ESKİ YUNAN, ROMA VE ORTAÇAĞ 1. Eski Yunan İktisadi Düşüncesi Eski Yunan dönemi, Yunan tarihinin MÖ. 8 yüzyıldan, Yunanistan’ın Roma İmparatorluğu tarafından fethedildiği MÖ 146 yılına kadar geçen döneme verilen isimdir. Eski Yunan döneminin MÖ 5. İle MÖ 4. Yüzyılı kapsayan aralığına Klasik Yunan dönemi denir. 1.2. Genel Olarak Eski Yunan Her medeniyetin, sıkıntıya düştüğünde dönüş yapmayı hayal ettiği geçmiş bir mutlu dönemi (Altın Çağı) mutlaka vardır. Batı medeniyeti bakımından bu eski mutlu dönem Eski/Antik Yunan medeniyetinin Klasik Yunan dönemidir. MÖ 5. Yüzyıl Eski Yunan’ın altın çağını oluşturmaktadır. Günümüze ulaşanlar ise genellikle İslam düşünürlerinin aracılık ettiği ikinci ve üçüncü elden aktarmalardır. Sokrat öncesinde üç önemli filozofun adını ve görüşlerini ele almak uygun olur. Pythagoras, sayıları inceleyen bir düşünürdür. Bazı iktisatçılar onun ahenk/uyum/harmoni fikrinin, günümüz iktisadi analizlerinde kullanılan denge kavramının temeli olduğunu ileri sürmektedir. Heraclitus’un geliştirdiği rekabet/çekişme/çatışma kavramının, bir yandan daha sonra arz ve talep güçleri tarafından kendi kendini dengeleyen piyasa kavramına, öte yandan da Hegel’in diyalektik düşünce sistemine ve Karl Marx’ın sınıf çatışması kavramına kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Democritus’un önemli sayabileceğimiz katkılarından birisi de faydanın/değerin sübjektif olduğunu ve insandan insana değiştiğini ileri sürmesidir. 1.4.1 Eflatun’un İktisadi Düşüncesi Eflatun’un üzerinde durduğu konuların başında adalet kavramı gelir. İnsanlar doğuştan eşit yaratılmamış, fiziki, akli ve ruhi özelliklerine göre altın, gümüş ve tunç olmak üzere başlıca üç ırka bölünerek yaratılmışlardır. Üstünlük altından gümüşe ve gümüşten tunca doğru azalmaktadır. Eğer insanlar durumlarını kabullenip, fizik, akıl ve ruh özelliklerine uygun işlerde görevlendirilirse adalet yerini bulmuş olur. Eflatun’a göre toplum en üstten en alta doğru filozoflar, askerler ve üreticiler üretir. Eflatun’a göre ya filozoflar asker olmalı veya askerler filozof olmalıdır. Yönetici sınıfın, zamanlarının yönetim işine ayırabilmeleri için, geçim dertlerinin bulunmaması gerekir. Yönetici sınıf için özel mülkiyet duygusunun ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve yerine ortak mülkiyetin konması gerekir. Eflatun şehir devletlerinin çıkarları ile bireyin çıkarlarını bütünleştirmek amacıyla, devlet için iyi olanın birey için de iyi olacağı sonucuna varmıştır. 1.4.2 Aristo’nun İktisadi Düşüncesi Eflatun’un öğrencisi olan Aristo’nun, bütün bilim dalları için geliştirdiği analitik bakış açısı iktisat bilimi tarafından benimsenmiştir. Ona göre bireyin incelenmesi etik, ailenin incelenmesi ev ekonomisi ve şehir devletinin incelenmesi de siyaset biliminin konusudur. Eflatun’un özellikle yönetici sınıf için ortak mülkiyet teklif etmesine karşılık, Aristo özel mülkiyet taraftarıdır. Özel mülkiyetin sınırlandırılmasına da karşıdır. Aristo da tıpkı hocası Eflatun gibi, ticareti doğal olmayan bir faaliyet olarak görmekte fakat sınırlı bir ticarete izin vermektedir. Yine paranın bir değişim aracı olduğunu kabul etmekte ve paranın faiz doğurmasını kabul etmemektedir. 1.4.3 Eflatun ile Aristo’nun İktisadi Düşüncelerinin Karşılaştırılması 1. Her iki düşünürün de temel hareket noktası, Eski Yunan şehir devletinde ideal devletin tesisi ve yönetilmesi ile ilgili ilkelerin araştırılmasıdır. 2. Her iki düşünür de tarımsal üretimin kölelerce, zanaat ve ticaretin de yerleşik yabancılarca yürütülmesini onaylamışlardır. 3. Her iki düşünür de insanların eşit yaratılmadığını söylemektedir. 4. Her iki düşünür de ticareti önemli bulmamış, paradan para kazanılmasını doğal görmemiştir. 5. Eflatun yönetenlerin özel mülkiyetine karşı çıkmış ancak Aristo hem yönetenler hem de yönetilenler için özel mülkiyete onay vermiştir. 6. Eflatun’un iktisadi düşüncesi daha toplumcu iken, Aristo’nunki daha bireycidir. 7. Eflatun’un ideal devleti esas alan genel felsefesi içinde iktisat dağınık bir durumdayken, Aristo aileye özel bir yer vererek iktisat biliminin adının doğmasına yol açmıştır. 8. Her iki düşünür de paranın mübadele aracı olduğuna inanmakta ve faize karşı çıkmaktadır. 1.4.4 Stoa Felsefesi Zeno (MÖ 336-264) tarafından kurulan Stoa felsefesi, doğal hukuk kavramını geliştirmiştir. Buna göre ancak doğal hukuka uygun olan yasalar ömür sürebilir. 2. Roma İktisadi Düşüncesi MÖ 8. Yüzyılda kurulan Roma şehri gelişerek, MÖ 509’da Roma Cumhuriyeti’ne, MÖ 44’te de Roma İmparatorluğu’na dönüştü. Batı Roma 476 yılında, Doğu Roma ise 1453’te sona ermiştir. 2.2. Özet Olarak Roma İktisadi Düşüncesi Romalılar, Aristo’dan öğrendikleri özel mülkiyet ve Zeno’dan öğrendikleri doğal hukuk üzerine kafa yormuşlardır. Roma’nın iktisadi düşünceye en büyük katkıları, bireysel hakları, bireysel özgürlükleri ve özel mülkiyeti ön plana çıkaran hukuki düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler modern iktisadın en temel karar birimlerinden biri olan bireyi iktisadi bir aktör haline getirmiştir. Faiz konusunda yasalar çıkarılmışsa da, yasaların uygulanmasında güçlükler yaşanınca faizi düzenleyen yasalar çıkarılmıştır. Kısaca Roma iktisadi düşüncesi Eski Yunan’ın iktisadi düşüncesinin yetersiz bir kopyasından ibarettir. 3. Batı Dünyasındaki Büyük Boşluk 3.1. Büyük Boşluk Joseph Schumpeter, Batı Roma imparatorluğunun yıkıldığı 476 yılı ile 13. Yüzyıl arasında iktisadi düşünce bakımından önemli bir gelişme olmadığını söylemiş ve bu döneme Büyük Boşluk adını vermiştir. 3.2. İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri Batılıların Büyük Boşluk adını verdiği zaman aralığı, İslam dünyasının bilimin bütün dalarında en kapsamlı katkıları yaptıkları döneme karşılık gelmektedir. Batılıların bu durumu kabullenmeleri imkansız derecede zor olduğu için, İslam düşüncesinin Batı düşüncesi üzerindeki etkilerini görmezden gelme eğilimi olduğu söylenebilir.Müslüman bilim adamlarının Arapça olarak yazdıkları eserler, İspanya’daki Yahudi tercümanlar aracılığıyla Latinceye çevrilmiş ve Batı dünyasına tanıtılmıştır. MERKANTİLİZM 1. Merkantilizmin Tarihi Arka Planı 1500’lü yıllardan önce, Avrupa’da hüküm süren Feodalizmin kendi kendine yeterliliği esas alan dünyası, yavaş yavaş Merkantilizme doğru dönüşmeye başlamıştır.Orta Çağda şehir devletleri önem kazanmış, ticaret hem ülke arasında hem de ülkeler arasında gelişmiştir.Denizciliğin kısmen önem kazanması ve büyük coğrafi keşiflerin yapılması ticaret alanını genişletmiştir.Feodal kavramları arka plana iten, milliyetçiliği teşvik eden, tüccarlara önem veren bu doktrine, kapsayıcı bir başlık olarak Merkantilizm adı verilir. 2. Merkantilizmin Temel İlkeleri Merkantilizmin belli başlı ilkeleri şöyle sıralanabilir: 1.Altın ve gümüş gibi kıymetli metaller, en arzu edilir servet şeklidir: Merkantilistler, bir milletin servetini o milletin sahip olduğu altın ve gümüş metallerin oluşturduğuna inanırlar. 2.Milliyetçilik: Merkantilist milliyetçilik, doğal olarak askeri hakimiyet ve yayılmacılığa yol açar. Güçlü donanma ve güçlü ticaret filosu merkantilizmin olmazsa olmazıdır. 3. Ülkede üretilmeyen hammaddelerin ithalatından gümrük vergisi alınmaması, yerli olarak üretilebilen mamul ve hammaddelerin gümrük duvarları ile korunması, hammadde ihracatının kısıtlanması: İhraç etmeye isteklilik ve ithal etmekten kaçınmaya mal korkusu adı verilir. Tüccarın çıkarı, yerli tüketicinin çıkarından daha üstün görülmektedir. İthalat kısıtlamaları ülkeye tüketim mallarının girişini azaltıp, altın çıkışını engellerken, tüccarlar ihracat karşılığında ülkeye altın girişi sağlamaktadır. 4.Sömürgeleştirme ve sömürge ticaretinin tekelleşmesi: Tüccar kapitalistler sömürgeleri benimsiyor, sömürgelerin anavatana bağımlı ve anavatanının hizmetinde olmasını arzu ediyordu. Sömürgelerde imalat yapılması ve ihracat engellenmiştir. Bunun nedeni sömürgelerin anavatan için ucuz hammadde kaynağı ve İngiliz imalat sanayi ürünlerinin ithalatçısı olarak kalmalarını sağlamaktı. 5.Mal hareketlerine yönelik geçiş ücretleri, vergiler ve diğer kısıtlamalara muhalefet: Merkantilistler serbest iç ticareti hiçbir zaman benimsememişler ve karşı durmuşlardır. Merkantilistler kendilerine tanınan tekelci hakları ve özel ticari ayrıcalıkları, mümkün olan her ortamda tercih etmişlerdir. 6.Güçlü merkezi hükümetler: Merkantilist amaçları gerçekleştirebilmek için, güçlü merkezi hükümetlere ihtiyaç duyulmaktadır. Hükümet, dış ticaretle uğraşan firmalara tekel ayrıcalıkları tanımaktadır. 7. Kalabalık ve çalışkan nüfus: Merkantilizme göre, büyük ve çalışkan nüfus, sadece zaferler ve ulusun serveti için savaşmaya hazır kalabalık bir asker ve denizci kitlesi temin etmekle kalmaz fakat aynı zamanda işgücü arzını yüksek ve dolayısıyla ücreti de düşük tutar. 3. Merkantilizm ve İktisadi Düşünce Bazı tarihçilere göre, merkantilizm en iyi şekilde iktisadi rant kollama davranışı ile açıklanabilir. Rant kollama davranışı, en basit anlatımıyla, özel birey/firma/parti/taraflarca yürütülen ve hükümeti etkileyerek kendi çıkarlarına uygun yasalar ve düzenlemeler çıkartmak suretiyle karlarını arttırma teşebbüsüdür. Merkantilistler, ülkeye kıymetli metal girişinin vergi toplamayı kolaylaştırdığının farkındaydılar. Uluslararası ticaretin önemine vurgu yapmak suretiyle, iktisada uzun soluklu bir katkı da yapmışlardır. Bu bağlamda ödemeler bilançosu kavramını da geliştirmişlerdir. İktisat bilimine doğrudan katkı yapmamış olmakla birlikte, dolaylı olarak iktisada ve iktisadi büyümeye katkı yaptıkları söylenebilir. Bu katkıları şöyle sıralayabiliriz: 1. Merkantilistler, devlet tarafından yönlendirildiği takdirde, tüccarların sadece kendilerini değil kralı ve krallığı da zenginleştireceğini öne sürerek, tüccarlara saygınlık ve önem kazandırmıştır. 2. Merkantilizm, merkezi hükümeti teşvik etmek suretiyle iktisada dolaylı bir katkı yapmıştır. 3. Bugünkü modern çok ortakları şirketlerin ilklerini kurarak, yeni ürünleri piyasaya sürerek ve sermaye yatırımlarının artması için teşvikler getirerek Avrupa’nın iktisadi organizasyonundaki dönüşüme yardımcı olmuşlardır. 4. Merkantilizm, iç pazarları genişleterek, tek tip yasalar ve vergi kanunları çıkartarak iktisadi büyümeye kalıcı bir katkı yapmışlardır. 4. Bazı Merkantilist Düşünürler 4.1. Mun Mun ödemeler bilançosu kavramını geliştirdi ve dış ticaret dengesinin bütünü ile ilgilendi. Ödemeler bilançosuna ithalat ve ihracatın yanında, gemilerin taşıma ücretleri, yabancı verilen hediye ve rüşvetler, faiz ödemeleri gibi görünmeyen kalemleri de ekledi. 4.2 Malynes Ülkedeki para hacminin artmasının fiyatları ve karları yükselteceği ve itcareti özendireceği fikri Malynes’e aittir. 4.3 Colbert Jean Baptiste Colbert, Merkantilizmin kalbini ve ruhunu temsil eder ve fikirleri Fransa’da Colbertizm olarak anılır. Bir militarist olan Colbert’e göre, büyük hedefler için dört faktör önemlidir: tarım, ticaret, ordu ve bahriye. Colbert’e göre bir millet ancak diğer milletler kaybederse zengin olabilir.Çünkü gerek dünyadaki toplam ticaret hacmi, gerekse ticaretteki mamul mal üretimi sabittir. 4.4 Petty Sir William Petty klasik iktisadın gelişini müjdeleyen bazı yeni fikirler ortaya atan bir Merkantilist düşünürdür. 4.4.1 Petty’nin Merkantilist Görüşleri Petty serbest dış ticarete pek çok merkantilist düşünürden daha fazla ağırlık verdi. Bunun sebebi kısmen serbest dış ticaretin o anda hüküm sürmekte olan kaçakçılığı önleyeceğine inanmasıydı. Diğer merkantilistlerin yaptığı gibi Petty, kalabalık nüfustan yana oldu.Petty görüşünü, kalabalık nüfusu yönetmenin birim maliyetini düşürecek olan hükümete artan getiriler kavramı üzerine oturttu. Petty’e göre, kelle vergisi vergiyi temin etmek amacıyla, insanları daha fazla çalışmaya teşvik eder, çocuklarını kapasitelerine göre en karlı işlerde istihdam etmelerine yol açar. Petty işsizlerin devlet tarafından çeşitli işlerde istihdam edilmesinin doğru olacağını düşünmektedir. Bu önerisiyle yapısal ve konjonktürel işsizliği önlemek amacıyla kamu harcamalarını öneren Keynes gibi modern iktisatçıların öncülüğünü yapmaktadır. FİZYOKRASİ 1. Fizyokrasi Okulunun Tarihi Arka Planı Fizyokrasi doğal düzen anlamına gelir. Fizyokrasi okulunun mensuplarına fizyokratlar denmektedir. İktisadi düşünceler tarihinde, kendilerine okul denilmesini hak eden ilk düşünce Fizyokrasidir.Fizyokrasi okulu tarımsal kapitalizmin sözcülüğünü yapmıştır. Merkantilizm döneminde Colbert’in Fransa’yı sanayileştirmek için aldığı koruyucu tedbirler, dış ticarete getirdiği engeller, sanayi sektörüne verilen aşırı önem, aslında bir tarım ülkesi olan Fransa’da çiftçilerin ihmal edilmesine yol açtı. Fransa hükümetleri ve kamu otoriteleri, şehir merkezlerindeki tahıl ticaretini inanılmaz bir bürokrasiye ve kurallara boğmuşlardır. Tüccar birlikleri şehir merkezindeki ticareti kontrol ederken, zanaatkar birlikleri şehrin atölyelerindeki üretim ve pazarlama yöntemlerini belirlemekteydi. Bu birliklerin yapıları, şehirlerin veya feodal lordların otoritelerinin merkezi hükümete geçmesiyle birlikte değişmiştir. 2. Fizyokrasi Okulunun Temel İlkeleri Fizyokrasi okulunun temel ilkeleri şunlardır: 1. Doğal Düzen: Fizyokrasi doğanın düzeni anlamına gelir.Bu inanca göre doğanın kanunları, nasıl ki Newton’a göre fiziki dünyayı yönetmektedir, tıpkı onun gibi insan topluluklarını da yönetir.Bu nedenle tüm insan faaliyetleri, bu doğal kanunlarla uyumlu hale getirilmelidir. 2. Laissez-Faire: Bu ibare uygulamada, ‘’bırakın insanlar devlet müdahalesi olmadan istediklerini yapsınlar’’ anlamına gelmektedir. Devlet, hayatın ve mülkiyetin korunması ve sözleşme hürriyetinin sağlanması için lazım olan minimum gerekler dışında, iktisadi işlere karışmamalıdır. 3. Tarımın Önemine Vurgu: Fizyokratlara göre ekonomide sadece tarım ve madencilik steril değildir, yani artı değer üretir. 4. Toprak Sahiplerinin Vergilendirilmesi: Toprak kiracıları ile zanaatkarlar üzerine konan bütün vergiler kaldırılmalı ve toprak sahibine yüklenmelidir. Toprak sahibi vergilendirilirken, dolaylı değil doğrudan vergi uygulanmalıdır. 5. Ekonominin Bağımlılığı: Fizyokratlara göre bağımlılık, üretim sürecinde sektörlerin birbirlerinden hammadde, ara mal ve mamul mal almaları ve birbirlerine hammadde, ara mal ve mamul mal vermeleri sürecidir. 3. Fizyokrasi Okulu ve İktisadi Düşünce Fizyokrasi okulu, Fransa’da köylülerin ve özellikle toprak kiracısı tarımsal kapitalistlerin çıkarlarının sözcülüğünü yapmıştır. Fizyokratlar bu bağlamda, özellikle ücretli tarım işçisi ve ileri teknoloji kullanan kapitalist tarımcılık ile ilgilenmişlerdir. Fizyokratlar, toprağa sahip olma ve rant elde etme haklarını tanıyarak ve doğru bir şekilde tanımlayarak aslında aristokrasinin statüsünü sağlamlaştırmaya ve bu şekilde gönlünü almaya gayret etmişlerdir. Fizyokratlar laissez- faire’i teşvik etmek için, kapitalist iktisadi büyümenin önündeki engellere itiraz etmişlerdir. Bu nedenle servetin kaynağı olarak değişimi değil üretimi ön plana almışlardır. Fizyokratlar, Fransız iktisadi kalkınmasında kapitalist tarımcıları anahtar figür olarak öne almıştır. Bu tavır iki bakımdan hatalı idi: 1.Birinci olarak, zaman içinde tarımın nispi öneminin azalması, ülkenin iktisadi kalkınmasında kapitalist tarımcıları değil, sanayiciler ve işçileri en önemli iki figür olarak öne çıkardı. 2. İkinci olarak, Büyük toprak işletmeciliği değil küçük toprak işletmeciliği Fransa’nın tipik müteşebbis tarzıydı. Toprak aristokrasisi sistemi sürerse, tek vergi toprak sahiplerinin lüks tüketim harcamalarını kısacaktı. 4. Quesnay’ın İktisadi Düşüncesi 4.1. Quesnay’in Hayatı François Quesnay, bir toprak sahibinin oğlu olup Fizyokrasi okulunun kurucusu ve önderidir. Doktor olarak eğitim gören Quesnay, 1750 yılında Gournay ile tanıştı ve tıptan ziyade iktisat ile ilgilenmeye başladı. Quesnay’in Fransa kralı için 1758’de hazırladığı ve 1766’da tekrar gözden geçirerek düzelttiği Ekonomik Tablo, ideal bir serbest rekabet ekonomisinde malların ve paranın mevsimsel dolanımını tasvir eder.Quesnay tarafından geliştirilen Ekonomik Tablo, Fizyokrasi okulunun malların ve paranın devresel döngüsü ile ilgili görüşlerini açıklayan ve iktisat biliminin kurduğu ilk modeldir. 4.2. Ekonomik Tablo Ekonomik tablo, servetin kaynağını oluşturan iktisadi artığın doğuşunu, toplumun çeşitli sınıfları arasında dolaşımını inceleyen, soyutlama ve model kurmaya dayanan ilk analitik çalışmadır. İktisat Biliminin gördüğü ilk model Ekonomik Tablo’dur. 4.2.1. Ekonomik Tablo’nun Varsayımları 1.Toplum 3 sınıftan oluşmaktadır: toprak sahipleri, tarımsal kiracılar ve kısır sınıflar 2.Ekonomide net sermaye birikimi yoktur.Bu durumda yapılan tasarruflar, ancak mevcut sermaye kapasitesinin kendini muhafaza etmesine yardım etmektedir. 3. Ekonomide özel mülkiyet ve ücretli işçi bulunmamaktadır. 4. Ekonomide dış ticaret yoktur, ekonomi dışa kapalıdır. 5. Ekonomik Tablo 1 yıllık bir zaman dönemini kapsamaktadır. 5. Turgot’un İktisadi Düşüncesi 5.1. Turgot’un Hayatı Jacques Turgot, Fransa’da devlete resmi idareci sağlayan, toprak aristokrasisine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Her ne kadar din adamı olarak yetiştirildi ise de sonra kamuda adli ve idari hizmette görev aldı.Maliye Bakanlığı görevinde, Fizyokratik fikirlerle uyumlu anti-feodal ve anti-merkantilist fikirleri uygulamaya sokmuştur.Kamu harcamalarını önemli ölçüde kısmıştır.Turgot’un yasal düzenlemeleri ve planları, her tür halk kesiminden kararlı bir muhalefetin doğmasına yol açtı. 5.2 Tek Vergi ve Azalan Verimler Yasası Diğer Fizyokratlar gibi, Turgot da aydınlanmış mutlakiyetçiliğe, yani bilimle donanmış kraliyet idaresine inanıyordu ve bütün reformları yapacak merci olarak kralı görüyurdu.1766 yılında yazdığı Servetin Oluşumu ve Dağılımı Üzerine Görüşler adlı eserinde Turgot, işçiler arasındaki rekabetin ücretleri minimum geçimlik seviyeye düşüreceğini öngören bir ücret teorisi geliştirmiştir. Serbest ticaret yanlısı olan Turgot’un iktisat teorisine en büyük katkısı ,azalan verimler kanunu doğru bir şekilde ortaya koymuş olmasıdır. KLASİK İKTİSAT: ÖNCÜLER Klasik okul, Adam Smith’in 1776 yılında Milletlerin Serveti adlı eserini yayınlaması ile başlar, W.Stanley Jevons ve Carl Menger’in Neoklasik okulun temellerini atan çalışmalarını yayınladıkları 1871 yılında sona erer. 1.1. Klasik Okulun Tarihi Arka Planı Klasik iktisadi düşünce, biri daha önce gerçekleşip olgunlaşmış, diğeri henüz başlamak üzere iki devrimden etkilenmiştir. Bunlar bilimsel devrim ve sanayi devrimidir. 1.1.1 Bilimsel Devrim Newton’un evrensel çekim yasasını bularak gerçekleştirdiği bilimsel devrimin mutlaka belirtilmesi gereken üç önemli yönü vardır: 1. Bilim, deneysel kanıtlara dayanır. 2. Evren doğal yasalar tarafından yönetilir. 3. Evren statiktir. Uzay, zaman ve madde birbirinden bağımsızdır. Hiçbir şey zaman içinde değişmez. Evrendeki hareket ve ilişkiler tekrarlar şeklinde sürer gider. Bu fikirler kendi zamanı içinde devrimci görüşlerdi.Avrupa’da insanlar artık, faizin günah olduğu gibi eski fikirleri sorgulamaksızın kabul etmiyorlardı.İnsanların kendi kişisel çıkarlarını izlemede serbest bırakılmalarını öngören doğal öz çıkar yasası, toplumun tamamının çıkarınaydı. 1.1.2 Sanayi Devrimi Hem klasik iktisat hem de sanayi devrimi ilk olarak İngiltere’de gelişmiştir. Smith ve çağdaşları sanayi devriminin başlangıç aşamasında yazmaya başladıkları için, bu devrimin önemini yeteri kadar anlayamadılar ve gelişmelerin yönünün nerelere gideceğini hakkıyla kavrayamadılar. Sanayinin bu denli büyümesi, o devrin düşüncesindeki iktisadi hayatın sınai yönüne ağırlık verilmesini sağladı. Özellikle İngiltere serbest dış ticaretten büyük kazançlar sağlamıştır. Güçlenen İngiliz girişimcisi, artık devlet sübvansiyonlara, tekel imtiyazlarına ve gümrük duvarlarına ihtiyaç duymuyordu. Bu arada serbest, mobil, ucuz ve çalışkan bir işgücü sınıfı ortaya çıktı. Böylece şehir merkezlerinde büyük sanayi işçileri yığını oluştu. Ucuz işgücünün bulunduğu bir ortamda, iş adamlarını bırakınız yapsınlar felsefesinin avantajlarına ikna etmek çok daha kolaylaşmıştı. 1.2 Klasik Okulun Temel İlkeleri 1. Minimum Devlet Müdahalesi: Klasik iktisat okulunun ilk prensibi ekonomiye devletin minimum seviyede müdahale etmesidir. Devlet faaliyetleri mülkiyet haklarının korunması, milli savunma ve kamu eğitimi alanlarıyla sınırlandırılmalıdır. Bu ilke laissezfaire ilkesi olarak ta kabul edilebilir. 2. Kişisel Çıkara Dayalı İktisadi Davranışlar: Klasik iktisatçılar, kişisel çıkara dayalı iktisadi davranışların, insan doğasının temeli olduğunu varsaymışlardır. 3. Çıkarlar Arasında Uyum: Bireyler kendi çıkarlarının peşinde koşarken, toplumun tamamının çıkarlarına hizmet ederler. 4. Uzun Dönem: Klasik iktisatçılar analizlerini uzun döneme dayandırmışlardır. Klasik iktisadın büyüme üzerine odaklandığını söyleyebiliriz. 5. Paranın Yansızlığı: Klasiklere göre para yansızdır ve önemsizdir. Paranın yansız olup, reel değişkenleri etkileyememesine klasik dikotomi ilkesi denir. 6. Bütün İktisadi Kaynakların ve İktisadi Faaliyetlerin Önemi: Merkantilistler servetin ticaretten, fizyokratlar toprak ve tarımdan elde edildiğini kabul etmekteydiler. Klasiklere göre servet her tür üretimden sağlanmaktadır. 7. İktisadi Yasalar: Klasiklere göre iktisat yasaları, tıpkı fizik yasaları gibi, evrensel ve değişmezdir. 2. Klasik İktisat Okulu ve İktisadi Düşünce Klasik iktisatçılar, Merkantilistleri ve Fizyokratları elimine ederek, çağlarındaki ekonomi dünyasının en sağlıklı analizin yaptılar ve bir sosyal bilim dalı olarak modern iktisadın temellerini attılar. İktisat bilimine verdikleri katkılara, azalan verimler yasası, karşılaştırmalı üstünlükler teorisi, tüketici hakimiyeti kavramı, sermaye birikiminin iktisadi büyüme için önemi ,bireysel çıkarları toplumun çıkarları ile uyumlaştıran bir mekanizma olarak tam rekabet piyasası örnek gösterilebilir. Kamu politikası olarak laissez-fairenin yetersizliği yanında, Klasik iktisadın muğlak, eksik ve yanlış iktisadi analiz sonuçları da bulunmaktadır. Örneğin: -Klasik iktisatçıların, ekonomi gelişirken, toprak rantının yükselmesinin karları azaltacağı ve iktisadi büyümeyi engelleyeceği yönündeki tahminleri, hayat tarafından doğrulanmamıştır. Çünkü Klasikler, teknolojik gelişme ile artan verimliliğin ücretleri arttıracağını öngörememişlerdir. -Klasik iktisatçıların bazıları tarafından geliştirilen Klasik emek-değer teorisi, ürün değerinin tespitinde fayda ve talebin rolünü ihmal etmiştir. KLASİK İKTİSAT: SMITH 1. Smith’in Hayatı Adam Smith (1723-1790) İskoçya’da doğdu.Önce Glasgow College’da eğitimine başladı, sonra Oxford Üniversitesi bünyesinde yer alan Balliol College’da ahlaki ve siyasi bilimler ile dil bilimleri eğitimi aldı.Özel hocalık dönemlerinde Smith, Fransa’ya gitti ve Quesnay ve Turgot gibi fizyokrat düşünürlerle yakın ilişkiler kurdu. 1776 yılında yazmaya başladığı ve on yılını alan, Milletlerin Servetinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Araştırma (kısaca Milletlerin Serveti) adlı eserini yayınladı. Adam Smith fizyokrat düşünürlerden, 1.Servetin, toplumun emeğiyle bir yıllık bir dönemde yeniden üretilebilen tüketilebilir mallardan oluştuğu fikrini , 2. Ekonomiye minimum devlet müdahalesi görüşünü, 3. Üretim ve dağıtımın devresel döngüsü kavramını almıştır. 2. Klasik İktisat, Merkantilizm ve Fizyokrasi Klasik okul 1776 yılında Adam Smith’in Milletlerin Serveti adlı eseri yayınlaması ile başlar, Neoklasik okulun temellerinin atıldığı 1871 yılında sona erdiğine göre, yaklaşık yüz yıl boyunca Avrupa iktisadi düşüncesine hakim olmuştur. Bu yüzyılda İngiltere dünyanın en güçlü ülkesi konumundadır. Bu nedenle Klasik iktisadın sanayi devrimini gerçekleştiren İngiltere’nin milli çıkarlarını temsil eden bir doktrin olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Merkantilizm ticari kapitalizmi temsil etmekte olup, iktisadi artı değerin kaynağı ödemeler bilançosu fazlası ile elde edilen altın ve gümüş gibi kıymetli metaller, fizyokrasi zirai kapitalizmi temsil etmekte olup, iktisadi artı değerin kaynağı tarımsal üretim, klasikler sınai kapitalizmi temsil etmekte olup, iktisadi artı değerin kaynağı sanayi üretimi başta olmak üzere her türlü üretimdir. Klasik iktisat, Ricardo hariç, inceleme alanı olarak iktisadi artığı ve iktisadi artığın arttırılmasını yani iktisadi büyümeyi kendisine inceleme aracı olarak seçmiştir.Ricardo’nun ilgi alanı büyüme değil bölüşümdür.Klasik iktisadın kurucusu olan Smith’in çevresi, İskoç Aydınlanmasını destekleyen kimselerden oluşuyordu.İskoç Aydınlanmasına göre fiziki evreni düzenleyen doğal evrensel yasalar varsa,iktisadi evreni düzenleyen doğal evrensel yasalar da vardır. Klasik iktisatçılar kendilerinden önceki siyaset teoricileri gibi, doğal düzeni idealize etmeye yatkındılar. Doğal düzen kavramı klasik iktisatçıların elinde, Merkantilist devlet düzenlemelerine ve korumacılığa saldırmada kullanılan etkin bir silaha dönüşmüştür. 3. Smith ve Klasik İktisadi Analizin Çerçevesi 3.1 İşbölümü ve Emek-Değer Teorisi İktisadi düşünceler tarihinde sıkla karşılaşılan durumlardan birisi, eski fikirlere karşı çıkmaya hazırlanan bir düşünürün önce karşı çıkacağı fikirleri gruplandırarak onlara bir isim takmasıdır ki bu isimlendirme çoğu zaman gerçeği yansıtmayabilir. 17. yüzyılın tamamında ve 18 yüzyıl başlarında Avrupa’da geçerli olan dış ticaretteki korumacı fikirleri savunanlar kendilerine Merkantilist, sistemlerine de Merkantilizm adını vermemişlerdir. Bu sisteme Merkantilizm adını koyan Smith’dir.Smith’in Merkantilistler hakkındaki bu haksız ve aşağılayıcı isimlendirmesi, 1936 yılında kendi fikirlerinin Keynes tarafından haksız ve küçümseyici isimlendirmeye uğramasına yol açmıştır. 3.1.1 İşbölümü Smith, Ulusların Zenginliği kitabına işbölümü ve işbölümünün sonuçlarını inceleyerek başlar. İşbölümü ile, Smtih’e göre emeğin üretici güçlerindeki en büyük gelişme meydana gelir. İğnecilik sanatından örnek verir: “İşbölümü ile ayrı bir zanaat haline gelen yetişmemiş; (icadına belki, aynı işbölümünün sebep olduğu) o işte kullanılan aletlerin nasıl kullanıldığını bilmeyen bir işçi, son kertesine dek çalışmakla, günde belki bir iğneyi güç yapar; yirmi iğneyi ise hiç yapamaz. Ama şimdiki yapılış şekliyle bu iş, başlı başına zanaat olduktan başka, çoğu yine ayrı birer iş olan, bir sürü kollara ayrılmıştır. İşçinin biri teli çekip gerer; bir başkası bunu düzeltir; bir üçüncüsü keser; bir dördüncüsü ucunu sivriltir; bir beşincisi baş geçebilmesi için tepesini ezer. Önem taşıyan iğne yapma işi, böylece on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. İşbölümü her sanata ne denli sokulabilirse, emeğin üretici güçlerini o oranda artırmaktadır. Bu fayda üstünlüğü dolayısıyla da çeşitli zanaatlarda çeşitli işler birbirinden ayrılır. Bu ayrılma ise, genel olarak, çalışma ve gelişmenin en yüksek kertesinden yararlanan ülkelerde en ileri götürülmüş bulunmaktadır. Daha ileri ülkede, bir adamın işi, birden çok adamın işi olur. İşbölümü sonucunda aynı sayıda adamın, iş miktarında sağlayabildiği bu büyük artış, üç ayrı nedenden; birincisi, teker teker her işçide el yatkınlığının artmasından; ikincisi, çokluk bir çeşit işten ötekine geçerken yitirilen vaktin tasarruf edilmesinden; sonuncu olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltan, bir adama birçoklarının işini yapabilmek olanağını veren çok sayıda makinenin icat edilmiş olmasından ileri gelir. Aynı zamanda topluluk geliştikçe işbölümünün etkisi faaliyet olarak da çokça görülür. Topluluk geliştikçe, bilimsel faaliyetler apayrı bir sınıfın özel uğraşı olur. Böylece işbölümü bilimde de mahareti artırır; zaman da kazandırır. Uzmanlaşma olur. Başarılı işin miktarı artar ve bilgi miktarı çoğalır. Mübadele için üretim yapan bir ekonomide, ulaştırma ve haberleşme teknolojileri ve serbest ticaret tarafından belirlenen piyasa büyüklüğü işbölümüne yol açmakta, işbölümü verimli emek harcamak suretiyle milletin zenginliğini arttırmaktadır. 3.1.2. Emek-Değer Teorisi Smith’in üzerinde çalıştığı konulardan birisi de değer teorisidir.Smith değer teorisini oluştururken, kullanım değeri ile mübadele değeri ayrımından yararlanmamıştır.Smith’e göre bir malın fiyatı ile o malın değeri birbirinden farklı şeylerdir.Fiyat, zaman içinde dalgalandığı,değiştiği halde, değer zaman içinde değişmeyen sabit bir ölçü olmalıdır.Smith ekonomik süreci iki kısma ayırmıştır: 1. Sermaye birikimi ve özel mülkiyetin bulunmadığı ilkel ve vahşi toplum dönemi 2. Sermaye birikiminin ve özel mülkiyetin bulunduğu sanayi kapitalizmi dönemi Smith’e göre, sermaye birikimi ve özel mülkiyetin olmadığı ilkel ve vahşi toplum döneminde, değeri belirleyen biricik faktör ihtiva edilen emek idi.İlkel ve vahşi toplum döneminde sermaye birikimi ve özel mülkiyet bulunmadığı için, herkes ihtiyaçlarını kendi emeği ile sağlamak zorundaydı.Değerin tamamen emek tarafından üretildiğini ileri süren görüşe emek-değer teorisi denir. Smith’e göre sanayi kapitalizmi, toprak ve sermaye sahiplerinin ücret fonu aracılığıyla emeğe kumanda ettikleri bir sistemdir. Emeğe kumanda etmenin mümkün olduğu bir sistemde artık değeri yaratan biricik faktör emek değildir.Sermaye birikiminin ve özel mülkiyetin bulunduğu sanayi kapitalizmi döneminde emek, sermaye, toprak tarafından toplu olarak yaratılmaktadır. Smith, geliştirmiş olduğu emek-değer teorisi ile Ricardo’nun ve Marx’ın değerle ilgili analizlerine öncülük etmiştir. Bu teori zamanla değişerek, bütün dünyayı etkileyen ve iki kutuplu bir dünyaya, soğuk savaş dönemine ve iç savaşlara yol açan sonuçlar doğurmuştur. Sanayi kapitalizmini savunan Smith ve Ricardo gibi düşünürler tarafından geliştirilen, fakat Marx tarafından sanayi kapitalizmini yıkacak bir silaha dönüşen emek-değer teorisi, klasik iktisadın en büyük paradokslarından biridir. 3.2 Klasik Bölüşümün Esasları Smith’e göre üretilen hasıla; emek, sermaye ve toprak arasında bölüşülür. Günümüzde bu bölüşüme fonksiyonel gelir bölüşümü adı verilmektedir. Smith’in bölüşüm teorisi, üretim faktörlerini oluşturan emek ,sermaye ve toprak sahipleri arasında bir çıkar uyumunun bulunduğunu ileri sürmektedir.Klasik iktisatçılardan Ricardo, ilerde göreceğimiz gibi, üretim faktörleri arasında bir çıkar çatışması bulunduğunu söyleyerek, bölüşüm teorisinde Smith’den ayrı bir yol izleyecektir. 3.2.1 Emek ve Ücretler Smith’e göre emek faktörü ücret ile geçinen bir sınıfı temsil etmektedir. Ücretler ikiye ayrılır: Doğal ücret ve cari ücret. Doğal ücret bir işçinin hayatta kalabilmesi için gerekli olan asgari (en az ücreti) göstermektedir. Cari ücret ise herhangi bir anda işçiye ödenen ücrettir. Eğer cari ücret doğal ücretten büyük ise, işçinin eline geçen ücret asgari ücretten fazla olacağı için, işçinin gelir seviyesi yükselir. İşçi evlenip çocuk yapabilir. Bu durumda nüfus artar. Bu nedenle Smith’e göre, işçilerin nüfusu alacakları ücret tarafından belirlenmektedir. Eğer cari ücret doğal ücrete eşitse, işçi ancak asgari ücret aldığı için gelir seviyesinde bir değişme olmaz.Bu durumda nüfus artışı sabit kalır.Eğer cari ücret doğal ücretten düşük ise, işçinin eline geçen ücret doğal ücretin de altında bulunacağı için, işçi hayatını sürdüremez ve nüfus azalır.Darwin tarafından geliştirilen doğal ayıklama teorisi, sadece güçlü olanların yaşama hakkına sahip olduğunu ileri süren ırkçı bir Avrupa düşüncesidir. 3.2.2 Sermaye ve Karlar Toplam hasılanın üretiminde yer alan ikinci faktör olan sermayenin kar imkanları, bir taraftan işçi ücretlerinin seviyesine, öte yandan da sermaye sahipleri tarafından belirlenecektir. 1. Ücret Seviyesi: Smith’e göre, üretim faktörlerinin çıkarları arasında bir uyum varsa, ücret artışı karları düşürür. Sermaye sahipleri işçilerine ne kadar fazla ödeme yaparsa, karlarının o ölçüde azalacağı açıktır. 2. Sermaye Sahipleri Arasındaki Rekabet: Sermaye sahipleri bir taraftan sermayelerini arttırır ve yeryüzünde daha karlı yeni yatırım alanları ararken, diğer yandan diğer sermaye sahiplerinin sıkı rekabeti ile karşılaşacaklardır. Sermaye sahipleri arasındaki rekabet hem kar oranlarını düşürecek hem de karlı yatırım alanlarının azalmasına hatta tükenmesine neden olacaktır. 3.2.3 Toprak Sahipleri ve Rantlar Smith’e göre toprak sahipleri, topraklarını kiraya vererek rant sağladıkları için, ekmediği ürünü biçen ve konumlarının verdiği rahatlık nedeniyle tembel olmaya meyilli bir sınıftır. Toprak sahipleri sınıfının gelirlerinin artması, toplam hasılayı üreten emek ve sermaye faktörlerinin üretimden alacakları payın azalmasına sebep olacağı için özellikle karlarda bir azalma meydana gelecektir. Sanayi kapitalizminin itici gücünün kar olduğu düşünülürse, kar oranının azalması kapitalizmin altının oyulması ve çökmesi anlamlarına gelecektir. 3.3. Klasik Sermaye Birikiminin Esasları Smith’in sermaye birikimi teorisini anlayabilmek için, toplumun brüt geliri ile net geliri arasında yaptığı ayrıma dikkat çekmek yerinde olur. 1.Smith’e göre toplumun bir yıl içinde elde ettiği gelir o toplumun brüt gelirini oluşturur. Bu brüt gelir iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısım, işçilere ayrılan ücret fonu, sermaye ve toprak sahiplerinin hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli olan harcamalar, sabit sermayede oluşan aşınma payları ve hammaddenin yeniden sağlanması gibi masrafları kapsamaktadır. Bu masraflar kadar gelir varsa büyüme sağlanamaz. 2. Brüt gelirin ikinci kısmı, toplumun gayri safi gelirinden geriye kalan gelir parçasıdır, bu da artı değeri temsil eder. Sermaye ve toprak sahipleri bu artı değeri tasarruf ederlerse, bu tasarruflar otomatik olarak yeni yatırımların finansmanında kullanılır ve büyüme sağlanmış olur. Smith’e göre tasarruf, harcamanın bir başka türüdür. Tasarruf yatırım harcamalarının finansmanında kullanılacağı için, yatırım harcamalarının kaynağını oluşturur. Yani tasarruf etmek yatırım harcaması yapmaktır. Klasik sistemde, düşük kar düşük tasarruf, düşük tasarruf düşük yatırım, düşük yatırım düşük sermaye birikimi ve düşük sermaye birikimi de düşük iktisadi büyüme anlamına gelir. O halde karlar kapitalist sistemin itici gücüdür. 3.4. Para ve Dış Ticaret 3.4.1 Para Klasik iktisat paranın önemini küçümsemiş, servetin kaynağını değerli metal değil emekte bulmuş, paraya mübadeleleri kolaylaştıran bir araç gözüyle bakmıştır.Paranın bağımsız, nötr ve sağlam olması gerekir.Paranın miktarı, mübadelelerin sayısını ve önemini belirlemez, fakat mübadelelerin sayısı ve önemi ihtiyaç duyulan para miktarını belirler.Bu nedenle dolanımdaki para miktarı, kendiliğinden mal piyasası ihtiyaçlarına uyum sağlar, devletin paraya müdahalesi gereksizdir. 3.4.2 Dış Ticaret Günümüzde mutlak üstünlük teorisi adı verilen Smith’in dış ticaret teorisine göre, her ülkenin mutlak üstünlüğe sahip olduğu malların üretiminde uzmanlaşması ve uzmanlaştığı ürünlerle ticaret yapmasından her ülke kazançlı çıkar. Smith’e göre en fazla işgücü kullanımına imkan veren alanlar, sermayenin en yararlı kullanıldığı alanlardır. Dolayısıyla serbest ticareti savunmasına rağmen Smith’e göre, dış ticaret, sermayenin verimli kullanımı bakımından tarım sektöründen bile geride bulunan yararı düşük bir yatırım alanıdır. 3.5. Smith’in İktisat Politikası: Devlet ve Ekonomi Devlet müdahalesine karşı olan Smith’e göre, devletin iktisadi hayata müdahale etmesi tekelci bir ekonomi doğurur ve rekabet şartlarını ortadan kaldırır. Rekabetin ortadan kalkması kar fırsatlarının maksimize edilmesini engeller ve iktisadi büyümeyi yavaşlatır. Smith sadece adalet ve güvenlik gibi klasik fonksiyonlara odaklanmış olan, ekonomiye karışmayan bir devlet ile küçük ve denk bir bütçeden yanadır. Bu bağlamda klasik iktisat para ve maliye politikalarına karşıdır. KLASİK İKTİSAT: MALTHUS Robert Malthus, zamanının Hume ve J.J. Rousseau gibi filozofları ile ilişkisi bulunan entelektüel bir asilzadenin oğludur. Cambridge Üniversite'sinde teoloji öğrenimi yapmış; bir süre rahiplik yaptıktan sonra Doğu Hindistan Ortaklığı tarafından 1807 de Herfordshire'de kurulan üniversiteye profesör olarak atanmış ve ölümüne kadar burada kalmıştır. 39 yaşında evlenen Malthus'ün üçü oğlan biri kız dört çocuğu olmuştur. 1802 de henüz 32 yaşında iken, kendine ekonomi düşünceleri tarihinde şöhretini sağlayan «Essay on the Principle of Population as it Affects the Future Improvement of Society» —Toplumun Gelecek Gelişmesine Etkileri Yönünden Nüfus İlkeleri Üzerine Araştırma— adını verdiği kitabını yayınlamıştır Robert Thomas Malthus'tan söz edilince onun nüfus teorisi akla gelir. i) R. Malthus, J.B. Say anlatılırken de değinildiği gibi, üretim faaliyetlerinin gerçek talebe dayandığını söyleyerek modern konjonktür teorilerine başlangıç olabilecek görüşler ortaya atmıştır. Ona göre, gerçek talep üretim faktörleri fiyatı ve müteşebbisin normal kârından oluşan gelire tekabül eder. Oysa üretilen mallar bu malların üretimi içinBu durum toplam talebin toplam arzı karşılamasını önler. Denge için talebi artırmak gereklidir. Bunu sermayedar sağlayamaz. Çünkü sermayedarlar harcamaktan çok tasarrufu severler. Yönetici, avukat, doktor, asker v.b. gibi üretken olmayan sınıf da böyledir. Bu durum toplam talebin toplam arzı karşılamasını önler. Denge için talebi artırmak gereklidir. Bunu sermayedar sağlayamaz. Çünkü sermayedarlar harcamaktan çok tasarrufu severler. Yönetici, avukat, doktor, asker v.b. gibi üretken olmayan sınıf da böyledir. Gerçek talepteki yetmezlik üretimin düşmesine ve ekonomik krizlere yol açar. Böylece R. Malthus ekonomik krizleri tüketim düşüklüğü ile açıklayan konjonktür teorilerine esas olacak düşünceleri ileri sürmüştür. ii) R. Malthus arazi rantından söz etmiş; azalan verim ilkesini izah etmiş; ücretlerin oluşumunu ücret fonu teorisi ile açıklamaya çalışmıştır. iii) Bununla beraber, R. Malthus ekonomi düşünceleri tarihinde daha çok nüfus teorisi ile ün yapmıştır. R. Malthus'un nüfus teorisini anlayabilmek için yaşadığı zamanın koşulları bilmekte yarar vardır. R. Malthus'un yaşadığı dönemden önce savaşlar, bulaşıcı hastalıklar nüfusun artışına engel olan en önemli öğelerdi. XVIII inci yüzyılın sonlarından itibaren başlayan sanayileşmenin etkisi ile bu durum biraz düzelmiş ise de, sanayi devrimi sarsıntısız olmamış, geniş halk kitleleri arasında sefalet baş göstermiştir. Condorcet ve Goldwin gibi, bu sefaletin sebebini mevcut ekonomik ve sosyal sistemin yetersizliğine, özel mülkiyet kurumuna bağlayan yazarlar ortaya çıkmıştır. R. Malthus'un 1798 de yayınladığı «Toplumun Gelecek Gelişmelerine Etkileri Yönünden Nüfus ilkeleri Üzerine Araştırma» — Essay on the Principle of Population as it Affects the Future Improvement of Society — adlı kitabını özellikle Goldwine karşı kaleme alınmıştır. R. Malthus'a göre, halkın sefaletini ekonomik ve sosyal düzende aramak doğru değildir, halkın sefaleti doğal gelişmenin bir sonucudur. Nüfusun artış hızı ile beslenme olanakları arasındaki nispetsizlikten ileri gelmektedir. Gerçekten, bütün canlılar gibi, insanlar da mevcut beslenme olanakları üzerinde çoğalma eğilimi gösterirler. Eğer bu eğilim önlenmezse nüfustaki artış sonsuzdur. Amerika'daki nüfus artışını örnek alan Malthus nüfusun serbest bırakıldığı takdirde, her 25 yılda bir kat artacağını ileri sürmüştür. Ona göre nüfus geometrik dizi halinde, oysa yiyecek malları üretimi aritmetik dizi halinde artar. Bu durum nüfus ile beslenme olanakları arasındaki dengeyi bozar. Nüfusla beslenme olanakları arasında dengenin sağlanması için iki yol vardır: i) Nüfus artışına göz yumulur; nüfusta beslenme olanakları üzerinde meydana gelen artış savaşlar, bulaşıcı hastalıklar ve sefalete yol açarak, beslenme olanakları üzerinde artan nüfus kırılır. ii) Bu kötü sonuçlarla karşılaşmamak için nüfusun yiyecek olanakları üzerindeki artışını önleyici tedbir alınır. R. Malthus ikinci yolu önermektedir. Ancak, o insanları istekleri ile hızlı nüfus artışını yavaşlatabilecekleri inancındadır. Ona göre, insanları hayvanlardan ayıran önemli faktörlerden birisi budur. Malthus liberal görüşlü bir ekonomisttir; devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesine taraftar değildir; önleyici tedbiri insanlardan beklemektedir. R. Malthus bu yoldaki düşüncesini şöyle sonuçlandırmaktadır: Nüfusun beslenme olanakları üzerinde artması sonucu meydana gelecek sefalet ve hastalıklar en fazla fakir sınıfları etkiler. Her şeyden önce bu sınıflar evlenmelerini ertelemeli, çocuk yapmamalıdırlar. R. Malthus'un nüfus teorisi hakkında yukarıdaki düşüncesini kısaca şöyle özetleyebiliriz : i) Nüfusun artışı beslenme olanakları ile sınırlıdır; ii) Nüfus yiyecek malları üretiminden daha hızlı artmaktadır, iii) Nüfusun beslenme olanakları üstündeki artışı savaşlar, bulaşıcı hastalıklar ve sefalet gibi afetlerle ortadan kalkar. iv) Buna engel olmak için insanların iradi olarak nüfus artışını yavaşlatarak, bu dengesizliği önlemeleri gereklidir. R. Malthus'un yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız nüfus teorisi başlangıçta itirazsız kabul edilmiş; hatta D. Ricardo ve J. St. Mill'in daha sonra açıklayacağımız ücret teorilerine temel olmuştur. Fakat zamanla Malthus'un nüfus teorisinin doğruluğu üzerinde kuşkular başlamış; Batı ülkelerinde yaşam düzeyinin yükselmesine rağmen, doğum oranının düşmesi bu teorideki tezadı ortaya koymuştur Zamanımızda ölüm oranındaki azalmanın etkisiyle, özellikle az gelişmiş ve gelişmekteki ülkelerde nüfusun hızlı artışı Malthus'un nüfus teorisine yeniden ilginin artmasına yol açmıştır. Bu ülkelerin nüfustaki hızlı artışın ekonomik gelişmeleri üzerindeki baskıyı azaltmak için nüfus kontrolüne gittikleri görülmektedir. A. Smith ve J.B. Say iyimser ekonomistlerdir. R. Malthus biraz sonra anlatacağımız D. Ricardo kişisel çıkarla toplum çıkarının uygunluğunu ifade etmekle beraber, kişisel çıkarla toplum çıkarının uygunluğu üzerinde kuşku yaratacak düşünceler ileri sürmüşlerdir. Örneğin, arazi sahipleri ile sermayedarlar; işçi ile sermayedar arasındaki tezada işaret etmişler; bir yanda halkın sefaleti, öte yandan rantın artması; azalan verim ilkesi ile beslenme olanaklarına kesin sınırlar çizerek, A. Smith'in iyimserliğini terk etmişlerdir. Bu nedenle R. Malthus ve D. Ricardo'yu karamsar ekonomistler arasında görenler vardır. KLASİK İKTİSAT: RICARDO D. Ricardo Hollanda asıllı bir Yahudi ailesinin çocuğudur, İngiltere’de rekabet serbestisinin doruğuna ulaştığı bir dönemde yaşamıştır. Onun yaşadığı dönemde dış ticaret üzerinde merkantilist dönemden kalma bütün kısıtlamalar kaldırılmış; rekabet serbestisine ters düşeceği düşüncesi ile işçilere senBir borsa simsarının oğlu olan D. Ricardo küçük yaşta borsa işlemlerinin sırlarını öğrenerek, büyük servet sahibi olmuş; iktisat bilimine karşı ilgisi de borsa faaliyetleri sırasında başlamıştır. Önceleri para konusunda bazı yayınlar yapmış; 1817 de kendisine ekonomi düşünceler tarihindeki ününü sağlayan «Ekonomi Bilminin İlkeleri» — Principles of Political Economy — adlı yapıtını çıkarmıştır. D. Ricardo bu yapıtında yer alan teorileri ile iktisat biliminin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş bir ekonomisttir. Açıklamaları güçlü bir mantığa dayanmaktadır. Hatta, kendisinden sonra yanlışlığı anlaşılan düşüncelerini bile düzgün bir mantık içinde açıklamayı başarmıştır, incelemelerinde dedüksiyon metodunu (tümdengelim) kullanmıştır. Ekonomik yaşamdaki sebep-sonuç ilişkilerini belli varsayımlardan hareket ederek, açıklamaya çalışmıştır. Bu metot, sonraları Tarihçi Okula mensup ekonomistlerin eleştirisine maruz kalacaktır.. Ricardo «Ekonomi Biliminin İlkeleri» adlı kitabında A. Smith'in aksine olarak üretimden çok mübadele ve bölüşüm konuları, yani değer, fiyat, ücret, rant, kâr gibi konuları incelemiştir. Ricardo değeri kullanma değeri ve mübadele değeri olmak üzere ikiye ayırarak incelemektedir. Kullanma değerini fayda ve kıtlık belirler. Mübadele değerini belirleyen öğe ise emektir. Bu miktar malın doğrudan üretimi için gerekli, emek miktarı yanında, malın üretiminde kullanılan maddi üretim araçlarının üretiminde kullanılan emek miktarını da kapsar. Böylece Ricardo dolaylı olarak sermayenin üretimdeki önemine işaret etmiş olmaktadır. Ricardo'ya göre, arazi için mutlak bir rant (kira) söz konusu değildir. Ancak verimli arazi verimsiz araziye nazaran diferansiyel rant sağlar. Ona göre rant değere bir şey katmaz; değer rantı yaratır. Yani, buğday rant olduğu için pahalı satılmaz; pahalı satıldığı için rant meydana gelir. Çünkü buğday fiyatının yükselmesi, daha az verimli arazilerin ekilmesine neden olur; buğdayın değeri az verimli arazide buğday üretimi için harcanan emek miktarına göre oluşacağından, aynı miktar ürünün daha az emekle elde edildiği verimli arazi lehine bir rant meydana gelir. D. Ricardo değeri izah ederken arazi rantı gibi sermayeyi de dışarıda bırakmıştır. Ona göre, sermaye daha önce harcanan emekle meydana gelmiştir. O halde değeri oluşturan öğe emektir. Bir malın değeri o malın üretimi için çeşitli üretim kademelerinde gerekli emek miktarına göre oluşur. Diğer bir deyişle, bir malın değeri, o malın doğrudan üretimi için üretimi için harcanan emek miktarı ile o malın üretiminde kullanılan makine, yapı, ham madde ve ara malları gibi maddi üretim araçlarının üretimi için kullanılan emek miktarı toplamına göre oluşur. Gerek Ricardo, gerekse Marx değeri emekle açıklarken tam rekabet ve denge durumunun mevcut olduğu varsayımından hareket etmişlerdir; tekel ve eksik rekabet piyasalarını dikkate almamışlardır. Emek-değer teorisine karşı ileri sürülen eleştirilere göre, emek değer teorisi piyasalardaki fiyat oluşumunu açıklamaya elverişli değildir. Örneğin, tekelin ortalama, maliyetin üzerinde fiyat tespitini, farklı fiyat uygulamasını bu teoriye dayanarak açıklamak mümkün değildir. Tam rekabet koşullarının mevcut olduğu düşünülse bile emek tek üretim faktörü değildir; nitelik bakımından birbirinden çok farklıdır. Bu durum değerin emekle izahını güçleştirmektedir Gerçekten, emek-değer teorisi bazı uygulamalara ters düşmektedir Örneğin, Ortalama maliyetin altında bir fiyatla üretimin sürdürülmesi; Tekelin ortalama maliyetin çok üstünde fiyat tespit etmesi; Kullanılmayan malların modası geçerek değerini yitirmesi; Duran bazı malların maliyetinin üzerinde değerinin artması; Üretimi birbirine bağlı malların fiyatlarının maliyetle ilgisinin bulunmaması; Firmanın piyasa fiyatlarına göre hareket etmesi; Arazinin fiyatı, Borsada fiyat oluşumu, bu teoriye dayanılarak açıklanamaz. Bununla beraber, fiyatın oluşumunda alıcıların talepleri yanında maliyetin önemli bir faktör olduğu da bir gerçektir. D. Ricardo fiyatı açıklarken, değer teorisinin bir sonucu olarak doğal fiyat ve piyasa fiyatı ayırımı yapmıştır. Doğal fiyat üretimin sürdürülmesi için gerekli ve yeterli fiyat olup, maliyete, yani emek miktarına eşittir. Piyasada fiyat arz ve talebe göre oluşur. Rekabet serbestisi piyasa fiyatını doğal fiyata doğru iter. D. Ricardo emeği mallarda olduğu gibi, istediği kadar arttırılabilen bir nesne olarak ele almış; fiyat teorisinde olduğu gibi doğal ücret, piyasa ücreti ayırımı yaparak, ücreti, mal fiyatlarına benzer biçimde açıklamıştır Piyasa ücreti emek arz ve talebine göre oluşan ücrettir. Doğal ücret ise, işçinin ve ailesinin yaşaması için gerekli olan ücret olup, iş gücünün yeniden üretilmesi (idame) maliyetine; başka bir deyimle, asgari geçinme haddine eşittir. Rekabet serbestisi piyasada emek arz ve talebine göre oluşan ücreti (cari ücret haddini) doğal ücret düzeyine iter. Çünkü, piyasa ücreti doğal ücretin üzerinde ise, işçilerin maddi refah düzeyi yükselir; bu durum nüfusun artışını hızlandırarak emek arzını artıracağından, piyasa ücretinin doğal ücret düzeyine düşmesine neden olur. Piyasa ücreti doğal ücretin altına düşerse, işçilerin emeklerini idameleri güçleşir. Bu durum nüfusun artışını yavaşlatarak veya önleyerek, emek arzını azaltacağından piyasa ücretinin doğal ücret düzeyine yükselmesine neden olur. D. Ricardo'nun kısaca açıkladığımız doğal ücret teorisi R. Malthus'un nüfus teorisine dayanmaktadır. Bu teori doğru olmadığına göre, Ricardo'nun doğal ücret teorisini doğru bir teori olarak kabul etmeye imkân yoktur. D. Ricardo'nun rant teorisi, emek-değer teorisinin bir sonucudur. Ona göre, nüfus ve gereksinmeler arttıkça, insanlar daha az verimli arazileri ekmek zorunda kalmakta; piyasa fiyatı en düşük verimli arazide yetiştirilen mahsul için harcanan emek miktarına göre oluşacağından, verimli arazi lehine bir diferansiyel rant meydana gelmektedir. D. Ricardo'dan önce fizyokratlar ve Malthus de rant üzerinde durmuşlardır. Fizyokratlara göre, üretimde fazla hasıla sağlayan tek faktör topraktır. Rant toprağın verimliliğinin bir sonucudur. Malthus da rantın Tanrı tarafından toprağa verilen nitelik sonucu meydana geldiğini, çeşitli verimlilikteki arazinin işlenmesinde kullanılan sermayenin aynı kârı sağlamamasından doğduğunu açıklamıştır. Yani, rant Doğanın insan emeği ile birlikte çalışması sonucu meydana gelmektedir. D. Ricardo bu görüşü paylaşmaz. Ona göre rant arazinin verimliliğinden değil, doğada gereksinmelerimize yetecek miktarda iyi kalite arazi bulunmamasından; giderek daha az verimli arazilerin ekilmesinden ileri gelmektedir. Gerçekten talebe nazaran bol olan bir malın fiyatı yoktur. Nitekim; arazi ne kadar verimli olursa olsun talebe nazaran bolsa, arazinin üretimde kullanılması için bir harcama gerekmez. Ne var ki, arazi gereksinmelerimize nazaran kıttır. Arazinin gereksinmelerimize göre kıt olması, mevcut arazinin daha yoğun işlenmesine, daha az verimli arazilerin ekilmesine, daha uzaktaki arazilere gidilmesine sebep olmakta; bu ise arazi için bir rant ödemesini zorunlu kılmaktadır. D. Ricardo'nun rant teorisini şöyle özetleyebiliriz; Ekilebilen aynı kalitede arazi miktarı talebe nazaran bol olduğu sürece, araziyi üretimde kullanmak için bir fiyat ödemek gerekmez çünkü arazi serbest bir maldır. Ne zamanki, tarım ürünlerine gereksinme artar; iyi kalitede arazi miktarı talebi karşılamaz duruma gelir, o zaman çiftçiler ikinci, yetmezse üçüncü kalitede arazileri işlemeye başlarlar. Çeşitli kalitedeki arazilerin işlenmesi, yüksek kaliteli arazilerin rant getirmesine yol açar. Bu rant belli miktarda emekle işlenen bir birim yüksek kaliteli bir araziden elde edilen ürün ile aynı miktar emekle işlenen bir birim düşük kaliteli araziden elde edilen ürün arasındaki farka eşittir. Arazinin kalitesinin sebep olduğu ranta diferansiyel rant denir. D. Ricardo daha çok bu rantla uğraşmıştır. Arazinin piyasaya uzaklığının farklı olması, piyasaya yakın arazi lehine bir rant meydana gelmesine sebep olabilir. D. Ricardo bu çeşit ranttan da bahsetmiştir. Ancak, mevki rantı daha esaslı biçimde Alman ekonomisti Von Thünen tarafından incelenmiştir. Zamanımızda işletme entansitesinin de diferansiyel ranta sebep olacağı ortaya atılmıştır. Diferansiyel ranta sebep olan çeşitli öğeler üzerinde biraz düşünülürse, göre kıt bütün olmasına kıt olduğu için bu bağlı olduğu öğelerin görülür. arazinin Arazi gereksinmelerimize gereksinmelerimize göre mevcut arazinin daha entansif işlenmesi, daha düşük kalitedeki (daha az verimli) arazilerin ekilmesi, daha uzaktaki arazilerde tarım yapılması zorunlu olur; aynı maliyetle değişik miktarda ürün elde edilmesi başka bir deyimle, aynı ürünün değişik maliyetle elde edilmesi diferansiyel ranta sebep olur. Çünkü aynı mal, piyasada aynı fiyata satılır. Bu fiyat marjinal firmanın maliyetine eşittir. D. Ricardo, merkantilistlerden Jean Bodin tarafından para miktarı ile fiyat düzeyi arasındaki ilişkiyi izah etmek için kullanılan P=M.F denklemine paranın tedavül hızını katarak geliştirdiği mübadele denklemine dayanarak, paranın satmalına gücünü ve uluslararası ödemeler dengesini izah etmeye çalışmıştır. D. Ricardo'ya göre her ülke mübadele hacmini karşılayacak miktarda paraya gereksinme duyar. Bu miktarın azalması veya artması genel fiyat düzeyini etkiler. Bir ülkenin her hangi bir sebeple dış ödemeler bilançosunun açık verdiğini düşünelim. Açık altınla ödenecektir. Altın çıkan ülkede para miktarı azalacağından genel fiyat düzeyi düşecek; altın giren ülkelerde para miktarı artacağından genel fiyat düzeyi yükselecektir. Bu durum fiyat düzeyi düşen ülkeden fiyat düzeyi yükselen ülkelere mal ihracını artıracağından, altın hareketi tersine dönerek denge kendiliğinden hasıl olacaktır. Ricardo'nun dış ödemelerde kendi kendine dengenin meydana geleceği yolundaki düşüncesi özellikle zamanımızdaki ekonomistler tarafından eleştirilmektedir. Ricardo'nun yukarıda özetlenen düşüncesi altın ithal ve ihracının para miktarını aynı oranda değiştirdiği; paranın tedavül hızının aynı kaldığı, ekonomide tam istihdam durumunun mevcut olduğu varsayımlarına dayanmaktadır. Oysa para miktarının altın ithal ve ihracı oranının da değişeceği düşüncesi gerçeklere uymaz. Her ülkenin tedavül hacmi mevcut para sistemine ve merkez bankasının para politikasına göre değişir, Tedavül hızı değişebilir ve tedavül hızının artması para miktarının artması gibi, tedavül hızının azalması, para miktarının azalması gibi tesir eder. Ekonomi tam istihdam düzeyinde değilse, atıl kapasite ve işsizlik varsa, altın ithalinin para miktarında sebep olacağı artış, üretimin artmasına yol açarak, fiyat düzeyinde Ricardo'nun belirttiği gibi bir yükselme meydana getirmeyebilir. Özet olarak denebilir ki, Ricardo'nun altının Dünya ülkeleri arasında dağılımı ve dış ödemeler bilançosunda kendi kendine denkleşme teorileri paranın miktar teorisinin doğruluğuna bağlıdır. Bu teori ise dayandığı varsayımların gerçeklere uyması nispetinde geçerli bir teoridir. D. Ricardo uluslararası mübadeleyi nisbi maliyetler arasındaki farkla açıklamıştır. İki ülke ele alarak, bu ülkelerde yalnız iki mal üretildiğini varsaymış; bu malların her iki ülkede iş-saati olarak ifade ettiği maliyetleri arasındaki nisbi farklara göre, bu ülkeler arasındaki ticaretin yararını şöyle açıklamıştır: Portekiz'de bir birim şarap 80 iş-saat, bir birim kumaş 90 iş-saat emek harcanarak; İngiltere'de ise, bir birim şarap 120 iş-saat, bir birim kumaş 100 iş-saat emek harcanarak elde edilsin. Portekiz her iki malın üretiminde de İngiltere'ye nazaran mutlak üstünlüğe sahiptir. Yani hem şarabı, hem de kumaşı İngiltere'den daha ucuza mal etmektedir. Ancak, her iki malın üretiminde İngiltere'ye nazaran gösterdiği üstünlük aynı değildir. Bunu iki malın Portekiz ve İngiltere'deki maliyetlerini birbiri ile mukayese etmek suretiyle anlayabiliriz. Tablo'nun birinci sütununun altında görüldüğü gibi, Portekiz ve İngiltere'deki şarap maliyetlerinin birbirine oranı 80 : 120, kumaş maliyetlerinin birbirine oranı ise 90 : 100 dür.Şarap maliyetleri arasındaki fark, kumaş maliyetleri arasındaki farktan büyük olduğuna göre, Portekiz şarap üretiminde kumaş üretimine nazaran daha büyük bir üstünlüğe sahiptir Yani şarabı kumaşa oranla daha düşük maliyetle elde etmektedir. Portekiz şarap üretiminde uzmanlaşarak, kumaşı şarap karşılığında İngiltere’den satın alacak olursa kumaşı daha az emekle elde eder. İngiltere hem şarabı, hem kumaşı Portekiz’e nazaran daha yüksek maliyetle elde etmektedir. Ancak, kumaşı şaraba oranla daha düşük maliyetle üretmektedir. İngiltere kumaş üretiminde uzmanlaşarak şarabı kumaş karşılığında Portekiz'den satın alacak olursa, şarabı daha az emekle elde eder. Gerçekten, Portekiz'de bir birim şarabı üretebilmek için harcanan emekle 80 : 90 = 0,88 birim kumaş elde edildiğine göre bir birim şarap 0,88 birim kumaş değerinde olacak; İngiltere'de ise, birim şarap üretebilmek için harcanan emekle 120 : 100 = 1,2 birim kumaş elde edildiğine göre, bir birim şarap 1,2 birim kumaş değerinde olacaktır. Ricardo'nun mukayeseli maliyetler teorisi kendisinden sonra gelen ekonomistler tarafından İki ülke, iki mal varsayımının gerçeğe uymadığı; Maliyetlerin hesaplanmasında yalnız emek faktörünün nazara alındığı; Uluslararası değişim oranının azami ve asgari hadlerinin bildirilmesiyle yetinildiği, gerçek mübadele oranının gösterilmediği ileri sürülerek eleştirilmiştir.Ricardo'nun mukayeseli maliyetler teorisine karşı ileri sürülen bütün bu eleştiriler, mukayeseli maliyetler teorisinin bir çok bakımlardan tamamlanarak geliştirilmesine sebep olmuştur. Fakat teori uluslararası uzmanlaşma ve ticaretin yararım göstermek bakımından değerinden fazla bir şey kaybetmemiştir. Zamanımızda dış ticaret, üretim olanakları, eş-fayda eğrileri ve karşılıklı talep kanunu yardımı ile hem arz, hem talep yönünden açıklanmaktadır. D. Ricardo'nun gelirlerin gelişme seyri üzerindeki düşünceleri onun ekonomi düşünceleri tarihine karamsar görüşlü bir ekonomist olarak geçmesine neden olmuştur. Ona göre ücret haddi asgari geçinme haddine yeten bir düzeyde oluşacağından değişmeyecektir. Buna karşılık nüfusun artarak daha az verimli toprakların ekilmesini, daha uzak yerlerdeki arazilerin işlenmesini zorunlu kılacağından, buğday fiyatları yükselecek; bu ise, bir yandan parasal ücretin artmasına, öte yandan rantın yükselmesine neden olacak; sanayici parasal ücretlerdeki yükselmeyi fiyatlara yansıtamayacağından, kâr ve temettünün azalan bir seyir izlemesine yol açacaktır. Bu ise, sermaye birikimini ve üretimi olumsuz yönde etkileyecek, stasyoner bir durum meydana gelecektir. O buna çare olarak dış ticaretin serbest bırakılmasını önermiştir. Ricardo'nun bu düşüncesi, kişisel çıkarla toplumun çıkarının uygunluğu yolundaki düşünceleri üzerinde kuşku yaratır nitelikte olması onun karamsar olarak gösterilmesine yol açmıştır. Ancak, Ricardo'nun gelirlerin gelişme seyri üzerindeki düşünceleri gerçeğe uymamaktadır. Yukarıda ana düşünceleri açıklanmaya çalışılan klasik ekonomistler liberal kapitalizmi savunmuşlar; tüketicilerin gelirlerine göre diledikleri malları satın almakta, üreticilerin istedikleri malları, istedikleri miktarda, istedikleri metotla üretmekte serbest oldukları bu sistemde ekonomik olaylar arasında düzgün ilişkileri açıklamaya çalışmışlardır. KLASİK İKTİSAT: SAY VE MİLL 1. Say’in Hayatı Jean-Baptiste Say Lion'da doğmuştur. Orduya gönüllü olarak iştirak etmiş, sigorta memuru olmuş, gazetecilik yapmış ve en sonunda "Economi Politique" eserini icra etmiştir.Sigorta şirketinde çalışırken Adam Smith'in eserini okuyarak iktisat konusunda ilgisini arttıran Jean - Baptiste Say kendi görüş ve fikirlerinide bu yolla geliştirmiştir.İlk olarak ekonomi ilminin sınırlarını çizerek ekonomi ve siyaseti birbirinden ayırmıştır. Ona göre fizik kanunları gibi ekonomininde kanunları vardır ve bu kanunları değiştirilemez fikrini ortaya koymuştur. Bu kanunlar eşyanın tabiatından doğar ve insanların eseri değildir. Düşünceleriyle fizyokratların, markentalistlerin ve Adam Smith'in düşüncelerini hem tenkit etmiş hem de üzerine bir takım düşünceler ekleyerek olan düşünceyi dahada zengineştirmiştir.Jean - Baptiste Say 'a gore tabiat her türlü faaliyet sahasında insanla müştereken çalışır. İstihsal madde değil fayda yaratmaktadır. Devlet içinde kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan hakimler, hekimler ve diğer meslek gruplarının hizmetleri de ona göre verimlidir, faydalıdır, maddi ve manevi ihtiyacları karşılarlar. Sermaye maddi mallar değil o malların değeridir ve daima aynı değerini muhafaza eder. Say Kanunu; Jean Baptiste Say tarafından ortaya koyulmuş olup, “arz kendi talebini oluşturur” düşüncesi üzerine kuruludur. Özellikle takas yapılan ekonomilerde bir ürün ya hizmet arz etmek başka bir ürün ya da hizmet talep etmektir. Ayrıca bir ekonomide ürün ve hizmet arzı artırılırsa ekonomiler tam istihdama ulaşır demektir. Say Kanunu'na göre, üretimin finansmanı için gerekli olan para, bu sürecin sonunda üretilen mallar için otomatik olarak yeterli bir alım gücünü yaratarak, ekonomideki toplam arz ve talep eşitliğini sağlamaktadır. Yansız tarafsız bir araç olarak düşünülen paranın ekonomideki rolü, kendisinin ve malların piyasa değerlerinin fiyat değişimleri yoluyla gerçek değerlerine yakınlaşmalarına aracılık etmektir. Bu ayarlamanın kendiliğinden hızlı ve pürüzsüz gerçekleşeceği ve böylelikle ekonominin sürekli olarak dengeye doğru yöneleceği varsayılmaktadır. Bu nedenle, ekonomide belli aralıklarla yaşanan dalgalanmalar ve dengesizlikler ancak piyasaya yapılan müdahalelerle fiyat mekanizmasının işleyişinin engellenmesi sonucunda ortaya çıkabilir. 2. Mill’in Hayatı J. St. Mill klasik düşüncelerin yayılmaya başladığı dönemde yetişen ekonomistlerden biri olan James Mill'in en büyük oğlu olan John Stuart Mill 1806'da doğdu. James Mill oğlu J. St. Mill'i küçük yaşta insanüstü bir eğitime tabi tutmuştu. Üç yaşında Yunanca öğrendi. On bir yaşında politik iktisat üzerinde çalışmalar yapmaya başladı 10 yaşına kadar felsefe ve sosyal bilimler öğrenen J. St. Mill 14 yaşında zamanının iktisat bilimini bilen bir kimse haline gelmiştir. Onsekiz yaşında Westminster Review Dergisi'nde Frederic Bastiat'ın fikirlerinin devamı olarak ekonomik konular üzerinde makaleler yayınladı. 1820 ve 1821 yılları arasında Fransız iktisatçı John Baptiste Say ile tanışmak için gittiği Fransa'da bir kaç ay kaldı. 1823'de East India House'da memur oldu. Burada, 1858 yılında ofis şefi olarak emekli oluncaya dek çeşitli kademelerde görev yaptı. Mill'in yaşamında babasının etkisinden başka Coleridge ve Comte gibi düşünürlerin de etkisi olmuştur. 23 yaşında iken tanıştığı Harriet Taylor ile uzun süren arkadaşlığından sonra 1851 yılında evlendi. Mill, 1865 ve 1868 yılları arasında House of Commons'da görev aldı. Ancak, kadınlara oy hakkı sağlanması, Irlanda toprak reformu ve oy hakkının genişletilmesi gibi reformları desteklemesine rağmen parlamento üzerinde fazla bir etkiye sahip olamadı. Küçük yaşta felsefe ve ekonomi ile ilgili yayın yapmaya başlayan J. St. Mili 1848 de, yani D. Ricardo'nun aynı adı taşıyan yapıtından 30 yıl sonra «Principles of Political Economy» İktisat biliminin ilkeleri adlı yapıtını yayınlamıştır. J. St. Mili hayatının birinci yarısında bireyci iken, ikinci yarısında sosyalizme doğru kaymıştır. Ancak, kişi özgürlüğüne bağlılığını hiç bir zaman bırakmamıştır. Onun sosyalizmi liberal bir sosyalizm olarak nitelenebilir. Bu yüzden kendisini ekonomi düşünceler tarihinde kararsız bir ekonomist olarak niteleyenler de vardır. J. St. Mill'i aldığı eğitimin de etkisi ile faydacı (Utilitarist) felsefeye bağlı kalmış; ancak, Saint-Simon ve August Comte onun bakış açısının genişlemesinde etkili olmuşlardır. John Stuart Mill,(20 Mayıs 1806–8 Mayıs 1873) İngiliz filozof, politik ekonomist. Parlamento üyesi ve devlet memuruydu. 19. yy.ın önemli liberal düşünürü. Jeremy Bentham'ın kurduğu faydacılık akımının savunucusu. Ancak Onun Düşünceleri Bentham'dan oldukça farklı. Mantık alanında, yalnızca tümdengelimsel mantıkla ilgili çalışmalar yapmayıp, tümevarımsal mantığı da formüle ederek geliştirmiş olan Mill, mantıksal ilkeleri sosyal alana, siyaset ve ahlak alanına uygulamasıyla ün kazanmıştır. Psikoloji alanında, çağrışımcılığın babası olarak kabul edilen filozof, psikolojiyi "zihin kimyası" olarak tanımlamıştır. O, çağrışımcı psikolojisini bilgi konusuna da taşımış ve bu alanda, Berkeley'den esinlendiği besbelli olan psikolojik bir idealizm geliştirmiştir. Mill, bununla birlikte, psikolojik idealizminde, maddesizciliği seçen Berkeley'den ayrılmış ve dış gerçekliğin varoluşunu kabul ederek, söz konusu nesnel gerçekliği "duyumları mümkün kılan, kalıcı dayanak" olarak tanımlamıştır. Ahlak alanında yararcılığı savunan Mill, hazzı ya da mutluluğu insan eylemlerinin en büyük amacı ve mutlak ölçüsü yapmış ve yararcılığında, genelin iyiliğini ve refahını temele almıştır. J. St. Mill arkasında bir okul bırakmamıştır. İngiltere'de Cairnes, Fransa'da Michel Chevalier, Almanya'da Prince Smith gibi ikinci derece ekonomistler onu izlemişlerdir. Klasik Okul onun sosyalist eğilimini izlemeyerek, A. Smith ile başlayan ve J. B. Say, R. Malthus ve D. Ricardo tarafından geliştirilen iktisadi düşünce yolunda devam etmiştir. Ayrıca faydacı görüşü ve sosyal reform programı ile Batı Avrupa'da gelişmeye başlayan sosyal demokrasi akımını etkilediği söylenebilir. Hayatının ikinci yarısında bir takım sosyal ıslahat tedbirleri ileri süren J. St. Mill'e göre, her insan iyiyi arar, zengin olmak ister, fenalıktan kaçar, çaba harcar. Herkes kendi çıkarını en iyi biçimde sağlayacağına göre, gideceği yolun seçimi kendisine bırakılmalıdır. «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!» prensibi pratik bir prensiptir. Çalışma özgürlüğü, girişim serbestisi, rekabetin serbest olması bu prensibin zorunlu bir sonucudur. Rekabet serbestisi tüketiciye maddi refah sağlar, üreticiyi daha iyiye teşvik eder. A. Smith'le başlayarak J. B. Say, R. Malthus, D. Ricardo, J. St. Mil' tarafından geliştirilen klasik iktisadi düşünce ile iktisat bilimi belli bir süre için yerleşmiş ve tamamlanmış gibi görünmektedir. Gerçekten bu ekonomistler arasında tam bir düşünce birliği olmadığı gibi, ortaya atılan düşünceler tartışmaya açıktır. Nitekim bu ekonomistler tarafından meydana getirilen çatı kendilerinden sonra çatırdamaya başlamıştır. Başlıca eserleri şunlardır: Kısmen Comte'nin pozitivizm ile ilgili görüşlerinden etkilenerek yazdığı A System of Logic(1843); Principles of Political Economy(1848); On Liberty(1859); Considerations On Representative Government (1861) ve 1860-1861 yıllarında yazılmasına karşılık 1869 yılında yayınlanan On the Subjection of Women ;. Mill daha sonraki yıllarda belirli ölçüde faydacı felsefeden ayrıldı. Yaşamının geri kalan on beş yılını Fransa'da Avignon'da geçirdi ve 1858 yılında öldü. Ölümünden sonra Autobiography adını taşıyan eseri yayınlandı. SOSYALİZM- MARX 1. Sosyalizmi Doğuran Faktörler Düşük ücret ve adaletsiz gelir dağılımı, işçilerin ezilmesi ile sonuçlandığı için, Klasik teorinin oluşturduğu ana akım iktisada karşı tepkiler baş gösterdi. Sosyalizmin ortaya çıkışında başlıca üç faktör etkili olmuştur: 1.Bu faktörlerden birincisi kapitalist sanayileşmenin işçi sınıfı üzerinde doğurduğu ağır ekonomik şartlardır. Sanayi devrimi, büyük fabrikaları ortaya çıkararak eski tarım ve köy zanaatkarlığına dayanan güvenli ekonomik ortamı darmadağın etti. Sanayideki her yeni teknik gelişme bir zanaatkar gurubunun ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Yeni sermaye sahipleri için servet kazanma fırsatları katlanırken, işçi kitlelerinin sefaleti inanılmaz derecede artmaktadır. 2. İkinci faktör liberalizmdir. Liberal akılcılık ve onun doğal uzantısı olan doğal kanun felsefesi, özgürlükçü piyasa ekonomisinin bütün insanlığın yararına olacağını ileri sürmekteydi. Bunun üzerine yine liberalizmin dayandığı akılcılığı esas alan sosyalizm, insan aklıyla daha adil bir sistemin kurulabileceğini ileri sürmüştür. 3.Üçüncü faktör Alman felsefesidir. Alman felsefesi bireye karşı topluma önem vermektedir. Alman toplumcu felsefesi, İngiltere ve ABD’nin topluma karşı bireyi esas alan bireyci felsefesinden farklılık göstermektedir. 2. Sosyalizmin Başlıca Türleri ve Özellikleri 1. Ütopyacı Sosyalizm: Eşitlikçi bir toplum yaratmak amacıyla özel mülkiyet ve miras hakkının kaldırılması, toplumun tüm bireylerine her konuda eşit şans tanınması, üretim araçları mülkiyetinin topluma devredilmesi gibi ilkeleri savunan ve başlıca temsilcileri S. Simon, C. Fourler, R. Owen, ve J. Proudhon gibi düşünürler olan, ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’ da etkili olmuş bilimsel sosyalizm öncesi düşünce akımı. 2. Devlet Sosyalizmi: İşçi ve burjuva sınıfının net şekilde ayrılmadığı ülkelerde devlet girişimleriyle işçi sınıfı oluşturularak ve bu işçi sınıfına, aynı zamanda köylü ve ezilen diğer unsurlara hak ettiği tüm haklar verilerek eşit bir toplum oluşturmanın hedeflendiği Sosyalist sistem. Türkiye bu sistemi 1950'li yıllara kadar uygulamaya çalışmış, devlet eliyle birçok fabrika kurulup istihdam sağlanmış, köy enstitüleriyle eğitim köylünün ayağına götürülmüş, açılan fabrikalarda işçilere sosyal haklar ve aktivite fırsatları tanınmış, işçi ve köylünün tüm hakları verilmiştir. Devlet sosyalizmine göre sosyalizm ezilen unsurların olmadığı ülkelerde ezilen unsurlar tarafından kurulamayacağı için devletin sosyalizm ve sosyal eşitlik sistemini kurması gerekir. 3.Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir. 4.Anarşizm: Toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir. Anarşizm, her koşulda her türlü otoriteyi reddetmektir. Bu hareketler genellikle, merkezi politik yapılar, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik kurumlar yerine toplumsal ilişkilere dayanan gönüllü etkileşim ve özyönetimi savunur, özgürlük ve otonomi ile karakterize edilen bir toplumu arzular. Bu felsefeler, anarşi terimiyle özgür bireylerin gönüllü etkileşimine dayanan bir toplumu, bireylerin ve toplulukların alınan kararlardan etkilendikleri ölçüde söz sahibi olması düşüncesini ifade eder. Zorlayıcı kurumlara ve toplumsal bazlı hiyerarşilere karşı olmak anarşizmin asli ilkelerindendir ve ayrıca anarşizm gönüllülüğe dayanan bir toplumun nasıl işleyeceği konusunda olumlu bir görüşü ifade eder. Anarşist felsefeler arasında hatrı sayılır bir çeşitlilik vardır. Şiddetin anarşizmdeki yeri, ne tür bir ekonomik sistemin olması gerektiği, çevre ve endüstriyalizm hakkında sorular ve diğer hareketlerde anarşistlerin rolleri gibi farklı alanlarda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Anarşist akımlar bu nedenlerle birbirlerinden çok farklı ve hatta karşı olabilirler. Örneğin anarşist komünizmin yanı sıra Hıristiyan anarşizmi gibi anarşist akımlar da mevcuttur. 5.Marxçı Sosyalizm: Bilimsel sosyalizm adı da verilmektedir. 6.Revizyonizm: Revizyonizm Marksist hareketin içinde, revizyonizm sözcüğü, önemli Marksist öncüllerin çeşitli fikirlerinin, ilkelerinin ve teorilerinin revizyonizmden geçmesi gerektiğine inanan bir düşünce tarzıdır. Terim sık sık, böyle revizyonların, herhangi bir temele dayanmadığına inanan Marksistler tarafından, marksizmi yumuşatmaya veya ayrılmaya çalışanları temsil etmesi için kullanılır. Revizyonizm kelimesi daha çok yerme anlamı taşır. Marksist literaüre göre, sapma ve döneklik olarak tabir edildiği de görülmüştür. 7.Sendikalizm: Sendikalizm sanayi cephesinde işçi sınıfının hareketiyle kapitalist bir toplumu açıkça dönüştürme amacını taşıyan bir düşünceler, hareketler ve eğilimler kümesidir. Sendikalistler için, işçi sendikaları hem kapitalizmle baş edebilmek hem de çoğunluğun isteklerine göre toplumu yönetmek için çok kullanışlı araçlardır. Sanayi ve hükümet sendikalist bir toplumda işçi sendika federasyonları tarafından yönetilecektir. 2.2 Sosyalizmin Temel İlkeleri 1. Sosyalizm türlerinin tamamı, Klasik iktisatçılar tarafından geliştirilen çıkar uyumu kavramını reddederler. 2. Sosyalizm türlerinin tamamı, laissez-faire kavramına karşıdırlar. 3.Sosyalizm türlerinin tamamı Say Yasası’nı reddederler. 4. Sosyalizm türlerinin tamamı, Klasik düşüncenin esas olarak aldığı insan kavramını kabul etmezler. 5.Sosyalizm türlerinin tamamı, kitlelerin ekonomik durumunu iyileştirmek için, işletmelerin kamu mülkiyetine geçmesini savunurlar. 3. Sosyalizm ve İktisadi Düşünce Sosyalizmin iktisada yaptıkları katkılar şöyle özetlenebilir: 1) İlk sosyalist düşünürler, ulusal iktisadi planlama ve koordinasyon ile birlikte üretim araçlarında kamusal mülkiyetine vurgu yapan çağdaş sosyalist düşüncenin kaynaklarını geliştirmişlerdir. 2) Sosyalistler tarafından geliştirilen çok sayıda politika reçeteleri, kapitalist ülkelerde kurumsal hale gelmiştir. Sosyal güvenlik, asgari ücret, işsizlik ödeneği, fazla mesai ödemeleri sosyalistlerin savunduğu ve klasik iktisatçıların ısrarla karşı çıktıkları sosyal politikalardır. 3) İlk sosyalistlerin iktisadi düşünceye üçüncü önemli katkıları, tekel gücü, gelir dağılımı sorunu ve konjonktür dalgalarının önemine ve analizine vurgu yapmalarıdır. 4. Bazı Öncü Sosyalist Düşünürler 4.1 Saint-Simon 1760 yılında doğan Saint-Simon'un büyük amcası XIV. Louis sarayının tarihsel anılar yazarıdır. Saint Simon kendini büyük işler başarmak için yaratılmış olarak görmekte ancak önce hangi alandan başlayacağına karar verememiştir. Önce subay olmuş ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda kısa zamanda albaylığa yükselmiştir. Sonra Nikaragua'da Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus'u birleştirecek bir proje üzerinde çalışmış, daha sonra İspanya'da Madrid'i denizle birleştirecek bir kanal projesi üzerinde çalışmıştır. Fransız İhtilal'i ortaya çıkınca sahip olduğu ünvanlarından vazgeçmiş olduğunu bildirmesine rağmen tutuklanarak dokuz ay hapis yatmıştır. Parasını çağının en ünlü bilim adamı düşünürlerini çevresinde toplamak ve gösterişli bir yaşam sürmek ile harcamıştır. Pozitif bilimlerin tüm dalları ile ilgilenen düşünür bu bilimlerin ancak pozitif bir sosyal ilimin yaratılması ile tamamlanacağına inanmış, bu ilime ise sosyal fizik adını vermiştir. Simon'a göre fizik bilimi fiziki olayları önceden görmeyi, onları kontrol altına almayı mümkün kıldığı gibi sosyal fizik de sosyal olayları önceden görmeyi onları kontrol altına almayı ve şekillendirmeyi mümkün kılacaktır. Saint-Simon sosyolojiyi önce teorik olarak kurmayı sonra da uygulamaya geçerek yaşadığı devirdeki sosyal krizlere ve düzensizliklere çözüm bulmayı amaçlamaktaydı. Ancak sosyolojinin uygulamalı yönü kendisine daha cazip geldiği için sosyolojinin sistematiğinden çok, mevcut ve gelecekteki sosyal sorunlarla uğraşmayı tercih etmiştir. Sosyolojinin gücüne inanan düşünür bu ilmi yeni bir din haline dönüştürerek sosyoloji aracılığı ile toplumu yeniden örgütlemeyi planlamıştır. Simon sosyal sorunların çözümlenmesinde doğa bilimleri için geçerli olan yöntemlerin kullanılmasını önermiştir. Saint-Simon'un başlama noktası Fransız İhtilali'nin arkasından Fransa ve Avrupa'nın durumu ile ilgili görüşleridir. Simon'a göre Fransa'da toplumun tüm fertleri arasında mevcut düzen alt üst olmuş, anarşi ortaya çıkmış ve tüm bunlar en cahil kimseye bile düzeni yeniden kurma duygusu uyandırmıştır. Dolayısıyla asıl meselenin toplumun eski politik sisteminin çöküşünden yeni olanın tam olarak yerleşmesine kadar geçen süredeki sıkıntıları ortadan kaldırmak olduğunu düşünmüştür. Bu tespit o dönemdeki devrimin karşısında olan tüm düşünce akımlarının paylaştığı bir konu olmuştur. Simon onlardan farklı olarak toplumdaki yeni kuvvetleri ve toplum bütünleşmesinin yeni temellerini sezmiş, devrimden sonra ne dini ne de feodal kuvvetlerin toplumu bir arada tutacak güce ve itibara sahip olmadıklarını ileri sürmüştür. O dönemde Simon'un temel ilgisi toplumu bir arada tutacak bu gerekli ve organik bağın hangi fikir ile temin edileceği olmuştur. Simon buna cevap olarak sanayinin gelişmesini ele alarak amacının sanayiye en müsait olan teşkilatlanma tarzını oluşturmak olduğunu ileri sürmüştür.Simon yaşadığı dönemde, feodalizm ile ona uygun hiyerarşik toplumsal yapıların devrim tarafından ortadan kaldırıldığını, tarımın artık eskisi gibi hem büyük kazançlar yaratmadığını hem de en önemli doğal iş olarak görülmediğini gözlemlemiştir. Artık yeni buluşları, seri üretimi ve doğaya aklın egemenliği ile endüstri ortaya çıkmıştır. Doğa teknikle birlikte Bacon'ın ancak o zaman gerçekten kullanılan eski formülü uyarınca insanın hizmetine girmiştir. Bu bağlamda Simon, sosyolojiyi insanlar arasındaki ilişkileri teknik olarak örgütleyecek ve doğa bilimleri endüstri ve tekniği kullanarak nasıl doğayı insana boyun eğdirip yararlanabilir hale getirdilerse sosyolojide insanlığın bütünlüğünü sağlayacak olan yeni bir bilim olarak tanımlamıştır. Derebeyliğin/feodal yapının devrim yolu ile ortadan kaldırılmasından ve bütün toplumsal bağların çözülmesinden sonra toplumun yeniden bütünlenme aracı olarak bu bilimsel sosyoloji kavramı, Saint-Simon'un toplumsal düşüncesinin temeli olmuştur. A. Comte ise daha sonra bu temel düşüncelere biçim vererek sistematizeetmiştir. 4.2.Fourier Bir tacirin oğludur. Kendisi, babasının arzusuna rağmen tacir olamamış; ticari firmalarda memur olarak çalışmış; yaşamının sonuna kadar küçük bir vatandaş; fakat büyük bir hayalperest kalmıştır. Fourier mevcut burjuva toplumunu eleştirerek, kooperatiflere dayanan yeni bir toplum düzeni kurulabileceğini ileri sürmüş; bu yeni düzende insanların refah ve mutluluk içinde daha özgür yaşayabileceklerini ileri sürmüştür. Fourier'in Phalanstere adını verdiği bu kooperatifler üyelerinin tüketim ve üretimde işbirliği yapmalarına dayanmaktadır. Yani Phalanstere hem tüketim hem de üretim kooperatifi niteliğinde tamamlanmış bir kooperatif olacaktır. Ch. Gide ve Ch. Rist Phalanstere'i dış görünümü bakımından 1500 kişi için teçhiz edilmiş bir otele benzetmektedir Fourier'e göre, barbar ve esarete dayanan toplumlarda olsun, uygar toplumlarda olsun, insanı çalışmaya sevk eden itici güç zorlama, sefalet veya kişisel çıkardır. O insanın sefalet veya kâr saiki ya da efendisinin emri ile çalışmaya zorlandığı bir sosyal düzene karşıdır. Ona göre, çalışma cazip hale konmalı, bir spor, bir eğlence olmalı. Bu ise, şu üç koşul altında gerçekleşebilir: i) Sınai işin mümkün olduğu kadar tarımsal, daha iyisi bahçe işi ile ikame olunması; ii) üretimin çeşitli kademelerinde herkesin kendine en uygun gelen, cazip işte çalışması; iii) herkese en azından asgari geçim hakkı tanınarak, kendisine en uygun işi seçme olanağının tanınmasıdır. Fourier'e göre, tarım sanayiden daha önemlidir. Tarımda da bahçecilik caziptir. Phalanstere'ler 1500 kişi veya 400 aileyi kapsıyan güzel köylerden oluşacak; bu köyler ırmağı olan, tepeciklerle çevrili, arkası ormana dayalı yerlerde kurulacak; sağlık koşulları yerinde ve estetiği tatmin edici olacaktır. 4.3.Owen Babası bir küçük sanatkâr olan R. Owen çocukluk yaşlarını çalışarak geçirmiş; genç yaşta büyük tecrübe sahibi olmuş; çırak olarak işe başlayarak, fabrikatörlüğe kadar yükselmiş büyük bir işadamıdır. O bütün sosyalistler arasında kendine özgü bir kişiliğe sahiptir. O işçilere kapitalistlerin sermayesinin kamulaştırılması amacını tavsiye etmemiş; yeni sermaye yaratılmasını önermiştir. Günümüzde de kooperatifçiliği kollektivizmden ayıran önemli noktalardan biri budur. R. Owen bir sosyal ıslahatçıdır. O işçi refahını sağlayan bir çok kurumlar meydana getirmiştir. New-Lanark'daki fabrikasında günümüzde işletme düzeyinde sosyal politika konusuna giren bir çok kurumlar meydana getirmiş, reform hareketlerine girişmiştir. Örneğin, işçiler arasında tasarruf ve yardımlaşma sandığı kurulması, kantin açılması, bahçeli işçi evi yapılması, kitaplık kurulması, işçi çocuklarının bakımını sağlayacak kreşler meydana getirilmesi, işçi ücretlerinin yükseltilmesi, çalışma süresinin 17 saatten 10 saate indirilmesi, hastalık ve kazalara karşı tedbir alınması v.b. Ona göre, kısa çalışma süresi, yüksek ücret ödenmesi emeğin verimini yükseltmektedir. R. Owen fabrikasının zamanında örnek fabrika olarak gösterilmesine karşın, öteki işverenleri aynı ıslahat tedbirleri almaya itmediğini görünce, hükümetleri tedbir almaya inandırmak için çalışmış; çocukların asgari çalışma yaşını 9 a yükselten 1819 tarihli fabrika kanununun çıkarılmasında etkili olmuş; yabancı kralları ve politikacıları benzer ıslahat tedbirlerinin yararlarına inandırmağa çaba harcamıştır. Bu yüzden R. Owen uluslararası sosyal politikanın gelişmesini hazırlayan bir kişi olarak da görülmektedir. Bilindiği gibi, liberal ekonomistler rekabetin aşırı ,kâra engel olacağı inancındadırlar. R. Owen bu görüşe katılmaz. Ona göre, rekabet ve kâr birbirinden ayrılmaz; biri savaş ise, öteki ganimettir. Kârı ortadan kaldırmak için parayı ortadan kaldırmak lâzımdır. Çünkü kâr para ile gerçekleşmektedir. 4.4.Blanc Zamanının ünlü gazetecilerinden ve ileri demokrat partinin konuşmacılarından biri olan Louis Blanc 1839 da yayınlamaya başladığı «Re-vue de Progres Politique, Social et Litteraire» — Sosyal, Politik ve Edebi İlerleme Dergisi — inde ve 1841 de yayınladığı «L'Organisation de Travail» adlı kitabındaki düşünceleri ile 1848 İhtilâlinde Fransız sosyalizmini en iyi temsil eden bir kişi olarak görülmüş, İhtilâlden sonra Fransa'da kurulan geçici hükümete işçi temsilcisi olarak katılmış; modern toplumun iyileşmesini kooperatifçilikte gören sosyalistler grubuna dahil bir kimsedir. Louis Blanc klasik ekonomistlerin liberal görüşüne karşı çıkmış; Kitabının büyük bir bölümünde rekabetin sakıncalarını anlatmıştır. Ona göre rekabet ekonomik krizlerin sebebidir; tekellere yol açmaktadır; işçilerin sömürülmesine neden olmaktadır. Rekabet güçlüler yararına işitmektedir; rekabet uluslararası savaşların da sebebidir. Rekabetin bu sakıncalarını ortadan kaldırmak için rekabeti ortadan kaldırmak şarttır. Bunun için toplum düzenini sosyal atölyeler kurarak değiştirmek gerekir. Sosyal atölyeler Fourier'in mikrokosmosunda olduğu gibi iktisadi yaşamın her yanını kapsamaz. O bir çeşit işçi üretim kooperatifidir. Ona göre, bütün temel üretim kollarında bir sosyal atölye kurulmalı, kuruluş için gerekli sermaye devletçe sağlanmalıdır. Sosyal atölyeyi kuranlar yeteneklerine göre üretime katılmalı, eşit pay almalıdır. Bu prensip bugün uygulanamıyorsa, bunun sebebi bugünkü nesillere verilen yanlış, antisosyal eğitimden ileri gelmektedir. Louis Blanc 1848 İhtilalinden sonra kurulan hükümete bakan olarak girdikten sonra, düşüncelerini uygulamaya çalışmış; işsizlere iş sağlamak için milli atölyeler kurulmuştur. Ancak bu kuruluşlar bekleneni verememiş, normal koşullara dönülünce ortadan kaldırılmışlardır. Louis Blanc hiç bir zaman eylemci olmamıştır. Ona göre, kurulacak sosyal atölyeler özel teşebbüslere örnek olacak; onlar da sosyal atölyeler biçiminde organize olmak isteyeceklerdi. Çünkü sosyal atölyelerle rekabet edemeyeceklerdi. O sosyal atölyelerin kuruluşunu devletten beklemekle daha gerçekçi idi ve Fourier ve Robert Owen'den ayrılıyordu. 5. Marx’ın Hayatı Musevi asıllı bir aileden gelen K. Marx 1818 de Almanya'da doğmuş, öğrenimini burada tamamlayarak, felsefe doktoru unvanını almış; felsefe hocalığı yapmış; aynı zamanda Köln‘de çıkan Rheinische Zeitung'un baş yazarı olmuştur. Resmi makamların hoşuna gitmeyen bu gazete 1843 te kapatılınca, K. Marx Paris'e gitmek zorunda kalmış; orada Arnold Ruge ile birlikte «Deutsch-Französche Jahrbücher»in yayınına girişmiş, ancak yalnız bir kitap çıkarabilmiştir. Bu arada iktisat bilgisini artırmaya çalışan K. Marx 1844 te Friedrich Engels'le tanışmıştır. 1820 -1895 arasında yaşamış olan Friedrich Engels bir fabrikatörün oğludur ve tüccardır. Marx gibi felsefe öğrenimi yapmış; zamanının sosyalistleri ile tanışmış; sonradan K. Marx'm en yakın arkadaşı olmuştur. K. Marx Paris'te de tutunamamış; 1845 te Brüksel’e gitmiş; burada Engels'le birlikte 1848 Komünist beyannamesini yayınlamıştır. Aynı yıl Fransa'da meydana gelen ihtilâlden sonra kurulan geçici hükümetin daveti üzerine tekrar Paris’e gelmiş; buradan Köln'e geçmiş ve Neue Rheinische Zeitung'u çıkarmağa başlamış; ancak burada da fâzla kalamayarak, Londra'ya gitmiş ve ömrünün sonuna kadar İngiltere'de kalmış, 1883 te de ölmüştür. 6.Marx’ın İktisadi Düşüncesi K. Marx'ın 1843-1844 de Paris'teki kalması bundan sonraki yaşamı için çok önemli olmuştur. K. Marx burada Fransız sosyalistleri ile tanışmıştır. Örneğin, Proudhon'la tanışmış; ancak dostlukları fazla sürmemiştir. Alman sosyalisti Lassalle ile tanışmış, Lassalle ve Engels ile birlikte «Bund der Gleichen» — Komünistler ligini kurmuştur. Felsefe öğrenimi yapan K. Marx Hegel felsefesini öğrenmiş, İngiltere'de oturduğu sıra İngiliz işçilerinin durumunu yakından inceleme fırsatını bulmuş; 1859 da «Kritik der Politischen Oekonomie» — İktisat Biliminin Eleştirisi — adlı kitabını çıkarmış; daha sonra bu yapıtını genişleterek, kendisine ekonomi düşünceleri tarihindeki ününü kazandıran «Das Kapital» — Sermaye adlı kitabını meydana getirmiştir. K. Marx'ın insan düşüncesi üzerinde büyük ve çarpıcı etkisi olmuştur. Marx'ın düşüncelerini çılgınlık olarak görenlerde vardır. W. Loucks'a göre, Marx hiç bir yapıtında düzenli ve kapsamlı bir fikir geliştirmesi yapmamıştır Engels ile beraber Komünistler Ligi'nin programı olarak hazırladığı Komünist beyannamesinde kapitalist toplumun doğası ve geleceğini geniş bir biçimde ele almışlar; fakat öne sürdükleri düşünceler ispatsız bırakılmıştır. İsbatının «das Kapital» — Sermaye — adlı kitabına bırakıldığı düşünülse bile, bu kitapta da bazı sorular cevaplandırılmamıştır. K. Marx yaşadığı yüzyılın bütün sosyalist yayınlarını okumuş bu yayınlardan etkilenmiştir. Ancak, o bu düşünceleri hayali bulmaktadır. K. Marx toplumsal süreçlerin sonucu sosyalizmin geleceğine inanmış bütün zamanını bu süreçlerin nasıl çalıştığını anlamaya, öğrenmeye hasretmiştir. K. Marx ölümüne kadar işçilerin örgütlenmesi ve örgütlendirilmesine çalışmıştır. Komünist Beyannamesi'nin yayınlanması 1848 İhtilâllerine rastlar. İhtilâller bastırılmış, Komünist Liginin lideri hapsedilmiş örgüt kapatılmıştır. 1864 te Londra'da toplanan uluslararası konferansta K. Marx Alman işçilerini temsil etmiş; Konferansın sonunda Uluslararası Emekçiler Kurumu, öteki adı ile Birinci Enternasyonal kuruluştur. K. Marx o yıl uluslararası toplantılarında konferanslar vermiş, enternasyonalin ilkelerini bir bildiri altında toplamıştır. Birinci Enternasyonal 1876 da sona ermiştir. Bunda Kurum içinde Proudhon'un öğrencileri tarafından sürdürülen muhalefetin de etkisi olmuştur İkinci Enternasyonal Marx‘ın ölümünden sonra 1889 da Paris'te toplanan İkinci Uluslararası Emekçiler Konferansı sonunda kurulmuştur. K. Marx örgütlenmiş biçimde yürütülen ihtilâlci hareketlerle ihtilâlci doktrinler arasındaki yakın ilişkiyi görmüş; ancak eylemlere katılmakta gösterdiği heyecan ve dinamizmi karşıt güçler önündeki mücadele de devam ettirememiştir. Gazetecilik hayatında en büyük amacı emekçi sınıfın haklarını savunan bir yayın organına sahip olmak olmuştur. Ancak, yukarıda da değinildiği gibi, bunda da başarıya ulaşamamıştır. Eylem alanındaki çalışmalarında emekçilerden meydana gelen ve sürekli çalışan bir ihtilâl örgütü kurmaya uğraşmış; ancak bunda da başarılı olamamıştır. Bu nedenle K. Marx'ın kendini daha çok bir öğrenci, bir düşünür ve yazar olarak gösterdiği söylenebilir. Ona göre, hukuk ilişkilerinin olsun, devlet biçimlerinin olsun, her şeyin kökü yaşamı çevreleyen maddi koşullarda yatmaktadır. Üretim ilişkileri hukuki ve siyasal üst yapının gerçek temelidir. Fransız sosyalistlerinin aksine, Marx işin ideal yönü ile ilgilenmemiştir. Ona göre, sosyalizm gelecektir. Ancak, ne zaman? sorusuna çeşitli sosyalistler değişik yanıt vermişlerdir. Örneğin, Rusya'da 1917 ihtilâli ile işçi diktatörlüğü kurulduğu zaman, Lenin zamanının geldiğini söylemiştir. Kautsky ise, bunun bir erken doğum olduğunu ileri sürmüştür. i) K. Marx'ın düşüncelerinin felsefi temeli Hegel felsefesine dayanmaktadır. Bilindiği gibi, Hegel'e göre, evrensel niteliğe sahip olan tek şey değişmedir. Değişme çelişen ve çatışan güçlerin sentezinden meydana gelir. Ancak çelişen ve çatışan öğeler gerçek varlıklarını insan zihninde bulurlar. Diğer bir deyimle, gerçek olan nesne (objektif varlık) değil, nesnenin insan zihninde aldığı şekildir. Evren idelerden (düşüncelerden) meydana gelmektedir, yoksa nesnelerden değil. Hegel'e göre, insan zihninde her idenin karşısında onun zıddı başka bir ide vardır. Örneğin aydınlık idesinin karşıtı karanlık, gerçek idesinin karşıtı yalan idesi ...... gibi. Bu birbirine zıt idelerden biri «tez». öteki «antitez» olarak kabul edilirse, evrende meydana gelen her değişme bu «tez» ve «antitez»in çatışması ile onun ürünü olan «sentez»in bir sonucudur. K. Marx da değişmenin çelişen ve çatışan güçlerin sentezinden meydana geldiğini kabul etmektedir. Ancak, ona göre, gerçek olan olayların insan zihnindeki algıları sonucu beliren ideler değil, bu algıları yaratan olayların kendileridir. Öyle ise, olayların insan zihnindeki algıları sonucu beliren ideler değil, bizzat olaylar incelenmelidir. K. Marx böylece Hegelci felsefeyi tersyüz etmekte; «tez» ve «antitez» tahlilini evrensel olaylara uygulamaktadır. Ona göre, çelişen ve çatışan öğeler, yani «tez» ve «antitez»ler ortaya «sentez»ler çıkarmakta; bu «sentez»ler ya «tez» yada «antitez» olmakta yeni «sentez»ler meydana getirmektedir. K. Marx sosyal olay ve kurumları izah etmek için bu diyalektik metodu kullanırken, toplumsal olay ve kurumlar içinde bir sınıflamaya giderek, ekonomik olay ve kurumlara daha yüksek bir yaratma gücü tanımıştır. Ona göre, temeldeki «tez», «antitez» ve «sentez»ler sadece ekonomik dünyada bulunurlar; ekonomik güçler toplumsal güçleri yaratır. Diğer bir deyimle, gereksinmelerimizi doğrudan ve dolaylı gideren malların üretim ve mübadele biçimi (üretim süreci) tüm sosyal, siyasal ve kültürel süreçleri koşullar. Hukuk ilişkileri olsun, devlet biçimleri olsun, her şeyin kökü yaşamı çevreleyen maddi koşullarda yatmaktadır. Kısaca toplumun bir alt yapısı, birde üst yapısı vardır. Üretim süreci toplumun alt yapısını; sosyal, politik, hukuki ve kültürel ilişkileri toplumun üst yapısını oluşturur. Toplumun alt yapısı üst yapısını belirler. Yani, tüm sosyal, politik, kültürel ve hukuki ilişkiler ekonomik yapı tarafından şekillendirilir. K. Marx'ın «tarihi maddecilik» olarak nitelendirilen bu teorisi Engels'in «Anti Dühring» adlı kitabında şöyle açıklanmaktadır: Bütün sosyal değişmeler ve siyasal ihtilâllerin temel nedenlerini insanların beyninde veya ilahi adalet ve ilahi gerçeğe ulaşma çabalarında değil, üretim ve mübadele biçimlerindeki değişmelerde aramak gerekir. Diğer bir deyimle, bu olayların nedenleri devrin felsefi görüşlerinde değil, ekonomik yapısındadır ii) K. Marx'ın değer teorisi D. Ricardo'nun emek değer teorisine dayanmaktadır. O Ricardo gibi kullanım değeri ile mübadele değeri arasında ayırım yapmış; kullanım değerini faydanın, mübadele değerini emeğin belirlediğini ileri sürmüştür. Gerçi, mübadele için mübadele edilen şeylerin faydalı olmaları zorunludur. Ancak, mübadele değeri mübadele edilen şeylerin faydalı olmaları ile açıklanamaz. Kullanımı bulunan (faydalı olan) bir malda değerin bulunması somut insan emeğinin o mala katılmış veya o malda maddeleşmiş olmasından ileri gelmektedir. Yani bütün mallarda ortak değer yaratıcı ve değer belirleyici öğe emektir. Bir şeyin değerini, o şeyin üretimi için kullanılan emek miktarı (emek süresi - iş saati) belirler. Mal, sosyal emeğin billurlaşmış şeklidir ve ancak bu sebepten değere sahiptir. Burada bir noktaya açıklık getirmekte yarar vardır. Bir malın değerini belirleyen emek miktarından sadece o malın üretiminde doğrudan kullanılan emek miktarı anlaşılmamalıdır. Sözü edilen malın üretiminde kullanılan sermaye mallarının üretiminde kullanılan emek miktarları da değeri belirleyen emek miktarına dahildir. Diğer bir deyimle, bir malın değerini belirleyen emek miktarı, gerekli ham madde, enerji ve makinelerin üretildiği andan başlayarak, o malın bütün üretim aşamalarındaki bütün emeği kapsamına alır. Kısaca, değer zaruri sosyal emek miktarına, zaruri sosyal emek süresine göre oluşur. Sosyal gereklilik kullanım değeri olmayan bir nesneye ne kadar emek harcanırsa harcansın mübadele değerinin yaratılamayacağını gösterir. Kalifiye emek ise, yoğunlaşmış basit kol emeğinden başka bir şey değildir. iii) K. Marx ücreti benzer biçimde açıklamaktadır. Ona göre, ücret iş gücüne ödenen bir fiyattır. Emek insanın her hangi bir kullanım değeri yaratmak için harekete geçirdiği fikri ve bedeni işgücüdür. Emek mübadele değeri olan bir ekonomik maldır, işveren işçinin işgücünü, yani işçinin produktif hizmetini satın almaktadır. Emeğin değeri, diğer herhangi bir malın değeri gibi, emeğin üretimi için gerekli sosyal emek süresine göre belirlenir. Emeğin üretimi için gerekli sosyal emek süresi, emeği üretim gücünde tutan geçim mal ve hizmetlerinin miktarını üretmek için kullanılan emek süresidir. Diğer bir deyimle, emeğin değeri, emekçinin yaşamını sürdürebilmesi, üretimdeki produktif hizmetini sürdürebilmesi için gerekli olan geçim mallarının değerine, yani asgari geçim haddine eşittir. Burada teori asgari geçime nelerin girdiği, nelerin girmediği konusunda açık değildir. Gerek Ricardo, gerekse Marx'ın emeği maliyeti olan bir mal gibi görmeleri eleştirilmektedir. iv) Malların değerinin ve ücret haddinin yukarıda anlatılan biçimde oluşumu K. Marx'a göre fazla değere yol açmaktadır. Çünkü emeği üretim gücünde tutan asgari geçim haddine eşit olan ücret haddi ile emeğin ürettiği malın değeri eşit değildir. Kapitalist üretilen malları, bu malların üretiminde kullanılan emek miktarına eşit değerden satarken, emeğe üretim gücünü idameye yetecek kadar, yani asgari geçim haddine eşit bir ücret öder. Aradaki fark bir fazla değer olarak kapitaliste kalır. Gerçi kapitalist işçiyi soymaz. O emeğin mübadele değeri ile satın alır. Sömürü mübadelenin zaruri bir sonucudur. K. Marx emeği bir mal gibi görmekte, emeğin değerinin asgari geçim haddine eşit olacağını, kapitalist tarafından işçinin bu asgari geçim haddine eşit kıymeti üretmek için gerekli süreden daha uzun çalıştırıldığını; aradaki farkın kapitaliste kalan fazla değeri oluşturduğunu iddia etmektedir. Örneğin, işçi asgari geçim haddini karşılayan kıymeti 6 saatlik çalışma ile temin ediyorsa, kapitalist kendisini 10 -12 saat çalıştırmakta 4 - 6 saatlik çalışmanın yarattığı kıymeti fazla değer olarak kendisine alıkoymaktadır. Buna göre, fazla değerin sebebi fazla çalışmadır. Kapitalistin kârı buna bağlıdır. Kapitalist emeğe asgari geçim haddine eşit ücret öder. Fakat elde edilen ürünü daha fazla kıymete satar; aradaki farkı fazla değer olarak kendisi alır. Buraya kadar yapılan açıklamalara göre, mübadele değeri üretimde kullanılan hammadde ve yardımcı maddelerin, değeri ile eskiyen ve aşınan makinelerin amortismanı (c), üretimde kullanılan iş gücünün değeri (v) ve fazla değer (m) den oluşmaktadır. Yani c + v+m e eşittir. K. Marx sermayenin faizini ve arazi kirasını nazara almamaktadır. v) K. Marx'a göre kapitalist kendisine kalan fazla değeri artırmak için; i) işçilerini daha uzun süre çalıştırmak ister. Ancak eğer ülkede sosyal kanunlar çalışma süresini tesbit etmişler ise, bu olanaksızdır. ii) İşçinin asgari geçim haddini düşürmeğe çalışır. Bu ise, hayat pahalılığını düşürmek suretiyle mümkün olabilir. Tüketim kooperatifleri kurulması hayat pahalılığını düşürmede etkili olabilir. İşçinin asgari geçim haddini düşürmenin bir yolu da kadın ve çocuk işçiler kullanılmasıdır. Çünkü bunların asgari geçim hadleri yetişkin erkek işçilerinkinden düşüktür. Ancak sosyal kanunların kadın ve çocukların çalışmalarına çeşitli sınırlamalar getirmesi kapitalistin bu olanaktan yararlanmasını kısıtlar. iii) Sermaye yoğun üretim biçimine yönelir. Çünkü kapitalist rekabetin baskısı altında sabit sermayesini artırmak zorunda kalır. Eski makinelerle fazla işçi çalıştırarak fazla değer elde edilmesindeki güçlük onu bu yola iter. Sermayenin kompozisyonu sabit sermaye lehine değişir. Çünkü kapitalist rekabetin baskısı altında sabit sermayesini artırmak zorunda kalır; eski makinelerle fazla işçi çalıştırarak fazla değer elde edilmesindeki güçlük onu bu yola iter. Sermayenin kompozisyonu sabit sermaye lehine değişir. iv) Toplanma ve tamamlanma (temerküz) — küçük işletmelerin yerine büyük işletmelerin kurulması — olayı meydana gelir. K. Marx'a göre, kapitalizmin başlangıcı XVI inci yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bu tarihte bankaların, büyük sömürge şirketlerinin kurulmaya başlaması, merkezi krallıkların kurulması ile devlet borçlarının oluşması sermaye birikimine ve sermayenin başkalarının emeği ile gelir sağlayan bir araç haline gelmesine yol açmış; sanayileşme hareketi ile birlikte bir yandan zengin ve nüfuz sahibi bir burjuva sınıfı doğarken, öte yandan gelişen sanayi ile rekabet edemeyerek malını satamaz duruma gelen küçük sanatkârların emeğini satmak zorunda kalmaları, köylü nüfusun kentlere göç ederek, buralarda kurulan sanayide iş aramaları, küçük mülk sahibi ve üreticilerin başkalarının yerlerinde çalışan proletarya durumuna geçmelerine neden olmuştur. Rekabet baskısının sermayedarları giderek sermaye yoğun üretim biçimlerine itmesi, sermayenin kompozisyonunun sabit sermaye lehine değişmesine, rekabet gücünü yitiren teşebbüslerin yıkılarak, sermayenin mahdut ellerde toplanmasına ve burjuva sınıfı ile proletarya sınıfı arasındaki tezadı artırarak, kapitalizmin yıkılmasına yol açacaktır. Çünkü K. Marx'a göre, sabit sermayenin değişen sermayeye oranla artması sonucu fazla değer düşmeye başlayacak; bu ise, kapitalisti üretimi artırmaya zorlayacak; işçilerin ücretleri ile ürettikleri malları satın almaları imkânsızlaşacağından, fazla üretim, eksik tüketim krizleri meydana gelecektir Sermaye kompozisyonunun sabit sermaye lehine değişmesinin meydana getirdiği sanayi rezerv ordusu —işgücü fazlası— ile krizlerin neden olduğu devrevi işsizlikler sermayeye sahip burjuva sınıfı ile emeğini satmaktan başka geçim olanağı bulunmayan işçi sınıfı arasında gittikçe şiddetlenen bir mücadeleye sebep olacak; bu mücadele arazi ve sermayenin özel mülkiyetten alınarak topluma mal edilmesi ile son bulacaktır. Kapitalizmin ileri merhalelerinde anonim ortaklıkların artması da özel sermayenin toplumlaştırılmasını kolaylaştıracaktır. Çünkü bunun için bu ortaklıklara katılma payını temsil eden hisse senetlerini sahiplerinin elinden almak yeterli olacaktır. K. Marx'ın toplanma ve tamamlanma (temerküz) teorisi gerçeklere uymamaktadır. Gerçi, rekabet serbestisi teşebbüslerin büyümesine yol açmaktadır ve kapitalist ekonomilerde büyük teşebbüsler giderek artmaktadır. Ancak, bu hareket küçük sanayi ve ticareti ortadan kaldıramamıştır. Aksine, gelişen sanayi küçük işletmeler için yeni olanaklar hazırlamıştır. Batı ülkelerinde yapılan istatistik araştırmaları küçük sanayi ve ticaretin sayısında azalma değil, artma olduğunu göstermektedir. Gelişen büyük sanayi bir kısım küçük sanayii yok ederken, yeni küçük sanayiin kurulmasına neden olmaktadır. Elektrik enerjisinin evlerde kullanılmaya başlaması küçük sanayie rekabet gücü vermiştir. Tarım alanında küçük işletmeler hakimdir. K. Marx'ın sermayenin mahdut ellerde toplanacağı görüşü de gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçi anonim şirketlerin sayısında ve sermaye gücünde büyük artışlar olmuştur. Ancak çoğunlukla halka açık olan bu ortaklıkların sermayelerine çeşitli sosyal sınıfların ortak olmaları sağlanmış; milli sermayeye Marx'ın iddiasının aksine geniş bir katılma meydana gelmiştir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Marxist sosyalizm, daha önceki sosyalist düşüncelere nazaran bazı önemli ayrıcalıklar göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: i) Marxist sosyalizmde, kendinden önceki sosyalist düşüncelerde olduğu gibi, adalet ve kardeşlik ideolojisine yer verilmemiştir. Diğer bir deyimle, marxist sosyalizm idealist değil, materyalist düşünceye dayanmaktadır. Toplumun sosyal, politik, kültürel ilişkilerini ekonomik yapının (üretim ilişkilerinin) şekillendirdiği inancındadır. ii) Marx'tan önceki sosyalistler burjuva ve proletarya ayırımı yapmadan tüm insanlar için daha adil, daha mutlu bir toplum düzeni kurmayı amaçlarken, Marx sınıf mücadelesine dayanan bir proletarya sosyalizmi önermektedir. iii) Marxist sosyalizm Marx'tan önceki sosyalizmden ihtilâlci veya yıkıcı karakteri ile ayrılır. Marxist sosyalizme göre, kapitalizm sınıf mücadelesi sonucu yıkılarak sosyalizme dönüşecektir. İhtilâl bu yıkılışı çabuklaştıracaktır. ALMAN TARİHÇİ OKULU 1.Alman Tarihçi Okulunun Tarihi Arka Planı XIX uncu yüzyılın ortalarında Wilhelm Roscher, Bruno Hildebrand ve Karl Knies'in yayınları ile kurulan Alman Tarihçi Okulu klasik düşünceye bir tepki olarak ortaya çıkmış; aynı yüzyılın sonlarına doğru Gustav Schmoller, Lujo Brentano, Karl Bücher, Wilhelm Lexis, Werner Sombart gibi ünlü profesörlerin yayınları ile doruk noktasına ulaşmıştır. Tarihçi Okul'a mensup ekonomistler Klasik Okul'un i) ekonomik yaşamı zaman ve yerden soyutlayarak incelemesini; ii) insanları birer homo-economicus olarak ele almasını; iii) her yerde, her zaman geçerli ekonomik ilkelerin bulunduğu yolundaki düşüncesini eleştirerek, iktisadi yaşamın içinde cereyan ettiği sosyal ortamdan soyutlanarak incelenemeyeceğini, sosyal ortamın tarihi gelişmeye bağlı olarak ülkeden ülkeye değiştiğini, ekonominin hukuk, doğa, toplumun sosyal, kültürel ve politik yapısı ile yakından ilgili bulunduğunu ileri sürmüşler; insanların birer homo-economicus olduğu varsayılarak her zaman her yerde geçerli mutlak ilkelere varılmasının doğru olmayacağını; insanların iktisadi faaliyetlerde kişisel çıkar ve kâr motifi yanında şan ve şeref kazanma, görev hissi, acıma duygusu, yardım etme arzusu, başkalarını sevme ve alışkanlıklar.... gibi motiflerle hareket edebileceklerini; bu nedenle ekonomik ilkelerin mutlak değil, nisbi (relatif) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten, J. B. Say, D. Ricardo'dan sonra ekonomi ilmi giderek artan biçimde soyut bir bilim haline gelmiş, gerçek hayatın her zaman teoriye uymaması Alman Tarihçi Okulu'na mensup ekonomistleri ekonomi biliminin konusunun soyut teoriler yerine, gerçek yaşamın açıklanması olduğunu iddia etmelerine yol açmıştır. Bununla beraber, bu konuda Alman Tarihçi Okulu'na mensup ekonomistler arasında tam bir görüş birliği olduğu ileri sürülemez. Örneğin, ilk tarihçiler ile XIX uncu yüzyılın sonlarına doğru yetişen tarihçiler arasında büyük farklar vardır. B. Hildebrand ve K. Knies'in iktisadi kanunlar üzerinde başlattıkları kavga daha sonra gelen tarihçiler tarafından bir tarafa bırakılmıştır. Yeni tarihçiler eskilerin aksine deterministtir; ekonomik ilkelerin varlığını kabul etmişlerdir. Ancak bu kanunların ortaya konulmasında klasik metodu eleştirmişlerdir. Ekonomi biliminin tarihi incelemelerden yararlanmasını, tümdengelim metodu yerine tümevarım metodunun kullanılmasını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre ekonomik yaşam içinde cereyan ettiği ortamın, doğanın, coğrafi, sosyal ve politik koşulların etkisi altındadır. Ekonomik yaşamı incelerken, bunları dikkate almak, ekonomi ile sosyal yaşamın ilişkilerini göz önünde bulundurmak zorunludur. Bu ise tarihi inceleme ile mümkündür. İnsanların bugünkü durumunu anlamak için bugünkü duruma nasıl geldiğini anlamak, toplumun geçirdiği gelişme merhalelerini incelemek zorunludur. Bu ise tümevarım metodu ile mümkün olabilir. Klasik ekonomistler buna karşı, bazı değişkenler sabit varsayılarak, bir veya bir kaç değişkenin etkilerinin incelenmesi, sabit varsayılan değişkenlerin etkisinin olmadığını ifade etmez şeklinde cevap vermişlerdir. Günümüzde ekonomik olaylar arasındaki muntazam ilişkiler izah edilirken, her iki metoddan yararlanılmaktadır. Bilimin amacı olaylar arasında muntazam ilişkileri ortaya koymaktır. Bu ilişkiler bu metodlardan biri veya her ikisi birlikte kullanılarak tespit edilebilir. 2. Alman Tarihçi Okulu ve İktisadi Düşünce İktisat ilmi Alman Tarihçi Okulu'nun elinde adeta ekonomik kurumları, iktisadi yaşamın tarihini inceleyen bir bilim dalı haline gelmiş, özellikle 1860 dan sonra giderek artan biçimde teorik meseleler yerine, pratik meselelerin tartışılması ön plana alınmıştır. Bu gelişme sonucu, Alman iktisatçıları tarafından eski ve orta çağların kurumları, düşünceleri, sosyal tarih, istatistik, modern ulusların ekonomik organizasyonları v.b. üzerinde sayısız monografiler meydana getirilmiştir. Alman Tarihçi Okulu Almanya'nın dışında fazla etkili olmamış; yalnız İngiltere'de iktisadi araştırmalarda iktisat tarihi, kurumların, sosyal sınıfların araştırılmasına önem verilmesine neden olmuştur. Tarihçi Okula mensup ekonomistler çoğunlukla ekonomiye devletin müdahale etmesinden yanadırlar. Onlara göre, liberalizmi yaratan koşullar her zaman, her yerde mevcut değildir. Liberalizm her ülkenin çıkarlarına uygun değildir. Bu yüzden modern devlete ekonomik ve sosyal yaşamda milli üreticilerin korunması, sosyal sigortaların kurulması, sosyal adaletin sağlanması gibi birçok görevler düşmektedir. 3. Alman Tarihçi Okulunun Bazı Düşünürler 3.1 List Fr. List ekonomi bilimine nasyonalizmi, milli sistemi sokan bir ekonomisttir. 1841 de yayınladığı «Das Nationale System der Politischen Ökonomie» — Politik Ekonominin Ulusal Sistemi — adlı kitabı ile geçici koruma gümrükleri teorisini ortaya atmıştır. Almanya'da iç gümrüklerin kaldırılmasını, gümrük birliğine gidilmesini savunmuş, Almanya'nın ticaret ve siyasi birliğinin kurulması için mücadele vermiş bir kimsedir. Gerçekten, XVIII inci yüzyılın sonlarında ve XIX uncu yüzyılın başlarında Batı Avrupa'da sanayileşme başladığı zaman, Almanya iktisadi ve siyasi birliğine kavuşmamış bir tarım ülkesi idi. Oysa, İngiltere ve Fransa XIX uncu yüzyılın başlarında iç gümrükleri kaldırarak iç piyasalarının birliğini sağlamışlardı. Fr. List 1819 da Federal Meclise gümrük birliğini teklif ettiği zaman, Almanya'da 38 gümrük sınırı, yalnız Prusya'da 67 çeşit tarife vardı. Fr. List şöyle diyordu: «Diğer uluslar sanayi ve ticarete dayanarak kalkınmalarını sağlarken, bilim ve sanatta ilerlerken, Alman sanayicileri ve tacirleri zamanlarının büyük bir kısmını gümrük tarifelerini incelemekle geçirmektedirler.» Öte yandan İngiltere'ye karşı ablukanın kaldırılması Kıta Avrupası'nın İngiliz sanayi malları ile dolmasına yol açmıştı. Fransa'nın Restorasyon döneminde koyduğu koruyucu gümrüklerle İngiliz mallarına kapalı olmasına karşın, Alman piyasası ucuz İngiliz mallarına açıktı. Bu durum Almanya'da ticari birlik ve koruyucu gümrükler konması yolundaki düşüncelere güç kazandırdı. Fr. List gazete makaleleri ve Münich, Stuttgart, Berlin, Viyana'da hükümetler nezdindeki girişimleri ile Alman gümrük birliğinin sağlanmasına çaba gösterdi. Bu çabaları başarısız kalınca, kendisini 1820 de doğum yeri olan Reuttingen'den Württenberg Parlamentosuna seçtirerek mücadelesine Parlamentoda devam etti. Ülkesindeki bürokrasiyi şiddetle eleştiriyordu. Bu hal onun Parlemento'dan atılarak 10 ay hapisle cezalandırılmasına neden oldu. Önce Fransa'ya kaçtı, İngiltere ve İsviçre'yi ziyaret etti. Sonra Württenberg'e döndü. Hapis cezasını çektikten sonra Amerika'ya gitti. Orada dostlar edindi; servet yaptı. Ülkesine döndüğü zaman, Almanya'da gümrük birliği tamamlanmak üzere idi. Önceleri Prusya ile Hessen-Dormstatt ve Bavyera ile Württenberg arasında kurulan iki gümrük birliği 1833 Anlaşması ile bir gümrük birliği haline getirildi. Fr. List gümrük birliğinin Avusturya'nın önderliğinde gerçekleşmesini istiyordu. Oysa Avusturya birliğin dışında kalmıştı. Birlikten sonra iç pazarların genişlemesi sınai gelişmeyi hızlandırdı. Gümrük birliğinden sonra önemli bir sorun kalıyordu: Nasıl bir gümrük sistemi kurulmalı idi? Ticaret serbestisi taraftarları ile koruyucu gümrük konmasını isteyenler arasında mücadele başladı. Fr. List 1841 de yayınladığı kitabında gelişmekte olan Alman sanayimin İngiliz rekabetine karşı korunmasının zorunluluğu üzerinde durdu. Amerika Birleşik Devletleri sanayii geliştirmek için İngiliz rekabetine karşı koruma tedbirleri alma gereğini duymuştu. Fransa Napolyon Savaşları'ndan sonra koruyucu gümrükleri ile milli sanayiini İngiliz rekabetine karşı koruyordu. Almanya aynı yolu izlemeli idi. Oysa, Klasik İktisadi Düşünceye göre, bireyler gibi uluslar da gereksinme duydukları mallan en ucuz piyasadan karşılamak, nisbi üstünlük sağladığı üretim dallarında uzmanlaşmalıdır. Sınai gelişme sermaye birikimine bağlıdır. Koruyucu gümrükler hayatı pahalılaştırdığından sermaye birikimini olumsuz yönde etkiler. Fr. List ulusal ekonomi ve üretim güçleri düşüncesi ile klasik düşünceye karşı çıkmıştır. Ona göre, klasik iktisadi düşüncede rekabet serbestisi içinde üretim ve mübadelede bulunan fertlerden oluşan bir Dünya düşleniyor. Oysa, fertle insanlık arasında ulus vardır. Her insan bir ulusun parçasıdır. Her kişinin refahı mensup olduğu ulusun üretim gücü ile yakından ilgilidir Fr. List'e göre sanayileşme gümrük koruması ile gerçekleştirilebilir. Gerçi, koruma ulusa bir yük yükler; fakat ulus sınai gelişme için bu yükü üstlenmek zorundadır. Ancak, Fr. List geçici korumaya taraftardır. Yani koruma gümrükleri ulusal sanayi dış ülkelerin sanayii ile rekabet edebilecek bir düzeye gelene kadar devam ettirilmelidir. Ulusal sanayi yabancı sanayilerle rekabet edebilecek duruma gelince korumadan vazgeçilmelidir. Fr. List'in koruma tezi onun merkantilistlere benzetilmesine yol açmıştır. Gerçekten, o merkantilizme hayranlığını belirtmiş, A. Smith ve J. B. Say'i merkantilistleri ve Colbert'i iyi tanımamakla suçlamıştır. Ancak, o koruyucu gümrükleri ticaret bilançosunu lehe çevirmek için değil, gelişmekte olan sanayiin çocukluk döneminde yabancı rekabete karşı korunması için istemektedir. 3.2. Roscher Roscher’e göre, nasıl ki bir doktor insan beyninin çalışma sistemini anlamadan insan vücudunun çalışma sistemini anlayamazsa, politik iktisatçısı da ekonominin en büyük parçası olan devleti analizin dışında tuttuğunda, milli ekonominin organik bütününü anlayamaz. Devlet iktisadi hayatın beynidir. İktisadi olgunun incelenmesinde izlenmesi gereken bu bütüncül yaklaşım, Alman tarihçi okulunun en önemli özelliklerinden biridir. 3.3. Schmoller Schomoller, tarihi ve tasviri gerçek verilerin toplanması hedefinin tümdengelim yöntemiyle teoriler kurmaktan daha önemli olduğunu düşünmektedir.O ve arkadaşları, klasiklerin ceteris paribus varsayımına ve iktisadi olgunun küçük parçalarının bütünden ayrı olarak incelenmesine karşıdırlar. 3.4 Weber Weber, kapitalizm ile Hristiyanlığın Protestanlık mezhebi arasındaki ilişkiler üzerindeki çalışmalar ile tanınmıştır. En önemli eseri Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu’dur. 3.5 Sombart Sombart’a göre, kapitalizmin ruhunun oluşumunda en büyük etkiye sahip olduğu söylenen Protestan görüşlerin bir kısmı, Yahudi dininden ödünç alınmıştır. Kapitalizme bireyci, akılcı ve maddeci özellikleri özellikleri kazandıran Hristiyanlık değil Yahudiliktir. Kapitalizm Yahudi ideallerine en uygun iktisadi sistemdir. MARJİNALİZM 1. Marjinalizmin Tarihi Arka Planı Marjinalist iktisadi düşünce, iktisadın çeşitli alanlarında teoriler üretmiş olmakla birlikte ,esas çabaları, 1.Değeri yaratan faktörün tek başına emek olmadığı, 2. Sermayenin üretimden aldığı payın haklı olduğunu kanıtlamaya çalışmaktan ibarettir.Bu açıdan bakıldığında Marjinalizm ile Neo Klasik iktisadın ana akım iktisatta onarım yapan ve onu kurtarmaya çalışan iktisadi düşünce okulları olduğunu söyleyebiliriz. Marjinalizm ,Stanley Jevons, Carl Menger ve Leon Walras tarafından birbirilerinden habersiz olarak 1871 yılında marjinal fayda teorisi üzerine yazdıkları kitapları ile başlar.Marjinalizm 1871’de başlayıp 1920’lerde sona ermektedir. 2. Marjinalizmin Temel İlkeleri a) Sübjektif Değer Teorisi: Marjinalistler Klasik ve Marxçı emek-değer teorisini reddeder. Onlara göre, mübadele değerinin belirleyicisi faydadır. b) Marja Dayalı Analiz: Marjinalistler ,Ricardo’nun diferansiyel rant teorisinde geliştirdiği marjinal kavramını iktisat teorisinin bütününe uyguladılar. c) Mikroekonomik Vurgu: Marjinalistler ekonominin bütününü ele almak yerine, tek bir firmanın üretimi gibi mikroekonomi alanına giren konularla ilgilenirler. d) Soyut, Tümdengelim Yöntemi: Marjinalistler, Ricardo tarafından geliştirilen analitik, soyut tümdengelim yöntemini savunurlar. e) Tam Rekabet Vurgusu: Marjinalistler analizlerini yaparken ekonominin tam rekabet şartlarına sahip olduğu varsayımını yaparlar. Piyasa fiyatları milyonlarca üretici ve tüketicinin etkileşimi sonucunda belirlenir. f) Talep Kaynaklı Fiyat Teorisi: Bir malın fiyatını belirleyen faktör Klasiklere göre emek-zaman, Marjinalistlere göre taleptir. g) Sübjektif Fayda Vurgusu: Marjinalistlere göre talep, sübjektif, psikolojik bir olgu olan marjinal faydaya bağlıdır. h) Denge Yaklaşımı: Marjinalistler, ekonomiye yön veren güçlerin genellikle dengeye doğru yöneldiklerine inanır. Denge, zıt yönde hareket eden güçlerin doğruduğu hareketsizlik durumudur. I) Sermaye ile Toprak Faktörlerinin Birleşmesi: Marjinalistler, analizlerinde sermaye ile toprağı ayırmadan birlikte ele alırlar ve adına mülkiyet altındaki kaynaklar derler.Buna göre faiz, kar ve rant; mülkiyet altındaki kaynakların getirisidir. i) Rasyonel Davranış: Marjinalistlere göre; insanlar zevk ve zahmeti, bugünün kazancı ile geleceğin kazancını dengelerken ve farklı malların marjinal faydalarını ölçerken rasyonel olarak hareket ederler. j) Minimum Devlet Müdahalesi: Marjinalistler, Klasiklerin ekonomiye minimum devlet müdahalesinin en iyi iktisat politikası olduğunu savunurlar. 3. Marjinalizm ve İktisadi Düşünce Marjinalistler, piyasa mekanizmasının kaynakları etkin olarak nasıl dağıttığını ve iktisadi özgürlüğü nasıl genişlettiğini daha iyi anlamak suretiyle, bütün insanlığın çıkarına hizmet etmeyi amaçladıklarını ifade etmekte ve bu amacı geniş ölçüde gerçekleştirdiklerini düşünmektedir. Marjinalizm iktisadi özgürlüklere ve siyasi muhafazakarlığa dayandığı için, çıkarları ekonomideki mevcut durumun sürdürülmesini isteyenlere, bir başka ifade ile değişime direnenlere destek sağlamaktadır. Marjinalizm aynı zamanda toprak sahiplerini, Ricardocu rant teorisine dayanarak ileri sürülen saldırılara karşı savunmaktadır. 3.1. Marjinalizmin İktisadi Düşünceye Katkıları Marjinalistler, başta geometrik diyagramlar ve matematiksel teknikler olmak üzere yeni ve güçlü analiz araçları geliştirmişlerdir. Bu iktisatçılar sayesinde, iktisat daha kesin bir sosyal bilim haline gelmiştir.Nihai malların ve üretim faktörlerinin fiyatlarının belirlenmesinde talebin oynadığı rolü ortaya koymaları , iktisat bilimine yaptıkları en önemli katkılar arasındadır. 3.2 Marjinalizme Yöneltilen Eleştiriler İlk eleştiri Keynes’ten gelmiştir. Keynes, Marjinalist-Neo Klasik istihdam teorisini, yol açtığı terkip hatası nedeniyle eleştirmiştir. Terkip hatası, parça için doğru olan bir hususun bütün için doğru olmayabileceğini ortaya koyan bir ilkedir. Marjinalist yaklaşımın benimsediği tam rekabet varsayımı da eleştiriye uğramıştır. Marjinalistlerin hükümet müdahalesini minimuma indirgeyen görüşü, tarihi süreç içinde geliştirilen yeni teorilerle bir kenara atılmıştır. Marjinalistler her arzın kendi talebini yaratacağından öylesine emindirler ki, ekonominin daima tam istihdam seviyesinde bulunacağına inanırlar ve iktisadi krizlerin ortaya çıkacağını kabul etmezler. Marjinalist-Neo Klasik okul iktisadi büyümenin açıklanmasında başarısızlığa uğramıştır. Neo-klasik büyüme teorileri yavaş kalkınan ülkeleri analizde yetersiz kalmıştır. 4. Bazı Marjinalist Düşünürler Avusturya'da K. Menger (1840-1921) ile başlıyan marjinal düşünce akımı Avusturya Okulunu (Viyana Okulu) meydana getirmiştir. K. Menger'in 1871 de yayınlanan «Grundsaetze der Volkswirtschaftslehre» — İktisat İlminin Temelleri — adlı kitabı ile başlıyan bu akımın başlıca öteki temsilcileri Fredrick von Wieser (1851 -1926), Eugen von Böhm - Bawerk (1851 -1914) dir. Avusturya Okulu'nun düşüncelerini geliştiren; bu nedenle kendilerine neo-marjinalist denilen başlıca ekonomistler ise, Ludwig von Mieses, Fredrich von Hayek, J.A. Schumpeter, Hans Mayer, Alexandrer Mahr, Wüchelm Weber'dir. İngiltere'de William Stanley Jevons (1835 -1882) ile başlayan düşünce akımı Anglo Amerikan Okulu'nu meydana getirmiştir. Jevons'un 1871 de yayınladığı «The Theory of Political Economy» — Ekonomi Teorisi — adlı kitabı ile başlayan bu akımın başlıca öteki temsilcileri P.H. Wicksteed (1884-1927), F.Y. Edgeworth (1845 -1926) dır. Sübjektif değer teorisini geliştiren ve günümüze kadar sürdüren diğer ekonomistler arasında İngiltere'de J.R. Hicks, L.C. Robbins, C.A. Pigou; İsveç'te F.G. Knut Wicksell, Gustav Cassel, Bertil Ohlin; Amerika Birleşik Devletleri'nde F.B. Clark, I. Fisher sayılabilir. İsviçre'de Leon Walras (1834 -1910) ile başlayan marjinal düşünce akımı Lozan Okulu'nu meydana getirmiştir. Leon Walras'ın 1874 te yayınladığı «Elements d'Economie Politique» —Ekonominin Temelleri— adlı kitabı ile başlayan bu akımın öteki temsilcisi Vilfredo Pareto (1848 -1923) dur. Daha önce Augustin A. Cournot (1801 -1877) fiyat meselesinin araştırılmasında marjinal tahlilden yararlanmıştır. Neo - klasik ekonomistler marjinal değer ve bölüşüm teorileri ile klasik düşüncede önemli bir değişiklik yapmışlar; ayrıca para ve konjonktür teorilerine geniş ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Leon Walras Leon Walras faydayı azamileştirmenin itici güç olduğu mübadele ekonomisinde tam rekabet koşulları altında en yüksek toplam faydanın sağlanabileceğini gösteren matematiksel bir sistem kurmuştur. L. Walras'a göre, ekonomide bir taraflı sebep- sonuç ilişkisi yoktur; karşılıklı ilişkiler vardır. L. Walras ve onu izleyen ekonomistler bu ilişkileri matematiksel denklemlerle göstermişler; ekonominin tümünü kapsayan genel bir denge teorisi kurmak için çaba harcamışlardır. L. Walras tam rekabet piyasasında fertlerin piyasaya belirli mal stokları ile geleceğini; bir müzayedede olduğu gibi, herkesin karşılıklı fiyat tekliflerini bildireceklerini; eğer bu fiyatlarda arz ve talep dengede ise, denge fiyatının hemen oluşacağını; değilse, herkesin mübadeleye devamda bir yarar görmeyinceye kadar bu sürece devam edeceğini, sonunda denge fiyatına ulaşılacağını ileri sürmüştür. L. Walras'ın bu sistemi daha sonra Pareto, Cassel, Hicks tarafından geliştirilmiş, nihayet Leontief'in girdi - çıktı analizlerinde bazı değişikliklerle nicel olarak ölçülebilir hale getirilmiştir. Carl Menger Neo-klasik düşünceye göre, gelir bölüşümü, üretim faktörlerinin üretimdeki produktif hizmetlerinin marjinal faydasına göre oluşur. Gerçi, üretim faktörleri doğrudan gereksinmelerimizin giderilmesinde kullanılmaz; gereksinmelerimizi gideren malların üretiminde kullanılır. Bunların faydaları üretilen nihai malların faydalarına bağlıdır. Marjinalistler bu olgudan hareket ederek, üretim girdilerinin değerini bu girdilerle üretilen mallardan aldığını ileri sürmüşlerdir. C. Menger üretim faktörlerinin değerini üretilen malların beklenen değerlerinden aldığını; üretimde kullanılan faktörlerden biri bir birim azaltıldığı zaman, öteki üretim faktörleri aynı kalmak şartıyla toplam üründe bu yüzden meydana gelen azalmanın faydasının o faktörün değerini belirleyeceğini açıklamıştır. Wieser bunu, faktör değerinin üretimde kullanılan öteki üretim faktörleri sabit kalmak kaydı ile bir faktörün bir birim artırılması sonucunda üretimde meydana gelen artışın faydasının belirleyeceği şeklinde değiştirmiştir. Stanley Jevons İngiliz ekonomist william stanley jevons 1835 yilinda liverpool’da dogdu ve hayata 1882 yilinda yani daha 46 yasindayken gozlerini yumdu. 1871 yilinda yazdigi politik ekonomi teorisi (the theory of political economy) kitabiyla “degeri marjinal fayda kavramiyla aciklamis ve emek deger teorisini siddetle elestirmistir. bu kitabiyla avusturyali carl menger ve isvicreli leon walras ile birlikte marjinal devrimi baslatan ekonomistler arasinda yerini almistir. fakat yazismalari incelendiginde 1860′lardan marjinal devrimin baslangicina kadar marjinal fayda kavramini gelistirdigi anlasilmaktadir. Bir malin degeri sadece ona harcanan emek ile olculemez. bunun yani sira bir malin degeri onun miktarina baglidir. miktar artarsa marjinal fayda duser. jevons, iktisadi olaylari matematiksel olarak aciklar. ayrica iktisat bilimi matematiksel oldugu kadar mantik bilimidir. Jevons mal‘i soyle tanimlamistir: “zevk veren veya aciyi defeden herhangi bir nesne, hareket veya hizmet” Ona gore fayda ise: “herhangi bir seyin amacimiza hizmet eden soyut niteligidir ve bir malolarak degerlendirilebilir” Fayda kazanmak icin yapilan her sey icin bir miktar zahmete katlanilir. jevons bu durumu soyle ifade eder: “isteklerimizi en fazlasiyla ama en az zahmetle tatmin etmek, arzu edilen seyin cogunu, arzu edilmeyenin en aziyla elde etmek, yani zevki maksimize etmek, iktisadin problemidir”. Fayda da, zarar da malin icinde mevcut degildir. Bu, malin insan ile iliskilerinden dogar. Bu yuzden malin marjinal faydasi o maldan sahip olunan miktarin azalan bir fonksiyonudur. Degeri belirleyen faktor fayda olmakla birlikte, kitlik derecesi de belirleyicidir. ornegin gundelik yasamimizda ekmek siradan bir beslenme aninda diger yiyeceklerin yaninda dusuk degere sahipken, olum kalim meselesi soz konusuyken neredeyse sonsuz faydaya sahiptir. Eger bir mali hic kimse faydali bulmuyorsa, o mala ne kadar emek harcanmis olursa olsun, malin degeri sifirdir. Degisim teorisinde jevons her birinde ayri mal bulunan iki kisi orneginden yola cikar. maldan elde edilen marjinal fayda, mal miktari arttikca azalacagindan iki kisinin kendilerinde olmayan mali digeriyle degistirerek durumlarini iyilestirebilecegini ve bu degisimin ticaretn karli olmaktan cikacagi noktaya kadar devam edecegini one surmustur. bu ticaretin ne zaman karli olmaktan cikacagi, yani dengenin ne zaman gerceklesecegi konusunda da, iki malin degisim oraninin, degisim sonrasi miktarlarinin marjinal fayda oranlarinin tersine esit oldugu zaman dengeye ulasilacagini soylemistir. Jevons’un emek konusundaki dusuncesi de ilginctir, soyle ki: Emek teorisine de fayda teorisini uygulamistir. jevons’a gore insanlarin calisma istegini aciklayan iki unsur vardir: 1)Katlanilanmaliyet(aci) 2) Elde edilen fayda (zevk) katlanilan maliyet acinin, fayda ise zevkin temsilcisidir. bu yuzden emek, “gelecekte bir gelir elde etmek amaciyla dusuncenin veya vucudun kismen veya tamamen katlandigi aci veren bir eylem” olarak ele alinir. calismanin faydasi, uretim miktari ile karsilastirildiginda surekli azalan bir seyir izlerken, emegin zahmeti ise ters U biciminde ilerler. calismanin acisinin faydaya esit oldugu noktada isci calismaya son verir. jevons’un orjinal fikri olan “gunes lekeleri” / “guneste meydana gelen lekeler” gezegenlerin guneşi, gunesin de tarimsal üretimi etkiledigini ve boylece yiyecek ve hammadde fiyatlarinin tum piyasayi etkiledigini savunmuştur. NEO-KLASİK İKTİSAT: MARSHALL Alfred MARSHALL klâsik okula mensup iktisatçılardandır (1842-1924) yılları arasında yaşamıştır. En önemli eseri Ekonominin Prensipleri (Principles of Economics) dir. Marshall’a göre, iktisat bilimi insanların günlük ihtiyaçlarını inceler. Günlük ihtiyaçlar ise, iktisâdî faaliyetler, para ile ölçülebilen ve bir fiyatı olan faaliyetler olmaktadır. Marshall, iktisâdî olayların izâhında geometriden de faydalandı. Marjinal fayda eğrileri, toplam mâliyet eğrileri, marjinal gelirler gibi çeşitli analiz araçlarını iktisâdasokmuştur. Arz-talep dengesinin kurulmasında zaman faktörünü de dikkate alan odur. Marshall, klasik iktisatçıların düşüncelerini yeniden canlandıran neo klasikler içinde incelenmektedir. Jevons’un bulduğu ve Menger’in geliştirdiği marjinal fayda eşitliği yani (MUa/pa=MUb/Pb ) eşitliğinden bireysel talep eğrisi türetilebiliyordu. Bu eşitliğe dayanarak örneğin a malının fiyatı ucuzladığında eşitliğin sol tarafı büyüyecektir. Bu durumda faydaları eşitlemek için tüketici satın aldığı a malı miktarını arttırmak zorunda kalacaktır. Bu talep kanunundan başka bir şey değildir. Malın piyasa fiyatıyla miktarı arasında ters bir ilişki vardır. Bütün bireyler aynı koşullar altında dengeye geldikleri için bireysel talep eğrilerinin toplamı piyasa talebini verir bu eşitlik malın mübadele değerini de verir. Mübadele değeri o mala kişilerin duyduğu ihtiyacın şiddetiyle ilgilidir. Yani toplumdaki bireylerin elinde x malından çok az varsa bu malın marjinal faydası bireyler için yüksek olduğundan toplum buna yönelecek böylece malın fiyatı yani mübadele değeri belirlenmiş olacaktı. Mübadele değeri büyük ise o mala olan ihtiyaç yani toplumun o maldan aldığı fayda büyük olacaktır. Ama bu incelemede piyasanın önemli bir belirleyicisi olan arzın piyasa fiyatını belirlemedeki rolü göz ardı ediliyordu. Bu eksiklik Marshall tarafından çözüldü. Arz bir yandan mevcut piyasada oluşacak dengenin taraflarından birisi diğer yandan da üretimin girdileri ile olan ilişkisi sonucu hem faktör fiyatlarını hem de faktör gelirlerini yani gelirin dağılımını belirleyen önemli bir unsurdu. Marshall a gelene kadar ihmal edilen arz ve talep yapısı, üretim faktörleri ile yani üretimin temel girdileri ile sıkı bir ilişki içindeydi. Ancak böyle bir durumda incelenmesi gereken mal ve hizmet piyasasından ayrı olarak ikinci bir piyasa, üretim faktörleri piyasası ortaya çıkmaktaydı ve burada faktör arzı ve faktör talebi ve bunların özellikleri diğer piyasadaki oluşuma uygun biçimde tanımlanarak analiz edilmeliydi. Marshall, üretim maliyeti ve arza ilişkin görüşlerini oluştururken zaman boyutuna da önem verdi. Üretim dönemini piyasa dönemi kısa dönem ve uzun dönem olarak üçe ayırdı. Kısa ve uzun döneme yoğunlaştı çünkü ona göre üretici iki cepheye sahipti. Cephelerden birisi onun mal ve hizmetle olan ilişkisini, diğer cephe ise üretim faktörleriyle olan ilişkisini gösteriyordu.bu nedenle iki piyasa arasında sürekli bir geçiş vardır ve tıpkı tüketicide olduğu gibi üreticinin de dengeye gelme süreci bulunmaktadır burada da marjinallik kavramından faydalanır.Analizin bir ucunda faktör fiyatlarıyla olan ilişki nedeniyle gelir dağılımına uzanır.üretim faktörleri piyasasında da tam rekabet vardır ve Marshall a göre firmaların çalışma koşulları tam rekabetin varlığını ortaya koyar niteliktedir.bütün firmalar içinde hiçbiri sürekli artan verimle çalışmaz. Her iki piyasada da tam rekabetin varlığının kabulü mal ve hizmetler piyasasın da fiyatların, üretim faktörleri piyasasında da ücretlerin veri olduğu anlamına gelir. Marshall değer teorisinin açıklanmasında her ne kadar kısa dönem de marjinal fayda ve tüketici talebine önem verdiyse de uzun dönemde değerin tek başına marjinal fayda ve tüketici talebi tarafından belirlendiğini söylemez. Ona göre uzun dönem söz konusu olduğunda üretim maliyetleri devreye girer. Aynı zamanda uzun dönemde firmanın ürettiği malın fiyatı , ürettiği malın maliyetine eşit olma eğilimindedir.yalnızca ; çok kısa dönem , monopol ve birleşik mal üretme durumlarında üretim maliyetini fiyat yani değer üzerinde etkisi olmaz. Marshall, piyasa fiyatının belirlenmesinde arz ve talebe, yani üretim maliyeti ve marjinal faydaya beraber önem atfederken ortalama bir yaklaşım benimsiyor ve her iki dönemde de geçerli olan yasaların piyasadaki rekabetçi yapıyı bozmayacağını düşünüyordu. Bir firma için sürenin kısalması fiyatın belirlenmesinde talebin rolünü, sürenin uzaması ise fiyatın belirlenmesinde maliyetlerin rolünü arttırmaktaydı. Marshall bir yandan maliyet-değer teorisi diğer yandan da fayda-değer teorisine önem vermekle neoklasikler ile klasikler arasında köprü olmuştur. NEO KLASİK İKTİSAT: WICKSELL, FISHER VE HAWTREY 1. Wicksell İsveçli iktisatçı para, sermaye ve faiz teorisi alanlarında araştırmalar yaparak Eugen Böhm-Bawerk ve Carl Menger çevresindeki Viyana Ekolünün ortaya attığı Marjinal Fayda Teorisini belirleyici bir biçimde geliştirdi. Stockholm'de bir bakkalın oğlu olarak dünyaya gelen Wicksell 1869'dan sonra Uppsala Üniversitesi'nde matematik, Latince, Yunanca ve fizik eğitimi almaya başladı. 1880 sıralarında iktisat konusuna ilgi duymaya başladı. Alkol karşıtı bir konferansta alkolikliğin nedenini nüfus fazlasına bağlayacak kadar ileri gitti. Devletin doğum kontrolü uygulamasını ve iki çocuklu ailelerin oluşturulmasını talep ediyordu. Sözleriyle skandala neden olduğu gibi, iktisat tarihini bilmemekle de suçlandı. Wicksell 1884'te matematik fakültesinden mezun olduktan sonra bunu izleyen beş yıl boyunca İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya'da iktisat okudu. 1889'da Paris'te evlendiği Anna Bugge, sonradan İsveç Kadın Hakları Hareketinde liderlik rolünü üstlendi. İlk büyük çalışması olan Über Wert, Kapital und Rente'de Değer, Sermaye ve Rant Üzerine) Wicksell, Carl Menger ve Eugen BöhmBawerk çevresindeki Avusturyalı Marjinal Fayda Teorisi ekolünün öğretisini matematiksel olarak ele aldı. Yaptığı denklemlerle malların değiş tokuş (takas) değeri ile üretim faktörlerinin (işçilik ücreti, toprak rantı, sermaye) ödenmesi arasında lojik bir bağlantı kurdu. Wicksell hukuk dalında devlet bitirme sınavını veremediği için, Lund Üniversitesi çalışmasını 1893'te doktora tezi olarak kabul etmedi. Oysa doktor ünvanını kazanması için bu şarttı. Bundan iki yıl sonra özel bir izinle felsefe dalında doktorasını yapabildi. "Faiz Olayı Öğretisi" adlı yazısında "Değer, Sermaye ve Rant'' kitabındaki kuramsal düşünceleri kullandı. 1896'da "Para-Kuramsal Araştırmalar" adlı yapıtını iki yıl sonra çıkardığı Geldzins und Güterpreise (Faiz ve Fiyatlar) adlı yazısı izledi. Para faizi (piyasa faizi) ile doğal faiz (bir yatırımdan sağlanan net kazanç) arasındaki bağlantı fiyat düzeyi ve para değerinin dalgalanmaları açısından belirleyici bir önem taşımaktadır (Borçlu ve Alacaklı Faizleri Arasındaki Marja İlişkin Teorem). Wicksell'e göre bankalar doğal faizle para faizi arasındaki farkları olabildiğince çabuk düzenlemek ve bir denge sağlamakla yükümlüdürler. İktisatçı Wicksell bu bağlamda para kurumlarının hatalı planlarını (ödeme ayarlamalarını) konjonktür dalgalanmalarından sorumlu tutuyordu. Dikkatleri çeken çalışmalarına karşın Wicksell önceleri doçent olamadı. 48 yaşındaki bilim adamı ancak hukuk tahsilini tamamladıktan sonra, 1899'da Lund Üniversitesi'ne iktisat ve para hukuku dersleri vermek üzere öğretim üyesi olarak atandı. Çoktandır beklediği profesörlüğe bir yıl sonra atanan Wicksell,1903'te ordinaryüs profesör oldu. 1901'den başlayarak sürekli olarak gözden geçirip yeni baskılarını yayınladığı "Ekonomi Dersleri" kısa zamanda bir ders kitabı niteliğini kazandı. Bu kitapta "Faiz ve Fiyatlar" adlı yazısındaki düşüncelere yeniden yer verdi. Ekonominin periyodik konjonktür ve krizlerini tanımlaması Wicksell Süreci olarak bilinmektedir. 1916'da emekliliğini isteyen Wicksell, 1926'da ölünceye kadar İsveç'in merkezi Stockholm'de yaşadı. 2. Fisher Amerikalı iktisatçı Fisher Marjinal Fayda Kuramının matematikleştirilmesine önemli katkılarda bulundu. Piyasa değeri denklemi bugün de para kuramına ilişkin çok sayıda çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Saugerties/New York'ta dünyaya gelen Fisher zor koşullar altında büyüdü. Tarikat kilisesinde papaz olan babası, iki kardeşi gibi, erken öldü. Her ne kadar Fisher New Haven'de Yale Üniversitesi'nde okumayı başardıysa da, ayrıca özel ders vererek ailesinin geçimine katkıda bulunmak zorunda kaldı. Olağanüstü başarıları sayesinde 1888'de bir burs kazanarak matematik, felsefe ve sosyal bilimlerle ekonomi bilimleri dallarında eğitim görebildi. Fisher 25 yaşındayken Yale Üniversitesi'nde ekonomi dalında salt kuramsal olan ilk doktora tezini verdi. Adı "Paranın Satın Alma Gücü" idi. Başkaları yanı sıra Carl Menger ve Ikon Walras tarafından kurulmuş olan Marjinal Fayda Kuramı (Grenznutzentheorie) ve bu kurama dayanan fiyat kuramına, yani piyasada bir fiyatın ne şekilde ve ne yükseklikte oluştuğuna ilişkin tümüyle matematiksel açıklamasını gözler önüne serdi. Fisher bir yıl sonra varlıklı bir aileden gelen Margaret Hazard ile evlendi. 31 yaşında Yale Üniversitesi'nde Ekonomi kürsüsüne atandı. Ne var ki, buraya atandıktan kısa bir süre sonra tüberküloza yakalandı ve üç yılı aşkın bir süreyi çeşitli sanatoryumlarda geçirmek zorunda kaldı. Ancak 1901 yılında profesör olarak çalışmaya başladı. Fisher'in üniversite dışı aktivitelerine bundan böyle hastalığının damgası vuruldu. İnanmış bir vejetaryen olan Fisher nerdeyse dinsel bir hevesle gerçek sağlık bilimini kurmak istiyordu. 1907'de bir devlet sağlık bakanlığı tesis etmek amacıyla bir komite kurdu. Bir hükümet komisyonunun üyesi olarak iki yıl sonra "Ulusal Sağlığa İlişkin Rapor"u yayınladı. Fisher'in bilimsel çalışmalarında, tekrar tekrar gözlemlediği konjonktür (piyasa hareketleri) dalgalanmalarında merkezi bir anlam tanıdığı paranın değeri konusu, ağırlık noktasını oluşturmaktaydı. Buna göre paranın değeri sık sık dalgalanan satın alma gücüyle kendini belli etmektedir. Tüketici, (kâğıt ya da madeni paranın üzerinde yazılı) nominal değer ile paranın reel değeri(satın alma gücü) arasında bir ayırım yapamadığı için, bunu çoğu zaman anlamamaktadır. Fisher 1911'de yayınladığı "The Purchasing Power of Money" (Paranın Satın Alma Gücü) adlı yapıtında para miktarının artırılmasının fiyatları etkileyeceğine ve ekonomik dengeyi bozacağına ilişkin düşüncelerini savundu. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan fazla ödemeler fiyat artışına ve dolayısıyla satın alma gücünün azalmasına neden olacaktır. Fisher paranın piyasa değerine ilişkin denkleminde bu bağlantıları çok basit matematiksel bir formülle açıkladı. Bilimsel çalışmaları ve sağlık alanındaki uğraşları yanı sıra Fisher'in 1915'te yayınladığı "How To Live" (Nasıl Yaşamalı) adlı kitabı en iyi satan kitaplar listesinde başa geçerek yarım milyondan fazla satış yaptı. Fisher'in ayrıca buluşları vardır. Bir hava odası ve bir güneş saati geliştirdi. Ayrıca yazdığı makalelerle içki yasağının tutunması için çalıştı ve 1923'te dünya barışının güvence altına alınabilmesi için önerilerini sundu. Aynı yıl içinde kurduğu Endeks Sayıları Enstitüsü paranın satın alma gücünü kaydetmek üzere haftada bir, bir toptan fiyat endeksi çıkarttı. 1929'da ortaya çıkan dünya ekonomi buhranı, Fisher'in yeni bir ekonomik döneme ilişkin inancını aniden yok etti. Bir yıl sonra konjonktür dalgalanmalarına ve ekonomik depresyona ilişkin tepkilerini "The Stockmarket Crash and After" (Borsada Hisselerin Aniden Düşmesi ve Sonrası) adlı kitabında dile getirdi. Yine 1930'da, daha önceden 1907'de yazdığı "The Rate of Interest' (Faiz Oranları) adlı kitabının tekrar gözden geçirilmiş baskısı olan "The Theory of Interest' (Faiz Kuramı) adlı kitabını yayınladı. Bu yapıtında işadamının (varlığını maksimuma çıkartan) ve tüketicinin (yararını azami dereceye çıkartan) hedefleri arasındaki ilişkinin aynı hedefe yönelik olduğunu açıkladı. Adını kendisinden alan denkleminde aynı çalışmanın sonucu olarak faiz oranının karmaşık bir ekonomideki rolünü anlattı. Buna göre nominal ve reel faiz oranı arasındaki fark beklenmekte olan enflasyon oranına işaret etmektedir. 1935'te emekliye ayrılan Fisher, yayınlarıyla dikkatleri üzerine çekmeyi sürdürdü. 1942'de yayınladığı bir makalede vergi sisteminin kökten bir biçimde değiştirilmesini istedi. Bundan beş yıl sonra 80 yaşında New York'ta öldü. Hawtrey Ralph George Hawtrey, parasal iktisat alanında çok sayıda kitap yazmaya zaman bulabilmiş bir İngiliz hazine bakanlığı memurudur. Ana ilgi alanı konjonktür dalgalarıdır. Hawtrey’e göre konjonktür dalgalarının nedeni, büyük ölçüde kredi hacmindeki dalgalanmalardır. Konjonktür dalgalarının başka nedenleri de bulunmakla birlikte onlar önemsizdir ve parasal araçlarla kontrol altında tutulabilir. Hawtrey, kredilerin doğurduğu istikrarsızlığı ve onu izleyen iktisadi faaliyetlerdeki istikrarsızlığı önlemek için, çeşitli reçeteler önermiştir. Bunlar; 1. Merkez Bankası açık piyasa işlemleri 2. Reeskont oranının değiştirilmesi 3. Ticari bankaların kanuni karşılık oranlarının değiştirilmesidir. Hawtrey’e göre, milli gelir istikrarlı bir seviyede tutulacaksa, hem kredi miktarının hem de nakit para miktarının değişmesine izin verilmelidir. Kredi kilitlenmesi yani bankaların faizleri düşürdüğü halde kredi satamaması durumundan kaçınmanın yolu, konjonktür dalgalarının bir önceki gelişme döneminde gerekli tedbirleri almaktır. Hawtrey’in açık piyasa işlemleri aracılığıyla uygulanan isteğe bağlı para politikasına olan kesin inancı, 1920’lerde ABD’de büyük ün kazanmıştır. Para politikası araçlarını en berrak şekilde tanımlaması, Hawtrey’in iktisat bilimine yaptığı en büyük katkıdır. NEO-KLASİK İKTİSAT: SRAFFA, CHAMBERLIN VE ROBINSON 1. Eksik Rekabet Piyasası ve Kamu Müdahalesi Eksik rekabet teorileri, aşağı yukarı aynı anda ve birbirinden habersiz olarak ABD’de Edward Chamberlin, İngiltere’de Joan Robinson ve Almanya’da Heinrich von Stackelberg tarafından geliştirilmiştir. Stackelberg’in analizi kendisini, devlet tarafından tesis edilen ekonomik düzen dışında herhangi bir ekonomik düzenin bulunmayacağı görüşüne getirmiştir. İktisadi dünya, bütünleştirici bir güç olmaksızın tekellerin verimsiz mücadelelerine bırakılırsa, devletin düzeni tesis etmek için devreye girmesi zorunludur. 2. Sraffa Sraffa 1960 yılında yayınladığı Malların Mallar Aracılığıyla Üretilmesi adlı kitabıyla Post Keynesci iktisat okulunun öncü bir mensubu olmuştur. Sraffa 1926 yılında Economic Journal adlı dergide yayınladığı bir makalede, firmanın üretim ölçeği artarken, üretimin birim maliyetinin düşebileceğini ileri sürmüştür. Azalan birim maliyetler, saf tam rekabet fikrine ters düşmektedir. Çünkü tam rekabet şartları altında azalan maliyetler, doğal tekellere yol açar. Başlıca iki faktör, piyasaların saf tam rekabet veya saf tekel şartlarına sahip olmasını önler: 1. Birinci olarak, tek bir üretici piyasaya sürdüğü malın miktarını değiştirerek, piyasa fiyatlarını etkileyebilir. 2. İkinci olarak, her üretici, azalan maliyet şartlarında üretime girmiş olabilir. Bu iki faktör, tam rekabetten ziyade tekelci şartlara benzemektedir ve her ikisi de, üreticilerin sıfır eğimli düz bir talep doğrusu yerine negatif eğimli ve aşağı doğru giden bir talep eğrisi ile karşı karşıya gelmelerinin sonucudur. 3. Chamberlin 1933 yılında yazdığı Tekelci Rekabet Teorisi adlı kitabıyla, daha önce ayrı olarak ele alınan tam rekabet ve tekelci piyasa teorilerini birleştirmiştir.Chamberlin piyasa fiyatlarının çoğunlukla, hem rekabetçi hem de tekelci unsurlar tarafından belirlendiğini ileri sürmüştür. Chamberlin’e göre, sadece bir firmanın tekel fırsatlarından önemli ölçüde yararlanması durumunda, hem kısa hem de uzun dönemde fiyatı ortalama maliyetinin üstünde olacaktır. Çok sayıda firmanın tekelci rekabet şartları altında faaliyet göstermesi durumunda, endüstriye serbest giriş, uzun dönemde tekel karının ortadan kalkmasına yol açacaktır. Chamberlin’i izleyen çok sayıda iktisatçı, saf tam rekabetin tekelci rekabete göre daha fazla ürün, daha etkin üretim ve daha düşük satış fiyatı ile sonuçlanacağını ortaya koymuştur. Fakat bu sonuçların ortaya çıkabilmesi için 2 temel şarta gerek vardır: 1) Birinci olarak, maliyet eğrisi her tür rekabet durumunda aynı olmalıdır. 2) İkinci olarak, bütün ürünler standart yani tek tip olmalıdır. 4. Robinson İktisat bilimi dünyasında az sayıda bulunan bayan iktisatçılardandır.Marxçı iktisada ciddi eleştiriler getirmiştir. Robinson’ın iktisadi düşünceye katkıları monopson, tekelci rekabette sömürü ve tekelci rekabette sömürünün tedavisi başlıkları altında incelenebilir. Robinson, tekelci rekabet kavramına monopson kavramını ekledi.Monopson, piyasada sadece tek bir alıcının veya tek bir alıcıymış gibi davranan bir alıcı grubunun bulunduğu bir durumdur. Robinson işçinin sömürülmesi meselesini, yukarıda anlatılanlardan başka, Pigou tarafından önerilen bir tanıma göre de ele alır. Cambridge Üniversitesi’nden meslektaşı Cecil Pigou’ya göre işçinin sömürülmesi, işçinin ücreti emeğin marjinal verimliliği değerinden düşük olduğunda ortaya çıkar. Bu duruma Pigou-Robinson sömürü teorisi denir. Robinson’a göre, monopsonda işçinin sömürülmesinin önlenmek için sendika veya ticaret kurulu, endüstride bir minimum ücret uygulamasına gitmelidir. Böylece endüstriye işgücü arzı, belirlenen ücret seviyesinde tam esnek ve marjinal emek maliyeti ortalama ücret maliyetine eşit olacaktır. Robinson’a göre, tekelde işçinin sömürülmesini önlemek için satış fiyatının, marjinal ve ortalama üretim maliyetlerinin birbirine eşit olmasını sağlayacak şekilde kontrol altında tutulması gerekir. Robinson’a göre, tekelci rekabet şartlarında işçinin sömürülmesini önlemek için, genel olarak piyasalar, saf tam rekabete sahip olmak zorunda kalacaktır. KURUMCU İKTİSAT OKULU Kurumsal iktisat Amerikan menşeli bir iktisadi düşüncedir. Kurucusu olarak Thorstein B. Veblen kabul edilir. Diğer önemli temsilcileri ise istatistiksel yöntemlerin kullanılmasına önem veren Wesley Mitchell ve yasama yoluyla pek çok ekonomik ve sosyal reformların gerçekleştirileceğini savunan John R. Commons’tur. Neo-klasik ve Marksist iktisadın görüşlerine alternatif fikirler üretme üzerinde yoğunlaşmıştır. İktisat bilimini interdisipliner olarak kabul eder. İktisat, sosyoloji, psikoloji, siyaset, maliye, yönetim gibi bilimleri birlikte değerlendirmektedir. İktisadi olay ve faaliyetlerin gelişiminde kurumların önemi büyüktür. Ekonomide istikrar için devletin ekonomiyi sürekli olarak izlemesi ve yönlendirmesi gerekmektedir. Devlet gelir dağılımında adaleti sağlayıcı olmalıdır Kurumsal İktisat her iki görüşün (neoklasik ve marksist) dışında, karma bir ekonomi modeli öngörmektedir. Kurumsal iktisada göre sosyal politikaların ana amacı topyekün insan refahının yükseltilmesine yönelmiştir. Devlet bireyin durumunu iyileştirmek için onun önündeki engelleri kaldırmalıdır. Onlara göre insanlar mülk sahipliği ve paylaşımı konusunda sürekli çatışma içerisindeler. Bu çatışmanın herkesin yararına disiplin altına almak için kolektif kurumlara ihtiyaç vardır. Ekonomik düzenin kendiliğinden meydana geleceğini beklemek yerine ekonomik sistemi yönetmek ve yönlendirmek gerekmektedir Kurumsalcılar sistemli teoriler kurmak yerine gelenekleri, kurumları ve davranışları incelerler. Tümevarım metodu kullanarak sonuca varmaya çalışırlar. Ekonominin sadece piyasadan ibaret olmadığı mantığı çerçevesinde ekonomiyi tüm yönleriyle inceleyerek gelişmenin temel dinamiklerini belirlemeye çalışırlar. Kurumsalcılar ekonomiyi ve evreni yönlendirmektense varolan kurum ve kuralları inceleyerek bir sonuç çıkarmaya çalışırlar. Kapitalizmin ve sanayi toplumunun ortaya çıkardığı sorunların nasıl çözümleneceği üzerinde araştırma yapmaktadırlar. Temel Görüşleri Ekonomiyi parçalar halinde değil, bir bütün olarak dikkate almak gerekir. Çünkü ayrı ayrı değerlendirmek yanıltıcıdır. Ekonomi diğer bilimlerle ilişkili bir bütündür ve bütün parçaların toplamından daha büyüktür. Kurumların rolüne büyük önem verirler. Onlara göre kurumlar sadece mevcut yapılanmayı değil, daha ileriye doğru inşa edilecek insan davranışlarının organize edilmiş yapılanmalarını da kapsar. *İstikrarın tek yolu devletin ekonomiyi sürekli gözetmesi ve yönlendirmesidir. Kurumcular gelir ve servetin daha adil dağılımını sağlamak için liberal ve demokratik reformları desteklerler. Ancak piyasa kurallarıyla kaynakların etkili dağılımı ve gelirin bölüşümünün sağlanamayacağını ileri sürerler. Kurumcular geleneksel teorinin ekonomik yaklaşımda bir uyum olduğuna dair görüşlerine karşı çıkarlar. Onlara göre ekonomide uyum değil kurumlar arası çatışma vardır. Başka bir deyişle ekonomik birimler uyum içinde değil, çatışma halindedir. Ekonomik olaylar neden-sonuç etkileriyle birlikte bütünsel olarak ele alınmalıdır. Devletin ekonomide gözetim, denetim ve müdahalesi kaçınılmazdır. Bireylerin davranış güdülerinde sadece kişisel çıkarlar yoktur, İktisadi olaylar değişkendir, *Hem kapitalizmi hem de Marksizm’i eleştirirler, Paranın rolü sadece mübadele değil, spekülasyon ve ihtiyat saiki rolü de vardır. Bunu Keynes’ten önce söylemişlerdir. *Konjonktür modelini kurmuşlardır. Belli dönemler ve uzun dönemli iktisadi hareketleri inceleyerek toplumsal bir denetim kurulabileceğine inanmışlardır. Kamu harcamaları dengeleyici bir araç olarak kullanılabilir. Depresyonla mücadelede ücret indirimlerine karşı çıkmışlardır. İktisat bilimine “güç”, “toplumsal denge” gibi kavramları getirmişlerdir. Onlara göre güç kamusal müdahalenin temelinde yatar. Kapitalizmin ileri safhalarında piyasalar oligopolleştikçe firmalar güç sahibi olurlar. Buna karşılık alıcıları koruyan sendikalar vardır. Fakat bu güçler dengeyi sağlayamazlar. Devletin müdahalesine ihtiyaç vardır. Toplumsal denge ise, özel ve kamu girişiminin arz ettiği mal ve hizmetler arasında dengesizlik vardır. Toplum üretim sorununu çözse de bölüşüm sorununu çözemez. Bu sebepten toplumsal dengenin sağlanabilmesi için kamu hizmetlerinin artırılması gerekir. Ücret-fiyat kontrollerine ihtiyaç vardır. Bunun Kurumsal iktisatçılara göre iktisat biliminin temelini bireyler değil kurumlar oluşturur. Bireyler bu kurumların etkisi altındadır. Bireysel tercih, istek ve seçimleri veri kabul etmek yanıltıcıdır. Ayrıca iktisadi sistem de sosyo kültürel sistemin bir alt dalıdır. Kurumsal iktisatçılar toplumsal değişme üzerinde de dururlar. Toplumun devamlı değiştiğini dolayısıyla toplumla ilgili kesin bir şeyin söylenemeyeceğini ileri sürerler. Kurumsal iktisat deneyciliğe önem verirler. Yani metafizik olguları kabul etmezler. Kurumsal iktisatçılar statik yerine dinamik, duygular yerine faaliyetler, bireysel davranış yerine grup davranışı, denge yerine yönetim, bırakınız yapsınlar yerine denetim terimlerini kullanmışlardır. Kurumsal İktisadın Eleştirisi Bu eleştiriler dört grupta toplanabilir. 1- Kurumsal iktisat diye bir teori yoktur. Çünkü kurumsal iktisadın fikir babaları bile kurumsal iktisadın ne olduğu hususunda bir uzlaşmaya varamamışlardır. 2- Kurumsal iktisatçılar iktisattan ziyade sosyal bilimler üzerinde dururlar ki bu durum ilgili kişilerin iktisatçı olduğu hususunu tartışmalı hale getirir. Mesela iktisat için çok önemli olan fiyat mekanizması üzerinde bile durmamışlardır. Bağımsız bir teori geliştirememişlerdir. 3-Kurumsal iktisatçılar daha çok iktisadi politikaların gelişimi ve iktisadi değişme konularıyla ilgilenmektedirler. 4- Kurumsal iktisatçılar sürekli eleştirdikleri neo-klasik iktisatçılara karşı da bir alternatif teori geliştirememişlerdir. Yani topladıkları bilgi ve deneyler bir teori ortaya koyamamaktadır. Kurumsal iktisatçılar bir eleştiri iktisadı olarak ortaya çıkmaktan ileri gitmediği kurumsal iktisatçılara yönelen eleştirilerin temelini oluşturur. KEYNES John Maynard Keynes 5 Haziran 1883 de Cambridge'de doğmuştur. Tanınmış bir iktisatçı olarak İktisadi Doktrinler Tarihine geçen Keynes, sadece teorik alanda kalmayarak ekonomi politikası ile ilgili önemli meselelerin münakaşa ve müzakerelerine iştirak etmiş, çeşitli pratik meselelerle uğraşmış, ekonomi dışında birçok mevzulara fikri ilgi duymuş bir kimsedir. Bu hal onun hayatına ve eserlerine çeşitlilik ve derinlik vermiştir. Babası John Neville Keynes 1891 de yayınladığı Scope and Method of Political Economy — İktisat ilminin gaye ve metodu isimli eseri ile iktisat ilmi sahasında en iyi metodolojilerden birini vermiş bir iktisatçıdır. Oğlu John Maynard Keynes'i Eton'da orta tahsilini ikmal ettikten sonra, Cambridge'de King Kolejine vermiş, Keynes burada matematik, klasik edebiyat, felsefe ve ekonomi öğrenimi görmüştür. Ekonomi derslerinde Alfred Marshall ve Edgeworth gibi meşhur iktisatçıların öğrencisi olmuştur. Keynes, kolej öğreniminden sonra kısa bir süre (1906-1908) Hindistan Dairesinde çalışmış, bu süre zarfında ihtimali hesaplara dair eserini yayınlamıştır. 1909 da hocası Alfred Marshall tarafından King Koleji'ne alınmıştır. 1911 den 1937 yılına kadar burada ekonomi dersi okutan Keynes, 1919 dan itibaren bu kolej de idari görevler de almış; 1911 de Economic Journal'ın yayınlaması görevini üstlenmiş; ayrıca The New Statesman and Nation mecmuasının yayımına katılmıştır. Bu arada, 1913/14 de Hindistan'ın para ve maliye durumunu incelemek için kurulan komisyona iştirak ettirilmiş, bu faaliyeti sonunda ekonomiye dair ilk eserini meydana getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Maliyesinde çalışmış, Versay sulh anlaşmasında İngiliz heyetine dahil olmuş ve anlaşmanın iktisadi hükümlerine karşı çıkarak, sonradan bu hükümleri eleştiren bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap Keynes'in Dünyaya tanınmasına sebep olan ilk yapıtıdır. Keynes ülke içinde muhtelif komisyonlarda görev almış uzman olarak fikirlerine müracaat edilmiş bir iktisatçıdır. 1940 -1946 arasında İngiliz Hükümetinin maliye danışmanlığını yapmış, 1943 den sonra savaş sonrası para meseleleri görüşülmek üzere Amerikalılar ile yapılan müzakerelere katılmıştır. Bu müzakereler bilahare Bretton woods anlaşmasını meydana getirmiştir. Bu çeşitli hizmetlerinden dolayı 1942 de Keynes'e Lord unvanı verilmiş ve Lordlar Kamarasına alınmıştır. Uygulama alanında bir sigorta şirketinin yönetim kurulu başkanı olarak çalışmış ve bir investment company kurarak idare etmiştir. Bunun dışında Tilton'da bir çiftlik satın almış, bu çiftliği de başarı ile yönetmiştir. Edebiyata ve sanata merakı vardır. Bu sayede kendisine bir çok şeref payesi verilmiştir. Ölümünde İngiliz gazeteleri, İngiltere'nin büyük bir evladını kaybettiğini, Keynes'in bir dahi olduğunu, iktisat politikası alanında Dünya ölçüsünde tesirler yarattığını, bir çok alanlarda faaliyet gösterdiğini v.b. yazmışlardır. KEYNES’İN İKTİSADİ DÜŞÜNCELERİ Başlangıçta, Keynes hocası Alfred Marshall'ın etkisi altında kalan neo-klasik bir ekonomist idi. Ona göre Marshall, yüz seneden beri gelen en büyük iktisatçıdır. Ekonomiye denge ilkesini getirmiştir. Zaman öğesini teoriye sokmuştur. Bu iki husus Keynes'in de düşüncelerine esas olmuştur. Keynes'in ilk yapıtları tamamen neo-klasik temellere dayanmaktadır. Versay sulh anlaşması üzerine yazdığı yazı buna bir örnektir. Bu yazıda Almanya'ya yükletilen savaş tazminatının transferi üzerinde durulmakta, tazminat ağır ve gayri adil bulunmaktadır. 1923 de yayınladığı «Tract on Monetary Reform» isimli yapıtı ile klasiklerden biraz ayrılmaktadır. Bu yapıtta ortaya atılan düşünceler daha önce yayınladığı «Indian Currency and Finance» kitabındaki düşüncelerinin bir devamı olmakla beraber, bazı yenilikler getirmektedir. Örneğin, tasarrufla yatırım arasındaki farka işaret edilmiş; enflasyonun deflasyona, kambiyo kurlarındaki istikrarsızlığın iç fiyat düzeyindeki dalgalanmalara tercih edilebileceği ifade olunmuştur Keynes bu kanaatini hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir, işsizliğin kendi kendine işleyen bir ekonomi düzeninde ortadan kaldırılmasındaki güçlüğe işaret etmiş, 1925 de altın para sistemine dönülmesini eleştirmiştir. Gerçekten, altın para sistemine dönülmesinden sonra iç fiyat düzeyinin durumu uzun süren bir işsizliğe sebep olmuştur. Keynes altın para sistemi ve sabit kambiyo kuru politikasının ülke içinde istihdam düzeyine etkilerini inceleyerek, bir ülkenin istihdam seviyesini dış tesirlere bağlamanın doğru olamayacağını ifade etmiştir. Ona göre, para, faiz ve fiyat düzeyi kambiyo kurlarına göre değil, milli ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir. Keynes'i klasiklerden ayıran ilk denemesi 1930 da yayınladığı «A Treatise on Money» isimli yapıtıdır. Bu yapıtına göre, istihdam yatırıma tabidir; yatırım ise, faize bağlıdır. Para tedbirleri ile yatırım miktarını tasarrufa uydurmak mümkündür. Kitap zamanında takdir edilmiş ve aynı zamanda bir çok eleştirilere de yol açmıştır. 1930 Dünya Ekonomik krizi, Keynes'i krizle mücadele için bir çok tekliflerde bulunmaya sevk etmiş, 1933 de «The Means to Prosperity», 1935 de «A Self-Adjusting Economic System» isimli makalelerini ve nihayet 1936 da kendisine ekonomi doktrinleri tarihindeki ününü sağlayan «General Theory of Employment, Interest and Money» adlı yapıtını yayınlamıştır. Keynes, bu yapıtında genel ekonomik dengenin tam istihdam seviyesine özgü bir olay olmadığını, düşük istihdam düzeyinde de denge olabileceğini ortaya atmış, piyasa ekonomisinin düzenli biçimde işlemesini temin etmek için kendi kendine dengeyi sağlayan güçlerin yetersizliği üzerinde durmuş, bunu gidermek için devletin müdahale gereğine işaret etmiştir. Örneğin, gerçek talebin yetersiz olduğu yerde bizzat devletin gerekli talebi yaratmasının zorunlu olduğunu savunmuştur KLASİK TEORİ VE KEYNES’İN GENEL TEORİSİ Keynes, Ad. Smith'den Alfred Marsall'a kadar ortaya atılan ve esas itibariyle Ricardo'nun iktisat teorisine dayanan iktisadi düşünceleri klasik teori olarak görmektedir. Keynes, klasik teoriyi genel teori içinde özel bir durum olarak görmekte, J. B. Say'in mahreçler kanununu esas almak suretiyle istihdam sorununu çözümlediğini sanmakla suçlamaktadır. Klasik teoriye göre, serbest rekabetin geçerli olduğu piyasa ekonomisi düzeninde her arz kendisine eşit talep yaratır. Üretimle yaratılan gelirin tamamına eşit harcama yapılır. Talep yetersizliğinden ileri gelen bir işsizlik görülmez. Gerçi, insanlar gelirlerinin bir kısmını gelecek gereksinmelerini düşünerek tasarruf ederler. Ne var ki, tasarruflarını atıl bırakmazlar; ödünç vererek tasarruflarının ödülünü görmek isterler. Böylece birinin harcamadığını başkası harcar; tasarruf kadar yatırım yapılır. Toplam talep ile toplam arz arasındaki eşitlik sağlanmış olur. Tasarruf - yatırım eşitliğini, dolayısıyla toplam taleple toplam arz arasındaki eşitliği reel faiz haddindeki değişmeler sağlar. Yine klasik teoriye göre, bu eşitlik tam istihdam düzeyinde meydana gelir. Bunu reel ücretlerdeki değişmeler sağlar. Çünkü gerek emek talebi, gerekse emek arzı reel ücretlerin bir fonksiyonudur. J. M. Keynes «kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisi düzeninde iktisadi dengenin bozulmayacağı ve bu dengenin tam istihdam düzeyinde oluşacağı» yolundaki klasik düşünceyi eleştirmiştir. Ona göre, insanların ellerine geçen parayı atıl bırakmayacakları görüşü her zaman gerçeğe uymaz. Gerek tasarruf, gerekse yatırımların faiz esnekliği klasiklerin iddia ettiği düzeyde değildir. Tasarruf her şeyden önce gelir düzeyine bağlıdır. Yatırım sermayenin marjinal verimliliği ile faiz haddine göre oluşur. Örneğin, kâr şansının azaldığı, zarar etme olasılığının arttığı iktisadi dönemlerde faiz haddi düşürülse bile, firmalar yatırım yapmaktan çekinebilirler. Böylece talep yetersizliği meydana gelebilir. Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar. J.M. Keynes'e göre, işçi istihdamı firmaların üretim kararlarına; firmaların üretim kararları ise, satışlara bağlıdır. Yani istihdam düzeyini belirleyen öğe gerçek taleptir. Alış verişe paranın aracı olduğu piyasa ekonomilerinde gelirden az veya gelirden fazla harcama yapılabilir. Gelirden az harcama yapılırsa, firmaların satışları azalacağından, istihdam hacmi daralır; gelirden fazla harcama yapılırsa, firmaların satışları artacağından, eğer ekonomide eksik istihdam durumu varsa, istihdam hacmi genişler, üretim artar; tam istihdam durumu varsa, fiyatlar yükselir. Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, ekonomik denge her zaman tam istihdam düzeyinde oluşmaz; eksik istihdam düzeyinde de meydana gelebilir. Bu durumda istihdam hacmini genişletmek, tam istihdam düzeyine ulaşmak için toplam talebin artırılması zorunludur. Çünkü firmaların istihdam hacmini genişletmeleri satışlarına, bu ise, harcamaların, yani talebin artmasına bağlıdır. Tam istihdamı talebe bağlayan görüşlere Malthus, Sismondi ve bazı sosyalist ekonomistlerde de rastlamak mümkündür. Ancak, Keynes toplam arz ile toplanı talebi belirleyen öğeleri inceleyerek, yeni bir sistem kurmaya çalışmıştır Keynes'e göre, istihdam düzeyini ve milli geliri belirleyen toplam gerçek talep iki kısımdan oluşmaktadır : i) Tüketim mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen tüketim harcamaları; ii) sermaye mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen yatırım harcamaları. Keynes kitabının büyük bir kısmını bu iki talebin incelenmesine ayırmıştır. Gerek tüketime, gerekse yatırıma çeşitli değişkenler tesir etmektedir. Bu değişkenler objektif ve sübjektif olmak üzere iki kısımda incelenebilir. i) Tüketimi belirleyen objektif değişkenlerin en önemlisi gelirdir. Gelirle tüketim giderleri arasındaki fonksiyonel ilişkiye tüketim eğitimi derler. Tüketim eğilimi gelirin tüketime harcanan kısmının gelire oranıdır. Tüketim eğilimini h ile gösterecek olursak, tüketim mallarına talep I=h.G ye eşittir. Burada I tüketim mallarına talep miktarını, yani tüketim harcamalarını, G milli geliri göstermektedir. Gelir arttıkça tüketim de artar. Fakat bu artış gelirdeki artış oranında olmayıp, daha düşük orandadır. Başka bir deyimle, marjinal tüketim eğilimi (dl/dG) müsbet olmakla beraber, birden küçüktür. Belki hiç yatırım yapılmayan durgun bir ekonomide gelire eşit tüketim yapılması düşünülebilir. Ancak, gerçekte böyle bir ekonomi yoktur. Gelişen her ekonomide gelirin tamamı tüketilmeyerek, bir bölümü tasarruf edilir. Hemen her ekonomide halk eline geçen gelirin tamamını tüketime harcamaz; çeşitli saiklarla bir bölümünü tasarruf eder. Genel olarak gelir yükseldikçe, marjinal tüketim eğilimi azalır, marjinal tasarruf eğilimi artar. Gelirle tüketim harcamaları arasında tasarruf eğilimine göre değişen bir fonksiyonel ilişki vardır. Tüketim harcamalarına gelirden başka, gelir bölüşümünde, faiz haddinde ve vergi politikasındaki değişmeler gibi objektif öğeler; ileride yapılması muhtemel tüketim harcamaları için ihtiyatlı olma, ailenin gelecekte büyüyen gereksinmeleri ile gelir durumu arasındaki muhtemel dengesizlikleri giderme düşüncesi, faiz ve fiyat artışlarından yararlanma arzusu, gittikçe artan giderlerin vereceği tatmin hissi, hür ve güçlü olma arzusu, ticari ve spekülatif plânların gerçekleştirilmesi amacı ile hazır para bulundurma arzusu, aileye servet bırakma düşüncesi, hasis veya müsrif davranışlar gibi sübjektif öğeler tesir edebilir. Keynes faiz haddinin tasarruf, dolayısıyla tüketim üzerine etkisini kuşku ile karşılamaktadır. Ancak, uzun devrede faiz haddinde önemli denilebilecek yükselmeler ve düşmeler tasarrufu, dolayısıyla tüketimi etkileyebilir. Kısa devrede faiz haddinin tüketim eğilimi üzerine doğrudan bir etkisi yoktur. Çünkü tasarruf üzerinde faizden çok alışkanlıklar ve gerek sinmeler etkili olur. Bununla beraber, faiz haddinin tüketim eğilimini, ekonomik dengenin başka büyüklüklerine tesir etmek suretiyle dolaylı yoldan etkilemesi mümkündür. Keynes'i klasik ekonomistlerden ayıran önemli noktalardan biri budur. Keynes'e göre, vergi politikasının tüketim eğilimi üzerine tesiri faiz haddindeki değişmelerden daha kuvvetlidir. Örneğin, gelirler arasındaki eşitsizliği azaltıcı yönde bir vergi politikası tüketim eğilimini artırır. Öte yandan devletin vergi hasılatından borçlarını ödemesi tüketim eğilimini olumsuz yönde etkileyebilir. Keynes'in sisteminde tüketim eğilimi istihdam düzeyini, gelir hacmini belirleyen değişkenlerden biridir. Gerçekten tüketim mallarına talep bu malların yeniden üretilmesine ve gelirin yeniden oluşmasına yol açar. Tüketim eğilimi, tüketimi etkileyen koşullar çabuk değişmediğinden, uzunca bir devre sabit kabul edilebilir. Gelirin tüketime harcanan bölümü yeniden üretilir. Gelirin tüketilmeyen kısmı tasarrufu oluşturmaktadır. Tasarrufun yeniden üretime, yani gelire dönüşmesi için yatırılması gereklidir. Tasarruf kendi başına gelire dönüşmez. Bu gerçek, Keynes'i tüketim eğilimi ile gelir artışı arasında bir ilişki kurmaya sevk etmiş ve R.F. Kahn tarafından ortaya atılan çoğaltan (multiplier) katsayısını sistemine dahil etmiştir. Çoğaltan katsayısını k harfi ile gösterecek olursak, yatırımlardaki bir artışın milli gelirde husule getireceği artış dG = k . dY ye eşit olacaktır. Burada G milli geliri, Y yatırımı göstermektedir. b) Sermaye mallarına karşı talep, Keynes'in deyimi ile halkın tahmin olunan yatırımı sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki ilişkiye bağlıdır. Çeşitli olanaklar arasında tercih yapabilen bir kimsenin yatırımda bulunabilmesi için, yatırılan sermayenin marjinal etkinliğinin (veriminin) piyasa faiz oranının üstünde olması gerekir. Yatırım sermayenin marjinal verimi faiz oranına eşit olana kadar devam eder. ba) Sermayenin marjinal verimi sermayedeki artışın verimde husule getireceği artışı gösterir. Yani, RJ=dV/dS dir. Keynes'in deyimi ile sermayenin marjinal verimi sermaye malının üretimde kullanıldığı sürece getireceği gelirlerin bugünkü değerini, sermaye malının yeniden üretim maliyetine eşit kılan ıskonto haddine eşittir Bir sermaye malı talep eden, yani yatırımda bulunan bir kimse, bu yatırımın kendisine gelecekte getireceğini umduğu q1, q2, ... qn gelirlerine göre, bugünkü değerini hesaplar. Eğer hesaplanan değer yatırımın arz fiyatından yüksek ise, yatırıma karar verir. Gelecek gelirlerin bugünkü değerini bulmak demek, yatırımın kapitalize değerini bulmak demektir. Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, sermayenin marjinal veriminin hesabında firmaların geleceğe ait kâr tahminleri büyük bir önem taşımaktadır. Firmalar geleceğe ait kâr tahminlerini bugünkü iktisadi duruma, mevcut malların mal oluş ve satış fiyatlarına göre yaparlar. Görülüyor ki, Keynes'in istihdam teorisinde firmaların geleceğe ait tahminlerinin önemi büyüktür. Firmaların geleceğe ait beklentilerinin değişmesi sermayenin marjinal verimini değiştireceğinden yatırımı etkiler. Bundan dolayıdır ki, Keynes'in sisteminde kâr tahminlerinin (geleceğe ait beklentilerin) büyük önemi vardır. Kâr tahmini konusu, uzun ve kısa vadeli olmak üzere iki kısımda ele alınabilir. Kısa devrede firmaların kâr tahmini, mevcut sermaye teçhizatının kullanılması ile ilgilidir. Bundan dolayıdır ki, Keynes'in sisteminde kâr tahminlerinin (geleceğe ait beklentilerin) büyük önemi vardır. Kâr tahmini konusu, uzun ve kısa vadeli olmak üzere iki kısımda ele alınabilir. Kısa devrede firmaların kâr tahmini, mevcut sermaye teçhizatının kullanılması ile ilgilidir. Bu ise sürüm miktarı ve fiyatlara bağlıdır. Uzun devrede kâr tahmini sermaye teçhizatının genişletilmesinin uygun olup olmadığı konusu ile ilgilidir. Buna göre sermaye mallarının talebinin daha çok firmaların uzun devre kâr tahminlerine bağlı olduğu söylenebilir. Yukarıda kısa olarak açıklanan biçimde tahmin edilen sermayenin marjinal verimi faiz haddinin üstünde ise, yatırım kârlı olacağından, yatırıma karar verilecektir; değilse, tasarruf kıymetli senetlere plase edilecektir veya nakit para olarak tutulacaktır. Yatırım, sermayenin marjinal verimi faiz haddine eşit olana kadar genişletilebilir. Keynes'in deyimi ile bir sermaye yatırımının t zamanı içinde tahmin edilen geliri q t ise, ve bir liranın aynı zaman içinde getireceği faizlere göre hesap edilen bugünkü değeri d t ise, bu yatırımın talep fiyatı qt . dt dir. Yatırım, bu fiyatın arz fiyatına, yani sermaye mallarının yeniden üretim fiyatına eşit olana kadar devam eder. bb) Faiz haddi kredinin fiyatıdır. Keynes'e göre, klasik teori faizi tüketimden feragatin bir fiyatı olarak görmektedir. Oysa, tasarruf dur düğü yerde bir gelir getirmez. Tasarrufun gelir getirebilmesi ödünç verilmesi ile mümkündür. Ödünç verme ise, paranın ödeme vaadi ile değiştirilmesidir. Yani, kredi veren paradan vazgeçmektedir. Öyle ise, faiz likiditeden feragatin (paradan vazgeçmenin) karşılığıdır. Başka bir deyimle, faiz gelirin tüketim ve tasarruf arasında kullanma şekline değil, tasarrufun para olarak tutulması veya ödünç verilmesine bağlıdır. Hareket noktası bu olan Keynes faiz haddinin para arz ve talebine göre oluştuğunu söylemektedir. Para arzını, para ve kredi işlerini ayarlamakla görevli makamlar (merkez bankası) belirler. Para talebine gelince, Keynes'in likidite tercihi deyimi ile ifade ettiği para talebi halkın ödeme gereksinimini gidermek için cebinde, kasasında, bankalardaki vadesiz mevduat hesabında tutmak istediği para miktarını göstermektedir. Halk i) muamele, ii) ihtiyat, iii) spekülasyon saiki ile para talep eder. i) Muamele saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için el altında tutmak istedikleri para miktarıdır. Ev idareleri ve firmaların gelirleri giderleri aynı zamana rastlamaması onları günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için para tutmaya (likidite tercihine) sevk eder. ii) İhtiyat saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların önceden kestirilemeyen ödemelerini yapabilmek için ihtiyaten el altında tutmak istedikleri para miktarıdır iii) Spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) fiyatlarda yer ve zaman bakımından meydana gelen değişmelerden yararlanmak maksadıyla el altında tutulmak istenen para miktarıdır. Gerçekten, malların fiyatları yükseliyorsa, bazı kimseler bugün ucuz almak, yarın pahalı satmak; fiyatlar düşüyorsa, bugün pahalı satmak, yarın ucuz almak suretiyle fiyat farkından kazanç sağlamak isterler. Bu türlü işlemleri yürütebilmek amacı ile el altında tutulmak istenen para miktarına spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) denir. Muamele saiki ve ihtiyat saiki ile para talebi daha çok gelir düzeyine; spekülâsyon saiki ile para talebi daha çok faiz haddine bağlıdır. Diğer etmenler aynı kalmak şartı ile, gelir yükseldikçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi artar; gelir düştükçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi azalır. Diğer etmenler aynı kalmak şartıyla faiz haddi yükseldikçe, spekülasyon saiki ile para talebi azalır; faiz haddi düştükçe, spekülasyon saiki ile para talebi artar. Şöyle ki, faiz haddi yükseldiği zaman, tahvillerin kapitalize değeri düşeceğinden, parası olanlar düşük fiyatla tahvil alarak, ileride yüksek fiyata satmak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) azalır. Faiz haddi düştüğü zaman, tahvillerin kapitalize değeri yükseleceğinden, ellerinde tahvil bulunanlar bu tahvilleri yüksek fiyata ellerinden çıkartarak, ileride düşük fiyata almak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) artar. Yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız Keynes'in faiz teorisi klasik teoriye benzememektedir. Keynes klasik teorinin, faiz haddini yatırımı tasarrufa eşit kılan bir fiyat olarak açıklamasını doğru bulmamaktadır. Keynes'in sisteminde faiz haddi üç bağımsız değişkenden biridir. Faiz haddi bilinmeden gelir düzeyini ve buna bağlı olarak tasarruf miktarını belirlemeğe imkân yoktur. PARACI İKTİSAT Modern miktar teorisini makro ekonomik politikalarında temel olarak ele alan ve para stokundaki değişmelere önem veren iktisatçılar Moneterist (Paracı) olarak adlandırılmaktadır. Bu iktisatçılar iktisat politikası aracı olarak para politikasının etkinliğine inandıkları için bu adla anılmaktadırlar. Moneterist iktisatçıların savundukları görüşe “Moneterizm” denilmekte olup bu terim ilk defa Karl Brunner tarafından kullanılmıştır. Moneterizm büyük ölçüde 1976 yılı Nobel ekonomi ödülü alan Amerikalı iktisatçı Milton Friedman tarafından geliştirilmiş bir teoridir. Friedman 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar:” (Study In the Quantity Theory of Money) adıyla editörlüğünü kendisinin yaptığı bir kitap yayınladı. Bu çalışma ile Friedman esasen monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuş oldu. Friedman’ın ikinci önemli eseri ise, A. Schwarts ile yazdığı “A Monetary History of the United States 1867-1960” (1867-1960 Yılları Arasında Amerikan Para Tarihi) adlı çalışmasıdır Moneterizm daha çok enflasyon üzerinde durmuştur. Moneterist düşünce enflasyonun nedeni olarak para arzının hükümetlerce gereksiz yere aşırı artırılmasında görmektedir. Monetristlere göre ekonomideki bir çok istikrarsızlık parasal kökenlidir. Bu yüzden iktisadi sorunların çözümlenmesinde para politikası diğer politikalardan daha etkilidir. Enflasyonu tümüyle parasal bir olar olarak gören moneteristler, para arzındaki artışın, milli gelirdeki artışı aşan kısmının doğrudan fiyatlar genel seviyesini yükselttiği görüşündedirler. Mesela toplam para arzı % 12 ve toplam milli gelir % 4 ise o yılki enflasyon % 8 olacaktır Milton Friedman kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verilirken yaptığı konuşmada bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olay olmuştur. Enflasyon ile işsizlik arasında uzun dönemde iddia edildiği gibi bir alış veriş (trade off) söz konusu değildir. Çünkü uzun dönem Philips eğrisi, doğal işsizlik oranından çıkan bir dikey gibidir. Dolayısıyla fiyat artış hızı işsizlik oranına değil, para miktarındaki artışlara ve beklenen enflasyon oranına (expected rate of inflation) bağlı olacaktır. Para ve maliye politikası uygulamasına karşı olan Moneteristler, bunun yerine denk bütçe uygulamasına özen gösterilmesini ve piyasa mekanizmasının işleyişini etkileyen monopollerle mücadele edilmesini isterler. Ayrıca moneteristler, devletin para arzını her yıl ve üretim artış hızına eşit bir oranda artırmasını tavsiye ederler. Moneteristler esasen Klasik ekonomiye dayanmakla birlikte onlardan bazı noktalarda ayrılırlar: -Klasik miktar teorisi yetersizdir, -Ekonomi daima tam istihdam düzeyinde değildir. Ekonomide “doğal işsizlik” olabilir Moneterizmin temel ilkeleri *Para arzındaki büyüme oranı ile nominal gelirin büyüme oranı arasında kesin olmamakla birlikte bir ilişki vardır. Kesin değildir. Çünkü para arzındaki artışların geliri etkilemesi zaman alır. Bunun ne kadar süreceği de bilinmez. *Ortalama olarak para arzındaki artış, nominal gelirleri yaklaşık 6 ve 9 ay arasında geçecek bir süre sonunda etkiler. *Nominal gelirin büyüme oranındaki artış etkisi ilk olarak üretim üzerinde görülür. Bu, daha sonra fiyatlara yansır. *Ortalama olarak fiyat etkisi yaklaşık 6 ve 9 ay arasında değişen zaman boyutu içerisinde ortaya çıkar. Para arzındaki artış ile enflasyon arasındaki toplam gecikme ortalama 12-18 ay arasındadır. *Kısa dönemde para arzındaki değişmeler öncelikle üretimi etkiler. *Ekonomik yaşamı etkileyen temel faktör parasal değişmelerdir. Dolayısıyla toplam talebi ve buna bağlı olarak üretim istihdam ve genel fiyat seviyesini belirleyen temel unsur para arzında meydana gelen değişmelerdir. *Para arzında meydana gelen değişmelerin ekonomiye yansıması, genellikle mikro karakterde olup, aktif varlığın (portfolio of asset) fiyat ve getiri oranındaki değişmeler nedeniyle yeniden düzenlenmesi yoluyla ortaya çıkar. *Ekonominin istikrarını bozan etkenlerin çoğu, hükümetlerin izlediği maliye politikasından ve para otoritelerinin firmalar ve kişiler arasında farklılık yaratıcı takdiri uygulamalarından kaynaklanır. Ekonomi kendi halinde istikrarlıdır. İstikrarı dışarıdan yapılan para ve maliye politikası müdahaleleri bozar. Friedman’a göre ileri ülkelerde 1970’lerden sonra baş gösteren krizin asıl nedeni Keynes’ten esinlenerek uygulamaya sokulmuş olan konjonktür politikalarıdır. Yüksek düzeyde istihdam oluşturmayı esas almış olan konjonktür politikaları gevşek para politikasından doğan etkilerle ekonomileri rayından çıkararak istikrarsızlığı yaygınlaştırmıştır. 1970’lerin ve 1980’lerin başında Moneteristler gerek akademik ve gerekse politik çevrelerden bir çok taraftar toplayarak düşüncelerini yaymışlardır. En önemlisi 1970’lerin sonları ile 1980’lerin ilk yarısında moneterist iktisat politikaları bir çok gelişmiş sanayi ülkesinde uygulanan iktisat politikalarını yönlendirmiştir. Onlara göre 1970’li yılların sorunu olan işsizlik ve enflasyonun sebebi uygulanan para politikalarıdır. Ekonomik istikrarsızlığın kaynağı ise para arzındaki düzensiz dalgalanmalardır. Örneğin enflasyon para arzındaki artışların doğrudan doğruya nominal gelirleri artırmasıyla ortaya çıkmaktadır. İşsizlik ise enflasyonun sebep olduğu bir olgudur. Friedman “Kapitalizm ve Özgürlük” adlı çalışmasında günümüz hükümetlerinin kesin bir biçimde yapmaları gerektiği savunulan faaliyetleri dahil, bir çok devlet görevinin ve müdahalelerinin bütünüyle kaldırılmasından yanadır. Friedman devlet müdahalelerini gereksiz ve zararlı sayar. Friedman Hayek’in “Köleliğe Giden Yol” isimli kitabında belirtilen görüşlere benzer biçimde, devlet müdahalelerinin ve devlet sektörünün giderek büyümesinin, insanların teşebbüs ve çalışma arzularını kırmak suretiyle, insanlığı köleliğe, iktisadi ve düşünsel gerilemeye götürmekten başka bir işe yaramayacağını savunmaktadır. Moneterist görüş, klasik teoride olduğu gibi ekonominin kendiliğinden ve daima tam istihdamda olacağını kabul eder. Bu nedenle devletin keyfi (takdiri) para ve maliye politikası uygulaması önlenmelidir. Moneteristler özellikle artan oranlı gelir vergisi yerine düz oranlı gelir vergisinin getirilmesini önermektedirler. Friedman’a göre, %15 veya % 16 oranında uygulanacak gerçek bir düz oranlı vergi, istisna ve muafiyetlerin sürdürülmesi halinde % 12-50 arasında uygulanan vergi oranı ile aynı hasılatı sağlayabileceğini, istisna ve muafiyetlerin sayısı artırılırsa, düz oranlı vergi oranının % 17’ye çıkarılabileceğini öne sürmüştür. YENİ KLASİK İKTİSAT, YENİ KLASİK REEL KONJONKTÜR TEORİSİ, YENİ KEYNESÇİ İKTİSAT 1. İktisadi Düşüncenin Son Otuz Yılı Ana akım iktisada yeniden hayat veren paracı iktisat, 1970’li yılların sonlarına doğru kendi içinden yeni klasik iktisat okulunun doğmasına yol açtı. Yeni klasik iktisatçıların paracı iktisada yönelttikleri en önemli eleştiriler, iki başlık altında toplanabilir: -Birinci olarak yeni klasik iktisatçılar, makroekonomik değişkenlerin gelecekle ilgili tahminlerinde paracı iktisadın kullandığı uyumcu beklentiler hipotezini reddettiler, yerine rasyonel beklentiler hipotezini geliştirdiler. -İkinci olarak da yeni klasik iktisatçılar, paracı iktisadın konjonktür dalgalarının sebebi olarak para politikasını sorumlu tutmalarını kabul etmediler, konjonktür dalgalarının nedeni olarak bütünüyle para politikasını değil, önceden ilan edilmeyen para politikasını gösterdiler. 2. Yeni Klasik İktisat Yeni klasik makro iktisat köklerini, esas itibariyle paracı makro iktisat teorisinden almış olmakla birlikte, 70’li yıllarda paracı yaklaşımdan ayrılmış ve farklı bir teori haline dönüşmüştür. Bununla birlikte, enflasyonun analizinde paracı makro teori ile aynı görüşlere sahiptir. 2.1 Yeni Klasik İktisadın Temel İlkeleri Rasyonel Beklentiler Hipotezi Rasyonel Beklentiler Teorisi, 1960’lı yılların sonlarında klasik iktisat teorisinin temel ilkelerini benimseyerek ortaya çıkan yeni bir ekonomik teoridir. Rasyonel Beklentiler Teorisi Moneterizmin bir dalı olarak görülebilir. Ancak Moneterist iktisatçıların hepsi Rasyonel Beklentiler Teorisi’nin tümünü kabul etmemektedirler. Rasyonel Beklentiler Teorisi, Klasik iktisatçıların yaklaşımına benzer şekilde insanların iyi bir şekilde bilgilendirildiklerine ve bunu çok iyi kullandığına inanmaktadırlar. Bunun yanında piyasada fiyatların ve ücretlerin esnek (flexible) olduğunu savunurlar. Bu yüzden işsizliğin daima gönüllü (voluntarily) olduğunu savunurlar. İnsanlar gerçek ücretlerin çok düşük olduğunu dRasyonel Beklentiler Teorisinin kurucusu Jon F. Muth’tur. Muth 1959 yılında Econometric Society’in Washinton D.C.’de yapılan kış toplantısına sunduğu bildiride teorisini ilk defa açıklamıştır. Rasyonel Beklentiler Teorisi de Keynezyen makro teoriye bir karşı teori olarak ortaya çıkmış bir iktisadi düşünce akımıdır. Rasyonel beklentiler konusu ilk defa Muth tarafından incelenmiş olmakla birlikte, Lucas, Sargent, ve Wallace tarafından geliştirilmiştir. Muth ekonomik yaklaşımda meydana gelen dalgalanmaların büyük bir kısmının ekonomik değişkenlerle ilgili tahminlerde yapılan hatalardan kaynaklandığını ileri sürer. Ona göre ne tür bir enformasyonun kullanıldığı ve bunların gelecek koşulların tahmini için nasıl bir araya getirildiğini anlamak çok önemlidir. Çünkü dinamik sürecin karakteri, gelecek ile ilgili beklentilerin, olayların gerçek seyri tarafından nasıl etkilendiğine karşı çok duyarlıdır. Ayrıca mevcut enformasyonun miktarı veya sistemin yapısı değiştiğinde beklentilerin nasıl değişeceğini kestirebilmek de çoğu defa gereklidir. Rasyonel Beklentiler en doğru tahmini yapmamıza imkan verir. Çünkü rasyonel beklentiler doğrudan doğruya ilgili değişkeni belirleyen sürecin (işlemin bilinmesine) bağlıdır. Rasyonel beklentilerin hatası; değişkeni belirleyen süreçte yer alan tesadüfi değişken ile sınırlıdır. Bu nedenle tahmin hatası süreçte yer alan ve tahmini mümkün olmayan tesadüfi değişkene eşit olur. Böyle bir durum ise istatistiksel olarak tahminin en üst doğruluk sınırına ulaştığını gösterir. Rasyonel Beklentiler Teorisi, aktif iktisat politikalarının terk edilmesini ister. Bu politikalarla konjonktür dalgalanmaları yumuşatılamaz. Aktif politikalar rasyonel insana hangi ekonomik sonucun iyi olduğunu belirleme hakkını vermez. Aktif iktisat politikaları ile işsizlik oranını veya kullanılmayan kapasiteyi azaltmaya çalışmak sadece ekonomideki enflasyonun ve konjonktürün boyutlarını artırır. Rasyonel Beklentiler Teorisi’nin enflasyonla mücadele yöntemi teklifleri ise, para miktarındaki azaltmaları vergi indirimleri ve kamu harcamalarının daraltılmasını kapsamaktadır. Vergi indirimleriyle birlikte ücret artışlarının frenlenmesi, karlılığı artırmanın tek yoludur ve ayrıca arzı olumlu yönde etkileyecek bir politikadır. Rasyonel Beklentiler Teorisini savunanların Keynezyen iktisada yaptıkları eleştiri 1960’lı yıllarda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizliktir. Onlara göre bu olaylar sıkı para politikası ve dengeli bütçe gibi klasik ilkelerin bir sonucu olarak doğmamıştır. Aksine Keynezyen doktrinin enflasyon riski taşımasına rağmen reel büyümeyi ve artan istihdamı vaat eden geniş bütçe açıklarını ve yüksek oranlı parasal genişlemeyi gerektiren politikaların sonucu ortaya çıkmıştır Rasyonel Beklentiler Teorisi, para politikasının kısa ve uzun dönemde ekonomide sadece fiyatlar genel seviyesini etkileyeceğini öne sürerken, maliye politikasının uzun dönemde istihdam ve üretim üzerinde olumsuz etkiler yapacağını iddia eder. Rasyonel Beklentiler Teorisi tıpkı Klasik iktisatçılar ve moneteristler gibi, devlet harcamalarındaki artışın özel tüketim ve yatırım harcamalarında veya ithalatta meydana gelecek bir azalma ile karşılanacağını kabul eder. Bu nedenle devlet harcamalarındaki bir artış, toplam talebi etkilemez. Dolayısıyla milli gelir ve istihdam düzeyinde bir gelişme olmayacaktır. Buna karşın Rasyonel Beklentiler Teorisi maliye politikasının toplam arz üzerinde olumsuz etkilerde bulunduğu görüşündedir. Bunun sebebi ise daha çok devlet harcamalarının vergi artışıyla finanse edilmesidir. Sonuç olarak Rasyonel Beklentiler Teorisi, aktif makro iktisadi politikaların (devlet harcamalarının artırılması, verginin azaltılması, para arzını artırmak ya da azaltmak ... gibi) karşıdır. 3. Yeni Klasik Reel Konjonktür Teorisi Köklerini yeni klasik iktisattan alan ve ekonomideki istikrarsızlığın sebebini parasal şoklardan çok reel şoklara dayandıran bu yeni yaklaşıma Yeni Klasik Reel Konjonktür Teorisi adı verilmektedir. Yeni klasik reel konjonktür teorisi, kısaca Reel Konjonktür teorisi olarak da adlandırılmaktadır. Reel konjonktür teorisinde, ekonomideki istikrarsızlıkların sebebi teknoloji seviyesindeki rastgele değişimlerdir. İktisadi istikrarsızlıkların sebebi olarak, yeni klasik makro teori talep yanlı şokları, yani para arzı değişmelerini gösterirken; reel konjonktür teorisi arz yanlı şokları, yani teknolojideki rastgele değişmeleri esas almaktadır. Yeni klasik reel konjonktür teorisinin, yeni klasik makro iktisat teorisinden ayrılıp yeni bir düşünce okulu olarak ortaya çıkmasında, Ortodoks Keynesçi makro iktisat teorisinin büyük katkısı bulunmaktadır. Yeni Klasik Reel Konjonktür Teorisinin Temel İlkeleri 1.Reel Şoklar: Ekonomide üretim ve istihdam seviyesini etkileyen temel etken, parasal şokun yerini alan reel teknolojik şoktur. 2) Sinyal Algılama Sorunu: Genel fiyat seviyesi hakkındaki eksik enformasyon kabul edilmemektedir. Çünkü bilgi herkese açıktır, yani simetrik enformasyon söz konusudur. Ancak ekonomik karar birimlerinin, teknolojik şokun kalıcı mı yoksa geçici mi olduğu konusunda sinyal algılama sorunu vardır. 3) Büyüme ve Konjonktür Teorilerinin Birleştirilmesi: Büyüme teorisi ile konjonktür birleştirilmiştir, makro ekonomik analizde kısa dönem-uzun dönem dikotomisi ortadan kalkmıştır. Büyüme teorisi uzun döneme, konjonktür teorisi ise kısa döneme dayanmaktadır. Bu iki teori birleştirildiğinde, kaçınılmaz olarak kısa dönem-uzun dönem ayrımı ortadan kalkmaktadır. 4. Yeni Keynesçi İktisat Yeni Klasik Makro İktisat Teorisinin öncülerinden olan Robert Lucas Jr.’ın 1970’lerde Orthodoks Keynesyen Makro İktisat Teorisi’ne yönelttiği eleştirilere cevap olarak gelişen Yeni Keynesyen Makro İktisat Teorisi’nin temel görevi, Ortodoks Keynesyen Modeldeki teorik kusurları ve tutarsızlıkları tedavi etmek ve ücret ve fiyat katılıklarını açıklayan bir toplam arz teorisi kurmaktı. Lucas ve Thomas Sargent’a göre Ortodoks Keynesyen Makro Teori’nin üç temel kusuru vardı. Onlara göre ; -Ortodoks keynesyen makro iktisat teorisinin mikro ekonomik bakımından temelleri zayıftır. -Ortodoks keynesyen makro iktisat teorisi, uyumcu beklentiler hipotezini esas almaktadır. -Ortodoks keynesyen makro iktisat teorisi, sadece toplam talebi esas almaktadır. Bu nedenle toplam arz tarafı zayıftır. Yeni Keynesyen Makro teori, Lucas ve Sargent tarafından ileri sürülen ve yukarıda açıklanan Ortodoks Keynesyen makro iktisat teorisinin üç temel kusurunu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Buna göre yeni Keynesyen makro iktisat teorisi; Zayıf olan mikro ekonomik temelleri güçlendirmeye ve ekonomide dengesizlik durumuna yol açan fiyat ve ücret katılıklarının mikro ekonomik nedenlerini göstermeye çalışır. Ortodoks Keynesyen makro iktisat teorisinin benimsediği uyumcu beklentiler hipotezini terk ederek rasyonel beklentiler hipotezini benimsemiştir. Böylece, ekonomik karar birimlerinin fayda ve kar maksimizasyonu davranışları ile tutarlı olmayan bir hipotezi benimsemekten vazgeçmiştir . Piyasa dengesizliği esastır. (fiyatların piyasaları dengeleyebilecek kadar hızlı bir ayarlama yapamayışı talep ve arz şoklarının ekonominin üretim ve istihdam seviyesi üzerinde önemli reel etkiler yapamayacağı anlamına gelmektedir.) Keynesyen acıdan konjonktür dalgaları, hem büyük ölçekli hem de uzun sürelidir ve iktisadi refaha zarar verici niteliktedir. Yeni Keynesyen makro teorinin iddiasına göre, piyasa dengesizliği konjonktür teorisi, yeni klasik ve yeni klasik reel konjonktür teorisi alternatiflerine göre daha gerçekçidir. Ortodoks Keynesyen makro iktisat teorisi ile yeni Keynesyen makro iktisat teorisi arasındaki temel fark, neoklasik sentezle birleştirilen Ortodoks Keynesyen modelin sabit parasal ücret varsayımı yapması ve bunun nedenleri üzerinde durmamasıdır. Yeni Keynesyen makro teori ücret ve fiyat katılıklarının açıklanmasına daha kabul edilebilir mikro ekonomik temeller getirmektedir. Para kısa dönemde yanlı uzun dönemde yansızdır. Paranın yanlı oluşu fiyatların katı oluşundan kaynaklanır ve fiyat katılığı piyasadaki eksik rekabet şartlarından doğar. Kurdukları modele Phelps-Friedman beklentili Phillips eğrisini ve arz şoklarının etkisini ilave ettiler. Bu yolla Ortodoks Keynesyen makro iktisat teorisinin temellerini güçlendirdiler. Yeni klasik ve yeni Keynesyen modeller arasındaki temel fark, fiyat oluşum davranışlarından kaynaklanmaktadır. Yeni klasik modelde fiyat, tam rekabet şartlarına göre belirlenir ve bu nedenle firmalar piyasa fiyatını olduğu gibi kabul ederler, yani firmalar fiyat alıcısıdırlar. Yeni Keynesyen modelde ise fiyatı tekelci firmaların belirlediği varsayılır. Bu nedenle firmalar fiyat yapıcısıdırlar. Böylece yeni Keynesyenler eksik rekabet piyasalarını, piyasa dengesizlik modeline eklemişlerdir. Hem arz hem de talep şokları ekonomi için potansiyel bir istikrarsızlık kaynağıdır. Bu nedenle aktivist (duruma göre) politikalardan yanadırlar. yani ekonomiye devlet müdahalesini savunurlar. Ancak; kurala göre iktisat politikalarını savunanlar da vardır Eksik rekabet, eksik piyasalar, heterojen işgücü ve asimetrik enformasyon gibi tespitler yapmışlardır. Ekonomide istek dışı issizlik mevcuttur. Rasyonel beklentiler varsayımı kabul edilir. ANCAK; ücretler ve fiyatlar yapışkan olduğu için dengesizlik durumunda piyasaların temizlenmesi söz konusu değildir. Hem öngörülen hem de öngörülmeyen para politikaları üretimi artırır. Ancak öngörülmeyen para politikası, öngörülene göre çıktı düzeyini daha fazla artırır. Ücretlerin ve Fiyatların Yapışkan Olmasının Nedenleri 1) Etkin ücret teorileri; Verimlilik ile reel ücret arasında ilişki kuran bir teoridir. Alınan ücretin yüksekliği işgücünün vasfıyla doğru orantılıdır. İşgücü arzının fazla olması durumunda ücretlerde düşüşe gitmenin bir mantığı yoktur. Zira ücret düşüklüğü verimliliği olumsuz yönde etkileyecektir. 2) Zımni sözleşmeler teorisi; A. Okun bunu A. Smith’ten esinlenerek “görünmez tokalaşma” olarak adlandırmıştır. Ücretler, işçi-işveren arasında yazılı bir anlaşma olmaksızın uzun dönemli olarak örtük bir biçimde belirlenir. Konjonktürün genişleme dönemlerinde ücret artışı yada durgunluk dönemlerinde ücretlerde düşme gibi uygulamalar yapılmaz. 3) Süre teorileri; Uzun süre işsiz kalan kişinin yeteneklerinde azalma olduğu varsayılır ve düşük ücret düzeyinden de olsa çalıştırılmak istenmez 4) İçeridekiler-dışarıdakiler modeli; İçeridekiler ile çalışanlar, dışarıdakiler ile de işsizler kastedilmektedir. İşsizlik olması durumunda firmalar işsizleri işe alıp çalıştırmak yerine mevcut işçileriyle çalışmaya devam etmeyi tercih ederler. Zira yeni iççileri işe alıp tecrübe kazandırmanın maliyeti oldukça yüksektir. Bu maliyet kadar mevcut işçilerinin ücretlerine zam yapılıp çalıştırılma yolu daha rasyoneldir. 5) Koordinasyon Yetersizlikleri; Gerek firmalar gerekse işçiler ve sendikalar arasındaki koordinasyon yetersizlikleri olarak gruplandırılabilir. Genelde talepte bir artış olduğunda firmalar önce üretimlerini sonra fiyatları artırma yolunu seçerler. Bu da fiyat ayarlama sürecini yavaşlatır. Aynı şekilde işçiler yada sendikalar da ücretler bakarlar. Ve ücret ayarlama süreci gecikir. 6) Fiyatların karışık ayarlanması; hakkında karar verirken birbirlerine Bir ekonomide fiyatların aynı anda ve koordineli olarak değiştirilmesi mümkün değildir. Firmalar, fiyatı ilk değiştiren firma olmak istemezler. Bu nedenle de fiyat ayarlamaları yavaş gerçekleşir. 7) Toplam Talep Dışsallıkları; Firmalar fiyat ayarlamaya giderken, bu ayarlamanın hem kendilerine hem de diğer firma 8) Uzun dönemli sözleşmeler; İşçi-işveren arasındaki sözleşmeler genellikle uzun vadeli (bir yıldan uzun) olarak yapılırlar. Haliyle, fiyat artışı durumunda istenilen ücret artışı ancak sözleşmenin bitiminden sonra olabilecektir. Aynı şekilde firmaların kendi aralarındaki hammadde vs. alış-verişinde de uzun vadeli sözleşmeler esastır. 9) Menü (Katalog) Maliyetleri; Fiyat değişikliklerinin uygulamaya geçirilmesinin firmaya getireceği yük menü maliyetleri olarak adlandırılır. Örn. Turistik hizmet veren bir otelin fiyat değişikliklerinin duyurulması, gazetelere ilan, acentelere bildirim, yeni broşürler, yeni listeler vs. nin maliyetleri yüksek olabilmektedir. 1960’ larda Ortodoks paracı makro teorisyenler Friedman-Phelps Beklentili Phillips Eğrisi kavramını geliştirdiler. Buna göre; enflasyona yol açmadan piyasayı dengeleyen issizlik oranına; doğal işsizlik oranı adı verildi. Yeni Keynesyenler, ortodoks paracıların doğal issizlik oranı yerine, NAIRU kavramını tercih etmektedirler. Bunlara göre, doğal issizlik oranı ile NAIRU arasındaki temel fark; Doğal issizlik oranı – tam rekabet piyasaları , NDoğal issizlik oranı yani Yeni Keynesyenlere göre NAIRU, gelişmiş ekonomiler için %3, gelişmekte olan ekonomiler için %6 oranında issizlik enflasyona yol açmadan ekonomiyi dengelemektedir. 1980 ve 1990’ların baslarındaki resesyonlar nedeniyle Avrupa’da ortaya çıkan yüksek oranlı issizliğe, NAIRU nun %3 yada %6 üstüne çıkmasının neden olduğu anlaşıldı. NAURI oranlarındaki eşanlı yükselme, Yeni Keynesyenler tarafından yeni bir açıklamayla tarif edildi. Bu açıklamaya literatüre Hysteresis Etkisi olarak geçmiştir. Hysteresis Etkisi ; Cari issizlik oranının,bir çekim merkezi gibi hareket ederek , NAIRU’yu peşine takarak yükseltmesini, bulunduğu yerde sabitlenmesini veya düşmesini engellemesine denir. AURI ise – eksik rekabet piyasaları için tanımlanmıştır” ÇAĞDAŞ ANA AKIM DIŞI İKTİSAT Post Keynesçi ve Avusturyacı Ana Akım Dışı İktisat Temel Görüşleri/Varsayımları/Ayrılık Noktaları Keynes’n asıl temsilcilerinin neo-klasik keynesyen görüş değil kendilerinin olduklarını ileri sürerler Belirsizlik ve Zaman sorununu ön plana çıkartırlar Monetaristlerin ve rasyonel beklentilerin bütün görüşlerini ret ederler Devletin etkin, ekonominin ise istikrarsız olduğunu savunurlar Fiyat düzeyi dışsaldır, talebe çok duyarlı değildir. Fiyatlar piyasada değil, üreticiler tarafından belirlenir. (mark-up fiyatlama) (yani maliyetlerin üzerine belli bir kar marjı konulması Para arzı içseldir, faiz oranına duyarlıdır. Weintraub, enflasyonun nedeninin artan ücret maliyetleri olduğunu öne sürmüştür. Davidson, neo-klasik keynesyenleri suçlamış ve gelecekteki olayların tahmin edilmesi sürecinde “belirsizlik” olgusunun göz ardı edildiğini ileri sürmüştür Rabinson’a göre geleneksel iktisatçılar, gelir dağılımıyla ilgili bir teoriye sahip değillerdir. Ancak birçok problemin sebebi gelirden daha fazla pay alabilmek için yapılan mücadelelerdir. Ekonomi, klasiklerin ve takipçilerinin ileri sürdüğü gibi kendi kendine işleyen mekanizmalar sayesinde dengeye gelemez. Çünkü, monopol ve oligopol şeklindeki örgütlenmeler bu durumu engeller. Doğal istihdam yada doğal hasıla olgusuna karşı çıkarlar Bazı Konulardaki Görüşleri 1) Ekonomik büyüme ve gelir dağılımı; Neo-klasiklere göre ekonomik büyüme ve gelir dağılımının temel belirleyicisi nispi fiyatlardaki değişmeler iken post-keynesyenlere göre Yatırımlardır. Yatırımlardaki değişmelerden dolayı ortaya çıkan gelir etkisi, nispi fiyatlardaki değişmeden kaynaklanan ikame etkisinden daha önemlidir. 2) Yatırımların kaynağı karlardır. Post-keynesyenlere göre yatırımların kaynağı tasarruflar değil karlardır. Tasarruflar genelde gayrimenkul alımına gider. Firmalar, yatırımlarını finanse etmek için karlarını artırmaya ve mümkünse kar payı dağıtımı yapmamaya çalışırlar. 3) Belirsizlik Post-keynesyenler, analizlerde belirsizlik unsurunun dikkate alınmasını eleştirirler. Belirsizlik durumu, beklentiler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Beklentiler, belirsizlik koşullarında dalgalanma gösterir, dolayısıyla gelir ve istihdamda da dalgalanma olur. 4) Enflasyon Post-keynesyenler enflasyonun sebebi olarak para arzı artışlarını görmezler. Bunlara göre enflasyonun sebebi gelir bölüşümündeki mücadelelerdir. Örn; Oligopolcü firmaların ve güçlü sendikaların olduğu bir ekonomide meydana gelen dışsal bir şok fiyatları artırır. Fiyatların yükselmesi, ücret artışı baskısı yapar ve ücretler artırılır. Ücret artışı, karları azaltacağı için oligopolist firmalar ürünlerinin fiyatlarını artırırlar ve enflasyonist süreç yaşanır. Yani; bunlara göre, enflasyonun nedeni ücretlerdeki artıştır. Enflasyonu önlemek için gelirler politikası, ücret ve fiyat kontrollerini önerirler. Post-keynesyenlere göre enflasyon her zaman mal talebindeki artıştan kaynaklanmadığı için, para ve maliye politikası uygulamalarıyla önlenemez. Zira; daraltıcı para ve maliye politikası uygulamaları, dağıtılacak gelirin azalmasına neden olacak bu nedenle de gerginliğin daha da artmasına neden olacaktır. Post-keynesyenlere göre enflasyon ile para arzı arasındaki ilişki şu şekilde ifade edilmektedir. M= P + Y (1) M; uzun dönem para talebindeki artışı, P; FGS’ndeki değişmeyi, Y; reel üretimdeki artışı ifade etmektedir. Bu durumda para talebindeki artış, FGS ile üretim artışının toplamına eşittir. Diğer taraftan; Enflasyon; nominal ücretlerdeki artış oranı ile verimlilik artış oranı farkına eşittir. P= W- Z (2) W; nominal ücret artış oranı, Z; verimlilik artışı 3 durumun ortaya çıkması söz konusudur; a) W>Z ise enflasyon b) W<Z ise durgunluk c) W=Z ise fiyat istikrarı 2 nolu denklem 1 nolu denklemde yerine konursa; M= W-Z+Y olur. Sonuç olarak Z sabit kalmak şartıyla ; W artarken MB para arzını artırmazsa gelir düzeyinde azalma olur. Çünkü para arzı artmazsa faizler yükselir, yatırımlar ve gelir azalır. Avusturyacı İktisat Okulu Avusturya İktisat Okulu, Carl Menger’in 1871 yılında yayınlanan Ekonomi Biliminin Temelleri (Grundsatze der Volkwirthcaftslehre) isimli kitabı ile doğmuştur. Bu eseri ile Menger, Viyana Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmuş, bir süre sonra aynı üniversitede profesörlüğe atanmıştır. Daha sonra Menger’in öğrencisi olmamakla birlikte iki genç iktisatçı olan Böhm Bawerk ve Friedrich von Wieser, Menger’in fikirlerinin ateşli savunucusu oldular. 1880’lerde bu iktisatçıların yaptığı araştırmalar ile Menger’in düşünceleri diğer ülkelerde de bilinmeye başlandı. Böhm-Bawerk ve Wieser’in birkaç makalesi İngilizce’ye tercüme edilmiş ve 1890 yılında ABD’nde yayınlanan Annals of the American Acadamy of Political and Social Science dergisinin editörleri Böhm-Bawerk’den Avusturya İktisat Okulunun öğretilerini açıklayan bir yazı yazmasını istemişlerdi. Avusturya İktisat Okulu konusunda bilinmek istenenler başlıca şunlardı: Avusturya okulunun temsilcileri, (b) Okulun temel görüşleri, Diğer iktisat okulları ile arasındaki benzerlik ve farklılıklar, (d) Avusturya iktisat okulunun günümüzdeki yeri ve önemi. Menger’in 1871’de yayınlanan kitabı iktisadi düşünceler tarihinde “marjinal devrim”in temeli olarak kabul edilir. Jevons’un 1871’de yayınlanan Politik İktisat Teorisi ve Walras’ın 1874’de yayınlanan Pür İktisat Politikasının Elementleri adlı eserleri de bu alanda önemli yapıtlar olarak bilinir. İktisadi düşünceler tarihi ile ilgilenen yazarlar Jovons’un ve Walras’ın eserlerindeki düşüncelere paralel olarak Menger’in çalışmalarındaki görüşlerinii ortaya koymuşlardır. W. Jaffe (1976)’nin eserinin yayınlanmasını müteakiben Menger’in düşünceleri ile o dönemde yaşamış olan iktisatçıların düşünceleri arasındaki farklılıklar ortaya konulmaya çalışıldı. Son yıllarda yayınlanan birkaç çalışma da aynı şekilde Menger’in kendine özgü düşüncelerini ön plana çıkarmıştır. Menger, Ekonomi Biliminin Temelleri adlı eserini klasik tekniklerin ve öğretilerin tersine, değer ve fiyat teorilerine dayalı olarak kaleme aldı. Klasik iktisatçılar değeri, üretim faktörlerinin faaliyetleri sonucunda elde edilen karşılık olarak görmekteydiler. Menger ise bir malın değerini, tüketici isteklerini ve arzularını karşılamadaki tatmin özelliği ile açıklamıştır. O yıllarda Menger’in eseri Almanya’da yazılmış ekonomi kitaplarından yaklaşım ve metod açısından tamamen farklıydı. Klasik iktisadın bir eleştirisi olarak kabul edilebilecek olan bu eser yayınlandığı andan itibaren tarihsel başarıya aday olarak gösteriliyordu. Menger’in kitabının yayınlandığı sıralarda Eski Alman Tarihçi Okulu, “Genç Tarihçi Okulu” ile yeni bir gelişme içerisindeydi. Genç Tarihçi okulun lideri Gustav Schmoller’di. O yıllarda 31 yaşında olan Menger, Schmoller’in düşüncelerine karşıt olarak eserini sunmayacak kadar dikkatliydi. Menger, İngiliz klasik ortodoks ekonomi anlayışının yerini yeni bir anlayışa bırakacağını ümit ederek Alman öğretim üyelerinin tarihi çalışmalarından destek görmek istemiştir. Ancak Menger, büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Alman iktisatçılar Menger’in kitabına tamamen karşı çıkmışlardır. Menger, kitabını yayınlamasından sonraki on yıl içerisinde düşünceleri ile başbaşa kalmıştır. Çünkü o dönemde henüz bir Avusturya İktisat Okulu mevcut değildi. 1880’li yıllarda Böhm-Bawerk ve Wieser’in çalışmaları ile Avusturya iktisat okulu ile ilgili olarak bir literatür oluşmaya başladı ve “Avusturyalılar” kavramı yer edinmeye başladı. Ancak o dönemde “Avusturyalılar” kavramı bazı iktisatçılarca aşağılayıcı bağlamda kullanılmaktaydı. İleriki yıllarda Avusturyalı ve Alman öğretim üyeleri arasında oldukça sert metodolojik tartışmalar ortaya çıkmış ve bu tartışmalar sayesinde Avusturya İktisat Okulu kendini uluslararası alanda tanıtma imkanı bulmuştur. Bulmuştur. BöhmBawerk (1883), ve Wieser (1884, 1889) tarafından yayınlanan eserler Menger’in subjektif değer teorisini ve fiyat ve maliyet hakkındaki düşüncelerini ortaya koymuştur. Mataja (1884), Gross (1887) ve R. Meyer (1887) pür kar teorisi ve kamu maliyesi ile ilgili eserler yayınlamışlardır. Viyana Üniversitesinde profesör olan Philippovic yayınladığı ders kitabı ile Avusturya iktisat okulunun marjinal fayda teorisi ile ilgili düşüncelerinin Almanya’da yayılmasına katkıda bulunmuştur. İki Avusturyalı iktisatçı olan Jevons ve Walras’ın değer ve fiyat teorilerine katkıları marjinalizm ve fayda üzerinde odaklanmıştır. Walras ve onu takiben diğer mikro iktisat teorisyenlerine göre bir değişkenin marjinal değeri, toplam değişkenin ana değişim oranına dayanır. Avusturyalı iktisatçılara göre marjinal fayda kavramı sadece psikolojik zevklere ve tatminlere dayandırılamaz, zevklerin marjinal değerlendirilmesine de dayandırılır. Menger, teorisinde ekonomik değerin belirlenmesinde subjektif fayda yaklaşımının önem taşıdığını belirtmiştir. Menger’in teorisinde değerler, esas olarak tüketicilerin istek ve arzularına bağlı olarak belirlenir. Avusturya iktisat okulunun temsilcilerinden Bohm Bawerk ise meslek hayatının ilk yıllarında faiz konusundaki klasik görüşlere ve teorilere eleştiriler yöneltmiştir. Daha sonra bu konu ile ilgili olarak bir kitap yayınlamıştır. İleriki yıllarda çeşitli yazarlar tarafından BöhmBawerk’in sermaye ve faiz teorisinin Menger’in yaklaşımından farklı ve özü itibarıyla tutarsız olduğunu savunmuşlardır. Şüphesiz Böhm-Bawerk sermaye ve faiz teorisini subjektif değer teorisinden bağımsız olarak ele almıştır. Böhm Bawerk’e göre üretim zaman içinde gerçekleştiği için ve Ekonomik İnsan sistematik olarak daha önceki tercihleri ile sonrakilerini birlikte değerlendirdiğinden sermaye yoğun üretim faaliyetleri başarısız olmayacaktır. Böhm-Bawerk yaptığı çalışmalarla Avusturya iktisat okulunun birinci dünya savaşı öncesindeki en önemli temsilcisi durumuna gelmiştir. Marksistler, Avusturyalı iktisatçıları Marksist ekonominin düşmanı olarak görmeye başlamışlardır. Böhm-Bawerk eserlerinde Marksist teorinin artık-değer kavramını sert bir şekilde eleştirmiştir. Böhm-Bawerk ileriki yıllarda Avusturya iktisat okulunun subjektif değer teorisini sistematik bir şekilde yaymıştır. Daha sonra üçüncü kuşak Avusturya iktisat okulu temsilcileri olarak kabul edilen Mises ve Hayek tarafından da bu alanda çalışmalar sürdürülmüştür. Menger 1903’de Viyana Üniversitesi ekonomi profesörlüğünden emekliye ayrılmış ve kürsüsü Wieser’e devredilmiştir. Wieser, Avusturya iktisat okulunun önemli kişilerinden biri olarak kabul edilmiştir. Wieser, Menger’in değer teorisini geliştirerek yayınlayan ilk kişilerdendir. Öte yandan Birinci Dünya Savaşından önceki on yıl içerisinde Avusturya Okulunun bir iktisadi ve siyasi düşünce merkezi olarak ün kazanmasını sağlayan BöhmBawerk semineridir. Seminere katılan diğer ünlü iktisatçılar arasında Joseph A. Schumpeter ve Ludvig von Mises vardı.