Asırlar boyunca eşyayı zıddı ile tanımaya meyledegelen ve kendini

advertisement
İslam ve Hıristiyanlık
– Dinler arası Diyalog için Dini İçerikler, Tasavvurlar ve Duyguların
Karşılaştırması(Konrad 2006)
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Asırlar boyunca eşyayı zıddı ile tanımaya meyledegelen ve kendini de zıddı
üzerinden kurgulayan, daha doğrusu kendini kurgulamak için zıddını kurgulayan bir
kültürün, 20. yüzyılda bu fikrinden sıyrılma teşebbüsüne girmiş olması olumlu bir
gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki eşyayı eşzamanlı, yan yana, çoğulcu
düşünme fikrinin sadece bir medeniyete veya tarihe ait olduğunu düşünmek son derece
hatalı bir algı olur. Bilakis birçok medeniyet birlikte yaşama kültürünü içinde
barındırmış ve bugün ulaştığımız noktaların çok ötesine taşıyabilmiştir. Zaten çoğulcu
düşünme fikri de diğer medeniyet ve kültürlerin tecrübe ve bilgisini takdir edebilme
yeteneğiyle gerçekleşmektedir. Bunu yapabilmek için geliştireceğimiz en önemli
yetenek iletişimdir. İletişim denince ilk akla gelen aktif bir konuşma süreci olsa da,
ben burada sürecin başka bir yönüne dikkati çekmek istiyorum. Başarılı bir iletişim,
konuşmadan çok dinleyebilme yeteneği ile alakalıdır. Dinleyebilme, karşısındakini
dinleyebilmeden öte kendini de dinleyebilmektir. Ve öyle zannediyorum ki şimdiye
kadar söylediklerimizi ve özellikle diyalog bağlamında söylediklerimizi tekrar
dinlediğimizde, duyabildiğimizde birçok noktada yanlış bir yola saptığımızı, engellere
takıldığımızı, yol ayrımı olmayan yerlerde ayrılığa düştüğümüzü fark edeceğiz. Dinler
arası diyalog sürecini bu anlamda ayrılıkların, engellere takılmanın bir süreci olarak
okumak mümkündür. Bununla birlikte tüm olumsuzluklar olumlu adımları
gölgelemeye yetmeyecektir. Çünkü bugün, diyalogun olumlu ve olumsuz yönlerini
tartışmaya açabiliyorsak, onu sadece bir konuşma süreci olmaktan çıkarmış
bulunuyoruz. Diyalog bugün için, yani hem günümüz için, hem de içinde
bulunduğumuz bu günkü toplantı için aktif bir dinleme süreci olmasını temenni
ediyorum. Bu dinleyebilme yeteneğini geliştirdiğimiz oranda içerikleri, tasavvurları,
duyguları anlayabilir ve karşılaştırabiliriz. Burada toplantı başlığında da zikredilen
karşılaştırmayı kendi içimizde gerçekleşen bir süreç olarak algılamak isterim.
Karşısındakini duymak ve kendi duyduklarıyla, hissettikleriyle, duygularıyla
karşılaştırabilmek ve bunu yaparken de herhangi bir değerlendirmeye gitmemek, aktif
bir algılama ve kendini duyduklarına bırakma sürecine girmek… belki bugün için
ihtiyacımız olan budur. Bunu yaptığımızda da belki şunun şuuruna varacağız: Sadece
İslam ve Hıristiyanlık arasında farklı tecrübeler, içerikler, yaklaşım ve duygular söz
konusu değil, aynı zamanda Hıristiyanlar da kendi aralarında içeriklere farklı duygu ve
tecrübelerle, konulara farklı açılardan yaklaşmaktadırlar ve yine Müslümanlar da
konuları, içerikleri farklı ve belki bize yabancı sayılabilecek tasavvur ve duygularla ele
alabilmektedir. Dinleyince anlayacağız ki, biz hepimiz kendimize özgü ve
birbirimizden farklıyız ve bizi birleştiren söylediklerimiz değil dinlediklerimizdir, yani
birbirimizi duyabilmemizdir. Bu anlamda başlıktaki duygu ve tasavvur kavramlarını
ön plana çıkarmak istiyorum. Ortak bir payda olsa da kişilerin din algıları
farklılaşabilmektedir, ortak bir payda olsa da dini içeriklerin nasıl doldurulacağı
1
kişiden kişiye değişebilmektedir, bu yüzden İslam ve Hıristiyanlık demek kısmen
yanıltıcı bir başlık olarak durmaktadır. Çünkü burada kimse sadece kendi söylediğinin
İslam’ın veya Hıristiyanlığın görüşünü yansıttığını iddia etmeyecektir. Herkes kendi
tasavvur ve duygularından hareketle konuşacaktır. Bana kalırsa yakalamaya
çalışmamız gereken de duygunun, tasavvurun kendisidir. Bu anlamda sözün de ötesine
geçmeyi içeren bir önerme yapmış oluyorum. Sözün ötesine geçme yeteneği, sözü söz
yapan duygu ve tasavvuru yakalayabilme becerisi diyalog için sadece bir ön şart değil,
aynı zamanda onun biçim ve içeriğini belirleyen bir prensiptir de. Dini içeriği teolojik
bir zeminde tartışmaya teşebbüs eden bir diyalog, sözün kendisini aşmadığı sürece
eksik kalacaktır, çünkü her dinin kendi sözünü hakikat sayması doğasının bir
gereğidir. Bu yüzden dini içeriklerin tartışıldığı, münazara edildiği, gündeme alındığı
bir diyalog, içeriklere yaklaşımı göz ardı ederse başarısızlığa mahkum olur. Yani
bugün burada din-felsefe ilişkisini, insan onurunu, özgürlüğü, adaleti, mesuliyeti, etiği,
bireyselliği tartıştığımızda sadece konular hakkında söylenenle yetinirsek ve söyleyen
kişinin insan onuru derken insana yüklediği duyguyu, özgürlük derken özgürce hareket
ettiğini, adalet derken adalete özlemini ve haksızlığa tepkisini, mesuliyet derken
mesuliyet bilincini gözden kaçırırsak sözün uçucu olması gerçeğini bir kez daha
kanıtlamış olmaktan öteye geçmekte zorlanırız. Her ne kadar bilim, fikri söyleyenden
soyutlamaya meyal ise de, hatta bu zaman zaman nesnel yaklaşımın gereği olabiliyorsa
da, ben burada tam zıttını yapmamız gerektiğini iddia ediyorum. Diyalog kurmak
fikirleriyle birlikte ötekini dinleyebilmektir, daha doğrusu öteki ile birlikte fikirleri
dinleyebilmektir. Fikri söyleyenin bir insan olduğunu, duyduğunu ve duyumsadığını
fikirle birlikte ve hatta fikirden önce düşünmeliyiz. Bu ise bizi ikinci bir düzleme
taşımaktadır. Fikir sadece kişiyle birlikte değildir, kişi de belirli bir ortamda, çevrede,
ilişkiler ağında yaşamaktadır ve bu ilişkiler ağı günümüzde hiç olmadığı kadar
geniştir, hatta tanımadığımız kişileri de içermektedir. Bugün bir Müslüman ‘Komşusu
açken tok yatmaması’ gerektiğini düşününce komşu kavramı altında sadece
yanıbaşındaki insanları değil, Afrika’daki, Bosna’daki Irak’taki, Filistin’deki insanları,
sel felaketine maruz kalmış, savaşa uğramış, tanımadıkları, kavrayamadıkları güçlerin
kendilerini istila edip sefalete itmiş insanları da düşünmektedir. Kurbanını sadece
etrafa dağıtmakla yetinmeyip, dünyanın dört bir yanına göndermektedir. Yine bunun
gibi bir Hıristiyan ‘Yakınını kendin kadar sev’ emrini işittiğinde sadece karşılaştığı
insanları değil, göremediği, sadece varlıklarından haberdar olduğu, hatta varlıklarını
tahmin ettiği insanları da sevmekle yükümlü hisseder kendini. Tüm bunları yok sayan
bir diyalog girişimi, dinlerin en temel öğretilerinden biri olan diğer insanları kollama,
sevme, onları hesaba katma fikrini göz ardı etmiş olur. İşte tam da bu yüzden diyalog,
sadece içeriklerin tartışıldığı teolojik bir münazaranın ötesine açılmak zorundadır. Tam
da dünyanın dört bir yanında aç yatan komşumuz varken, sevgiye muhtaç yakınımız
varken içimize kapanıp teolojik meselelerimizi tartışmak yetersiz ve belki de kaçamak
bir çaba olarak yansımaktadır. Çünkü ‘komuşusu açken tok yatan bizden değildir’
diyen peygamberimiz, aç komşusu olan bir insanın gözüne uyku girmeyeceğini, onu
doyurmadıkça yatmak, dinlenmek, rahat etmek gibi bir emeli olamayacağını
söylemiştir. Biz de dünyada, yani kendi ellerimizle ürettiğimiz dünyamızda bu kadar
sefalet, açlık, haksızlık, felaket varken bunları dışarında bırakıp gözlerimizi kapatırsak,
sadece teolojik meselelerimizi tartışıp körelirsek yanlış bir yola sapmış oluruz. Bu
yüzden diyalog, insanlığın ortak sorunlarını ele almalıdır. Ortak sorun derken, sadece
2
bütün dünyada görünen sorunlar anlamında demek istemiyorum; ortak sorun, soruna
ortak olduğumuz anlamındadır. Yani komşumuzun aç olmasında bizim de parmağımız
var, onun o soruna düçar olmasında biz bizzat ortağız. Bu yüzden ya onun açlığına
ortak olacağız, ki bu yapmamız gerekenin en asgarisidir veya onu tokluğumuza ortak
edeceğiz, hiç olmasa bu yolda çaba sarf edeceğiz. Öyle zannediyorum ki, bütün ilahi
dinler tam da bunu hedeflemektedir: İnsanın ve insanlığın daha huzurlu olması. Yine
zannediyorum ki insanlık huzurlu olmadıkça insan huzurlu olamaz, olmamalı. Burada
insan onurunu, özgürlüğü, mesuliyeti tartışırken, dünyada ne kadar özgürlüğün hiçe
sayıldığı, ne özgürlükler adına onurların ayak altına alındığını ve tüm bu olanlar
karşısında ne kadar mesul olduğumuzu da tartışalım istiyorum. Ancak sadece
tartışmakla kalmayalım, bu tartışmalarımız eylemlere dönüşsün, eylemler doğursun.
Sadece sorunu el almayıp çözümler önermeye bakalım. Ama çözümleri kendi başımıza
önermeye kalkarsak yine yanılgıya düşeriz. Önce komşumuzu dinleyelim, aç olanları,
neye uğradıklarını anlamayanları, çocukları, kadınları duyalım, aktif olarak algılayalım
ve onların düşünce ve tasavvurlarını kavradıktan sonra ne yapmamız gerektiğini
belirleyelim. Eşzamanlı, yan yana, çoğulcu yaşama sadece bu durumda anlamlı
olabilir. Yoksa yanıbaşımdaki sorunların sorun olarak yanıbaşımda yaşamasına izin
vermem çoğulculuk imkanını heba etmemdir. Yan yana yaşamak, yüz yüze
yaşamaktır, aç olan komşusunun yüzüne bakabilmek, söylediklerine kulak
verebilmektir. Bu duygular içinde bu yolda bir adım olarak değerlendirdiğim
toplantının konuşmacılarına kulak vermeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
3
Download