Bilgi Editoryal dokunuşlar yaparak yazınıza makale havası vermeye çalıştık. Lakin bu yeterli değil. Sizin bu metni bir kez daha titizlenerek gözden geçirmeniz gerekiyor. Dilin kullanımında sorunlar var. İfade bozuklukları affedilecek cinsten değil. Öte yandan kaynakçanın biraz zenginleştirilmesinde fayda görüyorum. Kısacası biraz daha çalışmanız gerekiyor. Kolay gelsin… M. Kemal Aydın Ali Şeriati’nin Öze Dönüş Kavramsallaştırması ve Türkiye Okuması Kuşkusuz her aydın gibi Ali Şeriati de yaşadığı dönemin siyasal ilişkilerinin, toplumsal ve kültürel anlayışının, dini algılayış biçiminin ve kendisini çevreleyen toplumsal şartların içinden seslenen bir kişidir. Onu iyi anlayıp değerlendirmek için hem yaşadığı dönemi, hem İran toplumunun güncel dini pratiklerini anlamlandıran mezhebi anlayışını hem de dünya sisteminin İslam dünyası ve İran ile olan ilişkilerini iyi bilmek gerekir. Değerlendirme yaparken, olabildiğince içine düşülecek hatalardan korunmak ve sağlıklı analizlere ulaşmak için, her aydının kendi yaşadığı dönemi, hangi şartların içinden bize seslendiğini bilmek gerekir. Sonuçta her aydın bir dönemin, bir kültürün, bir inancın ürünü olan tarihsel bir 2▪ kişiliktir. Bir dönem için yapılan değerlendirme başka bir dönem için anlamsızlaşacağından / anlamsızlaşma riski bulunduğundan, değerlendirmenin hangi coğrafyada ve hangi tarihsel şartların içinden yapıldığı önem taşımaktadır. Ali Şeriati’nin yaşadığı dönemde İran Batı modernizminin derinden etkilediği bir ülke olarak Türkiye’ye benzer bir süreç izlemektedir. Bir başka ifade ile Ali Şeriati, batılı modernleşmeci elit bir zümre tarafından yönetilen toplumun içinden bize seslenmektedir. İran modernleşmesi Türkiye kadar radikal bir kopuşla başlamasa bile, yine de modernleşmeci bir zümre tarafından yürütülmüştür. Kuşkusuz İran ve Türkiye arasındaki modernleşme deneyiminin belirleyici bir diğer özelliği dinin sistem içindeki konumudur. Modernleşme sürecinde Türkiye’de devlet kontrolü altında tutulan din, İran’da Kum kentinde nispi özerklik içinde varlığını sürdürmüştür. Şeriati’nin yaşadığı dönem, laik yöneticilerin Ayetullahlar ile sık sık pazarlık yaptığı ve din ile devlet arasındaki gerilimlerin bu pazarlıkların sonuçlarına bağlı olduğu bir dönemdir. Bu dönemin bir diğer özelliği de toplumsal muhalefetin, bütün dünyada olduğu gibi, yükselen sol anlayışın söylemini temel alarak kendini ifade ediyor olmasıdır. Kuşkusuz Şeriati de analizlerini yaparken Marksist çözümlemeyi bir yöntem olarak İslam tarihine uygulayacaktır. Şeriati, bir taraftan Marksizm üzerinden sosyalizm eleştirisi yaparken diğer yandan sosyalizmin tarihsel okuma biçimini İslam anlayışına uyarlamaktadır. İslam dünyasında mezhebi önyargıların güçlü olduğu bir dönemin aydını olan Şeriati, kendi toplumunun dışında kalan ve İslam dünyasının en büyük kitlesini oluşturan Sünni İslam düşüncesi tarafından da kabul görmüştür. Bu kabul görüşte, hem Şii mezhebine eleştirel yaklaşımı, hem mezheplerin birleştirilmesi düşüncesine verdiği katkı ve destek etkili olmuştur. Öte yandan İran Şiiliği özelinde geleneksel Şii anlayışa ve ulemaya karşı duruşu nedeniyle ▪ 3 Şeriati geniş kitlelerin ilgisini çekmiştir. Unutulmamalıdır ki, Ali Şeriati, kendi ülkesinde Sünni olmakla, Sünni dünyada ise Şii olmakla suçlanmıştır. Ali Şeriati, tanımladığı aydın tipinin en önemli temsilcilerinden biridir aslında... Son dönem İran düşünce tarihinin önemli entelektüellerinden biri olan Abdülkerim Suruş, onu “…birinci derecede dert sahibi ve derde aşına biriydi” şeklinde tanımlayacaktır (aktaran Yılmaz, 2009). Cemil Meriç’in gözünde Ali Şeriati “göller ülkesinde bir ada”dır, ya da “İran’dan yükselen ses”tir (bkz. Kırk Ambar). Cemil Meriç çevirilerin yetersizliğinden müştekidir: “…Yalnız itiraf edelim ki, Ali Şeriati’de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslam mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu’yu ve Batı’yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin ötesinde eşsiz bir mücadele azmi… Şeriati’yi tanıtırken çifte ihanet içindeyiz. Genç sosyoloji doktorunu yabancı bir dilden, İngilizceden okuduk. Yoksa genç mücahidin konuştuğu ve yazdığı dil Farsçadır. Sonra da eserini bütünüyle göremedik, üstelik okuduklarımızı hülasa etmeye yeltendik. Tercüme başlı başına bir tahrif, hulasa tahrifin tahrifi…” Ali Şeriati, Cemil Meriç’in bahsettiği durumu bir İsviçre yolculuğu sırasında sohbet ettiği bir gençle konuşmaları sırasında vurgulayacak ve Ahmet Ateş dışında Farsça uzmanı kalmadığını, Türkiye’nin modernleşmesi sırasında reddettiği miras yüzünden kütüphanelerindeki Farsça ve Arapça yazma eserlerin oryantalist birkaç araştırmacının insafına terk edildiğini üzüntüyle anlatacaktır (Şeriati, 2007). Türkiye’de Şeriati’ye duyulan ilgi, 1980’li yılların başında çeviri metinlerin etkisiyle zuhur eden İslami uyanışın İran Devriminin 4▪ yarattığı dalgayla örtüştüğü bir zaman dilimine denk gelmiştir. Nitekim bu örtüşme Türkiye’de İslam düşüncesinin öncülüğünü yapan aydınlarda karşılığını bulmuştur. İran devriminin ilk aşamalarında Ali Şeriati, üniversite gençliğini etkileyen bir entelektüel olarak görülmüştür. Fakat daha sonra Şeriati ile mollalar arasında aşılmaz anlayış farkları ortaya çıkmaya başlamıştır. Şöyle de söylenebilir: Şeriati’nin güncel Şia anlayışına yönelttiği eleştiriler mollaları rahatsız etmiştir. Hazreti Peygamberin “Âlimler Peygamberlerin varisleridir” (Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi) şeklindeki hadisi, kendisinden sonra Peygamberliğin misyonunu âlimlerin yükleneceğine işaret eder. Çağımızda aydının toplumdaki görevi tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi, toplumun sorunlarına eğilmek, onlara önderlik etmek, daha önemlisi onları uyandırmaktır. Şeriati, aydının konumunu bu genel çerçevede değerlendirmektedir. Şeriati’ye göre Batı’nın temel amacı, insanları içinde yetiştikleri kültürel değerlerden, ona hayat veren anlayışlardan koparmaktadır. Batının izlediği politikalar yüzünden insanlar kendi tarihi, kültürel değerlerinden kopan köksüz ve kişiliksiz bir duruma düşmektedir. Bu yıkıcı ve özünden uzaklaştırıcı süreç karşısında, İslam toplumlarını bilgili ve bilinçli duruma getirmek ve içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtarmak için ‘öze dönüş’ hareketini başlatmak gerekir. Bu mücadeledeki öncelikli mesele hangi öze dönüş hamlesinin nasıl ve hangi araçlarla yapılacağıdır. Şeriati’ye göre en kritik soru ‘hangi öze dönelim’ sorusudur. Şeriati öncelikle ‘öze dönüş’ kavramı ile neyi kast etmediğini ortaya koymaktadır: “Eğer ırki özüme dönersem, rasizme (ırkçılık), faşizme ve etnik cahiliyeye düçar olurum. Bu ise irticai bir dönüştür. Ben ‘sanat sadece İranlılarda vardır’ demek istemiyorum. Bilakis şunu demek istiyorum: Tarih göstermiştir ki ben sanatçıyım ve sanat da ▪ 5 yapmışım. Demek istiyorum ki, ben insanım ve tarih de insan olduğumu, kültür ve deha yaratıcı olduğumu göstermiştir. Eğer öyleyse dönüş ırka olursa, bu rasizm olur, faşizm olur, Nazizm olur, bir tür ahmakça cahiliye şövenizmi olur, bir tür yerli nasyonalizme dönüş ve gelenekçi bakışın dar hisarına dönüş olur. Bu, kavim ve kabile durağanlığına dönüş demektir. Ben ırka dönmek istemiyorum, yerli klasik hisarlara dönmek istemiyorum, insanları kana ve toprağa sürüklemek istemiyorum” (Şeriati, 2007). Şeriati, yaşadığı dönemde özellikle İslam ülkelerinde ortaya çıkan milliyetçi hareketleri öze dönüş anlayışının dışında bırakmaktadır. İnsanları toprağa, ırka tapmaya ve onları yücelten ideolojilere çağırmak aydının misyonu değildir. Tam tersi aydının misyonu halkı bu değerlerden uzaklaştırmaktır. Ali Şeriati ‘öze dönüş’ kavramsallaştırması ile İslam’a, daha doğrusu İslam’ın kültürel özüne dönüşü kast etmektedir. Ancak İslam’ı geleneksel bilinçsiz anlayışın dışına çıkararak yeniden tanımlamak ve onu bilgi ve bilinç veren ilerici ve atılımcı bir konuma getirmek gerekir. Bu kuşkusuz aydının en temel sorumluluğudur. Şeriati, İslam dünyasında kurtarıcı olarak ortaya çıkan yenilikçileri / reformistleri de, siyasal devrimci solcuları da eleştirmiştir: “…Reformistler topluma yön ve bilinç verecekleri yerde kendi kültürel değerleri ile çatıştılar; toplumun değerlerini geriliğin nedeni olarak gördüler. Arapça kelimelere ve Farsça alfabeye karşı sürekli savaştılar. Hafız’ın âşıkane beyitlerini, Sadi’nin şiirini, Mevlana’nın Mesnevi’sini yoksulluğun, sömürünün, adaletsizliğin kaynağı olarak görüp mahkûm ettiler. ‘Kitap yakma şenlikleri’ düzenlediler. Milletin özgürlük şiarı, devrimci hedefi ve toplumsal ilerlemesi olarak da, yazının değiştirilmesini (Fars 6▪ alfabesinin yerine Latin alfabesini koymak) Cuma gününün yerine Pazar gününün tatil edilmesini ve toplumumuzda yer etmeye başlamış yabancı etkenleri ve dış unsurları gösterdiler. Arapça kökenli olarak tespit ettikleri lafızlar, büyük tehlikeydi.” (Şeriati, 2007). Kuşkusuz modernleşme hareketleri sadece İran’da değil, bütün İslam dünyasında ve batı dışı toplumlarda benzer bir seyir izlemiştir. Modernleşme serüveninde ana faktör dil üzerinde yapılan değişikliklerdir. Binlerce yılın birikiminden oluşan dil, toplumsal zihniyetin ve düşünüş biçiminin temel parametrelerini oluşturur. Bu yüzden modernleşme politikalarını yürüten ulus devletlerin dil devrimi üzerinde hassasiyetle durmalarını anlamak gerekir. Her yeni devrim veya değişim kendine özgü bir dil içinde anlam kazanır. İslam dünyasında modernleşme çabaları laiklik ve milliyetçilik olguları üzerinden yürümektedir. Bu iki olguya klasik din dilinde karşılık bulmak oldukça zordur. Bu durumda din diline semantik bir müdahalede bulunmak ve onu ulusdevlet anlayışını onaylayan bir duruma getirmek gerekir. Dil devrimi olarak belirlenen süreç Türk ve İran modernistleri tarafından aynı düzlemde ele alınmıştır. İslam dünyasında etkili olan gruplardan biri de, 20nci Yüzyılda ortaya çıkan ve geniş ölüde sosyalizmden etkilenen sol aydınlar grubudur. Sol aydınlar başta din olmak üzere kendi ülkelerinin bütün değerlerine savaş açtılar. “…Sömürü ve emperyalizm sınıf karşıtı olan bu grup, halkımızı Han’a karşı mücadele etmeye çağırırken önce, Tanrı’nın yakasına yapıştılar, onun yokluğunu ispatlamaya çalıştılar. Hemen ardından bugün bilim açısından varlığı olmayan ruhun yakasına… Daha sonra Peygamberin (as), İmam’ın, Kur’an’ın, Ali’nin ve Hüseyin’in yakasına... Sonra milliyet ve ahlakın…” ▪ 7 (Şeriati, 2007) Sol aydınlar modernleşme adına dini ve kültürel değerlerin tamamına savaş açtılar. İnsani, manevi ve kutsal olan her şeyi İslam toplumlarının geriliğinin nedeni olarak gördüler. Şeriati’ye göre sol aydınlar, yıllarını mantık çekişmeleriyle, bilimsel tartışmalarla ve demagojiyle geçirdiler ve kendilerine tek hedef olarak din ile toplum arasındaki bağı kesmeyi belirlediler. İslam toplumlarında ‘solcu aydın’ ile ‘gerici aydın’ adında iki farklı aydın tipi ortaya çıktı. Bu iki aydın tipide halkının sorunlarını çözecek, onlara önderlik edecek tarihi ve sosyal sorumluluklarını üstlenecek yapıda değillerdir. “‘Solcu aydın’ ve ‘gerici aydın arasındaki fark, birinin İslam’ın geleneksel düşünürlerini taklit edişinde, diğerinin ise Avrupa’nın ilerici filozoflarını taklit edişinde değildir. Biri Molla Sadra’nın Esfar’ına haşiye döşenirken, diğeri Georges’in ve Plehanov’un yazılarını tercüme eder. Aralarındaki fark şudur: Birincisi bilgisiz, bilinçsiz, taklitçi, sahte, tarih ve geleneğin ürünü iken öbürü, güya bilgili, bilinçli ve düşünürdür. Oysa aydın, kelimenin tam anlamıyla eleştiren bir görüşe sahiptir.” (Şeriati, 2007). Şeriati’ye göre iki aydın tipi de, taklit ettikleri kaynaklar farklı olmakla birlikte, eleştirel bir yaklaşıma sahip değildir. Bu halleriyle her ikisi de içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına angaje olup içinde yaşadıkları topluma önderlik edemezler. Şeriati’ye göre Batılı sömürgecilerin bir toplumu etki altına alabilmeleri için onları kültür ve tarih bağlılığından, kişiliğini oluşturan özelliklerden uzaklaştırması gerekir. Sömürgenin gerçekleşmesi için doğu toplumlarının asimile edilmesi gerekmektedir. Şeriati, bu düşüncesine örnek olarak ibret verici bir 8▪ olay anlatmaktadır: “İsviçre’den İran’a dönüyordum; yoldaşım İzmirli Türk bir öğrenciydi, İsviçre’de eğitim görmüş (!) bir ziraat mühendisiydi. Benim için bundan iyi yolculuk olabilir mi? Türkiye’nin mimarisinin dini, kültürel, siyasi ve sosyolojik açıdan bence kapalı kalmış ince noktaları, güzel Fransızca konuşan gencin parmağıyla aydınlanacak diye düşündüm. Birkaç gün süren beraberliğimizde bu çerçevede onunla işim olmadığını anladım; zira onun uzun bir hikâyesi vardı. İstanbul’a vardığımızda askeri bir geçit töreni yapılmakta olduğunu gördük. ‘Ne oluyor’ diye sordum. O genç, ‘Türk ordusu kuruluşunun kırkıncı yılını kutluyor’ dedi. ‘Kırkıncı asır mı’ diye sorduğumda gülerek ‘hayır’ dedi, ‘aklın nerede?’ Kırkıncı yıl... Tekrar sordum: ‘Kırkıncı ne?’ Vurgulayarak tekrar etti: ‘Kırkıncı yıl’. Türkiye’nin tarihinden bu kadar habersiz olduğum için bana bilgince açıklamalar yaptı: ‘Türkiye, ülkesi, toplumu, üniversitesi, medeniyeti, sosyal ve kültürel kurumları, hükümeti ve ordusuyla kırk yıl önce kurulmuştur.’ Artık dayanamadım. Yeni doğmuş, yeni adam olmuş, tarihi, bir insan ömrünün yarısı olan bir millete mensup olduğunu zanneden bu adamla birlikte oturmaya dayanamayıp kaçtım. Sanki bu Kostanti-niyye’nin göğü, en son büyük hadiseyi hatırlatıyordu. Miladi 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ordusunun, Doğu Roma İmparatorluğu’nun kalbi ve Ortaçağın en büyük medeniyet merkezlerinden biri olan bu şehrin kapısından içeriye girişi ve Hıristiyanlığı güçlü Doğu Roma kültür ve uygarlığı ile birlikte bu taraftan o tarafa atışı, sanki daha dünkü hadiseymiş gibi geldi bana. Bu yılın, ortaçağın bitişi ve Batı için yeni bir çağın başlangıcı olarak sayılışı, sanki dünmüş gibi... Kaldı ki, bu yıl bile, Türkiye’nin eski Müslüman ordusunun fiili kuruluş yılı değildir. İsviçre’de okumuş bay mühendis, yarın ▪ 9 bu ülkenin üniversitelerinde profesör veya tarım bakanı olacak. Aydın tabakanın öncülerinden sayılacak bu bay mühendis bilmiyor ki onun ordusu, insanlık tarihine yön verecek bir biçimde en büyük tarihi hamasetiyle altı asır önce tesis edilmiştir… Onun atalarının yaptığı muhteşem cami ve minareler, hala Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’da onların siyasi, kültürel ve düşünsel nüfuzunun büyüklüğünü anlatmaktadır… Bundan 1000 yıl önce Haçlı seferlerini ve Batı’nın silahlı kitlelerinin İslam ülkelerine saldırısını önlemişlerdir. Üzerlerine cihat ayetleri nakşedilmiş kılıç, kalkan, miğfer ve topları, Avrupa’nın askeri müzelerinde sergilenmekte ve görenleri hayrete düşürmektedir… Ondan sonra Osmanlı Sultanı’nın emriyle, Avrupa’nın askeri, ekonomik, siyasal ve kültürel saldırılarına karşı, İslam Devletinin güç ve azametini savunmak amacıyla, Batı’nın modern bilim ve askeri tekniğine hâkim olsun ve yeni Avrupai bilimleri öğrensinler diye ve bunların yanı sıra Batı dili tahsili yapmak, Avrupa medeniyetini tanımakla görevlendirilmiş Batıcı entelektüel gençler ve de Atatürk iş başına geliyor.” (Şeriati, 2007) Aslına bakılırsa bu Ali Şeriati’nin ‘gerçek aydın’ ve ‘sözde aydın’ ayırımına zemin hazırlayan bir bakış açısıdır. İsviçre’de okuyan Türk aslında ‘sözde aydın’ tipinin en güzel örneklerinden biridir. Bu tip aydın kendi toplumunun sorunlarına angaje olup onlara önderlik etmek şöyle dursun, onların yaşadığı tarihsel, kültürel, dini atmosferden habersiz yaşamaktadır. Bu haliyle kendi toplumuna, içinde yaşadığı kültüre yabancılaşmıştır. Şeriati’ye göre Batıcı aydın, sözde aydın olan bu zümre tıpkı İsviçre’ye ülkeyi kalkındıracak bilgiyi öğrensin diye gönderilen ancak kendi ordusunun kırık yıl önce kurulduğunu iddia edecek kadar, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerine yabancılaşmış bir kişiliktir. 10 ▪ Batıya gidip medeniyeti öğrenmek ve ülkesini kalkındırmak amacına yönelik gençler İttihat ve Terakki örgütlenmesi adı altında yönetime geldiler. İttihat ve Terakki büyük bir değişim ve modernleşme hamlesine girişti. Bu noktada Şeraiti’nin medeniyet ve modernizm ayırımı yaptığını ve modernleşmeyi medeniyet karşısında eleştirdiğini gözden uzak tutmamak gerekir. Şeriati, Türkiye’deki değişimi bir medeniyet hamlesi olarak değil, kendi kültürüne yabancılaşan bir modernleşme hareketi olarak okur. Yukarıdaki alıntı Türk modernleşmesinin kodlarını okumak açısından son derce önemlidir. Türk modernleşmeci elitleri tarafından yürütülen modernleşme politikalarıyla ordularının 40 yıl önce oluştuğuna inanan nesiller doğmuştur. Ali Şeriati, İsviçre’de okuyan öğrenciye sorduğu bir soruyla, Batılılaşma / modernleşme sürecinin traji-komik yanını gözler önüne sermektedir: “Dedim ki ‘siz Müslümansınız. Niçin Cuma yerine Avrupalılar gibi pazar gününü hafta tatili yaptınız?’ Yaptığı tahlil, çok pişkinceydi: ‘Cuma, İslami ve dini bir bayram günüdür, mukaddestir. Eğer cumayı tatil yapsaydılar, herkes, bu kutsal günde eğlence, fısk ve fücura gitmek zorunda kalırdı.” (Şeriati, 2007). Öyle görülüyor ki, Şeriati Türk modernleşmesinin öncülüğünü yapanların Batı’yı ve onun felsefi temellerini de iyi bilmediğini iddia etmektedir. Dahası taklitçi bir değişim çabasıdır ve iyi bir modernleşme örneğidir. Ali Şeriati, öncülüğünü sol, batıcı veya sözde aydın olarak tanımladığı aydınların üstlendiği değişim tecrübesinin asla öze dönüş projesi olmadığını, aslında tam da öze dönüş karşıtı bir modernleşme tecrübesi olduğunu savunmaktadır. Şeriati’ye göre öze dönüş, ▪ 11 İslam’a dönüştür. Bu dönüşün öncüleri de kendini ve toplumunu tanıyan, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal şartların bilincinde olan ve toplumuna önderlik eden gerçek aydınlardır. Kaynakça Yılmaz, Mustafa (2009), “Dr. Abdülkerim Suruş”, Ali Şeriati Yıllığı içinde, İstanbul. Gezgin Yayınları. Meriç, Cemil (2006), Kırk Ambar: Lehçe-t-ül Hakayık, İstanbul: İletişim Yayınları. Şeriati, Ali (2007), Öze Dönüş (Çeviri: Ejder Okumuş), Ankara: Fecr Yayınları.