ROMA İMPARATORLUĞU’NUN YÜKSELİŞİ ve ÇÖKÜŞÜ Merkezi İtalya’da küçük bir kasabanın oluşturduğu, Roma yönetimi, büyük askeri gücü sayesinde, zaman içerisinde, Mısır’da Aswan’ın kuzeyini, Tuna ve Ren nehirlerinin güneyinde Avrupa’nın tümünü, Anadolu’yu, Suriye’yi ve Sahra’nın kuzeyinde Afrika’yı topraklarına katarak, tüm dünyayı titreten bir imparatorluk haline dönüşmüştür. Roma’nın erken dönemi, pek çok açıdan, kültürünü aldığı Yunan şehir devletlerine benzer. İlk başta Roma, muhtemelen, akrabalık temelinde soylar kanalıyla örgütlenmiş tarımcı bir toplumdu. Bunlar arasında önde gelen kabileler, ‘patrisyenler’ olarak anılacak yönetici sınıfın da çekirdeğini oluşturur. Roma devletinin, egemenlikleri altında oldukları Etrüskleri yenerek, M.Ö. 6. Yüzyılda kurulduğu düşünülür. Kuruldukları bölge, stratejik olarak, kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarının kavşağında olması dolayısıyla, onlara önemli bir gelir imkanı yaratmıştır –ki zaman içerisinde gelişen devletin önde gelen kaynaklarından biri, kuşkusuz bu ticaret geliri olmuştur. Devletin kuruluşunun ardından bir dünya imparatorluğu olması, neredeyse 400 yıl süren bir genişleme politikasının sonucu olmuştur. Bu yayılmanın her aşaması, önceleri Roma şehrinin sınırları içindeki tarım arazisinde ve daha sonra Roma vatandaşlığı hakkı verilen diğer İtalyan şehirlerinin arazilerindeki bağımsız topraklı köylülerden devşirilen piyadelerin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Ancak, Atina’dan farklı olarak, demokrasiyle yönetilmeyen Roma’da, yönetim üzerinde bu piyadelerin hiçbir sözü geçmiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki anayasa, kalıtsal bir seçkinler grubu olan ‘patrisyen’ ailelere iktidar tekeli veriyordu. Senato, politikaları uygulamak için her yıl seçilen konsüller, yargıçlar, quaestor yöneticiler, ve de yasa ve düzenden sorumlu praetor’ların tümü bu patrisyen ailelerden gelmekteydi. Yüksek yöneticileri seçme ve savaş-barışa karar verme hakkına sahip olan bir meclis olmakla birlikte, bunun 193 üyesinden 98’i, yüsek sınıfa aitti. Öte yandan, küçük köylüler ise ‘plepyen’ olarak bilinirdi, ve bunların temsilcileri herhangi bir konuda oybirliği sağlasalar bile, mecliste bir ağırlıkları yoktu. 1 ‘Proletarii’ olarak bilinen mülksüz Romalılar’ın ise, mecliste yalnızca tek bir oyu vardı. Önde gelen ailelerin, siyasi güçlerini, zaten bir hayli geniş olan arazilerini köylülük aleyhine daha da genişletmek için kullanmaları, onları borçlanmaya zorlamaları ve patrisyenler lehine kararlar veren yargıçlar sayesinde topraklarını ellerinden almaları, zaman içerisinde, iki büyük sınıf savaşı dalgasını beraberinde getirir. Bunlardan ilki cumhuriyetin kurulmasından yalnızca 15 yıl sonra başlar. Romalı tarihçi Sallust, sınıf bölünmesinin aşağı tabakaları nasıl ayaklanmaya ittiğinin canlı bir tasvirini yapar: “Patrisyenler halka köle gibi davrandılar, öldürülmeleri ve kamçılanmaları yolunda kararlar verdiler, onları topraklarından çıkardılar. Bu zalimce uygulamalar karşısında ve hepsinden önemlisi devam eden savaşlar için gerek parasal gerek askeri hizmet yükümlüğünün borçları altında ezildiklerinden, sıradan insanlar silahlandılar, Mons Sacer’de ve Aventine’de mevzilendiler ve kendilerine yargıçlar seçtiler ve kimi yasal haklar elde ettiler.” Sonunda, nüfusun yarısını etkileyen borçlar nedeniyle, M.Ö. 287’deki mücadele Patrisyenlerin resmi gücünü sona erdirdi ve bütün resmi görevler Plep’lere açık hale getirildi. Ancak, Plepler zaferden, Yunanistan’daki alt sınıfların kimi zaman elde ettikleri kadar kazanç sağlayamadı ve Roma, Atina tipi bir demokrasi olamadı. Resmi görev almalarını engelleyen yasağın kaldırılmasından, çok az sayıdaki hali vakti yerinde Plep’ten başka yararlanan olmadı. Görünürde Plep kitlesine bahşedilen daha fazla demokratik kontrol, aldatmaca olmaktan öteye geçemedi. Böylece, Roma’da çeşitli haklar elde ederek daha da zenginleşen birkaç Plep ailesi dışında, diğerlerinin yaşamlarında gözle görülür hiçbir değişme olmadı. Sallust, M.Ö. 1. Yüzyılın başlarındaki durum için şunları yazar: “Savaşta ve barışta her şeyi denetleyen az sayıda insandı; hazine, eyaletler, hakimlikler, onurlar, zaferler onlarındı. Halk, askerlik hizmeti ve yoksulluk altında eziliyordu. Savaşın ganimeti generallerin ve az sayıdaki diğerlerinin elinde kalıyor; bu arada, askerlerin anne, babaları ya da küçük çocukları, güçlü komşuları tarafından evlerinden atılıyordu.” 2 Ama hepsi bu değildi. Savaşlar, aynı zamanda esirler ve köleleştirilenlerden muazzam yeni bir işgücü yaratıyordu. Örneğin, 3. Makedonya Savaşı’ndan sonra 150 bin tutsak, köle olarak satılmıştı. Büyük toprak sahipleri, köleleri ucuza satın alabiliyor ve onları latifundia adı verilen çiftliklerinde çiftçi olarak çalıştırabiliyorlardı. Bununla ilgili olarak anlatılanlara göre, örneğin Cato’nun köleleri, her yıl bir battaniye ve tunik alıyor ve hiç et yemiyorlardı. Köle nüfusu, M.Ö. 1. Yüzyılda muazzam artmıştı; yaklaşık 3,5 milyon özgür nüfus karşısında 2 milyon köle vardı. Özgür nüfus içinde pek çok çocuk varken; kölelerin büyük çoğunluğu yetişkindi. Köle emeği, Roma devleti gücüne güç katarken, özgür emeğin yoksullaşmasına yol açıyordu. Çünkü, bakacak ailesi olan topraksız bir Romalı köylüyü istihdam etmek çok daha pahalıydı; dolayısıyla, topraklarını kaybedenler, mevsimlik geçici işler dışında herhangi bir şey elde edemiyorlardı. Bu ise, özgür köylüler için artan oranlarda yoksullaşma demekti. Brunt, “yoksulların evlenmeyi göze alamadıklarını, evlenseler bile çocuk yetiştirmekten sakındıklarını” anlatır. “Aileler, gebelikten korunmayla değilse bile, çocuk düşürme ve öldürme yoluyla sınırlandırılıyordu.” Yoksul anne babalar tarafından terk edilen pek çok çocuk, kendisini köle pazarlarında buluyordu. Çok sayıda kölenin ithal edilmesi, İtalyan köylülüğünün yoksulluğunu artırıyordu. Böyle bir sınıf kutuplaşması, Plepler ve Patrisyenler arasında, daha önceki çatışmalardan çok daha kanlı bir dizi yeni iç savaş dalgası yaratmıştır. İlerleyen süreçte, Roma’daki köle artışının, köylülere ve nihayetinde Roma ekonomisine zarar verdiğini düşünen kimi yöneticiler de ortaya çıktı: M.Ö. 2. Ve 1. Yüzyıllarda üst kademelerde görev alan Tiberius Gracchus, kardeşi Gaius Gracchus, Marius, Sulpicus, Cinna, ve Clodius gibi isimler, öngördükleri programlarla yoksul köylüleri heyecanlandırıp, onları arkalarına almakla birlikte, zengin senatör sınıfının büyük bir kısmının nefretini kazanmışlardır. Görev aldıkları dönemlerde, kimisi büyük köylü ayaklanmalarını da beraberlerinde getiren bu isimler, sonuçta Roma devletini temsil eden soylular tarafından ölümle cezalandırılmışlardır. Çeşitli köylü isyanlarının şiddetle bastırılmasına rağmen, zenginlere duyulan kinde bir değişiklik olmamıştır. Aslında, bu isyanlar, zamanla, şehir yoksullarını da etkisi altına almıştır. Yaşama koşulları feci, geçim vasıtaları güvensiz olan bu 3 kesimler, modern bir Batı şehrindekinden yedi ya da sekiz kez daha kalabalık, 2025 mt. yükseklikteki ve çok kötü koşullardaki dairelerde yaşıyorlardı ve akarsuyu ve kanalizasyonu olmayan evleri sürekli çökme ya da yangın tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Pek çoğu, yaz aylarında çeşitli mevsimlik işler bulmaya çalışıyor, kışları ise açlık sınırında yaşıyorlardı. Dolayısıyla, bu koşulları altında, şehirli yoksul kesimler de, köylülerin saflarına katılarak, devlete karşı ayaklanmaya girişmişlerdi. Öte yandan, Roma, tarihin değişik zamanlarında, çeşitli büyüklüklerde köle ayaklanmalarına da şahit olmuştur. Bunlar arasında, Spartaküs isimli bir lider tarafından başlatılan ayaklanma, hepsinden büyük bir boyutta olmuş ve imparatorluğun merkezini tehdit etmiştir. Ayaklanma, M.Ö. 73 yılında, 74 gladyatörün kaçmasıyla başlamıştır. Bunlar, zamanla sayıları 70 bine varan kölenin katılımıyla İtalya yarımadasının bir ucundan öteki ucuna yürürler ve birbiri ardı sıra Roma ordularını yenerler. Bir noktada Roma şehrini tehdit ederler ve konsüllerin yönetimindeki bir orduyu yenerler. Ancak, şehri almak yerine Spartaküs, Sicilya’ya geçerek orada özgürce yaşamak umuduyla İtalya’nın en güney noktasına yürümeye yönelir. Birlikleri, kendilerine tekneler vaat etmiş olan korsanların ihanetine uğrar ve yeniden kuzeye yönelmelerini önlemek isteyen Roma ordusu tarafından orada hapsedilir. Köle ordusunun bir kısmı tuzaktan kurtulmayı başarır ama muazzam bir yenilgiye uğrar. Her ne kadar cesedi hiçbir zaman bulunamasa da, Spartaküs öldürülür, ve yandaşlarından 6 bin kadarı çarmıha gerilir. Romalı yazarlar, ayaklanmanın bastırılması sırasında 100 bin kölenin öldüğünü iddia etmişlerdir. Julius Sezar, bu koşullarda M.Ö. 49 yılında, ordusuyla İtalya sınırını geçti ve iktidara el koydu. Senatör zenginler, İmparatorluğu yönetme yetkilerini yoksullar karşısında değil, kendisi de aristokratik bir aileden gelen ve Galya’nın fethi sırasında 1 milyon insanı öldürmüş ya da tutsak etmiş olan bir general karşısında yitirdiler. Roma’da görülen tüm bu kalkışmalar, ayaklanmalar, isyanlar ve iç savaşlar, toplumun köklü bir şekilde yeniden örgütlenmesine yol açmadı. Ama toprak sahibi zenginlerin toplumun geri kalan kısmına egemen olduğu siyasi üstyapıyı radikal biçimde değiştirdi. Senato, yoksulları yerlerinde tutabilmek için generallere ve onların ordularına dayanmaya başladı. Ama en güçlü olan general 4 de daha sonra Senato’yu egemenliği altına aldı. Toplumsal sorunlardan kaynaklanan iç savaşlar, yerini generaller arasındaki iç savaşlara bırakmak üzere sona erdi. 5