarisi ve
süslemesi hakkında bilgi edindi, öğrendi. Eski tarz süsleme yeteneği
olan ustaları araştırdı. Çok yoğun olduğu bir sırada vakit ayırarak
Kaşgar’a gitti. Uçaktan iner inmez süsleme ustalarını aradı. Bir
köydeki kuşaktan kuşağa süsleme işiyle uğraşan ustalarla görüştü.
Yaşı yetmişi geçen ihtiyar usta heyecanla:
“Hükümet, Kültür Devrimi’ni başlatınca bizim sanatımız dört
gerilik diye yasaklanmıştı, beni de sokaklarda teşhir etmişlerdi. O
zamandan bu yana atalarımızdan kalan gül gibi sanatımızın bizimle
birlikte mezara gömülmesinden endişe edip Allah’a yalvararak dua
ediyordum. Bugün siz sanatımızı gösterme fırsatı yarattınız, canla
başla çalışacağız, bütün sanatımızı göstereceğiz, sağolun” dedi
titreyerek ağlayıp.
Rabia, ustaların her birine birer bin yuanden para verdi ve
çabuk hazırlanıp Urumçi ye gelmelerini tenbih ettikten sonra kendisi
döndü. Çünkü Kazakistan gibi batı Türkistan ülkeleri bağımsızlığına
kavuştukları için şimdi ticaret yollan da açılmıştı. Rabia
Kazakistan’dan alınacak deri ve demirin kalitesini araştırıp fiyatı
konusunda anlaşma yapmak üzere oraya gitmek zorundaydı. O, bir
kaç gün sonra Kazakistan'dan Urumçi'ye döndüğünde Ticaret
Sarayı’nın önünde tozlu yüklerinin üzerinde oturan Kaşgarlı 15 kişiyi
gördü. Büyüğü 60 yaşın üzerinde, küçüğü 20 yaş civarında olan bu
yetenekli sanat ustaları Rabia'yı görünce sevindiler, se-tamlaştılar.
Rabia hemen oracıkta ustaların yükü ve giysilerim bir kenara
aldırdıktan sonra onları geniş salona konulan, bembeyaz çarşafların
örtüldüğü yataklara götürdü. Üzerilerine giymeleri için yeni elbiseler
verdi. Onlara koyun kestirerek ziyafet verdi. Onların yorgan, döşek
ve çamaşırlarını yıkatıp ütületti. Akrabası gibi sıcak karşılanan
126
ustalar ertesi gün çalışmaya başladılar. Rabia, onlara ücret ve çalışma
süresi üzerinde anlaşmak gerektiğini söyleyince onların büyüğü
kızarak:
“Rabia Hanım, siz Kaşgar gibi uzak bir yere ayağımıza
geldiniz, atalarımızdan kalan, ama gömülmek üzere olan sanatımızı
tanıtma imkanı yarattınız, üstelik hiç tanımadığınız kişilere birer bin
yuan para dağıtarak gittiniz, bunlar bize olan güveninizdir, biz sizi
utandırmadan, sanatımızı esirgemeden işimizi istediğiniz gibi
bitireceğiz, bize para lazım değil” diye pazarlık yapmaya hiç
yanaşmadı. İşte bu, Uygur sanat ustalarının halis ticaret ahlakı idi.
Rabia, kara gözlü, yüksek burunlu ve boylu poslu bu ustaların
çalışmalarından daha işin başındayken memnun kaldı. İlk olarak
binanın 5. katındaki merasim salonunun süslenmesi işini bu ustalara
verdi.
O günlerde Rabia, Urumçi’deki birçok ticaretçiyi alarak
Kazakistan’a gitmişti. Orada fuar düzenleyerek toptan ve perakende
mal dağıtma ticaretini başlatma işleriyle uğraştı. Kazakistan’dan iki
ay sonra döndü. Merasim salonuna girince hayran kaldı. Onun
gözleri önünde cennet bahçesi gibi güzel süslenmiş bir manzara
ortaya çıkmıştı. Duvarlardaki süslenmiş güzel resimler, şiirler,
hikmetler, lirik doğa resimleri, sütun ve köşelerdeki çiçek resimleri,
oymalar, ayrıca Uygur halkının kültürünü, tarihi geçmişini,
üzüntülerini yansıtan tablolar insanı cezbediyordu. Salona giren kişi
duvardaki bu heybetli, ihtişamlı, renkli boyalarla süslenmiş
kabartmaları gördüğünde kendini ziyafet salonunda değil, tarihi
sanat müzesine girmiş gibi hissederek derin hayallere dalardı.
Ustalıkta kemale eren sanat ustalarının bu kerameti herkesi
memnun bırakmıştı. Rabia Kadir, bir şükran ziyafetinde Özerk Bölge
ve Belediye’nin yöneticilerini çağırarak Kaşgar’ın süsleme ustalarını
onlara tanıttı. Zhang Guowen denen Belediye başkan yardımcısını
özellikle davet ederek:
127
“Uygur’un milli süslemeciliği, geleneksel mimari sanatı
nasılmış, iyice bakın” diye çıkışmaya da yetişti.
“Doğrusunu söylersem” dedi o Çinli Müslüman kızarıp
afallayarak, “başlangıçta hiç güvenmemiştim, başkalarından duyunca
utanıp buraya gelmeye cesaret edemedim, sonra aklına koyduğunu
yapmadan bırakmayan, ağzından çıkan sözüne bağlı kalan böyle
cesaretli kadını ve onun binasını bir daha görmek niyetiyle buraya
geldim, ikna oldum, bildiğim kadarıyla şimdiye dek kimse böyle
ihtişamlı bina yapmadı.”
Rabia, süsleme ustalarının işi bitince onların şerefine veda
ziyafeti düzenledi. Rabia, ziyafette:
“işinizden çok memnun kaldım, ne kadar ücret talep
ederseniz çekinmeden söyleyin” diye sordu. Ustalar hep bir ağızdan:
“Hanım, biz sanatımızı gösterme fırsatına eriştiğimiz için
sizden bin kere razıyız. Biz para için çalışmadık.”
Rabia, masanın üzerine 500,000 yuan parayı koyarak:
“Buyrun, hakkınızı helâl ederek ücretlerinizi alın, bunun
dışında yine size bir araba hediye ediyorum. Sizin helal emeğiniz
için, asil sanatınız için, inancınız için ödül olarak verdim” dedi.
Ustalar başlangıçta buna inanamadılar, birbirlerine bakıştılar,
sonra gözlerinden yaş akıtarak ağladılar. Aralarından birisi: “Rabia
Hanım, bu çok fazla, bizi utandırmayın, ücretimiz için ise 100,000
yuan de fazladır. Biz yeni geldiğimizde bir kaç hemşerimiz ‘Vah
zavallılar, Rabia’ya bedava çalışıyorsunuz, bir kuruş bile ücret
alamazsınız’ demişti, biz sizden akıl aldık, yol bulduk, Allah razı
olsun” dedi.
Rabia yüksek sesle:
‘’Kardeşlerim, ben sizin gül gibi sanatınızın gelişmesine vesile
oldum. Birleşiniz, şirketler kurunuz, büyük işler yapınız, milletimizin
asil mimari ve süsleme geleneğini herkese tanıtınız, evlatlara miras
bırakınız, ben sizin için daha büyük işler ayarladım, işiniz hayırlı
128
olsun” dedi. Ustalar gözlerinden yaş dökerek ardı ardına teşekkür
ettiler.
Kaşgarlı süsleme ustaları, Rabia Kadir Ticaret Sarayı’ndaki
işleri biter bitmez Pekin’deki Halk Kurultayı binasının Uygur
bölümünün duvarlarım süslemeleri için Pekin’e çağrıldı. Usta çırak
olmak üzere 53 kişi Pekin’de çalışarak Uygur süslemeciliğinin
mucizesini onlara bir daha gösterdiler. Rabia, onların ücreti için
yüksek fiyat belirlediği için, Pekin’deki çalışmalarından 3,600,000
yuan para kazandılar. Böylece bu ustaların şirketi, sanatı mükemmel,
itibarı yüksek ünlü şirketlerden biri hâline geldi.
Aradan fazla geçmeden bu ustalar teşekkür etmek için Rabia
Kadir Ticaret Sarayı’nın merasim salonuna mahsus yapılmış 150 adet
süslü masa ve sandalye hediye ettiler. Kaliteli ağaçtan, çiçek
motifleriyle süslenerek yapılmış bu masa ve sandalyeler merasim
salonuna ayrı bir güzellik kattı. Ofis ve evlere süs verdi. Bunları
görenlerin hepsi yetenekli, iyi niyetli süsleme ustalarına, aferin,
dediler.
Ondan itibaren Urumçi, Kaşgar ve Kulca gibi şehirlerde ve
diğer bölgelerde Uygur tarzı ev yapma, süsleme ve bezeme moda
hâline geldi. Süsleme ve oyma ustaları yetişemez oldular. Bir müddet
kaybolan Uygur mimari sanatı yeniden canlandı.
Kaz Yerken Ördeğin Peşine Düş
Ağustos 1992’de Rabia Kadir’in “Akide Holding”e bağlı Rabia
Kadir Ticaret Sarayı ticarete resmen başladı. Pazardaki 150’den fazla
ticaretçinin büyük çoğunluğu Uygurların eski yurtları olan Kaşgar,
Hoten ve Aksu gibi bölgelerden gelenlerdi ve Çin hükümet
idarelerinin çeşitli engel ve baskılarına maruz kalmakla birlikte bazı
kişilerce de “serseriler” diye küçümseniyorlardı. Onlar mukim
dükkana, veresiye mal alabilecek imkana kavuştuktan sonra çok
çalışarak ticaretin kurallarını öğrendiler. Yılsonunda hemen hemen
hepsi 30-40 bin yuan parası olan orta düzeyli tüccarlar hâline gelerek
129
Urumçi’den ev alıp en büyük dertten kurtuldular. Sonra bunlardan
mal alan ve bunlara mal verenler olmak üzere yaklaşık 5 bin ticaretçi
doğrudan ya da dolaylı olarak para kazanıp zenginleşmeye
başladılar.
Özerk Bölge ve belediyeye bağlı yönetici ve bürokratlar
arasında halkı düşünenler veya Rabia’nın sayesinde amirine
yaranmak isteyenler ya da Rabia’dan çeşitli şekilde çıkar sağlamak
isteyenler toplumsal etkinliklerde Rabia’yı övüp göklere çıkarmaya
başladılar. Rabia’nın sivil toplum örgüt ve kuruluşlarındaki,
Pekin’deki Siyasi İstişare Kurulu gibi üst düzey organlardaki
mevkileri de yükselmeye başladı.
Rabia işlerini yoluna soktuktan sonra aslında aklına koyduğu
ve kocası Sıddıkhacı ile sözleştiği işlerini, Siyasi İstişare Kurulu’nun,
Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin, İşletmeciler Derneği’nin hayli
yüksek düzeydeki yöneticisi kimliğiyle başlattı. O, bütün şehir, ilçe
ve köylerdeki Uygur ticaretçilerin, özellikle kadın ticaretçilerin
rekabet ve direnme bilincini yükseltmelerine, hukuk, banka ve maliye
ile ilgili işlemleri öğrenmelerine, ticaret haberlerine hızlı
ulaşmalarına, kreş, eğitim ve sağlık merkezlerini kurmalarına, kendi
milletinin hizmet sektöründeki ticareti geliştirmelerine, kısacası
milletin
parasını
mümkün
olduğu
kadar
göçmenlere
kaptırmamalarına yardım etti, yol gösterdi, akıl verdi. Yurtdışı ticaret
alanındakilerle irtibat kurdu. Yabancı ticaretçileri ağırladı, fikir ve
bilgi alış verişinde bulundu.
Sovyetler Birliği’nin parçalanması, üstelik Uygur halkına
felaket getiren komünizm rejiminin Gorbaçov gibi diktatörün eliyle bir
damla kan akmadan yıkılması, Uygurların Kazak, Kırgız, Özbek,
Türkmen ve Azeri gibi soydaşlarına bağımsızlık şansını getirirken
Uygurlara umut ve güven getirmişti. Uygurlar yalnız ideoloji, teori,
inanç, tarih, kültür, edebiyat, sanat gibi alanlarda canlanma, uyanma,
kendini tanıma, mevcut baskıya direnme gücünü arttırmakla kalmayıp
geleneksel yeteneğini, yani tarihi İpek Yolu’ndaki patronluk ruhunu
canlandırmakta, çeşitli alanlara el atıp para kazandırabilecek alanların
130
hepsine risk alarak girmekte idiler. Çin yönetimini ele geçiren Deng
Şiaoping milli gururuyla “Kedinin ak veya kara olması değil, fare
yakalaması önemlidir” şeklindeki söylemi şahısların para
kazanmalarına izin verilmesi anlamına geldiği için, bu Uygurlara da
“Buğdayın sayesinde karamuk su içmiş” misali iyi bir imkan
yaratmıştı. Rabia, işte bu akımın öncüsü, kılavuzu ve en cesur risk
alıcısı idi. Bu alanda onunla hasetle uğraşan Çinli ticaretçiler de onu
takip ediyorlardı ya da yönetimin yüzsüzlüğünden ve halkın
nefretinden korkup gizli ticaret yapıyorlardı.
Rabia için fırsat değerli idi. Sovyetler Birliği’nde yıkılan planlı
ekonomik sistemin etkisiyle Orta Asya Cumhuriyetlerinde ve Rusya
gibi yeni bağımsız olan ülkelerde ortaya çıkan gereksinim ürünleri
kıtlığı, ilk önce Rabia’nın dikkatini çekti. Çin Merkezi Dış Ticaret
Bakanlığının Urumçi şehrine Kazakistan gibi cumhuriyetlere
doğrudan mal nakliyatı yapma yetkisini vermesi Rabia için para
kazanmanın altın fırsatını getirmişti.
Normalde bu cumhuriyetlerden gelip bavul ticareti yapan
turistlere Rabia Kadir Ticaret Sarayı mal takaslama şeklinde hizmet
veriyordu. Onların getirdikleri mal. ve para çok sınırlı olduğu için
fazla mal satın alamıyorlardı. Rabia bu fırsatı değerlendirip Urumçi
Belediyesi Ticaret ve Sanayiciler Birliği adına Orta Asya
Cumhuriyetlerini ziyaret etme, seyyar ürün sergisi düzenleme
hakkında rapor hazırlayarak ilgili makamlara sundu. Rapor hemen
onaylandı.
1992 yılının Ağustos ayının başında, Rabia Kadir 30١dan fazla
Uygur ticaretçiyi alıp beş kamyona mal yükleyerek Kazakistan,
Kırgızistan ve Özbekistan gibi cumhuriyetleri ziyaret etti. Birlikte
giden ticaretçiler, mal satma peşine düşerlerken Rabia çeşitli
cumhuriyetlerin cumhurbaşkanları ve hanımlarıyla görüşüp onların
bağımsızlığa kaçışmalarını Uygur halkı adına kutladı. 0, Uygurların
kalabalık olarak yaşadıkları camilere gidip mal ve para bağışında
bulundu. Onlara' vatanındaki kardeşlerinin se-lamını iletti. Bu sırada 0,
yurtdışındaki Uygurların, ayrıca çeşitli cumhuriyetlerdeki soydaşların
131
kendi bağımsızlıklarından kendisi kadar heyecan duymadıklarına, bu
bağımsızlığın değerini kavrayamadıklarına çok üzüldü. Bağımsızlık
onların akıllarına bile gelmemişti. Bu durum onu çok rahatsız etti.
Rabia, bu ülkelerde pek çok demir ‫؟‬elik malzemesi ve pamuk
bulunduğunu, fiyatının da ucuzluğunu ve bunları mal takaslama
şeklinde satın almanın mümkün olduğunu öğrendi ve Urumçi’ye
döner dönmez hemen demir ve pamuk ithalatı yapma, hakkında ilgili
makamlara rapor sundu. 0 zaman para saymayı bilen Uygurların
hemen hemen hepsi kumaş, giysi ve adidas ticareti yapmaya
başlamıştı. Görünüşte Uygurlar para kazanıyorlarmış gibi görünseler
de, gerçekte Çin’in deniz kıyılarında bulunan sanayi merkezlerindeki
tüccarlar kazanıyorlardı. Onlar sahte markalı taklit mallarını büyük
miktarlar-da Uygur pazarına sokuyorlardı. Uygurlar ise, sadece mal
taşıma, pazar açma ve müşteri bulma rolünü oynuyorlardı.
Bütün ticaretin kaymağım Çinli tüccarlar yiyor, Uygurlar ise
artıklarını yalıyorlardı. Bu sadece meselenin ticaretle ilgili yüzü idi.
Çin hükümeti, Orta Asya Cumhuriyetlerini gelecekte kontrol altına
alma maksadıyla “büyük miktarlarda mal naklederek ağır borç altına
soktuktan sonra diplomasi politikası uygulama” stratejisi hakkında
gizli genelge yayımlanmıştı. Urumçi Belediyesi, hükümet adma
Kazakistan’a beş defa mal götürüp parasını alamadığını merkeze
rapor ettiğinde cezalandırılmak bir yana daha fazla mal götürme
talimatıyla ve 20 adet uluslararası nakliyat aracı TIR ile
ödüllendirilmişti. Üstelik Çin’in en büyük devlet baraj inşaatı olan
Senşa Baraji için büyük miktarda demir çeliğe ihtiyacı vardı. Deniz
kıyılarındaki Çin şirketleri Amerika, Avrupa tekstil fabrikalarının
siparişlerini kabul etme iznini aldıktan sonra büyük miktarda ucuz
pamuğa ciddi ihtiyaç duymakta idi.
Rabia Urumçi Belediyesi Dış Ticaret Dairesi adına yönetme ve
kârın yüzde 20’sini ödeme koşuluyla demir çelik ve pamuk ithal etme
yetkisine eriştikten sonra Orta Asya’ya yöneldi. Fazla geçmeden
Rabia’nın demir çelik ve pamuk yüklenen tırları Taşkent, Bişkek ve
Almatı şehirlerinden yola çıkarak Korgas, Alatav hudut girişlerinden
geçip Urumçi’ye ulaştı. Bu ticaret, mal takaslama şeklinde başladığı
132
için hükümetler adına yapıldı. Rabia, ticaretin kaymağını yerken
kardeşlerini asla unutmadı. O, bütün ticaretçilere yol gösterdi, işlem
yöntemlerini öğretti, onları korkmadan cesaretle ticaret yapmaya
teşvik etti, yeni yeni ticari haberlerle bilgilendirdi. Böylece Rabia,
uluslararası ithalat ihracata başladıktan 6 ay sonra Korgas’taki Çin
gümrük noktasından Uygurların mal yüklü binlerce Tır’ı Yarkent’e
kadar sıra bekler bir duruma geldi. Bu ticarette yalnız Uygurlar değil,
karşı taraftaki ticaretçiler, hatta mal alım satımıyla ilgili yetkililer de
Rabia’yı kendilerine doğal rehber yapmışlardı. Hepsi ondan akıl
sorar, talimat alır, mallarının kalitesini değerlendirmesini isterlerdi.
Sorunu
olanlar,
sorunlarını
anlatırlar,
pazarlıkta
anlaşamayanlar onu arabulucu olmaya çağırırlardı, ticaretle ilgili
kavgaların çözümünü ona havale ederlerdi.
İki tarafın hudut polisleri, karantina personelleri, gümrük
memurları ve nakliyatçıların hepsi Rabia Kadir geldiğinde saygıyla
yol verirlerdi, ona hizmet ederlerdi, şoförler onun arabasına öncelik
tanırlardı. Rabia Kadir, ticaret sırasında ülkelerarası dostluğa, milli
dayanışmaya ve diplomasiye özellikle dikkat ederdi. O, Taşkent’te
sular seller gibi Özbekçe konuşurken, Bişkek’te Kırgızca
konuşuyordu, kendisi Altay’da Kazakça okulda okuduğu için
Kazakistan ’ da Kazak gibi akıcı konuşuyordu.
Rabia, ticaret alanını genişletmek, türünü artırmakla kalmayıp
Hong Kong’dan İstanbul’a kadar olan uzun mesafede ticari
haberleşme ağı kurmuştu. Nerede hangi mal para ederse, Rabia’nın
bir eli oraya uzanırdı.
Rabia, Uluslararası İthalat-İhracat Şirketi’nin işlerini yoluna
soktuktan sonra “Akide Holding”i kurdu. “Akide” denen bu kutsal
isim, Rabia ile Sıddıkhacı’nın ilk çocuğunun ismi idi. Sıddıkhacı ile
Rabia, 13 Temmuz 1980’de, yani kızının doğduğu gün kızına hangi
ismi verecekleri konusunda bir karara varamamışlardı. Rabia’nın
dostu Asıma Hanım onlara:
133
“Sizin hayatınız vatan akidesiyle geçti, siz vatan akidesiyle
buluşup vatan akidesiyle evlendiniz, biliyorum ki, vatanı kurtarma,
Uygur milletini bağımsızlığına kavuşturma, halkı zulümden
kurtarma sizin arzunuz, sizin amacınız, sizin umudunuz. Onun için
bu uğurda dünyaya getirdiğiniz ilk çocuğunuza Akide diye isim
verirseniz iyi olacak” dedi. Bu öneri, tam onların düşündüğü gibi
oldu. Böylece Rabia’nın, Sıddıkhacı’nın en yüksek arzu ve isteği,
yaşamlarındaki bütün faaliyetlerinin temel amacı ve son hedefi olan
vatan ve milleti bağımsızlığına kavuşturma gayesinin yüklendiği bu
“Akide” ismi önce onun kızına, sonra holdinge verildi.
Rabia, Sıddıkhacı’yla danışarak bu büyük holdinge ünlü
bilgin Abdurahim Otkür Efendi’yi, muhterem Yoldaş Yusuf’u, Prof.
Abbas Burhan’ı, ünlü şair Osmancan Savut’u ve “Tanrıdağ”
dergisinin genel editörü Ablikim Bakı gibi kişileri danışman olarak
önerdi ve hükümetin onlara verdiği maaştan daha yüksek maaş
belirledi. Onun dışında uyanık ve paralı ticaretçilerden seçtiği ondan
fazla kişi ile ticari danışmanlık kurulunu oluşturdu. Rabia, şimdi
merkezi Urumçi olmak üzere güneyde Aksu, Kaşgar, Atuş, Hoten
bölgelerinde, doğuda Turfan, Toksun, Kumul’da, batıda Kulca,
Börtala, Altay’da şube şirketler kurarak bütün bölgelerdeki halkı
ticarete, şirket kurmaya teşvik etti. O, halkı hükümete bağlı olmayan,
bağımsız ekonomi kurmaya yönlendirmeyi, milli sanat türlerini
çoğaltmayı, yerel hükümet kurumlarındaki Uygur yöneticileri
etkileyerek yerli ürünleri çoğaltma ve korumayı düşünüyordu. Diğer
yandan holdinge yurtdışmda okumuş ve yüksek eğitimli aydınları
alarak mimari yapı, nakliyat, maden-metalurji, tarım ürünleri, deri ve
yün sanayi gibi alanlarda ticaret ve üretimi geliştirmek için bilimsel
araştırmalar yapmaya, bilimsel raporlar hazırlamaya yönlendirdi.
Hükümetin Güvenlik ve Emniyet Kurumu, Rabia Kadir’in
sanki dizginine dokundurtmaman ehlileşmemiş at gibi koştuğunu,
yönetim kalıplarını kırıp bütün gücüyle Uygurları para kazanmaya,
zenginleşmeye teşvik ettiğini, Uygurların eğitim düzeyini
yükseltmeye çalıştığını, kısacası Uygurları uyandırmaya çalıştığını
sürekli gözetiyor ve rapor ediyorlardı. Hatta Rabia’nın yurtdışındaki
134
ayrılıkçı örgüt yöneticileriyle irtibat kurduğu ve onlara para yardımı
ettiği konusundaki kuşkularını teyit eden delilleri bulmak için
yurtdışına grup grup casus göndermişti. Bazı insaflı casuslar,
durumu Rabia’ya bildiriyorlardı. Başka bir deyimle, Rabia,
Uygurların elinde olan, ama hükümetin el uzatamayacağı ekonomi
kalesini kuruyordu. Bunlar Çinlilere sanki bir devlet kurmaya
hazırlanıyormuş gibi bir duygu veriyordu. Onlar yasalarla yasal
olmayan işler yapan bu söz dinlemez Uygur kadından bıkmış iseler
de ağızlarını açmaya ya da el uzatmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü
Rabia’nın elinde onların kaderini belirleyecek güç, para vardi.
Pekin’deki Fuar
1995 yılının Ağustos ayının sonunda Birleşmiş Milletler Kadın
Kolları Konseyinin Pekin’de düzenlenecek olan 4. Uluslararası
Kadınlar Kongresi’nin arafesinde, Çin Devlet Kadınlar Birliği
Pekin’de Kadın İşletmeciler Derneği adına fuar düzenlemeyi
kararlaştırdı. Fuarda çeşitli bölgelerdeki kadınların fikir alışverişinde
bulunmaları ve kadınlar hizmetiyle ilgili propaganda yapılması
amaçlanıyordu. Daha önemlisi kadınlar ya da kadın işletmecilerinin
ürettikleri ürünler tanıtılacaktı. Ayrıca yurt dışından Kadınlar
Kongresine gelecek delege ve gazetecilere ‘’partinin parlak
politikaları’’ gösterilecekti. Rabia, bunun para kazanmanın iyi fırsatı
olduğunu düşünerek Pekin’de iyi giden, çabuk satılan malları alarak
Pekin’e geldi. O, fuar alanına girince şaşırdı. Stand alanını binlerce
Çinli kadın kapmıştı. Fuara katılacak olan bir Uygur ve Tibetli kadın
için stand alanının en sonundaki köşeden, yani kimseye gözükmeyen
bir yerinden iki dükkan ayrılmıştı. Rabia bu durumu görünce
yanında getirdiği Uygur delikanlısına dükkanın üzerine asılan ‘’
Şincang Delegesi Rabia Kadir’in Dükkanı’’ tabelasını söktürdü ve
stand alanının büyük kapısının yanındaki 1. No’lu dükkanın
üzerindeki tabelayı aldırıp yerine kendi tabelasını astırdı. Fuar
yöneticileri derhal yetişip geldiler ve Rabia’yı engellemek istediler,
ayrıca bu dükkanın merkezdeki üst düzey bir yöneticinin hanımının
135
dükkanı olduğunu hatırlattılar. Rabia’ya söz dinletemeyince polis
çağırdılar.
“Yöneticiler dükkanlarını Zhong Nan Hai (Devlet başkanı
köşkü)de açsınlar, burası sivillerin fuarı” dedi Rabia kaba bir
biçimde, “kim eğer dükkanıma girerse kendimi savunacağım”. Rabia
büyük sandığı açarak fuarda sergilemek için getirdiği ışıltılı Yenisar
Bıçağı’nı kınından çıkarınca polisler ve yöneticiler hemen tüydüler.
“Dükkanın sahibiyim diyen yönetici yüreği varsa gelsin,
kendim konuşurum!” dedi Rabia onlara.
Bu sözü duyan etraftaki sivil Çinliler, Pekin’deki üst düzey
yöneticilerden korkmadan onların yardakçılarının dersini veren
Rabia Kadir’e, aferin dediler.
Fuara bir gün kala Çin Kadınlar Birliği,nin başkanı Çinli
Muhua, bir sürü yönetici ve bürokratları getirip denetlemeye başladı.
Yardakçılarından Rabia’nın çıkardığı olayı duymuştu.
‘’Kimmiş benim akrabamın dükkanını zaptedip
tabelasını astıran?’’ diyerek Rabia’nın karşısına geldi.
kendi
“İşte benim, dünyaca ünlü İpek Yolu’nun ticaretini yöneten
Uygur evladı Rabia Kadir. Ticaret işte böyle kapışarak yapılan bir
meslek, biliyor musunuz, pazar hızlı olanındır” dedi Rabia. Çinli
yöneticiler, onun bu sözüne ikna olarak güldüler. Rabia’nın fuar için
hazırladığı malları görünce hayran kaldılar. Rabia’nın tezgahında
Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatarların renkli giysileri, gündelik
eşyaları, süs eşyaları konulmuştu. Duvarlara Uygurların el işlemeli
rengarenk şapkaları, ağaç sansan kürkü, kuzu kürkü, tilki derisinden
yapılan kalpak, kışlık şapkaları, işlenmiş çeşitli hayvan derileri
asılmıştı. Bir duvara Uygur halkının ince sanatıyla güzel bir şekilde
süslenerek yapılan ondan fazla çalgı aleti asılmıştı. Bunlar,
Uygurların Çinlilere hiç benzemeyen güzel sanat kültürünü
yansıtıyordu. Camekana güzel süslenmiş görkemli Uygur bıçakları,
altın, gümüş ve pırlantadan yapılmış nefis süs eşyaları konulmuştu.
Bu dükkan fuar için değil, sanki müze ya da sergi için hazırlanmış
136
gibiydi. Dükkanda güzel atlas kumaşından yapılmış etek ve şapka
giyen Uygur kızları görev almışlardı. Onların Pekin Çincesiyle akıcı
bir şekilde konuşmaları ziyaretçileri daha da şaşırtıyordu. Diğer Çinli
kadınların dükkanlarına mağazada satılan sıradan mallar konulduğu
için ilgi çekmiyordu.
Yöneticiler Rabia’nın cesaretini ve tedbirli olduğunu kabul
ederek onun dükkanını genişletmeyi kararlaştırdılar. Uçakta 12
santimetreden uzun bıçak taşımak yasak olduğu için birisi Rabia’nın
getirdiği iki sandık bıçağın yasal olmayan yollarla getirildiğini iddia
ederek sorun çıkarmıştı. Rabia, hemen yasal işlemlerini, bıçağın
Uygurların sanat ürünü olduğu hakkındaki belgelerini ve ilgili
makamların onay belgelerini göstererek onları mat etti. Olay bulmak
için gelen televizyon muhabirleri bu durumu haber yaparak kendileri
farkında olmadan Rabia’ya müşteri topladılar.
Ertesi günden itibaren pazar coştu. Bütün müşteriler, özellikle
Pekin’deki yabancılar, büyükelçilik çalışanları, Rabia’nın dükkanında
sıraya girdiler. Şapka, bıçak satın alan müşterilerin ayakları
kesilmedi. 5-10 yuan değerindeki bıçaklar 30-40 Amerika Doları’ndan
satıldı. O gün akşam Pekin televizyonunda Rabia’nın standı özel
olarak tanıtıldı. Sovyetler Birliği’nin pırlanta yüzüklerinin reklamı
yapıldı, Hongkong yüzüklerinden hem görkemli hem ucuz olan Rus
yüzükleri çok çabuk satıldı. Çinli yöneticiler, paralı zenginler, ertesi
günden itibaren pırlanta yüzükler için kuyruğa girdiler. Aslında
Sovyetler Birliği’nden sonra bağımsızlığına kavuşmuş Orta Asya
ülkelerinden Urumçi’ye, turist kızlar ve kadınlar, ülkeleri fazla mal
almalarına izin vermediği için birer ikişerden pırlanta yüzük takarak
geliyorlardı. Onlar Rabia’ya bunları düşük fiyattan satıp parasına mal
alarak dönüyorlardı. Ra-bia’nın işte bu şekilde topladığı 100’den fazla
yüzük Pekin şehrini sarstı. Diğer dükkan sahibi kadınlar mallarını
satamadan gazete okuyup otururlarken Rabia 20-30 bin yuan
değerindeki malı bir günde sattı. İlk günkü pazar durumuna göre
Urumçi’ye telefonla mal siparişi vermişti, iki kişi her gün
havaalanından gelen malları dükkana taşıyordu. Rabia, müşterilere
mal satmanın dışında yine büyük şirket patronları, paralı Çinli
137
ticaretçilerle çeşitli sözleşmeler yaptı. O, normalde kendisinin Çin
şehirlerinden getirip sattığı mallan onlara sipariş eder ve Urumçi
teslimi için anlaşıp nakliyat ücretinden de kâr ederdi.
Rabia’nın ticaret ilkesi basit ve netti. O:
“Ne satarsan alırım, ne alırsan satarım, fiyatta anlaşmak
şartıyla” diyordu. Böylece Rusya’ya, Kazakistan’a götürecek birçok
malı ucuz fiyattan anlaşarak sözleşme imzaladı. Tezgahtar iki kız
duvardaki resim ve sergi ürünlerini göstererek yüz binlerce Çinli
ziyaretçi ve müşterilere Uygurların tarihini, kültürünü, İpek
Yolu’ndaki rolünü, bugünkü durumunu durmadan anlattı, aynı
zamanda Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar gibi soydaş milletlerin
giysilerini ve sanat ürünlerini de bir taraftan tanıtıp bir taraftan
satarak paraya çevirdi. Rabia ve elemanları, her gün sabah kalkıp
gece yarısına kadar çalışıyorlardı. Bazı günlerde yemek yemeye dahi
zaman bulamıyorlardı.
“Fırsat kıymetlidir“ diyordu Rabia böyle zamanlarda
gülümseyerek “biliyor musunuz kardeşlerim, parayı çuvalla
toplamanın fırsatı işte böyle bir defa gelir. Bu fırsatı kaçırmak olmaz.
Dayanın, zorluğun ardında rahatlık var, az sonra evinize bir
yıllık gelirle döneceksiniz, daha önemlisi, biz Pekinlilere kendimizin
nasıl çalışkan ve çevik olduğumuzu, ticarette ustalığımızı, ne kadar
temiz ve kültürlü olduğumuzu iyice tanıtmamız lazım. Onlar bizi
kebapçı diye küçümsemesinler. Bizim İpek Yolu’nun patronları
olduğumuzu anlasınlar„.
Rabia, o fuara 5-6 kez mal getirerek çok para kazandı.
Ticaretten sonra tam 1,800,000 yuan parayı Pekin’den Urumçi’ye
götürdü. Rabia o furada merkezdeki Çinli yöneticilere, Uygurları
görmeyen, bilmeyen Çinli aydınlara ve ticaret yapmayı öğrenmekte
olan Çinlilere Uygurların ticaretteki akıl ve yeteneğini, çevikliğini ve
çalışkanlığını gösterdi.
138
Rabia, Urumçi’ye dönüp dinlendikten sonra bir gün
Sıddıkhacı’nın 5-6 yazar ve şair arkadaşına fuar hakkında bilgi
vererek şöyle dedi;
‘’Hey, zavallı Uygur yazarları, siz evin içine kapanıp sabaha
kadar Çinlileri lanetliyorsunuz, yorulmadan şikayet ediyorsunuz,
Uygur milletini hürriyetine kavuşturacağız diye planlar kurup
haritalar çizerek palavra atıyorsunuz, sabah olduğunda hiçbir şey
olmamış gibi gidip Çinliler için çalışıyorsunuz. Çinliler her gün
milyonlarca yuan değerindeki servetimizi götürüyor, on binlerce
göçmeni getirip bırakıyorlar, hiç umurumuzda olmuyor, gördünüz
mü, ben 20 gün içinde Pekinlilerden yaklaşık 2,000,000 yuan parayı
alarak eşimin, Uygur’un cebine koydum’’.
Yazarlar damarlarına dokunan bu sözlerden utandılar ve
Rabia’ya aferin dediler.
Uluslararası Kongre Kürsüsünde
29 Ağustos 1995’te, Birleşmiş Milletler’in 4. Dünya Kadınlar
Kongresi, Pekin’de yapıldı. Bu kongre, Çin komünistlerinin Birleşmiş
Milletler’e üye olduğu 20 yıldan bu yana ilk kez düzenledikleri geniş
kapsamlı, ust düzeyli uluslararası bir toplantı idi. basın mensuplarına
iyi izlenim bırakmak için görünüşte de olsa çok gevşek bir politika
izledi.
Dünya Kadınlar Kongresi’nın sekreterlik ofisinden Rabia
Kadir’e toplantıya katılmasıyla ilgili davetname geldi. Ancak hemen
arkasından Özerk Bölge Parti Komitesi Kadınlar Birliği aracılığıyla
onun katılamayacağını duyurdu. Merkezdekiler kongre sırasında
kadın ticaretçi, işletmeciler için fuar düzenleneceğini, Rabia Kadir’in
hem fuara hem kongreye katılacağı hakkında tekrar davetname
gönderdikten sonra onu engelleyen Parti Komitesi sustu, Rabia
hazırlığa başladı.
Rabia, Pekin’e erkenden gelerek fuar hazırlığını bitirip
kongreye katıldı. Birleşmiş Milletler Kadınlar Kongresi’nın Çinli
139
delegeleri yabancılardan ayrı yerleştirmişti. Sadece açılış töreninde
büyük salonda birlikte olduktan sonra diğer faaliyetlerde Hunan
Grubu, Şincang Grubu şeklinde yerli gruplara ayrılarak kendi
kendine konuşacak, ama yabancılara karışmayacak bir biçimde
yerleştirilmişti. Grup içine yine birbirini denetleyen kadm
komünistler konulmuştu. Rabia’nın peşinde sürekli onu gözetleyen
özel iki istihbaratçı vardı. Onun eline yabancı gazetecilerin doruları
verilecek ölçülü cevaplar tutuşturuldu. Ayrıca yine dikkat etmesi
gereken, aksi takdirde misafirler gittikten sonra hesabı sorulacak bir
sürü husus bildirildi. Rabia kurultayın ilk günü sabah açılış
töreninden önce karşılayanlar arasında durup Clınton’un eşi Hiilary
Hanım’ı karşıladı. Çinli delegelere itibar etmemeleri söylenmiş ise de,
Hiilary Hanım ağır adımlarla mağrur bir edayla salona girdiğinde
bütün salondakiler ayağa kalkarak alkışladılar, ona saygı gösterdiler.
Hillary Hanım, yolun ik tarafında durup kendisini alkışlayanlara
gülümseyip başını sallayarak saygısını ifade ederken Rabia Kadir’in
heyecanlı kalbinde sıcak bir duygu dalgalandı. Halk, ünlü
politikacıları, adil hükümdarları, önderleri, mutluluk yaratanları ilke
ayırmadan, millet ayırmadan baş tacı ediyormuş. Ben, halkımı
yoksulluktan ne derece kurtarabildim? Halkımın yüksek arzusu
hürriyettir, işte o delegeler gibi özgür yaşamaktır. Acaba ben ne
yapabildim? Ne yapmalıyım? Ben ne zaman Hillary Hanım gibi
halkımın yüksek saygısına erişecek kadar şerefli bir Uygur kızı
olabilirim? Rabia’yı yüksek sorumluluk duygusu ile şan şöhret
eğilimli karışık tatlı hayaller sarmıştı.
Rabia Kadir ertesi gün gruplara göre yürütülen komünist
partinin basiretini öven müzakerelerdeki boş laflardan sıkılarak
yavaşça dışarı çıkıp Tibet grubuna baktı.
Tibet grubunu yabancı gazeteciler sarmıştı, Tibet delegeleri
fırsatı değerlendirip milli propaganda yapıyorlardı. Rabia, bu
durumu görünce derin düşünceye daldı. Bu kongrede dünyanın her
yerinden gelen binlerce delege, yüzlerce gazeteci var, ben de bir
çaresini bulup onlara Uygur umu tanıtsam ne kadar güzel olur!
140
Kongrenin 3. günü genel toplantı salonunda Dünya Kadınlar
Kongresi başkamnın yönetiminde Çin çapında gelişip büyüyen
ticaretçilerden beş kadını seçerek yabancılara deneyimlerini anlatmak
üzere basın toplantısı düzenlendi. Rabia’ya beş kadından biri olduğu
duyuruldu. Başkanın, Çin hükümetinin verdiği isim listesini bir
kenara bırakıp kişisel olarak Rabia’yı söze davet etmesi, Rabia gibi
Uygur’un uluslararası kürsüde özgürce konuşacak olması Çinlileri
çok rahatsız, etti. Ama kimse şimdi Rabia’ya engel olamayacaktı.
Öğlen yemekte Rabia’nın etrafında dolaşanlar çoğaldılar. Birisi
yemek üstünde ona sezdirmeden suyuna uyku ilacı karıştırıp içirdi.
Rabia, yemekten sonra odasına girip öğlenden sonraki toplantıya
hazırlanmak istedi, ama başını kaldıramayarak tatlı uykuya daldı. O
rüya gördü, rüyasında kocası Sıddıkhacı bağırıyordu:
Rabia kalk! Uyku ilacı içtin. Toplantıda konuşacaksın, kalk!”
Rabia şaşarak uyandı. Bir şeyi sezmiş gibi oldu, gözleri yine
kapanıyordu. Başını soğuk suyla yıkadı, biraz kendine geldikten
sonra derhal toplantı salonuna doğru koştu. Onun arkasından
istihbaratçılar bağırarak kaldılar:
“Rabia, soğuk almış gibisiniz, uyuyun, dinlenin!“.
Rabia, toplantı salonuna girdiğinde dört hizmetçi önünü kesti
ve:
“Rabia Hanım, geciktiniz, konuşma sıranız çoktan geçti.
Toplantı beş dakika sonra bitecek, artık girmeyin!”
“Rabia Hanım, buraya oturun, artık kürsüye çıkmayın!”
Rabia, hizmetçileri ve görevli kadınları bir kenara iterek hızla
ilerleyip kürsüye ulaştı. Salondakiler Rabia’nın hareketine şaşırdılar.
“Affedersiniz hanımlar, geciktim.”
Toplantı başkanı toplantıyı yine 10 dakika uzatacağını, Rabia’ya 15 dakika süre vereceğini duyurduktan sonra onu konuşmaya
davet etti. Rabia kürsüde şimşek gibi hızlı konuşmaya başladı, o
kendi maceralarını değil, Uygurların tarihini anlattı. O, kendisinin
141
nasıl zengin olduğunu değil, Uygurların yoksul kaderini anlattı.
Uygurların Çinlilerden tamamen farklı kültüre sahip başka bir millet
olduğunu anlattı.
Gazetecilerin soru yağmuru başladı: ٠ “Rabia Hanım, siz 60
yuan parayla ticarete başlamışsınız, nasıl bugün Çin çapında en
zengin kadın hâline geldiniz?” “Ben bugün bu toplantıya katılmak
için ne gibi engelleri aşarak bu kürsüye geldiysem, ticarette de öyle
yenerek geldim.” “Bunu biraz açar mısınız?”
“Evet, bugün benim bu kürsüde konuşmamı istemeyenler
bana uyku ilacı içirdiler. Ben uykudan uyanıp başımı soğuk suyla
yıkadıktan sonra sendeleyerek koşup ancak yetiştim ve amacıma
ulaştım„. Salon büyük alkış sesleriyle sarsıldı, insanlar her şeyi
anladılar.
“Sizi böyle zengin olmaya iten şey neydi?„. Bu soruyu Çin
“Halkın Günlüğü„ gazetesinin muhabiri sormuştu. Bu sorunun
belirlenen ölçülü cevabı “Komünist Partinin doğru yönetimi” idi.
“Halkımın cehaleti ve yoksulluk içinde bulunması, hor görülen
Uygur kadın ve kızlarının gözyaşları, Uygurların yaşam
seviyesinin gittikçe düşmesi, halkımın ekonomi, eğitim ve kültür
alanındaki zavallılığı beni para kazanma yoluna götürdü.”
Rabia’nın aniden patlamış bomba gibi konuşması katılımcıları
ağlattı. Çünkü Rabia kendisi de her cümleyi ağlayarak söylüyordu.
Herkes onu uzun süre alkışladı. Pek çok kişi onunla hatıra fotoğrafı
çektirdi. Gazeteciler hayran olarak not defterlerine “Uygur”
kelimesini yazdılar. On sırada oturan bir yaşlı yabancı hanım
yanındaki soylu hanıma fısıldadı:
“Bu Uygur kadın Rabia Hanım gerçekten kahramanmış.”
O gün Çin gazeteleri dışındaki birçok yabancı gazetelerde,
Amerika’nın Sesi radyosunda Rabia’ın Uygurlar hakkındaki konuşması
yayımlandı. Toplantıdan sonra Uygur Bölgesi delegelerini getiren
Mahinur Hanım ve Gülbostan Hanım ona kızdı: “Hey, Rabia, aslında
seni toplantıya getirmeseymişiz, Bölge Parti Komitesi’ndekilerin
142
düşüncesi doğruymuş, sen nereye gitsen hep iş çıkarıyorsun, şimdi
bizim başımız belaya girecek.” Rabia onlara bakarak güldü:
“Uygurların kültürünü, yaşamını, örf adetlerini tanıttım yahu,
bunun neresi kötü?”
Kongrenin son günü akşamı eğlence tertip edildi. Dünyanın
çeşitli yerlerinden, Çin’in çeşitli bölgelerinden gelen delegeler kendi
milli sanatlarını göstermek için ortaya çıktılarsa da ortamı
coşturamadılar. Rabia Kadir, bir yerlerden Uygur davul zurnacıları
bulup getirerek ortalığı coşturdu. Davulun ritimli sesi ile zurnanın
hoş sedası herkesin dikkatini çekti. Bembeyaz ağaç sansarı
kürkünden yapılan kalpak ve atlas etek giyen Rabia, tıpkı sanatçılar
gibi dans etti. O, Uygur dansının öğrenmiş olduğu bütün inceliklerini
kullanarak ortada dönmeye başladı. Onun saçlarını sallaması,
parmaklarından çıkardığı sesler, boynunu silkerek kafasını oynatması
yabancıları celbetti. Rabia bütün yabancıları dansa davet etti. Herkes
coştu. Rabia hizmetçilere buyurarak fuardan getirdiği 60 kadar
Uygur şapkasını dans eden misafirlere giydirdi. O misafirlere sadece
“Uygur”, “I am Uighur” cümlesini tekrarlıyordu.
Böylece Rabia Kadir gerçekten uluslararası toplantının altını
üstüne getirdi. Tibet grubunun peşinden koşan gazetecilerden daha
fazla medya mensubunu peşinden koşturup Uygurları tanıtma
amacına ulaştı.
Eski İpek Yolu’nun Yeni Kervanbaşı
Tarihi kaynaklardaki kayıtlara göre, M.S. 2. yüzyılda Yunan
bilgini Ptolemy “Coğrafya” adlı kitabında “Seresler ülkesi(ipek
ülkesin) den bahsederken Tarım nehri vadisinde yaşayan
“Uygurdıs„ların ipek böceği beslediklerini, ipek üreterek nefis ipek
atlasları dokuduklarını anlatmıştır. Yunanlı tarihçiler de Tarım nehri
boyundaki ipek ülkesi ve bu ülkelerde yaşayan Uygurların faaliyeti
hakkında kayıtlar bırakmıştır.
143
Rabia Kadir’in ataları 4. kuşağa kadar İpek Yolu yurdu olan
Hoten’de yaşayıp ipek ticaretiyle uğraşmışlar. Onun 4. kuşaktan atası
Mançu-Çin yönetiminin istilasına karşı bağımsızlık ayaklanmasına
katıldığından dolayı İli Yedisu vilayetine sürgün edilmiş. Bundan
başka 3. kuşaktan atası Yarkent, Buhara ve Semerkand gibi yerlere
gidip ticaret yapmış. Büyük babası oğlu Kadir Ken-ci ile birlikte yine
ticaret amacıyla Altay şehrine gelip yerleşmiş. Ama kader onları yine
Tarım nehrinin vadisine, yani Aksu’ya götürüp bırakmıştı. Rabia,
Aksu’dan Urumçi’ye geldikten sonra ticaret işleri gelişti, bu eski ipek
yurdunun kervanbaşı hâline geldi.
0, başlangıçta Hoten’den ipek böceği, ipek kozalağı ve dut
ağacı götürerek ipek dokumacılığını öğrenen Çin’in Sucou, Şang-hay,
Guangcou ve Pekin şehirleri ekseninde ticaret ağını yaydık-tan sonra
yavaş yavaş Jpek Yolu boyunca bati bölgesine doğru kaymaya
başlamıştı.
Rabia Kadir, bir ka‫ ؟‬büyük bina ve birkaç milyon dolarlık
sermayeye sahip olduktan sonra atalarının geleneğini devralarak
Londra, Roma 've İstanbul’a kadar bir ticaret ağı kurmanın plânını
yaptı ve bunun İçin araştırmalara başladı. Rabia Kadir, her hangi
fabrika ve pazardan satm alınacak hammadde ya da üriinü ken-di
gö.le görerek değerlendirmedikçe, piyasa koşullarım ve halkın satm
alma gücünü bizzat araştırmadıkça mal almazdı. 0, Orta Asya’daki
demir çelik ve pamuk ticareti sırasında mal nakli-yatı, toplama,
yükleme aşamasındaki boş zamandan yararlanarak bütün Türk
boylarının yaşadıkları toprakları, Rusya’yı ve Avrupa’yı dolaştı.
“Hem ticaret hem ziyaret” diyordu Rabia görüştüğü insanlara
“öncelikle yeni bağımsız olan kardeşlerimi kutlamak istedim,
Avrupa’ya 500 yıl hükmeden OsmanlI imparatorluğunun torunlarını,
Atatürk Mustafa Kemal Türkiyesi’ni, Orta Asya’da Rus istilasına
karşı fedai savaşı yaparak Asya’yı titreten Enver Paşa’nın yurdunu
ziyaret etmek istedim. Gene, Ingiltere ticaretçilerinin davetini yerine
getirmek hem de dünyaya bela olan komünizmin diktatörleri Lenin
ve Stalin’in cesedinin sergilendiği Moskova’yı da görmek istiyordum.
144
Onun İçin bir taraftan ziyaret ediyorum, diğer taraftan ticaret
yollarım arıyorum.”
Rabia Kadir bir defasında Alamatı’daki Uygur Tiyatrosunda
Uygur örgütleri tarafından düzenlenen toplantıda kürsüye çıkıp
Uygur devletlerinin parlak tarihinden bahsetti. 1889 yılında Rus- Çin
istilacılarının saldırısı ve hainliği nedeniyle aslında İli Sultanlığı’nın
topraklarının Rusların eline geçtiğini, yüz binlerce Uygur halkının
Rusya idaresindeki bölgeye zorla göç ettirildiğini, 1918 yılından 1940
yılına kadar Rus komünistlerinin Bati Türkistan’a saldırıp sayısız
Uygur'u katliama tabi tuttuğunu, özellikle 1937 yılında Stalin
kızilordusunun Almatı, Yarkent, Çimkent, Çonca ve Uygur
Bölgesinde Uygurları topluca katlettiklerini, 1949 yılında Çin
komünistlerinin Doğu Türkistan’ı istila ettikten sonra yine Stalin ile
birlik olarak Uygur halkının kurduğu Doğu Türkistan
Cumhuriyeti’nin Ahmetcan Kasım gibi liderlerini, savaşla
yenemediklerinden, size bağımsızlık vereceğiz diye hileyle
kandırarak Sovyetler Birliği’ne götürüp suikastla öldürdüklerini, 40
bin kişilik düzenli orduyu parçalayarak yok edip pek çok kurtuluş
savaşçısını öldürdüklerini, arkasından yine 1962 yılında Çin
komünistlerinin Ruslarla işbirliği yaparak İli, çöçek bölgesinden yüz
binlerce Uygur’ u tahrik ederek Sovyetler Birliği yönetimindeki
cumhuriyetlere götürüp çöllere sürgün ettiklerini, Sibirya
cezaevlerinde öldürdüklerini, vatanında kalanları da “Sovyet
yanlıların yakını” diye tutuklayıp hapse atarak öldürdüklerini,
kısacası eskiden beri Ruslar ve Çinlilerin Türkistan’ı bölerek Uygur,
Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Azeri ve Tatar diye çeşitli milletlere
ayırdıklarını, hatta birbirine düşürerek köle gibi yönettiklerini anlattı
ve şimdi bağımsız olan cumhuriyetlerdeki Uygurların yaşadıkları
ülkelerdeki kardeşlerinin devlet kuruluşuna yardımcı olmaları
gerektiğini ve kendi vatanını kurtarma borcunun idrakinde olup
vatanının istiklali için mücadele etmeleri gerektiğini ortaya koydu.
O dönemde Kazakistan Uygur Kültür Merkezi’nin başkanı
Prof. Rabık İsmail ve onun hanımı Prof. Patigül Sabıtova’nın
başkanlığında Almatı’nın Sultan Kurgan mahallesinde düzenlenen
145
kültür günleri faaliyetine davetle katılan Rabia Kadir, söz alarak Rus
Çan ve Rus komünistlerinin yüz yıllık zulmü ve milli kültür kıyımı
nedeniyle Rusya idaresindeki cumhuriyetlerde yaşamakta olan bir
kısım Uygurların milli tarihini, milli kültürünü, milli dilini ve yazısını
kaybettiklerinden milli şuurun ve dini inançlarının zayıfladığından
bahsederek şöyle konuştu:
‘’Kardeşler, bugün siz Doğu Türkistan’dan gelen
kardeşlerinize ‘Çinliler’ diyormuşsunuz, hepimizin vatani bir, atası
birdir, hepimiz Uygur, haydi sen Kalcatlı, Korgash, söyle bakalım
sen. Taranci' mısın? Daha son yüz yıllarda Mançu yönetimi Kaşgar,
Hoten, Aksu ve Kumul gibi bölgelerden yüz binlerce Uygur ayaklanmacılarıni' ili vadisine bugday ekimi İçin sürgün etmedi mi?
Hepimiz bir atanın çocukları olduğumuz hâlde birbirimizi dışlar-sak
düşmanlarımızın ekmeğine yag sürmüş olmuyor muyuz?” Rabia’nın
hakli, ikna edici sözleri herkesi etkiledi. Ağırlama ve eğlencelerden
sonra Rabia Kadir, bir torba rubleyi masa üstüne koyarak
mahalledeki fakir, yetim öksüzlere paylaştırdı. Alana toplanan kişiler
duygulandıklarından ağladılar. Yaşlı dedeler çocuklarını getirip:
“Biz hepimiz 0 dönemlerde silah tutan askerlerdik,
çocuklarımız hazır, vatanı Çİn’den kurtarmak İçin hepimiz hazırız.”,
dediler.
Rabia Kadir, Almatı’daki siyasi faaliyet yürüten Uygur
örgütlerine sürekli para yardımında bulundu. 0, Doğu TUrkistan
Milli Kurtuluş Cephesi’nin başkam Yusuf Muhlis ile toplam 11 kez
gizli görüştü, büyük miktarda ruble, Amerika Doları bağışladı. Ona
kurtuluş mücadelesinin tedbirleri ve taktikleri hak-kında fikir verdi,
onun örgütçü Haşır Vahidi ile barışması ve birlik olması İçin çok
emek sarfetti. 0, son defa Türkiye yolculuğundan dönüşünde
Almatı’da yine Yusuf Muhlis ile görüştü, onun parasal yönden zorluk
çektiğini öğrenip yanında bilet almak İçin bulun-durduğu son 800
dolar parasını ona verdi. Bundan dolayı, kocası Sıddıkhacı’nın
azarına maruz kaldı, taksi kiralayarak Yarkente gelip Uygur
ticaretçilerden para ödünç alarak taksi ücretini ödedi.
146
Rabia Kadir, kim vatan İçin mücadele edeceğim derse ona
yardim etti. Urumçi’ye geldiğinde çuvalla mal verdi, Almatı’da yine
para, mal yardımında bulundu. Bazıları vatan İçin çalıştığından dem
vurarak ondan on binlerce dolar para koparıp ticaretçi oldu. Bazıları
hatta evlerini süslediler, villa yaptırdılar. Rabia, aslında onlara vatan
için bir şeyler yapar umuduyla destek vermişti. Ama yıllar sonra
hiçbir işin yapılmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Bir
seferinde Tacikistan’a 15 kamyon mal götürüp bir kamyon malı
hudut koruma işlerinden sorumlu generale hediye olarak verdi.
Diğer mallarını sorunsuzca satarak parasına pamuk, pamuk çekirdeği
ve demir satın aldı ve mallarını kaplanın ağzından sağ salım çıkardı.
Son gelişinde kuru gıda ve meyve getirip halka temin etti ve
generallere kardeşlerin birbiriyle savaşmaması gerektiği hakkında
öğüt verdi. Rabia, Türkmenistan’da da aynı ziyaret ve ticaretlerde
bulundu. Her gittiği yerde Uygur topluluklarıyla görüşüp onlara
vatan ve milli şuur aşılamaya yönelik konuşmalar yaptı. Müzelerden
Uygurlara ait pek çok kıymetli eserleri satın alarak ya da çoğaltarak
örnek topladı.
Rabia Kadir, Türkiye ziyaretinde büyük kapitalistlerin
fabrikalarını ziyaret etti. Uygur siyasi örgütlerinin üyeleriyle görüştü.
Örgüt faaliyetleri hakkında bilgi aldı. Basın toplantısı
düzenleyerek konuştu. O dönemde dünyanın çeşitli yerlerindeki
vatanın bağımsızlığı için mücadele etme amacıyla kurulan örgütlerin
yöneticileri ve Uygur aydınları İstanbul’a toplanıp Doğu Türkistan
Milli Kurultayı düzenlemişlerdi. Bir zamanlar “Türki-stancılar”,
“Milliyetçi Çinciler”, “Sovyet yanlıları”, “Milliyetçiler” ve
“Turancılar” gibi hiziplere bölünerek birbirleriyle kavga edip vatanı
düşmana kaptıran grupların kalıntıları ve saygı değer aydın, yazar ve
ileri gelenler olmak üzere yaklaşık 1000 Uygur İstanbul’a toplanmıştı.
Onlar gerçi “Hedefimiz Doğu Türkistan’ın kesin bağımsızlığını elde
etmek için mücadele etmektir” şeklindeki yüksek gayeyi doğru tespit
etmişlerse de, örgütsel açıdan birlik olamadan, mükemmel bir
merkezi organ kuramadan dağılmışlardı. Rabia Kadir, kocası
Sıddıkhacı Rozi ile birlikte İstanbul’da Uygur politikacılarıyla. gizli
147
bir şekilde görüşüp durum hakkında bilgi aldı, tahlil etti, öğrendi.
Örgütçülere, derhal bir merkeze toplanarak bir elden faaliyet
yürütmeleri hakkında önerilerde bulundu.
Rabia Kadir, Londra ziyaretinde İngiltere Ticaretçiler
Birliği’nin düzenlediği bir toplantıda konuşup İngiltere’nin tarihte
Doğu Türkistan’a birçok kez keşif ekibi gönderdiğini, Kaşgar’da ilk
olarak konsolosluk açtığını, bağımsızlığa kavuştuğumuzda
devletimizi tanıdığını ve 2. Dünya Savaşında Churchil’in Uygurların
menfaatini sattığını bir bir anlatarak:
“Ben tarihte İpek Yolu’nu açan, dünya halkı için katkı
sağlayan, bugün sizin tamamen unuttuğunuz Uygur’un kızıyım.
Bugün sizin bize borcunuz var. Amerika’ya da anlatın, borcunuzu
ödeyin” diye anlamlı konuştu. Onun konuşması toplantıya katılan-lar
arasında özel bir etki uyandırdı, bazıları ticaretini bir kenara bırakıp
Orta Asya’daki milletlerin kaderi ve Uygurların bugünkü durumu
hakkında fısıldaşarak sohbet ettiler. Londra’da yayımlanan “Pazar
Times” gazetesinin ilk sayfasındaki Rabia’nın tanıtımı için basılan
yazıda eyalet valisinin sözü nakledilerek Rabia “İlerleme yolunda baş
eğmeyen demir kadın” diye değerlendirildi.
Urumçi’de Bili Gates’i Karşılama
1995 yılının Eylül ayının başında, Birleşmiş Milletler’in 4.
Dünya Kadınlar Kongresi bitince, Rabia Kadir Urumçi’ye döner
dönmez Orta Asya’daki ticaret işleri dolayısıyla Kazakistan’a
gitmişti. Toplantıya katılan Bill Gates’in hanımı, kocasını çağırıp
getirdi ve birlikte Pekin’deki Çin Şeddi’ni ziyaret etti. O sırada Rabia
Kadir hakkında kocasına bilgi verdi. O dönemde dünyanın bilgisayar
kralı ve en zengin adamı, olan Bili Gates’i ve hanımını Tıang Zemin
kabul etmişti. Ziyafet sırasında Bili Gates’in hanımı, Jiang Zemin’den
Urumçi’yi ziyaret etme konusunda sözlü izin aldı. Böylece 12
Eylül’de Bili Gates’in sekreteri Urumçi’ye gelip Bili Gates’in Rabia
Kadir’in ailesini ve Ticaret Sarayı’nı ziyaret edeceğini bildirdi.
148
Rabia Kadir, bu haberi alır almaz Almatı’dan hemen yola
çıktı. Urumçi’ye gelir gelmez karşılama hazırlığına başladı. Demek ki,
dünyanın en zengin adamı, Uygurların yurduna geliyor, Uygurları
görmeye geliyor. O, Özerk Bölge Parti Komitesi’nin kralı Wang
Leçuan ve kukla başkan Ablet Abdureşit ile değil, Rabia Kadir ile
görüşmek istiyor, başka bir deyimle Uygurların gerçek temsilcisiyle
tanışmak istiyor, Uygurların yaptıkları binadaki yüzlerce Uygur
ticaretçiyle dertleşmek istiyor. Kısacası Çinlilere direnerek can
boğazına gelirken Amerika’dan umut bekleyen Uygurların
dünyadaki en büyük zenginlerden oluşan temsilciler heyetini
ağırlamaları gerek. Bu, doğruda, bir araya gelme, ilk tanışma ve çok
ender rastlanan bir fırsattır. Buralarda, hatta Çin’de de Bili Gates ile
boy ölçüşerek ticaret yapan zengin bulunmaz. Öyle de olsa, onları
güzel ağırlamak, onlarda iyi bir izlenim bırakmak, Uygurların
kimliğini açık göstermek, Rabia için sosyal ve siyasal açıdan milletin
büyük yararına idi. Böyle bir ticarete o ne kadar bedel öderse, ne
kadar sermaye koyarsa değerdi. Onun için Rabia yeterli para ve insan
gücü ayırarak ağırlama işlerini ciddi müzakere edip kusursuz
ayarlamakta idi.
Tam o sırada Pekin’de Rabia’yı takip edenlerden bu haberi
alan Wang Leçuan ofisinde Bili Gates’in Rabia Kadir ile görüşmek
istediği hakkındaki raporu dinledikten sonra hem sinirinden hem de
kıskançlığından kudurarak engelleme tedbirleri konusunu müzakere
ediyordu.
15 Eylül günü Rabia Kadir, Ticket Sarayı’nın 6. kattaki
ofisinde bir kaç çalışanıyla birlikte hazırlık işlerini müzakere
ediyordu. Aniden şimşek gibi çakan ışıltılı bir parça ateş topu ofise
atıldı. Saniyeler içinde her taraf aynı anda tutuştu. Saraydaki
çalışanlar “Yangın var, kaçın„ diye bağırdılar. Rabia’nın yanındaki
elemanlar onu koruyup emekleyerek ofisten dışarı çıkardılar. Onlar,
tam o sırada siyah elbise giyen iki yabancı kişinin merdivenden acele
aşağı inmekte olduğunu net bir şekilde gördüler. Herkes ne
yapacağım şaşırırken beş dakika içinde alev büyüyüp etrafa ve üst
katlara yayılmaya başladı. Daha da ilginç olan odur ki, ateşten önce
149
haberdar edilmiş gibi ya da manevra yapılıyormuş gibi polisler
gelerek binayı kuşattılar. Hükümetin televizyon muhabirleri gelip
kameralarını doğrulttular. Hatta itfaiyeciler de hazır oldular. Herkes
bu oyunu oynayanların maksadının Bili Gates’i Rabia’nın sarayında
değil, Wang Leçuan ın sarayında ağırlamak olduğunu tahmin etti.
Bill Gates, Urumçi’ye gelmeden beş gün önce Özerk Bölge
Dışişleri Dairesi’nin yetkilileri Pekin’de ona Rabia’nın Ticaret
Sarayı’nda büyük yangın çıktığını, dolayısıyla onun planını
değiştirmesi gerektiğini bildirdiler. Bill Gates ise, Önce Rabia’nın
durumunu araştırdı ve “Ben bina ile değil, Rabia ile görüşeceğim,
planım değişmeyecek” diye net cevap verdi. Bu cevap, Wang
Leçuan’e ulaştırılırken kulağı delik kişilerin aracılığıyla Rabia’nın
kulağına da ulaşmıştı.
Rabia, yangın nedeniyle 2 milyon yuan zarara uğradı. O, son
dört gün içinde gece gündüz uyumadan, kendisi bizzat işin başında
durarak, hazırlığı bitirdi. O, saray içine Uygurları, Uygurların
kültürünü yansıtan, Uygurların misafirperverliğini, Çinlilere hiç
benzemediklerini gösteren ne varsa hepsini hazırladı. Koşuştura
koşuştura ayaklan, konuşa konuşa boğazı şişti. O, belini kaldıramaz
bir hâle geldi. Ticaret Sarayı, yangından önceki hâline geldi. Böylece
sabırsızlıkla beklediği 19 Eylül geldi. Rabia Kadir özel sipariş ettiği
sade, ama görkemli Uygur milli elbiselerini giyerek bina önüne çıktı.
Sarayın içi ve dışı bayram havasına bürünmüştü.
Misafirler geldiler! Bill Gates hanımıyla birlikte gülümseyerek
arabadan indi. Rabia Kadir onlarla eski dostlar gibi kucaklaşarak
samimi bir havada görüştü. Birden bire dört tarafta davul zuma
sesleri yankılandı. Sarayın merdivenlerinden ana yola kadar
kıpkırmızı halı serilmişti. Sarayın kapısına kadar olan yolun iki
tarafında servi boylu, güzel kızlar ve yakışıklı delikanlılar, sanki eski
Uygur krallarının yiğit ve cariyeleri gibi güzel süslenerek onları
karşıladılar. Kızlar iki taraftan misafirlere çiçek attılar. Altın paraya
benzetilerek yapılan madeni paralar saçtılar. Sanat havası içerisinde
duygulu anların yaşandığı karşılama töreni misafirleri şaşırttı. Onlar
150
insanları, giysileri, müziği, örf adetleri, hatta konuşmaları da Çinlilere
hiç benzemeyen Uygur halkını görünce masallardaki büyülü
şehirlere gelmiş gibi ağzı açık kaldılar. Beraberinde gelen milyoner
zenginler, kıpkırmızı halı üzerini kaplayan saçı paralarının gerçek
olduğunu görünce daha da şaşırdılar. Her biri taze gonca gibi güzel
Uygur kızlarının yüzündeki tebessüm, kapkara kaş, kirpik ve
bıyıklarından yiğitliği dışa vuran çevik Uygur delikanlılarının
yüzündeki cesaret, misafirlerde farklı etki yaratmıştı. Onlar
kendilerini gerçekten başka bir dünyada yaşıyormuş gibi hissettiler,
Çin’den farklı bir ülkeye gelmiş gibi hissettiler. Bili Gates’in hanımı
heyecanını bastıramadan etrafındakilere:
“Bakın, ne kadar güzel kızlar bunlar, ne kadar yakışıklı
delikanlılar bunlar, Uygurlar harika halkmış ya!” diye konuştu.
Bili Gates, kadife gibi halılara basarak yürüyüp etraftaki
ticaretçilerin sıcak selamlarına başını sallayarak karşılık verdi ve
karşılama için hazırlanan salona adım atar atmaz şaşkınlıktan dona
kaldı. Bu başka bir dünya idi. Masallardaki adaletli kralların büyülü
şehirleri gibi acayip renkli ve güzel süslenmiş salon sanki sanat
müzesine benziyordu. Salonun tavan, duvar, sütun, köşe ve
pencerelerine işlenmiş kabartma nakışlar, çiçekler ve resimler sanki
canlıymış gibi gözüküyordu. Rabia, misafirleri dolaştırıp duvardaki
sanat eserlerini tanıttı. Bir duvara Uygurların bütün çalgı aletleri
asılmıştı. Rabia, 27 çeşit Uygur çalgı aletini isimlerini söyleyerek bir
bir tanıttı. Her çalgı aletinin altına onun adı, dönemi İngilizce olarak
yazılmıştı. Arkasından Uygurların giyim kuşamları, şapkaları,
elişlemeleri teker teker gösterildi. Rabia Kadir, yürürken yere serilen
Uygurların tarihi dönemlerini ve şehirlerini temsil eden çeşitli
modeldeki kıymetli halıları tanıttı. Misafirler yerlerine oturduktan
sonra Rabia Kadir konuşmasını yaptı.
“Masallarda anlatıldığına göre, gökten uçan bir grup melek
zulüm altında ezilen, eziyetten inleyen bir kavmin üzerinden
geçerken boyunlarındaki yakut incilerin ipi kopmuş ve yakut inciler
yere dökülmüş, bunlar zavallıların dertlerine derman olmuş.
151
Kıymetli misafirler, siz de işte o meleklerin incileri gibi aramıza
düştünüz. Biz sizi, Amerikalıları, Avrupalıları tam 60 yıl bekledik.
Attığınız adımlar uğurlu gelsin...
Uygurlar eskiden kudretli devletler kurmuş kültürlü bir
millet...”
Rabia Kadir, hükümet tercümanlarının konuşanın sözünü
değil, yukarısının belirlediği metinleri okuduklarını iyi bildiği için S
ıddıkhacı ’ nın hazırladığı bu etkili konuşmayı, Ticaret Sarayı’nın
İngiliz dili öğretmenine önceden tercüme etttirerek aynen okuma
konusunda anlaşmıştı. Misafirler, Rabia’nın konuşmasını anladıktan
sonra başlarını sallayarak memnuniyetlerini ifade ettiler. Bili Gates ve
diğerleri de konuşma yaptılar.
Konuşmalar bittikten sonra başlarına ağaç sansarı kürkünden
yapılmış kalpak, üzerilerine beyaz atlas kumaştan yapılan etek giyen
güzel kızlar ellerinde altın renkli ışıltılı ibrik ve leğenleri, ipek
havluları getirip misafirlerin ellerine su döktüler. Arkasından mavi
atlas kumaştan yapılan etek giyen kızlar, yemekleri getirip
misafirlerin önlerine koydular. Peşinden yine kırmızı atlas kumaştan
yapılan etek giyen kızlar misafirlere Uygurların pilav, samsa (tandır
böreği), leğmen (özel soslu makama) gibi 72 çeşit yemek getirip teker
teker tanıttılar. Onlar istediklerinden alıp tattılar. Yemeklerin hepsine
İngilizce adı, türü, içeriği ve tarihi gibi açıklamalar yazılmıştı. Bu bir
ziyafet değil, yemek festivaline dönüştü. Onlar Uygur yemeklerinin
lezzetli kokusu, tadı, besin değeri ve zevk veren güzel görünüşünden
keyif alarak eskiden bu yurtları dolaşan Marco Polo’yu anımsadılar.
Yemekten
sonra dans yönetmeni Küreş Recep’in
başkanlığında sanat etkinliği başladı. Uygur 12 makamı tanıtıldı ve
aryalar söylendi.
Tursunay’ın nefis dansı, Reyhan Abliz’in kızılgül goncasının
içinden çıkarak icra ettiği dans misafirleri heyecanlandırdı. Modem
bale şeklinde opera dansı icra eden kızlar tarihi olayları yansıttılar,
onlar bazen dert, hasret ve üzüntü içinde kıvranırlarken, bazen yere
152
sarılarak ellerini umutla Bili Gates’e uzatıyorlardı. Gözlerinden
beliren özgürlük ışıklarından misafirler, Uygurların ne demek
istediklerini anlamışlardı. Bu sırada ev sahipleri arasına sokulup
giren bir kısım hükümet yetkililerinin yürekleri sızlıyordu.
Bili Gates’in isteğine göre, misafirler Rabia’nın evinde
ağırlandı. Ailesinde çocuklarıyla birlikte fotoğraf çektirdi. Hiç
unutulmayacak etkiler bırakan bu eğlenceli ziyafet aslında bir saat
diye belirlenmiş ise de dört saat devam etti.
Bili Gates Efendi ve hanımı Rabia Kadir ile Sıddıkhacı Rozi’yi
Amerika’ya resmi olarak davet etti. Rabia Kadir şu anda çok meşgul
olduğunu, onun için o sene içerisinde gidemeyeceğini izah ederek
özür diledi.
Misafirler gittikten
Sıddıkhacı’ya sevinçle:
sonra
Rabia
evinde
dinlendi
ve
“Misafirlere bu toprakların sahibinin kim olduğunu iyice
anlattık. Bili Gates’i hiçbir masraftan kaçınmadan krallar gibi
ağırladık.” dedi. Sıddıkhacı ise Rabia’ya cevaben:
“Onun vatanı Amerika’yı görürüz bir gün” dedi gülümseyerek.
Amerika’ya Yolculuk
Hükümetin gözünde Rabia Kadir, zengin olup güçlendikçe
çizgiyi aşıyordu. O, hükümetin kararları içerisinden halkın menfaatine
yararlı olanları seçip değiştirerek kullanıyordu, halkın menfaatine
yararlı olmayanlarını ya da zararlı diye gördüklerini uygulamaya
koymuyordu, hatta karşı çıkıyordu. Bu yönde onun en duyarlı
danışmanı ve yardımcısı Sıddıkhacı Rozi idi. Sıddıkhacı etrafındaki
yazar, şair ve dergici arkadaşlarının aracılığıyla toplumun siyasi ve
sosyal durumundaki dalgalanmaları duyarlılıkla gözlemliyor, Çin’in
yeni hileleriyle gizli genelgelerinin niteliğini tahlil ediyordu.
1980’li yılların ortalarından itibaren Çin eyaletlerindeki ünlü
şirketler, beş yıldızlı oteller, değişik adlar kullanan kimliği belirsiz
153
çeteler, Uygur kızlarının arasından endamlı ve güzel olanlarını
seçerek yüksek maaş vaadiyle gruplar hâlinde götürmeye başladılar.
Rabia Kadir bir sefer Guangcou’ya mal almak için gittiğinde oradaki
bir otelde Uygur kızlarının bulunduğunu duydu ve gizlice araştırdı.
Otel patronları, Uygur kızlarını kimseye göstermiyorlardı. Rabia,
yerli bir kişiye para vererek gizlice irtibat kurdu ve bu kızların
yabancılara ve Çinli zenginlere bir geceliği için 2-3 bin yuanden
pazarlandıklarım, kızların genelde odaya kapatıldıklarını ve dövülüp
hor görüldüklerini öğrendi. Rabia, buna benzer durumdan bir kaç
tanesini tespit ettikten sonra rapor hazırlayarak Siyasi İstişare Kurulu
aracılığıyla hükümete ulaştırdı. Ama bazıları hala aldanarak kızlarını
Çin eyaletlerine gönderiyorlardı. Hükümet ciddi bir önlem
almıyordu. Rabia ise sinirlenerek Sıddıkhacı’ya şöyle dedi:
“Sen Keyum Turdi’nin anlamsız boş kitaplarını değerlendirip
yazı yazacağım diyeceğine önce Çin eyaletlerinde Japonlara,
Hongkonglulara, yamuk dişli Çinlilere satılan kızlarımızı kurtaracak
bir şeyler yazsana.”
Sıddıkhacı Rozi’nin Urumçi “Akşam” gazetesinde 13 Ocak
1994’te basılan “Anne Babaların ve Kızlarımızın Dikkatine” başlıklı
yazısı toplumda sansasyon yarattı. Halkın güçlü itirazını ifade eden
bu yazı, yerli hükümet idarelerinin bazı önlemleri almalarına vesile
oldu. Kulca’da yola çıkmak üzere olan bir otobüsteki yaklaşık 70
Uygur kızı, anne ve babaları, Uygur topluluğu tarafından engellendi.
Çin şehirlerine gidip çalışmak için kayıt olan pek çok kız gitmekten
vaz geçti. Anne babalar daha duyarlı olmaya başladılar. Hükümet ise,
ne ilginçtir ki, bu işten memnun olmadı.
1985 yılının kışında Urumçi Üniversitesi’nde Uygur
öğrencilerinin gösteri yapmalarına neden olan milli hakaretin, yani
okul duvarına Çinliler tarafından yazılan “Uygurların erkeklerini
köle, kızlarını çiğneyip fahişe yapalım” şeklindeki şovenist sloganın
asıl anlamı ve gerçek niteliği şimdi anlaşılıyordu. Uygur kızlarını,
çocuklarını kandırarak Çin şehirlerine götürüp satma, fahişeliğe
zorlama, hırsızlık ve uyuşturucu ticaretine alıştırma gibi suikast ye
154
planlı cinayetlerle ona karşı yüzyüze mücadele etme, o dönemlerde
Çinlilerle Uygurlar arasında su yüzüne çıkan çatışmaların biriydi. Bu,
hükümetle yerli halklar arasında ekilen husumet tohumlarının
biriydi. Aradan fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın “Nefsine Hakim Ol,
Şarkı Hırsızı Wang Luobin” başlıklı yazısı Urumçi “Akşam”
gazetesinde yayımlanınca halk arasında etki uyandırdı.
1949 yılında Wang Zhen, Wang Enmao ordusuyla birlikte
Uygurların topraklarına adım atan Wang sülalesinden Wang Luobin
“Kaplanın olmadığı dağda maymun kraldır” misali Uygurların eski
halk şarkılarının patent hakkını hiç çekinmeden rastgele notaya
alarak kendi bestesi diye Tayvanlı ve Hongkonglu tüccarlara satmıştı.
Sıddıkhacı’nın yazdığı “Feng Hanım ve Yazarların Tarihi
Görüşü” başlıklı yazısı “Akşam” gazetesinde basıldığı zaman Çinli
tarihçiler söylenmeye başladılar. Yine fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın
“Britanya’nın Hindistan’daki Hakimiyetinin Gelecekteki Sonuçları„
başlıklı çeviri yazısı “Ticaret” gazetesinde basıldı. Yazıda “Senin
yapmakta olduğun gökdelenler, demiryollar halkı kurtarmaz.
Kurtuluşun gerçek anlamı üretim güçlerine kimin hakim olması
meselesidir” cümlesi temel alınmıştı. Britanya’nın Hindistan’ı işgal
ettiği zaman, halkın bütün mesleklerini yok ettiği, marangozluk,
ayakkabıcılık gibi meslekleri de kendi eline geçirdiği, Hint halkını
münbit topraklardan, su kaynaklarından, piyasadan, eğitimden
dışladığı ve göçmenlerin her yeri işgal ettiği eleştirilmiş, sonunda
Britanya’nın Hindistan’a bağımsızlığını vermek zorunda kaldığı
ortaya konulmuştu. Bu durumla Çinli hükümdarların bugünkü
benzer içyüzüne işaret edilmişti. Üzücü olan odur ki, bu yazıdaki
başlık ve cümleler Marks’a aitti.
Sıddıkhacı hemen arkasından Pekin’deki Çin Parti Okulu
dergisinde basılan “Sovyetler Birliği’nin parçalanma sürecinin
deneyimlerini değerlendirmezsek, biz de Tibet ve Uygur
bölgelerinden mahrum kalacağız” şeklindeki konuyu işleyen bir
yazıyı tercüme ederek yayımlattı.
155
1994 yılının kışında Sıddıkhacı, 2. Dünya Savaşı dönemindeki
Uygurlara ait bazı sırların açıklandığı “Rakipler ve Müttefikler” adlı
büyük bir kitabı tercüme ederek kendi parasıyla 7000 adet bastırdı.
Bir yıl sonra Yaş-Ösmürler Neşriyatı’na bu kitapla ilgili 27 bin adet
sipariş gelmiş ise de, Parti Komitesi basım işlerine el uzatıp kitabın
basılmasına izin vermedi. Ocak 1996’da Urumçi’de Uygur Klasik
Edebiyatı ile ilgili sempozyum düzenlendi. Açılışta Parti
Komitesi’nin propaganda Bakanı Feng Dajing, sempozyum
konusundan uzaklaşarak: “Son günlerde malum bir aydın 4-5 yazı
yazdı, tercüme etti, bir kitap yayımladı. Hepsinde partimiz hedef
gösterildi. Tarihi çarpıtarak bölücülük fikrini yaydı” diye
Sıddıkhacı’yı ima etti. Onun bu sözleri ertesi gün
،Şincang
gazeteseinde yayımlandı.
Sıddıkhacı Rozi, edebiyat eleştirisi aracılığıyla nasıl Uygur
yardakçı edebiyatını temsil edenlerin maskesini düşürüp Uygur
edebiyatındaki sahte övücüleri, kopyacıları ve saray yazarlarını tapa
tutarak perişan ettiyse, şimdi de toplumda Uygurların uyanmalarına
vesile olan yazılarıyla, hükümet kurumlarındaki kanunsuzlukları
eleştiren zehir gibi yazılarıyla Parti Komitesi’nin propaganda
bakanlarını telaşlandırmıştı. Hükümet, Özerk Bölge’deki en ünlü
zengin Rabia Kadir’in kocası, Eğitim Enstitüsün’nün profesörü
Sıddıkhacı’yı engellemenin gizli yollarını araştırırken kendi yollarını
tıkayıp Sıddıkhacı’nın yeteneğinin halk tarafından tescil edildiği bir
olay yaşandı.
‘’Tanrıdağ’’ dergisinin genel editörü Ablikim Bakı, Urumçi
Belediyesi Yazarlar Derneği’nin başkan yardımcısı, genel sekreteri
kimliğiyle İdare Parti grubunun kararını alarak üst mercilere rapor
vermeden ülke çapında halkın eğilimini deneme anketi yaptırdı. Parti
Komitesi’nin engellemesine bakmadan gerçek istatistikleri ilan etti.
Halkın en sevdiği edebiyat eleştirmenleri olarak Sıddıkhacı Rozi,
Muhemmed Polat, Enver Abdurehim, halkın en sevdiği yazarlar
olarak Ehtem Ömer, Zordun Sabır, Muhemmedimin Hoşur, halkın en
sevdiği şairler olarak Ahmetcan Osman, Osmancan Savut,
Muhemmetcan Raşidin’in isim listesi ilan edildi. Çin’de ülke çapında
156
kaliteli diye değerlendirilen, gençlerin severek okuduklerı yüksek
tirajlı ‘’tanrıdağ’’ degisinde Sıddıkhacı’nın fotoğrafıyla tanıtılması
onu koruyan kalkan olmuştu. Tıpkı böyle bir nedenle Çinliler, tarihçi,
alim Turgun Almaş’a da el uzatamıyorlardı.
Son zamanlarda bütün Uygur bölgelerinde gerek memurlar,
aydınlar ve öğrenciler arasında, gerekse esnaf, çiftçi ve ticaretçiler
arasında hükümete karşı eğilimin güçlenmesine Sıddıkhacı’nın sebep
olduğunu anlayan Çin Emniyet Müdürlüğü elemanları Sıddıkhacı’yı
tuzağa düşürmenin planlarını kurmaya başlamışlar, tutuklama
kararını almışlardı. Rabia, kulağı delik yakınlarından bu haberi
duydu.
Sıddıkhacı Rozi, 1966 yıllarında Urumçi’de üniversitede
okuduğu dönemde Uygur öğrencilerine öncülük ederek Çin zulmüne
karşı örgütsel mücadele etmişti. 1969 yılında “Doğu Türkistan Halk
Partisinin öncüleri olarak tutuklanıp Çin zindanlarında 10 yıl
sorgusuz sualsiz yatmıştı. O, yine halkı çöküşten kurtarmanın
yollarını arayarak Rabia ile evlenmişti. Şimdi onun yine hapse
girmesi ise fazladan fedakarlık sayılırdı. Bu amaçla Rabia Kadir,
Göçmenler Müdürlüğü’ndeki Mahinur’u bularak Amerika’ya gidip
ticaret yapma bahanesiyle pasaport alma işine girişti. Mahinur,
Pekin’deki Göçmenler Müdürlüğü’nde çalışan Guo. Baoj ing
adındaki tanıdık Çinli ’ye gidip gizlice pasaport işlemlerini yaptırdı.
Rabia Kadir, Sıddıkhacı ve Mahinurlar vize işlemi için
pasaportlarını alarak Amerika Büyükelçiliği’ne girdiğinde kuyrukta
duran binlerce Çinli’yi gördü ve en sondan kuyruğa girdi. Tam o
sırada büyükelçi kendisi çıkarak Rabia ile görüştü ve ofisine götürüp
onların Amerika’ya gelmelerinden memnun olacaklarını ifade etti
hem de onlara ve dört çocuğuna aynı anda vize verdi.
1995 yılının Eylül ayında Pekin’de yayınlanan “Çin Haftalık
Bülteninin İngilizce 36. sayısındaki “Şincang’daki En Büyük Zengin
Rabia Kadir„ başlıklı yazıda Rabia Kadir, ayrıntısıyla tanıtılmıştı.
Diğer uluslararası nitelikli dergilerde de o, “Çin’deki büyük
zenginlerin yedincisi Rabia Kadir”, “Çin’deki en zengin kadın Rabia
157
Kadir” diye değerlendirilmişti, işte bunlar Amerika Büyükelçiliği’nin
ona ve Sıddıkhacı Rozi’ye vize vermesi için yeterli belgeler idi.
Rabia Kadir, 24 Nisan 1996’da kocası Sıddıkhacı’yı Çin’in
demir kafesinden kimseye sezdirmeden sağ salim Amerika’ya
götürdü. Fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın kaçtığı anlaşıldı. Gizlice
pasaport veren Pekinli Çinli Guo Baojing işinden kovuldu ve
tutuklandı.
Uygur’un evine yerleşti. Orta Asya, Türkiye, Almanya ve
Arabistan’ daki Uygurların ve Uygur örgütlerinin faaliyetlerini
gördükten ve öğrendikten sonra üzülen Rabia Kadir ve Sıddıkhacı
Rozi, Amerika’daki Uygurların örgütsel faaliyetlerini görünce daha
da üzüldü. Rabia, toplanan Uygurlara konuşarak onların tepkilerini
aldıktan sonra daha da şaşırdı. Rabia kendisini “doğuştan devrimci”
diye tanıtan birisinin “Arabistan’dan para gelse, maaşımı alsam,
arada bir gösteriye katılırsam yeterlidir” şeklindeki sözünü duyunca
çok kızdı.
Yurtdışında bir kısım Uygurlar, vatan ve milletin kaderini
para kazanıp harcama sermayesine dönüştürmüşlerdi. Kimisi
Arabistan’ın
çizdiği
çizgiyi
aşamıyor,
kimisi
Türkiye’yi
gücendirmekten korkarak kımıldamıyor, kimisi Tayvan’ın gösterdiği
yöne gidiyordu. Her yerde sahte devrimciler saltanat sürüyordu.
Rabia vatandan çıkan vicdanlı gençlerin dışlandığı bu durağan
vaziyeti değiştirmek istedi ve vatanı kurtarmanın yeni yollarını aradı.
O, Sıddıkhacı ile Doğu Türkistan davasını uluslararası platforma
taşımak için Amerika’da bazı işlerin yapılabileceğini düşünerek çok
çalıştı. Onlar örgütsel faaliyetlerle ilgili birisine danıştığında, o şahıs
onlardan 30,000 dolar para istedi. Parayı aldıktan sonra oraya buraya
koşturdu, ama fazla geçmeden para bitti diye yine 60,000 dolar istedi.
Rabia buna dayanamadı.
Rabia Kadir, epey çabalayarak 16 Mayıs 1996’da Amerika
senatörü Christopher Smith ile görüştü ve ona Uygurların dertlerini
ve durumunu arz etti.
158
Ancak onun pek fazla ilgilenmediğini anlayınca bundan derin
üzüntü duyarak için için ağladı. Kendisini senato ofisinin
merdivenlerine bıraktı ve hıçkırarak ağladı. Rabia, yüksek sesle
“Amerika, vatanımın kurtuluşu için yardım etmezse ben ölmeye
raziyim„ diye bağırdı ve tercümana başvurdu.
Çin’deki en büyük zenginlerin birisi, milyoner Uygur kadını,
herkesin baş tacı ettiği zengin, Tianmen köşküne aldırmayan, gururlu
Rabia, bugün kendini yerelere atarak feryat etmekteydi. Niçin? Kimin
için? Onun feryadı, onun ağlaması, onun çığlığı, onun Amerika
Kongresi’nin merdivenlerinden akan gözyaşı meleklere, Allah’a
ulaştı...
Bu dokunaklı manzara bakan insanın kalbinde acıma
duygusu uyandırıyordu, taş kalpli insan da eriyordu. Rabia, o anda
kendisini aşağılatıyor gibi görünse de, aslında Amerikalıların kalbine
girmeye çalışıyordu.
Sonra bunu duyan bazı kötü niyetli insanlar, sanki çok
gururluymuş gibi “Gururumuz incindi” diye utanmışlar.
Rabia, attığı her adımında bir akıl buluyordu. O, Amerika’yı
dünyada büyük konuşturan şeyin Amerika Dolan olduğunu,
dünyada para ve sermayesiz hiçbir şeyin yapılamayacağını, halk için
yine pek çok bedel ödemek gerektiğini, Çin’in Siyasi İstişare Kurulu
kürsüsünden yararlanarak Uygurları uyandırması, Çinlileri
etkilemesi, milyarlarca para kazanması gerektiğini, vatanı kurtarma
gibi bir sorumluluğun kendi üzerine yüklendiğini derinden hissetti.
O, bütün tehlike ve riskleri göze alarak hiç tereddüt etmeden
vatanına döndü.
Çinliler, önce Rabia’yı çaktırmadan sıkı gözetlediler, sorular
sordular. Rabia, sorulara gereken cevapları verdi, açık vermedi. On
yıldan uzun bir süre içerisinde Rabia çok defa yurtdışma çıkmış,
gözü peklik ederek çok işler yapmıştı. Uygurların örgütlerine para
verdi, akıl verdi.
159
Siyasi faaliyetlere, toplantılara gizlice katıldı. Ama şu ana
kadar kimse onu satmadı, kötü lafım etmedi, hatta yurtdışındaki Çin
casusu denenler de bildiklerini söylemeye cesaret edemediler. Çünkü
Rabia’nın kalbinden fışkıran sihirli güç, Çin’e satılan casusların
vatanının kurtuluşuna olan en ufak bir umudu, onların Rabia’yı
satmalarına izin vermiyordu. Onun için Rabia her yerde gururla:
“Benim Uygunundan casus, hain çıkmaz” diyordu.
Çin Yöneticileriyle Sohbet
Uygurlarda “Paran varsa ormanda da çorba bulunur” diye bir
atasözü vardır. Rabia Kadir, Çin’de ünlü milyoner olduktan sonra
ona Çin’in en üst tabakasındaki kırmızı kapılar, engeller ve gizemli
kapıların hepsi açıldı. Onun Siyasi istişare Kurulu, Kadınlar Birliği,
Ticaret ve Sanayiciler Birliği’ndeki yetki ve mevkileri hem de mal
dünyası ne tür engel varsa hepsini bir kenara iterek onun yolunu
açıyordu. Merkezden Özerk Bölge’ye kadar, Jiang Zemin, Li Peng,
Hu Jintao’dan Seyfettin, İsmail ve Abletlere kadar hepsi Rabia’nın
sıradan davrandığı insanlara dönüşmüştü. Urumçi’de ise Radyo
Televizyon Müdürlüğü ile Sanat Enstitüsü’nün arasındaki askerlerin
kat kat nöbet tutarak korudukları Başkanlar Lojmanı’ndaki her hangi
bir yönetici, Rabia Kadir’siz misafir çağırmaz hâle gelmişti. Rabia,
yöneticilerin hanımlarının hepsiyle sıkı ilişki kuruyor, bir süre sonra
onların yakın dostu oluyordu. Başlangıçta Rabia Kadir’e engel
çıkaran ya da kapris yapan yöneticiler, mesela, Banka müdürü, Vergi
Dairesi başkanı ve Emniyet Bakanlığı’nın bakanı gibi yöneticiler,
Rabia’nın evindeki bazı üst düzey yöneticileri gördükten sonra yavaş
yavaş Rabia’nın misafirine dönüşüyorlardı.
Yöneticilerin onayı ve sosyal ilişki ağından başka yolun
geçerli olmadığı Çin toplumunda, bu çeşit diplomasi, bir iş yapmak
isteyen insan için de, para servet kazanmak isteyen insan için de çok
gerekli çare ve tedbir sayılırdı. Ancak hayli büyük imkanı ve aklı olan
tedbirli insanlar da bu engellerin hepsini kolayca aşamazlardı. Çünkü
160
“İşi bitince insanı tanımayan” Çinli yetkililer sırası geldiğinde bir
dakika içerisinde yüz çevirip düşmana dönüşürlerdi.
Rabia, ticaret işlerinin henüz büyümediği bir dönemde bütün
parasını kaptırarak Çin şehirlerinden eli boş döndükten sonra hamile
kalmıştı. O, rahatsızlanınca 2. Hastane’ye gitti. Dr. Patem (Fatma) onu
dikkatle muayene ettikten sonra, bir gün banyoda onu tertemiz
yıkadı. Bu yaşına kadar başı zora girdiği- zaman böyle sıcak ilgi
görmeyen Rabia definden etkilenerek:
“Teşekkür ederim, Dr. Patem, ben size dua edeyim, eşiniz
Muhemmed Zunun bakan olarak yükselir inşallah” dedi.
“Dalga geçmeyin, ona bakanlık nerde” dedi Dr. Patem itiraz
ederek. Aradan fazla geçmeden üniversitede çalışan Muhemmed
Zunun Parti Komitesi Propaganda Bölümü’ne, sonra Kültür
Bakanlığı’na bakan olarak tayin edildi.
Yine bir defasında, Rabia Kadir, Plan Komitesi’nde çalışan
Ablet Abdureşit’in hanımı Gülbostan’a:
“Senin eşin Tömür Davamet’in yerine başkan olacaktır,
göreceksin” dedi.
“Ablet küçük bir bürokrat, bu mümkün değil” dedi
Giilbostan. Rabia’nm sözüne inanmadan.
“Bahse girelim mi?” Rabia’nın şartıyla onlar bir büyük halı
için bahse girdiler. Fazla geçmeden Ablet Abdureşit başkan
yardımcısı, arkasından başkan olarak tayin edildi.
Daha ilginç olan odur ki, Rabia Kadir Pekin’deki Siyasi
İstişare toplantısında Hu Jintao ile bir masada oturup yemek yedi. Hu
Jintao normalde Tibet ve Uygur delegelerinin arasına sık sık karışırdı.
O gün Rabia, onun avucuna bakarak falına baktı ve mahsus:
“Hu Jintao Efendim, siz fazla geçmeden bütün Çin’in en
büyük padişahı olacakmışsınız” dedi. Bu sözü duyunca Hu Jintao
’nm hemen yüzü kızardı, ama o içindeki sevinci gizleyemeden
161
etrafına bakındıktan sonra “Başkan olursam sizi desteklerim” dedi.
Rabia hemen:
“Hu Jintao Efendim, eğer başkan olursanız, Uygurların hak-,
lannı ellerine verecek misiniz?” diye sordu. Hu Jintao bu sözü
duyunca şaştı. O, etrafına bakındıktan sonra:
“Rabia Hanım, siz çok korkunç laflar ediyorsunuz, dikkat
edin. Eğer başkan olursam sizin için çok güzel işler yapacağım. Eğer
devletin menfaatine uygunsa, haklarınızı da vereceğim” dedi.
Bazı tesadüfi olaylar insanı şaşırtır. Rabia, Jiang Zemin
iktidara geldiği zaman onun:
“Rabia Hanim, göğsünüzdeki büyük altın çiçek gerçek mi
sahte mi?” diye sorduğu sorusuna şaka karışık:
“Sizin reform ve dışa açılma politikanız gerçekse, bu çiçek de
gerçektir” dedikten sonra fazla geçmeden tutuklandı. Altı yıl kadar
cezaevinde yattı. Ama Rabia, Hu Jintao iktidara gelir gelmez Amerika
hükümeti ve halkının, Uluslararası Af Örgütü gibi örgütlerin baskısı
neticesinde onun onayı ile cezaevinden çıktı, Amerika’ya gelebildi.
Cezaevindeki döneminde de Hu Jintao’un onun söylediklerini ifşa
ettiğini duymadı.
Rabia, bu olayların rastlantı mı ya da Hu Jintao’un sözünde
durduğunu ispat etmek için mi cezaevinden çıkardığım bilemedi.
Ama gelecekte Hu Jintao’ya bir mektup yazarak:
“Hu Efendim, sözünüzde duracaksanız elinizde yetki varken
Gorbaçov gibi mertliğinizi gösterin, askerlerini yavaş yavaş geri çekip
bağımsızlığımızı iade edin” demeyi de aklına koydu.
“Düşman gelirse yandan gelir, belâ gelirse kardeşten gelir”
derler ya, uğursuzluk Ayım Ezizi’den başladı. Ayım Ezizi,
Urumçi’deki Kadınlar faaliyetinin organizatörü Dildar Hamm’a şöyle
mektup yazmış:
“Selam Dildar, Rabia Kadir Pekin’e gelip evimde iki hafta
kaldı. Bu sırada Seyfettin’den ve benden ailemize ve büyük işlere ait
162
pek çok sırrımızı öğrendi hem de bu sıramızı öğrendikten sonra
kocası Sıddıkhacı ile birlikte Amerika’ya gitmiş. Şimdi bizi
mahvedecek. Ben eskiden Çöçek’teyken rüyamda Ahmet Efendi’nin
gökte uçan ankanın üzerinden düşünce yerine Seyfettin’in binip
uçtuğunu görmüştüm. Şimdi bugün rüyamda yine aynı ankanın
üzerinden Seyfettin’in düşüp Rabia Kadir’in bindiğini görmüşüm...
Ben bu Rabia’yı tutuklatmalıyım...”
Rabia Kadir, bu mektubun fotokopi örneğini sakladı.
Rabia Kadir, Pekin’e geldiğinde Ayım Ezizi’nin ısrarlı talebi
üzerine onun evinde kalmıştı. Onlar 15 gün kadar birlikte oldular ve
dertleştiler. Rabia, sohbet arasında vatandaki aydınların bilmek
istedikleri önemli meseleleri Seyfettin’e sorarak öğrendi. Seyfettin
Ezizi bir defasında Rabia Kadir’in:
“Wang Enmao neden sizinle uğraşıyor?” şeklindeki sorusuna
cevaben:
“Mao Zedong ile Zhou Enlai 1949 yılında Şincang’a asker
soktuğu zaman ’Şincang’daki Milliyetçi Çin’in kalıntı askerlerini
imha ettikten sonra beş yıla kadar çekilip çıkacağız’ sözünü verince
anlaşma yapmıştık.
Anlaşmaya Çin taralından Mao Zedong ile Zhou Enlai, Doğu
Türkistan Cumhuriyeti tarafından ben ve Muhemmetimin İminof
imzalamıştık. Bu belgenin bir nüshasını ben saklıyordum. Wang
Enmao o belgeyi ele geçirmek için çok uğraştı. Sonunda
merkezdekilerle birlik olup beni alıkoyarak evimi aradılar, belgeyi
bulamayınca çaktırmadan beni Pekin’e getirdiler„ diye konuşmuştu.
Rabia Kadir ise daha detaylı bir şekilde:
“O belgeyi bana verin, ben en iyi ve güvenilir bir yerde
saklayacağım” dediğinde Seyfettin Ezizi, anlaşma ile birlikte beş
Önemli belgenin çok güvenilir bir yerde saklanmakta olduğunu, eğer
bu iş açığa çıkarsa kellesinin gideceğini anlatmıştı. O yine evinden
aranarak bulunan belge ve materyallerin Zhou Enlai’in bizzat kendisi
163
tarafından götürüldüğünü ve nereye koyduğunun bilinmediğini
anlatmıştı.
Rabia Kadir yine:
“Ahmetcan Kasımı gibi kişilerin suikastla öldürüldüğü doğru
mu? Herkes sizi önceden haberdar idi diyor da?” diye sorduğunda,
Seyfettin:
“Bu olayın ayrıntısını Ruslar bilirler, çünkü onlar Çinlilerle
birlikte planlamışlardı. Ben olaydan önce azıcık kokusunu almıştım.
Ama o kadar vahşice olacağını aklıma getirmemiştim.” diye cevap
verdi.
Rabia Kadir, Ayım Ezizi ile sohbet ederken, Mahinur
Hanım’m dedikodusunu yaparak:
“Ahmet Efendi’nin büyük hanımı, ünlü zengin, pan-türkist
birisinin kızıydı. O, yüksek eğitimli ve milliyetçi biri olup Ahmet
Efendi’yi bağımsızlık konusunda etkilemişti. Ruslar bunu öğrenince
onun büyük hanımım ’güvenlik meselesi’ diye Sovyetler Birliği’ne
götürüp Mahinur’u onunla zorla evlendirmişlerdi. Büyük hanımı son
ana kadar onun nikahında idi.” demişti.
Rabia Kadir, Seyfettin ve Ayımlarla olan sohbetlerini gizlice
teybe kaydetmişti. Ayım Ezizi bundan dolayı çok korkmuştu. Rabia
Kadir, bir gün İsmail Ehmet’e şöyle dedi:
“İsmail Ehmet Efendim, siz Pekin’de padişaha yakın yerde
duruyorsunuz, Uygurların gelecek kaderiyle ilgili bir harekette
bulunsaydınız, halk sizden bunu bekliyor.”
İsmail Ehmet samimiyetle cevap vererek:
“Vatan, halk için yapılacak işler iki türlüdür, biri, sizin gibi
ortaya çıkarak Uygurların menfaatini korumak için mücadele etmek,
diğeri, bizim gibi hükümetin verdiği yetkilerden yararlanarak bazı
faydalı işleri yapmaktır. Ben burada Hoten’in eğitimi, güneyin yol
yapımı, fakirlerin sağlık sorunları bahanesiyle bütçe ayırtıyorum,
çeşitli bakanlıklara yalvararak bizden götürülen kaynaklardan,
164
hammaddelerden yüzde bir veya iki de olsa pay verin dediğim
zaman yüz hatırım için tamam derler. Elimizden gelen budur, ama
göreceksiniz, benden sonrakiler bunu da yapamayacaklar” dedi.
Rabia’nm aynı konudaki sorusuna Tömür Davamet de:
“Neyse, halkın hain dediğini duyuyorsam da, hükümetin ağır
baskısına dayanarak Uygurların ekonomisini, kültürünü yükseltmek
için bazı işler yaptım. Göreceksiniz, benden sonra gelecek olanlar
benden daha beter olacak.” demişti.
Hatta bir gün Mahinur Hanım da Rabia’ya ağlayarak:
“Ahmed’i bunlar bitirdiler, beş yılda geri çekileceğiz diye
verdikleri sözde durmadılar. Şimdi ben zamana uyarak Ahmed’in iki
çocuğunu veliaht olarak yetiştirmeliyim. Onun için evet demekten
başka çare yok. Makam mevki yoksa, kimse seni adam yerine
koymaz” demişti. Rabia, Uygurların yardakçı diye nefret ettikleri bu
yöneticilerin işlerini gözden geçirdi.
Gerçekten de, sonra iş başına gelen yetki sahibi Uygurlar sırf
yardakçılıktan başka hiçbir işe yaramadılar. Ablet Abdureşit denen
adam, başkaları küfretse de, hor görse de gülümseyerek “Güleryüzlü
Ablet” lakabıyla Pekin’e kadar yükseldi. 5 Şubat 1997’de Kulca’da
binlerce genç gösteri yaparak hükümete olan itirazını barışçıl bir
şekilde ifade etti. Hamidin Niyaz, Memiti-min Zakir denen kişiler
derhal olay yerine gidip Çin hükümeti bacak getir derken bunlar
kelle keserek getirdiler. Onlar gösterinin kanlı bastırılması emrini
verip binlerce genci şiddetli soğukta spor salonuna kapattırdılar,
üzerilerine buz gibi soğuk su sıkarak birçok genci dondurarak
öldürttüler, suçsuz gençleri buldukları yerde vurdurttular, evlere
baskın düzenleyerek kurşuna dizdirdiler. İlgisiz olmasına rağmen,
önceden hazırlattığı listeye göre on binlerce Uygur gencini
tutuklattılar. Birçoğu yargısız bir şekilde öldürüldü. Binlerce genç,
Çin eyaletlerine, yurtdışına kaçtı, ama yine terörist diye
tutuklandılar. Bu yetmiyormuş gibi, Kulca’da grip aşısı yapma
bahanesiyle 10 yıl sonra gençlerin arasına katılacak olan 10 bin kadar
165
çocuğu okullara toplayarak hepsini zehirlediler. Memitimin Zakir
utanmadan:
“Öğrencilerimize grip aşısı yapmıştık, yanlış iğne yapılmış.”
diye ölen çocukların ailelerine 2-3 bin yuan para verdi ve onları
korkutarak susturdu. Halkın nefretine uğrayan, kan borcuna boğulan
bu yöneticiler “Haramidin Niyaz”, “Memitimin Muzakir” gibi
lakaplar aldılar.
İşte şimdi, İsmail Bulivaldı, Wang Bekri denenler, Uygur
halkının belini de, boğazını da, hatta dilini de boğarak hükümetin
önüne kesilecek koyun gibi hazırlayıp koymaktalar...
Rabia daldığı düşünceden iç çekerek kendine geldi.
Büyük işlerin Gizli Planı
Sıddıkhacı Rozi, Washington’da yalnız kaldıktan sonra
Uygur-lann kaderiyle ilgili büyük işler ardı ardına ortaya çıktı.
1996 yılında Çin demokrasi yanlılarından Wu Hongda
mahlasıyla Çin komünistlerinin cezaevi kampları hakkında araştırma
yapmakla tanınan Hai Ruiwu, Urumçi cezaevlerinde gizlice belge
toplarken yakalanmıştı. O, cezaevinden çıkar çıkmaz Amerika’ya
geldi. Sonra Dünya Bankası’nın Uygur Özerk Bölgesi’nin su işleri
kuruluşu için verdiği kredisinin Üretim ve İmar Ordusu tarafından
kullanıldığı hakkında tanıklık etme toplantısı düzenlemek için ispat,
belge ve tanıkları tamamlamak amacıyla Uygurların dış dünyadaki
faaliyetlerinin canlı olarak yürütüldüğü İstanbul’a geldi. İstanbulda
Ablikim Baki ile tanışıp iki saatlik yideo malzemesi hazırladı.
Ablikim Baki, 1996 yılma ait Özerk Bölge Yılnamesi’nden Wang
Enmao’un Üretim ve İmar Ordusu tümen düzeyindeki komutanlar
toplantısında yaptığı Dünya Bankası’nın kredisinin çeşitli tümenlere
milyonlarca dolardan paylaştırmasıyla ilgili konuşmasını ve Dünya
Bankası’nin parasını rastgele harcayarak araba alan Üretim ve İmar
Ordusu albaylarının disiplin kurullarınca cezalandırıldığı hakkındaki
belgeyi temin etti. Ablikim Baki, Washington’daki toplantıda tanıklık
166
etmeye davet edildi. Washington'a geldikten sonra Sıddıkhacı, Perhat
Yorungkaş’a Üretim ve İmar Ordusu hakkında 15 sayfalık metin
hazırlayarak verdi. Ama kendisi toplantıya katılmadı Perhat
Yorungkaş toplantıya katıldı.
Wu Hongda’mn Washington'daki tanıklık etme toplantısına
pek çok senatör ve parlamenter katıldı. Perhat Yorungkaşın Amerika
Kongresi’nde yaptığı belgelere dayanan etkili konuşması onlan
inandırdı. Fazla geçmeden Dünya Bankası Çin’e vereceği krediyi
dondurdu.
Aynı yılın ekim ayında Amerika Kongresi’nin kütüphane
araştırmacısı Karry Dombah Hanım, Washington’daki kongre
salonunda kongre üyelerine Uygurlar ve Uygurların bugünkü siyasi
durumu hakkında rapor sundu. Bu Amerika tarihinde ilk kez üst
düzeyli ve geniş kapsamlı bir tanıtım toplantısı idi. Demek ki, Rabia
Kadir’in dört ay önce parlamenter Krsitopher Semith’in ofisinin
merdiveni önündeki feryadı meyve vermeye başlamıştı.
Aradan fazla geçmeden Suudi Arabistan’daki Uygurlardan
Doğu
Türkistan
Cumhuriyeti’nin
kuruluşuna
katılan
muhteremlerinden Hüseyin Kari ve Abdukadir Türkistanı vatan
davasını Amerika’da güçlendirmek amacıyla bir sürü parayla
Washington’a geldi ve “Doğu Türkistan Milli Kurtuluş Merkezi”
adında bir örgüt kurarak ofis açıp başına Enver Yusuf’u getirdi.
Amerika’ya ilk gelen Uygurlardan Gulamettin Pahta “Doğu
Türkistan Milli Araştırma Merkezi”ni kurduğunu duyurdu.
Amerika’da, özellikle Washington’da Uygurların faaliyetleri
canlanmaya başladı. Bu örgütlere ve onların faaliyetlerine akıl
vererek, yol göstererek ve yazı yazarak destek veren Sıddıkhacı Rozi,
bir gün Rabia Kadire telefon edip onun Amerika’ya gelmesini istedi.
2 Kasim I996’da Rabia Kadir kimseye söylemeden Pekin’e
gelip Amerika’ya uçak bilet'i alarak Washington’s uçtu. Onun
pasaportunda 10 yıllık Amerika vizesi vardı. Rabia Kadir gelip
Siddikhaci ile görüştükten sonra Amerika’da Uygurların davasın ،
167
canlandırmanın anahtarının parlamento ve kongrede olduğunu,
onun İçin önce Amerika’nın yüksek tabakasından dost bulmanın
önemli olduğunu ortaya koydu. KaiTy Dombah Hanım’ın Kon-gre’de
Uygurlarla ilgili sunduğu rapor hem Amerika Kongresi üyeleri
arasında hem Uygurlar arasında önemli etki yaratmıştı. Rabia Kadir,
önce Karry Hanim ile tanışmak gerektiğini, ona teşekkür etmek
gerektiğini düşündü.
16 Kasim’da Washington yakınlarındaki Virginia eyaletinde
ikamet eden. Doğu Türkistan Cumhuriyeti ordusunda çalışan, Çin
cezaevlerinde yatan Edhemcan ve Töre Paşa Hanim gibi kişil erin
evinde güzel bir ziyafet düzenlendi. Rabia Hanım’ın adma
düzenlenen bu ziyafet, Karry Dombah ve onun arkadaşının ş.ere-fine
verilmekteydi. Yeni kesilen kuzu etiyle hazırlanan kebap ve lezzetli
yemekler misafirlerin hoşuna gitti. Rabia Kadir, öncelikle Karry
Hamm’a 20 milyon Uygur halkı adına teşekkür etti. Onun-la bazen
tercüman aracılığıyla bazen doğrudan Çince konuşarak sohbet etti.
Rabia, ona Uygurların şuanda çekmekte olduğu zu-lümleri
belgeleriyle anlattı. 0 “planlı doğum” politikasının sebep olduğu acı
olayları, nükleer denemelerin sebep olduğu ekoloji ve çevre
sorunlarım, ekonomik kaynakların yağmalanmasının sebep old'uğu
yoksulluğu, siyasi ve dini yöndeki baskıların sonuçlarım örnekleriyle
ve beraberinde getirdiği belgelerle anlattı.
'Rabia Kadir, en yeni basin haberlerini göstererek 1995 yılının
Mayıs ayında Karamay’daki bir sinemada yaşanan yangında sorumlularm kapıyı sıkı kapatarak 400 çocuğun yanarak can verme-sine
neden olduklarını, ayni yıl 1 Ekim’de Halk Meydani’ndaki kortejde
ilk sırada yürüme hakkı bulunan Uygur çocuklar alana girdiklerinde
aniden gaz balonu patlayıp 700 çocuğun yandığını, ama bu olaya
neden olan katillerin bulunamadığını, yine aynı yıl 7 Temmuz’da
Hoten şehrinde hükümetin dini baskısına itiraz ederek gösteri yapan
halkın kanlı bir şekilde bastırılıp binlerce suçsuz insanın
tutuklandığını anlattı.
168
Rabia Kadir, yine Karry Hanımla Uygurların bağımsızlık
yolundaki mücadelesinin hangi şekil ve hangi yöntemle yapılırsa
daha etkili olacağı konusunda fikir alış verişinde bulundu. Rabia
Kadir, sonunda Uygur halkının talebi olarak Amerika Parlamento ve
Kongre üyelerinin hem de basın mensuplarının Uygurların vatanına
gidip oradaki zulmü kendi gözleriyle görmelerini istedi.
Rabia Kadir, bu işlerden sonra Pekin’de yapılacak Siyasi
İstişare Kurulu toplantısının da çok önemli bir mücadele fırsatı
olduğunu düşündü ve toplantıda Uygur meselesini resmi siyasi
mesele olarak ortaya koymak ve bununla bütün Çin yöneticilerinin,
Çin delegelerinin hem de Çin halkının dikkatini çekmek, ayrıca
Sıddıkhacı’nın söylediklerini yerine getirmek için yine vatana döndü.
Eğer bu yolda Çin Komünist Partisi ’nin suikastına uğrayacaksa,
bunun Uygurların bağımsızlığı uğruna yaptığı mücadelelerini hayatı
ve canı pahasına tüm dünyaya duyurmak için iyi bir fırsat olacağım
düşünüyordu. Urumçi’ye döner dönmez hükümetin kendisini sıkı
takibe aldığını fark etti.
Rabia, evine girince kendisini garip hissetti. Onun güzel
süslenmiş, padişah köşkleri gibi görkemli, sıcak evi sessizlik içinde
korkunç gelmeye başlamıştı. Etrafta insanlar, akrabalar ve çocuklar
olmasına rağmen, o yine de kendini yalnız hissediyordu. Canı evine
girmek istemiyordu. Ama nereye gideceğini de bilmiyordu. Rabia,
sonunda canının Sıddıkhacı’nın kitaplığını çektiğini fark ederek
oraya giriyor, hatta orada geceliyordu. Bu kitaplık, Sıddıkhacı’nın
gündelik çalışma odası idi. Onun mücadeleci yazıları burada
yazılırdı, onun arkadaşları burada tartışırlardı, Turgun Almaş,
Abdurahim Ötkür gibi âlimler sürekli buraya gelirlerdi. Rabia, işte bu
kitaplıkta hemen hemen her gün kendi kendine konuşup
Sıddıkhacı’yı hatırlıyordu. Rabia, o zaman kendisinin yalnızlığını,
Sıddıkhacı’sız ne hayatın, ne de ticaretin anlamı olduğunu, kadirşinas
arkadaşıyla çoktan tek vücut hâline geldiğini derinden hissetti.
Çocuklar da öyle idi. Ailedeki refah, bolluk çocukların gözlerine
gözükmüyordu. Onlar hiç gülmezlerdi, konuşmazlardı. Bayram günü
Rabia, onlara hediye vermek için hepsini topladı, hepsi boyunlarını
169
eğip oturuyorlardı. Onların yüzleri gülmüyordu. Rabia “Ne oldu
yavrularım? Babanıza telefon edelim mi?” deyince Akide ağlayıverdi,
hepsi onu bekliyormuş gibi birden ağladılar. Rabia, önce onları
avutmaya çalıştı, ama sonra kendisi de birlikte ağladı. Rabia anladı ki
çocuklar babasız yaşayamayacaklar. Rabia, çocuklarım babalarının
yanma gönderip bütün zorluğu kendisi çekmeye karar verdi. Böylece
tatil döneminde Amerika vizesi alan çocuklarını, yani Akide,
Hanzühre, Mustafa ve Kıknus’u Pekin’den Amerika’ya yolcu etti.
Uygur’un Dostu Uygurdur
1996 yılının ilkbaharında, Çin eyaletlerinde peşpeşe sel
felaketi yaşandı. Uygur Özerk Bölge Parti Komitesi ve onun
başındaki Wang Leçuan derhal toplantı düzenleyerek Yardım
Yönetme Komisyonu kurdu ve bunu aşama aşama uygulamaya
koyup gazete, dergi ve televizyonlarda propaganda yaparak nakit
para, yeni giysi bağışlama kampanyası başlattı. Hatta bütün
Uygurları “siyasi tavır meselesi” diye korkutarak maaşlıların
maaşından kesti. Bu sırada Banka, Vergi, Ticaret ve Sanayi
Müdürlükleri memurları da ev ev, dükkan dükkan dolaşarak para
topladılar, giysi, gıda, hatta hayvanlan da götürdüler. Rabia Kadir,
felakete uğrayanlara acıyıp kendisi öncü olarak pek çok para, kumaş
ve giysi toplayıp bağışladı.
Aradan fazla geçmeden Uygurların kadim mekanlarından
Kaşgar İli’ne bağlı Peyzivat İlçesi’nda şiddetli deprem meydana
geldi, pek çok insan öldü, çok sayıda ev yıkıldı, yüz binlerce Uygur
çiftçi soğukta dışarıda kaldı. O zaman Parti Komitesi ve Wang
Leçuan’in ifadeleri insanlan derin kuşkuya sevk etti. Onlar ilk olarak
yabancı gazatecilerin Uygur halkının gerçek yaşamını görmelerinden
korkup olayı dünyadan gizlediler. Çin gazete ve televizyonlarında da
propaganda yapılmadı. Parti ve hükümet kurumlan hiçbir şey
olmamış gibi sessiz kaldı. Sadece Kamu Hizmetleri Bakanlığı’ndaki
yetkili kişilerin yukarısının sözlü talimatıyla Çin eyaletlerine taşınan
giysiler arasından ellenen eski ve işe yaramayanlannı Peyzivat’a
170
göndermek için kolilere doldurmakta oldukları anlaşıldı. Bazı
şehirler, idare, kurum ve fabnkalar kendi kendine harekete gelerek
para ve giysi toplayarak Peyzivat ١ a göndermişlerse de, Wang
Leçuan başkanlığındaki YardımYönetme Komisyonu nakit para ve
yeni giysileri Çin’e gönderme işini ciddi sürdürmeye devam etti.
Kötülerini Peyzivat’a yollama işini de birlikte yürüttü. Parti
Komitesi’nin bu çifte standart tutumu ve halkın güçlü itirazı başkan
ve başkan yardımcılarının kulaklarına ulaşmış ise de kimse ortaya
çıkıp karşı fikir beyan edemedi.
Tam o sırada, Rabia Kadir Çin Devlet ve Özerk Bölge Siyasi
İstişare Kurulu, Kadınlar Birliği hem de Ticaret ve Sanayiciler
Birliği’ndeki yetkilerini kullanarak cesaretle ortaya çıktı. O, Rabia
Kadir Ticaret Sarayı’ndaki ticaretçilerin felaket bölgesindeki
kardeşlerini ziyaret etmek için bir heyet kurarak önce kendisi 100,000
Amerika Doları değerinde para ve malzeme bağışmda bulundu.
Halkı harekete geçirdi. Gazete, dergi ve televizyonlarda derhal
propaganda yürütüp Parti Komitesi’nin “Tek elden yönetme ve tek
elden paylaştırma” denen sahte genelgesine karşı çıktı. Onun
sahteliğini ortaya koydu. O günler bayram arefesi olduğu için
ticaretçiler ardı ardına zekatlarını, para, mal, giysi, un, pirinç ve yağ
gibi gıda malzemeleri getirip bağışta bulunmak için kuyruğa girdi.
Parti Komitesi’nin Bağış Toplama Birimi’ndekiler bunu görünce,
oraya kırmızı levha asılan hükümetin Bağış Toplama Arabası’nı
gönderip bağışta bulunanları para ve malzemeleri hükümete teslim
etmeye zorladılar. Rabia Kadir, cesaretle onların karşısına çıkıp:
“Benim halkımın hayırseverliğini görünce kıskançlığınız mı
tuttu? Benim hükümete borcum yok, Allah’a ve milletime borçluyum,
ortada oyun oynayanlara hiçbir şey vermeyeceğim, halkımın
vermesine de izin vermeyeceğim. Biz topladıklarımızı bayramdan
önce felakete uğrayan kardeşlerimizin ellerine ulaştıracağız” dedi.
Parti Komitesi’nin gönderdiği Bağış Toplama Arabası akşama kadar
beklemesine rağmen birinin bıraktığı bir deri mont dışında hiçbir şey
toplayamadı. Onlar halkın vermek istediği kişiye esirgemeden
171
verdiğini, hükümete değil, Rabia’ya güvendiğini kendi gözleriyle
gördükten sonra elleri boş döndüler.
Kısa sürede yaklaşık 500,000 Amerika Doları nakit para ve 27
kamyon dolusu yardım malzemesi hazırlandı. “Felaket Bölgesindeki
kardeşlere selam!”, “Ramazan Bayramınız mübarek olsun!”, “Halk
sizi unutmadı!” şeklindeki levha ve sloganların asıldığı 27 kamyon
Urumçi sokaklarında davul zuma sesini yankılandırarak yola çıktığı
zaman bütün halk sokağa çıkıp Rabia Kadir, Memtili Hacı ve Ranıile
den oluşan ekibi uğurladı. Uygur halkının birlik beraberlik içinde
bulunduğunu, insani faziletini ve cömertliğini gösteren bu heybetli
yardım konvoyu kimilerinin sinirine dokunuyordu. Başında Rabia
olmasaydı, çoktan hepsini ele geçirip “Tek elden yönetip” kendi
memleketine
göndermeyi
düşünen
Wang
Leçuan
şimdi
uyuyamıyordu.
Uygurların yardım kamyonları yol boyunca uğradığı şehir,
ilçe ve köylerde propaganda yapmamasına rağmen halk
kendiliğinden harekete geçerek yardım toplayıp yine iki kamyonu
doldurdu. Rabia’nın yardım konvoyu Peyzivat’a ulaştığında yine
engelle karşılaştı. Yerli yöneticiler yukarısının talimatına göre yardım
parası ve yardım malzemesini kendileri teslim alarak tek elden
paylaştıracaklarını duyurdular. Felakete uğrayan halk ise, bazı
açgözlü yöneticilerin daima bağış paralarını sessizce yok ettiklerini,
yardım malzemelerini ise yeni gelen Çinli göçmenlere ya da kendi
akrabalarına paylaştırıp verdiklerini, artan eski giysi ve süresi geçmiş
gıda malzemelerini felakete uğrayan halka muhabirlere göstermek
için paylaştırdıklarından şikayet ediyordu.
Rabia Kadir, bir kaç yıldan beri yurtdışına, Çin şehirlerine
toplantı ve ticaret için gitmek zorunda kaldığından ailesinde
çocuklarıyla birlikte bayram yapamamıştı. Bu sefer aslında
Sıddıkhacı ve çocuklarının ısrarlı talepleriyle Ramazan Bayramını
ailece birlikte kutlamaya söz vermişti. Ama Rabia, felaket bölgesine
gelip fakir, çaresiz, zavallı Uygur çiftçilerini, aç çıplak Uygur
çocuklarını görünce bayramdan önce evine dönmekten vaz geçerek
172
önce onları sevindirmek istedi. Akşamleyin çok yürümekten su
toplayan ayaklarını tastaki suya batırarak otururken:
“Bu sene Ramazan Bayramını felakete uğrayan garip Uygur
çiftçilerini rahatlatmak için onlarla birlikte geçireceğiz, bayrama
kadar hepsinin eline Uygur halkının sevgisini ifade eden para, giysi,
kumaş, un, pirinç, yağ ve etleri ulaştıracağız, açgözlü hiya-netçilere
elletmeyeceğiz” dedi Rabia bayrama yetişmek için evlerine dönme
telaşına giren Memitli Hacı ve Ramile’ye bakarak.
Rabia Kadir’in bu fedakarlığından etkilendiklerinden onlar da
dönmemeye karar verdiler.
“Ben doğduğum zaman camiye vakfedilmişim. Onun için
benim servetim aileme ve çocuklarıma değil, bütün Uygur halkına
ait, burada evsiz barksız, elbisesiz, gıdasız kalan çocukların hepsi
benim çocuklarım, ne zaman onların derdine derman olacak bir iş
yapabilirim?”. Rabia bir taraftan Allah’a şükrederken, diğer taraftan
Allah’tan medet diliyordu. Rabia, ev ev dolaşıp kuvvetten düştü.
Sonunda köy yöneticilerini kullanarak felakete uğrayan çiftçileri bir
araya toplayıp toplu bir şekilde her ailedeki nüfus sayısına göre para
ve diğer malzemeleri paylaştırdı. Felakete uğrayan Uygur çiftçileri
çok duygulanarak Rabia Kadir’e ve Urumçi’deki ticaretçi
kardeşlerine çok teşekkür ettiler. Ruhsal bunalım ve ekonomik
zorluklardan halk öyle bir hale gelmiş ki, bir zavallı dede para, giysi,
un ve pirinçleri aldıktan sonra duygularına hâkim olamayarak:
“Yaşasın Başkan Mao!” diye bağırarak ağladı. Birisi dedeye
acıyarak:
“Dede öyle söylemeyin, günahtır. Başkan Mao dediğiniz
adam öleli 20 yıl oldu, bunları bize Başkan Mao değil, Urumçi’deki
kardeşlerimiz göndermiş, Rabia Kadir paylaştırıyor” dedi.
Sadece köylerdeki çiftçiler değil, yerli memurlar da Rabia’nın
hayırseverliğinden, sevecenliğinden etkilenerek ağladılar. Nineler
ona sarılarak ağladılar, başlarını ayağına koydular. Çocuklarını
getirip Rabia’nın elbiselerine dokundurup sevap kazanmak istediler,
173
ağlama inlemeler içerisinde kimse kendine hâkim olamadı. Gerçek
kardeşlik sevgisi onları sarhoş etti. Rabia halka hitaben:
“Ey zavallı halkım, beni utandırmayın, ben sizin için hiçbir şey
yapamadım, sizi çileden, toz topraktan, yoksulluktan kurtaramadım.
Beni suçlayın, sövün, dövün” diye feryat etti ve halkın dua
etmesini istedi. Toplanan ihtiyar ve genç herkes Rabia Kadir’in dua
etmesini istedi. Rabia’nın duygulu, ama temkinli, gür sesi yaralı
kalplerde yankılanmaya başladı:
“Ey yüce kudret sahibi Allahim, halkıma akıl, güç, birlik ve
beraberlik bağışlayasın. Zalimin zulmünden kurtulması için yol
gösteresin. Servet üstünde oturup fakir yaşayan halkıma rahmeyleyesin,
kendi rızkına, hakkına sahip olmasını nasip eyleyesin amin...”
Rabia Kadir, bayram namazından sonra İdgah’a gelecek
şeklindeki haber bir gün önce muhabirler tarafından duyurulmuştu.
İnsanlar namazdan sonra etrafına bakınarak Rabia’yı aramakta idi.
Halkına karşı daha ağır sorumluluk duyan Rabia, Idgah Camisi’nin
önüne geldiğinde on binlerce Uygur genci onu coşkuyla karşıladı.
Onlar:
“İşte, o, beyaz kalpaklı Rabia anamız geldi!” diyerek onu
görmek için acele ettiler, birbirlerini ittiler, boyunlarını uzattılar.
Heyecanlanan gençler, Rabia Kadir’e yol açıp onu insan denizi
içinden yelken gibi sürerek İdgah Camisi’nin kapısı önüne getirdiler.
Onu görmeye sabırsızlanan kalabalık, yani siyah gözlü, yüksek
burunlu Kaşgarlılar, yüzünden cömertlik, yiğitlik, cesaret, gurur
ışıldayan Kaşgarlılar, üzerine takım elbise, palto, ceket, mil-‫ ؛‬li tarz
gömlek ve badem motifli şapka giyen Kaşgarlılar... Rabia
Kadir’e dikilmekte, ona umutla bakmaktaydı. Şahin gibi
keskin gözlerinden “Bize rehberlik et, ateşe dersen ateşe, suya dersen
suya girmeye hazırız!” der gibi anlamlı kıvılcımlar çıkmakta idi.
Rabia, derin sevgisiyle on binlerce Uygur gencine doyasıya
bakmak için, milli gurur, milli duygu ve milli inanç denizinde
doyasıya yüzmek için, daha çok kardeşine samimi selamını
174
ulaştırmak için masanın üzerine çıktı. Davul zuma sesi kesilip etrafı
sessizlik sardı.
Herkes Rabia’nın ağzına baktı. Kırılmış kalplerine merhem
olacak, yaralı gönüllerine ilham olacak, dertli kalplerine derman
olacak sözleri duymayı bekliyordu.
Rabia İdgah Camisi’nin kapısı önündeki masanın üzerinde
etrafına baktı. Etrafı binlerce Çinli asker kuşatmıştı. Yüksek binalar,
dükkan ve evlerin çatılarında otomatik tüfeklerinin namluları İdgah
Camisi’ne doğrultulmuştu. Her sokağın köşesinden başlayarak İdgah
Camisi’ni kuşatan Çinli polislerin bir elinde ateşlenmeye hazır
otomatik tüfek, diğer elinde eğitilmiş kopek halka yönlendirilmişti.
Gözlerinden tıpkı filmlerdeki cellatlar gibi vahşilik fışkıran bu
askerler hemen saldırıya geçip meydandaki on binlerce Uygur
gencini kurşun yağmuruna tutup kıracakmış gibi acımasız bir
biçimde bakıp duruyordu.
Bugün Kaşgar’da iki yerde iki farklı manzara ortaya çıktı.
İdgah Camisi önünde Uygur halkı bir araya gelip namaz kıldıktan
sonra Rabia Kadir’e bakmakta idi. Diğer yandan, Çinlilerin Pekin’den
tayin ettiği kukla başkan Ablet Abdureşit ve ondan fazla Çinli
yönetici, yüzlerce Çinli polis ve askerin korumasında gizli bir şekilde
Kaşgar Havaalanına inip oradan Kaşgar Valilik Konağı’na gelmişti.
Çinlilerin değerli bildiği kişi korkarak köşe bucak
saklanmakta, halk onu lanetlemekte, kendi sevdiği kişiyi ise başının
üzerine koymakta idi.
“Selam kıymetli kardeşlerim!” dedi Rabia yüksek sesle.
“Vealeyküm selam, Rabia Ana!”. Etrafta yankılanan selam sesi
yeri sarstı. Rabia konuşuyordu, ama o aklına getirdiği sözleri içine
attı. Çünkü o bugün bir kelime sözü fazla söylerse halkın sel gibi
taşacağını, İdgah Camisi’nin ise kıpkırmızı kanla boyanacağını iyi
biliyordu. O, halkına hitap etti, gözlerinden inci gibi yaşlar döküldü:
“Ramazan Bayramınız mübarek olsun, sizin yetiştirdiğiniz
kızınız Rabia size selam vermeye geldi. Bir sonraki sefer size kesinlikle
175
müjdeli haber getireceğim. Kardeşlerim, etraftaki bizi kuşatıp
‘koruyan’ asker ve polisleri, otomatik tüfekleri, köpekleri gördünüz
mü? Dağılın, bugün Ramazan Bayramıdır, herkes sevinsin.”
O anda davul zuma sesi yankılandı. Halk sema dansı etmeye
başladı. On binlerce Uygur’un sema dansı yeri sarstı. Sanki uçsuz
bucaksız tarladaki buğday başaklarının sallanması gibi, uçsuz
bucaksız denizin düzenli dalgalanması gibi insanı heyecanlandıran
bir manzara ortaya çıktı. Rabia, hayallere daldı, ona ellerini düzenli
sallayarak, boyunlarını oynatıp ayaklarını ritimli değiştiren, yere
kuvvetle basmakta olan insan kalabalığı surları yıkıp aşan, bağırarak
at koşturup gelen Oğuzhan’ın ordusu gibi, ülke sınırlarını yerle bir
eden Atilla’nın askerleri gibi, Asya’yı titreten İmparator Tumid İltebir
Hakan’ın yiğitleri gibi, Çin Şeddi’nden Adriyatik Denizine kadar
olan sınırsız toprakları fetheden Kutluk Bilge Hakan’ın kahramanları
gibi, Pantiğin’in, Sultan Sat-uk Buğra Han’ın, Seidhan’ın,
Yakupbey’in, Savut Damolla’nın, Gani Batur’un yiğitleri gibi
gözüktü. “Halk umutlu, halk bir rehbere muhtaç, halk kurtuluşu
bekliyor”. Rabia Kadir, kendisini koruyarak gelen Memtili Hacı ve
Ramile’nin yardımıyla insan kalabalığı içinden güçlükle çıkarak bir
dükkana girdi. Dükkanın önüne Rabia’yı görmek için toplanan
insanlar, dükkana girmek için kapıyı zorlarlarken Rabia çaresiz
dükkanın arka penceresinden çıkıp gitmek zorunda kaldı.
“Tövbe” dedi Memtili Hacı gözyaşlarını silerken heyecanla
“Halkın gözünde bu kadar yüce kadın olduğunuzu yanınızda
olduğum hâlde anlamamışım. Bir ömür size hizmet etmeye karar
verdim, hanım.”
“Rabia Abla.5 dedi hâlâ hıçkırarak ağlamakta olan Ramile
“sizin için hayatımı feda etmeye hazırım. Siz halkımız için gerçekten
büyük işler yapabilirsiniz, gördünüz işte, yüz binlerce halk sizden
kurtuluş ve özgürlük bekliyor.
176
Bin Anne Anonim Şirketi
Rabia Kadir, Kaşgar, Hoten ve Aksu illerinin ücra yerlerine
kadar dolaştı. Uygurların genel durumunu bizzat gördü, dinledi ve
araştırdı. Neticede Uygur’un yüzde doksanının aç, çıplak ve
yoksulluk içinde yaşadığını, yüzde birinden daha azının hükümetin
koynunda rahat yaşadığını tespit etti.
Rabia, her yerde fakirlik ve cehaletin olduğunu, bundan
kurtulmanın şu anki ve ilk çaresinin eğitim olduğunu, eğitimi
yaymak için okulların açılması gerektiğini anladı.
O, bir Uygur Üniversitesi kurma hakkında rapor sunmuştu,
ama onaylanmadı. Yetimler Okulu açmayı planladı, yine olmadı.
Dokuz yıllık zorunlu eğitim yasası çıkararak dünyaya yaygara yapan
hükümetin bunu sadece Çince okullarda uygulamaya koyduğunu,
Uygur ve diğer Çince olmayan okullarda koşul ve ekonomik durumu
bahane ederek uygulamaya koymadığını anlayan Rabia, aile
eğitimine önem vermenin ve anneler aracılığıyla çocukları yararlı
evlat olarak yetiştirmenin gerekliliğini anladı. Anneleri, kadınları,
çocukları eğitmek için para gerek, kadınların ayağa kalkmaları için
önder gerek. Böylece Rabia, ilk aşamada annelere eğitim vermek,
onları yönlendirmek, para kazanmayı, işleri geliştirmeyi öğretmek
için “Bin Anne Anonim Şirketi” kurmaya niyet etti.
Rabia Kadir Bin Anne Anonim Şirketi”nin yasal işlemlerini
yaptırarak ve yakınlarına anlatarak 17 Aralık 1997’de Ticaret
Sarayı’nın merasim salonuna 200 kadını şirketin kuruluş törenine
davet etti. Törene binden fazla kadın geldi. 200 kadın kısa sure içinde
13,000,000 yuan sermaye çıkardı. İkinci seferki toplantıya gelenler
salona, binaya sığmadılar. Gelenler durumlarına göre en çok 500,000
yuan, en az bin yuan para koyacaklarını bildirdiler. Çeşitli ilçelerden
9 sandık dolacak kadar mektup geldi. Onlar mektuplarında “Bin
Anne Anonim Şirketinin kendi ilçelerinde şube şirketlerini
kurmalarını istiyorlardı. Aksu’dan bir anne yeni doğurduğu
177
çocuğuna “Binana” diye ad verdi ve kendisinin altın bilezik ve
yüzüklerini şirkete hediye olarak gönderdi.
Rabia, tamam derse, bir ay içerisinde milyarlarca paranın
toplanabileceği ortadaydı. Bütün memleket çapında bin anne değil,
milyon anne toplanmıştı. Uygur kadınlarının cesaretiyle hükümete
gözdağı verecek sermaye toplanmak, Uygur milli ekonomisi
kurulmak üzere idi.
Rabia Kadir Ticaret ve Sanayi Müdürlüğü’nde “Bin Anne
Anonim Şirketi”nin ruhsatını alır alımaz Emniyet Müdürlüğü’nün
elemanları fitne yayarak: “Rabia’ya para vermeyin, yiyip bitirecek,
borcunu ödeyecek” diye yaygara kopardılar. Onun için Rabia, açılış
töreninde kimseden para almadan önce masaya bir sandık parayı
koyarak herkesi ağlatacak kadar etkili bir konuşma yapmıştı. O,
fitnelerle ilgili şöyle konuşmuştu:
“Bazıları köşe bucaklarda beni borca boğuldu diye yaygara
koparıyorlar. Evet, ben borçluyum, hükümete, şahıslara değil,
yaradan Allah’a, halkıma borçluyum. Ben doğar doğmaz borçlu
olduğumu fark etmiştim. Bundan dolayı borcumu ödemek için
annemin kamından acele ederek 7 ayda dünyaya gelmiştim.
Küçükken beze sarsa sığmayan, beşiğe koysa yatmayan, başkalarının
derdini çekerek gece gündüz dinlenmeyen kız olduğum için babam
benden endişe ederek ‘Kızım Çin şehrinden dönün, para başınıza
belâ olmasın, bunlar eskiden beri paralı zenginlerimizi soyuyorlar,
Şeng Şisey denen cellat 500 bin Uygur’u zindana atmıştı, zindanlarda
çivi ve elektrikle işkence ederek onların altınlarına gümüşlerine el
koymuştu, bunları babası Çang Keyşek’e hediye edip ölümden
kurtulmuş ve Tarım Bakanı makamını satın almıştı. Milliyetçi Çin
Partisi denen de, Komünist Parti, Wang Zhen denenler de yüz
binlerce paralı zenginimizi, ilim ehlimizi, ulemamızı öldürüp
servetimize, toprak, yayla ve mülklerimize el koyup Çinlilere
verdiler. Bunlar servete doymazlar, sana da bir gün el uzatacaklar bu
yüzsüzler...”dediği zaman ben:
178
“Bağışlayın baba, ben neyin beyaz, neyin siyah olduğunu
öğrendiğim için, halkıma borçlu olduğumu öğrendiğim için bu
yoldan dönemem” demiştim. Babam “Peki kızım, borcunu Öde” diye
izin vermişti. Onun için siz de borcunu öde diye beni teşvik edin,
beni eleştirin, halkımın borcunu öde diye zorlayın, sıkıştırın...”
Ama hiçbir şahsa borcum yok, eğer benden alacaklı olanlar
varsa, işte hemen vereyim, haydi sahneye buyursunlar”. Rabia
önündeki bir yığın parayı eliyle gösterdi.
Toplantı salonunda oturanlar heyecan içerisinde gözyaşlarını
silerek hep bir ağızdan:
“Yok, alacağımız yok, Rabia Kadir, nereye götürürseniz biz
hazırız, ateşe derseniz ateşe, suya derseniz suya gireceğiz, biz de
borcumuzu öğrendik” diye bağırdılar.
O toplantıda Özerk Bölge Hükümeti’ni temsilen Mahinur
Kasım “Bin Anne Anonim Şirketi”nin resmi olarak kurulduğunu ilan
edip kurdele kesti. Sanat ekibinin sanatçıları program sundular.
Rabia Kadir, sahnede otururken hem heyecanlanıyor hem
gururlanıyor hem de telaşlanıyordu. Çünkü o bugünkü toplantıda
Uygur halkının gayet büyük bir gücünü net görmüştü. Üstelik
o, bu gücü yoksulluk derdiyle ve ağır yaşam koşullarından dolayı
toprağa bağlı kalan, beş çocuğuna bakacağım diye köle hâline gelen,
içkinin keyfiyle, sigaranın dumanıyla ve mevki sevdasıyla hâlet-i
ruhiyesi bozulmuş Uygur erkeklerinde değil, “Cennetin eşiğinde
duran”, “bir eliyle beşiği sallarken diğer eliyle dünyayı sallayabilen”
milyonlarca Uygur annesinin artık kendi devrinin dizginini eline
alma isteğinde görmüştü. Uygur halkı bugün rehbere muhtaç idi, yol
göstericiyi bekliyordu. Kısacası kılavuzu bekliyordu!
Rabia işte böyle tatlı arzu ve umutlarla yoğrulan büyük
sorumluluğun kendi üzerine yüklenmekte olduğunu düşününce
yüzü kıpkırmızı kızardı.
179
Tam o sırada Uygurlarda ekonomiyi oluşturma, geliştirme ve
uyanma isteğinin sel gibi taştığın‫ ؟‬bu gücün büyük sermayeye
dönüşmekte olduğunu gören bazı kişiler kıskanmakta, rahatsız
olmakta ve onların kalpleri sızlamaktaydı.
Uygur annelerinin ayağa kalkma hareketi, milyonlarca
Uygur’u etkiledi. Bütün aydınlar, yazarlar ve milli duygusu olan
Uygur yöneticileri de Rabia’yı överek takdir ettiler. Gazete ve
dergilerde yazılar, haberler yayımlandı. Radyo ve televizyonlar
durmadan propaganda yaptılar. Kamuoyu gittikçe lehte gelişmekte,
Rabia’nın elindeki sermaye kartopu gibi büyüyerek kimilerinin
keyfini kaçırmakta idi.
O zaman aniden Ticaret ve Sanayiciler Müdürlüğü Parti
Komitesi’nin talimatına göre kırmızı yazılı özel genelge yayımlayarak
“Bin Anne Anonim Şirketi”ni yasadışı şirket ilan etti. Genelgeyi
ellerine alarak gelen polisler, Rabia’nın elindeki şirketin yasal
kimliğine zorla el koydular. Banka hesap defterini yürürlükten
kaldırdılar.
‘’ Yani, Uygur’ a zengin olmak yasak, öyle mi?’’
80’li yıllardan sonra harekete geçen Çinliler, hükümetin
desteği, bankaların yardımıyla fabrikalar satın alacak duruma
geldiler. Urumçi, Şihanze ve Korla’daki Çinli ticaretçiler, maden
ocakları açmaya, binalar yapmaya ve yurt dışıyla ticaret yapmaya
başladılar. Uygur ticaretçiler ise Şanghay, Guangcoularda onlarca
milyon dolar parayı ve mallarını kendilerini gizlice takip edenlere
kaptırdılar. Uygur ticaretçilerinin Guangcou’da 1,200,000 Amerikan
doları Pekin’de 1,000,000 Amerikan doları, urumçi’de 2,000,000
Amerikan doları posta, akredit ve mal siparişleri sırasında aniden
kayboldu. Para kazanan, büyüyen Şerip Atıhan, Sultan İmin, Nigmet
Bosak gibi kişiler ani kazalarda öldüler. Bunun dışında Uygur
ticaretçilerinin 50-60 milyon Amerikan doları Çin Güvenlik
Kurumlarıyla işbirliği yapan Orta Asya Cumhuriyetlerindeki başıboş
haydutlar tarafında soyuldu. Rabia Kadir’in 1,300,000 Amerikan
doları Orta Asya’da kaldı.
180
Rabia Kadir ise, hükümetin idare ve sivil toplum
örgütlerindeki mevkileriyle, yöneticilerle olan ilişkilerindeki çevikliği
ve ticaretteki uyanıklığıyla ayakta kalabiliyordu.
Şimdi onun köküne balta vuruldu!
Rabia Kadir, üzüntü içerisinde “Bin Anne Anonim Şirketi”
için toplanan paraları sahiplerine iade etme işiyle meşgul oldu. Hatta
Memet Haşım, Ayşemgül’ü Aksu’ya gönderip altın bilezik ve
yüzükleri, hediyeleri sahiplerine geri verdi.
Çin Siyasi İstişare Kurulu Toplantısında
Rabia Kadir kurultay, toplantı, ticaret ve başka işler vesilesiyle
çok defa Çin eyaletlerinde, Hongkong, Şencen, Şanghay, Guang-cou
ve Pekin gibi şehirlerde ziyarette bulundu. Altay’dan Hoten ’e kadar
olan bütün şehir ve köyleri dolaştı. Zhongnanhai ve onun civarındaki
üst düzey Çinli yöneticilerin yaşamlarını gördü. En alt tabakadaki
sivillerin hayatını bizzat yaşadı. Şehirlerdeki Çinli yöneticilerin
ihtişamlı yaşamı ile en ücra köylerdeki çiftçi ve hayvan yetiştiricilerin
acıklı hayatlarım kendi gözüyle gördü. Çin milleti ile Uygur, Tibet ve
Moğol gibi Özerk Bölgelerde yaşayan milletlerin kaderindeki
farklılıkları gördü, duydu ve tahlil etti. Uygurların vatanından sayısız
hammadde servetinin Çin’e taşındığını, sayısız Çinli göçmenin
buralara gelip bütün yetki, iş, verimli toprak, nehir ve gölleri
sahiplendiğini gördü. Yolsuzluk yapan Çinli yöneticilerin servete
boğulduklarını, fakir çiftçilerin yoksulluk derdiyle, ezilmişlik altında
kendi insani karakterini kaybetmekte olduklarım gördü. Kısacası
haklılıkla haksızlığın, beyazla siyahın karıştığını gördü. İktidardaki
milliyetçi komünistlerin. gerçek niyetinin sınır boyundaki azınlık
milletleri siyasi yönden ezerek, ekonomik yönden sömürerek onların
kaynaklarını yağmalayarak kültürünü yok etmekte olduğunu anladı.
Rabia, iki yıl zaman ayınp özel plan yaptı. Para ayırıp milli
yöneticiler, aydınlar, yazar ve âlimler, çiftçiler ve tüccarlarla görüştü,
durum tespiti yaptı, belge toplayarak rapor hazırladı. Delil, ispat,
181
belge ve gerekçeleri toplayıp Çin Komünist Partisi’nin Uygur Özerk
Bölgesi’ndeki 16 çeşit haksız uygulamasını, Uygurların insan
haklarını ayaklar altına aldığım Çin Devlet Siyasi istişare Kurulu’nun
genişletilmiş toplantısında ortaya koymak istedi. Çin’in anayasası,
özerklik yasası ve siyasi istişare yönetmeliklerinde azınlık milletlerin
her türlü haklara sahip olduklarıyla ilgili bir sürü maddeler vardı.
Rabia işte bunların gerçekte olmadığını, kağıt üzerindeki şeyler
olduğunu ifade etmek istedi.
Aralık 1996’da Çin Devlet
genişletilmiş toplantısı düzenlendi.
Siyasi
İstişare
Kurulunun
Rabia Kadir, 450’den fazla delege ve dışarıdan izleyicilerin
katıldığı toplantının ikinci günü konuşma yaptı. Aslında her heyet
delegesinin konuşması önceden kontrol ediliyordu. Rabia ise, “Partinin
Uygurlar bölgesinde tarım ve sanayi alanlarında elde ettiği
neticeleneni, öven bir sahte bildiriyi vererek konuşma fırsatına
erişmişti. Başkanlık Divanı’nda Çin Komünist Partisi’nin bütün
yöneticileri, Askeri İşler Komitesinin bütün generalleri ve çeşitli
bakanlıkların yöneticilerinin yer aldığı bir anda Rabia konuştu. O, önce
konuşma fırsatına erişmek için hazırladığı sahte bildiriyi bir kenara
attı, kendisinin iki yıllık araştırma neticesinde hazırladığı gerçekleri
yansıtan bildiriyi sunacağını ifade ederek konuşmaya başladı.
İktisadi Kaynak Meselesi
Özerk Bölge yasası’nda gerçi doğal kaynaklardan önce yerli
halkın yararlanacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Uygur
bölgesindeki petrol, doğalgaz, kömür, demir, altın, gümüş, uranyum,
bakır ve tuz gibi maden ürünleri, hububat, yağ çıkarılan zirai ürünler,
pirinç, mısır ve pamuk gibi tarım ürünleri, at, deve, inek, koyun,
eşek, deri ve yün gibi hayvancılık ürünleri, ondan başka yine kıymetli
yabani hayvanlar, şifalı bitkiler ve kereste malzemesi gibi kaynaklar
hiçbir yasal işleme tabi tutulmadan ve yasal olmayan yollarla Çin
182
eyaletlerine götürülmektedir. Hatta kim götürse ona ait olmaktadır.
Yerli halk ise, aç çıplak yaşamaktadır.
Çiftçilerin Ağır Vergi Ödeme Meselesi
Uygur nüfusunun yüzde doksanı köylerde çiftçilik, hayvan
yetiştiriciliği ve bağcılıkla uğraşıyor. Onlar planlı tarıma mecbur
ediliyorlar. Hasatları zorla ucuz fiyattan satın alınıyor. Onlar çiftçilik,
hasat, su, gübre, traktör, tohum gibi 44 çeşit angarya, vergi ve
yükümlülüklerden dolayı yıl boyunca borçtan kurtulamıyorlar. Her
yıl yöneticiler için ücretsiz çalışmaya tabi tutuluyorlar.
Çalışmaya gitmeyenlere zorla para ödetiliyor. Yılsonuna
kadar çiftçilerin yüzde 95’inin yiyeceği bitip borca giriyor. Banka
onlara kredi vermiyor. Onlar ödeyecek parası olmadığından
çocuklarını okulda okutamıyorlar.
Uygur Eğitim Sistemi Meselesi
Uygur bölgesinde sadece Çinli çocuklar için zorunlu eğitim
uygulamaya konulmuştur. Uygur çocuklarının yüzde 60’ı okuma
yazma bilmemektedir. Çinli çocuklar yüksek binalardaki yeni
okullarda okuyorlar, Uygur çocukları okul ve sınıf olmadığı için
dışarıda tuğla üzerine oturarak yazı yazıyorlar. Yerli öğretmenlere
kadro verilmediği için öğretmen yetişmiyor. Pek çok aile ödeyecek
parası olmadığı için çocuklarını okutamıyor. Çocuklar eğitim
alamadıkları için suç işlemeye eğilimli hâle gelmektedirler.
Planlı Doğum Meselesi
Uygur gençlerinin evlenmeleri ve doğum yapmaları için
kontenjan sınırlaması belirlenmiştir. Kimse istediği zaman
evlenemez, istediği zaman hamile kalamaz. Pek çok kadın, hamile
kalmaktan korktuğu için yıllarca sahte ilaçları kullanmak zorunda
kalmakta ve çocukları da özürlü doğmaktadır. Zamansız ya da
183
plansız hamile kalan kadınlar, fark edildikleri anda polisler ve
doğum memurları tarafından köy hastanelerine götürülüp
çocuklarının 8-9 aylık olmalarına bakılmaksızın zorla kürtaj yapılarak
çocuklar öldürülmektedir. O kadınlar, üç gün sonra çalışmaya
zorlanmadadırlar. Onların rahimleri şiştiğinde doktorlar sadece iki
tane aspirin vererek onları geri göndermektedirler. Bu nedenle birçok
kadın kanser hastalığına yakalanmaktadır. Bir kısmı gençken
ölmektedir. Çiftçilerin yüzde otuzu plan dışında çocuk sahibi olduğu
gerekçesiyle cezalandırılıp toprağından, mülkünden, ev barkından,
bağlarından, hayvanlarından ayrılarak sokaklarda dilencilik
yapmaktadır.
Ticaretteki Eşitsizlik Meselesi
Uygur ticaretçileri şirket kurma, inşaat yapma, bankadan
kredi alma gibi işlerde “kefili yok” bahanesiyle dışlanıyorlar. Onlar
pahalı, gerçek markalı mallan piyasaya sürerlerken, Çinli tüccarlar
aynı malın yalan, sahte markalarını ucuz fiyattan satıp piyasayı
karıştırmakta, tüccarları zarara sokmaktadırlar. Sayısız Çinli esnaf,
her yere dağılarak berberlik, ayakkabıcılık, aşçılık, terzilik gibi yerli
mesleklerin ustalarını sıkıştırarak hizmet sektörünü işgal ettiler.
Uygur ticaretçilerinin her türlü yasal ticareti devlet memurlarının
yolsuz sınırlandırmalarına ve engellemelerine uğramaktadır.
Yöneticilerin Yolsuzluğu Meselesi
Uygur Özerk Bölgesindeki Çinli yöneticiler, yerli kraldırlar.
Onlar yukarıya sahte rapor sunarak yerlileri kandıran bir grup
hiyanetçi çetesidir. Onlar merkez ve yerel yönetimden ayrılan alt yapı
kuruluşuyla ilgili paralan ve gelirleri çeşitli bahanelerle kendi
aralarında paylaşırlar. Şekli değişmiş hiyanetçilik o kadar yaygın ki,
gerçekten araştırılırsa kökü parti komitesi, askeri bölge ve Üretim ve
İmar Ordusu’nun en üst düzey yöneticilerine kadar çıkar. Onlar yerli
millet yöneticilerini ekonomiyle ilgili yetkilerden uzak tutmakta,
184
onları milli ayrılıkçı suçlamasıyla korkutmakta, problem çıktığında
kendi suçlarını onların üzerine itmektedirler. Wang Enmao'un oğlu
Wang Neyley, Wang Leçuan’ın oğlu Wang Şinbu denenlerin
kurdukları şirketler, milyarlarca dolarlık sermayesi olan dünyaca
ünlü holdinglerdir. Çin bankasının parası, Çin hiyanetçi yöneticilerin
paraları işte bu şirketlerde aklanıp yasal mülke dönüşmekte. Eskiden
500 yuan maaşla çalışan yöneticilerin çocuklarının nasıl olur da
milyarlarca dolarlık zenginlere dönüştüklerini sormaya kimse cesaret
edemiyor, sormaya cesaret edenler de terörist suçlamasıyla
öldürülüyor ya da hapse atılıyorlar.
Dini İnanç Özgürlüğü Meselesi
Dini inanç özgürlüğü meselesi, Uygurların karşılaştıkları en
ciddi meseledir. Dini faaliyetleri, parti politikası için kullanmak, din
adamlarını sosyalizm fikriyle yetiştirmek, gerçekte dini yasaklamakla
eşittir. Önemli olmayan dini faaliyetleri için hapse atılmış,
tutuklanmış, hatta öldürülmüş din adamları, talebeler sayısızdır.
Komünist partinin yetiştirdiği din memurları, casuslar ve emniyet
kurumlarının elemanları camilere imam olarak ve dini örgütlere
yetkili olarak tayin ediliyor. Onlar her gün camiye girenleri gözetip
kaydediyorlar ve sonra bunlar tutuklanıyorlar. Memur, işçi,
hizmetçilerin, öğrenci ve çocukların dini ibadet haklan yasaklandı.
Okullarda sakal bıyık bırakan, turban takan öğrenciler tutuklandılar.
Bu tür baskı, çeşitli tepkileri ortaya çıkardı.
Cezaevi ve Siyasi Tutuklular Meselesi
Uygur bölgesinde yerli halkı kanunsuz bir şekilde tutuklama,
yargısız bir şekilde mahkum etme, işkence ile öldürme çok sık
görülmektedir. Burada her cezaevi kendi başına bir krallık, cezaevi
müdürü de bir kral hâline gelmiştir. Nöbetçi idareci, o gün içerisinde
yetkileri sınırsız olan bir patrondur. Onlar tutukluları, özellikle siyasi
tutukluları isterse döver, aşağılar, çalıştırır, onlara küfreder,
185
eşyalarına el koyar, eğlenmek için sorguya çekerek işkence ederler.
Döverek öldürme, hatta topluca kurşuna dizme olayları görülür.
Siyasi suçlu diye suçlananlar için bir kriter yoktur, konuşan, şiir
yazan, sohbet edenler de hapse atılmışlardır. Kasıtlı olarak olay
yaratılıp tutuklananlar oldukça fazladır, ilçelerde geniş çaplı
tutuklama yaparak cezaevlerindeki suçlu sayısını tamamlamak, bu
şekilde görevini fazlasıyla yerine getirerek ödül kazanmak polislerin
alışkanlığına dönüşmüştür. Siyasi suçlu diye tutuklanan pek çok
Uygur genci gizli olarak tutulduğu ya da Çin eyaletlerine
nakledildiği için anne babaları soruşturamazlar.
Sadece Kulca’daki olayda 50 binden fazla Uygur genci ve
çocuğu tutuklanmıştır.
AIDS ve Uyuşturucu Meselesi
İşsiz ve eğitimsiz kalan Uygur gençleri arasında uyuşturucu
kullananların sayısı ve ortak iğne kullanmalarından dolayı AIDS
hastalığına yakalananların sayısı hızla yükselmektedir. Hatta
uyuşturucu kullanan çocukların sayısı da artmaktadır. Yerel
hükümetler, ciddi önlem almamakta, polisler uyuşturucu satıcılarını
para kazanmanın sermayesi olarak görmektedirler. Sağlık eğitimi
yeterli değildir. Uygur çocuklarının sağlık sigortaları yoktur, süresi
geçmiş sahte ilaçlar rüşvetçilerin yardımıyla her yere yayılmıştır.
Kadınlar ve Çocukların Yasal Eşitliği Meselesi
Anıtları Koruma, Hırsız Yöneticileri Cezalandırma Meselesi
Rabia Kadir’in belgeli, istatistiki bilgi, delil ve ispatlarla ortaya
koyduğu meseleler, binlerce delegenin yer aldığı salonu sessizliğe
bürüdü. Herkes bugüne kadar “Komünist Parti, Şincang halkını
kölelikten kurtarıp onlara mutluluk getirdi” şeklindeki yalan
raporları dinleyip böyle ağır ve ciddi meselelerin varlığım
bilmedikleri için şaşırdılar. Bazıları etkilenerek Rabia’yla birlikte
gözlerinden yaş akıttılar.
186
“Gazete ve dergilerde şimdiye kadar yalan söylenip yalan
anlatıldı. Ben gerçekleri, doğruları anlattım. Doğruyu anlatan insanın
kaderinin ne olacağını da iyi biliyorum, ama ben korkmuyorum.
Halkımın gerçek derdini anlattığım için gurur duyuyorum” diye
konuşmasını tamamladı Rabia. Salonda büyük alkış sesleri
yankılandı. Çinli delegeler, Rabia’ya hayran oldular ve saygı gösterip
ayağa kalkarak uzun sure alkışladılar. Çaresiz kalan yöneticiler ve
bürokratlar da ayağa kalkmak, yalandan da olsa alkışlamak zorunda
kaldılar.
Aslında sahnenin sol tarafından çıkıp gitmeye çalışan Jiang
Zemin, Li Peng, Qiao Shi, Li Ronghuan, Zhu Rongji gibi beş lider
bütün muhabirlerin, delegelerin kendilerine değil, sağ tarafa, yani
Rabia’ya doğru baktıklarını görünce, ister istemez Rabia Kadir’in
bulunduğu tarafa doğru hareket ederek onunla makam sırasına göre
tokalaşarak görüştü. Çin’in beş liderinin Rabia Kadir’e baka kaldığı
bu görüntü delegelerin kalbinde derin etkiler bıraktı.
Jiang Zemin Rabia’nın göğsüne taktığı küçük çocuğun
yumruğu kadar altın çiçekli madalyonu göstererek:
“Rabia Hanım, göğsünüzdeki bu altın çiçek gerçek mi, sahte
mi?” diye sordu. Rabia herkesin önünde hiç afallamadan hemen
cevap verdi:
“Sizin reform, açılma politikanız gerçekse, benim bu altın
madalyonum da gerçek, sizi tebrik ederim, söylediğiniz söz
gerçekse...”
Jiang Zemin soğuk sırıttı. Bu yalan tebessüm o anda Rabia’nın
gelecek kaderini belirlemişti.
“Gökte Ağ, Yerde Tuzak”
Rabia Kadir, Çin Devlet Siyasi İstişare Kurulu toplantısından
döndükten sonra işlerin ters gittiğini fark etti. Öncelikle, her gün
telefon ederek görüştüğü, her hafta bir kere misafir çağırıp ziyafet
187
verdiği kulağı delik zenginzade hanımlar, yani Uygur yöneticilerinin
hanımları çaktırmadan uzaklaşmaya başladılar. Yöneticiler de yavaş
yavaş Rabia’dan uzaklaştı.
Rabia Kadir Ticaret Şirketi binasını, Rabia’nın evini siyah
takım elbiseli belirsiz kişiler gözetlemeye başladılar. Rabia
tanıdıklarına ziyafet verse de, düğün demek düzenlese de veya bir
yere törene gitse de onlarca takipçi peşinde hazır oluyordu. Onun her
hareketi, gittiği yer, söylediği sözlerin hepsi casusların sıkı takibine
alındı. Rabia, Pekin’deki toplantıya acele gittiği için Kazakistan’daki
ticaretinden kazandığı 13 milyon yuan parası orada kalmıştı. Rabia,
hemen yurtdışına çıkıp para, mal işlerini yoluna koymayı düşünerek
27 Mart 1997’de Kulca’ya geldi. Korgas’taki sınır kapısından geçmek
için işlem yaptırırken sınır koruma polislerinin yanındaki siyah takım
elbiseli kişiler, onun pasaportunu zorla ellerine geçirip ona
pasaportuna
el
koyduklarını,
yurtdışına
çıkmasına
izin
vermeyeceklerini duyurdular. Rabia, sinirlenerek pasaportuna neden
el koyduklarını sorduysa da, onlar:
“Atfedersiniz, biz sadece yukarının talimatını yerine
getiriyoruz, fikriniz varsa Urumçi’ye vardığınızda başkalarından
öğrenin” diye cevap verdiler.
Rabia, çaresiz Urumçi’ye döndü. İlgili makamlardan, tanıdık
yöneticilerden, hatta Emniyet Bakanlığından bununla ilgili açıklama
istediyse de, bazıları görüşmekten kaçındılar, bazıları yalan söylediler,
bazıları ise Merkezi gösterdiler. Aradan fazla geçmeden Rabia’nın
pasaportunun neden geri alındığı anlaşılmaya başladı. Ayda bir, iki
defa şirkete gelip gerekli “zekat’’larını alan, ziyafetlerinde yiyip içerek
saygıyla eğilerek giden Vergi Dairesi çalışanları, suratlarını asarak
şirkete geldiler ve vergi işlemlerini tekrar kontrol etme bahanesiyle
yüzsüzce bir sürü kusur bulup ceza kesmek istediler. Onlar, hiçbir şey
bulamayınca Tanrıdağ Bölgesi Vergi Dairesi’nin kayıt işlemlerini
Belediye Vergi Dairesi, Belediye Vergi Dairesi’nin kayıt işlemlerini
Özerk Bölge Vergi Dairesi kabul etmedi, birbirlerinin belgelerini
reddederek sorun çıkarıp ceza kestiler.
188
Onlar gittikten sonra Ticaret ve Sanayi Müdürlüğü’ndekiler
de suratlarını asarak tescil işlemlerini yeniden kontrol etme, binada
ticaret yapan Uygurların kimliğini kontrol etme gibi kanunsuz
tutarsız bahanelerle insanları telaşlandırdılar. Hiçbir kusur
bulamazsa, kimliklere Çince ismi kendileri bozarak yazdıkları hâlde,
şimdi ismi doğru değil”, “adres uygun değil”, “yönetmeliğe aykırı
ticaret yapmış” gibi iftiralarla kimlikleri kontrol etmeye götürdüler
ya da ceza kestiler.
Bankalar da tıpkı benzer talimat almış gibi yok yere sorun
çıkarıp birbirlerinin yaptıkları işlemleri kabul etmediler, uğraştırdılar.
Tanrıdağ Bölgesi itfaiyecileri gelerek 700,000 yuan masrafla
kendilerinin yaptıkları yangından korunma sistemini “standarta
uymuyor” diyerek söküp 1,000,000 yuane yeniden kurdular. Fazla
geçmeden Belediye itfaiye uzmanları gelip bu “yasa dışı, standart dışı
cihazlar”ı sökerek 400,000 yuane sistemi tekrar kurdular. Elektrik
Enerji Müdürlüğü çalışanları da henüz 5 yıllık binanın elektrik
kablolarını standarta uymuyor diyerek hepsini söküp 500,000 yuane
elektrik kablolarım değiştirttiler. Kendilerinin önce verdikleri sigorta
ve kefalet belgelerini kendileri kabul etmediler.
Belediye Çevre Koruma Müdürlüğü’nün denetçileri gelip
ticaret sarayının etrafında çevre koruma sistemi yok diye 280,000
yuanı kopararak götürdüler. Bir hafta sonra Şehir Görüntüsünü
Denetleme Bölümü’ndekiler gelip “Şehrin görüntüsünü bozdu”
diyerek Çevre Koruma Müdürlüğümün kurduğu sistemi söktüler.
Tapu Denetim Müdürlüğü, Yeşillendirme Müdürlüğü, Çöp
Müdürlüğü, Su Müdürlüğü, Posta Müdürlüğü, Telefon Müdürlüğü...
kısacası Rabia Kadir Ticaret Sarayından para koparma imkanı olan
müdürlüklerin hepsi sırayla, sanki tek elden idare ediliyormuş gibi,
iki üç kez gelip gittiler. Rabia, bu sırada hiçbir işlem ve belge
olmadan yaklaşık 30,000,000 yuan masrafa girdi.
189
Hepsinden daha rahatsız edici olan şey polisler oldu. Onlar
şirket çalışanlarını, ticaretçileri, hatta müşterileri istediği zaman gelip
kontrol ettiler, aradılar, sorguladılar, rahatsız ettiler.
Tam o günlerde Seyfettin Ezizi’nin hanımı Ayım, Urumçi’deki
Dildar’a “Rabia Kadir’i tutuklatacağı” hakkında mektup yazdı. Kimliği
belirsiz birisi, bu mektubun bir nüshasını Rabia’ya teslim etti. Belli bir
başkanın hanımı, Rabia’ya “Parti Komitesi’ndekilerin ağzında Rabia’yı
tutuklayacakları hakkında söylentilerin dolaştığımı fısıldadı. Halk
Kurultayfnın başkanı Hamidin Niyaz’ın hanımı Nesime de aynı
konuda bir şeyler söyledi. Böylece Urumçi’deki yöneticilerin ağzından
çıkan “Rabia Kadir, eylül ayında tutuklanacakmış” şeklindeki söylenti
halk arasında yayılmaya başladı.
Rabia Kadir, ofisinde perişan bir hâlde oturup Uygur halk
şarkılarından:
Ben nereye giderim boynum kılla bağlanmış,
Her attığım adım bin göz ile izlenmiş.
Şarkısını mırıldanarak söyledi. O, içinden hiçbir suçum yok,
hukuk var ise, kimse beni tutuklayamaz, tutuklasalar da
mahkemeden aklanarak çıkacağım diye kendine güveniyordu. O,
yine de bir taraftan şirketin maliye, banka hesabı ve vergi işlemleri
gibi belgelerini tamamladı, oğlu Ablikim ve Alim’e hesapta sıkı
olmayı, asla yanlış yapmamayı, hükümete bahane için açık
bırakmamayı, kendisinin olmadığı durumda şirketi bağımsız
yönetmeyi tekrar tekrar tembih etti. Rabia’nın gönlü, bir
mutsuzluğun eninde sonunda geleceğini sezmiş gibi perişan idi.
Ah, Evlatlarım Ben Size Borçluyum
Bu günlerde Rabia’nın eli hiç işe varmıyordu.
O, uzun yıllardan beri para kazanarak milyoner, yol bularak
yetki sahibi, akıl bularak önder hâline gelmişti. Buna rağmen o yine
de gece gündüz daha fazla para kazanmanın yollarını aradı. Uygur
190
ekonomisini kurmaya çalıştı. Daha büyük yetki sahibi olarak halk için
daha çok önemli işler yapmayı planladı. Akıllı kişilere danıştı, milleti
kurtarmak, hürriyetine kavuşturmak, Kazak, Özbek ve Kırgız
kardeşleri gibi kendi ülkesine eriştirmek için arayışlara girdi.
Ne yazık ki, bugün o, kanadından ayrılan güvercine
dönüşmüştü. Onun derdine derman olan, dünyanın, Çin’in,
Uygur’un genel durumunu dikkatle gözlemleyerek değerlendiren ve
kurtuluşun en doğru yolunu tahmin edebilen sevgili kocası yanında
yoktu. Rabia, daima Sıddıkhacı ile birlikte yattığı çift kişilik görkemli
yatağında yalnız yatarak derin düşüncelere dalıyordu.
O, 29 yaşında altı çocuğunu alarak evden çıktığından beri
analı babalı iken yetim hâline gelen çocuklarının kaderini düşünerek
kendisini yaşamın karışık girdabına bırakmıştı. O, hayatı boyunca
evlatlarım diye ağladı, evlatlarım diye inledi, evlatlarım diye çalıştı,
evlatlarım diye hor görülmeye razı oldu, evlatlarım diye canlandı,
evlatlarım diye para kazandı.
Evlat mihri, evlat sevgisi, evlat derdi, evlat kaygısı, evlat
sevinci Rabia’nın hayatının en anlamlı bir parçası olmuştu. O,
gerçekten çocuklarına düşkündü. O, bugün 11 çocuğun annesidir.
Bunlara evlat edindiği çocukları dahil değil. O, çocuklarının
öncelikle üniversiteye kadar okumalarını, yabancı dil öğrenmelerini,
Uygur tarihini iyi öğrenmelerini istedi. Kendisi sürekli olarak onlara
edepli ve ahlaklı olmayı öğretti.
Çocuklarının dördüncüsü olan Tursun, gerçi Sıddıkhacının
oğlu ise de, Rabia ona kendi evladı gibi baktı. Tursun şimdi
Avustralya’da yerleşmiş bulunuyor.
Kahar, Aksu’da doğmuştu, yaşı 30’u geçti, ticarette yetişti,
dünyayı dolaşarak ticaret yapıp çeşitli maceralar yaşadıktan sonra
Aksu’ya döndü, orada 70 bin dönüm arazı satın aldı, restaurant, otel
açarak kendi işini kurdu.
Onun büyük kızı Roşengül, Urumçi’de üniversiteyi bitirdikten
sonra Trafik Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
191
Kızlarının İkincisi Rahile, Amerika’ya gidip yarımgün çalışarak
okumaktadır. İkinci oğlu Adil, Aksu’da babasının yanında kalmıştır.
Şu anda bankada çalışmaktadır. Oğullarının içerisinde usta ticaretçi
olarak yetişen Ablikimdir. Şu anda şirketin işlerini o idare etmekte, ona
destek olmaktadır. Onun küçüğü olan Alim, doktor olmayı düşünerek
Tıp Üniversitesi’nde okudu. Mezun olduktan sonra şirketin hukuki
işlemlerini yapma, sözleşme yapma, sözleşmeyi uygulama işlerinde
uzun yıllar çalışarak kendisini yetiştirdi. O, çok tedbirlidir. Para
kazanmanın yollarını kolay keşfedebiliyor. Bu ikisinin çabasıyla işte
yeni bir yüksek bina daha boy göstermeye başladı.
Onun kızı Hanzöhre, Akide, küçük oğlu Mustafa babasının
yanında üniversitede okumaktadırlar. Çocuklarının en küçüğü,
şımarığı Kıknus 10 yaşma girmek üzere. Anne sevgisine doya-mayan
zavallı, şu anda Amerika’da ilkokulda okumaktadır.
Yani çocukların beşi vatanda, beşi Amerika’da, biri
Avustralya’dadır. Çocuklarının geleceği nasıl olacak? Ya babasız
annesiz kalan çocukların?
Çocuklarını canından çok seven Rabia, kendi çocuklarının
çokluğuna bakmadan yetim öksüzlere de kucak açtı. O, çocuğu yetim
kalan dul kadınları öncelikle işe aldı. Onlara yardım etti. Bu sırada
sahipsiz kalan çocukları bulanlar Rabia’ya getirip onun korumasını
isterlerdi. Sorumsuz karı kocaların doğurur doğurmaz terk ettiği
çocukları bulanlar, Rabia’ya getirip teslim ederlerdi. Rabia yetim
çocukların hepsine sahip çıkardı. O, Uygur’un bir tek yetim
çocuğunu bile aşağılatmayacağım, derdi. O, yine yetim çocuklara
bakmanın iyi bir çaresini de bulmuştu. Birçok yaşlı, dul kadınlar iş
arayıp gelirlerdi, onlara uygun iş olmadığı zaman Rabia onların
geçimini sağlayacak kadar yardım ederdi ve bunu kimseye
söylemezdi. Rabia, yetim çocukları işte o annelere teslim ederdi ve
çocuk bakmaları için ücret öderdi. Bir kaç ay veya yıl geçince
çocuklar, o kadınların kendi evladı hâline geliyorlardı. Hatta,
çocukları onlardan geri almak da mümkün olmuyordu. Rabia buna
çok sevinirdi. Bu şekilde büyütülen çocukların bir kaçı
192
üniversitelerde okumakta, okullarda öğretmenlik yapmaktadır.
Onların arasında evlenenler, çocuk sahibi olanlar da vardır. Onların
çoğu, kendilerinin yetim olduklarını bilmezler. Sadece anneme iş
bulmuş, yardım etmiş diyerek anneleriyle Rabia’yı ziyarete gelirler.
Onların sırrını sadece Rabia ile evlat edinen anneler bilir. Anneler,
anlamlı anlamlı güldükleri zaman çocuklar işin aslından habersiz bir
şekilde gülerler.
Bir gün Rabia, binlerce yuan parayı ödünç aldıktan sonra
zamanında geri ödemeyen Tursunay adındaki bir kadının evine
haber vermeden gitti. Aslında o, başkalarından Tursunay’ın kötü yola
düştüğünü, paraları başka işler için harcadığını duymuştu. Rabia,
kapıdan girer girmez şaşkınlıktan dona kaldı. Mütevazi evdeki
yatakta beyaz çarşaf ve yorganları örtünen sevimli iki çocuk tatlı
uyuyordu, aşağıdaki sert sekide ise ince battaniyeyi örten Tursunay
uyuyordu.
Rabia etkilendiğinden o anda Tursunay’ın bütün borcunu
sildi ve onu doğru ticaret yoluna yönlendirdi.
Rabia’nın çocuk sevgisi, Urumçi’deki Çocuk Eğitim Cezaevi,
Toplama Yeri, Yetim Çocuklar Yetiştirme Yurdu gibi yerlere de
ulaşmıştı. O sürekli para ve oyuncak alıp oralardaki çocukları ziyaret
ederdi ve hükümet çalışanlarının yolsuzluklarından çocukları
korumak için denetlerdi.
Uygur
çocuklarının
zekasını
geliştirme
maksadıyla
televizyonlarda bilgi yarışmaları düzenleyerek halkın övgüsüne
erişen “Gonca Mükafat Bilim Demeği” kurulduğu zaman Rabia çok
miktarda para bağışladı. Sonra bu demek yönetiminde görev aldı.
Okullar, dergiler, kadın örgütleri sürekli Rabia’ya gelerek
para yardımı alıyor ve faaliyetlerini canlandırıyorlardı.
Kısacası Rabia’nın kucak açtığı çocuklar gerçekten çoktu.
Üniversiteden mezun olan gençler, hatta yurtdışında okuyup
döndükten sonra iş bulamayan öğrenciler de Rabia’yı ararlardı.
193
Rabia’nın düşünceleri gittikçe derinleşmeye başladı. O,
çocukları üzerindeki sorumluluğunun çok ağır olduğunu hissetti.
“Zavallı Uygur’umun üç milyon kadar evladı, bugün en kötü
yaşam koşullarında can çekişerek yaşıyor. Onlar anne baba sevgisine
doyamadılar, kamı doyuncaya kadar yemek yiyemediler, doktora
gidip tedavi olamadılar, rahat okullarda okuyamadılar, üzerlerine
yeni elbise giyemediler. Birçok evladım, Çin eyaletlerinde hırsız ve
kumarbazların kölesi hâline geldiler, bir sürüsü uyuşturucunun
kurbanı oldular. Ah, zavallı çocuklarım, aklını bulup göğüs gererek
ortaya çıkan binlerce evladım Çin cezaevlerinde suçsuz yere dayak
yiyerek yatmakta.. ٠ Ben onların hepsini kurtarmalıyım! Ah, zavallı
evlatlarım, ben size borçluyum!”
194
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ZİNDANDAKİ 2045 GÜN
195
Gizemli Tuzak
2 Ağustos 1999'da gece saat 01.00’de aniden çalan telefon
uyuyamadan hayallere dalarak yatan Rabia Kadir’i korkuttu. Telefon
Amerika’daki eşi Sıddıkhacı’dan gelmişti. Sıddıkhacı hâl hatır
sorduktan sonra ciddi bir şekilde:
“Rabiagül, 11 Ağustos günü Amerika Devlet Meclisi
Temsilciler Heyeti, Urumçi’ye ulaşacak. Kurum Oteli’nde kalacaklar.
Derhal gidip görüşün, ‘emanetleri’ onlara teslim edebilirsin” dedi.
Rabia, derin düşünceye daldı. O, Pekin’deki toplantıdan
döndükten sonra elinin ayağının bağlanmasına bakmadan çeşitli
vasıtalarla bir adım daha ileri giderek belge topluyordu. Onun
yanında yine “Amerika Halkına Müracaat” başlıklı bir rapor, yani on
yıldan fazla bir süredir Çin hükümetinin idama mahkum ettiği
tutukluların, cezaevinde yatan yargılanmış ve yargılanmamış siyasi
tutukluların, ayrıca planlı doğum ameliyatlarından sonra ölenlerin
isim listesi vardı. “Emanet” işte bunlardı.
Amerika Devlet Meclisi temsilcilerinin Uygur bölgesine ilk
defa gelmeleri Uygurlar için iyi bir başlangıcın işaretiydi. Bu
belgelerin onlara teslim edilmesi, büyük işlerin halledilmesinde
yararlı olmakla birlikte denetim için gelen temsilcileri ikna etmede de
önemli rol oynayacaktı. Rabia, belgeleri kesin olarak onların eline
ulaştırma kararına vardı. O sabah erkenden hazırlandı. Beraber
gidecek kişileri belirledi. Öğlenden sonra saat 17:00 sularında o
yanından hiç ayırmadığı Ramile’yi, İngilizce tercüme için İlham’ı ve
fotoğrafçı çocuğu alarak binadan çıktı. Onlar yolun kenarına
geldiklerinde bir taksi hızla önlerine gelip durdu. Rabia, biraz
kuşkulanarak etrafına bakındı. Yolun sağ tarafında duran Santana
model beyaz arabanın içinde siyah takım elbiseli kişilerin taksiye
dikkatle baktıklarını gördü. Ramile arkadaşlarıyla taksiye binip yola
çıktıklarında deminki beyaz Santananın da peşinden takip ettiğini
fark etti. Rabia Kadir, taksinin önünde, diğerleri arkada oturmuşlardı.
Rabia, kendilerini takip eden beyaz Santanayı atlatmak için taksi
196
Şihaba’nın köşesine geldiğinde şoföre Muhacirler Oteli’ne dönmeyi
buyurdu. Şoför hemen karşı çıktı. O şaşırmıştı. Rabia, yüksek sesle
hemen direksiyonu çevirmesini istedi. Tam o sırada takip eden
Santana hızla gelip taksiye çarpmak istedi. Şoför telaşlanarak
direksiyonu yana kırmıştı, Santana çizerek geçti. Taksinin arkasında
oturan Ramile, Rabia’ya bakarak:
‘’Rabia Abla, biz arabadan inelim, gördünüz mü onları,
sabahtan beri saray önünde gözcülük yapan beyaz Santanadakiler
şimdi bizi takip edip çarpmak istiyorlar, geri dönelim’’ dedi.
‘’Kardeşim, telaşlanmayın, olan oldu, biz işimize geç
kalmayalım, gidelim’’ dedi Rabia. Taksi doğru giderek trafik
noktasına geldiğinde bir başka araba taksiyi sıkıştırıp çarpmaya
başladı. Taksinin önü ve arkasındaki ondan fazla araba taksiyi
sıkıştırarak durdurdu. Kendilerini trafik polisi diye tanıtan birkaç kişi
Rabia’yı ve arkadaşlarını taksiden indirip zorla bir arabaya
bindirdiler. Seminki siyah takım elbiseli kişilerde hemen geldiler.
Onlar trafik kazası oldu diyerek etraftaki araba ve insanları
yaklaştırmadılar. O esnada taksinin ve bunların yanında duran beyaz
Santana’nın şoförü gözden kayboldu.
“Ramile, bunlar bizi gizlice yakaladılar, onlar bana suikast
yapmak istiyorlar, siz mümkün olursa arabadan inin, saraydakilere,
eğer mümkünse, Amerika’dan gelen misafirlere haber verin” dedi
Rabia arabaya bindikten sonra Ramile’ye.
Ramile yan taraftaki kapıdan kendisini aşağıya atarak koşar
koşmaz bir Çinli Müslüman polis gelip onu yakaladı ve saçından
çekerek getirip arabaya attı. Rabia, derhal arabanın camını indirip:
“imdat, ben Rabia Kadir, beni bunlar kaçırıyorlar. Uygur var
mı? Rabia Kadir Ticaret Sarayı’na haber verin!” diye yüksek sesle
bağırdı. Bu sesi duyarak arabaya yaklaşan bir Uygur çocuğunu
polisler dövdüler. Polisler Rabia’yı ve beraber yakaladıklarını
konuşmalarına dahi izin vermeden götürdüler. Araba, Belediye
197
Trafik Müdürlüğü ’nün önünde durdu. Rabia arabadan iner inmez
polislerle tartıştı:
“Ben Rabia Kadir, bilmelisin ki, yaptığına bin pişman
olacaksın. Kim o beni tutuklamaya cesaret eden?”
“Sizi kimse tutuklamadı, trafik kazası oldu, olay yerindekileri
Trafik Müdürlüğü’ne getirdik, şimdi ifadeniz alınacak”.
“Trafik kazası ise bizim bindiğimiz taksinin şoförünü niye
bıraktınız, bize çarpan beyaz Santana’nın şoförünü yakalamayacak
mısınız? Nerede onlar?”
“Hey Rabia, kendinize hakim olun, şimdi her şey açığa
çıkacak.” “Doğrusu, biz bilmiyoruz, yetkililer şimdi gelecekler.”
Polisler Rabia’yı, Ramile’yi ve İlham’ı bir odaya kapattılar. Onların
telefon etmelerine de izin vermediler. Orada Rabia ile Ramile tuvalete
çıktı. Onlar tuvaletten dönerlerken bir siyah takım elbiseli kişi, onları
görüp geri getirdi ve tuvalete çıkmalarına izin veren polisi azarladı.
Ramile, tuvalette belgeleri gizlemek ya da bırakmak için bir
fırsat olur diye düşündü.
Trafik Müdürlüğündeki polisler gereksiz ve tutarsız sorular
sorarak iki saati geçirdiler. Bu arada fotoğrafçı çocuk bir plisin fotoğraf
makinasına beyaz bir şeyi sokmaya çalıştığını, ama beceremediğini
gördü ve derhal makinayı eline alarak açık bir şekilde:
‘’Sen zahmet etme, sabahtan şimdiye kadar 8 parça fotoğraf
çekildi. Eğer makinanın içinde eroin olsaydı fotoğraf çekilemezdi, ben
kendimi savunabilirim, ama sen yakayı ele vereceksin” dedi. Yine iki
bayan polis girip Rabia ile Ramile’nin yanlarını, çantalarım aradılar,
onlar da polisler bir şeyler koymasınlar diye gözlerini dört açtılar.
Rabia olanlardan hiç telaşlanmadı. O çoktan beri böyle bir
şeyin olacağını hissederek buna hazırlanmıştı. O diğer taraftan, ne
olursa olsun, hükümet yetkilileri ya da ilgili kişilerin haberi olursa
emniyet birimlerinin polisleriyle konuşup kendini kurtaracaklarına
inanıyordu. O, yine hiçbir suç delili olmadan polisler de kanunen
198
suçlamaya cesaret edemezler diye düşünüyordu. Rabia, Ramile’ye
soğukkanlılıkla şöyle bir hikayeyi anlattı:
“Hitler faşistleri Yahudileri tutup öldürmeye başladıkları
zaman altı çocuklu bir doktoru tutuklamak istemişler, onlar önce bir
kızı zehirleyerek öldürmüşler, sonra bu suçu Yahudi’nin üzerine
yükleyerek tutuklamışlar. Her gün sorguda bir çocuğunu öldürerek
onu itiraf etmeye zorlamışlar. Doktor son çocuğu kaldığında kahkaha
atarak gülüp:
“Ben çocuklarımın dostumun elinde değil, düşmanımın elinde
öldüklerine gülüyorum” demiş.
Ramile hikayeyi dinleyince Rabia’nın ne demek istediğini
anladı ve ona:
“Rabia Abla, rahat olun, ölsek de sırrımız açığa çıkmayacak,
size olan bağlılığımı göreceksiniz.” diye cevap verdi. Bunların
konuştuğunu gören polisler onları birbirinden ayırdılar.
Rabia’nın kapatılığı odaya polisler giriyor, çıkıyor ve telaşlı
telaşlı dolaşıyorlardı. Onların bir şey yapmak isteyip de
beceremedikleri fark ediliyordu. Karanlık çökmek üzereyken odaya
bir Uygur ve bir Çinli bayan polis girdi, Uygur polis, Rabia’nın önüne
gelip bir şey söylemek istiyormuş gibi afallayarak baktı, o telaşlı
gözlerini Çinli polisin arkasına sakladığı ellerinden ayıramıyordu.
Çinli polis ise, Rabia’nın arkasına geçerek eldiven takılan sağ
elindeki beyaz bezi aniden Rabia’nın ağız ve burnuna sokarak sıkı
tuttu. Rabia, nemli soğuk bezden çıkan ekşi kokuyu hissetti, hemen
bayıldı. îki bayan polis, Rabia’yı sürükleyerek koltuğa yatırıp
elbiselerini çözdü, Rabia’nın çantasından aldığı defter gibi kalın
materyali onun iç çamaşırının içine koydu, yine bir kaç gazete
parçasını onun koynuna, sutyenine, sonra elbiselerini tekrar düzeltip
giydirdi.
Bir kaç dakika sonra Rabia kendine geldi. O zaman Rabia, iki
bayan polisin yumuşak davranışlarıyla onun elbiselerini çözdüğünü,
birkaç Çinli yetkilinin korkunç bakışlarını, yine birkaç polisin
199
fotoğraf çektiğini ve ortamı kameraya kaydettiğini gördü. Rabia,
fotoğraf makinasının flaş ışıkları ve kamera ışıkları altında gözlerini
açamadı. Bayan polisler, onun koynundan ve lastikleri çekerek kendi
koydukları “emanet” i iç çamaşirdan çikarip aldılar.
“Tamam, götürün! Suç delili tamdır!” diye bağırdı yaşça
büyük göbekli bir Çinli yetkili polislere bakarak.
Rabia, ayağa kalktıktan sonra pencereye bakıp şok oldu.
Dışarıda binlerce polis, asker, yüzlerce polis arabası vardı. Rabia
şaşırdı. O, Trafik Polis Müdürlüğüme geldiğinde hava açıktı, güneş
vardı. Bir anda hava bozularak göğü simsiyah bulutlar kapladı,
ardından yağmur yağmaya başladı. Polislerin dışarıdaki duruşundan
sanki savaş olmuş gibi bir manzara oluşmuştu.
Ne oldu? Neler oluyor?” dedi Rabia polis müdürüne bakarak
‘’Bana ne yapmak istiyorsunuz?”
Ne olacak, yabancılara gizli belgeleri çalarak vermek isteyen
Rabia Kadir, suçüstü yakalandı.” dedi polis müdürü ve kapıya
bakarak “Götürün!” diye bağırdı.
Rabia’nın başına odada siyah çuval geçiren polisler onu alarak
dışarı çıkardılar. Gerçekten korkunç bir manzara oluşmuştu. Emniyet
Bakanlığının onlarca siyah arabası ve sivil giyinmiş onlarca elemanı,
Güvenlik Bakanlığının onlarca jeep arabası ve elinde tabanca tutan
polisleri, yine 20-30 arabada trafik polisleri, silahlı polis birliklerinin
adamları, Urumçi Belediyesi Asayişi Koruma Özel Birlikleri’nin
askerleri, kısacası otomatik silahlarını tetikte tutan korkunç suratlı
kişiler acele arabalarına bindiler. Birisi düzeni sağlamaya komuta etti.
En önde sireni çalan renkli ışıklı bir polis arabası hareket etti,
diğerleri Rabia’nın bindiği arabayı sararak önde ve arkada olmak
üzere sırayla hareket ettiler. Araba - “konvoyu Şimali Kovuk (Kuzey
Kapı)tan sağa saparak Liudavan Cezaevi tarafına doğru yol aldı.
Rabia’nın yanında oturan yaşlı polis, Rabia’nın başına geçirilen siyah
çuvalı çıkardıktan sonra ona kalem ve not defterini uzatarak:
200
“Rabia Hanım, bana bir imzanızı vermenizi rica ediyorum.”
diye yalvarma tonunda konuştu.
Rabia, Çinli polisin neleri düşünerek böyle yaptığını
anlayamadı. Ama alışkanlığı gereği eline kalemi alarak onun not
defterine Uygurca “Rabia Kadir” diye yazdı.
Cezaevindeki ilk Gece
Urumçi’den otobüse binerek Liudavan Tik Kuduk’a giden
kişiler, sol tarafta simsiyah kapısıyla göze çarpan cezaevini görürler.
Burası Liudavan Toplama Yeri diye adlandırılmıştır.
Sadece Urumçi’de doğup büyüyen Uygurlar değil, Urumçi’ye
hiç gelmeyen Uygurlar da korkunç Liudavan Cezaevi’ni iyi bilirler.
Urumçi Belediyesi Kamu Güvenlik Müdürlüğü’ne bağlı bu
cezaevinin adı 1949 yılının güzünde Urumçi’ye gelen komünist
partisinin adıyla birlikte konuşulmaya başlamıştı. Çünkü soruştursanız, her hangi bir Uygurun ya da onun bir akrabasının çeşitli
dönemlerde bu cezaevine girip çıkmış olduğunu öğreneceksiniz.
Uygurların ünlü aydınları, muhterem ileri gelenleri, yiğitleri, hatta
kabadıylan da bu acımasız cezaevinde ya yaşamlarını yitirmişler ya
da unutulmayacak acıklı hatıralar bırakmışlardır.
Liudavan Cezaevi, korunmasının sıklığı, duvarlarının sur gibi
yüksekliği, nöbetçi askerlerin çokluğu, polislerin acımasızlığı,
gardiyanlarının taş yürekliliği, tutukluları suçluların eliyle işkence
ederek cezalandırma tedbirinin aşırılığı, ayrıca hücre ağalarının
çokluğuyla ünlü bir cezaevidir.
Bugün sabah Sincan Uygur Özerk Bölgesi Parti Komitesi
Hukuk Komisyonu’da acil olarak kurulan Olağanüstü Kumandanlık
Karargahında başta WANG leçuan olmak üzere Güvenlik, Emniyet
Bakanlıkları, Asayiş Koruma Özel Ekibi gibi kurumların üst düzey
yöneticileri toplanmışlardı. Onlar ‘Rabia Kadir’i suçüstü yakalama
operasyo’ nu buradan yönettiler. Operasyonu akşam saat 20: 00’da
tamamladıktan sonra rahat bir nefes alarak çaylarını yudumladılar.
201
Bu operasyona katılan binlerce asker, polis ve gözcü operasyonu
fazla gürültü yapmadan bitirdikleri için sevindiler ve büyük ziyafet
düzenlemeye giriştiler. Büyükleri hemen Pekin’deki patronlarına
rapor verdiler. Pekin’swki Devlet Güvenlik Bakanlığındaki sorumlu
kişinin “Rabia Kadir’i nereye koydunuz?” şeklindeki sorusuna Çinli
Bakan kibirli bir biçimde:
“Partimiz tarihinde diktatörlüğümüzün en sağlam kalesi diye
ün yapan Urumçi Liudavan Cezaevi’ne koymak istiyoruz” diye
cevap verdi.
Rabia Kadir’i götüren araba ekibi işte o Liudavan Cezaevi’nin
simsiyah korkunç kapısı önüne geldiğinde sırasıyla ikiye bölünerek
iki sıra hâlinde durdu. Ortadaki boşalan yere Rabia’yı getiren Jeep
araba gelerek kapı önünde durdu. Arabalardan inen polisler ve
askerler iki sıra hâlinde silahlarını doğrultarak dizildiler.
Rabia, arabadan inerken etrafına bakındı. Binlerce silahlı asker
silahlarını doğrultarak ona korkunç bir şekilde bakıyorlardı. Yüksek
duvar üzerinde, uzaklardaki binaların çatılarında askerler vardı. Rabia
için iki sıra hâlinde dizilen polis ve askerlerin arasından siyah kapıya
kadar yol açılmıştı. Rabia tereddüt etmeden dosdoğru yürüdü.
Siyah kapı önünde cezaevi müdürü ellerini arkasına
bağlayarak afyon içe içe şişen kıpkırmızı gözleriyle yan bakıyordu. O
emin adımlarla göğsünü gererek gelmekte olan Uygur annesine ya da
onu sararak gelen yüzlerce polis ve askere fırsatı kaçırmadan kendini
tanıtmak istiyormuş gibi:
“Dur‫ ”؟‬diye öyle yüksek sesle bağırdı ki, Rabia şaşarak durdu.
Etrafındaki polis ve askerler de korktular. Cezaevi müdüründen daha
yüksek düzeyde yönetici olduğu görünüşünden ve yürüyüşünden
belli olan sivil kıyafetli birisi onun önüne gelip fısıldadı, sonra
Rabia’nın önüne gelerek:
“Biz seni cezaevine teslim edeceğiz, sen onlardan, baogao!’
(Rapor) diye yüksek sesle bağırarak izin istemen, onlar izin verdikten
202
sonra yürümen gerekir, anladın mı„ dedi. Rabia onu umursamayarak
soğuk gülümsedi ve:
Ben keyfimle izin isteyip misafirliğe gelmiş değilim, sen beni
diktatörlükle zorla bu kapıdan İçeri sokuyorsun, neden yine sana
’baogao’ diyecekmişim? Demeyeceğim!” dedi Rabia.
Bagao diye bağırmazsan onlar ateş edecek, vuracak, anlıyor
musun?”
“Ne vuracak? 0 zaman vursun, haydi.” Rabia üzerine
yürüyerek ‫؟‬ince bağırdı “Nice kardeşlerim bu zindanlarında
yaşamlarım kaybettiler. Ben de onlar gibi Uygur’um. Fazla korkutacagım demeden ne yapacaksan yap. Zaten yapacağım yapıyorsun.” Rabia’nm kararlı konuşması ve soğukkanlı davranışı onları
telaşlandırdı.
Rabia, kapı önüne gelip cezaevi müdüröne dikildi. Cezaevi
müdürii olan ‫؟‬inli yavaşça yere baktı. Bu onun ilk adımda yenildigini kabul etmesiydi. Ama 0 çıkık dişlerini gıcırdıtıyordu٠ Onun
karizmasının, çizildiğini gOren polis ve askerler, onu alaya alarak
güldüler. Cezaevi müdürii, bu zor durumdan çabuk kurtul-mak İçin
Rabia’nm “Baogao” sini da beklemeden yanındakilere daha çirkin bir
sesle bağırdı:
“Kapıyı açın, İçeri atıp kapatın bu alçağı!”
Cezaevi gardiyanları Rabia’yı kat k.at kapılardan geçirip ortadaki bir odanın önünde durdurdular. Kapının önündeki kadın
gardiyanlardan buranın kadınlar cezaevi olduğu anlaşılıyordu.
Rabia, eşiğe adımını atar atmaz öyle korkunç bir ses duyuldu ki,
cezaevinin demir kapılan da çıngırdayıverdi.'
“Dur! Hey kuraldan anlamayan suçlu! Bu senin sarayın değil
‫؟‬.” Bu sesin kapı önünde duran biçimsiz şişko, ağzı ayak-kabı kadar
büyük, çirkin bir bayan gardiyanın ağzından çıktığını Rabia ancak
fark etti. Bu gardiyanın ilk olarak Rabia’yı korkutma ya da nabzım
tutma taktiği idi.
203
“Niye bağırıyorsun? ” dedi Rabia da yüksek sesle
“Baogao demeyecek misin?”
Defol gözümden gardiyan! Rabia sinirinden elini salladı.
Şimdi bu belayı görün. Yaşlı kadın gardiyan kurşun yiyip
kudurmuş ayı gibi sallanarak Rabia’nın üzerine geldi. Çirkin | sesiyle
çığlık atıyordu. O, şu anda Rabia’yı çiğneyecekmiş gibi, yiyecekmiş
gibi korkunç gözüküyordu. Rabia, çevik bir hareketle i arkaya bir
adım çekilerek onun bileğinden yakaladı. Tam o sırada gardiyanın
peşinden yetişip gelen Uygur polis kız, onun öteki bileğinden
yakaladı ve onu bir kenara çekerek.
“Sen kimi dövmek istiyorsun, biliyor musun? Rabia Kadir’e
diğerleri gibi davranacağım deme” diye fısıldadı.
“Bana ne, burası cezaevi, ona boyun eğdireceğim.”
“O daha yeni geldi, yavaş yavaş alıştıracağız.”
“Hey, Heyrigül, o zaman sen onu, evine götürüp besle!”
“Sakın ona dokunayım deme‫؟‬. Sorumluluğu kaldıramazsın!”
Rabia bir kenarda durdu, o iki gardiyan birbirine girdi. Rabia,
Uygur polis kızın adının Heyrigül olduğunu, Uygur olduğu için
vicdanının kaldıramadığını, insan dövmenin yasal olmadığım ısrarla
dile getirerek deminki vahşi celladı engellediğini görünce, polis kıza
acıdı ve biraz uslu durdu. Yine de o Çinli gardiyan kadına bakıp:
“Hey ihtiyar yaltak, ben merkezinden her yere kadar dolaşıp
senin gibi utanmaz serserilerden binlercesini görmüştüm, benim bir
tel kılıma dokun göreyim, yarın yetmiş sülaleni gözüne göstereceğim.
Fazla haddim aşma!” dedi. Uygur polis kız şimdi Rabia’ya anlatmaya
başladı:
“Siz şimdi tutuklandınız, yarın sabah hüküm kararını
okuyacaklar. Buranın da kuralları var, başkalarının bundan sonra
küfretmeleri, sizi hor göremeleri, hatta dövmeleri mümkün, onun için
204
yavaş yavaş alışacaksınız, polislerden ‘baogao’ diye izin almadan
hareket etmek mümkün değildir.”
Gardiyanlar, Rabia’yı götürüp No. 105 yazılı tahtanın asılı
olduğu demir kapının önünde durdurarak kapıyı açtılar ve onu
içeriye itip kapıyı şakırdatarak kapattılar. O zamana kadar sessiz olan
cezaevinin içi birden bire canlandı, her taraftan sesler duyulmaya
başladı:
“Rabia Abla, sizin geldiğinizi öğrendik.”
“Rabia Abla, gardiyanın dersini verdiğinizi duyduk.”
“105 Rabia, Rabia 105...”
“Rabia kardeşim, Allah sizi korusun!”
Kızlar, kadınlar, nineler bütün sesleriyle bağırmakta, demir
kapıları yumruklamakta, gardiyanlar ise sopalarıyla kapılara vurup
bağırarak düzeni sağlamaya çalışmaktaydı.
'Deminden beri 40’tan fazla hücredeki siyasi suçlu diye
kapatılan yaklaşık 800 Uygur kız, kadın ve anne kapıdan girer girmez
Çinli celladın dersini veren Rabia’nm sesini duyunca kapının
deliklerinden bakıyor, demir kapıya kulaklarım yaslayıp sessiz
duruyorlardı. Bu yeni giren tutuklunun Rabia Kadir olduğunu
öğrendikten sonra birden bire cezaevinin sıkı disiplinini bir kenara
bırakıp bağırmaya başlamışlardı.
Bu akşam tutuklular cesaretli idiler. Hepsi gazapla nefretle
bağırmak, polislere küfretmek istiyorlardı. Onlar ellerindeki plastik
yemek tabaklarını bir birine vurarak, demir kapıları tekmeleyerek,
yumruklayarak bağırıyorlardı. Hücrelerden düzensiz, nefret dolu
kızgın sesler yükseliyordu. Eskiden birisini ya da ikisini döverek
korkutup susturabilen gardiyanlar, bugün bir şey yapamadılar.
Bağıra bağıra yorulup bitkin düştüler.
Rabia 105,105 Rabia.... Sesler uzaktaki erkekler cezaevine de
duyuldu.
205
Sabah olmak üzereyken tutuklu kadınlar uykuya daldılar.
Rabia, tavandaki küçücük bacadan inen zayıf ışıkla hücre içine baktı.
Duvarları çok pisti, çimento olan yerleri rutubetten kokmuştu,
hücrenin ortasında tuvalet deliği vardı. Demir kapının ortasında
yemek tabağı sığacak kadar delik vardı.
Rabia, hücreye girer girmez duvara yaslanıp dizlerine
sarılarak kımıldamadan oturdu. Onun gözlerine uyku girmiyordu.
“Ne suç işledim? Bunlar neden beni tutukladılar?”. Rabia başı
sonu olmayan sınırsız hayal dünyasına daldı.
Zalimliği Stalin’den öğrenen cellat Şeng Şisey, sayısız
zenginleri, ileri gelenleri, Uygur halkının kurtuluşu için göğüs
gererek ortaya çıkan yiğitleri işte bu şekilde gizli tutuklamış; hapse
atarak öldürmüştü. Sonra Stalin, yine Çin komünistleriyle işbirliği
yaparak Ahmetcan Kasımı önderliğindeki Doğu Türkistan
Cumhuriyeti’ni kuran kahramanları gizlice tutuklayıp yok etti. Çin
komünistleri vatanımıza geldikten sonra vatan, millet, halkım diyen
Uygur delikanlı ve kızlarını yine bu şekilde tutuklayıp içeri atarak
öldürmekte. Demek, şimdi sıra bana gelmişe benziyor. O, düşüne
düşüne sonunda sesli fısıldadı:
“Atalarımız yatarak öleceğine atarak öl demişlerdi.”
İlk Sorgu
Rabia Kadir, dizlerine sarılarak oturup uyumuştu. O,
uykudan şaşarak uyandı. Başını yavaşça kaldırıp ne sabah, ne akşam
olduğu belli olmayan hücrenin zayıf ışık düşen küçücük bacasına
dikkatle baktı ve sabah olduğunu anladı. O, ayağa kalkarak hücrenin
büyük bir kısmının çimentodan yapılmış seki olduğunu gördü. Yavaş
adımlarla ileri geri yürüdü. Rabia, acele etmeden teyemmüm ettikten
sonra kıbleyi tahminen belirleyerek sabah namazını kıldı. O, namazın
farzını kılıp selam verdikten sonra uzun uzun fısıldayarak dua etti.
Namazdan sonra oturup yine hayale daldı.
206
Onun tahminine göre, bugün her şey açığa çıkacaktı. Sabah
mesaiye başlayan hükümet yetkilileri, başkan Ablet Abdureşit bu işi
öğrenecek, onlar belki araya girecekler, belki yanlış anlama olmuştur,
belki aralarından birisi çıkıp “Hey, çok abartmışsınız, yeter,
bırakınız” diye emredecek, kısacası dünkü olaylar onun sessizce yok
edilemeyeceğinin işaretleriydi. Hiç değilse, yüzlerce tutuklu onun
içeri girdiğini öğrendi, şimdi onu gizlice yok etmek mümkün değil.
Belki merkezdekiler, Siyasi İstişare Kurulumdakiler duyarsa bir
şeyler söyler...
Hey… Ayım denen gerçekten uğursuz kadınmış. Onun dediği
oldu, başka kulağı delik kadınların fısıldamalarına göre, hükümet
onu çoktan tutuklamalıymış, ama tutuklamak için bir bahane olacak
hiçbir sebep bulamamış.
Vergi kaçakçılığı, banka hesabı, kaçak mal gibi çeşitli
dosyaları açtılarsa da, doğru dürüst açık bulamayan “Rabia Kadir’i
Tuzağa Düşürme Grubu”na o gün Emniyet Müdür lüğü’nden yeni
bir haber gelmişti. Sıddıkhacı’nın Amerika’dan ettiği telefon, yani
Amerikalıların Urumçi’deki ziyaretiyle ilgili telefon kaydı onlara yeni
bir planın ipucunu vermişti.
Belki Amerikalı misafirler gittikten sonra Emniyet
Bakanlığının bakanı, “Hey, bakın Rabia’cığım, bizimkiler aceleyle sizi
tutuklamışlar, yanlış anlaşılma olmuş diyerek onu hapisten çıkarır.
Belki ondan daha büyük bir yetkili...”
Rabia’nın kapatıldığı hücrenin demir kapısı şakırdayarak
onun hayalini böldü. Sabah nöbeti tutan kadın gardiyan Rabia’ya
sorguya hazırlanmasını, beş dakika sonra sorgulanacağını duyurdu.
Rabia, ilk sorgunun ilk savaş, ilk direnme olduğunu tahmin
ederek yüzünü gözünü iyice yıkadı, saçlarını tarayarak uzun bıraktı,
dün Amerikalı misafirlerle görüşmek için özel olarak giydiği beyaz
takım elbisesini giyerek soğukkanlı bir biçimde sorgulama odasına
yürüdü.
207
Kadm cezaevinin hücrelerinin bulunduğu salondan geçerek
aradaki avluya çıktığında sorgu hakimlerinin odaları gözüktü. Rabia,
sorgulama odasına girdiğinde köşede sırayla konulan masaların
başında oturan sekiz sorgu hakimi ayağa kalktı, Rabia başını hafifçe
sallayarak selâmlaştı. Sorgu hakimlerinin dördü Uygur, dördü Çinli
idi ve onlar kendilerinin neden ayağa kalktıklarını anlayamadılar.
Onlar öndeki ufak tefek, ama korkunç suratlı Çinli kadına kendini
tanıtan Rabia’nm şimdi karşılarında bir suçlu olduğunu hatırladıktan
sonra kendilerinin de ne denli afalladıklarının farkına varıp
birbirlerine ters ters baktılar ve sonra oturdular. Karşılarına konan
yumuşak koltuğa Rabia’yı oturtup sorgulamaya başladılar.
Ortada oturan bir Uygur sorgu hakimi defterine bakarak soru
sormaya başladı:
“İsmin ne?”
“Rabia Kadir.”
“Ne iş yaparsın?”
“Birleşmiş Milletler 4. Dünya Kadınlar Kongresi’nin delegesiyim.
Devlet Siyasi İstişare Kurulu’nun daimi üyesiyim.
Devlet Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin daimi üyesiyim.
Devlet Kızılbayrak öncüsüyüm.
Şincang Uygur Özerk Bölgesi Siysasi İstişare Kurulu’nun
daimi üyesiyim.
Şincang Uygur Özerk Bölge İşletmeciler, Kadın İşletmeciler
Demekleri ve Urumçi Belediyesi Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin
başkanıyım.
Çin’deki en zengin 10 kişiden biriyim.”
Biz şimdi sorgulamaya başlayacağız, partinin politikası nettir,
itiraf edenlere yumuşak, direnenlere sert davranınz, sorgulama
208
sırasında bize uyarsan tutumumuz iyi olacak, eğer karşılık
gösterirsen sert davranacağız ».
“Ben size uyacağım diyemem, ben eskiden var olana var,
olmayana yok diye alışmıştım.”
“Amerika ile ne ilişkin var?”
“Ben Amerika’ya gitmiştim, eşim ve çocuklarım şu anda
Amerika’da yaşıyorlar.
“Amerika hükümetiyle ne ilişkin var?”
“Amerika hükümetiyle hiçbir ilişkim yok.”
“Amerika hükümetine hangi bilgileri gönderdin?”
“Hiçbir bilgi göndermedim.
“Dün yanından çıkan belgelere ne diyorsun?”
‘’Bu belgeleri ben 1996 yılında Devlet Siyasi İstişare Kurulu
toplantısında ortaya koymuştum. Bu benim yasal hakkım. Bütün
Siyasi İstişare Kurulu üyeleri merkezin yetkilileri, hatta Jiang
Zemin’in benim elimi sıkarak ’Siz çok önemli meseleleri
ortaya koydunuz, derhal düzelteceğiz, size teşekkür ederiz’ demiş
olmasına rağmen şu ana kadar kimse onu yerine getirmedi. Onun
için bunu dünya halkı duysun diye düşündüm“.
Devlet sırrı sayılan bu belgeleri yabancılara vermek istediğin
suçunu kabul eder misin?„.
“Hayır, kabul etmeyeceğim, benim hiçbir suçum yok!”
“Komünist Partimiz seni eğiterek yetiştirdi, hükümet seni
destekleyerek en ünlü zenginler arasına kattı, en yüksek makam ve
mevkiler verdi, devlet ve özerk bölge boyunca 50 defadan fazla
ödüllendirildin, partimizin en yüksek şefaatine eriştiğin hâlde hainlik
edip rezil oldun, bu suç değil de nedir?”
“Ben Uygur’un kızıyım, Uygur’un annesiyim, vatanıma,
halkıma, milletime hainlik etmedim. Aksine bağlı kaldım. Halkımın
209
çekmekte olduğu ızdırap ve eziyetlerini, dertlerini, şikayetlerini ve
dayanılmaz feryatlarını yukarıya duyurdum. Ben halkımın arzusunu,
umudunu, hayallerini iyi biliyorum. Eskiden beri bize ne verdiğinizi
de iyi biliyorum. 50 yıldan beri burada ne yaptığınızı da iyi
biliyorum. Komünist Parti yöneticisi, beni altı çocukla sokağa attığı
zaman, ben inleye ağlaya çamaşır yıkayıp çocuklarıma baktığım
zaman, ben şehir şehir dolaşıp para kazandığım zaman, ben gece
gündüz uyumadan çalıştığım zaman Komünist Parti nerdeydi? 1944
yılında Milliyetçi Çin istilacılarını tarumar ederek Doğu Türkistan
Cumhuriyeti’ni kuran Ahmet Efendi başkanlığındaki devlet
yetkililerini kim katletti? Çingiz Damol-la, Eshetullah Damolla, Abliz
Mahsum gibi din alimlerimizi kim yok etti? İbrahim Turdi, Tohtı
Kurban gibi aydınlarımız nasıl öldürüldü? Muhemmetimin İminov’u
kimler suikastla öldürdü? Seyfettin Ezizi neden Pekin’deki ’Altın
kafes’e kapatıldı? Kimler ona iğne yaparak delirtti? Kısacası gerçeği
öğrenen her hangi Uygur, sizin suikastınızdan kurtulamadı.
Bilmelisiniz ki, ben sizin tarafta değil halkın tarafındayım.
Halkımın kan teri bedeline hazırlanan ziyafete katılamam,
halkımın kemikleriyle yapılmış heybetli köşklerdeki makam ve
tahtlarda oturamam. Halkımın kıpkırmızı kanıyla boyanmış kırmızı
halılara rahat basıp yürüye-mem. Daha bir kaç yıl önce Kulca’da
neler yapmadınız? Haksız yere tutuklanan suçsuz akrabalarını
sormak için gelenlere kurşun yağdırdınız, itirazlarını ifade etmek için
gösteri yapanları köpeklere parçalattınız, göre göre vurdunuz,
binlerce genci açık hava spor salonuna bir gece kapatıp üzerilerine
yüksek basınçlı su sıkarak dondurup öldürdünüz, yüzlerce Uygur
gencini idam cezasına mahkum ettiniz, bazı köylerde çiftçilerin
evlerini basıp yaşlı dede, nine, hatta bebekleri kurşuna dizdiniz,
onbinlerce genci tutukladınız, 15 gün içerisinde hiç sorgusuz sualsiz,
hatta birçoğunun adını bile kayıt etmeden Üretim ve İmar
Ordusu’nun nakliye tümeninin otobüsleriyle Siçuan eyaletindeki
cezaevlerine götürdünüz. Nice Uygur genci sessiz sedasız kayboldu.
Çocuklarını soruşturan anne-baba ve kardeşlerini de gözaltına
aldınız. Ben yardımcım Ramile ile Devlet Siyasi İstişare Kurulu’nun
210
yasal işlemiyle Kulca’ya gidip bu olayları denetlerken ikimizi de
utanmadan gözaltına alıp sorguladınız. Kulca’daki Uygur
okullarında aşı denemesi bahanesiyle öldürülen binlerce çocuğun
isimleriyle ilgili belgeye el koydunuz. Hatta insanlık dışı muameleyle
beni ve Ramile’yi soyarak iç çamaşırla evin köşesinde beklettiniz,
erkek polisler girip arayarak sorguladılar. Çoluğu çocuğu ölen
ailelere dağıtılan 60,000 yuanın izini bulmak için bizi sıkıştırdınız!
Planlı doğum sırasında milyonlarca Uygur kadınını zorla
kısırlaştırdınız, on binlerce Uygur erkeğini kısırlaştırdınız, yüz
binlerce masum bebek dünyaya gözünü açamadan öldü. İtiraz
edenler, boyun eğmeyenler hapislere atıldılar, ağır para cezasını
ödeyemeyip servetinden, evlerinden ayrıldılar. Maksatlı yürütülen
eroin ticaretiyle Uygurların, öncelikle Uygur yönetici ve aydınlarının
binlerce çocuğu zehirlenerek öldü.
Milyonlarca Uygur çiftçisi, hayvan yetiştiricisi ve bahçecisinin
zorla ücretsiz çalıştırma, vergi ve angarya nedeniyle nasıl
yaşadıklarını biliyor musunuz?... Kısacası ben halkımın bütün
dertlerini anladım, araştırdım, belgeleri topladım, sizin bütün
politika, genelge ve kanunlarınızı gerçek zannedip Siyasi İstişare
Kurulu’nda konuştum, herkes dinledi, övdü, düzeltmedi,
değiştirmedi, oysa siz ondan beri bana suikast yapmaya
çalışıyorsunuz. İşte bunların hepsini dünya duysun demiştim. Her
halde dünyada adalet ve hakikat vardır diye düşündüm.”
Rabia’nın etkili sözleri sırayla oturan sorgu hakimlerinin
başlarını öne eğmelerine neden oldu.
Sorgulamayı kayda geçiren sekreter
damlayıp akan yaşlar önündeki kağıdı ıslattı.
kızın
gözlerinden
“Sorgulama yarın devam edecek” diye yavaş ve üzüntülü bir
ses tonuyla uzatarak konuştu baş hakim "sorgulamayı kesip. O ayağa
kalkarak Rabia Kadir’in tutuklanma kararını okudu: “Rabia Kadir, 12
Ağustos 1999’da devlet sırrı olan belgeleri yabancılara ve yurtdışındaki
bölücülere verdiği gerekçesiyle suçlanarak tutuklanmıştır. Burayı
imzala!” dedi hakim elindeki kağıdı göstererek.
211
Rabia kesin reddetti:
“Hayır, imzalamayacağım‫؛‬. Bana yüklenen suçları da kabul
etmeyeceğim!”
Tehdit ve Feryat
Sorgulama her gün sabah ve öğlenden sonra olmak üzere iki
defa yapılıyordu. Sorgulamayı bir gün Uygur, bir gün Çinli sorgu
hakimi yapıyordu. Çinli sorgu hakimleri, Uygurca’yı atasözleri-yle
birlikte akıcı bir şekilde konuşuyorlardı. Bugün asık suratlı Çinli
sorgu hakimi konuşmaya başladı:
“Rabia, sen inat etme, senin Orta Asya’ya, Türkiye’ye,
İngiltere’ye ve Amerika’ya gitmen sana iyi bir son getirmedi. Biz
senin yurtdışındaki bölücülerin, milli bölücü olan eşinin etkisinde
kaldığını iyi biliyoruz. Düşün, Komünist Parti Uygur halkını
gerilikten, fakirlikten kurtarıp mutlu bir hayata kavuşturdu.”
“Ne dedin? Sen daha bizi gerilikten mi kurtardın? Uygurlar
tarihte İpek Yolu’nu açarak size ticaret yapmayı öğretti, medeniyet
öğretti, din öğretti, müzik öğretti, kağıt, ipek, matbaa, barut ve top
yapmayı öğretti, tarih sayfalarım aç ve bir bak! Başkentin Pekin’deki
Han sarayı olan Yasak Kent’i kim projelendirdi? Senin dünyada
övündüğün seramik su kanalizasyonunu kim planladı? Uygurlar
büyük saraylar yapıp bahçeler ihya ederlerken, evlerinin avlularını
çiçeklendirip güzel ve temiz yaşarlarken, sizler her gördüğünüz böcek
ve kurtlan yiyerek pisliğinizi yemek yenen evdeki taslara yaparak
yaşıyordunuz, o pislikleri yurdumuza getirdiniz. Sen daha bizi
fakirlikten mi kurtardın? Sen gelmeden önce bütün Uygurların tarlada
ekin, harmanda buğday, dağda hayvanları vardı, bereket içinde
yaşıyorlardı, herkes zekat verip dul kadınlara, yetim çocuklara
bakmayı şeref diye bilirdi. Uygur’un tarihinde meyveyi, sütü ve
yumurtayı parayla satmak yoktu, tanımadık misafir gelirse kuzu
keserek ağırlarlardı, kişiler bir aylık yolculuğa da yol üzerinde misafir
olarak giderlerdi. Ne zaman siz geldiniz, misafirsever, iyi niyetli Uygur
212
halkım fakirlik ve yoksulluk çekmeye başladı. İnsanları pislikten de
para isteyecek hâle getirdiniz. Bütün servet Çin eyaletlerine
götürüldüğü için halk angarya, vergi ve ücretsiz çalıştırmalardan
kurtulamayıp bugüne kadar boğaz derdiyle aç muhtaç yaşamakta.
Uygur’un gerçek hayatını saraylarınızdaki iki yaltağın sofrasına
bakarak değil, Uygur köylerine gidersen ancak anlarsın.”
Asık suratlı hakim,
konuşmasını kesti ve bağırdı:
eliyle
masaya
vurarak
Rabia’ın
“Yoldaş Rabia, bizde hürmet şarabını içmezsen, ceza şerbetini
içersin diye bir söz var, böyle haddinizi aşarsanız, kusura bakmayın„. O, kapının yanındaki polise bir şeyleri gösterip işaret etti.
Rabia’mn sorgulandığı odanın iki tarafından aynı anda Uygur
çocuklarının inleyerek bağırmaları duyuldu. İki yandaki odalarda
dehşetli işkence ve sıkıştırmalar başladı. Onlarca gardiyan demir
sopalarıyla çocukları dövüyordu. Çocukların tırnaklarına batırılan
iğnelere cerayan vererek onları bağırtıyorlardı. Birisi aniden bayıldı,
gardiyanlar onun başına bir kova kirli su döktüler.
“Zalim faşistler, canımı alacaksanız alm, bilmiyorum dedim,
bilmiyorum.” Diğer bir odadan bir Uygur çocuğun bağırtısı duyuldu.
Hemen ardından o göğsüne bastırılan ütünün sıcaklığıyla çığlık
atarak ağladı. İnsanın kalbini parçalayan bu dehşetli manzara,
korkunç seslerin yankılarıyla birlikte “Hepiniz duyun, inat ederseniz,
sonunuz böyle olacak” mesajını veriyordu. Bu sesler hücrelerin
kapılarından, bacalardan gelerek her tutuklunun kalbini sızlatıyordu.
Rabia, başlangıçta bu çığlık ve feryatlara dayanamadı, sonra
fark etti ki, ona bakıp duran polisler sana da böyle işkence edeceğiz
diyormuşçasına sırıtıyorlardı. Çocukların feryadı feleğe ulaştı.
Rabia’nın kalbinin dayanacak gücü kalmadı. Polisler onu korkup
titreyecek diye zannediyorlardı. Ama Rabia alt dudağını sıkı ısırarak
ayağa kalktı. O sorgu hakimlerine:
213
“Komünistlerin Uygur halkına ne yaptıklarını şimdi kendiniz
mi gösteriyorsunuz? Derhal durdurun bu oyunlarınızı!” diye bağırdı.
İşkence daha da artarak devam etmekteydi.
Rabia, diz çökerek oturdu, o önce iki avucuyla bileklerini, yüz
ve alınlannı sıvazlamaya başladı. Müslümanlıktan biraz anlayan bir
sorgu hakimi, Rabia’nın teyemmüm etmekte olduğunu tahmin etti.
Rabia sessizce iki rekat namaz kılıp selam verdikten sonra iki elini
göğe kaldırarak feryatla dua etmeye başladı. Onun gözlerinden
damla damla yaş dökülüyordu:
“Ah, yüce Allah’ım, dünyadaki bütün canlıları, bütün
insanları sen yarattın, burada oturan sorgu hakimleri olan Çinlileri de
sen yarattın, neden zavallı Uygur’u bu namert Çinlilere muhtaç
ediyorsun? Ah Allah’ım, biz senin adaletini istiyomz, senin hürriyet
nasip etmeni istiyoruz, Allah’ım, şu masumların feryadını duyuyor
musun? Bize acı, bize şefaat et, El kısasul minelhak diyorsun, bana
medet ver Allah’ım, sana söz veriyorum, zavallı çocuklarımı
kurtaracağım! Uygur halkını bu pislerin zulmünden kurtaracağım,
bize nusret bağışla, ya Rabbim!..”
Rabia Kadir’in ağlamaklı feryadı yankılanarak bütün
hücrelere ulaştı. 7-8 yüz kız, kadın aynı anda “Amin„ diye bağırırken
ceazevinin duvarları yıkılıyormuş gibi büyük bir gürültüyle sarsıldı.
Kapılar pencereler sallandı. Tutuklular Rabia’nın verdiği cesaretle
canlarından bıkmışçasına yabaniler gibi kapılara saldırıp
bağırıyorlardı, çığlık atıyorlardı, ağlıyorlardı, feryat ediyorlardı,
kapıları tepikliyorlardı, tabaklarını birbirine vurarak gürültü
yapıyorlardı, yüzlerce kız ve kadın isyan çıkarmışlardı, itiraz ederek
gösteri yapıyorlardı. Rabia’yı kurtarmak için ayaklanmaktaydılar.
Eskiden birisi bağırdığı ya da kapıyı tepiklediği için şiddetli dayağa
maruz kalır ve tövbe etmek zorunda kalırlardı. Şimdi onlar
korkmuyorlar, Rabia anneleri onlara medet vermekte. Bu cezaevinin
tarihinde böyle genel isyan ilk defa meydana gelmişti. Rabia’nın sesi
yine yankılanıyordu:
214
“Ey Allah’ım, şu masum kızlarımı kurtarmak için bana akıl
fikir ver, güç, gayret, umut ve güven veresin!”
“Amin, yaşa Rabia Ana!”
Hakimlerin, cezaevi müdürünün, gardiyan ve j andarma-lann
“Dur”, “Dur, yoksa...” diye bağırmaları bu dehşetli sesler içerisinde
kayboluyordu.
Cezaevi içinde başlayan bu ayaklanmadan korkan sorgu
hakimleri sorgulamayı keserek Rabia’nm götürülmesini emrettiler.
Beş polis, Rabia’yı alıp sorgu odasmdan hücreye götürürken
bağırmakta olan kızlar ve kadınlar seslerini kestiler. Tam o sırada
polisler yan canlı hâldeki iki Uygur delikanlısını destekleyerek
hücreye götürdüler. Bütün vücudu kana boyanmış, vücudu
parçalanmış, yüzü ve gözleri şişerek tanınmaz hâle gelen çocukların
durumunu Rabia’ya mahsus göstermek onların en son kullandıkları
psikolojik tehdit idi. Ağzından fışkırarak kan akan, saçı traş edilmiş
21 yaşlanndaki Uygur çocuk, polisin elinden bir anda sıyrılıverdi,
ama kendini taşıyâmadı, yere düştü. O, bütün gücünü toplayıp iki
elini destek yaparak başım kaldırdı ve Ra-bia’ya baktı:
“Ey Rabia Ana, sen neden girdin bu cehenneme, bu azabı, bu
derdi biz çeksek yetmez miydi? Canım ana, sizi zulümden
kurtaracağız diye biz yattık bu hapiste, senin için biz ölmeye hazırız,
kendine iyi bak Rabia Ana!” Kıpkırmızı kan içinde feryat eden mert
Uygur yiğidinin ağzı kanlar içinde kımıldıyordu, gözleri kanlar
içinde ışıldıyordu, yüreği eriyerek ağlıyordu. Rabia kendine hakim
olamayıp çocuğa sarıldı. Onun başını kucağına alarak yine feryat etti:
“Ey yüce Allah, görüyor musun, çocuklarımı mutlaka
kurtarmalıyım!”
Polisler, Rabia’yı elinden tutup çektiler, bir kaçı delikanlıyı
elleri ve ayaklarından tutup sürükleyerek erkekler cezaevinin
kapısına doğru götürdüler. Rabia, çocukların kanıyla boyanmış
yummğunu sıkarak 105 no’lu hücreye doğru yürüdü. Bu olayı
sessizce izleyen ve duyan kız ve kadınlar, aralarından birisinin
215
başlamasıyla Abdurahim Ötkür’ün “İz„ şarkısını duygulu ve coşkun
sesleriyle söylemeye başladılar. Yüzlerce kişilik koro sesi göklere
ulaştı. Uzaklarda erkek tutuklular şarkıya eşlik ettiler. Liudavan
Cezaevi’nin duvarlan sarsılmaya başladı. Binlerce insanın ağzına
pamuk sokmak için bu cezaevindeki gardiyanlar yetişemezdi. Uygur
polis ve gardiyanlar ise, bu koro şarkısına alışmış idiler, hatta
aralarındaki bazıları yalnız olduğu zaman hafif mırıldanarak eşlik
ederlerdi. Rabia, heyecan içinde koroya katılıp “Iz” şarkısını yüksek
sesle söylemeye başladı:
Genç idik uzun sefere atlanıp yürürken biz,
Şimdi ata binecek kadar büyüdü nevremiz (4).
Az idik zorlu sefere atlanıp çıkarken biz,
Şimdi büyük kervan olduk bırakıp çöllerde iz.
Kaldı iz çöller ara, kah yokuşlarda daha,
Kaldı nice arslanlar kum ve çölde kabirsiz.
Kabirsiz kaldı demeyin ılgın kızarmış kırlarda Gül çiçeüe
bürünür yarın baharda kabrimiz.
Kaldı iz, kaldı menzil, kaldı uzakta hepsi,
Çıksa boran, göçse kumlar da gömülmez izimiz.
Kalmaz kervan yolundan atlar çok zayıf,
Bulacak hiç değilse bu izi bir gün nevremiz, ya çevremiz.
Dokuz Günlük Açlık Grevi
İz şarkısı bittiğinde, Rabia 105 no’lu hücrenin çimento
sekisinde oturup kendini hayli rahatlamaış gibi hissetti. Bugünkü
sorguda o, Çin yönetiminin sahtekarlığını teker teker dile getirip içini
boşaltmıştı. Hatta polislerin bazıları gözlerinden yaş akıttılar. Sorgu
hakimleri iki genç çocuğu döverek işkence edip: “Maymun öldürüp
kaplanı korkutma” taktiğini kullandılarsa da, Rabia kalbinden
216
Allah’a feryat ederek güç kuvvet topladı. Şimdi sorgudan çıkarken
bütün kadın ve kızlar ona destek vererek “İz” şarkısını söyledi.
"Rabia, hayal ekranında sınırsız kainatı dikkatle izledi ki,
kendisinin içinde bulunduğu dünya küçücük bir top gibi gözüktü.
Eskiden günümüze kadar insanlık tarihinin sayfalarını çevirdi, o da
kısa bir mesafe gibi bilindi. Bir insanın hayat süresine baktı, o sabah
doğup akşam batan güneşin bir günlük ömrü gibi geldi.
Kısacık dört günlük hayatımda neleri görmedim ki. Dilencinin
uğursuz kaderi gibi yoksulluktan kralların hayatı gibi bolluğa kadar,
hayvan gibi aşağılanmaktan yüksek itibar ve saygıya kadar hepsini
gördüm. Yedim, içtim, giydim, gözüm doydu. Ateş yürekli, yiğit
kocaya da vardım, eşim Sıddıkhacı 24 yaşında, delikanlılığın en güzel
döneminde vatan, millet diye ortaya çıkıp işte böyle cezaevinde 10 yıl
yatmamış mıydı? İyi ki onu Çinlilerin elinin ulaşamayacağı yere
götürdüm. O da Çinlilerin Uygurlara ettikleri zulümlerini açığa
vuran bildiriler yazarak ve radyoda anlatarak muradına erdi.
Çocuklarımın beşini Amerika’ya, beşini servetin ve endişenin ocağına
bıraktım. Bunlar Allah’a emanet. Artık Olsem de gam yemem. Hiçbir
şeyden korkmayacağım, bunlarla ölünceye kadar mücadele
edeceğim. Tövbe, daha şimdi Allah’tan akil, fikir, güç kuvvet, umut
ve güven dilemiştim, dileğim makbul mü oldu ne?
Şükürler olsun Allah’ım... Mücadeleye şimdi başlayacağım.
Ben de gelecek evlatlarım İçin bulabilecekleri kadar iz bırakıp gidecegim„.
Ertesi sabah gardiyanlar, Rabia Kadir’in açlık grevi ilan ettiğini, konuşmamaya karar verdiğini rapor ettiğinde, cezaevi müdürii
biraz telaşlandı. 0 sorgu hakimlerinin dün biraz sınırı geçtiklerini
düşünerek eğer benim idarem döneminde bir terslik olursa hem
^kandan hem halktan ayni anda tokat yerim diye korktu. Sorgu
hakimleri geldiler. Onlar da derece derece yukarıya rapor edip
sonunda Wang Leçuan’in “Sorgulamayı sakin durdurmayın!” şeklindeki telefonla verdiği talimatı aldıktan sonra gündelik işlerine
başladılar. Rabia, sorgu odasına emin adımlarla girip onlara guru-rlu
217
bir şekilde dikilip oturdu. Ama ses çıkarmadı. Sorgu hakimleri,
kendileri sırayla konuşarak saatleri doldurdular. Akşam Rabia’yi
gözlemek İçin bir Çinli ve bir Uygur tutukluyu getirip koydular.
Ertesi sabah Rabia Kadir’in açlık grevi ilan ettiğini duyan
kadınların hepsi sabah kahvaltısı yapmayı reddettiler. Bu İş iki üç
gün devam etti. Şemşinur adında bir kız 7 gün kadar hiçbir şey
yemeden Rabia’ya destek verdi. 8. günündeki sorguda Ra-bia
halsizleşmekte olduğunu fark etti, onun gözleri kararıp başı dönmeye
başladı. Sorgu hakimleri, her gün masaya lezzetli yemekleri, kimyon
kokulu kebaplan, kızarmış piliçleri getirip dizerek Rabia’yi yemeye,
konuşmaya zorladılar. Rabia bakmadığı zaman kendileri yediler,
özellikle Rabia’yi gözlemekle görevlendirilen iki tutuklunun şansı
yaver gitti. Bir hafta içerisinde onlar 105 no’lıı hücreye dizilerek
konulan yemeklerle yıllarca aç kalan karınlarım doyurmakta idiler.
9. gününde Rabia’yı sorguya gardiyanlar destekleyip
götürdüler. O fazla geçmeden sorgu odasında bayıldı. Rabia Kadir,
özel olarak hazırlanan yatağa yatırılıp ayaklan ve belinden sıkı
bağlanırken kendine geldi. Rabia’nm açlık grevi ilan ettiği haberi Çin
Kamu Güvenliği Bakanlığındaki yetkililerin kulaklarına ulaştı. Onlar
yerel yöneticilere “Hemen tedbir alarak Ra-bia’nın sağlığını
iyileştirin, Amerika onu soruyor, bir iş olursa, sorumluluğun bedeli
ağır olacak” şeklinde talimat verdiler.
Bu talimattan sonra “Ölürse ölür” diyenlerin ödü patladı. En
tedbirli psikologlar, usta doktorlar gelerek Rabia’yı kurtarma
operasyonuna başladılar. Onun bileklerinden iğneyle glikoz verildi,
makatından plastik boruyla süt verildi, ağzını açıp sıvı damlatmak
için yarım saat uğraşan doktorlar onun ayıldığını görünce sevindiler.
Bir büyük doktor sevecenlikle:
“Rabia Hanım, fazla zahmet etmeyin, yemeyerek içmeyerek
de ölemezsiniz, çünkü sizin ölmenize hükümet izin vermiyor.
Görüyorsunuz, bunlar size çeşitli çare ve tedbirlerle yemek
yedirecekler. Ben doktorum, sizin hayatınızı garanti altına almak
218
benim görevim, en iyisi ne talebiniz varsa bana söyleyin, ben onlara
ulaştırıp hallatmeye çalışacağım” dedi.
Rabia, bin bir zorlukla başını sallayarak seslendi:
“Buraya Adliye, Mahkeme, Güvenlik ve Emniyet
Bakanlıklarının yetkilileri gelsinler. Onlara talebimi söyleyeceğim”
dedi Rabia yavaşça. Rabia’nın ilk şartı tez vakitte yerine getirildi.
“Devleti hukukla yöneteceğiz diyordunuz, hani?” diye
yavaşça konuşmaya başladı Rabia. Derin bir nefes alıp onlara teker
teker baktıktan sonra devam etti “En basiti kendinizin belirlediği tek
yanlı kanunlarınıza da uymuyorsunuz, ben şahsen kendimin,
cezaevindeki suçsuz tutukluların, milletimin, kısacası halkımın insan
haklarını korumak için meydana çıktım. Bütün Uygurlara, 1 milyar
300 milyon Çin halkına ve dünya halkına haklı taleplerimle hayatımı
feda etme kararını aldım. Eğer gerçekten dinlemek isterseniz ilk
taleplerimi ortaya koyacağım:
“Haydi söyleyin, bütün talep ve şartlarınızı yerine getirmeye
çalışacağız” dedi bakanlar. Onlar, akşam merkezin bununla ilgili
talimatını aldıktan sonra işin inceliğini düşünerek eğer bir iş çıkarsa
merkeze cevap vermenin zor olacağının farkına varmışlardı. Onlar:
“Rabia Kadir, merkezin talimatı var, sizin hayatınız her
şeyden önemli, şartınızı söyleyin.” Yetkililer Rabia’ya baktılar.
“O zaman dinleyin.” Rabia’nın sesi yükseldi. “Birincisi, bana
göstere göstere tutuklu çocukları döverek işkence ettiniz, bu tür
yasadışı davranışlar derhal durdurulsun. İkincisi, yüzlerce Uygur kız
ve kadın sorgusuz sualsiz yatıyor. Bazıları iki yıldan beri
sorgulanmamış. Aralarında ne suç işlediklerini bilmeyenler de var.
Bu tür yasadışı duruma son verilsin. Üçüncüsu, müslüman tutuklulara domuz eti yedirme gibi yasadışı davranışlar durdurulsun.
Dördüncüsü, gardiyanların kasıtlı sorun yaratıp tutuklulara
sövmeleri, onları aşağılamaları, manevi işkenceye tabi tutmaları gibi
yasadışı davranışları durdurulsun. Beşincisi, tutukluların konuşma,
gazete, kitap okuma, radyo dinleme ve şarkı söyleme gibi en doğal
219
kişilik haklarının çiğnenmesi durdurulsun. Akıncısı, benim
çocuklarımla haftada bir kez konuşmama, haftada iki kez banyo
yapmama izin verilsin. Bu talepler zaten sizin kanunlarınızda olup
yerine getirilmeyen meselelerdir. Ben bunu hem merkeze hem
dünyaya anlatacağım. Eğer taleplerim yerine getirilirse yemek
yiyeceğim, konuşacağım.” Rabia Kadir konuşmasını bitirdi.
Bütün taleplerinizi koşulsuz yerine getireceğiz, size söz
vereceğiz.” Yetkililer birbirlerine baktıktan sonra başlarım salladılar.
Yetkililer korktular. Rabia’nın kocası Amerika’da, o yabancı ülkenin
radyosunda sürekli konuşuyor. Rabia’nın Devlet Siyasi İstişare
Kurulu’nda hala etkisi var. Yerel cezaevlerinde alışkanlık hâline
gelen bu davranışlar yukarıya, özellikle yurtdışına ulaşırsa kendi
makamlarını koruyamayacaklarını düşünen yetkililer, yarım gün
gizli toplantı yaptıktan sonra cezaevinde, gardiyanlarda ve sorgu
hakimlerinde değişiklikler görülmeye başladı. Her gün duyulan
adam dövme, küfretme sesleri duyulmaz oldu. Kızlar ve kadınlar
sorgulanmaya başladılar. Domuz eti kokusu kayboldu. Öbür tarafa
geçerken de, bu tarafa geçerken de Rabia’ya kötü gözle bakan, kasten
küfreden, tartaklayan gardiyanlar başlarını yere eğerek sessizce ya da
yalandan gülümseyerek geçmeye başladılar.
“Vay, bu cezaevini biz mi idare edeceğiz, yoksa Rabiamı?
Krallar gibi yaşıyorduk, nereden çıktı bu belâ, büyüklerin
hepsini önüne getirip bizim cennetimizi yıktı yahu?” dedi cezaevinde
her gün tutukluların paralarını kandırarak alıp dört çocuğuna bakan
yaşlı kadın gardiyan, cezaevi müdürüne yakınarak. Cezaevi müdürü
suratını asarak ona kötü kötü baktı:
“Beni rahat bırak, yetkililerin niyetleri kötü, her şeyi üzerime
yükleyip beni devireceğe benziyorlar, hey, bu Rabia’yı merkezden
bize casus olarak mı koydular ne?
Tutuklular rahat bir nefes aldılar. Ama Rabia’nın sorgusu
devam etti:
“Suçunu kabul ediyor musun etmiyor musun?”
220
“Benim hiç bir suçum yok.”
Bu konu çerçevesinde sorgulama her gün iki defa yapılıyordu.
Bir gün Rabia, biraz kendini toparladıktan sonra 105 no’lu hücrede
oturup Tahir’in Zühre’ye hitap ederek söylediği şarkısını kendisine
uyarlayıp şunları söyledi:
Uygur halkım, hürlük için ateş olup yandım şimdi, Gece
gündüz vuslat için düşman eline düştüm şimdi. Rabia diye adım
kaldı, figan ile derdim kaldı,
Zindan beni koynuna aldı hasret ile gittim şimdi.
Rabia şarkısını kesip derin nefesle içini çekerken bütün
hücrelerden bu şarkı koro şeklinde yankılanmaya başladı. Tutuklu
hanımların kalplerini titreten, kalplerinin derinliklerinden fışkırıp
çıkan bu acıklı şarkıyı gardiyanların sopalarıyla kapılara vurarak
bağırmaları da engelleyemedi.
Ondan itibaren cezaevi hücrelerinde Rabia’nın öncülük
etmesiyle tıpkı Çinlilerin her gün sabah zorla söylettikleri “Doğu
kızardı, güneş doğdu” şarkısı gibi, sabah “İz” şarkısı, akşam “Zühre
Canım”, “Vücudum Yaprak”(tenlirim yaprak), “Rabia Anamız
Hani?”, “Geri Dönme, İlerle”(Keyningge mangma, al-dıngga mang),
“Doğu Türkistan” gibi şarkılar söylenmeye, şiirler okunmaya başladı.
Bazı şarkı ve şiirleri Rabia Kadir kendisi yazarak okuyordu.
Acaba Son Görüşme mi?
Bugün sorgu hakimleri Rabia Kadir’i formalite gereği şöyle
böyle sorguladıktan sonra ona şöyle dediler:
“Bugün öğlenden sonra seni sorgulamayacağız, bir iyi
haberimiz var, çoluk çocuğunla görüşeceksin, dikkat edilecek işleri ve
kuralları cezaevi polisleri sana anlatacaklar. Ama söylemeliyiz ki, ne
dersem yerine getireceklermiş diye kibirlenme, sen dada
mahkemenin hükmünü almadın, kanuna göre hüküm kesilmeden
kimseyle görüştürülmez. Bu defa belki senin son görüşmen olabilir?”
221
Rabia, 105 no’lu hücreye girdikten sonra eli hiçbir işe varmadı.
Yemeğini hazırlayıp masaya koydu, ama bir türlü yiyesi gelmedi,
iştahı birden kesildi. Onun kalbi sevinçten çarpıyorsa da, gönlü yine
de perişandı. Sorgu hakimlerinin “Çocuklarınla görüşeceksin”
sözüyle “son görüşmen olabilir” sözü arasında bir korkunun gölgesi
beliriyordu. Ne olursa olsun, hazırlanmak gerekti, Rabia tertemiz
yıkanıp tarandı, güzel elbiselerini giydi, makyajını da yaptı ve
çocuklarıyla görüşecek zamanı sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Saat 12.00 sularında kadın gardiyan sallanarak gelip kapıyı
açtı ve Rabia’ya dikkatle baktıktan sonra sırıttı:
“Eyvah, sorgu hakimleri sana söylemiş demek ha,
hazırlanmışsın, ben de güzel haberi verip müjdemi alacağım diye
düşünüp acele etmişim”. Gardiyan, Rabia’yı alarak hücre ve
odalardan geçerek bekleme odasına getirdi. Mütevazi, ama masa,
sandalye ve koltukların konulduğu bu evin aslında ofis olduğu,
Rabia için hazırlandığı belli idi. Rabia, biraz bekledikten sonra aniden
kapı açıldı. O, kapıdan fırlayarak içeri giren çocuklarını bağrına bastı.
Onlar ağlaştılar. Çocuklar sessizce ağlayarak gözlerinden yaş
döküyorlardı. Rabia, kesinlikle ağlamayacağım diye hazırlandıy-sa
da kendisine hakim olamadı. O, sonunda için için ağlayarak içini
boşalttıktan sonra çocuklarını avutmak zorunda kaldı. Rabia ile
görüşmeye oğlu Kahar, Ablikim, Alim, kızı Roşengül ve sekreteri
Ayşegül için izin verilmişti. Çocuklar koltukta oturdular, Rabia
karşıdaki sandalyeye oturdu. İki tarafa da neyin yapılması, neyin
yapılmaması, neyin söylenmesi, neyin söylenmemesi konusunda
uzun uzun ders verildiği için kimse aceleyle bir şey söylemeye
cesaret edemedi. Çocukların hepsi annelerine bakıyorlar ve yine için
için ağlamaya başlıyorlardı. Rabia ise:
Ağlamayın çocuklarım, cesaretli olun, kader kısmet işte böyle
bir şey dedi ve soğukkanlılıkla içini çekerek konuşmaya devam etti,
çocuklarım, benim gözlerimden hapiste yattığım için değil,
Anne mihri, anne sevgisi dediğimiz duygu ayrılık ve
kavuşma anlarından ön plana geçer. Çocuklar, annelerinden
222
ayrılırken nasıl ağladılarsa, bugün anneleriyle görüştüklerinde de
öyle duygu içerisinde ağlıyorlardı.
“Ah Allahim, çocuklarımı bir görsem gam yemezdim”. Rabia
bu sözü defalarca söylemişti, bugün dileği gerçekleşip çocuklarıyla
görüşürken kalbinden sevinç ve mutluluk değil, daha yüksek arzu ve
hasretlerin kıvılcımları parlamakta.
“Halkımın durumu nasıl? Halkı yine iutukluyorlar mı? Ramile ve onlarla birlikte tutuklananlar ne oldu?” diye sordu Rabia
ağlamasını kesemeyip gözyaşlarını silmekte olan Ayşegül’e.
“iki çocuğu ertesi gün bıraktılar, Ramile’yi dört gün sonra
bıraktılar. Hepsi sağ salim çalışıyorlar” dedi Ayşegül.
“Kahar oğlum, ya sen?”
“İyiyim anne, Aksu’dan 70 bin dönüm tarlayı kiralamıştım,
altı katlı bir bina yaptırmak istiyorum, restaurant ve otel açmak
istiyorum, bu işlerle...
“Roşengül kızım, ya sen?
“Hepimiz iyiyiz anne, üniversiteyi bitirdim, Trafik Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum.
“Ablikim, bütün iş senin üzerine kaldı, oğlum, işlerin nasıl?”.
“Yeni bina bitti, kiraya verdim, büyük restaurant açtım, şu
anda müşteriler öyle çok ki, işler çok yoğun anne.
“Oğlum Alim, senin okulun nasıl gidiyor?, Diğer işlerin
nasıl?”.
“Anne üniversiteyi bu yıl bitirirsem doktor olacağım,
şirketimizin hukukla ilgili işlem ve belgelerini düzenliyorum. Alacak
verecek işlerindeki borçları bitirdim. Bir kaç yerde Fastfood Lokantası
açmak için işlemleri bitirdim, ardıardına 7-8 yerde Fastfood Lokantası
açmamız mümkün. Dünyada günlük geliri en iyi olan ticaret
Fastfood Lokantalarıdır anne”.
223
“Kıknuslardan haber var mı?”. Rabia şimdi Amerika’daki
çocuklarını sormaya başladı. Ablikim acele etmeden bir bir cevap
verdi.
“Sıddıkhacı babam, çocukların hepsini alarak Oklahoma
Eyaleti’ne taşınmış, manzarası güzel, Urumçi gibi havası kurak,
yiyecek içecekleri ucuz ve bereketli bir yer olsa gerek, üstelik
babamızın hemşehrileri varmış. Rahile, eşiyle birlikte yarımgün
çalışarak okuyormuş. Oğlu İliyar kreşteymiş. Akide inşaat
mühendisliği alanında, Hanzohre müsbet ilimler alanında, Mustafa
ortaokulda, Kıknus ilkokulda okuyormuş. Onlar gider gitmez bir ev
satın almışlar, şimdi bir ev daha satın alarak kiraya vermişler. Hepsi
çok iyiler, devamlı telefonlaşıyoruz, anne.”
“Aile içi işleri aşan sözleri söylemeyin!” Ciddi, ama alçak sesle
uyardı bir kenarda bakıp duran polis onları.
“Tursun ağabeyinizden haber var mı?”
“Tursun ağabeyim, o gidişten sonra hiç dönmedi, anne,
Avustralya’ya yerleşecek gibi. Geçenlerde telefon açmış.”
“Amerika lafını kestirdim, şimdi Avustralya
ediyorsunuz, dikkatli olun!” Polis yine konuşmayı böldü.
lafını
“Çocuklarım, biliyorsunuz, bu beklenmedik bir anda oldu,
anneniz suçsuz, ben sizi mahcup edecek, sizi utandıracak bir şey
yapmadım. Ben sadece halkım için yapmam gereken işleri yaptım.
Her şey netleşince aklanarak çıkacağıma inanıyorum. Siz dayanıklı
olun, cesaretli olun, akıllı tedbirli olun, uyanık olun, şirketin işlerini
kanunla idare edin, söylediklerinize çok dikkat edin, alacak verecek
işlerinde adil olun,,yoldan çıkma, handan korkma’ derler ya, halk,
vatan ve millet için gurur verici işleri yapmak hepimizin borcudur.
Ben milletime, halkıma ve vatanıma kendini adayan ve onlar için
bedel ödemeye hazır iradeli bir Uygur an-nesiyim. Ben kendimle
gurur duyuyorum. Bana insan gibi yaşamayı nasip eyleyen ve beni
doğru yola sevk eden Allah’a sonsuz şükrediyorum. Kimsenin
karşısında dilim tutulmaz. Siz de hiçbir şeyden korkmayın, yiğit gibi
224
yaşayın!” Rabia gittikçe heyecana gelip yüksek sesle konuşmaya
başladı, ayrıca aile içi işleri aşıp polislerin koydukları çizgiyi geçerek
konuşmaya başlamıştı. Bunları gözleyen polis yine “Olmadı”
anlamında başını salladı. Yandaki evde televizyon ekranında
konuşmaları aynen izleyen ve dinleyen dört sorgu hakimi ayağa
kalkarak Rabia Kadir’in çocuklarıyla görüşmekte olduğu odaya girdi.
Aralarından birisi, çocukların büyüğü olan Kahar’a bakarak şöyle
dedi:
“İşte, anneniz partimizin şefkatine asilik edip kanuna karşı
suç işledi. Siz annenizle konuşup günahını anlamasına, suçunu kabul
etmesine yardımcı olun, yoksa bu görüşmeniz son görüşme olacak”
dedi.
“Hey Kahar” dedi bir başka polis ardından “sen Amerika’yla
telefonla sürekli konuşuyorsun ya? Üvey baban Sıddıkhacı’ya söyle,
Özgür Asya Radyosu’ndaki bize karşı saldırısını hemen durdursun.
Yoksa annenizin sonu iyi olmayacak, eğer şirkette iyi çalışıp para
kazanacağım diyorsanız, önce anneniz ve babanız partimizin sözünü
dinlesin. Anladınız mı? Yoksa kimse zengin olacağım diye hayal
etmesin. Babana bu sözlerin hepsini söyle.
İhtiyar Çinli sorgu hakiminin işaretinden sonra gözcü polis
saatine bakarak:
“Ziyaret zamanı doldu, şimdi dönün” diye bağırdı. Rabia
ayağa kalkarak Ayşegül ve çocuklarıyla teker teker sarılarak vedalaştı.
Polis amirinin “Son defa” sözü hem Rabia’nın kalbine hem
çocukların kalbine taş gibi oturmuştu. Kesilmeyen ağlamaya da o son
söz sebep olmuştu. Rabia, akşam yatakta sevinç, mutluluk ile üzüntü
karışık bir duyguyla ne gülebildi, ne ağlayabildi.
Ölümden Dönen Mahkum
Bugün 9 Mart 2000. Rabia cezaevine gireli tam altı ay oldu. O
her zamanki gibi sabah uyandı. -Hücrenin küçücük bacasından göğün
225
ağarmış bir parçası gözüküyordu. Sabah namazı vakti olmuş diye
tahmin etti Rabia sırtüstü yatarken. O gece üç dört defa kabus gördü.
Simsiyah korkunç bir ejderha onu yakalamaya çalışıyordu. Rabia
telaşla arkasına çekiliyordu. O, gördüğü rüyanın gerisini
hatırlayamadı. Aniden ayak sesi duyuldu. Bu ses, gardiyanın gelmekte
olduğunu haber veriyordu. Arada aşçının sinirli sesi de duyuldu.
“Azrail geldi, millet uyanın.” Karşıdaki hücreden Şemşinur’un sesi duyuldu. Bütün hücrelerde patırtı gürültü koptu.
“Kimmiş? Hangi hücre, görenler bağırsın.”
“Gardiyan 105’i açıyor! Allah sen koru!”
İdam cezasına mahkum edilecek ya da infaz edilecek tutuklulara sabah saat 04:00-05:00 sularında beş çeşit yemek verilirdi. Saat
07:00-08:00 sularında götürülürdü.
“Yukarının talimatı, şimdi aldık”. Kadın gardiyan suratını
asarak. Çince konuştuktan sonra peşinden giren aşçıya masayı
göst‫؟‬rdi. Aşçı elindeki geniş tepsiyi masaya) koydu. Tepside'bir ziyafet
çekmeye yeterli yemek vardı. Bir kase pilav, bir kase ma-kama çorbası,
bir tabak etli kavumia, iki tabak etsiz kavurma, demlenmiş çay...
Bunun son yemek, yani vedalaşma ziyafeti olduğunu Rabia
da iyi biliyordu. Bu tepsiye gardiyanla da “Ecel sofrası” derler, di.
Gardiyan ile aşçı konuşmadan çıkıp gittiler. Aşçı kapıya geld-iginde
başını yavaşça kaldırıp arkasına döndü ve Rabia’ya üzgün bir hâlde
baktıktan sonra çıkıp gitti. 0 esnada Rabia, onun gö-zlerinden
damlayan gözyaşını gördü. Rabia, her şeyi anladı, ama ne diyeceğini,
ne yapacağım, hatta ne düşüneceğini şaşırarak bir an öylece kaldı.
Köşedeki bir hücreden yavaş, ama titrek bir sesle çıkan kıraat sesi
Rabia’yı kendine getirdi. Aminhan Büvim, Yasin okuyordu.
Rabia, derhal ayağa kalkarak abdest alıp iki rekat sünnet
namazı, ardından iki rekat farz namazı kıldı, selamdan sonra iki
avucunu yanyana getirip göğün gözüktüğü bacaya bakarak dua etti.
Onun büttin vücudu hafifçe titriyordu. Kalbinden fışkıran bir rahatlık
duygusunun idrakine vardı. Gönlünde ise sevinç duygusu
226
coşuyordu. O, her şeyi doğru yaptığından emin olarak gururla AlJah’a emanetini teslim etmeye hazırlanmıştı.
“Binlerce şükürler olsun, ey, Allah’ım, beni düşmanın önünde
yere baktırmadın.
Binlerce şükürler olsun ki, beni hayatımda mertlerce yaşattın.
Vatanim, milletim ve halkım İçin çalışmaya güç verdin, akil
verdin, şükürler olsun Allah’ım.
Ey kardeşlerim, amin deyiniz, müslümanlar, Hıristiyan'lar,
BudiStler... Hapis arkadaşlarım amin deyiniz! Bütün cansız ale-mi,
insanoğlunu yaradan yüce Allah’ım, nur İçinde ışıldayan 99 isminin
hürmeti için, amin!
Kur an, Tevrat, İncil ve Zebur gibi kutsal kitaplarının hak ve
hürmeti için, amin!
Bütün peygamberlerin, Hazreti Adem, Havva Anam, Cebrail,
İbrahim, İsa Aleyhisselam, son peygamberimiz Muhammed Sallallahu aleyhisselam’ın ve sahabelerinin hürmeti için, amin!
Yarattığın iki dünyanın, cennetin ve cehennemin hikmeti için
sana yalvararak feryat ediyorum, ey eşi olmayan yüce Allah’ım, beni
öldürme! Ruhumu meleğe dönüştürüp yüksek göklere uçurarak
götür, şehitlik mertebesini nasip eyle, amin!
Çin istilacılarının pis ayakları altında ezilip öbür dünyanın
azabını bu dünyada çekmekte olan Uygur milletinin kurtuluşu için
niyet ettim. Bana güç ver, kudret bağışla, amin!
Bana, hayat gerek, bana azatlık gerek, bana özgürlük gerek,
beni ve halkımı murat ve maksatlarına ulaştır Allah’ım, amin.
Vatanım Doğu Türkistan’ı pis Çin komünistlerinin
zulmünden kurtarıp halkımı bağımsız devletine kavuştur, amin!”.
“Amin., amin...amin..
Sabah sabah cezaevi hücrelerinden yankılanan “amin” sesi
dehşetli gök gürültüsü gibi ve heybetli müzik sesi gibi bir yükselerek
227
bir alçalarak yürekleri ezmekte idi. Rabia Kadir göğe bakıp
yalvarmakta, kalbi parçalanarak ağlamakta, feryat etmekte, ah
çekmekte, inlemekte... amin!
Rabia Kadir gururlu bir biçimde şöyle dedi:
“Ölümden korkmayacağım, halkımın kurtuluşu için yapmak
istediğim pek çok işi yapamadım, bu yolda kendimi 30 yıl
yetiştirdim. Ey yüce Allah, yüklediğin görevleri yerine getirmem için
bana güç ver, akıl ver, cesaret ve fırsat ver, amin!
“Elveda Rabia Ana, yolunuza biz daima hazırız.
“Güle güle Rabia Ana, hakkınızı helal edin!”
“Rabia Hanım, merak etmeyin, vatanı bağımsızlığına kavuşturuncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz. amin!” “İz” şarkısı
bütün cezaevini sarstı. Rabia, duadan sonra yavaşça ayağa
kalktığında gerçekten melekler gibi hafiflediğini hissetti. O, yavaşça
sandığı açarak uzun ve beyaz, kar gibi berrak takım elbisesini üzerine
giydi. Üstüne simsiyah, dik yakalı, dar paltosunu giydi, ayaklarına
siyah konçlu çizmesini giydi. Bembeyaz kuş tüyü gibi samur kürklü
kalpağını başına giydi. Onun örülmemiş kıvırcık saçları dizlerinden
bir karış aşağısına kadar inmiş, hafifçe sallanıyordu. Rabia yavaşça
yürüyerek demir parmaklı kapının yanına geldiğinde bütün
hücrelerdeki abla ve kardeşleri:
“Ah, güzel Rabia Ana, meleğe dönüşmüşsünüz!” diye bağırdılar.
Rabia’nm simsiyah kaşları altında kartalın gözleri gibi keskin
bakışlı gözleri yavaş yavaş süzülerek bütün hücrelerdeki lerle
vedalaşmakta, helâllaşmakta idi. Ağır Çin zulmünden ruhu sönmüş,
kalbi kırılmış, yüreği parçalanmış, vücudu zayıf düşmüş, gözleri
yumulmuş, belleri bükülmüş, yüzü sararmış zavallı Uygur kızları,
Uygur kadınları, Uygur anneleri Rabia’ya imrenerek bakmakta idiler.
Onların gözleri önünde beyaz atma binen, gümüş saplı keskin kılıcını
oynatan, on binlerce atlı yiğide öncü olarak surları yıkarak gelmekte
olan Tomaris canlandı. Onların gözleri önünde Saidiye ülkesini ilmin
nuruyla aydınlatan, heybetli saraylarda makam müziğini yankılatan
228
Amannisahan canlandı. Onların gözleri önünde Çin hanlarının
şehvetli hevesini yerle bir eden, Uygur kadınlarının iffet namusunu
hayatı pahasına koruyan İparhan canlandı. Onların gözleri önünde
istilacı Mançu yöneticilerinin kara kalbine intikam hançerini saplayan
kahraman Naziğim canlandı. Onların gözleri önünde kurtuluş
savaşçısını korumak uğruna aziz hayatını feda eden Rızvangül
canlandı. Onların gözlerine, halkın özgürlük ve kurtuluşu için
fedailer gibi savaşan kahraman Hediçahan yine emir veriyormuş gibi
gözüktü.
Rabia’nın cesaretine, güzelliğine hayran olan sorgu hakimi,
polis ve gardiyanlar da birer birer gelip onu gördükten sonra gittiler.
Keyfi uçan Çinli polisler, rabia’ya bakıp sırıtıyorlardı. Uygur polis ve
vatandaşlar gözleri yaşlı halde vedalaştılar.
“Amirim, Rabia’mn eline kelepçe takacak mıyız?” Amir
cevap vermeden önce Rabia konuştu.
“Takın, altın bilezikler ışıldayan bileklerime demir kelepçe
yakışır.”
“Amirim, Rabia’nın ayaklarına zincir takacak mıyız?”
Yine Rabia cevap verdi:
‘’Takın,
duyulsun.’’
zincirlerin
şıkırtı
sesleri
matem
müziği
gibi
Rabia’nın önünde, arkasında ve iki yanında ikişerden
otomatik tüfekli asker vardı. Onlar Rabia’yı sararak zindandan
çıkardılar.
“Elveda kardeşlerim, hakkınızı helal ediniz!”
Rabia, bütün hücrelerdeki kız. ve kadınlara yüksek sesle
dalaştılar, dua ettiler.
Rabia, soğukkanlılıkla adım atıyordu, başını dik tutup
gülümseyerek yürüyordu, o daha da canlanmıştı, kendisiyle gurur
duyuyordu. Ölüm ona düğün gibi geliyordu. Onun içinden bir çeşit
yiğitçe gülüş ve zafer sevinci fışkırıyordu. Dışarı çıktığında Rabia
229
şaşkınlıktan dona kaldı. Onu götürecek yüzlerce arabada silahlı
askerler ciddi bir biçimde oturuyorlardı, önünde ışıklı arabalar
sirenlerini çalarak öncülük ediyordu. Gökte askerler helikopterden
gözetleyerek gidiyorlardı. Rabia’yı sanki birisi topraktan aniden çıkıp
veya gökten aniden birisi inip kaçıracakmış gibi koruyarak gitmekte
olan araba konvoyu Urumçi’ye girip Cenubiy Kovuk (Güney kapı)u
dolaşarak Tanrıdağ Bölgesi Orta Dereceli Mahkeme binasının önüne
geldiğinde durdu.
“Bugün Rabia’yı mahkemede yargılayıp idam edeceklermiş”
şeklinde bir haber şehre yayılmıştı, insanlar sokakları doldurmuştu.
Uygurlar ağlayarak el işareti yapıp vedalaştılar. Rabia’yı son defa
görmek için boyunlarını uzatarak baktılar, çok sayıdaki Çinli de
Rabia’nm yaptılarından mı ya da halkın eğiliminden mi etkilendiler
veya kendi hükümetine olan nefretinden mi bilinmez, ama farkında
olarak veya olmayarak ellerini sallayıp saygı gösterdiler. Mahkeme
binasının önüne 5-6 bin kişi toplanmıştı. Rabia, arabadan inip
arkasına dönerek halkı selamladıktan sonra cesur adımlarla
mahkeme binasına yürüdü. Binanın içi, siyah takım elbiseli, güneş
gözlüklü, korkunç suratlı Çinlilerle dolmuştu. Bir salonda beyaz
önlük giyen doktorlar telaşlı telaşlı geziniyorlardı. “İdam edilecek
insanın organlarım*alıp satıyorlar” diyorlardı, demek ki, gerçekmiş,
bunlar da beyaz arabalarıyla hazır olmuşlar diye düşündü Rabia,
doktorlara dikkatle baktıktan sonra. Gerçekten de özel hazırlanmış
doktorlar, Rabia’nın bütün organlarına dikkatle bakıyor, ellerindeki
aletlerle kontrol ediyor, ellerindeki Mahkeme not defterine “Normal,
sağlam, iyi” gibi yazılar yazıyorlardı.
Rabia, mahkeme salonuna girince daha da şaşırdı. Karşısında
bir Uygur, iki Çinli hakim oturuyordu. Yan tarafta bir katip, iki
davacı, sol tarafta iki avukat, karşıda bir boş sandalye, yani Rabia’nın
yeri vardı. Mahkeme salonunda başka kimse yoktu. Şehir
sokaklarındaki, mahkeme binası önündeki binlerce insanın aksine
mahkeme salonu boş ve sessizdi.
230
Pekin’den gelen mühürlü zarfı henüz kimse açmamış olsa
gerek, onun içindeki gizli mektuptan bütün Çinli yöneticiler haber
Sızmış gibi ‘’Rabia Kadir, kesin idama mahkum olacak’’ şeklindeki
tahminlerle hareket etmeye başlamıştı.
Ortada oturan Uygur hakim, davacı, avukat denen polisler,
önceden hazırlık yaparak ezberledikleri mahkeme diyaloglanm
okuyup işlemleri tamamladıktan soma ayağa kalktılar ve görevli,
elindeki kağıtta yazan hüküm karanını) diksek sesle okumaya
başladı:
“Rabia Kadir,... devlet sırrını yabancılara verme, milli
bölücülere yardim etme gerekçesiyle.... suçlanarak 8 yıllık hapis
cezasına mahkum edilmiştir”.
Mahkeme binası içindekiler aceleyle kendilerini dışarı attılar.
“Müjde, Rabia Kadir idama mahkum edilmedi, 8 yıl kesildi.”
Dünyada yine böyle bir gerçek de varmış, insanin başına musi.
bet yaklaştığında ondan hafifi yine de bir şans gibi geliyormuş. Birisinin
çocuğu suda boğulup üç gün cesedi bulunamayınca, yasını tutanlar
çocuğunun cesedine ulaşmayı Allah’tan dilemişler, 0 gün çocuklar
“Müjde, ceset bulundu” diye bağırarak girdiğinde herkes sevinmiş.
Tıpkı bunun gibi, Rabia’nm idam cezasına mah-kum edilmediği, hatta 8
yıllık hapis cezası alması da insanlara müjde gibi geldi.
Rabia Kadir, yine ayni gözdağıyla Liudavan Cezaevi’ne geri
getirildi. Kişiler, yol boyunca sevinç çığlıkları atmaktaydılar. Cezaevindekiler Rabia’yı hücreye ginueden şarkı söyleyerek kut-ladılar.
Uygur polisleri de sevindi. Ama Rabia bir tüllü sefineme-di, 0 sanki
muradına eremeyen aşık gibi üzülerek ağladı ve kendi kendine fısıldadı:
“Şükürler olsun Allah’ım, deıuek ki, vatanı kurtarma gibi
kutsal görev bana yüklendi”.
Liudavan Cezaevi’nin yakın tarihinde sessizce yaşanan ölüm
olayları sayısız olsa da, tutukluların gözleri önünde yaşanan “7.
hücredeki kanlı facia” en dehşetli olay olarak kayda geçti.
231
1993 yılının yazında Çin komünistleri Kaşgar, Aksu, Hoten ve
Urumçi’de bir gecede Abdulhekim Mahsum’un talebeleri diye
300’den fazla Uygur gencini tutuklayıp Urumçi Liudavan Cezaevi’ne
naklettiler. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurmayı amaç edinen
Obulkasım ve onun arkadaşları Liudavan Cezaevi’nin 1. Blok 7.
hücresine kapatıldılar. Tutuklular, dehşetli ağır cezalara boanın
eğmeden, örgütsel gizliliği açığa çıkarmadan kahramanca göğüs
gerdi. 18 Mart 1994 sabahında cezaevi gardiyanları, kıpkırmızı kana
boyanıp yatan Obulkasım’ı yine sorgulamaya götürmek İçin 7.
hücrenin kapısını açtı. Obulkasım’ın arkadaşları insanlık dışı
vahşilikleri protesto ederek Obulkasım’ı vermeyi reddettiler. Onlar
gözdağı vererek İçeri girmek isteyen silahlı askerleri engellediler.
Tam 0 sırada, 20 yaş civarındaki bir Çinli asker hiç tereddüt etmeden
otomatik silâhını doğrulttıp 7. hücrenin İçine bir şarjör mermiyi
boşalttı. Hücreden “Yok olsun Çin istilacılarıYaşasın Doğu
Türkistan’ın azatlığı” şeklinde sloganlar yükseldi. Arkasından
ortalığı derin bir sessizlik sardı. Bütün hücrelerin kapı deliklerinden
bakan yüzlerce tutuklu, 7. hücrenin demir kapısının altından
yayılarak akan kızıl kanı gördüler ve bu korkunç olaya şahit oldular.
Onlar alçak sesle ke-lime-i şehadet getirdiler. Çinli gardiyanlar, kısa
vakit içerisinde 4 Uygur gencinin cesedini sürükleyip götürdüler.
Polisler, bu olayı gören, duyan ve konuşanlara idam cezası
verecekleri yaygarasını yayarak bir ay boyunca toplantı yaptılar.
Onlar, tutukluları askerlerin elindeki silahı ele geçilmeye çalışan her
kişi vurulacak diye korkuttular.
Liudavan Cezaevi’ndeki 30-40 hücreye kapatılanların büyük
bir kısmı Uygurdu, bunlar siyasi ve adi suçlular diye iki gruba,
hüküm giymiş ve hüküm giymemiş suçlular diye iki guruba, itiraf
edenler ve itiraf etmeyenler diye iki gmba, parası olanlar ve parası
olmayanlar diye iki guruba ayrılmışlardı. Bu cezaevinde her gün üç
kadın gardiyan nöbet tutuyordu. Üzerine polis üniforması giyen,
yanma elektrikli sopa asan bu gardiyanların gözleri, ağızları ve elleri
tutuklulara eziyet etmekten bir an olsun geri durmadığı İçin
tutuklular onlara “açgözlü kudurmuş köpekler” diyorlardı.
232
Zavallı tutuklular, önce hücrede zulme maruz kalıyorlardı. Bir
odalı hücre sadece Rabia için özel olarak ayrıldıysa da genellikle 7-8
kişi ancak sığacak hücrenin çimento sekisinde 20’den fazla kadın
sıkışarak yatıyordu. Onların kımıldayacak alanı olmadığı İçin gece
boyunca gürültü e kavgadan uyumak mümkün degildi. Özellikle
hava ısınıp 40 dereceye ulaştığı günlerde hücrenin İçi sanki tandıra
benzerdi. Tutuklular sıcak çarptığı İçin hastalansalar da kimse
umursamazdı. Siyasi tutukluların günü daha da zordu, bazen onların
ayaklarına zincir, ellerine kelepçe takılır, eli ayağı birlikte bağlı
tutulurdu. Onlar her zaman önüne eğilerek oturup yemek yerler ve
uyuyorlardı. Onların yemekleri kapıda-ki küçük delikten bırakılırdı.
Sabah su ile buhar ekmeği, öğlen yağsız haşlanarak pişirilen sebze ile
bir buhar ekmeği, akşam makama çorbası ya da sebze çorbası
verilirdi. Parası olanlar siparişine göre pilav, leğmen (özel soslu
makama) gibi yemekleri satın alarak yiyebilirlerdi. Polis ve
gardiyanların açgözlülüğü İşte bu yemeklerden başlardı. Suçlu sayısı
ne kadar çok olursa, bunlar o ölçüde sevinirlerdi. Çünkü onlara
ayrılan yemek parası ne yiyip ne içtikleri kimsenin umrunda değildi.
Aksine tutuklular, zayıflayarak güçten kuvvetten düşerek,
kansızlıktan ya da besin yetersizliğinden hastalanıp ölürlerse, cezaevi
doktorunun ‘’hastalık nedeniyle ölmüştür’’ şeklindeki hükmüyle iş
biterdi. Kısacası gardiyanların söz ve davranışlarından onların bir
çaresini bulup tutukluları hem manevi hem fiziki yönden eziyet
ederek öldürmeyi amaç edindikleri açıkça belliydi. Cezaevi yetkilileri
müdürün planlamasıyla en ucuz fiyattaki kalitesiz un ve pirinçleri
satın alırlardı, sebzeler ise çürümek ve bozulmak üzere olan sebze
yaprakları, hayvanların dahi yemediği sebze kalıntıları idi. Bunlar
toptancı pazarındaki fiyatı indirilmiş en ucuz sebzeler olup, bunlarla
yüz kişilik yemek hazırlandıktan sonra üzerine dört kova suyu
fazladan ilave ederek 600 kişiye paylaştırırlardı. Bunu kimse
soruşturmazdı. Tutuklunun karnı doyar mı doymaz mı, kimsenin
umurunda değildi. İtiraz edenler dayak yerlerdi. Tutukluların
gündelik yemeği için ayrılan paranın önemli kısmı onların cebine
girerdi.
233
Diğer bir tencerede parası olanlar için güzel yemekler
hazırlanırdı. Pazarda bir tabağı 3-5 yuan olan lağmen burada 15-20
yuanden, 8-9 yuan olan pilav 30 yuanden satılıyordu. Böylece onlar
murabahacılıkla kâr ediyorlardı. Üstelik bu yine “suçlularla
ilgilenildi, kolaylık sağlandı” diye övülüyordu. Tutukluların
akrabalarıyla görüşmeleri yasaktı, ama cezaevi bankasına para
yatırmaları, postayla havale etmeleri çok kolaylaştırılmıştı. Kimin
cezaevindeki banka hesabında parası çoksa, gardiyanlar ona özel ilgi
gösterirlerdi. Bazı işlerine göz yumarlardı. Bazı paralı tutuklular
kasten zorbalık yapabiliyorlardı. Çünkü gardiyanlar bu paralılar
aracılığıyla çok gelir elde edebiliyorlardı. Onların her ay aldıkları
maaş, aylık ikramiyesi hem de ‘’küçük hazine’’ den hükümet
kayıtlarına
geçirilmeden
aldıkları
para
dışardaki
devlet
memurlarından birkaç kat daha fazla idi. Onun için cezaevi müdürü
kendi başına kral gibi yaşıyordu.
Ramazan ayı gelince gardiyanların amiri Rabia’ya sevecenlikle;
‘’Rabia, sen milyonersin, cezaevi banka hesabında çok paran
var, sevap işleri yapmayı da çok seviyorsun, biz tavuk pişirip satmak
istiyoruz, sana ne kadar istiyorsan vereceğiz, alır mısın?’’ diye sordu.
“Alacağım” dedi Rabia hemen tereddüt etmeden “bu kadın
bu kadın hücresindeki bütün tutuklulara birden tavuk dağıtacağım,
şartım odur ki, tavuk iyi kızartılıp pişirilmiş oldun, baharatları iyi
ayarlanmış olsun’’.
Böylece, gardiyan polisler pazardan bir tanesini 15 yuanden
aldıkları yaklaşık 600 tavuğu Rabia Kadir’e 60 yuanden sattılar,
yuanden gelir elde etti, yani bir günde her biri bir aylık maaşına
yakın para aldı.
Bir Kurban Bayramı arafesinde gardiyanlar, Rabia Kadir’e
bütün tutuklulara yetecek kadar pilav satarak pek çok gelir elde
ettiler.
Cezaevindeki akrabalarını ziyaret için gelenlere gardiyanların
ortak bir cevabı vardır:
234
“Merak etmeyin, burada her şey bulunur, yiyecek, içecek,
sigara almayız, bulaşıcı hastalıklara dikkat ederiz. Onun için para
alacağız’’.
600 ila 800 arasında değişen kadın tutuklulara her ay bir kere
ziyaretine izin verilen yakınlarının getirdikleri hediyeleri saymak
kolay değildir. Hediyeler tutukluların ellerine doğrudan verilmezdi.
Polisler bu iş için “özel ilgi gösterip” mahsus adam ayırmıştı. Giysi,
sabun ve sigara gibi şeylerin yarısı, bazen hepsi sessizce kaybolurdu.
Tutuklular buna alışıktı. Onlar ‘’ Her neyse, yarısı da olsa elime
ulaştı” diye sevinirlerdi.
Kadınlar cezaevindeki polis ve gardiyanlar, her gün akşam ya
da sabah nöbet süresi dolduğu zaman ceplerini doldurup ağır
çantalarla mutlu bir şekilde evlerine dönseler de, mesaiye başlarken
kapıdan girer girmez yine kudururlardı. Gardiyanların farklı
ölçülerde “adama küfretmediği, dövmediği zaman baş ağrısı çekme”
gibi psikolojik hastalığı olduğunu tutukluların hepsi iyi biliyordu.
Her gün 3-4 tutukluyu dövüp sövmeyen gardiyan evine kesinlikle
sinirli dönerdi ya da o gün uyuyamazdı. Tutukluyu dövüp
sövmekten başka hiçbir görevi olmayan gardiyanlar, her an bir
bahane arayarak fare gibi dolaşıyorlardı. Bazen “Biz gittik” diye
bağırdıktan sonra ayaklarının ucuyla basarak gelip hücrenin
deliğinden birilerini suçüstü yakalar ve hepsine ibret olsun diye
dışarı çıkartıp iyice döverlerdi. Onların bahanelerinin içerisinde en
basit olanı “Benimle dalga geçtin”, “Delikten baktın”, “Yüksek sesle
konuştun”, “Güldün” gibi önemsiz söz ve davranışlara kadar devam
ederdi. Genellikle, tutukluların kulağını çekme, saçını yolma,
çimdikleme, tokat atma, kıçına tekme atma, elini kıvırma, ayaklarını
büküp yıkma, tükürme... gibi şeyler normal ceza olarak sayılırdı.
Canı sıkılan kadın gardiyanlar, güzel Uygur kadınının güzelliğini
kıskanarak “Süslendin” diye salona çıkartıp elektrikli sopasıyla
döver, o kadın korkarak kaçarsa peşinden takip ederek döverlerdi.
Diğerleri eğlenerek seyreder, sert dövemediği zaman alay eder,
dövdüğü zaman gururla kahkaha atarak gülerlerdi. Ayrıca “Kocaya
varacakmış gibi süslendiğine bakın bu kaprislinin” diye söverlerdi.
235
Buna benzer eğlenceler sık sık görülürdü ve bazen saatlerce devam
ederdi, tutuklu bayıldığı ya da fazla kan aktığı zaman kesilirdi.
Bir gün Ma denen kadın gardiyan, bankayı dolandırdı diye
tutuklanıp içeri atılan Zöhre adlı bir Uygur kadını “Benimle dalga
geçerek güldün’’ diye götürüp döverek 52 iskambil kağıdını zorla
yedirmişti. Zöhre kağıdı boğazından geçiremeyip durduğunda,
gardiyan Ma elindeki elektirikli sopayla döverek kağıtları bitinceye
kadar yedirmişti.
Polislerin en önemli işi görevini yerine getirmektir. Terfi
etmek, maaşına zam yaptırmak gibi işlerin hepsi görev sırasında
aldıkları puana bağlı olduğu için, polisler erkek kadın demeden
tutuklayarak içeriye atarlardı, yeter ki bir bahane bulsunlar. Haklıyla
haksızı onlar ayırmazlar. Onların sadece adam tutuklayıp içeri atarak
görevini fazlasıyla yerine getirmeleri önemli. Uygurlara gözdağı
vermek, ruhunu zayıflatmak maksadıyla adam tutuklama sokağa
çıkan Çinli polislerin normal davranışı idi.
Kadınlar cezaevine giren birçok kadın, yıllarca yatmalarına
rağmen sorgulanmadıklarından kendilerinin ne suç işlediklerini
bilmiyorlardı. Hatta soruşturup öğreninceye kadar aylar, yıllar geçerdi. Onlar yeni girenlerle şöyle tanışırlardı:
“Ee., ne yaptınız da girdiniz?”
“Eroin gibi şeylerden bahsediyor polis.”
“Ee, beyaz sigara (eroin) sattınız mı ya da içtiniz mi?”
“Ne? Beyaz sigara denen nedir? Ben sigara içmesini
bilmiyorum ki.’’
Bir Tabak Leğmen (Özel Soslu Makarna) Yeseydim
‘’ İmdat, imdat, ben ölüyorum, bir tabak lağmen yeseydim de
ölseydim. Suçsuz ölüyorum, vah göğsüm… Her gün herkesin
gönlünü karartan bu ağlamaklı inleme sesi, bu çığlık, bu feryat
236
köşedeki hücreden çıkıyordu. Bu ses, cezaevine ne suçla girdiğini
bilmeyen Amine’nin feryadı idi.
Diğerleri onun midesi, bağırsakları iltihaplanmış diyorlardı,
gardiyanlar ise ona hemen hemen her gün eziyet ederlerdi. Dışarıda
ona yardım edecek, gardiyanların evine gidip Amine’ye ilgi gösterin
diye torpil yapacak yakınlan da yoktu. Bir gün onun küçük çocukları
komşusundan 50 yuan borç alarak onunla annelerine meyve, yemiş
getirdi iseler de, gardiyanlar suçunu kabul etmeyen inatçı Amine’nin
hiçbir şeyini almayız diye çocuklarını geri gönderdiler. Böylece
Amine ilk geldiğinde aç kaldı. Açlığa dayanmak mümkün, ama
aşağılanma onun ağrına gitti. O, başlangıçta kocasını öldüren bir
Çinli müslüman kadının ağalık yaptığı bir hücreye kapatıldı. Hücreye
girdiği gün o, Çinli Müslüman kadının emriyle el koyma cezasına
maruz kaldı. 7-8 tutuklu kadın onun getirdiği bohçasındaki bütün
giysi, yüz kremi, diş fırçası, sabun ve havlularına el koyarak
paylaştılar. Ardından üzerindeki elbiselerini de çıkartıp el koydular.
Üzerinde sadece bir donla sutyeni kaldı. Bir zaman sonra bir ihtiyar
kadın sırıtarak gelip bunun sutyeni benim gömleğime uyuyormuş
diye sutyenini de zorla eline geçirdi. Çinli Müslüman kadın için için
ağlayan Amine’yi bağırarak durdurdu ve kirden kararan bir beyaz
tişörtü ona acıyarak verdi. O Amine’ye:
“Evet, şimdi bize benzedin, burada her şey sıfırdan başlar.
Biliyorsun, önce toprak reformu oldu, şimdi zenginlerin mallarına el
koyduk, bundan sonra diktatörlüğün tadını alacaksın, haydi, edep ve
kuralları öğretmeye başlayın” dedi o etrafındakilere. Onlar üşüşüp
gelerek Amine’ye vurmaya, onu çimdiklemeye, taşlamaya başladılar.
“Edep öğretme cezası”nın başlamasıyla kadın ağa yine konuştu:
“Sen artık bizim ailemizin üyesi oldun. Bir ailede her şeyi
senin benim demeden kullanacağız, onun için demin kardeşlerin
fazla eşyalarını paylaştılar, şimdi ailede arada bir kavga dövüşler de
oluyor, söz dinlemeyenler size getirilir’’ dedi ve etrafındakilere
‘’Haydi, başlayın bakıp surmayın’’ diye bağırdı.
237
Niyetleri bozulmuş acımasız kadınlar üşüşerek gelip saçından
sıkı tuttular, birisi onu tokatlamaya başladı, bir kaçı böğrünü
çimdikleyip nerdeyse kopartıyordu. Zavallı Amine can acısıyla çiğhk
atıp kıvrandı. Kadınlar onu dövüyor, alay edip gülüyorlardı. Birileri
erkekler gibi onun göğsünü mıcıklamaya, bacaklarını okşamaya
başladı. Bu ceza Amine bayılana dek devam etti. Bu hücredeki
Amine’yi karşılama faaliyetini nöbetçi gardiyanlar eğlenceyle
seyrediyorlardı. Amine kendine geldiğinde başında ayakta duran
Çinli Müslüman kadın:
“Ayağa kalk, şimdi bizim ailemizin kurallarını öğreneceksin,
bu hücrenin sultanı benim, benim emrimi yerine getirmezsen, polis,
gardiyanlara ispiyonluk edersen, şikayet edersen, bugünkü gibi her
gün dayak yersin. Burada ölürsen, ölünü mutfağın arkasındaki
kuduz köpeklere atacaklar. Polise şikayet edersen, biz işbirliğiyle
suçunu kabul etmeye zorladık deriz, hepimizin ağzı birdir, kendin
suçlu olursun, anladı mı?’’ diye onun başını ayağıyla tepikledi ve
hemen ardından “Haydi, şu tastaki suyu getirip ayaklarımı tertemiz
yıka!” diye bağırdı.
‘’Tamam de, çabuk ol, çabuk yerine getir.’’ Diğerleri de aynı
anda yaygara kopardılar.
Ertesi günden itibaren Amine, hücredeki 7-8 kadının uşağı
haline geldi. Onun günlük üç öğün yemeğinin yarısının zorunlu
olarak Çinli Müslüman kadına verilmesi şarttı. Bazı günler sabah
kadın ağa onun elindeki yumruk kadar bir buhar ekmeğini kaparak
iki çırpıda bitirdi ve ona:
‘’Bugün oruç tut, sevabı sana olsun’’ diye gülerdi. Böylece
hiçbir suçu olmadan hapse düşen Amine, bazen aç, bazen tok
yaşayarak dayanılmaz acılar çekti. Çocuklarının gamıyla ağlaya
ağlaya 6 ay içinde mide ve bağırsak iltihabına yakalandı.
Rabia, mide kanserine yakalanmış, yakında ölecek diye teşhis
konulan, hücredekilerin ise hastalığı bulaşır diye korkarak kaçtıkları
238
Amine’yle çok ilgilendi. Onun lağmeni çok sevdiğini öğrendikten
sonra bir kaç kez ona lağmen gönderdi.
Bir gün Amine köşedeki hücreden:
“Rabia Abla, sağolun, ben lağmen yedim, millet ben lağmen
yedim” diye bağırarak ağladı. O günlerde Amine ishal olarak
Cezaevi Hastanesinde yattı. Gardiyanlar, Amine’yi Rabia’nın gözleri
önünde ölsün diye mi düşündüler ya da hastalığı ona bulaşsın diye
mi düşündüler bilinmez, ama onu aynı gün Rabia’nın hücresine
getirip koydular. Rabia onun yarı canlı vücuduna, gözlerine dikkatle
baktıktan sonra, kendi deneyimine göre, onun bağırsaklarının yağsız
kalmaktan kuruduğunu, damarlarının kansız kalmaktan sarardığını,
bütün hastalığının dermansızlıktan olduğunu fark etti. Rabia, o
günden itibaren Amine’ye tıpkı hemşireler gibi kendisi baktı.
Öncelikle onun bütün elbiselerini değiştirdi, temizlik yaptırarak yeni
elbiseler giydirdi, sohbet ederek ruhunu canlandırdı, yavaş yavaş
beyaz yağ, tereyağı ve et gibi besin değeri olan yemeklerle besledi.
Gerçekten aylar sonra, Amine bir iki tabak lağmeni tamamen yiyip
bitirebilecek güce ulaştı. O, Rabia’yı kendi ablası gibi severek ona
dertlerini anlattı.
Amine’nin kocasını hükümet 3-4 arkadaşıyla birlikte
tutuklamış. Amine hiçbir yerde onun izini bulamamış, iki yıl sonra
hükümet onun kocasını “eroin sattı” diye idama mahkum edip infaz
etmiş. İki çocuğuyla yalnız kalan Amine, kocasının çalıştığı yerdeki
tanıdıklarının ispatlarını alıp beş vakit namaz kılan kocasının
ömründe eroin değil, sigara bile içmediğini kanıtlamış ve kocasının
cesedine hastanede otopsi yapılması konusunda dilekçe vermiş.
Ondan sonra polisler gece yarısında aniden onun evine gelip arama
yaparak “İşte kanıt” diye bir paket deterjanı göstererek Amine’yi
tutuklayıp götürmüşler. Polisler, onu hapse attıktan sonra her gün
sorgulayarak işkence yapmışlar, korkutmuşlar, dövmüşler. Polisler
sorgulama sırasında sadece “eşim eroin satıyordu, eve bir paket eroin
saklamış, ben param kalmayınca onu götürüp sattım” diye imza
atarsa onu serbest bırakacaklarını söylemişler.
239
Rabia ona acıyarak iyi. bir avukat tuttu. Akıl öğretti. Böylece
ne suç işlediğini bilmeden üç buçuk yıl hapiste yatan Amine, biraz
iyileştikten sonra sorgulamaya çıkabilecek duruma geldi ve fazla
geçmeden suçsuz hapse atıldığı anlaşılarak aklanıp tahliye edildi. O,
mahkemedekilere nefretle iyice sövdükten sonra çıkıp gitti.
Başörtüsü Takmak Suç mu?
1990 yıllarından itibaren, Çin hükümeti “Şincang’ı açmak,
geliştirmek” sloganıyla yeni politikalar uygulamaya koydu ve
genelgeler yayımladı. Bunun en barız ifadesi odur ki, yanında nüfus
cüzdanı taşıyan her hangi bir Çinli, Uygur Bölgesi ١ne istediği gibi
gelebilecekti. Bütün Çin eyaletlerinde “Jiangnan’den daha güzel yer”,
“Cennet mekan”, “Para kazanmak kolay”, “Yönetici olmak istersen
Şincang’a git” gibi propagandalarla planlı plansız bir şekilde göçmen
akını meydana getirildi. Bunun üzerine, Çinliler sel gibi akıp gelmeye
başladılar. Askerler, Üretim ve İmar Ordusu’na transfer olan işçiler,
memur, yöneticiler, ordudan meslek değiştirip yönetici olarak tayin
edilenler, okulunu bitirdikten sonra iş bulamayanlar, iş aramaya
gelen serseriler, nakli yapılan suçlular, hapisten kaçan suçlular,
katiller... kısacası çeşitli ad ve kisveler altında Uygur şehirlerine gelip
yerleşen Çinliler, kendileriyle birlikte bir çok kötü alışkanlık, kötü,
ahlak, alçakça davranışları getirip
Uygur şehir ve köylerine yaymaya başladılar. Bunların
içerisinde açık olanı ayyaşlık, uyuşturucu kullanma, kumar, hırsızlık
ve zamparalık gibi illetler olup bundan Uygur gençleri yavaş yavaş
etkilenmeye başladılar. Anne babalar, aydınlar, ulemalar,
öğrencilerin ciddiye alıp genç ve çocuklar arasında yaygınlaşmaya
başlayan bu çeşit ahlaksızlıklara karşı koymanın türlü çarelerini
aradıkları bir dönemde Uygur şehir ve köylerinde İslam’ın İnanç ve
kuralları anlatılarak genç ve çocukların imanlı, vicdanlı olarak
yetiştirilmesi kampanyası başlatılmıştı.
240
Uygur halkı, milli uyanış rüzgarından yararlanarak temiz
iman ve temiz vicdanla silahlanarak Çinli serserilerin
ahlaksızlıklarına, illetlerine karşı koymanın gerekliliğini anlamıştı. Ne
yazık ki, bu tür hareketlerin Çin hükümeti tarafindan milli bölücülük,
terörizm, köktencilik gibi ithamlarla suçlandı, bu, insanlarda “Acaba
hükümet bizi zorla bozmak, yok etmek planını mı uyguluyor?”
şeklinde bir korku yarattı. Çinliler kendi Anayasası’nı, Milli Bölge
Özerklik Yasası’nı bir kenara bırakıp dini faaliyette bulunan her
hangi bir kişiyi tutuklamaya, hatta armaya çalıştı, itiraz edenleri
Hoten’de, Kulca’da olduğu gibi kanlı bir şekilde bastırarak tutuklamaya devam etti. Komşu mahallede namaz kılan, sakal bırakan,
başörtüsü takan ve oruç tutanları da suçlu sayarak cezalandırdı.
Rabia’nın kaldığı 105 no’lu hücrenin karşısındaki hücrede
yatan genç Uygur kızı Şemşinur 1998 yılının ilkbaharında başörtüsü
taktığı gerekçesiyle üniversiteden atılmış 14 Uygur kızından biriydi.
Şemşinur, akıllı, zeki ve hoş bir kız olup Kaşgar Beşkerem’den
Uıumçi Üniversitesi Tarih Fakültesini kazanmıştı. Mezun olacağı yıl,
sürekli başörtüsü taktığı, gizlice oruç tuttuğu İçin okuldan atılmıştı.
Şemşinur, üniversiteden ayrıldıktan sonra Urumçi sokaklarındaki
ahlaksızlıklara sinirlenerek beş vakit namaz kılan 9 kız ve erkek
arkadaşıyla birlikte Uygur genç ve çocuklarının kötü yola girmelerini
engelleme, onları eğitme faaliyetlerini yaygınlaştırdı. Onlar her yerde
sürekli konuşarak anne ve babalara durumun ciddiyetini anlattılar.
Onları ikna ederek harekete geçirdiler. Onlar restaurantlara girip yan
çıplak çalışan Uygur kızlarını, uyuşturucu kullanan çocukları
kurtararak anne babalarına teslim ettiler.
1998 yılının kışında Şemşinur kardeşleri ve uyuşturucudan
zarar gören arkadaşlarıyla birlikte, Uygur gençlerini kasıtlı olarak
içkiye, sigaraya ve uyuşturucuya alıştıran Çinlilerden öç alma
niyetine geldiler. Onlar bir çaresini bularak kendi yaptıkları bombayı
Urumçi’deki bir Çinli’nin içki satılan dükkanına bırakıp kaçtılar.
Bomba patlayınca dükkanın pencereleri parçalandı, başka büyük bir
hasar meydana gelmedi. Çinliler o gece bütün Urumçi’de olağanüstü
241
hâl ilan ederek casus ve gözcüleri kullanıp daha önce listeye aldıkları
yüzlerce Uygur gencini bir anda tutukladılar.
Çinli polisler yüzlerce Uygur gencine sabaha kadar insanlık
dışı vahşi yöntemlerle işkence ederek sorguya çektiler. Olaya katılan
ya da ilgisi var diye düşündükleri başta Şemşinur olmak üzere 9
Uygur kız ve delikanlısını resmi olarak tutukladılar. Mecburi
itirafname ve yalan kanıtlar uydurarak “Dokuz Kişilik Terör
Örgütü”nün “Bağımsız Doğu Türkistan kurma” yolunda içki
dükkanını patlatma suçundan 7 Uygur gencini geciktirmeden idam
ettiler, birisini müebbet hapis cezasına çarptırdılar. Şemşinur, suçsuz
olmasına rağmen ve hiçbir şeyi kabul etmemesine rağmen 7 yıllık
hapis cezasına mahkum edilerek bu cezaevine konuldu.
Şemşinur, Liudavan Kadınlar Cezaevi’nin karanlık hücresinde
eline kelepçe, ayaklarına zincir takılmış bir vaziyette uzun süre yattı.
Onun elindeki kelepçe, ayağındaki zincire kilitlendiği için, Ayağa
kalakarak yürüyemiyordu, düzgün oturarak yemek yiyemiyordu,
bükülerek oturup uyuyordu, daha doğrusu onun uyuma fırsatı da
azdı. Gündüz sorgu hakimleri, akşam gardiyanlar Şemsinur’u itiraf
ettirmek için, bazen can sıkıntısını gidermek için, hatta bazen adam
dövme tutkusunu tatmin etmek için karşılarına getirip sorgularlardı,
döverlerdi, tepikleyip tartaklarlardı.
Şemsinur, her seferinde mertçe bağırarak polisin iftiralarını
yüzüne vuruyordu. Çinli polisler, bazen Şemşinur’un üniversitede
Çin, Dünya ve Uygur eski ve yakın çağ tarihini iyi öğrendiğini
bildikleri için kasıtlı olarak tarih konularında onun ağzından laf
almaya çalışırlardı.
‘’Uygurlar tarihte devlet kurup şehir yönetmişler midir?’’
‘’Okuman yazman varsa, Hanname’yi, yeni, eski Tangname’yi
oku, Hun imparatorluğu, Karahanlılar İmparatorluğu, İdikut
İmparatorluğu denen devletler gözüne çarpar, bunların hepsini
benim atalarım kurmuştu. Daha düne kadar buralarda Saidiye,
Kaşgarya, İli Sultanlığı, Hoten Emirliği, Lükçün Krallığı gibi bir sürü
242
Uygur devleti vardı. Siz gelmeden önce Kaşgar’da Doğu Türkistan
Bağımsız Cumhuriyeti, Kulca’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti
kurulmuştu. Siz gelirken de Manas’ın öbür tarafında Uygurların ay
yıldızlı gök bayrağı dalgalanıyordu. İşte bunların hepsi Uygurların
devletleri idi. Ya siz, tarihinizde bir devlet kurdunuz mu? Hunlar,
Uygurlar, Tübütler, Moğollar, Mançular’ın kurdukları devletlerde
sömürge olarak yaşadığınız soy kütüğünüzden başka neyiniz var?’’
“Tarihi bırak da, şimdi bizim Çin’in topraklarının nerelere
kadar uzandığını haritada görüyorsundur?”
“İşgal ettiğin yerlerin hepsi senin sayılmaz.”
“Kanıtın var mı?”
‘’Var, doğudan batıya uzanan heybetli Çin Şeddi duvarı işte
ben Çin in en genişlemiş, güçlenmiş döneminde yapılan hududuyum
diye boy göstermiyor mu?”
Dili tutulan polis konuşmasını keserek yine onu dövmeye
başladı.
Rabia hapse girdikten sonra, Şemşinur’la karşı karşıya
bulunan hücrede “Tenlirim Yaprak” (Vücudum Yaprak gibi) şarkısını
beraber söylerdi. Rabia, yine Şemşinur’un cezaevinde yazdığı
şiirlerini toplayarak sakladı.
Roşengül’ün intikamı
Liudavan Cezaevi’ndeki son günlerde Rabia’nın damarına &
^ dokunan bir olay daha yaşandı. Çinli Müslüman kadın gardiyan
Ma, önemsiz bahaneyle Roşengül isimli bir kıza “Bana yan baktın„
diye zincir vurarak 15 gün zinciri çıkarmadı. Zavallı kız 10 kiloluk
zinciri kaldıramayıp inlediyse de bakmadı bile.
Roşengül 15 yaşında bu hapse düşmüş küçük bir kızdı. O
ortaokulda okurken arkadaşlarıyla birlikte eğlenmeye gitmek istedi.
Kaldığı evdeki teyzesinin altın küpe ve kolyelerini takarak dolaşırken
kaybetti. Arkadaşlarıyla her yeri aradıysa da bulamadı. Akşam eve
243
döndükten sonra durumu utanarak teyzesine anlattı. Teyzesi altın
takılarının ne zaman, nerede, nasıl kaybolduğunu sorarken bu sözleri
duyan komşusu derhal polise gidip durumu anlattı. O gün adam
tutuklama görevini yerine getiremediğinden siniri bozulmuş bir
hâlde oturan iki polis, bu haberi duyduktan sonra hemen yetişip
gelerek “evden altın takı çalan hırsız„ diye Roşengül’ü tutukladılar.
Polisler onun teyzesinin yalvarmalarına aldırmadan dilekçe sunarak
onaylattılar, onu iki yıl hapis cezasına çarptırıp Liudavan Cezaevi’nin
kadınlar hücresine koydular.
Ondan sonra zavallı kız gardiyanların en küçük uşağı hâline
geldi. Polisler onun bembeyaz yüzüne tokat atarak neşe buluyorlardı.
Bir gün gardiyan Ma, geçerken Rabia ayaklarını üst üste
koyarak yerinden kımıldamadan oturdu. Ma’nın isteğine göre,
Rabia’nın derhal ayağa kalkması, elini aşağıya indirip başını eğmesi,
“Peki” deyip yolu boşaltması gerekti. Rabia ise, bu taş kalpli,
acımasız gardiyandan Roşengül’ün öcünü almanın fırsatını
bekliyordu. O, bardaktaki kaynar suyu içerek oturdu. Rabia’nın bu
hâlini gören Ma, sinirli bir şekilde bağırarak onun ayağına tekme attı.
“Ne yapıyorsun?” dedi Rabia ayağa kalkar kalkmaz elindeki
bardağı kaynar su ile birlikte onun yüzüne atarak, “Niye ayağıma
tekme atıyorsun? Ben senin oynayacağın küçük çocuğun değilim.”
Ma’nın rengi uçtu, o çirkin sesiyle bağırarak gelip Rabia’ya
asıldı. Rabia da onun saçlarından tutup aşağı çekti. Gürültü patırtıyla
bir meydan savaşı başladı. Ma, Rabia’yı dövüyordu, Rabia da eline
neresi geldiyse çekip tırmalayarak elbiselerini parçaladı. Rabia başı
aşağıda kaldığı bir anda kendisi de farkında olmadan Ma’nm
göğsünü koparırcasına sert ısırdı. Gardiyan çığlık attı. O esnada diğer
gardiyanlar ve hizmet göstermek için fırsat kollayan suçlular gelerek
Rabia’yı iki elini kıvırarak tuttular. Birisi arkasından saçını
avuçlayarak çekti. Ma ise koşarak gelip Rabia’nın kamına yumruk
attı. Rabia, gazapla gücünü toplayarak onun kasığına sert bir şekilde
tekme attı. Gardiyanlar bunları ayırdılar. Ma bağırıyordu:
244
“Niye haddini aşıyorsun, ben sana kendimi tanıtmasını
bilirim, göreceksin.”
Rabia da ondan geri kalmadı, aynı anda bağırdı:
“Ben kimim biliyor musun? Acele etme, zorbalığını ben sana
gösteririm, herkesi haksız yere ezeceğim diye hayal etme.” “Aklını
başına topla Rabia, yakında göreceksin dersini nasıl vereceğimizi.”
“Kim kimin dersini verecek, sen de göreceksin, acele etme.”
Gardiyanlar Rabia’yı hücresine kapattılar. Rabia yüksek sesle bağırdı:
“Müdür, Pekinli avukatımı çağırın, davacıyım!”
Ertesi gün Teftiş Mahkemesinin memurları geldiler.
Gardiyanın yolsuz olarak kavga çıkardığı kanıtlanmış olmasına
rağmen, onlar kendi adamlarının tarafını tutup meseleyi iki tarafa da
yükleyerek olayı kapattılar. Ondan itibaren gardiyan Ma, fırsat bulur
bulmaz Rabia’yı ezmeye, tutarsız bahanelerle onun damarına
basmaya başladı. Rabia da fırsat bulduğunda ona söverek kendisine
yaklaştırmadı.
O günlerde Rabia’nın 8 yıllık hapis cezasına mahkum edildiği
duyuruldu. Rabia, bir üst mahkemeye dilekçe verdi. Üst
mahkemenin cevabını beklediği sürede hücrenin yemek verilen deliği
açıldı ve Ma’nın başı gözüktü. O çirkin bir şekilde sırıtarak:
“İşte gördün mü? 8 yıl, şaka değil, tam 8 yıl. Aslında idam
etmek gerekirdi seni. Artık seni istersek her gün insanların öldüğü
kömür madenine kapatırız, istersek Gansu’daki aç kalanların
cezaevine naklederiz, kısacası buradan kemiklerin şıkırdayarak çıkar,
kendin hapiste çürüyüp bitersin, sen siyasi suçlusun, yabancılara
devlet sırrını veren casus, çeşitli bahanelerle süreni uzatacağız,
Amerika’daki anti-devrimci yazı yazan eşin kurtarabilir mi seni,
ha...ha..ha..., vay zavallı...”
Gardiyan Ma, kibirle gülmeye başladı. Rabia ayağa kalkmak
isterken iki yanındaki gözcü suçlular onun bileğine ellerini uzattılar.
Rabia fırsat bekleyerek Ma’yı lafa tuttu:
245
“Benim eşim yazdıysa, Akşam’ gazetesinde sizin Çin
eyaletlerinden uyuşturucu getirip Uygur gençlerini zehirlediğinizi
yazdı. Sizin gibilerin kendi belirlediği kanunlarını dahi ayaklar altına
aldıklarını yazdı, aceleyle gülme, Ma„. Rabia öyle diyerek iki
gözcünün ellerinden sıyrıldı ve ok gibi fırlayıp gelerek hücrenin
deliğinden şiddetli bir yumruk attı.
“İmdat„ sesiyle birlikte gözleri moraran, burnu kanayan Ma,
yerde yuvarlanarak feryat etmeye başladı “Ben davacıyım, kanun
memurunu dövme suçun için yine üç yıla mahkum olacaksın,
görürsün sen.
“Elinden geliyorsa vur, ama gerçek bir gün açığa çıkacak.
Dersini o gün vereceğim senin, bunu bil, kancık köpek ulağı. Rabia
şimdi muzaffer bir biçimde gülümsedi.
Olay gerçekten ciddiye dönüştü. Rabia da avukat aracılığıyla
şikayetname sundu, gardiyan Ma da şikayetname sundu. Teftiş
Mahkemesi, Rabia’nın avukatının “Kanun organlarındaki kanun
uygulayıcılarının devlet kanununa aykırı biçimde suçlulara, özellikle
suçu daha aydınlığa kavuşmamış sanıklara ten cezası ya da şekli
değiştirilmiş ten cezası verdiği” hakkındaki kanıtlarım reddedemedi.
Gardiyan Ma, cezalandırılmamış ise de, yönetim tarafından
ağır bir şekilde eleştirildi. O, darılarak hizmetten çekilmekle tehdit
etmişti, üst merciden gelen yetkili:
“Yoldaş Ma, haddinizi aşmayın, şakalaşmayın erbap ile,
tongaya bastırır her bap ile’ derler ya, siz sıradan insanlara
yaptıklarınızı Rabia’ya yapamazsınız, merkezin ciddi talimatı var, bu
uluslararası mesele, bizi de belâya itiyorsunuz!’’
Ondan sonraki günlerde, Ma, Rabia’nın hücresi etrafında
dolaşamadı. Rabia ona söverdi, tükürürdü, eline geçen her şeyi ona
fırlatırdı.
Rabia, resmi hüküm ilan edilip cezaevine nakledildiği gün,
gardiyan Ma en ağır suç işleyen suçlulara takılan 15 kilo ağırlığındaki
ziniciri getirip Rabia’nın önüne şıkırdatarak attı. Rabia’nın zayıf
246
düşen vücudu bu ağır zinciri taşıyamazdı. Cezaevinden nakletme
bahanesiyle öcünü almak isteyen Ma, yenlerini dürerek zinciri
takmak üzere elini uzatmıştı, yanında bakıp duran cezaevi müdürü
ona:
“Çok ağır oldu, 10 kiloluk olanını getirin„ dedi alçak sesle. Ma
itiraz ederek biraz surat astıktan sonra bir diğer zinciri acele getirip
şıkırdatarak yere attı.
Bu sırada yan tarafta bekleyen Uygur polis Şiringül büyük
adımlarla yaklaştı ve zinciri alıp uzağa fırlatarak attı. Zincir
şıkırdayarak yere düştü. O kız akıcı bir şekilde Çince konuşmaya
başladı:
“Şimdiye kadar hükmü kesilip nakledilen hangi suçluya
zincir taktık ki? Neden devletin kurallarını bildiğimiz hâlde
uygulamıyoruz? Bizim Rabia Kadir’i cezalandırma hakkımız yok ki?
Zincir takılmaz‫؛‬.” Bu kızın yiğitçe sözleri onları etkilemiş ya da o
kızın babasının kanun alanındaki nüfuzundan korkmuş olmalılar ki,
cezaevi müdürü ve Ma, dişlerini gizlice gıcırdatarak arkalarına baktı.
Uygur polis kız, Rabia’nın eline hafif bir şekilde kelepçe taktı ve onu
nakil arabasına bindirirken:
“Bugünden
itibaren
siz
suçlu
sayılırsınız,
bizim
nezarethanenin, hatta cezaevi polislerinin de sizi dövme, size sövme
yetkileri yok. Eğer ciddi bir durum görülürse bana haber verin. Ben
devlet kanununu koruyacağım!” dedi.
Rabia’nm gözlerinden sıcak yaş aktı, çünkü o cezaevine
kapatıldığından bu yana ilk kez, üstelik kendi milletinden, kendi
cinsinden kısmen de olsa kendi duygusunu paylaşan birinin sesini
duyuyordu.
‘’Teşekkür ederim kardeşim, bu sözlerin beni memnun etti”
diyebildi Rabia.
247
Karanlık Hücredeki Tatlı Hayaller
Bugün 11 Kasım 2000. Rabia Kadir’in tutuklanmasına tam 15
ayı olduğu gün. Rabia’nm unutulmaz acı hatıralarıyla sonsuza dek
akıldan çıkmayacak izler bırakan, izdıraplı günler ve hasretli
gecelerin tanığı olan Liudavan Cezaevi’nden ayrılarak yola çıktığı
gün. 15 ay önce Çin polislerinin heybetli araba konvoyu Rabia’yı
Liudavan’a nasıl getirdiyse, bugün de aynı gözdağı ve heybetle
Bacanhu Cezaevi’ne getirdiler.
Polisler, Rabia’yı cezaevinin büyük siyah kapısının yanındaki
küçük bir odaya kapatarak teslim etme, teslim alma işlemlerini yerine
getirdiler. Bacanhu polisleri, onu başından ayaklarına kadar tekrar
aradıktan sonra ilgili evrakları imzaladılar. O arada önce cezaevinin
dış dünya ile olan irtibatını korumadan sorumlu askerler, sonra
polisler, personeller, gardiyanlar, hatta sur dışında çalışma, yani
cezaevi patronlarının aile işlerini yapma yetkisine erişmiş olan kibirli
suçlular da ardı ardına gelerek Rabia’yı gördüler.
Rabia’yı siyah kapıdan içeri aldıklarında, tıpkı Liudavan
Cezaevi’nde yaşanan olay tekrarlandı. Bir ihtiyar kadın polis
“Baogao„(Rapor) demedin diye sinirlenerek bağırarak Rabia’nın
üzerine geldi ve havaya ateş etti. O, Rabia’ya asılmak isterken
Rabia’yı getiren erkek polis onu engelledi. Polisler beyaz çizgili mavi
ceket giymiş suçluları döverek, söverek, koşturarak çalışmaya
götürüyorlardı. Gürültü patırtı sesleri, gardiyanların bağırmaları,
küfür çığlıkları suçluların takırdayan ayak sesleriyle birleşerek
korkunç bir durumu meydana getirmişti. Kadın polis elinde yorgan,
döşek, bohça ve çantalarını güçlükle taşıyan Ra-bia’yı daha hızlı
yürümeye zorlayarak bağırdı. Rabia’nın çantası ya da bohçası ise yere
düşüyordu ve o bunları alıncaya kadar bir kaç dakika geçiyordu. O
zaman kadın polis bütün sesiyle bağırarak Rabia’yı sıkıştırdı. Rabia
buranın polislerinin de kendisini denemekte olduğunu tahmin
ederek çantasını kasıtlı olarak yere bıraktı. Onu alıyormuş gibi eğilip
diğer çantasını bıraktı ve yerinde durdu. Kadın polis, elektrikli
sopasını eline aldı ve kötü kötü bakıp bağırarak yaklaştı:
248
“Çabuk yürü, bekleme, durma, kaldır bohçalarım, şimdi ha,
beni tanıyor musun?”
‘’Cellat gibi bağırıyorsun, serseri gibi küfrediyorsun,
böbürlenip kendini kaybediyorsun, seni bu hâle getiren gücümün
olduğunun farkındayım. Yürümeyeceğim, ne yaparsın?” Rabia,
omzundaki bohçasını da yere bırakıp kadın polisin üzerine yürüdü.
Kadın polis, elektrikli sopasını yukarı kaldırırken yandaki amiri ona
engel oldu. O, yine bağırdı:
“Siz bunu kötü alıştırıyorsunuz, diğerleri gibi işkence edip
cezalandırmak gerek bunu.”
“Acele etme, yetkililere soralım, boşuna belâya girmek
istemiyorum„ dedi amiri ve iki suçluyu çağırıp Rabia’nın çanta ve
bohçalarını taşıtarak hastane odasının önüne getirdi.
“Rabia denen kişi sen miydin, Muayene edeceğiz” dedi
deminden beri olanları seyreden Çinli doktor.
‘’Fazla kibirli olma, ananı gözüne gösterecek bir yer bu” dedi
mavi gözlü sarışın doktor.
“Anamı ağzına alırken kendi anan gözünün önüne gelmiyor
mu? Doktorsan meslek ahlakına uygun konuş, bizim ilişkimiz polisle
suçlu ilişkisi değil, doktorla insan ilişkisi olmalı. Buna uymazsanız
defolun gözümden!” Rabia da boş bırakmadan bağırdı. İki doktor
dersini aldıktan sonra Rabia’ya el uzatmadan sinirlenerek muayene
etmeyi reddettiler. Diğer bir doktor gelerek: “Evet, ne derdin var,
söyle” dedi Rabia’ya kabalıkla.
“Vatan, millet, halkım diye bir dert var içimde, yaz defterine.”
Rabia da sert cevap verdi.
“Evet, doğru söyledin, o hastalığını ütülemek için buraya
getirdik seni” dedi Çinli doktor sırıtarak polislere bakıp. O götürün
anlamında eliyle işaret etti. Kadın gardiyan, Rabia’yı 200 kadar kadın
tutuklunun başlarını kaldırmadan çalıştıkları büyük bir atölyeye
getirdi. Çalışan tutukluların hiçbiri başını kaldırmaya cesaret
249
edemedi. Kadın gardiyan, oturan bir Çinli suçluyu çağırarak:
“Makası getirip bunun saçlarını kes” diye emretti. Rabia şaşırdı, o
sadece:
“Saçımı Çinliye kestirmem, Uygur kessin, yoksa makası
kamıma sokarım!” diye bağırdı. Polis amiri yine, evet, dedi ve:
“Adalet, gel” dedi o, uzakta çalışan uzun boylu, hoş bir Uygur kızı
çağırarak. Ona: “Bunun saçlarını dibinden kes!” diye emretti.
Adalet yaklaşarak gelip Rabia’ya baktı ve onun su samuru
gibi simsiyah saçlarını hafif okşayarak fısıldadı:
“Rabia Abla, kusura bakmayın, Ciliyüzü’nden geldim,
ağabeyim, ablam Kulca olayında siyasi suçlu sayıldılar, ailemizden
babam, annem başta olmak üzere on birimiz hapiste, bizi uyuşturucu
sattı diye içeri attılar.” Adalet, Rabia’nın olurunu aldıktan sonra
saçlarını üç santim bırakarak düzgün bir biçimde kesti. Adalet’in
Rabia’nın saçlarını düzelttiğini göre kadın gardiyan bağırıp çağırdı ve
onun elindeki makası alarak kendisini kovdu. Gardiyan, Rabia’nın 80
santimlik uzun saçını sanki kocaman bir balığı atıyormuşçasına
önüne attı. Rabia, saçlarına bakarak kendini tutamadı ve ağladı.
“Saçımı bana verin, hiç değilse insansız bir yere gömünüz.”
Kadın polis, Rabia’nın yalvarmalarına aldırmadan onu tuvaletin
önüne getirdikten sonra saçlarını ona göstererek pisliğin üzerine attı.
Bu taş kalpli polisin acımasız davranışı Rabia’nın gözünü açtı. Rabia
başını sallayarak halkım sıcakkanlarını döküyor, benim saçımı attıysa
ne olacak, dayanayım diye düşündü ve:
“Elinden geleni ardına koyma, ama acele etme, bir gün
gelecek, hepsinin hesabı sorulacak” dedi polise soğuk gülerek. O
esnada pamuklu ayakkabıları taşıyan bir tutuklu kız uzaktan Rafta’ya
sıcak gülümseyerek baktı ve gözünü kıstı. Rabia, dikkatle bakınca
Liudavan Cezaevi’nden nakledilen yakın cezaevi arkadaşı
Şemşinur’u tanıdı. Ama fazla görüşme fırsatı olmadı. Yine de Rabia
sanki bir akrabasını görmüş gibi sevindi.
250
Sabah polisler Rabia’yı hücreden alarak rengi sönmüş, mavi
pamuklu ceketi ve pamuğu sökülmüş, büyük pantolonu ona zorla
giydirdiler. Eline ayağına kelepçe ve zincir takarak aynanın önüne
getirip durdurdular ve alaylı bir şekilde:
“Hâline iyi bak, bu güzel cemalini ibret için çoğunluğa teşhir
edeceğiz” dediler. “İnsanı çirkin gösteren insan değil, elbisedir”
atasözü gerçekten doğruydu, Rabia dağınık kısa saçlarını, ceketin
yakası içinde kaybolan başını ve üzerindeki eskimiş beyaz çizgili
mavi pantalon ve ceketi görünce kendisini tanıyamadı. Elbise onu
öyle çirkin gösteriyordu ki, Rabia bu hâliyle kendisini görmek isteyen
tutukluların karşısına çıkmaktan bile utandı. Polisler onu zorla
götürdüler.
Cezaevi içerisindeki geniş alana iki bin kadar suçlu sıra
hâlinde askerler gibi düzgün oturtulmuştu. Bir tarafında polis ve
gardiyanlar için özel sahne hazırlanmıştı. Rabia, ayaklarındaki ağır
zinciri şıkırdatarak sürüklüyordu. İki eli de kelepçelenmişti. O yavaş
yavaş yürüyerek alana girdi.
“Geldi, Rabia Hanım geldi!” Tutuklular arasından birisi
yüksek sesle bağırdı. Bu sesle birlikte bütün Uygur tutuklular bir
anda ayağa kalktılar, arkasından Çinli tutuklular da ayağa kalktılar,
hatta sahnedeki kendilerinin ne yaptıklarının farkında olmayan
polisler de kendiliğinden ayağa kalktılar. Uygur tutuklular,
heyecanla bağırıyorlardı, gözlerindeki yaşları siliyorlardı, aniden
birisinin başlamasıyla bütün tutuklular alkışlamaya başladılar. Bu
sırada polisler telaşlanıp düzeni korumak için ayağa kalkarak etrafta
koşuşturdular. Bağırmalar, çağırmalar, başlar üzerinde dolaşan
elektrikli sopalar işe yaramadı. Polisler havaya ateş etmeye
başladılar. Ama tutukluların, suçluların heyecanlı bakışlarını
engelleyemediler. Bu esnada Rabia iki avucunu birleştirip başını
hafifçe sallayarak kalabalığı selamladıktan sonra ilerledi ve sahnenin
karşısına geldiğinde başım kaldırıp kelepçeli elleriyle “durun”
anlamında işaret etti. Etraf birden bire sessizleşti. Çeşitli
korkutmalarla susturulamayan tutukluların bu sessizliğine şaşıran
251
polisler, Rabia’ya bakıp sessizce durdular. Buradaki sert düzen,
sopayla sağlanan disiplin ve ölüm korkusu ile kontrol altına alınan
irade bugün bozulmuştu. Sadece masum tutuklular değil, katil,
hırsız, yankesici, hatta uyuşturucu taciri gibi suçlular da hiçbir
şeyden korkmadan Rabia’yı karşılamakta idiler.
“En başta bağıran kim?” Cezaevi müdürü nefes nefese
bağırdı. Yaşı elliyi geçen, zayıf Uygur kadın elindeki bastona
dayanarak ayağa kalktı:
“Ben bağırdım, ben Rabia Hanım’ın sayesinde dükkan açarak
çocuklarıma bakıyordum, hanım tutuklandıktan sonra, işsiz kalıp
çocuklarıma bakamayınca uyuşturucu sattım.” Kadın ağladı. Polisler
derhal onun ellerine kelepçe taktı. Cezaevi müdür yine bağırdı:
‘’Mahkum bir ay süreyle karanlık odaya kapatılacak, bir ay
süreyle bir öğün yemek verilecek, puanlamasından 15 puan
düşürülecek.”
‘’Teşekkür ederim hanım, korkmayın bunlardan, siz de bizim
uğrumuza girdiniz, iyi anlıyoruz.” Polisler bağırmakta olan kadım
sürükleyerek götürdüler.
Cezaevi müdürü şimdi alandaki alçak sandalyelerde oturan
tutuklulara konuşmaya başladı:
“Demin bilmeden ayağa kalktınız, işte bu Rabia, 8 yıl hüküm
giyen suçlu, o Amerika’ya gizli belge gönderen casus, yurtdışındaki
bölücü güçlerin uşağı, bundan sonra kim ona bakarsa, gülerse,
konuşursa, karanlık odaya kapatılacak, yemek verilmeyecek, ailesiyle
görüşemeyecek, af puanı düşürülecek.”
Polisler, Rabia’yı o alandan kara cezaevi denen karanlık
hücreye götürüp kapattılar. Tutukluların cehenneme benzettikleri bu
kara cezaevi tavanında küçücük bacası olan kapkaranlık hücre idi.
Rabia’ya çok zor gelen odur ki, hücrede onun yürümesine, yatmasına
izin verilmiyordu. Sadece belirlenen yerde sessizce oturması gerekti,
kımıldarsa kamerada fark ediliyor, kadın cellat bunun üzerine hemen
hoparlörden bağırıyordu, her gün iki tutuklu onun yemeğini
252
getiriyor, yemekler bitinceye kadar ses çıkarmadan bakıp duruyor,
sonra kaseyi alıp gidiyorlardı. Rabia yalandan tuvalete gitmek için
izin alarak biraz hareket ediyordu.
Rabia bu şekilde 45 gün yattıktan sonra bir kez güneşe
çıkarıldı. Üç ay olduğunda bir kez çocuklarıyla görüştü. Polisler ona
çocuklarının getirdikleri yorgan ve döşekleri vermeyip eski yaygıyı
verdiler.
Rabia, ağır hastalandığı zaman çocuklarının getirdikleri hazır
makarnayı beşer taneden iki defa verdiler. Rabia bu makarnaları
bölerek dört ay kadar yedi.
Eskiler “Halk ile olan ölüm sanki düğündür” diye boşuna
söylememişlerdi, dünyada insan için en ağır ceza yalnızlıktır.
Etrafında binlerce insan var, ama sana kimse bakamayacak, kimse
seninle konuşamayacak, sabahı olmayan geceler, güneşi olmayan
gündüzler bitmeyecek, sonu gelmez hayaller, şirin hatıralar, tatlı
düşünceler, unutulmaz anılar, uzun geçmişin ayağı kesilmeyecek.
İnsanın hayatında hiç önemli olmayan bir sürü olaylar, bu sıkıntılı
yalnızlıkta acayip sihirli olaylar gibi gelecektir. Rabia’nın sürekli
tekrarlanan şirin hayalleri arasında ailesinin acıklı kısmetleri uzun
zaman alırdı. Bugün o yine anne babasını, kardeşlerini hatırladı.
Rabia ikinci kızı Roşengül’ü doğurduğu zaman annesi mide
iltihabıyla hastalandı ve Kulca’da vefat etti. O gün o, kocası ve
çocuklarını toplayarak vasiyet etti:
“Çocuklarım, hayatımız boyunca vatansız, yurtsuz şaşkın
dolaştık, bunun sebebini bana kim anlatabilir? Bu soruya cevap
verebilen insan çocuklarına da, halkına da cevap verebilir” diye
sordu. Herkes sessiz bakıp dururken, Rabia:
“Çinli’nin zulmünden bu günlere kaldık anne” diye cevap
verdi. Annesi memnun olarak:
“Benden sonra kardeşlerine Rabia baksın, babanız bir yıl
sonra ağırbaşlı, vefalı biriyle evlensin, ama düğün günü benim
mezarıma gelip bir kova su döksün, yoksa içime ateş düşecek dedi ve
253
gözlerini yumdu. Rabia, babası ve kardeşleriyle ağlama inlemeler
içinde annesinin cenazesini Kulca’daki Dönmazar’a defnetti.
Rabia’mn babası bir kaç yıl sonra Kulcalı uslu bir kadınla
evlenip üç çocuk sahibi oldu. O tayin edildiği kooperatifte Kültür
Devrimi döneminde zorunlu çalışmaya tabi tutulduğunda berberliği
öğrenmişti. Bu meslekle çocuklarına baktı.
Hayatı boyunca Rabia’dan endişe ederek yaşayan Kadir
Ahund, yaşlandığı zaman Rabia’yı göremeyince kızımı bulun diye
çocuklarına yalvardı. Çocuklar, Rabia’nın tutuklandığını babasına
söylememişlerdi. Rabia’nın ablası bir kaç defa “Ben Rabia’yım, baba,
ben şu anda Amerika’dayım„ diye telefon ettiyse de, babası “Yalan,
onun başına bir iş gelmediyse bu zamana kadar defalarca yanıma
gelirdi„ diye asla inanmadı. Sonra cami cemaatinin fısıltılarından
Rabia’nın hapse atıldığını duyunca “Rabia çocuğum, Rabia çocuğum”
diye sokaklara çıkıp ağlayarak beyin kanaması geçirdi. Sonunda
kızımı bir göreyim diye yalvardığı için çocukları onu zembile yatırıp
Urumçi’ye getirdiyseler de Bacan-hu Cezaevi’nin taş kalpli polisleri
onu Rabia ile görüştürmediler.
7 Haziran 2004’te Kuça’da zavallı baba, kızım göremeden
vefasız dünyaya gözlerini yumdu. Rabia’nın ablalarından Zöhrehan,
Hacerhan ve küçük kardeşi Arzugül emekliye ayrıldıktan sonra şu
anda Urumçi’de yaşamaktadırlar. Küçük kardeşi Helçem, Çiri-ye’de
ev tutup üç çocuk sahibi oldu, çocuklarıyla şu anda İlçi’de dükkan
açarak ticaret yapmaktadır. Rabia’nın tek oğul olan kardeşi Memet
çocukluğunda cezaevinin tadını almıştı.
1979 yılının Ekim ayında Aksu pazarında sarhoş beş Çinli
polis, sokakta dolaşan iki Uygur çocuğunu tutup odalarına
götürdüler ve döverek yarı canlı hâle getirdiler. Onların birisi
Rabia’nın eşi Sıddıkhacı ile Aksu’daki Üretim ve İmar Ordusu
Cezaevi’ne nakledildiğinde 6 ay birlikte yatan Yolvas isimli gençti.
Çinli polisler, onun ağzına kirli paspası sokarak öldürüp sokağa
attılar. Onun vücudu bıçakla dilim dilim kesilmişti. Bu olaydan
öfkelenen Rabia, Sıddıkhacı’ya danışarak bir kaç genci ayarlayıp
254
Yolvas’ın cenazesini 10 bin yuane satın aldı. Ertesi gün camiye cenaze
namazına gelen halkı harekete geçirdi, civar ilçelerdeki gençleri
organize ederek tabuta slogan asarak gösteri yaptı. Rabia ile
Sıddıkhacı, ertesi gün Şanghay’a gitti. Hükümet gösteriyi bastırıp
Rabia’nın kardeşi Memet ile arkadaşı Erkin’i bu olayı çıkardı diye
kuşkulanarak tutuklayıp 6 ay gözaltına aldı.
“Hey, bütün ailemde benim derdimi çekmeyen kimse
kalmadı” diye derin bir iç çekti Rabia daldığı hayalden başını
kaldırarak.
Rabia Kadir, karanlık hücrede işte böyle hayallerle iki yılı
geçirdi.
96 Yaşındaki Siyasi Mahkum
Heyrinisahan Ana, Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ndeki yaşça en
büyük Uygur siyasi suçludur. O, müebbet hapis cezasına mahkum
edilmişti. Onun suçu oğlunu evinde saklamasıydı. Nine suçunu asla
kabul etmemişti. Onun mazereti çok basit ve insanı ikna edici idi:
“Oğlumu evde saklama hakkım yok mu! Ana kendi
çocuğunu, yürek parçasını evinde yatırmayıp senin pis cezaevine mi
bıraksın?”
Cezaevindeki ağızdan ağıza dolaşan söylentilere göre, uzun
yıllar önce, Heyrinisahan Ana’nın kocası, hükümetin Hoten
bölgesinde uyguladığı yolsuz zorbalıklara ve dini politikasına itiraz
ederek yakın adamlarıyla birlikte bir örgüt kurmuş, onlar önce
yurdunu, sonra bütün Doğu Türkistan’ı kurtararak bağımsız devlet
kurmak istemişler, onlar iki defa toplantı yapmışlar. Bu suçu için
Hoten İl Mahkemesi Heyrinisahan Ananın kocasını idam cezasına
çarptırarak infaz etmiş. O olaydan sonra, Heyrinisahan Ana’nın oğlu
ihtiyat ederek kaçmış, Heyrinisahan Ana, bir süre sonra dönen
oğlunu evinde gizlice saklamış. Çin polisleri bunu fark ederek
Heyrinisahan Ana’yı oğluyla birlikte tutuklamışlar. Fazla geçmeden
oğlunu da idam cezasına çarptırarak infaz etmişler. Kocasından ve
255
oğlundan ayrılınca canından bezmiş olan Heyrinisahan Ana, cezaevi
ve mahkemede Çin hükümetinin vahşiliğini nefretle protesto ederek
kınamış. Her sorgulamada ve mahkemede onun cevabı sadece bir
kelimeden ibaret olmuş:
“Eşimi vurdun, oğlumu vurdun, haydi şimdi beni de vur! Bir
kurşunun parasını kendim ödeyeceğim!”
Hoten bölgesinde Heyrinisahan Ana’yı soruşturan insan çok
olduğu için hükümet onun etkisiyle olay çıkmasından endişe ederek
onu tek başına Urumçi’ye, yani Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ne
nakletmişti. O, burada da hiç gevşemedi. Gardiyanlar ilk günlerde
onu kulağından çekip tartaklayarak ezmek istediler. Heyrinisahan
Ana, yiğit gibi göğüs gererek:
“Vur haydi, elinden geliyorsa öldür, katilimi iyi tanıyayım”
diye bağırarak kendisini ezdirmedi.
Gardiyanlar canı sıkıldıkça onu lafa tutup sorguya çekerlerdi:
“Hey ihtiyar anti-devrimci, bu yaşında kabadayılık edeceğine
mahallende rahat yaşasan olmaz mıydı?”
“Karga her yerde kara ya, mahallemiz buradan daha beter.”
“Kocadığında ne istiyorsun ki, her yer hükümetin yeri iken?”
“Hükümet anasının yanından mı getirmiş, her yer bizim iken niye
istemeyecekmişiz?”
“Şincang kimin, söyle bakayım?”
“Kimin olacak, benim.”
“Büyük konuşma ihtiyar, yarın öbür gün öleceksin.”
“Ben ölsem de kendi yerimde, vatanımda yatacağım, ya sen?
Bilmelisin ki, sen burada yatarsan toprak da seni kabul
etmeyecek.”
Bu sözleri duyup dersini alan Çinli gardiyan, gözünü
yumarak bir süre durduktan sonra derin bir iç çeker ve kalkıp
giderdi.
256
Bir gün Heyrinisahan Ana’nın yattığı hücredeki bir Uygur
kadın:
“Hey, büyük anne, yaşlılığınızda bu dertleri çekeceğinize
rahat yatıp ekmeğinizi yeseydiniz, sen ne yapabilirdin ki,
Hotenlilerin ne yapabilirler ki?” diye onun sinirine dokundu.
Heyrinisahan Ana, bu sözleri duyunca hücrede yatan 20 kadar
kadına yavaşça konuştu:
“Hey, çocuklarım, Hotenlileri küçümsemeyin öyle, hepimiz
bir Uyguruz, hepimiz müslümanız, memleketi Çinliler işgal ederken
bakıp duran münafık olur. Vatanını seven kişi imanlı olur. Benim
hayatımda Hoten şehrinden acayip kahramanlar, muhterem
büyükler geçti. 70 yıl önce Muhemmedimin Hezretim iki kardeşiyle
on binden fazla Hotenli gence önderlik ederek gaza savaşı yapmıştı,
2-3 ayda Hoten’i fethetti, kurtulduk. Kaşgar’da Savut Damolla
cumhuriyet kurdu, Çinlileri kovmak üzereyken Ruslar gelip
Çinlilerle birlik oldu ve Hoten’i tekrar işgal ettiler. Arkasından bu
Kemnamuslar (kem- namus-lar: Namussuzlar, yani komünistler)
gelip yapmadıkları kalmadı. 1955 yılının güzünde Abdulhemit
Damolla ile Fatiheddin Mahsum on bin kadar Hotenli çiftçiyi
silahlandırıp Atçoy köyünde ayaklanmaya hazırlanırken Çinliler
kuşatarak pek çok genci şehit ettiler. Bu kemnamus denenler 1958
yılında Fatiheddin Mahsum’u, bir yıl sonra Abdulhemit Damolla’yı
yakalayıp idam ettiler. O yıllarda yine Karakaş’ta Baki Damolla,
Muhemmed Damolla, Lop’ta Abdukadir Damolla gibi kişiler de
binlerce kişiye öncülük edip savaşarak Çinlilerin ellerinde şehit
oldular. 1962 yılında Tursun Hapiz Karakaş’ta gençleri örgütleyerek
“Doğu Türkistan Gerillaları” örgütünü kurdu, cephanelik toplayıp
ayaklanmaya hazırlanırken gizlilik açığa çıktı ve pek çok genç öldü,
cezaevlerine atıldılar. Hey, daha 1981 yılında Kağılık ve Peyzivat gibi
bölgelerde silahlı savaşa giren gençleri demeyin, onlar 7 Temmuz
1995,te harekete geçip gösteri yaptılar, Çinlilerin Hoten’deki hükümet
binası ile polis müdürlüğünü basarken kuşatılarak yakalandılar.
Cezaevlerine atılan binlerce genç bizim için yatmamışlar mıydı? Hey
çocuklarım, bu dava ölmeyecek davadır, bilmelisiniz ki, Hoten’in
257
toprakları yiğitlerin kanlarıyla boyanmış topraklardır. Hoten halkı,
yeşim taşı gibi saf ve berrak, yeşim taşı gibi sağlam ve dayanıklıdır„.
Kadınlar bu sözleri duyunca çok etkilendiler. Bazıları ağladılar.
“Hey Rabia kızım” dedi Heyrinisahan Ana, bir gün hastanede
iğne yaptırdıktan sonra “Siz millet için sayısız sevap işleri yaptınız”
Bin Anne Şirketi’ni kurup Uygur kadınlarına öncü oldunuz, şimdi de
milletin derdiyle burada yatıyorsunuz, hey, sizin bir yerleriniz bizim
Hoten’in kadınlarına benziyor, kanınız benimkiyle aynı mı acaba.”
Heyrinisahan Ana halsizlikten yatarken Rabia onu yemek
götürerek ziyaret ediyordu.
“Öyle ana, benim atalarım Hoten Karakaş’tan” dedi Rabia,
Heyrinisahan Ana’ya gülümseyerek.
“Evet, gözlerim fark etti, yine bir adım daha ileri giderek
sorayım, 1957 yılında Çin kem namusları bizim memlekette
milliyetçi, sağcı, zorba diye Uygurları öldürmeye başladığında Hanerık köyündeki Hediçehan memleketteki büyüklerle danışarak
gençleri harekete geçirip ayaklanmıştı. On gün içerisinde eline av
tüfeği, kazma balta, çekiç alan on binlerce çiftçi Hediçehan’ın
peşinden gitti, civardaki köylerin hepsi onun eline geçti.
Hükümetin gönderdiği polisler, ölülerini alarak güçlükle
kurtulup kaçtılar. Hükümet, Hoten İl Siyasi İstişare Kurulu’nun
Başkam Nasır Hacı’yı ayaklananları kandırmak için göndermişti.
Halk onu döverek öldürdü... Hey, Çinliler pek çok asker gönderip
etrafı kuşattı, birçok köyde epey uzun savaşlar yaşandı, yiğit
Hediçehan o savaşların birinde şehitlik şerbetini içti.
Savaştan sonra Hediçehan’m mezan güllerle örtündü, hain
Nasırhacı’nın mezarı ise pislikle doldu, hey, çok ilginçtir, bakın, gelen
geçen arabaların eşekleri de Nasırhacı’nın mezarının yanına
geldiğinde pislerlermiş, ha...ha...ha...
258
Hey, Rabia kızım, sizin ışık saçan gözlerinizde, hayır yağan
yüzünüzde işte o kahraman kumandan Hediçehan’ın ruhunu
görüyor gibiyim.
“Sağol ana, teşekkür ederim, inşallah hepimize o
kahramanların cesareti, akıl feraseti nasip olsun” dedi Rabia
Heyrinisahan Ana’nın ağzından çıkmakta olan yiğitçe sözlerden
memnun olarak.
“Amin kızım, Allah nasip eyler.” Nine umut dolu gözlerini
Rabia’dan ayıramadan baktı.
“Hey Rabia Kadir, sen de bulduğunu bu ihtiyara vermeye
başladın, parası çok bu ihtiyarın, her şeyi var burada. Bu insanlar çok
yurtsever, birlik beraberlik içinde yaşayan insanlarmış, bütün
Hoten’deki tanıdık tanımadık herkes bu ihtiyara paket ve para
gönderiyor, Urumçi’ye gelen Hotenlilerin bu ihtiyarı ziyaret etmeden
gidenleri çok az” diye fısıldadı bir gardiyan Rabia’ya.
O esnada hastaneye gelen cezaevi müdürü bağırdı:
“Hey Rabia Kadir, hastaneye ilaç alacağım diye gelip bu canı
pek ihtiyara acımaya mı başladın? Derhal işini bitirip dön. Gördün
mü bu ihtiyarın inadını, bir değil iki ayağı çukurdayken hâlâ, Doğu
Türkistan Devleti kuracağız’ diye ham hayal kuruyor.”
Rabia ayağa kalktı. Heyrinisahan Nine, onun gözlerine
gerçekten kahraman Hediçehan gibi, Naziğim gibi, İparhan gibi,
Tomar-is gibi yücelerek gözükmeye başladı.
Gülnisa’nın Suçu
Cezaevi bambaşka bir dünya. O sanki siyasi tutukluların, adi
suçluların ve gardiyanların geçmişlerinin, hikayelerinin ve
hayallerinin karıştığı bir roman. 50 yıldan bu yana, bu cezaevine
girenler, buradan çıkanlar, hâlâ burada yatanlar ve başı dertten
kurtulanların yaşadıkları olaylar ağızdan ağıza dolaşarak cezaevi
tezkiresini oluşturmuştu.
259
1990’lı yılların başında kahraman Uygur yiğidi Şireli’nin
öncülüğünde kurulan “Doğu Türkistan Kurtuluş Örgütü”ndeki gençler,
Hoten’den başlayarak Çin istilacılarına ve uşaklarına son darbeyi vurma
mücadelesini yaygınlaştırıp Çin hükümetini telaşlandırdı. 1994 yılında
Şireli arkadaşlarıyla birlikte tutuklanarak Çin cezaevinde yattı, sonra
onlar cezaevinden kaçarak silahlı mücadeleyi şiddetlendirdiler. Şireli
arkadaşlarından bir kısmını kurtararak NepaPe götürdü. 2002 yılında
Nepal hükümeti onu arkadaşlarıyla birlikte Çin’e iade etti. Çinliler,
Şireli’yi vahşice öldürdüler.
Böyle kanlı olaylardan sonra Urumçi, Kaşgar, Hoten, Aksu,
Kulca, Bortala, Turfan ve Kumul gibi bölgelerden bu tür kanlı
olaylara, siyasi suçlara tanık olan birçok Uygur kız ve kadınları, hatta
ihtiyar nineler de hapse atıldılar. Sonra hiçbir kanunda, yönetmelikte
ve genelgede yer almayan çok gülünç “suç”larla cezaevine girenlerin
sayısı da çoğalmaya başladı.
Bunların arasında Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ne giren kız ve
kadınlardan birisi de Gülnisa idi. Gülnisa, Aksu Şayar’dan bir çiftçinin
kızı idi. Onun sözlüsü arkadaşlarıyla birlikte dini bilgiler öğrendi ve
Uygur gençleri arasında yaygınlaşmakta olan uyuşturucu kullanma,
içki içme, kumar oynama gibi ahlaki yozlaşmayı dini ahlakla
durdurmak, gençleri uyumlu, sevecen ve edepli olmaya yönlendirmek
amacıyla propaganda ve eğitim faaliyetine girişmişti. Şayar İlçe Kamu
Güvenlik Müdürlüğü’nün polisleri bir gece onun evine baskın
düzenleyerek onu tutukladılar ve “anti-devrimci örgüt kurup
hakimiyeti devirmek istemiştir, dini kitapları saklamış ve okumuştur”
diye suçlayarak idam ettiler. Gülnisa’yı ise “antidevrimci dini gericiyle
evlenmek istemiştir” diye suçlayarak yedi yıl hapis cezasına mahkum
edip Urumçi Bacanhu Cezaevi’ne naklettiler.
“Suçun ne?”
‘’Şayar’daki polisler, Doğu Türkistancı kocaya varmak
istemiştir demişti, başka suçum yok.” Gülnisa’nın sorgulamada
verdiği bir tek cevap bu idi. Gülnisa’nın yattığı hücreye sonra 20
yaşına bile basmamış Rozinisa denen kız girdi. O, sevgilisinin verdiği
260
dini kitapları, Orta Asya üzerinden Hoten’e sokulan Doğu
Türkistan’ın bağımsızlığını teşvik edici kitapları okuduğu için iki yıla
mahkum edilmişti. Onun ardından yine 20 yaşındaki Heliçe’yi
Kuça’dan tutuklayıp getirdiler. Heliçe de din propagandası yapan
kocasını evinde sakladığı, hükümete bildirmediği için tutuklanarak
beş yıla mahkum edilmişti. Kocaları ve sevgilileri idam edilmiş bu üç
kız cezaevinde can dostu oldular.
Rozinisa’nın süresi bitmek üzereyken onlar Uygur gençlerinin
çöküş içinde oldukları, ahlak yönünden yozlaşmaya başladıkları,
yoksulluk, açlık içinde suç işleyenlerin çoğaldığı, bunları doğru yola
yönlendirmenin gerekliliği hakkında uzun uzun dertleşip konuştular.
Cezaevinden çıktıktan sonra devamlı birbirlerini aramaya,
sonsuza dek ayrılmayacak dostlardan olmaya yemin ettiler. Bundan
sonraki hayatlarında cahil halka Çin yönetiminin zulmünü anlatmak,
Uygur halkını kurtuluş hareketine yönlendirmek için mücadele
etmeye söz verdiler. Rozinisa hapisten çıktıktan sonra, Heliçe’nin
süresinin de dolmasına az kalmıştı. O kendisiyle birlikte kalan diğer
bir tutuklu Uygur kızına üç arkadaşının yeminini anlatıp onun da
hapisten çıktıktan sonra birlikte mücadele etmesini istedi. O kız da
onlara katılmak istedi. Ama Uygurca bildiğini gizleyerek bir haftadan
beri bunların sohbetini dinleyen bir Çinli Müslüman kadın, hizmet
göstererek süresini indirtmek için onları ihbar etti.
Ağır sorgulama ve dehşetli işkencelerden sonra cezaevinde
“Doğu Türkistancılar Örgütü”nü kuran Gülnisalar çetesi ortaya
çıkarıldı.
Gülnisa’nın simsiyah uzun saçlarından kaparak sert bir
şekilde tartaklayıp bağıran Çinli polis, yorulduğuna bakmadan onun
ayağına tekme attı. Yere düşen Gülnisa’ya eğilerek yine bağırdı:
“Suçunu kabul edip imzalayacak mısın yoksa ölümü mü
tercih edersin?”
261
“Ben temiz bir Uygur kızıyım, senin gibi insan öldüren, insan
dövenler suçludur.” Halsizleşen Gülnisa gözünü yumup sözünü yine
tekrarladı.
“Senin sözlün idama mahkum edilmiş suçlu, sen de
suçlusun!”
“Benim sevgilim iyi niyetli, vicdanlı, imanlı, ahlaklı Uygur
delikanlısı, helal emeğiyle ailesini koruyan çiftçi idi. Rahmetli
babasının peşinden kazmayı omzuna alarak yıl boyunca çalışsa da
ailesine bakamıyordu. İlkbaharda, ekim zamanında Çinli serseriler
için ekin yeri açma angaryasına sürüldü. Yazın, hasat toplama
zamanında vergi kesen memurların çokluğundan boş çuvalı alarak
döndü.
Başka mahalledeki camide namaz kıldığı için ceza ödeyerek
yüzlerce yuan borca boğuldu. Ağabeyinin hükümetin belirlediği
süreden bir yıl önce çocuk sahibi olması gerekçesiyle buzağısı olan
ineğe el koydular. Yanımızdaki en verimli, suyu bol topraklara
yerleşen Üretim ve İmar Ordusu’ndakiler yılda binlerce yuan gelir
elde ederler, ama onlardan kimse vergi almıyor, onlar ücretsiz
çalışmaya gitmezler, onlar her gün toplantı yapmazlar. Yüzyıllardan
beri çiftçilik yaparak refah içinde yaşamakta olan Uygur çiftçileri
şimdi
sadece
hükümet
için
ekin
ekiyorlar,
hükümete
yetiştiremiyorlar, üstelik binlerce yuan borçlanıyorlar. Benim
sevgilim gerçeği cesaretle dile getiren delikanlıydı, onun suçu yoktu”
“Sen onu savunacağım diye zahmet etme, senin de sonun
onun gibi olacak. İyisi aklını başına topla, çabuk imzala!”
“Ne, siz sevgilimi haksız yere öldürdünüz, ben onu sonsuza
dek savunacağım, haydi, beni de öldürün, eğer sevgilisine bağlı
kalmak suç ise, buyurun, herkese duyurup beni de vurun, ben de
onun gibi şehitlik şerbetini içip cennete girmeye razıyım, kölelik ve
zulüm altında bir gün daha yaşamayacağım!”
Gözleri kızarmış olan gardiyan Gülnisa’nın gömleğini
göğsünden çekerek yırttı ve onu ceza masasına yatırıp ayaklarını,
262
ellerini ve başını bağladı. Sonra kablolu kıskaçı getirip onun göğüs
uçlarına taktıktan sonra elektrik düğmesine bastı. Gülnisa şiddetli bir
şekilde silkindi, gözleri fırlayıp çıkacakmış gibi, kalbi ağzına tıkılmış
gibi oldu, nefesi durdu, yüksek sesle çığlık atarak bayıldı. Kadın
gardiyan, elektriği kestikten sonra bir kenarda duran arkadaşına
bakarak kahkaha attı. Aradan fazla geçmeden polisler henüz
Karakaş’a ulaşan Rozinisa’yı yakalayıp getirdiler. Şiddetli
işkencelerden sonra dosya açıldı, kağıda bayılmış olan kızların
parmağı basıldı. Hakim önceden hazırladığı hükümnameyi okudu.
Gülnisa dört yıl, Rozinisa üç yıl, Heliçe 5 yıl ilave hapis cezasına
mahkum edildi.
Cezaevindeki Hayvanat Bahçesi
Çin hükümeti Uygur bölgesini geliştirme sloganı altında şehirleri
Çinlileştirmek için sürekli göçmen naklederek bir sürü sanayi tesisleri
kurdu, bununla birlikte şehir ve köylerde ticaret ve sanayi alanını
genişleterek pazarı canlandırmaya, bir kısım kişilerin öncelikli olarak
zenginleşmelerine izin vermeye başladı. Dolayısıyla “Batı Bölgesi„ne
gelenler de çoğaldılar. Değişik manzara, farklı şehir yapısı, farklı din ve
yabancı milletlerin, özellikle tarihte çok başlarını ağrıtan Uygurların
şehirleri, köyleri, örf adetleri Çinlilere sanki yurtdışına çıkmış gibi bir
duygu verdiği için, ayrıca hükümetin parasıyla yemek içmek,
hükümetin parasını çarçur etmek ve paylaşmak kolay olduğu için,
merkezdeki bakanlıklardan çeşitli eyaletlerin her düzeydeki, her alan ve
branştaki kurumlan yıllık ve sezonluk toplantılarını buraya ayarlarlardı.
Eskiden ülke çapında bir numaralı zengin kadın diye ünlenen Rabia’nın
ticaret binasını ziyaret eden Çinli gruplar, artık onu cezaevinde ziyaret
etmeyi talep ediyorlardı. Bu tür ziyareti önce Devlet Kamu Güvenliği
Bakanlığı’nın deneyim ve fikir alış verişinde bulunma toplantısı için
gelen Çinli bakanlar başlattılar. Toplantıda ekonomik gelişmelerden
bahsedildiği zaman Rabia Kadir Ticaret Sarayı’m örnek göstererek
konuşanlar artık güvenlik hizmetlerinde en tipik örnek olarak yine
Rabia Kadir dosyası hakkında konuşur oldular. Bunu duyan Çinli
263
yetkililerde dünyayı dolaşan, ailesini Amerika’ya yerleştiren, evinde
dünyanın en büyük zengini Bili Gates’i ağırlayan, Devlet Siyasi İstişare
Kurulu toplantısında bütün salondakileri ağlatan, Jiang Zemin’e ağız
açtırmayan bu Uygur kadını bir görme arzusu doğuyordu.
Yemekten içmekten canı sıkılan yöneticilerini memnun etmek
için koşturan uşaklar, onları Rabia’nın kaldığı cezaevi hücresine
getiriyorlardı. Böylece Urumçi’ye ziyarete, çalışmaya, toplantıya ve
seyahate gelen Çinli yöneticilerin ziyaret ettikleri müze, 8 Ordu
Karargahı, Lin Zeyşu’nün heykeli gibi yerlere Hayvanat Parkı olarak
Rabia’nın hücresi de dahil edilmişti. Çinli grupların büyük bir kısmı
aniden gelirlerdi. Onlar sanki kafesteki arslandan korkuyormuş gibi
yavaşça yürüyerek gelir, boyunlarını uzatır, hatta birbirlerini iterek
Rabia’yı seyrederlerdi. Onlar net göremedik diye şikayet ettikleri için
cezaevi idaresi hücrenin demir kapısını sökerek demir parmaklık
yaptırmışlardı.
Bir gün eğitim için Polis Okulu’na gelen 100’den fazla polis
memuru, Rabia’nın kafesini ziyaret etmeye geldiler. Onlar maymun
seyrediyormuş gibi bağırdılar, güldüler, kendi aralarında tartışarak
düzeni bozdular. Rehberleri onları kuyruğa sokarak sırayla
görmelerini sağladılar. Yine göremedik diye bağıranların daha iyi
görmeleri için, gardiyanlar Rabia Kadir’e demir parmaklığın önüne
gelip ayakta durmasını emrettiler. Rabia Kadir ise Hayvanat
Parkı’nın seyircilerinden bıkmış arslanlar gibi alışmıştı. O gelenlere
aldırmazdı, ama hiçbir fırsatı elinden kaçırmadan kendi gerçeğini,
Uygurun gururunu ve cesaretini sürekli anlattı. O esnada
önündekiler “Bir dakika, daha göremedim„ derken, arkadakiler
“Niye konuşmuyor?„ diye toplandılar. Rabia Kadir, bir adım ileri
gelerek iki eliyle demir parmaklığı sıkı tutup onlara hitap etti:
“Seyret, işte ben milyoner Rabia, Jiang Zemin’i ağlatan Rabia
benim, iyi bak, işte gözüm, işte ağzım, işte başım, işte elim, işte
ayaklarım, gördünüz mü? Size benziyor muyum?
Her yerim benzer, ama size benzemeyen şey benim yüreğim,
arslan gibi yüreğim, onu siz göremezsiniz, eğer sizde vicdan denen
264
şey varsa, insana has adalet duygusu varsa, hey Uygur polisler, sizde
milli ruh, milli duygu, doğrusu damarınızda Uygur kam varsa,
gözüme dikilip bakın, benim kalbimi görebilirsiniz. Benim kalbim 20
milyon halkımın çektiği ızdıraplarına dayanamadan için için ağlayan,
kan ağlayan dertli kalptir, benim kalbim milli tahkire, milli
sömürgeye, milli kırgına karşı yanardağ gibi patlayan ateşli kalptir.”
“Rabia dur, konuşma!
“Ey millet, o konuştu, konuşabilirmiş.”
“Tövbe, gönlüm bir tuhaf oldu yahu!”
“45 dakika yetmedi, yine uzatın.
“Defol, çabuk yürü, biz size, ders olsun diye buraya getirdik,
bu vatan haini, bölücünün sözünden etkilenip başını eğdiğine bak
bunların...” dedi onları getiren yetkililer.
Merkezin koca göbekli yöneticileri, emniyet, güvenlik ve
adliyenin üst ve alt düzey yöneticileri her gelişlerinde Rabia Kadir’i
lafa tutarlardı, soru sorarlardı ve dersini alınca da sesini çıkarmadan
giderlerdi
“Hey Rabia, buraya baksana, dün
görmüştüm, bugün burada kendini bir göreyim.
Ticaret
Sarayı’nı
“Peki, iyice gör, dışarıda olsaydım beni görmeye fırsatın
olmazdı, yine de el ve ayaklarımda zincir, demir parmaklıkların
ardında kahramanken gördün, sonsuza dek unutamayacak kadar
bak. Her defa aklına geldiğinde ’Yakında Rabia’nın yerine ben girip
yatacağım” diye düşünmeyi unutma! Bu dünyanın hesabı vardır.
Büyük konuşma, elinden hiçbir şey gelmemiş ve gelmeyecek
Biliyor musun, benim atalarım devlet kurmuştu, hükümdarlık
etmişti, devletini yönetemeyenlerin şehrine asker sevkedip devlet
yönetmeyi öğretmiş ve kızını alıp dönmüştü. Sizin gibi
yatmamışlardı. Kalbini tut bak, şimdi elinden hiçbir şey gelmeyen bir
kadını demir parmaklıkların içinde görüp kalbiniz titriyor, bizim
elimizden ne geldiğine tarihini aç da bak, anlayacaksın.”
265
“Bu kadın delirmiş gibi, ters bakıp oturmasına bakın, çağırsak
da bakmıyor.
Sen kendin deli, deli olmasaydın 5000 km uzaktan ben
görmeye gelmezdin.
Aldırmayın, umursamayın.”
Aldırdığın için, umursadığın için, 20 milyon Uygur’un gücü
toplanan cesaretimi bildiğin için korkup görmeye gelmişsindir.
Rabia Kadir’in konuşmasını duyan, sorularının gerekli
cevabını alan, dersini alan Çinli yöneticiler, Pekin’de, Şanghay’da,
Guangcou’da, Çin’in her yerinde Uygur bölgesinden bahsedildiği
zaman Rabia Kadir hakkındaki hikaye, masalları anlatırlardı.
Sonunda hepsi aynı ağızdan:
“Gerçekten babayiğitmiş, çok yetenekliymiş, onun için
milyoner olabilmiş, kimseye kendini ezdirmemiş„ diye ikna
olduklarını ifade ederlerdi.
Bu tür ziyaret olayları sonunda Rabia Kadir’in “Seyret”
başlıklı şiirini ortaya çıkardı. Gruplar gelir gelmez hücrelerdeki kızlar
bağırıyorlardı:
“Seyret... „
Bahar Bayramında Öç Alma
Her yıl şubat ayının başlarında gelen bahar bayramı Çinlilerin
en büyük milli bayramıdır. O gün Çinliler, büyük ailelerine
toplanarak çeşitli yemekleri hazırlarlar, yer içerler, bir yıllık aile gelir
giderlerinin hesabını yaparlar.
Doğu Türkistan’da Çinlilerin neşeyle bayram kutlama fırsatı
bir daha geri gelmemek üzere gitti. On yıldan beri Bahar Bayramı’nın
arefesinde yaşanan patlama ve ölümler, özellikle 1997 yılında Bahar
Bayramı arefesinde Kulca’daki gösterinin kanlı bastırılması, Urumçi,
Kaşgar, Aksu ve Kulca gibi şehirlerdeki hükümet yöneticilerini, asker
266
ve polisleri hem de Çinli sivilleri endişe içinde bırakmıştı. Bir sürü
Çinli, Bahar Bayramı’m rahat kutlamak için Çin eyaletlerindeki
memleketlerine dönerlerdi, diğerleri ise Uygurlara önceden sert
darbe vurma, onları kanlı bastırma, tutuklama ve içeri atma gibi
tedbirleri kullanarak Bahar Bayramı’m rahat kutlamaya çalışırlardı.
Bu kez Bacanhu Cezaevi’nin kadınlar bölümünde, Çinli polis
ve gardiyanlar evlerine dönünce Uygur, Çinli polis ve gardiyanlar
nöbetçi olarak çalıştı. Bu gardiyanlarına da güvenmeyen Fan Zidao
adındaki asker kökenli yönetici, evine dönmeden onlarla birlikte
çalışmak zorunda kaldı. Rabia ya göz kulak olmak için
görevlendirilen iki Çinli gözcü kadın, banka ve vergi kurulularından
pek çok parayı dolandırıp yiyenlerden idi. Onlar arkasındakiler
rüşvet vererek kurtarılmalarını bekliyorlardı. Bahar Bayramı
arefesindeki akşam yemeğinde Fan Zidao denen komiser onlara özel
siparişle kızartılmış iki tavuk getirterek verdi, diğer Çinli suçlulara da
öyle yaptı.
Fan Zidao, bir ara Rabia ile birlikte kalan bu iki Çinli kadına
ilgi göstermek için ziyarete geldi. Kızartılıp pişirilen tavukları iştahla
yemekte olan Çinli kadınlar gülümseyerek ayağa kalktılar. Rabia ise
yatağında oturup iğne işiyle meşgul oluyordu. Fan Zidao tavuk
butundan birini alarak Rabia’ya uzattı. Rabia bakmadı bile.
“Rabia Kadir, ben sana tavuk veriyorum.” Rabia’nın cevap
bile vermeden ters bakıp oturduğunu görünce sinirlenen Fan Zidao
yine bağırdı “Yarın ne bayramı biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
“Bilmiyorum! Bütün Çin milletlerinin en büyük bayramını da
mı bilmiyorsun?”
“Bilmiyorum.”
Eğer söylersen, sana da bir kişilik tavuk pişirteceğim.”
“Yemem.”
267
“Senin içinden milli kin fışkırıyor, Uygurları da kapsayan Çin
milletlerinin büyük bayramının adını dahi söylemek istemiyorsun.
“Çin milletleri mi diyorsun? Senin Çin milletleri dediğin bu iki
Çinli kadın olmasın? Eğer bütün halkın bayramıysa neden başkalarına,
yüzlerce Uygur tutukluya tavuk pişirtip vermiyorsun? Kendi
bayramında verme, tamam, bizim Kurban, Ramazan bayramlarımızda,
Nevruz bayramımızda böyle lezzetli yemekleri niye vermiyorsun?
Haydi söyle, kimin içinden milli kin fışkırıyormuş?
“Yalan söyleme, geçen sene Kurban Bayramınızda pilav
vermedik mi? Ramazanda sana tavuk pişirtip vermedik mi?
Unutmuşsun her hâlde.
“Ne dedin?” Rabia yerinden fırlayarak kalktı, “Sen daha bize
yemek verdiğini mi söylüyorsun? Siz bizi kandırmakla
dolandırmakla kazandığınız paraları az görüp pazardaki ucuz
yemekleri getirerek bize kat kat pahalı satmadınız mı? Bu para
kazanmak için yaptığınız işe bayramlık yemek mi diyorsunuz?”
Zidao, göğüslerine kadar kızarmıştı. O, Rabia’nın
konuşmasından. Afallayarak ne diyeceğini şaşırdı ve bir an dura
kaldı. Sonra söylenerek kapıya doğru yürüdü ve:
“Bugün herkesin neşelendiği gün, Rabia senden başka, ha.,
ha...ha...” diye gülerek hücrenin kapısından çıktı.
Bugün sadece senin mutlu günün, sen herkesi inletip ezerek
köle gibi hor görünce neşelenen insansın.” Rabia sesini yükselterek
bağırdı.
“Gördün mü burada yatan binlerce suçsuz tutuk lulan, siz her
yıl Uygur halkını kanlı bastırdığınız yetmiyormuş gibi, Bahar
Bayramı’m rahat geçirmek için pek çok Uygur’u tutuklayıp içeri
atıyorsunuz, beşer onar gruplar hâlinde götürüp kurşuna
diziyorsunuz, üstelik utanmadan gazete, dergi ve televi¬zyonlarda
halkın rahat bayram kuuaması için böyle yaptık diye propaganda
yapıyorsunuz, bilmelisin ki, biz Uygurların seninkin- den farklı
bayramımız var, seninle ne kanımız, canımız birleşir, ne bayramımız.
268
“Hey Rabia, kendi cezanı kendin buldun, bundan sonra sana
asla etli yemek verilmeyecek. Ne zaman bizim Bahar Bayramımızı
hepimizin ortak bayramı diye kabul edersen, o zaman sana böyle
lezzetli tavuk budu hediye edeceğim, kabul ettiğin gün haber ver.”
Fan Zidao arkasına dönmeden ofisine gitti. Rabia, hücre kapısına
gelip demir parmaklıklardan dışarıya bakarak bağırdı;
“Hey, Fan Zidao denen cellat, tavuk budunu Çin
eyaletlerindeki aç çıplak kalan abla, kardeşlerine gönder...” Bütün
hücrelerden gülme sesleri yükseldi.
“Yaşa Rabia Abla” diye bağırdılar hücrelerden ellerini
sallayan kız ve kadınlar.
Aydınlık Dünyadaki Umut Işığı
2002 yılının güzünde cehennem gibi karanlıktaki yalnızlık son
buldu. Cezaevi yöneticileri aniden Rabia’yı aydınlık dünyaya
çalışmaya çıkardılar. Rabia insanları gördü, toprağı gördü. O sanki
kurtulmuş gibi, cennete girmiş gibi sevindi, sevinci içine sığmadı,
kendi kendine gülümsüyordu. Gardiyanlar her birinde 20-30
tutuklunun kaldığı hücrelerin birine Rabia’yı yalnız yerleştirdiler.
Onu gözlem altında tutmak için iki ayal Çinli suçluyu getirip
koydular. Rabia, iki Çinli bayan suçlunun “Amerika’nın başkani
Bush, Pekin’e gelmiş, polisler Rabia’nın sözü edilmiş diyorlar„ diye
fısıldadıklarım duydu. Hücre aydınlık, temiz ve sade idi. Gardiyan,
Rabia’yı çalışma yerine götürdü. Onu yüzlerce suçlunun kazak
örmekte olduğu büyük salondan geçirip yandaki yeni, hazırlanmış
küçük bir odaya getirdi. 10’dan fazla kadının çalıştığı bu atölyeye
terzi makinaları konulmuştu.
Rabia için perdeleri olan pencerenin yanma bir koltuk
koydular. Polislerin arasından birisi yavaşça: “Rabia üşümesin, öbür
tarafta otursun„ diye fısıldadı. Gerçekten Rabia iki yıldan beri
karanlık zindanda bir deri bir kemik hâline gelmişti. Polisler, ona çay
bardağı verdiler, terzilere tembih ederek yorgan, döşek, yastık, hatta
269
koltuğun altına koymak için minder diktirip verdiler. Kadınlar
sevincinden daha önce sakladıkları kaliteli atlas kumaşlarını, beyaz
kumaşlarını, yumuşak yün ve pamuklarını çıkararak kalın ve güzel
yorgan, döşekler hazırladılar. Rabia’yı çalıştırmak üzere özel
hazırlanan bu atölye aynı zamanda gazete, televizyon muhabirleri,
ayrıca sağdan soldan gelen denetimciler için özel ziyaret odası idi.
Hatta Rabia’nın rahat odasında gönüllü çalışmakta olduğunu filme
çekerek bir yerlere götürdüler. Polisler Rabia’ya haftada bir kere 45
dakika süreyle banyo yapabileceğini, ayda bir kere çocuklarıyla
görüşebilceğini, üç öğün yemeğini gece nöbeti tutan özel imtiyazlı
suçlularla birlikte yiyebileceğini bildirdiler.
İlk yemekte kavga çıktı. Rabia kovadaki sebze çorbasını
kaselerine doldurmasını bekleyen ondan fazla kadının yanına gelip
kuyruğa girdi. Sırası gelince kepçe tutan ihtiyar Çinli kadına kasesini
uzattı.
“Pis kaseni koyup uzak dur” diye bağırdı ihtiyar kadın,
elinde-ki kepçeyi Rabia’nın yüzüne doğrultarak. Rabia kasesini
kovanın yanma koydu, ama tepesi atınca bir bahaneyle onun dersini
vermek için bekledi. Yemek verme yetkisine sahip olduğu için
göğsünü gererek dolaşan, cezaevi müdürünün hemşehrisi olan
biçimsiz kadın, kepçesini kovaya şöyle daldırıp aldığı sebze çorbasını
Rabia’nın kasesine sallayarak döktü. Kepçedeki azıcık sebzenin bir
kısmı kasenin dışına sarktı, bir kısmı yere düştü. Biçimsiz kadın, bir
elinde kepçeyi oynatıp diğer eliyle yerdeki sebzeyi.alarak Rabia’nın
kasesine koydu. Rabia bir saniye beklemeden kasesini eline alıp o
kadının başına attı. Arkasından ona söverek dövmek için üzerine
gitti. Yıllardır itaatkar kölelerin arasında bey gibi kibirli dolaşan bu
kepçe amiri, hiç beklemediği bu darbeden afallayarak arkasına
çekildi, ama derhal bağırıp çağırarak yaygara kopardı. Korkan, ama
sevinen diğer kadınlar araya girdiler, gardiyan ve polisler de koşarak
geldiler.
“Sen beni hayvan gibi mi görüyorsun, hey pislik, bak şunun
yerdeki çöpü kaseme koyduğuna, senin gibi domuz yer yerdeki
270
yemeği, kendin ye!” Rabia kendine hakim olamadan hâlâ ona
sövüyordu. Rabia’nın beyninde bu ilk meydan savaşının çok önemli
olduğu, bu savaşı kazanırsa, bundan sonra burada kimsenin onu
ezemeyeceği fikri yıldırım gibi çaktı. Kovadaki yenilebilecek şeyleri
kendine ve yakınlarına ayırıp diğerlerine sadece suyunu vermeye
alışan ukala kadın, hemşehrisine güvenerek kurulup yine bağırmıştı.
Polis amirinin hükmü onu mat etti:
“Bundan sonra Rabia, yemeğini herkesten önce kendisi alacak.
O, size benzemez, onun dosyası merkezle, yurtdışıyla ilgilidir.
Merkezin talimatı var.” Polis amiri aceleyle söylenmemesi gereken
birçok sözü ağzından kaçırdı. Rabia bu sözleri duyunca bir adım
daha ileri giderek isteklerini söyledi:
“Benim
yemeğimi,
buhar
ekmeğimi
Çinli
ellerse
yemeyeceğim, Liudavan’da 9 gün yemek yemeden dayanmış
Rabia’yım ben.” Bu sözü duyan polis amiri korktu. Rabia burada ve
bu günlerde açlık grevi ilan ederse yöneticilerin başı belâya girecekti.
O seferki kavgadan sonra, Rabia yemeğini herkesten önce almaya,
buhar ekmeğini de Uygur kadınlar getirmeye başladı.
Rabia’nın yerleştirildiği atölyede çalışanlar, büyük salondakiler örülen kazaklara çiçek işleme görevini yerine getiriyorlardı.
»Başkaları günde beş kazağa çiçek işlerken, Rabia günde iki kazağa
çiçek işliyordu. Yüzlerce tutuklunun zorunlu çalışmayla ücretsiz
ördükleri kazaklar, pazarda yüksek fiyattan satılıyordu.
Rabia nın önüne hatta yabancılarla ortak olan büyük
fabrikaların ürettikleri “Tiyanşan”, “Tianbey” markalı kazaklara çiçek
işleme işleri de geliyordu. Cezaevindekilerin para kazanma hırsı öyle
güçlü idi ki, onlar yurtdışına gönderilecek birçok malın siparişini
verirdi, ünlü markalı malları gizlice taklit edip yurtdışına satarlardı.
Bir gün mal siparişi veren kadın patron, renkli sentetik iple
yapılmış battaniye, koltuk örtüsü ve yastık kılıfı üzerine nakış işleme
isteğini ortaya koydu. Cezaevi müdürü, deneyimli usta suçluları
yaratıcılığını ortaya koymaya çağırdı. Rabia, çocukluğundan beri
271
annesinden dantel örme, yastık kılıfı ve mendillere çiçek işleme,
dokuma ve nakış işlemeyi öğrenmişti. Aksu’dayken mahalle
hanımlarına da öğretmişti.
Böylece Rabia, renkli sentetik iplerle önce zincirleme çiçek
işledi, onu çevirerek büyük bir tane kıpkırmızı gül işledi. Altındaki
beyaz zemin üzerine yeşil yaprak işledi. Böylece bir buçuk ay
içerisinde 10 tane yeşil yapraklı gülü olan yastık kılıfı ve 260 gülü
olan battaniye işledi. Rabia’nın işlediği yastık kılıfı ile battaniyeye
çalışanlar da, yöneticiler de hayran kaldılar. Öyle nefis, öyle düzgün
ve görkemli, renkleri öyle canlı olan bu el işlemesi, mal siparişi veren
kadın patronu da memnun etti. O, polisten gizli bir şekilde Rabia’ya
eğilerek teşekkür etti.
İşte bu emek ve yaratıcılıktı, işte bu yeni ürün yaratmaktı, işte
bu ünlü marka için bir girişimdi. Ne yazık ki, “Helva verirsen
hayvana, saman kadar olmaz leziz/Su getiren hor görülür, testiyi
kıran aziz„ misali, Rabia artan parça iplerle küçücük bir yastık kılıfı
işleyip kızının doğum gününe hediye etmek istemişti, ama polisler el
koydular.
Rabia sonra dışardakilerden “Gül” markalı koltuk örtüsünün
başka Çinlilerin adıyla ünlü ürün olarak pazar bulduğunu,
cezaevlerindeki sayısız tutuklu ve suçluların kan teri bedeline
ücretsiz üretilen çok sayıdaki ürünlerin Çinli yöneticilerin cebini
doldurduğunu duydu.
Bir gün çocukları Rabia’yı ziyarete geldiklerinde fırsattan
yararlanarak babalarının Amerika’daki faaliyetlerini, yakında
Amerikalı yetkililerin Pekin’e gelip gittiklerini, Rabia’nın uluslararası
ünlü RAFTO ödülünü kazandığını anlattılar.
“Ah, Allah’ım şükürler olsun sana” dedi Rabia göklere
bakarak, “Bana özgürlük ver, milletimin, halkımın hürriyeti ve
kurtuluşu için bana akıl, güç ve irade ver!
SON
272
17 ‫ ؛‬Mart 2005. Sabah. Washington.
Oh, şimdi yüzde yüz emin oldum. İnşallah yine 12 saat sonra
uçak Washington Reagan Uluslararası Havaalanı’na inecek. 8 yıldan
beri gece gündüz sabırsızlıkla beklediğim eşimle görüşeceğim. Tövbe,
insanın inanamayacağı bir mucize gerçekleşti. 8 yıla mahkum
edilerek Çin’in başkenti Pekin’den 5000 km uzaklıktaki Urumçi
Bacanhu Cezaevi’nde yatan, 11 çocuğun annesi, Uygur kadını
Rabia’yı bir gün içinde Amerika’ya | getirdiler derlerse kim inanacak
ki? İşte Amerika’nın mucizesine ‫ ؛‬bakın„. Sıddıkhacı elindeki
Marlboro paketinin içindeki son kalan bir tane sigarayı çıkarıp
yaktıktan sonra paketi bir kenara bırak¬tı. Sigarayı bütün gücüyle
içine çekerek dumanı içinde bir süre ‫؛‬.tuttuktan sonra hafif üfleyerek
gözlerini yumdu. Göğsünden hem sigaranın dumanı hem efkarı
süzülerek çıkıyordu
Ayrılık, insanın hayatındaki en ağır ızdırap veren, en çok
hasret çektiren, en derin özleme sevk eden, en uzun hayallere
daldıran acı bir kader. Şimdi delikanlılık duygusunu kaybetmeden
bu günlere kadar gelen Sıddıkhacı 6 yıla yakın bir zaman içerisinde
epey yıpranmıştı. Onun simsiyah sık saçları yanyarıya ağardı,
alnında çizgiler oluştu, kor gibi yanan gözleri zayıfladı, gam, kaygı ve
üzüntü yüzünden kalbi parçalandı, sinirleri bozuldu, uykuları
kaçarak hayalden sıyrılamayacak bir hâle geldi.
Sıddıkhacı sabırsızlıkla duvardaki saatin ibresine bakarken
kimsenin aklına gelmeyen ince hesaba girişerek düşünceye daldı.
Saatte 720 kilometre hızla uçan bir uçak dakikada ve saniyede kaç
kilometre yaklaşır acaba?
“Rabia şimdi saniyede 200 metre hızla bana yaklaşıyor„. O
saatin ibresinden gözlerini ayırmadan yine derin düşünceye daldı.
15 Temmuz 1999’da, Sıddıkhacı, Amerika Kongresi’nde ilk
kez Tanıklık Etme Toplantısı’na katıldı, Çin Hükümetinin Rabia
Kadir’in pasaportuna el koyduğunu şikayet eti, ondan itibaren,
Amerika, Rabia ile tanışmaya başladı. O gün, Sıddıkhacı yine kongre
273
üyesinin yardımcısı Josef Efendi’ye Uygur meselesiyle ilgili 15
sayfadan oluşan 7 maddeli raporunu sunmuştu.
2 Ağustos 1999’da, Amerika Kongresi Kütüphanesi’nin Asya
Bölümü’nün araştırmacısı Karry Dombah Hanım Sıddıkhacı’ya
telefon etti. O yakında Amerika Kongre üyelerine rehberlik ederek
Urumçi’ye gideceğini, Rabia Kadir ile görüşeceğini söyledikten sonra
Rabia’nın telefon numarasını istedi. Sıddıkhacı’nın kalbi küt diye attı,
şu anda Rabia diken üzerindeydi, Rabia’nın kongre üyeleriyle
görüşmesi çok tehlikeliydi, görüşmezse, burada siyasi sığınma talep
etmenin hiçbir anlamı olmayacaktı. Milletin kaderiyle ilgili çok
önemli bir meselede fedakarlık yine ön plana çıktı. Onlar Rabia’nın
telefon numarasını aldıktan sonra yola çıktılar. Sıddıkhacı bu arada
Rabia’ya telefon ederek durumu anlattı ve görüşürken nelerin
söylenmesi gerektiği hakkında mektup yazarak faksladı. Rabia ise,
aceleyle belge hazırladı. Elindeki belgelerle Çin’in eline düştü.
11 Ağustos 1999’da, Çinliler Rabia’yı özel bir planla
tutukladılar. Rabia’nın tutuklandığı haberini oğlu Alim’e bir Uygur
ayakkabıcı ulaştırdı. Alim, Amerika’ya telefon ettiği için o gece
tutuklandı. Oğlu Ablikim ofisinden götürüldü. Bu haberleri
Sıddıkhacı’ya oğlu Kahar ulaştırdı. Ardı ardına gelen üzücü haberleri
alınca, Sıddıkhacı ne yapacağını şaşırdı. İki saat kadar ne yapması
gerektiğini düşündü.
Sıddıkhacı, o gün televizyonda 2. Dünya Savaşı’m konu alan
bir filmi izlemişti. Filmde düşman cezaevine düşen Avustralyalı kan
koca vardı.
Kocası İsviçre’ye kaçınca, düşman cezaevi avlusunda karısı
kurşuna dizilmişti. Sanki Allah’ın işareti gibi, bu tür beklenmedik bir
ana rastlanan kader benzerliği Sıddıkhacı’nın ruhsal durumunu daha
da kötüleştirdi. O gece boyunca düşündü, bir ay önce Amerika
Kongresi’ne yolladığı raporun 7. maddesinde Yalta Zirvesi’nin,
Moskova Zirvesi’nin zamanının geçtiğini, Uygur meselesinde
Amerika’nın sorumluluğu olduğunu ortaya koymuştu. Acaba bu
274
sözüm yanlış mıydı, ülkeler arasındaki diplomatik ilişkileri mi
etkiledi acaba gibi endişeler onu korkuttu.
Sıddıkhacı ertesi sabah Uluslararası Af Örgütü’ne konuyla
ilgili mektup yazdı. Uluslararası Af Örgütü’nün genel sekreteri
Albert Ledivi Hanım 24 Mart 1998’de Londra’dan Oklahoma’ya gelip
Rabia Kadir ve Sıddıkhacı’nin siyasi durumunu araştırmıştı. 13
Ağustos’ta Uluslararası Af Örgütü Londra’dan Rabia Kadir’in
tutuklandığı hakkında bir duyuru yayınladı. O zaman Sıddıkhacı’nın gönlü biraz rahatladı.
3 Ekim 1999’da, Sıddıkhacı, Oklahoma’dan küçük kızı
Kıknus’u alarak otobüsle Washington’a geldi. Onu Reşat Ab-bas
karşılayarak şu anki Amerika Kongre Meclisi Uluslararası İlişkiler
Komisyonu başkam Christopher Smith’in yardımcısı Josef Efendi ile
görüştürdü ve kendisi tercümanlık yaptı. Josef Efendi bu iş için
zaman gerekeceğini söyledi. Sıddıkhacı kesin karara geldi,
mücadeleye devam etmesi gerektiğini, bunun için, gerekirse Amerika
Kongresi merdivenlerini aşındırması gerektiğini düşündü.
4 Ekim’de Reşat Abbas onu Amerika Kongresi’ne götürdü.
Kongre üyesi Tom Lantos’un ofisinde Sıddıkhacı١yı ofis müdürü
Hans Efendi kabul etti. Sekreter hanım, Uygurlar ve Rabia Kadir’in
kaderi hakkmdaki bilgileri bir bir not etti. Hans Efendi bu sözleri
dinledikten sonra:
“Biz Çin hükümetinin Amerika Kongresi ’nde tanıklık eden,
Amerika Radyosunda çalışan birinin hanımının tutuklamasına seyirci
kalamayız, hanımınızı mutlaka kurtaracağız.” dedi.
7 Ekim’de Reşat Abbas yine onu Uluslararası Af Örgütü
Washington Şubesi Asya Bölümü’nün müdürü T. Kumar Efendi’nin
ofisine götürüp onunla görüştürdü. Sıddıkhacı ona Çin hükümeti
eğer Rabia Kadir’e hapis cezası hüküm kararım ilan ederse nasıl
olacağım sorduğunda, Kumar net olarak:
“Eğer mahkumiyet karan ilan edilirse daha iyi olacak, bizim
için elverişli şartlar ortaya çıkacak. Onlar Rabia’yı ister gözaltında
275
tutsunlar, isterse mahkumiyet kararını ilan ederek hapse atsınlar,
bizim için fark etmez, biz Rabia’yı kurtarıncaya kadar işimize devam
edeceğiz.” dedi.
7 Ocak 2000’de, Uluslararası Af Örgütü’nün Rabia Kadir
hakkında yaptığı 5 dakikalık belgesel film, BBC televizyon kanalında
ilk kez gösterildi. Bu işten sonra Sıddıkhacı oldukça rahatladı.
3 Mart 2000’de, Amerika Kongresi’nde Çin meselesi ile ilgili
Tanıklık Etme Toplantısı düzenlendi. Sıddıkhacı bir hafta öncesinden
geldi, hazırlamış olduğu belgelerin İngilizcesini kızı Akide’ye Rabia
Kadir için ayrılan 15 dakika süre içerisinde okuttu.
Tanıklık Etme Toplantısı’na katılan Amerika Kongre Meclisi
Uluslararası İlişkiler Komisyonu Başkanı Christopher Smith
başkanlık etti. Toplantıya 15 kadar parlamenter ve kongre üyesi
katıldı. Uygurlardan ise Reşat Abbas ve Dolkun Kamberi katıldı.
Kongre üyesi James Loger konuşarak “Biz Uygurlarla ilgili tanıklık
etme toplantısı yapıyoruz, Amerika’da sadece iki Uygur mu var?„
diye sordu. Toplantıdan sonra Christopher Smith Sıddıkhacının
yanma geldi ve özel olarak ilgilendi. 16 Mayıs 1996’da ofisinde
Sıddıkhacı ve Rabia ile görüştüğünü, sonra çocukları getirme işiyle
uğraştığını anlattı. Yine o zaman “Ben gelecekte Urumçi’ye özel bir
temsilciler heyeti gönderip Uygurların durumunu araştıracağım„
dediğini ve sözüne uyarak 11 Ağustos’ta temsilciler heyeti
gönderdiğini vurguladı. O yine Sıddıkhacı’ya akşam Albert Hanım’la
evinde görüştüğünü, onun “Uygurlar denen nedir, yenecek bir şey
mi, yoksa giyinecek bir şey mi?” diye sorduğunu anlattı. Sıddıkhacı,
Albert Hanım’ın(USA Amerikan birleşme devlet işleri katip idi)
Uygurları bilmemesinin 21. yüzyıldaki Uygurlar için gerçekten
büyük bir facia olduğunu anladı.
Aradan 6 gün geçti. 9 Mart’ta Urumçi’den oğlu Kahar telefon
açarak ağlamaklı bir şekilde Rabia’ya 8 yıl hapis cezası kesildiğini
Sıddıkhacı’ya anlattı. Telefonda Roşengül’ün yüksek sesle ağladığı
duyuluyordu. Sıddıkhacı’nın kalbi bir an durmuş gibi oldu.
276
“Acele etme oğlum.” diyebildi Sıddıkhacı, “Kim yamanmış
göreceğiz.” demek istedi, ama bu sözleri içine attı.
Rabia’ya mahkumiyet kararı ilan edildikten bir gün sonra,
yani 9 Mart’ta Clinton hükümetinin sözcüsü Robert Efendi dünyaya
ilk kez Rabia Kadir’i, Ablikim’i ve sekreteri Kahraman’ın serbest
bırakılmaları hakkında beyanat verdi. Bu, Sıddıkhacı’yı daha da
rahatlattı.
16 Mart’ta Oklahoma günlük gazetesinin muhabiri Sıddıkhacı
ile yaptığı röportajı yayımladı. Sıddıkhacı röportajında Amerika
olmasaydı dünyada Uygurlar gibi ezilen milletlerin başkalarına yem
olacağını, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı döneminde Stalin’e taviz
vererek Uygurların Çinlilerin kölesi durumuna gelmelerine neden
olduğu için ahlaki sorumluluğu olduğunu, şimdi bu sorumluluğu
yerine getirmenin zamanının geldiğini tarihi belgelerle anlatmıştı.
2 Temmuz 2000’de, Clinton hükümeti döneminde Amerika
Kongresi’nde Çin Hükümetinin Rabia Kadir’i koşulsuz serbest
bırakması hakkında yasa çıkarıldı. 14 Mart’ta Meclis’e yasa tasarısı
sunuldu, 28 Mart’ta senato ve meclis birleştirilmiş yasa tasarısını
onayladı. Çin ilk defa sesini çıkarıp karşı beyanat verdi.
9 Ağustos 2000’de, Uluslararası Af Örgütü ardı ardına Rabia
Kadir’in serbest bırakılmasıyla ilgili beyanat yayınladı.
11 Kasım 2000’de, yani Çin hükümeti Rabia Kadir’i Bacanhu
Cezaevi’ne naklettiği gün, Amerika İnsan Haklarını Gözetleme
Örgütü, Sıddıkhacı’yı New York’a davet etti. Bu örgüt tarafından
düzenlenen bağış toplama toplantısında Ürdün’den Ayşe Hanım,
Hindistan’dan Martin Efendi, Çeçenistan’dan Hasanov Efendi,
Siraniya’dan Abdullah Ticen Efendi ve Doğu Türkistan’dan
Sıddıkhacı Rozi gibi kişiler konuşmaya davet edildi. Amerika’nın üst
düzey zatları ve ünlülerden 850 kişinin katıldığı toplantıda
Sıddıkhacı Rozi, Uygurların tanıtımını konu alan makalesini Turdi
Hoca’nın çevirisiyle okudu, toplantıya katılanlar ilk kez tanıştığı
277
Uygurlar hakkındaki bildiriyi heyecan içinde dikkatle dinlediler.
Ayşe Hanım:
“Uygurların dili ne kadar ritimli, melodik bir dilmiş” diye
övdü. Toplantı 3. gününde Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde ünlü
politikacılar ve Hollywood’un ünlü sanatçılarının katılımıyla devam
etti. Sıddıkhacı’nın etkili sözlerini ünlü bir sanatçı okudu.
Salondakilerin hepsi Sıddıkhacı’yla birlikte ağladılar. Sanatçılar çok
etkilendiler, ortaokul öğrencileri toplantı sonunda “Özgürlük”
şarkısını okudular. Bütün Los Angeles öğrencileri Rabia Kadir’in
serbest bırakılması konusunda Amerika Hükümeti ve Çin’e mektup
yazmaya davet edildi.
15 Aralık 2000 de, Amerika Hükümeti beyanat vererek Çin
Hükümetinin Rabia Kadir’i koşulsuz serbest bırakmasını talep etti.
İşte o zaman Sıddıkhacı’nın perişan gönlü çok rahatladı.
Sıddıkhacı elindeki ikinci Marlboro paketini yere bırakıp son
bir tane sigarayı yaktı. Sigara dumanını göğe halka şeklinde üfledi ve
yine gözlerini saatin ibresinden ayırmadan tatlı hayallere daldı.
2001 yılının Mayıs ayını Sıddıkhacı Washington’da hükümet,
parlamento ve kongre binalarında geçirdi. 8 Mayıs’ta Dışişleri
Bakanlığında Devlet İşleri sekreter yardımcısı Michael Efendi onu
kabul etti. Suzan Hanım ve yardımcıları hazır oldu. Sıddıkhacı onlara
Rabia Kadir ve Uygurlar hakkındaki yeni belgeleri, evrakları teslim
etti. 9 Mayıs’ta o yine Demokrat Parti Senatörü Wilson ile ofisinde
görüşüp rapor verdi, birlikte fotoğraf çektirdi. Böylece Sıddıkhacı bir
yıldan fazla vakit içinde Amerika’nın yetkililerini, dünyanın kaderini
elinde tutan dört binanın önünde ve arkasında, altında ve üstünde
tabanları delininceye de koşturdu, 90 defa parlamento üyesi, senatör
ve onların ofis müdürleri ya da yardımcılarıyla görüştü, Uygurların
yaşadıkları kanlı olayları, çektikleri dert ve ızdıraplarını, insan
haklarının nasıl ayaklar altına alındığını anlattı, şikayet etti, inledi,
ağladı, yalvardı, bağırdı, Rabia Kadir’i kurtarmasını rica etti. Bu
sırada Washington’daki bir kısım Uygurlar ve Uygurların dostu
Yahudi kızı Kathy çok yardımcı oldu. O, birçok ofise kendisi belge
278
hazırladı, Sıddıkhacı’yı götürüp tanıştırdı. Ne yazık ki, bazı
kardeşlerimiz Uygur’un davasını Kathy’den kıskanarak onu
dışladılar. Bir gün parlamento üyesinin ofis müdürü Sıddıkhacı’ya:
“Sen siyasi faaliyetlerini durdurup Rabia’yı sessizce kurtarsan
olmaz mıydı?” dedi. Sıddıkhacı ise yiğit gibi:
“Efendim, ben insan hakları mücadelesini sürdüreceğim,
siyasi mücadeleyi de durdurmayacağım, Rabia’yı da kurtaracağım,
vatanımızı da kurtaracağım” diye cevap verdi.
29 Mayıs’ta, Amerika Devlet Savunma Bakanlığı gazetede
genelge niteliğinde bir makale yayımlayarak Amerika’nın global
strateji politikasının Avrupa’dan Asya’ya yöneldiğini ilan etti. O gün
Sıddıkhacı bu yazıyı okuduktan sonra artık bize de güneşin doğacağı
günler geleceğe benziyor diye umutlanmıştı.
11 Eylül 2001’de teröristler Amerika’nın New York şehrindeki
İkiz Bina’ya ve Washington şehrindeki Pentagon binasına saldırdılar.
13 Ekimde Washington Post gazetesinin Pekin’deki muhabiri
John Pomfret Sıddıkhacı’yla telefonda üç saat röportaj yaptı. O, Rabia
Kadir’in Orta Asya’daki ticaret durumunu sorduğunda, Sıddıkhacı
Taşkent’te kalan 600 bin Amerika Dolan, Urumçi’de el konulan 300
bin Amerika Doları değerindeki 9 adet otomobilin Urumçi Belediye
Başkan Yardımcısı Mu’nun oğlu tarafından satıldığı olayını
belgeleriyle ortaya koydu. Sıddıkhacı muhabirin ٠ son olarak:
“11 Eylül olayı Amerika’nın siz Uygurlarla ve Rabia Kadir ile
ilgilenmesini etkileyecek mi?” şeklindeki sorusuna:
“Hayır, etkilemez. Ben Amerika’nın büyük global stratejisine,
adil politikalarına ve Uluslararası İnsan Hakları Örgütü’ne
güveniyorum, bana göre Amerika bizi terk etmez, Rabia Kadir
meselesiyle devamlı ilgilenecektir” diye cevap verdi.
Gerçekten 20 Şubat 2002’de Başkan Bush, Pekin ziyaretinde
Çin hükümetini terörizme karşı mücadeleyi bahane ederek Uygurları
279
bastırmakla suçladı. Dört gün önce Sıddıkhacı’nın Bush’a yazdığı
mektup Washington Post gazetesinde yayımlanmıştı.
20 Şubat’ta Bush, Pekin’e gelir gelmez, Urumçi’de Rabia
Kadir iki yıldan beri yattığı karanlık odadan alınarak işe yerleştirildi.
22 Şubat’ta Washington Post gazetesi bir sayfasına Bush ile
Jiang Zemin’in basın toplantısıyla ilgili haberi, diğer sayfasına
kongrede tanıklık eden Rabia’nın dört çocuğunun fotoğraflı haberini
yayımladı. O zaman 72 kongre üyesi Rabia Kadir’in serbest
bırakılması hakkında mektup yazıp imzalayarak Bush’a yollamıştı.
Aradan bir kaç ay geçtikten sonra, 28 Şubat’ta, Amerika
Hükümetinin büyükelçisi Urumçi’ye gitti. Yılsonunda, yani 18
Aralık’ta Dışişleri Bakan Yardımcısı Loren Crayner Urumçi’ye gitti ve
Bush’un Uygurlar hakkındaki endişelerini tekrarladı. Birçok görüşme
gizli yapıldı.
25 Mayıs 2003,te, Çin hükümeti Uygurlarla ilgili Beyaz Ciltli
Kitap yayımladı. O gün Bush Moskova’da Peterburg şehrinin
kuruluşunun 300 yıllığını kutlama faaliyetine katılıyordu. Hu Jin-tao,
Rabia Kadir’i serbest bırakma konusunda söz vermiş olmasına
rağmen sözünde durmadı. Ertesi gün Uluslararası Af Örgütü, *Çin’in
Beyaz Ciltli Kitabı’nı reddettiğini ifade eden beyanat verdi.
1 Haziran 2003’te, Sıddıkhacı yine Oklahoma’dan acele
Washington’a geldi. Bu sefer o, Rabia ile hapiste beraber yatan bir
kadının Rabia’nın hastalandığıyla ilgili konuşmasının ses kaydını
alarak 8 Haziran günü Dışişleri Bakanlığı’na geldi. Onu Suzan Hanım
ve yardımcıları, ayrıca Amerika’nın Pekin Büyükelçisi birlikte
karşıladılar. Büyükelçi, Sıddıkhacı’ya:
“Benim Pekin’deki faaliyetlerim arasında Rabia Kadir olayı
birinci derecede önemli mesele sayılır.” dedi.
11 Ağustos 2003’te, Sıddıkhacı, Amerika Kongresi’nin Çin
İşleri Komisyonu’ndaki 9 kişi ile görüştü. Onu buraya İnsan
Haklarını Gözetleme Örgütü’nde çalışan bir kız getirdi. Akide
tercümanlık yaptı.
280
3 Ekim’de Amerika Kongresi Senatörü Josef Bay don
başkanlığında Rabia Kadir’in serbest bırakılmasıyla ilgili 3. kez kanun
tasarısı onaylayarak hükümete ve Pekin’e gönderdi. Başkanın
imzasıyla yürürlüğe girecek olan bu karar, gerçi formalite gereği
Kongre’ye iade edilmiş ise de, başkanın ofisinde dosya olarak kayda
geçti. Aradan dört gün geçtiğinde Çin Hükümeti, Sıddıkhacı’nın
Urumçi ile olan irtibatını kesti.
9 Aralık’ta, Wen Jiabao Washington^ geldi, Uluslararası Af
Örgütü, Uygur, Tibet örgütleri birleşerek Rabia’nın serbest
bırakılması talebiyle binlerce kişilik protesto gösterisi düzenlediler.
Gösteriye Akide Oklahoma’dan gelerek katıldı.
18 Mart 2004’te, Uluslararası Af Örgütü Washington Şubesi
Başkanı T. Kumar Sıddıkhacı’ya telefon ederek bu yıl Cenevre’de insan
Haklan Komisyonu toplantısında Çin’in suçlanıp suçlan-mamasının
Çin’in Rabia Kadir’i serbest bırakıp bırakmamasına bağlı olduğunu
duyurdu., O gün, Urumçi’den Ablikim telefon ederek Nanming Polis
Karakolu polislerinin kendisini çağırıp Rabia’yı serbest bırakacağız,
Amerika’ya ve kimseye haber vermeyeceksin dediklerini anlattı. Eğer
Sıddıkhacı, bu haberi Amerika Hükümetine duyurursa dört gün
sonraki Cenevre toplantısında Çin suçlanmaktan kurtulacaktı.
Sıddıkhacı ses çıkarmadı. Sonuçta Çin Rabia’yı serbest bırakmadı.
Amerika suçlama raporunu sundu, bu rapor gerçi Rusya ve İran gibi
ülkelerin vazgeçmesiyle engellenmiş ise de, Amerika bu sefer Çin’in en
zayıf noktasından yakaladı. Çünkü raporda Uygurlar için beş sayfa
ayrılmış olup Çin hükümetinin Uygur şehirlerine 11 milyon göçmen
naklettiği, 1949 yılında Urumçi’de 300 bin Çinli olduğu, o zaman
Uygur nüfusu yüzde 80 iken, şimdi Çinli nüfusunun yüzde 80 olduğu
gibi hususlar ve Rabia Kadir meselesi yer almıştı.
2004 yılı Ağustos ayının başında Sıddıkhacı çocuklarıyla
birlikte Oklahoma’dan Washington’a taşındılar. 23 Eylül’de Rabia
Kadir’e RAFTO ödülünün verildiği duyuruldu. Bütün dünyadaki
Uygurlar sevince boğuldular, bayram havası estirdiler. Sıddıkhacı ile
kızı Akide, 7 Kasım’da düzenlenecek olan ödül verme toplantısına
281
davet edildilerse de, beklenmedik nedenlerden dolayı pasaport
işlemlerinin gecikmesiyle Norveç’in Birgin şehrine gidemediler.
Toplantıya Uygur örgütü yetkililerinden. Sıddıkhacı çocuklarıyla
Washington’daki evinde televizyon aracılığıyla toplantıya katıldı.
Sıd-dıkhacı’nın talebine göre, Rabia’nın ödülünün Washington’da
verileceği kararlaştırıldı. O gün, Norveç’teki Uygurlar ve Bergen şehir
ahalisi gece boyunca meşale taşıyarak gösteri yaptılar ve Rabia
Kadir’in serbest bırakılmasını talep ettiler. O gün yine Norveç’in
gazete ve televizyon muhabirlerinden beş kişi Sıddıkhacı’nın evine
gelerek onu ve çocuklarını ziyaret ettiler. Sıddıkhacı onların
sorularına cevap verdi. Muhabirler:
“Memleketinizden petrol çıkıyor mu?”
“Neden Çin’in sömürgesi oldunuz?”
“Tarihteki atalarınızı biliyor musunuz?” gibi soruları sordular.
Sıddıkhacı onlara Uygurların kaderini, Yalta Zirvesi’nin genel
durumunu anlattı. Bir muhabir ona:
“Siz tarihte Avrupa’yı titreten Atilla’nın, Cengiz Han’ın
torunlarısınız, biliyoruz” dedi.
2005 yılı Mart ayının başında Rabia’nın serbest bırakılacağı
hakkındaki söylentiler çoğalmaya başladı. 10 Mart’ta Amerika
Dışişleri Bakanlığı’ndakiler Sıddıkhacı’ya telefon ettiler. Onlar
Rabia’nın yakında serbest bırakılacağını, uçak hareket etmeden
kimseye söylenmemesi gerektiğini duyurdular.
17 Mart’ta, işte bugün sabah saat 05:00’te, Amerika’nın
Pekin’deki Büyükelçisi Sıddıkhacı’ya telefonla uçağın hareket ettiğini
bildirdi.
“Ah, şimdi tamamen rahatladım‫؛‬.” Sıddıkhacı yine bir kez
derinden nefes alarak sigarasını yaktı ve saate baktı.
20 bin kilometre mesafe, beş çocukla Rabia orada, beş çocukla
ben buradayım. Sekiz yıllık ayrılık, sekiz yıllık yalnızlık, sekiz yıllık
hasret, sekiz yıllık mücadele!
282
1 milyar 300 milyon nüfusuyla, binlerce atom bombasıyla, 60
milyon komünisti ile dünyaya hava atan Çin’in 50 yaşını geçen bir
Uygur annesinden ne kadar korktuğuna bakın! Amerika’nın önünde
onu iki eliyle teslim etmesine bakın!
İşte bu mucize, eşsiz güç ve adaletin zaferi, dünyanın sahibi
Allah’tir. Ah, Allah’ım binlerce şükürler olsun sana!
Sıddıkhacı saatine baktıkça sabırsızlandı ve iki eline iki
bayrağı, yani Amerika’nın elli yıldızlı bayrağı ile Doğu Türkistan’ın
ay yıldızlı gök bayrağını alarak havaalanına doğru koştu.
Rabia Kadir’i alıp Pekin’den Washington’a uçan özel uçak, o
gün akşam saat 23:00’de Reagan Uluslararası Havaalanı’na gelip indi.
Amerika’nın, Uluslararası Örgütlerin yetkilileri, gazete, televizyon
muhabirleri, bayrak, çiçek taşıyan yüzlerce Uygur gözlerinden sevinç
yaşı dökerek onu karşıladılar. Sıddıkhacı ile, çocuklarıyla doyasıya
sarılıp görüşen Rabia Kadir, kendisine bakan kişilere ve muhabirlere
hitap etti:
“Kardeşlerim, ben kan içici zalimlerin demir pençesinden sağ
salım kurtularak çıktım, ama vatanımızda bana benzer on binlerce
siyasi tutuklu hâlâ azap içinde inlemekte, 20 milyon Uygur halkı açık
hava cezaevinde can çekişmekte. Onların insanlık hak ve hukuku
için, özgürlüğü için, milli bağımsızlığı için yapacağımız mücadele
önümüzdedir!„
2005. EKİM WASHİNGTON DC
283
www.uyghurbahari.org
Email: info@uyghurbahari.org
Download