T.C. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TRABZON-AKÇAABAT-DARICA EĞİTİM MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ KUR’AN VE HADİS’İN ŞİİRE BAKIŞI (III. DÖNEM BİTİRME TEZİ) AHMET TAŞ Danışman ŞENOL TİRYAKİ TRABZON-2006 ÖNSÖZ Çocukluğumdan beri şiire ilgi duydum hep. Bu yaratılıştan var olan bir hassasiyet. Güzel şiirlere ve şairlere gıpta ile bakmışımdır. Hayat, önümde, ıssız korulardan geçen dolambaçlı bir yoldu. Nelerle karşılaşacağım bana meçhuldü. Birçok meşhur şairi tanıdım, onlarla konuştum. Şurası muhakkak ki onlar bir yönleriyle hâla çocuk. Çocukların, şairlerin ve delilerin aynı sınıftan olduğu çok öncelerden söylenmişti. Belki de bütün insanlar bir yönleriyle çocuktur, bilemem. Ve şiir basit bir şeymiş gibi görüldü çoğu zaman. Bu yüzden hassasiyet sahibi şairler, şiir yazarken, yaramazlık yapan bir çocuğun ezikliğini hissettiler hep. Mahallede top oynarken, komşunun camını kıran haylaz çocuklar onlardı sanki. Peygamber’in huzurunda şiir okuyan şairlere nispetle, bugünün şairleri, yazdıklarını birilerine göstermekten utanır olmuşlardı. Her mesleğin yüzkarası vardır elbette. Burada da, şiiri ayağa düşürenlerin payı çok büyüktü şüphesiz. Bir kısım müteşairler, yerden biten ot misali ortalığı kaplayınca, iş artık tat vermez oldu. Esasında ortalıkta ne şair vardı, ne de yazılanlar şiirdi. Fakat bunu kim, kime anlatacaktı. Bulanık suda balık avlamak isteyen korsanlar çoktan tezgâhlarını kurmuştu. Kurtlar dumanlı havayı severdi ama, bu sefer çakallar sahne almıştı. Has şiir, gerçek şiir, bu yüzden utancından kıpkırmızı kesildi. Anarşi berkemaldi. Bunda, şiiri anlayamayan, onun, insanın ruh iklimini besleyen, gönül dünyasına ufuk açan bir mefhum olduğunu kavrayamayan eksik anlayış sahiplerinin de payı vardı elbette. 15 yıldan beri şiire kafa yoran bir insan olarak, bizim de bu konuda söyleyecek sözümüz olabilirdi. Bu düşünceler ışığında, şiir hususunda, böyle bir tezi çalışmam, çok isabetli olur diye düşündüm. Gül büyütenlere mahsus bir hevesle, son derece haz duyarak ve iştiyakla bu konuya eğildim. IV Böyle bir konu üzerinde çalışma fırsatı bulduğum için, bize bu imkânı sunan, Darıca Eğitim Merkezi’nin kıymetli müdürü, Sayın Zeki YAVUZYILMAZ Hocam’a, çalışmam süresince engin hoşgörüsüyle karşılaştığım ve bu eserin oluşmasında bana rehberlik eden tez danışmanım Sayın Şenol TİRYAKİ Hocam’a teşekkür ederim. Ahmet TAŞ TRABZON - 2006 V İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ .......................................................................................................................... IV İÇİNDEKİLER ............................................................................................................. VI KISALTMALAR .......................................................................................................VIII GİRİŞ ............................................................................................................................... 1 ŞİİRE GENEL BİR YAKLAŞIM ................................................................................. 1 BİRİNCİ BÖLÜM .......................................................................................................... 4 I. ŞİİRİN ANLAMI ..................................................................................................... 4 I.I. Lügat Açısından ................................................................................................ 5 I.II. Istılahi Açıdan.................................................................................................. 6 I.II.I. Şiirin Usulünde Telkin Vardır................................................................. 8 I.II.II. Şiir ve Müzik............................................................................................ 9 I.II.III. Şiir ve Lirizm ....................................................................................... 10 I.II.IV. Şiir ve Mantık ....................................................................................... 11 II. ŞİİRİN TARİHİ SEYRİ ...................................................................................... 14 II.I. Destan Devri .................................................................................................. 14 II.II. Şifahi Edebiyat Geleneği ............................................................................. 15 II.III. Sazla Söylenen Şiir ..................................................................................... 16 II.IV. İlk Şiirin Kaynağı ....................................................................................... 17 İKİNCİ BÖLÜM ........................................................................................................... 20 I. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİR .......................................................................... 20 II. CAHİLİYE DEVRİ.............................................................................................. 22 II.I. Cahiliye Şiirinde Eğlence .............................................................................. 24 III. CAHİLİYE DEVRİ ŞİİRİ.................................................................................. 25 IV. CAHİLİYE DEVRİ ŞAİRLERİ ........................................................................ 30 IV.I . Çöl Şairleri................................................................................................... 30 IV.I.I. Şenfera .................................................................................................... 30 IV.I.II. Teabbata Şerren................................................................................... 31 IV.I.III. Mühelhil .............................................................................................. 31 IV.II. Şehirde Yetişen Şairler .............................................................................. 32 IV.II.I Âdi b. Zeyd ............................................................................................ 32 IV.III. Muallaka Şairleri ...................................................................................... 32 IV.III.I. İmriülkays ........................................................................................... 35 IV.III.II. Tarafe ................................................................................................. 37 IV.III.III. Zuheyr b. Ebi Sulma ....................................................................... 39 IV.III.IV. Lebid b. Rebi’a ................................................................................ 40 IV.III.V. Amr b. Kulsüm .................................................................................. 42 IV.III.VI. Antere ............................................................................................... 42 IV.III.VII. El-haris b. Hilliza ........................................................................... 43 IV.III.VIII. En Nabiğa Ez-Zubyani ................................................................ 44 IV.III.IX. El-A'şa Meymun V. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİRİN FONKSİYONU ........................................ 46 VI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ....................................................................................................... 51 I. KUR’AN “ŞİİR” HAKKINDA NE DİYOR ........................................................ 51 II. KUR’AN DA ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ AYETLER ........................................ 52 II.I. “Biz Ona Şiir Öğretmedik” .......................................................................... 53 II.II. Kehanet Ve Sihir İsnadının Anlamı ........................................................... 53 II.III. Kur’an’ın Şiirden Farkı ............................................................................ 54 II.IV. Şiir Duygusal Bir Tepkidir ........................................................................ 56 II.V. Şair İlhamdan Güç Alır ............................................................................... 57 III. ŞİİRLE İLGİLİ AYETLER .............................................................................. 58 IV. AYETLERİN IŞIĞINDA ŞİİRİN HÜKMÜ ..................................................... 64 IV.I. Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir ............................................................. 64 IV.II. Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir ......................................................... 68 IV.III. Olumsuz Şiire Karşı Tavır ....................................................................... 70 IV.IV. Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir ...................................................... 71 IV.V. Şairlerin İzleyicileri ................................................................................... 72 IV.VI. Şiiriyle Öc Alanlar .................................................................................... 72 IV.VI.I. Yapmadıklarını Söyleyen Şairler ...................................................... 74 IV.VI.II. Makbul Şairler .................................................................................. 75 V. ŞİİR HAKKINDA PEYGAMBER (S.A.V)’İN HADİSLERİ ........................... 75 V.I. “Cebrail Seninle Beraberdir”....................................................................... 78 V.II. Şairin Söylediği En Doğru Söz .................................................................... 80 VI. ŞİİR HUSUSUNDA ULEMA İKİYE AYRILIR .............................................. 81 VII. HUZUR-U SAADETTE BİR ŞAİR ................................................................. 83 VII.I. Banet Suad .................................................................................................. 86 VII.II. Mümin Dili İle De Savaşır ........................................................................ 87 VII.III. Şiir, Dili Tatlılaştırır ............................................................................... 88 VII.IV. Hz. Ömer ve Şiir ...................................................................................... 88 SONUÇ .......................................................................................................................... 90 KAYNAKÇA ................................................................................................................. 92 VII KISALTMALAR : adı geçen eser a.g.e. a.ş. : anonim şirketi b. : bin, ibn bas. : basım bask. : baskı c.c. : celle celaluhu c. : cilt Çev. : çeviren D.İ.B. : Diyanet İşleri Başkanlığı ed. : edebiyat Hz. : Hazreti M.Ü.İ.F. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi nşr. : Neşreden ö. : Ölümü r.a. : Radiyallahu anh s. : sayfa s.a.v. : Sallallahu Aleyhi ve Sellem şerh. : şerheden terc. : tercüme ts. : Tarihsiz vb. : ve benzeri vd. : ve diğerleri yay. :yayınları,yayınevi VIII GİRİŞ ŞİİRE GENEL BİR YAKLAŞIM Şiir hakkında yazılan tarifleri bir araya getirsek, ciltlerle eser meydana gelir. Birçok şair, düşünür, şiiri tarif etmek için emek sarfetmişlerdir. Ne var ki, şiirin ufuklarını kaplayan sis tabakası henüz aralanamadı. Şiirin ufukları hâla duman duman. Mücerred mefhumlar tarife sığmıyor. Fakat, efradını cami ağyarını mani tarifler meseleye az da olsa ışık tutuyor. Ve biz, bu efsunlu kapıdan sokuluyoruz şiirin sır yüklü ufuklarına. Şiirin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Şiir, bir nevi ilham olduğuna göre Doğu’ya daha yakın durmaktadır. Cemil Meriç, “Peygamberler Asya’nın çocukları (diyor), yorumcular Avrupa’nın. “Batı daha çok felsefe, doğu fazlasıyla ilham. Vahiy, Doğu’yu daha şefkatli, daha merhametli yaptı. Batı, ekseriya madde peşinde koştu. Bunda belki muvaffak oldu ama, gönül iklimlerini hiçbir zaman keşfedemedi. Batı adına birkaç istisnadan bahsedilebilir ancak, Doğu bir çınarlar ormanı veya gülistan! Doğu, vahyi koydu merkeze, onun etrafında aydınlandı. Batı bu eşsiz kaynağın yerine koyacak bir şey bulamadı. Sonunda hristiyanlığı transfer etti, ama kuşa çevirerek! Bozulan bir hristiyanlık pragmatist Avrupa’ya insanlık adına ne kazandıracaktı? Doğu öyle değildi. Bütün hazineler önüne serilmişti. Ama talihsizliğe bakın ki, Şark bu kıymetlerini değerlendirecek yerde, hazinenin üstüne oturdu. Sermayesini yanlış yollarda harcadı veya değerlendiremedi. Yıllar birbirini kovaladı. Batı maddede zirveye ulaşırken, Doğu yerinde saydı. Bazı modernistler bu gerilemenin faturasını İslam’a kestiler. Onlara göre din terakkiye mani idi. Yanlış düşüncelerini sorgulayacak yerde İslamiyet’i sorgulamaya başladılar. İlimde ve edebiyatta kendini tanımayan, şuursuz bir nesil meydana geldi. Bu bahsin “şiirle ne ilgisi olabilir” diye düşünenlere şunu hatırlatmak isteriz ki, dinin altından sandalyeyi çekmeye çalışan mantıkla, şiiri ağaya düşüren mantık aynıdır. Dinde istediği gibi hürriyet isteyen adam, şiiri kör satırla doğrar. Şiir, elbette ki Doğu’nun malı. Doğu şairanedir. Peki ama şiirin kaynağı nedir? Şiir iyi bir şey midir, yoksa merdut mudur? Peşinen şunu söyleyelim ki, şiiri ıslıklayan, pek az bir gruba nisbetle, ezici bir çoğunluk şiirin lehine tezahürat yapmakta. Peki ama, bu kadar yekûn bir çoğunluğun şiirin yanında yer alması onu haklı mı çıkaracaktı? Veya, doğruyu söyleyen bir kişi çıksa, dokuz köyden kovulacak mıydı? Adil bir karar verebilmek için her iki taraf da konuşmalıydı. Şiir hakkında bizi selamete çıkaracak iki ana kaynağımız vardı: Kur’an ve Hadis. Bizim için en muteber kaynak onlardı şüphesiz. Peygamber Efendimizden, şiirin aleyhinde bulunan bazı rivayetlerin nakledilmesi, bazı alimleri şiire mesafeli durmaya sürüklemiştir… Şiirin aleyhinde olduğu zannedilen ve aslında belli bir kısmı ile ilgili bulunan bu gibi hadisler, şiir söylemenin caiz olup olmadığını münakaşa eden bir zihniyetin de meydana gelmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şair Hassan’ın mescitte şiir okumasını hoş görmemesi, ihtiyatlı ve muhafazakâr tabiatlı kimselerin şiir okumayı endişe ile 2 karşıladıklarının bir tezahürü olarak görünmektedir. Buna birkaç misal daha ilave edilebilir. Fakat öbür tarafta, Hz.Peygamberin şiir okuduğuna, okuttuğuna dair birçok rivayet de vardı. Şiirin yanında yer alan onlarca hadis ne anlama gelmekteydi? En önemlisi, Kur’an bu konuda ne buyuruyordu? Şiir ya hiçbir şeydi, ya da çok şeydi. Acaba kim haklıydı? Şiire geçit vermeyenler mi, yoksa şiirin efsunlu iklimine gönlünü kaptıranlar mı? Yoksa Nasreddin hocanın ifade buyurduğu gibi “herkes haklı” mıydı? Bu sorulara cevap bulabilmek için, gerek Kur’an’dan, gerek hadisten şiirle ve şairle ilgili bölümlere başvurduk; onları anlamaya ve tahlil etmeye çalıştık. Peygamberin ashabının görüşleri de bizim için önemliydi. Birinci bölümde, şiirin lügat ve ıstılahi manalarının üzerinde durduk. Diğer taraftan şifahi edebiyat geleneğindeki şiirden ve şiirin kaynağının ne olduğundan bahsettik. Özellikle yazının icadından önceki devirlere ait şiir hakkındaki bilgilerin kısıtlı oluşu, bu alanda bize rahat hareket etme imkânı vermemektedir. Şiir hakkında yazıldığı bilinen ilk eser Aristo’ya ait. Daha öncesi sislerle kaplı. Halbuki şiir, insanlığın tarihiyle yaşıt. İkinci bölümde, Cahiliye dönemindeki şiirden ve şairlerden söz etmeye çalıştık. Cahiliye dönemindeki şiir anlayışını ve topluma olan etkisini ortaya koymaya çalıştık. Üçüncü bölümde ise, şiirle ilgili ayet ve hadisleri naklettikten sonra onları tahlil etmeye, delalet ettikleri manaları tespit etmeye çalıştık. Sonuç bölümünde ise ayet ve hadislerden, sahabenin uygulamalarından çıkarılabilecek hükümleri özetle belirtmeye çalıştık. 3 BİRİNCİ BÖLÜM I. ŞİİRİN ANLAMI Mefhumları tarif etmeden girişilecek her tartışma eksik kalmaya mahkûm. İnsan, aradığı şeyin ne olduğunu ve onun hudutlarını bilmeli. Bilen insan emin konuşur. Bilgi, güçlü kılar insanı. Mefhumlara hakim insanlar hedefine emin adımlarla ilerler. Kelimeleri menşeine giderek araştıran, delalet ettiği manaları iyi bilen ve bunları idrakinde bir yere oturtan temelini sağlam atmıştır. Bütün bunlardan bihaber olanlar ise, elinde adresi olmayan postacıdan farksızdır. Çünkü, hangi kapıyı çalması gerektiğini bilemez. Aradığının ne olduğunu bilmediği için, her yolun kendisini hedefe götüreceğini zanneder. 4 Bu sebeple biz, Kur’an ve hadisin şiire ve şaire bakışını tesbit edebilmek için, evvela şiir ve şair kelimelerinin kaynağına inecek, delalet ettikleri manaları ortaya koymaya çalışacağız. I.I. Lügat Açısından Şiir, Arapça menşeli bir kelime olup; şin, ayn, lam harflerinden müteşekkil, şa’ara kökünden mastar (isim) bir kelimedir. Şa’ara Arapçada bilmek, 1 hissetmek,2 farkında, idrakinde olmak,3 gibi manalara gelir. Şiir de, sözün düzenli, nazım şeklinde tertiplenmesi, vezin ve kafiyenin söze hakim olması, şeri ilimlere karşı sözde idrakin, anlayış ve hissedişin ağırlık kazanması, alametleri, işaretleri, sınırları dışına çıkılamayan4 bir mefhumdur. Kafiyeyi murad ederek sözün vezinli olması5 dır. Bir başka ifadeyle şiir; lügat bakımından, ilim, yani bilmektir. Istılahta; kasıtlı olarak vezinlenmiş kafiyeli sözdür. “Kasıtlı olarak” kaydı, yüce Allah’ın şu sözü gibi olanları şiir sayılmaktan çıkarır: “Ellezî enkaza zahrak, ve rafe’nâ leke zikrak.” (Manası) “Ki o (yük) bükmüştü belini senin. Ve biz yükseltmedik mi şanını senin (İnşirah: 3-4). Bu kavl-i şerif, vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Lakin şiir değildir. Çünkü bunun vezinli olarak söylenmesi kasıtlı değildir. Şiir mantıkçıların ıstılahında, hayal edilmiş şeylerden derlenmiş bir kıyastır. Bundan maksat, isteklendirme ve nefret ettirmekle ruhu etkilemektir. Onların şu sözleri gibi: Şarap, sıvı bir yakuttur. Bal ise, kusulmuş acı bir şeydir.6 Şaire gelince; şiir söyleyendir. Sezgi, duygu ve hissetmesindeki incelikten, bilgisindeki dikkatten ve ileri derecedeki zekasından ötürü bu şekilde isimlendirildi.7 Çünkü, o, başkalarının hissetmediğini hisseden, farkına varan kişidir.8 İbni Manzur, Lisanü’l Arab, Kahire, Daru’l Mearif, 1119, c.4, s.2273 Mu’cemu’l Vesîd, (komisyon), İstanbul, Çağrı Yayınları, 1996, c.1, s.486 3 Serdar MUTÇALI, Mu’cem’ul Arabiyyi’l Hadiys, İstanbul, Dağarcık Yayınları, 1995, s.446 4 İbni Manzur, a.g.e., c.4, s.2274 5 Mu’cemu’l Vesîd, a.g.e., c.1 s.487 6 Seyyid Şerif Ali b. Muhammed el Cürcani, Kitabu’t Tarifat, 3. bask., Beyrut, Daru’l Kütübu’l-İlmiyye, 1988, s. 127 7 Mu’cemu’l Vesîd, a.g.e., c.1, s.486 1 2 5 Bu ifadelerden sonra şunu söylemek mümkün olacaktır. Şair, düşünme, hissetme, idrak etme ve farkına varmada diğer insanlara göre daha hassas, daha dikkatli olandır. Kalbi yoğunluk şairde ileri derecededir. Şiir kelimesinin hissetmek, bilmek gibi anlamlara geldiğini kaynaklardan hareketle söyleyebiliyoruz. O halde şiirde iki ana unsurun olduğu ortaya çıkmış bulunuyor: Biri his, diğeri fikir. Kamûs-î Türkî’ye bir göz atalım. Şiir, 1- anlama, fehm, idrak. 2- Vezinli, kafiyeli olup mâna olarak güzel hayalleri ve tasavvurları toplayan söz: Kur’anı Kerim şiir değildir, lakin, en büyük şairleri taklit ve temsilden aciz bırakmıştır. Şiir söylemek cehd ve tahsil ile olmaz, isti’dâd-ı tabii ile olur.9 Yani şair, şiir söyleyebilmesi için, onda doğuştan şiir kumaşı bulunmalıdır. Şiirin bir yönünü de ilim oluşturur. Lügat manalarını verirken, bilmek manasını da zikretmiştik. Fuzûlî’nin de belirttiği gibi, ilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer. Şair ilim kesbettikçe, daha önce heyecanla söylemiş olduğu gençlik dönemindeki sözlerinden rahatsız olur. Şiirin sağlam bir zemine oturtulabilmesi için, şiiri söyleyenin bilgi sahibi olması gerekmektedir. Başka bir lügate daha göz atalım. Şiir: farkında, bilincinde, idrakinde olmak; hissetmek, algılamak, idrak etmek. Şair ise; hisseden, içinde duyan, idrak eden. Çoğulu şuara’ dır. “Şuara” isminde Kur’an’da bir sure de yer almaktadır.10 Bir başka lügatte şiir: Bilme, tanıma, kavrama. Vezinli veya vezin tesiri uyandıran ahenge sahip, kafiyeli veya kafiye tesiri uyandıran ses uyumu olan edebi eser. Şair ise; şiir yazan veya söyleyen kimse, nazım. Aşık, (es.) ozan.11 I.II. Istılahi Açıdan Lügat manalarının dışında terim olarak da şiire birçok tanım yapılmıştır. Fakat mücerred mefhumları belli bir tanıma hasretmek mümkün değil. Efradını cami ağyarını mani tariflerin de birkaç tanesini burada serdetmek istiyoruz. İbni Manzur, a.g.e., c.4, s.2274 Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî, 7. bask., İstanbul, Çağrı Yayınları, s.778 10 Serdar Mutçalı, a.g.e., s.446-447 11 Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 11. bask., İstanbul, Bahar Yayınları, 1996, s.1014-1026 8 9 6 İlk poetika yazarı olarak bildiğimiz Aristo’ya göre şiir, taklittir, mimesis. Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepi’si olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki, bu, insan için karakteristiktir. Sanat yapıtları karşısındaki yaşantılarımız bunu kanıtlar… O halde taklit içtepisi, insanlarda doğuştan var olduğuna ve aynı şeyi harmoni ile ritm’in-çünkü şiirdeki ölçünün, ritmin bir türü olduğu açıktıruyandırdığı duygular için de doğru olduğuna göre, oldum olası bunlar için yetili olan ve bu yetiyi yavaş yavaş geliştiren insanlar, ilkin uzun uzun düşünmeden yapılan(doğuştan) denemelerden hareket ederek şiir sanatını oluşturmuşlardır. Şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olarak iki yön alır; zira, ağır başlı ve soylu, karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin, iyi ve soylu eylemlerini taklit ederler; hafif meşrep karakterli ozanlar ise, bayağı yaratılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler. Birinciler bunu ilkin hymnos’lar ve övgü şiirleriyle yaptıkları halde, ikinciler, alaylı şiirler yazmakla yapmışlardır. Homeros öncesi zamanlarına ait böyle alaylı şiirler yazmış hiçbir ozan adı söyleyemeyiz; bununla birlikte, o dönemlerde de böyle birçok ozanın yaşamış olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak, Homeros’dan beri bu çeşit yapıtları gösterebiliriz, misal olarak Homeros’un “margites”i ve buna benzer şeyleri. Bu şiir türünde sonraları ona uygun bir mısra ölçüsü de oluşur: Jambik ölçü. Bu ölçünün bugün bile yaşayan adı, onun kökünün iambizon sözcüğü olduğunu söyler; bu da karşılıklı alay etmek anlamına gelir. Buna göre, eski ozanların bir kısmı jambik, bir kısmı ise epik ozanlardı.12 Farklı bir lügate daha göz atalım: Şiir, (Arb.edeb.) seslerin, ritimlerin, uyumların kaynaşmasıyla, mecazlardan yararlanarak, az bir sözcük dizisiyle coşkuları, 12 Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, 7. bask., İstanbul, Remzi Kitabevi, 1998, s.11,16-18 7 duyguları, izlenimleri en etkili bir yolda anlatan söz yada yazı (eşan.nazım, manzume).13 I.II.I. Şiirin Usulünde Telkin Vardır Şiiri tanımlamaya çalışanlardan biri de ülkemizde ilk poetika yazarı kabul edilen Necip Fazıl KISAKÜREK’tir. Bu konuda şunları söylemektedir: İlk poetika fikircisi(Aristo) ya göre şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise (Valeri vesaire) Kaba bir his aleti olmak yerine girift bir idrak cihazı… Baştakilere göre şiir, en basit ve umumi temayül içinde zapt edilmek istenirken sonunculara göre, hususi kalıplar içinde fikrin tahassüs edasına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini kuran ulvi merkezden bir eser yoktur. Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikatı arama işi…14 İlmin usulünde tebliğ, şiirin usulünde de telkin vardır.15 Şiir bir dildir, dilin özü… Fikrin his süzgecinden süzülmesi, hissin fikrin ışığında estetik hüviyet kazanması. Şiir mutlaka konuşmaktan sonra başlar. Bir duyguyu nesirle, her ne kadar güzel ve arı bir şekilde ifade edebilsek de nesir, hâla şiir düzeyine gelememiştir. İfade, duyguyu açıklamakta zayıf kaldığı vakit şiir ortaya çıkar. Herkes şiir ve müziğin farklılığından söz eder. Ben hayret ediyorum, neden şiiri anlamıyorlar. Müzik, şiir, dans, resim, heykeltraşlık, vs. hepsi şiirdir. Bazen kelimelerle şiir söyleriz, bazen seslerle, bazen renklerle, bazen hareketlerle… Müzik, resim, dans ve heykeltraşlık vs. şiirin karşısında nasıl bir yerde durur? “Şiirin sona erdiği yerde müzik başlar” sözü, boş bir sözdür! (Tabii şiirden kastım manzum söz olduğu zaman doğrudur.) Bunlar da şiirdir. Şiirin diğer türleri. Kelimelerin şiiri, seslerin şiiri, renklerin şiiri, şekillerin şiiri, hareketlerin şiiri… Kemal Demiray, Temel Türkçe Sözlük, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1990, s.770 Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 37. bask., İstanbul, B.D. Yayınları, 1998, s.473 15 Kısakürek, a.g.e., s.475 13 14 8 Aynı şekilde, bir eylem de şiir olabilir: Eylemsel epik (hamasi) şiir, bu birkaç Japon hava subayının güneşe doğru uçuşu; eylemsel gazel şiiri, ırmak suyundaki lekenin ayın üzerine uçması gibi… Bazen bir hareket, şiir olur. Nitekim Sartre der ki, bütün eylem ve hareketlerimiz, hedef ve amaç vesilesiyle alinedir; fakat asıl hareket şiirdir. Cilveli bir kız su bardağını almak için elini güzel bir işveyle hareket ettirir, bardağa götürür: bu hareket değildir, bir iş de değildir, bir şiirdir.16 Şiir, ne bir eğlence ne de bilimsel bir derstir. Bilakis o, toplumun gelecek kuşaklara bırakacağı nefesi, yani varlığını sürdürmesinin tek gerçek şansıdır.17 Söylediklerimizi farklı kaynaklardan da delillendirebiliriz. Meydan Larousse’nin şiir maddesine göz atalım. Şiir: (Ed.) Düzyazıya karşıt olarak mısralar sanatı; seslerin, ritimlerin, uyumların kaynaşmasıyla en güçlü duyguları, izlenimleri, heyecanları canlandırma ve telkin etme sanatı. (Mec.) Hayale, kalbe seslenen hatıra, duygu, heyecan uyandıran, dokunaklı, büyüleyici yön. Şiiri açık seçik, sınırları belirli bir kavrama bağlamanın ne kadar zor olduğunu anlamak için yüzyıllar boyunca çeşitli yazarların bu konuda ileri sürdükleri görüşlere bir göz gezdirmek yeter. Bu görüşler karşılaştırılınca, şiir kavramının tek bir tanıma sığmadığı, çoğu birbiriyle çelişen yüzlerce tanım verilebileceği ortaya çıkar. I.II.II. Şiir ve Müzik Eski çağlarda şiir kavramı nazım sanatından, tecvitten prozodiden pek ayrılmazdı; bu da, şiirin müzikle aynı kaynaktan geldiğini gösteren kanıtlardan biridir. Meseleyi yalnız biçim açısından incelersek, şiirin, nesre karşıt olarak seslerin uyuşmasına ve kulağa hoş gelecek biçimde akışmasına dayandığını, şarkıya benzediğini ve hayallerle örüldüğünü söyleyebiliriz; bu bakımdan şiir, gerçek nesneleri adlarıyla belirten aralarındaki görünür bağıntıları belirten, eylemin amaç ve araçlarını gösteren mantık ve kullanım dilinden ayrılır. Dolayısıyla her şiirin ne kadar türküleşirse Ali Şeriati, Sanat, çev. Ejder Okumuş, Şamil Öcal, Said Okumuş, İstanbul, Şura Yayınları, 1997, s.267268 17 Adonis, Arap Poetikası, çev. Emrullah İşler, İstanbul, Y.K.Y., 2004, s.9 16 9 türküleşsin, dil olarak, yani anlaşma aracı olarak nesre doğru bir kayması, kendisi de şiir gibi ritim ve benzetmelere başvurabilen nesrin de her zaman, şiir düzeyine yükselmesi imkanı vardır…. I.II.III. Şiir ve Lirizm Meseleyi tekrar biçim açısından ele alırsak, şiiri kolaylıkla birtakım türlere ayırabiliriz: Konusunu tarih ve efsanelerden alan epik şiir veya destan; bir anlatıyı perdeler halinde sahnede canlandıran dramatik şiir; bir öğretiyi açıklayan öğretici şiir; duyguları dolaysız olarak yansıtan lirik şiir. Ne var ki ilk üç şiir biçiminin katıksız olmadıkları ve sonuncusuna göre nesre daha kolaylıkla yönelebilecekleri ortadadır. Bir hikayeyi anlatmak, bir olayı sahneye aktarmak, bir öğretiyi açıklamak şairden çok nesirciye uygun düşen bir mantığı ve nesnelliği gerektirir. İster epik, ister dramatik, ister öğretici olsun, şiirin düzyazıdan kurtulması sembollere ve müziğe yatkın anlatım yollarına başvurması ve duyguların yoğunluğuyla yani lirizm ile gerçekleşebilir. Bu bakımdan Leopardi’nin de belirttiği gibi şiirin özü olarak lirizmi gösterebiliriz. Vergilius’un Aeneas’ı, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Sophokles’in Antigone’si, Lucretius’un De Natura Rerum’u veya pope’un felsefi manzumeleri, anlatının, eylemin türküye dönüştüğü, bir ahenge vardığı oranda şiir kapsamına girer. Demek ki, ne kadar dönüp dolaşsak gene aynı soru burada da karşımıza çıkıyor: Şiir türküsü, şiir ahengi veya uyumu diye karşılamaya çalıştığımız gerçek nedir? Buna kısaca şu karşılığı verebiliriz: Nesir alanına giren tasvir veya akıl yürütmeye değil de, destanları saz eşliğinde okuyan eski halk şairlerinin müziğine dönük bir söz uyumu, telkin edici ve örneksemeli bir anlatım yolu. Rimbaud şairi “tasvirci ve öğretici yetilerin yokluğu” diye tanımlarken, temel bir noktaya dokunuyor, ama yine de biçim çerçevesinde kalıyordu: şair için önemli olan, şiirin doğmasına elverişli bir duruma, başka bir deyimle “şiir havası”na girmektir. Bu “şiir havası” Eflatun’a göre bir “coşkunluk” ilahi bir vecd’dir: “Şair kanatlı ve kutsal bir yaratıktır, ilham gelmeden, kendinden geçmeden ve aklının sesini kısmadan yaratamaz.” Şiir bir kehanet gibidir. Dinlerin çoğunda şair, bir peygamber olarak görünür, bir yüce varlığın sözcülüğünü eder. Hint filozoflarına göre, en yüce biçimiyle şiir, ermişlerin iç alemidir: Şair, tanrıça Sarasvati’nin inayetiyle 10 kelam-ı anlayabilen kişidir. Mevlana ile Yunus Emre de şiirlerini, Allah’tan aldıkları ilhamla söylediklerine inanıyorlardı. Bu görüş, yüzyıllar boyunca, şiir alemiyle tasavvuf alemini, şiir ile dini yaklaştırmaya yönelen bütün öğretilerin ve eserlerin noktasıdır: şairin coşkunluğunu “bize içimizde Tanrı’nın varlığını duyuran dini duygu” ya benzeten Mme de Stael, “gerçek şair bir din adamıdır” diyen Novalis, şiiri duanın bir biçimi sayan Shelley, şairin tabiat üstü kuvvetlerden ilham aldığını söyleyen Ahmet Haşim, dolaylı da olsa, hep bu görüşü sürdüren düşünürlerdir. Aristoteles ise, şiiri öyle pek yüce bir iş olarak görmez. Konusu ve türü ne olursa olsun şiir taklit sanatlarının bir dalıdır.18 Şair ise, akla yakınlık sınırları içinde gerçeği taklit ederek olabilecek şeylerden söz eder; tarihe uygunluk, gerçeğe bağlı kalmak gibi basit kaygılardan sıyrılmış, daha felsefi ve daha genel bir gerçeğin ardına düşmüştür. Bu bakımdan mesela masal, tarihin manidar bir taklididir; her şiir de hayallerinin kaynağını tabiatta bulur, tabiatı akla yakın hayallerle yorumlamaya yönelir. I.II.IV. Şiir ve Mantık Genel olarak, işin ayrıntılarına girmezsek denilebilir ki Aristoteles’in öğretisi, şiirin güzelliğini doğrunun, gerçeğin bir süsü ve genellenmesi diye tanımlamakla bütün klasik sanatların estetiğini etkilemiştir: klasik estetik, seçkin ve ortalama bir tabiatın, aşırılığı hesaba katmadığını belirtmek için “tabii” diye nitelediği duyguların anlatımını şiirin alanı olarak ele alır. Nitekim Horatius şiir ile resim arasında yakınlık kurar ve sanat perilerinin ülkesine aklının tutsağı olan insanoğlunun varamayacağını söyleyen Demokritos ile alay eder. Horatius’un yolundan şaşmayan Boileau da “Her şeyden önce aklı sevin!” diyerek şiire akıl yoluyla varılabileceğini, mantığın dışında şiir olamayacağını savunur. Buna karşılık, ilhamını tanrılardan alan, kutsal meşe yapraklarının titreşiminden, kahin ocaklarının dumanından ahkam çıkartan Eflatun’un şairi, düzenli ve akla yakın güzelliklere inat kahredici tutkularla, ölçüsüz ve vahşi tabiat görüntüleriyle beslenen romantizme dönüktür. Ne var ki, açıklık ve kesinlik bakımından edebiyat öğrencilerinin de, öğretmenlerinin de işine gelen bu ayırım, gerçeğe pek uygun düşüyor sayılamaz. Hemen hemen bütün klasik yazarlar ilhamın, ilhamlanmanın 18 Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Sabah, 1992, c.18, s.525 11 önemini ve gerekliliğini, akıl zoruyla kıstırılamayacak bir şeyin, bir “bilmem ne”nin şiirde bulunduğunu, şiiri şiir yapanın bu olduğunu teslim etmişler, romantikler de, insan yüreğinin en kuytu köşelerini kurcalar, karanlıkların esrarında dolaşırken, tasvirci, renkli, dışa dönük ve resme yakın bir şiire de büsbütün sırt çevirmemiş, çoğu zaman fırtınalı doruklardan kaçmış, hepimizin bölüşebileceği duyguları, içini döken bir insanın saflığıyla anlatmışlardır. Klasik şiir ile romantik şiir arasındaki ayrılığı bir söyleyiş veya konu farkında değil, yaratıcının şiir karşısındaki tutumunda aramak daha doğru olur; klasik şair, şiir dilini apayrı bir dil diye ele alır, şiire metot ve çaba ile, ilhamı güderek, belirli bir yöne sürerek varılacağına ve şiirin, bu metotla yazılacak manzumeden doğacağına inanır; buna karşılık romantikler ve onların bu noktadaki görüşlerini benimseyen bazı sembolistler ile gerçek üstücüler şiiri duygunun ve bilinçaltının bir verisi sayar ve şiirin oluşmasında şaire pasif kalmaktan başka bir iş düşmeyeceğini bir yaratıcı olarak görürler. İkinciler, yani romantikler ise Keats’ın şu sözlerini benimsemişlerdir: “Şiir bir ağacın yapraklanması gibi kendiliğinden gelmiyorsa, hiç gelmesin daha iyidir.”19 Şiir hakkında yapılan tanımların sonu gelmiyor. Valery, şiirle düzyazı arasındaki farklılığı, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzetir. Yürüme eyleminde insanın ayakları ve gövdesi, kendi dışındaki bir amaca hizmet eder; bir yerden bir başka yere gitmenin aracı durumundadır. Oysa dansta yapılan hareketlerin kendi dışında bir amacı yoktur. Amacı kendisidir. Düzyazıda da dil bir mesajı iletmenin aracıdır; mesaj verildikten sonra sözcüklerin önemi kalmaz. Oysa şiirde dikkat, sözcüklerin işaret ettiği mesaj üzerinde değil, sözcüklerin kendisi üzerinde yoğunlaşır. Şiirde mesaj dilin kendisinden ayrılmaz. Valery’nin izinden giderek, düzyazı dilinin “saydam geçirgen,” şiir dilinin ise “mat, ışık geçirmez” olduğunu, yani kendi dışını gösterme amacı taşımadığını belirtir. Bir başka deyişle, şiirde “neyin” söylendiğinden çok “nasıl” söylendiği önemlidir. Ne var ki, bu düşünceler şiirle manzume arasındaki farkı yeterince aydınlatmaz... 19 Meydan Larousse, a.g.e., c.18, s.525-526 12 ABD’li şair Robert Frost, şiiri her türlü düzyazı anlatıdan ayırmak için şöyle bir formül öne sürmüştür: Bir şiiri bir dilden bir başka dile çevirmeyi deneyin; çevrilemeyen, çevrilemeden kalan şey neyse, o şiirdir.20 Son olarak verdiğimiz şiir tanımları batı menşeli. Cemil Meriç, batı aklı hiçbir zaman şiiri fethedememiştir diyor. Meriç’in bu görüşüne katılmakla birlikte, bu tanımların çoğunu, şiir hakkında böyle söyleyenler de var diyerek aktarmış oluyoruz. Şair olmamasına rağmen, şiir sahasında kendisine söz hakkı düştüğüne inandığımız bir büyük düşünürümüze sözü veriyoruz: Aruz bilginleri şiiri, vezinli ve kafiyeli bir söz, diye tarif ederler. Bu ise bizim burada incelemekte olduğumuz şiirin haddi tarif ve tasviri de değildir. Aruz bilginleri şiiri ancak irap ve beyan kaideleri, vezin kalıpları bakımıngdan incelerler. Biz şiiri şöyle tarif ediyoruz: “Şiir istiare ve belli vasıfları temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı anlatan ve kendine mahsus arap üslûbu üzere terkip edilen, belagatli sözdür.” Üstadımız bu kapsamlı tanımı da açıklama gereği duyar: “Tarifimizdeki belagatli söz bir cins olup, her belagatli sözü içine alır. İstiare ve ayrı vasıflar temeline dayanır kaydı, bu kayıt ve bu vasıflar bulunmayan sözleri şiir çerçevesi dışında bırakmak içindir. Vezinleri ve kafiyeleri bakımından birbirine eşit olan parçalarla birbirinden ayrılmış kaydı ile bütün bilginler nazarında şiir sayılamayan nesirler çıkartılmıştır. Maksadı anlatmak bakımından her parça müstakildir, kaydı ile şiirin gerçeği anlatılmıştır. Çünkü nazım ancak beyitlerinde bu vasıflar bulunduğu takdirde şiir sayılır. Tarifte kendine mahsus olan üslûplarına uygun olmayan nazımların şiirden sayılmayacağı bildirilmektedir. Çünkü şiirin nazımlarda bulunmayan kendisine has bir üslûbu olduğu gibi nesrin de şiirde bulunmayan kendisine mahsus üslûpları vardır.”21 Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi (Encyclopaedia Britannica Chicago), İstanbul, Hürriyet Ana Yayıncılık A.Ş., 1994, c.29, s.107 21 İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, M.E. Bas., 1988, c.3, s.235-236 20 13 II. ŞİİRİN TARİHİ SEYRİ Geçmişi çok eskilere uzanan, her ulusun kültürü içinde önemli bir yer tutan şiir, pek çok dilin eski dönemlerine, ilk yazılı ürünlerine kadar uzanmakta, dilden dile aktarılan örnekleriyle, destanlarla sözlü olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumlara ulus bilinci veren, onları belli amaçlara yöneltip yönlendiren, çeşitli kuşakları etkileyen şiirler vardır. İnsanoğlunun mutlu-mutsuz günlerinde sevgisini, duygulanışını dile getirmeyi istediği anlarda, beşik başında, savaşa giderken, ölenin arkasından söylediği, dinlediği, en azından, bestelenmiş biçimiyle duyduğu şiir, her insanın hayatında çok değişik oranlarda da olsa belli bir yer tutar. Ünlü İngiliz eleştirmen ve şairi T.S.Eliot’a göre şiir, en ulusal sanat dalıdır; çünkü bir ulusu başka uluslar gibi düşündürmek kolay olduğu halde, ona başka uluslar gibi hissetmeyi öğretmek mümkün değildir.22 II.I. Destan Devri Destanlar, milletlerin din, fazilet ve milli kahramanlık maceralarının manzum hikâyeleridir. Bu maceralar, milletlerin tarihten önceki devirlerinde veya tarihlerinin kuruluşu asırlarında başlar; bazen tarih boyunca devam eder… Bu destanlar; ilk bakışta, ilk insanların hayal alemini tanıtan masallar gibi görünür. Ancak, derin görenler, bu masalların yapılarında, milletleri, faziletleri, fikir ve sanatları meydana getiren büyük medeniyet mimarisinin temel taşlarını bulurlar; insanlık tarihinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğini bir masal atmosferi içinde öğrenirler. 22 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, İstanbul, 1993, s.99 14 Eski milletlerin destan devirlerinde mitos’larla destanlar yan yana, yahut ard arda doğar. Destanların teşekkülünde efsanelerin ve efsane devirlerinin büyük tesiri olur. Destanlar içinde zengin mitoloji unsurları bulunur. Destan kelimesinin aslı Farsça dâstan’dır. Türk söyleyişi bu kelimeyi destan sesiyle Türkçeleştirmiş ve çeşitli manalarda kullanmıştır.23 Destan, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten alan bir halk edebiyatı verimidir. Destanlar, halk şairleri, saz şairleri tarafından, sazlarla birlikte söylenir bir edebiyat verimidir ki, umumiyetle aydınlar tarafından yazılan tarihler yanında ve tarihi olaylar karşısında, halk kütlelerinin duygu ve düşüncelerini aksettirirler. Bir başka söyleyişle destanlar, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir.24 Bu ifadelerden, destanların, fikir ve sanat hayatına kaynaklık ettiğini anlayabiliyoruz. Destan şairleri, milletlerinin efsane çağlarında, destan devirlerinde, bu devirlerin zafer ve şeref sahifelerinde yaşayan şairlerdir: Kendileri, daha ileri, daha yeni çağlarda yaşadıkları halde, ruhları, geçmiş zamanda dolaşır; insanlığın destan devirlerini o günlerde yaşamış gibi duyar yahut hatırlarlar.25 II.II. Şifahi Edebiyat Geleneği Destan devri edebiyatında şiir sazla söylenir. Henüz yazı yokken, yüz yıllarca, sazla ve sözle söylenen bu şiir, Türk tarihinde bir şifahi edebiyat geleneği kurmuştur. Şifahi edebiyat geleneği o kadar köklüdür ki asırlarca taşlara kazılan yazılar; İslamiyet’ten sonra aydınların yazdığı, kütüphaneler dolusu yazmalar; şiir divanları; halk şiirinin geçirildiği cönk’ler; nihayet Türk topraklarında matbaanın gelişmesi, bilhassa halk arasında sazlarla terennüm edilen bu şifahi söyleyişi durduramamıştır. Bugün hâla halk içinde yazıya geçmeden önce, sazla söylenen şiir, bu kadar eski ve bu kadar köklü bir an’aneye bağlıdır. Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, M.E.Basımevi,1983, c.1, s.1 Banarlı, a.g.e., c.1, s.2 25 Banarlı,a.g.e., c.1, s.8 23 24 15 O kadar ki, millet mizacını öğrenmek isteyenler için, an’aneye bu ölçüde bağlılık dikkat etmeğe değer çizgilerdendir. II.III. Sazla Söylenen Şiir Bununla beraber, şiiri sazla söylemek bütün eski milletlerin tarihinde görülen hadisedir. Bunun sebebi, söze ses katmak, ilk devirlerin ses bakımından gelişmiş dilleriyle söylenemeyen duyurucu şiiri, sazlardan yükselen seslerle birleştirip söylemektir. Hemen bütün milletlerin ilk ve eski şairlerinin başvurdukları (hem şiir hem mûsıki ihtiyacını karşılayan) bu çare, her bakımdan dikkate değer bir sanat hadisesidir. Eski Yunanlılar şiiri Lyra yahut Lura adlı bir sazla söylüyorlardı. Sonradan, duyurucu şiire lirik şiir denilmesi; opera gibi mûsıkili tiyatro eserlerine lirik tiyatro denmesi hep bu başlangıçtan doğmuştur. Yunanlılar, şiirde mûsıkinin payını iyi kavramışlardı. Şiirde aruz veznine benzer, ses ölçülerine dayanan vezinler kullanmaları bundandı. Hatta bir Yunan efsanesi, şiirde ses unsurunu şu dikkate değer inanışla düşünüyordu: “Tanrılar henüz toprakta iken, güzel sanat ilaheleri Musa’lar,Yunan topraklarında koro halinde ilâhiler söylüyorlardı. Yerdeki vazifeleri bitip göğe çekildikleri zaman da şairler şiirlerini seslendirsinler diye şarkılarının sesini Yunanistan’ın akar sularıyla eser rüzgarlarına bıraktılar.” Eski İranlılar’ın şiirde barbat, rûd, çenk, rebâb ve mûsîkâr gibi sazlar kullandıkları söylenir. Bu sazların bir kısmı eski Yunan sazlarıyla benzerlik halindedir. İlk büyük İran şairi Rûdeki’nin, (bu şairin adı Rûdek nahiyesinde doğduğu için Rûdekî’dir. Buna rağmen adının rûd’la açıklanması aslından daha mühim bir noktayı belirtir.) şiiri, rûd adlı sazla söylediği; esasen doğuştan kör olan bu şairin gerek sazı gerek şiir tegannisiyle, dinleyenler arasında derin tesir bıraktığı rivayet edilir. Doğruluk 16 derecesi ne olursa olsun, bunlardan çıkan mana, şiirin mûsıkiyle veya mûsıki aletleriyle seslendirilmesidir. Esasen İslami İran şiirinde ve bu şiirden örnek alan klasik Türk şiirinde çenk gibi, rebâb, rûd, mûsıkar ve ney gibi sazların adı çok geçecek; şiirle bu sazlardan yükselen ses arasındaki yakınlığı belirten mısralar söylenecektir. Eski İbrani şairleri, şiir söylenirken mizmar adlı bir saz kullanırlardı. Kamıştan yapılan ve neye pek benzeyen bu saz, rivayete göre, Davut Peygamber’in “mezamir” adlı ilahilerini seslendirmiştir. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Şiirin sazla söylenişi tarihi daha birçok vaka ve hatırayla zengindir. Mesela Eflatun, ne musıkiden ayrı bir şiir, ne de sözden ayrı bir musıki düşünürdü. Bir şarkı üç unsurdan meydana gelir, derdi: Söz, makam ve rythme.26 Diğer taraftan yeni Avrupa dillerinin gelişmeye başladığı XI.- XIV. asırlarda, mesela Fransa’da destani şiirler söyleyen troubadour ünvanlı şairler de şiiri, yüzyıllarca sazlarla birlikte söylemişlerdi. Ancak bütün bunlardan maksat, şiirin başlangıçta sazla birlikte oluşunu ve bundaki ehemmiyeti belirtmektir. Çünkü Türk şairleri böyle bir şiir hayatına daha ilk anlarda başlamışlardır. Bu köklü bir başlangıç olmuş ve Türk edebiyatında sazla şiir söyleyiş, zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir gelenek mahiyeti almıştır. Bu gelenek Türk halkı arasında, halk kültürü dediğimiz, görgü, bilgi, tecrübe ve hafıza temellerine dayanan, yaygın kültürü hazırlamış; bu kültürle, İslamiyet’ten sonra Türkler arasında zengin bir halk edebiyatı meydana getirmiştir. Aynı kültür ve gelenek, halk içinde asırlarca canlı ve faydalı bir hayat ve sanat mektebi vazifesi görmüştür.27 II.IV. İlk Şiirin Kaynağı Türkler arasında şiirin ve diğer güzel sanatların kaynağı, bütün eski milletlerde görülen aynı din kaynağıdır. İnsanlık hayatının daha ilk çağlarında, gönülleri, duygusu 26 27 Eflatun, Devlet, III, ME.V. Yayını, İstanbul, 1944, s.31 Banarlı, a.g.e., c.1, s.40-41 17 ve korkusuyla dolduran Tanrı fikri; diğer din duygu ve düşünceleri; topluluk hayatının ilk adetlerini hatta kanunlarını doğurmuş; ilk ahlakı kurmuştu. Topluluk içinde iyi ile kötüyü ayırt etmeye başlayan insanlar belirmişti. Bunlar, daha ilk çağların, devirlerine göre üstün insanlarıydı. Bilinmez hangi kaynaktan fikir ve ilham alarak; bundan heyecan duyarak; çevrelerine iyilik ve kötülük kavramlarıyla bunlara sebep olan insan davranışlarını anlatmaya çalışıyorlardı. İyiliklere mükafat, kötülüklere ceza veren Allah’ı kendilerinden geçerek anlatıyor ve ilk insanların kainatı, onların anlattığı Allah’la doluyordu. Milletlerin hayal edişlerine ve yaşadıkları iklim özelliklerine göre, tanrıların sayısı azalıp artıyordu. Tek Allah fikri veya en az iyilik ve kötülük Tanrıları şeklinde, iki Tanrı inanışı yanında hemen hemen her kavramın, her hadisenin bir Tanrısı olduğuna inanışlarla, ilk insanların kainatı bin bir ilah düşüncelerine kadar uzanıyordu. Her ne olursa olsun tanrılara inanış tam ve mutlaktı. Bu yüzden insanların maddi hayatı ehemmiyetsiz, fakat manevi hayatı ve hayalleri alabildiğine engindi. Böyle bir hayatın müterennimi olan dindarlar, aynı zamanda ilk şairlerdi. Dindar şairler çevrelerine toplanan insanlara, duyup düşündüklerini anlatmak için, devirlerinin iptidai konuşma lisanını, dilleri döndüğü ölçüde bir heyecan ve telkin lisanı haline koymaya çalışıyorlardı. Veznin sesi bilinmeyen, kafiyenin lezzeti henüz duyulmamış bu çağlarda, iman şiiri söylemek kolay değildi. Dillerde kelimelerin bile tok, monoton, yontulmamış bir sesi vardı. Buna rağmen şairler söyledikleri sözlere mümkün olduğu kadar, kulakta aynı sesi bırakan harf ve heceleri tekrarlamakla başlıyor; bir nevi iptidai mısra diyebileceğimiz bu söz parçalarını baş taraflarında yine bir nevi iptidai kafiye diyebileceğimiz bir ses benzerliği bulundurmaya çalışıyorlardı. Söze aynı harflerle yani aynı seslerle başlamak şeklindeki bu ilk kafiyeler bile söyleyişe bir ahenk işlemiş olmalıydı ki, şiirde kafiye sanatı, nice asırlar içinde bu aliterasyon’ların gelişmesiyle doğdu. 18 Böylelikle ilk dini-edebi terennümler, nesirden çok nazma başlangıç olan, ahenkli bir lisanla söylendi. Fakat dini şiirin bu ilk devirlerinde lisan, hatta vezinli, kafiyeli olma istidadı gösterdiği daha ileri zamanlarında bile söylenmek istenen heyecanı terennüme elverişli değildi. Bu sebeple ilk şairler, tesadüf ve tecrübelerin de yardımıyla, şiir sanatına mûsıki sanatıyla birlikte başlamışlar; mısralarının duyurucu kudretini sağlamak veya artırmak için, sazla sözü bir araya getirmişlerdir.28 Hatta bir görüşe göre dini- bedii heyecanı dile getiren sanat, bu ikisi değildir. Heyecanların ilk ifadesi, ne sözle ne sazla olmuştur. Dini veya din dışı ilk insan heyecanları, insan vücudunun en tabii ifade vasıtasıyla yani raksla hareket sanatıyla söylenmiştir. Sevinen veya coşan insanın bu neşeyi dile getiren vücut oyunlarına kalkması bugün hâla görülür. İptidailiklerini muhafaza eden bazı kavimlerin, son çağlara kadar, bir ateş yığını veya bir tanrı heykeli çevresinde halkalanıp sıçrayarak sazlar çalıp oynayarak bir takım dini, şifahi şiirler söyleyerek tören yaptıkları malumdur. İşte dini heyecanın ilk törenlerinde bu üç sanat birbirini bütünledi. Dindar şairler, kendilerini çevreleyen coşkun ve hayran halk topluluğu ortasında şiiri, raks ve mûsıkiyle birlikte söylediler. Hem saz çalan hem raks eden hem de şiir söyleyen dindarlar, bu üç sanatla öyle coşarlardı ki, halk onların heybetli manzarasında bütün vicdan duygularının dile geldiğini duyarlardı.29 Bu başlayış derin bir temel oldu. Şiir, bu büyük sanatın bütün tekamül tarihinde mûsıkîden ayrılmadı. Ya Türk halk şiirinde olduğu gibi, hep sazlarla birlikte söylendi. Yahut aydınların dilinde, sazlardan çıkan sesi, mısraların mimarisine işleyerek şiiri mûsıkî halinde söylemenin sırlarını aradı. Dillerin ses bakımından çok ilerlediği çağlarda bu sırrı bulmaya muvaffak oldu. Bir başka ifadeyle, şiiri, bu sırlara erdiği zamanlarda söyledi. 29 Banarlı, a.g.e., c.1, s.41 28 19 İKİNCİ BÖLÜM I. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİR Cahiliye dönemi denilen İslam öncesinde, Arap toplumu için en etkili sanat şiirdi. Cahiliye şiiri toplumsal hayatın en asli görünümlerinden biriydi. Şairin eserinin kaynağı kendi duyguları ile çevresinin duygularının çakıştığı noktalardı. Şair ister bir kabile reisi, ister bir prens, isterse yoksul ve yağmacı bir haydut olsun, daima mensup olduğu toplumun üzerinde hassasiyetle durduğu kimi erdemleri temsil eder, dile getirirdi. Siyasi görüşmelere katılan heyetlerde mutlaka şairler de bulunur; kabile ya da kabileler birliğinin sözcüsü olarak kendisini yetiştiren toplumu temsil ederdi. Kabile, hayatının duygularının, geçmişteki övünç kaynağı olayların, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kinin, onları aşağılayan hicivlerin, çevresini 20 saran doğanın en güzel anlatımını şairin büyülü sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu nedenle de şairin şiirlerinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı. Bir reisin şair olması, kabilesi için büyük bir mutluluktu. Kabileler için başlıca gurur ve şeref kaynağı, büyük şairler yetiştirmiş olmaktı; buna karşılık şairden mahrum olmak yalnız mutsuzluk değil, aynı zamanda utanç ve ayıplanma nedeniydi. Kabilenin şaire olan ihtiyacı, düşman kabile şairinin açtığı yaranın ancak ona aynı tarzda karşılık vermekle kapanabileceğine olan inanış öylesine güçlüydü ki, bu yüzden ortaklaşa şiir yazmak zorunluluğunu duyan kabileler oluyordu. Şiir, Arap kabilelerinin şan ve şereflerini koruyan, mazide başardıkları büyük işleri unutulmaktan kurtaran, hatıralarını canlı tutan ve yayan tek bilgi kaynağıydı. Bu nedenle kimi bilginler şiiri, Arapların en büyük ilimleri olarak nitelemekten kendilerini alamamışlardı. Kimi eski yazarlar da, şiirin Arap toplumu içindeki yer ve önemine değinirken, onun arapların bütün bilgilerini içine alan, bunların korunmasını sağlayan, daima başvurdukları, yararlandıkları eserleri (divan ilminin ya da divan el-Arap) olduğunu söylemişlerdir. Şiirin Arap toplumu için yerine getirdiği tarihsel ve toplumsal işlev göz önüne alınınca bu değerlendirmelerin abartılı olmadığı görülür. Şairlerin gücü, yalnız söz sanatındaki ustalıklarından değil, aynı zamanda kahinlik niteliğini taşımalarından geliyordu. Arap toplumunda çok eskilerden beri şairlerin kendileriyle ilişki kurduğu, bilgi ve ilham aldığı bir cine sahip olduğuna inanılıyordu. Şairler de bu inancı canlı tutmaya özen gösteriyorlardı. Örneğin el-Hatay, cinlerden bir arkadaşı bulunduğunu; el Ferazdak, gerektiği zaman cini ile görüştüğünü, Kusayyir, şiire bir cinin yardımı ile başladığını söylüyordu. Bu inanç hem ilham kaynağını insan üstü sihirli bir aleme bağlayarak şairde doğa üstü güçler bulunduğu zannını güçlendiriyor, hem de bunun sonucu olarak şiirlerinin etki gücünü artırıyor, ona kahinlik niteliği kazandırıyordu. Şiirin ve şairlerin böylesine önem kazandığı Cahiliye toplumunda onun gelişmesini sağlayan, onu besleyen kimi etkenler, gelenekler oluşmuştu. Belli günlerde kurulan panayırlarda yapılan şiir yarışmaları, bu geleneklerin en önemlisiydi. Ukaz, Zu’l Mecaz, Mecannatu’s-Sarh, Duvmetu’l-Cendel, Hacar Suhar gibi panayırlarda 21 yapılan bu yarışmalarda zamanın en büyük şairi hakemlik eder, şairler en güzel elbiselerini giyerek donatılmış binek hayvanları üzerinde çevrelerini saran halka şiirlerini okurlar, yarışma sonunda birinci gelen şair ilan edilirdi. Kimi şairler de kabilelerinden ayrılarak kendilerine zengin birer korucu bulurlardı. Bu şairler nüfuz sahibi hamilerinin yanında kabilelerinin çıkarlarını korurlardı. Lahmi ve Gassani melikleri böyle birçok şaire koruyuculuk yaparlardı. Hira ve Lahmi sarayları da şiirin gelişmesinde çok etkili olmuşlardı.30 II. CAHİLİYE DEVRİ Arap edebiyatında İslam’dan önceki devre Cahiliye devri denmektedir. Cahiliye kelimesi lügatta; bilgi yokluğu, akıl, idrak eksikliği, düşüncesiz ve akılsız davranış gibi manalara gelir. Ancak bu kelime bir ıstılah olarak Arapların, İslam’dan önceki durumlarını belirtmek üzere kullanılır. Davranışlarda düşüncesizlik, putlara tapınma, zina, içki, kabileler arasındaki sürekli ihtilaflar bu devrin başlıca hususiyetleridir. O günün toplum hayatına bakıldığında Arapları hazari (yerleşik) ve bedevi (göçebe) olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür. Hayata hakim olan fakirlik birçok şairin şiirine konu olmuştu. Bu bir taraftan da toplumda yağmacılık ve talanın yerleşmesine zemin hazırlamıştı. Hatta bunu bir sanat haline getiren ve cimri zenginlerin mallarını yağmalamayı marifet sayan şairler bile yetişmiştir. Hediye almayı hor gören bu şairler, zekaları, süratli hareketleri ve arzu ettiklerini silah kuvvetiyle alışlarıyla iftihar ederler. Kabile, Cahiliye devri insanının bütün hayatı demekti.Öç almak Arap toplumunda geçerli bir davranıştı. Kabile, erkek çocuklarıyla övünür, onları cesur ve savaşçı yetiştirmeye çalışırdı. Ama aynı kabile, kız çocuklarını utanarak veya fakirlikten korkarak diri diri toprağa gömebiliyordu. Bu devirde şarabın pek yaygın olduğu da 30 Ahmet Özalp, “şiir-şair”, Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1994, c.6, s.45-46 22 unutulmamalıdır. Onu methetmek için şiirler yazan Araplar, buna düşkünlükleri ile de övünürlerdi. Ancak aralarında Safvan b. Umeyye gibi şarabı kendisine haram kılmış olanlar da vardı. Bu devir Araplarının, hanımlarından harplerde faydalandıkları da biliniyor. Hanımların savaşanlara su verdikleri, yaralarını sardıkları ve onları harbe teşvik ettikleri öğrendiğimiz bilgiler arasındadır. 150 yaşına kadar yaşadığı rivayet edilen muallaka sahibi meşhur Amr b. Kulsum bir şiirinde şöyle diyor: “Arkamızda beyaz hanımlarımız var. Onların(harpte) paylaşılmasından ve hakaret görmelerinden çekiniriz. Onlar, atlarımıza yem verirler ve “şayet bize yapılacak kötülüklere mani olmazsanız erkeklerimiz değilsiniz.” derler. Cahiliye devri arabının cömertlikle iftihar edişi de hatırlatılmalıdır. Bazı eserlerde bunun, Cahiliye devri arabının en bariz vasfı olduğu da iddia edilmiştir. Bu yönüyle tanınmış Hatim-et Tai (m.578): “Bana ‘Malını mülkünü bitirdin, iktisat yap!’diyorlar.(Gerçekten de) onların dediği olsaydı, seyyid olamazdım” diyor. Onlar bu cömertliklerini, misafirlerine her türlü ikramda bulunuşları ve onlara adeta köle oluşları ile de gösterirlerdi. Nitekim Kays b.Asım (20/640) bir şiirinde: Ben konakladığı sürece misafirin kölesiyim. Bende olan sadece bu köle tabiatıdır, der. Bu devrin dini hayatına bakıldığı zaman farklı gruplar görülür. Bunlar arasında İyad Kabilesi’nden Kuss b. Sa’ide, Abldulkays Kabilesi’nden Buhayra gibi tek bir yaratıcı Allah’a inanan, O’nun kendisine itaat edene sevap, karşı gelene ceza vereceğini söyleyenler vardı. Diğer yanda bir yaratıcıya, insanların ölümden sonra tekrar dirileceklerine inanan, fakat peygamberleri inkar ederek putlara tapanlar vardı. Bunlar putları ziyaret ederler ve onlar için hayvanlar keserlerdi. Yine bunlar arasında bir yaratıcıyı itiraf eden, ama peygamberleri, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenler de bulunuyordu. Lat, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardan birkaçıydı. Bunun için 23 Abdullat, Abduluzza ve Abdülmenat diye isimler korlardı. Lat için Taifte, Uzza için Nahle’de , Menat için Kudeyd’te birer tapınma yeri vardı. Bu grupların yanında yahudiliğe ve hristiyanlığa meyletmiş olanlar da vardı. Bütün bunların yanı sıra, yukarıda temas edildiği gibi putlara inanmayanlar da vardı. Şair Zeyd b. Amr b.Nufeyl (m.606) onların artık bir anlam ifade etmediklerini: “Hübel putunu ziyaret etmeyeceğim. O, bizim bir zamanlar, ben henüz buluğa varmamışken rabbimizdi” diyerek belirtiyordu. Nitekim Kinane kabilesinin Sa’d adlı bir putu Cidde sahilinde bulunuyordu. Kinaneli biri, develeri ile gelip, önünde dua etmek istemiş; derken üzerinde bir kan lekesi fark etmiş, yaklaşınca develeri ürkerek dağılmıştı. Buna öfkelenen adam bir taş alarak ona fırlattı ve: “Allah seni ilah olarak uğursuz kılsın! develerimi ürküttün”dedi. Arkasından da: “Sa’d’a, bizi bir araya getirsin diye geldik. Oysa Sa’d bizi ayırdı; biz artık onun grubundan değiliz. Sa’d umut beslenen kuvvetlere sahip olamayan bir taştır. Ne dalalet ne de hidayet için kendisine dua edilemez.” anlamındaki beyitleri söyledi.31 II.I. Cahiliye Şiirinde Eğlence Cahiliye şiirinin özellikle istişhad açısından büyük önemi bilinir. Bu bakımdan ilk dönemlerde mescitlerdeki ders halka veya meclislerinin konularından biri de Cahiliye şiiridir. Şifahi olarak gelip sonradan derlenen bu şiirler o dönem Arap kültürünün aynasıdırlar. Cahiliye çağının eğlenceleri konusunda da bu şiirlerde bir takım bilgiler bulmak mümkündür. İslamın hemen öncesinde yer alması bakımından Asr-ı Saadet’teki bir takım olayların yorumunda büyük bir öneme haizdir.32 31 32 Ahmet Subhi Furat, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ed.Fak.Bas.,1996, s.57-60 Nebi Bozkurt, Hadis’te Folklor Eğlence, 1. bask., İstanbul, M.Ü.İ.F.Yay., 1997, s.37 24 III. CAHİLİYE DEVRİ ŞİİRİ Şiir, Cahiliye devrinde en hakim edebi nevidir. Bu devir insanının bulunduğu ortam, şiirin her sahada yaşamasına ve sosyal hayata hakim olmasına zemin hazırlamıştır. Bu yüzden de erkek, kadın, genç, ihtiyar, efendi hatta köle şiir söylemiş, duygu ve düşüncelerini bu yolla nakletmiştir. Şiire karşı bu düşkünlüğün temelinde yaratılışın da büyük payı olmalıdır. Ama bunun yanı sıra hayatın geçirildiği ortamın tesiri de inkar edilemez. Masmavi gök kubbesi, altında gözü yoran çapta çöl, barındırdığı insana ilham kaynağı olmuştur. Diğer taraftan uçsuz bucaksız bu sahada hayatın sürdürülmesi için katlanılan meşakkatler de unutulmamalıdır. Bedevi Arap bir yerden diğerine göçerken devesine şiirle hız katmış, düşmanına karşı sağladığı üstünlüğünü, kahramanlığını şiirle perçinlemek istemiş, bütün bu teşebbüslerinde dilinin büyülü ahenginden ve kelime zenginliğinden rahatlıkla faydalanmıştır. Böylece gelişmesi için müsait bir ortam bulmuş olan şiir, kendisini besleyen, teşvik eden ve toplumun belli başlı müşterek sesi ve dili haline gelmesini sağlayan muhitler de buldu. Ukaz, Micennet eş- Şahr, Dümet el-cendel ve Suhar’da yılın belli zamanlarında panayırlarda düzenlenen müsabakalarda şairler, devirlerinin büyük şairleri önünde yarıştılar. Şiirin arz ettiği bu ehemmiyet, sahibine de büyük imtiyazlar sağlamıştı. Şair, kabilesinin üzerinde hassasiyet ve ihtimamla eğildiği hasletlerin mümessiliydi. Kabileler arasındaki ihtilafların halli için teşkil edilen heyette seyyid ve hatip gibi onun da müstesna bir yeri vardı. O bazen kabilenin mazideki kahramanlıklarını dile getiriyor, bazen de düşmanlarına karşı hıncını alıyordu. Böylece şair, kabilenin mazideki başarılarını unutulmaktan kurtararak güzel hatıralarını yaymakta, dolayısıyla şan ve şerefini korumaktaydı. Bu vesilelerle şiirde kabilenin nesebi, atasözleri, kaynakları, atları hatta bölgesinde esen rüzgarlarla bunların 25 getirdiği bulut ve yağmurlar hakkında rastlanan bilgiler onun tarih, coğrafya ve kültürünü temsil ediyordu. Edebiyat ve kültür tarihçilerinin “Şiir, Arapların divanıdır” derken kastettikleri buydu. Şairin kendisine refakat eden, şiirlerini ezberleyen ve gerektiğinde inşad eden bir ravisi, bazen de ravileri vardı. Şairin şiirlerini hafızalarında toplamış olan raviler, bunların başkaları tarafından ezberlenmesini de teşvik ederlerdi. Burada zamanla sadece bir şairin değil, bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini ezberleyen ravilerin yetiştiğini de hatırlatalım. Haklarında menkıbevi rivayetler bulunan Hammad er- Raviye (156/772), el- Mufazzal (168/785) Halef el-Ahmer (175/791) bunların belli başlılarıdır. Bunların gerçekleştirdikleri faaliyet, bazı kabilelere mensup şairlerin divanları ile şiir mecmualarının teşkiline de zemin hazırladı. El –Mu’allakat, el Mufazzaliyat, elEsma’iyat adlarıyla elimizde bulunan şiir mecmuaları, Arap şiirinin günümüze kadar gelişini de sağladı. Söz konusu bu divan ve mecmualarda yer alan şiirlerin, gerçekten Cahiliye devrine ait olup olmadıkları üzerinde de durulmuştur. Bunların dil ve lehçelerinin hususiyetlerini taşımadıkları, kabileler arasında ortaya çıkan siyasi ve dini sebeplerle asıl sahipleri dışında başkalarına isnat edildikleri, hatta uyduruldukları ileri sürülmüştür. Başkalarına isnat edilmelerine ve uydurulmalarına dair endişelerin, bütün şiirler için söz konusu olamayacağı ortadadır. Dil ve lehçelerine ait hususiyetler taşımadıkları iddiası da tamamıyla doğru değildir. Nitekim bazı şiirlerde, bilhassa kısa seslilerdeki farklarda lehçe hususiyetlerine rastlanmaktadır. Ancak şairlerin bu şiirleri, lehçeler üstü bir edebi dille söylemeleri, dil ve lehçe hususiyetlerini büyük ölçüde silmiştir. Eski Arap şiirinin en güzellerinden yedisini, bazen dokuzunu, bazen de onunu ihtiva eden el-Muallakat, söylediğimiz gibi esasında bir şiir mecmuasıdır. Buraya alınan şiirler fevkalade beğenilmiş olup, zayıf bir rivayete göre Kabe’ye asılmışlardı. Muallakat’ta şiirleri bulunan şairler, İmru’lkays, Zuheyr, Lebid, en-Nabiga ez- Zubyani, Amr b. Kulsum ve Antere idi. Sayıları on kabul edildiğinde bunlara el- Haris b. Hilliza, 26 el-A’şa ile Abid ekleniyordu. Bugün elimizde bir çok yazması bulunan ve bir çok defalar basılan Muallakat, h. III. (IX.) asırdan itibaren şerhedilmiştir.33 Cahiliye şiirinin yalnızca “ezgi” deposu değil, aynı zamanda “hakikat” ve bilgi deposu olduğu varsayılır. Bu cahiliye şairinin sadece şiir “okumakla” yetinmeyip, aynı zamanda “düşündüğü” anlamına gelir. Öte yandan Cahiliye kasidesi yalnızca bir coşku kaynağı değil, bilgi kaynağıydı da. Başka bir deyişle Cahiliye şiiri tek değil, çeşitliydi.34 Cahiliye şiiri şarkı olarak doğmuştur. Yani okunmamış, işitilmiş; yazılmamış, söylenmiştir. Bu şiirde ses, canlı bir esinti ve bedensel bir müzik konumundadır. Şiir, söz ve ondan da öte bir şeydi. O, sözü, ayrıca sözün, özellikle de yazının aktaramadığı şeyleri naklederdi. Bu durum ses ile konuşma, şair ile sesi arasındaki ilişkinin derinliği, zenginliği ve karmaşıklığının bir göstergesidir. Bu, şairin keşfedilmesi zor kişisel derinliği ile belirlenmesi imkansız olan sesin oluşumu arasında bir ilişkidir.35 Çöl arabı cesurdur. Bitmeyen savaşlar onu yaşamak için cesur ve atılgan olmaya zorlamıştır. Ezeli bir gezgin olan bedevi, bir yere göçerek sürülerine, biricik bineği olan devesine otlak bulmak için su kaynakları arayacaktır. Uzun süre deveden başka binek tanımadı. Ünlü Saba kralı Kahtan’ın sülalesi Kahtaniler ile İsmail’den inen Adnaniler arasındaki süreli savaşlar Arap şiirinde büyük önem kazanmışlardır. Bu bitmeyen savaşlarda insanlar, dağlar, kum çölleri arasında gidiş gelişlerde gündüz- bulabilmişlerse-vahalara sığınmalar, geceleri, serinde yol almalar, Arapların şiir kabiliyetleri üzerinde büyük etkiler yapmıştır. Bir biçimdeki çöllerin ortasında, uzun süren kervan yolculuğu alışkın olmayanları deniz tutmasına benzer bir şekilde, hiç durmadan sallamalarıyla başını döndüren deve yürüyüşü Arap’larda, pek erkenden, şiir söyleme yeteneğini kamçıladı. Yuları başına bırakılıvermiş devesinin üstünde türkü söyleyen Arap, türkünün ahenk ve ölçüsüne göre devenin adımlarında bir hızlanma, yada yavaşlama olduğunu hissetti. 33 Furat, a.g.e., s.64-65-66 Adonis, a.g.e., s.53 35 Adonis, a.g.e., s.13 34 27 Eğer ritimdeki ara kısa ise deve oldukça hızlı gidiyor, yok, aralar uzuyorsa deve ağır ağır yol alıyordu. Demek oluyordu ki bu hayvan bir dereceye kadar müzikten anlıyordu. Devenin ağır ağır attığı dört adımdan ölçüyü buldular. Konuşulan dildeki uzun “memdud” kısa “maksur” hecelerin ardıl olması ölçüyü meydana getirdi. Bu da kervanı yöneten devecinin türküsü hida oldu. Biteviye varlığını hayatın gereksinimleri içinde geçiren bedevinin doğal dehası böylece nazmı buldu. Daha sonra, nazariyeciler de bunun kurallarını ortaya koydular. Halil bin Ahmed çarşıda düzenli vuruşlarla demir döven demircilerin çekiç seslerini dinleyerek aruzu bulmadan önce bedevi doğuştan getirdiği duyularla, ölçülü şiirleri bulmuştu. İşte, böylece, Arap uzun yolculuklarda sevgilisinin hayali, uzaklaşılmış obadan kalma izler, savaş alanında çarpışmalar gibi sınırlı konuları türkü halinde söyleyerek yol alırdı. Gittikçe gelişen nazma kervanları yağma, bir pınarı ele geçirmek için yapılan, develeri ve sürüleri kaldırmak için girişilen vuruşmalar da girerek belirli konular işlendi. (Böylece cahiliye döneminin belli başlı çeşitleri şunlar oldu: hiciv, hamaset, fahr, medh, rica, nesib, zühd, hikem, itab, ve gazel.)36 Arap şiirinin, zaten çölde doğması gerekirdi, çünkü kentlerde ticaret işlerine o kadar dalınmıştı ki, bir edebiyatın gelişmesine imkan yoktu.37 Arap şiirinin en eski anıtları, bize kadar gelmiş olan, hica ile ilgili, satır türünde parçalardır. Bunlar da gereksiz inanışlara bağlı ve büyünün etkisi altındadır. Bilgin de olan şair bir kahin (olayları önceden haber veren) idi. Yergiler düzmesi için kendisine baş vurulur, yergileri aynı boydan olan kişiler arasında ağızdan ağza dolaşarak düşman boya kadar ulaşır, bu yergilere düşman boyun şairinin kafasından çıkma yergilerle hemen cevap verilirdi. Vaktiyle Bizans’ın valiliğini yapmış, sonra keşiş olmuş, Saint Nil, Sınai Araplarının bir yolculuktan sonra bir pınara rastladıkları zaman o pınara şiir söylediklerini ve bu şiirlerini seslendirdiklerini anlatmaktadır. Beşinci yüzyılda, 372 yılına kadar gelen bir kilise tarihi yazmış olan Grek yazarı Sozomene, Mania, ya da Mavia adındaki Arap kraliçesinin Filistin ve Fenike’deki Romen ordularıyla 36 37 Clement Huart, Arab ve İslam Edebiyatı Tarihi, Çev.Cemal Sezgin, Ankara, ts., s.8-12 Huart, a.g.e., s.13 28 vuruştuğunu, bu zaferlerle ilgili halk türkülerinin uzun zaman halkın ağzında dolaştığını yazar. İnsan hafızası taş, tuğla, ve kağıt kadar zamana direnemediğinden, ne yazık ki, bugün o şiirler elimizde bulunmamaktadır. Araplar, erkenden yazıyı bulmuş, ya da, bulanlardan almış, bir yazıya sahip olmuş bir ulus değildir. İlk Arap şiirleri, ancak altıncı yüzyıldan sonra varlığını duyurmaya başlamıştır. Bu sıralarda Suriye’den gelen Nabatlı tüccarlar estranghelo alfabesini Arap’lara öğretmişler ve bu alfabeyi Arap diline uygulamışlardır. Bu biçimde, iki dil ile yazılmış yazıtlar, Şam’ın güneyindeki Harran’da bulunmuştur. Issız yerlerin halkı olan, perilerden çok kötü ruhları belirten cinler, eski şairlere ilham verirlerdi. Cin, şaire, düşman kabileyi alaya almak için yardım eder, yergi (hiciv) unsuru pek kuvvetli olan bu şiirlerle öteki obalara kötülükler yapılabilirdi. İhtiyar şair Zuheyr bir Canab’ın buyurmasıyla oba değiştirilir, ya da kalınırdı. Savaş onun düşüncelerine göre yönetilir, düşmandan alınan şeylerin bölüşülmesinde, en yiğitçe savaşanların payı kadar pay alırdı. Silahlı olan yergisi, çelik silahlardan daha çok yaralar açar, kızdırır, boyları birbiri üstüne saldırtır; büyü ile çölün kötülük tanrılarını düşmanların üstüne saldırtarak onlara fenalıklar yaptırır, gaipten haber verir, fetiş kelimeleri söyleyerek zararlarını artırır; zaten bu türlü sözleri de yalnızca bilgin ve şair bilebilirdi. Ne yazık ki bu yergilerden geriye pek bir şey kalmamıştır. Yalnız Balâam’ın ünlü lanetlemesini göz önünde bulunduracak olursak, nasıl şeyler olduğunu düşünebiliriz. Önce, kafiyeli nesir dediğimiz seci doğdu; bundan da iki uzun bir kısa ve bir uzun hecelerden meydana gelen recez ölçüsü gelişti. Recez, Arap nazmının ilk ölçüsü ve Arap’ların kendi ölçüleri olmakla beraber, gerçek bir ölçü olarak devam etmedi; bu ilkel ölçüden çıkan öteki ölçülerde, az da olsa, etkisinin olduğunu çölde dinlediğim şairlerin şiirlerinden anlaşılıyordu. Daha sonra şehir hayatı, dans ve müziğin etkisi yeni kalıpların oluşmasına sebep oldu.38 38 Huart, a.g.e., s.14-16 29 IV. CAHİLİYE DEVRİ ŞAİRLERİ Cahiliye devri şairlerinin belli başlılarını gruplar içinde ele alalım. IV.I . Çöl Şairleri IV.I.I. Şenfera Asıl adının sabit b. Evs olduğu rivayet edilir. Bugün Şenfera’nın bazı şiirleri edebiyata dair eserlerde günümüze kadar gelmiştir. Daha II. ve III. asırlarda ilgi ile okunmuştur. Nitekim el-Esmai bunları İmam Şafi’den (204/820) Mekke’de okumuştu. Şiirleri arasında en meşhuru tavil bahrinde 68 beyitlik Lamiyet el-Arab adıyla tanınan kasidesidir. Bu şiirinde ihanete uğradığını ileri süren şair, ailesini terk etmek zorunda kalır ve çölün vahşi hayvanlarıyla yaşamaya başlar. Çöllerdeki münferit hayatı ve hayvanlarla dostluğu ile övünür. Bunda arkadaşları olan korkusuz yüreği, keskin kılıcı ve büyük geniş yayı ile mücadele azmi ve düşmanlarına karşı kahramanca tavrının payı büyüktür. Nitekim aynı şiirinde: - “Cömert ve asil kişi için, yeryüzünde eziyet ve cefadan uzak kalınacak; buğz ve kinden korkan için de ayrı durulacak yer vardır. - Size karşı benim kuvvetli arslan, parlak tüylü panter, yeleli at ve sırtlan gibi dostlarım var. - Ayrıca üç arkadaşa sahibim: Cesur bir kalp, keskin bir kılıç ve büyük bir yay” demektedir.” 30 IV.I.II. Teabbata Şerren Asıl adı sabit b. Cabir sufyan olan şair Doğu Arabistan’da yaşayan Kays Aylan Kabilesine bağlı Fehm oymağındandı. Şair hayatını fakir ve yağmacılar anlamında Sa’alik grubuna mensup arkadaşlarıyla Becile ve Huzeyl kabilelerine yaptığı baskın ve yağmalarla geçiriyordu. Arkadaşı Şenfera ile birlikte Becile kabilesine düzenledikleri bir baskında, onun ölümü üzerine: - “ Şenfera’nın mezarını, gece gelen, altı dolu olan ve akşam giden su bulutu sulasın!” - “Sana (buluttan), Ceba gününde keskin kılıçların akıttığı kan kadar mükafat var” diyor ve kişinin ölecekse- ki bu muhakkak gerçekleşecektir- en güzel ölümünün göğüs gererek, mücadele eder haldeki ölümü olduğunu hatırlatıyordu. IV.I.III. Mühelhil Adî b. Rebi’a b. el-Haris, Muhelhil lakabıyla anılır. Kaside türünü, şekil bakımından geliştiren şair olduğu söylenir. Miladi 525 yıllarında öldüğü sanılan şairin , şiirlerinde tabii ve samimi bir üslup görülür: “Ey Kuleyb sen dünyayı üzerindekilerle birlikte terk edersen bu dünyada ve üzerindekilerde bir hayır kalmaz. -Ey Kuleyb sana seslendim, fakat cevap vermedin. Zaten senin içinde bulunmadığın çöl belde nasıl cevap verebilir?”39 39 Furat, a.g.e.,s.66-70 31 IV.II. Şehirde Yetişen Şairler IV.II.I Âdi b. Zeyd Cahiliye devrinin en meşhur şairlerinden biri de Adi b.Zeyd b. Hammad’tır. Hire’de yerleşmiş hristiyan Temim Kabilesinin İbad kolundan soylu bir aileye mensup olan şair “Hire’nin şairi” diye tanınmıştır. Güzel yüzlü olduğu da rivayet edilen Adi’nin şiirleri, şaraba dair şiirler, hayat ve ölüm karşısındaki duygu ve düşüncelerini gösteren şiirler olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu şiirlerden birkaç mısra: “Dehrin hadiseleri ile bunun getirdikleri, hatta kayalı dağlar bile baki değil. -Dehr, hayatı an an yaşayan gence de aynı şekilde davranır. -Ey dehri ayıplayan ve onda kusur bulan! Sen mi mükemmel ve günahsızsın? -Yoksa günlerle senin sağlam bir akdin mi var? Hayır tam aksine, sen sadece gururlu bir cahilsin. -Sen ölümün baki kıldığı bir kimseyi gördün mü? Kimin etrafında haksızlık yapılmasın diye bir koruyucu var? - Başarı, hükümdarlık ve hakimiyetten sonra onları orada kabirler örttü. -Sonra giden ve gelen rüzgarın helak ettiği bir yaprak oldular.”40 IV.III. Muallaka Şairleri İslamdan önceki en eski şiirler Yedi Muallakka’yı meydana getirirler ki tam Türkçesi yedi askı’dır. Bu şiirlere bu ad, Hammed er- Raviye tarafından çok sonra verilmiştir. Bu yüzden de bir çok temelsiz hikayeler ortalığa yayılmıştır. Bu şiirler, altın mürekkeple yazılmış ve Mekke’nin ünlü tapınağı Kabe’nin duvarlarına asılmıştır. Onlara, bir de, yalnızca İnci Gerdanlığı (es-Samut) adı da verilir ki, bu adla, Arap 40 Furat, a.g.e., s.71-73 32 parnası’nın üzerine, sanki boyna takılmış bir gerdanlık gibi, bir salonun ortasına asılmış yaldızlı bir şeref levhasını andırmalarındandır. Yedi Askı’da şiirleri bulunan şairler, eserlerinin eriştiği üne göre şöyle sıralanmışlardır: İMRU’LKAYS, TARAFE, ZUHEYR, LEBİD, AMR BİR KULSUM, ANTERE, EL-HARİS BİN HİLLİZA (kimilerine göre son ikisi NABİGA ile A’ŞA).41 Müslümanlıktan önceki Arap şiirleri kır çiçekleri gibi sade ve güzeldirler. Bunlar, renklere boğulmuş ve katmer katmer olmuş eserler gibi fikri oyalayıcı ve avutucu olmayıp açıklıklarıyla ilk okunuşlarında insanı mana ile karşılaştıran ve ne demek istediğini hemen göz önüne getiren ve tabiliğe hiçbir şey eklemeyen sade tablolardır. Çevresinde olan bitenleri iyi gören çöl Arapları, bunları iyi göstermeyi de bilir ve iki nesneyi birbirine benzetirken de bunların mübalağa edilmeksizin bir sayılacak kadar benzeyenlerini bulurlar: Bir yırtıcı kuşun yuvası yanında kalan; paraladığı kuşların taze ve pörsümüş yüreklerini İmriülkays’ın hünnap veya kurumuş hurmaya benzetmesi ve Lebid’in kızıl devesinin koşmasını kırmızı bir bulutun kolaylıkla kaymasına benzer göstermesi bu kabil açık benzetilişlerdendir. Eskiden Yunanlılarda ruhi bir ihtiyaçtan dolayı heykeltraşlık ilerlemiş olduğu gibi Araplarda da yine ruhi ve içtimai sebepler saikasıyla şiir ileri götürülmüştü. O kadar ki eski Arap şairlerinden yedi kimsenin yedi kasidesi müzelerde temaşa edilen eski sanat abideleri gibi bugün bile sevile sevile okunabilirler. Bu kasidelerde kelimeler ağırdır, fakat bu ağırlık altın ağırlığı gibi hoşa giden bir ağırlıktır. Bunların bütün güzellikleri her yüzden saflık ve tabiiliklerindendir. Bu kasidelerden başka mersiyeler ve vecize olmaya değer sözler ve saire de Arapların oldukça yükselmiş bulunduklarını göstermektedir. Bunların yanında pek çirkin hicviyeler gibi eski Arap hayatının gölge ve leke tarafları da vardı. İslam’dan önceki, cahiliyet denilen devre ait olan bu yedi kasidenin şöyle bir menkıbesi vardır: 41 Huart, a.g.e., s.17 33 Araplar; Eşhürü hurüm diye anılan dört ayda – Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep, çarpışmalara son verdikleri için bundan istifade ederek muhtelif yerlerde panayırlar kurarlardı ki bunların en meşhuru Taif civarındaki Suku Ukaz denilen panayırdı. Burada alışveriş yapılır ve şiirler okunurdu. Takdire mazhar olan şiirler Mısır ketenlerine yazılarak Kabe’ye asılırdı ki bu yedi kaside de böyle beğenilmiş ve Kabe’ye asılmış olduğundan el-Muallakatü’s-Seb’a: Yedi Askı adını almıştır. Bu menkıbenin aslı olmadığını İbn el-Enbari (Ölümü 577=1181) Tabakatü’l Üdeba’sında (s.43) belirtmektedir. Bu yedi muallakayı ilk toplayan kimse, gene bu kitapta görüldüğü üzere Hammad er-Raviye’dir. Bağdatlı Abdülkadir’in Hizanetü’l Edeb’inde (c.1, s.61,) bunları Emeviler’den bir Emir’in toplamış olduğu hakkında bir rivayet daha görülür.42. Bu dönem şiirlerinde, sonradan ortaya çıkan tevriye, istihdam gibi zarafet satmalar yoktur. Bu şiirleri söyleyenler de medeni ve suni güzellikleri değil, doğruluk, onur gözetmek, sözünü yerine getirmek, hiçbir şeyden yılmamak, misafir ağırlamak gibi bedeviliğin tabii yükseklik vasıflarını taşırlardı. Bunların hayatları kadın sevmek, şarap içmek, kumar oynamak, onur gözetmek, her şeyde üstün çıkmaya çalışmak ,ata ve deveye binip çölde dolaşmakla geçerdi. Bedevilik; ot, su gibi mübrem ihtiyaçlar yüzünden şurada burada dolaşmak, şuraya buraya konup göçmek demek olduğundan haftalardan beri oturulmakta olan bir yer birden bire bırakılır, otlak ve sulu bir yere gidilirdi; arkada sadece ocak yerleri, kül yığınları, kömür parçaları, çadır çevresindeki arklar, çadır kazıklarının kakıldığı çukurlar gibi sönük izler kalırdı. Üzerinden yıllar geçince bu izler de silinerek seçilemez olurlardı. Bir vakitler sevgililerin oturmuş oldukları bu yurtlar ve bunlardaki belirsiz izler aşık şairler için birer ilham kaynağı idi. Böyle, bırakılmış ve kimsesiz kalmış bir yurdu Muallakatü’s-Seb’a, Hammadürraviye, çev. Şerafeddin Yaltkaya, İstanbul, M.E.Bas.,1985, s.1,6 (İbn el Enbari ‘ölümü 577=1181’ Tabakatü’l Üdeba’sında bu yedi muallakayı ilk toplayan kimsenin, Hammad er Raviye olduğunu söylemektedir. Hammad er-Raviye Arap şiirlerini rivayetle şöhret kazanmıştır. 167=783 de ölmüştür.) 42 34 ziyaretle sevgilisini hatırlayarak ağlayan ve yanındakileri de ağlamaya çağıran İmru’lkays olmuş ve sonra bütün cahiliyet şairleri bu yolda ona uymuşlardır.43 IV.III.I. İmru’lkays Edebiyat tarihçilerinin müştereken muallaka şairleri grubunun ilk sırasına oturttukları şairdir. Asıl adı Adi veya Muleyka olduğu rivayet edilen şaire, Zul-kuruh “yaralı” ve el-Melik ez-zillil “avare milek” lakabları da verilir. Şairin İmru’lkays “Kays’ın adamı”şeklindeki meşhur adının, dedesi sanılan Kays’la ilgili olup olmadığı ihtilaflıdır. 44 Gezgin kral (Hondoc) adı verilen İmrulkays, bir güney ırkı olan Kinde adındaki bir kabiledendi; ataları Necit’te bir prenslik kurmuşlardı. Babası Hucr sert bir adamdı, oğlunun aşka karşı olan eğilimini cezalandırmak için çoban olarak koyun sürülerinin başına yolladı. Beni –Esed’lerin başkaldırması sırasında Hucr ölünce şair, bir daha ele geçiremeyeceği baba tahtını elde etme yolları aramak için, taçsız bir kral olarak serüvenli hayatına başladı.45 Hucr’ün en küçük oğlu olan İmru’lkays, dayısı Mühelhil’in teşvikiyle şiir söylemeye başladığı için babası onu yanından uzaklaştırmıştı; çünkü hükümdarlar şiir söylemeyi kendi şanlarına layık görmüyorlardı.46 İmru’lkays, genç yaşta şiire, bilhassa aşk şiirine karşı ilgi duydu. Maceracı mizacı, bir müddet sonra evi terk etmesine sebep oldu. Avare bir şekilde av, içki ve eğlence hayatına dalan İmru’l kays, babasının ölüm haberini de yine böyle bir eğlence sırasında öğrendi. Esedoğulları, meliklerine karşı ayaklanmışlar ve onu öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Bekr ve Taglib kabilelerinden sağladığı kuvvetle, babasını öldürenlerden öç almaya kalktı.(…) Bir takım mücadelelerden sonra Kostantiniye’ye gitti. Rivayete göre Justinian, onu iyi karşılamış ve kendisine, varisi bulunduğu melikliği iade edip babasının intikamını alacak bir yardım kuvveti vermeye razı olmuştu. Ancak daha sonraki hadiselerin umduğu gibi gelişmediği görülüyor. Nitekim müracaatından memnun bir halde dönen şaire, Ankara’ya geldiğinde, imparatordan hediye olarak Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.2-3 Furat, a.g.e., s.74 45 Huart,a.g.e., s.20 46 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.12-13 43 44 35 gömlek getiren bir elçi gelir. Şair getirilen gömleği giyer, fakat vücudunda yaralar çıkar ve ölür. Şairin Zul-kurüh lakabını almasına sebep olan bu hadisenin, İmru’lkays’ın sarayda bulunduğu sırada yaşadığı bir aşk olayı üzerine gerçekleştiği söylenir. Buna göre şair eski alışkanlığını burada da göstermişti. İmparatorun kızı ile olan bu münasebeti Esedoğulları’ndan et Tammah’ın dikkatini çekmiş ve babasının Hucr tarafından öldürülmesinin intikamını almak için şairi imparatora şikayet etmişti. Bunun üzerine İmru’lkays, süratle dönüş yolculuğuna çıkmış, ama Ankara’ya bir günlük mesafede iken imparatorun gönderdiği elçi kendisine kavuşmuştu. İmru’lkays büyük bir şöhrete sahipti. Bu da herhalde onun hakkında Hz. Peygamber’in ve bazı Basralı büyük dilcilerin takdirlerinden ileri gelmektedir. Nitekim Peygamberimiz onun için “Cehenneme giden şairlerin bayraktarıdır” buyurmuştu. İmru’lkays’ın şiirde tavsif ettiği yerler, Esedoğulları’nın topraklarıydı. Ebu Abdullah el-Cumahi onu, şiirinde zina ve fuhşu dile getiren şairler arasında sayar. İbn Kuteybe, şairin tenkit edilen yönleri arasında onun bu tarz gayri meşru hareketleri açıkça dile getirmesini kaydeder. Şairin hiç erkek oğlu olmamıştı; doğan kız çocuklarını da diri diri gömmüştü. Nikahladığı hanımlarını güler yüzlü çehresi ile tatmin etmemiş görülüyor. Nitekim onlardan biri “Terlediğin zaman köpek gibi kokuyorsun” deyince, doğrulamış ve “Ailem bana dişi bir köpeğin sütünü içirmişti” diye açıklamada bulunmuştu. Onun şiire beğenilen birçok yenilikler getirdiği kabul edilir. Arkadaşlarını, hatıraların bulunduğu yerde durmaya ve ağlamaya davet edişi, nesipte ince duygu ve ifadelere yer verişi gibi farklı tatbikatı, daha sonraki şairler tarafından da uygulanmıştır. Bir yolculuktan dönen Emevi devri şairi Zur-Rumme, kendisine sunulan, yağmuru tavsif eden, birçok beyit arasında İmru’lkays’ınkini seçmişti. Halife Abdülmelik’in huzurunda toplanan devlet ricali ve şairler, onun “Arapların söylediği en ince duygu ve ifadeler ihtiva eden (rakik) beyit hangisidir?” sorusuna, hep birlikte şairin: 36 “Gözlerin, mahzun kalbimi bakışlarınla yaralamak için yaş akıttı.” Beytiyle cevap vereceklerdir.47 Aşk ve sevda hatıralarını anmakla başlayan İmru’lkays kasidesi, kaygılı bir gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle sona erer. Bu kasideden birkaç beyit: “(Yüzünün parlaklığı) kendini ibadete vermiş papazın parlak parlak yanan çerağı gibi geceleyin karanlıkları aydınlatır.” “Sen ne gecesin ya!.. Sanki yıldızların sıkı bükülmüş urganlarla Yezbül Dağı’na bağlanmıştır (gece geçmiyor)”. “Sabahleyin erkenden vadide çoban aldangıcı kuşları; içine biber konulmuş şaraptan içmişler gibi, sevinç içinde durmadan ötüyorlardı.” “Ülker (top yıldız) olduğu yerden ileri gitmemek için sanki ketenden halatlarla katı kayalara çakılmıştır.”48 IV.III.II. Tarafe Öz adı Amr bin el- Abd olan Tarafe de bir saray şairiydi. Hire kralı Hind’in oğlu Amr’ın sarayında yaşadı. Takma adı Mutelemmis olan, Abd ül –Mesihin (İbn Kuteybe’ye göre Abdul Uzza) dayısıydı, o da şairdi. Nankör ve geveze olan Tarafe bir şiirinde, saygı dışı bir dille amcasıyla alay etmişti, bunun üzerine amcası: “ dilini tut yoksa bu dil seni mahvedecek” demişti. Yergilerini krala bile yöneltmekten çekinmiyordu. Kral ondan kurtulmak için dayısı Mutelemmis ile birlikte bir görev vererek onu Bahreyn valisine gönderme yolunu seçti. Ellerine verilen mektubu amcası açınca, kralın kendisini öldürmek için verdiği emri gördü. Yeğeninin elinde bulunan mektupta da aynı şeylerin yazılı olduğunu düşünerek açmasını söyledi; fakat Tarafe kralın gizli emrinin açığa vurulmasını istemedi. Dayısı korktu, Suriye’ye kaçtı; Tarafe yoluna devam etti. Bahreyn’e varınca diri diri mezara gömüldü. Şiirlerinde, hayatında 47 48 Furat, a.g.e., s.74-77 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.18,24,25,30 37 kendisinin izlemiş olduğu yolun en doğru yol olduğunu söylemeye meraklıdır; eski şairlerde bulunan atasözleri haline gelmiş beyitler pek bulunmaz, ama öteki şairlerden daha tabii ve daha coşkun bir yaşama sevinci vardır, yalnız biraz çocuksudur.49 Tarafe, şairler yetiştirmiş bir aileden gelmekteydi. Şair’in 26 yaşlarında öldürüldüğünü kabul edersek 544 yıllarında doğmuş olması gerekiyor. Tarafe, pek küçük bir yaşta şiire başlamıştır. Çocukluğundan beri sahip olduğu müthiş zekasını gösteren sözleriyle dikkati çekmiştir. Bir zaman kendisini şarap ve aşka verir; elindeki bütün imkanlarını harcar. Kabilesi durumundan hoşnut olmaz, kendisini kovar. Daha sonraları kendisini affettirir. Kabilesinin toplantılarına iştirak eder. Melik ve kardeşi hakkında söylediği hicivlerinde onların yanında vazife görmektense evi etrafında meleyen ve süt veren bir koyun olmayı tercih edeceğini ifade eder. Şiirlerinin en ehemmiyetlisi şüphesiz ki Muallakası’dır. Bu kaside 120 beyit kadar tutmakta ve mevcut muallakalar arasında en uzunu olmaktadır.50 Muallakasından iki beyit: “Ölümü, durmadan akan bir ruhlar ırmağı(şeklinde) görüyorum ve yarını uzak bulmuyorum. Bugün yarına ne kadar da yakındır ya?..” “Günler, yakında sana, bilmediklerini gösterir ve kendisine yol azığı vermiş olmadığın kimse sana haberler getirir.”51 Peygamberimiz, bir haber gecikecek olursa Tarafe’nin bu mısrasını irat buyururlardı. 52 49 Huart, a.g.e., s.23-24 Furat, a.g.e., s.84-89 51 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.50 52 Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c.6, s.146-138-31; Tirmizi, Sünen, c.10, s.291 50 38 IV.III.III. Zuheyr b. Ebi Sulma Arapların Müzeyne oymağından olan bu şair, Ebu Sülma adında birinin oğlu idi. Anası, Mürre Oğulları Oymağındandır. Evs adlı bir erkek, Sülma ve Hansa adlı iki kızkardeşi vardı. Kendisi şair olduğu gibi babası, dayısı, oğlan ve kız kardeşleriyle oğulları Ka’b, Büceyr ve torunu, Ka’b’ın oğlu Mudarrap da şair idiler. İkinci halife Hz. Ömer, bu şair hakkında: “Sözlerinde insicam vardır. Alışılmamış kelimeler kullanmaz ve hiçbir kimseyi kendisinde olmayan vasıflarla methetmez” demektedir. Bu halife gene bu şair için: “Şairlerin şairi” de demiştir.53 İmru’lkays ve Lebid ile birlikte Cahiliye devrinin üç büyük şairinden biridir. Zuheyr, babasını küçükken kaybetti. İçinde birçok şairin bulunduğu bir aileye mensuptu. Uzun bir ömür yaşayan Zuheyr, muallakasını yazdığı zaman 80 yaşlarındaydı.54 Hicretten on dört yıl önce ölmüştür.(608) İmru’lkays ve Tarafe’de olduğu gibi şair Zuheyr dahi muallakasına, sevgilisinin ıssız yurdunu ve onun buradan göç edişini anmakla başlayarak Mürre oğullarından Herim ve Haris’in barış için gösterdikleri gayret ve fedakarlıkları alkışlar, sonra barışı bozan bazı oymaklara çatar ve onları Allah’tan korkmaya, savaşın zarar ve fenalıklarından çekinmeye davet eder. Daha sonra, yaşamaktan usandığını, ölümün pençesinden kimsenin kurtulamadığını ve kurtulamayacağını, daima iyilik ve fedakarlık yapmanın şerefli bir vazife olduğunu, zillet ve meskenetin fenalığını… tasvir ve gene Herim ve Haris’in cömertliklerini methederek muallakasına son verir.55 Şairin lüzumsuz unsurlardan ayıklanmış sağlam ve kusursuz bir dili vardır, üslubu vecizdir. Kişileri methederken, onları zatı hususiyetleri ile methetmekle asla mübalağaya kaçmamaktadır. Hicivlerinde de taşkınlığa ve bayağılığa düşmez. Bilhassa Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.51 Furat, a.g.e., s.77-78 55 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.52-53 53 54 39 hikemi şiirlerinde haksızlıktan ve zulümden kaçınmayı tavsiye eder, onlara ağır başlı, ölçülü ve iyi ahlaklı olmayı öğütler. Bu nevi şiirlerinin bir çoğu darbı mesel haline gelmiştir. Sanatının en belirgin hususiyeti, şiirlerinin şekil ve üslup bakımından mükemmelliğidir. Şiirleri üzerine uzun müddet titizlikle çalıştığı bilinen şair, bu davranışını, şiirlerini rivayet ettiği Tufeyl el-Ganevi’nin tesiriyle kazanmış olmalıdır.56 “Ahdinde duran kınanmaz ve gönlünün yatacağı tam bir iyiliğe (barışa) yol bulan kimse bunda ikiliğe düşmez.”57 Şair Zuheyr, insanlara ölümsüzlük vermeyen öğütlere önem vermezdi. Özellikle yalan yere öğütler vermekten kaçınırdı. Başka şairlerden aşırarak kendi şiirleri arasına, kendisininmiş gibi mısralar sokmaktan, anlamları güç kavranır kelimeler kullanmaktan çekinirdi. Koruyucusu Harim, kendisine övgü yazdığı zaman, ondan herhangi bir şey istediği zaman, hatta selam verdiği zaman şaire bir şey vermeye and içmişti. Kendisine verilen at ve kölelerden utanan Zuheyr, bir topluluk içinde gördüğü zaman, toplulukta bulunan herkese selam verir, yalnız Harim’e selam vermezdi. Sonra Harim’in çocukları: “Senin övgülerin gerçekten güzeldi, ama, bizim hediyelerimiz de onlardan aşağı kalmazdı.” dedikleri zaman şair onlara şöyle cevap verdi: “Sizin hediyeleriniz artık yok, ama benim övgülerim yaşantısını sürdürüyor, bunlar öyle şeref elbiseleridir ki onları zaman eskitemez.”58 IV.III.IV. Lebid b. Rebi’a Muallaka sahibi olarak adı İmru’lkays ve Zuheyr ile birlikte bütün kaynaklarda geçen üçüncü şairdir. Amir oğullarının kollarından Kilablılara bağlı Cafer 56 Furat, a.g.e., s.78-79 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.61 58 Huart, a.g.e., s.24-25 57 40 oğullarından olan şairin VI. asrın ikinci yarısı içinde 560 yılları civarında doğduğu tahmin edilmekte. Künyesi Ebü Akîl’dir. 59 Araplar arasında elinin açıklığı ile meşhur Rebia adlı bir kimsenin oğludur. Babası gibi, Lebid’in de eli açıktı. Bundan başka cesaret ve binicilikte meşhurdu. Lebid, muallaka sahipleri içinde biricik müslüman olan şairdir.60 Resulullah’ın peygamberliğini ilan etmesi, Lebid’de büyük bir heyecan ve ilgi uyandırmıştı. Hicretin 9. yılında kabilesinin Medine’ye gönderdiği heyet içinde şair de yer aldı. Ve İslamiyeti kabul etti. Bu hadiseden sonra 30 yıl kadar yaşayan Lebid, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Kufe’ye gidip yerleşmişti. Lebid’in şiirleri pek beğenilmiştir. Onun müslüman olmadan önce söylediği şiirlerinde bile tabiat ve hayvan tasvirlerinin yanı sıra hanif dininin bazı değerlerine rastlanılır. Bu nevi dini ve ahlaki duygular, Kur’an’dan mülhem olarak söylenmiş olan daha sonraki şiirlerinde daha da yaygındır. Bu devrede söylediği bir şiirinde: - “Hür bir insanı, kendisi kadar kimse tenkit edemez” diyordu.61 Lebid, ikinci halife Ömer devrinde Kufe’de yerleşmişti. Hz. Ömer, valisi Şube oğlu Mugiyre vasıtasıyla Lebid’e müslüman olduktan sonra söylemiş olduğu şiirlerini sormuş; Lebid de Kur’an’ın ikinci suresini yazıp valiye getirmiş ve: -“Allah, bana şiire mukabil bunu verdi…” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, Lebid’in maaşını dörtte bir nispetinde artırdı. Hakikaten Lebid, müslüman olduktan sonra şiiri bırakmıştı. Bazıları kendisinin yalnız bir beyit söylemiş olduğunu rivayet etmektedir. Eli açık olan bu şair, saba rüzgarının her esişinde umumi ziyafet çekmek itiyadında idi. Kufe valisi Şube oğlu Mugiyre de ona bu hususta yardımda bulunurdu. Kendisi hicretin 41. yılında (miladi 661) Kufe’de ölmüştür. Peygamber Efendimiz, Lebid’in “Bil ki Allah’tan hali olan her şey batıldır” manasında olan bir mısrasını bir gün minberde tekrar buyurmuş idiler. Kendisi, müslüman olmadan önce Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete, hisap ve kitaba inananlardandı. 59 Furat, a.g.e., s.80 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.64 61 Furat, a.g.e., s.80 60 41 Lebid’in muallakası da Arapça’da nesip denilen aşk ve sevda hatıralarıyla başlar, sonra kendisinin cömertliğini ve misafir ağırladığını söyler ve muallakasını kendi oymağından yüksek adamların methiyle bitirir. “Allah bize, göğe doğru yükselmiş bir şeref evi kurdu ve hemen bizim yaşlılarımız ve gençlerimiz o şerefe doğru yükseldiler.” 62 IV.III.V. Amr b. Kulsüm Amr, Irak’ta bulunan Taglip oymağından Külsüm adlı meşhur bir binicinin oğludur. Anası Leyla; İmru’lkaysın dayısı olan Mühelhil’in kızı olduğundan Amr’ın İmru’lkays ile, ana cihetinden bir akrabalığı vardır. Tarafe’yi öldürtmüş olan Hiyre hükümdarı Hind oğlu Amr’ı, şahsi bir infial neticesi olarak kendi kılıcıyla öldürmüştü. Amr, kendileriyle savaşan düşmanlarının dahi kendileri gibi kahramanlık gösterdiklerini itiraf ve taktir etmiş olduğu için onun bu kasidesine Munsife- İnsaf edici dahi denilir. Şair muallakasına şarap ile başlayıp sevgilisini ve onun göç edişini tasvir ettikten sonra 26. beyitten itibaren kendisinin ve bağlı bulunduğu kavmin ululuğunu, savaşlarda gösterdikleri büyük kahramanlıkları, savaş atlarını, kadınlarının onur ve iyiliklerini över ve kavmin hiçbir zaman zillete ve mağlubiyete uğramadıklarını ve yenilmenin kavmi için bilinmeyen bir şey olduğunu söyleyerek muallakasını bitirir. “Kimseye baş eğmeyenler; bizim emzikteki çocuğumuz sütten kesilecek çağa gelince, onun önünde eğilirler.” “Eğer (düşmanları) mağlup edersek bu bizim için yeni bir şey değildir. Yenilirsek işte yeni olan bu yeniliş olur.” 63 IV.III.VI. Antere Habeşli bir cariyenin oğlu olduğu için eski Arap’lara göre köle durumundaydı. Gençliğinde çobanlık yaptı, kabilesinin mücadelelerinde gösterdiği yiğitlik sayesinde azat edilerek hürriyetini kazandı. Antere amcasının kızı Able’yi sevmiş, onunla evlenmek istemişti; bu isteğine Able’nin ve ailesinin sıcak bakmaması üzerine iffet dolu 62 63 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.64-66,79 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.81,84-85,98 42 bu aşkını ölümüne kadar yaşamıştı.64 Antere’nin şiirlerinin çoğu harp ve darp üzerinedir. Geleneğe göre Antere, ilk kasidesi olan muallakasını, kendi oymaklarından bir kimsenin kendisiyle anası ve kardeşlerini siyahlıkla kınaması üzerine söylemiştir. Araplar, bu kasideye güzelliğinden ötürü Müzehhebe derlerdi. Antere’nin şu: ”Karnım belime yapışmış da olsa minnetten azade bir yiyecek buluncaya kadar aç yatar, aç kalkarım…” beytini duyan Peygamberimizin: “Bana vasıf olunan arabilerden yalnız Antere’yi görmek isterdim…” buyurmuş oldukları Agani (c.8, s.245, 1935, Mısır Kahire basması) da görülmektedir. Antere hicretten yirmi iki yıl önce (600) Nebhan oğullarından İbni Selma adlı biri tarafından okla vurulup öldürülmüştür. Antere de Amr hariç diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda hatıralarıyla başlamış, sevgilisini ve devesini tasvir ettikten sonra gösterdikleri kahramanlıkları uzun uzun anlatarak muallakasına son vermiştir. “Şairler, söylemedik bir söz bıraktılar mı ki? Yoksa sen, biraz durakladıktan sonra (sevgilinin) evini (evinin izlerini) seçebildin mi?”65 IV.III.VII. El-Haris b. Hilliza Haris’in uzun bir ömrü müteakip 570 yılında öldüğü rivayeti vardır.66 Hillize adlı bir kimsenin oğludur. Geleneğe göre Haris’de abraşlık illeti bulunduğu rivayet edilir. Haris dahi diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda hatıralarıyla başlayıp devesini övdükten sonra hükümdar Hind oğlu Amr’ın huzurunda şair Külsum oğlu Amr’a karşı, oymağının kahramanlıklarını, hükümdara yaptıkları hizmet ve iyilikleri birer birer anlatarak muallakasına son verir. “Onlara yaptıklarımızı bir Allah bilir. Hainlerin dökülen kanlarını kimse aramaz.”67 64 Furat, a.g.e., s.92 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.100-101 66 Furat, a.g.e., s.93 67 Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.114,123 65 43 IV.III.VIII. En Nabiğa Ez-Zubyani Hicazlı alimlerin İmru’kays’a tercih ettikleri En-Nabiğa da muallaka şairlerindendir. Zubyan kabilesindendi. Asıl adı Ziyad b. Muaviye olup künyesi Ebu Umame veya Ebu Sumame’dir. En-Nabiğa lakabını neden dolayı aldığı ihtilaflıdır. Bunu bazen, bir şiirinde kullandığı “nebega”(ortaya çıktı) kelimesini kullanmasına bağlarlar. Bazıları ise yaşlı iken şiir söylediği için kendisine “en- Nabiğa” denilmiştir, şeklinde görüş belirtirler. Bazıları da nebeğa kelimesinin lügat anlamını dikkate alarak, şiirinin berrak ve temiz bir kaynak suyuna benzeyişinden bu lakabı aldığını ileri sürmüşlerdir ki en makul görünen de herhalde bu olmalıdır. En-Nabiğa, 583 yılından sonra hayatını III. Numan’ın nedimi olarak Hire sarayında sürdürmeye başladı. Muallaka şairlerinden Lebid’i çok genç yaşta burada görmüş ve onun büyük bir şair olacağını müjdelemişti. Divanı en geniş rivayetle 76 parça ihtiva etmektedir. El- İ’tizariyat denilen meşhur kasidelerinde, eski bir dostun gözünde hain sayılmaktan duyduğu acıları, eşine pek az rastlanılır bir tarzda ifade etmiştir. En-Nabiğa şiirinde başarılı tasvirler yapmıştır; kasidelerinin başında yer alan aşıkane kısımlar, sırf şekli tamamlamak için söylenilmiş intibaını uyandırmaktadır. Onun ayrıca hicviyeleri de vardır. O bu hicviyelerinde adi ve müstehcen kelimelere asla yer vermez. Esasen o, şiirlerinde gösterdiği iffetli, alicenap tutumu dolayısıyla halife Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük zevatın da takdirini kazanmıştır. Hz. Ebu Bekir en-Nabiğa’yı şairler arasında üstün görür ve onu “Şairlerin en güzel şiir söyleyeni, en tatlı bahirleri seçeni ve en derin düşünceye sahip olanı” diye anardı. Şairin şiirleri, teşbihlerinin güzelliği ve ihtiva ettiği dil hususiyetleri dolayısıyla gramere ve edebi sanatlara dair eserlerde misal olarak zikredilir. Bu şiirlerin dili sağlamdır, kullanılan kelimeler nadirdir; bu yüzden büyük lügat kitaplarında şahit olarak getirilir. Hassan b. Sabit, gençlik yıllarında büyük kabul gördüğü en-Numan’ın sarayında kendisiyle karşılaştığı en-Nabiğa için “Ona bol caizeler verildi, kendisinden 44 güzel şiirler dinlediğim zaman duyduğum kıskançlığı hiç kimseye karşı duymadım” demektedir.68 IV.III.IX. El- A’şâ Meymun Yemame’de Menfuha vahasında Durna’da 565 yılında doğdu. Muzar grubu içindeki büyük Kays Kabilesinin Zurk kolundan olan Ebu Başir Meymun b.Kays b. Cendel, “A’şa Kays” “A’şa Bekr” ve “el- A’şa el- Ekber” gibi farklı lakapları vardır. Şarap meclislerinde eğlence ve israf içinde geçirdiği hayat servetini yok edince, bunlara yeniden sahip olmak için seyahatler yaptı. Kendisine ihsanda bulunan herkesi methetti. Hayatının sonlarında ama olduğu rivayet edilir. A’şa’nın son yıllarında müslüman olmak için Hz. Peygamber’i ziyaret etmek istediği de rivayet edilir. K. el- Egani’deki bir rivayete göre o, Resulullah’ı metheden bir şiir de nazmetmişti. Kureyşliler onun, methettiği her kişiyi yücelttiğine inanıyorlar ve bu şiiriyle bütün Arapların öfkesini çekeceklerini düşündüklerinden ziyaretini engellemek istiyorlardı. Neticede muvaffak da oldular. Kendisine 100 deve vereceklerini vaat ederek onu döndürmeyi başardılar. Şairin, doğduğu Menfuha’da bu develerden birinden düşerek öldüğü rivayet edilir. K. el- Egani’de yer alan diğer bir rivayete göre gençler, onun mezarının başında içki içerler ve kadehlerinde kalan şarapları oraya dökerlermiş.69 A’şa tek Tanrıyı kabul eden şairlerdendi. Ölümden sonra dirilmeye ve öteki dünyaya inanıyordu. Bu inanışları, belki, tanıştığı hristiyanlardan almıştı. Çünkü onun yaşadığı zamanlarda, İbad’lar, çölün her yanına şarap satmak için gidiyorlardı. Özellikle A’şa Necran papazıyla da dost olmuştu. Araplar, İslam’dan önceki şairler arasında, İmru’lkays, Nabiga ve Zuheyr ile aynı büyüklükte olduğunu kabul ederler.70 68 Furat, a.g.e., s.81-84 Furat, a.g.e., s.94 70 Huart, a.g.e., s.34-35 69 45 V. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİRİN FONKSİYONU Bu dönemde, şairlerin bilgilerini, ilhamlarını cinlerden, şeytanlardan ve tanrılardan aldıklarına inanırlardı. Diğer taraftan kabadayılığın, şahsiyet ve asalet duygularının bir gurur rüzgarıyla estiği bu çöllerde, herhangi bir şöhrete sözle hücum eden bir şiir, yani hiciv (satire) çok tesirli olurdu. Kılıçtan daha keskin sözlerle, bir çoklarını utançtan yaşayamaz hale koyan ve gözden düşüren hiciv, şairlerin itibarını artırıyordu. Ateşli Arap çöllerinde iman’ın ahlaki bir disiplin kurmaktan çözüldüğü çağlarda Araplar arasında kadın, içki, kumar yasağı yoktu. Bu başıboş muhitte şairler her türlü duygu, düşünce ve hatıraları uluorta söylemekten çekinmiyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın bahislerinde dilleri döndüğü kadar açık konuşuyorlardı. 71 Arap dünyasında söz, dini, sihirli bir kudret değerindeydi. Şiir, cahiliye Araplarının çok önemli bir silahıydı. Yine bu dönemde cin ile herkes konuşamazdı. Her cin kendisine mahsus bir adam seçer, onunla konuşurdu. Bir adamı sevgisine layık görürse o erkek veya dişi olan cin, o kimsenin üzerine atılır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve onu, bu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya mecbur ederdi. Bu şiir seremonisinin başlangıcı idi. O andan itibaren o adama kelimenin tam anlamı ile “şair” denirdi. Şairle cin arasında çok içten bir ilişki kurulmuştu. Her şairin zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cini vardı. Şair, genellikle kendi cinine “Halil; samimi arkadaş” derdi. Mesela İslam’dan önceki en büyük şairlerden olan El-A’şa el- Ekber’in cini Mishal adını taşırdı. Şair bu cinin ilhamını daima yukarıda mesela gökten aşağı gelen bir şey (ses) şeklinde hissettirirdi. Şiir ilhamının bu özelliğini anlatmak için genellikle aşağı inme manasına gelen nüzul kelimesi kullanırdı. Müşrik Arapların bildiği tek ilham şekli bu idi. Şair de esas itibarı ile böyle bir adamdı. İslam zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen bugünkü bir sanat haline gelmişti. İslam’dan önceki İmru’lkays, Tarafe ve diğerleri gibi şairler artık 71 Banarlı, a.g.e., c.1, s.128 46 şaman değil sanatkar idiler. Yani cahiliye Araplarının son şiirlerinde tek tük ilkel büyü düşüncesi üzerine kurulmuş olduğu belli bir çeşit şiir dalı da mevcut olmasına rağmen yine de bu şairler modern anlamda şairdiler. Eski Arabistan’da şair ve şuara normal insanların bilemeyeceği bir şeyin farkında olmak demekti. Görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimse şair idi. Bu bilgisini kendi şahsi görüşüyle değil, cin denen üstün varlıklardan içsel münasebetler kurarak alırdı. Onun için bu çağlarda şiir pek sanat değil, çevresindeki havada uçuştuklarına inanılan görülmez ruhlarla direkt temas kurmaktan gelen bir bilgi idi. Bundan dolayı mesela Hassan İbn Sabit, kendi şiir tecrübesini şöyle açıklıyor: “Sakin bir gecede bir kafiye seslendi göğün boşluğundan onun inişini aldım.” Arabistan’ın eski dinsizlik günlerinde şairin mevkii çok yüksekti. Hakiki bir şair, harpte olduğu gibi sulhte de kabile içinde büyük itibar görür aktif rol oynardı. Sulh zamanında o, cininden aldığı üstün bilgisinden dolayı kabilenin lideri idi. O kabilenin çölde konup göçmesi, şaman (şairin) emirlerine göre düzenlenirdi. Bu anlamda “şair”in yetkisi kabile lideri ile aynı idi. Harp zamanında da şair, bir savaşçıdan daha kuvvetli sayılmıştır, çünkü o şiir şeklindeki büyülü sözlerle düşmanı daha savaş başlamadan saf dışı etmek gücüne sahipti. Onun okuduğu bu şiirlerin, oklardan ve mızraklardan daha etkili olduğuna inanılırdı. Yani şair hem kılıcıyla hem diliyle savaşırdı. İslam’dan hemen önceki son Cahiliye devrinde şairin sosyal mevkii bu derece yüksek değildi. Bu durum bize Hz. Muhammed (s.a.v.)’e çağdaşlarının “cinlenmiş şair (şairun mecnun)” dediklerini anlatır. Müşrik Araplar Hz. Muhammed (s.a.v.)’de onu başka cin çarpmış şairlerden ayıracak bir özellik görmeyi inatla reddetmişlerdi. Onların gözlerinde görülmez alemin bilgisine sahip olduğunu söyleyen bir insan vardı. Bu bilginin tabiat üstü bir varlık tarafından gökten indirildiğini söylüyorlardı. Bu tabiat üstü varlık, Allah olsun, melek olsun ya da şeytan olsun onlara göre neticede pek farkı yoktu hepsi cindi. 47 Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisine vahiy geldiği sıralarda şiddetli ruhsal ve fiziksel ızdırap göstermişti. Bundan dolayı onlar, onu da cinin yönettiği bir şair diye düşündüler. Vardıkları peşin ve doğal sonuç bu idi. Müşrik Araplar arasında bu hükmün yaygın olduğu hakkında Kur’an ayetleri bilgi verir. Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in cin çarpmakla bir ilgisi bulunmadığını, cinin ona asla sahip olmadığını ısrarla söyler. Kur’an’ın konu üzerindeki bu ısrarı, Mekke’deki durumun böyle olduğu, Arapların böyle düşündükleri hakkında kuvvetli bir delildir. Şimdi konu hakkında Kur’an’ın görüşüne dönersek görürüz ki Hz. Muhammed (s.a.v.)’e şair diyen müşrik Araplar Kur’an açısından çift günah işliyorlar, önce Allah’ı aşağı bir yaratık olan cinle karıştırmak, sonra da peygamberi cinin çarptığı bir şairle karıştırmak suretiyle iki günah işlemiş oluyorlar. Kur’an’a göre peygamber (s.a.v.)’e gelen vahyin kaynağı cin değil Allah’tır. Bu ikisi arasında kesin bir ayrılık vardır. Zira Allah bütün kainatın yaratıcısıdır, oysa cinler yaratılmış varlıklardır. Peygamber’le şair arasında da büyük fark vardır. Şair, tabiatıyla bir affaktır. Onun söylediği halis ifktir, ifk mutlaka “yalan” demek değil fakat gerçek bir temeli olmayan hak üzerine kurulmayan şey demektir. Affak söylediklerinin doğru olup olmadığını düşünmeyen, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir. Halbuki Peygamber (s.a.v.)’in söylediği tam doğrudur, kesin ve haktır, başka bir şey olamaz. 72 O çağın Arapları arasında mecnun (cin tarafından sahip olunmuş kelimesi başka bir çeşit insana da söylenirdi ki bu kahin idi. Kahin (geleceği söyleyen) de cin tarafından yönetilen ve cinin verdiği ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse idi. Kahin ile şairin ortak yanı çoktu. Dil bakımından kahini şairden ayıran en önemli nokta, kullandığı üslup idi. Kahin daima sözlerini seci denen uyumlu bir form içinde söylerdi. Sec günlük konuşma ile şiir arasında bulunan bir anlatım şeklidir. Hz. 72 Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara,1963, s.166 48 Muhammed (s.a.v.)’in çağdaşı olan müşrik Araplar dış üsluba bakıp ona kahin demişlerdi. Kur’an onların bu iddiasını şiddetle reddetmiştir. “Rabbinin nimeti hakkı için sen ne kahinsin, ne de mecnunsun.”73 Kur’anda olağanüstü bir hadise olan vahiy, yapı itibarıyla insanı, konuşmasından ayırdığı gibi kaynağı cin olan bütün ilhamlardan da ayırır. 74 Bu husus Hakka süresinde Cenab-ı Hak tarafından şöyle dile getirilmiştir: “Hiç şüphesiz o (kur’an )” çok şerefli bir elçinin sözüdür. Ve o bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz. Ve bir kahin sözü de değildir(O). Ne de az düşünüyorsunuz. O alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (Onu yaşatmazdık). Hiç biriniz buna mani de olamazdınız. Doğrusu o Kur’an takva sahipleri için bir öğüttür.”75 Arap alemi cahiliye çağının sufli karanlığını yaşarken edebiyat ve belağatta zirvedeydi. Ancak Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ve Kur’an’ı –Kerim’in eşsiz icazı karşısında şaşkınlığa düştüler. Son Peygamber iman bayrağını kılıfından çıkarmış kainatın merkezine dikmişti. Şimdi bütün dünyayı şahdamarından ürperten bu haber ülkeden ülkeye, kulaktan kulağa çarparak yankı yapıyordu. Mekke’de bir peygamberin zuhuru özellikle Mekke eşrafını zıvanadan çıkarmıştı. “Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Rasulüdür.” Araplar bu ilahi çağrı karşısında, ellerindeki en büyük silah olarak şiiri görüyorlardı. Rasulullah’ı bir elçi olarak değil, güçlü bir şair olarak veya sahir olarak görüyorlardı. Amaçları, güçlü şairleri bir araya getirerek, Abdullah’ın oğlu Muhammed’e, Kur’an ayetlerine karşı güç birliği yaparak Peygamberliğini yalanlamaktı. 73 Tûr 52/29 Izutsu, a.g.e., s.165 75 Hakka 69/40-48 74 49 Hz. Nuh devrinde zeneat, Hz, Musa devrinde tebabet, Hz. İsa devrinde sihir, Hz. Muhammed devrinde ise edebiyat, özellikle şiir zirvedeydi. Kur’anı Kerim hem lafzı hem manası hem de muhtevası itibarıyla tam bir mucizedir. Gerek yapısındaki tasannu ve gerekse manasındaki hikmet ve ilim, onun icaz vechilerini (yönlerini) ortaya koymaktadır. İnsanlığın, ilanihaye bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kapasiteye sahip olan Kur’anı Kerim, her yönüyle ilahi bir mucizedir. Kur’an’ı Kerim fesahat ve belagat yönünden bir mucize olduğu gibi ilim, fen, teknik, astronomi, kozmografya, ruhiyat, içtimaiyat bakımından da ebedi bir mucizedir. 76 Kur’an-ı kerim nesir değildir. Nazım da değildir. O kur’an dır. O’na bu isimden başkası verilemez. Şiirin vezin ve kafiye gibi kaideleri ile mukayyet değildir. Çünkü o başka nesirlerde bulunmayan kaidelerle mukayyettir. Mesela ayetlerin sonundaki duraklar ve ona mahsus musıki ahengi…. Ağıtı ile mersiyesiyle, hicviyesi ile şiiri güçlü Arap şairlerinin dilinde tam bir silah; bir ok, bir mızrak, bir kılıç, Bedir hezimetinin üzerinden bir ay geçince bu silahlar mü’minlerin üzerine çevrildi. Kureyş ve yahudi şairleri amansız bir sanat taarruzuna başladılar. Söyledikleri etkileyici şiirlerle toplumu sarsıyor; insanların iman etmelerine mani oluyor, hatta kalplere şüphe tohumları ekiyorlardı. Münkir şairleri, yazdıkları şiirlerle azgın islam düşmanı Ebu Cehil ve Bedir’de ölen diğer büyüklerini övüyor, buna mukabil başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere müslümanları kötülüyorlardı. O kadar ileri gidildi ki Kur’an-ı Kerim’e nazire yazmak güya onu gölgede bırakmak için çalışmalara başlandı. Kur’an-ı Kerim’ i dinleyenleri büyüleyen, müşriklere ve kafirlere galip gelen ayetler karşısında Mekke’nin şairleri aciz kalıyor: “Bu ancak yenilmez bir sihirdir” diyorlardı. Onlar için tek çare Kur’an-ı Kerimi dinlememek ve dinletmemekti. 77 76 77 Necati Kanter, Vahiy Risalet ve Şiir, Elazığ, F.Ü.İ. F.Der.,1999, 4. sayı, s.240 Kanter, a.g.e., s.239 50 Müşriklerin en büyük silahı Peygambere ve tebliğ ettiği esaslara (Kur’an’a ) karşı güvendikleri güçlü şairlerdi. Ancak Kur’an’ın belağatı karşısında dize gelen ve İslamı en erken kabul eden de yine şairlerdi. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM I. KUR’AN “ŞİİR” HAKKINDA NE DİYOR Kur’an’da geçen şiir ile ilgili ayetler genellikle şu iki konuyu içerir: a) Cahiliye şairlerinin içinde bulundukları olumsuz durum. Kur’an’ı şiirle alt edeceklerine inanmaları. b) Peygamberimize yöneltilen şairlik ithamları. Kur’an şiir sanatının zirveye ulaştığı bir dönemde nazil olmaya başladı. İlahi kelamın büyüleyici güzelliği karşısında şaşkınlığa uğrayan müşrikler, hemen Hz. Peygamber’i cinlerle ilişkili bir şair olarak değerlendirme yoluna gittiler. Daha sonra da 51 müşrik şairlerin Hz. Muhammed (s.a.v.)‘e yönelik saldırıları başladı. Bu iki önemli nedenle şiir ve şairler Kur’an’ın konuları arasına girdi. Kur’anda şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer.78 II. KUR’AN DA ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ AYETLER Kur’an-ı Kerim’de şiir 36/69, şair 21/5, 37/36, 52/30, 69/41, şuara 26/224 79 yer almaktadır. “Biz ona (Muhammed’e ) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O’nun getirdiği sade bir zikir ve parlak bir Kur’an’dır.”80 “Onlar, “Hayır! Bu sözler, karışık rüyalardır. Yok onu kendisi uyduruyor; yok o bir şairdir. (Bunlar) yoksa bize evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi bir mucize getirsin..!” dediler.”81 “Ve , “Biz, bir mecnun şair için, ilahlarımızı bırakır mıyız?” derlerdi.”82 “Yoksa, “O bir şairdir, biz onun felaketini gözetliyoruz” mu? diyorlar?83 “O, bir şair sözü değildir. Siz pek az inanıyorsunuz.”84 “Şairlere ise, sapıklar tabi olur.”85 Kur’an-ı Kerim’de şiir ve şair kelimeleri bu ayetlerde geçmektedir. Şiir ve şair kelimelerinin doğrudan geçmeyip, şiire ve şairlere değinen, konuya ışık tutan ayetler de vardır. Şimdi bu zikredilen ayetlerde şiiri ve onu inşa eden şairin konumunu irdelemeye çalışalım. 78 Özalp, a.g.e., c.6, s.46 Mu’cemü’l Müfehres, Yayına Hazırlayan Mahmut Çanga, İstanbul,Timaş Yayınları, 2004, s.265 80 Yasin 36/69 81 Enbiya 21/5 82 Saffat 37/36 83 Tur 52/30 84 Hakka 69/41 85 Şuara 26/224 79 52 II.I. “Biz Ona Şiir Öğretmedik” “Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. Onun getirdiği sade bir zikir ve parlak bir Kur’andır.”86 “Biz ona şiir öğretmedik” cümlesi Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in Allah tarafından öğretildiğine, dolayısıyla da, Allah’ın dilediği şeyleri öğrendiğine, dilemediklerini de öğrenmediğine bir işarettir. II.II. Kehanet Ve Sihir İsnadının Anlamı Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, içlerinde sihir ve kehanetin de bulunduğu pek çok şeyi isnad etmiş oldukları halde, Allah, “Biz ona sihri…” ; ”Biz ona, kehaneti öğretmedik” dememiş, özellikle “Biz ona şiir öğretmedik” buyurmuştur. Kehanete gelince, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, Hz.Peygamber (s.a.v.)’in gaybtan haber verip, haber verdiği şeyler de söylediği gibi çıktığı için isnat ediyorlardı. Sihri ise, mesela ayın yarılması, çakıl taşlarının ve hurma kütüğünün konuşması vb. şeyler gibi, başkasının yapamadığı şeyleri yaptığı için isnat ediyorlardı. Şiiri de, Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara Kur’an okuduğunda ona nisbet ediyorlardı. Ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an ile tehaddi etmiş, meydan okumuştu. Nitekim Cenab-ı Hak, bu hususu, “Kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, onun suresi gibi olan bir sure getirin bakalım…”87 buyurarak beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Eğer benim peygamber oluşum hususunda şüphe ediyor iseniz, o kütüğü konuşturun; yahut, büyük bir kalabalığı doyurun” ve “Gaybdan haber verin” dememiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in meydan okuyuşu sözle olup ve onlar da Hz. Peygamber (s.a.v.) konuşurken “şiir söyledi” diye itham edince, Cenab-ı Hak, şiir öğretmediğini özellikle belirtmiştir. 86 87 Yasin 36/69 Bakara 2/23 53 II.III. Kur’an’ın Şiirden Farkı “Ve ma yembeğî leh” ne demektir? Bir takım kimseler, “ Bu, onun için mümkün değildir!” manasındadır” derken, diğer bazılarına göre, “Bu onun için kolay değildir” anlamındadır. Hatta Şöyle ki: “ O, bir şiir beyti söylemeye kalkışsa, ondan, kafiyesi tutarsız şeyler duyulur” manasındadır” demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) “ Ve ye’tiyke men lem tüzevvid bilehbari” şeklinde okumuştur. Bu hususta, bundan daha güzel bir izah da, bu ifadenin, zahiri manasına göre manalandırılmasıdır ki, zahiri manası da, “şiir ona yakışmaz ve ona uygun değildir” şeklindedir. Bu böyledir, çünkü şiir, lafız ve vezne riayet için, mânayı değiştirmeye sevk eder; bunu gerektirir. Binaenaleyh Şari-i Hakim’e göre, lafız manaya tabidir. Şaire göre ise, mana lafza tabidir. Çünkü şair, şiirin vezninin veya kafiyesinin, sıhhate kavuşacağı lafızları seçer. Böylece de işte bu lafızlardan ötürü, manalar hayal etmeye ihtiyaç hisseder. Bu izaha göre diyoruz ki: Şiir, öncelikle, vezni göz önünde bulundurularak yazılan vezinli (ölçülü) sözdür. Ama manayı ön plana alan kimseden de, bazen ölçülü ve kafiyeli sözler çıkar. Dolayısıyla bu kimse, böylece şair olmuş olamaz. “Len tenalu’l birra hatta tunfikû mimmâ tuhibbûn” 88 ayeti, (ahenkli ve ölçülü olduğu halde), bir şiir değildir. Şairden, “Failatün failatün” vezninde, ayetteki kadar hareke ve sükunu (açık ve kapalı hecesi olan) bir söz sadır olduğunda, bu şiir olur. Çünkü şair, hareke ve sükun bakımından harflerin lafızlarını bu şekilde getirmeyi ön plana almış, manayı ise ikinci derecede almıştır. Hakim ise, manayı ön plana alır. Böylece de manayı o lafızlarla ifade eder. İşte bu izahla “Hz. Peygamber (s.a.v.) de, bir iki beyit şiir söylemiştir” diyenlerin sözleri cevaplanmış olur. Bu şiirde, Hz. Peygamber (s.a.v.) in “Ene ennebiyyu la kezib/ ene ibnu abdi’l muttalib”: “Ben peygamberim, bunda hiç yalan yok. Ben Abdulmuttalib’in oğlu (torunuyum)”89 şeklindeki şiiridir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunları söylerken vezni ve kafiyeyi ön plana almadığı için, bu bir şiir değildir. Buna göre eğer, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kafiyeli ve ölçülü uzun bir söz sadır olsa bile, bu, Hz. Peygamber (s.a.v.), o sözlerin lafızlarını ön plana almadığı ve esas maksat edinmediği için bir şiir olmaz. Bahsettiğimiz bu hususu, şu da te’yid eder. Sen, insanların çarşı-pazarda konuştukları sözleri incelediğinde, bunlar içinde de, şiir 88 89 Âl-i İmran 3/92 Buhari, Cihad, 61 54 bahislerine benzer, ölçülü tekerlemeler bulabilirsin. Fakat ne o sözü söyleyen şairdir, ne de bu söz, o kimse lafzı ön plana almadığı için, bir şiirdir. Hem sonra Hak Teala’nın, “O, bir öğütten ve açıklayan bir Kur’an’dan başkası değildir” İfadesi de, bu hususu doğrulamaktadır. Yani “Bu Kur an bir zikir (öğüt) tür ve manayı esas almış bir va’zu nasihattir.” Şiir ise, kafiye ve vezinle süslenmiş bir sözdür. Burada şöyle bir incelik vardır: Hz. Peygamber “Şiirde, hikmet de vardır”90 buyurmuştur. Bu, “şair, lafzı esas alır, lafza göre hikmetli bir mana uygun düşebilir” demek olup, tıpkı hikmetli kimsenin manayı hedef alıp, bir şiir veznine uygun düşürmesi gibi. Fakat hakim, bu vezin sebebiyle şair olmaz, şair de bahsedilen bu şeyden ötürü hakim olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), onun şiirini hikmet diye adlandırdı. Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şair olmadığını bildirmiştir. Çünkü lafız, mananın kalıbıdır. Mana ise, lafzın kalbi ve ruhudur. Binaenaleyh kalp varken, kalıba bakılmaz. Böylece de sözü, ölçülü, kafiyeli olan hakim yine hakim olur. Sözünün ölçülü olması, onu hakim olmaktan çıkarmaz. Sözünden öğüt alınan şair de hakim olmuş olur.91 Şiirde anlam, dilin müzikalitesi ve ritmi karşısında genelde ikinci derecede kalırken, Kur’an’da tam tersi geçerlidir. Çünkü Kur’an’da, kelimelerin seçimi, sesleri ve cümle içindeki konumları ve dolayısıyla melodisi ve ritmi daima kastedilen anlamın destekleyicisi niteliğindedir.92 Yani; Biz Azîmüşşan Muhammed (s.a.v.)’e şiir ta’lim etmedik. Zira şiir; külfetle söylenir, kafiye ve vezinle örülmüş muzahref uydurma bir söz olduğu gibi evham-ü hayalat üzere bina kılınmış bir takım mevhumattan ibarettir. Binaenaleyh; Kur’an’la şiir beytinde asla müşabehet yoktur, böyle mevhumat ve hayalatla uğraşmak Muhammed (s.a.v.)’e layık olmaz, yakışmaz ve Muhammed (s.a.v.)’in söylediği Kur’an 90 Buhari, Edeb, 90 Fahruddin Er-Razi, Mefatihu’l- Gayb, Terc.( komisyon), Ankara, Akçağ Bas.Yay.,1994, c.18, s.547549 92 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, 5.Bas.İstanbul, İşaret Yay.,1999, c.2, s.905 91 55 ise bir takım makul fenler ve hükümlerle dolu, saadet-i dareyne isal edecek ahkamla müzeyyen, şiirde mevcut olan mevhumattan münezzehtir.93 Kureyşli müşriklerin bir kısmının peygamberi şair ve getirmiş olduğu Kur’an’ı “şiir” diye nitelemelerine karşılık vermektedir. Oysa Kureyş’in büyükleri için, durumun hiç de öyle olmadığı ve Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği mesajın onların dillerinde alışık olduklarından başka bir şey olduğu aşikardı. Oysa Kur’an ile şiiri birbirinden ayırt edemeyecek kadar gafil değillerdi. Ancak bu yaptıkları bu yeni dine ve onu getirene karşı halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi. Onlar, bu mücadelelerindeki propagandası belki halk Kur’an’ı şiirle birbirine karıştırabilirler diye Kur’anın etkileyici, edebi üslûbuna dayanmakta idi. Yüce Allah burada, Rasulullah’a şiir öğrettiği iddialarını reddetmektedir. O öğretmediğine göre, kim öğretebilir şiiri ona? Hiç kimse Allah’ın kendisine öğrettiğinden başka bir şey bilemez. Sonra da Yüce Allah, “zaten ona gerekmezdi” diyerek ona şiirin yakışmadığını ifade buyuruyor. II.IV. Şiir Duygusal Bir Tepkidir Şiirin kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu vardır. Şiir duygusal bir tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise şekil değiştirir, durumdan duruma değişebilir. Peygamberlik ise sabit, değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir. Peygamberlik, yüce Allah’ın şu varlık alemine hakim olan değişmez kanunlarına uyar. Bu yol, şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre değişmesi gibi gelip geçici duygulara göre değişmez. Peygamberlik, sürekli yüce Allah ile irtibat, onun vahyini direkt olarak almak ve hayatı Allah’a yöneltmek için sürekli bir gayrettir. Oysa şiirin en yüksek mertebesinde, bilen insanın anlayışı, yetenekleri ile sınırlı olan düşünceleri ve insan olması sebebi ile nisbi güzellik ve olgunluğa yönelik özlemleridir. Şiir bu, en yüksek 93 Mehmed Vehbi, Hülasat’ül Beyan, 4.Bas.İstanbul, Üç Dal Neş.,1969, c.12, s.4674 56 mertebesinden daha aşağı basamaklara düşünce artık duygusal tepkiler ve iç güdülerden öteye gidemez. Şiir en yüksek mertebesinde yeryüzünden yükselen özlemler iken peygamberlik özünde gökten inen bir hidayettir.94 Kur’an’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mana bakımından ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayali kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına aittir. Kur’an ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi ve ilahi yadigardır.95 Rasulullah’a şiir öğretilmediği zaten ona yaraşmayacağı ifadesi ilk bakışta şiiri kötüleme izlenimi vermektedir. Halbuki o dönemde şair kelimesi sadece şiir sanatında becerisi olanlar için değil, aynı zamanda görünmeyen alemle irtibatları bulunan kişiler hakkında da kullanılıyordu. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmek istemeyen ve hakkında türlü sıfatlar uyduran müşriklerin onu şair olarak nitelemeleri de bu sebebe dayanıyordu. Zaten Kur’an’ın şiir olmadığı açıkça görüldüğü için, Hz. Peygamber hakkında bugün bilinen anlamıyla şair demeleri, ileri sürdükleri iddiaya güç katamaz ve böyle bir gerekçeyle kamuoyunu etkileyemezlerdi. Nitekim müşriklerin Resulullah hakkında ithamlar içeren ifadelerinde Kur’an için “şiir” nitelemesi yer almamakta, sadece Hz. Peygamber şair olarak nitelenmekteydi. (Bk. Enbiya 21/5; Saffat 37/36; Tur 52/30; Hakka 69/41). Kur’an’da şiir kelimesi sadece bu ayette (Yasin Sür. 69 da) geçmektedir. II.V. Şair İlhamdan Güç Alır Bilinen anlamıyla şair de kendisine doğan ilhamdan güç alır; fakat İslam öncesi Araplar’da şair, tabiat üstü bir varlık tarafından sahip olunmuş (kuşatılmış, onun hükmü altına girmiş) kişi demekti. Onlara göre bu varlık (bir cin) vecd halindeki bir kişiye (şair) geçici olarak sahip olur, onun ağzından çoğunlukla beyitler şeklinde, normal Seyyid Kutub, Fî Zılal-il Kur’an, çev. Salih Uçan ,Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İstanbul, Dünya Yay.,1991, c.8, s. 481-482 95 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Azim Dağ., 1992, c.6, s.425 94 57 haldeki insanın söyleyemeyeceği heyecan veren kelimeler söyler. Cinin insana sahip olması (tecnin) olayı, yalnız Araplar’a veya Samiler’e özgü olmayıp eskiden beri bilinen ve modern zamanlarda Şamanizm olarak adlandırılan yaygın bir inanç ve anlayıştır. Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bize kadar gelen İslam öncesi şiirlerin çoğunluğu, son Cahiliyye devrine yani Arap şiirinin ilkel Şamanizm devrinden çok sonraya aittir; İslam zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen bugünkü manada bir sanat dalı haline gelmişti. Dolayısıyla Kur’an’ın geldiği sıralarda şairlerin hep bir cin tarafından sahip olunmuş kişiler olarak telakki edildikleri de ileri sürülemez; fakat hakim kültürün etkisiyle şair kelimesinin ilk çağrıştırdığı mananın bu olması önemlidir. Yine İslam’dan önceki son Cahiliye döneminde şairin sosyal mevkiinin Arabistan’ın eski devirlerindeki gibi yüksek olmadığı da gözardı edilmemelidir. Bu açıklamalar ışığında ayetin hedefi daha iyi anlaşılmaktadır ki bu da surenin başında kendisi üzerine yemin edilen Kur’an’ın ve hak peygamber olduğu vurgulanan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) verilen görevin mahiyetini aydınlığa kavuşturmaktadır. Açıktır ki, onun getirdiği vahiy sırf bir öğüt niteliğindedir. Yani kendisi için bir menfaat sağlama aracı olmayıp sadece insanlığın hayrına ve kurtuluşuna vesile olacak açıklamalar içermektedir. O, insanların beyinlerini uyuşturacak esrarengiz bilgiler ve bilmece gibi ifadeler taşıyan bir kelam değildir; aksine muhteva ve üslubuyla insanı düşünmeye sevk eden apaçık bir Kur’an’dır. Yine o, bazı ibadetlerde okunan ve okunup gereğince amel edilmesi karşılığında ecir alınan ilahi bir kitaptır. (Zemahşeri, III, 292).96 III. ŞİİRLE İLGİLİ AYETLER “Onlar, “Hayır! Bu sözler, karışık rüyalardır. Yok onu kendisi uyduruyor; yok o bir şairdir. (Bunlar )yoksa bize evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi bir mucize getirsin!..” dediler.97 Kafirler Kur’an’a ta’n etmekte üç kısma ayrıldılar: 96 97 Kur’an Yolu, yaz.(Komisyon), Ankara, D.İ.B.Yay., 2004, c.4, s.450-452 Enbiya 21/5 58 Birinci kısım: Muhammed (s.a.v.)’in Kur’an namıyla getirdiği şey rüyada görülmüş kuvve-i muhayyelenin hayallerinden ibarettir. Binaenaleyh; gece rüyada gördüğünü gündüz Kur’an’dır diyerek halka anlatmaktan ibarettir dediler. İkinci kısım: Muhammed (s.a.v.) kendi icat ettiği şeyleri tervic için Allah’u Teala’nın kelamı demekle iftira ediyor dediler. Üçüncü Kısım: Muhammed (s.a.v.) şairdir ve getirdiği Kur’an şiirdir dediler, “Kur’an rüyada görülen hayalat veya iftira veya şiir olunca nübüvveti ispata kafi mucize olamaz, binaenaleyh; eğer sözünde sadıksa evvel geçen milletlere gönderilen Rasuller gibi risaletini ispata kafi bir mucize ve nübüvvetine delalet eden bize bir alamet getirsin ki, biz de iman edelim” demekle Kur’an nübüvveti ispata kafi mucize olmadığını iddia ettiler. Halbuki düşünmediler ki, Kur’an’ ın mu’ciz olmasıyla beraber kendi menfaatlerini beyan ettiği, Saadet-i dünya ve saadet-i ahireti temine kafi bir çok hakayık ve dekayıkı cami olduğu ve mugayyebattan haber verdiği cihetle şiirle münasebeti olmadığı gibi elfazında fesahat ve belağatın evc-i alasında bulunduğu ve rüyada görülen hayalata müşabeheti olmayıp beşerin kudreti haricinde olduğu cihetle iftira ile alakası yoktur. Beyzavi’nin beyanı vechile bu ayette (bel) kelimesi ednadan a’laya terakki içindir. Çünkü “sihir demek bir nevi harika olmak itibariyle “edğaasi ahlam” demekten ehvendir. Zira; Kur’an’a edğaasi ahlam demek; sihirden eşna’dır; iftira demekse, daha ziyade şeni’dir. Kırk küsur sene Rasulullah’ı tecrübe edip asla yalan şaibesi görmedikleri ve şiir emmaresi bilmedikleri halde “şairdir” demek daha ziyade şeni’dir. Çünkü; rüya olsa kendilerinin de görmeleri ve şiir olsa onların da söylemeleri lazım gelirdi. Halbuki böyle rüya göremedikleri gibi böyle şiir söyleyemedikleri dahi meydanda olduğu halde bu gibi sözlere cüret, iftiradan başka bir şey değildir. 98 “Ve,” Biz, bir mecnun şair için, ilahlarımızı bırakır mıyız?” derlerdi.”99 98 99 Mehmed Vehbi, a.g.e., c.9, s.3392 Saffat 37/36 59 (Fetih 48/26) “Hamiyyetü’l Cahiliyye” (Cahiliye dönemine özgü büyüklenme kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve makul gerekçelerle davasını çürütemedikleri Rasulullah hakkında delilik, şairlik, kahinlik gibi saçma ithamlarda bulunup, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız kılacaklarını zannediyorlardı. 100 Onlar, Muhammed (s.a.v.)’e haşa cinnet isnad ederler ve şiire nispet ederek derler ki “Biz bir şair-i mecnunun davetine icabet eder de mabutlarımızı terk eder miyiz? Elbette terk etmeyiz.” İşte müşrikler böyle demekle küfürde inatlarını izhar ederler ve putlara ibadet etmek adetleri olup terk edemeyeceklerine ve terketmek kendileri için ayıp ve emr-i münker olduğuna işaret zımmında kelamlarını istiflam-ı inkariye delalet eden hemzeyle irad ettiler. Binaenaleyh; Fahr-i Kainat’ın akıl ve dehasını ve ilham-ı İlahiyeyle hikmete muvafık sözünü ve işini idrakten aciz olduklarından cinnete ve şiire nispet etmekle kemal-i hamakat ve beladetlerini izhar eylediler. Çünkü; kendilerinde fazilet ve meziyet yok ki faziletin kadrini takdir etsinler.101 “Yoksa, “O bir şairdir, biz onun felaketini gözetliyoruz” mu diyorlar.” 102 Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir ve İbni İshak’ın İbni Abbas’tan rivayet ettiklerine göre Kureyş, Dâr-ı Nedve’de Resulullah’ın durumunu görüşmek üzere toplandıklarında içlerinden biri şöyle dedi: “Onu kelepçeleyip hapsedin, daha önce geçen Zuheyr, Nabiğa ve A’şa gibi şairlerin helak olup gittiği gibi ölmesini bekleyin. Çünkü bu da onlar gibi bir şair.” Bunun üzerine “Yoksa (o)” bir şairdir biz ona zamanın felaketlerini bekliyoruz mu diyorlar?” ayeti indi. Onların “Kahindir veya mecnundur” sözleri seni bundan alıkoymasın. Sen Kureyş kafirlerinin cahillerinin dediği gibi ne bir kahin, ne de bir mecnun değilsin. Kahin; vahiy olmadan gaybı bildiği ve geçmişten gizli kalmış haberler aktardığı vehmini veren kişidir. Ama senin söylediklerin kehanet değildir. Sen sadece Allah’ın tebliğini emrettiği vahyi konuşursun. Mecnun ise, Arap örfünde şeytan çarpmış kişiye denir. Kur’an Yolu, a.g.e., c.4, s.469 Mehmed Vehbi, a.g.e., c.12, s.4705 102 Tur 52/30 100 101 60 Ey peygamber sen bu sözlere aldırma, bunlar çelişkili boş sözlerdir. Çünkü kahinin, kehanet yapması için zeki ve akıllı olması lazım gelir. Mecnun aklı kapalı insandır. Bu yüzden bir insana hem mecnun, hem kahin demek çelişkidir. Sonra Allah onların Rasulullah (s.a.v.) hakkında söyledikleri bir başka sözü daha reddederek şöyle buyurdu : “Yoksa (o) bir şairdir, biz ona zamanın felaketlerini bekliyoruz mu diyorlar?” Yani yoksa onlar “O bir şairdir, daha önce de benzeri bazı şairlerde görüldüğü gibi başına bir felaket gelir, helak olur gider, biz de böylece onun bu işinden kurtuluruz, getirdiği din de silinir gider” diyerek senin helakini mi bekliyorlar. 103 “Yoksa Onlar: O bir şairdir… mu diyorlar?” Yani onlar Muhammed (s.a.v.) bir şairdir diyorlar. Sibeveyh dedi ki : Allah’ın kullarına bu buyruklar ile, kendi ifadelerinde kullanılan üslup ile hitap edilmiştir. Ebu Cafer en Nehhas da şöyle demiştir: Bu güzel bir açıklamadır. Şu kadar var ki, bunun gerekli şekilde açıklaması yapılmamıştır. Sibeveyh şunu anlatmak istiyor: “(em):Yoksa” lafzı Arapça’da bir konudan başka bir konuya geçiş için kullanılır. Şairin şu ifadesinde olduğu gibi: “Sen güzelliğinden süslenme ihtiyacı olmayan birisinden uzak mı kalırsın, yoksa onu kınar mısın?” İşte Yüce Allah’ın Kitabında bu türden varid olmuş olan buyrukların anlamı takrir (doğruyu söyletmek) azarlamak ve bir konudan, başka bir konuya geçiş kabilindedir. “Biz onun, zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz.” Katade dedi ki: Kafirlerden bir topluluk: Siz Muhammed’in ölümünü bekleyiniz. Filan oğullarının şairinin işini ölüm hallettiği gibi, sizi de ölüm Muhammed’den kurtaracaktır, demişlerdi. Ed_Dahhak dedi ki: Bu sözleri söyleyenler Abdu’d-dar oğullarıdır. Onlar bu sözleriyle onun şair olduğunu söylemiş oluyorlardı. Yani bundan önce şairler nasıl 103 Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, Dımeşk, Daru’l Fikr, 1998, c.27, s.73-75 61 öldüyse, o da pek yakında ölecektir. Üstelik babası da genç yaşta ölmüştü. Belki o da babası gibi genç yaşta ölür. El-Ahfeş dedi ki: Bu ifade: “Biz onu zamanın ızdırab veren musibetine uğrayıncaya kadar bekliyoruz” anlamındadır. “Izdırap veren musibet”: İbn Abbas’ın açıklamasına göre ölümdür. Es-Süddi, Ebu Malik’ten, o İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Rayb” Kur’an’ı Kerim’de şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yalnız et-Tur Sure’sindeki bir yer müstesnadır. “Raybe’l Menun” zamanın olayları ve musibetleri demektir. Şair de şöyle demiştir: “Başına gelecek zamanın musibetlerini bekle, olur ki Bir gün boşanır yahutta onun helali (kocası) ölür.” Mücahid de şöyle demiştir: “Zamanın musibeti” zamanın olayları anlamındadır. “el-Menun” zaman ile aynı şeydir. El-Esmai dedi ki: “el-Menun” gece ve gündüz demektir. Onlara bu ismin veriliş sebebi ömrü eksiltmeleri ve ecelleri sona erdirmeleridir. Yine ondan nakledildiğine göre zamana “menun” deniliş sebebi, hayatın gücünü alıp götürmesinden dolayıdır. “el-Menun” müzekker ve müennes olarak gelir. Bunu müzekker olarak kabul eden “zaman” anlamında ya da ölüm anlamında kabul ederken, müennes olarak kabul edenler ise, sanki bununla “ölüm” lafzını kastetmiş gibi olurlar.104 “Yahut bunu onlara akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir kavim midir?”105 Yani onlara bir şeyler mi iniyor, yoksa onlara bu çelişkili sözleri akılları mı emrediyor? Ki bu sözler, Kur’an’ın bir sihir veya kehanet veya bir şiir olduğu iddiaları ile Rasulullah (s.a.v.) hakkında “mecnun” ve “o bir şairdir ve kahindir” gibi sözleridir. Çünkü şair, kahin, mecnun ayrı ayrı şeylerdir. Şair hikmetli konuşur, kahin hurafelerden bahseder, mecnun ise aklını yitiren kişidir. Halbuki Kureyş büyüklerinin akıllı, zeki ve fatin insanlar oldukları söylenir. Bu ayetle Allah onların hakkı batıldan ayıramayan akıllarıyla alay etti. Eğer akıllı olmuş olsalardı, hakla batılı, mucize ile mucize olmayanı Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari el Kurtubi, El-Camiu Li Ahkami’l –Kur’an, Beyrut, Daru’l Kutubu’l İlmiyye,1993, c.17, s.48-49 105 Tur 52/32 104 62 ayırabilirlerdi, Resulullah (s.a.v.) için bazen mecnun, bazen şair, bazen de kahin demek suretiyle tenakuza düşmezlerdi. Zira kehanet ve şairlik maharet ister, zeka, sanat ve hayal gücü ister.106 “O bir şair sözü değildir. Siz ne az inanıyorsunuz! O, bir kahin sözü de değildir. Siz ne az düşünüyorsunuz!”107 buyrulmaktadır. Mukatil şöyle der: “Cenab-ı Hak buradaki “kalil” (az) sözü ile, onların, Kur’an’ın Allah’tan olduğuna hiç inanmadıklarını kasdetmiştir. Buna göre mana, “onlar hiç iman etmezler” şeklinde olur. Nitekim Araplar, “Bize hiç gelmiyor” manasında “Kalle ma ye’tina (Bize ne de az gelir)” derler. O kafirler, kalben buna inanıyorlardı. Ama bundan hemen dönüyor, bu konuda yaptıkları istidlalleri tamamlamıyorlardı. Hak Teala, “O (kafir) düşündü, ölçüp biçti. Sonra da, “bu ancak seçkin bir büyüdür” dedi” (Müddesir, 18-24) buyurmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şair olmayışını bildirirken, “ne az iman ediyorsunuz” un ifadesini; kahin olmadığını bildirirken ise, “ne az tezekkür edersiniz” ifadesini getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Hak Teala sanki, “Bu Kur’an bir şairin sözü değildir. Çünkü bunun özellikleri, bütün şiir çeşitlerinden farklı. Fakat siz iman etmiyorsunuz, yani imana yönelmiyorsunuz. İşte bundan dolayı da düşünmekten yüz çeviriyorsunuz. Eğer imana niyetlenmiş olsaydınız, “O bir şair” şeklindeki sözünüzün yalan olduğunu bilirdiniz. Çünkü Kur’an’ın terkibi-üslubu –özelliği, bütün şiir çeşitlerinden farklıdır. Yine bu Kur’an, bir kahin sözü de değildir. Çünkü kahinlerin sözü, şeytanlar ve şeytanların inkarından kaynaklanır. Binaenaleyh bunun, şeytanların öğretmesiyle olması mümkün değil. Fakat sizler, Kur’an’ın nazmının nasıllığını ve şeytanları kınadığını hesaba katmıyorsunuz. Dolayısıyla da bunun kehanet nev’inden olduğunu söylüyorsunuz” demektedir.108 Şuara suresi’nin 224. ayetinde: “Şairler (e gelince), onlara da sapıklar uyar.”109 106 Zuhayli, a.g.e., c.14, s.68-69 Hakka 69/41,42 108 Razi, a.g.e., c.22, s.110 109 Şuara 26/224 107 63 Hak ve gerçek peşinde değil, sade bir istek, arzu ve hevesleri peşinde giden, hep zevk ve eğlence arayan şaşkınlar ve azgınlar onların ardına düşerler. 110 “Şeytanların, kehaneti kahinlere; şiiri de şairlere ilham edip, vermeleri gibi; Kur’an’ı da Hz. Muhammed (s.a.v)’e getirdiğini söylemek niçin mümkün olmasın?” deyip, Cenab-ı Hak da, Hz. Muhammed (s.a.v.)’le kahinler arasındaki farkı ortaya koyunca, bu ayetlerde de, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile, şairler arasındaki farkı gösteren şeyleri bildirmiştir. Bu fark da, şairlere, genelde azıp-sapanların tabi olmuş olmalarıdır. 111 IV. AYETLERİN IŞIĞINDA ŞİİRİN HÜKMÜ Yüce Allah’ın : “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğu ile ilgili açıklamaları altı başlık halinde sunabiliriz. IV.I. Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir İbn Abbas dedi ki: burada kasdedilen kafirlerdir, onlara cin ve insanlar arasından sapık olanlar “uyar”. “Azgınlar (el-Gâvûn)”ın haktan uzaklaşmış olanlar anlamında olduğu söylenmiştir. Böylelikle şairlerin de aynı şekilde azgın kimseler olduklarını göstermektedir. Çünkü şairler azgın kimseler olmasalardı, kendilerine uyanlar da onlar gibi olmazlardı.112 Müslim’in rivayetine göre Amr b. Eş-Şerrid babasından şöyle dediğini nakletmiştir: Bir gün Rasulullah (s.a.v.)’ın terkisine binmiştim. “Umeyye b. Ebi’sSalt’ın şiirlerinden bir şey biliyor musun?” diye sordu. Ben: Evet dedim, O: “Oku” dedi. Ben de ona bir beyit okudum. Bir daha: “Oku” dedi, yine ona bir beyit daha okudum, tekrar: “Oku” dedi ve bu ona yüz beyit okuyuncaya kadar böylece devam etti.113 Bu hadiste, eğer bir takım hikmetler şer’an ve tabiat itibarıyla güzel görülen bir takım manalar ihtiva ediyor ise, şiir ezberleyip, onlara itina gösterilebileceğine delil Elmalı, a.g.e., c.6, s.120 Razi, a.g.e., c.17, s.390 112 Kurtubi, a.g.e., c.13, s.145-148 113 Müslim, IV, 1767; Müsned, IV,390 110 111 64 vardır. Peygamber (s.a.v.) Ümeyye şiirinden kendisine daha çok okunmasını istemiştir. Çünkü Ümeyye hakim birisi idi. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümeyye b. Ebi’s-Salt az kalsın müslüman oluyordu.” 114 Yüce Allah’ı zikretmeyi, O’na hamd u senada bulunmayı ihtiva eden şiirlere gelince, bu şiirler de mendub şiirlerdir. el-Abbas’ın şu beyitlerinde olduğu gibi Allah Rasulu’nden söz eden yahut onu öven şiirler de böyledir. “Önceden sen tertemizdin gölgelerde de, Sonra dünyaya indin, bir beşer değildin (henüz) Ne bir çiğnemelik et, ne de bir kan pıhtısı, Aksine gemiye binen bir nutfe idin, o vakit Nesrin( putunun) ve ona tapınanların, Seller ağızlarını gemlemişti, Bir alem geçip gitti mi, yeni bir nesil baş gösterirdi.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona: “Allah ağzına sağlık versin”diye buyurdu.115 Zeyd b. Eslem’in rivayet ettiği gibi peygambere salat ve selam ihtiva eden şiirler de böyledir: Ömer bir gece bekçilik yapmak üzere dışarıya çıkmıştı. Bir evde bir kandilin yanmakta olduğunu gördü. Bir yaşlı kadının yün atarken şunları söylediğini duydu: “İyilerin salatı Muhammed’e olsun, En iyiler, en hayırlılar ona salat eylesin. 114 115 Müslim, IV, 1767; İbn Mâce, II, 1236; Müsned, IV, 388-389 el-Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, VIII, 217 65 Sen seher vakitlerinde çokça namaz kılan ve ağlayandın, Ah keşke bilebilsem- ölümler çeşit çeşittir. Acaba sevgilimle aynı yurtta bir arada olabilecek miyim?” Bununla Peygamber (s.a.v.)’i kasdediyordu. Bunu duyan Ömer (r.a.) oturup, ağladı. Peygamber (s.a.v.)’ın ashabını anmak ve onları övmek de bu şekildedir. Muhammed b. Sabık’ın şu beyitleri ne kadar güzeldir: “Hidayetin bayrağı olarak Ali’yi seçtim ben, Aynı şekilde mağara arkadaşı Atik’i (Ebu Bekir’i) seçtiğim gibi, Ben Ebu Hafs’tan (Ömer’den) ve onun taraftarlarından da razıyım, O yaşlı (halife Osman)’ın evinde öldürülmesine ise razı değilim. Bana göre bütün sahabiler uyulacak önderlerdir, Bu sözümden dolayı acaba benim için bir ar olur mu? Benim onları yalnız senin için sevdiğimi, Biliyorsan eğer, Sen de beni cehennem ateşinden azad et.” Ka’b b. Züheyr, Peygamber (s.a.v.)’e şu beyitler (ile başlayan meşhur kasidesi)ni okumuştur: “Suad ayrıldı bugün, kalbim hastadır bu yüzden, Bir köledir ardında azad edilemeyen ve zincirlere vurulmuş. Yola koyulduklarında ayrılık sabahında Suad’ın, Tatlı bir name vardı sesinde sürmeli bakışlarıyla da bakıyordu önüne, Islak, parlak dişleri görülürdü ağzında gülümsediğinde, 66 Andırıyor tükrüğü ardı arkasına şarap içirilmiş, susamış bir ağzı.” Ka’b bu kasidesinde harikulade istiare ve benzetmelerde bulunmuş, Peygamber (s.a.v.) bunları dinlemiş, Suad’ın ağzındaki tükrüğü şaraba benzetmesine de karşı çıkmamıştı. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’de şu beyitleri söylemiştir: “Sen bizi bırakıp gitmekle biz de vahyi yitirdik. Artık Allah’ın kelamı bize elveda dedi. Değerli kağıtların miras aldıkları, Ve bize bıraktıkların dışında… Sen bize bir doğruluk mirası bıraktın Bundan ötürü selam ve salat sana.” Rasulullah (s.a.v.) şiiri dinlediğine, Ebubekir (r.a.) şiir söylediğine göre artık bundan daha ileri derecede taklit edilecek ve uyulacak kimseler olabilir mi? Ebu Ömer (b. Abdi’l Berr) dedi ki: İlim ehlinden ve akıl sahiplerinden hiçbir kimse, güzel olan şiire karşı çıkmaz. Ashabın büyüklerinden, ilim ehlinden ve kendisine uyulacak konumda olanlardan şiir söylememiş, yahut mübah kabilden olup da muhtevasında hayasızlık, düşüklük, müslüman’a da herhangi bir eziyet ihtiva etmeyen bir şiiri dinleyip de beğenmemiş hiçbir kimse yoktur. Şayet şiirde ahlaksızca ifadeler, kötü sözler ve müslüman’a eziyet eden ifadeler bulunursa, şiir ile nesir arasında hiçbir fark yoktur. Onun dinlenmesi de, söylenmesi de helal değildir.116 Ebu Hureyre rivayetle dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.v.)’ı minber üzerinde iken şöyle buyururken dinledim: “ Arapların söylemiş olduğu en doğru- ya da en şairane- söz Lebid’in söylediği: 116 Kurtubi, a.g.e., c.13, s.148-151 67 “Şunu bil ki: Allah’ın dışındaki her şey batıldır.”117 Bu hadisi Müslim rivayet etmiş ve ayrıca şunu eklemiştir : “Ümeyye b. Ebi’s-Salt da az kalsın müslüman olacaktı.”118 “İbn Sirin’in rivayet ettiğine göre o bir sefer bir şiir okumuş, meclisinde bulunanlardan birisi ona : Ey Ebu Bekir senin gibi birisi şiir mi okurmuş? deyince şu cevabı vermiş: Be hey adam, şiir diğer sözlerden kafiyeleri dışında herhangi bir farkı bulunan bir söz müdür? Onun güzeli güzel, çirkini de çirkindir. Dedi ki: Onlar şiirin müzakeresini dahi yapıyorlardı. Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b.Mes’ud- Medine’deki on fakihten birisidirondan sonra Medine’nin yedi fukahasından birisidir. Oldukça üstün bir şair ve şiirde ileri seviyeye ulaşmış birisiydi. Kadı ez- Zübeyr Bekkar’ın da bir şiir kitabı vardır. Asme adında güzel de bir hanımı vardı. Bir gün bir işten dolayı ona kızdı ve onu boşadı. Onun hakkında söylediği pek çok şiirleri vardır. Bunlardan birisi de şöyledir : “Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse, Uçacağım: eğer insan için uçmak mukadderse.” İbn Şihab dedi ki: Ben ona bu kadar ibadet eden, bu kadar faziletli bir kimse olmana rağmen şiir söylüyorsun (öyle mi?) dedim. O şöyle dedi: Göğsünden (kalbinden) rahatsız olan bir kimse derin nefes alabildi mi iyileşir.”119 IV.II. Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir Dinlenmesi helal olmayan, söyleyeni de yerilen, zemmedilmiş şiire gelince, bu batıl sözlerin bulunduğu şiirdir. Öyle ki insanların en korkağını Antere’ye, en cimrilerini Hatim’e üstün gibi gösterirler. Suçsuz, günahsız kimseye iftira ederler. Takva sahibi kimsenin fasık olduğunu ileri sürerler. Kişinin yapmadığı şeyleri yapmış gibi söyleyecek kadar aşırı giderler. Bunu da can sıkıntısını gidermek ve sözleri güzelleştirmek için yaparlar. 117 Müslim, IV, 1768; Müsned, II, 444,480 Müslim, IV,1768 119 Kurtubi, a.g.e., c.13, s. 148-150 118 68 Rivayete göre en-Numan b. Adi b. Nadla, Ömer b. el- Hattab (r.a)’ın tayin ettiği bir görevli idi. O şöyle demişti: “Kim o güzel kadına şu haberi götürebilir ki; Onun kocasına Meysan’da cam (kâselerle) ve testilerle (şarap) içiriliyor. İstersem bir köyün dihkanlarını (sahiplerini,otoriteleri) bana şarkı söyler, Ve bir rakkase her bir parmak ucu üzerinde yükselir. Şayet sen bana içki sunan kimse isen, o büyük kase ile sun bana Küçük ve ağzı pürüzlü olanla sunma sakın. Belki Mü’minlerin Emiri’nin hoşuna gitmez. Bizim o yıkık, eski köşkte içki sohbetimiz.” Bu husus Hz. Ömer (r.a.)’e ulaşınca, yanına gelmek üzere ona haber gönderdi ve : Evet, Allah’a yemin ederim ki, bu benim hoşuma gitmez, dedi. Bu sefer en-Numan b.Adi: Ey Mü’minlerin Emiri, söylediklerimin hiçbirisini yapmış değilim. Sadece Fuzuli birtakım sözlerden ibaretti onlar, zaten yüce Allah’da : “Şairlere de azgınlar uyar, görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler” buyurmaktadır. Bunun üzerine Ömer (r.a.) ona şöyle dedi: Evet, senin gösterdiğin bu mazeret sana uygulanacak haddin önünü almıştır. Fakat sen bu sözleri söyledikten sonra ebediyen benim emrimde çalışmayacaksın. İşte yerilen şiirler ile bu şiirlerin şairlerinin hükmü budur. Böyle bir şiiri dinlemek mescid veya bir başka yerde okumak helal olmaz. Tıpkı çirkin nesir sözler ve benzerinde olduğu gibi. İsmail b. Ayyaş, Abdullah b. Avn’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu Hureyre’den rivayetle dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “ Güzel şiir, güzel söz gibidir. Çirkini de çirkin söz gibidir.” Bunu İsmail b. Abdullah eş- Şami rivayet 69 etmiştir. Onun Şam ahalisinden yaptığı rivayetler Yahya b. Main ve başkalarının söylediklerine göre sahihtir. Abdullah b. Amr b. el-Âs rivayetle dedi ki : Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şiir de söz ayarındadır. Onun güzeli güzel söz gibidir, çirkini de çirkin söz gibidir.”120 IV.III. Olumsuz Şiire Karşı Tavır Müslim’in rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizden herhangi birinizin içinin irinle dolması, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır.”121 Yine Sahih’de Ebu Said el- Hudrî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yolda giderken şiir okuyan bir şair ile karşılaştık. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şu şeytanı yakalayınız. Çünkü herhangi bir kimsenin içinin irin ile dolması, şiir ile dolmasından onun için daha hayırlıdır.”122 İlim adamlarımız der ki: Peygamber (s.a.v.)’in bu şaire böyle bir uygulama yapması, onun halini bilmesinden sonradır. Bu şairin şiiri kazanç elde etmek için bir yol edinmiş olduğunu ve kendisine mal verilecek olursa, övmekte aşırı gittiği, verilmeyecek olursa hiciv ve yergide ileri giderek, insanlara mallarında ve namuslarında eziyet verdiğini daha önceden öğrenmiş olabilir. Böyle bir durumda olan bir şairin şiir sebebiyle elde ettiği her türlü kazancın haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta söylediklerinin hepsi de onun için haramdır, ona kulak asmak helal olmaz. Aksine ona gereken şekilde tepki göstermek icap eder. Bu hadisin yorumu ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama şudur: Böyle bir hüküm şiirin etkisi altında kalan ve onun dışında herhangi bir bilgi sahibi olmaksızın hep onu öğrenip belleyen kimse hakkındadır. Bu kimse zikir namına hiçbir şey bilmez Buhari, el- Edebu’l Müfred, I, 299; Darakutni, IV,156; el- Heysemi, Mecmau’z Zevaid, VIII, 122 Müslim, IV, 1769; Buhari, V, 2279; Tirmizi, V,140,141; Müsned, II, 39,288,478,480 122 Müslim, IV,1769; Müsned, III, 8,41 120 121 70 ve bu şiirlerle de hep batıla dalar gider, kendisi için öğünülmeyecek türden yollar izler. Boş sözler, gelişi güzel konuşmalar, gıybet ve çirkin sözleri çokça söyleyen gibi. Bu şekilde şiirin etkisi altında kalmış bir kimseden bu aşağılık ve yerilmiş vasıflar ondan ayrılmaz. İşte Buhari’nin Sahih’inde bu hadisin başında açmış olduğu babta (başlıkta) zikrettiği ifadeler bu hususa işaret etmektedir. “İnsanın şiirin etkisi altında kalmasının mekruh oluşu (ile ilgili varid olmuş rivayetler.)”123 IV.IV. Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir Şafi dedi ki: Şiir bir çeşit sözdür. Onun güzeli güzel çirkini de çirkin söz gibidir. Yani şiir bizatihi hoşlanılmayan bir şey değildir. O muhtevaları dolayısıyla mekruh görülür. Arapların nezdinde şiirin pek büyük bir etkisi vardı. O bakımdan onlardan birisi çok önceleri şöyle demiştir: “Ve dilin yarası elin açtığı yara gibidir.” Peygamber (s.a.v.)’de Hassan’ın müşriklere cevap vermiş olduğu şiir hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki bu onlarda ok atmaktan daha güçlü bir etki bırakır.”124 Tirmizi de sahih olduğunu belirterek kaydettiği rivayete göre İbn Abbas’tan şöyle nakledilmiştir: Peygamber (s.a.v.) kaza umresi esnasında Abdullah b. Revaha önünde yürüdüğü halde Mekke’ye girdi. Bu sırada Abdullah b. Revaha şöyle diyordu: “Ey kafir oğulları! Açılın yolumdan, Bugün sizinle onun (Kur’an’ın) indirilmesi dolayısıyla çarpışırız, Öyle darbeler indiririz ki, kelleleri boyunlarından ayırır, Ve dosta dostunu hatırlatmaz olur.” 123 124 Buhari, V, 2279 Müslim, IV, 1935 71 Ömer: Ey İbn Revaha! Allah’ın hareminde ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın huzurun da mı (böyle diyorsun)? Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bırak onu ey Ömer! Andolsun bu onlara atılan oklardan daha hızlı etki eder.”125 IV.V. Şairlerin İzleyicileri ed-Dahhak dedi ki: Biri ensardan diğeri muhacirlerden iki kişi Rasûlullah (s.a.v.)’in döneminde karşılıklı olarak hicivleştiler. Bunların her birisinin yanında da kavminin azgın olanları- demek olan beyinsizleri- vardı. Bunun üzerine bu ayeti kerime (“Şairlere de azgınlar uyar”) nazil oldu. İbn Abbas da böyle demiştir. Yine ondan gelen rivayete göre bunlardan kasıt şiirleri rivayet edenlerdir. Yine Ali b. Ebi Talha’nın ondan rivayetine göre bunlardan kasıt kafirlerdir. Onlara cin ve insanların sapıkları uyar. Ğudayf’in rivayetine göre de peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim İslam dininde hicvetme çığrını aşarsa onun dilini kesiniz.”126 İbn Abbas’tan rivayete göre de peygamber (s.a.v.) Mekke’yi fethedince İblis kederle öyle bir bağırdı ve etrafında zürriyetini topladı ve dedi ki: Artık Muhammed (s.a.v.)’in ümmetini bu günden sonra tekrar şirke döndüreceğinizden yana ümidinizi kesiniz. Fakat bu iki yerde –Mekke ve Medine’de – şiiri yaygınlaştırınız. IV.VI. Şiiriyle Öc Alanlar Yüce Allah’ın: “Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler.”127 buyruğu şu demektir: Onlar her boş işe dalarlar. Hak yola uymazlar. Çünkü hak yola uyup söylediği sözlerin aleyhine yazılacağını bilen bir kimse söyleyeceği sözleri tartar ve öyle söyler. Bu kimse burnunun doğrultusunda, ne söylediğine aldırmadan serserice söz söylemez. Bu ayeti kerime Abdullah b. Ez-Ziba’ri, Müsafi b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s- Salt hakkında inmiştir. 125 Ebu Abdullah Muhammed b. Abdilvâhid el- Makdisi, el- Ehadisû’l- Muhtara, IV, 416,417 el- Heysemi, Mecmau’z- Zevaid, VIII, 123 127 Şuara 26/225 126 72 “Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.” 128 Yani onların çoğu yalan söylerler. Sözlerinde cömertlikten ve iyi şeylerden söz ederler, ama onlar bu işi yapmazlar. Bu ayeti kerimenin Ebu Azze el- Cumahî ‘nin şu beyitleri söylemesi üzerine onun hakkında nazil olduğu da söylenmiştir: “Dikkat edin! Benden peygamber Muhammed’e şu haberi götürün: Muhakkak ki sen hak (peygamber) sın mutlak malik olan Allah her hamde layıktır.” “Fakat bana Bedir ve Bedir’dekiler hatırlatıldı mı, Kemiklerim de, derilerim de ah çekip inler.” Daha sonra Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha , Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyr ve hak sözü söylemek bakımından onların izinden giden mü’min şairlerin şiirlerini istisna ederek şöyle buyurmaktadır: “Ancak iman edip, Salih amel işleyen, Allah’ı (sözlerinde) çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öclerini alanlar müstesna…”129 Öc almak ancak hak ile ve yüce Allah’ın çizdiği sınırlar çerçevesinde olur. Eğer bu sınırları aşacak olursa, bu sefer batıl yol ile intikam alınmış olur. Ebu’l Hasen el-Müberred dedi ki : “Şairlere de ” buyruğu nazil olunca, Hassan, Ka’b b.Malik ve İbn Revâha ağlayarak Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna geldiler ve : “Ey Allah’ın peygamberi dediler. Allah bizim şair olduğumuzu bildiği halde bu ayeti kerimeyi indirmiş bulunuyor. Peygamber (s.a.v.) bu sefer onlara ondan sonraki buyrukları okuyun dedi: “Ancak iman edip salih amel işleyen” kimseler sizlersiniz. “Allah’ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna!” İşte bunlar da sizlersiniz. Öç almak ise müşriklere cevap vermekle olur. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Haydi siz de öcünüzü alınız, fakat haktan başka bir şey söylemeyiniz. Babalardan, annelerden de söz etmeyiniz.” Ka’b da : Ey Allah’ın Rasulu dedi. Şüphesiz ki Allah şiir hakkında senin bildirdiğin buyrukları indirmiş bulunuyor. Bu hususta ne dersin? Peygamber (s.a.v.) 128 129 Şuara 26/226 Şuara 26/227 73 şöyle buyurdu: “Muhakkak ki mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nefsim elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara attıklarınız tıpkı oklar gibidir.”130 Ka’b dedi ki : “Suhayna (çorbacılar, Kureyş’i kastediyor) geldi ki Rabbi ile yarışsın da mağlup etsin diye, herkesi yenik düşüren kimse ile yarışa kalkan, elbette yenik düşecektir.”131 ed-Dahhak’ın İbn Abbad’ın rivayetine göre o yüce Allah’ın : “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğu daha sonra gelen “ancak iman edip, salih amel işleyen…ler müstesna” buyruğu ile neshedilmiştir. el- Mehdevi dedi ki: Sahih’te İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bu bir (nesih değil istisnadır.)” 132 Bize göre de doğrusu budur. IV.VI.I. Yapmadıklarını Söyleyen Şairler “Onlar, hep, yapamayacakları şeyleri söylüyorlar.” Bu da dalalet işaretlerindendir. Çünkü onlar, bazen cömertliğe teşvik ediyor, bazen cömertlikten yüz çevirtiyor; bazen cimriliğe teşvik ediyor, bazen ise, ondan nefret ettiriyor; bazen insanları, atalarından çıkmış ufacık bir kusur ile tenkit ediyor, ama kendileri daha büyüğünü yapıyorlar. Bu da onların azıp sapmalarına delalet ediyor. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelince, O, işe önce kendisinden başlamıştır. Çünkü Cenab-ı Hak ona, “Sakın Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma. (sonra) azaplandırılanlardan olursun”133 buyurmuştur. Daha sonra da oymak oymak akrabalarına dini tebliğ etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak O’na “Sen (önce) aşiretini uyar”134 diye emretmiştir ki bütün bunlar, o şairlerin yollarına benzemez. Bu anlattıklarımız ile, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in durumunun, o şairlerinkine benzemediği ortaya çıkar. 130 Müsned, VI, 387 Sıddik b. Hasen el-Kannûci, Edebu’l Ulûm, I, 330 132 Kurtubî, a.g.e., c.13, s.151-154 133 Şuara 26/213 134 Şuara 26/214 131 74 IV.VI.II. Makbul Şairler Cenab-ı Hak daha sonra, işte Hz. Peygamber ile şairler arasındaki farkı anlatmak için, şairlerin bu kötü özelliklerini sayınca şu dört vasfı taşıyan şairleri, bunlardan istisna etmiştir: 1- “İman, bu “iman edenler müstesna” cümlesi ile anlatılmıştır.” 2- Ameli salih. Bu da ayette “Salih amelde bulunanlar” cümlesi ile anlatılmıştır. 3- Bunların şiirlerinin, tevhid, nübüvvet ve insanları hakka davet hususlarında olması… Bu da, “Allah’ı çok zikrederler” cümlesi ile anlatılmıştır. 4- Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında, hiç kimseyi hicvetmemeleri… Bu da, “Zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildir” cümlesi ile anlatılmıştır. Çünkü Cenab-ı hak, “Allah, çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez, zulme uğrayanlardan olursa bu müstesna...”135 buyurmuştur. Hem sonra bu hususta şart olan, haddi aşmayı bırakmaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, “Kim size karşı haddi aşarsa , siz de tıpkı onların haddi aşmaları kadar ona karşı koyun (haddi aşın)”136 buyurmuştur. Ayette ki, bu istisna ile, Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyr gibi şairlerin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü bunlar şiirleriyle Kureyş kafirlerini hicvediyorlardı. Ka’b b. Malik, (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) bana, “Kureyş’i hicvedin. Canım, elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizin onlara bu hicviniz, ok yağdırmadan daha çetindir.” Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), Hassan b. Sabit (r.a.)’e hep, “Söyle, Ruhûl Kudüs de seninledir” derdi.”137 V. ŞİİR HAKKINDA PEYGAMBER (S.A.V)’İN HADİSLERİ Şiir hakkında Peygamber Efendimizin birçok hadisi edebildiğimiz kadarıyla, bu hadislerin hepsini, nakletmeye çalışalım. 135 Nisa 4/148 Bakara 2/194 137 Razî, a.g.e., c.17, s.391 136 75 vardır. Tespit Ubey İbnu Ka’b (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki : “Şiirde hikmet vardır.”138 Ebu Davud’da İbnu Abbas (r.a.)’dan yapılan bir rivayet şöyledir : “Rasulullah (s.a.v.)’a bir bedevi geldi. (Dikkat çekici bir üslupla) konuşmaya başladı. Efendimiz: “Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de hikmetler vardır” buyurdu.”139 Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “ Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Sizden birinin içine onu bozacak irin dolması, şiir dolmasından hayırlıdır.” 140 el-Hudri’den Müslim’in kaydettiği bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Rasulullah(s.a.v.) yürümekte iken karşısına şiir inşad eden bir şair çıktı. Efendimiz: “Şeytanı tutun” veya “Şeytanı yakalayın”diye emretti. Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) şair Hassan İbnu Sâbit (r.a.)için mescide hususi bir minber koymuştu. Hassan, orada kurulup mufâhara yapar veya Rasulullah (s.a.v.)’ı hasımlarına karşı müdafaa ederdi. Peygamberimiz “Allah (c.c.) Hassan’ı, Rasulullah’ı müdafaa ettiği veya onun adına mufâhara yaptığı müddetçe Ruhu’l –kudüs’le takviye etmektedir” derdi .”141 Amr İbnu’ş- Şerrid, babasından (Şerrid’den naklen radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün ben Rasulullah’ın bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana : “Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi’s-Salt’ın şiirinden bir şeyler var mı?” diye sordu. Ben: “Evet!”deyince : “Söyle!” dedi. Ben kendisine bir beyit okudum. O yine: “devam et!”dedi. Ben bir beyit daha okudum. O yine, Buhâri, Edeb 90; Ebû Dâvud, Edeb, 95; Tirmizi, Edeb, 69; İbnu Mace, Edeb, 41 Ebu Davud, Edeb, 95, Tirmizi, Edeb, 63 140 Buhari, Edeb, 92; Müslim, şiir 7; Ebu Davud, Edeb 95; Tirmizi, Edeb, 71 141 Buhari, Edeb, 91; Ebu Davud, Edeb, 95; Tirmizi, Edeb, 70 138 139 76 “Söyle!”emretti. Böylece kendisine yüz beyit okudum.” 142 Câbir İbnu Semure (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasulullah (s.a.v.)’la yüz defadan fazla birlikte oturdum. Ashabı ona şiirler okuyor, cahiliye devriyle ilgili hadiseleri zikrediyorlardı. Rasulullah (s.a.v.) da sâkitane onları dinlerdi. Bazen (anlatılanlara) onlarla birlikte tebessüm buyurduğu olurdu.”143 Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “ Rasulullah (s.a.v.) Umretu’l-kaza sırasında Mekke’ye girdiği zaman şairi Abdullah İbnu Ravâha, önünde yürüyor ve şu şiiri okuyordu: “Ey kafir çocukları (Rasulullah’a) yol açın! Bu gün ona gelen vahiy adına, size, öyle bir vururuz ki, tepenizi yerinden uçurur, ve dostu dostuna unutturur.” Bunu gören Hz. Ömer: “Ey İbnu Ravâha! Sen Rasulullah (s.a.v.)’ın önünde ve Allah’ın Harem bölgesinde şiir mi okuyorsun?” dedi. Ancak Rasulullah: “Ey Ömer bırak onu. Onun şiirleri, Mekkeli kafirlere oktan daha çabuk tesir eder!” diyerek müdahale etti.” Yine Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.)’ın (kafilenin yürüyüş temposunu ezgileriyle) canlı tutan bir kölesi vardı, adı Enceşe idi. Bu zat güzel sesli birisiydi. Rasulullah (s.a.v.) ona: “Ey Enceşe ağır ol! Şişeleri kırma- veya şişeleri sevkederken ağır ol- dedi. Şişe ile zayıf kadınları kastediyordu.” 144 Heysem İbnu Ebi Sinan’ın anlattığına göre, bu zat, Ebu Hureyre (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’ı zikrettiği kıssalarında dinlemiştir. (Bu kıssaların birinde) Ebu Hureyre, Efendimizin şu sözünü nakletmiştir: Müslim, şiir 1 Tirmizi, Edeb 70 144 Buhari, Edeb 90; Müslim, Fezail 70 142 143 77 “O sizin bir kardeşinizdir, uygunsuz bir söz söylemez.” (Ravilerden Zuhri der ki:) “Rasulullah, burada İbnu Ravâha’yı kastetmiştir.” (Abdullah İbnu Ravâha, Efendimiz hakkında methiyede bulunmuştur:) “Tanyeri ağarıp Fecr-i sâdık yükseldiği sırada Rasullullah, bize kitabını okuyarak geldi. O bize körlükten (dalaletten) sonra hidayeti gösterdi. Kalplerimiz onun söylediklerinin hak olduğuna inanmıştır. Kafirlere yatakları ağırlık verirken, Rasulumuz geceyi uyanık geçirir.” 145 V.I. “Cebrail Seninle Beraberdir” Hz. Berâ (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.), Kureyza günü, (şairi) Hassan İbnu Sabit’e: “Müşrikleri hicvet, zira Cebrail seninle beraberdir!” dedi.” 146 Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Hassan İbnu Sabit, (Mekkeli)müşrikleri hicvetmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’den izin istedi. Hz. Peygamber : “Benim nesebimi nasıl hariç tutacaksın?” dedi. Hassan (r.a.): “Senin (nesebini) sade yağdan kıl çeker gibi, onlardan çekip çıkaracağım!” cevabını verdi.” 147 Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.)’ın şöyle söylediğini işittim: “Hassân onları –yani müşrikleri hicvetti, hem şifa verdi, hem de şifa buldu.” Hassân (r.a.) buyurdu ki: “Sen Muhammed’i hicvettin, ben de onun adına cevap veriyorum. Bu işimde Allah katında mükafat vardır.” Sen Muhammed’i nezih, muttaki, Rasulullah vefakâr, ahlaklı olduğu halde hicvettin. Sen O’na denk olmadığın halde O’nu hiciv mi ediyorsun? İkinizden hangisi kötü ise iyi olana feda olsun. 145 Buhari, Edeb 91, Teheccüd 21 Buhari, Edeb 91, Bed’u’l- Halk 6, Megâzi 30; Müslim, Fezâilu’s-Sahabe 153 147 Buhari , Edeb 91, Menakıb 16, Megâzi 33; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe 156-157 146 78 Muhakkak ki, babam, babası ve ırzım, Muhammed’in ırzını sizden korumak için muhâfızdır. Kızcağızımı kaybedeyim, şayet siz atlarımızı Kedâ’nın etrafını toz duman etmiş göremezsiniz. O atlar, üzerinize gemlerini çekerek gelirken, Sırtlarında ince mızraklar vardır. Atlarımız pek hızlı koşarlarken, Kadınlar başörtüleriyle tozlarını alırlar. Şayet bizden yüz çevirirseniz umre yaparız, Fetih geldi mi; perde kalkar. Aksi takdirde öyle bir günün kavgasını bekleyin ki, O günde Allah dilediğini aziz kılacaktır. Allah der ki: “Ben bir kul gönderdim, O hakkı söyler, kendisinden hiçbir gizlilik yoktur.” Allah der ki: “Ben bir ordu hazırladım, Bu ordum emeli cihad olan ensardır.” Biz (Ensarîler)e her gün Kureyş’ten Ya sövmek, ya kavga, ya da hiciv vardır. Öyle ise, sizden kim Rasulullah’ı hicveder, Veya över veya yardım ederse bizce birdir. 79 Allah’ın Rasulu Cibril aramızdadır. Ruhûl Kudüs’ün bir dengi yoktur.”148 V.II. Şairin Söylediği En Doğru Söz Ebu Hureyre anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Bir şairin söylediği en doğru söz Lebid’in söylediği şu sözdür: “ Haberiniz olsun, Allah’tan başka her şey batıldır. Umeyye İbnu Ebi’s-Salt müslüman olayazdı.” 149 Hz. Aişe (r.a.) nin anlattığına göre, kendisinden, Rasulullah (s.a.v.)’in şiirden bir şeyler terennüm edip etmediği sorulmuştur da şu cevabı vermiştir: “Evet, İbnu Ravâha’nın şiirini terennüm eder ve şu mısra’ı okurdu: “Kendisine azık vermediğin kimseler sana haber getirecek.”150 Cündeb İbnu Abdillah (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasulullah (s.a.v.) ile beraber olduğumuz bir anda kendilerine bir taş isabet etti, kaydı ve parmağı kanadı. Bunun üzerine: “(Parmağım ne sızlarsın?) sen ancak kanayan bir parmak değil misin? (Bu kazaya da, boşa değil) Allah yolunda uğradın” buyurdu.”151 Aişe (r.a.) : “Peygamber (s.a.v.) Hassan için mescidde hususi bir mihrap yerleştirdi. Üzerine çıkıp oturur ve Peygamber (s.a.v.)’i savunacak şiirler söylerdi. Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle derdi: “Allah; Hassan’ı, Allah Rasulü’nü savunduğu sürece, Rûhu’l- Kudüs’le teyid eder.”152. Ebû Hureyre (r.a.)’den : “Hassan mescidde şiir söylerken Ömer geldi. Ona yan yan bakınca, Hassan şöyle dedi: “Ben burada senden daha hayırlı kimse varken şiir söylerdim.” Müslim, Fezailu’s- Sahabe 157 Buhari, Edeb 90; Menakıbu’l- Ensar 20, Rikak 29; Müslim, Şiir 3; Tirmizi, Edeb 70 150 Tirmizi, Edeb 70 151 Buhari, Edeb 90, Cihad 9; Müslim, Cihad 112 152 Buhari, Edeb 91/1,VII, 108 148 149 80 Bunun üzerine Ömer, Ebu Hureyre’ye dönüp şöyle dedi: “Allah aşkına söyle Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini duydun mu? ‘Allah’ım! Benden kabul et! Allah’ım onu Rûhül-Kudüs’le teyid et!’ Ebu Hureyre ‘Evet’ diye cevap verdi.” 153 “Hadislerde geçen “Kişinin içinin şiirle dolması” ifadesinden kasdedilen mana hakkında Nevevi şöyle der: Yani adam şiirlere öyle ağırlık verir ki, şiir onu Kur’an-ı Kerim ve dini ilimlerle meşgul olmaktan alıkor. Böylece şiire dalmak mezmumdur, yani yerilmeye mahkumdur. Şayet Kur’an’ı Kerim, hadisler ve diğer dini bilgilerle iştiğalı ve bilgisi daha çok olup bunun yanında biraz şiir de bellerse bunda bir sakınca olmaz. Çünkü böyle bir kimsenin içi şiirle dolu sayılmaz.”154 Sindi, “Şüphesiz ki bazı şiirler hikmettir” hadisinin izahı bölümünde şunları söylüyor: Şiirin dinen güzel veya çirkin sayılması hususunda onu meydana getiren kelimelerin ve cümlelerin bir fonksiyonu yoktur. Bir şiirin dinen iyi veya kötü sayılması içerdiği mana bakımındandır. Durum bu olunca ifade tarzının nesir veya nazım olması da neticeyi değiştirmez. Eğer mana gerçeğe uygun, doğru bir şey ise, başka bir deyimle ibret verici öğüt ise din bakımından güzel ve iyi sayılır. Şayet bunun tersine; yalan mübalağalı veya haksız bir kötüleme gibi, çirkin bir şey ise kötü ve fena sayılır. Şiirin iyiliği veya kötülüğü buna göredir.155 VI. ŞİİR HUSUSUNDA ULEMA İKİYE AYRILIR Şiir söylemenin caiz olup olmadığı hususunda müctehidler ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı şiir söylemenin caiz olduğunu belirtmişlerdir ki, Şa’bi, Amir b. Sa’d elBeceli, Muhammed b. Sirin, Said b. el-Müseyyeb, Kasım, Servi, Evzai, Ebu Hanife, Malik, Şafi, Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf, Muhammed, İshak, Ebu sevr, Ebu Ubeyd Buhari, Salat 68, I, 116; edeb 91/3, VII, 109- Müslim, Fedailu’s Sahabe 151 Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Ter.ve Şerh. Haydar Hatipoğlu, İstanbul, Kahraman Neşriyat, c.9, s.554 155 Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve şerhi, a.g.e., c.9, s.549 153 154 81 hep hicveden, fuhuştan, müslümanlardan birinin şeref ve haysiyetine taarruzdan hali olan şiirin söylenmesinde bir sakınca görmemişlerdir. Delilleri, Şair Hassan b. Sabit’ten rivayet edilen, Peygamber Efendimizin “Ey Hassan, Kuffar-ı Kureyş’e cevap ver. İlahi onu Ruhü’l-Kudüs’le (Cibril’le) te’yid et” hadisi ile, Ümmü’l Mü’minin Aişe (r.a.)’dan rivayet olunan; “Rasullah (s.a.v.) Hassan (r.a.) için mescidde bir minber kurdurur, Hassan da o minberin üstüne çıkıp Küffarı hicvedermiş.” vb. hadislerdir. Mesruk, İbrahim en-Nehai, Salim b. Abdullah, Hasan el-Basri, Amr b. Şu’ayb ise şiirin rivayetini de okunmasını da mekruh görmüşlerdir.Dellilleri, “Şairler(e gelince) görmüyor musun onları (nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Ve onlar yapmadıkları şeyleri söylerler)”156 ayeti kerimesi ile, “Birinizin içinin irin ile dolup harap olması onun hakkında, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır.”157 hadisi şerifidir. Ötekiler ise, bu nehyi her türlü şiire şamil addetmeyip “küfür ve fuhş-i kelam ile dolu şiir hakkındadır” derler. Nitekim Rasul-i Ekrem’in çok kere şiir dinlemiş olmaları, vezne uymayarak bile olsa, başkalarının şiirlerinden parçalar okuması, özellikle Hz. Hassan’a bunca teşvik edici sözler söylemesi hep evvelce saydığımız ulema topluluğunun ictihadlarını doğrulamaktadır.”158 “İbni Kayyım ise, musıkiyi şeytanın ezanı, şiiri şeytanın Kur’anı’dır diye bir hadis naklettikten sonra, şiire mesafeli durmaktadır. İbn Ebi Dünyanın rivayet ettiği bir hadiste musikiye şeytanın Kur’anı ve ezanı adı verilmişti. Şeytan Allah’ın huzurundan kovulunca ev, meclis, yemek, içki, müezzin, Kur’an kitap, söz, elçi ve tuzak istemiş, Allah Teala da hamam evin, Pazar meclisin, besmele çekilmeyen şeyler yemeğin, sarhoşluk veren şeyler içeceğin, çalgı aletleri müezzinin, şiir Kur’anın, insan vücuduna yapılan nakışlar kitabın, yalan sözün, kahinler elçilerin ve kadınlar tuzağın olsun demişti. İğasetü’l lehfân, c.I, s. 270. İbn Ebi Dünyanın Ebu Ümame vasıtasıyla Hz. Peygamberden rivayet ettiği bu hadisin sahih bir Şuara 26/225-226 Buhari, Edeb 92; Müslim, şiir 7-9; İbn Mace, Edeb 42; Tirmizi, Edeb,71 158 Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, hazır.Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz, İstanbul, Şamil Yayınevi, c.3, 1989, s.176 156 157 82 hadis olmadığının İbn Kayyım da farkındadır. Onun için: “Bunu teyid eden daha bir çok rivayetler mevcuttur. Zaten iyi ve güzel sözün kitap ve sünnetten bir şahidi vardır.” demektedir. aynı eser aynı yer. Yani İbn Kayyıma göre şiire şeytanın Kur’anı, çalgı aletlerine şeytanın müezzini demek güzel bir şeydir. Ve güzel olduğu için de Kur’an ve sünnette bu manayı teyid eden işaretler mevcuttur. Şiir ve musıki gibi güzel sanatlara değil de bu sanatları yermek için söylenen sözlere güzel demek zihinde güzellik kavramının teşekkül etmediğinin bariz bir delilidir.”159 VII. HUZUR-U SAADETTE BİR ŞAİR Ka’b ve Büceyr… O devirde edebiyatta çok ilerlemiş bulunan Arabistan’ın yedi meşhur şairinden Züheyr’in oğulları. Kız kardeşleri Hansâ da onlar gibi şairdi, kendi çocukları da. Züheyr karakterli bir insandı. Şiirle hikmeti birleştiren, lüzumsuz laflara tenezzül etmeyen güçlü bir şairdi. Yahudi ve hristiyan ilim adamlarıyla sohbetleri sırasında son peygamberin yakında geleceğini öğrenmişti. Bir gece, rüyasında gökten ip gibi, urgan gibi bir nur demetinin sarktığını görmüş, elini uzatmış, fakat tutamamış. Bu rüyayı ahir zaman peygamberinin yakında geleceği, fakat kendisinin ona yetişemeyeceği tarzında yorumlamış; bu peygambere yetiştikleri takdirde ona iman etmelerini oğullarına tavsiye etmiş… Züheyr, Hz. Peygamberin zuhurundan bir yıl önce vefat etmişti. Ka’b ve Büceyr, Mekke’nin fethinden sonra İslam dini mevzuunda tereddüte düşenlerdendi: Zafer üstüne zafer kazanan Muhammed el-Emin haklı olabilirdi. Bu işin aslını öğrenmek maksadıyla iki kardeş yola koyuldular. Medine’ye birkaç konaklık mesafe kalmıştı ki Ka’b gitmemek, kalıp dinlenmek istedi. Büceyr kardeşinden ayrılarak, Rasulullah’ın huzuruna varıp müslüman oldu. Ka’b ise, çoğu islam düşmanlarının kaçıp sığındığı Taif’e gitti. Ka’b, kardeşi Büceyr’in müslüman olmasını tasvip etmiyordu. Kendisine manzum bir mektup yazmıştı. Şöyle diyordu: 159 Süleyman Uludağ, İslam Açısından Musıkî ve Sema, İstanbul, İrfan Yayınevi,1976, s.151-152 83 İletin mesajımı Büceyr’e aziz dostlar: Dinler misin sözümü, vah sana dinler misin? Dinlemiyorsan eğer, söyle bakalım bize, Hangi dine sokmuşlar seni, hiç söyler misin? Bir dine ki ne annen benimsemiş ne baban Ne de bir dost benimser… başını eğer misin? Bir kadeh sundu sana Ebu Bekr ve kandırdı, Peşinden me’mur sundu üstüste, içer misin? Şair ka’b, bu sözleriyle, kardeşi Büceyr’i müslümanlıktan vazgeçmeye çağırıyordu. Şiirin son beytinde Peygamber Efendimizden “me’mur” diye bahsetmek suretiyle ona dil uzatıyordu. Ka’b ayrıca peygamber ailesinden bazı hanımları aşk şiirlerine konu ediniyor ve Taif’teki islam aleyhtarı komitelerle işbirliği halinde bulunuyordu. Bütün bu sebepler yüzünden Rasul’i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, Ka’b’ın can emniyetini kaldırmıştı, onunla karşılaşan herhangi bir müslüman onu öldürebilirdi. Zaman Ka’b’ın ve diğer İslam düşmanlarının aleyhine işliyordu. Azılıların bir kısmı yakalanıp öldürülmüş, diğerleri de kaçmıştı. Taif cuntasının da ömrü pek uzun görünmüyordu. Taif muhasarasından sonra (Miladi, 630) Züheyr oğlu Büceyr, kardeşi Ka’b ın durumuna acır, ona bir mektup yazar: “…Eğer arzu ediyorsan koş, Rasulullah’a gel; çünkü o, tövbekar olup gelen hiçbir kimseyi öldürmez. Aksi takdirde kaçıp kurtulacak bir yer bulmaya bak!” Büceyr mektubunda şunları da yazıyordu: Sözümü kardeşime ileten biri var mı: 84 İslam’a karşı çıkman, diretmen doğru değil! Uzza’yı, Lât’ı bırak, Allah’a, yalnız ona Gönlünü çevir de gel, hak yol bu, gayrı değil. Gönlü pak müslüman’dan başkası, Büyük Günde, Kurtuluşa eremez, dost sözü, eğri değil. Babam Züheyr’in dini, dedem Ebu Sülma’nın İnancı haram bana, put onlar Tanrı değil! Ka’b kardeşinin mektubunu alınca telaşa kapılır, dostlarına danışır, düşünür… Müslüman olmaya karar verir. Gizlice Medine’ye girer, önceden dostluğu bulunan bir sahabenin evine gider. Ertesi gün, onunla birlikte, erkence sabah namazına gider. Namazdan sonra Hz. Peygamberin yanına varır, oturur, elini elinin üzerine kor ve : -Ya Rasullallah, der. Züheyr oğlu Ka’b, tövbekar ve müslüman olarak geldi, senden can güvenliği ister. Onu huzuruna getirirsem kabul eder misin? - Evet, kabul ederim. -Ben Züheyr oğlu Ka’b’ım ya Rasulallah ! -Ya, sen misin? Sen benim için… Nasıl demişti, Ebu Bekir? -“Bir kadeh sundu sana Ebu Bekr ve kandırdı, Peşinden me’mur sundu üstüste, içer misin?” -Evet, böyle diyen değil misin, sen? - Hayır, ya Rasulallah, me’mur demedim ben, me’mun (emin) dedim. Bu konuşmaları duyan Medine’li bir sahabe Ka’b’ın üzerine atılır, onu öldürmek için Peygamberden izin ister. Hz. Peygamber : 85 - Dokunma ona; o, tevbe etmiş, eski halinden vazgeçmiştir. Ka’b, oracıkta, peygamber Mescidinde, Rasulullah’ın karşısında meşhur kasidesini baştan sona kadar okur. 60 beytten ibaret olan bu kasidenin baştan itibaren yarısından fazlası arap ediplerinin ananesine bağlı olarak, aşktan ve sevgiliden bahseder. Sonraki beyitler de ise katlinin mübah kılındığı günlere ait ıstırabını dile getirir, Rasulullah’tan af diler ve onu över. VII.I. Banet Suad Meşhur şair, Züheyr oğlu Ka’b’ın Mescid-i saadette, Rasulullah’ın huzurunda okuduğu kaside, edebiyat tarihinde “Bânet Suad (Suad’dan ayrı düştüm)” kasidesi diye tanınır. Rivayete göre Hz. Peygamber, Suad’ın kim olduğunu sormuş, şair de “Amcamın kızı ve eşim” cevabını vermiş. Kasidenin birkaç beyti şöyledir: Sevdiğim bunca insan ve ümit bağladığım “Sana faydam dokunmaz…” deyince dedim ki ben: Çekilin be, yolumdan, hey gidi nesebsizler! Tanrı’nın her yazdığı elbetteki olacak. Her ananın evladı ne kadar esen kalsa, Bir gün eğri bir sala konulup taşınacak… Duydum ki Rasulullah hakkımda emir vermiş, Bağışlanmak daima ondan beklenen bir iş, Affet beni ya Rasul! İhsan eylesin sana, Kur’an mucizesini gökten indiren Huda… Koğucunun sözüyle tutma beni sorumlu, Bunca ithama rağmen suçsuzum ben, ey ulu! 86 O Rasul-i Kibriya bir nurdur, ışık saçan, Keskin ve yalın kılıç, ilahi kılınçlardan… Şair Ka’b bu beyti söyleyince Peygamber Efendimiz Mescidi saadette bulunan ashaba dönerek beğendiğini ifade buyurmuş ve sırtındaki hırkayı çıkararak Ka’b ın omzuna koymuştur.160 VII.II. “Mü’min Dili İle De Savaşır” “-Bu iki zatı tanıyor musun Abbas?” - Evet, ya Rasulallah, şu, aşiretinin reisi Ma’rur oğlu Berâ, bu da Malik oğlu Ka’b. - Malik oğlu Ka’b, yani şair? - Evet, ya Rasulallah… Medine’li ünlü şair Malik oğlu Ka’b “Rasulallah’ın benim için “şair” demesini hayatım boyunca unutmadım” diyordu.161 Malik oğlu Ka’b, şiirlerinde daha çok savaş konusunu işliyor, İslam düşmanlarını bununla korkutuyordu. Bunun yanında İslam mücahitlerinin verdikleri şehitler için en güzel ağıtları söylüyordu. Kendisi: -Şiir hakkında ne buyurursunuz, ya Rasulallah? diye sorunca şu cevabı almıştı: -Mümin, kılıcı ile de dili ile de savaşır. Yine Rasul-i Ekrem (s.a.v.) onu şöyle müjdelemişti: 160 161 Bekir Topaloğlu, İslam Tarihinden Yapraklar, İstanbul, Nesil Yayınları,1982, s.144-149 Topaloğlu, a.g.e., s.158 87 - Biliyor musun, Ka’b, Allah sana şu beytinden dolayı teşekkür ediyor. - “Bulamaç kavmi gelmiş, Rab’lerini yenmeye, Allah’a kafa tutan mahkumdur yenilmeye.”162 VII.III. Şiir, Dili Tatlılaştırır Hz. Aişe, “Evlatlarınıza şiir öğretiniz, dillerini tatlılaştırır”163 sözüyle şiirin dil boyutuna göndermede bulunmuştur. Kur’an-ın anlaşılması yönünde cahiyile şiirinden yararlanılmasına önemli sahabiler başvurmuştur. Mufaddal ed- Dabbi, Hz. Peygamber’in sahabilerinden şiir okumayan, şiiri örneklemede kullanmayan kimsenin olmadığını164 rivayet etmiştir. İbn Abbas’ın Kur’an’ın iyi anlaşılması için Arap şiirini bilmenin gereğine işaret ettiği bilinmektedir.165 VII.IV. Hz. Ömer ve Şiir Hz. Ömer de büyüdüğü kültürel ortam içinde, özellikle Mekke gibi önemli merkezde yaşaması sebebiyle şiir kültürüne ve bilgisine vakıf olmuş; onun Araplar için ifade ettiği anlamın ve bu topluma kazandırdığı değerlerin bilincinde olmuştur. “Araba verilen şeyin en iyisi beyitlerdir. İnsan ona ihtiyaç duyunca onu sunar, saygıdeğer insanın teveccühünü kazanır, kötü insanı da kötülüğünden vazgeçirir”166 demiştir. Hz. Ömer oğluna, “Ey oğlum, güzel şiirleri ezberle, edebin artar, edebi bilmeyen hakkını ifa etmiş olmaz. Şiirin güzeli güzel ahlaka götürür, kötülüklerden alıkoyar” 167 sözüyle nasihat etmiştir. Çevresindeki insanlara “Şiir yüce ahlaka, doğru görüşe ve neseb bilgisine ulaştırır”168 diyerek eski şiiri öğrenmelerini tavsiye etmiştir. Hz. Ömer şiiri sever, yalnız başına olduğunda okur, yanına gelenlere de okuturdu. Kendisine sorulan sorulara şiirle cevap verir, örneklemede kullanırdı. Önemli Topaloğlu, a.g.e., s.159-160 İbn Abdi Rabbih, el-İkdu’l-Ferid, Neşr. Ömer Tedmuri,Beyrut, Dar’ul-Kitab el –Arabi,1990, c.5, s.258 164 Ebu Zeyd el- Kureşi, Cemheretu Eş’ari’l-Arab, Neşr. Muhammed Ali el-Haşimi,Dımaşk, Daru Kalem,1986, I, 162 165 Ebu Zeyd el- Kureşi, a.g.e., I, 146 166 el- Muberrid, Ebu’l- Abbas Muhammed b. Yezid, el-Kamil, Beyrut, Muessese Risale,1993, c.1, s.103 167 el-Kureşi, a.g.e., I, 158; el- Muberrid, a.g.e. I, 344 168 el-Kureşi, a.g.e., I,159 162 163 88 kaynaklarda, ona ait olduğu söylenen birkaç şiiri dışında şiirleri zikredilmemektedir; şiiri olarak aktarılanları da şiirden çok nasihat içerikli sözleridir. Bir gün yeni bir elbise giymiş gezerken insanların elbisesine baktıklarını görünce, onlara şu şiirini okumuştur: (Gördüğün hiçbir şeyin güleryüzü kalmaz Allah kalır, mal ve çocuk fani olur. Bir gün Hürmüz’e hazineleri fayda vermez Ad ebedi olmaya çalıştı, olamadı.)169 Hz. Ömer Kur’an ın ölçülerine uygun görmediği şiir faaliyetlerine, hiciv, kadın ve içkiden bahsedilen şiirlere ve şairlerine yasaklar getirmiştir. Bu tür faaliyetleri, cahiliye döneminin kötü geleneklerinin tekrar diriltilmesi gayreti olarak görmüştür.170 Ancak bu faaliyetleri değerlendirirken, kendi bildiğini uygulayan bir halife olarak değil, sanata duyarlı, sanata ve sanatçıya hakkını veren bir anlayışı ön plana çıkarmıştır. Hz. Ömer şiirin kalıcı, ölümsüz bir sanat olduğunun farkında olmuş ve kalıcılığını insanlara hatırlatmıştır. Gatefan’dan yanına gelen Herim b. Sinan Ebi Harise el- Murri’nin oğluna, Zuheyr b. Ebî Sulma’nın kendileri hakkında söylediği şiirleri okumasını istemiş, şiirleri kendisine okuyunca ona, “O sizin için şiir söyler, siz de ona ihsanda bulunurdunuz. Ancak sizin ona verdikleriniz gitti, onun size verdikleri kaldı.” 171 demiştir. İbn Reşik el- Kayrevani, el-Umde fi Mehasini’ş-Şi’r ve Adabihi, Neşr. Muhammed Karkazan, Dımaşk,1994, I, 96 170 Yahya Cuburi, Şi’ru’l Muhadramin ve Eseru’l- İslam Fih, Beyrut, Muessese Risale,1981, s.318 171 İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş- Şu’ara,Beyrut, Daru İhyai’l- Ulüm,1994, s.78 169 89 SONUÇ Şiir, bir şeyi zeka ve fetanetle iyice anlatmak manasındadır ve bilmek anlamına gelen ilimden daha özel bir manaya gelmektedir. Istılahta ise kasten ve irade ile söylenen vezinli, kafiyeli sözdür. Şiirin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Şairlik ise istidat ile mümkün. Çalışarak şair olunmaz. Ancak bir insanın doğuştan şiire istidatı varsa, şiir kumaşı mevcutsa, bu insan çalışarak daha büyük bir şair olabilir. Bu tıpkı sesi güzel olan bir insanın sesini eğitmesine benzer. Bunları düşündüğümüz zaman Hz. Adem (a.s.)’le başlayan insanlık tarihinde, günümüze kadar her zaman ve zeminde şairler gelmiştir. Fakat peygamberler bu hükmün dışındadır. Şiir, biz gibi eksik insanların süsüdür. Peygamberlik makamının ve peygamberlerin şiire ihtiyacı yoktur. Şair, herkesin fark edemediğini fark eden, hissedemediğini hisseden insandır. İlk devirlerden itibaren bu kabiliyette insanların var olduğu muhakkaktır. Onlar bu farklı sezişlerini bir yolunu bularak insanlara aktarmışlardır. Bu daha sonra yatağını bulan bir akarsu gibi mecrasına doğru akmıştır. Ve şiir şekilden şekle girmiştir. Ancak ritim, ahenk, vezin ve ölçü bir duygu yağmuru altında şiirde hep varola gelmiştir. Genel anlamda şiir kainatta da mevcuttur. Rüzgarların esmesi, dalgaların sahile vuruşu, kuşların cıvıldaşması, bir şelalenin köpük, köpük akışı,… bunlar da şiir! Şiir kainatın özünde var, insanın ruhunda… Şiir hakkında verilecek hükme gelince: Şiir bizatihi kendisi iyi veya kötü diye yaftalanamaz. İyisi de olur şiirin kötüsü de. Bu şiirin muhtevasına bağlıdır. İnsanlara öğüt veren, ufuk açan, müsbet yönde etki eden şiirlerin okunması da yazılması da güzeldir. Hatta Peygamber Efendimiz bu tür şiirleri övmüştür. Rasulullah’ın bir şaire “Şu beytinden dolayı Allah sana teşekkür ediyor ” demesi mevzuyu aydınlatmaya yeter. Yine Peygamberimizin “Ya Hassan onlara şiirle cevap ver” buyurması, muhtevası güzel şiirlerin takriri sünnet olduğunu ortaya koyar. Şiirin bir kısmı Kur’an ve hadislerde yerilmiştir. Bu tarz şiirler, insanların şahsiyetleriyle alay eden, onları aşağılayan, dine çatan, kin, nefret ve haset tohumlarını 90 gönüllere eken, insanlara menfi yönde tesir eden şiirlerdir. Bu noktada şiir ile nesrin arasında hiçbir fark yoktur. Yazılan nesirde ve şiirde önemli olan kasdedilen şeydir, niyettir, ne anlatılmak istendiğidir. Ve bu anlatılan şey güzelse iyidir, kötüyse zararlıdır. Hüküm buna göre verilir. Muhakkak ki şiir insanları etkileyen yazılı sanatların en üstünüdür. Şiirle insanın ruhu kanatlanır, sonsuz ufuklara yelken açar. Bu noktada şiirin ve dolayısıyla şairin mesuliyeti ortaya çıkmaktadır. Kur’an’da yerilen şairler, İslam’a çatan, peygamberin ve müslümanların ailesine dil uzatan, içkiden vs. bahseden müteşairlerdir. Bu tür şairleri ve şiirlerini tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü Kur’an ve hadis bunların pespaye, adi şeyler olduklarını bize beyan buyurmaktadır. Bunlar haram şeylerdir. Bizim özellikle üzerinde durmak istediğimiz yüce duyguların ürünü olan şiirdir. Bu bir nevi ilham. Belki de içimizdeki meleğin sesi, nefesi. Bu neviden şiirler insanlığın yararınadır. Kur’an’ın beyanına, Rasulullah’ın açıklamalarına uygundur. Rasulullah şiir dinlediğine, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer… şiir söylediğine göre, ayrıca iki cihan serveri, şairleri şiir söylemeleri hususunda teşvik ettiğine, onları övdüğüne göre, başka söze ne hacet! Ve şairlere ilk ve en büyük ödülü veren de yine Nebiler Nebisi. Şiir Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama sanatı. Şair, Sevgililer Sevgilisinin, Peygamber hırkasının üzerine atıldığı kelam prensi. Gerisi kıylukâl!.. 91 KAYNAKÇA - ADONİS, Arap Poetikası, çev. Emrullah İşler, İstanbul, Y.K.Y., 2004 - AKSAN, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, İstanbul, 1993 -ANA BRİTANNİCA Genel Kültür Ansiklopedisi(Encyclopaedia Britannica Chicago), İstanbul, Hürriyet Ana Yayıncılık A.Ş., 1994, I-XXXI -BANARLI, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, M.E.Bas., 1983, I-II -BOZKURT, Nebi, Hadis’te Folklor Eğlence, 1. bas., İstanbul, M.Ü.İ.F.Yay., 1997 -BUHARİ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, I-III -CUBÛRİ, Yahya, Şi’ru’l Muhadramin ve Eseru’l- İslam Fih, Beyrut, Muessese Risale, 1981 -CÜRCANİ, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Kitabu’t Tarifat, 3. bask., Beyrut, Daru’l Kütübu’l İlmiyye, 1988 -DAREKUTNİ, Ali b. Ömer, es- Sünen, neşr. Abdullah Haşim Yemani, Kahire, 1966, I-IV -DEMİRAY, Kemal, Temel Türkçe Sözlük, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1990 -DOĞAN, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 11. bask., İstanbul, Bahar Yayınları, 1996 -EBU DAVUD, Süleyman b. el- Eş’as, Sünen, İstanbul, Çağrı yay., 1992, I-V -EBU DAVUD, Süleyman b. el- Eş’as, Sünen, Terceme Ve Şerhi (haz.) Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1989, IXVI 92 -EFLATUN, Devlet, ME.V. Yayını, İstanbul, 1944, I-III -ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, 5.bask., İstanbul, İşaret Yay., 1999, I-III -FURAT, Ahmet Subhi, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ed.Fak.Bas., 1996 -HAMMADÜRRAVİYE, Muallakatü’s-Seb’a, çev. Şerafeddin Yaltkaya, İstanbul, M.E.Bas., 1985 -HEYSEMİ, Mecmau’z- Zevaid, Beyrut, Daru’l Fikr, 1994, I-X -HUART, Clement, Arab ve İslam Edebiyatı Tarihi, çev.Cemal Sezgin, Ankara, tarihsiz -IZUTSU, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara, 1963 -İBN ABDİ RABBİH, el-İkdu’l-Ferid, neşr. Ömer Tedmuri, Beyrut, Dar’ulKitab el –Arabi, 1990 -İBN HALDUN, Mukaddime, çev. Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, M.E. Bas., 1988, I-III -İBN KUTEYBE, eş-Şi’r ve’ş- Şu’ara, Beyrut, Daru İhyai’l- Ulûm,1994 -İBN MACE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay., 1992, I-II -İBN MACE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, Tercemesi ve Şerhi, Haydar Hatipoğlu İstanbul, Kahraman Neşr., ts., I-X - İBN MANZUR, Ebu’l Fazl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanü’l Arab, Kahire, Daru’l Mearif, 1119, I-VI - KANTER, Necati, “Vahiy Risalet Ve Şiir” Elazığ, F.Ü.İ. F.Der, 1999 93 - KAYREVANİ, İbn Reşik, el-Umde fi Mehasini’ş-Şi’r ve Adabihi, neşr. Muhammed Karkazan, Dımaşk, 1994 - KISAKÜREK, Necip Fazıl, Çile, 37. bask., İstanbul, b.d. yayınları, 1998 -KUR’AN YOLU, (komisyon), Ankara, D.İ.B.Yay., 2004, I-V -KUREŞİ, Ebu Zeyd, Cemheretu Eş’ari’l-Arab, neşr. Muhammed Ali elHaşimi, Dımaşk, Daru kalem, 1986 -KURTUBİ, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari , El-Camiu Li Ahkami’l –Kur’an, Beyrut, Daru’l Kutubu’l İlmiyye, 1993, I-XX -KUTUB, Seyyid, Fî Zılal-il Kur’an, çev. Salih Uçan ,Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İstanbul, Dünya Yay., 1991, I-X -MEYDAN LAROUSSE Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Sabah, 1992, IXXIV -MUBERRİD, Ebu’l- Abbas Muhammed b. Yezid, el-Kamil, Beyrut, Muessese Risale,1993 -MU’CEMU’L MÜFEHRES,yayına hazırlayan: Mahmut Çanga, İstanbul,Timaş Yayınları, 2004 -MU’CEMU’L VESİD, (komisyon), İstanbul, Çağrı Yayınları, 1996, I-II -MUTÇALI, Serdar, Mu’cem’ul Arabiyyi’l Hadiys, İstanbul, Dağarcık Yayınları, 1995 -MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin b. el Haccâc, Sahih-i Müslim, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, I-III -ÖZALP, Ahmet, “şiir-şair”, Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1994, I-VI 94 -RAZİ, Fahruddin, Mefatihu’l- Gayb, terc.( komisyon), Ankara, Akçağ Bas.Yay.,1994, I-XXIII -SAMİ, Şemsettin, Kamus-i Türkî, 7. bask., İstanbul, Çağrı Yayınları -ŞERİATİ, Ali, Sanat, çev. Ejder Okumuş, Şamil Öcal, Said Okumuş, İstanbul, Şura Yayınları, 1997 -TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevra, Sünen, İstanbul, Çağrı Yay., 1992, I-III -TOPALOĞLU, Bekir, İslam Tarihinden Yapraklar, İstanbul, Nesil Yayınları, 1982 -ULUDAĞ, Süleyman, İslam Açısından Mûsıkî ve Sema, İstanbul, İrfan Yayınevi,1976 -VEHBİ, Mehmed, Hülasatü’l Beyan, 4.bask., İstanbul, Üç Dal Neşr.,1969, IXVI -YAZIR, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Azim Dağt., 1992, I-X -ZUHAYLİ,Vehbe, Tefsirü’l-Münir, Dımeşk, Daru’l Fikr, 1998, I-XXXII 95