b u H Tarih Boyunca Müslümanların Zafer ve Yenilgi Tarih Boyunca Müslümanların Kazandığı Zafer ve Yenilgilerin Sebepleri Tashih Polen Ajans Halkla İlişkiler Suat Köçer Kitap Tasarım Osman Arpaçukuru | Kapak Tasarım Ramazan Erkut Baskı Kilim Matbaası I POLEN YAYINI ARI Soğanağa Camii Sok. Büyük Tulumba Çıkmazı No: 5/9 Beyazıt / İSTANBUL Telefon: 0212 516 42 44 www. p o l e n k i t a p . çora Tarih Boyunca MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ŞEVKÎ EBÛ HALİL Mütercim MAHMUT SEVİM POLEN 2005 İÇİNDEKİLER Önsöz...................................................................................................j,....... 9. ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ 1. Sav aşa Girişmeden Önce Hazırlık Yapmak ......................................2 3 2 . Düşmanın G üç ve İmkânlannı B ilm ek............................................... 2 4 3. Mânevi Yönlendirm e................................................................................2 4 4. 5. 6. 7. 8. 9. Hazırlık ve Hareketlerin Gizliliği ...........................................................2 8 Komuta Merkezinin Halkla Kaynaşması............................................ 2 8 Yerli Silaha Sahip O lm a k ........................................................-............. 2 9 N et ve Sağlam Bir Akide Sahibi O lm ak ........................ .................3 0 Komutanın Yeterliliği (İdeal Komutan)................................................ 3 1 Düşmanı Gafil Yakalamak (Yemi İlmi İlerlemeyi Takip Etmek ve Askeri Fikriyatın En Son Neticelerini Araştırıp Bulmak/ Tatbik Etm ek............................................................................................. 3 3 10. Savaşın Dünyalık Şeyler İçin Olm am ası........................................... 3 4 11. Hikmetli D avranm ak.............................................................................. 3 5 12. Mücahitlerin Ahlâkî ve Mânevi Sıfatlan, Onlan Zafer Yolunu A çar......................................................................... 35 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ 1. Komutanın Emrine Muhalefet Ederek Askeri Planın Bozulm asına S e b e p O lm ak.......................................................................3 9 2 . Allah’ı Unutup Çoklukla Övünmek........................................................ 5 6 3 . Komutanın Danışmayıp Sad ece Kendi Görüşüyle Hareket Etmesi ve Tehevvür Derecesinde Atılgan Olması..............................6 6 4. Münafıklar veya “Beşinci Tabur” .......................................................... 72 5 . İnsanlann Kalpleri Seninle, Kılıçları ÜmeyyeoğuUan İle B eraberd ir........................................................................................................9 8 6 . Cahiliyye Taassub, Kibir ve Gururu..................................................... 113 7. Irkçılık ve Milliyetçilik.............................................................................. 122 8. Kötü Maiyet ve Müşavirler Türklerin Abbasi Devletinde Yaptıkları Kötü İşlere Birkaç Örnek....................................................125 9. Ganimet Sevgisi Hezimete Sebep Oluyor........................................135 10. Kuvvetlerin Dağılması ve Birliğin Parçalanması .........................141 11. İlmi İlerlemeyi Takip Edememek (Donukluk)...............................158 12. Yabancı İdeolojilerin Karşısında Hezimete Uğrayanlar............. 166 HATİME ZAFER VE HEZİMETİN ARASINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANI. . 2 0 1 Kaynakça...................................................................................................... 2 0 9 Şehadet için fertleri birbirleriyle yarışan bir ümmet, hezimet/yenilgi nedir bilmez! Allah’ın kılıcı HALİD b. VELİD Allah ondan razı olsun. ÖNSÖZ “Ey iman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Al­ lah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla, canlannızla Allah’ın yolunda dh âd edersiniz. Eğer bilirseniz, bunlar sizin için daha hayırlıdır. Günahlarınızı da mağfiret eder ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerin­ deki çok hoş m eskenlere koyar. İşte bu, çok büyük kurtuluştur. Ve sevdiğiniz bir diğeri da­ ha: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih... Mü’minlere müjdele! (Saf, 10-13) “Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa siz d e onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir, ’^buyuran Allah Teâlâ’ya hamdolsun. “Allah’a iman edip O’nun yo­ lunda cihâd etmeyi”2amellerin en faziletlisi sayan mücahitlerin önderi Muhammed Mustafa’ya salat ve selam olsun. İmdi: Şahsiyetini kazanan, kuvvetlerini bir araya getiren ve Al­ lah’ın kendisi için razı olup seçtiği bu dosdoğru yola/dine erişen ümmetimizin uzun tarihi boyunca kazandığı zaferler, rasgele ve ansızın olmayıp; belirli bir metod ve esaslar çerçevesinde ger­ çekleşmiştir. 1 2 Tevbe . 36 B u h ari, 5/105; Müslim , 84 ] O • MÜSLÜMAN1AR1N KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Ümmetimizin kazandığı zaferler kontrolden çıkmış bir kuv­ vet patlaması değildi. Bu zaferler, patlayıp önüne gelen her şeyi silip süpüren ve sonra da peyderpey sönen ve yokolan bir kuvvet değildi. Hiç şüphesiz ki tarih boyunca bizim kazandığımız zaferler, sınırları tayin edilmiş belli esaslar çerçevesinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir. Ümmetimiz bu esaslara tutunduğu zaman zafer gerçekleşmiş; bu esaslardan uzaklaştığı veya bu esasların tatbikinde bozukluklar ortaya çıktığı zaman da hezimet meyda­ na gelmiştir. Bunun, Allah’ın geçerli kanunları bozarak mûcizevî zaferler gerçekleştirmediği anlamında alınmaması gerekir. Ancak bu mûcizevî zaferler, tâbi olunması gereken bir kural olmayıp; daha maddi güçleri kemâle ermemiş İslam ümmetinin ilk olu­ şumu döneminde gerçekleşmişti. Bu zaferler, yokolmaları ha­ linde artık Allah’a hakkıyla ibâdet edilmeyeceği ve güzel, bit­ meye elverişli çekirdekleri yerleştirip kökleştirmek içindi. Hicretin ikinci senesinde gerçekleşen büyük Bedir savaşı, mûcizevî bir zaferdi. Zira Bedir savaşına katılanlar cihâd için çıkmış değillerdi. Onlar sadece Kureyş’te şekillenen putperestli­ ğe karşı İktisadî bir savaşa girişmek için çıkmışlardı. Onlar Kureyş’e ait bir kervanı ele geçirmek için harekete geçmişlerdi. Ancak kervan kaçıp, savaş Müslümanlara farz kılınınca mûcize olay gerçekleşti. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da: “M uhakkak Ben size birbiri ardınca bin m elek ile yardım ediyorum ” diye duanıza karşılık vermişti. ”3 “Andolsun ki, siz zayıfken Allah size Bedir’de yardım et­ mişti. O halde Allah’dan sakının ki, şükretmiş olasınız. Hani sen m ü’minlere: “İndirilen üç bin m elekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Evet, siz sabreder ve sakı3 Enfal, 9 II rarsanız; bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin m elekle size yardım edecektir. ”4 Bedir... Burada Müslümanlar kırılmayı ve yenilmeyi taşı­ yabilecek durumda değillerdi. Bundan dolayı da peygamber (s.a.v.)savaştan önce Rabbiyle münâcaatta bulunup şöyle di­ yordu: “Allah’ım! Eğer bugün bu cemaat yokolacak olursa, artık sana ibadet edilmez.”5 İşte bundan sonradır ki mûcize gerçekleşti. Böylece mü’minler, Allah’ın gerçekten kendileriyle beraber olduğunu hakkıyla bildiler. Aynı şekilde kâfirlerle ilk silahlı karşılaşma olan Bedir’de kazanılan zafer, Müslüman ümmetin temellerini sağlamlaştırmaya sevkedecek manevî bir ruh/güç oluşturdu. İman eden toplum iyice anlamalıdır ki, zafer kazanmanın bazı sebepleri bulunmaktadır. Mucizevî zaferler her zaman gerçekleşmez. Hele özellikle İslam’ın sınırlarını çizdiği İslâmî stratejide bir bozukluk oluştuğu zam an... İşte mü’minlerin bunu iyice kavraması için Bedir zaferin­ den sonra Uhud hezimeti gerçekleşti. Bu savaşta Müslümanlar gözleriyle zaferi gördükten sonra, galibiyet ellerinden çekilip alındı. Böylece ümmet iyice anladı ki, kendisinin Allah’ın emir­ lerine tâbi olması ve O’nun metodunu tatbik etmesi oranında Allah kendisini destekler. Allah şöyle buyuruyor: “De ki: “Allah’a da itaat edin, Rasûlüne de itaat edin.’’ Eğer yüz çevirirseniz ona düşen ancak ona yükletilen (teb!iğ)dir. Size düşen d e size yükletilen (ona itaat etmenizjdir. Ona itaat ederseniz hidayet bulursunuz. Peygam bere düşen de ancak apaçık tebliğdir. Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere va’detti ki: “Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi andolsun ki- onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapa- 4 5 Âl-i İmrân, 123-125 Sîret’û İbni Hişam, 2/196; Sîret’û Halebiyye, 2/173 12 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ cak, önceki korkulannı güvene çevirecektir.” (Böylece) onlar Bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızm ibadet etsinler. Bundan sonra artık kim kâfir olursa, onlar fâsıklann tâ kendileridir.” 6 Hiç şüphesiz ki sadece İslam’a mensup olmakla zafer elde edilmez. Fakat zafer, İslam’ı tatbik etmekle elde edilebilir. S a ­ dece imanı iddia etmekle zaferin kazanılamayacağı muhakkak­ tır. Ancak iman kelimesinin gerektirdiği şeylere ve içerdiği mâ­ nalara mü’minlerin uymasıyla zafer kazanılabilir.7* Rasûlüllah (s.a.v.) İslam ordusunun içinde iken Uhud sa­ vaşında yenilginin gerçekleşmesi, kıyamete kadar gelecek olan bütün mü’minlerin, zaferin kurallarını ihlâl etmekle beraber zaferin gerçekleşmeyeceğini bilmeleri içindi. Huneyn savaşında çokluklarıyla övünme duygusu müca­ hitlerin içlerine yerleşip, bu duygu onların: “Artık bugün azlık­ tan dolayı yenilgiye uğramayız.” sözlerinde kendisini gösterin­ ce; Allah Teâlâ onlara, Allah’a karşı bu çokluğun kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını gösterdi. Böylece zaferin sayının çokluğuna bağlı olmadığı ortaya çıktı. Allah Teâlâ peygamberi­ ne ikramda bulunup onun ayaklarını sabit kıldı. Böylece zafer gerçekleşti. Bu zaferi gerçekleştirmede bir avuç toprak bir or­ dudan daha fazla etkili oldu. Çünkü Allah Teâlâ o bir avuç top­ rak için böyle olmasını dilemişti. Uhud savaşındaki bu ders ve ibret, Müslümanlar için yeterlidir. Hiç şüphesiz ki ders ve ibretler çıkaran araştırıcı bir gözle tarihi incelemek, hem zaferin hem de yenilginin sebepleri bu- 6 7 N ûr, 5 4 - 5 5 Kur’an-ı Kerim’de “hezimetler", “arazi ve vatanın zaran” ve “düşmanın İslam memleketlerine girmesi” gibi sûreler mevcut deg.ıdir. Bilakis “enNasr / zafer, “el-Enfal / ganimetler gibi sûreler mevcuttur. Zaten “el-Enfal” sûresinin ismi bile buna delâlet etmektedir. Bu sûre, savaşlarda yenilgiyi ve düşmana sırtını dönüp kaçmayı bilmeyen komutanlardan bahseder. Bu komutanlar, savaşı zafer ve ganimetler olarak algılarlar. Onlar hezimet ve başarısızlık nedir bilmezler. Bilakis onlar zaferden sonra elde edilen gani­ metleri bilirler. 13 lunduğunu, zaferi gerçekleştiren ve yenilgiye sebebiyet veren bazı etkenlerin varolduğunu göstermektedir. Evet... Hezimetin sebepleri olduğu gibi zaferin de bir ta­ kım kanunları vardır. İşte zafer elde etmenin bu kanunlurı, İslam’a göre hiçbir zaman ve zeminde değişmez. Hezimete uğramanın da birçok farklı sebepleri bulunmak­ tadır. İşte bu sebeplerden biri gerçekleşip, zafer elde etmenin sabit olan etkenlerinden uzaklaştırdığında hezimet gerçekleşir. Hiç şüphesiz ki Yermûk, Kadisiye, Nihavend, Zellaka, Hittin, Ayncalût ve benzeri yerlerde elde edilen zaferler; İslam’ın çizmiş olduğu belli esaslar çerçevesinde gerçekleşmişti. Aynı şekilde Huneyn, Cisr, Buvatiye, İkâb ve benzeri sa­ vaşlarda meydana gelen hezimet; İslam’ın belirttiği zafer sebep­ lerinde oluşan bir bozukluğun neticesiydi. ♦ ♦ ♦ Birçok kimse Müslümanların elde ettiği bu zaferlerin se­ beplerini araştırmıştır. Şöyle ki: Kimisi bunun çölde yaşamaktan kaynaklandığını belirterek şöyle demiştir: Bu yaşam biçimi Araplann vücutlarını sağlam­ laştırmış ve onların bünyelerini güçlendirmiştir. Böylece onlar, nimetler içinde yüzen ve refah içerisinde yaşayan Farslılara ve BizanslIlara galip gelmişlerdir. Kimisi şöyle demiştir: Araplar son derece istirahat etmiş ve daha yeni güçlerini bir araya getirmiş bir ümmet olduklarından; çokça yapılan ve uzun süren savaşlardan yorulup bitkin düşen iki büyük devleti yenebildiler. Kimisi de şöyle dedi: Bunun sebebi devedir. Zira savaşa dahil edilen bu yeni silah, cephelerle hilafet merkezinin bağlan­ tısını güvenli bir şekilde gerçekleştirmiş ve destek kuvvetlerin kolay bir şekilde ulaşmasını sağlamıştır 14 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Eğer bu ümmetin kazandığı zaferlerin sebeplerini araştıran­ lar, kötü düşüncelerinden ve çirkin niyetlerinden - ki bu niyet­ lerinin en önemlisi de, meseleyi çarpıtmak ve içine bazı şeyler sokuşturmaktır- uzaklaşarak konuyu ele alsalardı; hiç şüphe yok ki önlerinde kolay ve açık bir cevap bulacaklardı. Bu ceva­ bı bulabilmek için derin ve zorlu araştırmalar yapmaya hiç gerek yoktur. Bu cevabın işaretlerinde de hiçbir kapalılık bu­ lunmamaktadır. Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyyede çizilen İslâmî metod Müslümanı öyle bir yetiştirmişti ki; artık o kendi ruhu için bile cimrilik etmeyip onu Allah yolunda feda ediyordu. Zira onun ruhu, bilinen bir ücretle ruhunu ondan satın alana sattık­ tan sonra onun yanında sadece bir emanetti. Onun ruhunu satın alan zât şöyle buyuruyordu: “Şüphesiz Allah, m ü’minlerden canlarını ve mallannı onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler. Tevrat’ta, Incil’d e ve Kur’an ’da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir. Allah’dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki? O halde yap­ mış olduğunuz bu alışverişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur!” 8 İşte bundan dolayıdır ki Halid b. Velid (Allah ondan razı olsun) düşmanlarına şöyle diyordu: “Ben, sizin hayatı sevdiği­ niz gibi ölümü seven bir toplulukla üzerinize geliyorum.” Onla­ rın Allah yolunda ölmeyi bu kadar çok arzulamaları, şehidin Allah katındaki mükâfatının büyüklüğünden dolayı idi. Onlar peygamber (s.a.v.)’in şu sözüne iman etmişlerdi:1' Muhammed’in canı elinde olan Allah’a kasem ederim ki, Allah yolun­ da savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, son­ ra tekrar savaşıp öldürülmeyi arzulamaktayım.”9 8 T e v b e , 111 9 Müttefekûn aleyh ( Buhari - Müslim ) 15 Yine bu manadan dolayıdır ki peygamber (s.a.v.) gelecek­ te ortaya çıkacak hastalığı teşhis edip şöyle buyurmuştur: “Y e­ mek yiyenlerin kâseye üşüştükleri gibi diğer ümmetlerin de her taraftan sizin başınıza üşüşmeleri yakındır.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlül(Bu) bizim o günkü azlığımızdan dolayı mı olacak?” Şöyle buyurdu: “Siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki çer-çöp gibi (dağınık) olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden (sizin) korkunuz çıkarılacak ve sizin kalplerinize “vehn” konulacaktır.” Dediler ki: “Vehn nedir?” Şöyle bu­ yurdu: “(Vehn) hayatı sevmek, ölümden tiksinmektir/hoşlanmamaktır.”10 İşte ümmet hayatı sevip ölümden tiksindiğinde, artık şeref ve üstünlüğün bir ehemmiyeti kalmadı, hezimet gerçekleşti ve kalelerine düşmanları çıkıp bayraklarını diktiler. İslâmî tasavvura göre Müslümanın ruhu onun mülkü ol­ mayıp, onun yanına bırakılmış bir emanettir. Her an Müslü­ man ruhunu, onu satın alan zâta teslim etmeye hazırdır. İşte Müslümanların fetihlerde gösterdikleri o büyük tavırları­ nı,dehşete düşüren hareketlerini ve ölümü arzulayarak ve te­ bessüm ederek karşılamalarını açıklayabilecek sadece bu ma­ nevî yapılarıdır. Nasıl olmasın ki!? Ölüm mü’min için bir hedi­ yeden ibarettir. Gerçek bir Müslümanın tasavvurunda şehitlik, hiçbir makamın kendisinden üstün olamayacağı büyük ve üs­ tün bir makama erişmek anlamına gelir. Hiç şüphesiz ki şehitlik sevgisi, her şeyden önce Allah sev­ gisini mü’minin ruhuna yerleştiren kuvvetli ve sağlam bir eğiti­ min neticesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullannız, kardeşleriniz, eşleri­ niz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elinize geçirdiğiniz mallar, dur­ gunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden m eskenler size Allah’dan, Rasûlü’nden ve O ’nun yolundaki 10 Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi , 5 /278 16 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ cihâddan daha sevimli ise, o halde Allah’ın emri gelinceye ka­ dar bekleyedurun. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdir­ m ez.”11 “...O halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun.” yani; Allah’ın azabını ve gazabını bekleyedurun. Bu kitabın büyük bölümünde biz, askerî cihâddan, zaferi gerçekleştiren ve hezimete sebebiyet veren şeylerden bahsede­ ceğiz. Fakat şunu hemen belirtelim ki, İslam’ın diğer bütün prensiplerinin Müslüman ferdin terbiye esaslanyla direk ve kuvvetli bir bağlantısı bulunmaktadır. İslam’a göre askerî cihâd, küçük cihâddır. Asıl büyük ve önemli olan cihâh ise, kişinin nefsi ve hevâsıyla yaptığı cihâddır. Zira kendi nefsine ve hevasma karşı zafer kazanan kimse, büyük zaferi gerçekleştirir ve küçük cihâdda savaştığın­ da tereddütsüz nefsini feda eder. 12* Nefsini Allah’a satan kimse, sadece Allah için ve O’nun kelimesini/dinini yeryüzünde yüceltmek için savaşır. Peygambe­ rimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Her kim sadece Allah’ın kelimesi/dini yüce olsun diye savaşırsa, o Allah yolunda (savaş­ mış) olur.” İslam’a göre ganimet için savaşılmaz. Savaştan kastedilen hedef ganimet olursa, hezimet kaçınılmaz olur. 11 Tevbe , 24 12 Bu düşünce Hatip el-Bağdadi’nin tarihinde Yahya b. el-A’la yoluyla riva­ yet ettiği bir hadise dayanmaktadır. Yahya dedi ki: Bize A’ta b. Ebi Rebah’tan Leys haber verdi. O da: Cabir’den, dedi ki: Peygamber efendi­ miz (s. a. v. )bir savaştan dönüyordu. Rasûlüllah U s. ) onlara şöyle dedi: “En hayırlı bir dönüşle döndünüz. Siz küçük cihattan büyük cihada dön­ dünüz: kişinin kendi hevasıyla (nefsani ihtiraslarıyla) mücahade etmesidir. ” Bu hadis hakkında İmam Beyhaki, senedinin zayıf olduğunu söylemiştir. “İhyanın tahrici”nde el-lraki de onun görüsşünü onaylamıştır. İmam Suyuti de “el-Camius’s-Sağir” isimli kitabında bunun zayıf olduğuna hükmetmiş­ tir. 17 İslam literatürüne göre beşerî bir kuvvetle övünülerek sa­ vaşılmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onları siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü. Attığın za­ man da sen atmadın. Ama ancak Allah attı... ”*3Mücahidler Rabblerini unuttukları veya O’ndan yana gafil oldukları zaman, hezimete uğramaları kaçınılmaz netice olur. İslâmî metoda göre safta bir çatlaklık bulunduğu, imkân dağınıklığı olduğu ve söz birliği sağlanamadığı zaman savaşta başarı sağlanamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “G erçek şu ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları s e v e r ”1314 Söz birliklerini sağlayamamış ihtilâf halindeki savaşçıların hezimete uğramaları muhakkaktır. Milliyetçilik, kabilecilik, ırkçılık, halkçılık ve benzeri esaslara dayanan savaşlar; İslam nizamına tamamen aykırıdır. Zira bü­ tün bunlar cahiliyyenin özellikleridir. Allah Teâlâ şöyle buyur­ maktadır “Hani kâfirler kalplerinde o taassub ve kibiri yani cahiliyye taassub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hem en huzur ve sükûnu Rasûlünün ve m ü’minlerin üzerine indirmişti; onlara takvâ sözü üzerinde sebat vermişti. Onlar zaten buna lâyık ve buna ehil idiler. Allah her şeyi çok iyi bilendir.”15 Cahiliyye ırkçılığı ve kabilecilik taassubu adına yapılan savaşların netice­ si, hiç şüphesiz ki hezimet olacaktır. İslam’a göre düşünmeden ansızın savaşa girişmek doğru olmadığı gibi, tembellik yapıp savaştan geri durmak da caiz değildir. Aynı şekilde İslam, sebeplere başvurmadan savaş açmayı da kabul etmez. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaltfadır: 13 E n fa l, 17 14 S a f, 4 15 Fetih . 26 18 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet (savaş malzemesi) ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sîz­ lerin bilmeyip d e Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız...”16 Sebeplere başvurulmadan, hazırlık yapılmadan ansızın ve dü­ şünmeden yapılacak bir savaşın neticesi: “hezimete uğramış askerler” olacaktır. İslam, tek bir askerin dahi yenilgiyi veya kaçmayı düşün­ mesi halinde savaşın neticesiz kalacağını söyler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! (savaş için) toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyiniz. Savaşmak için, yer tutmak yahut başka bir bölüğe katılmak gayesi ile ol­ maksızın, o gün kim onlara arkasını çevirip kaçarsa m uhakkak o, Allah’ın gazabına uğramış olur. Onun yeri d e cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. ”17 “De ki: “Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için m ü’minler yal­ nız Allah’a güvenip dayanmalıdır.”De ki: “Bize iki güzel şeyin (şehâdet ve zaferin) birinden başkasının gelmesini mi gözetir durursunuzPHalbuki biz size Allah’ın katından yahut bizim ellerimizle bir azap getireceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyiniz, muhakkak biz de sizinle beraber bekleyenleriz.”18 İşte inancı bu olan mü’minler olmaksızın yapılacak savaşın neticesi, kuş­ kusuz ki hezimet olacaktır. İslam ordusunda “münâfıklar” bulunduğu halde savaşın başarıyla sonuçlanması çok zordur. Allah Teâlâ şöyle buyur­ maktadır: “Onlan gördüğün zaman cüsseleri (belki/ hoşuna gider. Söz söylerlerse, sözlerini dinlersin. Halbuki onlar (duvara) 16 Enfâl , 60 17 E n fâl, 15 -16 18 Tevbe , 51 -52 19 dayandırılmış keresteler gibidir. H er bir feryadı kendi aleyhle­ rine sanırlar. Asıl düşmanlar onlardır, sakın onlardan. Allah kahretsin onlanINasıI da döndürülüyorlar?”19 Ordunun içinde “ajanlar” olduğu halde yapılan savaşın neticesi, ordunun he­ zimeti olacaktır. İslam’a göre savaş, kibirlenip böbürlenmek ve insanlara karşı gururlanmak için yapılmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmak­ tadır: “Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çı­ kan ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah yaptıkla­ rını çepeçevre kuşatandır.”20 Bilakis İslam’a göre savaş, sadece Allah yolunda yapılır. Nitekim Allah şöyle buyurur: “Tâ ki hakkı devamlı üstün kılsın, bâtılı yok etsin. Günah­ kârlar hoş görm ese d e .”21 Kibirlenip gururlanmak için ve in­ sanlara gösteriş olsun diye yapılan savaşın neticesi, elbette ki hezimet olacaktır. “Mü’minler arasında Allah’a verdikleri sözde içtenlikle s e ­ bat gösteren nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir. Onlar hiçbir şeyi değiştirme­ mişlerdir. Çünkü Allah doğru olanlan doğrulukları sebebi ile mükâfatlandıracak, münâfıkları da dilerse azaplandıracak veya tevbelerini kabul edecek. Allah çok bağışlayandır, çokça rah­ met edendir. ”22 İşte İslam’a göre savaşan mü’minler bunlardır. Hiç şüphesiz ki zafer sebebi olarak İslam’ın takrir ettiği bü­ tün bu etken ve vasıfları, Müslüman fatihler taşımış ve bütün dünya bunları, Müslüman fâtihin değişmeyen sabit ahlâkı/karakteri olarak bilmiştir. Mısır yöneticisi Mûkavkıs, Amr b. el-As’ın ordugâhına bazı elçiler gönderir. Amr, iki gün iki gece onları yanında bekletir. 19 20 21 22 Münâfikûn , 4 E n fâl, 47 Enfâl, 8 Ahzâb , 23 -24 2 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Bu zaman zarfında onlar, İslam’ın yetiştirdiği ve Kinâne topraklannı fethetmeleri için hazırladığı ordunun hayat şartlarına müttalî olurlar. Elçiler Mûkavkıs’a geri döndüklerinde Mûkavkıs onlara: “Neler gördünüz?” diye sorar. Onlar da şöyle cevap verirler: “Biz, kendilerinden herhangi birinin ölümü hayattan daha çok sevdiği, büyüklükten daha çok mütevâzi olmaktan hoşlandığı bir kavim gördük. Onlardan herhangi birinin dün­ yaya ne rağbeti ne de hevesi vardır. Onlar toprak üzerinde oturur, dizleri üzerinde yemeklerini yerler. Onların emirleri, onlardan herhangi biri gibidir. Onların önde gelenleriyle diğer­ leri, efendileriyle köleleri birbirinden ayırdedilmezler. Namaz kılma vakti geldiği zaman, onlardan hiçbir tanesi bile ondan geri kalmaz. Onlar ellerini su ile yıkar, namazlarında hûşû içeri­ sinde olurlar.”23 Bunun üzerine Mûkavkıs şöyle der: “Kendisine yemin edilen zâta kasem ederim ki, eğer bunlar dağlara yönel­ seler, onları yerinden söküp atarlar ve hiçbir kimse bunlara karşı savaşmaya güç yetiremez.” Nihavend savaşında Müslümanların, Nu’man b. Mukarrin komutanlığında üstün bir zafer kazanmaları üzerine Pers kisrası Yezdücerd, hediyelerle birlikte Çin kralına bir elçi gönderir ve Çin kralından yardım ister. Çin kralı kisranın elçisine şöyle der: “Ben bilmekteyim ki, kendilerine karşı koyanlara karşı kralların krallara yardım etmesi bir borçtur. Fakat sizi yurtlarınızdan çıkaran o kavmin sıfatlarını bana anlat. Zira senin, onların az olduklarından ve sizin çok olduğunuzdan bahsettiğini gördüm. Dinlediğim kadarıyla sıfatlarını anlattığın bu gibi az kimselerin sizin gibi çok kalabalık insanlara galip gelmesi, ancak onlarda bulunan bir hayırdan ve sizde bulunan bir şerden dolayıdır.”Yezdücerd’in elçisi: “Bana dilediğini sorabilirsin” dedikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer: Çin kralı: “Onlar verdikleri sözlerini yerine getiriyorlar mı?” 23 en-Nücûm’u Zahire, 1/10 -11 21 Elçi: “Evet;” Çin kralı: “Onlar sizinle savaşa girişmeden önce size ne tür tekliflerde bulunuyorlar?” Elçi:”Bizi üç şeyden birini kabul etmeye davet ediyorlar: Ya onların dinlerine gireceğiz. Bunu kabul etmemiz halinde bizi kendi statülerinde görürler. Veya onlar tarafından korunmamız karşılığında cizye vere­ ceğiz. Yahut da savaşacağız.” Çin kralı: “Onların, emirlerine olan itaatları nasıldır?” Elçi:“Kendilerini doğruya götüren mürşitlerine en çok itaat eden kavim onlardır.” Çin kralı: “Onların helâl kabul ettikleri ve haram kabul et­ tikleri şeyler nelerdir?” Yezdücerd’in elçisi bunları ona haber verdikten sonra kral şöyle dedi:”Onlar, kendilerine helâl kılman şeyleri haram yapı­ yor veya haram kılınan şeyleri helâl sayıyorlar mı?” Elçi: “Hayır”. Çin kralı: “Şüphesiz ki bu kavim, kendilerine haram kılı­ nan şeyleri helâl sayana veya helâl kılınan şeyleri haram yapana/yasaklayana kadar yokolmayacaklardır.” Daha sonra kral“Onların elbiseleri nasıldır?” diye sorar. Yezdücerd’in elçisi bunu haber verdikten sonra kral, onların bineklerinin ne olduğunu sorar. Elçi: “Güzel Arap atları” diye cevap verir ve bu atların özelliklerini sıralar. Kral: “Bunlar ne güzel atlardır” der. Daha sonra Yezdücerd’in elçisi krala; develeri, onların çökmelerini ve yük taşıma şekillerini anlatır. Bunun üzerine Çin kralı: “Bu vasıflar, boyunları uzun olan hayvanlara aittir” der. Daha sonra Çin kralı, kisra Yezdücerd’e bir mektup yazar. 2 2 • MÜSLÜMANIARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Mektubunda şöyle der: “Sana, başı Merv’de sonu Çin’de olan bir ordu gönder­ meme engel olan şey, şüphesiz ki üzerimdeki hakkını bilme­ mem değildir. Ancak senin elçinin bana vasıflarını anlattığı o kavim; eğer dağlara yönelecek olurlarsa, hiç şüphen olmasın ki onları yerlerinden söküp atarlar. Eğer onlar anlatılan vasıfları üzerinde kalarak yollarına devam ederlerse, beni de yıkarlar. Bundan dolayı sen de onlarla barış yap ve onların komşuluğu­ na razı ol. Onlar seni (savaşa) kışkırtmadıkları/zorlamadıkları sürece, sen de onları (savaşa) kışkırtma”24 İşte bu iki olaydan, Müslümanların kazandıkları zaferlerin sebepleri ortaya çıkmaktadır. Çin kralının konuşmasından ise, hezimetlerin ne zaman başlayacağı belirmektedir. “Şüphesiz ki bu kavim, kendilerine haram kılınan şeyleri helâl saymadıkça ve kendilerine helâl kılman şeyleri haram yapmadıkça/yasaklamadıkça asla yokolmazlar.” ♦♦♦ 24 Taberi Tarihi , 4/ 172-173 ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ Diyebiliriz ki, zafere ulaşmanın en bariz sebepleri şunlardır: 1. Savaşa Girişmeden Önce Hazırlık Yapmak Bu, hem ruhî/manevî ve bedenî yönden insan hazırlamayı; hem de silah kuvvetini hazırlamayı içermektedir. İslam, eğitim sahalarını mukaddes saymıştır. Bundan do­ layı da eğitim meydanı olan Medine-i Münevvere’yi cennetin bir parçası kabul etmiştir. Eğitim görenler bu cennet arazisine ayaklan çıplak olarak girmekteydiler. İslam’ın yetiştirdiği mü’minler, vakitlerini boş yere zayi et­ memişlerdir. Onlar ya işlerinde çalışıyor, veya ibadetle meşgul oluyor, yahut da atıcılık alıştırmaları yapıp ata biniyorlardı. Zaten o gün için bilinen silahlar da bunlardan ibaretti. Hiç şüphesiz ki savaştan önce gerçekleşecek olan ruhî ve psikolojik yenilgi, iman zayıflığı ve şehevi arzuların karşısında hezimete uğramak; savaşta da askerî yenilgiyi netice verir. Bundan dolayıdır ki peygamber efendimiz (s.a.v.), çıktığı sa­ vaşlardan Medine-i Münevvere’ye döndüğünde şöyle derdi: “Biz küçük cihâddan büyük cihâda döndük: Nefis ve hevâyla cihâd etm eye...”25 25 Bu Hadis-i Ş erifi, İmam Suyûtî “el-Câmiû’s- Sağır” isimli kitabında nakl etmiş ve zayıf olduğuna hükmetmiştir. 2 4 ■ MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 2. Düşmanın Güç ve İmkânlarını Bilmek: Peygamber efendimiz (s.a.v.) amcası Abbas’ı, Kureyş’i ve hareketlerini gözetlemesi için Mekke’de bırakmıştı. Aynı şekilde peygamber efendimiz (s.a.v.), Bedir savaşında Kureyş ordusu­ nun günlük kestikleri develeri hesaplayarak onların sayısını öğrenmiştir. Kadisiye savaşından hemen önce Tûleyha el-Esedî, Fars ordusunun içine girerek onların arasında geceler ve ordunun içinde neler olup bittiğini inceler. Tûleyha dönünce hemen S a ’d b. Ebi vakkas’ın yanına vararak Fars ordusu hakkında ona bilgi verir. Onların yüz yirmi bin askerden oluştuğunu, bir o kadar da hizmetçilerinin/ geri hizmet görevi yapanların oldu­ ğunu haber verir. Düşmanının güç ve kabiliyetlerini bilmeden savaşan bir ümmet, zaferden daha çok hezimete yakın olan bir ümmettir. 3. Manevî Yönlendirme: Günümüzde dünya devletleri, askerî çalışmalarının yüzde yetmiş beşini askerlerin morallerini yükseltmeye, yüzde yirmi beşini ise onların maddi ihtiyaçlarını karşılamaya sarfetmektedirler. İşte bundan dolayıdır ki İslam, her şeyden önce asker­ lerin manevî ve psikolojik yapılarını yüksek tutmaya yoğunluk vermiştir. Öyle ki İslam’a tâbi olan askerler komutanlarına şöy­ le demekteydiler: “Eğer sen (s.a.v.) bizim bu denize dalmamızı istesen, se­ ninle birlikte biz de dalarız.” Hiç şüphesiz ki İslam mücahitlerinin manevî ruhlarını zir­ veye çıkaran, İslam’ın manevî terbiyesiydi. İşte Amr b. el-Cemûh... Ağır bir şekilde topallayan Amr, cihâda çıkmama hususunda mâzûr olmasına rağmen Uhud savaşına katılmıştır. O şöyle diyordu: “Ben, bu topal halimle beraber cennete girmek istiyorum.” ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 25 İşte Sa'd b. er-Rebî... Uhud savaşı sona erdikten sonra peygamber efendimiz (s.a.v.), onun canlılar arasında mı yoksa ölüler arasında mı olduğuna bakması için birini gönderdi. Sa'd ona: Ben ölüler arasındayım. Benden Rasûlüllah’a selam söyle ve ona de kiıSa’d b. er-Rebî sana şöyle diyor: “Allah, ümme­ tinden dolayı bir peygambere verdiği mükâfatın en hayırlısını sana versin.” Benden kavmine de selam söyle ve onlara de ki: S a ’d b. er-Rebî sîzlere şöyle diyor: “Sizden gözlerini açıp kapa­ yan/ yaşayan biri bulunduğu halde peygamberinize (s.a.v.) bir kötülük yapılacak olursa, Allah katında kesinlikle bir özrünüz olmaz.” İşte Berâ b. Mâlik b. en-Nadr el-Ensarî... Yemame savaşı­ nın en şiddetli olduğu bir anda Müseylemetü’l Kezzab etrafı surlarla çevrili bir bahçeye sığınır. Bunun üzerine Berâ: “Ey Müslümanlar! Beni surlardan onların üzerine atın” der. Müslümanlann kaldırıp duvarın üzerine çıkardıkları Berâ, diğer tarafa atlar ve kapıya ulaşmak (tek başına) onlarla savaşa savaşa Müslümanlara kapıyı açmayı başarır. İşte bu Berâ (Allah ondan razı olsun) Yemame savaşında tam seksen küsür yara almıştı. 26 ' Yermuk savaşında... Nice yiğitler şöyle sesleniyorlardı: “Ölüm üzerinde biatlaşacak yok mu?” Nihavend savaşında... Müslümanların komutanı olan Nu’man b. Mukarrin el-Müzeni şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Dinini aziz kıl, kullarına yardım et. Nu’man’ı da bugün ilk şehit yap. Allah’ım! Senden tek isteğim, İslam’ın kendisiyle aziz ola­ cağı bir fetih ile bugün gözümü aydınlat, gönlümü rahatlat. Ey Müslümanlar, “amin” deyin ki Allah’ın rahmetine uğrayasınız.”26 26 Berâ (Allah ona rahmet etsin) , İran’ın Tüster şehri fethedilirken şehit oldu. Bazı Müslümanlar onun önüne geçerek şöyle dediler: “Ey Berâ! Onları önümüzde hezimete uğratması için Rabbin üzerine kasem et. ” Berâ da şöyle dedi: "Allah'ım! Onları hezimete uğrat, beni de şehit et. ” Bunun üze­ rine Farisîler hezimete uğradılar, Berâ da şehit oldu. 2 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Halid b. Velid (Allah ondan razı olsun)... Yermûk savaşın­ dan önce bir askerin: “Bizanslılar ne kadar da çok, Müslümanlar ne kadar da azdır!” dediğini işitir ve şöyle der: “Müslüman­ ların çokluğuna ve Rumların/ BizanslIların azlığına bakın! Şüp­ hesiz ki orduların çokluğu askerlerin çokluğuyla değil, zaferi elde etmekle ölçülür. Allah’a yemin olsun ki, Aşkar (atım)’ın iyi ve dinç olması karşılığında, onların sayılarının iki katına çıka­ rılmasını arzulamaktayım!” Hiç şüphe yok ki Halid’e bunu söyleten, güvenerek ve inanarak bunu söylemeye sevkeden İslam’ın yönlendirmesi ve eğitmesiydi. İşte İslam’ın eğitmesi sayesinde Halid, düşmanlar­ dan çeyrek milyon askeri kendisine denk tutmuyordu. Ha­ yır... Düşmanlardan çeyrek milyon asker, ancak onun Aşkar atma denk gelebiliyordu. Bu durumda Halid’in değeri ne olma­ lıydı acaba!? Milyonlarca asker mi?. . . Şüphesiz ki bunda garipsenecek bir taraf yoktur. Zira İslam’ın hidâyeti üzere yetişmiş bir toplumun maneviyatı bu şekilde olur!. . Mısır’ın fethinden biraz önce Mukavkıs’ın tehditkâr sözleri­ ni dinleyen Ubâde b. es-Samit, ona cevaben şöyle der: “(Ey kral!) Senin sözlerini işitmiş bulunmaktayım. Şüphesiz ki geride bıraktığım arkadaşlarım arasında benim gibi, hatta benden daha heybetli ve korkunç görünüme sahip olan bin kişi vardır. Eğer sen onları görseydin, benden korktuğundan daha fazla onlardan korkardın. Hiç şüphe yok ki artık ben gençliğimi yitirerek dünyaya sırtımı döndüm. Buna rağmen Allah’a hamdolsun ki, hepsi beraber bana saldıran düşmanımın yüz aske­ rinden dahi çekinip korkmam. İşte benim diğer bütün arkadaş­ larım da böyledir. Çünkü bizim arzu ve himmetimiz, sadece Allah yolunda cihâd etmek ve O’nun rıze ına tâbi olmaktır.” Daha sonra Ubâde (Allah ondan razı olsun), Mukavkıs’ın tehditlerini reddederek şöyle devam eder: “Hey adam! Sakın kendine ve arkadaşlarına/ askerlerine (güvenip) aldanma. Bizanslı topluluklarla, onların sayı ve çok- ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 27 hıklarıyla ve bizim onlara güç yetinmeyeceğimizle bizi korkut­ mak istemene gelince; yemin olsun ki bunlar bizi korkutacak ve giriştiğimiz şeyden bizi alıkoyacak şeyler değildir. Eğer sizin dediğiniz doğru ise; Allah’a kasem ederim ki bu, onlarla sa­ vaşma hırs ve isteğimizi daha çok arttırır. Çünkü bu, yapmamız durumunda Allah katında bizi daha çok mâzur kılar. Eğer hepi­ miz toptan öldürülecek olursak, Allah’ın rızasına ve cennetine erişmek bizim için daha kolaylaşır. Hiç şüphesiz ki bunun kadar gözümüzü aydın edecek, gönlümüzü rahatlatacak ve bize se­ vimli gelecek hiçbir şey yoktur. Bu durumda size karşı bizim için iki güzellikten biri vardır:Ya size galip gelir ve bolca dünya ganimeti elde ederiz;ya da sizin bize galip gelmeniz durumunda ahiret ganimetini elde ederiz ki; gayret ve çalışmamızdan sonra bu, iki şeyden bize en sevimli olanıdır. Hiç şüphesiz ki Allah (Azze ve Celle) kitabında bize şöyle buyurmuştur:"...Nice az bir topluluk, daha fazla bir topluluğu Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”27 Bizden her biri sabah akşam Allah’a dua eder ki: kendisini şehadetle rızıklandırsın, ülkesine ve kendisinden çıktığı toprağı­ na, çoluk-çocuğuna ve ailesine bir daha geri döndürmesin. Bizden hiçbiri, geride bıraktıklarını düşünmez. Çünkü her biri­ miz, çocuklarını ve ailesini Rabbine emanet etmiştir. Bizim tek düşüncemiz/derdimiz, önümüzde olan şeydir (ya zafer ve ha­ kimiyet, ya da şehâdet ve saadet)... İşte bunlar, Müslümanlarda bulunan manevî ruhun bazı örnekleridir. Hiç şüphe yok ki iman ve İslam’dan kaynaklanan bu ruh, bu hususta zirvedir. Askerlerinin mânevî ruhları zirvede olan bir ümmet, kesinlikle zafer kazanan bir ümmet olur. As­ kerlerinin maneviyatları çökmüş olan bir ümmet ise, silahları­ nın kendisine hiçbir fayda veremeyeceği yenik bir ümmettir. 27 Bakara - 249 2 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Fhilied Marshal Mounthagmirie, “Tarih Boyunca Savaş” isimli kitabında şöyle diyor: “İslâmî orduların en bariz ve önemli özelliği, savaş malzemelerinde, silahlanmada ve örgüt­ lenip teşkilatlanmada gizli değildi. Bilakis bu orduların İslam davetine olan kuvvetli imanlarından kaynaklanan üstün mâ­ nevi ruhları, onların en önemli ve açık özellikleriydi.”28 4. Hazırlık ve Hareketlerin Gizliliği: Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir savaşa çıkmak istediği zaman, ilk önce gitmek istediği yönün tam ters istikametinde yol alırdı. Bazen ilk başta kuzeye doğru yol alırken, birden yö­ nünü düşmanın bulunduğu güneye çevirirdi. Hiç şüphe yok ki o, düşmanı yanıltmak için bunu yapmaktaydı. Bazen o, haberlerin düşmana ulaşmaması için yolların ka­ patılmasını emrederdi. Mekke’nin fethi için hazırlık yapılmasını emrettiği esnada şöyle buyurmuştu o (s.a.v.): “Allah’ım! Casus­ ların ve haberlerin Kureyş’e ulaşmasına engel ol. Ta ki onları şehirlerinin içinde ansızın yakalayalım.” Bugünkü büyük devletler de, düşmanlarının sırlarını çal­ mayı, modern silahlarını, güçlerini, savaş hazırlıklarını, mane­ viyatlarını ve İktisadî durumlarını öğrenmeyi hedefleyen gizli bir savaş içindedirler. Bütün gizlilikleri/sırları düşmanları tara­ fından bilinen bir ümmetin yenilgiye uğraması muhakkaktır. Herhangi bir ümmetin zafere kavuşması, ketumiyet ve. gizliliğe olan yakınlığıyla bağlantılıdır. 5. Komuta Merkezinin Halkla Kaynaşması: Peygamber efendimiz (s.a.v.) savaş arından önce Müslümanlara hitaben şöyle derdi: “Ey insanlar! Bana görüşlerinizi bildiriniz.” Hiç şüphesiz ki komutan ile halkı arasında gerçekle 28 “Tarih Boyunca Savaş” sahife Abdullah Nemr 188; Arapçaya çeviren Tuğgeneral Fethi ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 29 şen bu kaynaşma, dahili cepheyi birleştirip tek saf yapmıştı. Bu hususta Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “G erçek şu ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”29 S a ’d b. Ebi Vakkas da Kadisiye savaşından önce ordusuy­ la istişare etmişti. Nasıl etmesin ki!? O, doğudaki Fars cephesi hususunda Hz. Ömer’in insanlarla istişare ettiğini gözleriyle görmüştü. Nihavend savaşından önce de Nu’man b. Mukarrin elMüzenî askerlerine danışmıştı. Mukavkıs’ın elçileri ona şöyle demişlerdi: “Onların emirle­ ri, onlardan herhangi biri gibidirler.” Kisra’nın ve onun komu­ tanı Rüstem’in elçileri de aynı şeyi anlatmışlardı. Safın birliğinin ehemmiyetinden dolayıdır ki Allah Teâlâ, Kur’an-ı Azim’in sûrelerinden birinin ismini “es-Saf” koydu. Bu sûrenin bir ayeti kerimisinde de S a fı “birbirine kenetlenmiş bina” şeklinde niteledi. içinde dağınıklık bulunan bir cephe, kesin olan askerî he­ zimetinden önce dahili hezimete mâruz kalır. “Birbirine kenet­ lenmiş bina” gibi olan bir ümmet, hezimetten daha çok zafere yakındır. 6. Yerli Silaha Sahip Olmak: İbni Mâce cihâd babında şu hadise yer vermektedir: “Rasûlüllah’m elinde Araplar tarafından yapılmış bir yay bulunmaktaydı. Bu esnada Rasûlüllah, elinde Farslılar tarafın­ dan yapılmış bir yayın bulunduğu bir adam gördü ve ona şöyle dedi: “Onu at, kendine Araplar tarafından yapılmış bir yay edin.” 29 Saf-4 3 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ İşte bu hadisi şerif İslam’ın, Müslümanlara kendi toprakla­ rında silah îmal etmelerini ve silah ithalatı yapmamalarını em­ rettiğini gösteren kesin bir delildir. Günümüzde gelişen devlet­ lerin, ordularını silahlandırırken gelişmiş büyük devletlerden ithal edilen silahlara dayanmaları vakıası da bunu ispat etmek­ tedir. Zira bu büyük devletlerin, silah ithalatı yapan küçük dev­ letlerin güç ve imkânlarına yaptıkları müdahaleler ve onların üzerinde kurdukları tahakküm apaçık ortadadır. Aynı şekilde istif edilmiş eski savunma silah yığınlarını satarken ileri sürdük­ leri şartları da bellidir. O halde zafere ulaşmanın önemli sebep­ lerinden biri de yerli silaha sahip olmaktır. 7. Net ve Sağlam Bir Akîde Sahibi Olmak: Hiç şüphesiz ki İslam akidesinin açıklığı ve gizemlilik ile an­ laşılmaz sırlardan uzak oluşu onu, tabilerinin kalp ve zihinlerin­ de netleştirmiştir. Bundan dolayı onların çıkış noktaları bir, yolları bir ve hedefleri birdi. Bütün bunlar net ve açıktı. 30 İslam’dan önceki Arap, kendi kabilesinin özel putunun bayrağı altında ya ganimet için veya intikam için savaşırdı. Uhud savaşının cereyan ettiği günde: “Yücel Hübel, Yücel hübel!” diyen Ebû süfyan değil miydi? İslam bayrağı altında savaşan Müslümana gelince, o sade­ ce “Alemlerin Rabbi olan Allah” inancı uğrunda savaşır. İşte bu, hem fikir/düşünce ve hem de metod birliği oluşturmuştu Müslümanlar arasında. Onlar namaza kalkacakları zaman, hep beraber kalkmaktaydılar. Gece olunca da onların, Kur’an tilâ­ vetinden dolayı arı vızıltısı gibi vızıltılı sesleri vardı. İşte bundan dolayıdır ki Müslüman elcilerin İslam düşman­ larına verdikleri cevaplar, hep aynı türden cevaplardı. 30 “Tarih Boyunca Savaş” isimli kitabının 189. sahifesinde, Fhilied Marshal Mounthagmirie şöyle demektedir: “Arapları/Müslümanları, en kuvvetli fak­ tör olan iman ve akîde faktörü savaşmaya itmekteydi. ” ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 31 Müslüman elçi Ubâde b. es-Samit, Mukavkıs’a şöyle de­ mekteydi: “Seninle bizim aramızda üç şeyden biri dışında ka­ bul edebileceğimiz hiçbir şey yoktur; bunlardan hangisini arzu­ larsan onu seçebilirsin. Fakat nefsini bâtıla meylettirme. İşte komutan -Amr b. el-As- m bana emrettiği şeyler bunlardır. Ona da bunları mü’minlerin emiri -Ömer b. el-Hattâb- emret­ miştir. Ondan önce de Rasûlüllah (s.a.v.) bunları bizlere ahdetmişti/bu görevi bizlere vermişti.” İşte Fars cephesinde, Şam cephesinde, Endülüs’te ve Çin surlarının önünde tekrarlanan kelimeler... Üç şeyden biri: Ya İslam, ya cizye veya da savaş... İşte mücahidlerin düşüncelerini birleştiren bu akidenin te­ mel özellikleri şunlardır: İzzet, sabır, ihlâs, vefakârlık, kuvvet, sebat, kardeşlik, kardeşini kendine tercih etmek ve uyanık bu­ lunmak... Mücahidlerin kalplerine yerleşen ve kökleşen bu aki­ de onları öyle yüceltmişti ki, artık onlar için ölümün onları ya­ kalaması veya onların ölümü yakalamaları hiç önemli değildi. Evet... Akidesi aynı olan bir ordu, fikren aynı, hedefi sabit ve bütün çalışmaları bir bütünlük arzeden bir ordudur. Çeşitli inançlar arasında bocalayan bir ordu ise, dağınık, hezimete yakın ve zaferden uzak olan bir ordudur. 8. Komutanın Yeterliliği (İdeal Komutan): Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) şöyle diyordu: “Savaşlar­ da, savaşın kızıştığı, gözlerin kızardığı ve çarpışmaların şiddet­ lendiği anlarda bizler Rasûlüllah (s.a.v.)’ın (arkasına saklanıp) korunurduk. Düşmana Rasûlüllah’tan daha yakın hiç kimse bulunmazdı.” Bundan dolayı da bazı sahabeler şöyle derlerdi: “Bizim cesaretli olanlarımız, Rasûlüllah’ın hemen arkasında bulunurlardı.” Mürtedlerle yapılan savaşlarda, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın kararlılığı apaçık ortadaydı. 32 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun)’in komutanları seçmesi, çok garip ve farklıydı. O komutan seçerken kişinin sadece salih oluşuna değil, aynı zamanda komutanlık ve emirliğe elverişli olmasına bakardı. Birgün Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) etrafındakilere (istişare meclisinde bulunanlara): “Bana, önemli bir iş için gö­ revlendireceğim bir adamı gösterin” dedi. Onlar “falan şahıs olur” dediklerinde Hz. Ömer: “Bizim ona ihtiyacımız yok (o olmaz)” dedi. Bunun üzerine onlar şöyle dediler: “Peki sen nasıl birini istiyorsun?” Hz. Ömer şöyle cevap verdi: “Ben öyle bir adam istiyorum ki, emirleri olmadığı bir kavmin arasında bulunduğu zaman, onların emirleriymiş gibi görülür; emirleri olan bir kavmin arasında ise, onlardan herhangi biriymiş gibi hareket eder.” Onlar: “Bu sıfat ancak Rebi’ b. Ziyad elHarisî’de bulunmaktadır” dediler. Hz. Ömer de: “Evet... Doğru söylediniz" dedi ve onu görevlendirdi. Hz. Ömer, görevlendirdiği bir adam için ahidnâme yazıl­ masını emretti. Kâtip ahidnâmeyi yazarken bir çocuk gelip Hz. Ömer’in kucağına oturdu, Hz. Ömer de onunla şakalaşmaya/ oynamaya başladı. Bunun üzerine (görevlendirilecek olan) adam şöyle dedi: “Ey mü’minlerin emiri! Benim de bunun gibi on çocuğum var, fakat (bugüne kadar) onlardan hiçbiri bana yaklaşmış değildir!” Hz. Ömer ona şöyle cevap verdi: “Eğer Allah senin kalbinden merhamet duygusunu çekip almışsa benim günahım/suçum nedir? Şüphesiz ki Allah, kullanndan ancak merhametli olanlara rahmet eder.” Daha sonra kâtibe dönerek: “O yazıyı yırt. Zira çocuklarına merhamet etmeyen bu adam, reaya’ya nasıl merhamet edebilir ki?!” dedi. Kadisiye savaşında Hz. Ömer’in kom .tan seçtiği S a ’d b. Ebi Vakkas (Allah ondan razı olsun) zaferi gerçekleştirmişti. Yine Hz. Ömer, Nihavend savaşında Nu’man b. Mukarrin (Allah ondan razı olsun)’i komutan olarak seçmişti. Düşmanla ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 33 karşılaşma esnasında ilk savaşa dalan kendisi oldu ve böylece zafer elde edildi. Komutanlara yönelik bu titiz seçimiyle beraber Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun), devamlı komutan ve emirlerine tali­ matlar gönderirdi. Ayrıca bütün komutan ve emirlerin durum­ larını inceleyen bir kurum oluşturmuştu. Bizim İslam tarihimizi araştıran bir kimse, Halid b. Velid (Allah ondan razı olsun)’in nasıl bizzat savaşa katıldığını; aynı şekilde Tarık b. Ziyad (Allah ondan razı olsun)’ın da bilfiil sa­ vaştığını görecektir. Şehit Nureddin Zengi hakkında şu bilgi varid olmuştur: “O, insanların maslahatlarını gerçekleştirmeye çok önem verir, devamlı cihâd eder ve bizzat savaşırdı.” Hiç şüphesiz ki bütün bunlar sadece birkaç örnektir. İdeal bir komutanın zaferin kazanılmasında önemli bir sebep olduğu muhakkaktır. 31 9. Düşmanı Gafil Yakalamak (Yani İlmî İlerlemeyi Takib Etmek ve Askerî Fikriyatın En Son Neticelerini Araştırıp Bulmak/ Tatbik Etmek): Arap örfüne göre savaş, saldırıp geri çekilmekten ibaretti. Fakat Bedir savaşında peygamber efendimiz (s.a.v.); Kureyş’in bilmediği ve hiç karşılaşmadığı bir şekilde, delinmeyecek şekil­ de birbirine kenetlenmiş nizamî saflarla onlara karşı koydu. Yermuk savaşında Halid b. Velid (Allah ondan razı olsun), Bizanslılar tarafından bilinmeyen “nizamî alaylarla” onları kar­ şıladı. 31 İdeal bir komutanın en bariz vasfı: Hedefi apaçık olduğu ve gerçekleştir­ mek istediği şeyleri bildiği için doğru kararlar veren ve bu kararları uygula­ yabilen bir kudrete sahip olmasıdır. 34 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Nihavend savaşında Müslümanlar, daha ilk defa görülen bir taktikle Farslıları karşıladı. Bu taktiğe göre; merkez kuvvetler bilinçli bir şekilde geri çekilecek, bunu görüp ilerleyen Farslıları sağ ve sol cenahtaki kuvvetler saracaktı. İşte bu şekilde Müs­ lümanlar Farslıları tamamen muhasara ettiler. Zât’üs-Sevâri savaşında Abdullah b. S a ’d b. Ebi Sarh, de­ niz savaşını kara savaşı haline getirdi. Zira daha önce görül­ memiş bir şekilde Müslümanların gemilerini Bizans gemilerine bağlayıp böylece karada imiş gibi onlarla savaştı. Zellâkâ savaşında Yusuf b. Taşfin, Hıristiyanları gafil yaka­ ladı. Zira savaş meydanı daha sakin iken oraya tuzaklar yerleş­ tirmişti. Hiç şüphesiz ki yeni taktikler geliştiren ve askerlerini disip­ line sokan bir komutan, düşmanlarını hayretler içinde bıraka­ rak onların hesaplarını altüst eder. Aynı şekilde düşmanlarını gâfil avlayarak onları şaşırtır ve onları işleri hususunda şaşkınlık içerisine sokar. 10. Savaşın Dünyalık Şeyler İçin Olmaması: Savaşçı sadece Allah için ve akidesi uğrunda savaşmak­ taydı. Bundan dolayı da önceki ümmetlerde ganimetler haram olup yakılmaktaydı. Böylece mücâhidin kalbi sadece Allah için ve O’nunla beraber olmaktaydı. Fakat ideal bir şekilde yetiştiri­ len bu ümmet, sadece Allah için yaşadığından dolayı artık ga­ nimetler onun cihâd meydanlarındaki ihlâslı tavırlarını sarsabi­ lecek durumda değildi. Bundan dolayı da bu ümmete hem ahiret sevabı, hem de fazladan dünya ganimetleri verildi ki; savaşın hemen neticesinde bir şeyler elde etsin. Ancak eğer nefisler ganimetlere meyledecek olursa hezimetler de kaçınıl­ maz olacaktır. Şayet savaş, Allah’ın kulları için razı olduğu akîdeyi yay­ mak yerine dünyevî maksatlar için yapılacak olsa ve savaşçılar ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 35 da Allah’ı ve şeriatını unutacak olurlarsa; o zaman kâfirlerle Müslümanlar arasındaki durumun ismi: “Ey kâfirler, fâcirleri öl­ dürün” şeklinde olacaktır. 11. Hikmetli Davranmak: Bizler başarıya ulaşma sebeplerini yakînen bildiğimiz za­ man savaşır; şartlar uygun olmadığı zaman da savaşı uygun bir vakte kadar geciktiririz. 32 Yapılan onca zulme ve ashabına uygulanan onca işkencelere rağmen peygamber efendimiz (s.a.v.) Mekke’de herhangi bir savaşa girişmedi. Fakat o, asha­ bının kalplerine sabrı yerleştirmekte ve yakın bir gelecekte zafe­ rin gerçekleşeceğini onlara va’detmekteydi. Hz. Ömer’in ona: “Hakk üzerinde olanlar bizler değil miyiz (Niye onlarla savaş­ mıyoruz)?” demesi üzerine o şöyle cevap verdi: “Sizler azsınız ey Ömer!” Ancak Medine-i Münevvere’de sebepler oluşup, İslam dev­ leti sağlam bir şekilde kurulunca; eğitim ve hazırlıklar da ta­ mamlanınca üstün ve parlak zaferler elde edildi. Şartlar oluşmadan savaşa girişmek olur şey değildir. Aksi halde netice çok acı olur. 12. Mücâhidlerin Ahlakî ve Manevî Sıfatlan, Onlara Zafer Yolunu Açar: Hiç şüphesiz ki Müslüman fatihleri diğer toplumlara sevdi­ ren şey, onların güzel ve üstün ahlâkları, saygınlık ve itibarlarıydıİşte Müslüman fatihlerin bu üstün vasıfları, toplumların düş­ manları terkedip yalnız bırakmalarını sağlamıştı. İşte, Müs­ lüman ordu kendilerini terkedip Yermûk’a giderken Humus ahalisini ağlatan ve onların şehir kapılarını Bizanslıların yüzleri­ ne kapatmalarını sağlayan; Semerkant ahalisini Kuteybe’nin 32 Hikmet şöyle tarif edilmiştir: Yapılması gereken şeyi, uygun vakitte doğru ve uygun bir şekilde yapmaktır. 36 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ordusuna aşık eden ve binlerce Endülüslünün Tarık’ın ordusu­ na katılmasını sağlayan şey bu vasıflardan başkası değildi. Yine bu üstün ve yüce vasıflardır ki; Asya’nın güneydoğu­ sunun, Orta ve Güney Afrika’nın İslam’a intisap etmesini, İs­ lam akidesini benimseyip onun yardımcıları arasına katılmasını sağlamıştı. Halbuki daha bu bölgelere silahlı İslam orduları ulaşmış değildi. Evet... Müslümanın ahlâkı ve saygınlığı, İslam’ın diğer inanç sistemlerine karşı zafer kazanmasının ve başarıya erme­ sinin iki önemli sebebi idiler. Hiç şüphesiz ki diğer ümmetlerin savaşçıları arasında Müslüman savaşçının bir benzeri yoktur. Zira o ideal bir askerdir ki, yarımadasından çıkıp içinde hürri­ yet, insaniyet ve bütün insanlık için hayır ve iyilik bulunan bir akideyi yaymıştır. O, bütün insanlığa Allah’ın kitabını tebliğ etmek için yurdundan çıkmıştı. Onun hedefi, bütün insanlığın Allah’ın kitabının sancağı altında kardeş olmasıdır. “Bizim lehi­ mize olan şeyler, onların da lehine; bizim aleyhimize olan şey­ ler, onların da aleyhine olsun.” ♦ ♦ ♦ İşte en önemli zafer sebepleri bunlardır. İslam ne kadar yüce, İslam’ın eğitim ve plan-projesi ne kadar mükemmeldir! Zira İslam, İslam’dan önceki uzun hayatları boyunca hiçbir heybetli/görkemli devlete sahip olmayan Arapları uyandırmış ve bugüne kadar dahi kendisiyle övünüp durdukları, dillere destan olan o eşsiz ve üstün zaferlere imza atmaları için onları harekete geçirmiştir. Hiç şüphesiz ki İslamsız Araplar yenilgilere mâruz kalan Araplardır. İslam’ı kuşanan Araplar ise izzet, şeref ve yücelik sahibi Araplardır. Çünkü Araplık kendi şahsiyetini ancak İslam’da bulmuştur. Bu kitabın sayfaları boyunca okuyucu, ümmetimizin ba­ şından geçen hezimetlerin sebeplerini görecektir. Tabi ki askerî hezimetlerin... ZAFERE ULAŞMANIN SEBEPLERİ • 37 Fikrî hezimetlere gelince; hiç şüphe yok ki ümmet, askerî bir hezimetle beraber kendi öz yapısını devam ettirebilir. Fakat fikrî yönden hezimete uğrarsa, bu tümüyle ümmetin sonun başlangıcında olduğu anlamına gelir. Şu halde bizim hem tarih, hem de vâkıa açısından fikrî çarpışmalara bakmamız ve bunları iyice incelememiz gerekir. Bu inceleme neticesinde bizim Arap toplumumuzun İslam’a olan ihtiyacını görmüş olacağız. İşte biz bu ihtiyacı, ümmetimi­ ze ve onun fikriyatına savaş açmış kavramları incelerken de; zahiren ümmet için gayret gösterir gibi görünen fakat gerçekte ümmetin düşmanlarının ellerindeki yıkım kazmaları ve balyoz­ ları olan cahillerin cehaletinde de görmekteyiz. Bu mukaddimeyi bitirirken son sözümüz şudur: Bir ümmet ki vehn (dünya sevgisi ve ölüm korkusu) nedir bilmez, muhakkak bu ümmet savaşlarda muzaffer olacaktır. Fertlerinin kalerinde vehn bulunan bir ümmetin hezimete uğrayacağı muhakkaktır. “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine: “(Düş­ manlarınız olan) insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O halde onlardan korkun” dediler de, bu (söz) onların (m ü’minlerin) imanlannı artırdı. Ve: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler. Sonra da kendilerine hiçbir zarar dokunmaksızın Allah’dan bir nimet ve bolluk ile döndüler. Al­ lah’ın rızasına da uydular. Allah p e k büyük lütuf sahibidir.”33 Allah’ın bereketini dileyerek bu konuya başlayalım. O ne güzel mevlâ, O ne güzel yardımcıdır. Şevki Ebû Halil Şam-Suriye 33 Âl-i İmrân , 1 7 3 -1 7 4 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ 1. Komutanın Emrine Muhalefet Ederek Askerî Planın Bozulmasına Sebep Olmak “M uhakkak Allah size verdiği sözünü aynen yerine getir­ miştir. Hani o zaman O ’nun izniyle onları öldürüyordunuz. Nihayet sevm ekte olduğunuzu ( zafer ve ganimeti) size göster­ dikten sonra yılgınlık gösterdiniz, verilen emir hakkında çekişti­ niz, isyan ettiniz, içinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi sınamak için sizi onlardan geri çe­ virdi. Bununla beraber sizi affetti. Çünkü Allah (günahları) bağışlayandır, (ceza vermekte acele etmeyen) Halîm’dir” (Âl-i İm ran-152) “İki ordunun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirenleri an­ cak yaptıkları bazı işler yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Andolsun Allah da onları affetti. Çünkü Allah (günah­ tan) bağışlayandır, (ceza vermekte acele etmeyen) Halîm’dir.” (Âl-i İm ran-155) Hicretin ikinci senesinde gerçekleşen Bedir savaşında Müslümanlar zafer kazanmış, hezimete uğrayan Kureyş ordusunun kalıntıları da dağınık bir şekilde Mekke’ye varmıştı. İşte bu bü­ yük hezimet; Bedir savaşında çocukları, babaları ve kardeşleri öldürülenlerin kalplerini sıkmaya/daraltmaya başladı. Abdullah 4 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ b. Ebî Rebie, İkrime b. Ebî cehil ve Safvan b. Ümeyye bunlar­ dan sadece bir kaçıydı. İşte bunlar gidip Ebû Süfyan’la konuş­ tular ve Kureyş’e şöyle dediler: “Ey Kureyş topluluğu! Şüphesiz ki Muhammed, seçkinlerinizi ve sizden daha birçok kimseyi öldürdü. Şu halde onunla savaşmamız için bize bu malla -Ebû Süfyan’m kervanındaki malla- yardım ediniz ki; ondan intikam almamız mümkün olsun.” Onlar da bunu kabul ettiler. Kureyş bütün gücünü toplayarak kendisine tâbi olan Kinaneoğulları ve Tihâme ahalisiyle birlikte yola koyuldu. On­ lar, kinlerini dindirene kadar savaş meydanında kalmak ve kaçmamak üzere sözleşerek çıkmışlardı. Ordunun komutanı olarak Ebû Süfyan, Utbe b. Rabiâ’nın kızı olan karısı Hint’i de yanına alarak çıkmıştı. Uhud önlerine varan Kureyş, vadi bo­ yunca karargâh kurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Müslümanlar bu haberi aldıklarında, peygamber (s.a.v.) onlara şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, ben hayırlı bir rüya gördüm. Bir sığırın kesildi­ ğini ve kılıcımın ucunda yarıklar olduğunu gördüm. Ben, elimi sağlam bir zırha soktuğumu gördüm ve bu zırhı Medine’ye yorumladım.”34* Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in görüşü apaçık ortadaydı. O, Medine’de kalmak ve Medine’nin etrafında mûhkem siper­ ler oluşturduktan sonra orada Kureyş’le savaşmak istiyordu. Ancak daha burada komutan peygamber (s.a.v.)’in emrine muhalefet başlamıştı. İşte bu muhalefete binâen hezimet de başlamış oluyordu. İnsanlardan Bedir savaşına katılmamış olanlar peygamber efendimiz (s.a.v.)’e şöyle diyorlardı: “Ey Allah’ın elçisi! Varıp bulundukları yerde onlarla savaşalım.” 3unlar, Bedir ehlinin elde etmiş olduğu üstünlük ve fazileti elde etmeyi umuyor ve Bedir’de kardeşleri denendiği gibi kendilerinin de denenmele34 el-İktifâ, 1/100; İbni Hişam , 3/16; el-Kâmil fi't-Tarih , 2/103; İbni Kesir’e ait olan es-Sîretu’n-Nebeviyye , 3/21 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 41 rini arzuluyorlardı. Bundan dolayı da şöyle diyorlardı: “Biz zaten bu günün gelmesini arzuluyor ve bunun için Allah’a dua ediyorduk. İşte Allah da onu bize (ayağımıza) getirdi ve ara­ mızdaki mesafeyi yakınlaştırdı.” Ensârdan biri ise şöyle diyordu: “Ya Rasûlellah, şayet ken­ di bölgemizde onlarla savaşmayacaksak, peki ne zaman onlarla savaşacağız (meydan muharebesi yapacağız)?” Sâlimoğullarından olan Nuaym b. Mâlik b. S a ’lebe şöyle diyordu: “Ey Allah’ın peygamberi, bizi cennetten mahrum bırakma. Nefsim kudret elinde olan Zâta yemin olsun ki, oraya gireceğim.” Bunun üzerine Rasûlüllah: “Ne ile?” dedi. Nuaym: “Allah’ı ve Rasûlünü sevmem, savaş (iki ordunun karşı karşıya gelmesi) anında sırtımı dönüp kaçmamamla” diye cevap verdi. Rasûlüllah (s.a.v.) da “Doğru söyledin” dedi. Nuaym (Allah ondan razı olsun), Uhud savaşında şehit oldu.35 Diğer biri de şöyle diyordu: “Ey Allah’ın elçisi! Bizi düş­ manımızın karşısına götür ki, bizim korkak olduğumuzu ve zayıf düştüğümüzü düşünmesinler.” İnsanların çoğunluğu düşmanın bulunduğu yere gitmekten başka bir şeyi kabul etmeye yanaş­ mıyordu. Onlar Rasûlüllah’ın görüşünü benimsemek için birbir­ lerini teşvik etmiyorlardı. Fakat onların bu yaptıkları, Rasûlüllah’ın emrine karşı çıkma ruhunu taşıyan bilinçli bir muhalefet değildi. Onların tek arzusu, Bedir ehlinin kazandığı fazileti ka­ zanabilmek için gidip düşmanlarıyla meydan muhârebesi yap­ maktı. 36 35 Taberi , 2/503 36 Bu konudaki nasslar/metinler, şu mûtemed kaynaklardan alınmıştır: 1- el-Bidâye ve’n-Nihâye; 4. cüz, 10. sahife ve devamı 2- el-Kâmil fı Tarih; 2. cüz, 103. sahife ve devamı 3- et-Taberi; 2. cüz, 499. sahife ve devamı 4- İbni Haldun; 2. cildin 2, cüzü, 24. sahife ve devamı 5- es-Sîretû’n-Nebeviyye, İbni Hişam; 3. cüz, 14. sahife ve devamı Bu nasslar, aynı şekilde hadis kitaplarında da mevcuttur. Burada biz temel kaynak olarak “el-Bidâye ve’n-Nihâye” isimli tarih kitabını alacağız. 4 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Bu sahabeler, Rasûlüllah’ın meydan muharebesi için Uhud’a hareket etmesi hususunda öylesine ısrar ettiler ki, so­ nunda Rasûlüllah savaş alet ve edevatını kuşandı. Fakat bu sahabeler (Allah onlardan razı olsun), akli selime ve Rasûlüllah’a itaat etmeye iman prensibini hakem kılmaya döndükle­ rinde hemen pişman oluverdiler. Rasûlüllah cuma namazını kıldırdıktan sonra insanlara va’z vererek onlara hatırlatmalarda bulundu. Ciddiyetle Allah yo­ lunda cihâd etmeyi onlara emretti. Hutbe ve namazı bitirdikten sonra zırhını isteyip giydi. Daha sonra cihâda çıkmaları için insanlara bildiri yapıldı. Bu arada görüşleri mûteber bazı insan­ lar: “Rasûlüllah (s.a.v.) bize Medine’de kalmamızı emretti. Şüphesiz ki Allah’ı ve O ’nun iradesini en iyi bilen odur. Ayrıca ona (s.a.v.) gökten vahiy gelmektedir.” dediler ve Rasûlüllah’a müracaat ederek şu maruzatta bulundular: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize emrettiğin gibi (Medine’de) kal.” Bunun üzerine Rasû­ lüllah şöyle buyurdu: “Savaş zırhını giyen ve düşmanla karşı­ laşmak için hareket edilmesini bildiren bir peygambere savaş­ madan dönmek yakışmaz. Ben, sizin dediğiniz bu şeye sizi davet ettim; fakat siz çıkmaktan başkasını kabul etmediniz. O halde Allah’dan korkun ve düşmanla karşılaştığınız savaş anın­ da sabredin. Bakın! Allah size neyi emrederse, onu yapın.” Rasûlüllah ve Müslümanlar, bin kişi oldukları halde çıkıp Uhud dağı eteklerinde konakladılar/ karargâh kurdular. Kureyşli müşrikler ve beraberlerinde bulunanlar ise, üç bin kişiden oluşmaktaydılar. Bu arada Abdullah b. Übey b. Selûl, üç yüz kişilik bir kuv­ vetle Rasûlüllah’ı terkedip geri döndü. 37* Böylece Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte yediyüz kişilik bir kuvvet ' aldı. Abdullah b. 37 Medine ile Uhud arasındaki mesafenin yarısında Abdullah b. Übey, ordu­ nun üçte biriyle beraber peygamber (s. a. v. )’i terketti. Bu ihanetini meşru göstermek için de şöyle diyordu: “Onlara itaat ederek benim sözümü din­ lemedi!” (el-Bidâye ve’n-N ihâye, 4/9; Taberî,2/504) HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 43 Öbey, Medine’den çıkmamak taraftanydı ve bundan dolayı da şöyle diyordu: “O, onlara itaat ederek benim sözümü dinleme­ di. Şimdi ey insanlar, ne üzere burada kendimizi ölüme sürük­ leyelim ki?” Bundan sonra o, kavminden ona itaat eden müna­ fıklar ve kalplerinde şüphe bulunanlarla beraber geri döndü. Bu esnada Cabir b. Abdullah’ın babası olan Abdullah b. Amr b. Haram onların peşinden gelerek şöyle dedi: “Ey kavim, düşmanınızla karşı karşıya gelmişken peygamberinizi ve kavminizi yalnız bırakmamanız hususunda Allah’ı size hatırlatınm (ondan korkun)!” Onlar da şöyle dediler: “Eğer gerçekten on­ larla savaşacağınızı bilseydik sizi yalnız bırakmazdık. Ancak biz, herhangi bir savaşın olabileceğini düşünmüyoruz.” Abdullah, onların asi olduklarını ve geri dönmekten başka hiçbir şeyi ka­ bul etmediklerini görünce şöyle dedi: “Ey Allah’ın düşmanları, Allah sizi kahretsin. Şüphesiz ki Allah, peygamberini size muh­ taç etmeyecektir.” İşte Allah Teâlâ’nın şu sözünden kastedilenler bunlardır: “Bir d e münâfıkhk yapanları açığa vurmak içindi. Onla­ ra: “Gelin, Allah yolunda savaşın yahut savunun" denildiği zaman: “Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelir­ dik. ” dediler. Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar. Onlar ağızlanyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah onlann gizlediklerini çok iyi bilendir."36 Yani onların: “Eğer savaş olacağını bilseydik, sizinle bera­ ber gelirdik” sözleri yalandır ve onlar da yalancılardır. Zira savaşın olacağı apaçık olup, bu konuda hiçbir şüphe ve kapalı­ lık mevcut değildi. Peygamber efendimiz(s.a.v.), Uhud’da mücâhidleri düze­ ne soktu ve onlar için savaşın cereyan ettiği arazi üzerinde uyguladığı askerî bir plan belirledi. Bu planın en önemli tarafı, orduyu arkadan gelecek bir tehlikeye karşı koruması için Ab-38 38 Âl-i İmrân, 167 4 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ dullah b. Cübeyr komutanlığında elli kişilik bir okçu birliğini tepeye yerleştirmesiydi.39* Peygamber efendimiz (s.a.v.), okçu­ ların da işitebileceği bir şekilde okçu birliğinin komutanına şöyle dedi: “Oklarınızla atlıları bizden savın, sakın arkamızdan bize saldırmasınlar. Savaşın seyri ister lehimize, ister aleyhimize devam etsin; siz yerinizde sebat ederek durun (sakın yerinizden ayrılmayın). Sizin bulunduğunuz taraftan saldırıya uğrama­ yalım.” Yine peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara şöyle dedi: “S a ­ kın yerinizden ayrılmayın. Bizim onlara galip geldiğimizi görse­ niz bile yerinizi terketmeyin. Aynı şekilde onların da bize galip geldiklerini görürseniz, bize yardıma gelmeyin.” Daha sonra şöyle dedi: “(Yırtıcı) kuşların bizleri kaptıklarını görseniz dahi, ben size bir adam göndermedikçe yerinizi terk etmeyin. Aynı şekilde bizim düşmana galip geldiğimizi ve ayak­ larımızla onların ölü(leş)lerini çiğnediğimizi görürseniz, ben size birini gönderene kadar yine de yerinizden ayrılmayın.” Bu şekilde savaş başlayınca, Allah Müslümanlara yardımı gönderdi ve onlara verdiği sözü yerine getirdi. Müslümanlar onları öldürmeye başladılar, öyle ki Kureyş ordusu hezimete uğradı. Bu hezimet, hiç şüphe yok ki ordunun bütün kısımlarını kapsamaktaydı. Bu hezimeti tasvir eden Zübeyr b. Avvam şöy­ le demektedir: “Allah’a yemin ederim ki ben, Ebû süfyan’ın hanımı Utbe kızı Hind’in hizmetçilerine ve yanındaki kadınlara baktığımı hatırlıyorum; hepsi de paçalarını sıvamış kaçıyorlardı. Onlar az ve ye çok yanlarında hiçbir şey de almamışlardı (her şeylerini geride bırakarak can derdine düşmüş kaçışıyorlardı). Biz Kureyş ordusunu hezimete uğratıp karargâhlarından uzak39 İbni Kesir, es-Sîretu’n- Nebeviyye, 2/29; İbni Hişam, 2/18 Okçular, bugün okçular tepesi diye isimlendirilen Ayneyn Tepesi üzerindeydiler. Bu tepe Müslümanların karargâh kurdukları yerin güneybatısına düşmekte ve komuta merkezine yüz elli metre kadar uzak bulunmaktadır. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 4 5 taştırdığımızda bir de baktık ki okçular, arkamızı süvarilere açık bırakıp karargâha saldırdılar. Böylece bize arkadan saldırdılar. Tam bu esnada biri: “Gerçekten Muhammed öldürüldü!” diye bağırıyordu. Böylece biz geri çekildik ve onlar bize saldırmaya başladılar. Halbuki biz onların sancaktarlarının hepsini öldür­ müştük de, onlardan hiçbiri sancaklarına yaklaşamıyordu.”40 Evet... Müslümanlar hezimete uğramış, düşman onlardan birçoklarını öldürmüş/şehit etmiş ve bugün büyük bir felaket günü olmuştu... Askerî zaferi Kureyş kazanmıştı. Peki okçular niye tepeden inmişlerdi? Neden birlik komutanları Abdullah b. Cübeyr’i terkedip yalnız bırakmışlardı? Okçular: “Ganimet... Ey kavim ganimete bakın... Sizin arkadaşlarınız galip geldiler. O halde siz neden hata burada bekliyorsunuz?” diyorlardı. Abdullah b. Cübeyr ise onlara: “Buradan ayrılmamamız hususunda Rasûlüllah bizden söz aldı. Yoksa siz, Rasûlüllah’ın size söylediklerini unuttunuz mu?” diye çıkıştıysa da onlar: “Allah’a yemin olsun ki bizler, insanların bulunduğu yere gidecek ve ganimetten payımıza düşeni alaca­ ğız” demekten başkasına yanaşmadılar. Okçular, Rasûlüllah’ın emrine, komutan peygamber (s.a.v.)’in emrine muhalefet etmiş ve onun askerî planını boza­ rak tepeden inmişlerdi. Bunu gören Kureyş’in süvari birliği de, Abdullah b. Cübeyr ile birlikte sebat edenleri öldürdükten/şehit ettikten sonra Müslümanları arkadan kuşatmıştı.41 İşte bu çok zor durumda Mus’ab b. Umeyr, kendini Rasûlüllah’a siper ederek çarpışmış ve şehit düşmüştü. Onu şehit eden ise İbni Kamia el-Leysî idi. İbni Kamia onun Rasûlüllah olduğunu zannetmiş, bundan dolayı da Kureyş’e dönüp: “Ben 40 es-Sîretü'l-Halebiye, 2/239; er-Ravdü’l-Ünüf, 3/155; el-Bidâye ve’nNihâye, 4/34; el-İktifâ, 1/102 41 Onunla birlikte on kişiden daha az insan sebat etmişti. O şöyle diyordu: “Ben Rasûlüllah’ın emrini çiğneyemem. ” 4 6 • MÜSLÜMANI ARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Muhammed’i öldürdüm” demişti. 42 İşte bundan sonradır ki Müslümanların güçleri zayıflamış ve dağılmaya başlamışlardı. Öyle ki Enes b. Malik’in amcası olan Enes b. Nadr, muhacir ve ensardan bazılarının ellerindeki silahlarını atıp oturduklarını gö­ rür ve onlara: “Sizin bu şekilde oturmanıza sebep nedir?” diye sorar. Onlar da: “Rasûlüllah (s.a.v.) öldürüldü/şehit edildi.” derler. Bunun üzerine Enes b. Nadr: “Ondan sonra siz hayatı ne yapacaksınız ki; kalkın ve Rasûlüllah’ın kendisi uğrunda öldüğü/şehit olduğu şey uğrunda siz de ölün/şehit olun.” dedik­ ten sonra düşmana yöneldi ve şehit oluncaya kadar çarpıştı. Şehit olmadan biraz önce Enes b. Nadr (Allah ondan razı olsun)’ın söylediği sözlerden biri de: şuydu: “Allah’ım! Bunların söyledikleri şeyden dolayı senden özür diliyorum ve bunların yaptıkları şeyden sana sığmıyorum.” Yani; komutan peygam­ ber (s.a.v.)’in emrine muhalefet edip savaşı terketmelerinden... O gün Enes b. Nadr’ın vücudunda tam yetmiş darbe izi bulun­ du. Onu ancak kızkardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.43 Übey b. Halef el-Cümahi, Mekke’de Rasûlüllah ile karşıla­ şıyor ve ona (s.a.v.) şöyle diyordu: “Ey Muhammedi Benim Ud isminde bir atım var, her gün mısır vererek onu beslemek­ teyim. İşte onun üzerinde seni öldüreceğim.” Rasûlüllah (s.a.v.) da ona şöyle karşılık veriyordu: “Hayır! Bilakis Allah’ın izniyle ben seni öldüreceğim.” İşte bu Übey Uhud'dan kaçarken Rasûlüllah: “Ey yalancı, nereye kaçıyorsun?” deyip ona saldırdı, ona elindeki mızrağı fırlattı. Übey b. Halef hafifçe yaralandı. Öküz gibi böğürmeye başlamıştı. Kureyş’liler onu taşıyıp götürürlerken ona: “Sende ciddi bir yara yokken, ne diye bu kadar tedirgin oluyorsun?” dediler. O ise şöyle diyordu: “O bana “Se-' 5 öldüreceğim” de­ memiş miydi? Şayet Rabia ve Mudar kabilelerinin hepsi top­ lansa o, onların hepsini de öldürürdü! Allah’a kasem olsun ki 42 Çünkü Mus’ab, zırhını giydiği zaman tıpkı Rasûlüllah’a benziyordu. 43 El-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/31; Taberi, 2/517; İbni Hişam, 3/30 HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 47 Muhammed beni öldürmüş bulunuyor. Allah’a yemin olsun ki eğer o bana sadece tükürseydi, yine de beni öldürürdü.” Übey b. Halef, Kureyş ordusu kendisini Mekke’ye götürürken “Şerif”44 denilen bir yerde öldü. Savaş Kureyş’in askerî üstünlüğüyle bitmişti. Bundan do­ layı da Ebû Süfyan’ı cahiliyye taassub ve kibiri bürümüştü. O: “Muhammed aranızda mı?” diye bağırıyordu. Peygamber efen­ dimiz (s.a.v.): “Ona cevap vermeyin” dedi. Bu defa Ebû Süfyan: “İbni Ebî Kuhâfe (Ebû Bekir) aranızda mı?” diye ba­ ğırdı. Peygamber efendimiz tekrar: “Ona cevap vermeyin” dedi. Buna da cevap alamayan Ebû Süfyan: “Hattaboğlu (Ömer) aranızda mı?” diye seslendi. Daha sonra da şöyle dedi: “Muhakkak ki bütün bunlar öldürülmüşler. Çünkü eğer yaşıyor olsalardı cevap verirlerdi.” Bunun üzerine Hz. Ömer kendini kontrol edemeyerek şöyle seslendi: “Yalan söyledin ey Allah’ın düşmanı! Şüphesiz ki Allah, seni üzecek olan(lar)ı hayatta bı­ rakmıştır.” Daha sonra Ebû Süfyan cahiliyye taassub ve kibiriyle: “Hübel sen yüce ol! Hübel sen yüce ol!”45 diye bağırmaya başladı. Hz. Ömer de Rasûlüllah’a: “Ona cevap verelim mi?” dedi. Rasûlüllah: “Evet” deyince Hz. Ömer: “Allah daha yüce ve daha büyüktür.”diye seslendi. Bu sefer Ebû Süfyan: “Bizim Uzzamız vardır; sizin Uzzanız yoktur” dedi.46 Bunun üzerine peygamber efendimiz (s.a.v.): “Ona cevap verin” dedi. Saha­ beler: “Ne diyelim?” dediklerinde: “Allah bizim mevlâmızdır, sizin mevlânız yoktur” deyiniz dedi. Ebû Süfyan: “Bugün Bedir 44 Şerif: Mekke’den altı mil uzaklıkta bir yerin ismidir. 45 Hübel: Kureyş’in en büyük putudur. İnsan şeklinde kırmızı akikten yapılmış ve sağ eli kırılmıştı; bundan dolayı da Kureyş’liler ona altından bir el yaptı­ lar. Onu Kabe’ye ilk diken kişi, Hüzeyme b. Müdrike b. Mudar olduğu için ayrıca ona: “Hüzeyme’nin Hübeli” de deniyordu. 46 Uzza da onların putlarından biri olup, Nahle vadisinde bulunan birkaç ağaçtan oluşuyordu. Araplar ve özellikle Kureyş kabilesi onu o kadar çok tazim ediyorlardı ki; çocuklarının ismini bile Abdüluzza (Uzzanın kulu) ko­ yuyorlardı. (İbni el-Kelbî’nin “Kitabü'l-Esnam”ına müracaat ediniz. ) 4 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ gününün karşılığıdır. Bugünler insanlar arasında döndürülür ve savaş insanın bir lehine bir aleyhine gelişip durur” dedi. Hz. Ömer de ona şöyle karşılık verdi: “Fakat sizinle biz eşit değiliz. Çünkü bizden öldürülenler/şehit edilenler cennette, sizden öl­ dürülenler ise cehennemdedirler.” Daha sonra Ebû Süfyan: “Bu sizin iddia ettiğiniz bir şeydir. Eğer bu doğru ise, o zaman zarar eden ve mahvolan biz oluruz! Hiç şüphesiz ki siz ölülerini­ zin burun, kulak ve diğer azalarının kesik olduğunu (onlara müsle yapıldığını) göreceksiniz;47 Bu bizim önde gelen bü­ yüklerimizin görüşü olmadığı halde, onlar bunu hoş karşılamı­ yor değillerdir” diyerek Hz. Ömer’e cevap verdi. Daha sonra Ebû Süfyan: “Biraz beriye gelir misin ey Ömer?” diye seslendi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz. Ömer’e: “Gidip bak ne istiyor?” dedi. Hz. Ömer gelince Ebû Süfyan ona: “Allah için doğru söyle ey Ömer, biz Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hz. Ömer cevaben: “Allah’a yemin olsun ki hayır...Ve şüphen olmasın ki o şimdi senin sözünü duyuyor” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: “Benim yanımda sen, İbni Kamia’dan daha güvenilir ve daha doğru sözlüsün.”48 Ebû Süfyan dönüp giderken şöyle seslendi: “Bedir, gele­ cek sene karşılaşma yerimiz olsun.” Bunun üzerine peygamber efendimiz (s.a.v.) de ashabından bir adama şöyle dedi: “De ki: “Evet, bu bizimle senin aranda bir sözleşmedir.”494789* 47 Nitekim Ûtbe’nin kızı Hind, şehitlerin önderi ve efendisi Hz. Hamza’ya bunu yapmıştı. Hem de Vahşi onu mızrağıyla öldürdükten sonra!!! 48 İbni Hişam, 3/37; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/38 49 Uhud’da cereyan eden güzel olaylardan biri de şudur: Peygamber efendi­ miz (s. a. v. ) Muhammed b. Mesleme’yi, S a ’d b. jr-R ebi’nın durumunu, ölü mü yoksa canlı mı olduğunu öğrenmesi için gönderdi. İbni Mesleme, iki defa S a ’d b. er-Rebi’e seslendiğini, fakat onun şiddetli acılarından ve komaya girmiş olduğundan dolayı cevap vermediğini anlatmaktadır. An­ cak İbni Mesleme: “senin durumunu öğremmem için Rasûlüllah beni gön­ derdi” dediğinde; hafif bir sesle ona cevap verdi ve şöyle dedi: “Ben ölüler arasındayım. Rasûlüllah’a selamımı götür ve de ki: “S a ’d b. er-Rebi senin HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 4 9 Savaştan sonra Kureyş ordusundan bazılan diğerlerine şöyle dediler: “Siz herhangi bir şey yapmış/bir netice almış değilsiniz. Zira siz, tam onların gücünü kırmışken, onları tama­ men yoketmeden bıraktınız. Hiç şüphesiz ki daha da onların arasında size karşı ordu toplayacak bazı liderleri kalmıştır.” Bu sözleri duyan peygamber efendimiz (s.a.v.), hemen düşmanın takip edilmesini emretti ve şöyle dedi: “Benimle beraber bu takibe sadece (Uhud) savaşma katılmış olanlar iştirak etsin.” Sahabeler de almış oldukları yaralarıyla beraber ona tâbi olup takibe koyuldular. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayet-i kerime­ yi indirdi: “(Uhud’da) yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Rasûlü’nün çağnsma koşanlar, onlardan iyilik yapanlar va sakı­ nanlar için büyük bir mükâfat vardır. ”*50 Rasûlüllah Kureyş ordusunu takibe çildi ki, Kureyş ve onunla anlaşmalı olan diğer Araplar, Uhud’da Müslümanlara isabet eden şeylerin düşmanlarına karşı onları zaafa ve gevşek­ liğe sürüklemediğini iyice bilsinler. Zira bu musibet ve felaket, komutan peygamberin emrine muhalefet etmekten kaynakla­ nan arizî bir olaydan başka bir şey değildi. Rasûlüllah “Hamrâü’l- Esed”e51 vanncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlüllah daha buradayken halen müşrik olan için şöyle diyor: “Allah, ümmetinden dolayı bir peygambere vereceği mü­ kâfatın en hayırlısını bizden dolayı sana versin. ” Kavmine de benden se­ lam götür ve onlara da şöyle de: “Sa'd b. er-Rebi sizin hakkınızda şöyle di­ yor: “Eğer sizin içinizde açıp kapanan bir göz (sahibi) olduğu halde pey­ gamberinize bir şey olursa, Allah katında sizin hiçbir mazeretiniz olmaz. ” Daha sonra ruhu uçup yaratıcısına kavuştu. S a ’d b. er-Rebi’in akabe gece­ sinde seçilen nâkiblerden biri olduğu da ayrıca zikredilmeye değer. Aynı şekilde Rasûlüllah’ın, Abdurrahman b. Avf ile kardeş yaptığı da ondan başkası değildi. (Taberi, 2/528; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/39; el-Kâmil fı’t-Tarih, 2/112; lbni Hişam, 3/38 50 Âl-i lmrân, 72 M Hamrâü’l-Esed: Medine-i Münevvere’den sekiz mil uzaklıkta bulunan bir yerin ismidir. Peygamber efendimiz (s. a. v. ) burada üç gün durmuştur. Bu günler: Hicri üçüncü senenin Şevval ayının 17,18 ve 19. günleri olan 5 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Huzâalı Ma’bed bu mevkiye uğradı ve şöyle dedi: “Ey Mu­ hammedi Allah’a yemin olsun ki, ashabının içindeyken senin başına gelen bu musibetler bizleri gayet üzdü. Arzumuz şuydu ki, ashabınızla beraber Allah size afiyet vermiş olsun!” Daha sonra Ma’bed, Rasûlüllah’ın yanından ayrılıp “erRevhâ”52denilen yerde Ebû Süfyan b. Harb ve beraberinde bulunanlarla karşılaştı. Bu esnada onlar tekrar Rasûlüllah ve ashabına saldırmak için geri dönmeyi kararlaştırmışlardı. Bir­ birlerine şöyle diyorlardı: “Biz onun ashabının önde gelenlerini ve komutanlarını öldürdükten sonra onların işlerini tamamen bitirmeden ve köklerini kazımadan gidecek miyiz?! Yemin ol­ sun ki onların geri kalanlarına saldıracak ve işlerini tamamen bitireceğiz.” Ebû Süfyan Ma’bed’i görünce ona dedi ki: “Ar­ kanda (geldiğin yerde) ne vardı ey Ma’bed?” Ma’bed cevaben şöyle dedi: “Ashabıyla beraber Muhammed, öyle büyük bir orduyla sizi takibe koyulmuş ki; bu büyüklükte bir orduyu katiyyen görmüş değilim. Onların kalpleri size karşı öfkeyle tutuşmuştur. Uhud’da ona katılmamış olanlar da onunla bera­ ber yola çıkmış ve yaptıklarına pişman olmuşlardır. Size karşı benzerini görmediğim bir öfkeyle içleri dolup taşmaktadır.” Bunları duyan Ebû Süfyan irkilerek şöyle dedi: “Vay sana! Ne diyorsun sen!?” Buna Ma’bed de şöyle dedi: “Allah’a kasem ederim ki, zannederim siz daha buradan ayrılmadan onların atlarının perçemlerini/alınlarını görürsünüz.” Bunun üzerine Ebû Süfyan: “Allah’a yemin ederim ki biz, onların köklerini kazımak için tekrar saldırmaya karar vermiştik” deyince, Ma’bed ona şöyle dedi: “Bunu yapmamanı sana öneririm. Allah’a yemin ederim ki gördüğüm şeyler, onun hakkında bir şiir söylememe bile sebep oldu.” Ebû Süfyan: “Ne dedin?” di­ ye sorunca Ma’bed dedi ki: “Şu mısraları söyledim: Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleridir. (İbni Hişam, 3/44; el-Bidâye ve’nNihâye, 4/49) er-Revhâ: Mekke ile Medine arasında bir yerin ismidir. (Mu’cemü’l-Büldan, 3/76) HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 5 ] D eve ve atlarla yer dolup taşınca, Seslerinden dolayı bineğim neredeyse ürküp düşecekti. Bu binekleri koşturan aslanlar yiğit ve yüce olunca; Savaş esnasında korkup geri kalacak silahsızlar değillerdi. Başarısız olmayan bir zâtın önderliğinde onlar görününce, Onlara doğru yer eğimli hale geldi zannıyla koşmaya baş­ ındım. Dedim ki: Bu orduyla vadi sarsılınca; Sizinle savaşan (Ebû Süfyan) İbni H arb’a yazık oldu. Ben, her akıl sahibi için apaçık olan bir olaya karşı uyarıyo­ rum: Korkak ve değersiz olmayan A hm ed’in ordusuna karşı Kureyş’i uyarıyorum. Şüphesiz benim uyarım, dedikodu olmakla vasıflanamaz.’’ Bundan sonra Ebû Süfyan ve beraberinde bulunanlar da bu mısraları tekrarlamaya başladılar. 53 İşte Uhud savaşında cereyan eden olayların özetini sun­ duk. Görüldüğü gibi bu savaşta zaferle hezimet yanyana bu­ lunmaktadır. İkisinin arasını ayıran çizgi, Rasûlüllah’ın emrine muhalefet etmek, görev yerlerini terketmek ve ganimetlere iltifat etmektir. Aynı şekilde bu olaylar, Uhud savaşında cereyan eden olayların en önemlileridir ki; bunlardan bazıları mükemmel bir iman ve kahramanlığa örnek olurken, diğer bazıları da münafıldık ve hezimete örnek teşkil etmektedir. Hiç şüphesiz ki bu savaşta hezimete uğrayan Müslümanlar, önemli ve büyük bir ders almaları için büyük bir bedel ödedi­ ler. Böylece Allah, Müslüman cemaatin dikkatini büyük göre53 İbni Hişam, 3/45; es-Sîretü’n-Nebeviyye, İbni Kesir, 3/100 5 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ vine: “Realiteye uygun en ideal şekliyle Allah’ın dinini yeryü­ züne hakim kılmak ve insanlığın raşidî önderliğini üstlenmek” görevine çevirmiş oluyordu. 54 Kur’an-ı Kerim bu olayların bazılannı ebedî tablolar halin­ de sunmaktadır ki, her zaman ve her mekânda mü’min kalpler bunlardan ibret alsınlar. Böylece bu tablolar, zafer sebeplerinin kendisinden ilham alındığı ve kendisiyle hezimet sebeplerinden sakınıldığı ibret vesikaları oluvermektedir. Hiç şüphesiz ki Uhud savaşında gerçekleşen bu hezimetin sebepleri, Rasûlüllah’ın emirlerine muhalif olarak meydana gelen bir takım hareketlerdi. Bu muhalif davranışların ilki Me­ dine’de, İkincisi yolda ve üçüncüsü ise savaş meydanında ger­ çekleşmişti: 1- Medine-i Münevvere’de... Rasûlüllah Medine’de kalma görüşünü benimsemişti. Ancak Rasûlüllah şûra prensibini işle­ tince Bedir savaşına katılmamış olanların hamaseti ağır bastı. Rasûlüllah, şûra neticesinde ortaya çıkan ve ağır basan kararı ilğa etme hakkına sahip olmasına rağmen; bu kararın netice­ sinde meydana gelecek olan acıları, zararları ve feda edilecek şeyleri bilmesine rağmen bu kararı yürürlüğe koyup uyguladı. Çünkü prensibin uygulanması, İslam cemaatinin öğretimi ve ümmetin eğitimi, müvakkat zararlardan daha önemlidir. 2- Yolda... Münafıkların lideri olan Abdullah b. Übey b. Selûl, kendi şahsî şeref ve değerlendirmelerini akideye tercih ederek Rasûlüllah’a muhalefet etmişti. Böylece İslam safını sarsmış, bazı Müslümanların tavırlarının bozulmasına sebep olmuş ve mâneviyatlarınm düşmesini sağlamıştı. Öyle ki ensâr, anlaşmalı oldukları Medine Yahudilerinden yardım istemek hususunda Rasûlüllah’tan izin istemişlerdi. Rasûlüllah onlara: “Bizim onlara ihtiyacımız yok” diyerek cevap vermişti. 3 - Savaş alanındaki muhalefete gelince; zaten hezimetin 54 Bkz: Fi Zilâli’l-Kur’an, 4/63 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 53 temel sebebi de buydu. Medine’deki muhalefet ile yoldaki mu­ halefet, yenilginin dolaylı ve kolaylaştırıcı sebepleri iken; savaş alanındaki muhalefet, hezimetin direk ve en önemli sebebiydi. Hiç şüphesiz ki okçuların, Rasûlüllah (s.a.v.)’in emrine muhalefet etmeleri; -ki Rasûlüllah’m emri, Allah’ın emri gibi­ dir- komutan Rasûlüllah’m belirlediği askerî planı bozmuştu. Onların bu şekilde emre muhalefet ederek askerî planı bozma­ larının sebebi ise; bazı okçuların nefislerinde bulunan ganimet istek ve arzusuydu ki, bu arzu onların Rasûlüllah’m emrini te’vil etmelerine sebep olmuştu Şüphesiz ki onların bu muhalefeti, savaşın bittiğini ve artık yerlerinde kalmalarının mânâsız olduğunu zannetmelerinden kaynaklanıyordu. Hatta onlardan bazıları Kureyş ordusundan kaçışanları kovalamak için arkadaşlarına yardım etmeye, Kureyş’li askerlerden ganimetleri toplamaya ve intikamlarını elleriyle almaya başlamışlardı bile! Savaş meydanında sergilenen üstün kahramanlık örnekle­ ri, Rasûlüllah (s.a.v.)’in belirleyip düzenlediği başanlı askerî plana muhalefet edilmesiyle ortaya çıkan safın bozukluğunun sebep olduğu bu sonucu önlemeye yetmemişti. Müslümanlar Uhud’da yara almış, yetmiş sahabi şehit ol­ muştu. Rasûlüllah’ın mübarek azı dişi kırılmış ve yüzü yara­ lanmıştı. Bütün bunlar, Rasûlüllah aralarında olsa bile Müslü­ manların da Allah’ın genel kanunlarına/sünnetûllaha tâbi ol­ duklarını bilmeleri içindi. Allah’ın hayata hakim olan kanunları, her türlü durumda eksiksiz bir şekilde işlemektedir. Hayatta meydana gelen olaylar tesadüfen oluşmamakta, bu genel ka­ nunlara tâbi olarak meydana gelmektedir. İşte Müslümanlar bu genel kanunları iyice inceledikleri ve neticelerini idrak ettikleri zaman, olayların ardında gizli olan hikmeti görebilir, bu mükemmel nizamın ardındaki İlahî hikme­ ti anlayabilir, katettikleri yolda gerçekleşen olayların ışığı altın­ da, gelecekte takip edecekleri yol çizgilerini belirleyebilirler. 5 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Aynı şekilde zafer ve yeryüzü galibiyetini elde etmek için, zafer ve galibiyet sebeplerine tutunmadan sadece Müslüman olmala­ rına dayanmazlar. Hiç şüphesiz ki bu sebeplerin en önemlisi, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmektir. Allah, insanlığın liderliğini ele almak için daha ilk adımını atarken İslam cemaatini, Uhud’da gerçekleşen askerî hezimetle eğitmişti. Allah, İslam cemaatini kolaylıkla imtihan ettikten sonra zorlukla imtihan etmiş; onları zaferle denedikten sonra hezimetle sınamıştı. Hiç şüphe yok ki hem zafer hem de hezi­ met, Allah’ın onlar hakkında geçerli kanunları ve sebepleri neticesinde meydana gelmişlerdi. Böylece İslam cemaati zafer ve yenilginin sebeplerini öğreniyor, Allah’a olan itaatini artırı­ yor, O’na daha çok dayanıyor ve sığınıyordu. Allah’ın şeriatını daha iyi tatbik ediyor ve bu dinin tabiatıyla sorumluluklarını yakînen öğrenmiş oluyordu... Muhakkak ki Allah Sübhânehû, mü’minler hiç yorulup zor­ luk çekmeden bile ilk anda peygamberine zafer bahşetmeye kadirdi. Fakat Allah Sübhânehû, mü’minlerin tembelliğe alış­ malarını ve devamlı mûcizeleri bekleyen ve harikulade olaylara dayanan bir inanca sahip olmalarını irade etmiyordu, Uhud’da yaşanan yenilginin Müslümanların kusurlarını tashih ettiği ve onları, Allah ve Rasûlü’ne muhalefet etmekten sakındırdığı muhakkaktı. Hiç şüphesiz ki Rasûlüllah (s.a.v.), şartlar ne olursa olsun yerlerinde durmalarını emrettiği halde okçuların yerlerini terkederek savaş meydanına inmeleri; sevdikleri zaferi gördük­ ten sonra ganimetin kışkırtması karşısında bir zaafiyetti. Böyle­ ce İslam safı, Müslümanları savaşa iten faktörler farklılaştığı için bölünmeye yüz tutmuştu. Onlardan bazıla. ahireti arzulayıp onun için çalışırken, diğer bazıları da dünyevî ganimetleri iste­ mekteydi. Artık onların hedefleri bir değildi. Nitekim Allah HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 55 Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İçinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu. ”55 “Muhakkak her bir olayın bir sebebi, her sebebin ardında da “Latîf (ince ayrıntılarıyla her şeyi bilen)” ve “Habîr (her şeyden haberdar)” olan Allah’ın tedbiri/düzenlemesi mevcut­ tur.”56 İşte Uhud savaşında gerçekleşen şey, hiç değişmeyen sabit bir kanundur. Rasûlüllah’m emrine muhalefet etmelerinin zo­ runlu ve kaçınılmaz bir neticesidir. Zira onlar, zafere ermenin şartlarını yerine getirmemiş ve ona ulaştıracak yollardan git­ memişlerdi. Çünkü zafer kazanmanın en önemli ve temel ka­ nunu “itaat” etmektir. Hele bu, Allah’a itaat kabul edilen Rasûlüllah’a itaat ise!!! Şurası da kesindir ki, Uhud’da savaşan Müslümanlar acı da olsa derslerini almışlardı. Bundan dolayıdır ki Rasûlüllah, Kureyş ordusuyla tekrar karşılaşmak için diğer Müs­ lümanları değil de sadece kendilerini çağırınca, onun çağrısına hemen icâbet etmiş ve yaralı-bereli bir şekilde “Hamrâü’lEsed”e kadar yürümüşlerdi. Şüphesiz ki itaat, dünyanın bütün ordularında disiplinin temelidir. Komutan, zaferi gerçekleştirmek için askerî planını “itaat” temeli üzerinde kurar. Bu durumda şayet itaat ortadan kalkarsa, askerî plan akamete uğrar ve işler anarşik bir durum olarak zararla neticelenir. İşte Uhud savaşında gerçekleşen de bundan başkası değil­ di. Zira okçular, en büyük komutan olan Allah’ın Rasûlü’nün emrine muhalefet etmiş, kendi birliklerinin komutanı olan Ab­ dullah b. Cübeyr’in emrinden çıkmış ve ganimetleri toplama arzusuna kapılmışlardı. İşte bundan dolayı da büyük komuta­ nın belirlediği ve merhalelerini, askerlerin tam itaat etmeleri esasına göre düzenlediği askerî plan akamete uğradı. Gördü­ ğümüz gibi askerlerin muhalefeti, planın akamete uğramasına; 55 Âl-i jmrân, 152 5fi Bu söz, merhum şehit Seyyid Kutub’a aittir. 5 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ planın akameti ordunun düzeninin bozulmasına; ordunun dü­ zeninin bozulması da zaferin hezimete dönüşmesine sebep olmaktadır. Şayet Allah’ın gözetip kollaması olmasaydı, bu hezimet neredeyse Müslümanların kökünü kurutacaktı.57 Peki askerî planın bozulmasına sebep olan ve hezimeti ne­ tice veren bu muhalefete okçuları iten neydi?! Bu, komutana itaat etmeye karşı çıkmaları mıydı? Yoksa ganimetleri toplamaya ve düşman askerlerinin eş­ yalarını almaya çok hırslı olmaları mıydı? Yahut da savaşın şartlarını iyi takdir etmemeleri miydi? Şüphesiz ki onlar, düşmanın hezimete uğradığını ve kar­ deşlerinin ganimetleri topladıklarını görünce Rasûlüllah’ın sö­ zünü yanlış te’vil etmiş ve artık yerlerini bırakıp ganimetleri toplamaya iştirak etmelerinde bir sakınca olmadığını düşün­ müşlerdi. Fakat Allah, mü’minlerin de yaratılmışlar hakkındaki kanunlarından birini idrak etmelerini irade etmişti. O kanun da şuydu: “Rasûlüllah (s.a.v.) kendileriyle birlikte savaşsa bile sebep­ leri oluşmadığı sürece zaferin gelmesi mümkün olmadığı gibi; sebepleri oluştuğu zaman hezimetin meydana gelmesi de kaçı­ nılmaz olur.” Bu da açıkça göstermektedir ki, sadece akidenin doğru olması zaferin gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. Zira zaferin bir takım sebepleri ve kuralları vardır ki, akidenin doğru olması için bu sebep ve kuralları yerine getirmek gerekir. Şüphesiz ki Allah’ın dini de değişmez ve sabittir, kanunları/ölçüleri de değişmez ve sabittir. 2. Allah’ı Unutup Çoklukla Övünmek “Andolsun ki Allah birçok yerde ve Huneyn (gazvesi) gü57 Bkz: “Rasûl’ün Hayatından Kesitler”, sahife:369 ve devamı HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 57 nünde size yardım etmiştir. Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti d e bunun size hiçbir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliği­ ne rağmen, başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip git­ miştiniz. (Bu dağınıklıktan) sonra Allah; Rasûlune ve m ü’minlere sekiretini (rahmetini) indirmiş; görmediğiniz ordular da indir. ş ve kâfirleri azaplandırmıştı. Kâfirlerin cezası işte budur. ” (Tevbe, 25-26) Havazin kabilesi Mekke’nin fethedilme haberlerini duyun­ ca, Rasûlüllah’m gerçekleştirdiği bu apaçık fetih onların ciğerle­ rini parçaladı. Bunun üzerine Havazin, liderleri olan Mâlik b. Avf en-Nadrî’nin etrafında toplandı. Havazin kabilesinin yanısıra Sakif kabilesinin tümü, Nasr, Cüşm, S a ’d b. Bekr kabi­ leleri ve Hilâloğullarından birçok kimse de Mâlik’in etrafında bir araya geldiler. Ka’b ve Kilâb kabileleri ise bu topluluğun dışında kalmışlardı. Bütün bu topluluklar, Mâlik b. Avf’ın ko­ mutanlığında birleşmişlerdi. Bu toplulukların arasında bir de o gün için pir’i fâni olan Düreyd b. es-Simme de bulunmaktaydı. Fakat onun varlığı sadece savaş hakkındaki bilgisinden ve gö­ rüşlerinden faydalanmak ve onun varlığını uğurluluğa yormak içindi. 58 Mâlik b. Avf ve beraberinde bulunanlar, Rasûlüllah’la kar­ şılaşmak için yola koyulunca; mallarını, kadınlarını ve çocukla­ rını da beraberlerinde götürdüler. Mâlik b. Avf “Evtâs”59da konaklayınca, insanlar etrafında toplanmaya başladılar. İnsan58 Bu konunun kaynakları şu mûtemed kitaplardır: -İbni Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/60... -es-Sîretü Halebiyye, 3/121... -el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/322... -el-Kâmil fi’t-Tarih,2/177... -Taberi Tarihi, 3/70... -Tefsir kitapları... 88 Evtâs: Havazin yurdunda bulunan bir vadinin ismidir. 5 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ lar arasında tahtırevan üzerinde bulunan Düreyd b. es-Simme de vardı.60 Düreyd etrafında bulunanalara: “Hangi vadide bulunmaktasınız?” diye sordu. Onlar: “Evtâs” deyince, “Evet burası atlar (savaş) için tam uygun bir yerdir. Toprağı ne çok sert ve taşlıktır, ne de ayak koyacak kadar yumuşaktır” dedi. Sonra: “İşittiğim bu deve böğürmeleri, eşek anırmaları, koyun melemeleri ve çocuk ağlamaları da nedir?” diye sordu. İnsan­ lar: “Mâlik b. Avf, insanlarla birlikte çocuklarını, kadınlarını ve mallarını da getirdi” dediler. Bunun üzerine o: “Mâlik nerede?” dedi. Onlar: “İşte Mâlik!” dediler ve Mâlik oraya çağırıldı. Düreyd, Mâlik’e dönerek: “Ey Mâlik, görüyorum ki sen kavminin lideri olmuşsun! Ve bu öyle bir gündür ki, bundan sonraki günler de buna bağlıdır. Söyler misin, bu işittiğim deve bö­ ğürmeleri, eşek anırmaları, koyun melemeleri ve çocuk ağla­ maları da nedir?” dedi. Buna cevaben Mâlik: “İnsanlarla bera­ ber çocuklarını, kadınlarını ve mallarını da getirdim” dedi. Düreyd: “Neden?” diye sordu. Cevaben Mâlik: “Savaşması ve dönüp kaçmaması için herkesin ardında çoluk-çocuğunun ve malının olmasını arzuladım” dedi. Bunun üzerine Düreyd onu küçümser ve azarlar bir şekilde dudak bükerek şöyle dedi: “Al­ lah’a yemin ederim ki, sen ancak bir koyun çobanı olabilirsin! Sen nerede, savaşmak nerede!? Hezimete uğrayanı ne durdu­ rabilir ki?! Şüphe yok ki eğer bugün senin lehine olacaksa, sana ancak mızrağı ve kılıcıyla yiğit adamlar faydalı olurlar. Yok eğer aleyhine olursa, kadınlar ve malların arasında iken rezil olursun. Sen öyle şerefli ve büyük bir adama karşı savaşı­ yorsun ki o Araplara boyun eğdirmiş, acemler ondan korkmuş ve Yahudileri yerlerinden sürmüştür!” Daha sonra: “Ka’b ve Kilâb kabileleri de bu savaşa katıldı­ lar mı yoksa katılmadılar mı?” diye sordu. İnsanlar: “Onlardan hiçbir kimse bu savaşa katılmadı” deyince, Düreyd şöyle dedi: 60 Düreyd b. es-Sim m e’nin tahtırevan üzerinde getirilmesinin sebebi, yüz yirmi yaşını bile çok geride bırakmış bir pir’i fâni olmasıydı. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 59 “Demek şiddetli ve azimli olanlar bu savaşa katılmadı ha! Eğer bugün şeref ve onur günü olsaydı, Ka’b ve Kilâb kabileleri gelmemezlik etmezlerdi. Peki sîzlerden hangi kabileler bu sava­ şa katıldılar?” İnsanlar: “Amr b. Amir ile Avf b. Amir kabileleri katıldılar” dediler. Bunun üzerine Düreyd şöyle dedi: “Amir oğullarından iki genç kabile! Ne zararları ne de faydaları olan iki kabile! Ey Mâlik! Kadınları, çocukları ve mallarıyla beraber bütün Hevâzin kavmini atların önüne sürmekle hiçbir şey yapmış sayılmazsın. Önce bunları kavimlerinin yüksek dağları­ na ve korunaklı şehirlerine götür, daha sonra atların üzerinde Sabiilerle61 karşılaş. Eğer savaş lehine neticelenirse, zaten ar­ dında olanlar sana katılırlar. Yok eğer savaş aleyhine sonuçla­ nırsa, bu halde aile efradını ve malını korumuş olduğun halde bu sonuçla yüzleşirsin.” Buna karşı Mâlik b. Avf şöyle dedi: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki bunu yapmayacağım. Artık sen yaşlandın ve bilgin de eskidi. Ey Hevâzin topluluğu! Al­ lah’a yemin ederim ki ya bana itaat edersiniz, ya da sırtımdan çıkıncaya dek bu kılıca yüklenirim!” Yiğit ve kahraman olan Mâlik b. Avf, bu savaşta yaşlı Düreyd’in anılmasını ve görüşü­ nün kabul görmesini istemiyordu. Bunun üzerine Düreyd b. esSimme şöyle dedi: “Bu, ne katıldığım ve ne de kaçırdığım bir gündür (savaştır). K eşke ben bu savaşta genç olsaydım; H er tarafı kolaçan eder, gider gelirdim. Kuvvetli bir geyikmiş gibi, atımın yelelerinden tutar sürerdim.” 61 Sabii: İnsanlar tarafından kabul gören herhangi bir dinin haricine çıkan kimseye denir. Müslümanlar, müşriklerin dinlerini terkettikleri için müşrikler onlara bu adı vermiştir. 6 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Daha sonra Mâlik insanlara hitaben şöyle dedi: “Sizler düşmanı gördüğünüz zaman kılıçlarınızın kınlarını kırın ve tek bir adamın hamlesi gibi onlara birden şiddetli bir şekilde saldı­ rın.” Aynı şekilde Mâlik, etrafı kolaçan etmeleri ve Müslümanlar hakkında haber toplayıp getirmeleri için bazı adamlarını gözcü olarak göndermişti. Bu adamları titreyerek ve ürkerek kendisi­ ne varınca onlara: “Yazıklar olsun size! Ne oluyor size böyle?!” diyerek çıkıştı. Onlar ise şöyle cevap verdiler: “Biz, alaca atlara binmiş bembeyaz giysili bazı adamlar gördük. Allah’a yemin ederiz ki, bundan dolayı bu gördüğün hale düşmekten kendi­ mizi koruyamadık.” Fakat bu, koyulduğu yoldan Mâlik’i alı­ koymaya yetmedi ve kastettiği şeyi gerçekleştirmek için yoluna devam etti. Rasûlüllah (s.a.v.) bu olanları işitince, Abdullah b. Ebî Hadred el-Eslemî’yi Hevâzin ve beraberindeki kabilelere gön­ derdi. Ona, insanların arasına katılmasını ve onlar hakkında detaylı bir haber getirecek kadar yeterli bir bilgiye sahip olana dek onların arasında kalmasını emretti. İbni Ebî Hadred gidip onların arasına katıldı ve onların Rasûlüllah’a savaş açmayı kararlaştırdıklarını iyice öğreninceye kadar onların arasında kaldı. Daha sonra da Rasûlüllah’a gelerek ona olup bitenleri haber verdi. Bu haber üzerine Rasûlüllah (s.a.v.), Allah’ın kendileri va­ sıtasıyla Mekke’nin fethini müyesser kıldığı on bin kişilik asha­ bıyla beraber Mekke ahalisinden de iki bin kişilik bir ordu ala­ rak yola çıktı. Böylece İslam ordusundaki askerlerin sayısı oniki bin olmuştu. Müslümanlar Huneyn vadisine doğru ilerlerken sabahın alaca karanlığında Tihâme vadik inden birine dalmış­ lardı. Bu vadi alçak bir mevkî olup çok genişti. Hevâzin kabilesi ve beraberindekiler daha önceden bu vadiye gelip yerleşmiş, vadinin dar geçitlerine ve tepelerine tuzaklar kurmuş ve savaşa iyice hazırlanmışlardı. Hevâzin birlikleri bir anda tek bir adamın HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 61 tmlesi gibi Müslümanlara karşı saldırıya geçtiler. Bu saldın arşısında tutunamayan Müslümanlar hezimete uğradılar. Hiç timse dönüp diğerine bakmıyordu. Rasûlüllah bu olanları görünce: “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Bana gelin! Ben Allah’ın Rasûlü’yüm, ben Abdul­ lah’ın oğlu Muhammed’im” diye seslendiyse de, onun bu çağ­ rısı herhangi bir fayda temin etmedi. Fakat Rasûlüllah ile bera­ ber muhacir, ensar ve ehli beytinden bazıları sebat etmişlerdi. Muhacirlerden sebat edenler arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bulunmaktaydı. Rasûlüllah’m ehli beytinden sebat edenler arasında Hz. Ali b. Ebî Talip, Hz. Abbas b. Abdülmüttalib ve oğlu Fadl, Ebû Süfyan b. el-Hâris, Rabia b. el-Hâris, Eymen b. Ubeyd ve Üsame b. Zeyd b. Hârise de bu­ lunmaktaydı. Müslümanlann hezimete uğradığını gören Ebû Süfyan: “Bunların hezimeti ancak denize varınca durur” diyerek mırıl­ dandı. Şeybe b. Osman b. Ebî Talha: “Bugün intikamımı alabili­ rim, -b u adamın babası Uhud savaşında öldürülmüştü- işte bugün Muhammed’i öldürebilirim” diyordu. Kendisi bu duru­ mu şöyle anlatmaktadır: “Ben öldürmek için Rasûlüllah’ı ara­ maya başlamıştım ki, kalbimi bir hal bürüdü ve buna teşebbüs etmeye güç yetiremedim. Anladım ki o benden korunmuştur.” Kelede b. Hanbel ise şöyle bağırıyordu: “İşte bugün sihir bozuldu!” Abbas b. Abdülmüttalib anlatıyor: “Ben, Rasûlüllah ile be­ raber onun beyaz katırının yularından tutuyordum. Yularından çekerek katırı zor zaptediyordum.” Devamla şöyle diyor: “Ben iri-yarı, gür sesli bir adamdım. Rasûlüllah, insanların hezimete uğradığını görünce: “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar!” diye seslendi. İnsanların hiçbir şeye dönüp bakmadklarını görünce de: “Ey ensar topluluğu! Ey Semûre ağacının altında biat edenler!” diye bağırmamı emretti. Ben de: “Ey ensar toplu- 6 2 • MÜSLÜMANI ARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ luğu! Ey Semûre ağacının altında biat edenler!” diyerek yüksek sesle bağırdım. Onlar da: “Emrine amadeyiz, emrine amade­ yiz” diyerek hemen icâbet edip geldiler. Onlardan herhangi biri devesinin çökmesi için uğraşıyordu. Fakat onu bir türlü çöktüremiyordu. Bunu yapamayınca da zırhını alıp boynundan geçi­ riyor, kılıcını ve kalkanını yanına alıyor, sonra da devesinden atlayarak onu insanların arasına salıveriyordu. Daha sonra da sese yönelip geliyordu. Böylece onlardan Rasûlüllah’ın etrafın­ da yüz adam toplanınca, düşmana yönelip çarpışmaya başladı­ lar. Peygamber efendimiz, hem Müslümanların hem de düş­ manın olanca güçleriyle çarpıştıklarını görünce: “İşte şimdi savaş kızıştı” demekten kendisini alamadı. Yine şöyle diyordu: “Ben peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben Abdülmüttalib’in oğluyum.” O gün insanlar arasında peygamber efendimizden daha kuvvetlisi görülmüş değildi.” Câbir b. Abdullah şöyle diyor: “Rasûlüllah’ın etrafında toplanan Müslümanlar şiddetli bir şekilde çarpıştılar. Allah’a yemin olsun ki, hezimete uğrayanlar geri döndüklerinde elleri bağlı esirlerin bir araya getirilmiş olduklarını gördüler.” Enes b. Mâlik anlatıyor: “Peygamber efendimiz (s.a.v.), Huneyn savaşında beyaz bir katıra binmişti. Bu katırın ismi Düldül’dü. Müslümanlar hezimete uğrayıp dağılınca, peygam­ ber efendimiz katırına: “Olduğun yerde sebat et ey Düldül” diye seslendi. Bu emir üzerine katır olduğu yerde çöktü. Pey­ gamber efendimiz bir avuç toprak alarak düşmanın yüzlerine serpti ve “Hâ-mim. Onlara yardım da edilmez” dedi. Bunun hemen akabinde müşrikler arkalarını dönüp kaçmaya başladı­ lar. Halbuki peygamber efendimiz ne bir kılıçla vuruşmuş, ne bir mızrak saplamış ve ne de bir ok fırlatrrştı!” Sâkif ve Hevâzin kabileleri hezimete uğramışlardı. Sâkif kabilesi Taif şehrine ulaşınca, şehrin bütün kapılarını kapattılar. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Müslümanlar da onları takip HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 6 3 ederek Taif’e vardılar ve on küsür62 gün şehri muhasara ettiler. Daha sonra Sâkif kabilesi toptan Müslüman oldu. ♦ ♦ ♦ Müslümanların Huneyn savaşında hezimete uğramalarının sebebi, nefislerde bulunan bir bozukluk ve hastalıktı. İşte bu hastalık: Allah Azze ve Celle’yi unutmaları ve çokluklarıyla övünmeleriydi. Huneyn’de kalpler zaferi veren Zâtı unutmuş ve çoklukla övünmeye, sayının kalabalık olmasına güvenmeye başlamıştı ki; hemen çok değerli ve çok büyük bir ders almıştı. Hiç şüphesiz ki mü’min Rabbini unuttuğu zaman; Rabbi de onu kendi nefsine havale eder, nefsiyle başbaşa bırakır. Fakat mü’min Rabbiyle olan bağını sağlamlaştırdığı zaman, Rabbinden ona yardım ve zafer gelir. Nitekim Allah Sübhânehû şöyle buyurmaktadır: “(Bu dağınıklıktan) sonra Allah; Rasûlü’ne ve m ü’minlere sekinetini (rahmetini) indirmiş; görmediğiniz ordular da indir­ miş ve kâfirleri azaplandırmıştı. Kâfirlerin cezası işte budur. ”63 ♦ ♦ ♦ Huneyn... İslam ordusundaki askerlerin oniki bin kişilik bir sayıya ulaştığı ilk savaş... İşte bu savaşta Müslümanların çoklu­ ğu onları böbürlendirdi. Böylece onlar zaferin asıl müsebbibi, zaferi indiren ve kalplere sebat veren Zâtı unuttular. Allah da onlara daha savaşın başlangıcında bu gafletlerinin neticesini göstermiş; daha sonra da peygamberine, onunla birlikte sebat eden, ondan hiç ayrılmayan ve Rasûlüllah’a yardım etmek ve Allah yolunda cihâd etmekte fani olan bir mü’min azınlıkla yardım etmişti. 62 İbni Hişam’ın Sîretinde; bunun “on yedi gün olduğu” kaydedilmektedir. 63 Tevbe, 26 6 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Muhakkak ki çokluğa güvenerek büyüklenmek, savaş meydanında gerçekleşecek olan hezimetten önce ruhlarda gerçekleşen bir hezimettir. Hiç şüphe yok ki Huneyn savaşında gerçekleşen, Allah’tan gafil olmanın tabii bir neticesidir. (Bu hususu şehit Seyyid Kutub şöyle açıklamaktadır:) “(Yenilginin sebebi) Allah’ın gücün­ den başka bir kuvvete dayanmaktır. Aynı zaman da bu, bir hakikati da bize göstermektedir: Her türlü akidenin kendisine dayandığı kuvvetin hakikatini... Şüphesiz ki sayısal çokluk hiçbir şeyi ifade etmez. Ancak akidesine faydalı olanlar, akide­ sini bilen, ona bağlı kalan, sebatkâr ve akidesi için her şeyden soyutlanan bir azınlıktır. Sayısal çokluğun bazen de hezimete sebep olduğu muhakkaktır. Zira bazen akıntısına kapıldıkları akidenin hakikatini tam olarak anlamamış bir takım kimseler, şaşkın bir şekilde bu akidenin çerçevesine girerler; fakat zorluk anında (savaşta) ayakları kayarak sarsılırlar ve bütün safların karışarak hezimete uğramasına sebep olurlar. Aynca bazen çok olanlar, çokluklarına güvenerek Allah’la olan bağlarını kuvvet­ lendirmede gevşeklik gösterirler; çokluklarına bakarak, hayatta zafere ermenin sırrı olan uyanıklıktan gafil kalırlar. Muhakkak ki her türlü akide, seçkin ve üstün bir sınıfla ayakta kalmış; uçup giden köpüğün veya rüzgârların savurdu­ ğu çer-çöpün ona hiçbir faydası olmamıştır.”64 ♦ ♦ ♦ Hikmeti gereği Allah Sübhânehû, tarihin siret kitaplarında iki hezimeti tescil etmesini irade etmiştir. Böylece yeryüzüne mirasçı olacak mü’minlere bildirmektedir ki; eğer safları arasın­ da herhangi bir bozukluk gerçekleşecek olursa, Sünnetûllah kendileri için de geçerli olacak ve Allah’ın Rasûlü aralarında 64 Fi Zilâli’l - Kur’an, 4/166 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 65 bulunup onları yönetse dahi tarih bir hezimet daha tescil ede­ cektir. Burada kesin olarak ifade edelim ki, peygamber efendimiz (s.a.v.) hiçbir zaman hezimete uğramamıştır. Uhud’da peygamber efendimiz (s.a.v.), zaferi gerçekleşti­ recek askerî bir plan ile bütün işleri düzene koymuştu. Ancak okçular hatalı ictihad yapma neticesinde zaferin gerçekleşme­ mesine sebep olmuşlardı. Bununla beraber Kureyş, Uhud’dan hedeflediğini elde edememişti. Çünkü onların hedefi, Rasûlüllah’ı öldürmek ve böylece yeni risâleti ortadan kaldırmaktı. Bundan dolayıdır ki savaştan sonra Ebû Süfyan: “Allah için söyle ey Ömer, biz Muhammed’i öldürdük mü?” diye soruyor­ du. Huneyn savaşında da peygamber efendimiz hezimete uğ­ ramamıştır. Hezimete uğrayanlar, daha yeni imana girmiş ve Allah’ı unutarak sayının çokluğundan dolayı böbürlenenlerden başkası değildi. Bundan sonra Allah peygamberine, ashabın­ dan ihlâslı bir azınlıkla yardım etmiş, onlara sekinetini/rahmetini ve görmedikleri ordularını indirmişti. “Allah’a yemin olsun ki, hezimete uğrayanlar geri döndük­ lerinde, elleri bağlı bir şekilde esirlerin Rasûlüllah’ın önünde durduklarını gördüler.” Allah’ın hikmetini tam görebilmek için şöyle demeyi uygun görüyoruz: “Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in şerefli hayatların­ da gerçekleşen bazı olayların gayesi, bu ümmetin sadece Allah için soyutlanmanın zirvesine ulaşmasını ve dini için son derece ihlâslı olmasını sağlayabilmektir 6 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 3. Komutanın Danışmayıp Sadece Kendi Görüşüyle Hareket Etmesi ve Tehevvür Derecesinde Atılgan Olması “Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun), Ebû Ubeyd b. M es’ûd es-Se-kafi’ye hitaben şöyle buyurdu: “Rasûlüllah (s.a.v.)‘m ashabını dinle ve onlan da işine ortak et. Durumu iyice tesbit ed en e kadar sakın acele etme. Selit b. Kays’ı emir tayin etm em e engel olan, onun savaş hususundaki aceleciliğin­ den başka bir şey değildir. Şüphesiz ki acele ed erek savaşa girişmek, Arapları (Müslümanları) telef eder. M uhakkak ki bu işe (komutanlığa) teenni ile hareket eden basiretli bir adamdan başkası yaraşm az." Fars devletinin eski şevket va azameti insanların içlerine yerleştiğinden dolayı bu devlete saldırmaktan çekiniyorlardı. Fakat Müsennâ b. Harise eş-Şeybâni65 Medine-i Münevvere’de insanlara şöyle seslenmekteydi: “Ey insanlar! Bu cepheyi ta­ hammül edilmez derecede zor düşünmeyiniz. Şüpheniz olma­ sın ki bizler, Farslıların ziraate elverişli arazilerini fethetmiş bu­ lunmaktayız. Biz Sevad66 arazilerinin en hayırlı taraflarını on­ lardan almış ve onlarla topraklarını bölüşmüş bulunmaktayız. Ayrıca biz onlara karşı cesaretlenmiş ve onları yenilgiye uğrat­ maya başlamışızdır. Allah’ın izniyle onlardan aldığımız arazile­ rin ötesi de bizim olacaktır.” Sefere çıkmak için ilk çağrıya icabet eden Ebû Ubeyd b. Mes’ud es-Sekafi67 olmuştu. Bundan dolayı da Hz. Ömer, onu 65 Müsennâ b. Harise eş-Şeybâni: Hicretin 9. yılında Müslüman olmuş, daha sonra bir heyetle birlikte Hz. Ebû Bekir’e gelmiş, Hz. Ebû Bekir de onu ' kavmine emir tayin etmişti. Kavmine dönünce, Irak’ın Sevad bölgesine saldırılar düzenlemiş, Hz. Ebû Bekir de Halid b. ’elid’in komutanlığında ona destek kuvvetler göndermişti. Böylece İran’ın fethi başlamış 66 Sevad arazisi: Irak’ın güneyinde, Dicle ile Fırat nehirleri arasında bulunana arazinin ismidir 57 Ebû Ubeyd b. Mes’ud b. Amr b. Umeyr es-Sekafi: Muhtar b. Ebû Ubeyd ile Abdullah b. Ömer’in hanımı olan Safıye’nin babasıdır. Rasûlüllah (s. a. v. ) döneminde Müslüman olmuştu. Hz. Ömer onu hicretin 13. senesinde gö- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 67 ordunun komutanı tayin etti. Hz. Ömer (Allah ondan razı ol­ sun) Rasûlüllah’ın ashabıyla istişare etmesini, onları da işine ortak yapmasını ve acele ederek bir işe girişmemesini ona emir ve tavsiye ettikten sonra, Ebû Ubeyd Müslümanlarla birlikte Irak topraklarına doğru yola koyuldu. Fars ordusunun en büyük komutanı olan Rüstem: “Acem­ lerden Araplara en çok öfkeli olan ve onlara karşı kinle dolmuş bulunan kimdir?” diye etrafındakilere sorunca; bu vasıflara en çok haiz olanın Behmen Cazüveyh olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rüstem, Ebû Ubeyd’e karşı onu görevlendirdi. Behmen Cazüveyh: “Ya biz bırakalım, siz nehiri -Fırat Nehrini- geçip bizim tarafa gelin; ya da siz bırakın, biz nehiri geçip sizin tarafa gelelim” diye Ebû Ubeyd’e haber gönderdi. Önde gelen Müslümanlar ve hatta Selit b. Kays bile Ebû Ubeyd’in köprüyü geçmesine karşı çıktılarsa da o, direterek on­ ların görüşlerini ve istişare etmeyi terketti ve şöyle dedi: “Ölüm hususunda onlar bizden daha cesaretli olmamalılar!” Hemen gerekli hazırlıkları yaparak İbni Salûbâ’nın her iki taraf için yapmış olduğu köprüyü geçti. Karşı kıyıdaki arazi dar ve ordu düzenine elverişli olmadığı için Müslümanlar daha saflarını sağ­ lam bir şekilde düzeltmeden savaş başlamış oldu. Fars ordu­ sunda ayrıca filler bulunmaktaydı. Müslümanların atları bu filleri görünce ürktüler ve herhangi bir ilerleme gösteremediler. Filler Müslümanların atlarını dağıtıyor, fillerin üzerinde bulu­ nanlar da ok yağdırıyorlardı. Bu şekilde Müslümanların aleyhi­ ne savaş şiddetlenince Ebû Ubeyd ve beraberindeki Müslü­ manlar bineklerinden atlayarak Farslılarla kılıç kılıca birbirlerine girdiler. Ancak filler saldırdıkları her tarafı bozguna uğratmaya devam ediyordu. Bunun üzerine Ebû Ubeyd: “Fillerin “hav- revlendirmişti. Görevi alan Ebû Ubeyd, Bedir savaşma katılmış bazı Müs­ lümanların da içinde bulunduğu bir orduyla Irak’a yürümüştü. Bugün “Ebû Ubeyd Köprüsü” diye bilinene köprü ona nisbet edilmektedir. (Üsdü’l-Ğâbe, 6/205) 6 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ dalarım” kesin ve üzerinde bulunanları alaşağı edin” diye hay­ kırarak kendisi de beyaz bir file saldırdı ve “havdasım” keserek üzerinde bulunan askerleri yere düşürdü. Bunu gören Müslümanlar da komutanlarına uyarak bütün fillerin yüklerini devir­ diler ve onları yönlendiren askerleri öldürdüler. Tam bu esnada kendisine doğru bir filin geldiğini gören Ebû Ubeyd, file saldırıp kılıcıyla onun hortumunu kesti; ancak ön ayağıyla Ebû Ubeyd’e bir darbe indirip onu yere düşüren fil, Ebû Ubeyd (Allah ondan razı olsun)’i ayaklarıyla çiğneyerek şehit etti. İnsanlar Ebû Ubeyd’i filin altında görünce moralleri bozuldu ve mâneviyatları düştü. Ebû Ubeyd (Allah ondan razı olsun) şehit olduktan sonra Sakîf kabilesinden ard arda yedi kişi sancağı aldılar ve şehit olana kadar savaştılar. Daha sonra Müsennâ b. Hârise eş-Şeybânî sancağı aldı. Ancak o sancağı aldığı zaman Müslümanlar dağılmış, kuvvetleri kaybolmuş ve Fırat’ın batı yakasına karşıya- geçmek için köprüye doğru geri çekilmeye başlamış­ lardı. Abdullah b. Mersed es-Sekafî, Ebû Ubeyd ve haleflerinin başına gelenleri ve şimdi insanların yapmaya çalıştıklarını gö­ rünce; kimse geri çekilmesin diye insanlardan önce köprüye vararak onu kesmiş ve şöyle seslenmişti: “Ey insanlar! Ya siz de emirleriniz olan insanların kendisi için öldükleri şey (dava) üzere ölürsünüz, veya zafer elde edersiniz!” Bu arada Farslılar Müslümanları kesilen köprünün yanında sıkıştırmış ve her taraftan onları muhasaraya almışlardı. Bunu gören bazı sabırsız ve dayanıksız Müslümanlar Fırat nehrine atlayarak boğuldular. Fakat Müsennâ ve bazı yiğit Müslüman kahramanlar geri kalanları korudular. Mü znnâ Müslümanlara şöyle hitap etmekteydi: “Ben sizin ardınızdan sizi koruyacağım. Sakin bir şekilde geçin ve paniğe kapılmayın. Bizler sizi karşı tarafta görünceye kadar yerlerimizden ayrılmayacağız. Boğul­ manıza sebep olacak şeylerden sakının.” Müsennâ, geçip kur- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 6 9 lulanlara seslenerek tekrar köprüyü kurmalarını emretti. Köprü kuruldu ve insanlar rahat bir şekilde karşı kıyıya geçtiler. En son karşıya geçen ise Selit b. Kays idi. Bu savaşta Müsennâ yaralanmış, Müslümanlar dört bin zayiat vermişlerdi. Müsennâ ile birlikte sadece üç bin kişi kal­ mıştı. Farslılar da bu savaşta, “cisr/köprü savaşında”68 altı bin zayiat vermişlerdi. Fakat savaş, özellikle Abdullah b. Mersed esSekafî tarafından köprü kesildikten sonra Müslümanların açık zararıyla sonuçlanmıştı. Bu hezimet haberi Hz. Ömer’e ulaştığında şöyle demişti: “Allah’ım! Benim her Müslümana hakkım helal olsun! Şüphesiz ben, her Müslümanın kendisine katılacağı bölüğüyüm.”69 Allah Ebû Ubeyd’e merhamet etsin! Keşke kendi görüşünde diretmeseydi de köprüyü geçseydi ve “H ayf’a sığınsaydı; ya da geri çekilip bize katılsaydı. Zira biz, onun katılacağı büyük bölüğüz.” Müslümanlar bu savaştan kısa bir zaman sonra “Buveyb”70 nehri' üzerinde cereyan eden büyük bir savaşta Farslılardan intikamlarını aldılar. Şöyle ki: Hz. Ömer komutanlığa Müsennâ’yı getirdi. Müsennâ, Mihran’ın komutanlığında bulunan Fars ordusuyla karşı karşıya geldi. Mihran Müsennâ’ya: “Ya siz nehri geçip bizim tarafa gelin, ya da biz geçip sizin tarafa gelelim” diye haber yolladı. Müsennâ da “siz geçin” diyerek karşılık verdi. Mihran ve bera­ berinde bulunan Fars ordusu nehri geçer geçmez savaş başla­ dı. Bu savaşta Müsennâ savaş kahramanı olduğunu hakkıyla 68 Bu savaş takriben hicretin 13. senesinde meydana gelmişti. 69 Bu sözüyle Hz. Ömer şu Ayet i Kerime’ye işaret ediyordu: “Ey iman eden­ ler, (savaş için) toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arka­ nızı dönmeyiniz. Savaşmak için, yer tutmak yahut başka bir bölüğe katıl­ mak gayesi ile olmaksızın o gün kim onlara arkasını çevirip kaçarsa mu­ hakkak o, Allah’ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Enfâl, 15-16) 70 Buveyb: Irak’ta, Kûfe’nin bulunduğu yerde olan ve Fırat nehrinden suyunu alan küçük bir nehrin ismidir. 7 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ispat etti. Safın bir yerinde düzensizlik gördüğü zaman hemen orayı düzene sokardı. Nitekim İcloğullarına şöyle seslenmişti: “Sakın bugün Müslümanları perişan edip başarısız çıkarma­ yın!” Bu uyarıya karşılık onlar da “tamam” deyip hemen düze­ ne girdiler. Bunun üzerine Müsennâ sevinerek gülmüştü. Savaş iyice şiddetlenince, Müslümanların ortasında atının üzerinde bulunduğu halde şöyle haykırmıştı: “Onların emsalleri hakkındaki adetlerinizi icra ediniz. Siz Allah’a -onun dinine- yardım edin ki, Allah da size yardım etsin.” İşte bu savaşta Farslılar hezimete uğramış ve “Buveyb” nehri üzerinde kurulu bulunan köprüye ulaşmak için hızlıca kaçışmaya başlamışlardı. Fakat Müsennâ onlardan önce dav­ ranıp köprüye varmış ve onun halatlarını kesmişti. Bunu görüp etrafa dağılan Farslılara, Müslüman süvariler arkadan yetişiyor ve işlerini bitiriyorlardı. Bu savaş “A’şar (onda bir) savaşı” diye de isimlendirilmektedir. Çünkü yüz Müslüman yiğitten her biri on tane fars aske­ rini öldürmüştü. “Buveyb” savaşından sonra Müsennâ “Sevad” arazisinin tümünü fethetti. ♦ ♦ ♦ “Cisr (köprü)” savaşında hezimeti netice veren iki hata işlenmişti: 1 . Ebû Ubeyd’in kendisiyle beraber bulunan ordu ileri ge­ lenlerine muhalefet etmesiydi. İslam ordusunun tüm ileri gelen­ leri köprüyü geçmemesini tavsiye ettilerse de o, onların görüş­ lerine uymayıp sadece kendi görüşünden hareketle köprüyü geçti. Ebû Ubeyd imanından, cesaretinden, atılganlığından ve şehadete olan sevgisinden dolayı köprüyü geçmişti. Fakat o, savaşın cereyan edeceği araziyi iyice tetkik etmemiş ve savaşın lehlerinde neticelenmesi için iyi hesap yapmamıştı. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 71 Hiç şüphesiz ki tarih, Ebû Ubeyd b. Mes’ud es-Sekafî’nin atılganlığını iftiharla kaydetmektedir: “Ölüm hususunda onlar bizden daha cesaretli olmamalılar/olamayacaklardır.” Aynı şekilde tarih onun aceleciliğini, mümkün olan en az zayiatla za­ feri gerçekleştirmek için, öne atılmadan önce basiretli bir şekil­ de işleri değerlendirmediğini de kaydetmektedir. İşte savaştan biraz önce Ebû Ubeyd’de eksikliğini gördü­ ğümüz bu özelliği, Nu’man b. Mukarrin el-Müzenî’nin hayatın­ da en üstün ve mükemmel seviyede görmekteyiz. “Tedbir ada­ mı” olmanın hakkını verdiğinde şüphe olmayan Nu’man, mümkün olan en az zayiatla “fetihler fethi” olan Nihavend zaferini gerçekleştirmişti. Hiç şüphesiz ki Nu’man gibi Ebû Ubeyd de şehadeti arzulamakta samimi idi. Fakat Nu’man’ın samimiyeti acelecilik ve tehevvürden uzaktı. O, savaşa girişme­ den önce ordusunun ileri gelenlerinin görüşlerine başvurmuş ve onların tavsiyelerine göre hareket etmişti. Her türlü durumu iyice tetkik edip açıklığa kavuşturmadan savaşa dalmamış ve beraberinde bulunan Müslümanları zayi etmemişti. İşte bunlardan dolayıdır ki tarihimizin sayfalarında Nu’man’ın isminin Ebû Ubeyd’in isminden daha parlak ve açık olduğunu ve daha büyük bir yer tuttuğunu görüyoruz. Evet, tarih “cisr/köprü savaşı”ndan sonra Ebû Ubeyd b. Mes’ud es-Sekafî’nin ismini atılganlık ve şehadet sevgisiyle parıldayan harflerle yazmıştır. Ancak bunun yanında basiretsiz­ lik ve tehevvür notunu düşmeyi de ihmal etmemiştir. İşte aynı tarih Nu’man b. Mukarrin el-Müzenî’nin ismini daha açık ve daha büyük harflerle yazmıştır. Atılganlık ve şehadet sevgisini ifade eden harfler... Tehevvür veya acelecili­ ğin sözkonusu edilmediği harfler... Bilakis kararlılık, basiretli bir şekilde işleri değerlendirip açıklığa kavuşturmayı ve en ince ayrıntılarına kadar neticeleri hesaba katmayı belirten harfler... 2. Ebû Ubeyd’in hatasının yol açtığı tahribatı daha da ağırlaştıran şey ise; netice, fecaat ve zayiat bakımından onun 7 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ hatasından daha büyük olan Abdullah b. Mersed es-Sekafî’nin hatasıydı. Zira Abdullah, Müslümanlardan herhangi biri geri çekilmesin diye köprünün halatlarını kesmişti. Eğer Müsennâ b. Harise eş-Şeybânî’nin fedakârlık ve sebatı olmasaydı, onun bu hareketinden dolayı bütün Müslüman askerleri yokolacaklardı. Hiç şüphesiz ki zaferin gerçekleşebilmesi için atılganlık şart­ tır. Fakat bu atılganlığın tehevvürden uzak olması ve tedbir ile basiretin sonucunda meydana gelmesi gerekir. Hem “cisr/köprü” hem de “Buveyb” savaşlarında Müsennâ’nın atılganlığı ne kadar da güzel ve yerinde olmuştur! Aynı şekilde “Nihavend” savaşında Nu’man b. Mukarrin’in tedbiri, basireti ve atılganlığı ne de mükemmel olmuştur! Tehevvür sınırına varacak derecede atılganlığın Allah müstehakını versin! Zira böyle bir atılganlık hem askerin telef olması ve hem de savaşın zararla sonuçlanmasıyla neticelenir. 4. Münâfıklar veya “Beşinci Tabur”71 “Siz d e onlara karşı gücünüzün yettiği kadar (savaş mal­ zemesi) ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Al- 71 Beşinci Tabur: Günümüzde bu tabir, herhangi bir toplumda bulunup düşman güçlerle işbirliği yapan tahripkâr ve kötü niyetli bir gruba delalet etmesi için kullanılmaktadır. Bu .abir ilk defa Ispanya’da iç savaşın çıktığı 1939 senesinde duyulmaya başlandı. Bu savaş 1936 senesinde başlayıp 1939 senesinde son bulmuştu. Savaşı, 1931 senesinde kurulmuş bulunan Cumhuriyet nizamına karşı “Fransesco Franco” yürütmekteydi, işte bu adamın komutanlarından biri olan “ Emilo Milo”ya Ispanya’nın başkenti olan Madrid’e saldırma planı sorulunca şöyle cevap vermişti: “Ben oraya dört tabur ve Madrid şehrinin içinde bulunan beşinci bir taburla saldıraca­ ğım. ” Ona bahsettiği bu “beşinci tabur’’un nasıl şenre girdiği sorulunca da şöyle dedi: “Ben beşinci bir askerî taburu kasdetmedim. Benim kasdettiğim şehir sakinlerinden oluşan ve hedefleri insanların sebat ve kararlılıklarını kıran, olmayan haberleri yayan ve insanları şüphe ve tereddüde sevkeden bir gruptur. ” İşte bu komutanın eliyle 28 Mart 1939 senesinde Madrid şeh­ ri düştü. Bundan sonra bütün dünya yeni bir terim öğreniyordu: “Beşinci T ab u r...” HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 73 Idlı'm düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizlerin hllmeyip d e Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yo­ lunda ne harcarsanız (ecri) size eksiksiz ödenir ve size asla v.ulmedilmez. ”(Enfâl - 60) Muhakkak ki bütün ümmetlerin tarihî haberlerinin kabul edilebilirlik ölçüsü, tarihî kaynaklarının güvenirliliği ve bu ha­ berlerin kendilerine nisbet edilen şahısların ahlâkî yapılarıyla uyumlu olmasıdır. İslam tarihinin haberleri ise, olayların bizzat şahitleri tarafından nakledilip kendilerinden bir sonraki nesle aktarılmış; bunlar da kendilerinden sonra gelenlere haber ver­ mişlerdir. Ancak bu güvenilir râvilerin arasına, başkalarının dili üzere bir takım haberler uyduran ve bu haberlerin tarih ki­ taplarında yer bulmasını sağlayan özel maksatlı ve kötü düşün­ celi bazı kimseler de sızabilmiştir. Bu kimseler ya dünya ehline/otorite sahiplerine yaklaşmak veya da dinden zannettikleri bir düşünceye taraftar toplamak için bu haberleri uydurmuş­ lardır. İşte üçüncü râşidi halife Hz. Osman (Allah ondan razı ol­ sun) hakkında vârid olan tarihî haberleri bu açıdan incelediği­ mizde; bu haberlerin büyük bir bölümünün İslam’ın ilerleyişine engel olmayı ve kesin İslâmî zaferleri/fetihleri durdurmayı he­ defleyen, İslam cemaatini parçalamayı ve dahili bir fitne çıkar­ mayı gaye edinen yalan ve iftiralar yığını, bilinçli bir şekilde uydurulmuş bâtıl ithamlar olduğunu görürüz. Bizim buradaki konumuz Hz. Osman (Allah ondan razı olsun)’m kendisiyle itham edildiği şeyleri çürütmek değildir. Bu hususu Kadı Ebû Bekir el-Arabî, değerli kitabı “el-Avâsım mine’l-Kavâsım”da ele alıp incelemiştir. Aynı şekilde Dr. Yusuf elIşş de bu konuyu yeterli derecede araştırmıştır. Ancak biz bu­ rada büyük fitneyi tutuşturan gizli eli; açıktan Müslüman görü­ nen fakat içlerinde küfrü gizleyen münâfıkların elini araştıraca- 7 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ğız ki, bugünkü siyaset örfünde bunlara “Beşinci Tabur” de­ nilmektedir. 72 Şüphesiz ki fitneyi provoke edip kışkırtan ve Hz. Osman’a karşı fitnecileri tahrik eden gizli bir el bulunmaktaydı... Hz. Osman (Allah ondan razı olsun)’dan sonra da bu el, ortam her yatıştığında fitnecileri tahrik etmeye devam etti. Bu fitne döneminde meydana gelen olayları iyice araştıran kimse, fitneyi tahrik eden gizli bir elin varlığını açıkça görecek­ tir. Hele sahih tarihî nassları/metinleri okuduğunda bunu daha çok hissedecektir. İnsanları oyuncak gibi kullanan, karışıklıklar çıkaran ve düşmanlıkları besleyen bir el... İşte bu el, Safâi kö­ kenli Abdullah b. Sebe’in eliydi... Bu Yahudi, Hz. Osman (Allah ondan razı olsunj’ın döne­ minde Müslüman olduğunu ilan etmiş ve Müslümanları saptır­ mak için İslâmî beldelerde seyahat etmeye başlamıştı. Hi­ caz’dan başlayarak sırasıyla Basra, Küfe ve Şam ’ı dolaştı. Şam ahalisinden hiç kimse onun görüşlerine kanmadı ve onu mem­ leketlerinden çıkarttılar. O da gidip Mısır’a yerleşti. Şöyle di­ yordu: “İsa’nın tekrar geri geleceğine inanıp da Muhammed’in döneceğini inkâr edenlere gerçekten şaşmak gerekir! Halbuki Allahû Teâlâ: “Sana Kur’an’ı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir.”73 diye buyuruyor! Muhak­ kak ki Muhammed geri dönmeye İsa’dan daha layıktır.” Mısır’da bir takım kimseler onun bu görüşünü benimsedi­ ler. O da bundan cesaret alarak “ric’at (geri dönme)” prensibi- 72 Bu konuyu araştırırken şu kaynaklara müracaat ettik: -Taberi Tarihi, 4. cilt ve 5. cildin baş tarafları, sahife 5-160 -İbni’I- Esir’in el-Kâmil fi Tarih’i, 3/45-202 -el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7/223-362 -İbni Haldun’un Tarihi, 2/138 -Şehristani, el-Milel ve’n-Nihâl, 1/114-174 -Özellikle Dr. Yusuf el-İşş’in “Emevi Devleti” isimli kitabına başvurduk. -Şeyh Muhyiddin Abdülhamid’in bir konferansının yazılı metni. 73 Kasas- 85 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 7 5 ııi ihdas etti. Daha sonra da Mısır’da şunu iddia etmeye başla­ dı: “Bin tane peygamber gelmiştir. Bu peygamberlerden her birinin bir de vasisi vardı. İşte Muhammed (s.a.v.)’in vasisi de Hz. Ali’dir.” Sonra da şunu iddia etti: “Muhammed (s.a.v.) peygamber­ lerin sonuncusu olduğuna göre Ali de vâsilerin sonuncusudur.” En sonunda da şöyle dedi: “Rasûlüllah’ın vasiyetini yerine getirmeyenlerden daha zalim kim vardır? Bu iş için harekete geçin ve bunu (yerine getirmeleri için insanları) kışkırtın. İlk önce yöneticilerinizi tenkit etmekle işe başlayın. İnsanların kalp­ lerini kendinize meylettirmek için “emr’i bi’l m a’ruf ve nehyi ani’l münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırma işini)”i alenî olarak yapın. Haydi gidin ve bütün insanları bu işe davet edin.” Böylece davetçilerini her tarafa gönderdi. Değişik şehirler­ de ifsâd ettiği kimselerle mektuplaşmaya başladı. İnançlarını bozduğu bu kimseler gizliden halkı kendi görüşlerine davet edi­ yor; açıktan ise “emr’i bi’l ma’ruf vö nehyi ani’l münker” yapı­ yor gibi görünmeye çalışıyorlardı. Kendi memleketlerinde bu­ lunan yöneticilerin kusurları hakkında mektuplar yazıyor ve bu mektupları çeşitli şehirlere gönderiyorlardı. Diğer şehirlerdeki kardeşleri de aynı mealde mektuplar yazıp gönderiyorlardı. Böylece her şehirdeki müfsidler, diğer şehirlerdeki fesatçılara yaptıkları faaliyetler hakkında mektuplar yazıp gönderiyor; herkes gelen mektupları kendi şehirlerinde halka okuyordu. Öyle ki bu faaliyetleri Medine-i Münevvere’ye kadar uzandı. Her taraf yalan haberlerle kaynıyordu. Fakat bu fesatçıların açığa vurduklarından daha başka ve gizli bir hedefleri vardı. İşte bu yalan haberler ağına yakalanan her şehir halkı: “(Hamdolsun ki) şu şehir halkının başına gelen felaketler bizim de başımıza gelmedi!” demekteydi. Ancak bütün şehirlerden kendilerine bu tür mektuplar gelen Medine-i Münevvere halkı: 7 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ “Bütün insanların arasında yayılmış bulunan bu fitneler, bizde bulunmadığı için (Allah’a hamdolsun)” diyorlardı. İşte Abdullah b. Sebe’in ne denli haince bir yol takip etti­ ğini buradan anlamaktayız. O, bir taraftan Hz. Ali’yi yüceltirken diğer taraftan Hz. Osman’ı gasbedici durumuna düşürüyordu. Bununla da bu iki büyük sahabenin arasına düşmanlık sokma­ ya çalışıyordu. Bu iki sahabeden biri olan Hz. Ali’nin hakkının yendiği iddiasının arkasına saklanarak bu çirkin faaliyetlerini yürütüyordu. Daha sonra İbni Sebe, yöneticilerine başkaldırmaları için halkı kışkırtmaya çalıştı. Bunun üzerine insanlar en küçük bir hadiseden dolayı bile hemen isyan çıkarıyorlardı. Aynı şekilde İbni Sebe değişik şehirlerde bulunan tabilerine, akıbetleri hak­ kında felaket haberlerini taşıyan mektuplar yazıp diğer şehirlere göndermelerini emretti. Böylece her şehir halkının, diğer şehir­ lerde bulunanların kendilerinden daha kötü durumda oldukla­ rını düşünmelerini sağlamaya çalışıyordu. Medine-i Münevvere’ye ise bütün şehirlerden bu mealde kötü akıbetlerini bildiren mektuplar gelmekteydi. İşte bütün bunlar, İbni S eb e’in tabileri tarafından gerçekleştiriliyordu. Şehirlerde bir fitnenin tertip edilmekte olduğunu sezen Hz. Osman, bütün şehirlere elçiler yolladı. Bu elçilerle beraber gönderdiği mektupta şunlar yazılıydı: "... İmdi; Ben hacc mev­ siminde bütün valileri sorgulayacağım. Ben halife seçildiğim günden beri ümmet, “emr’i bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker” görevini alenî olarak yapmaktadır! Ben, benim hakkımda veya valilerimden birisi hakkında herhangi bir şeyi dava edene; id­ dia ettiği şeyi vereceğim. Benim veya ailemden birisinin, rea­ yanın alamadığı bir hakkı sözkonusu değ dir. Eğer böyle bir şey varsa bu kesinlikle terkedilecektir. Medine ahalisi bana bazı kimselere hakaret edilip sövüldüğünü, bazı kimselerin de dö­ vüldüğünü bildirmektedir. Ey gizli olarak dövülen veya sövülenler! Sizden her kim böyle bir şeyi dava ediyorsa hacc mevsi- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 77 mine gelsin ve her kim de olursa olsun hakkını alsın. Benden veya valilerimin herhangi birinden... Yahut da haklarınızdan vazgeçer tasadduk edersiniz; şüphesiz ki Allah tasadduk eden­ lerin mükâfatlarını eksiksiz bir şekilde verecektir. Hz. Osman (Allah ondan razı olsun)’ın bu mektubu şehir­ lerde okununca insanlar ağlayıp Hz. Osman için hayırla dua­ larda bulundular. Fakat aynı insanlar: “Ümmet bir şerle çalka­ lanmaktadır” demeyi de ihmal etmediler. Vâkıa da gösterdi ki ümmet büyük bir şerle çalkalanıyordu. Zira İbni Sebe ve “be­ şinci tabur”u hala insanların kalplerini yönlendirip kışkırtmakta ve hala rollerini ifâ etmekteydiler. Abdullah b. Sebe Mısır’da, Kûfe’de ve Basra’da kendisine bazı taraftarlar buldu. Bütün bu topluluklar Medine-i Münevvere’ye gitmek için yola koyuldular. Ancak Mısırlılar Hz. Ali’ye, Basralılar Hz. Talha’ya, Kûfeliler ise Hz. Zübeyr’e taraftar gibi görünmeye çalışıyorlardı. Şüphe yok ki bu görüş farklılıkları, Hz. Osman’dan sonra da fitne devam etsin diye İbni Sebe’in telkin ve teşvikiyle ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı da onlar Medine’ye varır varmaz Mısırlılar Hz. Ali’ye, Basralılar Hz. Tal­ ha’ya, Kûfeliler de Hz. Zübeyr’e gittiler. Fakat hepsi de kesin bir şekilde reddedilip kovuldular. Bu seçkin sahabeler onların bu davranışlarına sert bir şekilde karşı koyup, onları kendile­ rinden kat’i olarak uzaklaştırdılar. Bu isyancı heyetler Hz. Osman (radıyallahû anhû) ile bir araya geldiler. Allah’ın kitabını aralarında hakem kabul ettiler ve Hz. Osman’dan razı olarak dönüp memleketlerine gitmek için yola koyuldular. Ancak Mısırlı heyet Medine’den Mısır’a doğru yol alırken; ansızın ortaya çıkan bir süvari gördüler. Bu süvari onlara yaklaşıyor, sonra onlardan uzaklaşıyor; tekrar onlara doğru dönüyor, hemen sonra onlardan ayrılıp önlerine geçiyor... Gizli bir görev için gönderildiği belli olan bu yolcu, gerçekten çok dikkat çekiyordu. Zira önemli görevlerle gönderi- 7 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ len elçilerin yapması gereken şeyin tersine bu, insanlardan hiç gizlenmiyordu! Hatta bu elçinin tavır ve davranışları, kendisini ele vermek istediği yolundaydı. Zira ansızın onların önüne çıkan, sonra onlardan ayrılıp uzaklaşan, tekrar onlara dönen ve hemen peşinden uzaklaşan o idi. Sanki bu davranışlarıyla şöyle diyor­ du: “Ben şüpheli biriyim. Haydi gelin debenim görevimi ve benim yanımda bulunan şeyleri araştırıp soruşturun!” Zaten onun bu isteği hemen gerçekleşti. Onun bu halini gören Mısırlı heyet: “Ne oluyor sana? S e ­ nin özel bir durumun olduğu muhakkak. Nedir bu durumun?” diyerek onu sorguya aldılar. Hemen konuşmaya başlayan adam: “Ben Emirû’l Mü’minin’in elçisiyim. Beni Mısır’daki vali­ sine gönderdi” dedi. Onlar da elçinin üzerini aradılar ve üze­ rinde Hz. Osman’ın mührünü taşıyan, onun dili üzere yazılmış bir mektup74 buldular. Mektup onları asması veya ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesmesi için Mısır valisine yazılmıştı. Bunun üzerine Mısırlılar hemen Medine’ye geri döndüler ve Hz. Ali’yi bularak: “Allah’ın düşmanına bakmaz mısın? Bizim hakkımızda şöyle şöyle yazmış. Muhakkak Allah, artık onun kanını helal kılmıştır. Haydi kalk da birlikte ona gidelim” dedi­ ler. Hz. Ali ise: “Allah’a yemin olsun ki sizinle birlikte hiçbir yere gelmem” diyerek onları reddetti. Bunun üzerine onlar: “Peki o halde neden bize yazıp duruyordun!?” dediler. Hz. Ali: “Allah’a yemin olsun ki size bir tane dahi mektup yazmış deği­ lim” dedi. Onlar bunu duyunca şaşkınlıkla birbirlerine baktılar ve: “Siz bunun için mi savaşıyorsunuz?” veya “Bunun için mi gazaplanıyorsunuz!?” dediler. İşte burada Hz. Ali önemli bir şeyin arkına vardı. Bütün isyancılar kendi şehirlerine gitmek için yola koyulmuşlarken, nasıl oldu da hepsi beraber geri dönmüşlerdi!? İşte bunun far- 74 el-Bidâye ve’n- Nihâye, 7/174 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 79 kına varan Hz. Ali onlara: “Siz görüşünüzden dönüp gittikten sonra tekrar dönmenize sebep nedir?” diye sordu. Bu soruya cevap olarak Mısırlılar: “Biz postayla beraber Osman tarafın­ dan mühürlenmiş bir mektup yakaladık. Bu mektupta Osman, valisine bizi öldürmesini emretmektedir” dediler. Bu defa Hz. Ali (Allah ondan razı olsun): “Ey Kûfeliler ve Basralılar, sizler memleketlerinize giden yolda birkaç merhale katetmişken, nasıl oldu da Mısırlılara gönderilen bir mektuptan haberdar olabildi­ niz? Allah’a yemin olsun ki bu, Medine’de düzenlenmiş bir şeydir” dedi. Bunun üzerine isyancılar: “Ne düşünürseniz dü­ şünün. Biz Osman’ın azledilmesi talebinden vazgeçecek deği­ liz” diyerek asıl maksatlarını ortaya koydular.75 Böylece eşkiyalar Medine’ye yerleştiler. Bir defasında Hz. Osman’ın yanına gidip ona şöyle dediler: “Sen bizim hakkı­ mızda şöyle şöyle yazdın.” Hz. Osman da onlara şöyle cevap verdi: “Bizim hakkımızda iki şeyden biri vardır. Ya siz Müslümanlardan iki adamı benim aleyhime şahit olarak getirirsiniz; ya da ben bunu yazmadığıma, yazdırmadığıma ve bundan haberimin olmadığına dair kendisinden başka ilah olmayan Allah adına yemin ederim. Siz de bilmektesiniz ki bir insanın diliyle bir mektup yazılabilir ve yine bir insanın mührünün ay­ nısı taklid edilebilir.” Hz. Osman burada mühürün kendisine ait olmadığına, bi­ lakis kendi mührünün taklid edildiğine onların dikkatini çek­ mektedir. Zaten böyle bir taklidin yapılması her zaman için mümkündür.76 Şunu da belirtelim ki sadece Hz. Osman’ın dili üzre mek­ tup uydurulmuş değildi. Ibni Kesir şöyle anlatmaktadır: “Hz. 75 el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7/175 76 Nitekim Hz. Ali’nin sorusu da, yakalanmak için kendisini Mısırlılara arzeden elçinin taşıdığı mektubun perde arkasını ortaya çıkarmaktadır. G ö­ rülüyor ki Mısırlılar, Kûfeliler ve Basralılar ayrılmadan önce bu mektup hu­ susunda ittifak etmiş ve anlaştıkları şekilde geri dönmüşlerdi!! 8 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Âişe’ye hitaben Mesruk: “Bu (Hz. Osman'ın öldürülmesi) senin işindir. Ona karşı çıkmaları için insanlara sen mektuplar yaz­ dın” dedi. Hz Aişe ise: “Mü’minlerin kendisine iman ettiği ve kâfirlerin kendisini inkâr ettiği (Allah’a) yemin ederim ki ben, onlara herhangi bir beyazın (kâğıdın) içine herhangi bir siyah (mürekkeb) yazmış değilim” diyerek cevap verdi. Bu durumda bu fitnenin ardında bilinçli bir entrika mev­ cuttur. Bu entrikanın kahramanları da Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe gibi seçkin sahabeler değildir. Bilakis bu kahramanlar kimliklerini açığa vurmayan bir takım münâfıklardır. Onlar perdenin arkasında iş gören, dâhiyane ve bilinçli bir şekilde sağlam planlarla çalışan “beşinci tabur”u teşkil etmek­ tedir. Hatta Hz. Osman’ın muhasara edildiği ve kendisinden suyun engellendiği gün, isyancılara hitaben Eşter şöyle demişti: “Olur ki hem ona hem de size tuzak kurulmuş, oyun oynanmıştır.” Ancak eşkiyalar onun sözlerini bastırıp, kabul etmeye yanaşmadılar. Çünkü onlar Hz. Osman’a karşı değil, İslam’a ve Müslümanlara karşı kurulmuş olan bu tuzağın devam etmesin­ den yanaydılar. Hz. Osman’ın kendisiyle Mısır heyeti arasında akdedilen Kur’an’ın hakemliği sözleşmesini bozmadığı ittifakla kabul edi­ len bir husustur. Mısır’daki valisine isyancıların öldürülmesi hakkında herhangi bir mektup göndermediği de sözbirliğiyle kabul edilmektedir. Zaten istemiş olsaydı, kendisinin yanında bulunan sahabe ve onların çocuklarıyla beraber isyancıları öldürebilirdi. Ancak o şöyle diyordu: “Allah’a yemin olsun ki ben, mü’minlerin bir bardak dahi kanlarını dökmeden Allah’la karşılaşacağımı umuyorum.” İsyancılar, Hz. Osman’ın isteği üzere diğer şehirlerden bir ordunun gelebileceği korkusuna kapılmış ve bu işten kurtulma­ nın ancak Hz. Osman’ı öldürmekle mümkün olacağını düşün­ meye başlamışlardı. Çünkü, eğer Hz. Osman öldürülürse in- | | , | j HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 81 sanlar onunla meşgul olup kendilerini unuturlar. İşte bundan dolayı da acele ederek Hz. Osman (Allah ondan razı olsun)’ı katlettiler. İşte burada biraz duralım ve Hz. Osman’ın kanından Hz. Ali’yi sorumlu tutanlara bir çift söz söyleyelim: Hz. Ali ki; Hz. Osman su istediğinde, onun evini çeviren ve bir damla suyun dahi ona ulaşmasına engel olan 10 bin savaş­ çı bulunduğu halde Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin’in sırtlarına iki kırba su yükleyip Hz. Osman’ın evine göndermişti. Oğullarını gönderirken, isyancıların onları görmeleri halinde lödüreceklerini çok iyi biliyordu! Hz. Osman’ın evine su ulaştığında Hz. Osman ile beraber Hz. Ali de dışarı çıktı ve başından sarığı düşene dek eşkiyalarla itişip kakıştı... İşte bu esnada Hz. Ali şöyle diyordu: “Ben sağ olduğum sürece siz Osman’a bir kötü­ lük yapamazsınız.” Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Haşan ile Hüse­ yin’i gören Hz. Ali: “Amcanız Osman’ın öldürülmesine nasıl sessiz kalabildiniz?” diyerek onları azarladıysa da onlar: “Ey babacığım! Biz onu korumak istedik, ancak o kabul etmedi” diyerek özürlerini beyan ettiler. Buna rağmen Hz. Ali onlara şöyle dedi: “Ben arzulardım ki Osman’ın karşılaştığı şeyle siz ikiniz de karşılaşmış olsaydınız (yani; onunla birlikte öldürülseydiniz).” Bundan sonra eşkiyalar, hilafet üzere biat etmek için Hz. Ali’ye başvurdular, işte Hz. Ali’nin hayatının en keskin merha­ lesi bundan itibaren başlamaktadır. Bu merhale birçok kimse­ nin şüpheyle baktığı, kendisinden dolayı bazı sahabelerin ten­ kide uğradığı ve Yahudilik ehlinin İslam’ı yıkmaya çalıştığı bir dönemi kapsamaktadır. Bizler burada Hz. Ali’den bahsederken, Muaviye’ye gön­ dermelerde bulunma arzusunda değiliz. Fakat eğer bir hata yapılmışsa buna da hata denilmesi gerekir. Bizim tarihimizden Allah’ın düşmanlarının tenkit etmeyi arzuladıkları noktaları çok 8 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ iyi bilmemiz gerekmektedir. Ve yine bilmemiz gerekir ki, onla­ rın bu tenkitlerinin hedefi Müslümanları bölüp parçalamak; ya Muaviye’ye lanet ettirmek veya Hz. Ali’ye sövdürmekten başka bir şey değildir. Hz. Osman’ın katilleri olan eşkiyalar biat etmek için Hz. Ali’ye geldiler, fakat Hz. Ali kesin bir dille onları reddetti. Hz. Osman’ın katilleri olan bu eşkiyaların biatlarını nasıl kabul edebilirdi ki? Ancak daha sonra sahabenin önde gelen büyük­ leri gelip İslam ümmetinin halifesiz kaldığını Hz. Ali’ye anlattı­ lar. Afrika’nın kuzeyinden bugünkü Sovyetler Birliği’nin sınırla­ rına dayanan koskoca ve tek bir İslam Devleti halifesiz kalmış­ tı!! İşte bu büyük sorumluluğu yüklenecek birisi gerekiyordu. Bunun bilincinde olan Hz. Ali bu sorumluluğu yüklendi. Fakat o, bu büyük sorumluluğun altına girdiği esnada İslam Devleti yara almıştı ve “beşinci tabur”un sağlam bir şekilde düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu bit fitnenin tehdidi altında bulunmak­ taydı. Hz. Osman’ın katilleri... Hz. Ali onlara ne yapmalıydı? On­ ları da (kısasen) öldürmek istiyordu, fakat Medine-i Münevvere’nin kontrolü onların elinde iken nasıl onları öldürebilirdi? Onlar ki, Hz. Osman’ın şehit edilmesi suçunda ortak olmuş (takriben) on bin kişiydiler. Ayrıca öğreticileri, beşinci taburun lideri ve harekete geçiren mütefekkiri Abdullah b. Sebe de onların yanında bulunuyordu!! İşte bu sebeplerden dolayı Hz. Ali, fitnenin şiddetli fırtınası dinene kadar beklemeyi uygun gördü. Ancak Hz. Ali, hilafete gelir gelmez diğer şehirlerdeki vali­ leri azletmekte aceleci davrandı. Belki de Şam valisi olan Muaviye’yi hemen azletmekte hata yapmıştı. Nitekim Abdullah b. Abbas ve Muğire b. Ş u ’be’nin görüşleri şu yöndeydi: Güzel idare ve iyi yönetim şimdilik valileri yerlerinde bırakmayı ge­ rektirmektedir. Daha sonra fırsatlar doğunca eğer halife dilerse onları azledebilir. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 83 Bütün sahabeler Hz. Ali’ye biat etmişlerdi. Bu biat edenle­ rin arasında Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de bulunmaktaydı. İşte bu aşamada “beşinci tabur”un fertlerinden bazı münafıklar Hz. Talha ile Hz. Zübeyr’e gelerek onlara şöyle fısıldadılar: “Nasıl olur da siz Ali’ye biat edersiniz; halbuki Ali, Osman’ın katille­ rinden biat almıştır!” Bu vesveseyi verenler kim? Bizzat Os­ man’ın katilleri!!! Peki Hz. Talha ile Hz. Zübeyr’e neden bunu söylüyorlar? Çünkü onlar gayet iyi biliyorlar ki, eğer Hz. Ali işi kontrol altına alacak olursa bu onların sonu olur. Hz. Ali, Os­ man’ın kanından dolayı onların hepsinden kısas alarak onları öldürür. İşte bundan dolayı Abdullah b. Sebe’nin önderliğinde bir tarafta Hz. Ali, diğer tarafta Hz. Talha ve Hz. Zübeyr olmak üzere yeni bir ayrılık ve fitne tohumu ekmeye çalışıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, mü’minlerin an­ nesi Hz. Aişe’yi olaydan haberdar etmek ve Osman’ın katilleri­ nin öldürülmesini talep etmek için, onu da alıp Basra’ya gitmek üzere Mekke’ye gittiler. Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe’nin Basra’ya gittikleri haberi Hz. Ali’ye ulaştı. Onlar ne istiyorlardı acaba? Yoksa Osman’ın kanının peşine mi düşmüşlerdi? Hz. Ali hayrette kalıyor ve kendi kendine şöyle söyleniyordu: “Osman’ı öldü­ renler arasında ben de var mıyım ki, onlar bana düşmanlık ediyorlar?!” Hiç şüphe yok ki Hz. Ali, Hz. Osman’ı şehit edenleri öl­ dürmek istiyordu. Fakat daha fitne ateşi sönmemişti ve Hz. Ali azlettiği valilerle uğraşmaktaydı. Özellikle Şam valisi olan Muaviye’yi azletmesi birçok zorluğu da beraberinde getirmişti. Sanki siyasi tavırların ortaya konmasında bir hata yapılıyordu. Ancak Muaviye; Ali, Osman’ın katillerini öldürene dek azledil­ meyi kabul etmeyeceğini kesin bir şekilde ilan etmişti. Bunun üzerine Hz. Ali şu mealde bir mektup gönderdi: “Şimdi kontrol onların ellerindedir. Medine’de durum onların kontrolleri altındadır. Sen ve arkadaşların gelin biat edin; du- 8 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ rum biraz sakinleşince ben Osman’ı şehit edenlerden bir tane­ sini bile sağ bırakmayacağım.” Fakat buna rağmen Muaviye, Hz. Ali’ye biat etmeyi kabul etmedi. Bunu gören Hz. Ali bir orduyla Muaviye’nin üzerine yürüdü... Allah senin mükâfatını bol etsin ey Ali... Her şeyden uzak olan sen, ithamlara maruz kalan yine sen!!! Hz. Ali; Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe ile karşılaşmak için Irak’a vardı. Bir elçisi vasıtasıyla onlara şu mesajı yolladı: “Sizler ne istiyorsunuz?” Onlar: “Biz Osman’ın katillerinin derhal öldürülmelerini istiyoruz” dediklerinde elçi onlara: “Osman’ın öldürülmesinde (şehit edilmesinde) Ali’nin bir etkisi var mı ki?” diye sordu. Onlar da hep beraber “hayır” diyerek cevap verdi­ ler. Bunu üzerine elçi: “Şu halde gelin ona biat edin, onunla birlikte hareket edin ki, o da Osman’ı şehit edenleri öldürmeye güç yetirebilsin. Fakat siz ondan ayrılıyor ve onu tek başına bırakıyorsunuz, sonra da kalkıp Osman’ı şehit edenleri öldür­ mesini mi istiyorsunuz?” dedi. Onlar: “Tamam sen git, Ali gel­ sin onunla anlaşalım” dediler. / Bunu haber alan Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ile sulh yapmak (antlaşma yapmak) için o günün sabahında onların yanına gitmeyi kararlaştırdı. İşte tam bu esnada Abdullah b. Sebe “beşinci tabur”una şu emri verdi: Ey kavim, şüphesiz ki sizin izzetiniz ve kurtuluşunuz insanların içine karışmaktır. Bu halde onların içine karışın. Yarın insanlar karşı karşıya gelince hemen savaşa başlayın ve insanların anlaşmalarına fırsat bı­ rakmayın.” Fakat Hz. Ali insanlara şöyle sesleniyordu: “Biz de, onlar da hepimiz Müslümanız. Ey insanlar, kendinize sahip olun ve nefislerinizi kontrol edin. Şu kavimden heı , ellerinizi ve hem de dillerinizi çekin. Zira onlar sizin kardeşlerinizdir. Başınıza geleceklere sabredin, sakın bizden önce harekete geçmeyin. Çünkü bugün haksız olan yarın (mahşer gününde) de haksız olacaktır.” HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 85 İşte Hz. Ali’nin bu beyanatı herkesin barış içinde gecele­ mesini sağlamıştı. Ancak “Sebeîler (İbni Sebe’nin tabileri)” en kötü bir şekilde geceyi geçirmeye başlamış ve bir araya topla­ nıp istişare etmişlerdi. İstişare neticesinde, gizli bir şekilde sa­ vaşı tutuşturmak hususunda ittifak ettiler. Böylece sabahın alaca karanlığında, çevrelerinde bulunanlara hissettirmeden bir çatışma çıkarmak için sıvışıp gittiler. Mudar kabilesine mensup olanlar, karşı tarafın Mudar kabilesine mensup olanlarına; Rebiâ kabilesine mensup olanlar, karşı tarafın Rebiâ’ya men­ sup olanlarına ve Yemenliler de karşı tarafın Yemenlilerine saldırdılar ve silahlı bir çatışma çıkardılar. Bu çatışmayı gören Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, ileri gelen bazı insanlara: “Ne bu, neler oluyor?” diye sorduklarında, geceleyin Kûfelilerin saldırı­ sına uğradıkları cevabını aldılar. Bunun üzerine şöyle dediler: “Zaten biz biliyorduk ki, Ali kan dökmeden durmaz.” Hz. Ali de çatışmayı görünce: “Bu ne, neler oluyor?” diye sormuş; istedikleri yönde cevap vermesi için eşkiyaların bilinçli bir şekilde Hz. Ali’nin yakınına yerleştirdikleri bir adam: “Bir­ den baktık ki onlardan bir grup bize saldırıyor, biz de onları geri püskürttük (İşte gördüğün çatışma sesleri buydu)” diyerek onun sorusunu cevapladı. Bunun üzerine Hz. Ali: “Talha ve Zübeyr’in kan dökmeden bu işten vazgeçmeyeceklerini biliyor­ dum” dedi. Yine Hz. Ali insanlara: “Ey insanlar durun!” dediy­ se de; “Sebeîler” barışın gerçekleşmesinden korktukları için sürekli insanları kışkırtıyorlardı. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) baktı ki savaş şiddetlen­ miş, kafalar havada uçuşuyor... Bu manzara karşısında, her bir kandamlası yere düştükçe onun kalbinden de kan damlıyordu. Zira öldüren de öldürülen de Müslümandı. Peki bu durum karşısında ne yapmalıydı? İşte Hz. Ali bu duruma son verebilmek için Hz. Talha’ya seslendi, Hz. Talha da: “Buyur ey Ebû’l Haşan” diyerek onun çağrısına cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ali ona şöyle seslen- 8 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ di: “Sen kendi hanımını Medine’de saklayıp Rasûlüllah’ın ha­ nımını mı buraya getirdin? Eğer Rasûlüllah sana: “O topraklara (savaş meydanına) benim hanımımı mı götürdün?” diyecek olursa sen ona ne cevap vereceksin?” Bununla Hz. Talha yap­ tığı işin ne kadar ağır ve kötü olduğunu anladı ve yüzünü çevi­ rip savaş alanından çıktı. İşte Hz. Talha savaş alanırfın dışında iken, fitneyi çıkaranlardan biri bir ok alıp Hz. Talha’yı onunla şehit etmişti. İşte buradan anlaşılıyor ki, planlı ve bilinçli bir şpkilde fitne çıkarılıyordu. Bu sağlambir şekilde yapılmış bir tuz ktı. Onlar Abdullah b. Sebe’nin önderliğinde perde arkasınca işlerini yürütüyorlardı. Şüphesiz ki onların bilinçli bir şekilde çıkar­ dıkları bu fitne de bir gün sona erecekti! Daha sonra Hz. Ali savaş alanında Hz. Zübeyr ile karşılaştı ve ona: “Ey Zübeyr, nasıl bana karşı savaşabilirsin? Halbuki bu hareketinle sen bana zulmetmiş oluyorsun” dedi. Hz. Zübeyr ise: “Ya Ebû’l Haşan! Ben mi sana zulmediyorum?” diyerek onun sorusunu cevapladı. Bunun üzerine Hz. Ali şöyle dedi: “Evet... Medine’de seninle karşılaştığımız günü hatırlıyor mu­ sun? Hani Rasûlüllah ikimize bakıyordu ve sen ey Zübeyr, bana bakıp gülmüştün. Rasûlüllah sana: “Neden güldün ya Zübeyr?” diye sormuştu da sen: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben Ebû’l Haşan’ı çok seviyorum” diyerek cevap vermiştin. Bunu üzerine Rasûlüllah sana: “Ey Zübeyr, sen haksız ve ona zulmedici ol­ duğun halde Ali’ye karşı savaşacaksın” demişti.77 İşte bu anıyı hatırlayan Hz. Zübeyr atının yularını çevirip savaş alanının dışına çıktı. Şöyle dua ediyordu: “Allah’ım tövbe ediyorum, sen beni bağışla.” Ancak Amr b. Cürmüz adında, Hz. Osman’ı şehit edenlerden biri arkadz ' kendisine yetişip; Mekke ile İrak arasında bulunan bir vadide namazda iken onu 77 Muhakkak ki bu, Muhammed Mustafa (s. a. v. l’nın mûcizelerinden biridir. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 87 şehit etmişti. Hz. Zübeyr’i hileyle şehit ettikten sonra bu bed­ baht adam tekrar İrak’a döndü. İşte buradan da anlaşılıyor ki, bu eşkiyalar planlı bir şekil­ de işlerini yürütmekteydiler. Hz. Aişe’ye gelince; o da savaşı durdurmak istiyordu. Bu gayeyle karşı tarafı Allah’ın kitabına davet etmesi için Ka’b ’ı gönderdi. Ka’b elinde Allah’ın kitabı olduğu halde ilerliyordu. Ancak “Sebeîler” Ka’b ’ı ok yağmuruna tutup şehit ettiler!! Bu eşkiyalar o kadar ileri gittiler ki, tahtırevanda bulunan Hz. Aişe’ye bile ok atmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Aişe şöy­ le seslenmeye başladı: “Ey evlatlarım! Geriye kalanları koru­ yun, geriye kalanları koruyun. Allah’tan korkun, Allah’tan sa­ kının! Allah Azze ve Celle’yi hatırlayın, hesabı hatırlayın!” Buna rağmen “Sebeîler” savaşın daha da kızışarak devam etmesin­ den başka bir şeye yanaşmıyorlardı. Bu defa Hz. Aişe: “Ey insanlar! Osman’ın katillerine ve onlara taraftar olanlara lânet edin” diye seslendi ve dua etmeye başladı. Hemen akabinde bütün Basralılar gürültülü bir şekilde dua etmeye başladılar. Bu dua seslerini duyan Hz. Ali: “Bu gürültülü sesler de nedir?” diye sorunca, “Aişe, Osman’ın katillerine ve onlara taraftar olanlara beddua ediyor, onunla beraber Basralılar da beddua ediyorlar” cevabını aldı. Hz. Ali de beddua etmeye başladı ve şöyle dedi: “Allah’ım, Osman’ın katillerine ve onlara taraftar olanlara lânet et!” Abdullah b. Sebe kendisine tâbi olan eşkiyaları tahrik edi­ yor ve Hz. Aişe’yi öldürmeye onları teşvik ediyordu. Bunun üzerine eşkiyalar Hz. Aişe’nin tahtırevanına saldırmaya başladı­ lar. Ancak Hz. Ali (Allah onun yüzünü ak etsin) sahabenin gençlerinden kırk kişiye emir vererek: “Aişe’nin devesini okla vurun. Deve yere düşünce de etrafını sarın ve hiç kimsenin ona ulaşmasına fırsat vermeyin” dedi. Bu yiğit gençler Hz. Ali’nin bu emrini yerine getirdiler ve böylece savaş sona erdi. 8 8 • MÜSLÜMANI ARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Savaş bitince Hz. Ali, takvâlı bir mü’minin asaletini göste­ rerek askerlerine şöyle ferman etti: “Sakın yaralıları öldürme­ yin. Kaçanların ardına düşmeyin. Müslüman kardeşlerinizin mallarından bir dirhem dahi almayın. Şayet onlar hata yapmış­ larsa, işte hataları reddedildi; artık onların mallarından hiçbir şey size helal değildir.” Hz. Ali, mü’minlerin annesini alıp kendi evine götürdü. Daha sonra kırk tane askeri iyice techizatlandırıp onun maiye­ tine verdi. Halk, mü’minlerin annesini uğurlamak için çıkmıştı. Hz. Ali de onu uğurlamaya çıktı. Bu esnada Hz. Âişe şöyle seslendi: “Evlatlarım! Bizden kimi diğerini, bir hususta geç dav­ randı veya aşırıya gittiği için azarlamaktadır. Bu hususta yapı­ lacak dedikodulara sakın güvenip aldanmayın. Allah’a yemin olsun ki, daha önceden benimle Ali arasında bir kadınla ka­ yınları arasında olabilecek kırgınlıktan başka hiçbir şey yoktu. Şimdi de benim yanımda o, biraz kırgın olmama rağmen iyi ve seçkin insanlardandır.” Hz. Ali de şöyle dedi: “Ey insanlar! Âişe doğru söyledi ve lütufkâr davrandı. Benimle onun arasında söylediğinden başka bir şey olmamıştır. Hiç şüphesiz ki o, hem dünyada hem de ahirette sizin peygamberinizin hanımıdır.” Hz. Âişe, hicri 36. senenin Receb ayının başında yola çıktı. Hz. Ali de bir kaç mil boyunca onunla beraber giderek onu uğurladı. Bir günlük mesafe boyunca oğullarının Hz. Âişe’yle birlikte gitmelerini emretti. Kırk askerin korumasında Hz. Âişe’yi, kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’le beraber Medine-i Münevvere’ye gönderdi. Bu şekilde Hz. Âişe evine ulaşınca öğrendi ki, kendisiyle beraber olan askerlerin hepsi de kadındı. Rasûlüllah’a hürmeten Hz. Ali bu kadınları seç*p onunla birlikte göndermişti. Bundan dolayı Hz. Âişe başını önüne eğdi ve şöyle dedi: “Muhakkak ki Ebû’l-Hasan, Ali’liğini yine yaptı!” Daha sonra Hz. Ali ordusuyla Şam tarafına yöneldi ve Sıffin mevkiinde Muaviye ile karşı karşıya geldi. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 8 9 Hz. Ali’nin delili şuydu: Kendisi itaat edilmesi gereken hali­ feydi... Hz. Ali ile beraber bulunanlar da, Muaviye’nin Hz. Ali’nin dengi olmadığını ve Müslümanların Hz. Ali ile onu eşit görmeyeceklerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Muaviye’ye ge­ reken gelip Hz. Ali’ye biat etmesiydi. Hz. Muaviye’nin delili ise şuydu: Ali her ne kadar Osman’ı öldürenler arasında değil ise de; ancak o Osman’ı öldürenleri kendi yanında barındırıyor... Muaviye’nin razı olması için, en azından Hz. Ali’nin Osman’ın katillerini ona teslim etmesi gere­ kiyordu. Hz. Ali Muaviye’ye: “Eğer sen gerçekten Osman’ın katille­ rini istiyorsan, gel Allah’ın gölgesine (halifeye) sığın. Biat et ki, sükûnet gerçekleştikten sonra ben de sana Osman’ın katillerini teslim edeyim” diye haber yolladı. Buna karşılık Muaviye şöyle dedi: “Sen Osman’ın katillerini öldürmedikçe ben sana biat etmeyeceğim ve seni “mü’minlerin emiri” olarak görmeyece­ ğim.” İşte tam burada Hz. Ali Müslümanların kanlarını korumak istediği için şöyle dedi: “Ey Muaviye, hangi sebeple Müslüman­ ları öldürüyorsun/ölüme sürüklüyorsun?! Sadece sen ve ben er meydanına çıkıp karşı karşıya gelelim; eğer ben seni öldürür­ sem hilafet benim hakkım olur, yok eğer sen beni öldürürsen hilafet de senin hakkın olur.” Fakat Muaviye’nin veziri ve Arap­ ların dahisi olan Amr b. el-As, Muaviye’ye şöyle dedi: “Gerçek şu ki Ebû’l-Hasan sana insaflı bir teklifte bulundu.” O bu sözü söylerken, düelloya çıkması halinde Muaviye’nin Hz. Ali’nin karşısında bir dakika bile dayanamayacağını da biliyordu. Zira Hayber kapısını taşıyan ve Amr b. Abdivüdd el-Amirî gibi biri­ sini öldüren Hz. Ali’nin karşısında Muaviye gibi birisi nasıl da­ yanabilirdi ki?! İşte bu gece Cemel vakıasındaki trajedinin aynısı tekrar­ lanmaktaydı. Hz. Osman’ı şehit eden “beşinci tabur”un adam­ larından bin kişi, geceleyin Muaviye’nin ordusuna saldırı dü- 9 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ zenlediler... Çünkü onlar barışın gerçekleşmesi halinde öldürü­ leceklerini çok iyi biliyorlardı. İşte bundan dolayı da planlanmış olan fitne ikinci bir kez daha tutuşmuş ve yirmi bin Müslümanın öldürülmesine sebep olmuştu. İşte bu sebep, İslam’ı yıkmayı arzulayan ve bunun için planlar yapan İbni Sebe ve “beşinci taburu”ndan başkası değildi. Hz. Ali’nin zafer kazanması iyice yaklaşmış ve artık açık bir şekilde görülmeye başlamıştı ki, Muaviye tarafından mushaflar havaya kaldırıldı. Peki ne olmuştu ki? Muaviye diyor ki: “Biz, bizimle sizin aranızda hükmetmesi için Allah’ın kitabında bulu­ nan hükümleri kabul ediyoruz...” Fakat Muaviye’nin Mushaf­ ları havaya kaldırması, sadece savaşın kendilerinin zararına neticelenmesinden korktuğu içindi. Hz. Ali ise şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Allah’ın kita­ bında nelerin bulunduğunu ben daha iyi biliyorum. Allah’a yemin ederim ki siz, sedece benden korktuğunuz için Mushaf­ ları kaldırdınız.” Hz. Ali, savaşa devam etmeleri için askerlerine emir verdi. Fakat Hz. Osman’ın katilleri, bu defa dönüp Hz. Ali’ye yaptıkları biatlarını bozdular. Onlar, fitnenin sonunu getireceği kesin belli olan bir anda biatlarını bozdular. Hz. Ali’ye dediler ki: “Onlar bizi Allah’ın kitabına davet ederlerken, nasıl olur da biz seninle birlikte onlara karşı savaşırız?!” işte bundan da anlıyoruz ki, onlar savaşın bitmesini istemiyorlardı. Hz. Ali onlara Kur’an sahifelerinin kaldırılmasının bir hile oldu­ ğunu anlatmaya çalıştıysa da onlar buna razı olmadılar. Çünkü Hz. Ali’nin zafer kazanması durumunda ayrılık bitecek, ihtilaf ortadan kalkacaktı. Bu durumda onların sonu belliydi. O halde ortada durmaları ve iki taraftan biri lehine gerçekleşecek kesin sonucu önleyerek mütereddit bir tavır takınma! rı gerekiyordu. İşte İbni Sebe ve yandaşları da fitneyi devam ettirebilmek için şöyle dediler: “Allah’ın kitabı bizimle onlar arasında hükmede­ ne kadar biz Muaviye’nin askerleriyle savaşmayacağız.” Hz. Ali onlara: “Siz böyle bir anda beni terk mi ediyorsunuz?” diye HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 91 çkışınca şöyle dediler: “Ya sen el-Eşter’i Müslümanlarla savaş­ maması için geri çekeceksin, ya da biz Osman’a yaptığımızın aynısını sana da yaparız.” Böylece savaş durduruldu ve her iki taraf “tahkim” husu­ sunda anlaşmaya vardılar. Hz. Ali adına gönderilen Ebû Musa el-Eşarî’ye gelince; o Hz. Ali’yi temsil ettiğini bile düşünmüyordu. Ebû Musa’nın kadılıkla meşhur olduğu doğrudur. Fakat bu iş bir hüküm ver­ mekten ziyade “tevkil (vekil tayin etmek)” idi. Halbuki Ebû Mûsa’nın bizzat kendisi dahi Hz. Ali’ye biat etmeden önce mü­ tereddit idi ve ancak belli bir süre sonra Hz. Ali’ye katıldı. Buna ek olarak Ebû Mûsa savaşa katılmamış, bir köşeye çekilmişti. Bu durumda onun Hz. Ali’yi temsil etmesi mümkün değildi. İşte bundan dolayı da Hz. Ali, Abdullah b. Abbas’ı göndermek istiyordu. Ancak Hz. Osman’ın katilleri fitnenin bitmemesini istiyorlardı. Bunun için de sükûnetin oluşabileceği her durum­ da ihtilaf tohumlarını ekmeleri gerekiyordu... Muaviye tarafından “tahkim” hususunda bir mektubu mü­ hürletmek için Hz. Ali’ye elçiler gönderildi. Hz. Ali: “Bu; mü’minlerin emiri Ali b. Ebû Talip’in, Allah’ın kitabındaki hü­ kümleri kabul edeceğine dair diğer Müslümanlarla vardığı bir sözleşmedir” şeklinde yazdırmak isteyince; Muaviye’nin tem­ silcisi olan Amr b. el-As: “Emir’ül-mü’minin kelimesini sil” de­ di. Hz. Ali: Neden sileyim?” diye sorunca; çünkü biz, mü’min­ lerin emiri olarak seni kabul etmiyoruz” cevabını aldı. Bunun üzerine Hz. Ali bu ifadeyi “tahkim sözleşmesi” metninden ken­ di eliyle sildi ve şöyle dedi: “Şüphesiz ki Rasûlüllah doğru söy­ lemişti. 78 İşte ben rızamla bunu siliyorum.” 78 Hudeybiye antlaşmasında Hz. Ali: “Bu, Allah’ın Rasûlü Muhammed’in üzerinde anlaştığı...” şeklinde yazınca; Kureyş’in temsilcisi olan Süheyl b. Amr hemen itiraz etmiş ve şöyle demişti: “Rasûlüllah kelimesini oraya yaz­ ma. Çünkü, eğer biz senin Allah’ın elçisi olduğunu bilseydik/kabul etseydik, seninle asla savaşmazdık. Bunun üzerine peygamber efendimiz Hz. Ali’ye: 9 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Tahkim’den sonra; Ebû Musa ve Amr’m vardıkları hükmü açıklamalarından sonra ki, Ebû Musa hem Ali’yi hem de Muaviye’yi azlettiğini ilan etmiş, Amr ise sadece Ali’yi azlettiğini Muaviye’yi de yerinde bıraktığını açıklamıştı... İşte bütün bun­ lardan sonra “beşinci tabur” yeni bir fitnenin çıkmasına sebep oldu. Hz. Osman’ın katilleri olan eşkiyalar, “Hariciler” fırkasını oluşturdular ve Hz. Ali’ye savaş açtıklarını ilan ettiler. Onlara: “Neden Ali’ye karşı savaşıyorsunuz?” diye sorulduğunda şöyle cevap veriyorlardı: “Zira o, tahkim’i kabul etti. Ebû Mûsa ile Amr’ın verecekleri hükümleri kabul edeceğini bildirdi ve böylece Kur’an-ı Kerim’i hakem kabul etmemiş oldu.” Onlara: “İlk başta tahkim’e razı olanlar sizler değil miydiniz?” denildiğinde ise hemen “hayır” diyorlardı. Bunlar kendilerine Abdullah b. Vehb er-Rasibî adındaki bir eşkiyayı emir tayin etmişlerdi. Hz. Ali bunlarla savaşmak için yola çıkınca, savaştan hemen önce onlardan bir grup görüşlerinden dönerek Hz. Ali’ye katıldılar. Bir grup ise sapıklıklarında ısrar ettiler. İşte Hz. Ali bunlarla savaştı ve sekiz kişi dışında onların hepsini kılıçtan geçirdi. Hz. Ali’nin Haricilere karşı yaptığı bu savaşa “Harûrâ Savaşı” de­ nilmektedir. Daha sonra Hz. Ali Kûfe’ye dönüp, tekrar Muaviye’ye sa­ vaş açmak için hazırlıklara başladı. Elli bin askere yakın bir orduyla Kûfe’nin dışında bir yerde karargâh kurdu. Üç gün sonra, insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra dönüp ar­ kasını baktığında sadece bin kişinin kaldığını gördü. Zira Hz. Osman’ın katilleri, hem kendileri sıvışıp gitmiş ve hem de onu terketmeleri için insanları tahrik etmişlerdi. Bu manzarayı gören Hz. Ali, tekrar Kûfe’ye geri döndü. Bundan sonra devamlı o, Allah Azze ve Celle’nin, erkek görünümlü o'up erkeklikle alâka- “Onu sil” dedi. Hz. Ali ise: “Ben onu silebilecek birisi değilim” diyerek onu silemeyeceğini ifade etti. Bunun üzerine peygamber efendimiz kendi eliyle onu sildi ve Hz. Ali’ye aynı bunun gibi bir durumun kendisi için de vûkubulacağını haber verdi. İşte o durumun aynısı bugün gerçekleşmişti. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 93 ları olmayan bu adamlardan kendisini kurtarmasını niyaz edi­ yordu. İşte bu günlerin birinde Hz. Ali, sabah namazı için insanları uyandırmaktaydı. Bu esnada, elinde zehirli ve keskin bir kılıç olduğu halde Haricî Abdurrahman b. Mülcem pusuda onu bekliyordu. Eşkiya İbni Mülcem haince bir darbeyle Hz. Ali efendimizi şehit etti. Hz. Ali evindeyken oğullan Haşan ve Hüseyin’i gördü ve onlara şu nasihatlarda bulundu: “Ey Haşan, Ey Hüseyin! Şüp­ hesiz ki bu Rasûlüllah’m bana verdiği bir şeydir. Rasûlüllah (s.a.v.) bana: “Ey Ali, sen mazlum olarak öldürüleceksin” de­ mişti. Oğullarım! Ben size Allah’tan korkmanızı vasiyet ediyo­ rum. Sakın dünyaya aldanmayın. Zira dünya geçici bir gölge­ den başka bir şey değildir. Dünya nimetleri sadece engel ve perdedir. Ahiret ise, sizin için dünyadan daha hayırlıdır.” Daha sonra Hz. Ali, katili olan İbni Mülcem’e baktı ve ona da şöyle dedi: “Abdurrahman! Sen beni vurdun ha! Halbuki ben sana ne kadar iyilik etmiştim, ne kadar ikramda bulunmuş­ tum!” Hz. Ali kendisinin sonunu kesin olarak bilmesine rağmen, katile “müsle” yapmamalarını (kulak, dudak ve burun gibi organlarını kesmemelerini) ve onu İslam Şeriatına uygun ola­ rak muhakeme etmelerini oğullarından özellikle istemişti. İşte Hz. Ali hayatının son anında bile hanif olan şeriatın hü­ kümlerini uygulamak hususunda son derece titiz davranmak­ taydı. Oğullarına şöyle diyordu: “Sakın ona “müsle” yapma­ yın. Eğer Allah bana şifa verecek olursa, ben ya onu bağışlar veya kendim ondan kısas alırım. Yok eğer ben ölecek olursam, siz de tek bir kılıç darbesiyle onu öldürünüz.” Sonra yüzünü Abdurrahman b. Mülcem’e çevirerek şöyle dedi: “Abdurrahman, ben alemlerin Rabbinin önünde kanım­ dan dolayı senden davacı olacağım ...” Daha sonra gözlerini yumdu ve ruhu uçup yaratıcısına gitti. 9 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Hz. Ali hakkında: onun savaş adamı olduğu, bütün sorun­ ları savaşla çözüme kavuşturmayı düşündüğü, siyaset adamı­ nın ise ancak aklın çözüme kavuşturmadığı hususlarda kılıç kullanması gerektiği; kavmine karşı zayıf olup onlara boyun eğdiği ve onları iyi yönetmediği şeklinde dedikodular yapılsa da gerçek şudur ki, onun başarısız olmasının en önemli sebebi raşidî hilafetle insanları yönetmeye çalışmasıdır. O, “beşinci tabur” sebebiyle her tarafta karışıklıkların boy gösterdiği ve sorunların ortaya çıktığı bir dönemde kendisinden önceki râşid halifelerin siyasetini uyguluyordu. Hiç şüphesiz ki râşid halifelerin döneminde insanların tek bir düşüncesi ve tek bir mezhebi vardı. Bütün insanların kalple­ ri aynı atıyordu. Fakat Hz. Ali döneminde bu insanların birkaç mezhebi bulunmaktaydı. Birçok gruplar ortaya çıkmıştı. Hele özellikle Abdullah b. Sebe, insanlara çok farklı ve garip düşün­ celer aşılamaktaydı. Onun aşıladığı inançlann bazıları şunlardı: Hz. Ali ölmedi, o hala yaşamaktadır. Hz. Ali’de İlâhî bir parça bulunmaktadır. Herhangi bir insanın Hz. Ali’yi yenmesi asla mümkün değildir. Hz. Ali bulutların içinde devamlı bize gel­ mektedir. Gök gürültüsü onun sesi, şimşek ise tebessümüdür. Muhakkak o daha sonra yeryüzüne inecek ve yeryüzü zulüm ile dolu olduğu halde, onu adaletle dolduracaktır.. 19 Hz. Ali’yi “münâfıklar” terkedip yalnız bıraktılar. Bu adam­ lar, her şeyin hemen olmasını isteyen aceleci bir grubu oluş­ turmaktaydılar.79 79 Bkz: el-Milel ve’n-Nihal, 174. İbni S e b e ’den dolayı kimi insanlar Hz. . Ali’ye gelmiş ve: “Sen, sensin (yani, sen Allah’sın) demişlerdi. Hz. Ali bunları şiddetle azarlamış ve: “Şayet bu dediklerinizden (tövbe edip) dön­ mezseniz, sizi ateşte yakanm” demişti. Onlar ise onun bu sözünden dolayı sevinmiş ve şöyle demişlerdi: “Şu halde sen, gerçekten de sensin. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse ateşle azap etmez. ” Bunun üzerine Hz. Ali onları yakarak cezalandırdı. Fakat onlar, İbni S eb e’nin zihinlerine yerleştirdiği fi­ kirler sebebiyle bu görüşlerinden dönmediler. HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 9 5 Hz. Ali’yi, Abdullah b. S eb e’nin önderliğindeki “beşinci tabur” yolda bıraktı. İbni Sebe her tavrıyla “mübalağacı, abar­ tıcı bir provakatör” olduğunu gösteriyordu. O, savaşan iki tara­ fın arasında herhangi bir yakınlaşmayı veya anlaşmaya sebep olacak her hareketten sonra hemen fitneyi devam ettirici şartlar hazırlıyordu. Münafıklar: Kalplerinde kötü düşünceler besleyen, ancak kalplerinde sakladıkları bu kötü düşüncelerin aksini açığa vu­ ranlardır. “Beşinci tabur”: Bunlar, kötü ve tahripkâr olan dahili bir grubu oluşturanlardır. İşte Hz. Ali’nin yaptığı savaşlar bunlar­ dan dolayı kesin bir sonuca ulaşmıyordu. Ve bunlar sebebiyle hilafet Hz. Ali’den sonra Emevilere geçti. Öyle bir topluluk ki, fertlerine bakarsan içlerinde sakladık­ larının aksini açığa vurduklarını görürsün. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Sizden birinin namazı, onların namazı yanında ve sizden biri­ nin orucu, onların orucu yanında basit kalır. Ancak onların imanları boğazlarından aşağıya geçmemektedir. Onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bir kavimdir.” İşte Hz. Osman’ın dönemindeki bu fitne, bugün bizler için bir ders ve ibret olmalıdır. Hiç şüphe yok ki doğru ve temiz bir kalbe, eğer sinsi bir hain veya grupçuluğu seven bir garezkâr, ya da iman ve İslam’ı yıkmak için haince planlar yapan biri, yahut da Müslümanları yoketmek için bilinçli bir şekilde ortaya konmuş projeleri uygulayan birisinin etki ve sevgisi girerse; o temiz ve doğru kalbin sahibini helak eder. İşte suçsuz ve pak ruhları hezimete uğratan, birliği bozan ve düşmanları sevindiren de bundan başkası değildir. Zira bu durumda düşmanların hedefleri, “beşinci tabur”un sebep ol­ duğu dahili bir fitnenin neticesinde gerçekleşmiş olur. Hiç şüphesiz ki Cemek Vak’ası, Sıffin Vak’ası, Hz. Ali’nin şehadeti ve benzeri olayları kapsayan bu fitne, dahili bir hezi- 9 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLER İ metin tezahürüydü. Dahilde olması gereken safın birliği darbe yemiş ve hezimete uğramıştı. İşte bu hezimet, günümüze kadar süregelen bir aynlığı netice vermişti... Sünnî ve Şiî ayrılığı... Aynı şekilde bu hezimet, hiç de az olmayan bir süre içerisinde İslam davetinin yayılmasını durdurmuştu. Binlerce can, bu hezimetin kurbanı olmuştu. Halbuki bu canların İslam’ı, adale­ ti, kardeşliği ve insanlığı yayarken şehit olup Rabblerinin karşı­ sına çıkmaları gerekiyordu... V ) ı C f ' j Evet, fitne dahili çerçevede bir hezimetti ve bu hezimetin sebebi de “beşinci tabur”du. | Bu konuyu bitirirken şunları da ifade etmemiz gerekir: ; Abdullah b. S eb e’nin topladığı ve örgütlediği kalabalık, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık döneminde irtidât etmiş olan bedevî Araplardan oluşmaktaydı. İşte bu bedeviler Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır: “Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha beterdir. Al­ lah’ın Rasûlü’ne indirdiklerinin sınırlarını bilm em eye daha layıktırlar. Allah her şeyi bilendir, H akim ’dir. Bedevilerden öyleleri d e vardır ki, (Allah yolunda) infâk ettiğini zorla ö d en ­ miş bir borç sayar ve başınıza musibetler gelmesini bekler du­ rurlar. En kötü bela kendi başlarına olsun. Allah her şeyi işi­ tendir, bilendir.”80 Muhakkak ki bunlar, Rasûlüllah ile uzun süre beraber olmamış ve ondan ilim alarak arınmış kimseler­ den de değillerdi. Onlardan Rasûlüllah ile beraber olan ve ondan ilim alarak arınan kimseler hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'a ve ahiret gü­ nüne iman eder, infâk ettiğini Allah’a yakınlıklara ve peygam ­ berin dualanna vesile edinir. İyi bilin ki bu, onlar için gerçekten 80 Tevbe, 97,9 8 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 9 7 (Allah’a) bir yakınlıktır. Allah onlan rahmetine alacaktır. Şüp­ hesiz ki Allah mağfiret ve rahmet edendir. ”81 İşte Allah Teâlâ’nın “küfür ve nifak bakımından daha be­ ter” diye nitelendirdiği bedeviler, İbni Sebe’nin grubunun ço­ ğunluğunu teşkil ediyorlardı. Bunlar, Hz. Ebû Bekir es-Sıddık döneminde irtidât etmişlerdi. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir on­ ları fetihlere göndermiyordu. Fetihler, sadece Allah rızası göze­ tilerek gerçekleşsin ve Allah’ın askerlerinde herhangi bir şaibe bulunmasın diye bunlar gönderilmiyordu. Hz. Ömer dönemin­ de de bu hususta belli bir süreye kadar müsamaha edilmi­ yordu. Fakat fetih sahaları genişleyince Hz. Osman onları da fetihlere göndermeye ve böylece onlardan yardım almaya mecbur kalmıştı. Halbuki bu bedeviler çok tamahkâr ve söyle­ necek her türlü sözden etkilenip provoke edilebilecek tipten insanlardı. İşte bu noktayı iyice kavrayan Abdullah b. Sebe, onları uyduruk mektuplar yağmuruna tuttu. Bu mektupların kendisine Hz. Ali’den, Hz. Talha’dan, Hz. Zübeyr’den ve Hz. Aişe’den geldiğini iddia ediyordu. Fakat bu insanlar toplanıp bu sahabelere geldiklerinde, kovulmaktan ve reddedilmekten başka bir şeyle karşılaşmamış ve Hz. Osman’ın haklara riâyet ettiğini, Allah’ın şeriatına tâbi olduğunu görmüşlerdi. Böylece razı olarak dönüp memleketlerinin yolunu tutmuşlardı. Ancak “beşinci tabur”un lideri olan Abdullah b. Sebe, onların tekrar geri dönmeleri için gerekli tüm şartları hazırlamış ve onları en iyi şekilde kullanmayı başarmıştı... İşte bu şekilde dahili safta bir hezimet yaşanmış ve ümme­ tin, günümüze kadar devam eden mezheplere ayrılması ger­ çekleşmişti. Bu durumda “beşinci tabur”dan şiddetle sakınıl­ ması gerekir. Zira “beşinci tabur” ümmetin yokolması demek­ tir. 81 Tevbe, 99 9 8 • MÜSLÜMANIARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 5. İnsanların Kalpleri Seninle, Kılıçlan Ümeyyeoğulları İle Beraberdir82 “Eğer onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim yaptığım bana aittir, sizin yaptığınız size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzak­ sınız; sizin yaptıklarınızdan da ben uzağım." (Yûnus- 41) Hz. Ali’nin oğlu Hz. Haşan, etrafında bulunan topluluklara ve taraftarları gibi görünenlere güvenmemesi gerektiğini düşü­ nüyordu. Zaten babasının onlardan görmüş olduğu zorluk ve sıkıntılarla da iyice tecrübe etmiş ve tanımıştı. Aynı şekilde o, Hz. Osman’ın katillerinden şiddetle tiksiniyor ve nefret ediyor­ du. Zira Hz. Osman’ın evini muhasara ettikleri gün onlarla bizzat kendisi savaşmıştı. İşte bu sebeplerden dolayı hilafeti terketmeyi, onlarla uğraşıp sıkıntı çekmekten daha uygun bul­ du. Hz. Hasan’m hilafete pek istekli olmadığı kendisine biat edildiği gün belli olmuştu. Çünkü kendisine biat eden İraklılara hemen şu şartları koşmuştu: “Sizler işitip itaat edecek, barış yaptıklarımla barış yapacak ve savaş açtığım kimselere karşı savaşacaksınız.” Hz. Haşan, Muaviye lehine hilafetten çekilme­ yi kararlaştırdı ve bundan dolayı hicri 41. seneye “Cemaat (birlik ve beraberlik) Senesi” adı verildi. Hz. Haşan, karşılıklı anlayış ve birlik-beraberlik içinde ya­ şamanın temeli kabul edilmektedir. Çünkü ayrılık ve ihtilaftan sonra Müslümanları tek bir halife üzerinde bir araya getiren oydu. Ancak “Cemaat Senesi” ve hilafetin Emevilere geçmesi 82 Biz bu konuyu araştırırken birbirine benzer birçok kaynağa müracaat ettik: -Taberi tarihi, 5/437... -el-Bidâye ve’n-Nihâye, 8/149... -el-Kâmil fi’t-Tarih,3/266... -İbni Haldun’un Tarihi, 3/21... -Emevi Devleti, 155. sahife ve devam ı... Iı HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 9 9 bütün problemleri ortadan kaldırmış değildi. Çünkü hakiki şekliyle raşidî hilafet ruhu, bazı büyük ve âlim sahabelerde karşı duruşunu devam ettirdi. Nitekim Muaviye de “veliahtlık” nizamıyla saltanat sistemini tesis etmiş ve bunun ihtilafı önleye­ ceğini ve kanları dökülmekten koruyacağını düşünmüştü. Fakat bu nizam, daha elverişli olanın halife olmasını önlemekte ve bu emanetin lâyık olmayan kimselere geçmesini netice vermek­ teydi. Hz. Muaviye hicri 60. senenin Receb ayında vefat edince, yerine oğlu Yezid geçti. Böylece Yezid'e biat edilmesine karşı çıkan muarızlar da ortaya çıktı. Bunların başında ise Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer gibi büyük sahabeler geliyordu. Yezid, Medine-i Münevvere valisi Velid b. Utbe’ye bir mektup yazarak kendisi adına bunlardan biat almasını istedi. Mektubunda şöyle diyordu: “İmdi; Hüseyin, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’i biat etmeye zorla ve onlara biat edene kadar hiçbir ruhsat tanıma. Vesselam.” Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas biat ettiler. Ab­ dullah b. Zübeyr ise biat etmeyi reddedip Mekke-i Mükerreme’ye gitti ve orada “Beyt-i Atîk”e sığındı. Aynı şekilde Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin de biat etmeyip Mekke’ye gitti. Hz. Hüseyin’in Mekke-i Mükerreme’ye vardığını haber alan Kûfeliler ona peşpeşe mektuplar göndermeye başladılar. Bu mektuplarla ona; ne Yezid’e ve ne de kendi beldelerinde bulunan emire itaat etmediklerini, kendisine ihtiyaç duydukla­ rını ve gelmesi halinde ona biat edeceklerini bildiriyorlardı. Şöyle yazıyorlardı: “Bizler sadece seni bekliyoruz, hemen bize gel.” Başka bir mektup şöyle idi: “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Mü’min ve Müslüman taraftarlarından Hüseyin b. Ali’ye: İmdi; hemen gel. İnsanlar seni bekliyorlar ve senden başka hiç kimseyi seçmezler. O halde elini çabuk tut. Ve’sSelamü Aleyke.” Hz. Hüseyin’e daha pek çok mektup gönder- 1 0 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ diler. Öyle ki bu mektuplar bir deve yükü olacak kadar birik­ mişti. Bu mektuplardan birinde de şöyle deniyordu: “İmdi; her taraf yeşillenmiş, meyveler olgunlaşmış ve ölçekler dolmuştur. İstediğin zaman hazır bir ordunun başına gelebilirsin. Ve’sSelamü Aleyküm.” Kûfelilerin gönderdikleri elçiler, Hz. Hüseyin’in yanında birbirleriyle karşılaşmaktaydılar. Irak’tan Hz. Hüseyin’e gelen son elçiler ise Hâni’ b. Hâni’ es-Sebiî ile Said b. Abdullah elHanefî isimli şahıslardı. Bütün bunlardan sonra Hz. Hüseyin Kûfelilere şöyle yazdı: “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hüseyin b. Ali’den,mü’min ve Müslümanlardan oluşan ileri gelenlere: İmdi; Hâni’ ile Said sizin mektuplarınızı bana ulaş­ tırmış bulunmaktadır. Bunlar, bana en son gelen elçilerinizdir. Şüphesiz ki ben sizin anlattıklarınızı iyice anlamış bulunmakta­ yım. Hepinizin görüşü şu noktada birleşmektedir: “Bizim bir imamımız yoktur. Hemen bize gel ki, senin vasıtanla Allah bizleri hidayet ve hakk üzerinde birleştirsin.” İşte ben size karde­ şim, amcamın oğlu ve ailemden güvendiğim birini gön­ deriyorum. Ona sizin durumunuzu ve görüşlerinizi bana rapor etmesini emrettim. Şayet o bana; sizin ileri gelenlerinizle akıl ve fazilet sahiplerinizin görüşlerinin, gönderdiğiniz mektuplarla bana gelen elçilerinizin taşıdığı mesajla aynı olduğunu haber verirse; Allah’ın izniyle ben de yakın bir zamanda size gelirim. Yemin olsun ki Kitap’la amel eden, adaleti gözeten, hakkı yeri­ ne getiren ve Allah için kendi nefsini hapseden kimseden baş­ kası imam/halife olmaya lâyık değildir. Ve’s-Selam.” Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim b. Akil b. Ebî Talip’i göndederek ona şöyle dedi: “Kûfe’ye var ve onların bana yaz­ dıklarını araştır. Eğer bana yazdıkları doğr ysa biz de onların yanına geliriz.” Müslim Kûfe’ye varıp durumu iyice araştırdık­ tan sonra Hz. Hüseyin’e şu mealde bir mektup yazdı: “İmdi; bir kavmin gözcüsü, onlara yalan söyleyecek değildir. Küfe ehlin­ den on sekiz bin kişi şimdi sana biat etmiş bulunmaktadır. Mek- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 101 tubumu alır almaz hemen buraya hareket et. Zira bütün insan­ lar seninle birlikte olup, Muaviye’nin ailesine en ufak bir arzula­ rı ve tercihleri sözkonusu değildir. Ve’s-Selam.” Müslim b. Âkil’in durumundan haberdar olan Yezid, Müs­ lim’i arayıp bulması ve öldürmesi için Basra valisi olan Ubeydullah b. Ziyad’a emir verdi. İbni Ziyad, Basra ehlinin önde gelenleriyle birlikte Kûfe’ye geldi ve casusları vasıtasıyla İbni Akil’i yakalattırdı. İbni Akil, İbni Ziyad’a götürülürken ağ­ lamaya başladı. Kendisine neden ağladığı sorulunca: “Buraya doğru yola koyulup gelen aile efradım için ağlıyorum. Hüseyin ve onun aile efradı için ağlıyorum” cevabını verdi. Aynı şekilde İbni Akil, Ömer b. S a ’d’a vasiyetini yapmış ve vasiyetinde şöy­ le demişti: “Kûfe’ye geldiğimden beri yedi yüz dirhem borçlan­ dım, benim yerime bunu ödersin. Bir de benim cesedimi gözet­ le ve bir yolla onu İbni Ziyad’dan alarak defnet. Ayrıca geri dönmesi için Hüseyin’e bir elçi gönder. Çünkü ben ona mek­ tup yazıp insanların onunla beraber oluğunu bildirmiştim. Zan­ nederim ki, şimdi buraya doğru geliyordur.” İşte İbni Akil’in görüşü ve işte Irak’tâki durum... Peki sa­ habenin ve Mekke-i Mükerreme’de bulunan görüş sahiplerinin tavrı ne idi? Ömer b. Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam el-Mahzûmî anlatıyor: “İraklıların mektupları Hüseyin’e gelip o da Irak’a gitmeye karar verince; daha Mekke’de iken ben onun yanına gittim. Allah’a hamdedip, lâyıkı vechiyle onu övdükten sonra şöyle dedim: “İmdi; ey amcamın oğlu, sana bir nasihatta bu­ lunma ihtiyacı hissettiğim için gelmiş bulunmaktayım. Eğer nasihatimi dinleyeceksen anlatayım, yok eğer dinlemeyeceksen ben de söylemek istediklerimi anlatmam.” Hüseyin: Söyle ba­ kalım. Zira ben seni kötü görüşlü biri veya çirkin şeyleri arzula­ yan biri olarak görmüyorum” dedi. Bunun üzerine ona dedim ki: “Senin Irak’a gitmek istediğin haberi bana ulaştı. Fakat ben, senin bu gidişinden endişelenmekteyim. Zira sen, içinde valileri HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 103 şöyle dedi: “Ey amcamın oğlu, şüphen olmasın ki ben artık dayanamıyor ve sabredemiyorum. Senin gitmeye karar verdi­ ğin bu yönde tamamen yokolmandan korkuyorum. Çünkü İrak ahalisi sözlerini bozan bir millettir. Sakın onlara yaklaşma. Bu beldede (Mekke’de) ikamet et. Çünkü sen Hicaz ahalisinin efendisisin. Ancak, eğer İraklılar iddia ettikleri gibi seni gerçek­ ten istiyorlarsa; onlara bir mektup yaz, düşmanlarını kovsunlar, daha sonra sen onlara git. Yok eğer buradan çıkmak istiyorsan Yemen’e git. Çünkü orası vadilerle ve kalelerle dolu olup, geniş ve uzun bir arazidir. Ayrıca orada, senin babanın bazı taraftar­ ları da bulunmaktadır. Sen orada insanlardan uzak durursun. Fakat onlara mektuplar yazar, elçiler gönderir ve her tarafa davetçilerini yayarsın. İşte sen bunu yaptığın takdirde umarım ki, istediğin şeyi sağ-selamet elde edersin.” Hz. Hüseyin ona: “Ey amcamın oğlu, Allah’a yemin ederim ki senin şefkatli bir nasihatçı olduğunu biliyorum. Fakat ben, bir kere gitmeye karar vermiş bulunmaktayım” deyince, İbni Abbas şöyle dedi: “Eğer kesin bir şekilde gitmeye kararlıysan, bari hanımlarını ve çocuklarını götürme. Allah’a yemin ederim ki ben, çocukları ve hanımlarının gözü önünde Osman’ın öldürüldüğü gibi, senin de aynı şekilde öldürülmenden korkuyorum.” Daha sonra İbni Abbas şöyle dedi: “Ayrıca sen, Hicaz’dan çıkıp orayı sadece İbni Zübeyr’e bırakmakla onun da gözünü aydın ettin. Zira sen burada olduğun için, bugün kimse ona değer vermiyor. Kendi­ sinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, eğer insanları başımıza toplayacak şekilde senin perçeminden ve saçlarından tuttuğum zaman bana itaat edip sözümü dinleye­ ceğini bilseydim; bunu yapardım.” Irak’a doğru hareket eden Hz. Hüseyin, yolda şair Ferezdek b. Galib ile karşılaştı. Ferezdek: “Allah sana dilediğini versin ve sevdiğin şeylerde seni umutlandırsın” dedi. Hz. Hü­ seyin ona: “Bıraktığın ve geldiğin yerdeki insanların durumunu bize açıklar mısın?” dediğinde; şöyle cevap vermişti: “Gerçek şu ki, bilen birisinden sordun. İnsanların kalpleri seninle, 1 0 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ve emirleri bulunan bir beldeye gidiyorsun ve “Beytü’l mâl” onların elinde bulunmaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki, insanlar dinar ve dirhemin kölesi olmuşlardır. Ve ben, sana yardım edeceklerini va’dedenlerin sana karşı savaşmalarından endişeleniyorum. Seni, kendileriyle birlikte sana karşı sa­ vaştıkları kimselerden daha çok şevseler bile bunu yapacakla­ rından korkuyorum.” Ben sözümü bitirince Hüseyin şöyle dedi: “Ey amcamın oğlu, Allah sana hayırlı mükâfatlar versin. Al­ lah’a yemin ederim ki, senin gerçek nasihatla geldiğini ve akılla konuştuğunu biliyorum. Fakat Allah’ın takdiri ne ise, o olur. Senin görüşünü alsam da, almasam da bunda bir değişiklik gerçekleşmez. Benim katımda sen, en güzel yol gösteren ve en iyi nasihat edensin.” Abdullah b. Abbas da Hüseyin’e şöyle dedi: “Ey amcamın oğlu, insanlar senin Irak’a hareket etmek istediğin hususunda dedikodu yapmaktalar. Yapmak istediğin şeyi bana açıklar mısın?” Hz. Hüseyin şöyle cevap verdi: “Eğer Allah dilerse şu iki günün birinde gitmeye karar verdim.” Bunun üzerine Ab­ dullah b. Abbas ona şöyle dedi: “Böyle bir şeyi yapmaktan Allah seni korusun! Yoksa sen emirlerini öldürmüş, beldelerin­ de nizam ve düzeni kurmuş ve düşmanlarını kovmuş bir kavi­ me mi gidiyorsun?! Eğer onlar bütün bunları yapmışlarsa, onla­ ra git. Yok eğer yönetimleri emirlerinin kontrolü altında olduğu ve onların beldelerindeki vergiler onun memurları tarafından toplandığı halde seni çağırıyorlarsa; bu demektir ki onlar sade­ ce seni savaşa çağırıyorlar. Ve ben, onların seni aldatıp sana yalan söylemelerinden, sonra da sana muhalefet edip seni yalnız bırakmalarından endişeleniyorum. Ayrıca eğer onlar sana karşı savaşmaya çağrılırlarsa, korkarım ki senin aleyhinde en sert ve katı insanlar olsunlar.” Hz. Hüseyin ise sadece şöyle demekle yetindi: “Ben istihâre yapacak ve ne olacağına bakacağım.” Daha sonra Abdullah b. Abbas tekrar gelip Hz. Hüseyin’e 1 0 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ fakat kılıçları Ümeyyeoğullarıyla beraberdir. Takdir gökten iner. Allah dilediğini yapar. Rabbimiz, her gün ve her anda bir iştedir. Eğdr İlâhî takdir senin sevdiğin şekilde olursa; nimetle­ rinden dolayı Allah’a hamdedersin ve şükrünü edâ hususunda Allah’dan Vardım istersin. Fakat eğer İlâhî takdir umduğun şeye ulaşmana engel olursa; içi takva ile dolu olan ve niyeti hakk olanın haddi aşmamış olacağını bilmen gerekir.” Hz. Hüseyin Mekke-i Mükerreme’den çıktığı esnada Ab­ dullah b. Ga’fer b. Ebî Talip ona bir mektup göndererek şöyle demişti: “İmdi; Allah hakkı için senden istediğim odur ki, bu mektubum sana ulaştığında yerinden ayrılmayasın. Çünkü ben, gitmeye azmettiğin yerde hem senin ve hem de aile efra­ dının tamamen yokolmanızdan korkuyorum. Eğer bugün sen yokolursan, yeryüzünün nuru söner. Çünkü sen, hidayete erenlerin önderi ve mü’minlerin umudusun. Sakın acele etme­ yesin. Ben de hemen mektubun peşinden gelmekteyim. Ve’sSelam .” Daha sonra Abdullah b. Ca’fer, hemen Yezid’in Mekke va­ lisi olan Amr b. Said b. el-As’a giderek onunla bu konuda ko­ nuştu. Ona şöyle dedi: “Hüseyin’e bir mektup yazarak ona eman verdiğini açıkla. İyi davranacağın ve akrabalık bağlarını gözeteceğin hususunda onu umutlandır. Mektubuna güvenme­ sini sağlayarak ondan geri dönmesini iste. Olur ki gönlü buna mutmain olur ve geri döner.” Buna karşılık Amr b. Said: “İste­ diğini yazıp getir, ben de mühürleyeyim” dedi. Abdullah b. Ca’fer mektubu yazdı, getirip Amr b. Said’e vererek: “Haydi mühürle ve kardeşin Yahya b. Said’e vererek ona gönder. Çünkü böylesi, onun mektuba itimat etmesi ve senin bu işte ciddi olduğunu bilmesi için daha yidir” dedi. Amr b. Said de onun dediklerini aynen uyguladı. Arkadan Hz. Hü­ seyin’e yetişen Yahya ile Abdullah b. Ca’fer, mektubu ona okuttular ve onun geri dönmesi için çok uğraştılar. Ancak Hz. Hüseyin geri dönmeme mazeretini beyan ederek şöyle buyur- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 105 du: “Ben, Rasûlüllah’ın da içinde bulunduğu bir rüya gördüm. İşte ben, bu rüyada bana emredilen bir şeyi yapmaktayım. Lehime de sonuçlansa, aleyhime de sonuçlansa bunu yapaca­ ğım.” Abdullah b. Zübeyr’e gelince; o da Hz. Hüseyin’e şöyle demişti: “Bizim şu kavime (Emevilere) ses çıkarmayışımızı ve onlardan el çekmemizi bir türlü anlayamıyorum! Halbuki mu­ hacirlerin çocuklan bizleriz ve bizler, onlardan daha çok bu işe (hilafete) ehil kimseleriz! Ne yapmak istediğini bana haber verir misin?” Hz. Hüseyin ona: “Allah’a yemin ederim ki, Kûfe’ye gitmeyi içimden geçirmiştim. Zaten benim orada bulunan taraf­ tarlarım ve Küfe ehlinin ileri gelenleri bana mektup yazıp dur­ maktadırlar. Şimdilik ben istihare yapacağım (Allah’tan hayır talebinde bulunmak için istihare namazını kılacağım)” şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine İbni Zübeyr ona şöyle dedi: “Eğer benim de seninki gibi Kûfe’de taraftarlarım olsaydı, hiç şüp­ hesiz ki ben Kûfe’yi başka bir yere değişmezdim...” Devamla şöyle dedi: “Ancak, eğer sen Hicaz’da kalır ve bu işi (hilafeti) talep edersen, Allah’ın izniyle bu hususta sana muhalefet edil­ meyecektir.” Daha sonra İbni Zübeyr kalkıp çıkınca Hz. Hüseyin şöyle dedi: “Hiç şüphesiz ki bu adam, benim Hicaz’da çıkıp Irak’a gitmem kadar başka kendisine verilecek hiçbir dünyalığı sev­ mez. Zira o da bilmektedir ki, ben burada olduğum sürece bu işte (hilafette) onun bir payı olmaz ve insanlar onu bana denk kabul etmezler. Bundan dolayı da benim Hicaz’dan çıkmamı istiyor ki, burası sadece ona kalsın.” Hz. Hüseyin ile başka bir buluşmasında İbni Zübeyr şöyle dedi: “Eğer sen burada kalmak istiyorsan, kal burada. Böylece bu işin başına sen getirilirsin. Biz de seni destekler, sana yardım eder, nasihat edip sana biat ederiz.” Hz. Hüseyin ise şöyle cevap verdi: “Babam bana Hicaz’da bir koçun bulunacağını ve oranın hürmetini ihlâl ederek helâl sayacağını haber vermişti. 106 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ İşte ben, o koç olmak istemiyorum.” Bu defa İbni Zübeyr şöyle dedi: “Dilersen yine de burada kal. Bu defa sen beni bu işin başına getirirsin ve sana da itaat edilerek asla karşı çıkılmaz.” Hz. Hüseyin: “Ben bunu da istemiyorum” diyerek onun bu isteğini de geri çevirdi.83 İşte Mekke-i Mükerreme’deki şartlar bu şekildeydi. Herkes Mekke’den çıkmaması için Hz. Hüseyin’e nasihat ediyordu. Hatta Ebû Said el-Hudrî şöyle demektedir: “Mekke’den çık­ maması için ne yaptıysam, Hüseyin’i ikna edemedim. Ona şöyle dedim: “Allah’tan kork. Evinde otur ve imamına karşı çıkma.” Aynı şekilde muhaddis bir hanım olan Amrâ b. Abdurrahman da Hz. Hüseyin’e bir mektup gönderip, yapmak istediği şeyin çok büyük bir sorumluluk gerektirdiğini beyan ediyor ve cemaate katılması gerektiğini ifade ediyordu 84 Hz. Hüseyin’in Irak’a gitmesini İbni Zübeyr’den başkası güzel ve hoş karşılamamıştı. Sadece o Hz. Hüseyin’i buna teş­ vik etmekteydi. Onun da amacı, Hicaz’da ortalığın sadece kendisine kalmasıydı. Hz. Hüseyin Irak’a doğru hareket etti ve yolda iken amca­ sının oğlu Müslim b. Âkil’in öldürüldüğü haberini aldı. Bu ha­ ber onu biraz tedirgin etti ve Mekke’ye dönmeye karar verdi. Ancak Müslim’in kardeşleri: “Allah’a yemin ederiz ki, intika­ mımızı alana veya biz de öldürülene dek geri dönmeyiz” dedi­ ler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin şöyle dedi: “Sizden sonra ha­ yatta bir hayır kalmaz.” Kerbela... İşte facianın gerçekleştiği yer... Hz. Hüseyin’in yanında bulunan adamların tümü öldürüldü. Bunlar takriben yetmiş iki kişiden oluşmaktaydılar. Onlarla beraber Hz. Hüse­ yin de şehit edildi. Böylece savaş, üzüntü ve Kederi mücib bir şekilde bitmişti... Bu savaşın bu şekilde bitmesinde en çok rolü 83 Bütün bu metinler Taberi Tarihi’nin 5. cilt, 382. sahife ve devamında geçmektedir. 84 Zehebi, İslam Tarihi, 2/342-343 ■HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 107 olan, artık bu işi bitirmesi gerektiğine Ubeydullah b. Ziyad’ı ikna eden Şemir b. Zi’l-Cevşen’di. İşte Hz. Hüseyin şehit olmuştu... Ve onunla birlikte “Ehl-i Beyt”in en seçkin yiğitleri de şehit olmuşlardı... Onların hep­ sinden Allah razı olsun. Bu öyle bir yenilgiydi ki, etkileri bu­ günkü hayatımızda bile devam etmektedir. Peki Hz. Hüseyin neden yenilgiye uğramıştı? Onunla bir­ likte olanlar hangi sebepten dolayı yenilmişlerdi? Hakikat şu ki, Hz. Hüseyin ve beraberindekiler asla hezi­ mete uğramış değillerdi. Onlar, kendilerinden tek adam kalana kadar savaştılar. Hz. Hüseyin’in karşısında, süvari birliğinin içinde bulunan el-Hür b. Yezid et-Temimî85 şöyle seslenmek­ teydi: “Ey Hüseyin! Canın hakkında Allah’tan korkmanı sana hatırlatıyorum. Çünkü ben görüyorum ki, savaşı sen başlattığın takdirde öldürüleceksin. Aynı şekilde sana savaş açılırsa, gör­ düğüm kadarıyla yine senin sonun olur.” Buna karşılık Hz. Hüseyin şöyle dedi: “Ölümle mi beni korkutuyorsun! Beni öldürebilecek kadar tehlikeli mi oldunuz?! Gerçek şu ki, size ne diyeceğimi bilemiyor, size söyleyecek söz bulamıyorum! Ancak ben size, Evs’linin amcasının oğluna söylediği sözü söyleyece­ ğim. Hani Evs’li, Rasûlüllah’a yardım etmek için giderken am­ casının oğlu onunla karşılaşmış ve demişti ki: “Öldürüleceğin muhakkak olduğu halde nereye gidiyorsun?” O da şöyle cevap vermişti: “Ben gideceğim, yiğit insana ar değildir ölüm niyeti hakk olup, Müslümanca cihâd ettikten sonra; Canıyla salih insanlara yardım edip, H elak olan suçlulardan aynldıktan sonra. 85 el-Hür b. Yezid, Yezid’den veya İbni Ziyad’dan ikinci bir emir gelene kadar Hz. Hüseyin’i gözetlemekle sorumlu idi. 108 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Zira yaşayacak olsam pişman olm am; ölsem, uyumam; İnsana zillet olarak yaşamak yeter, burnu yere sürtüldük­ ten sonra. ”86 Hiç şüphesiz ki cesaret ve şecaat, Hz. Hüseyin ve berabe­ rindeki yiğitlerde eksiksiz bir şekilde bulunmaktaydı. Peki buna rağmen İbni Ziyad’m zaferi kazanmasının sebebi neydi? İbni Ziyad’ın ordusundaki askerlerin sayı bakımından fazla olmalarının, bu zaferin sebeplerinden biri olduğu muhakkaktır. Zira Hz. Hüseyin (Allah ondan razı olsun), beraberinde bulu­ nan yetmiş iki kişiyle; Küfe ehlinden oluşan ve dört bin kişiden fazla olan bir orduya karşı koymuştu. Ancak bu az sayıdaki yiğitlerin öldürülmelerinin/şehit edil­ melerinin gerçek sebebi; Kûfelilerin döneklik yapması, onları yalnız bırakması, Hz. Hüseyin’e yardım etmemesi ve verdikleri sözleri ile yaptıklan yazışmaları inkâr etmeleridir. Şimdi hep birlikte şu aşağıdaki metinleri okuyalım ki; Hz. Hüseyin’in ne­ den yenilgiye uğradığını ve İbni Ziyad’ın neden kazandığını hep beraber görelim. Ebû Mihnef anlatıyor: Muhammed b. Kays bana şunları anlattı: Hz. Hüseyin “Batnü’r-Rümme” denilen yerin “elHaciz” mevkiine ulaşınca; Kays b. Müshir es-Saydâvî’yi elçi olarak Kûfelilere gönderdi. Onunla birlikte şu mektubu gön­ derdi: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hüseyin b. Ali’den mü’min ve Müslüman kardeşlerine: Selam olsun size. Ben, sizden dolayı kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamdederim. İmdi; Müslim b. Âkil’in mektubu bana ulaştı. Gönderdiği mektubunda o, sizin görüşlerinizin iyi olduğunu ve bize yardım edip hakkımızı aramak hususunda ileri ge­ lenlerinizin ittifak ettiğini haber vermektedir. Ben de Allah’tan bize iyilik etmesini ve bu yaptığınızdan dolayı size büyük mükâTaberi, 5/404 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 109 fatlar vermesini niyaz ediyorum. Ben, Zi’l-Hicce ayının sekizin­ de “Terviye günü” olan Salı günü Mekke’den hareket ettim. Benim elçim size geldiğinde işinizi sıkı tutun ve ciddi bir şekilde çalışın. Zira ben de, Allah’ın izniyle bugünlerde size geleceğim. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.” Peki Kûfeliler, söz verdikleri gibi Hz. Hüseyin’e yardım etti­ ler mi?! S a ’d b. Ubeyde anlatıyor: Küfe ehlinin ileri gelenlerinden bazıları bir tepeye oturmuş ağlıyor ve şöyle diyorlardı: “Al­ lah’ım! Yardım ve zaferini gönder.” Ben de onlara şöyle ses­ lendim: “Ey Allah’ın düşmanları! Oradan inip, siz ona yardım etseniz ya!!” Abdullah b. Süleym el-Esedî ile Mizri b. Müş’il el-Esedî, Kûfe’ye ulaşmadan önce Hz. Hüseyin’e şöyle dediler: “Senin ve aile efradın hususunda Allah hakkı için senden istiyoruz ki, buradan daha ileriye gitme. Çünkü Kûfe’de sana yardım ede­ cek ve senin taraftarın olacak hiç kimse yoktur. Hatta onların senin aleyhine olmalarından bile korkuyoruz!” Nitekim Hz. Hüseyin “Zübâle” mevkiindeyken, bazı akra­ ba ve adamlarından kendisine şöyle bir mektup geldi: “Rah­ man ve Rahim olan Allah’ın adıyla. İmdi; bir felaket haberini aldık. Müslim b. Âkil, Hânî b. Urve ve Abdullah b. Büktür öldü­ rülmüşlerdir. Bizim taraftarımız olan insanlar bizi terkedip yal­ nız bıraktılar. Bu durumda sizden her kim geri gitmek istiyorsa, hemen gitsin.” İkrimeoğullarından olan Levzan anlatıyor: Benim amcala­ rımdan biri Hz. Hüseyin’e sordu: “Sen nereye gideceksin?” Hz. Hüseyin de nereye gitmek istediğini ona anlattı. Bunun üzerine o şöyle dedi: “Allah hakkı için senden istiyorum ki, oraya git­ me. Allah’a yemin ederim ki sen, mızrak ve keskin kılıçlardan başka bir şeyi görmeyeceksin. Çünkü sana elçi gönderen bu adamlar savaş zorluğunu halletmiş, seni böyle bir sorunla karşı­ laşmaktan kurtarmış ve senin için uygun bir ortamı hazırlamış 1 1 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ olsalardı da sen bu şekilde onlara gitmiş olsaydın; bu doğru bir görüş olurdu. Ancak durum senin anlattığın şekilde ise, ben senin gitmeni uygun bulmuyorum.” Hz. Hüseyin de Küfe ehline hitaben şöyle demişti: “Ey in­ sanlar! Hem Allah Azze ve Gelle’nin ve hem de sizin yanınızda mazeretim şudur ki; ben size, mektuplarınızı almadan ve elçile­ riniz bana gelmeden gelmiş değilim. Siz bana: “Bizim bir ima­ mımız yok. Olur ki Allah, senin vasıtanla bizi hidayet üzerinde bir araya getirir” şeklinde haber göndermediniz mi? Eğer siz bu görüşünüzde sebat ediyorsanız, işte ben size geldim. Şayet bana mutmain olacağım şekilde söz verirseniz, ben de sizin şehrinize girerim; yok eğer bunu yapmaz ve benim gelişimden rahatsız iseniz, ben de kendisinden çıkıp size geldiğim yere geri dönerim.” Peki onların cevabı neydi? Hiçbir şey... Hepsi susmuşlar­ dı... Hz. Hüseyin tekrar onlara seslendi: “Bana biat ettiğinize, beni yalnız bırakmayacağınıza ve teslim etmeyeceğinize dair mektuplarınızı aldım ve elçileriniz bana geldi. Eğer siz bu biatinizi yerine getirirseniz, doğru davranmış olursunuz. Ben ki Ali’nin oğlu Hüseyin’im. Rasûlüllah’ın kızı Fatıma’nın oğlu... Benim canım sizin canınızla, ailem de sizlerin aileleriyle bera­ berdir. Ben sîzlere örnek olmaya çalışacağım. Yok eğer sizler sizler böyle davranmaz, sözünüzü bozar ve biatimi boyunları­ nızdan çıkarıp atarsanız; yemin olsun ki sizin için bunu da ga­ ripsemem. Zira sizler bunun aynısını babama, kardeşime ve amcamın oğlu Müslim’e de yaptınız. Asıl aldanan size kanan­ dır. Bu durumda sizler, payınızı kaçırmış ve nasibinizi zayi et­ miş olursunuz. Şüphesiz ki biatim bozan, sadec . kendi aleyhine bozmuş olur. Muhakkak Allah, beni sizlere muhtaç etmeye­ cektir. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.” Hz. Hüseyin, Kûfe’den gelen birkaç kişiye sordu: “Bıraktı­ ğınız yerdeki insanlar ne durumdadır?” Onlar dediler ki: “İn- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ » 1 1 1 sanların ileri gelenlerine gelince, bunlara büyük rüşvetler verile­ rek kalpleri doldurulmuş, sevgileri kazanılmış ve nasihatları elde edilmiştir. Bunlar, kuvvetlerini sana karşı birleştirmişlerdir. Geri kalan diğer insanlar ise; onların kalpleri sana meyletse de, yarın kılıçları sana karşı çekilecektir.” Öyle ki Kûfeliler, Hz. Hüseyin’e gönderdikleri mektupları bile inkâr ediyorlardı. Halbuki bu mektuplar iki heybenin için­ de olup, gittiği her yere onları da beraberinde götürüyordu. Öyle ki Ömer b. S a ’d, Azra b. Kays’ı niye geldiğini ve ne iste­ diğini sorması için Hz. Hüseyin’e göndermek istedi. Fakat Azra, Hz. Hüseyin’e mektup gönderenlerden biri olduğu için onun yanına gitmekten utandı ve bu teklifi kabul etmedi. Ömer, Hz. Hüseyin ile yazışan bütün ileri gelenlere bu teklifi yaptıysa da, hepsi de bu teklifi geri çevirerek Hz. Hüseyin’le yüzyüze gel­ mekten kaçındılar. ♦ ♦ ♦ Hz. Hüseyin, İraklıların onu yalnız bırakıp terketmeleri se­ bebiyle şehit edildi... Onların kalpleri Hz. Hüseyin ile, kılıçları ise Ümeyyeoğullarıyla beraberdi... Kalpleri Hz. Hüseyin’e meylediyor, fakat kılıçları da ona karşı çekiliyordu... Hz. Hüseyin’in başı, aile efradıyla birlikte Yezid’e gönde­ rildi. Onların arasında Hz. Hüseyin’in oğlu Ali de bulunmak­ taydı. Ergenlik çağına yaklaşmış bir çocuk... Yezid, Hz. Hüse­ yin ve aile efradını görünce gözleri yaşardı ve şöyle dedi: “Ben, Hüseyin öldürülmeden sadece sizin itaat etmenize razıydım. Allah, İbni Sümeyye’ye (İbni Ziyad) lanet etsin. Allah’a yemin olsun ki, eğer Hüseyin’in karşısında ben olsaydım, onu affe­ derdim. Allah Hüseyin’e rahmet etsin.” Daha sonra Yezid, Hz. Hüseyin’in aile efradını kendi ha­ remine soktu. Yezid’in hanımları yüksek sesle ağlayarak onları karşıladılar ve üç gün boyunca Hz. Hüseyin’in yasını tuttular. Yezid her yemek yediğinde Ali b. Hüseyin’i de davet ediyordu. 1 1 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Daha sonra Yezid, Ali b. Hüseyin ve aile efradını Medine-i Münevvere’ye gönderdi. Yolda onlara iyi davranılması ve hiz­ met edilmesi yönünde emir verdi. Hilafetinin sonuna kadar da Ali b. Hüseyin’e iyi davranılmasın! vasiyet etmeye devam etti. Allah Hüseyin’e rahmet etsin. O, Allah Azze ve Celle’nin kaza ve kaderine kâmil bir şekilde iman ettiğini ortaya koyarak benzeri az görülür bir sabır ve şecaatla, sevabını Allah’tan uma­ rak savaştı. Allah Hüseyin’in aile efradına ve arkadaşlarına rahmet etsin. Onlar Hz. Hüseyin’e yardım ettiklerini, canlarını ona feda ettiklerini ve ondan sonra hayatı istemediklerini orta­ ya koymuşlardı. Onlar, benzeri görülmemiş bir basiretle Hz. Hüseyin’in önünde savaştılar. Hz. Hüseyin ve beraberinde bulunanlara karşı çıkan Kûfelilerin daha sonra pişman olmalarının onlara bir faydası ol­ maz. Evet; Hz. Hüseyin’e karşı işledikleri bu suçtan sonra, onu terkedip yalnız bırakmalan ve kendileri bakıp dururken arala­ rında öldürüldüğü esnada ona yardım etmemelerinden sonra Kûfelilerin pişman olmaları onlara hiçbir fayda vermez. Kûfelilerin, hicretin 65. senesinde Süleyman b. Surad’ın emirliğinde “et-Tevvâbûn” isimli bir fırka oluşturdukları doğru­ dur. Yaptıklarından tövbe etmişlerdi... Hz. Hüseyin’in intika­ mını almak ve onunla sataşıp onu öldürenlerle savaşmak hu­ susunda mallarını ve canlarını ortaya koymak üzere sözleşmişlerdi... Ancak bunun Hz. Hüseyin’e ne faydası olurdu? Onların pişman olmalarının Hüseyin ve aile efradına herhangi bir fay­ dası oldu mu?! Onların bu tövbeleri ne işe yaradı acaba?!!! Allah, söz verdikten sonra onu bozanların müstehakını ver­ sin. O şöyle buyuruyor: “De ki: “Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanlan size haber verelim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatında HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ « 1 1 3 yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin m uhakkak iyi yaptıklannı zannederler.”87 6. Cahiliyye Taassub, Kibir ve Gururu “Hani kâfirler kalplerinde o taassub ve kibiri, yani ca­ hiliyye taassub ve kibirini koymuşlardı da Allah da hem en hu­ zur ve sükûnunu Rasûlünün ve m ü’minlerin üzerine indirmişti; onlara takvû sözü üzerinde sebar vermişti. Onlar zaten buna daha lâyık ve buna ehil idiler. Allah her şeyi çok iyi bilendir . " (Fetih- 26) Cahiliyye dönemindeki kabile nizamı savaş, yağma ve in­ tikam esasları üzerinde yükselmekteydi. Cahiliyye taassubu, kibir ve gururu; kendilerinden olan savaşçılarla dayanışmayı ve onlara yardım etmeyi, onların savaşlarını ve kahramanlıklarını sokaklarda haykırmayı gerektiriyordu. Zira cahiliyye nizamının en temel prensibi: “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” şeklindeydi. İslam; cahiliyye taassub, kibir ve gururunu yasaklamak, onun yerine İslam kardeşliğini tesis etmek için gelmişti. İslam “Mü’minler ancak kardeştirler”88 prensibini getirmişti. Hz. Hüseyin ve beraberindekilere yapılan katliam, Hicaz ehlini tahrik edip harekete geçmelerine sebep olmuştu. Medine-i Münevvere ehli Mervan b. el-Hakem’in evinde Ümeyye oğullarını muhasara ettiler. Bunlar da yardım istemek gayesiyle Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan’a bir mektup gönderdiler. Mektupta şöyle deniliyordu: “Biz Mervan b. el-Hakem’in evin­ de muhasara edilmiş durumdayız. Bizlere tatlı su verilmediği gibi, çorak bir arazide hapsedilmiş bulunmaktayız. Hemen yardıma gel, yardım için acele et.” 87 Kehf, 103-104 88 Hucurât, 10 1 1 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Yezid mektubu okur okumaz şiddetli bir şekilde öfkelendi ve cahiliyye taassub, kibir ve gururuna kapılarak şöyle bağırdı: “Onlardan sonra (onlar öldürüldükten sonra) hayatta bir hayır yoktur (yaşamanın bir anlamı yoktur).” Daha sonra on iki bin kişilik bir ordunun başında Müslim b. Ukbe’yi gönderdi ve ona şu kesin emri verdi: “Şayet Ümeyyeoğullarından tek bir kişi dahi öldürülmüş olursa, kılıcını çekip saldıranı da kaçanı da öldür ve yaralanmış olanların da işini bitir. Üç gün boyunca Medine’yi yağmala. Fakat Ali b. Hüseyin’e iyi davran.” Ancak bu İslam’ın kabul etmediği bir emirdi. Bu emirde Yezid’in kendi kavmine olan taassubu açık bir şekilde belli olmaktadır. Halbuki o, sadece Ümeyyeoğullarının değil bütün Müslümanların halifesiydi. Ancak onun bu tavrı, bütün Müslü­ manların halifesi olan birinin tavrından öte kendi kavmine taassub gösteren bir gencin tavrıydı. Ve böylece “el-Harre” savaşı meydana geldi. Medine-i Münevvere ahalisi üstün bir şecaat ve cesaretle savunma yaptı­ lar ve birçok kahramanlık örneklerini sergilediler. Ancak bunla­ ra rağmen Fezâreoğulları tarafından ihanete uğrayınca yenil­ meleri mukadder oldu. Zira ilk başta Medinelilerle birlikte hare­ ket eden bu kabile, daha sonra Medinelilerin aleyhine hareket etmiş ve onları arkadan kuşatmışlardı. Böylece Medine halkı arasında karışıklık meydana gelmiş ve sonra teslim olmuşlardı. Bu savaşta Kureyşli ve Ensar’dan tam üçyüz altı kişi şehit edil­ mişti. Daha sonra Yezid, Medine-i Münevvere’de birçok şenaat işledi! ♦ ♦ ♦ Yezid ölünce yerine oğlu ikinci Muaviye geçti. Muaviye de hilafete geçtiği aynı senenin içinde vefat etti. Muaviye’nin vefatı üzerine Şam bölgesinde yaşayan Araplarda karışıklıklar ve ayaklanmalar başgösterdi. Halbuki bu bölgede yaşayan Arap- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 115 lar, birlik ve beraberlik içinde oldukları zamanlarda Emevi Devleti’nin azığı ve damarları mesabesinde idiler. Ancak birlik ve beraberlikleri bozulmuş; Yemen’li olanları Mervan b. elHakem’in tarafını tutarken, Kayslılar Dahhak b. Kays elFihri’nin liderliğinde “Merc-ü Râhıt” mevkiinde toplanarak Abdullah b. Zübeyr’e biat etmişlerdi. Mervam b. el-Hakem, hicri 65. senenin Muharrem ayında meydana gelen “Merc’ü Râhıt” savaşında Dahhak b. Kays’m kuvvetlerini hezimete uğratmayı başardı. Bu savaştan sonra iyice tutuşan “asabiyet ruhu”, Şam ’ın sınırlarını aşıp bütün şehirlere yayıldı. Böylece kuzey bölgelerinde bulunan Araplarla güney bölgelerinde bulunan Araplar arasında, diğer bir ifadey­ le Yemenlilerle Kayslılar arasında sürekli devam edecek olan bir çekişme hali meydana geldi. Asabiyet alevi bu kadarla da kalmayıp Müslümanların fethetmiş oldukları en uzak şehirleri dahi sarmıştı. Bu ruh, iç savaşlar şeklinde kendini göstermek­ teydi. İslam’ın ortadan kaldırdığı eski cahiliyye asabiyeti, en sert ve katı şekliyle geri gelmişti. Bu asabiyet ruhu her tarafta kazan gibi kaynamaktaydı. Bu ruh, eski cahiliyye zamanındaki şekline aynen benziyordu. Bazen şiirler vasıtasıyla ortaya çıkıyor, ba­ zen suikastler şeklinde görünüyor ve bazen de savaş ve yağma yoluyla kendini gösteriyordu. Mervan b. el-Hakem, hicri 65. senenin Cümâde’l-âhire ayının onbeşinde vefat etti. Onun yerine oğlu Abdülmelik tahta geçti. Abdülmelik, İslam tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra tekrar tutuşmuş bulunan kabilecilik asabiyetinin paramparça ettiği bir devletin başına geçmişti. Eğer Allah, Abdülmelik’in tahta geçmesini takdir etmiş olmasaydı, Emevi Devleti belki de yıkılıp tarihe karışacaktı. İşte bu Abdülmelik, haklı olarak Emevi Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilmektedir. Abdülmelik, üstün bir aklî yeteneğe ve devlet işlerini çok iyi bir şekilde idare edebilme kabiliyetine sahipti. Böylece o, Emevi Devleti’ni 116 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ anarşiden kurtarmış ve kendisinden önceki sultanların muvaf­ fak olamadığı bir şekilde devleti sağlam temeller üzerine oturta­ rak gücünün zirvesine çıkarmıştı. Mes’udi rivayet ediyor89: Hicretin 65. senesinde Abdülmelik b. Mervan, el-Muhtar b. Ebû Ubeyd’in kuvvetleriyle sa­ vaşmak için Şam ordularının başında hareket etti. Daha yol­ dayken bir gece kendisine Ubeydullah b. Ziyad’m öldürüldüğü, ordusunun da hezimete uğradığı haberi ulaştı. Aynı gece Ab­ dullah b. Zübeyr’in Medine-i Münevvere’de bulunan kuvvetle­ riyle savaşması için gönderdiği komutanının öldürüldüğü habe­ ri geldi. Daha sonra İbni Zübeyr’in ordularının Filistin toprakla­ rına girdiği haberi ulaştı. Sonra da Roma imparatorunun Şam ’a hareket ettiği ve “el-Messisa” 90 denilen yerde karargâh kurduğu haber verildi. Daha sonra kölelerin ve ayak takımı kimselerin Dımeşk’te başkaldırdıklarını haber aldı. Aynı şekilde mahkumların hapishane kapılarını açtıklarını ve kaçtıklarını öğ­ rendi. Bir de bedevî birliklerinin Humus, B a’lebek ve diğer ba?ı şehirlere saldırılar düzenleyip yağmaladıklarını haber aldı. Ve daha bunlar gibi ağırbaşlı insanları bile hayretler içerisinde bırakacak ve insanın içinde ümitsizlik hissini uyandıracak bir­ çok kötü haber aldı. İşte bütün bunlara rağmen Abdülmelik kalben rahat ve sa­ kin görünüyordu. Bütün bunların üstesinden gelebilecek bir yeterliliğe ve güce sahip olduğuna tam güveni vardı. Daha ön­ ce hiç bu geceki kadar güleryüzlü, tatlı dilli görülmemişti. Her zamankinden daha çok sebatkâr ve dayanıklı gözüküyordu. Ona ulaşan bütün bu kötü haberlerin arasında en tehlikeli olanları; Irak’ta bulunan el-Muhtar b. Ebû Ubeyd ve Hicaz’da bulunan Abdullah b. Zübeyr idi. 89 Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdinü’l-Cevher, 3/106 90 el-Messisa: Ceyhan nehrinin kenarında kurulmuş bir yerleşim birimidir. Bu şehir, o zamanki Şam devletinin sınırı olan Antakya ile Roma devletinin sı­ nır şehirleri arasında bulunmaktaydı. Şehir, Tarsus’a yakın bir yerdeydi. HEZİMETE UĞRAMANIN S E B E P L E R İ. 117 el-Muhtar b. Ebû Ubeyd, Irak şartlarını iyi değerlendirerek kendi lehine kullanmayı başardı. Bu cümleden olarak “Sebeiyye” fırkasını kendisine tâbi olmaya davet etti. Halbuki Hz. Ali onları kovmuş, Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin de onların görüşlerini reddetmişlerdi. Hz. Ali ve oğulları tarafından kovu­ lup reddedilen Sebeîler, Müslümanların yönetimlerinin son bulması için gizliden çalışmaya başladılar. Bu amaçla özellikle Farslılara ve “Mevâlî”den91 olanlara nüfûz ettiler. İşte el-Muhtar, kendileriyle Arapları eşit seviyeye getirmek istediğini Sebeîlere bildirdi. Hatta onları razı etmek için, Ehl-i Beyt’ten neseben Farslılarla bağlantısı olan Muhammed b. elHanefiyye’ye davet edeceğini haber verdi. Çünkü Muhammed’in annesi Farslıydı. el-Muhtar onlara şöyle diyordu: “Hiç şüphesiz ki, kâfirler galip geldikten sonra gelecek ve zarara uğrayanlar oldukları halde onları yenerek yeryüzünü adâletle dolduracak olan “Mehdi”, Muhammed b. Hanefiyye’dir.” Bu planı sayesinde el-Muhtar, hem Arap olan Şia’yı ve hem de Mevâlî’den olan Sebeîleri etrafında toplamayı başardı. Böylece el-Muhtar b. Ebû Ubeyd, Kûfe’nin rakipsiz lideri olmuştu. Şayet onun tehlikesini hisseden ve ona karşı kesin bir tavır koyan Abdullah b. Zübeyr olmasaydı, Basra’yı da liderliği altındaki bölgeye katacaktı. Ona karşı durması için Abdullah b. Zübeyr, kardeşi Mus’ab b. Zübeyr’i gönderdi. Daha genç olma­ sına rağmen Mus’ab, hızlı iş gören ve savaşlarda çetin olan biriydi. Böylece Mus’ab, el-Mühelleb b. Ebû Süfyan’nın da yardımıyla el-Muhtar’ı hezimete uğratıp öldürmeyi başardı. Bundan sonra Mus’ab Irak’ın tek hakimi olmuştu. Fakat birçok problemle karşı karşıya kalmıştı. Bu sorunların başında da, elMuhtar’ın ordusunda oldukları zaman öldürmek için çabaladığı birçok Ş ia’nın onun ordusunda bulunmaları geliyordu. İşte bunlar ona karşı içlerinde bir kin ve öfke beslemekteydiler. 91 Mevâlî: Azad edilmiş kölelerle, Arapların dışındaki milletlerden sonradan Müslüman olanları kapsamaktadır, (çev. ) 11 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Şam ’da ise Abdülmelik b. Mervan’ın yönetimi bulunmak­ taydı. Fakat onun da çeşitli sorunları vardı. Bizanslılann karşı­ sında Ubeydullah b. Ziyad ile birlikte ordusunun bir kısmını kaybetmişti. Müslümanların arasındaki çekişmelerden fay­ dalanan ve iç savaşı iyi bir fırsat bilen ve kullanan Bizanslılar, daha bir toparlanıp güçlenmiş ve Emevi Devleti’nin kuzey sınır­ larına saldırılar düzenlemeye başlamışlardı. Aynı şekilde “Mercü Râhıt” savaşından sonra Kayslıların başına geçen Züfer b. el-Hâris ortaya çıkmış, Abdülmelik’in en iyi adamlarının kendi­ lerinden olduğu Kelb kabilesinden intikam almak istiyordu. Bütün bunlarla karşı karşıya bulunan Abdülmelik bir dâhi gibi hareket ederek hem Irak, hem Hicaz ve hem de sınırlarda kont­ rolü sağlayarak bütün işleri kendi lehine düzene sokmayı ba­ şardı. Peki ne yaptı da bunu başardı? 1- İraklılara peş peşe mektuplar gönderiyor ve onların Mus’ab b. Zübeyr’le yapmış oldukları anlaşmayı bozmalarını sağlamaya çalışıyordu. Aynı zamanda kendi denetimi altında bulunan grupları bir araya getiriyor ve onları belli bir düzene göre teşkilatlandırıyordu. 2- BizanslIlarla anlaşmaya vardı. Belli bir süre onlar tara­ fından güvende olmak için, onlara belli bir miktar mal vermek üzere sulh yaptı. 3- Züfer b. el-Hâris ile ittifak etti. Ona eman vererek onu da kendi cemaatine kattı. İşte bütün bunları yaptıktan sonra Abdülmelik, Mus’ab b. Zübeyr’le savaşmak üzer; harekete geçti. İki ordu “Deyrü’l-Ctâselik” denen yerde karş karşıya geldi. Burada da Abdülmelik, Mus’ab’ın komutanlarına mektuplar yazıp onlara mal ve emir­ lik vereceğini va’dederek, dâhice onları kendi .arafına çekmeyi başardı. Böylece Mus’ab’m adamları yanından dağılıp gittiler. Savaş meydanında Mus’ab çok az sayıda adamlarıyla yalnız başına kaldı. Bunlar da sonuna kadar çarpışarak hepsi şehit oldular. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ # 1 1 9 Daha sonra Kûfe’ye giren Abdülmelik’e, Kûfeliler biat etti­ ler. Aynı şekilde Basralılar da biat ettiler. Bu sıralarda Haricîler­ le savaşmakla meşgul bulunan el-Mühelleb de gelip biat etti ve ordusuyla birlikte Abdülmelik’e katıldı. Böylece Abdülmelik b. Mervan bütün Irak’ta kontrolü sağlamış oluyordu. Geriye Hicaz kalmıştı... Orada Mekke’yi kale ve karargâh edinmiş olan Ab­ dullah b. Zübeyr bulunuyordu. Abdülmelik, İbni Zübeyr’le savaşması için Haccac b. Yusuf es-Sekafî’yi gönderdi. Ona hilelere başvurmasını, Mus’ab’a yapılanın aynısını ona da yapmasını, onun cemaatiyle devamlı mektuplaşarak onlara eman verdiğini bildirmesini ve böylece cemaatini onun etrafın­ dan dağıtmasını emretti. Haccac, Abdullah b. Zübeyr’i iyice sıkıştırdı ve onu kuşat­ maya aldı. İbni Zübeyr’in etrafında bulunanlar, Haccac’ın or­ dusuna devamlı Şam ’dan erzak geldiğini görüyor ve bu onları kışkırtıyordu. Böylece İbni Zübeyr’in ordusunun büyük bir bölümü Haccac’ın ordusuna katıldı. İbni Zübeyr ile birlikte sadece kendisinin yakın adamlarından az sayıda kişi kalmıştı. İşte bugün, iki şeyden birisinin olması kaçınılmaz olan bir gün­ dü: Ya teslim olacak, ya da öldürülecekti (şehit edilecekti). Bu şartlar altında o, annesi Esma binti Ebû Bekir’in yanına giderek ondan nasihat etmesini ve yol göstermesini istedi. O da kendisine şöyle dedi: “Eğer sen hakk üzerinde olduğunu düşü­ nüyorsan, o halde üzerinde bulunduğun hakk uğrunda öl.” Buna karşı Abdullah b. Zübeyr: “İşte doğru olan görüş, senin bu görüşündür” diyerek zırhını dahi giymeden dışarı çıktı ve şehit olana kadar savaştı. Onun şehit olmasıyla da râşidî siya­ set tarzı bitmiş ve Hicaz yönetimi son bulmuştu. ♦ ♦ ♦ Abdülmelik b. Mervan’m siyaseti, Irak ve Hicaz siyasetine karşı zafer kazanmıştı. Abdülmelik b. Mervan’ın Abdullah b. 1 2 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Zübeyr’e karşı kazandığı zafer; hedefi belirlenmiş düzenli bir ordunun, düzensiz ve karışık bir orduya karşı kazandığı zaferdi. Zira Hicaz yönetiminin açık ve belirli kuralları yoktu. Aynı şekilde bu zafer; Abdülmelik b. Mervan’ın mal husu­ sundaki savurganlık derecesine varan cömertliğinin, Abdullah b. Zübeyr’in cimrilik derecesine varacak şekilde malı tutmadaki hırsına karşı kazanılmış bir zaferdi. Gerçekten Abdullah b. Zübeyr, yöneticilik ve emirliği sevmesine rağmen ümmetin mallarını korumaya aşırı derecede özen göstermekteydi. Daha sonra Abdülmelik, Kayslılarla düşmanları arasında aracılık rolünü ifâ etti. Onlardan hiçbir gruba açık bir şekilde meyletmeden fitneyi ortadan kaldırmaya çalıştı. Onlar için, bazen iki tarafı da cezalandıran ve aralarını bulmaya çalışan efendi konumunda kaldı. Böylece iç savaşın çıkmasına sebep olan asabiyet ruhunu aşarak durumu sükûnete kavuşturdu ve I belli bir süre için dahi olsa, devletin sadece bir grubun elinde olmasına son verdi. Abdullah b. Zübeyr’le yapılan savaşlar sona erer ermez Abdülmelik, BizanslIlarla savaşması için bir ordu gönderdi. Bu­ nunla da BizanslIların saldırılarını durdurup sona erdirdi. Hiç şüphesiz ki BizanslIların saldırıları, Roma Devleti’nin kuvvetli olmasında veya ordularının güçlü olmasından kaynaklanmı­ yordu. Bilakis bunun tek sebebi, Müslümanların arasında bu­ lunan dahilî ihtilaflardı. Öyle ki Abdülmelik, kendileri tarafın­ dan güvende olabilmek için belli bir süre Romalılara vergi bile vermişti. Ancak Abdullah b. Zübeyr ile yapılan savaşların bit­ mesinden sonradır ki, İslam Devleti’nde sağlanan dahilî birliğin önünde küçülerek Romalılar gerçek hacimlerine dönmüşlerdir. Artık Abdülmelik onlara vergi olarak mal vern :yi durdurmuş ve onları geri püskürtmüştü. Hatta onların arasında bulunan çekişmelere ve saflarında bulunan fitnelere dahi son vermişti. Hiç şüphe yok ki Abdülmelik, dirayet ve kararlılığıyla fit­ neye ve karışıklığa son vermişti. el-Aynî şöyle diyor: “Deniyor- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 121 du ki; Muaviye daha halim ve yumuşak huylu, Abdülmelik ise daha dirayetli ve kararlı idi.” Şüphesiz ki Kayslılarla Yemenlilerle arasında meydana ge­ len iç savaş dahilî bir hezimetti. Dahildeki safın birliğinin bozulmasıydı... Gerçek sahasına yönlendirilmeyen kuvvetlerin heder edilmesiydi. Müslümanların arasında çatışmalar çıkınca fetihler de durdu. Hatta düşmanları onlara saldırılar düzenle­ meye başladı. Fakat fitne ve iç savaş biter bitmez Abdülmelik, Müslümanların kuvvetlerini fetihlere göndererek kalelerin ge­ çilmesini ve şehirlerin fethedilmesini sağladı. İşte bu kuvvetlerle Abdülmelik -OsmanlIların Doğu Avrupa’da gerçekleştirdikleri fetihleri istisnâ ettiğimizde- İslâmî fetihleri ulaşabildiği en son noktaya ulaştırdı. Bu dönemdeki İslâmî fetihlerin ulaştığı bölge­ ler arasında Sind,92 Maverau’n-Nehr, Kuzey Afrika, Kafkasya, Ermenistan Anadolu, Endülüs ve diğer bazı bölgeler bulun­ maktaydı. Fetihleri yönlendiren liderlik mekanizmalarının farklılığına rağmen safın birliği, aynı çizgiler üzerinde ilerlemeyi ve belir­ lenmiş açık bir siyaset tarzıyla hareket etmeyi sağlamıştı. Bu çizgilerin başında da Allah Azze ve Celle’nin mesajını tebliğ etmek amacıyla hızlı hareket etmek ve bir fetihten sonra hemen diğer bir fethe intikal etmek gelmekteydi. Abdülmelik ve oğlu Velid’in zamanlarında gerçekleşen üs­ tün fetihler, hiç şüphe yok ki cahiliyye asabiyetinden kaynakla­ nan iç savaşlar sebebiyle uzun bir süre gecikmiş fetihlerdi. ♦♦ ♦ Muhakkak ki İslam literatüründe asabiyet, Allah’ın şeriatı­ nın haricine çıkmak ve insanlar arasında bir birlik oluşturma davetine karşı koymak olarak kabul edilmektedir. Halbuki Al­ lah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ 92 Sind: Hindistan’ın kuzeybatısıyla Pakistan'ın batısını teşkil eden büyük bir bölgedir, (çev. ) 122 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ “Biz seni ancak âlem lere bir rahmet olarak gönderdik. ”93* “Biz seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korku­ tucu (bir peygamber) olarak gönderdik... ’m İnsanların kendi kabilelerini düşünmeleri ve kavimlerinin menfaatini gözeterek iş yapmalan, onları asabiyete ve hüküm vermede adaletsiz davranmaya sevkeder. Nitekim Yezid’i, Me­ dine’nin hürmetini mübah saymaya sevkeden de bu duygudur. İşte bütün bunlar, kuvvetleri bölüp paramparça eden asa­ biyetin geri gelmesine ve İslam kuvvetlerinin gerçek sahası olan fetihlerden geri kalmasına sebep olmuştur. Böylece bir gerile­ me ve hezimet yaşanm ıştır. 7. Irkçılık ve Milliyetçilik | “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanışasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüp­ hesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz en takvâlı olanmızdır. M uhakkak Allah en iyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurât, 13) Emevi Devleti hicretin 132. senesinde yıkıldı. Tarihçiler, Emevi Devleti’nin yıkılmasını birkaç sebebe dayandırmaktadır­ lar: 1. İki kişiyi birlikte veliaht tayin etmektir. Bu uygulamayı ilk yürürlüğe koyan Mervan b. el-Hakem’dir. Bu uygulama neticesinde yönetici, ailenin fertleri arasında bir rekabet ve mücadele başgösterdi. Bize göre iki kişinin veliaht tayin edil­ mesinin Emevi Devleti’nin sonunu getiren tehlikeli bir etkisi olmuştu. Zira bazen ehil olmayan kimseyi de yönetime getire­ bilen veliahtlık sistemi, bu uygulamayla da devletin yapısı üze- 93 Enbiya, 107 " Sebe, 28 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 123 rinde daha tehlikeli olmaya başlamış ve devletin yenilgisini biraz daha çabuklaştırmıştı. 2 . Emevi Devleti’nin çöküşünün ikinci sebebi ise asabiyet (milliyetçilik ve kabilecilik) ruhudur. Bu ruh, Yezid b. Muaviye’nin vefatından95 hemen sonra Arap kabileleri arasın­ da dirilmiştir. Tarih ispat etmiştir ki bu ruh, İslan tatbik edildiği ve bir bütün olarak her açıdan uygulandığı zaman tamamen yokolup sönmekte; İslam’dan uzaklaşıldığında da kuvvet kaza­ nıp ortaya çıkmaktadır. İşte beşinci raşidî halife olan Ömer b. Abdülaziz, İslam’ın bütün hükümlerini uyguladığı ve tüm işlerinde, tasarruflarında İslam’a uyduğu için kendisinden önceki Emevi halifelerinin bozmuş olduğu birçok şeyi ıslah etmeyi başardı. Yine bundan dolayıdır ki bütün grupların rızasını elde ederek, hilâfet merke­ zine karşı çıkan tüm hareket ve başkaldırıların kökünü kazımış­ tı. Nasıl kazımasın ki? O, hiçbir kabileyi bırakıp diğerine tassubvari taraftar olmamış ve imanı, adaleti ve yeterliliği dı­ şında hiçbir sebepten dolayı şehirlere vali tayin etmemişti! Hiç şüphesiz ki Ömer b. Abdülaziz döneminde gerçekleşen sükûnet, Emevi Devleti’nde sadece kısa bir süreyi kapsamıştı. Zira Ömer b. Abdülaziz’in vefatından hemen sonra ırkçılık ve milliyetçilik ruhu tekrar dirilerek Emevi Devleti’nin bünyesini kemirmeye başlamıştı. Yukarıda anlatılanlardan anlaşılmaktadır ki, Emevi Devle­ ti’nin çöküşünün ve Abbasiler karşısındaki hezimetinin sebeple­ rinden biri ve belki en önemlisi; ırkçılık ve milliyetçilik ruhuydu. Zira Arap ırkçılığı dillerde dolaşmakta ve fikri ortamlarda revaç bulmaktaydı. Fars kökenli olan Müslümanlar, Emeviler döne­ minde bu ayrımcılık ve taassubu hissediyor ve Araplarla eşit tutulmadıklarını görüyorlardı. Aynı şekilde Ömer b. Abdüla­ ziz’in, Arapları ve Arap olmayanları eşit tutma düşüncesinin 95 Yezid, hicretin 64. senesinin Rebiü’l-Evvel ayının ortalarında ölmüştür. (Suyûti, Tarihü’l-Hülefa, 209) 1 2 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ üstün başarısını da görmekteydiler. Fakat Ömer b. Abdülaziz’den hemen sonra durum tekrar değişmişti. İşte bunları gören “Mevâlî”nin Emevilere kin beslemeleri ve onlara darbe indirmek için fırsat kollamaları gayet tabii idi. Bundan dolayı da Abbasi daveti ortaya çıkar çıkmaz bunlar, çiğnenen hakları­ nı elde edebilmek için hemen Abbasilere katıldılar. Hiç şüphe­ siz ki “Mevâlî”den olan Müslümanların Ümeyyeoğullarına karşı içlerinde besledikleri kin ve öfkeyi çok iyi bilen Abbasiler, Ab­ basi davetini Horasan’da yaymak için onlardan en iyi şekilde faydalanmışlardı. Emeviler Şam Araplarını piramitin zirvesine yerleştirmiş­ lerdi. Çünkü devletin bütün önemli işleri onların omuzlarındaydı. Onların hemen altında, Şam bölgesinin dışındaki şehir­ lerde bulunan diğer Araplar geliyordu.”Mevâlî”deh olan Müs­ lümanları ise piramitin temeline koymuşlardı. Bunların da al­ tında zımmiler bulunmaktaydı. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Emeviler bit tür Arap İslam Devleti’ni kurmuşlardı. Bu devletin düşüncesi ve inancı İs­ lam’a, ırkı ve dili ise Arapçaya dayanıyordu. Tabii olarak bu da Arap milliyetçiliğini doğuruyor ve “Mevâlî”den olan Müslü­ manların düşmanlık hislerine sahip olmalarına sebep oluyordu. Böylece Arap olmayan Müslümanların içlerinde Emevilere karşı şiddetli bir düşmanlık, kin ve öfke seli oluştu. Hiç şüphesiz ki Emevi Devleti’nin yıkılmasının en büyük sebebi ve önemli nedeni, Arapçılığa ve Araplara olan taassubları, “Mevâlî”den olan Müslümanları küçümsemeleri ve hafife almalarıydı. Böylece Müslümanların arasına fitne ve ayrılık girmiş, ırkçılık ruhu uyanmıştı. Arap ırkına ve Arap kökenli olan her şeye karşı taassubvari bir tutuculuğun ortaya çıkması, Arapları . kendilerini bütün ümmetler arasında en faziletli görmelerine dayanıyordu. Hal­ buki böyle bir inanç Allah Teâlâ’nın: “Şüphesiz ki Allah katın- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 125 da sizin en şerefliniz en takvâlı olanınızdır."96 sözüne açık bir şekilde ters düşmekteydi. Allahû Teâlâ, mü’minlerin en hayırlı ümmet olduklarını belirttiği ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Siz insanlar için çıkan İmiş en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği em reder, kötülükten vazgeçirirsiniz. Siz Allah’a iman da ed er­ siniz...”97 İşte bu ayeti kerime bizim ne zaman en hayırlı bir ümmet olacağımızı en açık bir şekilde açıklamaktadır: 1) “iyiliği emredersiniz. ” 2) “Kötülükten vazgeçirirsiniz.” 3) “Allah’a iman edersiniz.” İşte en hayırlı bir ümmet olabilmek için bu üç şartı da yeri­ ne getirmek gerekir. Araplara taassub gösterip “Mevâlî”den olan Müslümanları küçümsemenin ise, iyilik/ma’ruf ile hiçbir alakası yoktur. Bunun anlamı şudur ki, Allah’ın şeriat ve ka­ nunlarına göre; ne Arap olmayan Müslümanlara karşı Arap ırkçılığı yapılabilir, ne de herhangi bir topluma karşı diğer biri­ ne taassubvari arka çıkılabilir. Beşer hayatını tanzim eden bu sabit İlâhî kanunlara muhalefet etmek, hiç şüphesiz ki hezimetle neticelenir. İşte Emevilerin hezimeti de bundan kaynaklan­ maktaydı. Çok geçmemişti ki Abbasilerin bayrakları olan siyah bay­ raklar, Umeyyeoğullarının beyaz bayraklarına karşı dalgalan­ mış ve onları ortadan kaldırmıştı. Beyaz bayrakların ortadan kalkması, Emevilerin kendisine dayandıkları ve ırkçılığını yap­ tıkları Arapların etkinliğini de tabii olarak biraz sınırlamıştı. 8. Kötü Maiyet ve Müşavirler “H er halifenin şüphesiz ki iki tür maiyeti vardır: Bunlardan biri ona iyiliği emredip, onu hayra teşvik eder. Diğeri d e ona 96 Hucurât, 13 97 Âli İmran, 110 1 2 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ kötülüğü emredip, onu şerre teşvik eder. (Kötülüklerden) k o ­ runan ise, Allah’ın koruduğu kimsedir.”989 (Hadis-i Şerif) Hicri 218. (miladi 833) senede halife olan el-Mu’tasım’ın annesi bir Türktü." Bundan dolayı da el-Mu’tasım, Türldere güvenmekte ve korumalarını onların arasından seçmekteydi. Hatta Abbasi Devleti’nde birçok önemli makamı da onlara tevdi etmişti. Böylece Mu’tasım, Türklerle yardımlaşan ve Semerkant, Ferğane ve benzeri bölgelerden onları getirterek devletin önemli makamlarını onlara tevdi eden ilk Abbasi hali­ fesi oluyordu. el-Mu’tasım birçok türk yardımcı edinmişti. Onlann zerafetleri, güzel görünümleri, cesaretleri ve İslam’ın buy­ ruklarına uymaları da el-Mu’tasım’ın onlara bu derece güven­ mesini sağlayan sebepler arasında yer almaktaydı. Onlara bu derece güvenip dayanan el-Mu’tasım, saray muhafızlığı görevi­ ni onlara vermiş ve ayrıca büyük vilayetlerin birçoğunu da onlara tevdi etmişti.100 Abbasi Devleti’nde bu şekilde etkileri ve yetkileri artan Türklerin, artık isimleri hutbelerde anılıyor ve sikkelere (demir paralara) nakşediliyordu. Çok zaman geçmemişti ki Türkler, Bağdat ahalisinin ba­ şında bir musibet ve bela oluverdiler. Bağdatlılar onların zu­ lümlerinden çok acılar çektiler. Hatta el-Mes’udî bu durumu şu ifadelerle anlatıyor: “Türklerin tehlike ve zulümleri o kadar büyümüştü ki, el-Mu’tasım bile hayatının son anlarında onlar­ dan şikâyet etmeye başlamıştı.” 98 İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/88; Ebû Said el-Hudri’den. 99 el-Mes’udî, “Murucu’z-Zeheb” isimli tarihinin 4. cilt, 53. sahifesinde bu kadının isminin Mariya olduğunu belirtirken; Taberi tarihinin 11. cilt, 9. sahifesi ile Suyuti’nin 3 33. sahifesinde bunun adının Maride olduğu kay­ dedilmektedir. 100 Bkz: el-Mes’udî, Murucu’z-Zeheb, 4/54; Suyûti, Tarihü’l- Hülefa, 3 3 5 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 127 Türklerin Bağdat’ta halka verdikleri eziyet ve sıkıntılardan dolayı el-Mu’tasım bile artık “görenin sevindiği bir adam” olu­ vermişti. Ancak çok etkin bir şahsiyete sahip olan el-Mu’tasım, Türklerin nüfuzunu bir dereceye kadar sınırlayabiliyordu. Fakat hicri 221. (miladi 842) senede el-Mu’tasım ölüp yerine oğlu elVâsık geçince; Türkler artık devlet işlerine müdahale etmeye başladılar. Öyle ki el-Vâsık, eli kolu bağlı ve otoritesi elinden alınmış bir hale geldi. el-Vâsık’tan sonra el-Mütevekkil hilafete gelince, onlara engel olmak ve onları kontrol etmek istedi. Bu­ nun üzerine onlar da onu öldürdüler. Daha sonra Türklerle or­ tak hareket ederek onlarla birlikte babasını öldüren el-Muntasır, onların elinde oyuncak olmuştu. Böylece Abbasi Devleti anarşi, karışıklık ve tuzakların sahası haline gelmiş ve halifenin tayin edilmesi, azledilmesi, hapsedilmesi ve öldürülmesi bu Türklerin kontrolüne geçmişti. Abbasi Devleti’nde bu Türk unsurunun ortaya çıkması, Araplarla Farshlar arasındaki düşmanlık ateşini söndürmüştü. Halbuki Abbasi hilafetinin başlarında ve özellikle el-Me’mun’un zamanında Farslıların; Emevi Devleti’nde ise Arapların etkin rolleri bulunmaktaydı. Aynı şekilde bu Türk unsurunun ortaya çıkması, Abbasilerle Aleviler arasındaki düşmanlığa da son vermişti. Zira Türkler bu grupların hepsini dışlamakta ve yöne­ tim hakkını sadece kendilerinde görmekteydiler. Kendilerinden olmayanlara hiçbir değer vermiyorlardı... İşte Abbasi Devleti’nin yıkılmasının en büyük nedeni de, bu kötü maiyet ve mü­ şavirlerin ümmetin işlerini ihmal etmeleriydi. Böylece Abbasi Devleti’nin çevresinde birçok tam bağımsız ve yarı bağımsız devletçik ortaya çıkmıştı. Bunlardan sadece birkaçını şöylece sıralayalım: Tahiriler, Saffariler, Sâmâniler, Gazneliler, Gurulular, Taberistan’da Aleviler, Mağrib’de İdrisiler, Tunus’ta Ağlebiler, Mağrib ülkelerinde Fatimiler, Mısır’da İhşidiler ve 128 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Tolunoğulları, Yemen’de Zeydîler ve Endülüs’te Hilâfet Devle­ ti...101 ♦♦ ♦ Türklerin Abbasi Devleti’nde yaptıkları kötü işlere birkaç örnek: el-Muntasır ile ittifak edip, babası el-Mütevekkil’i öldürdü­ ler. Gece yarısı Türklerden beş kişi onun odasına girerek, veziri el-Feth b. Hakan ile beraber öldürdüler. Bu olay hicri 248. senenin Şevval ayının beşinci gününde gerçekleşti. el-Muntasır halife olunca, müttefikleri olan Türkjere söv­ meye başlamıştı. Şöyle diyordu: “Halifelerin katilleri işte bun­ lardır.” Bunun üzerine Türkler ona karşı birleşip, onu öldürmek için tuzaklar kurmaya başladılar. Fakat el-Muntasır’ın heybeti, zekası ve aldığı tedbirler onları başarısız ve aciz bırakmışt. An­ cak el-Muntasır hastalanınca, Türkler hile ve tuzağa başvurarak onun doktoruna otuz bin dinar rüşvet verdiler ve bir yolla onu öldürmesini istediler. Doktor da damarından kan alması gerek­ tiğini el-Muntasır’a söyleyerek, zehirli bir neşter ile onun dama­ rından kan aldı ve bunun neticesinde el-Muntasır öldü. 102 el-Muntasır ölünce Türkler toplanıp istişare ettiler ve şu ne­ ticeye vardılar: “Eğer biz el-Mütevekkil’in evlatlarından birini halife yapacak olursak, bizden hiçbirini sağ bırakmaz. Bu du­ rumda sadece el-Mu’tasım’m oğlu Ahmed’i halife yapabiliriz.” “el-Müstainbillah” ismini vererek Ahmed’e biat ettiler. Fakat elMüstain, Vasîf ve Boğa isimli iki Türkü öldürüp, el-Mütevekkil’e suikast düzenleyen Bağîr isimli Türkü de sürgün edince bütün Türkler ona karşı cephe aldılar. Ha'Suki el-Müstain, 101 İlk önceleri Endülüs’te sedece “Emirlik” bulunmaktaydı. Daha sonra “Hilâfet” ilan edildi. Emirlik, hicri 138. senede başlayıp 316. senede sona erdi. 316. senede “Hilâfet Devleti” başlayarak 4 0 0 . senede son buldu. Daha sonra ise “Tevâif-i Mülûk” dönemi başladı. 102 Tarihü’l-Hülefâ, 357 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 129 Vasîf ve Boğa’ya söz geçiremiyor ve onların tasallutundan bir türlü kurtulamıyordu. Hatta onun hakkında şöyle denmekteydi: “Vasîf ile B oğ a’nın arasındaki kafeste bulunan halife... Papağan misali onlann telkinlerini tekrarlayan halife...” Türkler kendisine karşı cephe alınca el-Müstain onlardan korktu ve Samarra’yı terkederek Bağdat’a kaçtı. Bu defa Türk ler ondan özür dilemek, ona boyun eğeceklerini bildirmek ve tekrar Samarra’ya dönmesini istediklerini iletmek için ona elçi gönderdiler. Fakat o kabul etmedi. el-Müstain geri gelmeyince Türkler de onu azlederek, el-Mu’tezzbillah’a biat ettiler. Tarih kitaplarının açıkça ifade ettiğine göre, el-Mu’tezz de Türklerin karşısında son derece zayıftı. 103 Hatta Türklerin istek ve tamahkârlıklarını tatmin edecek miktarda malı hâzinede bu­ lamayınca Türkler bir araya gelip onu azletmiş, düşmanlarıyla birleşerek onun üzerine çöreklenmiş, yerde sürüklemiş ve bas­ tonlarla dövmüşlerdi. Daha sonra yaz sıcağında tam bir gün onu yakıcı güneşin altında bırakmışlardı. Sonra da onu tahttan indirerek, el-Vâsık’ın oğlu el-Mühtedibillah’a (Muhammed) biat ettiler. Daha sonra Türkler, el-Mu’tezz’i hamama soktular. elMu’tezz yıkanınca susadı, fakat ona bir damla dahi su vermedi­ ler. el-Mu’tezz hamamdan çıkınca ona karla karışık soğuk su içirdiler. Bu soğuk suyu içen el-Mu’tezz olduğu yerde düşüp öldü. ♦ ♦♦ Pİ-Mühtedibillah döneminde Türklerin tehlikeleri tekrar artmaya başlamıştı. Bunun üzerine el-Mühtedibillah, Türklerin liderlerinden biri olan Müflih’i öldürmesi için Bekyal’a mektup yazdı. Bunu haber alan Türkler, toplanıp el-Mühtedi’nin üzeri- 103 Tarihü’l-Hülefâ, 358 1 3 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ne yürüdüler. Onu öldürmeyi kesin bir şekilde kararlaştırmış­ lardı. Fakat el-Mühtedi, yanında bulunan Mağriblilerle birlik olup onlarla savaştı ve takriben dört bin Türk öldürdü. Ancak sonunda hezimete uğradı ve yakalanarak ölene kadar işkence­ ye tâbi tutuldu. er-Râdibillah döneminde de Türk olan Beçkem “Emirü’lÜmerâ” (Emirler emiri) idi. Halife, Bağdat ve Horasan’ın emir­ liğini ona tevdi etmişti. Kayıtsız bir şekilde emirler veren ve yasaklar koyan tasarruf sahibiydi. el-Müttekibillah döneminde, halife olan el-Mütteki’nin or­ dusuyla Türklerin lideri olan Turan’ın ordusu arasında birçok savaş cereyan etti. Halife istemeye istemeye onunla antlaşma yapmak mecburiyetinde kaldı. İhşid, beraberinde Mısır’a git­ mesi için ricada bulunduysa da el-Mütteki bunu kabul etmeye yanaşmadı. İhşid ona şöyle dedi: “Ey mü’minlerin emiri, artık Türkleri iyice tanıdın. Onların kötülüklerini, tuzaklarını ve sözle­ rinde durmayışlarını gördün. Allah’tan kork da kendini boşuna telef etme! Gel beraber Mısır’a gidelim, orası şenindir. Orada güven içerisinde olursun.” el-Mütteki bu teklifi kabul etmeyince İhşid tek başına Mısır’a döndü. el-Mütteki, Türk lider Turan ile karşılaşınca Turan, el-Mütteki ve beraberinde bulunanları tutukladı. Daha sonra onun gözlerini çıkararak, gözleri oyulmuş şekilde onu Bağdat’a sok­ tu. Turan, halifelik işaretleri olan mühür, hırka ve âsâyı da on­ dan almıştı. Daha sonra Turan, el-Mütteki’nin oğlu Abdullah ı getirerek ona biat etti. el-Kâimbiemrillah döneminde, el-Besâsiri diye bilinen Arslan isimli bir Türk lider ortaya çıktı. Bunun ünü her tarafa ya­ yıldı ve tehlikesi her yeri kapladı. Öyle ki minberler üzerinde kendisi adına hutbeler dahi okunuyordu. Malların vergilerini topluyor ve köyleri, kasabaları harabeye çeviriyordu. el-Kâim, ona danışmadan hiçbir şeye tek başına karar veremezdi. Daha sonra halife, onun bozuk bir akideye sahip olduğunu ve hilâfet HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 131 merkezini yağmalayıp halifeyi tutuklamak istediğini öğrenir; bunun üzerine Tuğrul Bey diye bilinen Ebû Talip Muhammed b. Mikyal’dan yardım ister. O sıralarda Rey şehrinde olan Tuğ­ rul, halifeye yardım için hemen yola koyulur. Bundan haber­ dar olan Türkler, el-Besâsiri’nin etrafında toplanırlar. Halife ile el-Besâsiri’nin orduları arasında çıkan savaşın sonucunda hali­ fe tutuklanır ve hapsedilir. Şayet Tuğrul Bey’in ordusu uygun vakitte yetişmemiş olsaydı, halife bir daha serbest bırakılmaz ve hilâfet merkezinde halife olarak kalmazdı. Bu kötü maiyete rağmen en-Nasırlidinillah Ahmed b. elMüstedi’ tekrar hilâfeti eski azamet ve şevketine kavuşturmayı başardı. Bağdat ahalisinin tümü ondan korktuğu gibi, Mısır ve Hindistan ahalileri de ondan çekinmekteydiler. O kendi şahsi heybetiyle, el-Mu’tasım b. er-Reşid’in ölümüyle azamet ve şevketi ölen Abbasî hilâfetini tekrar diriltmişti. Daha sonra enNasırlidinillah ölünce, Abbasi hilâfeti tekrar öldü. Abbasilerin ve devletlerinin naaşının altında bulunan en son takozu da par­ çalamak için bu kötü tekrar ortaya çıkmıştı. el-Müstansirbillah döneminde bir takım isimler ortaya çıkmış ve bu kötü maiyetin liderlerinden olan “ed-Düveydar” ve “eş-Şerrabi” gibilerinin namları her tarafa yayılmıştı. İşte el-Müstansir ölünce, bunlar onun kardeşi olan el-Haffaci’yi halife yapmayı uygun görmedi­ ler. Çünkü el-Haffaci yiğit, cesaretli ve kararlı biriydi. Çünkü o, Ceyhun nehrinin ötesinde karargâh kurmuş bulunan Tatarlara karşı koymayı arzuluyor ve şöyle diyordu: “Eğer ben halife olursam, ordumla beraber Ceyhun nehrini geçer, Tatarların elindeki bütün şehirleri geri alır ve onların kökünü kuruturum.” İşte onun bu yapısından dolayı ona biat etmeyi kabul etmeyen bu iki Türk, el-Müstansir’in oğlu Ebû Ahmed el-Müsta’sımbillah’ı halife yaptılar. Çünkü Ebû Ahmed, gayet yumuşak ve çok zayıf görüşlü biriydi. Böylece her şeyi kontrollerine almak istiyorlardı. Neticede Allah’ın takdiri olacak ve Abbasi Devleti’yle beraber binlerce Müslüman yokolacaktı... 1 3 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Kötü maiyet, el-Haffaci’nin ihtirasından korkarak el-Müs-’ ta’sim’i tercih etmişti. Çünkü el-Müsta’sim çok zayıf ve boyun eğebilen biriydi. Böylece işi kontrol altında tutmuş olacaklardı. el-Müsta’sim’in, rafizî olan veziri Müeyyidüddin el-Alkami’ye dayanması durumu iyice kötüleştirmişti. Çünkü bu adam ekini ve nesli yokeden, halifeyle istediği gibi oynayan, Tatarlar­ la gizlice mektuplaşan, onlarla gizli bağlantılar içine giren, onla­ ra karşı samimi davranan ve Irak’a gelip Bağdat’ı almak için onları kışkırtan biriydi. Böylece Abbasi Hilâfeti son bulacak ve el-Alkami, Hz. Ali’nin soyundan bir hilâfet te’sis edecekti! Bun­ dan dolayı da Tatarlar hakkında bir haber geldiğinde onu hali­ feden gizliyor ve hilâfet hakkında gizliden Tatarlara haberler gönderiyordu. Bu dönem için anlatılan en önemli olaylardan biri de şu­ dur: Haçlılarla Tatarlar, İslam âlemini kerpetenin iki ağzı ara­ sında ezmek için ittifak etmişlerdi. Bu anlaşmaya göre Haçlılar Batı tarafından Mısır ve Şam beldelerine saldıracak, Tatarlar da Doğu tarafından saldıracaklardı. Bu projenin gerçekleştirilmesi için en büyük desteği, Hülâgû’nun Hıristiyan olan karısı sağla­ mıştı. Bu kadın, İslam’ı yıkmak için Doğu tarafından saldırılar düzenlemesi hususunda kocasını sürekli kışkırtıyordu. Tatarlar, Abbasi Hilâfetinin merkezine saldırmak için hare­ kete geçmişlerdi. Şerleri devamlı artmakta, ateşleri tutuşmak­ taydı. Ancak halife ve insanlar, kendilerinin başına gelecekler hususunda tamamen gaflet içerisinde bulunuyorlardı. Zira vezir el-Alkami’nin Abbasi Hilâfeti’ni ortadan kaldırıp onu “Tâlibîler Hilâfeti”ne dönüştürme hırsı onlara tuzak kurmuştu. “Vezir elAlkami’yle Tatarlar arasında devamlı elçiler gidip geliyordu.” Fakat el-Müsta’sim zevklerine dalmış, hiçbir şeyi bilemiyor ve kendisine kurulan tuzağın farkına varamıyordu. işte görüldüğü gibi el-Müsta’sim; kötü ve düşman adına casusluk yapan yakın çevresi ve maiyetinden dolayı, casus çevresinin ve kötü mai- HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 133 yetinin başını çeken veziri tarafından kendisine kurulan tuzağın farkına varamıyordu. Burada şunu belirtelim ki, el-Müsta’sim’in babası olan elMüstansir gerçekten çok büyük ordular hazırlamıştı. Tatarlarla anlaşmalar yapıyor, onları razı edecek tavırlar sergiliyor ve onlarla iyi geçiniyordu. Fakat onları kovmak için uygun vaktin gelmesini bekliyordu. Ancak onunla hedefi arasına ölüm girin­ ce el-Müsta’sim halife yapılmıştı. Halbuki el-Müsta’sim hiçbir görüşü olmayan ve tedbirden anlamayan birisiydi. İşte onun bu özelliğini iyi bilen veziri el-Alkami, ordunun çoğunu terhis etmesi gerektiğini bildirerek, sadece Tatarlarla iyi geçinmesinin ve onlara ikramda bulunmasının yeterli olduğuna ve maksadı gerçekleştireceğine onu ikna etti. el-Müsta’sim de onun görü­ şüne güvenerek söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Bu arada vezir el-Alkami, Tatarlarla yazışmaya devam edi­ yordu. Beldeleri işgal etmeleri için onları kışkırtıyor ve bunun çok kolay olacağını anlatıyordu. Aynı zamanda onların “temsil­ ci”si olmak istediğini rica etmiş, onlar da kabul etmişlerdi. İşte bu şartlar altında Tatarlar Bağdat’a hareket ettiler. Tatarlar, hicri 656 senesinde Hülâgû’nun komutanlığında ikiyüz bin askerle Bağdat’a vardılar. Halifenin geri kalan asker­ leri onlarla meydan muharebesi yapmak için şehir dışına çıktı­ larsa da hemen yenildiler. Böylece Tatarlar Bağdat’ı muhasara etmeye başladılar. el-Alkami onlarla iyi geçinmesi gerektiğini el-Müsta’sim’e telkin ederek şöyle dedi: “Ben de gidip onlarla barış antlaşması yapayım!” Tatarların yanına varan el-Alkami, onlardan yana kendisinin güvende olduğu sözünü aldıktan sonra halifenin yanına vararak şöyle dedi: “Hülâgû, kızını se­ nin oğlun Emir Ebû Bekir’le evlendirmek, Anadolu sahibini saltanat tahtında bıraktığı gibi seni de hilâfet makamında bı­ rakmayı istemekte ve buna karşı kendisine itaat edilmesini şart koşmaktadır. Aynı senin atalarının Selçuklu sultanlarıyla olan durumu gibi... Sen bunu yaptığın takdirde o da ordularını alıp 1 1 3 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ gidecektir. Müslümanların kanlarını korumak için efendimiz bunu kabul buyursunlar! Daha sonra istediğini yapabilme im­ kânın da vardır. Senin bizzat çıkıp Hülâgû’nun yanma varman, kanımca doğru ve uyulması gereken görüştür!” Bunun üzerine halife, seçkin bir temsilci grubuyla beraber Hülâgû’nun huzu­ runa gitmek için yola çıktı. Tatarlar, halife ve beraberinde bu­ lunanları bir çadırda misafir ettiler. Daha sonra vezir Bağdat’a gelerek, antlaşma akdinde hazır bulunmaları için fâkihleri ve seçkin kimseleri davet etti. Bunlar Bağdat’tan çıkar çıkmaz boyunları vuruldu. Bu şekilde ardı sıra birçok grup çıktı ve hepsinin de boynu vuruldu. Böylece Bağ­ dat’ta ne kadar âlim, amir, muhafız ve büyük insan varsa hep­ sinin boynu vurularak öldürüldüler. Daha sonra Hülâgû köprüyü geçerek Bağdat’a girdi ve kı­ lıcını çekip kırk gün boyunca savaş halini devam ettirdi. İbni Kesir ve Suyûti’nin rivayetlerine göre bir milyondan fazla insan öldürüldü. Kuyularda veya kanallarda gizlenenlerden başka hiç kimse sağ kalmadı. Halife ise Tatar askerlerinin tekmeleri al­ tında can verdi. Şair ne kadar da doğru söyler: “Bağdat ahalisiyle beraber yok oldu. Efendimiz(l) vezirin sağ kalması için evler de haraboldu. ” İşte bu kötü maiyet ve müşavirlerden dolayı Abbasi Hilâfe­ ti yıkıldığı gibi, sayılamayacak kadar çok Müslüman da öldürüldü/şehit edildi. Hikmet sahibi bir zatın dediği gibi: “Zulüm yapan zafere eremez. Obur kimse sıhhat bulamaz. Kibirli Kimse övgüye mazhar olamaz. Aldatan sadakat göremez. Edepsiz kimse şeref­ li olamaz. Şüpheli kimse selâmet bulamaz. Hased eden rahat edemez. Kendini beğenmiş gururlu kimse lider olamaz. İstişare HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ * 135 etmeyen doğruyu bulamaz. İhmalkâr olan ve câhil yardımcıları bulunan kimsenin mülkü devam edemez.” Bu kötü maiyet ve müşavirler de hedeflerine ulaşamadılar. el-Alkami, Tatarlardan zillet ve alçalmışlığın her türlüsünü tattı. Bütün hülya ve umutları boşa çıktı. Hülâgû kendi temsilcilerini Irak’a vali tayin etti. Her ne kadar el-Alkami, Alevi bir halife tayin etmesini ona hoş göstermeye çalıştıysa da o bunu kabul etmeye yanaşmadı. Bilakis el-Alkami’yi zelil ve perişan ederek alçalttı. el-Alkami de üzüntü ve kederinden dolayı öldü. İşte bu büyük işkence, entrikacı hainlere dünyada verilen kesin ve âdil bir cezadır. Fakat bu ceza, düzenleyici lider olarak vezir el-Alkami’nin şahsında şekillenen kötü maiyetin ihaneti­ nin neticelerine hiç de denk değildir. Evet... Hainlerin hayatlarında karşılaşabilecekleri en bü­ yük üzüntü ve ceza, umutlarının boşuna çıkması, hülyalarının yıkılması; bununla beraber zelil olup alçalmaları ve kendilerine çalıştıkları kimselerden hakaret görmeleridir. İşte bunun netice­ sinde de üzüntü ve kederlerinden dolayı ölüp giderler. 9. Ganimet Sevgisi Hezimete Sebep Oluyor... “Biz öyle bir topluluk gördük ki, onlardan her biri ölümü hayattan daha çok sevm ekte ve tevâzûyu büyüklenmeye tercih etmektedir. Onlardan hiçbirinin dünyaya rağbet ve hevesi yok­ tur. Toprak üzerinde otururlar. Emirleri de onlardan herhangi birisi gibidir”104 Müslümanlar, Tarık b. Ziyad’ın komutanlığında Endülüs’ü fethetttiler. Hiç şüphesiz ki bu fetih, sınıflararası farklılıkların zelil kıldığı, vergilerin çokluğunun ve köleleştirme zulümlerinin bünyesini kemirdiği bir toplumun kurtarılışıydı. Will Durant da 104 Bu söz, Mısır’ın fethinden hemen önce Amr b. el-As’ın komutasındaki İslam ordusunu ziyaret eden Mukavkıs’ın elçilerine aittir. 136 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ şöyle demekle buna tanıklık etmektedir: “Endülüs beldeleri arap fetihleri döneminde gördüğü hürriyet, adalet ve istikrarı tüm tarihi boyunca hiçbir zaman görememiştir.” Ömer b. Abdülaziz döneminde, Semh b. Malik el-Haylâni Endülüs’e vali tayin edildiğinde (hicri 100/miladi 730} Müslü­ manların fetihleri Fransa’nın Pyrenees dağlarının ötesinde de­ vam ediyordu. Bu zat imanı sağlam, hareketli biriydi. Fran­ sa’nın içlerine dalarak Tolosa’ya ulaştı. Burada Akitanya (Agutaine) dukası Duc Eudes ile karşı karşıya geldi ve araların­ da şiddetli bir savaş cereyan etti. Bu savaşta Semh, hicri 102. senenin Arefe gününde şehit oldu. Onun şehadetinden sonra dağılan İslam ordusunun kalıntıları ancak Abdurrahman b. Ab­ dullah el-Ğâfikî’nin gösterdiği üstün şecaat ve cesaretiyle geri dönebildi. Bundan sonra kısa bir süre için Abdurrahman Endü­ lüs’e vali oldu. Daha sonra Abdurrahman’m yerine vali tayin edilen Anbese b. Süneym el-Kelbî, Fransa’nın içlerine doğru fetihlere devam ederek Karkason (Carcassonne) şehrini mu­ hasara etti. Şehir ahalisi onun şartlarını kabul ederek Karkason kalesinde bulunan Müslüman esirleri geri vermeyi taahhüd ettiler. İlerlemeye devam eden Anbese, Ron (Rhone) vadisine ulaşarak Otun şehrini aldı. Buradan da Paris’in otuz kilometre güneyinde bulunan Sens şehrine kadar ilerledi. Şayet Allah Sübhânehû, Araplarla Berberiler arasındaki çekişmelerin ve ırk temeline dayalı ihtilafların olmamasını takdir etmiş olsaydı; hiç şüphe yok ki bütün Avrupa fethedilirdi. Anbese, Fransa’daki fetihleri esnasında aldığı yaraların et­ kisiyle hicri 107. senenin (miladi 725) Ş a ’ban ayında vefat etti. Onun yerine geçen Azra b. Abdullah el-Fihrî, Fransa’da savaş ve fetihleri sürdürdü. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 137 İkinci defa Endülüs’ün valiliğine getirilen Abdurrahman elGâfikî,105 gerçekten de Endülüs’ün tanıdığı vali ve askerî ko­ mutanların en muktediri oldu. Abdurrahman el-Gâfikî, Pamplone’de saldırı hazırlıklarını tamamladıktan sonra hicri 114. senenin başlarında yetmiş bin Müslümandan oluşan ordusuyla Pirene dağlarını aşarak Ari ve Bordo şehirlerini fethetti. Böylece Abdurrahman, duka Duc Eudes’e karşı üstün bir zafer elde etti. Bunun üzerine Duc Eudes, aralarında bulunan şiddetli düşmanlık ve husumeti unutarak Şarl Martel’den yardım istedi. Böylece Abdurrahman el-Gâfikî’ye karşı Fransa ve haricinde bulunan Hıristiyan kuvvetler birleşti. Ordular karşı karşıya geldi ve Puvatiye (Bilatü’ş-Şüheda) savaşı gerçekleşti. İşte bu savaş Müslümanların yenilgisiyle neticelendi. Hiç şüphesiz ki yenilgi­ nin sebebi, Müslümanların iman eksikliği veya komuta heyeti­ nin tecrübesizliği değildi. Fakat İslam ordusunun azmini kıran ve hezimetini netice veren daha başka sebepler vardı. Tarihçiler bu yenilginin sebebini, hilâfet merkezi olan Dımeşk (Şam)’den çok fazla uzakta olmalarına ve hilâfet mer­ kezinden herhangi bir askerî veya lojistik destek almamalarına dayandırmaktadırlar. Ancak bizim görüşümüze göre bu, pek de önemli olan bir sebep değildir. Çünkü savaşın başlangıcında düşmanlarına karşı Müslümanlar üstün durumdaydılar. Fakat hemen sonra düşmanlar, Müslümanların zayıf bir noktasını yakalamayı başardılar. Nitekim başka tarihçiler de bu yenilginin sebebinin, o an­ da Araplarla Berberiler arasında varolan çekişmeler olduğunu söylemektedirler. Hiç şüphesiz ki bu etken de, hesaba katılması 105 Ebû Said Abdurrahman b. Abdullah b. Bişr b. Sarim el-öâfikî: Ezdilerin bir kolu olan “Gâfik” kabilesine nisbet edilmektedir. Tabiinden olup de­ ğerli bir adamdır, lbni Büşkûval’ın zikrettiğine göre, Abdullah b. Ömer’den rivayette bulunmuştur. 138 • MÜSLÜMANI ARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ve kesinlikle ihmal edilmemesi gereken bir sebeptir. Fakat ben­ ce hezimetin direkt ve asıl sebebi ganimetlerdir. Evet, Müslümanların kesin hükmü veren savaştan önce uğradıkları şehirlerden toplayıp yanlarında götürdükleri gani­ metler. .. Tüm kaynaklar, İslam ordusunun her türlü mal çeşidinin bulunduğu ganimetlerle yüklü kervanları da peşi sıra götürdü­ ğü hususunda ittifak etmektedirler. Askerler bu ganimetlere çok fazla değer vermiş olmalılar ki, Louwar nehrine kadar beraber­ lerinde götürdüler. Şayet ganimetleri güneyden Endülüs’e göndermiş olsalardı, daha iyi davranmış olurlardı. Fakat onlar ganimetler hususunda çok hırslı davrandılar ve bu hırsları onla­ rın yenilmelerinin en temel sebebi oldu. Çünkü onların bu hırsının farkına varan düşman, bunu lehine kullanmayı da çok iyi başardı. Puvatiye (Bilatü’ş-Şüheda) savaşı, miladi 732. senenin Ekim ayının ortalarında ve hicri 114. senenin Ş a ’ban ayının sonlarında cereyan etmiştir. Kaynaklar, savaşın başlarında Müslümanlann düşmanlarına karşı üstün durumda olduklarını tesbit etmektedir. Fakat daha sonra Frenklerden bir grup, Müs­ lümanların saflarının arka tarafından saldırıya geçtiler. Müslü­ manların ganimetleri de arka tarafta bulunduğu için birçok kimse Frenklerin ganimetleri ele geçirmelerinden korkup, ga­ nimetlerden onları uzaklaştırmak maksadıyla arkaya döndüler. İşte tam bu sırada Müslümanların safları bozuldu ve Frenklerin kendisinden nüfuz ettikleri gedikler genişlemeye başladı. Çok şiddetli çarpışmalar neticesinde safları zaten bozulmuş olan Müslümanların nizamı iyice sarsıldı. Ordusunu tekrar düzene sokmaya, nizamı yerleştirmeye ve askerlerinin ganimetlere olan hırslarını önlemeye çalışan Abdurrahman, bu hususta muvaf­ fak olamadı ve kendisine isabet eden bir ok hayatına son verdi. Tabiatıyla bu da uğursuzluğun (felaketin) habercisi oldu. Frenkler her taraftan Müslümanların üzerine yığıldılar. Onların HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 139 bunca saldırılarına karşı sabredip dayanan Müslümanlar, gece olmasını beklediler. Karanlığın çökmesini fırsat bilip hızlı bir şekilde güneye doğru geri çekildiler. Bu olay miladi 732. sene­ nin yirmi Ekim’inde, hicri 114. senenin Ramazan ayının başla­ rında meydana gelmişti. Sabah olunca Frenkler, Müslümanların çadırlarının bom­ boş ve fakat ganimetlerle dolup taştığını gördüler. Bunun bir hile olduğunu ve Müslümanların kendilerine tuzak kurmuş olabileceklerini düşünerek onları takibe koyulmadılar. Hiç şüphesiz ki Bilatü’ş-Şüheda, bütün dünyanın tarihinde kesin rolü olan bir yenilgiydi. Çünkü eğer bu savaşı Müslüman­ lar kazanmış olsalardı Fransa’ya, batı Avrupa’ya ve daha sonra bütün Avrupa’ya hakim olurlardı. Edward Gibbons’un itiraf ettiği gibi, bugün Oxford Üniversitesi’nde Kur’an-ı Kerim ders­ leri okutuluyor olacaktı. Bilatü’ş-Şüheda savaşının neticesi, büyük ölçüde tarihin gidişatını değiştirmişti. Ancak bu darbe ve hezimet, Müslüman­ ların tekrar Fransa’ya saldırmalarına engel olmamıştı. Zira sa­ dece yenilgi Müslümanları durduracak değildir. Bilakis Müslü­ manlar bundan sonra da defalarca Fransa’ya saldırmış ve za­ ferler kazanarak fetihler elde etmişti. Ancak Bilatü’ş-Şüheda yenilgisinin ehemmiyeti; Arapların/Müslümanların artık Fran­ sa’yı gözden çıkarıp, onu nihai bir şekilde boyun eğmeye zor­ lamak için uğraşmamalarına dayanmaktadır. Şayet Fransa’yı tam bir şekilde İslam hakimiyetine almış olsalardı, hiç şüphesiz Fransa’nın da karanlık Ortaçağı erkenden sona erecek ve İs­ lam’ın genişliğinde bulunduğu süre içinde Endülüs’ün gerçek­ leştirmiş olduğu uygarlık ve ilerlemeyi o da gerçekleştirecekti. Bundan dolayıdır ki; ulaştığı her yerde İslam’ın güzelliğini ve uygarlığını gören bazı batılı yazarların, Bilatü’ş-Şüheda savaşı­ nın neticesini Avrupa’ya isabet eden büyük bir musibet ve Avrupa’yı aydın uygarlıktan ve insani yücelikten mahrum bira- 140 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ kan şiddetli bir darbe olarak değerlendirmeleri pek de garip değildir. 106 Bilatü’ş-Şüheda hezimeti her nesilde anılmaya devam edecektir. Böylece Müslümanlar, İslam’da savaşın sadece Allah rızası için ve ancak O ’nun yolunda yapılması gerektiğini bile­ ceklerdir. “Her kim sadece Allah’ın kelimesi (La ilahe illallah sözü) yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır.” Şurası muhakkaktır ki, Allah yolunda cihâd etmek ile, bü­ tün hazine ve ganimetleriyle birlikte dünya sevgisi asla bir ara­ da bulunmaz. Öyle görülüyor ki Bilatü’ş, Şüheda’da bulunan savaşçılar, Uhud savaşında meydana gelen olaydan hiç ders almamışlardı. Ganimetlere iltifat ettiler ve yenildiler. Onların ganimetlere olan meyillerinden dolayı Frenkler zafer kazandı. Hiç şüphesiz ki bu Müslüman savaşçıların dünya sevgisini ve ölümden tiksinmeyi/onu hoş karşılamamayı içeren bu meyilleri; zaferi elde etmek için yerine getirilmesi gereken İlâhî kanuna muhalifti. Halbuki Müslüman mücahidlerin böyle değersiz şey­ lere göz dikmeleri, hiç de onlara yaraşmamaktadır. Ancak on­ lar İlâhî kanunu yerine getirmekten ve esbaba tevesül etme İden saptılar, neticesi hezimet oldu. Nasıl böyle olmasın ki? İslam’da cihâd sadece Allah rızası için ve İslam mesajını insanlar arasın­ da yayıp tebliğ etmek amacıyla yapılır. İslam’a göre, elde edile­ cek herhangi bir dünyalık için cihâd yapılmaz. Dolayısıyla böy­ le bir savaşın neticesinin, Avrupa’nın yükselişini altı asır veya daha fazla gerileten yok edici bir hezimet olması garipsenmemelidir. 106 Tarihü’l-Endülüs, 2 0 2 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ » 1 4 1 10. Kuvvetlerin Dağılması ve Birliğin Parçalanması "Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşma­ nınız olanları -kendilerine sevgi ile (haber) ulaştırarak ve onlar size gelmiş olan hakkı inkâr etmişken- veliler (dostlar) edinm e­ yin. Onlar Rabbiniz olan Allah’a iman ettiniz diye peygamberi d e sizi d e (yurdunuzdan) çıkamışlardı. Eğer siz yolumda cihâd etm ek ve nzamı aramak için çık­ mış iseniz onlara gizlice (nasıl) sevgi beslersiniz? Ben ise gizle­ diğinizi de, açıkladığınızı da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa şüphesiz yolun tam ortasında sapmış olur. ” (Mümtehine-1) Müslümanlar hicri 92. senede, miladi 711. senede Tarık b. Ziyad ile Mûsâ b. Nusayr’ın yardımlaşması sonucu Endülüs’ü fethettiler. Hicri 95. senede başlayan valiler dönemi, hicri 138. seneye kadar (714-755) sürmüştür. Valiler döneminin temel özellikleri: İstikrar ve güvenli bir ortam, şehirlerin düzenlenme­ si, İslam’ın İspanyollar arasında yayılması gibi müsbet gelişme­ lerdir. Nitekim Müslümanların Pirene dağlarını aşarak Fransızlara karşı cihâd etmeleri de bu dönemde başlamıştır. 107 Doğuda bulunan Emevi Devleti’nin yıkılmasından sonra Kureyş’in şahini olan “Abdurrahman ed-Dâhil”108 Endülüs’e ulaşmayı ve bir “Emevi Emirlik” tesis etmeyi başardı. Böylece Endülüs’te hicri 138. senede başlayan emirlik dönemi, hicri 107 Bu konuda daha geniş bilgi için şu kaynaklara bakınız: a) Dr. Hüseyin Mûnis, Fecrü’l-Endülüs b) Dr. Abdurrahman Ali el-Hacci, Tarihü’l-Endülüs c) Prof. Cevad el-Murabıt, Iber ve Aberat min Dımeşki’l-Endülüs d) Mekkâri, Nefhü’t-Tib 108 Abdurrahman b. Muaviye b. Hişam b. Abdülmelik b. Mervan (hicri 113172/ miladi 731-788) kararlılık, sertlik ve saltanat işlerini düzene koymada Abbasi halifesi el-Mansur’a kıyas edilmektedir. Kurtuba’da vefat edip ken­ di sarayına defnedilmiştir. (el-A’lam, 4/113) 1 4 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 316. seneye kadar (755-929) devam etmiştir. Bu tarihten son­ ra Abdurrahman en-Nasır döneminde başlayan hilâfet devri, hicri 400. (miladi 1009) seneye kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra da “Tevâif-i Mülûk” dönemi başlamıştır. Tevâif-i Mülûk dönemi. . Dağılıp parçalanma dönemi. . Tefrika, ihtiraslar uğruna rekabet, çekişme ve zayi olmakla geçen zorlu seneler dönemi. . Bu dönem Ebû’l Hazm Cevher b. Muhammed b. Cevher’in, merkezi Kurtuba’da olan hilâfeti ilğa ettiğini ilân etmesiyle başlamıştır. Mekkâri, “Nefhu’t-Tîb” isimli eserinde şöyle demektedir: “Emevi Devleti tamamen yeryüzünden kalktı. Mağrib’deki hilâfet de dağıldı. Hilâfetlerin çöküşünden sonra ise “Tevâif-i Mülûk” hükümran oldular. Berberi, Arap ve Mevâli’den olan her bir emir bir bölgeyi ele geçirmiş, böylece Endülüs’ün tü­ münü parselleyip bölüşmüşlerdi. Bu emirlerden her biri, diğe­ rine galip gelmek için didinip durmaktaydı. Sonunda Endü­ lüs’ü etraflarına korku salan, zulümleriyle şöhret olan bir takım haşmetli sultanlar kontrolleri altına aldılar. Bunlar da, ken­ dilerine karışmasın ve saltanatlarını ellerinden almasın diye zorba İspanya kralına cizye/vergi vermekteydiler. “Mu’cemü’l-Ensâb ve’l Üserât el-Hâkime fi’t-Tarihi’l-İslamî” isimli kitabın sahibi, Endülüs’te birbirleriyle rekabet eden yirmi yedi grup (Emirlik veya Devletçik) saymıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kurtuba’da Cevheriler, Malağa’da Hammudiler, Karmone’de Bezâliler, Tuleytula’da Zû’n-Nûniler, İşbiliye’de Abadiler, Gırnata’da Zîriler, Batalyus’ta Eftasiler, el-Meriyye’de Şumadihler, Sarakusta ve Lareda’da Tucibiler ve Hudlar ve Valansiya’da Amiriler. Bu devletçikler, kargaşa ortamının oluşmasına ve bütün gayretlerin zayi olup gitmesine sebep olmaktaydılar. Birbirleri­ nin sonunu getirmek için fırsatlar kollamaktaydılar. Bu devlet­ çiklerden herhangi birinin kralı, Müslüman kardeşi olan diğer HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 143 bir kralın denetiminde olan bölgeyi daraltarak kendi bölgesini genişletmeye çalışmaktaydı. Halbuki Hıristiyan İspanya, bütün bu devletçiklerin sonu­ nu getirebilmek için fırsatlar kollamaktaydı. Hatta kendisiyle dostluk kuran ve antlaşma yapanların bile sonunu getirmek için tuzaklar kuruyordu. Kastil ve Aragon krallıkları, Kastil kralı VI. Alfons ile Aragon kralı II. Sashew’in önderliğinde birleşerek Ispanya’nın kuvvetlerini bir araya getirdiler. Hıristiyan Ispan­ ya’nın lideri olan VI. Alfons Tuleytula’ya saldırıp, hicri 478. senede orayı işgal ettiğinde; diğer bölgelerin krallıkları durup seyretmekle yetindiler ve Tuleytula’ya yardım etmek için kılla­ rını bile kıpırdatmadılar. Sanki hiç onları ilgilendirmeyen bir mesele imiş gibi davrandılar. Hatta onlardan bazıları Alfons’a yardım etmek istedi ve ona boyun eğdiğini ilân etti. Kendisini imparator veya iki milletin (İslam ve Hıristiyan milletleri) impa­ ratoru diye isimlendiren VI. Alfons ile antlaşma yapan Mu’temed b. Abbad gibi... Tuleytula düştükten sonra Endülüs’te, gayretleri birleştirme ve güçleri bir araya getirme daveti yayıldı. Bu daveti Kadı Ebû’l- Velid el-Bâci yürütmekteydi. Fakat davet başarısızlıkla sonuçlandı. Tevâif-i Mülûk, Tuleytula’nın gözleri önünde düşüşünü sadece seyretmişlerdi. Tuleytula’nın etrafında bulunan birçok kale ve şehir de aynı zamanda düşmüşlerdi. Bu olay bütün İslam âlemini sarsmış ve acı ile dolu bir hüzne boğmuştu. Hal­ buki Tevâif-i Mülûk, kendilerini ilgilendirmeyen ve onları da hedef almayan bir meseleymiş gibi durumu sadece izlemekle kalmışlardı. Böyle olunca da hem Endülüs’teki ve hem de İs­ lam âlemindeki Müslümanlar bu olaydan Tevâif-i Mülûk’u sorumlu tuttular. Zira onlar bölünmüşlüklerinin ve güçlerinin dağınıklığının neticesini gözleriyle görmüş, fakat ders alma­ mışlardı. 1 4 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ İşte VI. Alfons, kendisiyle antlaşmak olan el-Mu’temed b. Abbad’dan bazı kaleleri teslim etmesini ve senelik vergiyi he­ men ödemesini istemektedir. Bu istekleri el-Mu’temed’e ulaştı­ ran kişi de bir Yahudi olup, Mu’temed’in karşısında çok kabaca konuşmuştu. Bunun üzerine el-Mu’temed onun öldürülmesini emretti. Tabiatıyla bu durum, VI. Alfons’a savaş açtığını bildir­ me anlamına gelmekteydi. Zaten Alfons da kuvvetlerini topla­ maya başlamıştı bile... Peki bu bölünmüşlük ve telef olma halini kim düzeltebilir­ di? Hiç şüphesiz ki bu kötü durumu düzeltebilecek en uygun adam, Murabıtların emiri olan Yusuf b. Taşfin idi. Çünkü Yu­ suf, atılganlık ve sadece Allah yolunda cihâd etme manalarını içeren Müslüman bir emirdi. Sanki Allah Teâlâ bu ümmeti, doğusundaki ve batısındaki haçlı saldırılarından iki Yusuf’un eliyle kurtarmak istiyordu. Doğuda Yusuf Selahaddin Eyyubi, batıda ise Yusuf b. Taşfin...109 Endülüs’ten, Murabıtların başkenti olan Merakeş’e aynı anda gelen resmi ve sivil heyetler; İbni Taşfin’i cihâda teşvik etmekteydiler. Bunun üzerine Yusuf b. Taşfin, kavmi olan Murabıtlarla birlikte Allah yolunda cihâd etmek üzere harekete geçtiler. Zira artık zaman cihâd zamanı ve Endülüs’teki Müslümanlara yardım etmek gerekiyordu. Ordusunun başında Cebelitârık boğazını geçen Yusuf b. Taşfin, Kastil şövalyesi ve kralı Cambiyadur, Navar ve Aragon krallarının ordularından müteşekkil Hıristiyan ordularıyla karşı­ laştı. Biz burada ansızın saldırma unsurunu içeren ve İbni Taşfin’in askerî dehasını gösteren üstün askerî planı açıklama­ ya çalışacak değiliz. Ancak şunu hemen i. rde edelim ki, 12 Receb 479/23 Ekim 1086 Cuma gününde cereyan eden Zellâka savaşında Yusuf b. Taşfin büyük bir zafer elde etmişti. 109 Yusuf b. Taşfin: Hicri 453. seneden 500. seneye kadar Emiri” olarak yönetimde kalmıştır. “Murabıtların HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 145 Bu savaşta öldürülen Hıristiyanların sayısı yirmi bini aşmak­ taydı. Tarih kitaplarının anlattığına göre, savaştan hemen önce Yusuf b. Taşfin ile VI. Alfons arasında mektuplaşma gerçek­ leşmiş ve Yusuf ona Müslüman olma, cizye verme veya savaş­ ma seçeneklerini sunmuştur. VI. Alfons ise alay ederek ve teh­ ditler savurarak ona cevap vermiş ise de İbni Taşfin şöyle karşı­ lık vermiştir: “Cevabım işiteceğin değil, göreceğin şekilde ola­ caktır.” VI. Alfons sakerlerinin hezimet ve kaçışlannı izledi ve “Allahû Ekber”nidasını semavi bir fısıltı şeklinde duydu. Bu nidâ, mü’min kalplerden ve yeryüzünde Allah’ın kelimesini hâkim kılmak için gelmiş mücâhid ağızlardan çıktığı için Allah onlarla beraber olmuş ve Zellâka savaşında onlara yardım etmişti. Bu zafer, Müslümanlann Endülüs’teki hâkimiyetlerini dört asır daha uzatmıştır. İbni Taşfin tekrar Mağrib’e dönünce, Tevâif-i Mülûk eski ihtilaflanna geri döndüler. Böylece Hıristiyan kuvvetleri tekrar Mürsiye, Valancia ve diğer Müslüman şehirlere baskınlar dü­ zenlemeye başladılar. Mu’temed b. Abbad, aceleyle onların bu zulümlerini İbni Taşfin’e şikâyet eder ve Yusuf b. Taşfin ikinci defa Endülüs’e geçer; Hıristiyanlan püskürtüp tekrar Mağrib’e döner. Tevâif-i Mülûk’un eğlence ile dolu hayatlarını ve düşmanın tehlikesinden gafil olup birbirleriyle çekişmelerini hoş karşıla­ mayan fâkihler, Yusuf b. Taşfın’den tekrar Endülüs’e gelmesini talep ettiler. Bunu öğrenen Tevâif-i Mülûk, kendi saltanatla­ rının son bulmasından korkuya kapıldılar. Hatta Abdullah b. Belkîn, VI. Alfons ile antlaşma yaparak Murabıtların emiri Yu­ suf b. Taşfin’e karşı ondan yardım istedi. Peki Yusuf ne yaptı? Tevâif-i Mülûk’un açık bir şekilde ihanet ettiklerini ve İspanyalı Hıristiyanların maslahatına birbirleriyle çekiştiklerini görünce, hicri 484/miladi 1091’de bütün Endülüs’ü direkt olarak otorite 146 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ve yönetimine aldığını ilân etti. Böylece İbni Taşfin, Endü­ lüs’ün kurtarılması mümkün olan bütün bölgelerini kurtarmış oldu. Tevâif-i Mülûk (küçük beylik ve emirlikler) dönemi artık sona ermişti. Sadece Endülüs’ün yukarı sınırlarında Beni Hûd Emirliği kalmıştı ki, bu da kendilerinin istekleri ve İbni Taşfin’in de onayıyla olmuştu. ♦ ♦ ♦ Daha sonra Mağrib (kuzey Afrika)’da hicri 541/miladi 1147’de Muvahhidler Devleti kuruldu. Bu durumu gözetleme­ ye başlayan Hıristiyanlar, Muvahhidler’in emiri Ya’kub elMansur’un hastalanmasını fırsat bilerek ondan köleler, binekler ve gemiler istediler. Bütün bunları cizye (haraç) olarak istiyor­ lardı. Bunun üzerine Y a’kub el-Mansur110 ordusunu hazırlayıp onların üzerine yürüdü. Kurtuba ile Rabah Kalesi arasında bulunan el-Arak Kalesi’nin yakınında gerçekleşen savaş, Ş a ’ban 591/miladi 1195’de Hıristiyanlara karşı Müslümanların üstün zaferiyle sonuçlanmıştı. Kaçışan Hıristiyanlardan bazıları el-Arak Kalesi’ne sığınmışlarsa da hemen peşlerinden Müslümanlar da kaleye girmiş ve zaptetmişlerdir. Gerçek şu ki el-Arak savaşı, ehemmiyeti ve olumlu netice­ leri bakımından Zellâka savaşının bir benzeriydi. Fakat bu sa­ vaş, Endülüs’te Müslümanların büyük bir zafer kazandığı ve çok güzel olumlu neticeleri olan son büyük savaş olacaktı. el-Arak savaşında maruz kaldığı yenilgi perişanlığını bir türlü unutmayan VIII. Alfons, Müslümanların topraklarına sal­ dırılar düzenlemeye başlamıştı bile. Bunun üzerine Muvahhidlerin emiri Muhammed en-Nasır, bütün Avrupa Devletlerinden yardım isteyen ve Avrupa Kıtasının değişik bölgelerinden ken- 110 Y a’kub el-Mansur’un emirliği: Hicri 5 8 0 ’den 5 9 5 ’e kadar sürmüştür. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 147 dilerine büyük yardımlar gelen Hıristiyanlara karşı savaşmak için hicri 607. senede büyük bir ordu hazırladı. Hıristiyanlar el-Arak Kalesi’ni geri aldılar. Muvahhidlerin emirinin veziri olan İbni Câmi’nin, Muvahhidler ordusuyla Endülüslü kuvvetler arasına ihtilaf sokması işi daha da kötüleş­ tirdi. Çünkü bundan dolayı Endülüslüler Muvahhidlere kin besliyor ve onlardan nefret ediyorlardı. Nihai karşılaşma el-İkâb Kalesi’nin yakınında gerçekleşmiş­ ti. Savaş başlayınca Endülüslüler savaşı terkettiler. Bu zor ve sıkıntılı anlarda geri çekilmişlerdi. Durumu farkeden Hıristiyanlar onları takibe koyuldular. Kimini öldürüyor, kimini esir alıyor ve ganimetler topluyorlardı. Kendi kuvvetlerinin başında bulu­ nan Muhammed en-Nasır biraz daha dayanmıştı, fakat dahili saf bölündükten sonra zaferi gerçekleştirmek imkânsızdı. Netice olarak 15 Safer 609/16 Temmuz 1212’de Müslümanları çepe­ çevre kuşatan hezimet, Müslüman kuvvetlerin üçte birinin imha edilmesiyle sonuçlanmıştı. Endülüs’ün kaybedilme111 sebeplerinden biri olan bu acı hezimeti birkaç sebebe bağlamak mümkündür. Bu sebeplerin en önemlileri ise şunlardır: 1- Muvahhidlerin emiri Muhammed en-Nasır’ın şahsiye­ tinin, veziri İbni Câmi’nin karşısında zayıf kalmasıydı. Nitekim İbni Câmi, onunla Endülüslü kuvvetler arasına ihtilaf sokmayı başarmıştı. Halbuki Endülüslüler, savaşta önemsenmesi ve değer verilmesi gereken bir kuvveti oluşturmaktaydılar. 2- Endülüslü kuvvetlerin İbni Câmi’nin tavrından dolayı geri çekilmeleri. Onların kaçmaları, diğer askerlerin de savaştan çekilmelerine sebep olmuştu. 3 - İslam ordusunun sekiz ay boyunca, tabiatın en zor şart­ larına maruz kalması ve erzak yetersizliği. 111 el-Mağrib Abre’t -Tarih, 1/294 1 4 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 4 - Savaştan önce birbirleriyle ihtilaf halinde olan ve hatta birbirleriyle savaşan Hıristiyanların savaş esnasında birbiri ile kenetlenmeleri. Papa 11. Selistan aracılık edip, ihtilaf halinde olan İspanyalı emirleri biraraya getirmişti. Onlar da hemen düşmanlıklarını unutup birbirlerine kenetlenmişlerdi. Çünkü Hıristiyanlar kesin olarak inanıyorlardı ki, kendileri Avrupa’nın değişik bölgelerinden başka bir dine karşı dinlerine yardım etmek için gelmişlerdi. 5 - Endülüslü kuvvetlerin çekilmesinden sonra Arap ve Berberilerin de sebat etmemeleri, komuta heyetinin zayıflığını ve iyi bir disiplinin olmadığını göstermektedir. Hezimete uğrayıp kaçanları takip edip kovalayan Hıristi­ yan ordularını, İşbiliye yakınlannda Ebû Zekeriyya b. Ebû Hafs geri püskürtmüştür. Hiç şüphesiz ki el-İkâb savaşında yaşanan hezimetin, Mağrib’teki Muvahhidler üzerinde de büyük bir mâ­ nevi etkisi olmuş ve hicri 668/miladi 1262’de devletlerinin yı­ kılmasına sebep olmuştur. ♦ ♦ ♦ Endülüs’te Muvahhidlerin saltanatı zayıflayınca, bir çok İs­ lâmî merkez İspanyolların eline geçti. Bu sıralarda Muhammed b. Yusuf b. Hûd, Saragossa’da kontrolü eline geçirmiş ve İspanyollara karşı harekete geçmişti. Fakat İbni Hûd sabır ve teenniyle hareket edemiyor, fırsatlan kollamıyordu. Bundan dolayı da İspanyollarla giriştiği bir çok savaşta yenildi. ♦ ♦ ♦ İbni’l-Ahmer diye bilinen Muhammed b. Yusuf b. Nasr da Gırnata’da bir devlet te’sis etmişti. Bu devlet, dahili ve harici zorluklara rağmen iki buçuk asırdan daha fazla hayatta kalmayı başarmıştı. Bu devletin böyle uzun bir süre hayatta kalabilme­ sinin sebebi, Endülüs’ün güney köşesinde bulunmasıydı. Zira HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 149 bu durumda Afrika tarafında bulunan Müslüman kadeşleri, Beni Ahmer’e rahat bir şekilde yardım edebiliyorlardı. Müslümanlar Beni Ahmer’e; haçlı düşmanın karşısında duran, hiçbir dünyevi ganimet beklemeden sadece Allah yolunda cihâd eden ve mücâhidlere yardım etmek isteyen bir devlet olarak bakıyor ve bundan dolayı da yardımına koşuyorlardı. Afrika’dan gelen yardımların öneminin farkına varan İspanyollar hicri 767/miladi 1462’de Cebelitarık boğazını işgal ettiler. Böylece Mağrib’ten Endülüs’e gelen destek kuvvetleri engellemiş olacaklardı. Şartlar giderek Endülüs Müslümanları­ nın aleyhine gelişmekteydi. Hicri 869/miladi 1464’de elMüreyni Devleti düşmüş, onun yerine daha yeni ve tecrübesiz olan Beni Vettâs Devleti kurulmuştu. Haliyle bu devlet, Gırnata Müslümanlarına ve Endülüs Cihâdına yeterli desteği vereme­ yecekti. Aynı şekilde bu sıralarda Osmanlı Müslümanları, hicri 857/miladi 1453’te Muhammed el-Fatih ( Fatih Sultan Meh­ met) komutanlığında İstanbul’u fethetmişlerdi. İstanbul’un Müslümanların eline geçmesi bütün dünyada ve özellikle Hıris­ tiyan Avrupa’da müthiş bir yankı uyandırmıştı. Tabii olarak bu, İspanyolların Eedülüs’e saldırılarını arttırmalarına sebep olmuş­ tu. Bu amaçla 883/1479’da Kastil ve Aragon krallıkları, Aragon kralı Katolik Ferdinand ile Kastil kraliçesi Katolik İzabella lider­ liğinde birleşti. Gırnata’ya yapılan şiddetli saldırılar sonucu 21 Muharrem 897/25 Kasım 1 4 9 1 ’de Gırnata da düştü. Endülüs’te İslam güneşi batmıştı. Nasıl batmasın ki? Düş­ man kuvvetler bile aralarındaki ihtilafları unutup birleşirken, Müslümanlar daha çok bölünüp parçalanıyor ve şahsi menfaat­ lerini ön planda tutuyorlardı. Endülüs’ü, birbirlerini yalnız bıra­ kan ve hatta birbirleriyle boğuşan emirliklere ve küçük beylikle­ re bölmüşlerdi. Bu emirliklerden kimisi, diğer birine karşı kap­ samlı bir savaş ilân etmişti. Hatta biz onların, kendi dindaşları- 1 5 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ na ve soydaşlarına karşı düşmanlarından yardım istediklerini dahi gördük! Ferdinand ve eşi İzabella, Endülüs’teki İslam Devleti’ni tamamen yoketmek kararında olduklarını ilân ettiklerinde; Papa, Müslümanlara karşı yürütülen bu savaşın mukaddes bir savaş olduğunu Roma’dan İlân ettiğinde; sadece Endülüs’ten değil, bilakis bütün kuzey Afrika’dan Müslümanları kovmak için Papa tarafından bütün Hıristiyanlara bir vergi konulduğunda... Evet bütün bunların gerçekleştiği bir dönemde Müslümanlar rahat hayata meyletmiş, yönetim işini ehil olmayanlara teslim etmiş ve cihâd etmekten tiksinir olmuşlardı. Hatta Sultan Ebû’lHasan Ali b. Yusuf zevk’u sefaya kendini kaptırmış, raksetmek, semah, Endülüs besteleri ve yarı giyinik çıplak ve kişinin aklını başından alan dansözlerden başka bir şey bilmez olmuştu. Bundan dolayı da ez-Zağal (atılgan ve zeki kahraman) lakabıy­ la anılan kardeşi Muhammed ona başkaldırmış ve kendini Ma­ lağa kralı olarak ilân etmişti. Böylece Gırnata Hükümeti iki parçaya bölündü. Düşman ise bütün bu olanlardan hoşnut olu­ yor ve kalbi sevince garkoluyordu. Sultan Ebû’l-Hasan’ın veliahtmın kim olacağı hususunda da boğuşmalar başlayınca, işler iyice çıkmaza girdi. Ebû’lHasan, Süreyya adında İspanyol bir cariye edinmiş ve bu cariyeden birkaç çocuğu olmuştu. Aynı zamanda Ebû’l-Hasan’ın, hür bir kadın olan amcasının kızı Aişe’den de iki çocuğu vardı. İspanyol cariyeden olan çocuklarının en büyüğü Yahya idi. Annesi, Yahya’nın veliaht olmasını istiyor ve bunun mücadele­ sini veriyordu. Böylece zaten şiddetli bir tehlikeyle karşı karşıya bulunan Gırnata şehri ikiye bölünmüş ve her bir kısmı bir ço­ cuğu desteklemişti. Sonunda Gırnatalılar ayaklanıp Ebû’l-Hasan’ı azlettiler ve onun yerine Ebû Abdullah es-Sağir diye bilinen oğlu Ebû Ab­ dullah Muhanımed’e biat ettiler. Kendi oğlundan kaçıp sakla­ nan kral, oğlunun itaatini bozan (bir asi) olduğunu ve kendisi- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 151 nin daha da meşrû Sultan olduğunu ilân etti. Çok geçmeden etrafına bir ordu toplayıp kendisini Gırnata şehrinin bir kısmına kral ilân etti. Şehrin diğer kısmı ise onun oğiu Ebû Abdullah esSağir’in taraftarı olmaya devam etti. İşte İspanyol birliğine ve hatta bütün haçlı Avrupası birliği­ ne karşı birliğine karşı; yıkılıp yokolma tehlikesine karşı birbiri ile boğuşan üç kral duracaktı! Bunlar el-Melik Ebû’l-Hasan, kardeşi el-Melik ez-Zağal ve oğlu Ebû Abdullah es-Sağir. Bu çirkin ahmaklık ve ayrılık öyle bir dereceye varmıştı ki; Hıristiyanlarla giriştiği savaşlardan birinde Ebû Abdullah ezZağal Hıristiyanlara şiddetli bir darbe indirip onların sırtını kı­ rınca, uğursuz kral Ebû Abdullah es-Sağir İspanyol kralına bir mektup yazıyor ve amcasının yaptığından dolayı ondan özür diliyordu. İşte bu zor şartlarda bütün Avrupa Hıristiyanları, Endülüs Müslümanlarına karşı saldırıya geçtiler. Ferdinand ile İzabella on bin süvari, kırk bin piyade ve altı bini de öncü kuvvetten oluşan toplam elli altı bin kişilik bir orduyla saldırıya geçtiler. İspanyollara yardım etmek amacıyla gelen gönüllü Fransız­ ların başında komutan Kasiton Alyûni bulunmaktaydı. İngiliz gönüllülerini ise Lord Secalis komuta ediyordu. Alman gönüllü­ ler de top atışlarıyla meşgul oluyor ve isabetli atışlar yapıyor­ lardı. İşte bu durumda Ebû Abdullah’ın alçaklık ve rezilliği o de­ receye varmıştı ki, Malağa şehri düşüp büyük camisi kiliseye çevrildiğinde bundan dolayı da Ferdinand’ı tebrik mesajı gön­ dermişti. Bunun da tek bir sebebi vardı: Ebû Abdullah ezZağal’a rakip olması ve Malağa şehrinin amcası ez-Zağal’ın merkezi olması!! Çünkü o, ez-Zağal’a karşı kendisini Ferdinand’ın müttefiki kabul ediyordu!! Fakat çok geçmeden Ferdinand ve diğer müttefikleri, Ebû Abdullah es-Sağir’e kalkanın sırtını çevirerek gerçek yüzlerini gösterdiler. Ona savaş açtılar ve saltanat merkezi olan el- 152 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Hamrâ sarayının anahtarlarını teslim etmesini istediler. O ise zamanı geçtikten sonra mukavemet etmeye kalkıştı; ancak altmış yedi maddelik bir antlaşma yapmak zorunda kaldı. Düşman el-Hamrâ’yı işgal etmiş ve bütün Gırnata’ya musallat olmuştu. Gırnata’yı terkedip gitmesi için Ebû Abdullah esSağir’e baskı yapmaktaydılar. Bu baskılar üzerine Anders kö­ yüne göçmüştür. Daha sonra Ferdinand kendisini kovmuş, o da gemiyle kuzey Afrika’ya geçerek Fas’a yerleşmiştir. Son günlerini burada sıkıntı ve keder içinde, ihanet, ayrılık ve bö­ lünme ateşiyle yanarak geçirmiş ve burada ölmüştür. Sanki o ve Beni Ahmer Devleti’nin diğer kralları Allah Teâlâ’nm şu sözünü hiç duymamışlardı: “Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, gücü­ nüz (kesilip, devletiniz yıkılıp) gider.’’112 Böylece İslam Devleti 780 sene kaldıktan sonra Endü­ lüs’ten tamamen kalkmıştır. İslam Devleti, Rodrik’in Vadi’i Lekke savaşında (Temmuz 711) Târik b. Ziyad’ın ordusuna yenilmesinden, Ebû Abdullah es-Sağir’in Gırnata’yı teslimine (897/1491) kadar Endülüs’teki varlığını devam ettirmiştir. Endülüs’teki İslâmî yönetim üzerine perde sarkıtılmış, İs­ lâmî Devlet ortadan kaldırılmıştı. Teftiş Mahkemeleriyle karşı karşıya gelen Müslüman toplumun imtihanı daha yeni başlı­ yordu. Kindar ve haçlı ruhuyla hareket eden bu mahkemeler, İspanya’daki Müslümanları Hıristiyan olmaya zorluyordu. Ku­ zey Afrika tarafına hicret etmeye çalışan Müslümanları ise, arkadan yetişen Teftiş Mahkemeleri imha edebileceği kadarını imha ediyordu.”Arap Medeniyeti” isimli kitabında Lowbon şöyle demektedir: “Rahib Belida, Afrika’ya gitmekte olan yüz kırk bin kişilik bir Müslüman muhacir kafilesin 'en yüz bin mu­ haciri öldürdüğü için rahatlayıp sevince boğulduğunu açıkla­ mıştı.”113 112 Enfâl-46 113 Roum Londovv’un “İslam ve Araplar” isimli kitabında şöyle denilmektedir: HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 153 Hiç şüphesiz ki Endülüs anısı, ümmetimiz için ibret vesika­ sı olarak kalacaktır. Bu anı vasıtasıyla biz çekişmenin, parça­ lanmanın, ahlâkî çözülmenin, tefrikanın, müzik bestelerinin, raksın ve semahın neticelerini müşahade ediyoruz. Yarım asır içinde Müslümanlar dünyanın yarısını fethetti-^ ler. Çünkü sözbirliğine, birbirine kenetlenmiş tek safa, açık ve net bir hedefe ve sağlam bir akideye sahiptiler. Ne zaman ki bölünüp parçalandılar ve hatta kardeşlerine karşı düşmanların­ dan yardım istediler; İşte o zaman Allah onlann izzetlerini zille­ te, zenginliklerini fakirliğe, güçlü ve kuvvetli hallerini zayıflığa ve güvenli durumlarını dağılıp göçmen olmaya çevirdi. Stanley Lane Poole ‘Ispanya’da Arap Kıssası” isimli kita­ bında şöyle demektedir: “Aledon Jiveen “kimseyi sağ bırak­ mayın, kimseye acımayın” sloganıyla Araplara (Müslümanlara) saldırmaktaydı. Onun gözü önünde ve emriyle kadınlar ve çocuklar kesiliyordu.” Artık Endülüs’ün düşüş sebebini dost-düşman herkes bil­ mektedir. Müsteşrik Koondy şöyle demektedir: “Araplar (Müs­ lümanlar) getirdikleri faziletleri unutunca alçaldılar ve basit şeylere, oyun eğlenceye ve şehevi arzulara meyleden bir kalbin sahibi oluverdiler.” Muhakkaktır ki bu sıfatlara sahip olan bir toplumun her­ hangi bir savaşta dayanabilecek ve sebat edebilecek fertleri bulunmaz. ♦ ♦ ♦ “Zorla Hıristiyanlaştırma programının sloganı: “Y a vaftiz, ya sürgün” şek­ lindeydi. Tarihçiler, Gırnata’nın düşmesinden on yedinci asrın başlarına kadar öldürülen veya sürgün edilen müslümanlarin üç buçuk milyon civa­ rında olduğunu belirtmektedirler. ” (sahife,170) 1 5 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Bir defasında bana Endülüs’ün kaybedilme sebebi sorul­ du. Şöyle cevap verdim: Biz Endülüs’e Tarif b. Mâlik’in şecaat ve fadekârlığı, Târik b. Ziyad’ın azmi ve kararlılığı, Mûsâ b. Nusayr’ın imanı, Abdurrahman el-Gâfikî’nin umut ve arzusu, Semh b. Mâlik’in kah­ ramanlığı ve Yusuf b. Taşfın’in sağlam akidesi, yardımı ve İs­ lâmî tecdidiyle girdik. Allah ile (onun diniyle) olan beraberliğimizi koruduğumuz müddet içinde Endülüs’te kaldık. Fakat Allah’ın yolunu kaybet­ tiğimizde Endülüs’ü de kaybettik. Biz, Abdurrahman ed-Dâhil’in himmetiyle Endülüs’te kal­ mıştık. Nitekim o denizden kara parçasına iner inmez, içmesi için kendisine içki takdim edilir. Abdurrahman bunu reddeder ve şöyle der: “Ben aklımı arttıracak bir şeye muhtacım, eksilte­ cek bir şeye değil.” Böylece insanlar onun kadrini ve şahsiyeti­ nin yüceliğini anlarlar. Daha sonra ona güzel bir câriye hediye edilince, câriyeyi süzer ve şöyle der: “Şüphesiz ki bu câriye, gözü ve kalbi dolduran bir güzelliğe sahiptir. Eğer ben görevim ve arzuladığım şeyler ile meşgul olur, bunu ihmâl edersem bu câriyeye zulmetmiş olurum; yok eğer bununla eğlenir de göre­ vimden geri kalırsam, o zaman da görevime zulmetmiş olurum. Dolayısıyla benim şimdilik ona ihtiyacım yok.” Bunun üzerine insanlar: “Şüphesiz emir, büyük bir himmet sahibidir” dediler. Zaman geçtikçe Endülüs’teki Müslümanlar da rahatlığa ve nimetlerle dolu olan bir hayata meyletmeye başladılar. Öyle ki kendilerine tuzak kuran ve onları yoketmek için saflarını birleş­ tiren düşmanlarını dahi unutmuşlardı. Düşmanlan sürekli ola­ rak askerî hazırlıklar yapıp (siyasi) birlikler kurarken; onlar hala müzik, semah, içki ve refah sarhoşluğuyla eğleniyorlardı. Biz Endülüs’e girdik, çünkü Târik boğazı geçtiğinde marşı “Allahû Ekber” idi. Bu öyle tatlı, doğru ve yüce bir marştı ki, zaman onu duyup terennüm etmişti... Bundan dolayı da Allah ve Rasûlü, Târık’la beraberdi. Endülüs topraklarına geçmek HEZİMETE U Ğ R A M A N IN SEBEPLERİ • 155 için boğazda yol alırken Tarık’ı bir uyuklama tutmuş ve az bir müddet uyumuştu. Rüyasında peygamber (s.a.v.)’i, etrafında kılıçlarını kuşanmış ve yaylarını omuzlarına almış bir vaziyette ensar ve muhacir ile birlikte görür ve peygamber (s.a.v.) kendi­ sine şöyle ferman eder: “Ey Târik! Hedefine doğru ilerle.” Bir de görür ki, peygamber (s.a.v.) ve ashabı kendisinin önünde Endülüs’e girerler.114 Biz Endülüs’ten çıktık. Çünkü hiç ağzımızdan düşürmedi­ ğ im iz marşımız şöyle olmuştu: “UcTa üfleyip çal, kadehi uzatıp dur; Şeffaflaşan şarap, panldayan güldür.” Gerçekten üzücü ve kalbi kanatan bir mesele de şudur ki: Bizler Endülüs medeniyetinin sadece kabuklarını ve kaybedil­ me sebepleri olan şeyleri yadetmekte ve almaktayız. Asıl uygar­ lığına, ilimlerine ve parlayıp ilerlemesine sebep olan şeylere gelince; biz bunları ardımıza atmış, bunlardan yüz çevirmişiz. Bizler, dirilttiğimiz ve hayatımıza aldığımız Endülüs besteleriyle, raksıyla ve semahıyla yetinmişiz... İşte tekrarlanan bu sebepten dolayı, hezimet ve kaybetme de tekrarlanmıştır. İşte Endülüs’ün birkaç devlete bölünmesi, bizim Filistin karşısındaki durumumuzda da tekrarlanmış ve Filistin kaybe­ dilmiştir. Bizler, 1948 savaşma yedi devlet olarak girdik ve tabii olarak yenildik. Niye? Çünkü biz yedi devlettik! Eğer tek bir devlet olmuş olsaydık, şüphesiz neticeler de gerçekleşenden çok farklı olurdu. Hiç şüphesiz ki Filistin musibetinde ortaya çıkan bozuk si­ lahlar rezaleti, dindaş ve Arap vatandaşına karşı düşmanla 1]4 Nefhü’t-Tîb, 1/216 156 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ işbirliği yapmanın neticesiydi. Ne kadar gariptir ki, aynı manza­ ra tekrarlanıyordu... 1967 felâketi de Endülüs manzarasının devam etmesinden başka bir şey değildi. Zira bazen düşmanın gücü hafife alınıp önemsenmemiş ve dolayısıyla hiçbir tedbir alınmamıştı. Bazen de düşmanın gücü büyütülüp yaygara koparılmış ve korkulu bir ortam oluşturulmuştu; 1973 senesinde meydana gelen savaşta Arapların dayan­ ması iki sebebe dayanmaktaydı: 1- Savaş esnasında ortaya çıkan imânî ruh... 2- Bu imânî ruhtan doğan ve savaş boyunca maddi ve mânevî olarak devam eden safın birliği ve omuz omuza vere­ rek dayanışma içerisinde bulunmak. İşte Süveyş kanalını geçme planı “Bedir” ismini taşıyordu. Hem Suriye ve hem de Mısır cephelerinde gerçekleşen savaş, “Ramazan Savaşı” veya “Ekim Ayı Bedir Gazvesi” diye isim­ lendirilmişti. Bu durum Avrupa ve uluslararası medyanın da dikkatini çekmişti. Arap komutanların sözlerinde iman ruhu ortaya çıkmış ve savaşan askerlerine bu ruhla hitap etmişlerdir. Askerlerine, kelimesi kelimesine aşağıya aldığımız şu cümlelerle hitap et­ mekteydiler: “Ey Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin torunları! Ey halid, Ebû Ubeyde, Amr, S a ’d ve Selahaddin’in torunları! Ümmetimizin vicdanı ve şehitlerimizin ruhu Yermuk, Kadisiye, Hıttin ve Ayn Câlut manalarını temsil etmemiz için bize seslen­ mektedir. Aliyy (Yüce) ve Kâdir (her şeye gücü y ten) olan Zâtın ira­ desi, sizin bu cihâdınızın öyle bir ayda olmasını takdir buyurdu ki; bu ay faziletli, cihâd ayı, Bedir Savaşı ayı, (Mekke’nin) fethi ayı ve zafer ayı olan Ramazan ayıdır. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 157 Şüphesiz ki bizim ecdadımız imanla, fedakârlıkla ve Al­ lah’ın dinini ve hakk olan İslam risaletini korumak için şehit olmak üzere yarışmakla zafer kazandılar. Siz de bugün göstere­ ceğiniz kahramanlık ve şecaatinizle bu ruhtan ilham alıyor, bu ruhu tekrar diriltiyor ve bunula şerefli ümmetimizin an’anelerini diriltiyorsunuz. Allah’ın bereketiyle yola koyulun. “Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yen ecek yokjur »115 116 117 Allah’tan umudumuz şudur ki; Endülüs olaylarından alına­ cak ibret ve dersleri birliğimizin, saflarımızı kaynaştırmamızın ve dağınıklığımızı gidermemizin sebebi ve başlangıç noktası yap­ sın. Tarih en hayırlı ve sâdık bir şahittir ki, biz ilerlediğimiz za­ man İslam vasıtasıyla ilerledik. Onun nurunun parlaklığıyla, tarihe şeref ve üstünlüğümüzü yazdık. Onunla yüceldik ve onunla zaferler kazandık. İşte görüyoruz ki, bizler İslam’dan ne kadar uzaklaşüysak zafer ve şereften de o kadar uzaklaşmışızdır. Zaferlerin yerini hezimetler almıştır. İslam’a sarılmamız ölçüsünde de zafer ve şeref bizimle birlikte olmuştur. İslam’ı gönüllerimize nakşettiği­ mizde izzet, şeref ve liderliğimiz de daha kuvvetli olmuştur. İşte1567 115 Âl-i îm ran -160 116 Devlet Başkanının 6 Ekim 1973 tarihli konuşmasından. 117 Burada şunu ifade edelim ki, İslam’ı hayat tarzı olarak benimseyen laik ve dinsiz devletlerin yöneticilerinin İslâmî motifli bu gibi sözleri ağızlarına al­ maları, sadece kendi Müslüman reayalarını tahrik ederek harekete geçir­ mek, bu gibi zor ve sıkışık anlarda dini duyguları sömürerek onlardan isti­ fade etmek ve saltanatlarının ömrünü biraz daha uzatabilmektir. Sıkıştıkla­ rında İslami duygulara sığman, zorluk kalktığında ise İslam’ın en büyük düşmanı kesilen bu laik yöneticiler, kendi yönetimleri altında bulunan ül­ kelerde İslam davetçilerine ve İslam’ı hayat tarzı olarak benimsemiş Müslümanlara en kötü eziyetleri yapmış ve en dayanılmaz sıkıntıları yaşatmışlardır/yaşatmaktadırlar. Hemen hemen bütün İslam ülkelerinde aynı me­ toda ve taktiğe başvurulmuştur/başvurulmaktadır. Bu ve benzeri taktiklere karşı Müslümanların uyanık bulunması ve kendi hareket metodlarını ken­ dilerinin tayin etmesi gerekir, (çev. ) 1 5 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ bu hakikat Ömer b. el-Hattab (Allah ondan razı olsun) tarafın­ dan şöyle ifade edilmektedir: “Biz izzeti, İslam’dan başka bir şeyle ararsak Allah bizi zelil kılar.” Şu halde Endülüs olaylarından ve kaybedilmesinden var mı ibret alan? Endülüs manzarasının aynen Filistin’de tekrarlanmasından var mı ders çıkaran? Ey basiret ve akıl sahipleri, bunlardan dersler çıkarıp ibret alın!!! 11. İlmi İlerlemeyi Takip Edememek (Donukluk) “Bilakis onlar: “Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz d e onlann izinde doğru yolda gidiyoruz" dediler. Böylece senden önce ne zaman bir ülkeye bir uyancı göndermişsek mutlaka o ülkenin varlıklı şım ank kimseleri şöyle demişlerdir: “Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz d e onlann izlerini takip ediyoruz." Gönderilen uyancı onlara: “Ben, size atalannızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da m ı?” dedi. Onlar da: “Biz sizinle gönderilen şeyleri kesinlik­ le inkâr ediyoruz” dediler. Bunun üzerine biz d e peygam ­ berlerini yalanlayanlara lâyık olduklan cezayı verdik. Yalanla­ yanların âkıbeti nasılmış bir bak!" (Zuhruf, 22-25) Miladi 16. asrın başlarında Ortadoğu, coğrafi sınırları de­ ğiştiren bir çatışmaya sahne olmaktaydı. Bu çatışma üç kuvvet arasında cereyan ediyordu. Osmanlı, Memlûk ve Fars Safevî devletlerinin etkinlik alanları kesişince çatışma çıkmıştı. 1- Küçük Asya’nın (şimdiki Türkiye) ona ve batı kısımla­ rında bulunan ve doğu Avrupa’ya doğru genişleyen OsmanlI­ larla, İran’da yerleşmiş bulunan, mezhepleri Şia ve resmi dilleri Farsça olan Safeviler arasında bir çekişme ve çatışma bu­ lunmaktaydı. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 159 2- OsmanlIlarla, Mısır ve Şam (Suriye)’a hâkim olan Memlükler arasında çatışmalar bulunmaktaydı. 3- Safeviler, 13. asrın sonlarında Azerbaycan’ın Erbil ken­ tinde ikâmet eden Şeyh Safiyyüddin Ishâk’a mensupturlar. Safevi Şah İsmail ise, Saf evi Devleti’nin hakiki kurucusu kabul edilmektedir. 1507 senesindeki saldırıyı komuta edip, Kahra­ manmaraş ile Malatya arasındaki yukarı Fırat’ın kenarında bu­ lunan el-Bostan mıntıkasını işgal eden ondan başkası edğildi. Aynı şekilde Şah İsmail batıdan Bağdat’a, kuzeyden de Diyar­ bakır’a kadar ulaşmıştı. Şah İsmail, Şiî mezhebini devletinin resmi mezhebi kabul edip, devletinin haricinde de yaymaya çalışıyordu. Tabii olarak bu, Şah İsmail’in Sünnî komşusu olan OsmanlIları rahatsız etti ve 1514 senesinin Ağustos ayında Osmanlı-Safevi silahlı çatışması meydana geldi. Çaldıran sava­ şında Safevi Şah yenilgiye uğradı ve Osmanlı Sultanı 1. Selim zafer kazandı. Çaldıran savaşı, OsmanlIların kullandığı “ateşli tüfekler”in üstünlüğünü ortaya koyuyordu. Bu zaferle Osmanlılar, güneye doğru çekilen Safevi Şah’ın başkenti olan Tebriz’i ele geçirdi­ ler. Çaldıran zaferinden sonra Ortadoğu’da kuvvetler dengesi, OsmanlIların lehine değişmeye başlamıştı. Böylece OsmanlIlar­ la Memlükler arasındaki sürtüşmeler de başlamış oluyordu. Hele Memlüklerin Osmanlı erzak kafilelerine saldırması, Os­ manlIların dikkatini Memlüklere çevirmeye yetmişti. 13 Mayıs 1516’da Memlüklerin Sultanı Kansu el-Gavri, Kahramanmaraş’ı OsmanlIlardan geri almak için Mısır’dan ayrılıp Suriye’ye gelir. Zira Memlükler, Kahramanmaraş’ı kendi topraklarından bir parça kabul etmektedirler. Kansu, 19 Hazi­ ran 1516’da Dımeşk (Şam)’e ulaşır. 25 Temmuz’da Dımeşk’ten ayrılarak kuzeye yönelir. Bu arada Hama naibi Canbürdi el-Gazali ile Halep naibi Hayri Bey de kendisine katılır. 1 6 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Kansu el-Gavri, sadece OsmanlIların sınırlarında görünme­ sinin bile onları korkutmaya yeteceğine inanıyordu. Aynı za­ manda Kansu el-Gavri, Çaldıran savaşında yenik düşen Safevi Şah İsmail ile de diyalog halindeydi. Osmanlılar, Kansu ile Şah İsmail’in mektuplaşmalarından haberdar olup bazı mektupları­ nı da ele geçirmişlerdi. Bütün bunlardan dolayı hızlı davrana­ rak Memlûk ordusunun karşısına çıkan Sultan I. Selim, Memlüklerle Safeviler arasında herhangi bir antlaşma gerçek­ leşmeden önce Memlûk ordusunun işini bitirmek istemişti. 2 3 Ağustos 1516’da Haleb’in kuzeyinde bulunan Mercidabık’ın “Tillü’l-Ğâr” diye bilinen mevkiinde iki ordu karşılaştı. Osmanlılar Memlükleri yendi, Kansu el-Gavri savaş esnasında öldürüldü ve Memlûk ordusu hezimete uğradı. I. Selim zaferle Halep’e girdi ve hemen ardından Dımeşk üzerine yürüdü. 15 Aralık 1 5 1 6 ’da Dımeşk’ten ayrılarak, geri kalan Memlûk beyle­ rini bir araya toplayan Tomanbay’ı hezimete uğratmak için Mısır seferine çıktı. 23 Ocak 1517’de gerçekleşen Ridâniye sa­ vaşında, Memlüklere karşı Osmanlılar ikinci bir üstün zafer elde ettiler. Şimdi soru şu: Acaba 1514 senesinde meydana gelen Çal­ dıran savaşında neden Osmanlılar zafer kazandılar ve Safeviler hezimete uğradılar? Aynı şekilde 1516’da meydana gelen Mercidabık savaşı ile 1517 senesinde cereyan eden Ridâniye savaşında OsmanlIların zafer kazanması ve Memlüklerin yenilgiye uğramasının sebebi neydi? Cevap; Bu üç savaşta da Osmanlıların zafer kazanma­ larının sebepleri birdir. Aynı şekilde Safevilerin ve Memlüklerin yenilgiye uğramalarının sebepleri de birdir. Osmanlılar modern ve en yeni tekniklerle silahlandıkları, toplarını kendileri döktükleri ve ateşli tüfekleri icad ettikleri için; aynı şekilde bütün bunları en güzel şekilde kullandıkları için zaferler kazandılar. Safeviler ve Memlükler de donuklukları, HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ » 1 6 1 modern ve yeni olan ateşli silahlan ihmâl etmeleri ve zamanı geçmiş eski taklidi silahlara dayanmaları sebebiyle yenilgiye uğramışlardı. Çaldıran savaşında Safeviler yenildiler. Çünkü onlarda top silahı bulunmamakta ve bundan dolayı da Ösmanlılara karşı meydan muharebesi yapamamaktaydılar. Tabii bu durum Safevileri, bölgedeki kuvvetler dengesini Osmanlılar lehine değiş­ tiren bu silahı yapabilecek kimseleri çağırtıp getirmeye sevk etmişti. Zaten Safevi Büyük Abbas’ın (1588-1629) ülkesinde bilfiil iki İngiliz maceracısı görülmüştü. Bunlar Mr. Antlıony ile. Mr. Robert Şarll idiler. Bu iki İngiliz, mütehassıs bir sanatkârın yar­ dımıyla Büyük Abbas’a top yapma imkânını sundular. Büyük Abbas, bütün Safevi ordusunu toplarla silahlandırmaları için onları yanından hiç ayırmıyordu. Çünkü daha önce bu silah Safevilerde bulunmadığı için, Çaldıran savaşında Ösmanlılara karşı zafer kazanamamış, yenik düşmüşlerdi. Bu silahlanmadan sonra artık Safeviler fırsat kolluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu,, mukaddes Avusturya Germen İmpara­ torluğuyla savaşa girince; Safevi Büyük Abbas 1602’de Os­ manlIlara savaş açtığını ilân ederek yeni ordusuyla Tebriz’i geri almayı başardı. Aynı şekilde Şirvan’ı da geri alarak Bağdat’a kadar ulaştı. Memlükİere gelince: Memlûk ordusu, tamamıyla biniciliğin geleneksel silahı olan kılıç, ok ve mızrağa dayanmaktaydı. Bazı tarihçiler, Memlüklerin dilinden şöyle bir söz nakletmektedirler: “Biz Müslümanlar, hanif olan dinimizden ve peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’den biniciliği ve onun geleneksel silahı olan kılıç, ok ve mızrağı miras aldık. Bunlardan başkasını da asla kullanmayacağız.”118 118 Uhud savaşının bazı sahneleri, Bilâtü’ş-Şüheda savaşında tekrarlandığı gibi; bu sahne de 20. asrın başlarında Rusya’nın sınırları içerisinde bulu­ nan bazı İslâmî Cumhuriyetlerde tekrarlanmıştır. Zira komünistler silahla- 1 6 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLER İ Bundan dolayı da Memlükler ateşli silahları tamamen ih­ mâl etmişlerdi. Müreffeh ve rahat bir hayata meyletmişlerdi. Öyle ki savaş eğitimleri için yapılmış askerî meydanların çoğu yıkılıp yokolmuş ve yeni meydanlar da yapılmamıştı. Sultan Kansu el-Gavri, binicilik eğitimlerini ve askerlik ruhunu tekrar canlandırmak istemiş ve bu amaçla da 1503’te büyük bir mey­ dan yaptırmıştı. Bu meydanda binicilik eğitimleri en üstün şek­ liyle verilmeye çalışılıyordu. Aynı şekilde Memlükler, o dönemde dünyada bilinen eri yeni ve modern şekliyle ateşli silahları da devletlerine sokmaya başlamışlardı. Fakat bu hususta çok geç kalmışlar ve devletleri­ nin yıkılmasından sadece 27 sene önce 1489’da bunu yap­ maya başlamışlardı. Memlüklerin devletlerine soktukları toplar, saldırı amaçlı değil de sadece savunma amacıyla kullanılmıştır. Memlükler bu topları, Portekizlilerin saldırılarını engellemek için Mısır’ın Kızıldeniz sahillerinin güneydoğu cephesinde kullandı­ lar. Aynı şekilde bu toplar, savunmayı kuvvetlendirmek am a­ cıyla da kullanılmıştır. Dikkatimizi çeken diğer bir husus şudur ki; bu toplar, Mercidabık gibi açık bir meydan muharebesinde kullanılma­ mışlardır. Halbuki hem zaman ve hem de vesileler, topların savaş sahasına nakledilmeleri için yeterli miktarda bulunmak­ taydı. Büyük bir ihtimalle topların nakledilmemesi, Memlükle­ rin onları kullanmak istememelerine dayanıyordu. Özetle şunu diyebiliriz ki; Memlûk Devleti’nin topları ve “kurşunlu tüfekler” diye isimlendirilen ateşli silahları kullanma­ sı, tam yıkılma esnasında olmasa da düşmesine çok yakın bir zamanda ancak gerçekleşebilmişti. Osmanlı Devleti ise bunun tam aksine tâ 1425’ten beri en gelişmiş şekT ’le ateşli silahları kullanmaya başlamıştı. Hatta Osmanlı Devleti, bu silahların yapımı için gerekli olan madenler kendi topraklarında bolca mrlarken bazı Müslümanlar şöyle demekteydiler: “Biz, Rasûlüllah’ın ken­ disiyle savaştığı silahlardan başkasıyla savaşmayız!!” HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 163 bulunduğu için bu silahları kendisi yapmaktaydı. Hakbuki Memlükler, bu silahların yapımı için gerekli olan madenleri it­ hal etmekteydiler. İşte OsmanlIların böyle gelişmiş bir şekilde bu silahları kullanması, Ortadoğu’nun yönünü ve gidişatını tamamen değiştirmişti. Tabii ki bu Osmanlı Devleti’nin, askerî kuvvetlerin hiçbir yönünü ihmâl etmediği şeklinde anlaşılmamalıdır. Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman, 1529’da Viyana’yı muhasara etti. Fakat erzak yetersizliğinden dolayı 15 Ekim’de şehirden muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. 1532’deki ikinci saldırı da birincisinden daha fazla başarılı olamadı. Ancak bu ikinci saldırıda Kusek kalesini almayı başardı. Fakat Cenevizli deniz korsanı “Andrea Doria”nın komuta ettiği ve Yunanistan’ın Mora yarımadasının sahillerinde başarılı bir şekilde çalışıp yağmalayan Avrupa donanması, Kanuni Sultan Süleyman’ın elde ettiği bu cüz’i zaferin meyvesini kısa zamanda kaybettirdi. İşte kuvvetlerinde bulunan bu noksanlığı telâfi etmek için Ka­ nuni Sultan Süleyman ilk önce deniz kuvvetlerini takviye edip güçlendirmeye yöneldi. Çünkü bu noksanlık, Osmanlı’nın Av­ rupa’daki son savaşlarının başarısız olmasına sebep olmuştu. Avrupa’nın gelişmiş donanmasına benzer bir Osmanlı do­ nanmasını oluşturma hedefini gerçekleştirmede Kanuni Sultan Süleyman’a en iyi yardımı olanlar, Barbaros Hayreddin Paşa ile kardeşi Oruç Reis idi. Barbaros Hayredin Paşa 1546’da ve­ fat ettiğinde, Osmanlılar için gerçekten çok iyi techizatlandırılmış bir donanma ile Afrika sahilleriyle Akdeniz adalarında savaşan uzman denizciler bırakmayı başarmıştı. Bu donanma­ nın ve denizcilerin, Osmanlı sultanının siyasetini uygulamasın­ da ve planlarını gerçekleştirmesinde faal bir araç olması gayet tabii olup garipsenecek bir durum değildir. Mercidabık savaşında Memlüklerin yenilgiye uğramalarına sebep olan donukluğa, son dönemlerinde Osmanlı Devleti de 1 6 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ yakalanmış ve bunun İslam’a ve Müslümanlara çok büyük bir zararı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde kural şuydu: “Eski­ yi olduğu gibi bırakmak.” Osmanlılar eskiyi diriltmeye karşıydı­ lar. Fakat zaman onların önüne geçmiş, ilimler ilerlemiş ve sanatlar zirveye çıkmıştı... Donukluk ve mumyalar, sanatlarda ve sanat vesilelerinde gelişen ve ilerleyen Avrupa’nın ihtilasla­ rına karşı nasıl durabilirdi ki?! İşte OsmanlIların bu son dönemlerinde gayri müslimler Müslümanlara musallat olmuş ve Allah’ın şeriatına uymaya özen göstermeyen Müslümanlar, Allah’ın şeriatına uymak için çabalayan Müslümanlara hâkim olmuşlardı. Zira yöneticilerin hayatlarının birçok alanı, hayatın, ilmi ilerleyişin ve aklın gerek­ lerine uymamaktaydı. Bunun da tek bir sebebi vardı: “Eskiyi olduğu gibi devam ettirmek.” Ve şüphesiz bütün bu olumsuz­ luklar da İslam adına yapılıyordu. Biz tam burada şu aşağıya alacağımız olayı hatırlatıyoruz: Aklı donuk, ufku dar bir adam tren yolunu görür ve “Bu ne, neden dolayı yapılmış?” diye sorar. Ona: “Biraz bekle, sorunun cevabını gözünle göreceksin” denilir. Ansızın yüzlerce ton eşya ve zirai maddelerle yüklü, ümmetin fertlerinden yüz­ lerce insanla dolu, onları hızla taşıyan, vakitlerini bollaştıran, rahatlarını temin den, emniyeti ve güveni gerçekleştiren Emni­ yet Kuvvetlerinin refakatinde bir tren çıkagelir. Bu donuk kafalı adam: “Şimdi Müslümanlar trene de mi bindiler?” diye sordu­ ğunda, kendisine: “Evet... Çünkü tren günümüz nakil vasıtala­ rının en yenisidir” diye cevap verilir. Adam bu defa sinirlene­ rek: “Şimdi Müslümanlar eşek, deve ve diğer hayvanlara bin­ meyi trek mi ettiler?” der. Kendisine: “Eveı diye cevap veri­ lince de adam feryadı basar: “Muhammed (s.a.v.)’e, İslam’a ve Kur’an’a yapılanlardan dolayı vah başımıza geleceklere! Müs­ lümanlar yokoldular, İslam bitti. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in develerini ve atlarını terk ettiler, onun sünnetini bıraktılar, bidat HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 165 olan trene bindiler! Muhammedi sünnetin terkedilmesinden dolayı vah İslam’ın başına geleceklere! Artık kıyametin kopma­ sını bekleyin! Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve daha önceki peygamberlerin bindiklerini terkedip trene bindiler ha!” Böyle bir düşünce tarzının, toplumların ilerlemesine mâni olacağı ve düşmanlarına etli ve taze bir av sunacağı muhakkak­ tır. Şüphesiz ki bu gibi cahil adamlar, kendilerinden ve mumyalı düşüncelerinden başkasını temsil edemezler. İşte Allah’ın kitabında mûcize bir ayet bulunmaktadır ki, eğer bu gibi adam­ lar bu ayeti hakkıyla anlamış olsalardı, böyle bir tavır almazlar­ dı. “Davarları da yarattı ki, bunlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir­ çok menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de. Akşamleyin getiri­ şinizde d e sabahleyin salıverişinizde d e onlarda sizin için bir güzellik vardır! Onlar, kendi kendinize yan canınız tükenme­ den varamayacağınız bir m em lekete ağırlıklarınızı yüklenir gö­ türürler. Şüphesiz ki Rabbiniz çok esirgeyici, çok merhamet edicidir. Hem binmeniz için hem d e süs olm ak üzere atlan, katırlan ve merkepleri (yarattı). Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri d e yaratır. ”119 Tren, uçak, araba ve diğer binitlerden oluşan bütün mo­ dern nakil araçları Allah Teâlâ’mn : “Ve bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri yaratır” sözünün kapsamına girmiyorlar mı? İşte gördüğümüz gibi donukluk ve dar görüşlülükten dolayı ilim kervanından geri kalmak, Mercidabık savaşında Memlüklerin yenilmesine ve daha sonra da devletlerinin tamamen yı­ kılmasına sebep olmuştu. Aynı manzaranın tekrarlanması Os­ manlı Devleti’nin zayıflamasına ve dolayısıyla tek dertleri do­ ğunun serveti ve stratejik konumu olan AvrupalIlardan ve Rus çarlarından Osmanlı topraklarına göz dikmiş ihtiraslı kimselerin darbeleri sonucu yıkılmasına sebep olmuştu. 119 Nahl, 5-8 1 6 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 12. Yabancı İdeolojilerin Karşısında Hezimete Uğrayanlar “Bizler bugün, dünyanın coğrafi manzarasından ziyade fik ­ ri manzarasına bakmaya ve onu tahlil etm eye ne kadar da muhtacız!” İthal edilmiş inanç ve ideolojiler karşısında hezimete uğra­ yan bir Müslüman, İslâmî şahsiyeti kemâle ermemiş, iyi bir İslâmî kültüre sahip olmamış, İslam’ı incelememiş ve Allah’tan geldiği şekliyle şaibesiz ve arı-duru olan dinine müttali olmak için kendisini hiç mi hiç yormamış bir Müslümandır. İthal edil­ miş yabancı kaynaklı inanç ve ideolojiler karşısında hezimete uğrayan kimse, silahını kaybettiği için hezimete uğramıştır. Silahsız kaldığından dolayı da yabancı kaynaklı inançların onunla savaşması kolaylaşmıştır. Artık o sadece kendisine tel­ kin edilenleri tekrarlayıp durur ve onları değerlendirmeye tâbi tutmak için hiçbir zaman akli muhakemeye başvurmaz. Hattao, kendisine kimlerin telkinde bulunduğunu düşünmekten aciz bir “kömür parçası” gibi olur. Ona dediler ki: “İslam tarihini yazanlar, sadece bazı olayla­ rı seçerek yazıyorlar. Fakat İslam tarihindeki ilerici hareketlerin rollerini gizliyorlar.” O da onlarla birlikte bu sözü, eğitilmiş bir papağan gibi tekrarlayıp durdu. Ona dediler ki: “Bütün olayları ve hadiseleriyle tarih, maddi ve iktisadi sebeplerle açıklanması ve illetlendirilmesi gerekli olan bir olgudur. İnsanlık tarihinin temel dayanağı, üre­ tim yollan ve araçlarıdır. Toplum birkaç tabakaya ayrılır ve işte tarih, bu tabakalar arasında bulunan ve sürekli devam eden bir mücadele ve çatışmadan ibarettir. Bu çatışmamanın başlangıcı ise, üretim araçları üzerinde ferdi mülkiyetin ortaya çıktığı za­ mandır.” O da onlarla beraber bunu tekrarlayıp durdu. Ona dediler ki: “Bizim, “ilmi tahlil”e tâbi tutarak sana söy- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 167 lediğimiz bu görüşleri çürüten kimse yüzeysel bir düşünceye, selefi bir görüşe ve geleneksel resmi rivayetlere dayanarak bun­ ları çürütmektedir.” Her ne kadar vakıa böyle değilse de -ki onlar böyle olmadığını çok iyi biliyorlar- o yine onların nazariyelerini tekrarlayıp durur. Ona dediler ki: “İslam kadına zulmetmiştir. Onu çalışmak­ tan ve ilim öğrenmekten alıkoymuştur. Erkeği ondan üstün saymış ve eşini tercih edip seçme hürriyetinden onu mahrum bırakmıştır.” O da, İslam’ın öz kaynaklanna müracaat etmeden onların bu söylediklerini tekrarlayıp durdu. Bir defa iftira olarak kendisiyle tenkid edildiğimiz seçiciliği, onlar bizim hakkımızda ispat edememişlerdir. Fakat kendileri seçici davranıp, bu iddiayı kendileri için ispat etmişlerdir. İşte bunlar hakkında şu atasözü tam da yerini bulmuştur: “Hastalı­ ğıyla beni itham edip, aradan çıktı.” Bizim tarihimizden bahseden Müslüman tarihçiler, her­ hangi bir dönemi gizlemeden ve kendisinde kopukluk bulun­ mayan kâmil bir tarih olarak ondan bahsettiler. Onlara gelince; onların bütün kitapları, makaleleri ve konferansları seçiciydi. Bazen Hürramiye, kimi zaman Babkiye ve diğer bir defasında da Karamite... Onlar, önceden belirlemiş oldukları planlarına hizmet edecek konular seçmektedirler. Önceden kararlaştırmış oldukları nazariye ve fikirlerini ispat etmek için olayları planla­ dıkları şekilde yorumlamaktadırlar. Güvenilir ve mu’temed olan kaynaklarımızdan120 geldiği gibi kâmil bir şekilde tarihimizi yazanları, “selefi” olmakla veya “devletin resmi rivayetlerini yazmak”la itham ettiler. Onlar Karamite, Babkiye, Hürramiye ve Zencilerden gelen sahih riva­ yetlerin mevcut olmadığını ve bunların yazdıklarının telef edil12r' Ravi ve bilginleri i şerifleri İlmi”nde rivayet esaslarını koymada Müslüman muhaddis alimler, batılı asırlarca geri bırakmışlardır. Çünkü muhaddislerin, nebevi hadis­ tasnif ederken koydukları bu esaslar, bugünkü “Tarih Istılahları kullanılan aynı esaslardır. 1 6 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLER İ diğini iddia etmektedirler. Bu durumda onlar, neye dayanacak ve neyi nasıl tahlil edecekler?! Şüphesiz ki onların bütün sözleri tahmin ve zanna dayanmaktadır. İşte onlar, “ilmi davranmak” veya “tarihin iktisadi tefsiri” ismi altında katışıksız bir hayale dalmışlardır. Onların bu “”tarihin iktisadi yorumu/tefsiri” slo­ ganlarının en açık görünümü, “tabakalar arası sürekli çatış­ m ad ır. ' Onlar “tarihin ilmi yorumu”ndan bahsetmekte ve “gizli ha­ reketlerin çağdaş gözlemlenmesi”nden çokça konuşmaktadır­ lar. Ancak onların ortaya koydukları verileri okuyan ve onların kitaplarına iyice müttali olan bir araştırmacı, insanlar arasında ilim ve hakikatten en çok uzak olanlann bunlar olduğunu göre­ cek ve bunlann, olayları evirip çevirip sonunda kendi planları­ na göre yorumladıklarını anlayacaktır. Sanki Arap lügati iki farklı anlam taşımaktadır. Yüzlerce ve hatta binlerce seneden beridir bütün insanlar Arap lügatından bir mânâyı anlarken bunlar, sadece kendilerinin ve onlara tâbi olanlann anlayabile­ ceği yeni ve ikinci bir mânâ keşfetmiş gibiler! Örnek olarak; Karamite7den bahsettiklerinde, Arap toplumündan çıkan ilk sosyalist ilerici hareket olmakla onları nitele­ mişler ve bundan dolayı da onları aşırı bir şekilde övmüşlerdir. İşte bu şekilde seçici davranmışlar, bazı açılardan bahsederken diğer bir çok açıyı gizlemişlerdir. Gerçekten şaşılacak ve gülünecek bir husustur ki, bunlar­ dan bazıları İlâhî risalette geldiği şekliyle hanif olan İslam’ın bir kısım prensiplerinin tatbik edilmeyişinin, bu sınıflara zulmedil­ mesine sebep olduğunu ve bundan dolayı da Abbasi Deyleti’ne karşı bu hareketlerini başlattıklarını iddia etmektedirler. Sanki onlar İslam’a tâbi olan, İslam dinini kjrum aya çok istekli Müslümanlar! Sanki İslam’ın tatbik edilmeyişi onların zoruna gidiyor! Bu hassasiyetlerinden dolayı da bu hareketleri aşırı bir şekilde övmüş ve onlara “Sosyalist İlerici Devrimci Cumhuriyetçi Hareketler” nitelemesinde bulunmuşlardır!!! HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 169 Biz ise şöyle diyoruz: Dinin sadece belli bir kısım prensiple­ rinin tatbik edilmeyişi (inkâr edilmediği sürece) dinden çıkma anlamına gelmez. Bir hata başka bir hatayla düzeltilmez. Eğer bir kısım insanlar diğer bir grup tarafından zulme uğrayacak olurlarsa; bu zulmün son bulması için onların dini inkâr etmele­ ri çare olmaz. Bilakis dinin doğru bir şekilde ihya edilmesine davet etmeleri, onlara insaflı davranılmasına ve zulmün orta­ dan kalkmasına yol açacaktır. Nitekim İslam’ın kâmil bir şekil­ de tatbik edildiği bazı dönemlerde bu söylediğimiz gerçekleş­ miştir. Biz onlara: “Hastanın hasta olmadığı”nı söylemiyoruz. Bilakis biz: “Doktorun doktor olmadığını ve ilaç diye sunulan şeyin ilaç olmadığını” söylüyoruz. Çağdaş bakış açısının yerine bizler, hakiki ve sabit bir bakış açısına muhtacız. Bu bakış açısı, “ilmi tahlilciler”in teori ve arzularına muhalif olsa da ona sahip olmalıyız. Çağın ve çağ­ daşların değişmesiyle, araştıran kimseye ve onun arzularına göre değişecek olan çağdaş bakış açısına itibar edilmemelidir. Bu sebeple de çağdaş bakış açısını ve kültür mirasımıza karşı çıkılmasını reddetmek gayet mantıklıdır. Zira bizler her asırda onlarca bakış açısına ulaşabilir ve böylece hakikati kaybedebili­ riz. Ancak hakiki olan bir bakış açısı, bütün asırlarda sabit ve bâkî olmalıdır. İşte olaylar bu şekilde soyut ve yalın anlaşılma­ lıdır.. Nitekim gerçekleştikleri zamanda da olaylar, bu şekilde soyut ve yalın idiler. Onlar, devamlı kendi düşüncelerini doğru ve hiçbir ayık­ lamaya gerek olmadan kendi sözlerini hakk görmektedirler. Rakipsiz gerçek görüş ve doğru düşünce sahipleri onlardır. Şaibesiz açık ve net bir bakış açısına sahip olanlar sadece onlardır. Söyledikleri her hususta onlar, aydın ve yenilikçidirler. Hakikati bilenler sadece onlardır... Onlara karşı çıkan hakikatten uzaklaşmış olurlar. Onların gerçek niyetlerini ortaya çıkarmak için onlarla tartışan ve eğip bükmeden hakikati açıklamak isteyen kimse hemen kıt anlayış- 170 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ lı, marjinal görüşlü, düşünce bakımından gerici ve metod ola­ rak selefi olmakla; aynı şekilde akademik çıkışlı olmamakla itham edilir... Onların nazariyelerini çürütenler, konuya her açıdan eğilmemekle ve tartışılan konunun özünü şeffaf bir şekilde yakala­ yamamakla yaftalanırlar. Aslında onlara karşı çıkan kimselerin araştırma çerçevesi, basit bir mitoloji ve metafizik bir ideolo­ jiden öteye geçmez! İşte bunların tüm yazdıklarının hedefi, toplumun diğer bü­ tün taraflarını gizleyerek tarihe iktisadi bir yorum getirebilmek­ tir. Onların bütün kitaplarının tek bir gayesi vardır: Toplumu sürekli bir sınıflararası çatışma halinde göstermek. Böylece üre­ tim araçlarını ellerinde bulunduranların yok olacağı ve sadece işçiler ile fabrikaların kalacağı o büyük habere ulaşacaklar! Halbuki vakıa şudur ki, üretim araçları peyderpey sanayi ve iktisat alanında uzman olanların eline geçmekte ve üretim ile gelir dağılımından sorumlu olan hükümetler devamlı onlara muhtaç olmaktadır/olacaktır. Zira ancak uzman beyinler saye­ sinde sanayi ilerler, iş yerleri ve fabrikalar rayına oturur ve işçiler arasında düzenlibir iş dağılımı yapılabilir... Hiç şüphesiz ki zamanımızda bulunan toplumlarda işçi ve işverenler dışında bir tabaka daha bulunmaktadır. Bu sınıfı küçük sanatkâr, ziraatçi, tüccar ve serbest meslek sahipleri oluş­ turmaktadır. Vakıanın da ispat ettiği gibi bu sınıf, ne burjuva sınıfını oluşturanların seviyesine yükselmiş ve ne de işçi sınıfıyla tamamen iç içe girmiştir. Şu da bilinmektedir ki, bir sınıfın fert­ leri arasında devamlı dayanışma olmamış ve maslahatları her zaman aynı olmamıştır. Fabrikaların boş alanlarını kapmak için yapılan rekabet ve çekişmeler vakıada bilinmektedir. Aynı şe­ kilde işçi ve işverenlerin maslahatları da sürekli bir çelişki içinde olmayabilir. Zira hepsi bir plan ve program içerisinde çalışmak­ tadırlar. Hepsi de bu plan ve programı uygulamak ve başarısız olmasına engel olmak için uğraşmaktadırlar. Bu maslahatlar, HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ « 1 7 1 aynı program çerçevesinde gerçekleşecek olan işçi ve işverenle­ rin karşılıklı menfaatleridir. Bu karşılıklı maslahatları gerçekleş­ tirmek için her iki sınıf adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Hiç şüphesiz ki sınıflar arasında çıkabilecek herhangi bir çatışma, bu sınıfların katışıksız maddi menfaatlerinin çatışma­ sından kaynaklanabilir. Halbuki ikinci Dünya Savaşı ispat et­ miştir ki, aynı vatana ve aynı kavime bağlı olmanın da toplum hayatında büyük bir rolü vardır. Tarih en iyi şahiddir ki, çağdaş bakış açısına göre mazlum kabul edilen tabaka da mutlak ola­ rak bir dayanışma içerisinde olmamıştır. Yoksa Karamitelerin liderinin, Zencilerin121 önderiyle yardımlaşmamasını neyle açıklayacağız? Şüphesiz ki bunların yardımlaşmaması, ancak hedeflerinin aynı olmadığı ve maddi-dünyevi emellerinin farklı­ lığıyla açıklanabilir. Peki Arap ve Farisilerden oluşan bu maz­ lum sınıf neden birleşmedi? Hani nerede onların iddia ettikleri İslam Hilâfetindeki “gerici” otoriteye karşı birlaşik sınıfların mücadelesi? Muhakkak ki, tarihin seyrindeki diğer tüm sebep ve açılan gizleyerek sadece tarihi iktisat ve maddiyatla açıklama veya “Tarihin İlmi Tahlili” denilen açıklama tarzı aşırılık ve mübala­ ğadan başka bir şey değildir. Zaten tarihi maddi, iktisadi ve sınıfsal açıklamaya tâbi tutan hiç kimse de böyle bir iddiada bulunmamıştır. Bunu biz söylemiyoruz. Bilakis bunu söyleyen­ ler, Materyalist düşüncenin bizzat kurucularıdır. Engels’in 15 Ağustos 1890’da Koonard Smith’e gönderdi121 Karmatilerin ortaya çıktığı dönemde toplumun sınıf sistemine göre ve sınıflararası çatışma esas alınarak yorumlanmadığının en açık delili, Karmatilerin Zencilerle ittifak etmemeleridir. Hatta bu iki hareketin pren­ sipleri arasında bulunan farklılık, en azından askerî olarak ittifak etmeleri­ nin neticesinde elde edecekleri faydadan bile sarfı nazar etmelerine yol açmıştır. Not: Zenci Hareketi: Karmatilerin ortaya çıktığı dönemde, kuzey Afri­ ka’dan getirtilerek hilâfet merkezinde istihdam edilen Zenciler, Bağdat ile Musul’un arasında on dört gün süren isyanları neticesinde ortaya çıkmış­ tır. (çev. ) 1 7 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ği bir mektupta şöyle denilmektedir: “Yeni yetişen bir çok Alman’ın “Tarihi Materyalizm” ifadesini kullandıklarını -zaten her şey terimleştirilebilir122 - ve böylece en kısa bir zamanda kendi­ lerinin az ve nisbi olan tarihi bilgilerinden düzenli bir sistem oluşturmak istediklerini görmekteyiz. Bundan sonra da Alman­ lar; kendilerine gerçekten çok yüce bir ırk gözüyle bakacaklar­ dır.” Engels’in 21 Eylül 1890’da Yusuf Bellûh’a gönderdiği bir mektupta şöyle denilmektedir: “Hiç şüphesiz ki yeni yetişen yazarlann, iktisadi yöne hakettiğinden daha fazla önem verme­ lerinin sorumluluğu ve vebali Marks’ın ve benim omuzumdadır. Çünkü (tarihi seyrin) bu yönünü inkâr eden muarızları­ mıza karşı koymak için bizim bu ana esası iyice vurgulamamız gerekiyordu. Fakat karşılıklı ilişkilerin içerdiği diğer unsurları da gerçek yerine oturtmak için fırsatımız olmuyor, zaman ve me­ kân elvermiyordu... İlmi yetersizlikten dolayı herhangi bir nazariyenin temel prensiplerini öğrenme imkânı bulan insanlar, bu nazariyeyi tam olarak anladıklarını ye hiçbir zorlukla karşı­ laşmadan onu uygulayabileceklerini düşünürler. Ancak bu insanlar, sağlam ve doğru bir şekilde o prensipleri genellikle anlamazlar, Ben, bir çok yeni yetişen Marksisti de burada azar­ lamadan muaf tutmayacağım. Çünkü bundan dolayı bir çök saçmalıklar ve tutarsızlıklar ortaya çıkmıştır.” Engels’in 28/12/1846’da F. Entkoof’a Brüksel’den gön­ derdiği bir mektupta şöyle denilmektedir: “İnsanların toplumsal tarihleri, kendileri farkında olsun veya olmasınlar ferdi gelişim tarihlerinden başka bir şey değildir.” Engels’in 27 Kasım 1890’da Koonrad Smith’e Londra’dan gönderdiği bir mektupta şöyle denilmekte lir: “Bizim, hem İngiltere’de bireylerin eriştiği sınırsız özgürlük nimetinin ve hem de Fransa’da bireylerin özgürlüğüne konulmuş ağır kayıtların 122 Bu ifade de mektubun metninde geçmektedir. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 173 bütün incelikleriyle beraber iktisadi sebeplere dayandığını dem­ lendirmemiz gerçekten çok zordur.”123 Bütün bunlardan anlıyoruz ki, “Tarihin İktisadi Yorumu” veya “İlmi Tahlili” fikrinin kurucusu bile toplumda varolan diğer tüm değerleri yok sayarak her şeyin iktisadi yönden iba­ ret olduğunu kabul etmemektedir. Bugün bizler, dünyanın coğrafi veya iktisadi manzarasından daha çok fikri manzarasına bakmaya ve onu tahlil etmeye ne kadar da muhtacız!!! “Tarihin İktisadi Yorumu” veya “İlmi Tahlili” adı altında yazanlara bakıyoruz, onların “kraldan daha çok kralcı” kesildik­ lerini müşahade ediyoruz. Onlara göre toplumun bütün değer­ leri iktisadi yönden ibarettir. Onların, tarihi metinleri naklatmekte tarihçi güvenilirliğinden yoksun olduklarını görmekteyiz. Çünkü tarihi bir olayı anlatırken ya bir metin içerisinden bir fıkrasını nakletmekte veya bir konudan sadece bir metin al­ makta,yahut da kelimeleri konuldukları yerlerinden tahrif et­ mektedir. Bazen de kendi düşüncesini unutarak metin içerisin­ den bir sözü gizlemekte veya bir-iki kelime ya da bir-iki fıkra eklemektedir. Bunun en açık örneği; bunlardan birinin Arap-Islam toplumunun ortaya çıkışını tahlil ederken peygamber (s.a.v.) ve onunla beraber olanları solcu, Kureyş ve putperestliğini de sağcı göstermeye çalışmasıydı. Daha sonra bu adam Hudeybiye antlaşmasının birinci maddesini, hakikatin gerektirdiği şekil­ de. değil de kendi istediğine hizmet edecek bir şekilde naklede­ rek hedefini gerçekleştirmek istiyor. Onun naklettiğine göre antlaşmanın birinci maddesi şöyledir: “Devrimci Müslümanlar­ la, tüccar ve faizci-tefeci Kureyş arasında on yıl süreyle savaşa son verilmiştir.”124 123 Bu metinler, Dr. Raşid el-Berâvi’nin “et-Tefsirü’l- İştiraki Li’t-Tarih” isimli eserinden alınmıştır. 124 “Devrimci Müslümanlar” sözüyle Müslümanların solu temsil ettiklerini, “tüccar ve faizci-tefeci Kureyş” sözüyle de Kureyş’in sağı temsil ettiğini ifa­ de etmeye çalışmaktadır. 174 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ “Tarihin İktisadi Yorumu”ndan hareket eden bu “İlmi Tahlilci”nin naklettiği bu nassı, araştırmacı bir tarihçi hiçbir kaynakta bulamamktadır. Bu metin “Taberi Tarihi”, “el-Kâmil fi’t-Tarih”, “el-Bidâye ve’n-Nihâye” ve diğer Arap kaynakla­ rında hatta Cari Brockelmann gibi yabancı kaynaklarda dahi varid olan metinden çok farklıdır. Taberi’nin rivayet ettiği şek­ liyle doğru metin şöyledir: “Bu, Muhammed b. Abdullah ile Süheyl b. Amr’ın üzerinde anlaşmaya vardıkları (metin)dir. Bu ikisi, on sene zarfında insanlar (Müslümanlar ile Kureyş) ara­ sında savaş olmayacağı hususunda anlaşmaya vardılar. Bu süre zarfında insanlar güven içinde olacak ve birbirlerinden el çekeceklerdir.”125 İşte bu metin ile “İlmi Tahlilci” ve “İktisadi Yorumcu”nun naklettiği metin arasında küçük bir karşılaştırma yapmakla, iki metin arasında ne kadar büyük bir fark bulunduğunu ve dola­ yısıyla nakilde aslına ne kadar sadık kalındığını ve yorumda ne kadar samimi olunduğunu göreceğiz. Lotsky’nin “Tarihü’l-Arap el-Hadis” isimli kitabında Sü ­ leyman Halebi’ye “terörist” diyerek saldırması ve İspanyolların Mağrib sahillerine yaptıkları saldırılara karşı koyan Müslüman mücâhidleri “Müslüman Arap korsanlar” diye yaftalaması da herhalde onların akademik oluşları, selefi olmayışları ve ilmi metoda tâbi oluşlarının bir gereğidir!!126 Fikri olarak hezimete uğrayanlar, doğulu (Müslüman) ka­ dının bahtsızlığından yakınıyor ve kadın hususunda İslam’a bir çok itham yöneltiyorlar. Onlar Avrupalı kadının özgür oluşuna, onun tam ve sınırsız bir özgürlüğü elde ettiğine, erkekle eşit olduğuna ve hatta erkekten bile daha özgür olduğuna bakmak­ ta ve şöyle demektedirler: “Avrupalı kadın Oı urunu elde etmiş, fabrikada, iktisadı oluşturmada ve toplumun gidişatını belirle- 125 Taberi Tarihi, 2/634 126 Tarihü’l-Arab el-Hadis, 7-8 ve 54. sahifeler HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 175 mede erkeğe ortak olmuştur. Burada ise, İslam’ın öğretileri ışı­ ğında kadının durumu içler acısıdır.” Biz, İslam’a yöneltilen ve İslam’ın tanımayıp kendisinden beri olduğu bu son kuruntu, vehim ve ithamı çürütmeden ön­ ce; Arap-İslam kadını hakkında batı kadınıyla karşılaştırılarak yapılmış içtimai araştırmaların sonuncusunu arzedeceğiz. Bu son araştırma Birleşmiş Milletler’in denetiminde gerçekleşmiş­ tir.127 Hiç şüphesiz ki kadına en fazla özgürlük devlet İsveç’tir. Öyle ki İsveç eğitim felsefesi, reşid bir adam olması için erkek çocuğunu eğitmekten ve olgun bir hanım olması için kız çocu­ ğunu eğitmekten tamamen uzaklaşmıştır. İsveç eğitim felsefe­ sinde erkeği hayatın zorluklarına ve sıkıntılarına hazırlamak, kız çocuğunu da kadın olmaya hazırlamak gibi bir farklılık kesinlik­ le mevcut değildir. Kız çocukları, kız oldukları gözönünde bu­ lundurularak özel bir eğitime tâbi tutulmamaktadır. Kız çocuk­ larının tabii bir zayıflığa, ince ve nazik bir yapıya sahip olduk­ ları kabul edilmemektedir. Hatta kız ve erkek çocuklarının hep­ si de aynı psikolojiyle tarafsız ve tek bir İnsanî esasa göre yetiş­ tirilmekte ve hayatın zorluklarına hazır hale getirilmektedir. Öyle ki “cinsellik” kelimesini negatif ve pozitif mânâlarından soyutlamışlardır. Artık İsveç sözlüklerinde “iğvâ (baştan çıkar­ ma)” kelimesi diğer dillerdeki klasik anlamında kullanılmamak­ tadır. Bu kelimeden, erkekler tarafından kadınların onurlarının çiğnendiği ve ırzlarına tecavüz edildiği anlamı anlaşılmamak­ tadır. “Haya ve iffetlilik” kelimelerinin tamamen ortadan kalk­ tığını söylemeye zaten gerek yoktur. İsveç kadınının özgürlüğü hamileliği de kapsamaktadır. İs­ veç kadını, nimetlerden faydalanma ve rahat bir şekilde gezme özgürlüğünü kaçırmak istemediğinden dolayı hamilelik ve do-* 127 Birleşmiş Milletler, bu araştırmayı yapması için İsveçli hakim “Brigaed olf Humer”i görevlendirmişti. “el-Usbûü’l-Arabi” 2 4 Şubat 1975 tarihli 820 sayısında bu araştırma metnini yayınladı. 176 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ğum zorluklarına katlanmak istememektedir. İsveçli kadın hazır bir çocuk istemektedir. Hatta bu tecrübeyi yaşamak istemeyen ve çocuğu hazır isteyen kadının yerine hamilelik görevini yeri­ ne getirmesi için başka bir kadın ücretle tutulmaktadır. Bundan dolayı da İsveç’te nesepler birbirine karışmıştır ve kimin kim­ den olduğu belli değildir. Eflatun Cumhuriyeti’nin uzantısı gibi gözüken İsveç’te ço­ cuğun annesi devlettir. Devlet, çocuğun doğum belgesine bak­ maz. Çocuğun meşru olup olmaması onu ilgilendirmez. Devlet, çocuğu hayat eşiğine getiren anneyi çocuğa bakmakla sorumlu tutmaz. Hatta devlet, çocuğun doğumundan başlayarak 16 yaşına gelene kadar her ay için anneye 100 Suriye lirası değe­ rinde para vermektedir. Bakıcılar ve yüksek bir maaşın yanında bir de yeterli derecede gıda ve çocuğun arzuladığı merhaleye kadar bedava bir eğitim sağlamak da devlete aittir. Vatandaşları bu derece güven ve refah içerisinde yaşayan İsveç, aynı zamanda anayasasında her vatandaşına çalışmama hakkı da tanımıştır. Hatta İsveç ordusunda bulunan subaylara da bu hak tanınmıştır. Takriben dört seneden beridir İsveçli subaylar bilfiil bu hakkı kullanmaktadırlar. Bu subaylar, akşam­ ları veya askerî hizmetin bitiminde ek iş yapma iznini hükümet­ ten almışlardır. Bunlardan bazıları boş vakitlerinde otellerin karşılama görevlisi olarak çalışmakta, diğer bazıları elektronik atölyelerde uzman olarak iş yapmakta ve daha başkaları da otoparklarda görev yapmaktadırlar... Dünyanın okuma seviyesi en yüksek olan toplumu İsveç toplumudur. İsveç’te ortalama gazete dağılımı, her yüz kişiye elli beş nüsha düşmektedir. İsveç hapishanelerinde bulunan her biı mahkûm, günlük 100 Suriye lirası kadar devlete yük olmaktadır. Halbuki bir polisin günlük aldığı para 75 Suriye lirası kadardır. Dolayısıyla İsveç hapishaneleri, daha çok konuklarına her türlü içecek ye yiyeceğin sunulduğu bir oteli anımsatmaktadır. Aynı zamanda HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ * 1 7 7 İsveç; hapishane atölyelerinde çalışan mahkûmlara, her bir saat çalışmaya karşılık on lira ücret ödemektedir ki, ortalama olarak dört saat çalışılmaktadır. Mahkûm, haftada altı saat ziya­ retçi kabul etme hakkına sahiptir. Aynı şekilde her ay da bir ailesi veya eşiyle beraber geçirmek için 48 saat izin kullanma hakkı vardır. İzin müddeti bittikten sonra hapishaneye tekrar geri döner. İşte İsveç’ten... Kadına arzuladığı her şeyi veren bu ülke­ den... En geniş çerçevesiyle ve tüm anlamlarıyla kadının öz­ gürlüğünü sağlayan bu beldelerden... Evet, Birleşmiş Milletler buradan İsveçli hâkim “Brigaed olf Humer”i seçerek ona; do­ ğulu Arap kadınının problemlerini ve farklı ortamlarda bulu­ nan, değişik gelenek ve göreneklere muhatap olan Arap kadı­ nının, Arap ülkelerinin anayasalarında garanti altına alınmış elde ettiği haklarını araştırma görevini verdi. “Brigaed” de Mı­ sır’ın “Said” bölgesinin “Ebû Taşt” beldesinde oturan Saidli kadının, Tunus’un “Şeydi Temraz” şehrinde oturan Tunuslu kadının, “Mesrâte”de bulunan Ubyalı kadının ve Süleymaniye’de yaşayan Iraklı kadının durumunu en ince ayrıntısına varıncaya kadar araştırdı. Kendi ülkesinde en geniş çerçevesiyle özgürlüğü elde etmiş olan ve doğulu kadının durumunu yakından inceleyen İsveçli hâkim araştırmaları neticesinde şu kanaate varmıştı: “Ziyaret ettiği Arap ülkelerinin çoğunda bulunan doğulu kadın, İsveçli bir kadından çok daha fazla özgürdü.” Brigaed şöyle diyor: “Mısır’ın “Said” bölgesinde yaşayan köylü kadını ile Libya’nın “Fezan” bölgesinde yaşayan bedevi kadını, toplum hayatından uzak olmasına rağmen kölelikten çok uzak, mukaddes bir konuma sahiptir. Bu mukaddes ko­ numa sahip olan kadın, gündüz işlerinden başlayarak gece sohbetlerine varana kadar her alanda bilfiil erkeğin işine karışabilmektedir.” Hatta bu İsveçli hâkim, doğulu kadının kendine özgü bir 1 7 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ hayal âleminin olduğuna inanmaktadır. Zaten isveçli hâkime göre özgürlüğün tarifi de budur. Ömrünün baharını kendi ülke­ sinde eğitim ve öğretim alanlarında geçiren ve daha sonra hâkimlik makamına yükselen bu kadına göre özgürlük; insanın kendisine has bir âleminin bulunmasıdır. Halbuki isveçli kadı­ nın durumu bunun tam aksidir. Zira İsveçli kadının, erkeğin ortak olmadığı hiçbir özel âlemi yoktur. Diğer bir ifadeyle söy­ leyecek olursak batılı ve özellikle İskandinavyalI kadın, erkekle eşit olma özgürlüğünü elde etmek için çabalarken sersemlemiş ve bu özgürlüğün zirvesine ulaştıktan sonra anlamıştır ki; bütün alanlarda ve özellikle de “cinsellik” alanında gerçek özgürlük­ ten çok uzaktadır. Onun elde ettiği özgürlük sadece vehmi bir özgürlüktür. Çünkü bu özgürlük onu kadınlık sıfatlarından, kadın olmasının ortaya çıkardığı haklarından ve kadın olmasıy­ la dengeli bir özgürlükten uzaklaştırdıktan sonra ancak onu erkekle eşit hale getirmiştir. Artık o, daha çok erkeğe benzeyen bir kadındır. Hiç şüphesiz ki böyle bir özgürlük, dünyaya inmek için ça­ balayan bir cennet sakininin özgürlüğüne veya karga olmaya çalışan bir tavus kuşunun özgürlüğüne benzemektedir. Özetle bu özgürlük; kadının erkek olmaya çalışması özgürlüğüdür. İsveçli hâkim Brigaed devamla şöyle demektedir: “Arap kadınının özgürlüğü, erkeğin özgürlüğüyle dengeli bir şekilde bulunmakta ve erkeğin özgürlüğünü sınırlamamaktadır. Erkek ve kadından her biri kendi sahasında ve özel âleminde özgür­ dür. Nimetler içerisinde yüzen batılı kadına ve özellikle İsveçli kadına gelince; onun özgürlüğü, erkeğin özgürlük alanını daral­ tan, erkeğin özgürlüğünü boğan ve onunla rekabet halinde olan bir özgürlüktür.” Brigaed anlatmaya devam ediyor: “İsveç’teki kadın hare­ ketleri, 1975 senesini “Uluslararası Kadın Senesi” yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sene aynı zamanda İsveçli erkeğin de öz­ gürlük senesidir, isveçli kadın, erkeği neşe ve huzurdan mah- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 179 rum bırakacak derecede özgür olduğunu düşünmektedir. Hal­ buki erkeğin neşe ve huzurunun parıltıları, kadının da hayatın zevklerinden faydalanmasına, kadınlık yapısının olumlu yönde seyretmesine ve mutlu bir hayat yaşamasına yansımaktadır. Artık İsveçli erkek aileye bakma, ailenin yöneticisi olma, evin yükünü üstlenme ve çocukların eğitimine ortak olma sahala­ rında sorumluluk saadetinden tamamen marum kalmıştır. Zira kadın sadece bu sorumlulukta erkeğe ortak olmakla kalmamış, bilakis bazen erkekten üstün olmuş ve kanunların emriyle erke­ ğin sorumluluğunu elinden almıştır. Örnek olarak; düzeltilen İsveç boşanma kanunu, çocuklara bakım hakkını otomatik olarak kadına vermiştir. Hatta boşanma talebinde bulunan kadının kendisi bile olsa bu durum değişmez. Aynı şekilde ka­ dına “sınırsız cinsel özgürlük hakkı” kanunla tanınmıştır. Öyle ki erkek av, kadın da avcı durumuna gelmiştir. Bunun toplum düzeyindeki neticesi gerçekten çok kor­ kunçtur... İsveç’in “Sosyal İşler Bakanlığı” tarafından hazır­ lanmış önemli bir raporda hükümet şunları ilân etmiştir: İsveç vatandaşlarının % 25’i sinirsel ve ruhsal hastalıklara maruz kal­ mıştır. İsveç’in tıbbi masraflarının % 30’u sinirsel ve ruhsal has­ talıkların tedavisi için harcanmaktadır. Maaşa bağlanma yaşı gelmeden önce çalışmaktan tamamen aciz kaldıkları için emek­ liliğe ayrılan şahısların toplamının % 40’ını akli dengesi bozuk olan hastalar oluşturmaktadır. Sinirsel hastalıkların yayılma gerçeğinin en iyi göründüğü alan, ihtihar olayları oranında görünen korkunç derecedeki yükselmedir. Zira 1951 ile 1968 yılları arasında İsveçli kadınla­ rın intihar etme olayları iki katına yükselmiştir. Özellikle de bu kadınların yaşlarının 25 ile 29 arasında değişmesi dikkat çek­ mektedir. İşte bu müddetin başında her yüz bin kadından 6. 2 ’si intihar ederken, bu müddetin bitiminde ise intihar etme oranı 12. l ’e yükselmiştir. Halbuki erkeklerin intihar etme oranlarında herhangi bir yükselme kaydedilmemiştir. 1 8 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Brigaed şöyle bir not düşmektedir: Bu durumda katlaşarak artan bu alışılmadık manzaradaki oran ile, bu oranın katlaşarak arttığı aynı müddet içinde İsveçli kadının elde ettiği sınırsız ve yaygın özgürlük arasındaki bağlantıyı gömezlikten gelmek im­ kânsızdır. Ya da İsveç Sosyal İşler Bakanlığı tarafından yayın­ lanan raporun ifadesi ile: Fertle toplum arasındaki ilişkide bir yanlışlık bulunmaktadır. Zira müreffeh olan devlet, umulduğu gibi bireylerin mutluluğunu ve huzurunu sağlamamkta; bilakis bireyin şahsiyetini ve sorumluluk duygusunu zayıflatmaktadır. Netice olarak şahsiyetsiz bir birey ortaya çıkmaktadır. İsveçli hâkim, İsveç Sosyal İşler Bakanlığı’nm yayınladığı resmi raporu hazırlayanın bir bayan olduğuna dikkatimizi çek­ tikten sonra; müreffeh İsveç toplumunun gerçekleri arasında bizi gezdirmeye devam ediyor. Bu gezinti esnasında şu husus­ lara da -ki bunlar çok önemlidir- dikkatlerimizi çekmektedir: İsveçli kadının sınırsız bir şekilde özgür olması ve İsveç toplu­ munun müreffeh hayatı, İsveçli erkeğin eğitimini ve şahsiyeti­ nin olgunlaşmasını olumsuz etkilemektedir. Öyle ki; İsveç toplumunda erkeğin tam özgürlüğü, kadının özgürlüğüne bağlı hale gelmiştir. Hiç şüphesiz ki bu olumsuz etkilerin ortadan kal­ dırılması, İsveçli kadının kadın olduğunu hissetmesine ve ka­ dınlığının gereklerini yerine getirmesine bağlıdır. İsveç’in, kadının sınırsız özgürlüğünden kaynaklanan prob­ lemlerinden bir diğeri de yaşlılar problemidir. Toplumun kendi­ lerine bahşettiği bu efsanevi himayeye rağmen İsveç yaşlıları, Allah’ın yaratıklan arasında en perişan ve mutsuz olanlarıdır. Halbuki İsveç toplumunda altmış yaşına ulaşan herkese senelik 4 5 0 0 Lübnan lirasına denk gelecek kadar bol bir maaş veril­ mektedir. Bir de kendilerine güzel bir şekilde c’ işenmiş muhte­ şem meskenler tahsis edilmektedir ki, kadın veya erkek her bir yaşlı bu meskenin ayrı ve müstakil bir bölümüne sahip olmakta ve toplam gelirinin % 10’unu buna yatırmaktadır (Yani tek bir evin kirası, kendisinde oturacak kimselerin gelirine göre değiş- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 181 mektedir). Bütün bunlardan sonra da kâmil bir sıhhi ve top­ lumsal koruma yaşlıları kuşatmaktadır. İşte bütün bu efsanevi kolaylıklara rağmen yalnızlık ve kimsesizlik hissi, yaşlı oranı çok fazla artan İsveç toplumu üze­ rinde soğuk ve karanlık bir hava oluşturmaktadır. Zira kız ve erkek çocukları, büyüdükleri anda otomatik olarak ailelerinden ayrılmaktadırlar. Hele çocuk yapma oranının düşmesi, yalnızlık hissini iyice katılaştırmakta ve babaların maneviyatlarını tamamiyle yoketmektedir. Ayrıca batı toplumlarında, doğu toplumlarında bulunan “ailevi duyguların mukaddes oluşu” gibi bir inanç da bulunmamaktadır. İşte buradan yola çıkılarak İsveç toplumundaki yaşlıların hissettikleri korkunç derecedeki ruhsal ve psikolojik açılar tasavvur edilebilir. Yaşlı kolonileri üzerindeki bu ağır baskıyı hafifleten tek bir şey vardır: O da yetmiş ve bazen de seksen yaşından sonra bile pir-i fâni olmuş yaşlılar arasında gerçekleşen aşk hikâyeleridir!!! Ancak çok zaman geçmeden aralarına ihtilaf düşmekte ve he­ men hepsi boşanmaya sığınmaktadırlar. Öyle ki bu insanların hayatı eğlence, komedi ve dramatik hadiselerin karışımından meydana gelmektedir!!! İşte 1975 Kadın Senesi münasebetiyle İsveç hâkimi “Brigaed”in söyledikleri bunlardan ibarettir. Şunu belirtelim ki, İsveç İlmi Kuruluşları tarafından “aşk özgürlüğü” hakkında ya­ pılan istatislikler, İsveç kadınlarının % 80’inin evlilikten önce tam bir cinsel ilişki içinde bulunduğunu ve % 20’sinin de hiç evlenmediğini ortaya koymuştur. “Aşk özgürlüğü” doğal olarak geç evlenmeyi ve uzun bir süre sözlü kalmayı netice vermiştir. Bununla beraber gayri meşru çocuklar artmış ve daha fazla aile dağılmıştır. İsveç Sosyal İşler Bakanlığı’nın hazırladığı istatistik raporla­ rına göre İsveç’teki boşanmalar, dünyadaki boşanma oranları­ nın çok üstündedir. Bunun da en önemli sebebi şudur: İs­ veç’teki evliliklerin % 30’u genç kız hamile kaldıktan sonra şart- 1 8 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ ların baskısı altında zorunlu olarak gerçekleşmektedir. Hiç şüp­ hesiz ki zorunlu evlilik, doğal olarak normal evlilik gibi devam etmez. Ayrıca İsveç kanunu’nun boşanmanın önüne herhangi bir engel koymaması da çiftleri boşanmaya cesaretlendirmek­ tedir. Zira eşler boşanma kararı verdiklerinde, boşanmaları son derece kolaydır. Hatta eşlerden herhangi biri boşanma talebin­ de bulunduğunda, öne süreceği en basit bir sebep dahi bo­ şanma işinin tamamlanmasını mümkün kılmaktadır. Karı-koca ve aile hayatındaki bu dengesizlikler ve karışık­ lıklar, Norveç ve Danimarka’da da hâkimdir. Amerika’nın du­ rumu da bundan aşağı değildir. Bu konuda şehirlerin ahlâkî durumlarını gözetleyen “Amerika Ondörtler Komisyonu”nun raporuna göz atmamız bize yeterli bir bilgi verecektir. Bu ko­ misyon, Amerika toplumunun % 90’ının gizli ve ölümcül hasta­ lıklara sahip olduğunu ve bu durumun Penisilin ve Estribitümysn bulunana kadar devam ettiğini vurgulamaktadır. Materyalist doğu devletlerinde de durum bundan farklı de­ ğildir. Hatta kadının en çok sıkıntı ve zorluk çektiği, ailelerin en fazla dağıldığı ve fakat gizli tutulduğu yerler bu Demirperde ülkeleridir. Öyle ki bu ülkelerde yıpratıcı işlerde çalışan kadın, kadınlığımı unutmuş ve daha çok erkeğe benzeyen bir hal al­ mıştır. *28 İşte bu özgürlük ve İşte neticeleri!!! Artık bu özgürlüğün yol açtığı problemler, dünyanın bilimsel açıdan en çok ilerlemiş ülkelerinde açıkça görülmektedir. Ve işte araştırmalar acıyı, hasreti ve kedere boğan üzücü neticeleri ortaya koymaktadır. Bütün bu araştırmalardan sonra -ki onların maruz kaldığı bu çöküntü ve yıkımdan sakınmak için bu verilerden istifade etmek mümkündür- ve onların bizim beldelerimizde kadının mutlu bir yuvanın yöneticisi olduğunu haykırmalanna rağmen128 128 Bu bilgileri daha geniş bir şekilde “fî Zilâli’l- Kur’an” ın 2. cüz 3 30. sahifesinde bulabilirsin. Sadece yeni olan bilgiler “el-Usbûü’l-Arabi” dergisinin 24/2/1975 tarihli 820. sayısından alınmıştır. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 183 bir takım Materyalist düşünce sahiplerinin hâlâ İslam’a yapma­ cık saldırılarda bulunduğunu görebilmekteyiz. O kişiler kadının özgür olmasını istemektedirler ve fakat bu özgürlüğü herhangi bir şekilde kayıtlamamaktadırlar. Fakat onların yazdıklarından anlaşılan o ki, onlar kadının haya ve edep sınırlarını aşmasını ve erkekle kadın ilişkileri hususunda açık bazı çizgiler belirleyen toplumsal düzenlerden sıyrılmasını istemektedirler. Bu açık çizgiler onların hoşuna gitmemektedir. Çünkü bu çizgi ve sınır­ lar, onların azgın içgüdülerine engel teşkil etmektedir. Bundan dolayı da onlar kulaklara hoş gelen “özgürlük” kelimesinin ar­ kasına saklanarak anarşik bir ortam oluşturmaya çalışmaktadır­ lar. Bugün bazı kadınlardan da bir takım fikirler dinlemekteyiz. Fakat fikir beyan eden bu kadınların tümü daha olgunluk yaşı­ na erişmemiş veya psikolojik bunalımda olan kadınlardır. Bu kadınlar kırk yaşını doldurduktan sonra ise, daha önce onlar­ dan işitmediğimiz şeyleri işitmeye başlarız. İslam’a yöneltilen son ithamları çürütmeye başlamadan önce deriz ki: Açıkça görülmektedir ki, İslam’ın aile nizamına saldıranlar sadece bir tarafın kültürünü almışlardır. Bunların İslam’ı bilmediği ise şüphe götürmez bir gerçektir. Onların İs­ lam hakkında bildikleri, sadece hedeflerini gerçekleştirmek için kullanabilecekleri birbiriyle bağlantısı olmayan birkaç noktadan ibarettir. İslami nizamlar çerçevesinde kadının durumu hakkında yazılmış bir çok kitap mevcuttur. Eğer onlar bu kitapların bir kısmına dahi göz gezdirmiş olsalardı, iddia ettikleri bu görüşleri sahip olmayacaklardı. O kitaplardan sadece bazıları şunlardır: 1- Seyyid Kutup, “İslam Toplumuna Doğru” 2 - Seyyid Kutup’un “İslam ve Uygarlığın Problemleri” isimli kitabının “Kadın ve Erkek Kadın İlişkileri” bölümü 3 - Mevdûdi, “Hicab” 1 8 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 4 - Mevdûdî, “Nur Suresinin Tefsiri” 5 - Dr. Ali Abdülvahid Vâfi, “Aile ve Toplum” “İnsan Hak­ ları” 6 - Muhammed Kutup, “İslam ve Materyalizm Arasında İn­ san”... Merhum Şehid Seyyid Kutup “Nisa Suresinin Tefsiri”ni yaparken bu kitaba itimad etmiş ve tefsir çok güzel olmuştur. Özetle şöyle denilebilir: “İslam’ı itham edebilmek için İslam’ın hükümlerinden, esaslarından, tasavvur, şeriat ve ölçülerinden doğmuş bir şeyi ileri sürebilmek gerekir. Yoksa İslam’a intisab eden ve fakat İslam’ın esas ve ölçülerinin haricinde yaşayan bir toplumda bulunan şeyler, İslam’ın kendisindeymiş gibi kabul edilemez ve bu gibi şeylerle İslam itham edilemez. Zira bu gibi şeyler İs­ lam’dan sapmanın neticesinde ortaya çıkmıştır.”129 İslam’a yöneltilen bu son ithamlardan biri de kadının du­ rumu hakkındadır. Zira bu insanlar bütün din ve ideolojilere sabrederler, fakat İslam’a asla sabredemezler. Çünkü İslam, toplum ve hayat hakkında mütekâmil bir nizam ortaya koy­ maktadır. İslam’ın kendisine has metodu, tasavvuru, fikriyatı ve çözümleri vardır... İşte bu husustaki bir itham-da bir kadının şu iddiasıdır: “Geleneksel medrese, kadın konusunu bir takım helâl ve haram hükümleriyle ele almaktadır. İçtimai ve iktisadi gelişme­ lere göre bu hükümlerin dairesi genişlemekte veya daralmak­ tadır. Yoksa bu hükümler, sabit ve değişmeyen prensiplere dayanmamaktadır. ” Hiç şüphesiz ki bu, delilsiz ve dayanaksız bir bakış açısıdır. Bu kadının sözleri, Arap dilinin sabit olmayan harflerle yazılıp okunduğunu iddia etmeye benzemektedir. Peki bunun delili nedir? 129 Fi Zilâli’l-Kur’an, 2/251-252 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 185 İslam, esaslan sabit olan bir hayat nizamıdır. İslam’ın Kur’ani esasları, kelimelerinin yazılış şekline varana kadar hiç­ bir şeyi değişmemiş sabit esaslardır. Nebevi sünnet de açık bir şekilde günümüze kadar sabit kalmıştır. Şayet bazı alimlerin bir takım görüşleri eleştirilecekse, bunda İslam’a yöneltilecek bir itham sözkonusu olamaz. Çünkü teşri’ ve tefsirde masumiyet sadece peygamberlere aittir. Şayet biz: “Marksistin biri, bir işçinin hakkını ve emeğinin karşılığını yedi” diyecek olsak onlar hemen şöyle diyeceklerdir: “Marksizm’de böyle bir şey yoktur. Marksizm’in prensiplerini bu adama göre değerlendirmek mümkün değildir.” Fakat iş İslam’a gelince: Allah ve Rasûlü’nün emrine açık bir şekilde muhalif de olsa bir alimin, bir fakihin veya araştırmacı bir müdehidin tenkid edilebilecek bir görüşünü buldukları zaman; Marksiz hakkında kendilerinin söyledikleri esası hemen unutu­ verir, ölçü birliğini bozar ve kindarca bu görüşe tutunarak İs­ lam’ın aleyhine bu görüşü kesin bir delil gibi kabul ederler. Eğer bir Marksist: “İşçilerle iş verenlerin maslahatları birbirleriyle çelişmemektedir” diyecek olsa; hemen onu irtidad et­ mekle suçlayacaklardır. İşte Fransız Komünist Partisinin merkez komisyonu üyesi ve siyasi büro azası olan Komünist düşünür Rögar Graudy’e de bunun aynısını yapmışlardı. Onu sağcı, bozguncu ve bölücü olmakla suçlamışlardı. Halbuki o, otuz altı yıl boyunca Marksizm düşüncesini savunan biriydi. Ancak o, bölgesel ve milli bir Sosyalizmi savunmaya başlamış, her ülke­ nin tarihi ve içtimai şartlarına uygun bir Sosyalizmi ortaya koymuştu. Rusya Sosyalizminin kopyası olacak bir Sosyalizm düşüncesini kabul etmemeye başlamıştı. Her toplumun bünye­ sine, tarihi geleneklerine ve seviyesine uygun örnek bir Sosya­ lizm düşüncesini savunmaya başlamıştı. Bu düşünürün söyle­ diği sözlerden bazıları şunlardır: “Sovyetler Birliği’nde yapılan zulüm, sadece yazarlara kar­ şı değil bilakis düzeni sorgulamaya kalkışan herkese karşı iş- 186 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Ienmektedir. Nitekim Sovyet liderlerini korkutan en büyük tehlike, insani görünümlü bir Sosyalizm’in yayılmaya başlama­ sıdır.”130 “Bizim Fransa’da kurmaya çalıştığımız Sosyalizm, Çekos­ lovakya’ya uyguladığımız Sosyalizm’den farklıdır.”131 İşte eğer bir Marksist, bu satırlarda okuduğumuz şeyleri söyleyecek olursa; hemen onu mürted, bozguncu, bölücü ol­ makla damgalarlar. Ancak eğer araştırmacı bir müctehid İs­ lam’ın nasslarına ve temel easlarına aykırı bir görüş belirtecek olursa; hemen ona yapışırlar ve hiçbir şekilde “bu sadece o müdehidi bağlar. İctihad etmiş ve içtihadında hatalı çıkmıştır. Prensip ise bunun zıddını ifade etmektedir” demeye yanaşmaz­ lar. ♦ ♦ ♦ Bir kadın şöyle demektedir: “İlk “Kadın Eğitim ve Öğreti­ mi” çağrıları yapıldığında bunu bid’at ve dalalet olarak kabul etmişlerdi. Fakat ne zaman ki kadının eğitim ve öğretimi vakıa­ daki bir hakikata dönüştü, onlar da bunun helâl olduğuna fet­ va verdiler. Daha sonra da bunun farz olduğunu bildirdiler.” Biz de deriz ki: Hiç şüphesiz ki İslam, vakıaya göre hareket etmeyi ve yaşanan hayata göre işi idare etmeyi kesinlikle kabul etmemektedir. İşte İslam on dört asrı geride bırakmış, on beşin­ ci asrına girmektedir. Bu uzun müddet boyunca prensipleri sabit kalmış ve esaslarına muhalif hiçbir ilmi hakikat ortaya çıkmamıştır. Hatta bugün Avrupa’nın merkezindeki toplumlar bile kendi problemlerinin çözümünü İslam’da bulmakta ve İslam’ı yasama kaynaklarından biri kabul etmektedirler. İşte bundan dolayı da İslam, hayatı hiç değişmeyecek ku­ rallar üzerine oturtmuştur. İslam’ın ilim hususundaki değişmez esasını da Rasûlüllah (s.a.v.)’m ağzından dinleyelim: 130 Graudy Rögar, “el-Hakikatü Küllüha” sahife 10 131 Graudy Rögar, “Mün’atefu’I-İştirakiyetü’l- Kebir” sahife 12 HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 187 “İlim her müslümana farzdır.” “Âlim ve ilim tahsil edenden başkası benden değildir.” Allah’ın kitabında da şöyle buyurulmaktadır: "... Allah sizden iman edenleri ve (özellikle) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin..."132 “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak öz­ lü akıl sahipleri öğüt alır. ”133 Eğer ayet ve hadisler ilim öğrenen erkek ve kadını birbi­ rinden ayrı tutmamışsa, o zaman bu hükümler mutlak olarak her ikisi için de geçerli olur. Eğer bu kadının “kadının eğitim ve öğretimi bid’at ve dala­ let olarak görülüyordu” sözü doğru olsaydı; İslam tarihimizin başından, vakıanın baskısıyla “kadının eğitim ve öğretimi”ne fetva verildiği ve hatta farz olduğu belirtildiği iddia edilen şu as­ rımıza kadar tek bir müslüman kadın âlimeyi bulamayacaktık. Halbuki İslam tarihinin vakıası bunu yalanlamaktadır. Zaten tarih en iyi ve en hayırlı şahiddir. Örnekler sayılamayacak kadar çoktur... İslam’ın ilk döneminde bazı sahabe kadınları, peygamber (s.a.v.)’in hadislerini rivayet ediyor, ezberliyor ve diğer insanla­ ra naklediyorlardı. Sadece Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”ine (6. cüz, sahife 4 02-464 arası) müracaat edilirse, bir çok kadının peygamber (s.a.v.)’den pek çok hadis rivayet ettiği görülecek­ tir. 71 kişi olan bu kadınlardan bazıları şunlardır: Ümmü Gülsüm bn. Ukbe, Varaka bn. Abdullah, Selma bn. Hamza, Havle bn. Hakim, Havle bn. Amir, Fatıma bn. Kays, Ümmü Hakim bn. Zübeyr, Fatıma bn. Ebi Hübeyş, Ferie bn. Mâlik, Selma bn. Kays, Ümmü Haram bn. Milhan, Süveyde bn. Zem’a, Cüveyriye bn. Haris, Ümmü’l-Alâ el-Ensâriye, Üm- 132 Mücâdele, 11 133 Zümer, 9 1 8 8 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ mü Cemil bn. Mücellel, Esma bn. Ümeys, Ümmü Ümare bn. Ka’b, Ümmü Derdâ, Meymune bn. S a ’d ve Hafsa bn. Ömer elHattap... Hz. Âişe (Allah kendisinden razı olsun) validemizin de di­ ğer sahabelere bazı itirazları ve düzeltmeleri bulunmaktadır. Bu itiraz ve düzeltmeler “el-Mektebetü’l-İslami” tarafından yayın­ lanan, üstaz Said el-Afgani’nin tahkik ettiği Bedreddin ezZerkeşi’ye ait olan “el-İcâbe Li-İrâdi Mâ İstedrekethü Âişe Alâ’s-Sahabe” isimli kitapta bir araya getirilmiştir. Bu kitapta da görüleceği gibi Hz. Âişe, ilim ve ta’limin hatta tenkid, tadil ve tashihin zirvesinde bulunmaktadır. Üstaz Hayreddin Zirikli’nin “el-A’lâm” isimli değerli kita­ bında onlarca değil, bilakis yüzlerce Müslüman kadın âlime yer almaktadır. Hafız Zehebi’nin “Siyerü A’lâmin-Nübelâ” isimli kitabında yüzlerce âlime ve fakihe mü’mine kadınlara yer verilmiştir. Hafız Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihi Bağdad” isimli kitabının sonunda İslam toplumu üze­ rinde etkileri olan onlarca meşhur ilim talebesi hanıma yer verilmiştir. Üstaz Ömer Rıza Kehhale’nin “A’lâmü’n-Nisa fi Âlemeyi’lArap ve’l-İslam”isimli kitabında da yüzlerce muhaddis ve ilim talebesi olan Müslüman hanımdan bahsedilmektedir. Sadece bunların isimlerini zikretmemiz için bile bir-iki cilt kitap yazma­ mız gerekecektir. Hiç şüphesiz ki biyografi kitapları âlime ve mürebbiye olan yüzlerce Müslüman kadının isimleriyle dolup taşmaktadır. Bu Müslüman kadınların ellerinde eğitim görmüş, onların ilimle­ rinden kana kana içmiş ve ilim, marifet ve edebiyatta derin et­ kileri olmuş büyük âlimler vardır. İslam’ın kadını, haklarından ve özgürlükten mahrum bıraktığını iddia edenlerin; Arap (İs­ lam) kaynaklarımızda bulunan ve bir kısmına işaret ettiğimiz bu HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 189 bilgileri bilmeleri, onların sadece delilsiz iddiada bulunduklarını ve câhil oldukları halde bilgiçlik tasladıklarını göstermektedir. Biz, Müslüman âlime kadınlardan tek bir örnek vermekle yetineceğiz: Sittü’l-Vüzera bn. Ömer b. Es’ad et-Tenûhi ed-Dımeşki: 6 2 4 hicri senesinde doğmuştur. Üstün ahlâk sahibi olup muhaddistir. Babasından hadis dersleri almıştır. Aynı zamanda Ebû Abdullah Hüseyin ez-Zebidi’den İmam Şafii’nin “Müsned”ini ve Sahih-i Buhari”yi okumuştur. Şam ve Mısır’da hadis dersleri okutmuştur. İmam Şafii’nin “Müsned”ini Sem a yoluyla en son rivayet eden odur. Ahmed b. Ali b. Ebû Bekr es-Salihi, Zehebi ve İbni Ebi’l-Mecd ondan hadis rivayet etmişlerdir. Fahr b. Muhammed b. Humeyd Mühasin en-Neyrubi “Sahih-i Buhari”yi ondan okumuştur. Kahire’ye geldiğinde fıkıhçı Ali b. Yâkûb eş-Şafii’ye İmam Şafi’nin “Müsned”ini okutmuştur. Şemsüddin Mahmud b. Halife b. Halef el-Menbeci ve Şemsüddin Muhammed b. Ali el-Haşşab ondan hadis rivayet etmişlerdir. Muhammed el-Vani “Sahih-i Buhari”nin “Sülâsiyet (ravi zincirinde üç kişi bulunan hadisler)”ini, “Sahih-i Buh ari”nin “tevhid kitabı”nı ve daha sonra bütün “Sahih-i Buhari”yi ondan okumuştur. Aynı zamanda onun Sem a yoluyla (dinleyerek) babasından rivayet ettiği Abdurrahman b. Ömer b. Nasr ed-Dımeşki’nin “Fevâid” isimli kitabının beşinci cüzünü de ondan okumuştur. Aynı şekilde Muhammed el-Vani, onun Sem a yoluyla Hüseyin ez-Zebidi’de rivayet ettiği İmam Ş a ­ fii’nin “Müsned”inden on iki hadisin içinde bulunduğu bir cüzü ve Selahaddin el-Alâi’nin tahric ettiği Mâlik b. Enes’in “Sübâiyet (ravi zincirinde yedi kişinin bulunduğu hadisler)”i hak­ kında olan “Büğyetü’l-Mültemis” isimli kitabı da ondan rivayet etmiştir. Bu âlime hanım, hicri 716. senenin Ş a ’ban ayında ansızın vefat etmiştir.134 134 A’lâmü’n-Nisâ, 2. cüz, 173. sahife. Burada onun yanında talebelik yapan ve ondan ilim öğrenen âlimlerin sayısı üzerinde iyice düşünülmelidir. 1 9 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Bütün bunlara rağmen nasıl olur da “ilmi metoda tâbi ol­ duğunu iddia eden kültürlü” bir bayan: “Müslüman kadının eğitim ve öğretimi bid’at ve dalalet olarak kabul ediliyordu” diyebilir? Halbuki o, belirttiğimiz kaynaklardan sadece birine bile müracaat etseydi bu söylediklerini söylemezdi. Çünkü o, bu söylediklerinin İslam dininin bir hakikati olduğunu zannedi­ yor. Ne diyelim... Belki de bu anlattıklarımızdan hiçbirini duy­ mamıştır. Yoksa onun binlerce âlime Müslüman kadınını bil­ memesini neyle ve nasıl izah edeceğiz? ♦ ♦ ♦ Bu kadın daha sonra şöyle dedi: “Kadını, kadınlığını ko­ rumak maksadıyla sadece bazı işlere ve ilimlere tahsis etme mantığıyla hareket eden el-Behiyy ve benzerlerinin en çok uzak oldukları şey, samimiyet ve gerçekliktir. Bu durumda insan sormak istiyor: Şu iki durumdan hangisi kadın için daha tehli­ kelidir? Eczacılık, kimya ve diğer ilimlerle meşgul olması mı, yoksa başının üzerinde gübre ve çamur taşıyarak ekinle meşgul olması mı?” Bir defa kadının sadece bazı ilimleri öğrenmesi gerektiğini söyleyen el-Behiyy ve benzerleri, kadının gübre ve çamur taşı­ masının gerektiğini söylememişlerdir. Ancak, eğer bu Materya­ listlerin iddia ettikleri “eşitlik” prensibinden hareketle kocasına yardımcı olmak için çalışırsa, el-Behiyy ve benzerlerine göre bunda bir sakınca yoktur. Şunu da belirtelim ki, bugünkü toplumumuzda Müslüman kadın eczacılık, kimya, tıp ve diğer ilimlerle ilgilenmedeki başa­ rısını ortaya koymuş ve açtığı okullarda yeni nesli eğitmedeki üstünlüğünü ispat etmiştir. Bütün bunları da toplumu ifsad eden ihtilât (kadın-erkek karması) ve bir çok eziyete sebep olan istikrarsızlık ve sulandırılmıştık olmadan iffet ve temizlik orta­ mında gerçekleştirmiştir. HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 191 ♦ ♦ ♦ Kadın şöyle diyor: “Kur’an çok açık nasslarıyla erkeğin ka­ dından üstün olduğunu ilân etmektedir: “Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler (ailenin reisidirler)...”135 Müfessirlere göre bu “efdaliyet” Allah katındaki mükâfata kadar uzanmak­ tadır. Bu müfessirler, hayız halindeyken ibadet etmediği için kadının Allah katındaki mükâfatının daha eksik olacağını karar­ laştırmışlardır.” Hiç şüphesiz ki aile müessesesinden daha az önemli ve daha değersiz olan diğer tüm müesseselerin başına, o müesse­ se için en uygun olan aday getirilir. Mali, endüstriyel, ticari ve diğer tüm müesseselerin başına âdeten en uygun insan getirilir. Herhangi bir müessesenin başına getirilecek olan kimse, bu hususta ilmi ihtisas yapmış ve ameli olarak da bu işin eğitimini yapmış olması gerekir. Ayrıca Allah’ın kendisine bahşettiği idarecilik kabiliyetine de sahip olması gerekir. Allah Teâlâ tarafından kadına bahşedilen özellikler arasın­ da incelik, nezaket, şefkat, çabuk etkilenme ve hiç düşünme­ den bilinçsiz bir şekilde çocukluğun gereklerine icabet etmek de yer almaktadır. Hiç şüphesiz ki bu özellikler kadında yüzeysel bir şekilde bulunmamakta; bilakis bu hususta uzman olan bü­ yük bilim adamlarının da ifade ettikleri gibi bu özellikler, kadı­ nın her bir hücresinin oluşumunun derinliklerinde bulunmak­ tadır. Çünkü bu özellikler, bütün temel özellikleriyle birlikte ceninin kendisinden bölünüp parçalanarak büyüdüğü ilk hüc­ rede de mevcuttur. Aynı şekilde Allah Teâlâ tarafından erkeğe bahşedilen özellikler arasında sertlik, katılık, çabuk etkilenmeme, çocuklu­ ğun gereklerine hemen icabet etmeme ve herhangi bir şeyi yapmak için harekete geçmeden önce iyice düşünme yetisini kullanma gibi özellikler de vardır. Çünkü erkeğin bütün vazi135 Nisa, 34 ı 1 9 2 • MÜSLÜMANIAR1N KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ feleri bir şeyi yapmaya yönelmeden önce düşünmeye ve genel olarak yavaş hareket edip, harekete geçmeden önce düşünce yetisini kullanmaya muhtaçtır. Kadının özelliklerinin, onun yapısının derinliklerinde bulunması gib; erkeğin özellikleri de yapısının derinliklerinde bulunmaktadır. 136* Dolayısıyla erkeğin yönetici olması, bir takım sebeplere dayanmaktadır. Bu sebepler de özetle şunlardır: Erkeğin yapısı, fıtratı, istidat ve kabiliyeti... İhtisas ve uzmanlık alanına uygun görev dağılımı... Görev dağılımında adaleti gözetmek ve her birini, kendisi için kolay olan ve fıtratı tarafından desteklenen görevle vazife­ lendirm ek .. Erkeğin yönetici ve reis olmasının fıtrat tarafından destek­ lendiğinin delili şudur: Yöneticilik görevlerini yerine getiremeyip karısına devreden ve evin reisi olmak için gerekli olan taşı­ mayan bir erkekle birlikte yaşayan bir kadın, devamlı sıkıntılı, huzursuz, mahrum kaldığını ve muhtaç olduğunu hisseder. Şüphe yok ki bu husus, İslam’dan uzak olup karanlıklarda çır­ pman kadınların dahi kabul edip ve itiraf ettikleri bir hakikattir. İsveçli hakimenin (Brigaed) raporunda aynen şu ifadeler geç­ mekteydi: “İsveçli erkek, en sonunda aileyi gözetip koruma, aile yöneticisi olma ve ailenin yüklerini üstlenme sorumluluğu­ nun saadetinden mahrum kaldı...” Brigaed’in de ortaya koy­ duğu gibi bunun toplum düzeyinde neticesi, gerçekten de kor­ kunç ve ürkütücü hakikatler olmuştur. Hiç şüphe yok ki babanın vefat etmesi veya meşru bir ba­ banın bulunmaması, yahut da şahsiyeti zayıf olan babaya an­ nenin şahsiyetinin galip gelmesi sebebiyle vöneticilik ve reisli­ ğin babaya ait olmadığı bir ailede yetişen çocuklar; dengeli bir şekilde yetişemezler ve sinirsel ve psikolojik yapılarında, ahlâki 136 Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olabilmek için “Fi Zilal”den Nisa Sure Sİnİn tçfsirinp. hakiniz. I HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 193 ve ameli hayatlarında biir anormalliğin, tuhaflığın ve sapmanın olmaması çok nadirdir. O halde aile yapısının içinde erkeğin yöneticilik vazifesi, bu önemli müesseseyi idare etmesi, koruyup kollaması içindir. Herhangi bir müessesede yöneticinin bulunması diğer ortakla­ rın, çalışan ve görevlilerin bütün haklarının iptali anlamına gelmediği muhakkaktır. İşte İslam da erkeğin yöneticiliğinin sınırlarını çizmiş, yöneticiliğin yanında bulunması gereken şef­ kat, gözetme, koruyup kollama sıfatlarına haiz olması; kendi nefsi ve malı hakkında bir takım sorumlulukları taşıması, hanı­ mı ve ev ahalisi ile olan yaşantısında bir takım edeplere riayet etmesi gerektiğini belirtmiştir. Aynı zamanda İslam, kadına kocasını seçme hakkı tanımış­ tır. Bununla kadın, yöneticisini kendisi seçmektedir. Dolayısıyla kadın, seçeceği erkeğin olgun bir yönetici olup olmadığını gözönünde bulundurma hakkına sahip olmuş olur. Böylece İslam, ailenin mali yükümlülüklerinden kadını muaf tutarak onu rahata kavuşturmuştur. Çocukların ve kadının mali hakla­ rını erkeğin omuzlarına yüklemiş, onun zimmetine geçirmiştir. Şüphesiz ki İslam, sorumluluğu kadının omuzlarından kaldıra­ rak onu şereflendirmiş ve onurlandırmıştır. 137 Bütün bu açıklamalardan İslam’ın bu husustaki hikmetini öğreniyor ve şöyle diyoruz: Aile reisliği; aile müessesesini dü­ zenlemek ve bu müessesede meydana gelecek işleri düzene sokmaktan ibaretir. Aile reisliği; ihtisas ve uzmanlık alanına göre görev dağılımı yapmaktır. Bütün bunları da iman, ülfet, muhabbet ve ikram ortamında gerçekleştirmektir. Şu halde yöneticilik, erkeğin omuzlarında bir sorumluluktur. “Her çoban Allah katında güttüklerinden sorumludur.” 137 “Lisanü’l-Arab” isimli lügatta, “Kavveme” maddesinde “E r k e k l e r k a d ın la r ü z e r in d e y ö n e t ic id ir le r " (Nisa - 34) ayeti kerimesi verilerek şöyle açıklan­ mıştır: “Erkekler, kadınların işlerini düzene koymakla mükellef ve sorum­ ludurlar. ” 1 9 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Kadının ibadetlere karşılık verilecek olan mükâfatının eksik olacağı iddiasına gelince: Bu iddia ayeti kerimenin nassıyla reddedilmektedir: “Rabbleri onların dualarını kabul etti: “Birbirinizden m ey­ dana gelmiş olan sizlerden erkek olsun, kadın olsun hiçbir çalı­ şanın (amel edenin) işini (amelini) boşa çıkarm am ...”138 Fakihler, Allah katındaki mükâfat ve sevab hususunda er­ kekle kadının eşit olduklarını takrir etmişlerdir. Aynı şekilde dünyevi haklardan olan mülk edinme, mirasçı olma (miras payları farklıdır) ve medeni şahsiyetini koruma bakımından da eşit olduklarını belirtmişlerdir. ♦ ♦ ♦ Saldırgan kadın şöyle diyor: “İslam’da kadının kocasını seçme özgürlüğü çok zayıftır. Kadının, velisi olmadan evlenme­ si ise mezhepler arasında ihtilaflıdır.” Biz ilk önce son cümleyi reddedeceğiz. Şayet mezhepler kadının, velisi olmadan evlenmesi hususunda ihtilaf etmişlerse ve mezheplerden biri bunun doğru olduğunu, diğeri ise bunun doğru olmayacağını savunuyorsa; bu durmda kadın -şayet velisi kendisini evlendirmiyor ve Allah’ın yasakladığı “İ’dâl (dengi olan biriyle evlenmesine engel olma)” durumuna düşü­ yorsa- rüşd yaşına ulaştıktan sonra hâkimin huzurunda evlen­ mesine izin veren mezhebi alabilir. 139 138 Âli İmran- 195 139 Hanefilerde olduğu gibi Şafiilerde de: “Velinin “İ’dâl (kızının uygun biriyle evlenmesine engel olma)’ı” sabit olursa, velinin iznine bakmadan hâkimin kızı evlendirmesi gerekir. İslam’ın velinin görüşüne itibar etmesi, kızına li­ yakat, imkân, yeterlilik, kazanç, saygınlık ve ahlâk bakımlarından uygun birini bulması gayesine matuftur. Çünkü kızıyla evlenecek olan kimsenin adı, bundan sonra kendi ailesiyle birlikte de anılacaktır. Bazen kızı işsizgüçsüz, şeref ve onuruna sahip çıkmayan serseri birini de sevebilir, işte bu durumda veli karşı çıkmalıdır. Çünkü kızı, geçici olan duyguların ve bite­ cek olan arzuların etkisinde kalmıştır. Veli ise, mutluluğunu ve huzurunu HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 195 Hanefiler şöyle demektedirler: Akıllı ve ergenlik çağına ermiş bir kadının nikâhı, kendi rızasıyla gerçekleşir. Velisinin onun nikâhını kıyması şart değildir. Bu kadının bakire veya dul olması farketmez. Bu, Ebû Hanife ve Ebû Yusuf’a göredir. Bu cevazın sebebi de şudur: Kadın, kendi öz hakkında tasarrufta bulunmuştur. Mümeyyiz (doğru ile yanlışı birbirinden ayırabi­ len) ve akıllı olduğu için de böyle bir tasarrufta bulunmaya ehildir. Nitekim bu vasıflara sahip olan bir kadın, kendi malın­ da da istediği gibi tasarrufta bulunabilir. İşte kocasını seçme hakkına sahip olması da bundan dolayıdır. Yine Hanefiler şöyle demektedirler: Velinin, bakire ve er­ genlik çağına ermiş bir kadını evlenmeye zorlaması caiz değil­ dir. Bunun sebebi de kadının akıllı olmasıdır. Akıllı olduğu için, başkasının onun üzerinde zorlama yetkisi yoldur. Velisi ondan izin ister, o da susar veya gülerse bu onun izin verdiği ve kabul ettiği anlamına gelir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Bakireden, kendisi hakkında izin istenir de eğer susarsa, demek ki razı olmuştur.” Gülmek ise susmaktan daha çok rızaya delalet eder. Fakat ağlamak böyle değildir. Çünkü ağlamak, istememeye ve kızmaya delalet et­ mektedir. Eğer kendi velisinden başkası veya kendisinden daha evlâ bir veli bulunan diğer bir veli kadından izin isteyecek olursa, sadece konuşması itibara alınır. Çünkü bu durumda susması, onun sözüne değer vermediğini göstermek için olabilir. Bun­ dan dolayı da nzasına delalet etmez. Yine Hanefiler şöyle demektedir: “Kadından izin istenirken, tanıyacağı bir şekilde koca adayının ismi de söylenmelidir.”*140 arzuladığı ciğerparesi için aklına başvurmaktadır. ” (Bkz: Fethü’l-Bâri, Ve­ li ve Nikâh Babı) 140 Hanefilerin bu görüşleri “Hidâye” isimli kitaptan alınmıştır. 1 9 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Gördüğümüz gibi kadın, kabul etme veya reddetme hak­ kına tamamıyla sahiptir. İşte bu da bütün anlamlarıyla tam bir “seçmek”tir. Kadın, kendisine eş olarak kabul edecek ve hayat ortağı yapabilecek münasip birini bulana kadar gelen herkesi geri çevirme hakkına sahiptir. Ebû Hureyre Rasûlüllah’ın şöyle buyurduğunu rivayet et­ mektedir: Dul kadının emri öğrenilinceye kadar evlendirilmez. Bakire kadının izni alınıncaya evlendirilmez.” Dediler ki: “Ya Rasûlallah, bakirenin izni nasıl alınır?” Şöyle buyurdu: “Onun susması (izin)dir.”141 Abdullah b. Abbas anlatıyor: Bakire bir kız Rasûlüllah’a geldi ve kendisi istemediği halde babasının onu evlendirdiğini anlattı. Bunun üzerine Rasûlüllah, kabul edip etmemede onu serbest bıraktı.”142 “Neylü’l-Evtâr” isimli kitabında İmam Şevkâni şöyle de­ mektedir: “Bakire ve ergenlik çağına ermiş bir kız, izni alınma­ dan evlendirilecek olursa bu evlenme akdi sahih olmaz. Bu, Evzâi, Süfyan es-Sevri ve Hanefilerin görüşüdür. Tırmizi, ilim ehlinin çoğunun bu görüşte olduklarını belirtmiştir.” Aynı kitapta şöyle demektedir: “Açık olan şudur ki, nikâh akdinin sahih olabilmesi için hem dul ve hem de bakireden izin alınması şarttır. Çünkü peygamber (s.a.v.), Hansa b. Hidam’ın nikâhını geçersiz kılmıştır. Bu hadise şu şekilde cereyan eder: Dul olan Hansâ, istemediği halde babası tarafından evlendirilir. O da Rasûlüllah’a müracaat eder ve Rasûllüllah (s.a.v.) onun nikâh akdini iptal eder. Hiç şüphe yok ki fakihlerin, velisi olmadan kadının evlen­ mesi hususundaki ihtilafları ne bir ayıp ve ne de bir eksikliktir. Zira vakıaları ve toplum şartları farklı olan insanlar, herhangi b'ır konu hakkında farklı görüşlerle karşılaştıkları zaman herkes 141 Bu hadis “Kütübi Sitte” sahipleri tarafından rivayet edilmiştir. 142 Ahmed, Ebû Dâvûd, İbni Mâce ve Dârekutni rivayet etmişlerdir. HEZİM ETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 197 kendisine uygun olanını alma imkânını elde eder. Şüphesiz ki bu,insanlar için bir kolaylık sağlar. ♦ ♦ ♦ Son olarak davet ettiği Materyalist ideolojiyi bildiği kadar İslam’ı bilmeyen bu kadın yazar: “İslami ideolojinin taklidi gö­ rüşü, eski gelenekler, toplumsal hayatta kadının diri diri gö­ mülmesi, kadın haklarının kağıt üzerindeki mürekkeb olmaktan öteye geçemediğini” ve bunların benzeri daha pek çok cümleyi tekrarlayıp durmaktadır. Biz de deriz ki: Eğer gelenekler akıl, mantık, ilim ve dine uymuyorsa; biz de bunların terkedilmesini ve bunlardan uzaklaşılmasını söylüyoruz. Fakat eğer bu gelenek denilen şeyler, eski de olsalar ailenin huzur ve saadetini gerçekleştiriyorlarsa; bu durumda insanların arasında bunlara en çok tutunan ve sarılanlar bizler oluruz. Çünkü ailenin huzuru ve saadeti için elverişli olan ölçüler sadece bunlardır. Zaten her eski olan şeyi terketmek ve her yeni olan şeyi almak doğru değildir. Günümüzde kadının maddi ve içtimai sahada diri diri gö­ müldüğü meselesine gelince; şüphesiz ki bu ifade, müşahade edilen bir takım yüzeysel hadiselerden kaynaklanmaktadır ki bu, İslam’ın da razı olmadığı bir vakıadır. İslam’ın kendisine davet ettiği ve İslami kabul edilebilecek olan şeyler İslam’ın hükümlerine, bakış açısına, programlarına ve ölçülerine uygun bir şekilde ortaya çıkan şeylerdir. Bunun dışındaki şeylere ge­ lince, bunların İslami kabul edilmesi doğru değildir. Çünkü bu şeyler, İslam’dan sapmanın neticesinde meydana gelmiştir. Şayet kadın, İslam’ın kendisine bahşettiği haklar çerçeve­ sinde yaşarsa; gerçek hürriyetini ve arzulanan saadetini elde edecektir. Dolayısıyla kadının gözetiminde bulunan ailenin huzuru ve bunun neticesinde de bütün toplumun saadeti ger­ çekleşir. İşte ancak bu şekilde kadının hakları, yazarın zannetti­ ğinin aksine kağıt üzerindeki mürekkep olmaktan çıkar. ı 198 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLER İ Hiç şüphe yok ki hayatı ve aileyi tanzim etmekten kaçıp “hürriyet” ve “kadını özgürlüğüne kavuşturma” kelimelerinin arkasına sığınmak; anlık cinsel arzuları gerçekleştirmek için başvurulan bir kaçıştır. Bu kaçışın korkunç içtimai neticelerini ancak akıllı ve bilgili insanlar bilebilirler. Bu konunun başında dünya ülkeleri arasında kadına en çok özgürlük veren devletin (İsveç) halini gördük. Bundan da anladık ki, akademik ve araş­ tırmacı akıllar, verilen sınırsız özgürlüğün toplumu tahrip ettiği­ ni görmekte ve bu sınırsız özgürlükten doğan problemlerden ve hastalıklardan şikâyet etmektedirler!!! Müslüman kadın ancak İslam’ın gölgesinde şeref ve onu­ runu muhafaza edebilir. Çünkü İslam: “Cennet annelerin ayak­ ları altındadır” demektedir. Yüce peygamber (s.a.v.) “Refik-i Alâ”ya intikal edeceği zaman onun hakkında vasiyetlerde bu­ lunuyor ve ona iyi davranılmasını öğütlüyordu. İslam’a göre kadın, cinsel ilşkileri gerçekleştirme aracı değildir. İslam, bun­ dan çok daha büyük bir göreve kadını hazırlamaktadır. Bu görev, çocuğun ancak kendisinde yetiştirilebildiği bir aileye bağlı olmasıdır. Bu çocuğun tecrübe, bilgi ve insani ahlâkla azıklandırılması onu üstün bir toplum kurmaya ehil kılacaktır. Böyle bir toplum ardı ardına gelen faziletli nesiller yoluyla de­ vamlı ilerleyecektir. İslam’a düşman olan fikirlerin önünde hezimete uğrayan bu insanların, İslam’a ve mefhumlarına da bir bakmaları gere­ kir. Kendi düşüncelerini, sadece İslam’a düşman olan yabancı prensip ve ilkeler üzerine kurmaları yeterli değildir. Tabi eğer onlar, kadının huzur ve mutluluğuna davet etmekte ve kadın ile erkekten oluşan iki kanat üzerinde toplumu saadetin zirvesi­ ne çıkarma isteğinde samimi iseler... Fakat onların sadece duyduklarını tekrarlamakla yetinme­ leri ve yanlış mukaddimelerden bir takım neticeler çıkarmaları, toplumlarından önce kendilerine iftira ettiklerini ve kendi dü- HEZİMETE UĞRAMANIN SEBEPLERİ • 199 şüncelerinden önce bütün insanlığın düşüncesini küçümsedik­ lerini göstermektedir. Allah Teâlâ’nın kulları hakkında câri olan kelimesi ve sün­ neti, temel esastır. Bundan yüz çevirmek veya irtidat etmek, toplumun yokolmasını netice verecek bir başıboşluğu berabe­ rinde getirecektir. Huzur ve mutluluk hakkında araştırma yapan İsveçli hakimenin raporu da bunu ispat etmektedir. İşte İslam... İnsanlığın saadeti, huzuru ve mutluluğu sade­ ce onunla gerçekleşir. Hem dün ve hem de yarın onun öğreti­ leri sayesinde uygarlık zafer kazandı ve kazanacaktır. Güvenin kemâli, istikrarın ve afiyetin hissedilmesi onun yaşanmasına bağlıdır. Günümüz dünyası bir kurtarıcıya muhtaç olduğunu hissetmektedir. İşte bu kurtarıcı dünyadadır. Geçmişte uygu­ landı ve insanı insanın zulmünden, insanı insana kulluk etmek­ ten kurtarıp; bütün insanlık için mutlak saadeti ve hayrı irade eden insanın Rabbine kulluk etmesini sağladı. Rabbin insanlık için hayrı irade etmesinde bir garabet yoktur. Zira bir baba veya bir aile reisi bile kendi çocuklarının saadetine karşı çık­ maz. Şüphesiz ki insanların Rabbi, bütün insanların saadette olmalarını ister ve bunun için de İslam’la mühürlediği yüce öğretilerle saadetin nasıl gerçekleşeceğini onlara bildirmiştir. Bu saadeti dünya geçmişte denedi, tekrar ona dönmek için yol bulacak mı?! HATİME ZAFER VE HEZİMET ARASINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANI “Doğrusu size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim görür­ se kendi lebine; kim d e (hakkı) görmezse kendi aleyhine. Ben, üzerinizde bir gözetleyici değilim. İşte biz ayetleri böylece iyi­ den iyiye açıklarız. Tâ ki onlar (Mekkeliler): “Sen (başkasın­ dan) okumuşsun” desinler; biz de onu bilen kimselere apaçık gösterelim. ” (En’am, 104-105) Allah Azze ve Celle’nin şeriatına tâbi olan bir Müslümanm İslam’ı, muzaffer bir İslam’dır. Ancak kimi Müslümanların şeria­ tın sadece bir yönünü aldıklarını, bir çok yönünden de hiç bah­ setmediklerini görmekteyiz. Bu Müslümanlar ya cehaletlerin­ den dolayı veya hatırlamak istemediklerinden dolayı bu şekilde davranıyorlar. İşte Müslümanların, arzuları ve hevâları kendile­ rine galip geldiği için belli noktalarda hezimete uğradıklarını görüyoruz. Kimi Müslümanların da İslam’a sanldığını ve İslam’ın sınır­ larında durup haramlara yaklaşmadığını iddia ettiğini ve fakat iyi amelle kötü amelleri birbirine karıştırdığını, kötü amellerinin iyi amellerine ağır bastığını görüyoruz. İşte bu Müslümanlar şeytanlarına, kötülüğü emreden nefislerine, arzularına ve Al­ lah’ın şeriatına muhalif olan şahsi maslahatlarına yenik düş­ müşlerdir. 2 0 2 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ Şayet “yenilgiye uğramış İslam” şeklinde bir ifade kullanı­ lırsa, bundan maksat bu gibi kimselerin İslami anlayış ve yaşa­ yışlarıdır. Çünkü günümüzün bu Müslümanları, İslam’ın sadece ismini taşırlar. Onların şahsi maslahatları, imanları zayıf veya tamamen öldüğünden dolayı onlara galip gelmiştir. Bunların İslami düşünceleri çok zayıf ve İslami yaşantılar yok denecek kadar azdır. Kâmil olan İslam’a gelince, bu İslam’ın her halü­ kârda muzaffer olduğu muhakkaktır. İslam’ı geniş bir kültür ve ilim olarak anlayan Müslüman devamlı muzaffer, İslam’ı bilmeyen câhil Müslüman ise her zaman yeniktir. Mücâhid, tahammülkâr ve sabırlı olan Müslüman muzaf­ ferdir. Çalışan, davetçi ve irşad için uykusunu feda eden Müslü­ man muzafferdir. Rahata meyilli, “yeşil çay” sohbetlerine müdâvim ve tembel olan Müslüman da yeniktir. Sebeplere başvuran ve onları yerine getiren Müslüman muzaffer, sebeplere karşı ilgisiz ve kayıtsız kalan Müslüman ise yeniktir. Üretici, yapıcı ve başkasının rahatı ve refahı için dayanış­ ma içerisine giren Müslüman muzafferdir. Grupçu, fırkacı, mutaasıb ve diğer Müslümanlardan uzaklaşan Müslüman ise yeniktir. Gücü nisbetinde Allah Teâlâ’nın: “Birbirimizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz (kesilip devletiniz yıkılıp) gider.”143 ayeti kerimesinin gereğini yapmaya çalışan Müslü­ man muzafferdir. Alimlerin “altın kâide” dedikleri: “İttifak ettiğimiz konular­ da yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi mazur görürüz” prensibini uygulayan açık ve müsamahakâr Müslü- 143 Enfâl- 46 ZAFER VE HEZİMET ARASINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANI • 2 0 3 man muzafferdir. Kabileci, kavmiyetçi ve partici olan Müslü­ man ise, hiç şüphesiz ki yenik düşecektir. İctihad kapısını kapatan Müslüman bir çok hayati konuda hezimete uğrayacak; ortaya çıkan problemlere münasib İslami çözümler bulan ve gücü oranında ictihad etmeye çalışan Müs­ lüman ise muzaffer olacaktır. İmanın hakikatini kalbinde bulunduran ve İslam’ı yaşayan Müslüman muzaffer; özü kaybeden ve elinde sadece kabuk bulunan Müslüman ise yeniktir. Araştırma sonucu ortaya konmamış duygusal cevaplar ve­ ren ve kendisine muhalif olanları küfürle, fasıklıkla veya zındık­ lıkla suçlayan Müslüman mağluptur. İlmi, akli, mantıki ve araş­ tırma sonucu ortaya konmuş cevaplar veren Müslüman da galiptir. Kusurlu, günahkâr ve âsi bir kulu hasta kabul eden ve onu tedavi eden bir doktor gibi davranan Müslüman muzaffer; kendisini “kadı” nasbedip “şu âsidir, şu fasıktır” şeklinde hü­ kümler veren Müslüman ise mağluptur. Görüşlerine muhalif olan Müslümanlara karşı sert ve katı olan, karşısında hakikat da bulunsa kendi görüşüne taassubvâri sarılan Müslüman mağlup; sevgi ve yumuşaklık sıfatlarına sa­ hip olan, nerede olursa olsun hakka, hakikata taraftar olan Müslüman ise galiptir. Hikmeti yitik malı kabul eden ve nerede bulursa alan Müs­ lüman galiptir. Bâtılı ve bâtıl ehlini seven Müslüman ise mağ­ luptur. Sorumlulukları almaya ehil olan Müslüman muzaffer; so­ rumluluktan kaçan ve kendi köşesine çekilen Müslüman ise mağluptur. Alnı sadece Allah’a eğilen, Allah’ın dışındakilere karşı başı dik olan Müslüman muzafferdir. Bu Müslümanın bir eli Allah ile beraber diğer eli ise çalışan mü’mınlerle beraberdir. Ancak 2 0 4 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ bir eli bâtıl ile beraber diğer eli de şeytanla beraber olan Müs­ lüman mağluptur. Haramdan sakınan, şüpheli ve itham edilebileceği yerler­ den uzak duran takvâlı bir Müslüman muzafferdir. Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyen bir Müslüman ise mağluptur. İnsanların şerrinden emin olduğu bir Müslüman galiptir. Bir dirhem için dahi insanların güvenmediği bir Müslüman ise mağluptur. Hacca gittiğinde asıl maksadı Allah olan, cismen “Beyt”i tavaf ederken ruhen “Beyt”in Rabbinin katına çıkan bir Müs­ lüman galiptir. Hacca güzel ve üstün bir ahlâkla giden ve daha güzel, daha üstün bir ahlâkla dönen Müslüman muzafferdir. Fakat haccı, yol boyunca gördüğü güzel manzaralar olarak algılayaan ve oradaki ruhâni, mânevi havayı teneffüs etmeyen bir Müslüman da mağluptur. Ruhi terbiyeyi “Şatahat (ölçüsüz sözler)”den ibaret bilen veya donukluk ve bağnazlık olarak algılayan bir Müslüman mağluptur. Şeriatın hükümlerini, yapacağı her türlü tasarruf ve benimseyeceği her türlü fikir için tek ölçü kabul eden bir Müs­ lüman muzafferdir. Namazı ruhsuz olan ve kendisini münkerden ve çirkin iş­ lerden alıkoymayan Müslüman mağluptur. Namazı Allah’a yükselme ve mirâc olan, Allah’a yakınlık ve hûşû ile gerçekle­ şen Müslüman ise galiptir. Güzel bir şekilde duâ eden ve fakat sağlam iş yapmayan Müslüman yeniktir. Önce sağlam iş yapan ve ardından da gü­ zel duâ eden Müslüman ise galiptir. Çocuklarını ahlâkî terbiyeye tâbi tutan * Müslüman, kendi evinde galiptir. Çocuklarının zihnine nelerin sokulduğunu önem vermeyen ve hatta bilmeyen, çocuklarına hangi bozuk prensiplerin telkin edildiğinden haberi olmayan Müslüman ise, ZAFER VE HEZİM ET ARASINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMAN! • 2 0 5 hem mağluptur ve hem de ailesi bozulup dağılmaya mahkum­ dur. İlim sahiplerine, ilimleriyle amel eden âlimlere saygı göste­ ren ve onların gayretlerini, verimlerini hem manen ve hem de maddeten takdir edip destekleyen bir Müslüman muzafferdir. Terzinin, fırıncının ve berberin hakkını takdir eden ve fakat bir âlimin kadrini takdir edemeyip hakkını bilmeyen bir Müslüman ise mağluptur. “Mü’minler ancak kardeştirler ”144 ayeti kerimesini uygula­ yan ve insanların arasını bulan bir Müslüman galiptir. Ayıran ve fakat birleştirmeyen, kalplerin temiz ve kinsiz olmasına, kuv­ vet birliğine ve söz birliğine önem vermeyen Müslüman ise mağluptur. Hakk yolda hareket ederken bir veya daha çok görüş etra­ fında ihtilaf olsa da yine de karşılıklı saygıyı esas alan bir Müs­ lüman galiptir. Nefret, buğz, kıskançlık, hased, bazen de itham, sövme ve iftira etme silahlarına sarılan bir Müslüman ise hezi­ mete Uğramıştır. “Arapçılık”ı kendine din olarak benimseyen bir insan ye­ nilmiştir. Ancak İslam akidesini benimseyen bir insan galiptir. İslam’la Arapçılığı karşı karşıya getirip savaştıran bir insan, hem İslam’ı ve hem de Arapçılığı kaybetmiş ve hezimete uğramıştır. Fakat peygamberi Arap olduğu, Kur’an’ı Arapça olduğu ve cennet ehlinin dili Arapça olacağı için Arapçayı ve Arapları seven bir Müslüman galiptir. Hata yaptığında hissedip tevbe eden hata yaptığı ve günah farda bulunmayan bir kendisini azarlayan ve günahın acısını bir Müslüman galiptir. Fakat defalarca işlediği halde hiç tevbe etmeyen ve istiğ­ Müslüman mağluptur. Çalışmadığı ve tembelliği sevdiği için fakir düşen bir Müs­ lüman mağluptur. Çalışıp kazandığı için zengin olan, mala 144 Hucurat- 10 2 0 6 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ sahip olan ve fakat malın kendisine hâkim olamadığı bir Müs­ lüman muzafferdir. Mescid ve cami yapmaya çalışan ve onu güzel bölmelerle süsleyen kimse, sadece hastane yapan kimse gibidir. Fakat ca­ mi veya mescid yapıp bir de ona irşad eden, terbiye ve tezkiye eden bir âlimi yerleştiren kimse gerçekten meyve verecek bir iş yapmış olur. Eğer câmi yapımı için bir milyon lira harcıyorsa, o câmiye ruh ve ilim kazandıracak, kalp ve hayat verecek bir âlim için de en az bu kadar para harcaması gerekir ki, bir ma­ halleyi veya bir beldeyi yahut da bir ümmeti ihyâ edebilsin. ♦ ♦ ♦ Böylece söz uzayıp gitmektedir... Bunu şu şekilde özetle­ mek mümkündür: İslam’ı bilen, nefsini arındırmış, ruhu imanla dopdolu, ha­ yatını ve bütün tasarruflarını Allah’ın şeriatına göre ayarlayan, hevâsını şeriata tâbi kılan, Allah’ın sevdiklerini seven ve Al­ lah’ın buğzettiklerine buğzeden, Allah’ın sınırlarına (koyduğu yasaklara) tecavüz etmeyen, Allah’a davet eden bir Müslüman muzafferdir. Böyle bir Müslüman İslam’ın delilidir, İslam’ın aleyhine hüccet olarak ileri sürülemez. Bu vasıfların zıddı olan sıfatlara sahip olan Müslüman da mağluptur. ♦ ♦ ♦ İşte tarih boyunca uğradığımız en önemli yenilgiler bunlar­ dır. Peki bunlardan dersler çıkarıp öğüt alacak var mıdır? Tarih insanlığın hafızasıdır. Hâl, geçmişin çocuğudur. Tarih, insanla­ rın tabiatlarını anlatan büyük bir okuldur. Tarih, gerçekten ibret alınmaya müstehaktır. Çünkü tarih, bütün zamanlardaki insan deneyiminin tescillenmiş mecmuasıdır. Evet tarih, hem sakın­ mamız gereken şeyleri ve hem de tâbi olmamız gereken şeyleri gösteren çok büyük bir okuldur. Tarih sebepleri sonuçlarına, ZAFER VE HEZİMET ARASINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANI • 2 0 7 neticeleri de sebeplerine bağlayan, sebep-sonuç ilişkisini kuran mükemmel bir okuldur. Tarihte hem tâbi olunması gereken olumlu yönler ve hem de sakınılması gereken olumsuz dene­ yimler mevcuttur. Tarihi belleğine yerleştirmeyen kimse, güzel bir yaşantıyı, acısından ayırdedemez. Geçmişlerin haberlerini belleyen kimse, ömrüne ömürler katmakta gecikmez. Allah Teâlâ Sâffât Suresinin sonunda şöyle buyurmakta­ dır: “Andolsun ki gönderilmiş kullanmıza önceden şu sözümüz verilmiştir: M uhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir; Mu­ hakkak bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır. Artık bir vakte kadar onlardan yüz çevir. Onlara göster (onlan gör, gö­ zetle). Onlar da yakında göreceklerdir. Acaba onlar azabımızı mı acele istiyorlar! Onlann alanlarına inince, o korkutulanların sabahı ne kötü olur! Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir. Onlara göster. Onlar da yakında göreceklerdir. İzzet sahibi olan Rabbin onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderil­ miş peygam berlere selam olsun. Alemlerin Rabbi Allah’a da hamdolsun. (Sâffât, 171-182) Şüphesiz ki Allah doğru söylemiştir. KAYNAKÇA 1. 1-Hâfız İbni Kesir; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2. baskı, “Dârü’l-Meârif Yayınlan, Beyrut, 1984. 2. Ömer Rıza Kehhâle; A’lamü’n-Nisâ fi âlemeyi‘l-Arap ve’Iİslâm, Haşimiye Matbaası, Dımeşk-Şam. 3. Hayreddin Zirikli; el-A’lâm, 3. baskı. 4 . İbni Cerir Taberi; Tarihü’r-Rusul ve’l-Mülûk, Tahkik Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Dârü’l-Meârif baskısı, Mısır, 1966. 5. Haşan İbrahim Hasan;Tarihü’l-İslam, en-Nehdetü’lMısriye Yayınlan, 6. baskı, 1962. 6 . Hafız Ebû Bekir b. Ahmed b. Ali el-Hatib el-Bağdadi; Tarih-i Bağdat, Dârü’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut. 7. Roum Londovv; el-İslâm ve’l-Arab. 8. el-İmam Hafız Celâleddin Abdurrahman b. Ebû Bekr esSuyûti; Tarihü’l-Hülefa, 4. baskı, 1969. 9. Abdurrahman Ali el-Hacci; et-Tarihü’l-Endülüsi, Dârü’lKalem, 1. baskı. 10. Şeyh Muhammed el-Hüdari; Tarihü’l-Ümemi’l-İslâmiye, el-Mektebetü’t-Ticâriye el-Kübrâ, 8. basla, hicri 1382. 11. Dr. Raşid Beravi; et-Tefsirü’l-ݧtirâki Li’t-Tarih, Dârü’nNehdetü’l-Arabiye, 2. baskı, 1968. 12. Muhammed Yusuf Kandehlevi; Hayatü’s-Sahabe, Dârü’lFikir baskısı. 2 1 0 • MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ 1 3 . İbni Haldun; Divanü’l-Mübte’ ve’l-Haber, Dârü’l-Beyân baskısı. 1 4 . Yusuf el-İşş; Emevi Devleti, 1965 baskısı. 1 5 . Cevad el-Mürabıt; İber ve Aberat min Dımeşki’l-Endülüs, Dârü’l-Arabiye, Beyrut. 1 6 . İbni Hişam Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişam el- Müafiri; es-Siyretü’n-Nebeviye, Dârü’I-Cîl baskısı, 1962. 1 7 . es-Siretü’l-Halebiye (İnsanü’l-Uyûn fi Siyreti’l-Emini’l- Me’mun), el-Mektebetü’t-Ticâriyetü’l-Kübrâ, Mısır, 1962 baskısı. 1 8 . Emin Düveydar; Süverün min Hayati’r-Rasûl, Dârü’l- Meârif baskısı, Mısır. 1 9 . İmam Ebû’l-Hasan el-Belâzuri; Fütûhü’l-Buldan, Neşre­ den Rıdvan Muhammed Rıdvan. 20. Hüseyin Mü’nis; Fecrü’l-Endülüs, 1. baskı, Neşreden eşŞirketü’l-Arabiye, 1959. 21. Seyyid Kutup; fi Zilâli’l-Kur’an. 22. İbni’l-Esir el-Cezeri; el-Kâmil fi’t-Tarih, el-Müniriye Yayın­ ları, Mısır, 1348 baskısı. 2 3 . Ebû’l-Hasan b. Hüseyin b. Ali el-Mes’ûdi; Mürûcu’z- Zeheb ve Meâdinü’l-Cevher, Tahkik Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Dârü’l-Fikir, 5. baskı, 1973. 2 4 . İmam Ahmed b. Hanbel; Müsned, Sâdır Yayınları, Bey­ rut. 25. Yakut el-Hamevi; Mu’cemü’l-Buldan, Sâdır Yayınları, Beyrut. 26. Şehristani; el-Milel ve’n-Nihal, Tahkik Muhammed Said Geylani, el-Bâbi el-Halebi baskısı, Mısır, 1961. 2 7 . İbrahim Harekat; el-Mağrib Abre’t-Tarih, es-Sülemi Ya­ yınları, 1. baskı, 1965. MÜSLÜMANLARIN KAZANDIĞI ZAFER VE YENİLGİLERİN SEBEPLERİ • 211 2 8 . Muhammed Abdullah Annan; Mevâkif Hasime fi Tarihi’1- İslâm, 4. baskı. 2 9 . Ahmed b. Muhammed el-Mekkarri et-Tilmisani; Nefhü’t- Tib min Ğusni’l-Endülüs er-Retib, Tahkik Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Neşreden Dârü’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut. 3 0 . Cemalüddin Ebû Mehasin Yusuf b. Tağri Bürdi el- Etâbegi; en-Nücûmü’z-Zâhire, Dârü’l-Kitabi’l-Mısriye bas­ kısı, 1930. 3 1 . Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. el-Cevzi; el-Vefâ bi Ahvâli’l- Mustafa, Tahkik Mustafa Abdülvahid, Neşreden Dârü’lKutubi’l-Hadise, 1. baskı, 1966. 3 2 . Gustave le Bone; Hadâretü’l-Arap, çev. Züaytır. 3 3 . Lezambawer; Mü’cemü’l-Ensâb ve’l-Üserâti’l-Hâkime fi’t- Tarihi’l-Islâmi, 1. Fuad Üniversitesi Matbaası, 1951. 3 4 . “Bunların dışında kitabın dipnotlarında belirtilen daha başka kaynaklara da müracaat edilmiştir.” KİTABA DAİR YORUMLARIM