TÜRK’E ve TÜRKLÜĞE KARŞI GELİŞTİRİLEN SİYASİ ORGANİZASYONLAR ÇAYYÜZÜ ŞEHİTLİĞİ UMURLU-AYDIN VATAN İÇİN ÖLENLER BURADA YATIYOR MİLLİ AYDIN ALAYI (1920) YUNAN MESELESİ YUNAN MEGALİ İDEA’SI (HELEN EMPERYALİZMİ) EYLÜL 2002 Halil KANARGI 2 İÇİNDEKİLER 1- Önsöz.................................................................................................................................3 2- Giriţ...................................................................................................................................4 3- 1.BÖLÜM Yunan Meselesinin Başlangıcı................................................................................................5,6,7 4- 2.BÖLÜM Türkiyedeki Yunan Katliamlarının İçyüzü (YUNAN ZULMÜ). Marmara Bölgesi ve Ege Bölgesi Zulümleri.....................................................................8 ila 16 5- 3. BÖLÜM Türk Milli Kurtuluş Mücadelesi. Kurtuluş Savaşı.................................................................17,18,19 6- 4.BÖLÜM Anlaşmazlık Konuları............................................................................................................20 ila 25 7- 5. BÖLÜM Sonuç.....................................................................................................................................26 8- Kaynaklar 1- Türk Yunan Münasebetlerinin Dünü Bugünü 2- Türkün Siyah Kitabı. Yunan Mezalimi 3- Nutuk 4- Atatürk ve İzmir 5- Operasyon İsmet Binark Kadir Mısırlıoğlu M.Kemal ATATÜRK İzmir Gazeteciler Cemiyeti. Tuncay Özkan 3 ÖNSÖZ “TÜRK ÇOÇUĞU, ECDADINI TANIMADIKÇA GELECEĞE GÜVENLE BAKAMAZ” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Büyük Önderimiz Atatürk’ün, TÜRK’ü tarifi, Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir TÜRK BEŞİĞİ’dir. Beşik tabiatın rüzgarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı. Onların oğlu oldu. Bir gün o Tabiat çocuğu, Tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; TÜRK oldu. TÜRK budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. Bu araştırma başlıca, Yunan Meselesinin Başlangıcı, Türkiye’deki Yunan Zulmü, Türk Milli Kurtuluş Mücadelesi, Anlaşmazlık Konularını içermektedir. Türklüğe karşı geliştirilen siyasi organizasyonların başında gelen en önemli sorunlardan birisi de Yunanlılarla olan meselemizdir. Yunan meselesinin özünü teşkil eden düşünce, Ermeni meselesinde olduğu gibi “Şark Meselesi” düşüncesidir. Avrupa’nın birinci Hitler’i Napolyon Bonaparte’nin altüst ettiği Avrupa’ya çekidüzen vermek amacıyla 1815 yılında toplanan konferansta Rus, İngiliz ve Fransız delegeleri tarafından Avrupa’yla hiç ilgisi olmayan “ŞARK MESELESİ” fikri ortaya atılmıştır. ŞARK MESELESİ; Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde yaşayan Hristiyan halkların durumuna dikkat çekmek, İmparatorluk topraklarında yaşayan Hristiyan halklar lehine reformlar yapmak, Hristiyan halkları muhtariyet ve istiklale götürecek imtiyazları koparmak, yani kısaca İmparatorluğu parçalamak fikridir. 1815 yılında ortaya atılan bu fikrin ilk ürünü 1828 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşması olmuştur. 1821 yılında başlayan isyan hareketleri yedi yıl sürmüş, Navarin’de Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından yakılması sonucunda Edirne Antlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığı tanınmıştır. 1815 yılında ortaya atılan bu fikir 105 yıl sonra SEVR antlaşması olarak karşımıza gelmiştir. SEVR antlaşmasının sonucu iki kelimelik bir cümledir, “TÜRKSÜZ DÜNYA”. 105 yıl önce Rus, İngiliz ve Fransızların ortaklaşa yazdığı Türksüz Dünya oyunu sahneye konmuş ancak seyirci bulamamıştır. Seyirci bulan tek oyun ise büyük önderimiz MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün sahneye koyduğu “KURTULUŞ” oyunu olmuţtur. Türk’ün 1908 yılından itibaren Afrika, Arabistan, Irak, Kafkasya ve balkanlarda, kurtuluş tarihi olan 1922 yılına kadar asker olarak verdiği can kayıpları iki milyonun üstünde olmuştur. Türkün tarih boyunca uğradığı zulmü görmezlikten gelmek, hakkın ve adaletin bütününü öldürür. Türk milleti olarak, kan davası gütmek, cinayetler işlemek ve intikam almak gibi hareketlere başvurmak inancımıza da, tarihi şeref ve asaletimize de yakışmaz. Ancak hakikatleri ortaya koymak, unutulmamalıdır ki milli ve insani bir vazife, bu güne ve geleceğimize karşı en büyük sorumluluğumuzdur. 4 GİRİŞ OĞUZ BEYLERİ, MİLLET DİNLEYİN! ÜSTTE MAVİ GÖK ÇÖKMEDİKÇE ALTTA YAĞIZ YER DELİNMEDİKÇE EY TÜRK MİLLETİ! SENİN İLİNİ, TÖRENİ KİM BOZABİLİR. ( ) Binlerce yıllık Türk tarihi, gururla andığımız şanlı zaferlerle doludur. Dünyanın yedi harikasından biri olan Çin Seddi, Türk Akıncıları’ndan korunmak için yapılmıştır. Atalarımızın Orta Asya’daki büyük kuraklık sonucu, suya ulaşmak, suyun olduğu vadiler aramak için yürüdüğü yol, 26 Ağustos 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanarak 931 yıl önce Anadolu’muza ayak basmasıyla sonuçlanmıştır. O tarihten itibaren Anadolu’muz “Türk Yurdu” olmuştur. İki yüzyıl sonra da dünyanın en büyük imparatorluğu olan “Osmanlı İmparatorluğu” kurulmuştur. İmparatorluğumuz, üç yüz yıllık süre içinde Karadeniz, Ege ve Akdeniz’i sınırları içine alan, batıda; Viyana kapılarına dayanmış, güneyde; Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası, doğuda; Kafkasya ve İran’a kadar bütün bölgeyi kontrol altına alan en büyük Dünya Devleti olmuştur. Bu büyük devleti ortaya çıkaran en önemli olay İstanbul’un Fethi olmuştur. İstanbul’un fethedilmesi ayni zamanda Anadolu’daki Türk Siyasi Birliğini sağlamıştır. Fethedilen bütün yerlerde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Müslüman olmayan topluluklar (gayri Müslim) bir yandan Türklüğün adil, insani töresinden, diğer taraftan da İslamiyet’in hoş görülü ve birleştirici siyasetinden faydalanma imkanı bulmuşlardır. 1204 yılında Ege’de üstünlük Bizans İmparatorluğu’ndan, Katolik Venedik Devletine geçmesiyle birlikte, Katolik Venediklilerin, dini konulardaki hoşgörüsüzlükleri ve iktisadi alandaki sert tutum ve davranışları karşısında zor durumda kalan Ortodoks Rumlar, daha sonra buralara hakim olmaya başlayan dürüst ve adil Osmanlı yönetimini tercih etmekte hiç tereddüt göstermemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fetih ettikten sonra burada yaşayan Rumlara kendi patriklerini seçme hakkını tanıyarak, dini ve özel hukuk alanına ait meselelerin çözümünü, Rum Ortodoks kilisesine bir imtiyaz olarak bahşetmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti'nin zayıflamaya başlayıp her konuda Avrupa'nın (İngiliz, Fransız ve Rus üçlüsünün) müdahalesi baş gösterince, Türk-Rum ilişkilerinde bir bozulma, kötüleşme devri başlamıştır. 1821 yılında Mora adasında başlayan Rum isyanları yedi yıl sürmüş ve 1829 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu tarihten sonra Yunanlıların bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasları, kinleri bilhassa gözlerini kan bürümüş Rum Ortodoks kilisesinin eli kanlı papazlarının organizasyonuyla büyük bir Türk düşmanlığı haline gelmiş ve Türk- Yunan Meselesi doğmuştur. Sahipsiz olan memleketin batması haktır. Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır. (M.Akif Ersoy) 5 1.BÖLÜM YUNAN MESELESİNİN BAŞLANGICI 29 Mayıs 1453 tarihi, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından, Bizans İmparatorluğunun tarih sahnesinden indirildiği tarihtir. İstanbul teslim alınmış ve daha sonra İmparatorluk Başşehri olmuştur. Biz Türklerin her gittiği yerde kurtarıcı, adalet dağıtıcı, medeniyet kurucu, hürriyet getirici adil ve insani töresi gereği, Padişah Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da yaşayan Rumlara kendi Patriklerini seçme hakkını tanıyarak dini ve özel hukuk alanlarına ait meselelerin çözümünü, Rum Ortodoks Kilisesine imtiyaz olarak bahşetmiştir. Yüzyıllar boyunca bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı Devleti bünyesinde önemli mevkiler elde eden Rumlar ele geçirdikleri ilk fırsatta kendilerini maşa olarak kullanan Avrupalı büyük devletlerin “Rusya, İngiltere, Fransa” destekleriyle Osmanlı Devletine karşı ihanet ve isyana kalkışmışlardır. Rum isyanının temelini yukarıda söz ettiğim “Şark Meselesi” fikri oluşturmaktadır. Bu fikre bağlı olarak ilk Rum isyanı 1821 yılında Mora adasında başlamıştır. Bu isyanlar 1828 yılına kadar sürmüştür. 20 Ekim 1827 de Osmanlı Donanması Navarin Limanında demir atmış dururken, İngiliz, Fransız ve Rusların müşterek donanması tarafından yapılan baskında ağır kayıplar verdirildi. 57 gemimiz battı, 8000 askerimiz şehit oldu. Oysa bu baskın barış zamanında yapılmıştı. Osmanlı donanmasına yapılan bu baskının sebebi Hıristiyan milletlerin Yunan hayranlığıdır. Baskının liderliğini İngilizler yapmıştır. Bu onların eski bir adedidir. Fransa’da Haçlı seferlerinden ve onun yaygın edebiyatından kalma bir Türk düşmanlığı vardı. Ruslar ise sıcak denizlere çıkmak için Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasını amaçlayan bir siyaset güdüyorlardı. Navarin baskınından sonra Rusya, 1828 Nisanında Osmanlı Devletine savaş açtı. 1829 ilkbaharında Erzurum’u doğudan saldırarak aldılar. Batıdan ise 1829 Ağustosunda Edirne’yi aldılar. Edirne’nin düşmesi üzerine, Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kaldı.14 Eylül 1829 ‘da Edirne Antlaşması imzalandı. İngiltere, Fransa ve Rusya aralarında 6 Temmuz 1827 ve buna bağlı olarak 22 Mart 1829’da yaptıkları Yunanistan devletinin kurulması ve bağımsızlığını öngören protokolü, Osmanlı Devletine kabul ettirdiler. 3 Şubat 1830’da bu üç ülke arasında imzalanan “Londra Protokolü” ile bağımsız Yunanistan devletinin kurulduğu ilan edildi. 24 Nisan 1830’da Osmanlı Devleti Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Yunan Krallığı kuruldu. Bu tarihten sonra günümüze kadar süre gelen Türk - Yunan çatışması başlamış oldu. Yunan Meselesinin kaynağında da, tıpkı Ermeni Meselesinde olduğu gibi “Şark Meselesi” diye adlandırılan Milletler arası bir Strateji ve Güçler dengesi politikası yatmaktadır. Lütfen dikkat ediniz!, İngiltere, Fransa ve Rusya iki yüz yıl önce Yunanistan’ın hamiliğini yapmışlar, bugün de yapmaya devam etmektedirler. a) Yunan Megali İdeası (Helen Emperyalizmi) İngiltere, Fransa ve Rusya’nın himayesinde kurulan Yunanistan, kurulduğu günden itibaren Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne yönelik yayılmacı bir politika takip etmeye başlamıştır. 1844 Ocak ayında, Milletvekili Kollettis, Yunan Millet Meclisinde “Megali İdea’yı” şöyle tarif etmiştir. “Yunan Krallığı, Yunanistan değildir. Yunanistan’ın bu parçası, en küçük, en yoksul parçasıdır. Yunanlılar sadece krallık içinde oturanlar değildir. Ayni zamanda Yanya’da, Selanik’te, Serez’de, Edirne’de, yada İstanbul, Trabzon, Girit ve Sisam’da, Yunan tarihine ya da Yunan ırkına bağlı başka yerlerde oturanlar da Yunanlıdır. Helenizmin iki büyük merkezi vardır. Krallığın başkenti Atina’dır. İstanbul, büyük Başkent, bütün Yunanlıların kenti, rüyası, ümididir.” Lütfen dikkat ediniz! “Megali İdea” düşüncesi Anadolumuzun büyük bir bölümünü Yunanistan’a bağlama hayalini taşımaktadır. 6 a1) Girit Adası Girit Adası 1699 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Yunanistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra adayı ilhak etmek için, Girit’te bir kaç defa ayaklanma çıkarmıştır. İngiltere ayni bölgede 1809 yılında işgal ettiği ve 1815 Viyana Kongresi kararlarıyla hukuken de ele geçirdiği Yedi Ada’yı da 1864’te Yunanlılara terk edince Girit halkı, 1866 yılında ayaklanarak adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan etmişlerdir. Osmanlı Devleti Girit’teki Rumların Yunanistan’a katılmasını kabul etmemiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın baskısı altında hazırladığı Girit Adası için Muhtariyet Planı ilan etmiştir. Giritli Rumlar, Osmanlı Devletinin hazırladığı bu planı kabul etmemişlerdir. Girit Adası, Balkan savaşları sonunda Yunanistan’a katılacaktır. Rumlardan sayıca oldukça fazla olan binlerce Giritli Türk vatandaşı, bu sürede sayısız cinayete kurban gitmiş ve adadan kaçıp canını kurtarabilenler Anadolu muza bilhassa Ege Bölgesine sığınmıştır. Kurtuluş Savaşında efsane haline gelen Sökeli Cafer Efe aslen Giritli olup, Rumlar arasındaki Namı; Giritli Cafer Halzar’ dır. “Araştırmacı Yazar Sabahattin Burhan Beyefendinin. Sökel Cafer Efe Kitabından) Lütfen dikkat ediniz! “150 yıl önce Girit Adası için oynanan oyunlar, bu günlerde Kıbrıs Adası için oynanmaktadır. Ne hazindir ki; Avrupalılar Kıbrıs Türklerini Rumların bir parçası olarak kabul etmemizi istiyorlar.” a2) Balkan Savaşları Balkan savaşlarının sebeplerini şöyle sıralayabiliriz. — Ayastefanos Antlaşmasına göre bağımsızlığını kazanan Sırbistan’ın topraklarını genişletmeye başlaması, — Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı tarihten itibaren topraklarını sürekli olarak kuzeye doğru genişletmek istemesi, — Rusların, Balkanlardaki Slavları kışkırtmaları, — Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Bosna- Hersek’i ilhak (işgal) etmesi Rusya, Balkan Slavlarını birleştirmek ve Avusturya - Macaristan İmparatorluğunun yayılmasını önlemek ve Balkanlarda geriye kalan Türk Topraklarını Slav ülkeleri arasında paylaştırmak istemiştir. Rusya’nın asıl ve gizli amacı, Slavların üzerinden Boğazlara yerleşmektir. Bu gelişmeler sonucunda, 8 Ekim 1912’de Karadağ, 17 Ekim 1912’de Bulgaristan ile Sırbistan ve 19 Ekim 1912’de Yunanistan, Osmanlı Devletine savaş ilan etmişlerdir. Böylece Birinci Balkan Savaşı başlar. Birinci Balkan Savaşı’nda Yunanlılar, Selanik’i ele geçirmiş, Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz Adalarını işgal etmişlerdir. Bu işgallere stratejik açıdan bakıldığında, Osmanlı Devletinin Makedonya ile denizden bağlantısı kesilmiş oluyordu. Balkan Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 30 Mayıs 1913’de Londra’da barış antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşma ile Avrupa toprakları Balkan Devletlerine bırakılmıştır. Osmanlı Devletinin çekilmesi Balkanlarda büyük bir boşluk meydana getirmiş, aralarındaki ittifakı unutan Balkan Devletleri bu boşluğu doldurmak için birbirleriyle savaşa girişmişlerdir. İkinci Balkan Savaşı, kendi aralarında başlamıştır. Bunu fırsat bilen Osmanlı Devleti, Bulgar işgali altında bulunan Edirne’yi geri almıştır. Osmanlı Devletine ihanet ve isyan eden Balkan Devletleri bir daha rahat yüzü görmemişlerdir. Balkan Devletleri arasındaki savaşlar günümüzde de sürmektedir. Arabistan’da ayni durumdadır. 1905 yılından sonra İngiliz, Fransız ve Ruslar’la birleşerek Osmanlı İmparatorluğu Askerlerini “Tamamı Evlad-ı Fatihan soyu ve Müslümandır.” Libya, Filistin, Ürdün, Musul, Yemen, Hicaz cephelerinde arkadan vuran Araplarda günümüzde rahat yüzü görmemektedirler. Yüce Yaradanın adaletinden şüphe edilir mi? a3) Birinci Dünya Şavaşı On dokuzuncu yüzyıl endüstrileşmenin hız kazandığı bir yüzyıl olmuş, bunun sonucu olarakta sömürgecilik gelişmiş ve genişlemiştir. Diplomatik münasebetlerin alanı Avrupa’nın dar sınırlarından çıkarak Afrika ve Uzakdoğu’ya yayılmıştır. Bloklaşan büyük devletler arasında çatışma alanları ve 7 imkanları da artmıştır. Boklar arasındaki rekabet “(1- İngiltere, 2- Fransa, 3-Avusturya, 4- RusyaAlmaya)” ve çıkar çatışması her an büyük bir bunalım yaratabilecek hale gelmişti. Bu bunalımın doğması da çok gecikmedi. 1914 yılının 26 Haziran günü Avusturya - Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülünce, Avusturya, 28 Temmuz 1914’de Sırbistan’a savaş açtı. Bunun üzerine Ruslar Sırplar’a, Almanlarda Avusturya’ya arka çıkınca bir hafta içinde Avrupa’da başlayan ve giderek bütün dünyayı saran ilk dünya savaşı başlamış oldu. Osmanlı Devleti, Almanya’nın Müttefiki olarak Birinci Dünya Savaşı’na girince Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos “Megali İdea” rüyasını gerçekleştirmek için Kral 1.Konstantin’i savaşa girmeye ikna etmeye çalıştıysada, Kral bu riski göze alamadı. Oysa Yunan Başbakanı Venizelos, başta Loyd George olmak üzere İngiliz yetkililerle savaş sonrasında parçalanacak olan Osmanlı Devletinden pay kapmanın pazarlığına başlamıştı. Almanya’nın yenilmesiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nda müttefiki osmanlı Devleti’de yenik sayılarak 30 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Müterekesini imzalamıştır. 12 Ocak 1919 tarihinde barış şartlarını görüşmek üzere Paris’te başlanan çalışmalar 1919 ve 1920 yıllarını da içine alarak Londra ve Sanremo’da sürmüş ve Sevr Antlaşması’yla sonuçlanmıştır. SEVR ANLAŞMASINA GÖRE OSMANLI DEVLETİ BİZE BIRAKILAN G YER A B D C F E A-Anlaşma Devletlerinin ortak yönetimine bırakılan Boğazlar Bölgesi. B-Yönetimi 5 yıl için Yunanistan’a bırakılan, daha sonra onlara geçecek bölge C -İtalyan nüfuz bölgesi D -Fransız nüfuz bölgesi E -İngiliz nüfuz bölgesi F -Özerk olması düşünülen bölge G-Ermenistan’a verilmesi düşünülen bölge Samsun’dan doğan Kurtuluş Güneşi. Haritada görüldüğü gibi Yeşil renkli çizgi içinde kalan bölge elimizde kalan son toprak parçasıdır. Sevr anlaşması yalnızca iki kelimeyle özetlenebilir. “TÜRKSÜZ DÜNYA” anlaşması. Büyük Önderimiz, Silah Arkadaşları ve bu Kutsal Vatan topraklarını bize emanet eden dedelerimiz, ninelerimiz, kısaca Atalarımız ne kadar büyük bir iş başarmışlar. Yüce Allah, Onlardan rahmetini esirgemesin. a4) İzmir’in Yunanlılar Tarafından İşgali. Azılı bir Türk düşmanı olan Yunan Başbakanı Venizelos, Ege’yi bir yunan denizi durumuna getirmeyi, iki kıtaya ve beş denize (Adriyatik, Akdeniz, Ege, Marmara, Karadeniz) açılan Yunanistan’ı yaratmak istiyordu. Bu istek Yunanistan’ı Megali İdea’nın doruğa çıktığı ve söndüğü “Anadolu Macerasına” götürecektir. Paris görüşmeleri başladıktan üç ay sonra, yine İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle 15 mayıs 1919’ da Yunanlılar İzmir’i işgale başladılar. İşgali dünya kamuoyu önünde haklı göstermek için Venizelos’un öne sürdüğü görüş “Ege Adaları, coğrafi ve İktisadi bakımdan Anadolu’nun devamı sayılması gereken yerlerdir” şeklindeydi. (İsmet Binark. Türk Yunan Münasebetlerinin dünü bugünü. Sayfa : 28) Bu görüşlerini kabul ettiren Venizelos İzmir’i işgalde hiç tereddüt göstermemiştir. 8 Yunan Başbakanı Venizelos’un bu görüşüne, yani; “Ege Adaları Anadolu’nun devamı ve uzantısı olduğuna göre; Ege Adaları’nın hepsini bize bırakmaları gerekmez mi?” Bugün Yunanlılar, Venizelos’un bu görüşünü nasıl karşılarlar bilinmez ama; unutulmamalıdır ki, tarih tekerrürden ibarettir. 9 2.BÖLÜM YUNAN ZULMÜ Büyük Türk Milletinin Ecdadı olan Atalarımız, Anadolu topraklarına ayak bastıkları 26 Ağustos 1071 Cuma gününden itibaren fethettiği yerlerde yaşayan topluluklara, inanç özgürlüğü, yaşam tarzı özgürlüğü, can, mal, ırz ve namus güvenliği sağlamıştır. Türklük tarihinin hiç bir döneminde, toplu katliamlara, toplu yoketmelere, ırza ve namusa tecavüze rastlanamaz. Biz Türkler’in, bin yıllık yazılı Türklük tarihi, daha eskiye dayanan taş yazıtlar, Türk Akıncılarından korunmak için “Çin Seddi”ni yapan Çin yazılı tarihinde, İngiliz Krallığı yazılı tarihinde, Fransız tarihinde yazılı belgelerin arasında, günümüzde insanlık suçu sayılabilecek bir suç işlendiğine rastlanmamıştır. Böyle bir belgeye rastlamış olsalardı şu ana kadar yapmadıklarını bırakmazlardı. Oysa Yunanlıları teçhiz ederek, silahlandırarak Yurdumuza saldırtan İngilizler, Fransızlar ve Ruslar insanlık suçu sayılan soykırımı en fazla gerçekleştirmiş ülkelerdir. İngilizler, Amerika ve Avustralya yerlilerini insafsızca yok etmişlerdir. Fransızlar, Kolonilerinde ve Cezayir’de sayısız katliamlar ve cinayetler işlemişlerdir. Ruslar, hem çarlık döneminde hem de komünizm döneminde toplu katliamlar ve cinayetler işlemişlerdir. Ayrıca bu ülkeler ve pek çok Avrupa ülkesinde gerekçesi belli olmayan Tehcir hareketi tarzındaki sürgünleri, 1. ve 2.nci dünya savaşının filme alınmış belgelerinde, her televizyon kanalında “Dünya savaşları belgeseli” programlarında izlemek mümkündür. Bu üç ülkenin desteğiyle Anadolu muzu işgal eden Yunanlılar, Fener Rum Patrikhanesine bağlı eli kanlı papazlarının, oradan aldıkları talimatlarıyla yurdumuzun batısında akıl almaz katliamlar ve cinayetler işledikleri yabancı ülkelerin oluşturduğu komisyonların resmi raporlarıyla belgelenmiştir. Yunanlılar, Ülkemizi işgal etmeye başladıktan andan itibaren tüyler ürperten cinayetlere ve katliamlara girişmişlerdir. “Kızılay” ın müracaatı üzerine bu cinayet ve katliamları incelemek ve rapor altına almak için yabancılardan oluşan iki tetkik heyeti kurulmuştur. Birinci Heyet.: “İngiliz Generali Franks (Başkan), İtalyan Albayı Roletto (Asil Üye), Fransız Albayı Vick, (Asil Üye) ve Fotoğrafçı M.Gheri”den kurulmuştur. İkinci Heyet.: “İngiliz Miralayı Permer (Başkan), İtalyan Miralayı İtelli (Asil Üye), Fransız Miralayı Mitofiski, (Asil Üye)”den kurulmuştur. Yunanlıların Marmara Bölgesinde yaptıkları katliamlar ve işledikleri cinayetlerin bir kısmı, yerinde görülebilenler yukarıdaki heyet tarafından belgelenmiş ve rapor haline getirilmiştir. Bu iki heyetin raporları Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlığı) tarafından “Türkiye’de Yunan Fecayii”, adı altında kitap haline getirilmiş, Türkçe, İngilizce ve Fransızca olarak İstanbul’da Ahmet İhsan Matbaasında 1338 (1922) tarihinde basılmıştır. Bu iki heyet tarafından düzenlenen raporların bir kısmı aşağıdadır. A) MARMARA BÖLGESİNDE YUNAN ZULMÜ. (Yukarıdaki Heyetlerin Raporlarından) 1- ORHANGAZİ VE GEMLİK ( 11 Mayıs 1921 tarihli rapor): Bin evlik Orhangazi’de yangından ancak beş ev kurtulmuştu. Bu evlerden birisi Türk cesetleriyle doluydu. Üst üste yığılmış cesetlerin arasından inleme sesleri geliyordu. Heyet azaları kan içinde olan bu cesetleri birbiri üzerinden indirerek hayatta kalanları ayırmak istedi. Ancak, koma halinde ve nabızları durmak üzere olan bir ihtiyarla, 16 yaşında bir genci ayırabildi. Diğer bir sokakta ağzına el bombası konulmuş bir delikanlı bulundu. Gözleri açık kalmıştı. İki adım ötede iki yaşlarında başsız bir çocuk bulunuyordu. Irzına geçilmiş 12 yaşında Kezban isimli bir kız güçlükle konuşabiliyordu. İç sokaklardan birinde 60 yaşında olan Huriye Hanım’ın ırzına geçilmiş ve öldürülmüştü. İsimler, civar köylerden sağ kalan Türklere cesetler gösterilerek tespit edilmiştir. 10 Büyük Türk Milleti! Unutma! Bu yapılanları her zaman hatırla, çocuklarına torunlarına anlat. Atalarının başına gelenler onların başına gelmesin. Ellerine geçecek ilk fırsatta Yunanlılar ayni şeyi tekrar yapacaklardır.Onların eline fırsat verme. 2- NARLI, KAPAKLI, KARACAALİ ( 15 Mayıs 1921 tarihli rapor. Saat 6.30 ): Bu üç köy ateşler içindeydi. Bilhasa Karacaali’den yükselen alevler akşam karanlığında insanın içine korku veriyordu. Bu üç köye evvela ödeyemeyecekleri kadar fazla bir para cezası verilmiş. Para ödenemeyince erkekler Karacaali’nin mezarlığına toplattırılmış, saat, para, yüzük gibi neleri varsa alınmış, kadınlarda ayni soyguna tabi tutulduktan sonra etrafları ikiyüz Yunan askeri tarafından çevrilmiş ve kocalarının gözleri önünde ırzına geçildikten sonra kurşuna dizilmişlerdir. Sonra da erkeklere de ayni canavarlık tatbik edilmiştir. Genç kızları kendilerine ayırmışlar. Irzlarına geçtikten sonra her birini koyun gibi boğazlayarak kesmişler. Sonra cesetlerinden koparılan başlar köy yolunun hemen yanına yığılmıştı. 3- HAMİDİYE KÖYÜ (14 Mayıs 1921 tarihli rapor): 11 Mayıs günü köye giren ikiyüz Yunan askeri evlere saldırmış, bütün halkı anadan doğma soymuş, erkekleri kasatura ve baltalarla öldürmüş, kızları kirletmiş ve çocukları süngü ile delik deşik etmişlerdir. 4- MURATOBA KÖYÜ (14 Mayıs 1921 tarihli rapor): Öğleden sonra 2.30 da bu köye 300 Yunan askeri girmiştir. Evvela erkeklerin hepsini bir kahveye, kadınları da köy camisine doldurmuşlardır. Camiyi gaz dökerek ateşe vermişler, erkeklerin bulunduğu kahveyi de makineli tüfekle yarım saat taramışlardır. Camiden kaçmak isteyen kadınları da makineli tüfek ateşine tutmuşlardır. Irza tecavüzler burada da korkunç hadde varmıştı. 5- SULTANİYE KÖYÜ (Rapor 209), TEŞVİKİYE KÖYÜ (10 Mayıs 1921,Rapor 210), ÇAKILLI KÖYÜ (16 Ekim 1921 tarihli rapor ), CİHANKÖY KÖYÜ (19 Ekim 1921 tarihli rapor).: Bu köylerin hepsinde de yukarıdaki gibi vahşetler, katliamlar, ırza tecavüzler ve cinayetler gerçekleştirilmiştir. YALOVA’DA ZULÜMLER VE VAHŞET 6- ÇINARCIK NAHİYESİ (24 Nisan 1921 tarihli rapor).: 60 Yunan askerinden oluşan bir müfrezeye, KURU, ENGERE, KATIRLI, KADIKÖY, HACI MECİD ve ELMALI köylerinin yerli Rumları da katılarak Çınarcık köyü muhasara edilmiştir. Çınarcık’taki yerli Rumlardan Kemiksizoğlu Dimitri, Yağ fabrikatörü Koço, Panuri, Muhtar Hristo ve doktor Lazar köy halkına bir beyanname hazırlayarak, “Yunanlıların halkı korumak için geldiğini, kimsenin hiçbir yere kımıldamamasını ve bütün varlıklarını meydana getirip koymalarını” söylemişlerdir. Ayrıca kaçmak isteyenler için bir mesuliyet kabul etmeyeceklerini de söylemişlerdir. Türk halkı bu emre itaat etmiş ve bütün mallar meydana biriktikten sonra Yunan askerleri sökün ederek hepsini at arabalarına yüklemeye başlamışlardır. Türklerin itirazlarına yerli Rumlar şu cevabı vermiştir. “ — Ne yapalım, bunlar silahlı, biz karışmayız. Siz artık başınızın çaresine bakın” Bu cevap, Türkler arasında paniğe sebep olmaya kalmadan üzerlerine makineli tüfek ateşi açılmıştır. Sağa sola kaçmaya çalışanlar da civar da pusu kurmuş yerli Rumlar tarafından öldürülmüşlerdir. İkişer ikişer sıralattıkları Türkler’den birinin eline bıçak vererek karşısındakini öldürmeye zorlanmıştır. Bu şimdiye kadar heyetimizin karşılaştığı değişik bir işkence şeklidir. Bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken Yunan askerleri süngü ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşe tutmuşlar, genç kızların memelerini keserek kebap etmişlerdir. 7- KOCADERE’NİN ZİR ve BALA KÖYLERİ (12 - 15 Mayıs 1921 tarihli rapor. :208) Bu iki köyde işlenen vahşet de tüyler ürperticidir. Döğmek, süngülemek, yakmak suretiyle ölümlere sebep olunmuştur. Çocukların hiçbiri bırakılmaksızın sıra ile süngülenmiştir. BALA köyünde heyet tarafından yakalanan bir Yunan askerinin çantasında bir avuç kınalı kadın parmağı, bilezikler ve altınlar çıkmıştır. 8- ORTABURUN KÖYÜ (13 Nisan 1921 tarihli rapor.) Yalova’daki Yunan kumandanın yerli Rumlardan kurduğu çeteler, Kelek, Zindanköy, Uzunpınar, Müslim, Çalcıköy, Delipazar, Salucak, Dağıstani, Reşadiye, Kirazlı ve Yurtan köylerine baskın yapmışlar para ve kıymetli eşya 11 olarak ne varsa alıp gitmişlerdir. Ertesi gün aynı çeteler tekrar bu köylere yayılarak türlü zulüm ve işkenceler yapmışlardır. BEYKOZ’DA ZULÜMLER VE VAHŞET 9- HÜSEYİNLİ KÖYÜ (8 Mayıs 1921 tarihli rapor :365).: 15 Temmuz 1920 tarihinde bir Yunan taburu Hüseyinli köyünü kuşatarak mitralyöz ve yaylım ateşiyle ahaliyi katlettikten sonra her şeyi yağmalayıp, otuzbeş haneli köyün, ev, ahır, samanlık, cami, mektep ve harmanlardaki ekinleriyle tamamiyle yakmışlardır. 10- ÖMERLİ NAHİYESİ, SARPINAR KÖYÜ (14 Mayıs 1921 tarihli rapor :375) Bu köylerde de ayni soygun ve cinayetleri yaptıktan sonra buraları baştan başa yaktılar. 11- BUZHANE KÖYÜ, ÖRÜMCE KÖYÜ, MURATLI KÖYÜ (1 Mayıs 1921 tarihli rapor.).: Yunan müfrezesi hemen her girdiği köyde yağma, talan, yangın, dövme ve genç kızlara hemen her köyde erkeklerin gözleri önünde tecavüzde bulundular. Bu hususta heyet muhtelif raporlarla bu hadiseleri tespit etti. ŞİLE’DE ZULÜMLER VE VAHŞET Yunanlılar genellikle ayni çeşit işkenceler yapmaktaydılar. Başvurdukları usüller şunlardır. “Tırnak sökme, un çuvalında dövme, çuvala koyup suya atma, ayaktan ağaca asma, ağaca asılanları kasap gibi parça parça etme, diri diri kazdırılan çukura gömme, göz oyma, kulak kesme, kol ve bacak kesme, camiye doldurup yakma, evlerde soygun, ırza geçme, kadın memelerinden kebap yapma, göz ve kulak kesip oymalar, kadınlara zorla çiğnettirilen erkek uzuvları, anne ve babasına zorla tecavüz ettirmeler, kurşuna dizme, edep yerine bomba koymalar, ağza bomba koymalar, Kur’anı Kerime hakaretle muamele, kızgın demirle dağlamalar, ..... 12- KARA MANDRA KÖYÜ, KURUCAKÖY KÖYÜ (12 Mayıs 1921 tarihli rapor.:365) .: İkisi makineli tüfekli 9 Yunan askeri Kara Mandra köyüne gelmişler, evvela iki bin (2000) altın istemişlerdir. Köyün eşrafından Hacı Mustafa Efendi’nin “ paramız yoktur!...” demesi üzerine evvela onun sakalını tutuşturmuşlar, kurşunlayarak öldürdükten sonra kızının namusunu telef etmişler ve boynundan bir iple ahırdaki atın kuyruğuna bağlamış ve atı süngü ile kovalamaya başlamışlardır. Kız parça parça olmuştur. Yunanlılar köy erkeklerini ayaklarından birbirlerine bağlayarak kırbaç ve odunla dövmek suretiyle köyü dolaştırmışlar ve bir çoğunu kurşuna dizerek öldürmüşlerdir. Bir Yunan askeri doktoru otuz Yunan askeriyle birlikte Kurucaköy’üne girmiş Çuloğlu Mehmet, Eğriboyun Ahmet, Yakup oğlu Recep, Pehlivan Ahmet ve Abdullah oğlu Mustafa’yı rehin tutarak köylüden 3000 altın istemişlerdir. Heyetimiz saat iki buçukta (14.30) bu köye doğru yaklaşmış ve devamlı silah sesleriyle karşılaşmıştır. Köye girince iki Yunan askerinin bir genç kızın elbiselerini yırtmaya çalıştığı görülmüş, ismi Ayşe olan kız bize doğru kaçarken arkadan vurulmuştur. İleride kümelenmiş erkeklere yaylım ateşi açılmakta idi. Heyet ancak Yunanlılar köyü ateşe verip kaçtıktan sonra köye girmiş ve alevler arasında kalan evlerden yükselen bağrışmalar duymuştur. Sokaklarda çıplak veya elbiseli genç kadın ölülerinden sekiz tanesi sayılmış, sağ kalan üç Türk bizi Yunanlı zannederek kaçmışlardır. 13- TEKE DİVANI KÖYÜ, ŞUAYİPLİ KÖYÜ ( 14 Mayıs 1921 tarihli rapor:367).: Teke Divanı köyüne giren üç yüz (300) silahlı Yunan askeri önce altı bin (6000) altın istemişler, fakat köylü bunu yarım saatte temin edemeyince evvela ihtiyar kadınları toplayıp ayaklarından asarak, altlarında saman tutuşturarak yakmaya başlamışlardır. Galeyana gelen erkeklerin üzerine makineli tüfek ateşi açılmış, sonra kızlar toplanmıştır. Bunlardan Asiye isimli genç kızın iki göğsü bıçakla kesilerek saman ateşine atılmış ve kız öldürülmüştür. Şuayipli köyüne teğmen Koçaros’un kumandasında giren yüzelli (150) Yunan askeri, saman çuvallarına köylüleri koyarak dövdürmüş, sonra çuvaldan çıkarıp ayaklarından ağaçlara asarak hepsini iki saat içinde parça parça etmiştir. Bu arada nerden atıldığı belli olmayan kurşunla Koçaros vurulmuş ve oraya yığılmıştır. Bu hadise üzerine Yunanlılar derhal camiyi ateşe vermişler ve korkudan kaçmışlardır. Ertesi gün tekrar üçyüz (300) kişilik bir kuvvetle bu köye giren Yunanlılar bir 12 tek canlı insan bırakmadan kadınlara her türlü azap ve işkence (.......) yapmak suretiyle hepsini öldürmüşlerdir. 14- KAPAKLI KÖYÜ ( 7 Mayıs 1921 tarihli rapor) Komisyonun elde ettiği ikinci faciaya ait bilgiler.: 1 Mayıs 1921 günü Gemlik ve civarında Yunan zulmünden kurtulmak ve İstanbul’a gitmek için binlerce insan Kapaklı’ya birikmişti. Bunlar gelecek motörleri beklerken Yunanlılar tarafından haber alınarak bölgeye bin (1000) asker gönderilmiş. Yunanlılar Kapaklı’ya girer girmez müthiş bir ateşle köyde bulunan binlerce Türk’ü öldürmeye başlamış, bu ölüm rüzgarından hiç kimse kurtulamamış, 6 saat içinde bütün Türkler öldürülmüştür. 15- KÜÇÜK KUMLA KÖYÜ: (15 Mayıs 1921- Rapor:208), KARACAALİ KÖYÜ (Rapor:234), KIZILCAKÖY (7 Mayıs 1921 tarihli rapor), ÇANAKLI KÖYÜ.(14 Mayıs 1921. Rapor:365), YAYLA KÖYÜ (12 Mayıs 1921 tarihli rapor), ŞAHİNBURGAZ KÖYÜ (15 Kasım 1921 tarihli rapor), RODOSTO KÖYÜ (21 Nisan 1921- Rapor : 155) vs.... Yukarıdaki köylerin hepsinde bütün vahşetler tekrarlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Daha fazlası var ama okurken bile insanın yüreği dayanmıyor. Belgelerin önemli bölümlerine bakalım. Beynelminel Kızılhaç Temsilcisi Mr.Maurice Gehri’nin on günlük izlenimleri ve şahit olduğu olaylar sonucu hazırladığı rapordan elim sayfalar....: “Öğleden sonra Gemlik Ortodoks kilisesini ziyaret ettim. Güya İznik’te Türkler’in Rumlara saldırdığını iddia eden başpapaz şu itirafta bulundu. » “ Yunan ordusu, tedip hareketinde çok mutedil davrandı. Ben ki, asker değil, bir din adamıyım. İsterdim ki, bir teki kalmamacasına bütün Türkler imha edilsin.” « Lütfen dikkat ediniz! Bu sözleri söyleyen papaz İznik Başpiskoposu « Vasilyos » ‘du. Bir din adamı mı? Yoksa eli kanlı bir katil mi? Ne kadar düşündürücü! Öyle değil mi? BURSA’DA ZULÜMLER VE VAHŞET Bursa da en fazla zulüm görmüş vilayetlerimizdendir. İçişleri bakanlığının resmi tahkikat tutanaklarından bildirdiğine göre Yunanlılar bu havalide caman 15977 ev ve bina yakmışlardır. Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emri üzerine Ordumuzun çok hızlı hareketi yüzünden Bursa, Mudanya, Mustafa Kemal Paşa, (Kirmasti) ve Gemlik kasabalarını yakmaya fırsat bulamamışlar fakat, Karacabey kasabasını baştan başa yakmışlardır. Ayrıca kazalara yakın elliyi aşkın köyleri de yağma etmiş ve köy halkına çeşitli zulümler yapmışlardır. “Yunan ordusunun Bursa’ya girişinde, Venizelos’un oğlu olan kumandan SOFOKLİS, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurcusu olan OSMAN GAZİ’nin sandukasını tekmeleyerek ““ Kalk da Milletini Kurtar ”” diye hakaret ettikten sonra sandukaya elini dayayarak poz verip fotoğraf çektirmiştir.”(Yunan Mezalimi. Sayfa :223) İZMİT’TE ZULÜMLER VE VAHŞET İZMİT .: “” M.Gheri’nin 5 nolu raporu. 10 Temmuz 1921 — İzmit ”” Dört gün önce Yunanlıların İzmit’te büyük bir katliama hazırlandıkları haberi “İstanbul Müttefik Kuvvetler Komutanlığı’na” bildirilince yine beraber bulunduğumuz heyet görevlendirildi. Dün Gülnihal vapuruyla İzmit’e geldik. Gülnihal sıcaklık ve alev dalgalarından rıhtıma yanaşamıyordu. Yunanlılar İzmit’i ateşe vermişlerdi. Bütün mahalleler, bütün sokaklar alevler içindeydi. Kadınların çığlıkları sahile yüz metre mesafede demirlemiş olan Gülnihal’e kadar geliyordu. Kızıllıklar içinde koşuşanları, düşenleri, feryat edenleri görüyorduk. Bu halde toprağa ayak basmamıza imkan yoktu. Şehir içinden hiç kesilmeyen silah sesleri geliyordu....... 28 Haziranda bizden başka bir müttefik heyeti de İzmit’teymiş. Yunan kumandanına katliam yapılmaması için ikazda bulunduğu halde biz gelmeden bir gün evvel müthiş bir insan öldürme faaliyeti başlamış. Üç bin (3000) Türk “Fransız Mektebi’ ne” sığınmış. Bunu haber alan yerli rumlar binayı havaya uçurmak istemişler. Fransız Yüzbaşısı Nicol Jayers, Amerikan kumandanı ile birleşerek mektebin etrafını askerlerle çevirtmiş. Yunanlılar yaklaşmaya cesaret edememişler......... Fransız Papazı Pierre Banait şunları anlatmıştır. ““Kilisenin karşısında bulunan altı Türk evinin kapılarının kırılmasına uyandım. Yunan askerleri dipçiklerle kapılara vuruyor, deviriyorlar, bir kaç el 13 silah attıktan sonra içeriye giriyorlardı. Bir an evin içinde kıyamet kopuyordu. Bağrışmalar, ağlamalar ve silah sesleri birbirine karışıyordu. Sonra evin genç kızları merdivenlerden tekmelerle ve sürüklenerek dışarı atılıyordu. Bir yunan neferi kızın bileğini büküp yanında götürüyordu. Muhtarzade Emin Bey’i, kızının götürülmesine mani olmak istediği için evinin önündeki ağaca astılar.”” Papaz Pierre Banait gece kiliseden çıkarak, ilerideki bir mahalleye gidip Türk evlerinin kapılarını birer birer çalarak Yunanlıların kendilerini öldüreceklerini, hemen gelip kiliseye sığınmalarını söylemiş. Bu haberi her Türk evi iki saat içinde birbirlerine duyurmuşlar. Böylelikle kiliseye üçbine yakın sayıda Türk toplanmış. Yunanlılar Fransız Mektebinde olduğu gibi kiliseyi de basarak Türkleri almak istemişler. Fransız Yüzbaşısı Allen Gaumard’ ın sert tutumu ve müdahalesi üzerine bunu gerçekleştirememişlerdir. Fransız Yüzbaşısı Nicol Jayers ve Allen Gaumar’da, ismi yazılmamış Amerikalı kumandana yaptıkları bu yardımdan dolayı şükranlarımı sunuyorum. Bu gün onlarda fani dünyadan göçtüler. Allah rahmetini onlardanda esirgemesin. Ayni şekilde katliamlar, Ezine ve köyleri, Biga, Bandırma, Erdek, Çatalça ve Gelibolu ve köylerinde de gerçekleştirilmiştir. Yunanlıların aslında ne olduğunu anlatan Tahrik Heyeti Kızılhaç Mümessili M. Gheri’nin 5 nolu raporun sonundaki şu sözlerine dikkat ediniz. ““Yunanlılar son derece korkak. Korkak olanlar, kendilerine bir başkasının galip geleceğini zannederek ellerine geçen fırsatlarda çok zalim olurlar. Yunanlılar bize kitaplarda okutulan « Helen Medeniyeti » nin varisi değillerdir. İstila orduları girdikleri memleketlerde yerleşmek isterlerse zulüm ve işkenceden vazgeçerler. Yunanlılar buralarda bir gün mağlup olacaklarını ve kendilerinden intikam alınacağını sezmişlerki; bu vahşeti işlediler. Türklerin bu zulüm ve işkencelerin acısını alacaklarını tahmin ediyorum. Nitekim Eskişehir’de başlayan çözülmenin pek feci bir ricat olduğu haberleri geliyor. Yapılan bu vahşetin hesabı çok uzun sürecektir. Türklerin can, mal, para olarak büyük kayıpları vardır. Eğer Türkler hafızaları zayıf bir millet değillerse, komşularına pek güler yüzlü olmayacaklardır.”” Lütfen dikkat ediniz! M Gheri’nin son cümlesi ““Eğer Türkler hafızaları zayıf bir millet değillerse, komşularına pek güler yüzlü olmayacaklardır.”” B) EGE BÖLGESİ ZULÜMLERİ Yunanistan Megali İdeası’nın en önemli hedeflerinden biriside Anadolumuzun en verimli yeri olan EGE BÖLGESİ’ne sahip olmaktı. Yunanistan’ın başında maceraperest bir yapıya sahip olan, hudutsuz ihtias ve şımarıklılığına Yunan Milletini alet eden Başbakan Elefteriyos Venizelos vardı. Sevr antlaşmasından sonra İngilizlerden koparılan taviz ve yardımlarla “Büyük Yunanistan— Büyük Bizans” hayaliyle başı dönen maceracı siyaset adamı Anadolu’yu işgal etmek hayal ve çılgınlığı ile Yunan Ordusunu 15 Mayıs 1915 tarihinde İzmir’e çıkarttı. Bu tarihten itibaren Türk Milleti cihan tarihinde hiç bir zaman görülmemiş olan vahşi, kanlı ve haince cinayetlere maruz kalmıştır. “Yunanlıların İzmir’de giriştiği kıyım harekatı tüyler ürperticidir. İşgalin ilk kırksekiz saatinde İzmir ve banliyölerinde iki binden (2000) fazla Türk katledilmiştir. Vahşice işlenen bu cinayetler, İzmir rıhtımında demirleyen yabancı devletlerin savaş gemilerinin subay ve erlerinin gözleri önünde yapılmıştır.” (Hüseyin ışık. Anadolu’da Yunan Mezalimi. Tarih Boyunca Türk—Yunan İlişkileri. Üçüncü Askeri Tarih Semineri. 1986,381.s.) 1- İZMİR İLİNDEKİ VAHŞET Yunanlıların işlediği bu vahşet ve katliamın baş sorumlusu onları techiz eden ve kışkırtan İngilizler , Fransızlar ve İtalyanlardır. ““4 Ekim 1933'de Yugoslavya Kralı Alexandre, Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret eder. Kral Alexandre “size bir sırrımı söyleyeceğim Mustafa Kemal Paşa.” der ve konuşmaya devam eder. "—Eğer bazı Avrupa Devletlerinin vaadlerine kanmış olsaydık, (Yugoslavya Kralı Bu sözleriyle İngilizleri ve Fransızları kastetmiştir.) Anadolu'ya Yunanlıların yerine biz çıkacaktık.” 14 Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK gülerek; -Geçmiţ olsun Kral Hazretleri... diye cevap verir.—””” İngiliz ve Fransızlar, Yunanistan’dan önce, Yugoslavya’ya Anadoluyu işgal ettirmeyi düşünmüşler. Maliye Müfettişlerinden Muvaffak Bey’in raporundan: İngiliz ve Fransızları vaatlerine kanarak 15 Mayıs 1919 tarihinin sabahı, saat sekiz buçukta Yunan askerleri yerli rumların coşkulu tezahüratları arasında işgale başlamışlardır. (İngiliz Amiral Calthorpe...:“İşgalin hakikaten muvafak olacaktır diyerek şifahi teminat vermiştir.” Türkün Siyah Kitabı Sayfa.:171) Yunan kıtaları rıhtıma çıkıp iki yüz metre ilerledikten sonra, iki el silah atıldı. Yerli Rumlar tarafından atılan kurşunlarla Komiser Hüseyin Efendi şehit edildi. Bu iki el silah sesi üzerine Yunanlıların, sessiz ve müdafasız duran kışla ve hükümet konağını şiddetli bir ateşe tabi tuttuklarına, benim gibi orada bulunan bir çok kişi tarafından şahit olunmuştur. Yarım saat devam eden bombardımanın bir aralık hafiflediğini gören Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa, Teğmen Celal Bey’i eline beyaz bir bayrak alarak ateşin kesilmesini talep etmeğe memur etti. Genç Türk subayının elinde beyaz bayrağı gördükleri halde, ateşi kesmeyerek onu yaraladılar. Ancak bir müddet sonra silah atmaktan vazgeçtiler. Yunan subayı hayatlarını korumak şartıyla kışladaki subay ve erlerin teslimini istedi. Teslim olan subay ve erler başlarında Ali Nadir Paşa olduğu halde kışladan çıkmaya başladılar. Ali Nadir Paşa, kapıdan çıkar çıkmaz bir Yunan subayı tarafından yakasına sarılarak yere düşürüldü ve ayakları altında çiğnendi. Maiyetindeki subaylarda ayni hakaret ve muameleyi görmüş birçok defa “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos), diye bağırmaya zorlandı. “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos), diye bağırmayı reddeden Türk Miralayı Fethi Bey, süngü ve dipçik darbeleriyle vahşice şehit edildi. Türk subay ve er kafilesi hapishane haline getirilen Patris Vapuruna sevk ettiler. Giderken elerini yukarda tutulmaya zorlanan, serpuşları alınmış, elbiseleri yırtılmış Türk askerlerinin üzerlerinde kıymetli ne varsa soyulduğu gibi yapılmadık işkence ve hakaret de bırakılmamıştır. Bizzat Yunan subayları fiil ve sözleriyle bu işe önderlik etmişlerdir. Rıhtıma gelindiğinde Türk askeri kafilesi, gerek demirli duran gemilerden ve gerekse güzergahta dizilmiş olan Yunanlılar veyahut evlerin pencere ve balkonlarına çıkmış olan yerli rumlar tarafından açılan müthiş bir ateşe maruz kaldı. Bilhassa LEON adındaki Yunan torpidosuyla Anadolu yakasından pek çok mermi atıldı. Türk subaylarından otuz kadarı şehit oldu atmış kadarı da yaralandı. Bu katliam bir çok yabancının ve limanda demirli bulunan İtilaf Devletleri Kuvvetlerinin gemilerindeki personelin gözleri önünde cereyan etti........ İzmir’de ve Ege Bölgesi’ndeki katliamların planlayıcısı, işlenen cinayetlerin asıl sorumlusu yıllarca Türk’ün ekmeğini yemiş, adalet ve hoşgörüsüne sığınmış olan yerli Papaz Hrisostomos’tu. Aslen bir domuz kasabı bir yerli rumun oğluydu. Atina’da hususi surette yetiştirilerek İzmir’e “Baş Metropolit” olarak gönderilmişti. İstanbul Patrikhanesinde planlanan ihtilal ve katliam programının Ege Bölgesi baş idarecisiydi. Yunan ordusu İzmir’e çıkmadan önce gerekli bütün hıyanet hazırlıklarını ikmal etmişti. ( 15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’de vatan toprağını işgal eden Yunan askerlerini, rıhtımda takdis eden yine bu hain papaz Hrisostomos’tu. Kurtuluş Şavaşı’nın zaferle sonuçlanmasına kadar işlenen tüyler ürpertici cinayetlerin baş sorumlusu olduğu için, zaferden sonra İzmir’de halk tarafından linç edilmiştir.) İzmir’in bugün sınırları içinde kalan ilçeleri o zamanlar birer köy halindeydi. Urla, Bornova, Cumaovası, Görece, Palamut, Nifeyaka, Sivrihisar, Doğanbey, Buca, Akçaköy, Dereköy, Çatallar, Çamurdere vb. yerlerde yapılan katliamlar ve işlenen cinayetler son derece vahşiceydi. İZMİR YANGINI ..: ““ İzmir Sigortaları İtfaiye Kumandanı Mösyö Greskoviç’in İzmir Büyük Yangını Hakkında Raporu.”” 15 Büyük Taarruz başladıktan ve Yunan Ordusu bozguna uğradıktan sonra, Yunan subay ve erlerinin ağzından “Biz İzmir’i Türklere bırakmak mecburiyetinde kalırsak yakacağız, yıkacağız”, sözleri dolaşıyordu. ((—Ayni tarihte 7 Eylül 1922 saat 6:00 da Gazi Başkomutan ve yakın silah arkadaşları, İzmir'e giriş hazırlıklarını konuşurken İzmir Körfezi'ndeki Edgard Quinet zırhlısından bir mesaj alınır. Mesaj şöyledir. "Yabancı Konsolosluklar İzmir'i Türk Ordusuna teslim edeceklerini bildirirler." Gazi Mustafa Kemal Paşa çok sinirlenir. Yumruğunu masaya vurarak "kimin şehrini kime veriyorlar." diye bağırır. Bu yumruk emperyalizmin diz çöküţünün belgesidir.—)) 8 Eylül 1922 Cuma günü saat altıda iki yunan askeri Hacı Üstan Mahallesi Çavuş Sokağında iki numaralı evin hizasına gelerek bir kutu kibriti ateşleyerek evin penceresinden içeriye attıklarını gördüm. Kibrit sönünceye kadar oradan ayrılmadım. 10 Eylül 1922 Pazar günü İngiliz vapurundan bir çavuş ile sekiz İngiliz eri yangın kulesine geldi. 11 Eylülde İngiliz çavuşu elinde bir kağıtla bana geldi ve dedi ki. ““Gemi Kumandanı ile olan muhaberemiz şundan ibarettir. “Bu akşam Karantinadaki Türk Hastanesini yakacaklardır”. 12 Eylül sabahı Buca Mahallesinde bulunan itfaiye komisyonu katibi Mösyö Zakmesir, gece yarısı Buca’ya iki tren geldiğini ve bütün İngiliz ailelerinin İzmir’e nakli ve gemiye sevkedildiklerini söyledi. Anladım ki; İzmir’in başına tarif edilmez bir felaket gelecektir. Üç gün zarfında çıkan yangınların adedi ve bu yangınlarda gözlemlediğim haller itfaiyenin otuz senelik istatistik cetvellerinde görülmemiş bir mahiyet arzediyordu.......Bütün mevcudiyetimle İzmir’i yangından kurtulmasına gayret ettim. Yangının ikinci günü ateşleri söndürmeye uğraşırken Yunanlılar, bana dahi kurşun sıktılar. BERGAMA İLÇESİ.: Yunan askerleri Bergama’ya gelip yerleştikten sonra ertesi gün katliamlara başladılar. Tekeli köyü muhtarı Mehmet Ali Ağa, civarda çiftlikleri olan Hacı Niyazi Efendi, Yörük Mustafa, Hamacızade İsmail ve eniştesi Kenan, Tuzcu Mustafa öldürüldüler. Abdurrahman Ağa, cebindeki 180 adet 100 lirası alınarak serbest bırakıldı. Bu soygun ve yağma üzerine halk bir araya gelerek Yunan kuvvetlerine saldırdı. Kendinden hayli üstün kuvvetteki Yunanlıları sekiz saat süren çatışmalar sonunda ağır kayıp verdirerek Bergama dışına çıkardılar. Yunanlılar hemen ertesi gün Midilli’den Dikili’ye 4000 kişilik yeni bir kuvvet çıkardı. Üç koldan Dikili’ye hücuma geçtiler. Bir çok kimseyi feci şekilde katlettiler. Bergama’ya kadar uzanan yol boyunca, Kırıklar, Sabancı, Sazköy, Kalarga, Çamköy, Alacalar, Tekeli ve Sandal köyleri tamamen yakılarak kundaktaki çocuktan yetmişlik ihtiyarına kadar bütün ahalisi katledildi. İlk işgallerinde karşılaştıkları direnişe içerleyerek Bergama’ya yeniden saldıran Yunanlılar, eşi benzeri görülmemiş bir katliamdan sonra Kınık ve Turanlı nahiyeleri istikametinde bulunan Kaşıkçı ve Dündarlı köylerini yağmalayıp yaktıktan sonra ahalisini kurşuna dizdiler. Yağmalayarak ele geçirdikleri malları Dikili üzerinden Midilli adasına naklettiler. MENEMEN İLÇESİ.:(1- Menemen’deki bu katliamı içinde yaşayarak gören Menemen Fabrikatör tüccarlarından Sefer Efendi anlatmıştır. 2- İtalyan Zaşinania, Alfred Vermen, Madam Şnayder, Mister Prays, Mister Prencis, İstanbuldan Naşit, İzmirden Sırrı Bey, Amerikan Viskonsolosu Mr.Pack’tan kurulu heyetin raporu. ) İzmir’i işgal eden Yunan kuvvetlerinin bir koluda Bergama İlçesi istikametine hareket etmişti. Bergama’dan geri çekilmek zorunda kalınca evvelce planlamış oldukları cinayetlerine başladılar. Geceleyin yerli rumların rehberliğinde hristiyan mağazalarına “HAÇ” işareti çizildi. Yerli rumlar ve hristiyan ahaliye silah dağıtıldı. Şehrin hakim noktalarına mitralyöz (makinalı tüfek) yerleştirildi. Cinayetlere Kaymakam Kemal Beyi öldürmekle başladılar. Gecelik entarisiyle yataktan kaldırıp işkenceyle öldürdüler. Türklerin evlerini bastılar, mallarını yağmaladılar. Çocukları süngü uçlarında havalara kaldırdılar. Ertesi sabah çarşı ve sokak içlerinde umumi bir katliama başladılar. Şoselerin kenarları kısa zamanda katledilen Türklerin cesetleriyle doldu. Salhane civarında Kovacı Bağı adlı yerde Türklerin cesetlerini üstüste yığarak gaz döküp yaktılar. Bergama’da uğradıkları yenilginin acısını masum Menemen halkını katlederek çıkarmışlardı. Hisarlık, Dirlik çiftlikleri ve 16 Kozluca köyü tamamen yakılmış ve köyün bütün kadınlarına tecavüz edilmiştir. Bu köyün kadınları, kız ve erkekleri tamamiyle öldürülmüştür. Menemen ovasında 150 ceset sayılmıştır. 2- AYDIN İLİNDEKİ VAHŞET İzmir İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı’nın Türk Hükümetine verdiği notada, işgalin İzmir ve çevresi ile sınırlı kalacağını bildirmiş olmasına rağmen, Yunan askerleri ileri hareketlerine devam ettiler. İzmir Yunan işgal kuvvetleri kumandanı Miralay Zafiriyo imzasıyla Aydın Halkına şu beyannameyi yayınladılar. ““ İşgalden maksat mevcut kanunların himayesi suretiyle umum ahalinin refahını temindir. Üç bin seneden beri Yunanistan’a çeşitli sabeplerle bağlı bulunan şu arazi hakkında devletler arasındaki müzakere neticesinde verilecek olan karardan evvel iltihak (katılmak) etmek fikir ve maksadı kamilen mevcut değildir. Eski vazifelerini ifaya (yerine getirmeye) devam edecek olan milli ve dini dairelerin memurları vazifelerinin icra ve kolaylaştırılması ve asayişinin her hususta temini için her an askeri kuvvetlerin yardımını isteyebilirler. Askerler kendisiyle temasta bulunacakların, dini ve kavmi itikatlarına, adet ve an’anelerine (gelenek ve göreneklerine) tamamiyle hürmetkar bulunacağından emin olunuz. Kumandanlığın kapısı arz edilecek müracaat ve şikayetleri Kemal-i Şevkatle (Eksiksiz Özenle) dinlemeye daima açıktır. Herkesin sükunetle iş ve gücüyle meşgul olarak güzel vatanları hakkında verilecek olan kararı beklemelerini cins ve mezhep tefrik (ayırma) etmeksizin bütün memleket halkına tavsiye ederim.”” ““Yukarıdaki beyannamede altı çizgili satırları çok iyi düşünmek lazımdır. —Bin yıllık Türk toprağını, 1828 yılında kurulmuş bulunan, 1919 yılında 91 yaşındaki bir devlet nasıl olurda üç bin yıllık Yunanistan toprağı sayar. —Dine ve geleneklere saygılı olacağını belirten Yunanlılar, Aydın’ımızda binlerce insanımızı camilere kapatıp yakarak katletmiştir. (Bakınız. Yörük Ali Efe. Cilt 1,2,3.. Sökeli Cafer Efe. Cilt1. Sabahattin Burhan. Araştırmacı Yazar.) — Bizlere “Güzel vatanları hakkında verilecek kararı beklemelerini tavsiye ederim” diyen Yunan Miralayı, beyannamenin önceki satırlarında ata toprağımızı üç bin yıllık yunan toprağı olarak göstermektedir. Kendi içinde çelişkilerle dolu beyannameyi nasıl bir ihtiras ile hazırladıkları son derece açıktır. Büyük Türk Milleti’nin her ferdi vatan savunmasının ne kadar önemli olduğunu çok iyi bilmelidir.”” Yukarıdaki beyanname yayınlandıktan sonra Aydın Türk Ahalisi, İtilaf Devletleri Mümessillerine şiddetli protestolar yağdırdılar. Bunun üzerine bilhassa İngilizler, işgalin muvakkat (geçici) olduğunu, İzmir ve çevresi ile sınırlı kalacağını, bunun sırf askeri maksatlı bir tedbirden ibaret bulunduğunu söyleyerek Türk Halkına teminat verdiler. Bu teminata rağmen asıl amaçları dünyanın en verimli toprağı olan Ege Bölgesini Megali İdea (Büyük Yunanistan Hayali) çerçevesinde Helen İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirmek olan Yunanlılar 27 Mayıs 1919 Pazartesi günü Aydın’ımızı işgal ettiler. Ayni gün eşraftan, Öğretmen Ahmet Emin Efendi, Kamil Efendi, Davavekili Reşit ve kardeşi Asım efendi, Şefik, Safi ve Ödemiş Davavekillerinden Refik Şevket Bey ve Nazilli Davavekillerinden Ömer Lütfü Bey tutuklandılar. Gerekçe ise “ Siz içinizden bu işgali tasvip etmiyorsunuz” diye açığa vurulmamış hislerden sorumlu tutuluyorlardı. İşgalin üçüncü günü gecesi kahveden evlerine gitmekte olan Aydın’ın ileri gelenlerinden altı şahıs sebepsiz yere sokak ortasında bir Yunan subayı tarafından ölüm derecesinde dövdürüldüler. Ayni gece bir çok Türkün evine girildi, namusları kirletildi, kıymetli eşyaları yağmalandı. Karşı koyanlar kırbaç ve dipçiklerle dövülerek öldürüldü. Germencik nahiyesi’nden Aydın’a bilet alarak trene binen 27 Türk ile cebren trene bindirilen 34 Türk toplam 61 kişi trenin hareketi esnasında koyun boğazlar gibi kasaturalarla kesip doğramışlar , zavallıların üzerinde don gömlek ne varsa alınmış, çıplak cesetleri tren penceresinden dışarıya atılmıştı. Neşetiye köyü, Karapınar ve Erikli köyleri yağmalandıktan sonra ahalisi en adi tecavüz ve hakaretler icra edilerek öldürülmüştür. Yunanlılar boşalan bu köyleri yağmaladıktan sonra yakmışlardır. Aydın’da Türkler dükkanlarını açamıyordu. Yerli rumlardan Popuşçu Mihalaki, tüccarlardan Cambazzade Ali Efendi’ye şu tehditi savurmuştu. “ Yunan ordusu Aydın’ı tahliye ederse, Aydın’a gelecek hükümet burasını insansız ve evsiz bulacaktır.” Yunan kumandanı 26 Haziran 1919 günü 17 halkı hükümet binası önünde topladı.. “ Türklerin elinde altı bin silah olduğunu, 18 saat zarfında bu miktardan bir silah bile eksik teslim edilirse, bütün Türklerin kurşuna dizileceğini ve Yunan işgalinin geçici değil, kalıcı olduğunu ve bu işgalin Aydın’ın Yunanistan’a İlhakı (katılması) manasını taşıdığını” söyledi. 27 Haziran 1919 Cuma günü Türk eşraftan ve memurlardan bir çok kişi çeşitli sebeplerle tutuklandı. Tutuklanan bu zavallıların şurada, burada, yol kenarlarında, çöplüklerde parça parça olmuş cesetlerine rastlanıldı. Aydında on binin üstünde Türkün canına kıyan Yunanlılar, karşılarında bir yumruk haline gelen Efeler Diyarı Aydın’ın eli öpülesi güzel insanlarından oluşan Milli Aydın Alayı’nı, Türklüğün yiğitliğini, esarete başkaldırının görkemli şahlanışını Kurtuluş Savaşımızın ilk şanlı direnişini gördüler. Bugün Aydın’ın Umurlu kasabasının beş kilometre kuzeyinde bulunan ÇAYYÜZÜ şehitliği Kurtuluş Savaşımızın, Şehitlik Abidesi dikilen ilk şehitliği olup çevre düzenlemesi yapılmış ve halkımızın ziyaretine açılmıştır. Bu topraklara şehit olup düşenler, Allah hepinize gani gani rahmet eylesin... NAZİLLİ İLÇESİ..: Aydın’da durmayarak ileri hareketine devam eden Yunan kuvvetleri 3 Haziran 1919 günü Nazilli’ye girdiler. Önce İzmir ve Aydın’da olduğu gibi burada da Türkleri “Zito Venizelos” diye bağırmaya zorladılar. Daha sonra İzmir ve Aydın’daki gibi yerli rumlarla birleşerek katliam ve tecavüzlere giriştiler. Genç kadın ve kızlara tecavüz , dükkanların yağmalanması ve sebepsiz önüne geleni öldürmeler. Yunan ordusunun Nazilliye girişinde hiç bir direnme göstermeyen halk, Nazilli’yi kurtarmak, canını ve namusunu korumak için kanlı bir direnişe başladı. Sokak çatışması biçiminde uzun zaman devam eden çatışmalar neticesinde yerli halk, Yunanlıları üstün silahlarına rağmen Nazilliden çıkarmayı başardı. Yunanlılar Nazilli’den çekilirken tutukladığı bir çok insanı da beraberinde götürdüler ve yolda hepsini katlettiler. Çekilirken güzergahtaki bir çok köyün ahalisini öldürdükten sonra, köyleri ateşe verdiler. 3- MANİSA İLİNDEKİ VAHŞET (Manisa Tüccarlarından Musa Kazım Efendi anlatmıştır.) İzmir’i işgal eden Yunan kuvvetlerinin bir taburu 23 Mayıs 1919 tarihinde Yarbay Konstantin Çaraklos komutasında yerli rumların coşkun tezahüratları arasında Manisa’ya girdi. Ertesi gün kimse evden çıkmasın arama yapılacak dendi. Her mahallede iki çavuş, iki nefer, iki de yerli rum genciyle buldukları silahı taşımak için bir de arabacı vardı. Evden eve gezdiler. Müfitzade Kamil Efendi’yi ağır şekilde dövdüler. Sandığından 350 lirasını aldılar. Bir çok evden altın, saat, bilezik ve yüzük gibi kıymetli eşya kayboldu. Bu durum akşama kadar devam etti. Yerli rumlar, sizi kışlaya götüreceğiz diyerek ahaliden bir kısmını evlerinden alıp götürdü. Götürülenlerden on iki kişi meydana çıkmadı. Bu on iki kişiden beşinin cesedi şehir civarında bir dere içinde tesadüfen bulunup getirildi. Bunların kalabalık bir cemaatle cenaze namazları kılındı. Fransız, İngiliz ve İtalyan memessillerin hazır bulunduğu halde defnedildiler ve fotoğrafları alındı. Cenazelerden birisi Uncu Mahmut beye ait olup, elli beş yaşlarındaydı. Cenazenin muayenesinde burnunun ve kulaklarının kesildiği ve bir gözünün süngü ile oyulduğu, karnının derisinin koyun gibi yüzüldüğü ve bu işkencelerin kendisine canlı olduğu sırada yapıldığı anlaşılmıştır. Manisa’da 10700 ev, 13 cami, 272 dükkan, 19 han, 26 bağ evi, 3 fabrika, 5 çiftlik, 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmış, 3500’ü yakılmak ve 8550 kişide kurşunlanarak öldürülmüştür. TURGUTLU, ALAŞEHİR VE SALİHLİ KASABASINDA VAHŞET.: (İtalyan Zaşinania, Alfred Vermen, Madam Şnayder, Mister Prays, Mister Prencis, İstanbuldan Naşit, İzmirden Sırrı Bey, Amerikan Viskonsolosu Mr.Pack’tan kurulu heyetin raporundan.): 6000 ev bulunan Turgutlu’dan yalnız kenar semtlerdeki kulübeler kalmıştır. Halktan 1200 kişi öldürülmüştür. Yangın ve katliama iştirak eden yerli rumlardan Eczacı Kosti idam edilmiştir. Burada gözleri oyulmuş 18 çocuklar, göğüsleri parçalanmış kadınlar, ırzına geçilmiş ve öldürülmüş yüzlerce ceset görülmüştür. Sokaklarda yaralılar inlemektedir. Alaşehir, yakılıp yıkılmıştır. 4500 evden 4350 si tamamen yakılmış, 11500 kişi olan ahalisinden 400’ü ve 15 yaşın altındaki 7500 kişi kalmıştır. Burada yangını yerli rumlardan tüccar Miamandapolis çıkarmış ve idare etmiştir. Burada bir çok genç kız tecavüze uğramış ve bekaret kanları yüzlerine sürülmüştür. Taşçı Mehmet Usta’nın karısının göğüsleri oyulmuş ve içine barut konularak ateşlenmiştir. Yunanlıların beraberlerinde alıp götürdükleri kadın sayısı 150’dir. Irzlarına tecavüz edilen kızlardan on dört tanesi çıldırmıştır. Bu kızlardan üçünün yangın külleri üzerinde şarkı söyleyip oynadıkları görüldü. Üç yüz kişilik kadın kafilesi Yunanlılarla beraber götürülmek istenirken kadınların itiraz etmeleri ve kaçmaları üzerine bir makineli tüfek bölüğü hepsini kurşunlamıştır. Yirmi otuz kadın ancak kurtulabilmiştir. Yetmiş iki kişi diri diri ateşte yakılmıştır. Salihli’nin ev, dükkan, mektep, cami, han ve hamamları kamilen yakılmıştır. Yunanlılar buradan 110 kızı alıp götürmüşlerdir. Bunlardan 60 kadarı tecavüz edildikten sonra kaçmayı başarmış ve bilahare dağlarda toplanmıştır. Ayrıca 110 kişi yakılmıştır. Bir kısmı kadın olan yaralıların bir çoğunun kulak ve burunları kesilmiştir. KÜTAHYA, AFYONKARAHİSAR, UŞAK illerimizde yukarıda anlattığım yerleşim yerlerindeki gibi yangın, yağma, tecavüz, cinayet ve katliamlar yaşanmıştır. Yunanlılar, buralarda da yüzlerce kadın, çocuk, ve yiğit Türk insanını vahşice katlettiler. BİR İNGİLİZ SUBAYININ ŞAHİTLİĞİ (29 Mayıs 1921 tarihli serbest rapor.) Heyetimize müracaat eden İngiliz subayı Mister Cockhill, Teğmen Koçaros’un Türklere yaptığı zulmü anlatmak için heyetimizi Gemlik’te bulmuş ve şunları söylemiştir. —Şile’ye bağlı Kabakoz köyünde vazifeli olarak bulunuyordum. Birden piyade tüfeği ateşiyle karşılaştım. Yunanlılar köye giren yol üzerinde diz çökmüşler, kurşun yağdırıyorlardı. Bir duvarı kendime siper alarak bekledim. Türkler evlerine girip kapıları kapayınca Yunanlılar köye girdiler ve hemen bütün evlere taksim oldular. Bana selam vermek lüzumunu duymadı ama orada ne için bulunduğumu merak ettiğini hayretinden anladım. Evlerden çıkartılan kadın, kız, çocuk ve erkekler süngülerle dürtülerek meydanlığa toplandı. Hepsi durmadan dövülüyordu. Genç kızlara feci sarkıntılıklar yapılıyor ve elbiseleri süngü ile yırtılıyor ve göğüsleri kesiliyordu. Yunan teğmeninin yanına gittim. Bu vahşete neden lüzum gördüğünü sordum. Rumca bir şeyler söyledi ve beni azarladı. Tüylerim diken diken olarak daha feci manzaralara şahit oldum. Bir rum askeri 80 yaşlarında ihtiyar bir köylünün sırtına binmiş kendisini taşıtıyordu ve devamlı hayvan gibi ihtiyarı kırbaçlıyordu. Teğmen Koçaros, yakasına yapışıp kendine doğru çektiği Türklere ağızlarını açtırıyor ve kurşun sıkıp öldürüyordu. Ağızlarını açmayanların alnının ortasına nişan alıyordu. Kızlar, kadınlar, büyük feryatlarla bağırıp, çağırıyorlardı. Yunan askerlerine yalvaranlara ve ayaklarına kapananlara merhamet edilmiyordu. Evlerin pencerelerinden alevler çıkmaya başlamıştı. Büyük ağacın altında bir gebe kadın koyun gibi boğazlandı. Sonra karnı deşilerek çocuğu süngüye takılıp bir Türk erkeğine uzatıldı. Bu feci manzara bir saat sürdü. Yerde inleyen Türkler, can çekişiyorlardı. Benim tabancam alınmıştı. Hatta arkamda süngü takmış bir yunan neferi bekliyordu. Hava kararıncaya kadar vahşet devam etti. Sonra yunanlılar isminin Koçaros olduğunu söyledikleri teğmenlerinin etrafında toplanıp cenube (güneye) giden yoldan çekilip gittiler. İfadem tasdik ederim. (İmza. Majer COCKHİLL) DÜNYA GENÇLİĞİNE BEYANNAME 6 Haziran 1921 günü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğrencileri, bütün dünya gençliğine şu mesajı yayınladılar. 19 Bugün felaketlerin en büyüğüne düçar olmuş (uğramış) insanlık aleminin bir parçası namına sizlerin merhamet ve insanlık duygularınıza hitap ediyoruz (sesleniyoruz). Belirtmek istediğimiz nokta, üç yıldan beri silahsız müdafasız Türk Halkının Yunan zulmünden neler çektikleridir. Ege ve Marmara kıyılarında Yunanlılar bir ölüm fırtınası estirmektedir. Türk Milleti’nin içine düşmüş olduğu ızdırap ve felaketleri fırsat bilen Yunan Milleti, Türkiye’yi iyi tanımayan diğer milletlerin bilgisizliğinden istifade ederek akla hayale gelmeyen zulümler yapmaktadır. Onlar, dünyayı kandırmak için her türlü zulmü yaptıkları halde bunları Türklere yüklemek için kesif bir propaganda yapmaktadırlar. Bu propagandanın altında Anadolu’da Müslüman ve Türk Halkın toptan imhası projesi vardır. Süngülerle öldürülen, başı kesilen, ateşlerde yakılan ve parça parça doğranan Türklerin ızdırabını size anlatmak pek güçtür. Sizlerin vicdan ve insanlık duygularınıza hitap ediyoruz. Gerçek olayların pek az bir kısmını aksettirecek olan fotoğraf ve dökümanları size gönderiyoruz. Bu vesikalar din ve mezhep gözetmeksizin insan olan herkesi titretecektir. Bu vahşet müttefiklerarası bir tahkikat komisyonu tarafından da teyid edilmiştir. Büyük Britanya delegesi General Franks, Fransız delegesi Albay Vick, İtalyan delegesi Albay Roletta bu vahşete şahit olnuşlardır. Raporlarında bu vahşeti kinci yunan ordusu kumandanı Leonardolunos’un üzerine atmaktadırlar. Her türlü ızdırap ve mahrumiyet içinde ilim ve irfan aşkı ile çalışmakta olan Türk Üniversiteli kardeşleriniz bu müthiş cinayetleri sizin pek saf ve ulvi vicdanınıza sunmayı bir vazife bilir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğrencileri 6 Haziran 1921 20 3. BÖLÜM TÜRK MİLLİ KURTULUŞ MÜCADELESİ KURTULUŞ SAVAŞI “ Kurtuluş Şavaşı, Anadolu insanının kanıyla, ATATÜRK’ün önderliği altında yazılmış, tarihte bir benzeri daha bulunmayan, bir başarı ürünüdür.” Dünyada devlet olma, devlet kurma geleneği en yüksek olan Büyük Türk Milleti’nin üzerine çöken zifiri karanlığın içinde bir aydınlık ışık mutlaka olacaktı. 15 Mayıs 1915’te Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri bu ışığın yanmasında önemli bir rol oynamıştı. Kurtuluş savaşının başlangıç tarihi hiç, şüphesiz ki Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Samsuna çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihidir. Türk Milleti, Yunanlıların İzmir’i işgalinden duyduğu rahatsızlığı köylerde yapılan küçük toplantılardan, İstanbul’da 23 Mayıs 1919’daki iki yüz binden fazla kişinin katıldığı büyük Sultan Ahmet mitingine kadar çeşitli biçimlerde ortaya koymuştur. (Dikkat ederseniz, 8 , 10 milyon nüfusa sahipken ve işgal altındayken iki yüz bin insan bir araya gelmiştir. Oysa bugün; Milli Amacımıza yönelik tehdit unsurlarından biri haline gelen Ermeni soykırımı yasa tasarıları çıkarma girişimleri veya Kuzey kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yok edilme çabalarını protesto için 70 milyon nüfus içinden bir kaç milyon insanımızı bir araya toplamamız gerekmez mi?) İzmir’in İtilaf Devletleri ( İngiltere, Fransa ve Rusya) tarafından Yunanistan’a işgal ettirilmesi, Türk Milleti’nin yüreğinde çok derin yara açmış, fakat o ölçüde de mücadele azmini kamçılamıştır. 1919 yılı şubat ayı ortalarında İngilizler, Doğu Karadeniz’de Pontusçular’a (Doğu Karadeniz’de kurulmak istenen Pontus Rum Devleti için İstanbul’da Fener Rum Patrikhanesinde kurulan Mavri Mira Derneği’nin eli silahlı çeteleri) karşı direnen Türklerden yakınmaya başladılar. Ingiliz hükümeti, Osmanlı Hükümeti’nin Doğu Karadeniz bölgesinin silahsızlandırılması için çalışma yapmasını istiyordu. Doğal olarak elinden silahları alınacak olanlar, o yörelerde Potnusçular’a karşı koymaya çalışan Türkler’di. İşte bu olayları sona erdirmek için görevlendirilen subay, Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Çeşitli çalışmalar sonunda Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne (Komutanlığı’na) 30 Nisan 1919 tarihinde atandı. 16 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinden bir gün sonra Samsun’a hareket etti. Kendisine verilen görevler şunlardır. 1. Görev bölgesinde iç huzurun geriye getirilmesi, 2. Silah ve cephanelerin bir an evvel toplattırılıp elverişli depolara konulması, 3. Bazı kuruluşlar vatandaşa silah dağıtıyorlarsa bunun yasaklanması ve bu kuruluşların ortadan kaldırılması. O, yapacağı işleri kimseye sezdirmiş değildir. Yalnız çok yakın arkadaşı Fethi Bey’e (Okyar’a) İstanbul’dan ayrılmadan bir gün önce şöyle demiştir. “Hükümet ve Saray benim hakkımda derin bir gaflet içinde bulunuyorlar.” ATATÜRK, İstanbul’daki köhnemiş kadroyla bir şey yapılamayacağını anlamıştı. Daha ilk günden Kurtuluş Mücadelesini kafasına koymuştu. Yukarıdaki görevleri yerine getirmesi beklenen ATATÜRK, Havza’da yaptığı ilk çalışmada Anadolu’da dağınık halde bulunan birlikleri kendine bağladı. Ateşkes hükümlerine göre terhis edilmesi gereken askerlerin terhisini önlemeye çalıştı. Diğer yandan da, yurdun her köşesinde mitingler yapılması husunda emirler verdi. Ayrıca, İstanbul Harbiye Nazırlığı’na (Milli Savunma Bakanlığı) 3 Haziran 1919’da şu telgrafı çekti. “ Sivas ve çevresinde önceden bulunan Ermeniler’i ve daha sonra gelerek sığınanları korkutacak hiç bir olay olmamıştır. Ne Sivas’ta ve nede çevresinde kaygı verici bir durum yoktur. Herkes sessizce iş ve güçleriyle uğraşmaktadır. Bunu kesinlikle bildirir ve inanmanızı dilerim. Bundan dolayı İngiliz notasındaki haberlerin nereden kaynaklandığı bence de bilinmek gerekir. İzmir’in ve Manisa’nın düşman eline geçmesiyle ilgili acı haber üzerine Müslüman halkın yaptığı ve Hıristiyan azınlıklar konusunda hiç bir düşmanca düşünce taşımayan toplantılardan belki kimi kişilerin ürkmüş olmaları düşünülebilir. İtilaf Devletleri Ulusumuzun haklarına ve bağımsızlığına saygılı kaldıkça ve ulus yurdun tümden dokunulmazlığının kesinliğine güvendikçe Müslüman olmayan azınlıkların korkuya kapılması için hiç bir neden yoktur. Bu konuda devlete karşı her türlü sorumluluğu üstlenir ve buna tümden güvenilmesini dilerim. Ancak bağımsızlık ve ulusal varlığı yok eden ve ulusun 21 yaşamını sürdürmesini korkulur duruma getiren düşmanın yurda girişi, cana kıyması ve her türlü saldırıları gibi İzmir yörelerinde görülmekte olan eylemlerin ortaya çıkışı sonucu benzerlerinin baş göstermesine karşı ne ulusun heyecanını ve iç acısını ve nede buna dayanan ulusal gösterileri yasaklamak ve durdurmak için kendimde ve hiç kimsede güç ve direnç göremeyeceğim gibi bu yüzden doğabilecek olaylar karşısında da sorumluluk yüklenebilecek ne komutan, ne sivil görevli ve nede hükümet düşünürüm.” Kaynak.: NUTUK Bu telgraf sonunda iyice kuşkulanan ve baştan beri Mustafa Kemal ATATÜRK’e güvenmeyen İngilizler, 6 Haziran 1919’da Harbiye Nezaretin’e ATATÜRK’ün geri çağrılmasını emrettiler. İki gün sonra da Harbiye Nezareti bu buyruğu İstanbul’dan Mustafa Kemal ATATÜRK’e bildirdi. Büyük Önderimiz bu emre uymadı ve çalışmalarını aralıksız sürdürerek Havza’dan Amasya’ya geçti. Bu sırada Yunanlıların Ege Bölgesindeki ilerleyişlerini sürdürüyordu. Yerel direnişlerde artmaya başlamıştı. Yunan birlikleri çok güçsüz de olsalar, milis kuvvetlerini hesaba katmak zorunda kalıyorlardı. Örneğin, Bergama’yı işgal ettikten sonra atılmışlar, ancak yeni ve taze kuvvetler getirip kenti tekrar ele geçirmişlerdi. Ege’de Yunan orduları gün geçtikçe güçleniyor, ufak milis direnmeleri kırılıyor ve belli başlı merkezler işgal ediliyordu. Güneydoğu Anadolu’daki Milis birlikleri de Fransızları zaman zaman durdurmayı başarıyordu.Yavaş yavaş ortaya çıkan bu birliklere “Kuvayı Milliye (Ulusal Kuvvetler)” adı takılmıştı. ATATÜRK, Kuvayı Milliye’nin tüm işgal alanlarına yayılması için çalışıyor ve bu kuvvetlere yardımcı olunmasını istiyordu. Asıl büyük mücadele başlayıncaya, yani düzenli ordu kuruluncaya kadar Kuvayı Milliye düşmanı oyalıyabilir diyordu. “Dikkat edilirse; Atatürk’ün bu düşüncelerinde ne kadar haklı olduğu hemen anlaşılır. Yunan Kuvvetleri Nazilli hattından öteye geçememiş, Fransızlar Gaziantep’teki direnişe takılı kalmıştır.” ATATÜRK, en yakın iki arkadaşı, Ali Fuat Cebesoy Paşa, eski Bahriye Bakanı Rauf Orbay Paşa ve Rafet Bele ile Erzurum’daki Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın da telgrafla düşüncesini alarak Amasya Tamimi’ni 21-22 Haziran 1919 gecesi hazırladı. Amasya Tamimi şöyleydi. 1. Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir. 2. İstanbul Hükümeti üstlendiği sorumluluğunun gerektirdiklerini yerine getirememektedir. Bu durum ise Ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor. 3. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun direniş ve kararı kurtaracaktır. 4. Ulusun durum ve davranışını öne sürmek ve haklı sesini dünyaya işittirmek için her türlü etki ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir. 5. Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas’ta ulusal bir kongrenin tez elden toplanması kararlaştırılmıştır. 6. Bunun için bütün illerin her sancağından ulusun güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince hızla yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gereklidir. 7. Herhangi bir duruma karşı, bu işin ulusal bir sır gibi tutulması ve delegelerin gereken yerlerde kimliklerini gizlemeleri gereklidir. 8. Doğu illeri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O güne değin öteki illerin delegeleri de Sivas’a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas genel toplantısına katılmak üzere yola çıkar. (Belge 26. Kaynak..: NUTUK) Amasya Tamimi’nden sonra sırasıyla, Erzurum Kongresi, Balıkesir Kongresi, Alaşehir Kongresi ve Sivas Kongresi yapılmış ve ulusumuzun kara yazgısı üzerine çöken zifiri karanlığın içinden bir aydınlık ışık güneş gibi parlamıştı. Sivas Kongresi’nin toplanmasından sonra Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit Başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti çekildi. Yerine daha ılımlı, dürüst bir kişi olan Ali Rıza Paşa getirildi. Mustafa Kemal ATATÜRK, yeni Sadrazam’a şöyle bir telgraf çekmiştir. “ Yeni Hükümet, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde belirtilen ve saptanan teşkilat ve ulus amaçlarına uyduğu takdirde Kuvayı Milliye ona yardımcı olacaktır.” Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararların en çarpıcı yönü her şeye ulus iradesinin egemen olması şeklindeydi. Oysa İstanbul Hükümeti her şeyi Padişahın iradesine göre düzenlemekteydi. Sadrazam Ali Rıza Paşa, kabinesinde görevli Bahriya Nazırı (Bakanı) Salih Paşa’yı Heyeti Temsiliye ile görüşüp anlaşmak için Mustafa Kemal Atatürk’e yollamıştır. ATATÜRK, Amasya’da 20 Ekim 1919’da Salih Paşa ile görüşmüş ve 22 iki gün sonra protokoller imzalanmıştır. Bu Protokollerde, İstanbul Hükümeti Heyet-i Temsiliye’yi tanıyor, Meclisi Mebusan’ın toplanacağını, Anadolu ile iyi geçinileceğini belirtiyordu. Buna karşılık, vatanın bütünlüğüne bir zarar gelmemesi koşulu ile Heyet-i Temsili’ye İstanbul Hükümetinin işlerine karışmamayı, aleyhinde bulunmamayı kabul ediyordu. “Koşula lütfen çok dikkat ediniz.) Salih Paşa İstanbul’a döndükten sonra Meclisi Mebusanın toplanması kabul edildi. Ancak, ATATÜRK, Marmara Denizi’nde demirli bulunan İngiliz gemileriyle baskı altında tutulan İstanbul’da Meclisi Mebusan’ın toplanmasına karşı çıkıyordu. Kendisi de İstanbul’a gidemezdi. Osmanlı Hükümeti O’na bir şey yapmasa da İngilizler kendisini mutlaka tutuklarlardı. Tartışmalar sonucunda, Meclisi Mebusan’da “Müdafayı Hukuk Grubu” oluşturulacak, İstanbul’a gelmesede kendisini Başkan seçecekleri karara bağlandı. 12 Ocak 1920 tarihinde Meclisi Mebusan İstanbul’da toplandı. 28 Ocak 1920 günü Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından Erzurum Kongresi sırasınıda hazırlanan ve Meclisi Mebusan toplantısına katılacak Milletvekillerine anlattığı “Misak-ı Mili” kabul edildi. Misak-ı Milli özetle şöyle demektedir. “ Osmanlı Meclisi Mebusan üyeleri barışa kavuşmak için şu koşulları ileri sürerler.: Birinci Dünya Savaşı bitimide imzalanan ateşkes anlaşmasının çizdiği sınırlar içinde din, ırk ve asılca (yani Türkler) birlik oluşturan vatandaşların olduğu yerler hiç bir biçimde yurttan kopartılamaz. Osmanlı Saltanatı ve Halifeliğin merkezi İstanbul’un güvenlik içinde bulunması koşuluyla boğazlar açılabilir. Daha önce bizden ayrılan Batı Trakya’da, Ateşkes sınırları dışında tutulmak istenen Kars, Ardahan ve Batum’da halk oyuna başvurulması gerektir. Osmanlı Devletindeki Arapların çoğunlukta bulundukları yerlerde de halk oyuna başvurulmalıdır. Bağımsızlığımızı sınırlayacak siyasal, ekonomik hiç bir andlaşma kabul edilemez. Bunlar kabul edilmezse barış yapmak imkansızdır.” Misakı Milli’den iyice kuşkulanan Anlaşma Devletleri, Osmanlı Hükümeti’nin Kuvayı Milliye’ye karşı harekete geçmesini istediler. Ali Rıza Paşa’nın yerine Sadrazamlık görevine getirilen Salih Paşa da baskılara dayanamayarak istifa etti. Anlaşma Devletleri bu işi kendileri çözmeye karar verdiler. 15 Mart 1920 ‘de 150 kadar aydın tutuklandı. 16 Mart 1920 tarihinde de İstanbulu işgale başladılar.Resmi dairelere el kondu. Meclisi Mebusan basıldı. Kuvayı Milliyeci olarak tanınan Milletvekilleri tutuklandı. İstanbul tümden Anlaşma Devletlerinin eline geçti. 11 Nisan 1920 tarihinde Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Padişah Vahdettin tarafından dağıtıldı. İstanbul’un işgali ve Meclisi Mebusan’ın dağıtılması Türk Kamuoyunu şoke etti. Pek çok yerde mitingler ve coşkulu gösteriler yapıldı. ATATÜRK’ün görüşlerinin ne kadar doğru olduğu pek çok yurtsever tarafından kabul edildi. En önemlisi de kurtuluşun Anadolu’da olduğu anlaşıldı. O günlere kadar İstanbul’da kalan askerler ve aydınlar akın akın Ankara’ya gelmeye başladılar. TBMM’in açılışından bir gün önce 22 Nisan 1920’de İngiliz Başbakanı Loyd George “Mustafa Kemal, Yunanlıları Anadolu’dan çıkartamaz”, demiştir. TBMM açıldıktan hemen sonra azılı Türk düşmanı Yunan Başbakanı Venizelos, “Bu gün Yunanistan Avrupanın kararını Türkiye’ye kabul ettirebilecek güçte bir orduya sahiptir.” demiţtir. “““ İstanbul’un işgal kararının alınmasını ve Batı Anadolu’nun Yunanlılarca işgal edilmesini sağlayan İngiltere Başbakanı Loyd George, Yunan Akdeniz'e dökülünce kendi meclisinde hesap verirken aşağıdaki olayları yaşayacaktır. İngiliz Parlementosu toplanır. İşçi Partisi lideri Mc Donald kürsüye gelir. —Nerede Başbakan Loyd George? Bize ne söz verdi, sonuç ne oldu? Hazineyi boş yere büyük masrafa soktu. Hani Anadolu paylaşılacak, boğazlar bizim olacaktı? Heyhat, bunların hiçbiri olmadı. Bunun hesabını bize versin, der. Loyd George, bitkin vaziyette yavaş yavaş kürsüye çıkarak; Arkadaşlar, tarih dahi yetiştirmekte pek cömert değildir. Yüzyıllar pek seyrek olarak dahi yetiştirir. Şu şanssızlığa bakın ki; çağımızda o büyük dahiyi Türk Milleti yetiştirdi. Ben ona yenildim. Mustafa Kemal'in dehasına karşı elden ne gelirdi? Bu konuşmadan sonra Loyd George Başbakanlık' tan istifa eder. Dahası da var. Loyd George 1948 yılında öldüğü zaman Tımes Gazetesi ikinci sayfasını ona ayırır. Orada şöyle yazar. 23 "Loyd George'u bir daha kalkmamak üzere Mustafa Kemal ATATÜRK devirmiştir.””” Ben de büyük bir keyifle yazıyorum. HEY! GEOERGE. HANİ YUNANLILAR ANADOLUDAN ÇIKARTILAMAZDI? SADECE YUNANLILAR DEĞİL SİZ İNGİLİZLERDE ANADOLUDAN ÇIKMADINIZ MI? İstanbul’un işgalini fırsat bilerek Türk Milletine boyun eğdirebileceğini sanan Yunanlılar, İngilizlerin desteğiyle Anadolu’da ilerlemeyi sürdürdüler. Afyonkarahisar’a kadar batı Anadolu’yu işgal ettiler. Bu arada Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Ardından düzenli ordu kurulma çalışmalarına başlandı. Birinci ve İkinci İnönü savaşları ve Sakarya Meydan Savaşı kazanıldıktan sonra Türklerin Anadolu’ya Malazgirt Meydan Savaşıyla ayak basmasının tarihi olan 26 Ağustos 1071 Cuma gününe 851 yıl sonra denk düşen 26 Ağustos 1922 Cuma günü sabah saat beşte top atışlarıyla başlayan ve İngiliz Askeri yetkililerin “Sürekli taarruz halinde bile altı ayda aşılamaz” dedikleri Yunan mevzileri altı saatte düşürülmüş ve Türk Askeri en büyük komutanından aldığı “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emri üzerine 15 gün içinde Ege Denizi’nin serin sularında ulaşılarak 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’in kurtuluşuyla son bulmuştur. “““ Buraya bir not düşmek istiyorum. Mustafa Kemal ATATÜRK, Büyük Taarruz başladığı zaman yanında bulunan gazeteci Eşref Ünaydın’a dönerek, “Çocuk, 14 gün sonra İzmir’deyiz” der. Kurtuluştan sonra İzmir’de gazeteci Ünaydın’ı yanına çağırarak, “Çocuk, bir gün yanılmışım” demesi Kuruluş Savaşını en ince ayrıntılarına kadar planladığını göstermektedir. Kaynak. İzmir Gazeteciler Cemiyeti. Atatürk ve İzmir Kitabı.1980” Yunanistan’ın işgalci ordularına karşı kazanılan zaferden sonra 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Trakya’danda Yunanlıların çekilmesiyle, Misakı Milli sınırlarımız içinde Yunan askeri kalmıyordu. Yunanlıların günümüzde bile “büyük felaket” ya da “Küçük Asya Felaketi ” olarak andıkları 1922 yenilgisi, “İstanbul’u almak, Bizansı kurmak,Megali İdeayı gerçekleştirmek” gibi olmayacak hayaller peşinde koşan Yunanlılar için büyük bir hüsran ve hayal kırıklığı ile son bulmuştur. Sevr Antlaşması ile tarih sahnesinden çekildiği sanılan Türkler, 24 Temmuz 1923 tarihinde yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti tarihteki yerini bir kez daha almıştır. Yüce Allah, bu şekilde büyük bir felaketi, Büyük Türk Milletinin yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan fertlerine bir daha göstermesin. 4.BÖLÜM ANLAŞMAZLIK KONULARI Bugün Yunanistan ile aramızda anlaşmazlık halinde olduğumuz açık ve gizli bir çok problem ve mesele bulunmaktadır. Açıkça ifade edilmese de anlaşmazlık halinde olduğumuz konular çok çeşitli olmakla beraber, gündemdeki sorunları şu başlıklar altında sıralamak mümkündür. 1. KARASULARININ TESPİTİ MESELESİ Karasuları terimi, bir devletin deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu, belli genişlikteki su şeridi anlamına gelir. Bu deniz şeridi, o ülkenin egemenlik haklarının karada olduğu gibi, deniz üzerinde de devam ettiğini gösteriri. Türkiye ile Yunanistan arasında itilaf konusu olan karasuları meselesi, ilk defa Lozan Antlaşması ile 24 Temmuz 1923’de çözümlenmiş ve iki devletin karsularının genişliğinin 3 mil olacağı karara bağlanmıştır. Yunanistan Lozan Antlaşmasını 1936 yılında ihlal ederek tek taraflı olarak 6 mile çıkarmıştır. Türkiye ise 1964 yılında mütekabiliyet esaslarına dayanarak karasularını 6 mile çıkarmıştır. Yunanistan, Birleşmiş Milletler tarafından 1973’te düzenlenen Milletlerarası Deniz Hukuku Konferansı’nda ABD’nin baskısıyla okyanuslarda kıyısı olan ülkeler için tanıdığı 12 millik karasuları hakkının, Ege içinde geçerli olacağını iddia etmiştir. Daha sonra 16 kasım 1993’te karasularını 12 mile çıkarma kararı almış ve bunu 16 Kasım 1994 tarihinde uygulayacağını açıklamıştır. Bu durum fiilen Ege Denizini bir Yunan gölü haline getireceği gibi, Ege Denizinin hukukende Yunanistan’a ait 24 olduğunun tescili anlamına gelecekti. Ayrıca, Ege Denizindeki milletlerarası açık deniz alanları yok denebilecek kadar azalacak, hemen hemen tüm stratejik alanlar ve deniz kaynakları Yunanistan’a kalacaktı. Özellikle Türk Donanması’nın Marmara’dan Akdeniz’e geçmesi imkansız hale gelecek ve Ege Denizi’nde askeri tatbikatlar yapılamayacaktı. Türk ticaret gemileri de Yunanistan’ın izni olmadan, Ege Denizi’nde seyrüsefer yapamayacaktı. Türkiye, bu emrivaki karşısında, Yunan karasularının 12 mile çıkarılmasını savaş sebebi sayacağını açıklamış ve “Deniz Kurdu Tatbikatı”nı başlatarak, Yunanistan kara sınırına askeri yığınak yapmıştır. Bunun üzerine Yunanistan “ bu hakkını yakın bir gelecekte kullanacağını açıklamış ve geri adım atmıştır.” Lütfen çok dikkat ediniz.! Yunanistan bu hakkından vazgeçmemiş, sadece ileri bir tarihe ertelemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Savunma Gücünü koruyamadığı zaman Yunanistan bunu hemen gerçekleştirecektir. Nitekim, son olarak, Bodrum açıklarında Kardak Adası 20 Ocak 1996 tarihinde Yunanlılar tarafından işgal edilmek istenmiş ve adada Yunanlı gazeteciler, din adamları ve Yunan askerleri nöbet tutmaya başlamıştır. Lütfen çok dikkat ediniz.! Yine Ortodoks Rum Patrikhanesi din adamları ön safta yerlerini almışlar. Yunanistan’ın kurulmasında en büyük rolü Mora adası isyanlarını organize eden Fener Rum Patriği, Patrik Gregorius, (Yargılanarak İdama mahkum edilmiş ve Fener Rum Patrikhanesinin ortakapısının önünde 1828 yılında asılarak idam edilmiştir) İzmir’e Yunanlıların çıkışını ve Batı Anadolu’daki Türk katliamlarını organize eden İzmir Baş Metropoliti Hrisostomos, (Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra İzmir’de linç edilmiştir.) Kıbrıs’ta Türk katliamlarını organize eden Baş Piskopos Makarios, ardından Kardak Adası ve yine eli kanlı papazlar baş roldedir. 30 Ocak 1996 gecesi, Türk Deniz Kuvvetlerine bağlı SAT Komandoları başarılı bir operasyonla Kardak Adasının denetimini geri almışlardır. Avrupa’nın sürekli desteğiyle batının şımarık ve hırçın çocuğu haline gelen Yunanistan’ın her zaman başvurduğu “oldu bitti” politikası bu defa netice vermemiştir. 2. HAVA SAHASI MESELESİ Yunanistan, 1931 yılında tek yanlı olarak aldığı kararla hava sahasının 10 mil olduğunu ileri sürmüştür. Yunanistan bunu 1944 tarihli Chicago Sözleşmesi’ne dayandırmaktadır. Söz konusu sözleşme ve milletlerarası hukuk, ulusal hava sahası genişliğini, devletlerin karasuları genişliği ile sınırlandırmıştır. Yunanistan iddiasına 1931 tarihli bir Yunan Krallık Kararnamesi’ni dayanak göstermektedir. Oysa Yunanistan, bu konuda milletlerarası bildirimi 1975 yılında yapılmış ve Türkiye tarafından bu bildirime derhal itiraz edilmiştir. Yunanistan ulusal hava sahası, Türkiye tarafından , Yunan karasuları gibi 6 mil olarak kabul edilmektedir. 3. FIR HATTI MESELESİ Uçuş Bilgi Sahası (Flight Information Region) teriminin kısaltılması olan FIR sahası sınırları, Milletlerarası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) tarafından onaylanan ve içerisinde uçuş bilgisi ve arama -kurtarma ile ikaz sistemlerinin sağlandığı bir hava sahasıdır. Bu sahanın sınırlarına da “FIR HATTI” denilmektedir. Sivil havacılığın düzenlenmesi ve kolaylaştırılmasıyla ilgili hizmetlerin sunulduğu bu alan, hiç bir biçimde bu alanın içinde sorumluluk yüklenen devlete hükümranlık hakkı vermemektedir. Oysa, Ege’deki hava sahası meselesinin özünde, Yunanistan’ın İstanbul / Atina FIR hattını, Yunan hava sahasının sınırı olarak kabul ettirmek istemesi yatmaktadır. 4. KITA SAHANLIĞI MESELESİ Kıta Sahanlığı Kavramı, karasuları sınırlarının ötesinde, deniz yatağı denen, denizin altındaki kara parçası ile bu kara parçasının altındaki doğal ekonomik değerler üzerinde tesis etmek amacıyla, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle ABD tarafından ortaya atılmıştır. 25 Ege’ye ait Türk-Yunan problem ve meselelerin çözümü kıta sahnlığı ile yakından ilgilidir. Bu meselenin çözümü , öteki meselelerin çözüme kavuşturulmasını kolaylaştıracaktır. Anlaşmazlık konusundaki Türk ve Yunanistan’ın görüşleri şöyledir. 1. Türkiye karşısında bulunan adalar Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçasıdır. 2. Adaların kıta sahanlığı vardır. Bunun böyle olduğu “Deniz Hukuku Sözleşmesi (1982)” ile de belirlenmiştir. Bu yüzden, kıta sahanlığı sınırlandırması yapılırken, adaların da kıta ülkesiyle eşit şartlarda ele alınması gerekmektedir. 3. Kıta sahası sınırlandırması, Yunan adalarının Türkiye’ye en yakın noktaları dikkate alınarak, eşit uzaklık prensibine göre yapılmalıdır. Türkiye’nin görüşleri şöyledir. 1. Kıta sahanlığının sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır. Ege’de bu prensip uygulandığı takdirde, buradaki deniz yatağının önemli bir bölümünün Anadolu yarımadasının doğal uzantısı olduğu ve adaların kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadığı görülmektedir. 2. Kıta sahanlığının sınırlandırılmasında hakça çözüm esastır. Bu yüzden Ege kıta sahanlığının sınırlandırılmasında da hakça prensipler uygulanmalıdır. 3. Bir bölgede adaların bulunması, kıta sahanlığının sınırlandırılması için özel durumlar ortaya çıkarır, dolayısıyla adalar coğrafi konumları ve öteki özelliklerine bağlı olarak değerlendirilmelidir. Ege’de eşit uzaklık prensibi uygulanamaz. 4. Ege Denizi “bir yarı kapalı denizdir”. Bu yüzden de burada bölgenin özelliklerine uygun özel prensipler ve kararlar uygulanmalıdır. 5. Lozan Antlaşması ile, Ege Denizi’nde bir denge kurulmuş olup, kıta sahanlığının sınırlandırılması sırasında da bu denge gözetilmelidir. 5. DOĞU EGE ADALARININ ASKERDEN ARINDIRILMASI VE SİLAHLANDIRILMASI MESELESİ Balkan Savaşı sırasında Doğu Ege adalarından, Taşoz, Midilli, Sakız, Psara, Nikarya, Limni, Samandirek, Gökçeada ve diğerleri Osmanlı Devletinin zayıflığından yararlanan Yunanistan tarafından işgal edilmiştir. Balkan Savaşı sonunda 1913 yılında imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı Devleti,Ege Adaları’nın geleceğini altı Avrupa devletinin (İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan) tespit etmesini kabul etmiştir. Altı devlet On iki Adayı karar almaksızın üstü kapalı biçimde İtalya’ya bırakmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonunda mağlup İtalya, 10 Şubat tarihinde imzalanan Paris Barış Antlaşması ile Oniki Adayı Yunanistan’a bıraktı. “““Lütfen çok dikkat ediniz! Yine bir oldu bitti ile Türkiye hiçe sayılmış “Coğrafi olarak Anadolumuzun uzantısı olan Ege Adaları ki bu görüşü Yunan Başbakanı Venizelos Anadolu’yu işgal ettiği zaman ortaya koymuştur” bu sefer İtalyanlarca Yunanistan’a bırakılmıştır. Avrupa Devletlerinin hepsi tarihin her döneminde Biz Türkler’e iki yüzlü davranmış ve halende davranmaya devam etmektedir.””” Anlaşmaların maddelerinde yer alan adaların silahsızlandırılması ilkesine Yunanistan hiç bir zaman uymamıştır. Özellikle 1960 yılından sonra Ege Adaları’nın anlaşmalarla belirli statülerini değiştirmek ve fiili durum yaratmak için sistemli bir çaba içine girmiştir. Kime karşı Ege Adalarını silahlandırıyor. Bizlere karşı. Anadolu’ya karşı. Adaları savunma amaçlı olduğu için değil, hala ruhlarında taşıdıkları Megali İdea’yı gerçekleştirmek ve Batı Anadolu’nun tamamına sahip olmak için silahlandırıyorlar. Yunanistan’ın Anadolu sahillerine bir kaç mil mesafedeki adaları, Anadolu’ya bir saldırı platformu gibi hazırlaması ve tahrik edici bir şekilde silahlandırarak güç gösterisi yapmasına, Türkiye’nin seyirci kalması mümkün değildir. 6. BATI TRAKYA VE AZINLIKLAR MESELESİ Ocak 1923’de Lozan’da imzalanan ve zorunlu mübadeleyi öngören anlaşma ile kısa sürede bir milyondan fazla Rumun Yunanistan’a, yarım milyondan fazla Türk’ün de Türkiye’ye yerleştiği bilinmektedir. 1923 Nüfus Değişimi Anlaşması’nın iki istisnası olan Batı Trakya Türkleri ve İstanbul 26 Rumlarının iki devlet arasında sebep olduğu problem ve meseleler, özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak Türkiye ve Yunanistan’ın ikili münasebetlerinde en önemli konularından birisini teşkil etmiştir. Bu gün Batı Trakya’nın 360.000 olan nüfusu içinde 120-130.000’i bulan bölümü Türk azınlık, ya da kendini Türk sayan insanların meydana getirdiği gruptur. 1923 yılında Türkler, Batı Trakya topraklarının %80’ine sahip bulunurken, 1980 yılında Türk nüfus toprağın %40 mülkiyetine sahipti. Yunanistan, Batı Trakya Türkleri’ni eritmek için sistemli politikalar tatbik etmektedir. Yunanistan, Türklerin mülkiyet haklarına kısıtlama getirmiştir. Bu suretle Türklerin toprak sahibi olmaları giderek ortadan kalkmıştır. Nüfusu artan bir Türk, evini tamir etmek veya ilave yapabilmek için mahalli idare makamlarından izin almak zorundadır. İzin ise yıllarca sürüncemede bırakılarak insanlar bezdirilmektedir. Türk’ün Türke gayri menkul satması mümkün değildir. Yunan bankaları, bir yunanlı gayri menkul alacağı zaman kredi imkanlarını hemen genişletirken, Türklerin kredi almaları hemen hemen imkansız hale getirilmiştir. Batı Trakya Türkü esas itibarıyla çiftçi olduğu halde, bunlara otomobil ve traktör ehliyeti vermede binbir güçlük çıkarılmaktadır. Türklerin ellerindeki topraklar en çok iki yöntemle ellerinden alınmaktadır. 1- Kamulaştırma, 2- Askeri Bölge ilan etme. Yunanistan, Türk azınlığın yurttaşlık haklarını, seyahat hürriyetlerini kısıtlamakta, etnik kimliklerini reddetmekte, onları aşağılayıcı işlemlerde bulunmakta, ifade hürriyetlerini tehdit etmekte, din ve ibadet hürriyetlerini kullanmalarına engel olmakta, siyasi haklarını kısıtlamakta ve eşitlik haklarını ihlal etmektedir. Türkiye taraf olduğu milletlerarası düzenlemelerle haklarını teminat altına aldığı Batı Trakyalı Türklerin durumuyla ilgilenince, bu konu iki devlet arasında mesele olmaktadır. “““Lütfen çok dikkat ediniz! Kopenhag kriterlerini uygulayın yoksa Avrupa Birliği’ne giremezsiniz diyerek İNSAN HAKLARI dersi vermeye kalkan bu birliğin üyeleri arasında Yunanistan da var. Siz hiç bir yerde Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerinin hakları konusunda Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu tarafından uyarıldığını okudunuz mu? Ben hiç bir gazetede veya dergide bu konuya rastlamadım?””” (Kaynak.: Türk Yunan Münasebetleri. İsmet Binark. Sayfa 49-50) 7. KIBRIS MESELESİ Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs Meselesi, her iki ülke için de çok ciddi ve ilişkileri önemli ölçüde etkileyen bir mesele olarak 1947 yılından beri, milletler arası planda ise 1954 yılından beri devam etmektedir. 1974 harekatı ve 1983 yılında Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve bu gün gerçek bir devlet haline gelmiş olması Türkiye için Kıbrıs Meselesi çözümlenmiş sayılabilir. Ancak Yunanistan’ın çabaları ve bu çabalara her zaman bazı devletler tarafından verilen destek Kıbrıs konusunu bir mesele olarak devam ettirmektedir. Yunan yayılmacılığının parolası haline gelen “Enosis” kelimesi, bir ideal olarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını hedef almıştır. Bu idealin öncüleri ise Ortodoks Kilisesine bağlı papazlardır. Enosis’e kendini adamış olanların yaptıkları yemin, meselenin hangi boyutlarda olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. “ENOSİS YEMİNİ.: Mukaddes azizlerin tasvirleri önünde, dinimize bağlı olarak yeminimizi edelim. Ölüme kadar milli davaya (Enosisin gerçekleştirilmesi) sadık kalacağız. Yolumuzdan geri dönmeyeceğiz. Bize karşı kullanılacak kuvvet ve baskılara direneceğiz. Hedefimiz Enosis... Sadece Enosis olacak!.” Yunanistan eski Dışişleri Bakanlarından Evangelos Averoff, “Kaybolmuş Fırsatlar” kitabında Dışişleri Bakanı olduğu 1956’da Konstantin Karamanlis hükümetinin EOKA’yı nasıl beslediğini, Türkleri öldürmek için hangi yollardan silah sağladığını, Birleşmiş Milletleri nasıl kandırdıklarını açık açık anlatır. Averoff kitabında “Yunan Milletinin, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması arzusu, Yunanistan’ın Türklere karşı bağımsızlık savaşı kadar eskidir” der. Türk-Yunan Başbakanlarının iki ülke arasında “Dostluk ve Kardeşlikten” bahsettikleri günlerde, 7 Mart 1953 günü Atina’da Büyük Britanya Oteli’nin 328 numaralı odasında, Kıbrıs’ın eli kanlı papazı başpiskopos Makarios, Albay Grivas, iki yüzlü politikacı Evangelos Averoff, General 27 Papadopulos, iki bakan ile üç general “Yunan bayrağına, İncil’e ve Silaha” el basarak şu yemini ederler. “Mukaddesat adına ve hayatımı feda pahasına, en ağır işkencelere tahammül göstererek, Kıbrıs’ın, Yunanistan’la birleşmesi (ENOSİS) konusunda sır vermemeye ve bu hedefe ulaşmaya yönelik emirleri, itiraz etmeden yerine getireceğime and içerim” Bu yemini edenler Ortodoks Kilisesi’nin himayesinde, Kıbrıs Türkleri’ni öldürüp yakmışlar ve cinayetler işlemişlerdir. Bunlar bütün dünya kamuoyunca bilinen gerçeklerdir. Bu soysuzların İşledikleri cinayetler, Kıbrıs Devleti’nin bütünlüğünü korumak için mi, yoksa adanın Yunanistan’a bağlanması için mi işlenmiştir? ““Büyük Türk Milletinin her ferdi bu gerçekleri asla ama asla unutmamalı.”” Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Türk çocuğu ecdadını (Atasını) tanımadıkça, geleceğe güvenle bakamaz” sözü ve bu sözün içeriği çok iyi tahlil edilmelidir. Yunanlılar bağımsızlıklarını nasıl kazanmıştır? Mora adası isyanı, Girit adasının elimizden çıkışı, Batı Trakya’nın elimizden çıkışı, Ege’deki adaların işgali ve elimizden çıkışı, Kıbrıs adasının hangi oyunlarla elimizden alınmak istendiği ve bütün bunlara sebep olan hataların neler olduğu, yöneticilerin nerelerde hata yaptığı hususlarının çok iyi tahlil edilmesi ve öğrenilmesi gereklidir. Bu sorumluluk sadece bizi yönetenlerin değil Büyük Türk Milletinin her ferdinin sorumluluğudur. Niçin her ferdin sorumluluğudur? —Atalarımızın bizlere bıraktığı en kutsal emanet olan bu vatan topraklarını, sorunu en aza indirilmiş bir şekilde gelecek nesillerimize, çocuklarımıza, torunlarımıza bırakma mecburiyetimiz olduğu için.— ” sorumluluğumuzdur. Bu günlerde Birleşmiş Milletler temsilcisi Kofi Annan tarafından “Kıbrıs’ta Barış Planı” teziyle ortaya atılan “Kofi Annan Belgesi” aslında Kıbrıs Adası’nın tamamını Yunan Megali İdeası’na (Enosis) göre Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan bir plan olduğu ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği sözcüleri 28 Şubat 2003 tarihine kadar anlaşma olmazsa Türkiye Kopenhag Kriterleri’nin tamamını yerine getirse bile Kıbrıs sorunu yüzünden Avrupa Birliği’ne üye olamaz şeklinde açıklama yapmışlardır. “““Lütfen çok dikkat ediniz! 1999 Yılında Başbakan Bülent Ecevit’in katıldığı toplantıda alınan kararla, Kopenhag kriterlerini uygulayın sizi Avrupa Birliği’ne alalım dememişler miydi? Asıl amaçları, şu anda, dünyanın süper gücü kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin (USA) karşısına, Almanya ve Fransa önderliğinde Avrupa Birleşik Devletleri (USE) adıyla ikinci bir süper güç olarak çıkmak isteyen Avrupa Birliği Devletleri, Stratejik ve Jeopolitik öneminden dolayı Kıbrıs Adası’nı, Avrupa Birliği sınırları içinde görmek istemektedirler. Kofi Annan Planı’nın ardında yatan gizli gerçek budur. Çünkü; Güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve vatanı için ölmeyi, şehit olmayı inancımız gereği insanın erişebileceği en yüksek mertebe sayan Biz Türkler’i, Avrupa Birleşik Devletleri (USE) için tehdit unsuru gördüklerinden Kuzeyimizde Ukrayna’dan başlayarak güneyimizde Kıbrıs Adası’nıda USE toprağı haline getirip tam bir yarım ay şeklinde Kuzey, batı, güney olmak üzere etrafımız çevirmek istemektedirler. Tarihin tozlu raflarında bulunan SEVR ANTLAŞMA’sını, o raftan alıp yeniden hayata geçirmek istemektedirler. Çok kısa bir zamanda yeni bir ÇANAKKALE SAVAŞI yaşabiliriz. Her zaman tetikte ve hazır bulunmalıyız. Kıbrıs için çözüm arayanların, Yunanlıların ve Güney Kıbrıs’lı Ortodoks Rumların ustalıkla ve sabırla oynadıkları acındırma oyunlarına kapılmamaları gerekir. Öncelikle Ada’nın stratejik ve Jeopolitik konumunu, Ada’daki insanlar arasındaki din, dil, ırk farklılıklarını ve iki toplumun birleşmesi halinde doğabilecek problemleri gözönüne almalı ve bu çözümde çok hassas bir dengenin şart olduğunu bilmelidir. 8. FENER RUM PATRİKHANESİ FAALİYETLERİ MESELESİ Türk-Yunan münasebetlerinin tam ekseninde olan, ancak her nedense Türk Kamuoyunun dikkatini büyük ölçüde çekmeyen bir konu da, Fener Rum Patrikhanesi’nin faaliyetleridir. 28 Fener Rum Patrikhanesi, İstanbul’un fethedildiği tarihin ertesi günü olan 30 Mayıs 1453 tarihinden günümüze kadar sürekli Türk Devleti’nin himayesinde ve tam bir emniyet altında kalmıştır. “““Peygamberimizin “İstanbulu fetheden kumandan, ne büyük kumandan” sözünün takipçisi olarak İstanbul’u alan, bir çağı yıkıp yeni bir çağ kuran Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, Patrikhanenin eli kanlı papazlarının organizasyonuyla Yunanlıların, Balkanlardaki Türklerin, Karadeniz Bölgesindeki Türklerin, Trakya’daki Türklerin ve Batı Anadolu’daki Türklerin yüzbinlercesini katledeceğini bilse acaba bir tanesini sağ bırakır mıydı? Bu soru tarih önünde merak konusudur.””” Patrikhane kendisine sağlanan emniyete karşılık, Yunanistan’ın bağımsızlığı için çalışmış ve 1814-1819 yılları arasında da adeta Etnik-i Eterya (Milli Ortaklık) şubesi gibi çalışmıştır. İmparatorluk döneminde, bilhassa Eflak ve Mora isyanlarının çıkmasında Fener Rum Patriği Grigorius’un büyük rolü olmuştur. Padişah II.Mahmut döneminde Patrik Grigorius’un Rus Çarı Nikola’ya göndermiş olduğu bir mektup ele geçirilmiştir. Rus Çarı’na yazılan mektupta şunlar ifade ediliyordu. “Siz bu Türkleri bir yenersiniz, iki yenersiniz, üçüncüsünde bunlar yine toplanır ve başınıza bela kesilirler. Bunun için onları içinden yıkmak, dillerini bozmak, dinlerini kaldırmak lazımdır.” Fener Rum Patriği Grigorius bu ihaneti sonucu yargılanarak Patrikhanenin Orta kapısı önünde idam edilmiştir. Fener Rum Patrikhanesinin Orta Kapısı bugün bile “İntikam Kapısı” olarak kapalı tutulmaktadır. 1989 yılında tamir edilmesine rağmen, bu kapının açılmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Gerek birinci dünya savaşı, gerekse Milli Mücadele sırasında Türkiye’deki Rumlar, Patrikhanenin eli kanlı papazları tarafından Yunan Milli Amacı doğrultusunda, Türkler aleyhinde kullanılmış, yapılan zulüm ve katliamların ortağı haline getirilmişlerdir. Fener Rum Patrikhanesi, günümüzdeki faaliyetlerine “Ekümenlik.: Bütün Dünya Ortodoksları Başkanlığı” iddiasını katarak, farklı bir boyut kazandırmıştır. Fener Rum Patrikhanesi, İstanbul’u adeta bir VATİKAN konumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amacını gerçekleştirmek için de, Patrikhane çevresindeki arazi ve binaları doğrudan veya dolaylı olarak almaktadır. “Oysa Batı Trakya Türkleri birbirlerine bile mal satamamaktadır.” Fener Rum Patriği, Türkiye’de üst düzey kabul görürken, Batı Trakya’daki soydaşlarımızın en temel haklardan dahi mahrum edildiği göz ardı edilmektedir. 9. YUNANİSTAN’IN TÜRKİYE’YE YÖNELİK MİLLETLERARASI TERÖRİZMİ DESTEKLEMESİ Milletlerarası Terörizm..: Bir devletin temel politikalarını değiştirmeye, belirli kararları almaya veya almamaya zorlamak amacıyla, yasadışı şiddetin kullanılmasıdır, şeklinde tanımlanır. Birleşmiş Milletler Milletlerarası Terörizm Komitesi, Milletlerarası Terörizmi “Bir yabancı devlet tarafından üçüncü bir ülkenin topraklarında, iç mesele olduğu söylenemeyecek olan bir uyuşmazlıkla baskı yaratmak amacıyla girişilen iğrenç bir barbarlık eylemidir” şeklinde tarif etmektedir. Türkiye, yaklaşık olarak otuz beş yıldır Milletlerarası terörizmin çıkardığı savaşın içinde ve ön safta mücadele etmektedir. Türkiye’de Demokrasiyi yıkmak için, sahneye önce Filistin’deki gerilla kamplarında yetiştirilen komünist terör örgütleri çıkmış ve bu ülkeyi kan gölüne çevirerek kardeşi kardeşe düşman etmişlerdir. (Kaynak: Bay Pipo kitabı.) Bu kirli savaş sürerken, Ermeni ASALA, JCAG, ARA gibi terör örgütleri ortaya çıkarak, Türk Milletini asılsız ve düzmece bir soykırımla suçlayıp, diplomatlarımızı öldürmüş, kuruluşlarımızı bombalamıştır. Ermeni terörü daha sonra Avrupa ve Amerika’da Türk olmayan hedeflere yönelince iki yüzlü olan Batılı Ülkelerin aklı başına gelmiş, geç de olsa Ermeni Terörüne karşı önlem almaya başlamışlardır. Ermeni Terör örgütlerinin sahneyi terk etmesi üzerine, bu defa Kürtler için savaştığını ilan eden PKK sahneye çıkmıştır. On beş yıl boyunca yaşanan savaşın sonunda 30.000 insanımız şehit olmuş ve 150 milyar dolarlık ekonomik kayıp yaratılmıştır. Bugün yaşadığımız Ekonomik Sıkıntı PKK 29 terörünün bir sonucudur. Türk Güvenlik Güçleriyle girdiği çatışmalarda öldürülen teröristlerin arasında Ermeniler, Suriyeliler, Güney Kıbrıslı Rumlar ve Almanlar tespit edilmiştir. ““15 Ekim 2000 Pazar günkü Hürriyet gazetesinde 1981 yılı Paris Konsolosluğumuzu basarak Cemal ÖZEN isimli görevlimizi şehit eden ASALA militanı KEVORK GÜZELYAN, gazetecimiz Faruk Bildirici'nin bir sorusuna çok manalı cevap vermiştir. F.B.: ASALA başarılı idiyse neden dağıldı? K.G.: "ASALA dağılmadı, artık bizim davamızı sürdüren insanlar var." Şu cevaba dikkat ediniz. ASALA silahlı çatışmayı başkalarına mı, PKK' ya mı devretmişti acaba? Bu sorunun cevabına bakalım...: Türkiye’ye karşı geliştirilen Milletlerarası Terörizmin baş destekçisi olan Yunanistan, ASALA,PKK,DEVSOL ve diğer Türk ve Türkiye düşmanı terör örgütleriyle 1975 yılında yakın münasebetlere girmiş ve her türlü desteği (para,eğitim,silah) sağlamıştır. Yunan Milli İstihbarat Teşkilatı (KYP) 1980 yılı başlarında, Yunan Komünist Partisi (KKE) aracılığıyla Türkiye’ye yönelik saldırıları birleştirmeleri için ASALA ve PKK’yı bir araya getirmiştir. Bugün Atina’da Yunan yönetiminin çeşitli yollarla kurdurttuğu ve Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerinde kullandığı 100’den fazla gizli teşkilat, dernek, cemiyet vb. kuruluş vardır. (Kaynak.: Türk Yunan Münasebetlerinin dünü bugünü. İsmet Binark. Sayfa.:58) Gazeteci Tuncay ÖZKAN’ın “Operasyon” kitabının 141. Sayfasında 16 Şubat 1999 tarihinde yakalanarak yurda getirilen terörist başı Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 tarihinde başlayan kaçışından itibaren yanında bulunan Yunanlı Yetkililer kitapta şöyle anlatılmıştır. 1. Panayotis Sguridis.: Yunan parlamentosu başkan yardımcısı. Öcalan’ı 1995 yılında Bakaa’daki ininde ziyaret eden Yunan Parlamentosu heyetinin başkanı. 1998 aralık ayı başında, Yunan Dışişleri talimatı doğrultusunda, yanında EIP ajanı (Yunan Gizli Haberalma Örgütü) ve Öcalan’ın dostu Savas Kalenderidis’i tercüman olarak yanına alıp Roma’ya gitti ve PKK lideriyle görüşerek “Yunanistan’a gelmen söz konusu olamaz. Simitis hükümeti kesinlikle siyasi sığınma vermeyecektir”, der. Lütfen çok dikkat ediniz! 1995 yılında PKK’nın Türkiye’ye yönelik tehdidi sürerken Suriye’de Bekaa’daki inine kadar yanına gidip ziyaret eden adamın, tehdit ortadan kalkınca , Öcalan’ı nasıl ortada bıraktığı açıktır. Artık, Abdullah Öcalan Yunan Megali İdeasına hizmet edemez duruma gelince ortada bırakmışlardır. 2. Savvas Kalenderidis.: Yunan ordusunda binbaşı.Son yıllarda Yunan Gizli Haber Alma Örgütüne atanmış (EIP). Yunanistan İzmir Konsolosluğu’nda görev yaparken Türkiye onu istenmeyen adam ilan etmişti.2 Şubatta Öcalan’ı Afrika’ya gitmeye ikna etti. Yunan Büyükelçisinin evinde Öcalan’la birlikte 12 gün kaldı. Öcalan tutuklandıktan sonra, elçilikte 3 kadın PKK’lı militanla beraber 10 gün daha kaldı ve “kurtarma operasyonu” sonucu Atina’ya döndü. 3. Andonis Naksakis.: PKK’nın ve Öcalan’ın en yakını olan Yunanlı Emekli Amiral. 29 Ocakta Öcalan’ı kaçak olarak Yunanistan’a soktu. Öcalan’ı bir geceliğine yakını olan yazar bayan Vula Damianakou’nun evinde sakladı ve sonra siyasi sığınma hakkı verilmesi için Yunan Makamlarıyla temasa geçti. İşte böyle, Milletlerarası terörizmin Türkiye üzerinde oynanan oyunlarına baş desteği veren Yunanistan Milli Amacı olan Helen Emperyalizmine, (yani İstanbul’u ve Batı Anadolu’yu Yunan toprağı haline getirme amacını ) vaatlerine kanarak Rusya ile birlikte Abdullah Öcalan’a kurdurdukları PKK örgütünü de etkisini kaybetmesiyle sonunda yüzüstü bıraknıştır. Yunanistan yaptığı bu işten ne kazanmıştır? Sorusuna ise verilecek cevap çoktur. 150 Milyar dolarlık Ekonomik kayıp. Binlerce şehit. Gözüyaşlı ana babalar. Öksüz ve yetim. En başlıcası ve önemlisi kazancı ise, Çanakkale Savaşında, Milli Mücadelede omuz omuza savaşan dili, dini, bayrağı, toprağı bir , Büyük Önderimiz “Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Türk Halkı, Türk Milletinin ta kendisidir” sözüyle Milli Birlik halinde bir arada bulunan Türk Milletini, Türk-Kürt ayrımcılığı yaratarak “Kardeşi Kardeşe” kırdırmıştır. Ülkemizi 15 yıl boyunca kan gölüne çeviren PKK terörü, güvenlik güçlerimizin üstün gayretleri ve (Anayasa, Madde 66 —: Türk Devletine Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür). ilkesine 30 bağlı olan, temiz duygularla vatanseverliğini gösteren ve ayrımcılığı kabul etmeyen kürt asıllı vatandaşlarımızın dirençleri sayesinde sona ermiştir. Yunalıların, ve Ermenilerin Türkiye üzerindeki ortak oyunu bozulmuştur. Yine, Çanakkale Şehitliklerine gidip bir baksalar, orada İstanbullu, Siirtli, Bergamalı, Bingöllü, Ödemişli, Mardinli, Sinoplu, Gaziantepli, Karslı, Vanlı, Edirneli, Hakkarili, İzmirli ve Türkiye'mizin her köşesinden bu vatan uğruna Şehit olmuş koyun koyuna yatan 117.000 şehitlerimizin arasında bir tane yerli Rum’a veya Ermeni'ye rastlayamazsınız. “““Lütfen çok dikkat ediniz! Büyük Türk Milletinin her ferdi bu oyunlara düşmemek için azami dikat göstermelidir.”””” 5.BÖLÜM SONUÇ Türkiye’nin tarihten gelen en önemli problemlerinden biri de Yunan Meselesidir. Bugün gelecekte ne olacağı belli olmayan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı ) topluluğu içerisinde birlikte yer almış ve müttefik olmamıza rağmen, Türk Dış Siyaseti’nin gündeminde yer alan meselelerin çoğu Yunanistan’la ilgilidir. Her iki devlet arasındaki meseleler Yunanistan’ın 1828 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla başlamıştır. Yunanistan bağımsız olduğu tarihten buyana Bizans’ı yeniden yaratma çabası ve hayali içinde yaşamıştır. Bunu Yunanistan’ın Milli Amacı olarak benimsemişler ve adını da “ Megal-i İdea” koymuşlardır. “Ne ad verirlerse versinler, bilinen odur ki, Yunanistan önce Osmanlı Devletinin, sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını yok etmeye yönelik bir gayretin içinde hep olmuştur. Bundan sonrada olmaya devam edecektir.” Yunanistan bu sonuçsuz çabaları sonunda önce 1897 savaşında, sonra 1920-1922 ‘de Anadolu macerasında, daha sonra 1974’de Kıbrıs’ta biz Türkler’den gayet haysiyet kırıcı şamarlar yemiştir. Bundan ders alması gerekirdi, ancak ders almamış olduğu yukarıda izah ettiğim “anlaşmazlık meseleri” olarak sıraladığım 9 konu başlığında sürekli sorun çıkarmasından anlaşılmaktadır. Bu sorunları yaratmasındaki asıl gerekçe ise, Türkiye’yi bir stratejik kontrol kuşağı ile çevreleme politikasıdır. Stratejik Kontrol Kuşağı nedir dersek, 1. Ege’de deniz ve hava sahası üzerinde Yunan Hakimiyetini tesis etmek. 2. Türkiye’nin Kuzey ve Batı kıyılarının Akdeniz ile olan irtibatını kesmek 3. “Rodos, Girit, Kıbrıs” adalarının meydana getirdiği üçgenin, 12 millik karasularına ilaveten, Ege Denizi’nin ekonomik yararlanma imkan ve alanlarını kullanarak, Çanakkale boğazı önündeki Limni adasından İskenderun Körfezi’ne kadar bir stratejik kuşak ile Türkiye’yi çevrelemek 4. Yukarıdaki işlemlerin sonucunda Anadolu’nun ikmal yollarını tamamıyla kontrol altına almaktır. “ Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi gereğince, Türkiye bakımından savaş, güvenlik için son çaredir. Bu sebeple Türkiye caydırıcı bir dış politikayı, ülke güvenliğinin ön savunma hattı olarak görmektedir. Ancak, bir ülkenin dış politikası, dayandığı askeri güçten daha kuvvetli olamaz. Bu itibarla, Türkiye’nin güçlü bir caydırıcı güce sahip olması (Çok güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri ile mümkündür) bölgede huzurun, barışın kısacası istikrarın tek anahtarıdır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların yakın bir gelecekte çözüme kavuşturulması ihtimali uzaktır. Dolayısıyla her iki taraf, bu problem ve meseleler ile bir arada yaşamaya devam edeceklerdir. Yunanistan, kurulduğu günden bu yana Avrupalı ülkelerin desteğiyle sürekli tavizler almaya alışmış bir devlettir. Türk Yunan münasebetlerinde ve davranışlarında asla en küçük bir sapma yapmadığı ve uzlaşmaya yanaşmadığı açıktır. Son dönemde Kıbrıs’la ilgili olarak Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için Avrupa Birliği’ni kullanmaktadır. “Siyasi Açıdan Sivri Oyunlar” olarak kabul edilebilecek oyun nasıl oynanıyor. Dikkatle incelemek gerekir. Lütfen Dikkat ediniz.! Ekim 2001 tarihinde Avrupa Birliği’nin üst düzey yöneticilerinin iki açıklaması her şeyi özetliyor. Kıbrıs Rum kesimini ziyaret eden AB’nin üst düzey yöneticisi ekim ayı başında adada “ Rum kesiminin üyeliği için Kıbrıs sorununun çözümü şart değil” diye açıklama yapıyor. Rum kesiminde yaptıkları bu açıklamadan hemen sonra 24 Ekim 2001 tarihinde AB’den “Kıbrıs sorunu çözülmedikçe Türkiye Avrupa Birliğine 31 giremez” açıklaması yapılıyor. Bu günlere geldiğimizde ise ENOSİS amaçlı Kofi Annan Planı ortaya atılıyor. Avrupalıların iki yüzlülüğü tahammül sınırlarını aşmakla kalmayıp, bizi AB içine alacakları inandırıcılığını da tamamen kaybettirmiştir. Çünkü onlar bizi aralarına almak niyetinde değiller. Gerçek amaçları güçsüz ve muhtaç bir TÜRKİYE. Bunu anlamak için falcı olmaya gerek yok. Avrupalılar Kıbrıs’ta Rumların yaptıkları katliamları unuttular. 2004 yılında Kıbrıs Rum Kesimini Kıbrıs’ın tamamını temsil edecek şekilde Avrupa Birliği’ne alacaklar. Kıbrıs’tan askerlerimizi çekmemizi isteyecekler. Çekmezsek bizi işgalci sayacaklar. Avrupa Birliği bize savaş açıncaya kadar bu işi götürecektir. Büyük Önderimiz ATATÜRK’ten Askeri ve Siyasi alanda şamar üstüne şamar yiyen azılı Türk düşmanı Yunan Başbakanı Venizelos “ Ege Adaları coğrafi ve iktisadi bakımdan Anadolunun devamı sayılması gereken yerlerdir.”demiştir. Rus, Fransız ve İngilizlerin desteğiyle gerçekleştirdiği Batı Anadolu işgalini haklı göstermek için bu görüşü ortaya atmış ve bu görüşü Avrupalı devletler, Anadolu’yu Yunanistan’a işgal ettirerek kabul etmişlerdir. Avrupalıların kabul ettiği bu görüşe göre Anadolu’nun bir uzantısı olan Ege Adaları’nın bizim olması gerekmez mi? ““GÜN OLA, HARMAN OLA.”” Türkün tarih boyunca uğradığı zulmü görmemezlikten gelmek, hakkın ve adaletin bütününü öldürür. Türk milleti olarak, kan davası gütmek, cinayetler işlemek ve intikam almak gibi hareketlere başvurmak islami inancımıza da, tarihi şeref ve asaletimize de yakışmaz. Ancak; hakikatleri ortaya koymak, unutulmamalıdır ki milli ve insani bir vazife, bu güne ve gelecek nesillerimize, çocuklarımıza, torunlarımıza kısacası geleceğimize karşı sorumluluğumuzdur. KAYNAKLAR: Türk Yunan Münasebetlerinin Dünü Bugünü İsmet Binark Türkün Siyah Kitabı. Yunan Mezalimi Kadir Mısırlıoğlu Nutuk M.Kemal ATATÜRK Atatürk ve İzmir İzmir Gazeteciler Cemiyeti. 5- Operasyon Tuncay Özkan 1234- Halil KANARGI SİVİL SAVUNMA UZMANI 32