Muhafazakar demokrasi liberal demokrasinin kardeşidir. Muhafazakarlık ülkemizde belki de en az hatta en yanlış olarak bilinen bir düşünce biçimi. Devrimci bir siyasal kültüre sahip ülkemizde muhafazakarlık doğal olarak gericilik, tutuculuk, eskiyi savunma, ilerlemeye karşı çıkma vs. gibi çağrışımlar yapmaktadır. Halbuki çağımız siyasal düşüncesini derinden etkilemiş olan, hatta yirminci yüzyılın siyaset biçimine damgasını vuran kapsamlı, sistemli ve köklü bir düşünce biçimi muhafazakarlık. Amerikan siyasal sistemi muhafazakar ve liberal düşüncenin bileşimini yansıtan bir düşünce külliyatı üzerine bina edilmiştir. Bu bakımdan Amerikan medeniyetinin “libero–muhafazakar” bir medeniyet olduğunu söylemek mümkün. Buna karşın Avrupa’da gelişmiş olan sosyal demokrasi düşüncesi, burada gelişmiş olan liberal düşünceyle etkileşime girerek Avrupa demokrasisine damgasını vurmuştur. Burada gelişmiş olan demokrasi düşüncesinin bu bakımdan sosyal özelliklere, dolayısıyla “sosyal– liberal” bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran muhafazakar düşüncenin fikir babaları sayılan D. Hume ile E. Burke aynı zamanda liberal düşüncenin de fikir babaları arasında yer almaktadırlar. Muhafazakar düşüncenin üzerinde durduğu en önemli nokta “tecrübe”dir. Modern siyaset düşüncesinde “tecrübe” ile “akıl” iki farklı epistemoloji, iki farklı dünya görüşü ve iki farklı siyaset tarzına kaynaklık etmiştir. Aklı esas alan rasyonalistler, sadece bilgiyi değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal oluşumları da toplumsal deneyim yerine akla dayandırmışlardır. Hume çizgisinde gelişmiş olan tecrübeci felsefe anlayışı ise, sadece bilginin değil, aynı zamanda tüm toplumsal ve siyasal tasarımların da akıldan çok deneyime dayandığını kabul etmektedir. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğine damgasını vuran sosyalist düşünce, liberallerle muhafazakarların koalisyonunu ister istemez gündeme getirmişti. Fikri arka plandaki yakınlık bu iki düşünce biçiminin aynı düşmana karşı durmasını kolaylaştırmıştır. Yüzyılımızda temel hak ve hürriyetler, hukuk devleti, piyasa ekonomisi, toplumsal ve siyasal değişim, bireycilik gibi temel birçok noktada Neo Muhafazakar düşünce, liberal düşüncenin kulvarına girdi. Liberalizmle muhafazakarlık arasındaki ittifak iki düşünceyi de şahsında barındıran düşünürlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunların başında çağımız siyaset, hukuk ve iktisat düşüncesini derinden etkilemiş olan Hayek gelmektedir. Hiç kuşkusuz çağımızın en büyük liberal filozofu olan Hayek’in toplumların değişimine, doğal düzenin korunmasına ve temel hakların kaynağına ilişkin görüşleri muhafazakar düşünce istikametinde şekillenmiştir. Yirminci yüzyıldaki muhafazakarlıkla liberalizm arasındaki ittifak, stratejik bir ilişkiden çok, Kazım Berzeg’in ifadesiyle kardeşlik ilişkisine dayanmaktadır. Bilginin toplumdan, tarihten ve kültürden bağımsız kuru bir akıl yerine; tecrübeye dayandığı düşüncesi zaten liberal düşüncenin fikir babası John Locke’ün da savunduğu bir şeydi. Dolayısıyla geleneksel külliyata, toplumsal ve kültürel birikime ilişkin olumlu düşünce liberal düşüncenin felsefi boyutu içinde zaten yer almaktaydı. Bu bakımdan muhafazakarlıkla liberalizm baştan beri kardeş iki düşünce biçimi olmuş, bugün bu kardeşlik daha fazla netlik kazanmıştır. Bu noktadan sonra AK Parti ile birlikte ülkemizde gündeme gelmiş bulunan muhafazakar demokrasi düşüncesini daha kolay biçimde anlayabiliriz. Aslında demokrasinin “liberal”, “sosyal” veya “muhafazakar” şekilde ifadesi bir kılıf tanımlamasından ibarettir. Başka bir deyişle demokrasinin değişik düşüncelere göre değişmeyen genel geçer ilkeleri ve değerleri bulunmaktadır. Demokrasinin başına muhafazakar, liberal ya da sosyal gibi bir ifade getirmekle demokrasinin temel değerlerinde bir değişiklik meydana getirmeyiz. Sadece demokratik değerlerden ve kurumlardan bazılarına ilişkin hassasiyetlerimizi ifade etmiş oluruz. Anayasal, temsili, geçici ve sınırlı hükümet ile temel hak ve hürriyetler, demokrasinin hiçbir şekilde değişmeyen temel değerleridir. Ancak demokrasinin işleyişini sağlayan kurumları ülkeden ülkeye değişebilir. Bazı ülkelerde nispi temsili sisteme dayalı çok partili ve parlamenter bir sistem gelişmişken; bazılarında çoğunluk sistemine dayalı, iki partili başkanlık sistemi gelişmiştir. Ülkelerin bunlarda farklılık göstermesi demokrasi açısından sakınca teşkil etmez. Ancak demokrasinin temel değerleri olmadan demokrasiden söz edilmesi mümkün değildir. Gerek Avrupa, gerekse Amerika’da gelişen muhafazakar siyasete bakıldığında ailenin korunması, dinsel ve geleneksel değerlerin önemsenmesi, yardımlaşma ve dayanışma duygusunun geliştirilmesi, cemaat eksenli toplumsal dokunun himaye edilmesi gibi konuların muhafazakar demokratik siyasetin hassasiyetleri arasında yer aldığını görmekteyiz. Demokrasinin temel değerlerine ilişkin olarak liberal demokratlarla muhafazakar demokratlar arasında ciddi bir ayrışma noktasına rastlamak mümkün değildir. Bugün Avrupa ve Amerika’da muhafazakar siyaset tarzı artık sadece Hıristiyan Demokratlar tarafından değil, genel olarak sağ yelpazede yer alan değişik partiler tarafından savunulmaktadır. Bunun tipik örneklerini İngiltere’de Muhafazakar Parti, Amerika’da da Cumhuriyetçi Parti oluşturmaktadır. Bu partiler hem muhafazakar hem de liberal değerlerin terkibinden oluşan bir siyaset anlayışına dayanmaktadırlar. Bu tespitten sonra muhafazakar demokrasi anlayışının Türkiye’deki serüveni ile ilgili kısaca iki noktanın altı çizilebilir: Birincisi, muhafazakar demokrasi anlayışının AK Parti’ye ait yeni bir buluş olmadığı hususudur. Amerika’da başından beri hakim olan siyaset tarzının bu olduğu söylenebilir. Hatta Amerikan sosyal demokratları sayılan Demokratların siyasetinin de özellikle Clinton döneminde muhafazakar bir noktaya kaydığı çokça tartışılan bir konu olmuştu. Avrupa’da da son yirmi yılda sol siyasetin gerilemesiyle birlikte siyasete giderek damgasını vurmaya başlayan hassasiyetlerin muhafazakar reflekslerden beslendiğini görüyoruz. Sosyal demokrat Blair’i iktidara taşıyan enerjinin muhafazakar değerlere olan vurgusuna bağlı olduğunu biliyoruz. İkincisi, Türkiye’de muhafazakar demokrasinin tarihinin Osmanlı Ahrar Fırkası’na kadar götürülebileceği hususudur. Osmanlı son döneminde ayrışan siyasetin sağ cenahında yer alıp Demokrat Parti’yle iktidar olma şansı bulan siyaset anlayışı, muhafazakar liberal bir siyaset anlayışıdır. Bu siyaset anlayışı daha sonra Adalet Partisi ile Özal dönemindeki Anavatan Partisi tarafından devam ettirilmiştir. Türkiye’nin demokratikleşme yönünde kaydettiği önemli adımlar siyasetin sağ yelpazesinde yer alıp muhafazakar–liberal değerleri savunan partiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kısaca, muhafazakar demokrat siyaset AK Parti’yle birlikte yeni keşfedilmiş bir siyaset değildir. AK Parti’nin, kimliğini “muhafazakar demokrat” olarak açıklaması sadece bir cesaret meselesidir. Bu cesaretin de, “okumaz yazarlar” tarafından kuşatılan medya ve akademik dünyamızın muhafazakarlığa ilişkin cehaletinin aşılmasında işlevsel olacağı muhakkaktır. Amerika'nın 1492'de keşfinden sonra İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, bu kıtada toprak sahibi oldular. İngilizler, Amerika'daki topraklarını genişlettikten sonra İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler alıp buralara yerleştirerek koloniler kurdular. 18. yüzyıl ortalarında, bu kolonilerin sayısı 13'e yükseldi ve bu Onüç Koloni, ABD'nin temelini oluşturdu. Amerika kıtası insanlar için yeni olanaklar ve yeni bir hayat sağladı. Daha sonra bu koloni sistemi emperyalizm politikasına dönüştü. İngiliz kolonileri Birleşik Krallık'a endüstri konusunda hizmet ediyordu, İngilizler kolonilerden vergi alıyordu.Koloniler zaman içinde İngiliz devletinden farklı bir kimlik geliştirmeye başladı. Nüfus hızla büyüyor, tarıma dayalı ekonomi gelişiyor, iş adamları ticari ataklarda bulunuyordu.Dinsel yapıda da farklılık vardı. Avrupadan gelenler tutucu bir protestanlık geliştirmişti. Yönetimleri de İngilizlerden farklıydı.Kolonilerin her birinde (Pensilvanya dışında),iki yasama meclisi bulunuyordu. Kolonileri temsil eden alt meclisin üyeleri mal sahipleri tarafından seçiliyor, Krallığı temsil eden üst meclis üyeleri ise İngiliz Kralı'nın tarafından tayin ediliyordu. Kolonilerde yaşayanlar aynı zamanda mahkemeler kurmuştu ve İngiltere hukuk sistemini uyguluyordu. 1756-1763 yılları arasında İngiltere'nin Avusturya, Fransa ve Rusya ittifakıyla yaptığı savaşlar (Yedi Yıl Savaşları), İngiliz maliyesi üzerinde ciddi bir yük oluşturmuştu.İngiltere mali yükünü gidermek amacıyla yeni vergiler koyması, Amerika'daki kolonilerin tepkisiyle karşılaştı. Koloniler yüksek gelirler ödeyip, karşılığında hiç bir şey almamaktan rahatsızdı. Tütün ihracatına gelen ek vergiyle koloniler, 18. yüzyıl ortalarından beri kazanmaya hazır oldukları bağımsızlık mücadelesini hayatta geçirdiler.Savaşın başlarında George Washington, Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan ve özgürlük isteklerini dile getiren Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni yayınladı. Altı yıl süren savaş sonunda, George Washington komutasındaki koloni güçleri tarafından yenilgiye uğratılan İngiltere geri çekilmiş ve 1783 yılında 13 koloninin bağımsızlığını kabul etmiştir. Bağımsızlıklarını ilan eden koloniler, içişlerinde serbest eyaletlerden oluşan ABD’yi (Amerika Birleşik Devletleri) kurmuşlardır (1787). 1789'da Anayasanın tamamlanıp onaylanmasıyla artık yeni bir ulus doğmuştu. Siyasi yapı Yönetim biçimi: Amerika Birleşik Devletleri 50 eyaletten meydana gelen bir federal birliktir. Ulusal hükümetin merkezi, District of Colombia'dır. Anayasa, ulusal hükümetin bünyesinin ana hatlarını tesbit eder. Yetkileri ile faaliyetlerini belirtir. Kendine has anayasa ve yetkilere sahip olan her eyalet de öteki işlerden sorumludur. Her eyalet; yönetim bakımından şehir, kasaba, nahiye ve köylere ayrılmıştır. Her eyaletin seçimle gelmiş kendi hükümetleri vardır. Hükümet: Amerika'da hükümet, halk hükümetidir; halk tarafından kurulur. Kongre üyleri, başkan, eyalet yetkilileri, kasaba ve şehirleri yönetenler halk tarafından seçilir. Hakimler de, doğrudan doğruya halk tarafından seçilir veya seçilmiş yetkililer tarafından tayin edilir. Kamu görevlileri, görevlerini iyi yapmadıkları veya kanunları ciddi bir şekilde ihlal ettiklerinde görevden uzaklaştırılabilirler. Anayasa, kişilerin hak ve hürriyetlerini teminat altına almaktadır. Bu hak ve hürriyetler, 1791 de anayasaya eklenen ve İnsan Hakları Beyannamesi adı verilen ilk on değişiklikte belirtilmektedir. Anayasa, hükümetin yetkilerini üçe ayırmıştır: Başında başkan olan yürütme, Senato ve Temsilciler Meclisi olmak üzere kongrenin her iki kanadını ihtiva eden yasama ve başta yüksek mahkeme olmak üzere yargı. Anayasa, her birinin yetkisini sınırlamakta ve birinin gereğinden fazla yetki sahibi olmasını engellemektedir. Eyalet hükümetlerinde de, sistem, federal hükümet sisteminin hemen hemen aynıdır. Her eyalette yürütme kuvvetinin başında bir vali vardır. Eyalet hükümetleri düzeni koruma, çocuk ve gençlerin eğitimi, yol inşaatı gibi işlere bakar. Federal hükümet, milli ve milletlerarası ve birden fazla eyaleti ilgilendiren meselelerle uğraşır. Vatandaşların günlük hayatını etkileyen kanunlar, şehir ve kasabalardaki polis teşkilatı tarafından uygulanır. FBI diye bilinen Federal Soruşturma Bürosu; eyalet sınırlarını geçen suçluları, federal kanunlara aykırı hareket edenleri araştırır ve takib eder. Federal hükümet: ABD Başkanı, genel seçimle dört yıllık bir süre için seçilir. Seçilen Başkan, sürenin sonunda bir devre daha seçilebilir. Başkanın Amerika da doğmuş ve yaşının en az otuz beş olması gerekir. Yılda 200.000 dolar üzerinde maaş ve ilaveten masrafları için de 50.000 dolar alır; fakat bunların toplamı üzerinden gelir vergisi öder. Ayrıca seyahat ve misafir ağırlama masrafı olarak vergiye tabi olmayan 100.000 dolar alır. Başkan, Kongre tarafından onaylanmış bir kanun tasarısını veto eder veya bunu imzalamayı reddederse; Kongre nin her iki kanadı tarafından üçte iki oyla alınan bir karar bu vetoyu hükümsüz kılar ve tasarı kanunlaşır. Başkan; federal hakimleri, büyükelçileri, yüzlerce hükümet yetkilisini tayin eder. Başkanın ölümü, istifa etmesi veya kalıcı olarak sakatlanması halinde görevi seçime kadar başkan yardımcısı yürütür. Birleşik Amerika Anayasası uyarınca, görev süresi tamamlanmamış bir Başkan, ancak görevi kötüye kullandığı iddiasının, yeterli delile dayanılarak, Temsilciler Meclisinde üyelerin üçte iki çoğunluğunun tasdik etmesi ile görevden alınabilir. Bugüne kadar yalnız bir Amerikan Başkanı görevi kötüye kullanmakla suçlanmıştır. O da 1868 de muhakeme edilerek beraat eden Andrew Jackson dır. Ancak 1974 te Başkan Richard Nixon dahil, yüksek makamda birçok yetkilinin karıştığı seçim kampanyasında kanundışı para toplama olayı mahkemeye intikal etti. Watergate olarak adlandırılan bu olayda Nixon, mahkemeye çıkmadan istifa etti ve yerine Gerard Ford geçti. Yasama kolu olan Kongre; Senato ve Temsilciler Meclisi'nden meydana gelir. Senatörler 6 yıl, Temsilciler Meclisi üyeleri ise iki yıl için seçilirler. Senatör ve Temsilciler aday olmak istedikleri sürece tekrar seçilebilirler. Elli eyaletin her biri, Kongre ye iki senatör gönderir. Senatonun üçte biri, her iki yılda bir seçilir. Senatör seçilmek için adayın otuz yaşını doldurması ve seçilmesinden en az dokuz yıl önce Amerikan vatandaşı olmuş bulunması şarttır. Temsilciler Meclisinin 435 üyesi vardır. Her eyalet, kendi nüfus oranına göre belli sayıda üyeye sahiptir. Eyaletler aşağı-yukarı eşit nüfuslu seçim bölgelerine ayrılır ve her bölgenin seçmenleri Kongre ye bir temsilci üye seçerler. Bir üyenin en az yirmi beş yaşında ve en az yedi yıllık Amerikan vatandaşı olması gerekir. Bir tasarının kanun olabilmesi için hem Senato hem de Temsilciler Meclisi tarafından tasdik edilmesi gerekir. Dış siyaset: Ülkenin kuruluşundan beri dış siyasetin yönetiminde başlıca söz sahibi Başkan olmuştur. Bununla birlikte, yetkileri sınırsız değildir. Giriştiği taahhütlerin Kongre tarafından tasdik edilmesi gerekir. Amerika, Birleşmiş Milletlerin Anayasası uyarınca kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Teşkilatı (NATO), Amerika Devletleri Teşkilatı (OAS) gibi bölge savunma gruplarına ve barış ile gelişmeyi destekleyen diğer kuruluşlara da katılmıştır. Nüfus ve etnik yapı ABD'nin nufusu çok sayıda değişik unsurdan oluşmaktadır. 2006 sayımına göre nufusu 1 milyon ya da üzerinde olan 32 tane grup vardır. Nufusun çoğunluğu (%81) beyaz ve Avrupa kökenlidir. Bunu %13 ile Latin Amerika kökenliler izlemektedir. Nufusun %13'ü siyahidir. Bunlari çoğunluğu sömürgeler zamanında Afrika'da zorla getirilen insanlardan gelmektedir, ama büyük bir bölümü son yıllarda Afrika ve Karayipler'den göç etmiştir. Nufusun %4'ü Asya kökenli, %1'i ise Amerikan Yerlisi'dir. Amerika'nın yönetimindeki topraklar Karayipler denizinde 9000 kilometrekarelik bir ada olan Porto Riko, Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlıdır. 3.410.000 nüfusu ABD vatandaşıdır. Valilerini ve yasama meclislerini kendileri seçerler. Yine Karaipler denizindeki Virgin Adaları 1917 yılında Danimarka'dan satın alınmıştır. Adanın yüz bin nüfusu ABD vatandaşı olup, valilerini ve tek yasama organı olan senatoyu kendileri seçerler. Virgin Adaları'nda 346 kilometrekare yer tutan elli küçük ada vardır. Panama ; kanalın iki tarafında sekiz kilometre uzunluğunda bir kara şeridi olan Panama Kanalı Bölgesi, iki ülke arasındaki antlaşmalar uyarınca, 1904'ten 1978'e kadar Amerika'nın kontrolü altındaydı. 1978'de iki ülkenin liderleri bölgenin %65'ini 31 Aralık 1989'da ve geri kalan kısmını da 2000 yılında Panama'nın kontrolüne veren yeni bir antlaşma imzaladılar. Birleşik Devletlerin kanalın savunması ve işletilmesindeki sorumluluğu tarihte Panama'ya devredilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin 50 Eyaleti USPS Tarih /,ɒlə'bɒmə/ AL Alaska /ə'lɒskə/ Arizona Kısa Adı IPA Alabama Yüksek Nüfuslu Şehir Nüfus Başkent 1819 4,599,030 Montgomer Birmingham y AK 1959 670,053 Juneau /,ɒɹɪ'zoʊnə/ AZ 1912 6,166,318 Phoenix Arkansas /'ɑɹkən,sɔː/ AR 1836 2,810,872 Little Rock Little Rock Batı Virjinya /wɛst WV 1863 1,818,470 Charleston Charleston Connecticut /kə'nɛtəkət/ CT 1788 3,504,809 Hartford Bridgeport[1] Delaware /'dɛlə,wɛəɹ/ DE 1787 853,476 Wilmington Florida /'flɔːɹɪdə/ FL 1845 18,089,88 Jacksonville[ Tallahassee 2] 8 Georgia /'dʒɔːɹdʒə/ GA 1788 9,363,941 Atlanta Atlanta Güney Karolina /sɑʊɵ SC 1788 4,321,249 Columbia Columbia[3] Güney Dakota /sɑʊɵ SD 1889 781,919 Sioux Falls Hawaii /hə'waɪʔi/ HI 1959 1,285,498 Honolulu Honolulu Idaho /'aɪdə,hoʊ/ ID 1890 1,466,465 Boise Boise Illinois /,ɪlə'nçi/ IL 1818 Indiana /,ɪndi'ɒnə/ IN 1816 Iowa /'aɪəwə/ IA 1846 Anchorage Phoenix vɝː'dʒɪnjə/ Dover ,kɒɹə'laɪnə/ də'koʊtə/ Pierre 12,831,97 Springfield 0 Indianapoli 6,313,520 s Des 2,982,085 Moines 36,457,54 Sacramento 9 Chicago Indianapolis Des Moines Kaliforniya /,kɒlə'fɔːɹnjə/ CA 1850 Kansas /'kɒnzəs/ KS 1861 2,764,075 Topeka Wichita Kentucky /kən'təki/ KY 1792 4,206,074 Frankfort Louisville Kolorado /,kɑlə'ɹɒdoʊ/ CO 1876 4,753,377 Denver Denver Kuzey Karolina /nɔːɹɵ 1789 8,856,505 Raleigh Charlotte ,kɒɹə'laɪnə/ NC Los Angeles Bayrak Kuzey Dakota /nɔːɹɵ Louisiana ND 1889 635,867 Bismarck Fargo /lu,izi'ɒnə/ LA 1812 4,287,768 Baton Rouge New Orleans[4] Maine /mein/ ME 1820 1,321,574 Augusta Maryland /'mɛɹələnd/ MD 1788 5,615,727 Annapolis Baltimore[5] Massachuset /,mɒsə'tʃusɪts MA ts / 1788 6,437,193 Boston Boston Michigan /'mɪʃəgən/ 1837 10,095,64 Lansing 3 Detroit Minnesota /,mɪnɪ'soʊtə/ MN 1858 5,167,101 Saint Paul Minneapolis də'koʊtə/ MI Portland Mississippi /,mɪsɪ'sɪpi/ MS 1817 2,910,540 Jackson Missouri /mɪ'zʊɹi/ MO 1821 5,842,713 Jefferson City Kansas City[6] Montana /mɑn'tɒnə/ MT 1889 944,632 Helena Billings Nebraska /nə'bɹæskə/ NE 1867 1,768,331 Lincoln Omaha Nevada /nə'vɒdə/ NV 1864 2,495,529 New Hampshire /nuː NH 1788 1,314,895 Concord 1787 8,724,560 Trenton Newark[8] NM 1912 1,954,599 Santa Fe Albuquerque 'hɒmpʃiɹ/ New Jersey /nuː 'dʒɝːzi/ NJ New Mexico /nuː 'mɛksəkɔː/ Carson City Jackson Las Vegas Manchester[7 ] 19,306,18 Albany New York 3 11,478,00 Columbus Columbus[9] 6 New York /nuː joʊɹk/ NY 1788 Ohio /oʊ'haɪoʊ/ OH 1803 Oklahoma /,oʊklə'hoʊm OK ə/ 1907 3,579,212 Oregon /'ɔːɹəgən/ OR 1859 3,700,758 Salem Pensilvanya /,pɛnsəl'veinj PA ə/ 1787 12,440,62 Harrisburg Philadelphia 1 Rhode Island /ɹoʊd 'aɪlənd/ RI 1790 1,067,610 Providence Providence Tennessee /,tɛnɪ'si/ TN 1796 6,038,803 Nashville Memphis[10] Teksas /'tɛksəs/ TX 1845 23,507,78 Austin 3 Houston[11] Oklahoma Oklahoma City City Portland Utah /'juːtɔ/ UT 1896 2,550,063 Salt Lake City Vermont /vəɹ'mɑnt/ VT 1791 623,908 Montpelier Burlington Virjinya /vɝː'dʒɪnjə/ VA 1788 7,642,884 Richmond Virginia Beach[12] Vaşington /'wɑʃɪŋtən/ WA 1889 6,395,798 Olympia Seattle Wisconsin /wɪs'kɑnsən/ WI 1848 5,556,506 Madison Milwaukee Wyoming /waɪ'oʊmɪŋ/ WY 1890 515,004 Cheyenne Cheyenne Salt Lake City Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi abd Onüç Koloni'nin Büyük Britanya Krallığı'ndan ayrı olarak bağımsızlıklarını ilan ettikleri belgedir. Kongre tarafından 2 Temmuz 1776 tarihinde onaylanmış 4 Temmuz'da ilan edilmiştir; bu tarih Amerika Birleşik Devletleri'nde her sene Bağımsızlık Günü olarak kutlanmaktadır. Bu belge Vaşington, D.C.'deki devlet arşivlerinde gösterimde bulunmaktadır. Amerikan kolonilerinin bağımsızlıkları Büyük Britanya Krallığı tarafından 3 Eylül 1783 tarihindeki Paris Antlaşması'yla tanınmıştır. 11 Haziran 1776 tarihinde Virjinya'lı delege Richar Henry Lee, bağımsızlık için bir karar sureti sunduktan sonra, Massachusetts'ten John Adams, Pennsylvania'dan Benjamin Franklin, Virjinya'dan Thomas Jefferson, New York'tan Robert R. Livingston, ve Connecticut'tan Roger Sherman tarafından oluşan beşli komite tarafından hazırlanmıştır. Bildirgenin büyük bir bölümü Jefferson tarafından yazılmıştır. Bildirgede şu sözler yer almaktadır:"Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz". Bu belgede ifadeye kavuşan yönetim ilkeleri için Thomas Jefferson şöyle demiştir: “ Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak o halkın hakkıdır. Faşist Rejimler İlk faşist rejim 1922 yılında İtalya'da doğdu. 1933 yılında iktidara gelen Alman Nazizmi, onun bir uzantısı ve taklidi olarak ortaya çıktı. 1927 yılında Portekiz'de, 1930 yılında Japonya'da ve 1938 yılında İspanya'da kurulan rejimler de, hep benzer bazı özellikleri taşıdılar. Daha çok belirli düzeyin üzerinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu rejimlerin hepsini faşist olarak nitelendirmek eğilimi yaygınlaştı. Hepsi de tek partiye dayalı otoriter rejimlerdi ve ekonomik açıdan güçlü toplum kesimlerinin çıkarlarına öncelik veriyorlardı. Marksizmin tersine, faşizm, akıldan çok duygulara seslenen, maddi değerlerden çok manevi değerlere önem veren bir ideolojidir. Başka bir deyişle, Marksizm maddeci, faşizm ise ülkücüdür. Mussolini, faşizmin akla ve bilime değil, inanca dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Marksizmin kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına karşılık, faşizm bazı parçaların toplamıyla ortaya çıkmış gibidir. Faşizm, aristokrasinin ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkan tutucu ideolojinin, bir bakıma, farklı koşullardaki bir uzantısı sayılabilir. Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir, tek şefindir. Bu tek şef, İtalya'da "Duçe" (Mussolini), Almanya'da "Führer" (Hitler), İspanya'da "Cadillo" (Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Alfred Rosenberg'in şu tümcesi, Faşizmin ve Nazizmin önemli bir temelini yansıtıyor: "Nasıl ki bilinç altı bilince aitse, halk da şefe aittir." Hitler halka şöyle sesleniyordu: "Ben sizde varım ve siz bende varsınız." Mussolini'ye göre; "faşizmin dogmalara değil, disipline gereksinimi vardır." Hitler ise, akla ve demokrasiye olan inançsızlığını şöyle dile getiriyordu: "Almanya'yı yıkıntıdan kurtaran, saçı dörde bölen zekâ değildir. Akıl sizin bana gelmemenizi salık verirken, sadece inanç tersini söyledi... Bir devenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur... En güçlünün rolü egemen olmaktır, yoksa en zayıf ile bütünleşmek değildir... Önemli olan inanmak, itaat etmek ve savaşmaktır." Faşizme göre, insanlar eşit olmadığı gibi, ırklar da eşit değildir. Nasıl ki bazı insanlar üstün ve hükmetmek için yaratılmışlarsa, bazı ırklar da aşağı yaratılmışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmesi de gene, insanlığın yararınadır. Faşizm karamsar bir ideolojidir: Normal insan kötü ve yetersizdir. Çıkarının nerede olduğunu bilemez. Onu yönlendirmek, doğru yolu göstermek gerekir. Onun bencil davranmasına, hayvansal içgüdülerle hareket etmesine, kötülük yapmasına engel olmak için baskı zorunludur. Kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemeyen insan için özgürlük zararlıdır. Faşizmin otoriterlik özelliği, eşitsizlikçiliğinin ve karamsarlığının doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Büyüğe ve en üstte de şefe, mutlak boyun eğmek esastır. Eşitlik olmadığına göre, tartışmaya da yer yoktur. Bu nedenlerden dolayı, demokrasi zayıf bir rejimdir, komünizmi ve ahlak çürümesini önleyemez. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Liberalizm "ahlak dışı" bir ideolojidir. Hitler'e göre, "zamanını ahmak milletvekillerini ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez." Mussolini'nin ifadesiyle, "Faşizmin temeli devlet kuramıdır. Tüm bireyler ve topluluklar, devlet karşısında göreli bir nitelik taşırlar." Toplum bireylerin iradeleriyle oluşmaz. Birey amaç değil, devletin hizmetinde bir araçtır. Önemli olan birey değil, aile, grup ve toplumdur. Hiçbir şey devletin dışında veya karşısında olamaz; her şey devletin içinde olmak zorundadır. "Tek şef, tek örgüt, tek devlet" biçiminde özetlenebilecek olan faşist totaliterlik, faşist tekelcilik, işte bu zihniyetin ürünüdür. Faşizm barışçı değil, savaşçıdır, şiddet ve sertlik yanlısıdır, İtalya'da genç faşistlere şu ilke aşılanıyordu: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir." Birey, milliyetçi ülküler uğruna, kendini gözünü kırpmadan feda etmelidir. Saldırgan bir ulusçuluk anlayışı, faşizmin ırkçı, eşitsizlikçi ilkelerinin doğal sonucudur. Faşizm, bir balta çevresine bağlanmış değnek demeti anlamına gelen, İtalyanca "fascio" sözcüğünden kaynaklanmıştır. Fascio, güç ve birlik simgesidir. Mussolini'nin 1921'de kurduğu Ulusal Faşist Partisi'nin 1922'de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, faşizm ulusal anlamını yitirip, uluslararası bir kavram olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda, galip devletlerin yanında yer almasına karşın, "Büyük İtalya" düşleri yıkılmıştı. Savaşın yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar gündeme gelmişti. Yılda iki bine yakın grev oluyor, yoğun işten çıkarmalar ve ücretlerin düşüklüğü karşısında fabrikalar işgal ediliyordu. Sanayileşmiş Kuzey İtalya'da durum böyleyken, Güney İtalya'da da toprak işgalleri yaygınlaşıyordu. Komünizm korkusu, üst ve orta sınıflarda belirginleşmeye başlamıştı. Benito Mussolini'nin örgütlediği "foşo" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için harekete geçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921'de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda düzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu'nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar. Faşizm, proleterleşmekten korkan orta sınıfların özlemlerine yanıt veriyordu. Orta sınıflar için komünizm ne ölçüde tehlike ise, kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması da o ölçüde istenmeyen bir şeydi. Bu nedenle, faşist propaganda, ulusçulukla birlikte, bir ölçüde kapitalizm ve büyük sermaye eleştirisini de içeriyordu. Ekonomik bakımdan etkilenen alt sınıflar ile küçük mülkiyet sahibi orta sınıfların desteği böylece sağlandı. Ama faşist rejim oluşunca, büyük sermayenin çıkarları yönünde işledi. 1922 yılında, seçimlerde başarı sağlayan Faşistler, zor yoluna başvurarak, "Roma üzerine yürüyüş" düzenlediler. Devlet güçleri seyirci kaldı ve kral, Mussolini'yi başbakanlığa atadı. Mussolini, seçim yasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı. Mussolini'nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan "faşo" adlı çeteleri tasfiye etmesi ilginçtir. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar. "Faşo"ların üyelerinin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Giderek toplumsal yaşamın tümü, devletin mutlak denetimi altına girdi. Tek sendikada toplanan işçilerin, işverence önerilen ücreti kabul etmemesi devlete isyan sayıldı. 1932 yılında, Faşist Parti'nin Duçe'nin emrinde ve faşist devletin hizmetinde bir silahlı güç olduğu, açıklandı. Faşist Parti, inanç ve tartışmasız itaate dayalı dinsel bir topluluk gibiydi. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur." diyordu. İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini öldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi. Alman faşizminin kurucusu olan Hitler'in oluşturduğu partinin Milliyetçi-Sosyalist Alman işçi Partisi adını taşımış oluşu dikkat çekicidir. Çünkü, tıpkı İtalyan faşizminde olduğu gibi, Alman Nazizminde de, çıkarlarına hizmet edilen toplum kesimi ile, dayanılan ve kullanılan toplum kesimi aynı değildir. Gene İtalya'da olduğu gibi, Hitler de, iktidara ulaşmasını üç koşulun bir araya gelmesine borçlu olmuştur: Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmak sonucu kırılan ulusal gurur, komünizm tehlikesi ve 1929 yılında patlak veren büyük dünya ekonomik bunalımının yarattığı iflaslar ve işsizlik. Bunlara bir de, tarım ve sanayide tekellerin egemen olmasını ve bankaların sanayi tekelleriyle iç içe bulunmasını eklemek gerekir. Almanya'nın ileri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlaı ve hammadde kaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi İtalya'daki "faşo"lar gibi, sol hareketleri ve fabrika işgalleri ni ezmek için Almanya'da da, silahlı "SA" örgütleri kuruldu. "SA"lar da, İtalya'daki gibi, toplumun alt kesiminden gelen gençlerden oluşuyordu. Hitler, bir yandan tüm sorunların nedeni olarak Yahudileri gösterirken, öte yandan da şu vaatlerde bulunuyordu: Tekelleri kamulaştırmak, toptancı ticaretin kârını paylaştırmak, büyük mağazaları küçük esnafa kiralamak, toprak reformu yapmak, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlem almak. 1933'te Cumhurbaşkanı mareşal Hinderburg'un Hitler'i başbakan atamasıyla birlikte, Nazilerin, İkinci Dünya Savaşı macerasını açıp yenilinceye kadar sürecek olan iktidar dönemleri başladı. Bu dönemde milyonlarca Yahudi, insanlık dışı yöntemlerle öldürüldü. Meclis binası (Reichtag) yakılıp komünistlerin üzerine atılarak, büyük bir solcu avı yapıldı. Ama tüm bunlardan önce, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, Hitler'in ilk yaptığı şeylerden birisi, tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi, kendisini iktidara taşıyan SA örgütünü yok etmek, önde gelen üyelerini öldürmek oldu. Vaat edilenlerle yapılanlar arasındaki büyük çelişkinin, belki de kaçınılmaz bir sonucuydu bu. isminde sosyalist ve işçi sözcüklerini taşıyan bir partinin büyük sermaye ile bütünleşmesini, bu inançlı genç insanlara kabul ettirmek herhalde olanaksızdı. Gencay Şayian, faşizmin toplumsal tabanının, ekonomik bunalımdan en çok etkilenen kesimler olduğunu vurguladıktan sonra, şöyle diyor: "Bunalıma giren toplum için, mevcut egemen ideoloji yetersiz kalmaya, sistemin kurumları işlevlerini yerine getirmemeye, temsil edenlerle temsil edilenler arasındaki bağ kaybolmaya başlayınca, faşist dönüşüm için ortam hazırlanmış sayılabilir." Bir görüşe göre faşizm, yeterince dış pazar ve hammadde bulamayan sanayileşmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkmıştır. Dış pazarları ele geçiren İngiltere ve Fransa'da demokrasi gelişirken, Almanya ve İtalya'da faşist rejimlerin ortaya çıkması bundandır. Dış pazarlara açılamayan ekonomi büyüyememekte, dıştan aktarılan kâr olmayınca, içte emekçi sınıflara ödün vermek, onların tepkilerini yumuşatmak olanağı kalmamaktadır. Bu durumda toplumsal patlamaları önlemek ve sermaye birikimini sağlayabilmek için, bir baskı ve şiddet rejimi kaçınılmaz olmaktadır. Oysa dış pazarlar, kârücret çelişkisini ülke dışına taşımak veya taşırmak olanağını sağlamaktadır. Ekonomik bunalım dönemleri, geniş halk kitlelerini rahatlatabilecek olanakların kısıldığı koşulları içerdiği için, toplumsal huzursuzlukları baskı ve şiddet kullanarak önlemek, bir çözüm olarak gündeme gelmektedir. T. Adorno ve W. Reich gibi bilim adamları, faşizmin yalnızca ekonomik koşullardan hareketle açıklanmasını kabul etmiyorlar. Toplumdaki kültürel özelliklerin de bu açıdan büyük önem taşıdığını savunuyorlar. Adorno, "Otoriter Kişilik ve Faşizm" adlı yapıtında; otoriteye boyun eğme, batıl inançları kabullenme, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi eğilimlerin ağır bastığı bir kültürel yapının, faşizmin egemen olmasını nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor. Askeri Diktatörlükler Geri kalmış ülkelerde, sermaye sahipleri de, emekçi kesimler de yeterince güçlü değildir. Bu iki temel sınıfın güçsüzlüğü, ordunun rejim içindeki ağırlığını ve daha bağımsız hareket etme olanağını arttırır. Ordunun toplumsal güçler dengesindeki önemi, geri kalmışlık ölçüsünde ve bunalım dönemlerinde daha da artar. Sivil seçkinlerin güçsüzlüğü, asker seçkinlerin önemini büyütür. Karşı koyacak, denge oluşturacak bir gücün ya da güçlerin yokluğu, askeri darbeleri ve askere dayalı rejimleri kolaylaştırır. Güçlü partilerin, sendikaların, derneklerin, etkili ve bağımsız kitle iletişim araçlarının bulunmayışı karşısında, iyi örgütlenmiş tek güç olarak, ordunun ağırlığı çok artar. 1985 yılında dünyada var olan 56 askeri diktatörlüğün hepsinin de geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde bulunması bir rastlantı sayılamaz. Ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe diktatörlük tehlikesinin azaldığını, ama tümden yok olmadığım biliyoruz. Buna karşılık, geri kalmışlıktan kurtulmuş ülkelerdeki diktatörlüğün askeri olma olasılığı yok denecek kadar düşüktür. Çünkü bu ülkelerde temel sınıflar güçlenmiş, toplumun çoğulcu yapısı içinde silahlı kuvvetlerin ağırlığı göreceli olarak azalmıştır. Ne komünist ne faşist diktatörlükler, askeri diktatörlükler değil, çağdaş tek parti diktatörlükleridir. Siyasal sistem ve gelişme düzeyi ne olursa olsun, ordu her ülkede, bir tür kendine özgü baskı grubu olarak siyasal yaşamda ağırlık taşır. Bu niteliği ile de, siyasal süreçlere -azalan ya da artan ölçülerdeetki yapar. Ama ordu darbe yapıp doğrudan iktidara el koyduğu zaman, artık sistem nitelik değiştirmiş demektir. Bu önemli olayı incelerken, sırayla şu soruların yanıtlarını vermeye çalışacağız: (1) Ordunun siyasal gücü nereden geliyor? (2) Askeri diktatörlükler hangi koşullarda ortaya çıkıyor? (3) Askeri diktatörlüklerin yönünü ve biçimlenmesini hangi etkenler belirler? (4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasıl sonuçlanırlar? (1) Ordu, çağdaş toplumlarda, en iyi örgütlü, en disiplinli, en gelişmiş silahlara sahip bir güçtür. Sopalarla, tırmıklarla, kılıç ve oklarla sarayların basıldığı, şatoların ele geçirilebildiği dönemler geride kalmıştır. Modern bir ordunun karşısında, sivil güçlerin direnme olanakları çok azdır. Eğer Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus Ordusu maddi ve manevi açıdan çökmüş olmasaydı, Lenin ve arkadaşlarının 1917 Devrimi'ni gerçekleştirebilmeleri -belki de- olanaksızdı. Çağdaş ordular güçlerini yalnızca silahlarından değil, aynı zamanda tek merkezden yönetilen, disiplinli örgütlenmelerinden alırlar. Askerlerin sivil örgütleri küçümsemelerinin başta gelen nedeni budur. Sivil kurum ve kuruluşların laçkalaştığı bunalım dönemleri, askerlerin disiplinli örgütünü bir kat daha önemli kılar. Ordu, gerek maddi gücü ve disiplini, gerekse ülke bağımsızlığının bir simgesi olarak, aynı zamanda moral bir güce de sahiptir. Bu moral güç, halkın ona duyduğu saygı ve güvenden oluşur. Tarihsel evrime ve ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak, bunun düzeyi ülkeden ülkeye değişir. Ama ABD gibi, demokratik gelenekleri oldukça güçlü ülkelerde bile ordunun yadsınamaz bir ağırlığı vardır. Ulusal savunmadaki başarısı ve iç siyasetteki yıpranmamışlığı bu önem ve ağırlığı arttırırken, savaşlardaki yenilgiler ve iç siyasete fazla karışmanın verdiği yıpranmalar olumsuz etki yapar. Sonuç olarak, S. E. Finer'e katılarak şu soruyu sorabiliriz: "Ordu tüm sivil güçlerden yüz kat daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama karıştıklarını sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmaz mı?" (2) Bir orduyu siyasete doğrudan karışıp, siyasal iktidara el koymaya iten nedenler, o ordunun geleneklerinden kendini algılayış biçimine, sivil kurumların durumundan ülke ekonomisinin durumuna kadar birçok etkenle bağımlıdır. Ordunun hangi tarihsel koşullarda doğduğu önemlidir: Bazı ordular, Senegal'de. olduğu gibi, eski sömürgeye siyasal bağımsızlık verilmesinden sonra kurulmuştur. Bazı ordular, Cezayir'de olduğu gibi, bağımsızlık savaşı içinde oluşmuşlardır. Bazıları ise, Sovyet Rusya'da olduğu gibi, bir parti tarafından örgütlenmiştir. Görece genç sayabileceğimiz bu orduların devlete ve sivil kurumlara bakış açıları arasında bazı farklılıklar olması doğaldır. Üçünün de gelenekleri henüz oluşmamıştır; ama içlerinde sivil iktidara en saygılısı, elbette ki, bizzat bir sivil güç tarafından biçimlendirilmiş bulunan "Kızıl Ordu "dur. Eğer bağımsızlık hareketine ya da devletin kurulmasına siviller öncülük etmemişlerse, genç bir devlette, askerlerin sivil iktidara saygısını sağlamanın çok kolay olmadığını söylemeliyiz. Osmanlı Ordusu, tarihinde bazı ayaklanma girişimleri bulunmakla birlikte, merkezi iktidara saygı geleneğinin bulunduğu eski bir orduydu. Buna karşılık, genç cumhuriyetin kurulmasında da, dayanılan temel güçtü. Kendi başkomutanı ve silah arkadaşlarının iktidarı devraldıkları andan başlayarak, sivil iktidara saygı geleneğini yaratacak süreçler harekete geçti. Eski uzun geçmişi bu eğilimi kolaylaştırıyordu. (Sivil iktidarların ve sivil kurumların ömürleri ne kadar uzun olursa, askerlerin siyasete doğrudan karışma eğilimleri o ölçüde azalır. Darbeler sıklaştıkça, askerin siyasete doğrudan karışması da bir tür gelenek oluşturmaya başlar.) Bağımsızlık ya da ulusal davalar için dışa karşı verilen savaşlardaki başarı ya da başarısızlığı da, askerlerin iç siyasete yönelik ilgilerinde önemli ağırlık taşır. Başarılı bir İsrail Ordusu, gücünün ve toplumdaki saygınlığının bilincindedir. Çok önemli nedenler bir araya gelmeden, iç siyasete girerek yıpranmayı elbette ki istemez. Ama yenik ve ezik Arap Orduları için durum farklı olmuştur. Dış düşmanı yenemeyenler, içte düşman aramışlar (örneğin komünizm), bazı durumlarda ezikliklerini iç düşmana karşı gidermeye çalışmışlardır. Kara Afrika'da yaygın olduğu gibi, dışta hiç savaş vermemiş ordular ise, bazı durumlarda güçlerini içte gösterebilmek fırsatını ele geçirmekten memnun olabilirler. Ordular, yapıları ve işlevleri gereği, ülkenin bağımsızlığına, her şeyin bir düzen içinde yürümesine ve ulusal bütünlüğün korunmasına önem verirler. Kendi içlerinde önem taşıyan ve işlerin yürümesi için önkoşul olan disiplinin, sivil yaşamda da işlerin yürümesi için şart olduğuna inanırlar, içteki gelişmelerin ülkenin bağımsızlığım ve ulusal bütünlüğü tehlikeye attığını düşündüklerinde, darbe eğilimleri başlar. Sivil yaşamdaki düzensizlik ve disiplinsizliğin yaygınlaşması, bu eğilimleri güçlendirir. Kendi kendini yönetemeyenler, başkaları tarafından yönetilmeyi beklemelidirler. Ülke sorunlarını çözemeyecekleri izlenimini veren siviller, askerlerin işe karışmasına çağrı çıkarıyorlar demektir. Halkın siyasal partiler, yargı organları, üniversiteler, sendikalar gibi sivil kurumlara olan saygısının, bunalımdan sivil önder ve kurumlar aracılığıyla çıkılabilmesi umudunun azalması ölçüsünde, ordunun işe karışması olasılığı artar. Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet ve yasama organının saygınlığı özellikle önem taşır. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde darbe girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasında, zamanın başbakanı İsmet İnönü'nün gerek ordu gerekse sivil kurumlar gözündeki saygınlığı önemli rol oynamıştır. Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek parti ya da egemen bir partiye dayalı siyasal sistemlerin varlığını biliyoruz. Askeri rejimlerin oluşması açısından, bu partinin gücü ile ordunun gücü ve konumu arasındaki denge önem taşır. Meksika'daki egemen parti devletle bütünleşmiş ve önemli bir halk desteği sağlamıştır. Tunus'ta ve Hindistan'da, parti bağımsızlık savaşındaki yerinden dolayı çok saygın bir konumdadır. Bu durum, Cumhuriyet Halk Partisi açısından, 1970'li yıllara gelinceye değin, Türkiye için de geçerliydi. Yugoslavya'da da, Tito'nun partisinin çok etkili bir örgütlenmesi vardı. Tüm bunlar, ordunun siyasal yaşama doğrudan karışmasını ve özellikle de askeri bir rejim kurmasını zorlaştıran durumlardır. Sivil düzenin başarısızlığı ve anayasanın toplumda belirgin bir saygınlığının olmaması, darbe ve askeri rejim olasılığını arttırır. Fazla önemli toplumsal sorunlarının bulunmadığı ve özellikle de sivil güçlerin orduya başvurmama konusunda uzlaştıkları ülkelerde askeri diktatörlük kurmak çok zordur. Sıkıyönetim ya da otoriter bir sivil yönetim nedeniyle, ordu zaten etkili bir eylem ve baskı alanına sahipse; bu durum da, ordunun saygınlığının bu çerçeve içinde korunabilmesi koşuluyla, darbe ve askeri rejim olasılığını azaltabilir. Orduda verilen eğitim, özellikle de subayların yetiştirilmesindeki öz ve biçim, askerlerin sivil kurum ve kuruluşlara, ülkeyi yönetenlere bakış açılarını ve yaklaşımlarını yakından etkiler. Demokratik bir sistemi amaçlayan toplumların, bu konuya özel bir önem vermeleri gerekir. Sivilleri küçümseyerek, askeri bir disiplinin sivil yaşamın düzenlenmesinde de geçerli olduğuna inanarak yetişen geleceğin subayları, askeri darbelerin ve rejimlerin potansiyel gücünü oluşturur. Ordunun, kendisine karşı koyabilecek bir gücün bulunmadığının bilincinde olması da, siyasete doğrudan karışmasının ön koşullarındandır. Ordudan gelecek bir harekete gene ordu içinden başka bir gücün karşı koyması olasılığı caydırıcı bir etki yapar. Ama söz konusu karşı güç, ülke içinden olabileceği gibi, ülke dışından da olabilir. Büyük devletlerin doğrudan karışmasıyla başarısız kalan darbe girişimlerinin istisna oluşturduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Bu söylediklerimizden hareketle, ancak bütün ordunun görüş birliğinde olduğu darbelerin başarıya ulaşabileceğini sanmak da doğru olmaz. Alain Rouquie, askeri darbe ve rejimlerin laboratuvarı niteliğindeki Latin Amerika deneyimlerini değerlendirerek şöyle diyor: "En kurumsal ve görünüşte hemfikir müdahaleler bile, ancak kamuoyu ve özellikle ordunun kendisi, buna uzun bir süre hazırlanmışsa, kusursuz bir şekilde cereyan edebilir. Bunun tersi durumlarda, eylemde birliği sağlamak için, belli ölçüde şiddet gerekli olur... Çoğu zaman örgütlü bir akımı ya da sadece bir eğilimi temsil eden bir altgrup, kendi düşünsel yöntemini, yani ideolojisini zorla kabul ettirir. Böylelikle eylemci bir çekirdek, kadroların tümünü kendi yanına çekebilir ve ideolojik-stratejik zemini kendi yararına yeniden düzenleyerek egemenliğini kabul ettirir." Ülkenin genel durumundan ya da ordunun içinde bulunduğu özel koşullardan dolayı orduda ciddi bir huzursuzluğun varlığı, siyasal yaşama doğrudan karışmayı kolaylaştırıcı bir etki yapar. Subay kesiminin 1960 öncesindeki geçim sıkıntıları ve sivil kesim karşısındaki ezikliğinin, 27 Mayıs'a gidişi kolaylaştıran etkenler arasında yer aldığı söylenebilir. Bu durum daha sonra değişip tersine dönmeye başlamış, ordunun rejim içindeki etkisini yasal yollardan arttırıcı önlemler, anayasalara kadar girmiştir. (Türkiye'de 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri sırasında ülkenin içinde bulunduğu bunalımların yarattığı huzursuzluklar da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.) Ekonomik durumun, askerlerin siyasete karışmasında ve askeri diktatörlüklerin oluşumunda oynadığı rol herkes tarafından bilinir. Ama bu açıdan asıl önem taşıyan öğe, ülke ekonomisinin basit ya da karmaşık bir yapıya sahip bulunmasıdır. Ekonominin gelişmişlik düzeyi, askerlerin kolay kolay içinden çıkamayacakları kadar karmaşık bir yapı oluşturuyorsa, kolay ve kestirme çözüm hevesleri azalır; olası bir darbenin de, ekonomik güce bağımlılığı artar. Askeri darbelerin daha çok geri kalmış ülkelerde ortaya çıkışındaki nedenlerden birisi de budur. Ekonominin bir bunalım döneminde bulunması ve bunalımdan çıkılması için kitlelerden istenecek kemer sıkmanın derecesi ölçüsünde, askeri darbe ve diktatörlük olasılığı artar. Ekonomik istemleri kısmak, grevleri yasaklamak, huzursuzluğun yaratacağı toplumsal patlamaları önlemek, bir baskı rejimi ile daha kolaylık gibi görünür. Bir anlamda gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi demek olan böyle askeri diktatörlüklerden, genellikle emekçi toplum kesimleri zararlı çıkarlar. (Bunalımdan çıkılması için ödenmesi gereken fatura ücretlilere kesilirken, ekonominin canlanması için işverenlere ödünler verilmek zorunda kalınabilir. 12 Eylül rejiminde Türkiye'de de böyle olmuştur.) Geri kalmış ülkeler, bu gerilikten kurtulmak için büyük çaba harcama durumunda olan ülkelerdir. Ekonominin büyümesi için yatırım yapmak, yatırım yapmak için kaynak yaratmak gerekir. Çok geri bir yaşam düzeyindeki kitleler için, gönüllü tasarruf olanağı yoktur. Oysa yatırımlara kaynak yaratmak için kemerleri sıkmak zorunludur. Ekonominin geriliği ölçüsünde, kitlelerden istenen özveri de artar. Zorunlu tasarruf gereği, ister istemez peşinden baskıyı getirir. 1960-70 yılları arasında dünyada görülen 93 darbe ve devrimden 92'sinin geri kalmış ülkelerde ortaya çıkmasının hayret edecek bir yanı yoktur. Geri kalmış ülkeler, aynı zamanda, küçük varlıklı bir kesimle büyük yoksul çoğunluk arasında denge oluşturacak, Pierre Dabazies'nin deyimiyle "sentezi gerçekleştirecek" güçlü bir orta sınıftan da yoksundur. Oysa orta sınıf, askeri rejimlerin oluşacağı ortamın önlenmesinde önemli bir işleve sahiptir. Örneğin 19. yüzyılda İspanyol ordusu, Fransız ordusundan daha liberaldi. Ama güçlü bir orta sınıfın bulunmadığı İspanya'da ordu, yüzyıl boyunca birçok kereler darbe yaptı. Bir anlamda, orta sınıfın boşluğunu dolduruyor, kendisini onun yerine koyuyordu. Buna karşılık, bütün 19. yüzyıl boyunca ve daha sonraları, birçok kez fırsat çıktığı halde, Fransız ordusu siyaset sahnesinde görülmedi. Hatta içinde sağcı eğilimler ağır bastığı halde, solcu hükümetler döneminde de görevini aynı saygı ölçüleri içinde sürdürdü. Çünkü, Fransız Devrimi'nin ürünü olan güçlü bir orta sınıf vardı. Dabazies bu konuda şöyle diyor: "Demokrasilerin başlangıç dönemlerinde, toplumdaki bölünmeler darbeler yaratabilir. Ama daha sonra güçlü bir orta sınıf oluşunca, ordu kışlasına döner ve kendisi de bu sınıfın bir parçası olmaya başlar." Geri kalmış ülkelerin önemli bir kesimi, bağımsızlığını yeni kazanmış, kabile yaşamını geride bırakıp henüz uluslaşamamış olan toplumlardan oluşur. Örgütlü bir muhalefetin varlığı, bu gibi durumlarda, ulusal bütünleşmeyi zorlaştıran bir etken gibi ortaya çıkabilir. (Ama uluslaşma sürecinin geride kaldığı ileriki aşamalarda durum tersinedir. Çıkarları ve dünya görüşleri iktidardakilerle bağdaşmayan toplum kesimlerine örgütlenme olanağının verilmemesi, bu aşamaya gelmiş olan toplumlarda ulusal bütünleşmeyi değil, bölünmeyi kolaylaştırır. Çünkü artık tek boyutlu bir bütünleşme değil, çeşitlilik içinde bütünleşme olanaklıdır. Ne var ki, ordunun işlevi ve eğitimi, bu gerçeğin kavranmasını ve kabul edilmesini zorlaştırır.) Geri kalmış toplumlar, henüz yeterli bir ulusal kimliğe sahip bulunmayan toplumlardır. Uluslaşma aşamasını geride bırakmış Türk toplumu benzeri toplumlarda ise, geçiş dönemi bunalımlarında "yeni bir kimlik" arayışı söz konusudur. Her iki durumda da, "tek şef", kimliği olmayan ya da kimliğini yitirmiş bir toplumda, kendi kişiliğinde bir kimlik vererek, önemli bir boşluğu doldurur. Otoriter-ataerkil aile yapısı bu eğilimi güçlendirir. Bu ortam, askere dayalı rejimleri özendirici bir etki yapar. (3) Ülkeyi kimlerin yönettiği, elbette ki bir siyasal sistemin niteliğinin belirlenmesi açısından önem taşır. Ama kimlerin yaptığından daha önemli olan, ne yaptıklarıdır; hatta neyi, nasıl yaptıklarıdır. Askeri diktatörlüklerin de, kimisi ilerici kimisi tutucu, kimisi aşırı sert kimisi yumuşak, kimisi sivillerle işbirliğine açık kimisi kapalı, kimisi kişilere dayalı, kimisi kurumlaşmıştır. Askeri bir rejimle son bulan darbelerde üç olasılıktan söz edebiliriz: Ya darbeyi yapan tek bir komutandır ve ordu onun emirlerini yerine getirmekle yetinmektedir; ya darbe bir grup subayın öncülüğünde gerçekleştirilmiştir; ya da, askeri ast-üst ilişkileri korunarak, emir-komuta zinciri içinde iktidara el konulmuştur. Tek bir kişinin veya bir grup subayın öncülüğünde yapılan darbelerin, özellikle ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, giderek azaldığı söylenebilir. Türkiye'nin de içinde bulunduğu, geri kalmış ülkeler grubunun üst kesimindeki toplumlarda, artık ordu emir-komuta zincirini bozmadan müdahale etmeyi yeğlemektedir. Çünkü böyle bir darbenin başarı şansı çok daha yüksektir. Aşağıdan gelen darbeleri yaşayan komutanlar, gerektiğinde kendileri orduyu harekete geçirmeyi daha uygun bulmaktadırlar. Genelleştirmemekle birlikte, genç subayların "ilerici" darbelerinin yerini, giderek generallerin "tutucu" darbelerinin almakta olduğu söylenebilir. Bu modeli, ülke içindeki egemen çevreler kadar, etki alanı içinde bulunulan dış güçler de tercih etmektedirler. Riski daha az, denetleme olanağı daha yüksektir. (Türkiye'de de, 27 Mayıs bir grup genç subayın ürünü idi; 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde ise emir-komuta zinciri işledi.) Asker iktidarı ele geçirdikten sonra da, üç olasılık vardır: Ya iktidarı doğrudan kendisi kullanır (Mısır'da General Necip ve Albay Cemal Abdül Nasır darbesinde olduğu gibi); ya yürütmede siviller bırakılır, ama Devrim Komuta Konseyi ve Milli Güvenlik Konseyi benzeri askeri kurullarla, askeri mahkemelerle, son yetki ve denetim elde tutulur (Irak'ta General Kasım darbesinde, Türkiye'de 12 Eylül'de olduğu gibi); ya da ordu, iktidarı kendi seçtiği siviller aracılığıyla kullanmayı seçer, geri planda kalır. Kendi içinden çıkanların sivilleşerek iktidarı devraldıkları, bu güvence içinde ordunun kışlasına çekildiği durumlar da üçüncü olasılık içinde değerlendirilebilir. 27 Moyıs'tan sonra, ordu, sivilleşen general Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı, seçimleri kazanamayan İsmet İnönü'nün (o da eski general) başbakan olmasından sonra kışlasına çekilmeyi kabul etmiştir. Latin Amerika'da, kişilere dayalı askeri diktatörlükler, giderek yerlerini "bürokratik" askeri yönetimlere bıraktılar. Benzeri gelişmeler, dünyanın başka bölgelerinde ve bu arada Ortadoğu'da da görüldü. Bir generalin komutasında yapılan darbelerde, ordu yetkilerini ona devretmiyordu. Ama darbe ile başa geçen general, iktidar olanaklarını da kullanarak, ordu gücünü kendisine bağlı hale getirmeye çalışıyordu. Bir yandan "silahlı kuvvetlerin saygınlığı ve refahı" için büyük harcamalar yapıyor, öte yandan kendine bağlı subaylarla ayrı bir örgütlenmeye gidip, ipleri elinde tutmak istiyordu. 1964 sonrasında Brezilya'da olduğu gibi, general-cumhurbaşkanlarının düzenli olarak iktidarı devralmaları ile, "kişisel askeri diktatörlüklerin yerini "kurumsal askeri diktatörlükler" almış oldu. Artık iktidar darbelerle değil, ordudaki komuta zincirine uygun olarak, sırasıyla el değiştiriyordu. Alain Rouquie'nin deyimi ile, böylece "askeri devlet" meşrulaşmaktaydı. Askeri rejimlerin yönünü ve biçimini, ülkenin gelişmişlik düzeyinden, iç ve dış desteklerin niteliğine, ordunun yapısından ideolojisine kadar bir dizi etken belirler. Duverger'nin diktatörlükle ilgili kuramını bir kez daha anımsamakta yarar var: Gelişme düzeyi yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığının azaldığını, ama yönetime el koyduğunda da, bunun tutucu olma olasılığının arttığını söyleyebiliriz. Geri kalmış ülkelerde, askerlerin ülke yönetimine karışmaları olasılığı yükselirken, bu barışmanın ilerici nitelikte olma olasılığının da yükseldiği öne sürülebilir. Çünkü ordu, çağın gereksinmelerine ve bu arada çağdaş teknolojiye genellikle ilk açılmış kurum olarak, toplumun geri kalmışlıktan kurtulmasını şiddetle ister. Eski kurumları, eski yapıyı koruyarak çağın yakalanamayacağının bilincindedir. Üstelik, güçlü bir savunmanın da ülkenin gelişmişlik düzeyine, ekonomik olanaklarına bağlı olduğunu bilmektedir. Gene Duverger'den hareketle, Arjantin, Brezilya, Kuzey Afrika ve bazı Ortadoğu ülkeleri gibi orta gelişme düzeyindeki ülkelerde de askeri rejim olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Tarihinden gelen bazı farklı koşulları bulunan Türkiye de, gelişme düzeyi olarak bu gruptadır. Duverger'ye göre, bu gruptaki ülkelerde darbelerin ilerici ya da tutucu olması için, aşağı yukarı eşit şans vardır: "Bolluk öncesi aşamasının üst düzeyinde, toplumun çağdaşlaşmayı önlemek isteyen kesimleri, gerici bir tiranlık kurmak için genellikle fazla zayıftırlar; ama bizzat toplumun yapısı da, diktatörlüğün devrimci olmasını engeller." Leo Hamon, Latin Amerika'daki askeri rejimlerle gelişmişlik düzeyindeki bağlantıya, bir başka açıdan dikkati çekiyor: "Latin Amerika'da, bağımsızlıktan sonra, 19. yüzyıldaki zihinsel ve toplumsal modernleşme, koşulları Avrupa' nınkine yaklaştırırken, yüzyılın sonuna doğru giderek daha az askeri darbe görüldü. Ama toplumsal tarih sürüyor ve Avrupa'nın tanıdığından farklı sorunlar ortaya koyuyor; bugün Üçüncü Dünyanın sorunları olarak adlandırılan cinsten. Demografik patlama, hızlı kentleşme gibi, ortaya çıkan ancak çözülemeyen sorunlar bunlar. Ve bu sorunların yarattığı toplumsal 'şok'lar, 'toplumsal tutarsızlıklar, siyasal müdahaleler için askerleri yeniden harekete geçirici nedenler oluşturuyor." Leo Hamon'a göre; askerlerin toplumda köklü değişiklikler yapmaları olanaklı, ama çok zor. Çünkü bu solun esiri olmadan sağa karşı bir devrim anlamına geliyor ki, toplumsal sorunları iyi bilmenin yanı sıra, halkın desteğini sağlamak için -askeri disiplin dışında- başka etki yolları bulmayı gerektiriyor. Bu konuda gösterdiği iki başarılı örnek ise Atatürk ve Nasır. Nasıl ki, ordunun tümünün aynı siyasal bakış açısını benimsemesi olanaksız ise, ordudaki yaygın ideolojinin ya da o ideolojiyi yorumlama biçiminin zamanla değişmemesi de olanaksızdır, işçi ve işveren sınıflarının ideolojilerinde belirli bir süreklilik vardır. Çünkü onların üretim sistemi içindeki yerleri ve bu yerden kaynaklanan sorunları belli ve bir anlamda süreklidir. Oysa asker ya da sivil, kamu görevlileri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Onların sorunları daha kısa vadeli ve değişkendir. Ülkenin iç ya da dış koşulları değiştiğinde, o sorunlara çözüm getireceğine geçmişte inandıkları ideolojiyi bir yana bırakıp, başka çözümleri benimseyebilirler. Bu gibi durumlarda, eğer ideolojinin adı değişmiyorsa, içeriği değişti. Örneğin Türkiye'de 27 Mayıs'ı gerçekleştiren askerlerle, 12 Eylülü gerçekleştiren askerlerin Atatürkçülüğü aynı biçimde anladıklarını öne sürmek zordur. Alain Rouquie, "Solcu bir subay, solcu bir insan değildir" diyor. Bolivya'da solcu partilerin, bu gerçeği, General Torres yönetiminde yaşayarak öğrendiklerini örnek olarak anlatıyor. Siyasal alanda da, ordunun stratejisine "algıladığı tehditler"in yön verdiğini vurguluyor ve ekliyor: "Ordular hiçbir zaman ideolojiyle hareket eden aygıtlar değildir. Toplumsal güçlerden özerkleştikleri ölçüde, 'değişken ideolojileri' vardır." (Dış düşmanın büyüklüğüne inanıldığı ölçüde o toplumda ordunun sivil güçlerden bağımsız hareket etme olasılığı artar.) Arjantin'de 1930'daki faşist eğilimli yüzbaşılar, 1943 yılında "işçi yanlısı" albaylar olarak ortaya çıktılar. Dominik'te 1963'te Juan Bosch'un ilerici hükümetini de, bir süre sonra, onun yerine geçmiş olan sağcı hükümeti de deviren aynı ordu idi. Brezilya'da solcu gerillaları bastırmada kullanılan ünlü sağcı eğilimli paraşütçü tugayı, 1978'de demokratikleşmenin öncüsü olarak ortaya çıktı. Bu büyük değişiklikteki en büyük rolü, dört yıldan fazla bu birliğin komutanlığını yapan General Hugo Abreu oynamıştı. Honduras'ta 1963'te kanlı bir darbe ile sağcı diktatörlük kuran General Lopez Arillano, 1972'de bu kez halkın desteği ile, reformcu, ilerici, sendikal özgürlüklere saygılı bir kimlikle iktidara geldi. Geleneksel "sağ-sol" ayrımının, askerlerin siyasal eğilimlerinin belirlenmesinde her zaman geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Askerlerin siyasal tercihleri, belirli ideolojilerden çok, belirli kurumlara ya da belirli olaylara yönelik olarak ortaya çıkıyor. Kralcı-cumhuriyetçi ayrımı veya laik ile laik-olmayan ayrımı, askerlerin siyasal tutumlarının belirlenmesinde, soyut bazı ideolojik değerlendirmelerden daha geçerli olabiliyor. Askeri yaşamın kendine özgü koşulları ve eğitim biçimi, sağcı ya da solu bir ideolojinin aynen benimsenmesine genellikle izin vermiyor. Örneğin Fransa'da 1900-1940 yılları arasında milletvekilliği yapmış olan askerlerin çoğunluğu sağcı sayılıyordu. Gelenekçi ve milliyetçiydiler. Ama solun önerdiği toplusal reformlara, ekonomik çıkar gruplarının temsilcileri kadar karşı çıkmıyorlardı. Ordunun temel işlevi yurdu korumak ve gerektiğinde savaşmaktır, iyi savaşabilmek için, astın üste tartışmasız boyun eğmesi, tek bir kalıp içinde kişiliklerin geri plana itilmesi, yani sıkı bir disiplin önemlidir. Farklılıklara, farklı tutum ve davranışlara yer yoktur. Askeri ahlak anlayışı içinde, onur, cesaret, dayanışma ve özveri, en yüce değerleri oluşturur. Çünkü asker, gerektiğinde ölmeyi göze alabilmek zorundadır, işte bu ortamın ürünü olan bir askerin, özgür bir toplumdaki bölünmelerin, siyasal farklılıkların, bir noktanın ötesine gitmesini anlayıp hoşgörü ile karşılaması zordur. Demokratik, çoğulcu bir toplumdaki ordu, genel çıkarların unutulduğu, özel çıkarların ön plana geçtiği kuşkusunu taşır. Askeri mantık, düzen mantığıdır; tek biçim, uygun adım mantığıdır. Oysa siyasal mantık, kaçınılmaz olarak tüm farklılıkları göz önüne alan, almak zorunda bulunan bir mantıktır. Askeri mantık, farklılıkları ortadan kaldırmak ister. Siyasal mantık ise, özellikle demokratik bir toplumda, farklılıkları kabul etmek ve olabildiğince uzlaştırmak zorundadır. Bu zıtlıktan dolayıdır ki, askeri mantıktan hareketle sivil toplumun sorunlarını çözmek ve hele demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirmek adeta olanaksızdır. Demokrasi yaşanılarak öğrenilir, oysa orduda demokrasi yaşanmaz, yaşanamaz. Darbeye ve askeri rejime öncülük eden subayların sağ ya da sol eğilimli olmaları, aralarındaki temel bazı ideolojik benzerliklerin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: Solcu subay da, sağcı subay kadar "devlet hayranı"dır, devletin güçlenmesini ister. Solcu subay da, en az sağcı subay kadar milliyetçidir. Solcu subay da, sağcı subay kadar, bölünmelerden, karışıklıktan, disiplinsizlikten hoşlanmaz. Bir subay, köklü bir toplumsal değişimden yana olabilir; ama en köklü toplumsal değişikliklerin bile, bir düzen içinde ve ülke bütünlüğünü tehlikeye atmadan gerçekleşmesi, onun için de ön koşuldur. Ordunun işlevinin ve işleve uygun olan eğitiminin doğal sonucu olan bu ortak ideolojik özellikler, özellikle solcu subaylar açısından önem taşır. Çünkü bunlar, siyasal yelpazede sağa doğru gidildikçe sivillere de ters gelmeyecek özelliklerdir. Ama gene aynı özelliklerdir ki, solcu bir subay ile solcu bir sivilin uzlaşmasını zorlaştırır. Geleneksel komutan, gene de, insanları yönetme sanatını öğrenebildiği ölçüde, siyasal bir niteliğe sahiptir. Oysa günümüzün ileri savaş teknolojisi, teknisyen nitelikli, hatta bilim adamı nitelikli subayları ön plana çıkarıyor. Bu yeni uzmansubay tipi, geleneksel komutandan çok farklıdır ve dolayısıyla da siyasal bir kolaylığa sahip değildir. Bir ordunun siyasal eğilimlerinde, elbette ki subay kesiminin toplumsal kökeni de önem taşır. Aristokrat kökenlilerin yönetimindeki bir ordu ile orta ve alt sınıflara dayalı bir ordunun olaylara yaklaşımının farklı olması doğaldır. Başta Ortadoğu olmak üzere, geri kalmış ülkelerde krallara karşı yapılan darbeler, genellikle aristokrat kökenli subayların uzaklaşıp, ordunun daha halkçı bir nitelik kazanması sonucunu da verirler. Bu yeni yapı da, daha sonraki gelişmeleri etkiler. Subayların yetiştirilmesi dahil, ordudaki eğitimin biçim ve içeriği de, yaygın ideolojinin belirlenmesinde rol oynar. Aşırı katı bir disiplin, belirli ideolojilerin uzantısı olan yayınları sokmamak, belirli ideolojilerin yandaşlarını sistemli bir biçimde uzaklaştırmak, askeri okullarda ders verecekleri ideolojilerini göz önüne alarak seçmek, ordudaki olası ideolojik yelpazeyi büyük ölçüde daraltır. Şili'de ordu, cumhuriyetçiliği ve siyaset dışı olmasıyla ünlüydü. 1965'ten sonra, "kontrgerilla ve iç düşmana karşı savaş" eğitimi görmüş olan komutanların etkisiyle hava hızla değişti. Aynı ordu, Allende'yi kanlı bir biçimde devirerek, Latin Amerika'nın en uzun ömürlü ve baskıcı askeri diktatörlüklerinden birisini kurdu. Allende'nin demokratik yollardan iktidara gelmiş olan Marksist yönetiminin, darbe geleneği olmayan bir toplumda, kanlı bir biçimde sonuçlanmasında iki önemli öğe rol oynadı: içte burjuvazinin, dışta ABD'nin büyük destek ve özendirmesi. Hiç kuşku yok ki, bu iki etken olmadan, General Pinochet'nin kanlı diktatörlüğü oluşamazdı. Ama diktatörün yaptıklarının her zaman bu iki desteğin istekleriyle tam uyuşmadığı bir gerçektir ve askeri diktatörlüklerin özelliklerinin aydınlatılması açısından da önemlidir. Şili'de 1970'te kamulaştırılan büyük bakır madenlerini, askeri diktatörlük Amerikan şirketlerine geri vermemiştir. Devletin ekonomiden çekilmesini öngören ve burjuvazinin yararına işleyen modele karşın, devlet harcamaları, askerler zamanında, brüt ulusal üretimin yüzde 25'inden yüzde 30'una çıkmıştır. Çünkü ordu, ne elleri kolları serbest bağımsız bir güçtür, ne de iç ve dış destekçilerinin emrinde bir aygıt. Ordunun yönelimleri, birçok etkenin bir bileşkesi olarak ortaya çıkar. Ordudaki temel siyasal eğilimin tutucu ya da ilerici olması şu sorunların yanıtlarına da bağlıdır: Kurulu düzen, temel soruları çözme umudu veriyor mu? Yoksa farklı modeller, benzer koşullarda başka ülkelerde daha mı başarılı? 1968 yılında Rio de Janerio'da yapılan 8. Amerikan Orduları Genelkurmay Başkanları Toplantısı'nda ABD'yi General Westmoreland temsil ediyordu. Daha önce Vietnam'da başkomutanlık yapmış olan generalin konuşmasıdaki şu cümle dikkati çekmekteydi: "Düş kırıklığının nedenlerini kökünden yok etmek için, toplumsal ve siyasal cephede verilecek mücadele, dar anlamda askeri mücadeleden daha belirleyicidir." Latin Amerikalı askerler arasında giderek etki yapan bu görüş, ABD'nin "sınırlı demokrasi"leri doğrudan askeri rejimlere tercih etme eğilimi ile birleşince daha da anlam kazanıyor. Bertolt Brecht "Faşist, muhabbet tellalının fahişeyi koruması gibi, işçileri koruduğunu öne sürer" diyor. Oysa geri kalmış ülkelerde rastlanan sağcı askeri diktatörlüklerin hemen hiçbirisi bu sınıfa girmiyor. Çağdaş askeri diktatörlüklerin çoğunlukla özel bir ideolojileri ve yeni bir meşruluk temelleri yok. 12 Eylül'de Türkiye'de de görüldüğü gibi, amaç eskisinden çok farklı bir siyasal düzen değil, "siyasetin yok edilmesi". Başta siyasal partiler olmak üzere, egemenliğin kaynağı olarak halkı alan bir meşruluk temeli tümden yadsınmıyor. Ama siyasetçiler ve siyasetin kendisi kötüleniyor. Kitleler siyasetten soğutulmaya çalışılıyor. Oysa Nazi, faşist ve komünist diktatörlüklerin çok farklı ve kendilerine özgü birer meşruluk temelleri olduğunu biliyoruz. (4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasıl sonuçlanırlar? Bu sorundaki "niçin"in yanıtları, iç ve dış koşullardan, bir de ordunun yapısından kaynaklananlar olmak üzere, üç grupta toplanabilir. Ekonomik ve toplumsal sorunları çözmedeki başarısı, tüm diğer rejimlerde olduğu gibi, askeri rejimlerin de ömürlerini uzatır. Sorunları çözmedeki zorluklar ve toplumda sivil çözümlere yönelik umutlar yaygınlaştığı ölçüde, askeri yönetimi sürdürmek zorlaşır. Şili'de General Pinochet'nin askeri diktatörlüğü, elde ettiği ekonomik başarılar sayesinde, oldukça uzun bir süre varlığını koruyabildi. Ama iç ve dış desteklerinde "demokrasiye dönüş zamanının geldiği" eğilimi güçlendiği için, sonunda "yumuşak geçiş" kaçınılmaz hale geldi. Dış etki, Şili'de askeri rejimin oluşmasında da sonuçlanmasında da önemli rol oynamıştır. Ekonomik ve askeri açıdan dış yardıma muhtaç, bazı büyük devletlerle -iç ve dış güvenlik dahil- karmaşık ilişkiler içine girmiş olan geri kalmış ülkeler için, her önemli adımda dış etkeni hesaba katmak kaçınılmazdır. Eğer işbirliği yapılan, destek sağlanan ülkeler demokratik ise, belirli sorunların ürünü olan askeri rejimler, o sorunları şu ya da bu biçimde çözdükten sonra gitmek zorunda kalırlar. Aynı işlevi sivil görünüm altında yerine getirebilecek bir rejim, dış destekçiler açısından da daha az sakıncalar taşır. Geri kalmış ülkelerdeki askeri yönetimler, etki alanında bulundukları dış güçlerin en azından "rıza"sı olmadan kurulamayacakları gibi, onların isteklerine karşı da uzun süre varlıklarını koruyamazlar. Askeri diktatörlüklerin sonunu getiren en önemli etkilerden birisi de, doğrudan orduların yapılan ve işlevleriyle ilgilidir. Hiçbir iktidar, kendi ideolojisinin dışındaki düşüncelerden hoşlanmaz. Ancak demokratik iktidarlar, farklı ideolojilere rıza, hatta saygı göstermek zorunda kalırlar. Askeri iktidarların ise, yapılarının ve eğitimlerinin sonucu olarak, kendilerininkinden değişik görüşlere hoşgörü ile bakmaları beklenemez. Ama askeri iktidarlar kurumlaşıp askeri devletlere dönüştükçe, toplumda yasaklanan çoğulculuk ordunun içinde gelişmeye başlar. Bazı durumlarda -Latin Ameririka'daki çeşitli örneklerde görüldüğü gibi- hava, deniz ve kara kuvvetleri ayrı siyasal partiler görünümü kazanırlar. Hatta aynı kuvvet içinde, sağ, sol ve orta kanatlar oluşabilir. Oysa sivil örgüt ve güçler arasında gerçekleştirilemeyen bir uzlaşmayı, ordu içinde gerçekleştirmek daha kolay ya da daha az sancılı değildir. (Rouquie, Fransa'da havacıların cumhuriyetçi ve sivillere yakın olmasına karşılık, Arjantin'de aşırı sağcı eğilimler taşıdıklarına dikkati çekiyor. Yaptıkları işe, kullandıkları silah ve araçlara, toplumsal kökenlerine, içinde bulundukları özel koşullara ve eğitim farklarına bağlı olan bu bölünmeleri açıklamak için, tarihsel evrimi de göz önünde bulundurmak gerekir.) Askeri siyasal sistemlerin hangi etkenlerin baskısı ile sona erdikleri kadar, nasıl sona erdikleri de önemli. Hemen belirtelim ki, bir askeri yönetim ne kadar çok kan dökmüşse, ne kadar çok baskı yapmış ve şiddet kullanmışsa, sona erişi de o ölçüde sıkıntılı ve sancılı olur. Oysa halkın verdiği destek azaldıkça, muhalefet güçlendikçe, rejimin varlığını sürdürebilmek için baskı ve şiddete giderek daha çok başvurması kaçınılmazlaşır. Bu gibi durumlarda "yumuşak geçiş" olanaksızlaşırken, askeri rejimin sorumlularının -bazen de ağır biçimde- cezalandırılmaları gündeme girer. Hesap sorulmasından korkan askerler, yönetimin yeniden sivillere terk edilmesinden çekinmeye ve bunu önlemek için çeşitli yollara başvurmaya başlarlar. Sadece askeri rejim sırasında işkence yapmış, siyasal amaçla "devleti korumak için" cinayetler işlemiş olanlar değil, kapalı rejimden yararlanarak çeşitli yolsuzluklara karışmış olanlar da, sivilleşmenin önünde birer engeldir. Alain Rouquie, Latin Amerika'da "kurumsallaşmış askeri hükümetler" arasında siviller tarafından devrilmeye tek bir örnek gösterebiliyor: "Bolivya"da askeri cunta 1952 yılında halkın coşkulu sokak gösterileri ile yıkıldıktan sonra, sivil iktidarın ilk yaptığı şey, orduyu terhis edip, askeri kadrolarda büyük bir "temizliğe" gitmek olmuştu. (Gelişmiş ülkeler için verilebilecek belki tek örnek ise, 1920'de General Lüttwitz yönetimindeki askeri darbenin, Berlin'deki genel grev sonucu iki günde başarısızlığa uğratılması olayıdır. Ama bu olayda, komutanların çoğunun darbeye açık bir destek vermekten kaçınmış olmaları da kuşkusuz büyük rol oynamıştır.) Askeri rejimin sonuçlanmasında ikinci bir model olarak, askerlerin gidip, kurdukları sistemin kalması gösterilebilir. Örneğin yetkilerin büyük ölçüde devlet başkanına bağlı olduğu bir "başkanlık sistemi" oluşturulur ve o göreve de, askerlerin güvendikleri bir komutanın "sivilleşerek" gelmesi sağlanır. Zamanla da her "başkan", görevini kendisi gibi sivilleşmiş başka bir generale devreder. Bütün bunlar olurken, ordu perde arkasındaki "koruyucu ve kollayıcı güç" olarak devrededir. Rouquie, "denetlenen ve baskı altında tutulan çok partililik" ya da "egemen bir askeri parti"ye dayalı çözümleri de üçüncü bir model olarak değerlendiriyor. Burada toplumsal güçler dengesine göre oluşan bir tercih söz konusudur. Eğer askerler kuracakları ya da kurduracakları partinin büyük ağırlık taşıyacağına inanırlarsa, bu onlar açısından kuşkusuz en uygun seçeneği oluşturur. Ama bunu sağlayacak kadar başarılı olamamış ve yıpranmışlarsa, denetim altında birçok partili sisteme razı olmak zorunda kalabilirler. Türkiye'de 12 Eylül'den çıkışta Amiral Bülent Ulusu'ya bir parti kurdurma istekleri başarılı olamayınca; General Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı ve sınırları daraltılmış bir çok partililik ile yetinilmek zorunluğu doğmuş, aynı zamanda General Turgut Sunalp'ın kurduğu partiye de açık bir destek verilmiştir. 27 Mayıs'tan sonra, ordunun kışlasına çekilmesi için, General Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı, gene eski bir general ve tarihsel kişiliği olan İsmet İnönü'nün başbakan, darbeye öncülük eden subayların da "ölünceye kadar" senatör olmaları gerekmişti. Daha sonra genelkurmay başkanı Cevdet Sunay, sivilleşerek cumhurbaşkanı seçildi. 12 Mart 1971 darbesinde ise, genelkurmay başkanı Faruk Gürler'in cumhurbaşkanlığı, ancak partilerin aralarında uzlaşmaları sayesinde başka bir eski askerin (Amiral Fahri Korutürk) o göreve seçilmesi ile önlenebildi. (Komutanlar arasında bu konuda görüş birliği bulunmaması, formülün uygulanmasını kolaylaştırdı.) Bazı istisnaları bulunmakla birlikte, askerler genellikle, bir takım güvenceler almadan iktidarı terk etmezler. Üstelik, geri kalmışlık ya da gelişme sürecinin koşulları nedeniyle, hiçbir zaman da "geri dönmemek üzere" gitmezler. Bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi, siyasal sistemler de, ömürleri uzadıkça güçlenirler. Zaman içinde bir yandan aksayan yönleri düzelir, öte yandanda toplum kendilerine alışır; uymayı, saygı göstermeyi doğal saymaya başlar. Oysa her askeri darbeden sonraki yeniden düzenleme, bir türlü kurumlaşamayan, istikrar kazanamayan bir siyasal ortam oluşturur. Her defasında birçok şeye yeniden başlamak gerekir. Geri kalmış ülkelerde, iki askeri yönetim arasındaki süre uzadıkça, sivil güçler arasında -özellikle askerlere başvurmama, özendirmeme konusundauzlaşma eğilimi arttıkça, sivil yönetim ve kurumlar o ölçüde güçlenir. Duverger'nin deyimiyle; "Bir rejimin bilançosu sadece gerçekleştirdikleriyle değil, aynı zamanda yarattığı tepkilerle ölçülür". Örneğin, eğer İtalya ve Fransa faşist diktatörlükler dönemini yaşamış olmasaydı, her iki ülkenin ağırlıksız komünist partileri, savaş sonrasının en büyük siyasal güçleri arasına giremezlerdi. Gene Duverger'ye katılarak, geri kalmış ve özgürlük geleneği bulunmayan ülkelerde, baskı rejimlerinin bazen uzun sürebileceğini söyleyebiliriz. Ama bu gibi durumlarda bile, rejimle bütünleşen diktatörün ölümüyle birçok şey değişmektedir. Avrupa'nın en geri ülkeleri arasında sayılan İspanya ve Portekiz'in Franco ve Salazar diktatörlüklerinden sonra hızla demokrasiye ve ılımlı sola kaymış oluşları elbette ki bir rastlantı değildi. Ordunun tek tipçi otoriter yapısı, sivil yaşamı düzenlemeye uygun olmadığı için, askeri rejimler, bir tepki olarak, kendilerinden sonra genellikle istemedikleri güçlerin iktidara gelmesi sonucunu doğururlar. Örneğin 27 Mayıs darbesi Demokrat Parti'yi iktidardan uzaklaştırmıştı, ama kapatılan partinin uzantısı olan Adalet Partisi, kısa bir süre sonra, daha da güçlenmiş olarak iktidarı ele geçirdi. 12 Mart darbesinin hedeflerinden birisi genel olarak sol, özel olarak da Cumhuriyet Halk Partisi'nin sol kanadıydı. Oysa darbeden sonra o kanat önce partiye egemen oldu, ardından da, yapılan ilk genel seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve uzun yıllardan beri ilk kez iktidara ulaştı. 12 Eylül'den sonraki ilk genel seçimleri ise, darbecilerin destekledikleri parti değil, darbecilerin açıktan cephe aldıkları parti kazandı. Alain Rouquie, askeri darbelerin laboratuvarı sayılan Latin Amerika üzerindeki incelemelerinin ışığında, askeri rejimlerin, "hemen her zaman, bir gelir transferi ve toplumsal planda kartların yeniden dağıtımı" sonucunu verdiğini söylüyor. Yansız bir siyasal hareket olamayacağına, her askeri rejim de belirli toplumsal güçlerle işbirliği yapmak zorunda kalacağına göre, bunu doğal, hatta kaçınılmaz saymak gerekir. Demokrasi ve Barışın Olmazsa Olmazları Kendimizi ne kadar sıkarsak sıkalım, demokrasi/barış deyince şöyle bir gevşeriz. İki kavramı da çok iyi bildiğimizi sanırız.. Oysa kavramın içeriğine eğilince, konunun öylesine basit olmadığının ayırdına varırız. Zordur zor, demokrasiden, barıştan söz etmek. Demokrasi deyince, ta bilmem hangi yıllardaki tarihçesinden anlatmaya başlarız. Öyle çok bilgi veririz ki dinleyenler: ne çok biliyor der. Oysa anlatılanlar çok eski yılların bilgileridir. Günümüzde bir kesiminin pek de geçerliği kalmamıştır. Zordur bayanlar,baylar! Demokrasi öyle kolayına yenir yutulur nesne değildir. Zordur derken, kavramak, us düzeyinde,yani bilimsel olarak sindirebilmekten söz ediyorum "mide"de değil. Öylesine "oy çokluğu" falan demokrasi değildir. Böyle çoğunluk sözcükleriyle birbirimizi aldatmayalım. Hele demokratik barış, daha da zordur. Kim olursanız olunuz, karşı ya da aynı safta, hangi düşüncede olursanız olunuz "demokratik - barış" çok daha zordur. İsterseniz önce soruları koyalım: Kime göre demokrasi? Kime göre barış? Çoğunluğa göre mi? ......Eeee azınlığın demokrasisi ne olacak? İşçiye göre mi demokrasi? İşçi olmayan -son yılların saptırmasıyla- emekçiye göre mi? Emekçi olmayan ne olacak?... diyelim ki herkes emekçi. Hadi canım sende! Emek sarfetmeden kazanan... hem de çok kazanan ne olacak? Yok yok öyle şey. Yani konuyu saptırmak yok. Efendim toplumun tümü emekçi olacakmış...Bu söze Ankara'da evimin karşısındaki bahçe sakinleri bile güler. (Lalegül,SSK bloklarında oturuyordum). Özellikle günümüzde türemeye başlayan "özgürlükçü demokrasi" şövalyeleri beni çok etkiliyor. Çok severim bu gibileri. Kendilerinin bile tanışmadığı, bilmediği öncüleri,şefleri, yol gösterenleri, imamları,reisleri başkanları,töreleri vardır. İçtendirler, inandıkları konularda tüm varlıklarıyla direnerek uğraşı verirler. Paraya dönüşebilecek arsanın/toprağın -ya da ardında oldukları gücün- tutsağı, ödün vermez savaşımcısıdırlar. Vatan, bayrak,barış için çalışıtıklarını söylerler. Çoktur bu türden insan toplumumuzda. Kimi hakim,savcı, validir;müftü,vaiz olanları boldur;hele politikayı meslek edinmiş öyleleri vardır ki,-hiç inanmadıkları halde- bağlı oldukları siyasal düşünce nedeniyle, her saçma girişime, yasaklamaya taraf olur savunurlar. Örneğin:bir vali, il sınırları içinde içki yasağı mı koyuyor;bir okul müdürü öğrencileri kızlık zarı için hastahaneye mi,yolluyor; ya da bir belediye başkanı tüküreceği yerin avucu olması gerekirken, bir sanat eserini mi yeğliyor? Birbirlerinden uzakta da olsalar eylemlerini desteklerler. Daha da ötesi birhangi yaratık, Anıtkabir'de 'Kur'an' gösterisi mi yapıyor? sapıktır (meczuptur) 'da öbürleri ne türdendir? Siyasal görüş ya da inanç nedeniyle bu sapkınlıklara alkış tutanlar çok görülmüştür. Hele başka örneği bulunmayan bir olay var ki, yüzüne bile tükürülse "yağmur yağıyor" diyeceği için adından söz etmeyeceğim. Yalnız herkesin bildiği bir sözcüğe yeni bir anlam katdığı için anacağım:"Pezevenk"(Farsça ve Arapça'da"imam,yol gösteren,öncü,önder" demekmiş). Adı geçmeyen bu yaratık,önceleri Rize halkını bu özelliğinden yararlandırmış, sonra dokunulmazlık zırhına bürünerek görev alanını genişletmişti. Şimdilerde aynı işi yurt dışında sürdürerek geçimini sağlıyor olmalı;acaba, mesleğini yitireceği korkusuyla mı dönmüyor Türkiye'ye ? Sevgili arkadaşım Haşmet Zeyrek'in "Evrensel Pezevenk: Para" adıyla kaleme aldığı "Seyirlik Oyun"unu anımsadım. 1993,94 lerdeydi sanıyorum; Beyoğlunda bir kabarede çok değerli sanatçılarla sergilemişti özgün yapıtını. Çıkarcı para tapımcılarına uygun bir betimlemeydi; Kısa süre sonra kaldırıldı oyun, neden!?? bilemiyorum. Yoksa böylesine düşünen önderler mi arttı ne? Oysa Farsça ve Arapça tanımlanması yapılmış sözcüğe Türkçe ve güncel bir boyut getirmişti sayın Zeyrek... Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemâlin sözlerinin etkisinden kendimi kurtaramıyorum. Bu türden çıkarcı para tapımcıların,birbirlerini aklayan inanış ve siyasal anlayışına duyduğum nefreti ise söylememe gerek yok. Bu kısa yazıda amacım Mustafa Kemal'in bağımsız Türkiye Cumhuriyetiyle, nasıl demokratik-barış yanlısı bir ulus-devlet beklentisi içinde olduğuna değinmektir. Daha öz bir diyişle, Gazi'nin bir buluşu olan Kemalist sistemin kısaca kökenindeki gerçekleri vurgulamaktır. Kemalizm: asırlarca toplumları yönetmek için uygulanan "yöntemlerle", insanlığı bir "zavallı" konumuna indirgeyen sistemlerin tümüne, bir başkaldırıdır. Kemalizm Mustafa Kemâl Atatürk'ün kendine özgü bir buluşudur.Tıpkı, birkaç çarkı eşgüdümle döndürerek, günü 24 eşit zamana bölebilen ölçüm aracının "keşfi" gibi bir buluştur Kemalizm. Başlangıç noktası bireylerin doğal olan yaşamak haklarını, özgür ve eşit insanlar olarak kullanabilmelerini gerçekleştirecek, ulusalcı egemenliğe dayanan bir devrimdir. Bu devrimi ayakta tutarak yeryüzündeki gerçekler dünyasına bağlayan altı putrel vardır. Bunlara Atatürk ilkeleri denilir [dikkat: ilkelerin sayısı altıdır]. Geleceğe yönlendirilmiş 6 (altı) okla simgeleştirilmiştir. Aralarına, başına veya sonuna - sizce çok etkin ve çekici de olsa- başka kavramlar katarak ok sayısını artırmak, GAZİ'yi cehaletle suçlamak olur. Daha fazla ilke Kemalist sistemin aslını bozar. Cumhuriyetimizin kurucusuna da ihanettir. 1935 yılındaki parti genel kurulunda kendi özel başlıklı kağıdına bu ilkeleri Türkçeleştirerek şöyle sıralamıştır: "Ulusaltçılık,Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Dışdinsaltçılık (laiklik), Devletçilik ve Devrimcilik". Kemalist sistemin ne olup ne olmadığını Gazi Mustafa Kemâl bütün Meclisi açış konuşmalarında, Büyük Nutkunda,yurt gezilerindeki söyleşilerle yazdığı ve yazdırdığı yapıtlarda Türkiye halkına (Türk Ulusuna) anlatmıştır. Burada konumuzu yakindan ilgilendiren bağımsız ve demokratik bir Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki temel düşüncesinden kısa bir örnek sunmakla yetineceğim. Yıl 1921 TBMM nin ikinci toplanma yılını açarken yaptığı konuşmaya bir kulak verirmisiniz,lütfen. Sonra da bu sözleri yaşamınızda etkili olacak bir yere koyunuz. (bugünkü dille): " Efendiler! Ulusumuzun olağanüstü yetenekleri vardır. Bu yeteneklerin ortaya çıkması ve yararlı olması, ( şüphesiz parlak netayice iktiran edwecektir) kuşkısuz, parlak sonuçlara varacakır. Ancak, tarihin bazı korkunç kayıtlarını eksiksiz olarak,büyük bir dikkatle hatırlatmayı yararlı buluyorum. Arkadaşlar,bir ulusta, özellikle bir ulusun başında bulunan sorumlu yöneticilerinde ihtiraslarından kaynaklanan kişisel çıkar çekişmeleri ulusal ve vatani görevlerinin yerine getirilmesinde gerekli olan yüce duygulara baskın çıkarak üstünlük sağlayacak dereceye gelmiş bulunan memleketlerin dağılıp, eriyerek yok olmaktan kaçınabilmesi olanaksız bir sondur. Ulusumuzun gerçek temsilcileri olan bütün arkadaşların bu gibi aşağılayıcı durumlardan daima uzak kalacaklarından asla şüphe edilemez..." Konuşmanın devamı ise şöyle: "Yüce kurulun birbirleriyle karşılıklı kardeşlik ve dayanışma duygularıyla bağlılığının, temsilcisi olduğunuz bütün ulusu da daima aynı coşkuyla kapsayıp, artarak yayılacağı tabiîdir (doğaldır)". Türkiye'de bağımsız yurtta barışı sağlayacak demokratik ve çağcıl yönetim için gerekenler ,Kemalist sistemin kurallarında vardır. Yeterki bu sistemi koruyan ve destekleyen devrim yasaları ödünsüz uygulanmaya konulsun. Para tapımcılarının anlayacağı bir dille şöyle diyeceğiz: Son pişmanlık para etmez. Demokrasi ve Barışın Olmazsa Olmazları II Peki barıştan ne anlıyoruz? Nedir barış? Öyle hani topa, tüfeğe, tanka, bombayla falan insanları öldürmek, öldürtmek filana karşı mı olmak? Artık savaşlar, silah zorunun dışına taşıtılmış bulunuyor. Aslında savaşlar düşünsel, ekinsel (kültürel) bir enlem-boylam içinde mermiden daha güçlü bir yok edici olarak sürmekte, sürdürülmektedir. Öyleyse, barışı savaşın tam karşıtıdır mı? diyeceğiz. Demokrasinin eşdeğeri olarak barışın zorunlu olduğunu mu kabul edeceğiz? Yoksa savaşın tam karşıtını demokrasi olarak mı alacağız? Bu demokrasi ile barış kavramlarının her ülkede ayrı anlamları olması gerektiğine inanıyorum. Günümüz dünyasına bir bakalım. Örneğin: İrlanda'daki mezhep ayrılığının, yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan çatışmalara neden olması. İrlanda demokratik bir ülke değil mi? Demokratik. Barış var mı? Yok. Savaş var. USA yani Amerika Birleşik Devletleri demokratik bir ülke değil mi? Sözüm ona demokratik. Peki Ku.Kulux.Klan yobazları ne oluyor? Zenciler insan değil mi? Daha da ötesi, yani eskisinde, Amerika'nın asıl sahipleri Kızılderililer insan değiller miydi? Yıllar boyunca kovboy filmleriyle, beyazların kafa derilerini yüzen vahşiler olarak bizlere şırınga edilerek tanıtılan o zavallı insanlar, demokrat bir Amerika'da yaşamıyorlar mıydı? İran, Suudi Arabistan, Pakistan falan demeyeceğim, Bosna-Hersek'te yaşanan dramatik olaylar, Somali faciası ........ necilik oluyor yani? Uygar olduğu sanılan ülkelerin boyunduruğu altında inleyen yüz binlerce insan hangi demokrasiden, hangi barıştan haberdarlar. Bırakınız efendim, bırakınız, böyle havadan demokrasi, masa başında barışçı düşünceyi savunmayı. Olayı geleneksel boyut yerine, aydınlanma çağının getirdiği yeni düşünsel dokuya dayandırarak düşünelim. Ortaçağdan yeniçağa çıkışın muştusu kuşkusuz, Eğitimde Fırsat Eşitliğine dayanır. O çağın düşünürlerinin, toplumsal gelişmeyi gerçekleştirmek, daha rahat koşullarda yaşamayı sağlayarak ölebilmenin olmazsa olmaz koşulunu "Eğitimde Fırsat Eşitliğine" dayandırmışlardı. Yetenekliyle yücelecek olan yaşam koşulları, becerikli insanların da topluma kazandırılmasıyla bir bütün oluşturacaktı. Ölebilmenin olmazsa olmaz koşulu sözüne takıldınız gibi geldi bana. Evet, doğru okudunuz. "Daha rahat koşullarda ölebilmek" diyorum. Aydınlanma yıllarında, rahat ölebilmenin koşulu eğitimden geçiyor, kiliselerde verilen bilgiye dayanıyordu. Oysa o bir kesim insan babacığının kesesine göre daha da çok şey öğrenebiliyordu. Özel dersler alıyordu. (Aynen Türkiye'de bugün olduğu gibi) Özel eğitim zengin çocukların hakkıydı. Garibanlar, neyin ne olduğunu tam öğrenemeden, eğer bir zeka pırıltısı göstererek birtakım yeniliklerden söz etmişlerse, yakılıyorlardı. Yoktu öyle olur olmaz konulardan söz etmek. Siz bakmayın Galileo'nun pabuçlarını yanmaktan kurtarmış olmasına. Bruno, yıllarca hapis yattıktan sonra, düşüncesini savunması nedeniyle yakılarak öldürülmüştü. O çağda eğitim, öğretim kilise, ruhban sınıfı falan gibi, tufeyli sömürücülerin başatlığı altındaydı. Bunlar öylesine dünya işlerinin insanlarca öğrenilmesine pek izin vermezlerdi. İnsanların bireysel yaşamın kurallarını, yasaları kutsal kitaplarda yazılıydı. Aksine bir düşünceyle davranış günahtı, kafirlikti, dinden imandan çıkmaktı. Ölmeliydi, öldürülmeliydi böyleleri, yakılmalıydı, kazığa oturtturulmalıydı. Evet "çarmıha germek" te vardı. İsa'ya öyle yapmışlardı, daha Hıristiyanlığın başlangıç yıllarında. Zavallıyı iyi ki çarmıha germişlerdi, eli, ayağı, göğsünden çivileyerek. Ne yaptık diye düşünüp zar zor Tanrının yanına uçarak gittiğini anlatmışlardı. Sonra da İsa'nın cennette mi cehennemde mi olduğunu kanıtlayacak hiçbir gerekçe gösterememişlerdi. Sivas'taki canlar neden yakılarak öldürüldü dersiniz? Neyse konumuz bu değildi. Demokrasiden barışa geçmiştik. Barış. Hani Mustafa Kemal diyor ya "Yurtta barış, Dünyada barış." artık bunu gerçekleştirmenin zamanı geldi diye düşünülüyor. Kardeşlerim, dostlarım, arkadaşlarım, canlarım, ciğerlerim nasıl gerçekleşecek bu barış? Yanıt: Önce Yurtta. Sonra, sonra Dünyada. Dedik ki, barış silahlı çatışma sonucu yapılan antlaşmalarla sağlanamaz. Yani böyle demek istedik. Doğrudur. Savaşlarda insancıklar ölürler. Barış bir yanıyla insanların ölmemelerinin de koşuludur. Barış varsa bir ülkede, orada savaş kökenli ölümler olmaz. Siz bakmayın Türkiye'deki trafik canavarlığı, yargısız infaz olaylarına falan. Özellikle failsiz cinayetlere... Hele demokrasi barış ile birlikte gelsin, bunların tümü son bulacaktır, diye düşünebilirsiniz. Ama bu sorunun nasılının yanıtı çok zordur zor. İnsansız demokrasi, insansız barış, insansız cumhuriyet, inansız devlet olmaz. İnsan bireylerin ulus olarak yasamasın, yaşayabilmesiyle adlanır. "Birey toplum içinde insandır" Toplum ise, aydınlanma çağından bu yana ulusal niteliklerle bir arada yaşayabilen topluluklardan oluşmaktadır. Bireyin yaşamı ulusalcılıkla insan olarak değer kazanmaktadır. Bireyin en doğal hakkıdır yaşamak. Ama nasıl yaşamak? Bunu ulusalcılık ilkesi belirler. "Eşit ve özgür olarak yaşamak" der ulusalcılık ilkesi. Hemen ardından "neden" diye sorar? Yanıtı: "Uygarlıkta ilerlemek için"dir. İnsanların doğal olan yaşamak haklarının koşulları uygarlıkta ilerlemek için eşitlik ve özgürlük olarak verilince, demokrasi ile barışın da temel koşulları ortaya konulmuş oluyor. Burada sınıf egemenliği değil insanların yaşamak doğal haklarının egemenliğinin başat olduğu hemen görülür. Mustafa Kemal'in "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz" sözünün dayanağı da O'nun bu ulusalcılık tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Ders olsun diye anlatmıyorum bunları. Amacım insanların ölüme duydukları korkunun bir sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilebilmesi gerektiğini vurgulamak. Türkiye'de bu korku, on binlerce yıllık bu eski korku, halen yürütülmektedir. Müslüman olmanın kanıtı olarak, yerden pıtırak gibi çoğalan camiler yanında, Kur'an kurslarında oy potansiyelini her yıl arttırarak gelişen, imam hatip kökenli asalak yönetici kadroların hızlı gelişmesine dur demeden, bütün bu pislikleri temizlemeden Yurtta Barış'ın gerçekleşebileceği inancında olmadığımı söylemek istiyorum. İnsancıkların ölmekten ölesiye korktukları günümüzde çözümün, Şeri'at karşıtı bir eğitimin gerçekleştirilmesinde olduğunun Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimlerin bir an önce yaşama geçirilmesinin zorunluluğunun bilincinde olmak gerektiğine inanıyorum. Bir toplumun ulus olarak barış içinde ver bağımsız yaşayabilmesinin ön koşuludur bu söylediklerim. Yoktur bunun başka çaresi. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki iki büyük partiden biri. Diğeri Cumhuriyetçi Parti'dir. Genelde izlediği siyaset ortanın solu olarak tanımlanabilir. Fakat siyasi çizgisi Sosyalist Enternasyonal kuruluşunca tanımlanan Sosyal Demokrat çizgisine göre oldukça sağda kalır. Demokrat Parti son 50 yıl içinde genel olarak Cumhuriyetçi Parti'ye göre başkanlık seçimlerinde daha az bir başarı gösterdi. Fakat aynı dönemde, özellikle(1950-1990) yılları arasında, Temsilciler Meclisi ve Senato seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti'ye göre çok daha başarılı oldu. Ancak 1994 yılında bu üstünlüğünü kaybeden Demokratik Parti 2001 yılında George W. Bush'un başkan seçilmesinden sonra 6 yıl süreyle devletin hem yasama hem de yürütme kanatlarında muhalefet rolüyle yetindi. 7 Kasım 2006 ara seçimlerinde bu koşullar tekrar değişti. Demokrat Parti 12 yıldan sonra ilk defa hem Senato hem de Temsilciler Meclisinde çoğunluğu ele geçirdi. Tarihçesi [değiştir] Demokrat Parti 1828 yılında kuruldu. 1860'lı yıllarda İç Savaş sırasında ikiye ayrıldı. Güneyli demokratlar kölelik yanlısıydılar. Kuzeyli demokratlar köleliğe karşı çıkıyorlardı. Cumhuriyetçi Parti bu ortam içinde köleliğe karşı olarak kuruldu ve Cumhuriyetçi aday Abraham Lincoln başkan seçildi. Güneyliler savaşı kaybettikten sonra uzun bir süre kuzeyin baskısı altında yaşadılar. Bu döneme "Yeniden Yapılanma" denir. Baskı ortamı güneyde büyük bir tepki yarattı ve bu tepkiyi kendi çıkarına kullanan Demokrat Parti güneyde özellikle beyazlar arasında büyük bir destek buldu. 1929 yılında New York Borsası'nda meydana gelen ani bir çöküntü Amerika'da 10 yıl süren bir ekonomik gerileme ve sıkıntı dönemini başlattı. Bu döneme "Büyük Gerileme" (The Great Depression) adı verilir. Demokrat Parti'nin adayı Franklin D. Roosevelt bu dönemde başkanlığa seçildi ve ekonomik gerilemenin etkisini azaltmak için sosyal sigorta, işsizlik sigortası gibi alanlarda birçok reformlar yaptı. İşte bu dönemde Demokrat Parti'nin ortanın solu çizgisi belirginleşmeye başladı. İç savaştan beri Cumhuriyetçi Parti'ye oy veren siyah Amerikalılar Demokrat Parti'ye yönelmeğe başladılar. İşçi sendikaları da Demokratik Parti'nin çalışanlara kazandırdığı hakların etkisiyle üyelerini Demokrat Parti'ye yönelttiler.Amerika'nın güneyinde Demokrat Parti'nin sahip olduğu destek yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun yerine büyük şehir merkezlerinin yoğunlaştığı kuzeydoğu, ortabatı eyaletleri ve Kaliforniya gibi batı bölgeleri Demokrat Parti'nin kuvvet merkezleri haline geldi. Partinin İzlediği Çizgi [değiştir] Genelde günümüzde Demokrat Parti siyah Amerikalılar, Katolikler, Yahudiler, göçmenler, kadınlar ve yüksek eğitimli kişiler arasında destek bulmaktadır. İşverenlerin ve büyük firmaların karşısında işçilerin ve çalışan kesimin yanında yer alır. Kürtaj haklarının kısıtlanmasına karşı kesin bir tavır almıştır. Eşcinsellerin ve diğer azınlıkların haklarını savunan bir siyaset izler. Devletin gerektikçe vergileri arttırarak, az gelirli yurttaşlara daha geniş olanaklar sağlaması yanlısıdır. Çevre kirliliğini önleme konusunda titizlik gösterir. Dış siyaset konusunda Cumhuriyetçi Parti'ye göre daha ılımlı bir tutum sergiler. Partinin Günümüzdeki Durumu [değiştir] Demokrat Parti'den seçilen başkan Bill Clinton 1990 yıllarında çok başarılı bir başkanlık dönemi yaşadı. Kalkınma oranı yükseldi. İşsizlik oranı düştü. Bütçe açığı kapatıldı. Amerikan ordusu dünya çapında sadece insancıl amaçlarla Bosna, Kosova gibi yerlerde müdahelelerde bulunmakla kaldı, Filistin-İsrail çatışmasında daha tarafsız bir tutum izledi. 2000'li yıllarda Demokrat Parti başkan adayları Al Gore (2000) ve John Kerry (2004) seçimleri kaybettiler. 11 Eylül 2001 Saldırısı'nın toplumda yarattığı olumsuz tepkinin de etkisiyle Amerika Birleşik Devletleri Cumhuriyetçi başkan George W. Bush'un önderliği altında daha saldırgan bir dış siyaset izlemeğe başladı. Fakat 2005 yılından sonra Amerikan toplumunda George W. Bush'un Irak siyasetine karşı hoşnutsuzluk düzeyi artmağa başladı. 7 Kasım 2006 tarihindeki ara seçimlerde büyük bir zafer kazanan Demokrat Parti 12 yıldan sonra tekrar hem Senato, hem de Temsilciler Meclisi'nin çoğunluğunu ele geçirmeyi başardı. "http://tr.wikipedia.org/wiki/Demokratik_Parti_%28ABD%29"'dan alındı