“Ortadoğu’da Petrolsüz Olmak”: Çevresel Güvenlik ve Enerji Arz Güvenliği Bağlamında Türkiye’nin Enerji Politikasının Geleceği Hasan YAYLI ÖZET Çevresel güvenlik, bugün ve gelecekte ekosistemdeki yaşam destek sistemleri ve insan ihtiyaçları için önemli olan varlıkların tedariki, erişebilirliği ve yönetimi gibi konuların sürdürülebilirliği ile yoksulluğun ve çatışmaların azaltılması için katkıda bulunan süreçlerin belirlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Çevresel güvenlik üzerindeki en önemli tehdit kaynaklarının başında ise enerji politikaları gelmektedir. Ülkelerin kalkınma politikalarının en temel girdisi olan enerji kaynaklarının sürekli, güvenilir, temiz, kaliteli, çevreye uyumlu, ülke ve kaynak çeşitliliği içinde uygun maliyetle tüketiciye sağlanması ise enerji arz güvenliği kavramı ile tanımlanmaktadır. Türkiye elektrik üretiminde büyük oranda fosil yakıt kullanmaktadır. Ancak Türkiye bir Ortadoğu ülkesi olmasına rağmen fosil yakıt kaynakları bakımından bölgenin en yoksul ülkesi durumundadır. Enerji alanında bu denli yüksek bağımlılık, Türkiye açısından farklı alanlarda da bağımlılık ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Enerji arz güvenliği bir yandan enerji tedarik edilen ülke portföyünün çeşitlenmesini gerektiren bir politika alanı iken diğer taraftan da enerji kaynakları içerisinde karbon salınımının kontrol altına alınması bağlamında da çevresel güvenlik kavramı ile yakından ilgilidir. Dolayısı ile geleceğe yönelik enerji politikalarındaki temel bağlamın mümkün olduğu kadar fosil kaynaklı yakıtlardan yenilenebilir enerji kaynaklarına ve nükleer enerjiye yönelinmesi şeklinde ortaya çıkması gerekmektedir. Bu sayede fosil yakıt kaynakları bakımından tamamen dışa bağımlı bir Ortadoğu ülkesi olan Türkiye’nin enerji arz güvenliği politikaları bakımından dışa bağımlılığı azaltılacaktır. Diğer taraftan da Paris anlaşmasında karbon salınımının gelecekte azaltmak yönünde verilen taahhüt için de önemli bir politika adımı atılmış olacaktır. Gerek enerjinin tedarik edilmesi sürecindeki yüksek dışa bağımlılığın çözülmesi ve ayrıca ihracatın ithalatı karşılama oranı açısından en önemli olumsuzluk olan enerji kaynaklarında dışa bağımlılığın ortadan kalkması ile elde edilecek toplam faydanın uzun vadede yenilenebilir enerji kaynaklarının başlangıçtaki kuruluş maliyetinin yüksekliğinden kaynaklanan dezavantajı da ortadan kaldırılmış olacaktır. Bu çalışmada öncelikle Türkiye’nin enerji kullanımındaki kaynak çeşitliliği ele alınarak yüksek oranda fosil kaynaklı enerji kullanımı ve bunun yarattığı enerji arz güvenliği ve çevresel güvenlik sorunları ele alınacaktır. Daha sonra çözüm önerisi olarak gerek enerji arz güvenliğinin sağlanması ve gerekse enerji üretimine bağlı çevresel güvenlik tehditlerinin azaltılması için yerli ve milli enerji kaynağı olarak yenilenebilir enerji kaynaklarının teşvik edilmesi önerilecektir. Anahtar kelimeler; çevre sorunları, çevresel güvenlik, enerji arz güvenliği, enerji politikası, Doç.Dr., Kırıkkale Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, hyayli@hotmail.com GİRİŞ Ülke enerji ihtiyacının amaçlanan ekonomik büyümeyi gerçekleştirecek, sosyal kalkınma hamlelerini destekleyecek ve yönlendirecek şekilde, zamanında, yeterli, güvenilir, ekonomik koşullarda ve çevresel etkileri de göz önüne alınarak sağlanması olarak tanımlanan enerji politikası, tanımdan da anlaşılacağı gibi iki temel etken çerçevesinde şekillenmektedir. Enerji politikasını etkileyen bu etmenler enerji arz güvenliği ve çevresel güvenlik olarak belirtilebilir. Bu iki etmen enerji politikasının oluşturulması sırasında çoğu zaman birbirini ters yönlü ilişki ile etkileme potansiyeli taşımaktadır. Bazen enerji arz güvenliğinin öncelediği durumlarda çevresel güvenlik etmeninin enerji politikasının oluşumunda göz ardı edilmesi mümkün iken çevresel güvenliğin öncelemesi durumunda da enerji arz güvenliği açısından riskler ortaya çıkabilmektedir. Enerji politikası sosyal ve ekonomik kalkınma hamlelerinde son derece önemli bir politika başlığıdır. Mevcut kalkınma ideolojisinin temel girdisini oluşturan enerjinin temin edilmesi ve ihtiyaç sahiplerine tam ve zamanında ulaştırılması enerji politikasının önceliğini oluşturmaktadır. Enerji arz güvenliği olarak belirtilen bu öncelik bazen çevre üzerinde negatif dışsallık üreterek çevresel güvenliği tehdit etmektedir. Türkiye gelişmekte olan bir ülke olarak sosyal ve ekonomik kalkınma hedeflerine ulaşmak noktasında önemli bir enerji tüketicisi konumundadır. Ancak özellikle fosil enerji kaynakları açısından ise “fakir” bir ülkedir. Bu açıdan Türkiye birincil enerji kaynakları açısından dışa bağımlı bir ülke görünümündedir. Enerji açısından dışa bağımlılık, dış politikadan cari açığa kadar birçok alanda Türkiye’nin politika oluşturma süreci üzerinde baskı oluşturmaktadır. Politika yapıcılar, bir taraftan enerji arz güvenliğini sağlamak için daha çok “yerli” enerji kaynakları temelinde enerji politikası üretirken diğer taraftan da taraf olduğu uluslararası anlaşmaların gereği olarak çevresel güvenliği tehdit etmeyecek kaynaklar üzerinde yoğunlaşması gerektiğini öngörmektedir. Bu durum ise her zaman mümkün değildir. Zira Türkiye’nin sahip olduğu tek yerli fosil enerji kaynağı olan “kömür”, çevresel güvenlik açısından ise en kirletici fosil enerji kaynağı olarak kabul edilmektedir. Ancak çevresel güvenlik ile enerji arz güvenliği açısından bu noktada bir açmaz içinde bulunun Türkiye’nin enerji projeksiyonlarına bakıldığında enerji arz güvenliğini öncelediği açıkça görülebilmektedir. Zira çevresel güvenlik açısından en çok eleştirilen kömür ve nükleer enerji 2023 vizyon belgesinde Türkiye’nin birincil enerji kaynakları içindeki payı en çok artması öngörülen kaynak olarak öne çıkmaktadır. Bu çalışmada Türkiye’nin enerji politikasını belirlemesinde temel etmenler olarak ortaya çıkan enerji arz güvenliği ve çevresel güvenlik etmenlerinin enerji politikasının oluşumunu nasıl etkilediği ortaya koyulduktan sonra Türkiye’nin bu kısıtlardan enerji arz güvenliğini önceleyen bir politikadan yana tercihte bulunduğu tespiti ortaya koyulacaktır. Türkiye’nin bu yönlü politika tercihinde çevresel güvenliği de gözetmeye çalıştığı da bilinmektedir. Enerji Arz Güvenliği ve Enerji Politikası Enerji arz güvenliği, dış enerji kaynaklarından bağımsızlıkla ölçülür. Enerji ihtiyaçlarını karşılamak için ithalat bağımlılığının artması, ülkelerin enerji güvenliği için açık bir tehlike oluşturmaktadır (Marin ve Quemada,2011:12). Enerji arz güvenliği için, enerjide dış kaynaklara bağımlılığın mümkün olduğunca azaltılması ve herhangi bir kaynaktan ileri gelebilecek bir azalma, tükenme, kesilme, devre dışı kalma gibi aksaklıkların gerçekleşmesine karşı önlemlerin alınması ve enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerekmektedir. Tek bir kaynaktan ya da bir kaynağın diğerlerine oranla daha yüksek oranda kullanılması ile sağlanacak enerjinin de bir tür bağımlılık yaratacağı dikkate alınmalıdır. Kaynak seçimi konusunda dikkat edilecek noktalardan birisi de tek bir kaynağa olduğu gibi tek bir ülkeye bağımlılık yaratmayacak kaynakların seçimine ağırlık verilmesidir. Yalnız seçilecek kaynaklarda değil, yapılacak enerji yatırımlarında da dışa ve tek bir ülkeye bağımlı olunmaması da önem taşımaktadır (Uğurlu, 2007: 83). Bu bağlamda enerji arz güvenliğinin sağlanmasında politika aktörleri üç önemli politika belirleyici kısıtla karşılaşırlar. Ülkenin Jeopolitik Konumu Yedeklilik Kısıtı Çeşitlilik Kısıtı Bu kısıtlardan ilki ülkenin sahip olduğu birincil enerji kaynakları rezervlerinin miktarı ve dış tedarikçilerle olan jeopolitik temasıdır. Ülkenin jeopolitik konumu çerçevesinde politika yapıcılar birincil enerji kaynaklarını belirlerken öncelikle yerli kaynakların değerlendirilmesi yönünde bir irade ortaya koymaktadır. Bu konuda yetersiz kalındığı takdirde ülkenin jeopolitik konumunu da gözeterek dış kaynaklardan enerji tedariki yolunu tercih etmek durumundadır. Türkiye jeopolitik konumu gereğince yerli kaynaklardan enerji tedarik etme politikası üretmek konusunda yeterince zengin bir rezerve sahip değildir. Türkiye’de birincil enerji üretiminin kaynaklar bazındaki dağılımı incelendiğinde toplam enerji üretimi içinde Taşkömürü ve Linyit toplamda %54’lük bir orana sahiptir. Bu oran kömürün birincil enerji üretimimiz içinde en önemli yerli kaynak olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Bu rakamların makro bazda ifade ettiği anlamı daha iyi yorumlamak için Şekil 2’de yer alan diyagramı incelmek gerekmektedir. Şekil 2’de görüldüğü gibi Türkiye’de yerli kaynaklardan enerji üretiminin enerji tüketimini karşılama oranı yıllar içerisinde hızla azalmıştır. Bu oran 1990 yılında %48.1 iken 2011 yılında %28.2 olarak gerçekleşmiştir (Koç ve Şenel,2013:3435). Şekil 1. Türkiye’de Birincil Enerji Üretiminin Kaynaklar Bazındaki Dağılımı Şekil 2. Türkiye'de Yerli Kaynaklardan Enerji Üretimi ve Toplam Enerji Tüketimi İki şekil birlikte değerlendirildiği zaman jeopolitik konum açısından Türkiye’nin enerji arz güvenliği bağlamında enerji politikasını oluştururken ortaya koyması gereken politika öncelikleri şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Türkiye’nin en güçlü olduğu fosil yakıt rezervi kömürdür. Enerji arz güvenliği bağlamında Türkiye, yerli kömürün enerji üretimindeki payını artıracak politikalar üretmek yönünde bir politika istikameti oluşturmuştur. Ancak yerli kömürün taşıdığı düşük kalori değeri ve atmosfer için en kirletici fosil yakıt kaynağı olması yerli kömürün çevresel güvenlik açısından önemli bir tehdit oluşturduğu da bilinmektedir. Bu çerçevede politika yapıcıların kömürün yer altından çıkarılması ve termik santrallerde enerjiye dönüştürülmesi sürecinde daha çevre dostu teknolojiler kullanılmasını bir zorunluluk olarak belirlemesi ve bu zorunluluğu da uygulaması durumunda çevresel güvenlik endişelerinin azaltılabileceği de bilinmektedir. Toplam enerji üretimi içinde %24’lük bir paya sahip olan yenilenebilir enerji kaynaklarının daha etkin değerlendirilmesi, gerek enerji arz güvenliği gerekse çevresel güvenlik bağlamında Türkiye’nin enerji politikasının öncelikleri arasında görülmektedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam enerji üretimi içindeki payının artırılması kamu politikası metinlerinde sıkça zikredilen bir politika önceliğidir. Ancak yenilenebilir kaynaklarının kuruluş maliyetinin yüksek olması ve emre amadelik açısından sorunlar içeriyor olması yenilenebilir enerjinin toplam üretim içindeki payının artırılmasının önündeki en önemli engel olarak değerlendirilebilir. Enerji arz güvenliğinin sağlanmasında politika aktörlerinin karşılaşacağı diğer kısıtlar yedeklilik ve çeşitlilik kısıtlarıdır. Kısaca enerjinin tedarik edildiği kaynakların ve ülkelerin farklılaştırılması olarak ifade edebileceğimiz bu kavramlar politika yapıcıları enerji tedarik edilen kaynakları çeşitlendirmek ve özellikle enerji açısından dışa bağımlı ülkeler için enerji satın alınan ülkeleri farklılaştırmaya yöneltmektedir. Zira kaynak çeşitliliği; temel enerji girdisini oluşturan enerji kaynağında yaşanabilecek bir soruna karşı diğer kaynakların devreye sokulması yolu ile, ülke çeşitliliği de enerji ithalatı yapılan ülkelerle yaşanacak diplomatik sorunlar durumunda başka ithalatçı ülkelerin devreye sokulması ile enerji arz güvenliğini garanti altına almaktadır. Enerji arz güvenliği bağlamında Türkiye’nin enerji politikasının geleceğine bakıldığı zaman aşağıdaki tespitlerin yapılması mümkündür. Türkiye’nin petrol ve doğal gaz kaynakları bakımından fakir bir ülke olması enerji güvenliği için bir tehdittir. Ancak yenilenebilir enerji kaynakları yönünden uygun bir coğrafyaya ve iyi bir potansiyele sahip olması bir fırsattır. Enerji kaynağı yönünden %73 oranında dışa bağımlı olan Türkiye’nin enerji arz güvenliği yüksek riskli bir durumdadır. Doğalgaz ithalatında %55 oranında Rusya’ya bağlı olmak, Türkiye için ayrı bir risk oluşturmaktadır. Bu ülkeden yapılan doğal gaz ithalatının başka ülke kaynakları ile dengelenmesi özellikle son dönemde Rusya ile yaşanan diplomatik krizlerin doğurduğu zorunlu bir sonuçtur. Bu çerçevede yeni doğalgaz boru hatlarının inşası ve doğalgaz depolama alanlarının kapasitesinin ve sayısının artırılması yönünde çaba gösterilmesi gerekmektedir. Türkiye, enerji arz güvenliğini artırmak için enerjide verimliliği artıracak, enerjinin çevreye olumsuz etkilerini azaltacak en iyi teknolojileri kullanmalı, kaynak ve kaynak ülke çeşitliliğini sağlamalı, yenilenebilir kaynaklara ağırlık vermeli, her safhada teknolojik imkanları geliştirmeli, enerji iletim hatlarını çeşitlendirmeli ve güvenliklerini sağlamalıdır. Türkiye’nin özellikle linyit rezervlerinin kapasitesince mevcut en iyi teknolojilerle yeni termik santral yapımı, ithal doğal gaza olan bağımlılığını daha düşük oranlara indirecektir. Linyit kaynaklarının elektrik üretiminde maksimum şekilde değerlendirilmesi, çevresel etkilerinin en aza indirilmesi, enerji arz güvenliği bakımından önemlidir. Türkiye’nin uzun yıllardır plan ve politikalarında yerli linyitlerin elektrik enerjisi üretiminde kullanılmasının artırılması yer almaktadır. Ancak uygulamalar, plan ve politikalara uygun olarak gerçekleşmemiştir. Bu konuda söylemden eyleme geçilmesi için gerekli şartlar sağlanmalıdır. Yakın gelecekte Türkiye’nin enerji politikasında yerli linyit kaynaklarını daha etkin kullanacağı yönündeki en önemli işaret Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 24 Nisan 2016 günü yapmış olduğu şu konuşmadan anlaşılabilir: "Geçtiğimiz yıl petrol fiyatlarındaki düşüş sayesinde enerji ithalatımızı 38 milyar dolarda tutabildik. Cari açığımızın önemli bir bölümü enerji hammaddelerinin ithalatından kaynaklanıyor. Örneğin geçtiğimiz yıl 63 milyar dolar civarında olan dış ticaret açığımızın yarısından fazlası enerji kaynaklıdır. Ülkemiz geliştikçe, büyükçükçe, sanayiden ticarete, hizmet sektöründen alt yapıya kadar her alanda ileriye gittikçe enerji ihtiyacımız da artıyor. Milletimizin refah düzeyinin yükselmesi, şehirleşmenin artması, her alanda teknolojinin daha etkin kullanılması enerji talebini yükseltiyor. ’Bir ülkenin refah düzeyi nasıldır, ne durumdadır?’ sorusunun cevabı enerji tüketimiyle de orantılıdır. OECD ülkeleri arasında enerji talep artışının en fazla olduğu ülke Türkiye’dir. 2023 hedeflerimiz doğrultusunda ilerledikçe enerji talebimiz de katlanarak sürecektir. Önümüzdeki 10 yılda enerji alanında ihtiyaç duyacağımız yatırım miktarı 110 milyar dolar olarak hesaplanıyor. bunun için kömür ve su gibi kendi kaynaklarımızı, güneş ve rüzgar gibi doğal kaynakları daha etkin kullanarak enerjideki talebi karşılamayı ve dışa bağımlılığımızı asgariye indirmeyi hedefliyoruz."( http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-enerjisa-tufanbeyli-termik-40093834) Kriz durumlarında devreye sokulması nedeniyle enerji arz güvenliği bakımından son derece önemli olan Türkiye’nin doğal gaz depolama kapasitesi OECD ülkelerinin depolama/talep oranı olan %10’un altındadır. Türkiye’nin enerji arz güvenliği bakımından 2,6 milyar metreküp kapasiteli doğalgaz depolama tesisleri yetersizdir. Doğalgaz depolama maliyetli bir iş olmakla birlikte enerji arz güvenliği bakımından son derece önemli olduğundan doğalgaz depolama kapasitesi artırılmalıdır. Doğalgaz depolama alanları geliştirilmediği takdirde kriz durumlarında ve soğuk geçen kış mevsimlerinde doğal gazda kısıntıya gidilmesi zorunlu hale gelebilecektir. Doğal gazda kısıntı hem elektrik santralleri, hem sanayi hem de konut ısıtmacılığında insan sağlığı için olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Çevresel Güvenlik Ve Enerji Politikası Çevre sorunlarının olumsuz sonuçlarının yoğun olarak hissedilmeye başlaması, 1980’lerde ve Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde güvenlik kavramının yeniden irdelenmesinde öne çıkan bir unsur halini alması ve çevresel güvenliği ilgilendiren farklı bir güvenlik alanının meydana çıkması güvenlik kavramının yeniden tanımlanmasını gerekli kılmıştır. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi gibi çevresel bozulmayı içeren etmenlerin insan hayatını ve dolayısıyla devletlerin çıkarlarını olumsuz etkilemeye başlamasıyla birlikte çevre, giderek ulusal güvenliğin bir parçası olarak görülmeye ve güvenlik meselesiyle doğrudan ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Güvenlik kavramının genişlemesiyle alakalı bu tartışmalar, askeri güvenliğin yanı sıra yeni bir ‘güvenlik tehdidi’ algısının ortaya çıkmasıyla neticelenmiş, terörizm, organize suçlar, endemik ve yaygın hastalıklar, toplumsal ve dini çatışmalar, siyasi baskı, doğal kaynaklar nedeniyle çıkan çatışmalar ve çevresel bozulma, çatışma-güvenlik boyutunu ilgilendiren çatışma nedenleri olarak ortaya çıkmıştır (Sençerman,2013:11). Obi’ye göre “Çevresel güvenlik, insanoğlu ve doğa arasındaki doğal kaynak kullanımı ve doğal kaynakların gıda, mal, hizmet ve kazanca dönüştürülmesi şeklindeki etkileşimden kaynaklanan tehdit ve çatışmaların önlenmesiyle ilgilenmektedir. Doğal kaynakların tüketimi ve dönüşümünden kaynaklanan ekosistemdeki bozulma, kaynakların azalmasına ya da kaynak kalitesindeki düşüşe neden olabileceğinden bir türlü tehdit olarak algılanmaktadır ve kaynakların kullanımı ve dönüştürülmesi meselesi erişim, güç, kontrol ve mülkiyete bağlıdır ve dolayısıyla siyasi ekonomi ve güvenlikle alakalıdır (2000: 50)”. Bu bağlamda çevresel güvenlik kavramının üç boyutu vardır: (Keleş ve Ertan,2002:240-241) 1. Dünya ölçeğinde insan türü ve diğer canlı varlıkların yaşamlarını ve varlığını tehlikeye düşürecek olan çevresel kriz 2. Çevre sorunlarının ekonomik ve siyasal istikrarı tehdit eden niteliği 3. Çevresel kaynakların bölüşülmesi ve çevreden kaynaklanan sorunların ülkeler ve topluluklar arasında çatışmalara neden olma riski Ülkelerin enerji politikalarının belirlenmesindeki birincil boyutu oluşturan enerji tedariki, tercih edilecek olan enerji kaynaklarının çevresel güvenlik üzerinde oluşturması muhtemel tehditlerin de göz önünde bulundurulacağı bir içerikle oluşturulmak durumundadır. Zira çevresel güvenlik konusunda uluslararası alanda üzerinde büyük oranda ittifak edilen tehditlerin başında İklim değişikliği gelmektedir. Farklı görüşler olmakla birlikte iklim değişikliğinin en önemli sebebi olarak görülen küresel ısınma ise büyük oranda sera etkisinden kaynaklanmaktadır. Yeryüzünde ve atmosferde tutulan ısı enerjisi, atmosfer ve okyanus dolaşımıyla yeryüzünde dağılır ve uzun dalgalı yer radyasyonu olarak atmosfere geri verilir. Bunun bir bölümü, bulutlarca ve atmosferdeki sera etkisini düzenleyen, su buharı (H O), karbondioksit (CO ), metan (CH ), diazotmonoksit (N O), ozon (O ), vb. sera gazlarınca soğurularak atmosferden tekrar geri alınır. Bu sayede yerküre yüzeyi ve alt atmosfer ısınır. Yerkürenin beklenenden daha fazla ısınmasını sağlayan ve ısı dengesini düzenleyen bu sürece doğal “sera etkisi” denilmektedir. Atmosferde var olan bu sera etkisi karbon temelli gazların oranlarının artması ile denge halinde çıkmakta ve yerkürede ortalama sıcaklığın artmasına neden olmaktadır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin açıklamalarına göre, iklim sistemi kesin olarak ısınmaktadır. Gözlemler, küresel ortalama hava ve okyanus sıcaklıklarının arttığını, kar ve buz erimelerinin yayıldığını ve küresel ortalama deniz seviyesinin yükseldiğini göstermektedir. Son 150 yılda, ortalama sıcaklık dünyada neredeyse 0,8 ºC ve Avrupa'da da yaklaşık 1 ºC artmıştır . Son oniki yılın onbiri (1995-2006) küresel yüzey sıcaklığının (1850'den beri) aletsel kayda geçen en sıcak 12 yıl arasında bulunmaktadır. Emisyonları sınırlandıracak küresel eylemde bulunulmazsa, IPCC 2100'a kadar küresel sıcaklıkların 1,8 ºC ila 4,0 ºC kadar daha artabileceğini beklemektedir. Bu, sanayi öncesi zamanlardan beri kaydedilen sıcaklık artışının 2 °C'yi aşacağı anlamına gelmektedir. Bu eşiğin ötesinde geri dönüşü olmayan ve olasılıkla felaket niteliğinde değişiklikler meydana gelme ihtimali çok daha artmaktadır (DSİ,2016). Küresel ısınmanın yarattığı iklim değişikliğinin başta kuraklık, çölleşme, buzulların erimesi gibi doğrudan sonuçlarının yanı sıra bu sonuçlara bağlı olarak ortaya çıkacak açlık, yoksulluk, su kaynaklarının azalması vb gibi insanları doğrudan etkileyecek dolaylı olumsuz sonuçları da doğuracağı bilinmektedir (Şahin ve Kurnaz,2014). Küresel ısınmanın temel nedenlerinden biri olarak belirtilen sera etkisinin, özellikle karbon içerikli gazların atmosferde artışından kaynaklandığı bilinmektedir. Bu tespit iklim değişikliği ile mücadelede en önemli politika başlıklarından birinin enerji politikası olarak belirlenmesi gerekliliğini doğurmaktadır. Zira karbon içerikli gazların atmosferdeki çevre dengesi üzerinde oluşturduğu olumsuz etkinin temel sebebi fosil yakıt kullanımı olarak gösterilmektedir. Kömür, petrol ve doğalgazdan oluşan fosil yakıtlar gerek Türkiye’de ve gerekse dünyada en önemli birincil enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Ancak fosil yakıt kullanımının iklim değişikliği üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiden dolayı iklim değişikliği ile mücadele politikaları büyük oranda korbon salınımının azaltılması üzerinde odaklanmış görünmektedir. Sera gazlarının atmosferik birikimlerini insanın iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirecek bir düzeyde durdurmayı sağlayabilecek en önemli ve tek hükümetlerarası çaba Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’dir (İDÇS). İDÇS’nin nihai amacı, “Atmosferdeki sera gazı birikimlerini, insanın iklim sistemi üzerindeki tehlikeli etkilerini önleyecek bir düzeyde durdurmaktır” (UNEP/WMO, 1995). Haziran 1992’de Rio’da düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Zirvesi’nde imzaya açılan İDÇS, 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1997 yılında Kyoto’da gerçekleştirilen BMİDÇS 3. Taraflar Konferansı’nda kabul edilen Kyoto Protokolü ise, Sözleşme’nin nihai amacına ulaşması için kurgulanan ilk somut adım olarak 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu her iki uluslararası sözleşme metnine Türkiye imzalayarak taraf olmuştur. Enerji politikalarının oluşturulması ve yürütülmesinde önemli bir politika belirleme etkisi oluşturacak olan bu metinler üye ülkelere bir takım yükümlülükler yüklemektedir. Özellikle Türkiye’nin BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı’nın yapıldığı Paris toplantısında BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına vermiş olduğu taahhütlere bakıldığında, 2030’daki sera gazı salımını 1.175 milyon ton CO2 eşdeğeri yerine %21 azaltarak 929 milyon ton CO2 eşdeğerine indirmeyi taahhüt ettiği görülmektedir. 1990-2013 yılları arasında sera gazı salımı Türkiye’de ortalama senede %3.9 arttığı göz önüne alındığında bu taahhüdün karşılığı olan yıllık %4.2’lik bir artışın geçmişe oranla daha hızlı bir artış demek olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin BMİDÇS Sekretaryasına vermiş olduğu bu taahhüt Türkiye’nin enerji politikalarında çevresel güvenlik hassasiyeti taşımakla birlikte enerji arz güvenliğini garanti altına almaya yönelik politikaları benimseyeceğinin de ipuçlarını taşımaktadır. Şekil 3 Yeni Politikalar Senaryosu Dikkate Alındığında Dünya Elektrik Üretiminde Enerji Kaynaklarının Payları (2000-2040) Kaynak: http://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Temiz-Enerji Şekil 3’de Dünya’da 2040 yılına dair dünya elektrik üretiminde enerji kaynaklarının dağılımına ilişkin beklendi projeksiyonu yer almaktadır. Bu projeksiyona göre dünyada petrol kullanımının toplam kaynak içindeki payının hem oransal hem de miktar olarak azalacağı öngörülmektedir. Buna karşın diğer kaynakların miktar olarak artacağı öngörüsü de şekilde görülmektedir. Ancak halen dünyada, toplam elektrik enerjisi üretiminde kömürün payı yaklaşık %40, doğalgazın payı yaklaşık %20, nükleer enerjinin payı yaklaşık %10 hikrolik enerjinin payı %16 diğer yenilenebilir enerjilerin payı ise %4 olarak gerçekleşmektedir. Aynı kaynakların toplam elektrik üretimindeki payları 2040 projeksiyonunda sırası ile %30, %23, %9, %15 ve %18 olarak öngörülmektedir. Bu tabloya göre oransal olarak toplam elektrik enerjisi üretimi içinde petrolün yanı sıra kömürün ve nükleer enerjinin payının düşmesi buna karşın doğal gaz ile hidrolik kaynakların oransal olarak değerini koruması beklenirken diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam elektrik üretimi içindeki payının önemli ölçüde artması beklenmektedir. Dünya ülkelerinin enerji politikalarında yaşanan bu gelişmenin en temel sebebi ise fosil kaynakların çevresel güvenlik üzerinde yarattığı tehdidin çözümüne yönelik taahhütler olarak görülebilir. Türkiye’nin enerji politikasının geleceğine baktığımız zaman ise toplam üretim içinde kömürün ve diğer yenilenebilir kaynakların payının artırılması, doğalgazın ve hidrolik kaynakların payının düşürülmesi ve halen enerji kaynakları arasında yer almayan nükleer enerjinin payının ise %10’a ulaşması öngörülmektedir. Türkiye’nin enerji proksiyonuna ilişkin 2023 vizyonunu göre, 2023 yılında toplam elektrik üretiminde kullanılan kaynaklardan doğalgazın payı %33’den %20’ye, hidroliğin payı %11’den %4’e düşmesi, diğer yenilenebilir kaynakların payının %2’den %6’ya, kömürün payının ise %27’den %37’ye çıkması beklenmektedir. 2023 beklentisinde halen %27 olan petrolün payında bir değişme olmayacağı öngörülmekte nükleer enerjinin payı ise Mersin Akkuyu Nükleer Santralinin devreye girmesi ile %4 olarak gerçekleşeceği beklenmektedir. Bu veriler Türkiye’nin enerji politikasını oluştururken, enerji arz güvenliğini ve çevresel güvenliği birlikte gözeten ancak enerji arz güvenliğini önceleyen bir politika belirlediğini göstermektedir. SONUÇ Türkiye Ortadoğu coğrafyasında fosil yakıtlar bakımından fakir olmakla birlikte zengin kaynaklara sahip olan ülkelerle de komşu olmak jeopolitiğine sahip bir ülkedir. Fosil kaynaklar bakımından zengin olan bu ülkelerin bazılarının içinde bulunduğu siyasi krizler, bazıları ile de yaşanan diplomatik krizler nedeni ile enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye’yi enerji politikasında kendisine farklı bir yol çizmeye itmektedir. Zira enerji kaynaklarının %81 düzeyinde dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye bu dış bağımlılık ile ilgili iki temel sorun yaşamaktadır. Bu sorunlardan ilki enerji tedarik ettiğimiz ülkelerle yaşanacak diplomatik krizler ya da ülkelerin kendi içinde yaşayacağı siyasi krizlerin enerji arz güvenliği üzerinde yarattığı tehditlerdir. Diğer sorun ise enerjide dışa bağımlılığın dış ticaret dengesi üzerinde yarattığı baskıdır. 2013 yılında -94,4 milyar dolar olan dış ticaret açığının en önemli sebeplerinden biri enerji ithalatıdır. Zira adı geçen yıl Türkiye enerji ithalatı için toplam 58,7 milyar dolar harcamıştır. Türkiye bu tehditleri bertaraf ederek cari açıkla mücadele etmek ve enerji arz güvenliğini teminat altına almak için kaynak ülke çeşitliliği ve enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gibi politikalar üretmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda yerli kaynaklardan daha etkin yararlanmak ilk stratejik hedef olarak görülmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu yerli kaynak portföyüne bakıldığı zaman politika oluşturucuların üç temel hedef üzerinde odaklandıkları görülmektedir. Bu hedefler: Enerji üretiminde yerli kömür kullanımının artırılması, Elektrik enerjisi üretiminde nükleer enerji kullanımı ve Yenilenebilir enerji kaynaklarının daha etkin kullanımı Bu hedeflerden ilk ikisinin Dünyada uygulanması öngörülen enerji politikaları ile parelellik göstermediği açıktır. Zira Dünya projeksiyonlarında elektrik enerjisi üretiminde kömürün ve nükleer enerjinin payının azalması yönünde bir öngörü yer almasına karşın Türkiye bu kaynaklardan elde ettiği enerjinin toplam içindeki payını artırmak yönünde bir politika istikameti oluşturmuş görünmektedir. Bu politika tercihinin oluşmasındaki en önemli etkenin ise enerjide dışa bağımlılığın azaltılması ve enerji üretiminde “yerli ve milli” kaynakların daha yaygın ve etkin kullanılmasının sağlanması olduğu söylenebilir. Zira Türkiye’de fosil yakıt olarak yer alan ve ekonomik açıdan kayda değer olan tek yerli kaynak kömürdür. Diğer taraftan belirlenen bu stratejinin her ne kadar enerji arz güvenliği açısından bazı çözümler üreteceği düşünülse de çevresel güvenlik üzerinde yarattığı/yaratması muhtemel tehditler ise en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Zira nükleer enerji her ne kadar küresel ısınma ile mücadelede tercih edilebilecek bir enerji kaynağı olarak görülse de diğer çevresel risklerinden dolayı ulusal ve uluslararası kamuoyunun üzerinde en çok olumsuz anlamda tartıştığı enerji kaynakları arasında yer almaktadır. Kömür ise tüm dünya ülkelerinin mücadele etmek noktasında ortak paydada buluştuğu iklim değişikliğini doğuran karbon salınımının en yüksek olduğu enerji kaynağı olarak bilinmektedir. Türkiye bu alanda oluşan uluslararası mutabakatın bir parçası olarak daha temiz enerji kaynaklarını kullanmayı taahhüt etmiş olmakla birlikte kömür kullanımının artması yönündeki politika tercihi ile bu noktada bir çelişki üretmiş görünmektedir. Bu çelişkinin yarattığı soru işaretlerini ortadan kaldırmak için ise Türkiye’nin kömürün çıkarılması ve termik santrallerde işlenmesi sürecinde daha temiz ve çevre dostu teknolojiler kullanarak, ortaya çıkması muhtemel negatif dışsallıkları bertaraf etme eğiliminde olduğunu ifade etmek mümkündür. Türkiye’nin nükleer enerji alanında yatırım yapmak yönündeki politika tercihinin de enerji arz güvenliği önceliğinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Nükleer enerji tercihi aynı zamanda fosil yakıtlara oranla, iklim değişikliği üzerinde daha az tehdit oluşturduğu için bu alandaki uluslararası taahhütlerle de çelişkili bir tercih olarak gözükmemektedir. Ancak nükleer enerji ile ilgili diğer çevresel güvenlik –nükleer sızıntı, radyoaktif atıklrın bertarafı, terör tehdidi, yurtsuzlaştırma vd.- riskleri bu yöndeki tercihin sürekli olarak sorgulanması sonucunu doğurmaktadır. Dünyadaki öngörülerin aksine olarak toplam elektrik üretimi içinde doğalgazın payının düşürülmesi yönündeki politika tercihi ise Türkiye’nin enerji arz güvenliği kaygısının zorunlu olarak ürettiği bir politika tercihidir. Doğalgaz fosil yakıtlar içinde iklim değişikliği üzerinde en az etki yaratan doğal kaynak olması bakımından çevresel güvenlik açısından daha çok tercih edilmektedir. Türkiye’nin, kısa ve orta vadede kaynak ülke portföyünü çeşitlendirmesinin mümkün olmamasından dolayı doğalgaza yönelik talebi azaltmayı ve bu kaynağı daha çok sanayi ve konut sektörlerinde kullanmayı düşünmektedir. Türkiye halen doğalgaz ihtiyacının %55’ini Rusya’dan karşılamaktadır. 2015 yılı sonlarında yaşanan “uçak krizi”nden dolayı iki ülke arasında yaşanan diplomatik kriz Türkiye’nin enerji kaynakları bakımından Rusya’ya olan bağımlılığının yeniden düşünülmesi ve bu konuda bir takım politikalar üretilmesinin zorunlu olduğu noktasına getirmiştir. Mevcut doğalgaz boru hatlarının güzergâhları gözönüne alındığında Türkiye’nin boru hattı yolu ile doğalgaz ithalatında en önemli ortağı olarak Rusya’nın varlığını devam ettirmesinin zorunlu olduğu söylenebilir. Sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ithalatı yolu ile kaynak ülkelerin çeşitlendirilmesi yönünde oluşturulacak politika tercihi de gerek depolama tesislerinin yetersizliği gerekse dönüşüm tesislerinin yetersizliğinden dolayı kısa vadede olumlu sonuçlar elde edilmesi mümkün olmayan tercihlerdir. Orta ve uzun vadede ise Türkiye’de doğalgaz depolama alanlarının inşasının hızlanarak artırılması ve kaynak ülke çeşitliliğini sağlayacak şekilde Rusya’nın doğrudan müdahalesine açık olmayacak doğalgaz boru hatlarının tesis edilmesi ile bu noktada yaşanacak tereddütler çözülebilir. Türkiye’nin enerji politikasının geleceğinde üzerinde en çok vurgu yapılan enerji kaynağı hidrolik dışındaki diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam elektrik üretimi içindeki payının artırılması yönündeki politika tercihidir. Bu tercih gerek enerji arz güvenliği ve gerekse çevresel güvenlikten kaynaklanan politika kısıtlarının her ikisine de çözüm üretebilme potansiyeline sahiptir. Enerji kaynağının ülke sınırları içinde üretiliyor olması enerji arz güvenliğine yönelik tehditleri ortadan kaldırmaya katkı sağlarken, diğer enerji kaynaklarına oranla negatif dışsallığının az olması çevresel güvenlik politikalarının desteklenmesinde önemli bir politika tercihi olarak ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Enerji arz güvenliğinin sağlanması ve çevresel güvenlik yönündeki kaygıların giderilmesine yönelik çabaların her ikisini de birlikte destekleyen enerji politikası aracı ise enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik politikalardır. Enerji verimliliği politikaları, bir taraftan ekonomik büyüme ve sosyal kalkınma hedeflerinin sürdürülebilirliği ile doğrudan ilişkili olması diğer taraftan ise toplam sera gazı salımlarının azaltılmasında oynadığı kilit rol nedeniyle, hassasiyetle ele alınması gereken alanların başında gelmektedir. Enerji tasarrufu ve verimliliği, enerji arz güvenliğinin sağlanması, dışa bağımlılık risklerinin azaltılması, çevrenin korunması ve iklim değişikliğine karşı mücadelenin etkinliğinin arttırılmasının sağlanması gibi 2023 yılı ulusal strateji hedeflerimizin ve enerji politikalarımızın en önemli bileşenlerinden biridir. Türkiye BM sınıflandırmasına göre gelişmekte olan bir ülke olmakla birlikte muadili olan birçok ülke ile kıyaslandığı zaman kişi başı enerji kaynağı tüketiminde ve kişi başı karbon salım miktarı açısından dünya ölçeğinde negatif dışsallığı en az olan ülkelerden biridir. Her ne kadar 1990 yılı baz alındığında toplam karbon salımı en çok artan ikinci ülke olmasına rağmen Türkiye, küresel düzeyde ortaya çıkan çevre sorunlarının oluşmasında etkisi en az olan gelişmek olan ülke durumundadır. Bu nedenden dolayı dünyanın çevre sorunları ile mücadele etmeyi öncelediği günümüzde bu sorunların ortaya çıkışındaki etkisi en düşük gelişmekte olan ülke konumundaki Türkiye’nin gelişmiş ve diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte elini eşit şekilde taşın altına koymasını beklemek ve bu yönde Türkiye’ye baskı yapmak adaletli bir yaklaşım olmayacaktır. Kamu politikasının resmi aktörleri de enerji politikasını oluştururken bu reel politik tercih çerçevesinde politikalar üretmekte, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını öncelerken bunu sürdürülebilir kalkınma ilkeleri çerçevesinde yerine getirmeyi taahhüt etmektedir. Bu taahhüdün somut ifadesi ise çevresel güvenlik boyutunun da gözetildiği ama enerji arz güvenliğinin öncelendiği bir enerji politikası olarak özetlenebilir. Başta onuncu kalkınma planı olmak üzere temel politika metinlerinde bu yaklaşımın etkisi açık bir şekilde görülmektedir. KAYNAKÇA DAĞCI K., E. ÇAMAN*Enerji Politikaları ve Enerji Güvenliği Perspektifinden Avrupa Birliği’nin Orta Asya Politikası”, OAKA, Cilt: 8, Sayı: 16, ss. 21-48, 2013 DSİ, Küresel Isınma ve İklim Değişikliği, http://www.dsi.gov.tr/docs/iklimdegisikligi/kuresel_isinma_ve_iklim_degisikligi.pdf?sfvrsn=0 Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 2015-2019 Stratejik Planı Kalkınma Bakanlığı, Onuncu Kalkınma Planı 2014-2018, Ankara 2013 KELEŞ, R., ERTAN, B., Çevre Hukukuna Giriş, İmge Kitabevi, Ankara, 2002. KOÇ, E., M.C. ŞENEL, Dünya’da ve Türkiye’de Enerji Değerlendirme, Mühendis ve Makine Dergisi, Cilt 54, Sayı 639, s. 34. Durumu-Genel Marin, J., M., Quemada, B., M. (2011). Affinity and Rivalry: energy relations of the EU. International Journal of Energy Sector Management, 5(1), 11-38. Obi, C. (2000) “Globalised Images of Environmental Security in Africa”, Review of African Political Economy, c. 27, s. 83, ss. 47-62. SENÇERMAN Ö., “Çevresel Güvenlik: Postkoloniyel Dönemde Alman Doğu Afrikası İçin Çatışma Çözümleme Örnekleri”, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Aydın 2013 ŞAHIN Ü., L. KURNAZ, İklim Değişikliği ve Kuraklık , Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi, İstanbul, 2014 UĞURLU, Ö. (2007). “Türkiye’nin Enerji Güvenliğini Yeniden Tanımlamak”, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 7. Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi, Yaşam Çevre Teknoloji, 24-27 Ekim, İzmir, ss. “81-92”. http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-enerjisa-tufanbeyli-termik40093834