ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ II Atatürk ve Fikir Hayatı Hazırlayan: Ayhan CANKUT Yrd. Doç. Dr. Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temel Özellikleri Atatürkçü düşünce sistemi akılcıdır. Bilimcidir. Bağnazlıktan uzaktır. Vicdan ve düşünce hürriyetine saygılıdır. Millî bütünlüğe ve beraberliğe, millî ve sosyal dayanışmaya, yurt içinde ve dünyada barışın korunmasına önem verir. Atatürkçü görüş, millet sevgisiyle insan sevgisini bağdaştırır. Milletine ve insanlığa hizmet etmenin kişiyi en yüce mutluluğa eriştireceğini savunur. AKILCI BİLİM VE TEKNOLOJİYE ÖNEM VEREN HOŞGÖRÜLÜ BARIŞÇI 2 Akılcılık Akılcı Yaklaşım ve Çağdaşlaşma: Atatürk'ün bütün yaptıklarında, bütün yazı, söylev ve demeçlerinde akılcı bir tutumun egemen olduğunu görürüz. Akılcılık, hem Atatürkçü düşünce sisteminin temel ilke ve dayanaklarından biri, hem de bütün Atatürk ilkelerinin doğru yorumlanıp değerlendirilmesinde göz önünde tutulması gerekli bir yöntemdir. Atatürkçü düşünce sisteminde akılcılık, akıl ve mantık dışı hurafelerin (boş inançların); bilimsel verilere aykırı ön yargıların; insanı ve toplumu bir noktada dondurup değişmez kalıplara hapseden dogmatik yaklaşımların reddidir. Akılcı yaklaşım, donmuş, kalıplaşmış ve bu yüzden gerçeklerle ilgisi kopmuş birtakım dogmatik düşünce kalıpları içinde boğulup kalmadan, gerçeği aramağı ve sorunlara doğru çözümler bulmağı sağlar. 3 Akılcılık Akılcı Yaklaşım ve Çağdaşlaşma: Akılcılık, var olan gerçekleri objektif (nesnel) şekilde değerlendirmektir. Tarihin derinliklerindeki köklerimizden güç almağı bilerek, hep daha yükseğe, daha iyiye, daha güzele erişebilmek için, geçmişi akıl ve bilimin ışığında yorumlayıp, kuvvet kaynağı olan sağlam değerlerimize sahip çıkmak, fakat kişilere ve topluma zarar veren, onları geriliğe, yoksulluğa sürükleyen, akla ve mantığa aykırı kurum ve görenekleri cesaretle değiştirebilmektir. Akılcı yaklaşım, insanların akıllarını kullanarak kendi yaşamlarını ve içinde yaşadıkları toplumu düzeltebileceklerini kabul edip, körü körüne kaderciliği reddetmektir. 4 Akılcılık Uygarlık ve Akılcılık: Çağdaş uygarlığın başlıca özellikleri, akla ve bilime dayalı olmak, insan kişiliğine ve insan haklarına değer vermek, düşünce hürriyetini ve hukuk devletini gerçekleştirmektir. Atatürk'e göre, çağdaş uygarlık hiç bir ülkenin veya ülkeler topluluğunun malı olarak görülemez. İnsan aklının eseri olan uygarlık, bütün insanlığın malıdır. İnsanlığın gelişme tarihinde, vatanımız olan Anadolu topraklarının ve birçok güçlü uygarlıklar kurmuş olan Türk kavimlerinin önemli payı vardır. Hıristiyan Batı, Ortaçağda, teokratik baskılar altında ve karanlıklar içinde yaşarken, Türk-İslam aleminde insan aklına değer veren, antik çağların akılcı düşünce akımlarını sürdüren çok değerli ilim adamları yetişmiştir. 5 Akılcılık Doğuda Akılcılığın Gerileyişi, Medresenin Çöküşü: İslam alemi, Abdülhamid İbn Türk, Harezmi, Fergani, Farabi, Fahreddin Razi, Biruni, İbn-ür-Rüşd, İbn-i Sina, Uluğ bey, Ali Kuşçu gibi birçok bilginler yetiştirmiştir. Batı Ortaçağın koyu karanlığında yaşarken, İslam bilginlerinin tuttukları meşale Hristiyan Batı'ya ışık vermişti. Fakat İslam alemi yavaş yavaş içine kapandığı taassubun, donmuş düşünce kalıplarının, skolastiğin, durağan medrese eğitiminin esiri oldu. Selçuklu Türkleri döneminde, Anadolu'da büyük bir uygarlık vardı. Dünya bağnazlık, bilgisizlik ve geriliğin karanlığında yüzerken, Türk Anadolu'da, daha XIII. yüzyılda, en yüce insanlık değerlerini, sevgiyi, hoşgörüyü dile getiren bir büyük fikir ve sanat abidesi, Yunus Emre yetişmişti. 6 Akılcılık Doğuda Akılcılığın Gerileyişi, Medresenin Çöküşü: Türk diyarı, yalnız manevi bilimlerin, yüce duyguların, güzel şiirlerin ülkesi değil, "akli bilimlerdin, "müspet bilimler"in de, çağa göre, ileri olduğu bir ülke idi. Batı'da hastalıkların büyü ile tedavisine çalışıldığı bir dönemde, 1206'da, Anadolu'nun ortasında, bir Selçuklu sultan, Gevher Nesibe Hatun, bilimsel yöntemlerin kullanıldığı bir hastahane ve tıp öğrenimi yapılan bir medrese (Gevher Nesibe Şifaiye Medresesi) kurdurmuştu. İslam aleminde, hem bilimsel tıbbın uygulandığı tedavi yeri, hem eğitim merkezi, hem de bir hayır kurumu olarak ilk hastahaneleri kuranlar arasında Türklerin özel bir yeri vardır. Rasathane de, hastahane gibi, uzmanlaşmış bir kuruluş olarak ilk önce İslam aleminde önem kazanmıştır. 7 Akılcılık Doğuda Akılcılığın Gerileyişi, Medresenin Çöküşü: İstanbul'u fetheden Osmanlı Türkleri hiç şüphesiz yalnız devlet yönetimi ve askerlik alanında değil, iktisat, bilim ve teknoloji alanında da Bizans'tan ilerde idiler. Osmanlı Devletinin güçlü döneminde, Türk milleti, mimarlık alanında Mimar Sinan gibi devler, denizcilikte bilim tarihinin ilginç haritalarından birini yapan Piri Reis gibi öncüler yetiştirmişti. Batılı bilim adamları, ortaçağ sonlarına doğru Batı'da gelişmeye başlayan Üniversite sisteminin, geniş ölçüde, İslam medreselerinden esinlendiğini ortaya koymuşlardır. Ne yazık ki, Batı'da dini öğretim kurumları olarak başlatılan üniversiteler zamanla kapılarını akılcı görüşlere ve müspet bilimlere açtıkları halde, Doğu'nun eğitim kurumlarında, giderek, aklı susturan ve sindiren koyu bir bağnazlık egemen olmuştur. Medrese eğitimi çağın çok gerisinde kalmıştır. 8 Akılcılık Devlet Yönetiminde ve Hukukta Akılcı Yaklaşım: Akılcı yaklaşımın kaçınılmaz sonuçlarından biri de, hukuk kurallarının sonsuza kadar donup kalmayacağının kabul edilmesiydi. Atatürk, devleti, hukuku, eğitimi lâikleştirip çağdaşlaştırırken akılcılığın gereklerini yerine getirmiştir. Eğitim alanında olduğu gibi, hukuk alanında da, Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında akılcı yaklaşım ağır basıyordu. Akılcı yaklaşımdan uzaklaşıp fetva düzenine bağlandıkça; "demir çember içine alınmış dar bir zihin yapısını" temsil eden Bizans'ın olumsuz etkisi kendisini gösterdikçe, bu ters gidişin zararlı sonuçları birçok alanda görülmeğe başlandı. Daha XVI. yüzyılda Atlantik Okyanusu kıyılarının haritasını çizen Piri Reis gibi denizcilerin yetiştiği bir ülkede, XIX. yüzyılda "coğrafya derslerinde harita göstermenin şeriata uygun olup olmadığının tartışıldığı günler yaşandı. Bu, gerçekten acıdır. 9 Akılcılık Devlet Yönetiminde ve Hukukta Akılcı Yaklaşım: Bu ters ve ibret verici gidişin sebebi, devlet yönetiminde eğitimde, akılcı yaklaşımın, yerini taassuba, skolâstiğe, fetva kalıplarına terk etmesi idi. İslâm hukukuna dayalı bir "kod"laştırma denemesi olan ve XIX yy sonlarında yayımlanan Mecelle bile, "zamanın değişmesiyle hükümlerin değişeceği" kuralını kabul etmişti. Ne yazık ki, günümüzde hâlâ bu açık zorunluğu ve akıcı yaklaşımı kabule yanaşmayan yorumcular vardır. Durum böyle iken, çağımızda, devletin koyacağı hukuk kurallarını değişmez dogmaların çemberi içine hapsetmeğe kalkışmak akılcı bir yaklaşım olamaz. Türk milleti, devlet ve toplum hayatını, hukuku, eğitimi, aklın ve çağdaş bilimin eklerine göre düzenlemeğe mecbur olduğunu acı tecrübeler sonunda görmüş ve anlamıştır. Türk milleti, lâik ve akılcı devlet düzeninden vazgeçemez. Türk inkılabı geriye çevrilemez. 10 Akılcılık Düşüncede İnkılâp: Atatürk'ün amacı, yalnız hukuku, eğitimi, devlet yapısını değil, Türk insanının düşünce yapısını akılcı yaklaşımın ve çağdaş bilimin ışığına kavuşturmaktı. Atatürk'ün sık sık tekrarladığı amacı, "Milletin beynini paslandıran, uyuşturan" anlayışları yok etmek, "uydurma ve boş fikirleri söküp atmak", "beyine gerçeğin nurlarını sokmaktı." Atatürk'ün akılcı yaklaşımını onun şu sözlerinde açıkça görüyoruz: "Akıl ve mantığın çözümlemeyeceği mesele yoktur". "Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar." "Akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek bizim en belirgin özelliğimizdir…" "Daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça ifadeye cesaret eden adamlar olmalıyız." 11 Bilim ve Teknolojinin Önemi Çağdaş bilime ve teknolojiye değer verme, tıpkı akılcılık gibi, Atatürkçü düşünce sisteminin temel özelliklerinden biridir. Esasen "akılcılık" ile "bilim" birbirinden ayrılmaz; birbirini tamamlar. Atatürk, çağımızın "bilim çağı" olduğunu görmüş, bilim ve teknolojinin insanların ve milletlerin hayatında gitgide artan ölçüde etkili olacağını anlamıştı. Gerçekten, bugünkü dünyada, milletler arasındaki yarışma, bilim ve teknoloji yarışması haline dönüşmüştür. Bilim ve teknoloji milletlerin güçlerini, kalkınma ve refah düzeylerini, savunmalarını etkileyen en önemli faktörler (etmenler) arasına girmiştir. 12 Bilim ve Teknolojinin Önemi Sanayi sektöründe bilim ve teknolojinin rolü daha açık şekilde göze çarpar. Birçok sanayi ürününün yapımı, o alanda gerekli bilimsel ve teknolojik birikime sahip olan ülkelerin tekeline geçmiştir. Bilim ve teknolojide ileri giden ülkeler, gelişmeleri izleyemeyen ülkelerin geleneksel sanayi ürünlerini dünya pazarlarından silmektedirler. Dünyanın bir bölümü bilim ve teknoloji alanında dev adımlarıyla ilerlerken, bir kısım ülkeler ithal ettikleri makinaların bakım ve tamirini bile yapabilecek düzeye gelmekten henüz çok uzaktırlar. Bilim ve teknoloji alanında ilerlemeyen milletler, her türlü makinayı ithal edebilirler, fakat varacakları sonuç ülkelerini bir "makina mezarlığı" haline getirmekten ibaret kalır. Yapılan hesaplara göre Afrika kıtası, Avrupa'da nüfus başına tüketilen enerjinin beş katını, sadece su kaynaklarından elde edebilecek potansiyele sahiptir. Ancak, yeterli teknoloji ve yetişmiş insan gücü olmadıkça, tabii kaynakların bolluğu sonuç almak için yeterli değildir. 13 Bilim ve Teknolojinin Önemi Yirminci yüzyılın başında, hatta Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda, Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda karasaban dönemi yaşanıyordu; Türkiye'de traktör, ilaçlama âleti, ziraî ilaç, kimyevi gübre üretilmiyordu; köylümüz bunları kullanmayı bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin yıl öncekinden pek farklı sayılmazdı. Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi teknolojisi Batı Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden bile geri idi. 1915 yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik gücü kullanan tesisler son derecede azdı ve bunlara sadece bir İki şehirde rastlanabilirdi. Ülke, elektrik çağı şöyle dursun, buhar çağına bile tam olarak geçmiş sayılmazdı. İş yerleri, genellikle, "küçük zanaat" kategorisine giren atölyelerden İbaretti. Üstelik irili ufaklı bu iş yerlerinin üçte İkiden fazlası Türklerin mülkiyetinde değildi. 14 Bilim ve Teknolojinin Önemi Türkiye pamuk üretimine elverişli bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, insanımızın doğduğu zaman sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği ve öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu Türkiye'de üretilmiyordu. Kaput bezi, Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan bezi" diye satılıyordu. 15 Bilim ve Teknolojinin Önemi Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyla başlattığı Türk dokuma ve hazır giyim sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle, Türk müteşebbislerinin, teknik elemanlarının ve işçilerinin başarılı çalışmalarıyla, Avrupa ve Amerika pazarlarında rahatça rekabet edebilir hale gelmiştir. Dönüm başına elde edilen pamuk miktarındaki büyük artış da, tarım teknolojisinde ve sulamadaki ilerlemenin sonucudur. Cumhuriyet dönemine girerken Türkiye’nin hareket noktası çok gerilerde idi. Bilim, teknoloji ve eğitim alanında, ileri ülkelerle aramızda büyük bir uçurum vardı. Hiçbir alanda yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912 Balkan Savaşlarından 1922’deki Büyük Zafer’e kadar, Türk Milleti, üç ayrı kıt’ada ve pek çok cephede adeta aralıksız savaşmağa mecbur kalmıştı. 16 Bilim ve Teknolojinin Önemi Cumhuriyet yönetimi, bir uçtan bir uca harap , insan gücü kaynakları erimiş, üstelik Osmanlı döneminin dış borçlarının büyük bir kısmını ödemeğe mecbur, yoksul ve bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş savaşı Destanı bu şartlar içinde yaratılmıştı. Türk Milleti, bilim ve teknoloji atılımını da bu güçlükler altında başlatmağa mecburdu. Türkiye Cumhuriyetinin sağladığı başarılar küçümsenemez. Ancak, Atatürk Türkiye'sinin evlatları, sağlanan başarıyı hiçbir şekilde yeterli göremezler. Önümüzde aşılması gerekil çetin ve uzun yollar bulunduğunu da bilmelidirler. Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak sürüp gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere düşen görev bu bilim meş’alesine sahip çıkmaktır. 17 Bilim ve Teknolojinin Önemi Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürk’ün ne derecede elverişsiz şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri aştığını hatırlayarak, onun engin yurtseverliğinden ve aydınlık düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim ve teknolojiye egemen olacak, en çetin güçlükleri yenecektir. 18 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Atatürkçü düşünce sistemi, akılcı ve bilimci yaklaşımın tabiî sonucu olarak, her türlü bağnazlığı (taassubu) reddeder. Atatürkçü görüş, insan haklarının en önemlileri arasında saydığı vicdan ve düşünce hürriyetine saygı duyar. Atatürk'e göre: "Her kişi, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre bir siyasi fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz." 19 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Bugün ülkemizde lâik bir devlet vardır. Türk milletinin başlıca meziyetleri arasında bulunan (ve İslam dininin de gereği olan) hoşgörü, lâik devlette, bir anayasa kuralı (mad.24) halini alır. Atatürk'e göre: "uygarlığın geri olduğu cehalet devirlerinde, düşünce ve vicdan hürriyeti baskı altında idi; insanlık bundan çok zarar görmüştür"; özellikle din bağnazlığının çok koyu olduğu dönemde, "gerçeği düşünebilen ve söyleyebilenler hakkında reva görülen zulüm ve işkenceler insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır." 20 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Bazı Hristiyan tarihçilerin yazdıklarının aksine, İslam dini, vicdan hürriyetine Hristiyanlıktan daha fazla saygı göstermiştir. İslam dini, doğru anlaşıldığında, bir hoşgörü dinidir. İslam dininin esaslarına göre, "dinde cebir ve zorlama olmaz." Maalesef, İslam dünyasında da, zamanla, dinin bünyesine, hurafelerle birlikte bağnazlık da sızmıştır. İnsanlık tarihini dolduran çileler gösteriyor ki, özellikle, dini bağnazlığın devletin gücünü emrine aldığı hallerde, hürriyetler ağır bir baskı altına girmiştir. XX. yüzyılda totaliter ideolojilerin uygulandığı ülkelerde yaşanan facialar da gösteriyor ki, din haline dönüşen dogmatik, totaliter ideolojiler de -devlet gücü ile birleştikleri zaman- en koyu kilise bağnazlığını gölgede bırakan bir zulüm aracı haline gelebilmektedir. 21 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Türkiye, bütün bu yüzyıllar boyunca, çeşitli din ve mezheplere mensup cemaatlerin huzur ve güven içinde yaşayabildikleri, dinî alanda hoşgörünün egemen olduğu bir ülke idi. Batı ortaçağın en koyu karanlığında yaşarken Anadolu'da, yüce ruhlu, aydınlık kafalı, Yunus Emre’lerin, Mevlana’ların ve daha nicelerinin bilgelik dolu sesleri yükseliyordu. Bu sesler, bugün bile, insanlığa hoşgörü dersi verecek değerdedir. Ünlü tarihçi Bernard Lewis "Osmanlı Devleti, başka dinlere karşı, İslam hukuk ve geleneğine uygun olarak, hoşgörü sahibi idi. Devletin Hıristiyan ve Musevi tebaası, bütün olarak, barış ve güven içinde yaşıyordu" der. 22 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Burada önemli bir gerçeği tekrarlayalım: Başka dinlere mensup cemaatlerin inanç ve ibadetlerine karışılmaması ve bunlara hoşgörü ile katlanılması, devletin "lâik" olması demek değildi. Bu tutum, bütün yurttaşlara, bugünkü anlamıyla, vicdan ve düşünce hürriyetinin tanınması anlamına gelmiyordu. Özellikle devletin Müslüman yurttaşları açısından, söz konusu hürriyetler çok sınırlı kalıyordu. Başka dinlerin mensuplarından çok, devletin resmi dinine mensup olanlar, yani Müslümanlar, hukuk düzeni, eğitim ve düşünce hayatı bakımından sıkı denetim altında bulunuyorlardı. Bu durum devletin gitgide teokratik niteliğe bürünmesinin kaçınılmaz sonucu idi. 23 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Osmanlı Devletinde, Musevi tebaanın 1494'te, Ermenilerin 1667'de, Rumların 1627'de kendi matbaalarını serbestçe kurabilmiş olmalarına rağmen, devletin Müslüman yurttaşlarının, matbaa kurabilmek için gerekli izin ve fetvayı 1727 yılına kadar beklemeye mecbur olmalarının sebebi, devletin teokratik yapıya sahip olması idi. Kanunların ve eğitim kurumlarının çağın İhtiyaçlarına uygun hale getirilmeyişi mesela dini azınlıklara mensup genç kızların sahip oldukları eğitim imkanlarından Müslüman kız çocuklarının yararlanamaması; azınlıkların sahip oldukları birçok ve hürriyetlerden Müslüman tebaanın yararlanamayışı, hep devletin teokratik yapısından ileri geliyordu. Lâik devlet düzenine geçilmesini mümkün kılan Türk İnkılâbı, bu anormal duruma son vermiştir. 24 Hoşgörü (Taassuptan Uzak Olma), Vicdan ve Düşünce Hürriyeti Ancak, din ile bilim, din ile vicdan ve düşünce hürriyeti arasındaki asırlık çatışmalar gitgide yumuşayıp barışa dönüşürken, yeni tehlikeler belirmiş bulunmaktadır. Hür yaşamak için, insanların, bu defa da başka dogmatizmlere kaş hürriyeti hiç eksilmeyen bir uyanıklık ve titizlikle korumaları gerekmektedir Atatürkçü anlayışta, hoşgörü, kayıtsızlık anlamına gelmez. Hürriyete inananlar için, bağnazlığa ve her türlü diktacı totaliter ideolojiye karşı -hür demokratik rejimin ve hukuk devletinin gereklerine daima saygılı kalarak- hür düzeni savunmak hem bir hak, hem de bir görevdir. 25 Yurtta Barış, Cihanda Barış Yurtta Barış ve Milli Dayanışma: Atatürkçü düşünce sistemi, Türk milletinin iç kavgalara sürüklenmeden milli ve sosyal dayanışma içinde kalkınmasını amaçlar. Milli beraberlik, milli bütünlük, milli dayanışma, Atatürkçü düşünce sisteminde önemli bir yer tutar. Atatürk, her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da işbölümünün zorunlu şekilde mevcut olduğunu kabul ediyor, ancak çeşitli işlerde çalışan yurttaşlar arasında sınıf kavgasının bilerek körüklenmesine karşı çıkıyordu. 1931 seçimleri sırasında millete hitaben kendi imzası ile yayınladığı ve "yurtta barış, cihanda barış" ilkesine yer verdiği önemli bildiride, bu konudaki görüşlerini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu: "Gaye, sınıf mücadelesi yerine içtimai tesanüdü (sosyal dayanışmayı) sağlamaktır" diyordu. 26 Yurtta Barış, Cihanda Barış Yurtta Barış ve Milli Dayanışma: 1982 Anayasasının birinci maddesinde de, Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında, "milli dayanışma ve adalet anlayışı"na yer verilmiştir. 1982 Anayasasının Başlangıç bölümünde, "Türk vatandaşlarının milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde... ortak olduğu" birbirlerinin hak ve hürriyetlerine saygı göstermelerinin, birbirlerine karşı sevgi ve kardeşlik duyguları beslemelerinin gerekli bulunduğu, "Yurtta Barış, Cihanda Barış" ilkesine de yer verilerek, belirtilmiştir. Atatürk'ün ısrarla belirttiği gibi, ortak bir tarihin, ortak kederlerin ve ortak bir kaderin aralarında sayısız bağlar ördüğü yurttaşlar, ırk, mezhep, sınıf kavgalarıyla bölünüp parçalanmamalıdır. "Yurtta barış" ancak böyle sağlanabilir. 27 Yurtta Barış, Cihanda Barış Cihanda Barış. Millet Sevgisiyle İnsan Sevgisinin Bağdaştırılması: Atatürk'e göre "barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur." "Uluslararası siyasi güven ortamının gelişimi için ilk ve önemli şart, milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmeleridir.« Atatürk, büyük bir Türk milliyetçisiydi. Milliyetçiliği reddeden teori ve görüşlere hiç itibar etmemişti. Ancak, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan bir tutumu da asla benimsememişti. Atatürk, Türk milletinin şerefi, hakları, yaradan söz konusu olduğunda, bunların tam bir dikkat ve titizlikle korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır. 28 Yurtta Barış, Cihanda Barış Cihanda Barış. Millet Sevgisiyle İnsan Sevgisinin Bağdaştırılması: Atatürk'e göre, hiçbir millet bu dünyada tek başına yaşamamaktadır. "Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, anlaşma ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan yoksun kalır... En uzakta zannettiğimiz bir olayın bizi bir gün etkilemeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.« Şunu belirtmekte yarar var; düşman güçlere boyun eğmeğe hazır, teslimiyetçi, dünya gerçeklerinden habersiz, hayalci "pasifist"lerin tutumu ile Atatürk'ün barışçılığı arasında derin bir uçurum vardır. 29 Yurtta Barış, Cihanda Barış Cihanda Barış. Millet Sevgisiyle İnsan Sevgisinin Bağdaştırılması: Atatürk'ün şu sözleri de hatırda tutulmalıdır: "Hiç bir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak için, bir de milletimizin iç rahatlığı ve gönül huzuru ile çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için, her vakit memleket ve milletimizi korumağa gücü yeten bir orduya sahip olmak da ülkümüzdür." Atatürk savaşın facialarını herkesten iyi biliyordu: "Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim." "Harp zaruri ve hayati olmalı... Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir." 30