Genel Kamu Hukuku ATAKAN KARATAŞ KİTAP ÖZETİ + KONU ANLATIMI BİRİNCİ BÖLÜM ESKİ YUNAN DA VE ROMA İMPARATORLUĞUNDA SİYASAL DÜŞÜNCE I. SİTE DEVLETİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ Site: Kırsal bir alan üzerine kurulmuş bir yada birkaç kentten oluşan, sosyal ve siyasal açıdan birleştirici niteliğe sahip bir organizasyondur. • Site toplumu doğa tarafından meydana getirilmiş, onun içinden çıkmıştır. Öyleyse toplumu kurmak değil, onu düzenlemek söz konusu olabilmektedir. • Site yurttaşlardan önce gelir. Siteye bağlılık esastır. • Sitenin, baskın, otoriter kimliğe bürünememesinin çok önemli bir sebebi vardır; yasaların üstünlüğü Polisteki sosyal yapıya baktığımızda köleler, metekler ve yurttaşlardan oluşan bir düzen mevcuttur. Köleler: Bu kesimin hiç bir hakkı ve özgürlüğü yoktur. Yunanlıların gözünde üretim aracı olan kişiydi ve bugünkü makinenin yerini tutmaktaydı. Kolayca alınıp satılır, maddi gereksinim sağlar. Metekler ( Yabancılar): Polis'e yerleşmiş olan yabancılar özgür olmalarına karşın hiçbir yurttaşlık hakkına sahip değillerdi. Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin İçinde yer alıyorlardı. Yurttaşlar: Bağımsız ve siyasal yaşama da katılarak sitenin yönetimini belirleyen gerçek yunanlılardır. Zaten bütün yönetim de onlann elindedir. Özgürlük denilince Polis'de yurttaşların özgür anlaşılır Yunan düşünürlerinin site devletinin kurumları üzerine düşünmeleri sonucunda, adalet, özgürlük, anayasal yönetim, yasalara saygı gibi modem devletin siyasal ilkelerinin temelleri atılmıştır. Herodot’ a göre yönetim biçimleri Monarşi: Demokrasi: Yurttaşlar topluluğunun, yani çoğunluğun yönetimi Tek kişinin kendini ve uyruklarını zafere götürmek için yönetimi Oligarşi: doğuştan, servetleri nedeniyle, dinsel ya da askeri sınıfa dahil olmaları nedeniyle "üstün" olarak nitelendirilen kişilerin azınlık yönetimi. Demokrasinin Temel İlkeleri a) Siyasal Eşitlik: Demokrasilerde İlk kriter budur; devletin demokratik olması demek bu açıdan; yasanın herkes İçin eşit uygulanması, göreve katılmada eşitlik tanınması, nihayet İktidara katılmada eşitlik olarak anlaşılmalıdır. b) Sosyal Eşitlik: Aslında Site‘ de gerçek bir sosyal eşitlikten söz etmeye olanak yoktur. Bu olsa olsa gelişen gemicilik (armatörlük) İle ticaretle uğraşan sınıfların (o dönemin burjuvazisinin) aristokratlar elindeki Polis‘in siyasal yönetiminden, toplum içindeki ekonomik yerleri ve güçleriyle orantılı olarak pay İstemeleri olarak anlaşılabilir. c) Halkın Yönetimi: Halk meclisi en üstün yetkiye sahiptir. Egemenliğin halkta olduğunu ve kimseye devredilemeyeceğini belirtir. d) Özgürlük Anlayışı: Her şeyden önce köle olmamaktır. Kişi özgürlüğü (işkence yasağı getirildi.) Siyasal özgürlük ise yalnız yasaya itaat ve boyun eğme hakkı olarak tanımlanıyordu. Kişi uyması zorunlu yasalar dışında yaşamını dilediği gibi sürdürebilir. e) Yasa Anlayışı: Yasanın üstünlüğü ve egemenliği bütün Site'de geçerli ( çünkü kaynağının doğa ve onun düzeni old. İnanılır.) III. PLATON ÖNCESİ SİYASAL DÜŞÜNCE I. SOFİZM AKIMI Sofistler belli bir okul değil, çeşitli filozof gruplarıdır. İnsan düşüncelerinin odak noktası olarak alan ve onu ahlâki bir değerden çok çıkarlarına ve kendine hizmet eden bencil bir yaratık olarak kabul eden bu düşünce akımının önde gelen düşünürlerinden Protagoras'a göre "İnsan her şeyin ölçüsüdür”. Devletin kaynağı konusunda iki gruba ayrılmışlardır. • Birinci gruba göre (öncüsü Protagoras) Devlet; bir toplum sözleşmesi sonucu oluşmuştur. Hukuk kuralları bu sözleşmenin kurallarıdır. Herkes sözleşmeye katıldığına göre toplum nimetlerinden eşit pay alacak böylece eşitlik ve demokrasi tüm toplumda egemen olacaktır. • İkinci gruba göre ise; Devletin temelinde kuvvet güç yatmaktadır. Devleti güçlü İnsanlar kurmuştur, onların yasalan geçerlidir. Bu nedenle eşitlik ve demokrasi İlkelerinden söz etmek mümkün değildir, efendi-köle ayırımı doğaldır, geçerli kuraldır. İktidar, adaletin ne olduğunu kendi çıkarları doğrultusunda saptar ve yasalarla yönetilenlere adaleti bu şekilde anlatır. B- SOKRATES Sokrates’ e göre iyi bir yurttaş adil olmasada yasalara uymalıdır. Düşünceyi ve insanı bizaat felsefenin konusu ve temel sorusu yapan Sokrates’ e göre, II. PLATON – DEVLET’ DEKİ GÖRÜŞLERİ Sokratesin öğrencisidir. Platon, yaşadığı toplum olan Atina Sitesi’nin yönetim biçiminin en İdeal biçimde nasıl düzenlenmesi gerektiği üzerinde durur ve eserlerinde bu İdeal devleti arar. Sırasıyla ele alırsak; Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerinde dönemin felsefe anlayışı açısından siyasetle ve siyasal rejimlerle ilgilenmiştir. A. DEVLET’ Deki Görüşler ; Toplumun doğuş nedeni ve toplum düzeni, insanların birbiriyle ilişkilerinden. İhtiyaçlarım karşılayabilme zorunluluğundan ve işbirliğine gerek duymalarından ortaya çıkmıştır. (‘’ Bence toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir.’’) - Sitenin sınıfsal yapısını üçe ayırmıştır. ‘’ Çalışanlar (toplumun maddi gereksinimini sağlar), Savaşçılar: düşmanı kovmak, uzak tutmak ve İç güvenliği sağlamakla görevlidirler. Yöneticiler; bunlar soylular sınıfi. olup düzen ve ahlâk I temsilcileridirler; olgun, bilge kişidirler, toplumu yönetmekle görevlidirler. İDEAL DEVLET anlayışının temel özellikleri, “Eğitim", “Mülkiyet”, “Aile”, “İdeal Devlet ve Yasa" şeklinde İncelenebilir. 1. Eğitim: İnsanların eşitliğine inanmayan Platon, eğitimle, yukarda gösterilen sınıfların, daha çocuk yaştan başlayarak topluma uygun yönde ve anlayışta yetiştirilmelerini önermiştir. Fizik eğitimi, beden eğitimi ve ruh eğitimi, müzik, güzel sanatları öngörür. Savaşçılar için bu tür bir eğitimi zorunlu görürken, yöneticilerin de mutlaka bilge, filozof olmalarım şart koşar. 2. Mülkiyet: Yöneticiler ve savaşçıların mülk edinme haklan yoktur. Bir başka deyişle Platon toplumda özel mülkiyete karşıdır. Çünkü bu yola bir kere girdiler mi, kendi aslî görevlerini unuturlar, devlet yerine bunları koruma hırsına kapılabilirler. 3. Aile: Kadın-erkek eşitliğine İnanan Platon, eğitimle kadınların da erkeklerle aynı İşlerde çalışabileceklerini şöyle savunur. Çocukların ana babalarım tanımalarına da gerek olmadığım, zira bunların yetiştirilmeleri, büyütülmeleri ve eğitimlerinin devlete ait olacağını öngörmektedir. 4. İdeal Devlet ve Yasa: İdeal devletinde yönetimi filozof ya da filozoflara vermeyi uygun gören Platon'a göre Sitenin tümüyle hukuk ve yasa dışı olması da düşünülemez. Devlet, toplumun kendiliğinden ortaya çıkan ideal yasalarla yönetilmelidir. Platon, yönetimi filozoflara yani bilgili kişilerin azınlık yönetimine verirken, onların getirdiği her buyruğun toplumun, yurttaşların ve devletin yararına, düzenine uygun olacağı varsayımından hareket ediyor. Bu nedenle de yasaların işlevlerini şöyle belirliyor; yurttaşları da İnandırarak, ya da zorlayarak birleştirmek her yurttaşın toplum içinde göreceği işi belirlemek ve bütün toplumu mutluluğa götürmek. II. PLATON – ‘’YASALAR’’ DAKİ GÖRÜŞLERİ • Platon'un "Yasalar” adlı eserinde artık İnsanın üstünlüğünden dinin ve tanrının yüceliğine yöneldiğini görüyoruz. yasalann varlık nedeni adaletsizliği önlemektir ve yasa koyucu ancak akıl aracılığı İle toplumun gereksinimlerine uygun yasalan koyar. • Orta sınıfa ve tarıma dayalı bir devlet düzeni öngörür, bu düzende niteliklerini ve sınırlarını belirlediği özel mülkiyeti ta nır, ama yaklaşımı aşın zenginliklere, sınıflar arası eşitsizliğe yol açacak bir mülkiyet anlayışı değildir. Mülkiyet ve para kazana yurttaşlar arasında anlaşmazlık yaratacak ölçüde değil, herkesin görevine ve sosyal statüsüne uygun biçimde olmalıdır. • Yöneticinin akıl buyruğu olan yasalar yerine yurttaşların da katılımda bulunacağı yasa anlayışının geçerli olması gerektiğini savunur. çocukların yetiştirilmesi, müzik ve beden eğitiminin sağlanması gibi ko¬nulardaki düzenlemeler, gene devlet tekelindedir. • Eğitim yine en önemli konulardan biridir. Platon'a göre, eğitimin özü, oyun çağındaki çocuğun ruhunun yetişkinliğin¬de mükemmel bir İnsan olması için yönlendirmektir. Devletin Siyasal Organlarına gelince; Yasa koruyucuları; Yurttaşlar taralından Üç dereceli bir seçimle saptanır. 37 kişi seçilir. Bunlar genelde 50-70 yaş arasıdır. Bu kurulun görevi, yasalara uyulup uyulmadığı kontrol, yurttaşların servet durumlarım inceleme ve kaydım tutmaktır. Senato ya da 360 lar Konseyi: Otuzar kişilik on iki gruba ayrılırlar, her ay bir grup devlet işleriyle ilgilenir. Halk Meclisi: Başta zengin yurttaşlar olmak üzere tüm yurttaşlara açık olan bir Meclistir. Sitenin günlük İşleriyle uğraşan memurların seçimini yapar. Şafak Konseyi (tan yeri ağarırken toplanıp güneş yükselene kadar görev yapar) yaşlı ve genç kişilerden oluşan karma bir yapıya sahiptir. İleri gelen din adamları, on yasa koruyucusu, eğitimciler ve bunların seçecekleri otuz kirk yaş arasındaki üyelerden meydana gelir. Görevi, yasaların ve devletin devamlılığım sağlamaktır. İdeal devlet anlayışı yerini "yaşlılık" dönemindeki daha demokratik, daha katılımcı, yurttaşlara dayalı bir yönetim biçimine bırakıyor. IV. ARİSTOTELES – YÖNETİM BİÇİMLERİ İnsan sosyal-siyasal bir hayvan olarak tanımlayan Aristo, hocası Platondan ayrılarak toplumu sadece ihtiyaçtan olmadığını düşünür. Bu açıdan tek başına yaşamasının olanaksız olduğunu açıklayan düşünün mutluluğa ulaşmak, gereksinimlerini karşılamak İçin bir araya gelen bireylerin toplumu, dolayısıyla da devleti meydana getirdiklerini savunmuştur. Aristoteles'e göre İnsanlar bir araya gelerek önce aileyi, sonra da köyler ve kasabaları meydana getirmişlerdir. Aile bu nedenle toplumun temelidir. Ailelerin iyi yaşamak için birleş* me güdüsünden Site; yani Devlet doğmuştur. • Aristoteles’ e Göre Yönetim Biçimleri ( 6 yönetim türünü esas almıştır. Monarşi, Aristokrasi. Cumhuriyet ( Bunlar iyi) bunların bozulmuş şekilleri ise Tirani, Oligarşi ve Demokrasi ( Bunlar Kötü) dır. *Monarşi ( Krallık ): Ortak iyiliği amaçlayan tek kişinin yönetimi -monarşilerin tek bir ortak yanı vardır; o da kralın yasala-J IHB olması ve bütün eylem ve İşlemlerinde onlara uyması. Bu kural bozulduğunda yönetimin de biçim değiştireceğini ve Tiraniye dönüşeceğini düşünür. Mutlak monarşide tüm İktidar tek kişidedir, kişi toplumda her şeyin, herkesin efendisidir. *Aristokrasi: Soylular, seçkinler yönetimi olarak ortaya çıkan bu yönetim biçimi, bilindiği gibi özünde bir azınlık yönetimidir. Temel İlkesi erdemdir. Bu İyi, en mükemmel, en seçkin kişilerin bir araya gelip yönetime geçmeleridir. Burada aranan servet, zenginlik değil, kişilerin kendi üstün yetenekleridir. *Cumhuriyet: Yurttaşlar topluluğunun yasalara uygun, eşit ve toplumun iyiliğini gözeterek yönetime katılmasıdır. Bir başka deyişle iktidar doğrudan halktadır. Aristoteles'e göre Cumhuriyette İki rejimin en İyi yönleri bir araya getirilmiştir, demokrasi ve oligarşidir. Demokrasinin eşitliğe, oligarşinin de zenginliğ e önem vermesiyle ortaya çıkan karma anlayış, bu yönetim biçiminde kendini göstermiştir. Bu "iyi" yönetimlerin bir de bozulmasıyla ortaya çıkan “kötü" yönetim biçimleri vardır, bunlar; *Tirani (despotluk); Aristoteles'e göre en kötü, rejimdir. En belirgin özelliği, monarşide gördüğümüz yasalara saygı ilkesinin burada tümüyle ortadan kalması, baştakinin sorumsuzca ve kimseye hesap verme gereği duymadan toplumu kendi çıkan doğrultusunda yönetmesidir. *Oligarşi; Bu da aristokrasinin soysuzlaşmış, bozulmuş şeklidir. Birden fazla kişinin toplumu, devleti kendi çıkan yönünde ve "servet" elde etme amacıyla yönetmesidir. Eğer zenginlerse, bu defa da servetlerini artırmak için çaba gösterirler, yasaları tanımazlar ellerine geçirdikleri iktidardan bırakmamak için yasal düzenlemelere bile başvururlar. *Demokrasi; Cumhuriyettin bozulmuş şeklidir. Düşünür. Demokrasi, herhangi bir bakımdan eşit olan insanların mutlak olarak eşit oldukları düşüncesine dayanır. Ancak buna karşılık, demokrasinin belirgin özelliği yasalara saygının azalması, giderek kaybolması olarak görür. Cumhuriyet rejiminde gördüğümüz anlamda yasalardan söz etmenin (genel anlamda yasatan İmkânsız olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. II. • ARİSTOTELES – GÜÇLER AYRILIĞI VE ANAYASA Aristoteles’ e Göre Güçler Ayrılığı ve Anayasa Aristoteles'in en önemli özelliği, bir anayasa çerçevesin* toplumun siyasal güçlerinin düzenlenmesi, görev ve etki alanlarını belirtmesidir. Site; Anayasanın ta kendisidir. Anaya» devleti yaratır, eğer o değişirse artık devletin kendisi de değişmiştir. Anayasa anlayışının egemen olduğu devlet biçiminin en ideal devlet olması gerekir. Bu İdeal devlet, "orta sınıfa" dayanır ve beraberinde güçler ayrılığını getirir. Birinci kuvvet, Yasa koymak kaldırmak, devleti memurlarım denetlemek, anlaşmalar yapmak, barışa kararı vermek olarak sayılabilir ve tümüyle Meclis'e aittir. İkinci kuvvet, güç; yürütme işini üzerine alır ve memurlar tarafından yerine getirilir. Devletin gelir ve giderini ayarlamak, alınan kararların uygulanmasını sağlamak, özel anlaşmaların ve mahkeme kararlarının kaydedilmesi, askeri, malî işlerin yürütülmesi hep bu memurların ya da "Bakanların'’ İşidir. Üçüncü erk ise "Yargı"dır. Bu İşlev, mahkemeler eliyle düzenlenir, sekiz çeşittir. Her mahkeme, kendi yetki alanına giren uyuşmazlıktan çözer. Kararları n verilmesine yurttaşların da katılmasını isteyen Aristoteles, bu katılımın kimi zaman kurayla, kimi zaman seçimle, kimi de hem seçim hem de kuralın birlikte kullanılmasıyla gerçekleşebileceğini söyler. • Platon ve Aristoteles'i bir arada ele alır, getirdikleri devlet anlayıştan İle siyasal rejim sistemlerini karşılaştırdığımızda nasıl bir tespit yapabiliriz? Platon’un ideal devlet anlayışının ana çizgilerini İncelediğimizde, gelecekteki yöneticileri de etkileyecek güçte ilkeler, kurallarla dolu bir yönetim biçimi görürüz. Özellikle aile, özel mülkiyet, çocukların eğitimi, kadın erkek ilişkisi, gibi konularda getirdiği öneriler bulunmaktadır. Aristoteles'e gelince; daha realist, gerçek bir siteyi bu boyutlarıyla ve gereksinmeleriyle kurmayı ve yönetimi planlayan düşünür, Devlet'in öğelerinin belirlenmesi, rejimlerin tasnifi özellikle Cumhuriyetin niteliğinin açıklıkla tanımlanması, güçler ayrılığı, yasaların Anayasaya uygunluğu ve Anayasanın üstünlüğü gibi ilkeler getirmiştir. Sonuç olarak, bu dönemin bu iki düşünürü birlikte ele alındığında, birbirinden farklı gibi gözüken ama aslında siyasal rejimler tarihi açısından yekdiğerini tamamlayan bir bütünü, büyük bir İleri görürlükle bizlere sergilediklerini hayranlıkla tespit ederiz. Gerçekten de totaliter ve demokratik rejimler tarihsel süreç içinde yekdiğerini izlemiş, zaman zaman tarih sahnesinde yerini almış yönetim biçimleri olarak karşımıza çıkmışlardır. V. HELENİSTİK OKULLAR Helenistik okullar şeklinde adlandırılan bu okullar, insanlar arası huzuru sağlamaya yönelik düşünceler üretmişlerdir. Platon ve Aristo'dan farklı olarak; bireyi bütünün İçinde bir parça olarak değerlendirmektense, bireyi kendi davranışları ile ele almışlardır A. EPlKÜRCÜ OKUL Epiküros’un felsefesi, bireyin mutluluğunu sağlamak amacına yönelmiştir. Epiküros, olması gerekenle değil olanla ilgilenmiştir. Ona göre "olan”, haz duymanın canlıların amacı olduğudur. Ancak haz İle acı arasında denge kurmak gereği üzerinde de durmaktadır. Bu denge kurulurken İnsan gereksinimlerinden kaynaklanan İstekler üzerinde durulmalıdır. B. STOACI OKUL Yalnızca akıllı varlıklar olan insanlar, toplumsal bir yaşam sürebilirler. Çünkü onlar, evrensel düzenin temel parçaları olarak logos'tan yani evrensel akıldan (mantıktan) pay alan Tanrının çocuklarıdır. Zaten bu evrensel akıl da tanrısal aklın ta kendisidir. Böylece birlikte yaşayan İnsanlar, isteseler de istemeseler de bu tanrısal-doğal yasanın hükmü altına girecekler, hepsi bu yasaya uymak zorunda kalacaklardır. Bu haliyle de insan artık belli birSite'nln değil tüm dünyanın vatandaşıdır V. ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ Roma imparatorluğu sürekli büyüyordu. Ne var ki bu büyüme politikası kendi sorunlarım da be¬raberinde getiriyordu. Gerçekten, Romalı yurttaş; patridat ile ele geçirilen ülkelerin halkları; plebler arasında çıkan uyuşmazlıklar, giderek yönetimin yapışım da etkilemişti. Duruma uzun vadeli ve kalıcı bir çözüm bulmak gerekiyordu, öte yandan, Roma'da siyaset teorisine pek önem verilmemiş, daha çok savaşmayı, yönetmeyi ve para kazanmayı düşünen bir devlet anlayışı egemen olmuştu. Böylesi bir devletin önüne çıkan sorunları çözümlemek için başvurması gereken araç da hukuk kuramlarıydı. Amaç; savaşta ele geçirilen yerlerin bir hukuk¬sal statüye kavuşturulması gerekiyordu M.Ö. 450 yılında hazırlanan "On İki Levha Kanunu”, bu anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve Roma Hukukunun temelini meydana getirmiştir. Burada aile ön plana çıkarılmış ve önemi gösterilmiştir. Aile reisi; özgür insan, yurttaş niteliklerine sahip olarak evin mutlak hâkimidir. Kendisine, aile bireylerine veya mal varlığına dıştan bir tecavüz olduğunda, yetkili mahkemeler önünde hakkım arayacak, tazminini İsteyecek ve davayı yürütecek kişi de gene aile reisidir. Roma egemenliğinde yaşayanlann hepsine vatandaş niteliği sağlanmış, sınıf faikı ortadan kaldırılarak hem çatışmalara son verilmek, hem de devlete sosyal bir dayanak sağlanmak İstenmiştir. B. KARMA YÖNETİM VE ÖNDERLERİ: POLYBİOS, CİCERON Roma da siyaset teorisine önem verilmediği, hukukun, toplumdaki sorunları çözümlemek İçin hep öne çıktığı belirtilmiştir. Ancak gene de İki düşünür; Polybios ve Ciceron dönemin temel özelliklerine ve toplum yapışma uygun sade ama pratik bir yönetim biçimi üzerinde anlaşmışlardı: Karma yönetim 1. POLYBİOS Siyasal iktidarın kaynağında kuvvet olduğunu savunan düşünüre göre güçlüler, güçsüzleri yönetir, çünkü kendilerine sığınmışlardır, Altı yönetim biçimi öngörmektedir. bunların üçü iyi, üçü de kötüdür. İyiler; Krallık, Aristokrasi, Demokrasi, kötüler; Monarşi-Tirani, Oligarşi ve Demagojidir. Polybios, yukarıda sıraladığı yönetim biçimlerinin bir zincirin halkaları gibi yekdiğerini İzleyerek arka arkaya tarih sahnesine çıktıklarını; örneğin monarşinin krallığa, krallığın Tiraniye, onun aristokrasiye, aristokrasinin oligarşiye, nihayet, onun da demokrasiye dönüşmesiyle gene başa dönüleceğini, zincirin aynı biçimde tekrarlanacağını savunur. Siyasal yetkinin tek bir kişi ya da kurulda toplanmasını önlemek amacıyla, üç alan arasında denge kurmak İçin karma yönetimi savunan polybios, gücün tek elde toplanmasına karşı çıkarak, otorite ve özgürlükte aşırıya kaçılmasını önleyecek sentetik yönetim biçimi ile İstikrarın sağlanması üzerinde durmuştur. Aristoteles’den farklı olarak, savunduğu devlet yapısını sosyal güçlerin değil, siyasal güçlerin dengesine dayandırmaktadır 2. CİCERON Özgün düşünceler ortaya koyan bir düşünür olmayan Ciceron, antik Yunan düşünürlerinin etkisinde kalıp, onların düşüncelerini yorumlayarak, kendi dönemine aktarmıştır. Stoacı düşünceyi benimseyen Clceron, De Pepubllca (Devlet Üzerine) ve De Legibus (Yasalar Üzerine) adlı eserlerinde görüşlerini şöyle açıklamıştır: Hukuk anlayışını Stoacı felsefeye dayandıran Ciceron'a göre yasaların kaynağı doğada ve İnsanın aklindadır. Bilindiği gibi bu akıl. insana yansıtıldığı temel öğedir, güçtür. yasa ve hukukun kaynağının doğada olduğunu vurgulayarak doğal hukuka bağlılığını açıklar. tanrılar İnsanlara yurt olarak dünyayı vermişlerdir ve her İnsan bir dünya yurttaşıdır”». Pek doğaldır kİ bu devlet, bu "cosmopolis", Görüldüğü gibi, Roma İmparatorluğu’nun kurucu öğelerini halk - devlet - ortak yarar - yasa olarak açıklayan Clceron, yönetimi ve siyasal iktidarı kurumlaşmış siyasal toplum üzerine oturtarak düşünce sistemini oluşturuyor. V. ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ Bu dönemin belirgin özelliklerinden biri; Hıristiyanlık dininin. dolayısıyla kilisenin etkisi altında olmasıdır. Kilise ile imparator, başka deyişle otorite ile ruhani (kutsal) güç arasında iktidarın paylaşımı konusunda ortaya çıkan çatışma ve çelişki, bütün süreci etkilemiş, siyasal sistemin çökmesinin temel etkenlerinden biri olarak kendini göstermiştir. Gerçekten, bu düzenin özelliği Süzeren-Senyör (vassal) Serf arasındaki ekonomik İlişkiye dayanmasıdır. toprağın mülkiyeti hakkı kralda, intifa hakkı Senyördedir. Bu nedenle kralıpl mülkiyet hakkı "hukuki", Senyörünki ise "fiili" niteliktedir« toprağın sahibi olan siyasal iktidara da sahiptir. Gerçekten de toprağa da sahip olan kilise, ekonomik bir güç olarak dönemin etkin kurumlarındandır. Sosyal sınıflaşmayı, zengin- yoksul ayırımını kabul eden kiliseye göre asıl mutluluk, öteki dünyada İdi, bu dünya geçiciydi. Bu durumda artık siyasal iktidar dinsel (ve kişisel olarak İkiye ayrılıyor, birini Papa, ötekini de imparator temsil ediyordu. Çatışmada buradan doğuyordu. 1. AQUINO'LU THOMAS Aristo gibi, İnsanlar arasındaki İhtiyaçtan doğan ilişkilerle açıklayan düşünür, bunun İçin örgütlü toplumu zorunlu görüyor. Buna ulaşmanın yolu da öğeden ve onların birleşmesiyle oluşacak Devletten geçer diyordu. Aileler kurulduktan sonra örgütlü toplumun kurumlaşmış biçimi olan Devlete ulaşılır. Tüm bu uğraşın temel sebebi İse ortak yararı sağlanmasıdır. toplumda ortak yarar ancak adalet ile sağlanabilir. Adil düzen, aynı zamanda Devletin de temelini oluşturacaktır, Devlet, hamlayacağı Anayasa ve uygulamaya koyacağı yasalarla adaleti sağlayacak adil düzeni kuracak, ortak yarar da ancak böyle bir toplum İçinde sağlanabilecektir. İktidarların kaynağı Tanrı'dadır ama kullanılışı yeryüzündeki insanlara, topluma aittir. Karma yönetimi savunuyor. bu model de üç siyasal rejimin karmasından doğabilirmonarşi, aristokrasi ve Cumhuriyet. En iyi üç yönetimin en mükemmel yanları uygulamaya taşınarak karma bir yönetim modeli oluşturmaktır. Böyle bir rejimde kral başta olacak, ortak yaran sağlamaya yönelik yasalara uygun olarak ülkeyi yönetecektir. Ama onu yalnız bırakmaz Atjulno’lu, hemen yanına bir "danışmanlar meclisi" (aristokrasinin simgesi) getirir. Hukuk Anlayışı ve Yasaların Düzeni O'na göre yasa İle akıl arasında doğrudan ve kopmaz bir bağ vardır; "Yasa ortak yaran gözettiği için akılla ancak, herhangi bir ki msenin aklıyla değil, fakat topluluğun veya topluluk adına hareket eden prensin aklıyla yapılabilir. Yasaları sınıflandırmaya sokar. Ölümsüz Yasa; Dünyanın tanrısal güç tarafından yönetildiğini, daha doğrusu tanrısal aklın tüm evrende egemen olduğunu ve her seyi düzenlediğini kabul etmek,. Doğal Yasa; Ölümsüz yasarım İnsan aklına yansımasıdır. Bu sayede İnsanoğlu iyi ile kötüyü ayırt eder, toplumun mutluluğu ve refahı İçin, ortak yarara yönelik gerekli düzenlemeleri yapar. İnsansı Yasa (pozitif yasa): Doğal yasanın uygulamaya taşınması, yaptırıma bağlanarak toplumda geçerliliğin sağlanmasıdır. Bu niteliği ile toplumun ortak İyiliğini gözetme amacı taşır. Tanrısal Yasa* Doğal ve İnsansı yasaları tamamlayan, bize akıl yoluyla değil, İnançla ulasan tanrının kurallarıdır, İnsan aklı zaten bu geniş ve mükemmel İlkeler bütününü kavramaya yetmez. İşte hukuk anlayışı, bu yasa ve beraberinde getirdiği tasnife bağlı olarak eşitliğe dayalı bir düzen İçinde saklıdır. Yasayla hukuk arasındaki bağı ortak yarar kavramı İle kuran A. Thomas. hukukun son amacının eşitliği sağlamak olduğunu açıklar. V. ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ 2. DANTE • Ruhanilik karşıtı ve seküler otorite yanlısı siyasal düşüncenin gelişmesine neden olmuştur. Bu düşüncenin önde gelenlerinden biri de Dante dir. • Aquino'lu Thomas'ın düşüncelerinden etkilendi. Evrensel Monarşiyi savunur. Esas olarak papalıktan tamamen bağımsız, dünyayı kaplayan bi r dünyevî düzeni savunurken, bu düzenin bir monarşi olması gerektiğini ileri sürer. Bu görüşünü ortaya koyarken insanlığın amaçlan üzer inde durur. İnsan ırkının da aynı sonuca varması İçin tek bir yönetim gerekir. Bu yönetimde de bir monark ya da imparator olacaktır. Dünyanın refahı için monarşi ya da imparatorluk gereklidir. Dante'nin düşündüğü devletin unsurları; dünyadan olu¬şan bir ülke, insanlıktan oluşan nüfus ve imparatorluktan ibaret bir hükümettir. Öngördüğü "Evrensel İmparatorlukta devletin asıl amacı olduğunu düşündüğü barışı, özgür yaşamayı sağlama fikrinin eseridir. • Dante'ye göre, insanların mutlu olması özgür olmalarına bağlıdır. Devletin amacı, dünyevî yaşamın nihaî amacı egemenliğini gerçekleştirmektir. Bu amaç, evrensel çıkarlara yani banş. özgürlük ve adalettir. Bütün İnsanlar tek bir devletin tebası olduğundan, teba hükümdara değil. Hükümdar teb'aya hizmet eder. Dante'nin savunduğu evrensel monarşi, insanların birliği için, ulus üstü bir siyasal yapı oluşturmaktadır. Monarşi adlı eserinde Dante, Romalıların kurdukları imparatorluğun meşruluğunu İspat etmeye çalışır. Ona göre, Romalılar en asil insanlardır. Dante, Romalıların otoritesinin doğrudan doğruya Tanrı'dan geldiğini, papanın aracı olmadığım düşünmektedir. Papaların üstünlük iddialarına karşı çıkarken ilk hareket noktası, İmparatorun otoritesinin doğrudan doğruya Tann'dan geldiği ve kiliseye dayanmadığıdır. Dante, papalığın bütün üstünlük iddialarını inceler ve karşı çıkar. Dante'nln kesin olarak ortaya koyduğu, İmparatoru kiliseden bağımsız kılma görüşüdür. Zira imparatorluk kiliseden önce ortaya çıkmıştır Bu hususlardan hareketle Dante, papalık ve İmparatorluğun ayrı İktidar alanları olduğunu, her ikisinin de kendi alanlarının en üst derecesini işgal ettiğini İleri sürer103. Böylece ruhanî-dünyevî ayırımını ortaya koyar. Farklı alanları olan bu İki İktidar birbirine bağlanamaz. İmparator iktidarım kilise aracılığı ile almamıştır. Zira her İki lktldann kaynağı da Tan- n'dır1 Dante, Monarşi adlı eserinde kamu hukuku sorunlarına! felsefe, hukuk ve tarihten yararlanarak çözümler getirmeye çalışmıştır. Evrensel monarşiyi savunurken,-devletin din dışı karakterini vurgulamanın yanı sıra, devletin görevinin özgür¬lük, adalet ve banşı sağlamak olduğunu ortaya koymuştur. Sekülerdir. V. ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ C. WILLIAM OF OCKHAM Papaların dünyevi alanda haklan olduğuna ve imparatorluk işlerine müdahalelerine karşı çakmıştır. ilk Protestan olarak da anılır. Eserlerinde akim ve inanan (İmanın) konularını ayırmaya çalışmış, papa ve kralın yetki alanlarını ayırarak. kendisinden önceki hristiyan düşünürlerden farklı bir düşünce sergilemiştir. Bütün çabası, çağındaki düşünceler çemberini aşarak papaya karşı Hıristiyan özgürlüğünü savunmaktır. Tann'nın yüceliği ve hıristiyanlığa İnananların papalığın egemenliğine karşı korunması amacından hareket ederek, bu görüşlere karşı çıkar. Zira ona göre ölümsüz yasa anlayışı, Tanrının aşkınlığını inkar etmek anlamındadır. papaların bireysel iktidarları için yaptıkları taleplerin uluslar arasında çatışmalara yol açtığım deri sû- rerrfc papalık emperyalizmine karşı çıkmıştır. Bütün dünyanın en mükemmel biçimde, bir tek kral, imparator ya da prens tarafından idare İmparatorun bütün pozitif hukukun üstünde ol* doğunu ancak doğal hukuk ilkelerine karşı çıkamayacağını düşünür. Ockham'lı böylece, dünyevî İktidarın kullanılmasını takım sınırlamalara bağlı kılınıştır. Aynı şekilde ruhanî iktidarın da sınırsız olduğunu kabul etmez; hatta ona göre, çağuwl en önemli sorunu papa mutlakıyetinin sınırlandırılmasıdır. Zira papalar bütün yetkilere sahip olsalardı, imparatorlar I krallar, prensler ve diğer İnsanlar kelimenin dar anlamın^! esir ve köle olurlardı. kimseyi kendisi tarafından değil de, Tann, doğa ya da bir başka İnsan tarafından verilmiş bir haktan yoksun birakamaz; İnsanları Tanrı'nın ya da doğanın bağışladığı özgürlüklerden yoksun bırakamaz Ockham'lı krallık ya da imparatorluğun kaynağını papa¬dan aldığım İleri sürenlere de karşı çıkar. Zira ona göre iktidarı nn kaynağı halktadır11Böylece dünyevî ve ruhani iktidarı İki ayn kuvvete bağlayan Wiliam, dünyevî alanda kral ya da prense, ruhani alanda da papaya mutlak yetki tanımamaktadır. İki İktldan birbirini den ayırırken aralarında belirli ilişkiler olduğunu da göz önünde bulundurmaktadır. Böylece dünyevî ve ruhanî İktldan iki ayn kuvvete bağlayan Wllliam, dünyevî alanda kral ya da prense, ruhani alanda da papaya mutlak yetki tanımamaktadır, tkl İktldan birbirini den ayınrken aralarında belirli İlişkiler olduğunu da göz önünde bulundurmaktadır. düşüncelerinden anlaşıldığı gibi, iki başlı bir düzen ö ngörür, ama, çağında hâkim olan görüşün aksine, dünyevî otoritenin yetkilerini, diğerlnlnklne nazaran artırır. Devletin yönetiminde imparatoru son söz sahibi kılar. Böylece siyasal İktidarı papalıktan bağımsız kılmaya çalışır. Görüşlerinin bir başka önemli yanı da, papalığın diğer kurumlar gibi eleştirile¬bilecek olduğunu ve hiç bir kudretin sınırsız olmadığım ortaya koymasıdır. Ockham'lı insanları papaıun da hükümdarın da mutlak İktidarına teslim etmek İstemez. İSLAM DÜNYASINDA DEVLET VE SİYASAL DÜŞÜNCE İSLAM DÜNYASINDA DEVLET ANLAYIŞI Tek tanrıcılık anlayışının geçerli olduğu bu dönemin bir başka oluşumu da, İslam dünyasında gerçekleşiyordu. Başka deyişle dinsel topluluk. kendi içinde siyasal yapıyı da getirmiş bulunuyordu. Bu nedenle Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinsel kurumlaşmaya gitmemiştir ve kilise İle devlet arasındaki gibi bir ayrım görülmemiştir. siyasal lktldar-dinsel İktidar I çatışması da gerçekleşmemiş olmaktadır. İslâm devletinde din ve devletin özdeşleşmiş olması. İslâm’da devlet yapısının "teokratik" olduğu sonucuna götürür. Hristiyan döneminden bir diğer farkı, Hristiyan devletlerde yöneticiler veya papa yönetimi Tanrıdan aldığını İleri sürer. İslâm da İse. tüm iktidar Allaha aittir ve hiç kimse, ne ortak ne de sahip olabilir. Tüm "ümmet" yani müslüman halk yeryüzün de Allaha vekillik eder. İslâm devletinin temel özellikleri • Siyasal iktidara İlişkin genel, değişmez, sürekli temel ilkeleri içeren kurallar içermektedir. İslâm Peygamberi Hz. Muhammed in dini statüsünün yanı sıra yeni bir devlet kurması ve Kur1 an ve hadislerde hem dini, 1 hem de dünya İle ilgili hükümler bulunması; devletin varlığının şeriata dayalı İlahî bir sözleşmenin erdemi olarak düşünülmesine neden olmuştur. Devletle İlişkiler metafizik ve din-1 sel tabanlı olduğundan, dinsel muhalefet vatana ihanetle eş-1 değerdir. • İslâm da mutlak İktidar Allaha aittir, siyasal iktidar Allah'ın koyduğu kurallar İle sınırlıdır. İslâm da, Allah karşısında bütün İnsanlar aynıdır, aynı konumdadır. İnsanlara düşen; mutlak egemen olan Allah'ın buyruklarına uymaktır. İslâm devleti, bir İnanç devleti olduğundan insan unsuru arasında, Müslüman ve Müslüman olmayan tebâ ayrımı yapar. Ülke konusunda ise. İslâmlık bugünkü anlamında belirli bir toprak parçasını ülke olarak kabul etmez. Zira İslam'da ülke, Müslümandan İnançlarını açıkça yaşadıkları ve tüm gereklerini yerine getirdikleri alandır • Devletin fonksiyonları açısından baktığımızda, İslam da yasama fonksiyonunun Allaha ve Hz. Muhammed'e alt olduğunu söylemek gerekir. İslâm da ana kaynak Kuran yani Allah'ın Koyduğu kurallardır. Kur*an da hüküm bulunmazsa, Sünnete yani Peygaınberin adet ve hareketlerine bakılacaktır. Yürütme fonksiyonu esas olarak halifeye aittir. Siyasi iktldan kullanan halife, bu günün başkanlık sistemindeki başkana benzer ve "ümmetin İcma ettiği imamlık" olarak da tanımlanabilir. Yürütmede halife ve diğer kamu görevlilerinin yetkileri, İslâm hukukunun genel prensipleri ve maslahatla sınırlıdır. İslâm da özgürlük, kişiye kul olmaktan kurtulup, Allaha kul olmakla kazanılır. serbestçe kullanır. İslâm öncesi Arabistan ve Ortadoğu'daki düzensiz ve anarşik yapıya karşın İslâmlık, güvenli bir toplum yaşamı ve insanları birbirine karşı koruyacak, devletin otoritesini güçlendirecek bir düzen öngörmüştür. • İslam'ın en çok üzerinde durduğu hak. "şahsi güvenlik hakkı"dır. İslâmlığın ana amaçlarından biri, insan yaşamım koruma altına almaktır. Can ve mal dokunul¬mazlığı ağır ceza tehdidi ile sağlanmak istenmiştir. Güvenlik ve eşitlik hakkının yanı sıra, mesken dokunulmazlığı. çalışma özgürlüğü, suçluların cezalandırılmasını is¬teme hakkı, ganimet hakkı, yeraltı servetine kahlma hakkı, şan ve şöhretin korunması gibi haklar da temel haklar arasında yer almaktadır. İslâm hukuk sisteminde "adalet" kavramı üzerinde de çok durulmaktadır. Adalet Allahın İndirdiği ile hükmetmek, hak sahibine hakkım en kısa zamanda vermektir. Kuran ’da önemle vurgulanan bu kavram, halifeleri de adaleti egemen kılma yükümlülüğü altına sokmuştur. Kişilere tanınan bu haklara karşın, kişilerin de devlete karşı saygı ve İtaat yükümlülüğü vardır. Zira devlete itaatsizlik devlet gücünün zayıflamasına yol açar. Ancak şeriat kurallarına aykırılık halinde itaat edilememesi uygundur. İSLAM DÜNYASINDA DEVLET VE SİYASAL DÜŞÜNCE A. İSLAM DÜNYASINDA SİYASAL DÜŞÜNCE Orta Çağ İslâm dünyasında, felsefi alana önemli katkılar olmuştur. Başta Platon ve Aristo’nun eserleri olmak üzere Yunan filozoflarının eserlerinin Suriye’de yaşayan Müslüman olmayan Araplarca Süryanice ’ye çevrilmesinin ardından Arapçaya çevrilmesi İle, Yunan felsefesi İslam dünyasında batıdan önce yaygın biçimde tanınmıştır. İslam düşünürleri özellikle Aristo’nun ahlak üzerine görüşlerinden etkilenmiştir. Aristo'nun "Politika" adlı eseri, İslam düşünürleri tarafından iyi bilinmektedir. Felsefi alana önemli katkıları olan İslam düşünürlerinin genel özellikleri ise, felsefi sorunlara cevap ararken inanç ve aklı uzlaştırmaya çalışmalarıdır. Farabi: Farab yakınlarında küçük bir köyde doğmuştur, ve Aristo'yu İslam felsefesine tanıtan Farabi'nin kullandığı felsefe metafizik ve siyaset üzerine kurulmuştur. Çok sayıda eseri olmakla birlikte, büyük kısmı kaybolmuştur, ancak bir kaç tanesi bilinmektedir. Eserleri İle sosyoloji ve siyaset bilimine katkıda bulunan Farabi, Platonizm ve Aristotelizm ile teolojinin sentezini yapmaya çalışmıştır. insanların “etkin akıl" yolu ile mutluluğa ereceklerini, Tanrıya ulaşacaklarını söyleyen Farabi, Aristo gibi toplum halini bir gereklilik olarak görür. Ona göre insanlar kendi başlarına yaşayamazlar. İnsanları Stoacıların da savunduğu gibi dünya topluluğu içinde düşünür. Çünkü adalet ve barış en iyi olarak evrensel toplum modelinde sağlanacaktır. Monarşi yanlısı olmakla beraber, filozof ve yüksek bilgili devlet başkanı olmadığında, yönetimin bir grup İnsana da bırakılabileceğini ifade eder. İbn-i Sina: Yunan felsefesini incelemiş bir İslam - Türk düşünürüdür. Batıda “Avicenna* olarak tanınır. Öz ve varlık ayınınım yapan tbn-i Sina din ile devlet İlişkisi üzerinde durur. Devletin hukuk düzeninin esaslarım Kuran' da bulan düşünür, halifenin meşruiyeti sorunu üzerinde de durur. Halifelerin meşruiyetini “bireylerin rızası’na bağlarken, seçim ya da miras yolu ile halifelik makamına geliş arasında ayırım yapmaz. bireylerin meşru olmayan yöneticiye karşı çıkma ve görevinden uzaklaştırma hakkının olduğunu da İleri sürer. İbn-i Rüşd: Aristo'nun büyük yorumculanndandır. Aristo’nun görüşlerini islamiyetle birlikte yorumlamış, eserlerinin bazıları Latince'ye çevrilmiştir. Bak dünyası onu “Averroes" olarak tanır. Aslında dinin yüksek formu olarak düşündüğü felsefenin Müslümanlar İçin meşru bir öğreti olduğunu göstermeye çalışmıştır. Aralarında Farabi, !bn-i Sina, İbn-I Rûşt'ûn de bulunduğu filozoflardan batıda da en çok bilineni tbn-1 Haldun'dur. Bu filozoflar batının skolastik düşüncesini oluşturanlardan farklı olarak, inancı inançla açıklamaya değil, akıldan yola çıkarak dini ilkeri açıklamaya yönelmişlerdir. İSLAM DÜNYASINDA DEVLET VE SİYASAL DÜŞÜNCE İBN-İ HALDUN Orta Çağ'da yaşamış olan lbn-i Haldun, tarih felsefesinin ve sosyolojisinin kurucularından olarak tanınır. İbn-1 Haldun, Tunus'ta doğmuş, Arap dili ve edebiyatı, fıkıh ve hadis bilimi ve akli bilimlerde geniş bilgi sahibi otmuş/* çeşitli idari görevlerde de bulunmuştur. Yaşamının büyük kısmında siyasete karışmış olarak görmekteyiz. "Mukaddime" adlı eserini 1378 yılında tamamlamıştır. İbn-1 Haldun'un İslâm düşüncesi içindeki özgün yeri, her türlü dinsel dogmadan uzak, realist bir yaklaşımla toplum sorunlarını ele almasından kaynaklanmaktadır. Benimsediği yöntem. Tanrının takdiri" gibi metafizik olmayıp, deney ve gözleme dayanmaktadır ve bu husus, İbn-l Haldun'un derin inanç sahibi olmasına rağmen bilimsel bir zihniyete sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Toplumsal Yaşam İbn-i Haldun, toplumsal yaşamı bir zorunluluk sayar. Toplumsal yaşamın vazgeçilmezliğini İlk olarak ekonomik nedene bağlar. (insanın besinini elde etmeye tek başına gücü yetmez. Gereksinme duyacağı besini sağlamaya yeterli olamaz.) Güvenlik gereksinimi ise toplumsal yaşamın ikinci nedenidir. 'insan kendini korumak için de kendi türünden olanların yardımına başvurmak zorundadır. Toplumsal yaşam bir gerçek olarak ortaya çıkınca, insanların birbirlerinin saldırılarına karşı korunmaları için de bir "düzenleyici"ye, otoriteye ihtiyaçları olur. Yasaklamak, hükmetmek ve böylece düzenlemek için iktidar olma120, toplum yaşamının gerek duyduğu otorite İhtiyacım karşılar. Bu düzenleyici otorite bazen tek kişi, bazen de azınlık olur. îbn-i Haldun, göçebe yaşamın yani çölde ve kırda geçirilen yaşamın, kentsel yaşamın temeli olduğunu belirtir ve kentlerin ortaya çıkışını zenginlik, bolluk ve rahat yaşam gereksinimine bağlar. Devlet Anlayışı İbn-l Haldun, toplumda bir iktidarın varlığının gerekli olduğunu şöyle ifade eder: ‘insanlar, insanlıklarının doğal gereği olarak, her toplulukta, kiminin kimine saldırısı, haksızlığını önleyebilecek bir düzenleyici ve yargılayıcı güce gerek duyarlar.’’ Bu gücün o yakınlar birliğinin yardımıyla yönetilenlere egemen olması gerekir. Yoksa o güç, söz konusu işlevinde yetersiz kalır. İşte bu egemenlik devlettir. Toplum yaşamım nasıl doğal olarak nitelendirdiyse, devleti de doğal bir varlık olarak karşılar. devlette biyolojik bir yapı görmüş ve birey¬sel organizma ile devlet arasında ayniyet olduğunu İleri sürmüştür. Bu nedenle, devlet için doğuş, gelişme, yaşlanma dönemlerinden sonra ölüp gitme kaçınılmaz bir sondur. Bu "son"dan sonra devlet yıkılır ama toplum kalır ve yıkılan devietin yerini yenisi alır. Devletin geçirdiği evrelerin her birinde temel dayanak "ekonomik" koşullardır. Haldun'a göre, yönetimin İyi olması, lktidarın adil olmasına bağlıdır. Adil bir iktidarın kararlan tepki görmez ve. -yönetim altında bulunanlar, İster yürekli ister korkak olsun¬lar, kendilerine güven duyarlar. Baskı olmayacağına güvenirler". Kararlan ezici, baskıcı, korkutucu ve cezalandıncı olan yönetim, halkın dayanma gücünü ve yürekliliğini öldürür126 Haldun hükümdara şu öğütlerde bulunur; Yönetimin (el-mülk) gücü ancak hukukun uygulanma¬sıyla gerçekleşir Hukuk ancak yönetim (el-mülk) tarafından uygulanabilir, Yönetici ancak halk (er-rical) vasıtasıyla güç kazanabilir. Halk servet (el-mal) olmadan varlığım sürdüremez. Servçt, gelişme (el-imare) olmaksızın elde edilemez. Gelişme adalet (el-adl) olmadan sağlanamaz. Adalet, Allah'ın insanoğlunu değerlendireceği ölçüdür İSLAM DÜNYASINDA DEVLET VE SİYASAL DÜŞÜNCE İBN-İ HALDUN Devlet, topluluk başkanlığının üstünde bir şeydir. Çünkü başkanlık, yalnızca ululuktur. Bu ululuğun sahibi de uyulan bir kimsedir. Ama hüküm ve kararlarında uyanlar üzerin¬de bir baskı ve ezildiği yoktur onun. Devlete gelince; o, başlı başına bir ezlcilikle egemen olma, ezlellikle hüküm yürütmedir'!». İbn-i Haldun'a göre, devlet egemenliği başka toplumlara karşı üstünlük sağlandığı ve bu üstünlüğün bilincine vanldığı zaman elde edilir. Yani dışa karşı egemenliğin belirginleşmesiyle ortaya çıkar. Görüldüğü gibi İbn-i Haldun, devletin merkezi bir cebir kuvvetinin örgütlenmesi olduğunu ve egemenlik olmadan dev¬letten söz edilemeyeceğini ortaya koymakla, devleti realist bir görüşle açıklamıştır. Diğer Ortaçağ İslam düşünürleri gibi, monarşinin normal bir yönetim biçimi olduğunu savunur. Zamanındaki!sîâm düşünürlerinin hükümdarlık İle hilafet kurumlanm birbirine karıştırarak açıklamalarına karşı çıkan İbn-i Haldun; halifeli¬ğin şeriata dayandığım, devletin ise sonradan kabul edilen siyasal kurallar uyarınca oluştuğunu açıklar. Tarihte pek çok devletin, peygamberler olmaksızın kurulduklarını ifade ile bunların sayısının "ehli kitap" kavimlerinkinden çok fazla ol¬duğuna dikkat çeker. Böylece İlahi vahye dayanan peygamber¬lik ile, siyasal bir mevkii olan hükümdarlık arasında hiç bir mantıksal ve zorunlu İlişki bulunmadığım kaydeder. Peygam¬berlik akılla açıklanamayacak bir şeydir. Muhammed ve dört halifeden sonra İslâm İçin mülk (devleti örgütlenmesinin doğ¬duğunu belirten tbn-i Haldun, Muhammed ve halifeler devrini başkanlıktan hükümdarlığa geçiş olarak tanımlamaktadır. Son Görüşler - Genel Farabi tarafından ortaya atılan, îbni Sina tarafından geliştirilen peygamberliğin aklın alanına giren bir şey olduğu düşüncesine karşı çıkan İbn-i Haldun, peygamberliğin akim, felsefenin değil, şeriatın alanına giren şer’i bir konu olduğunu düşünmektedir. Toplum için egemen kişiyi zorunlu görmekte ama bu kişinin peygamber olmasının gerekmediğini ileri sürmektedir. Aynı şekilde halifeliği de şer’i bir konu olarak açıklamakta ve kaynağının “icma” kurumu olduğunu açıklamak¬tadır12. lbn-1 Haldun, halifelik rejiminin İslâmlığın tek ve kaçınılmaz yönetimi olduğu görüşünde değildir. Halifeliği devlet özelliklerine yönelmede bir geçiş dönemi olarak yorumlamış ve ayrı bir yönetim biçimi olarak irdelemiş bulunmasına karşın, lâik nitelikte bir gücün oluşturduğu evrensel devlet yönetimini, kendi siyasal boyutlan içinde incelemiştir. MONARŞİLER DÖNEMİ 1453'te Doğu Roma İmparatorluğu Fatih Sultan Meh¬met tarafından İstanbul'un fethiyle tarihe karışıyordu, buradan kaçan birçok bilim adamı Avrupa'ya, özellikle de İtalya'ya yerleşiyorlardı. Böylece Dünyanın çehresi değişiyordu: Ekonomik yapıdaki değişiklikler: kent uygarlığının gelişmesiyle birlikte yan açık ekonomi düzeninden kentler dışına taşan ve çeşitli pazarlara ulaşan bir açık ekonomi düzenine geçildi. Bunu gerçekleştiren zümre, bu pazarlarla sürekli ilişkiye girerek mal alışverişini yapan tüccarlarda. Bunlar loncaların tekelci üretimine son vererek ticaretin tam bağımsızlığa varmasına yardımcı oldular. birlikleri olan loncaların sağladığı ayrıcalıkla karşısına alıyordu. Burjuvazinin ticaretle uğraşması, krallığın kasalarına daha çok vergi akması anlamına geldiği İçin, krallık yönetimleri ticaret burjuvazisini korunması gereken bir kaynak olarak değerlendiriyorlardı. Ticaret burjuvazisi İçin önemli olan, ticarete zarar veren çatışmaların ortadan i kalkması düzenli ve güçlü İktidarların kurulması oldu. Krallığın yeni oluşan ticaret burjuvazisiyle işbirliğine J gitmesi ve özellikle hukuki korumanın sağlanması, kiliseyi J zayıf lattığı gibi, toprak rantına dayanan feodal soyluların çı* karlarına da ters düşüyordu. . Orta Çağın feodal düzeni yıkılırken, öte yandan yeni düzen kurumlanın da beraberinde getiriyordu. örneğin, hukuk teolojinin etkisinden kurtuluyor, akılcı ve insancıl oluyordu, Yeni sınıfın "İhtiyacı" olan özgürlük belirli yasal düzenlemelerle sağlanacaktır. "Özgürlük burjuvazinin yasal statüsü (olacaktır)" bir kentte bir yıl ve bir günden daha fazla oturmak, yasal olarak özgür kişi statüsünü kazanmak için yeterlidir ve bunun anlamı, bir bütün olarak feodal hukukun kural ve yaptınmlannın dışında tutulmak-lar. Bu sosyal yapının her parçası aynı derog^l önemli olmadığına göre, belirleyici olanın hangisi oldUğunuji sorulması gerekir. Hiç şüphe yok ki, HUKUKUN ve İşletmeni^ ussal yapısı en önemlilerdir. Çağdaş ussal kapitalizmin, I hesaplanabilir bir hukuka gereksinimi vardır. İşte bu ortamda üç değişik ülkeden üç düşünürün gö¬rüşlerini ana çizgileriyle ele alıp monarşik yönetimin özellikle, rlnl ve neden o dönemde böyleslne savunulduğunun gerekçelerini araştıralım MONARŞİLER DÖNEMİ machivelli Orta Çağ ile bağlantıyı kesen, onun ahlâk ve din anlayışının yerine politikayı etkisine alan yepyeni bir sistem getiren Machiavelli olmuştur. Bu yeni sistemin temeli zora, güce dayanıyordu. Gerekçesi ve geçerliliği İse İtalyan Birliğinin sağlanmasına bağlıydı. Makyavelizm'in temeli olan "Amaç aracı haklı kılar" sözünden de aynı şey anlaşılmalıdır. Yeter kİ amaca varılsın ve o iş başarılsın. Demek ki Machiavelli, başanya varmada hiçbir koşul tanımıyor. 1. Ahlak Anlayışı Amaç, İtalyan birliğinin bir kral tarafından sağlanması olunca Machiavelli de gerçekten ne din ne de ahlâk kurallarına uyuyor. Machiavelli yöneticinin ahlâk dışı araçtan belli bir sonuca varmak İçin kullanmasını onaylıyor ama yurttaşın ahlâkî bozukluğunun İyi bir hükümeti olanaksız kılacağından da asla şüphe etmiyor. Bu yüzden Machiavelli halkın ahlâki anlayışının kökenini toplumda arıyor. Machiavelli esas olan prensin devletini korumasıdır diyor. Başarırsa, bu yolda kullanacağı bütün araçlar şerefli sayılacak ve övülecektir, kötü* lükler ise unutulacaktır. Bu yüzden yöneten ahlâksız değil, “ahlâk dışı" bir nitelik taşımaktadır. Bir genelleme yapmak gerekirse Machiavelli’in ahlâk anlayışınm kaynağı toplumda ise, yetiştiği yer de politikadır. Ahlâk sıkı sıkıya politikaya bağlıdır. Machiavelli’in ahlâkı, politikadan bağımsız değil onun içinde saklıdır. Gücünü ondan alır. Bu sayededir ki sosyal düzey ve politik bilinç ile gelişir ve oluşur 2. Din Ahlâk gibi din Machiavelli’de sosyal olgudur. Amaç hep bozuk, düzensiz bir ülkenin toparlanması, kendine gelmesi olunca, din de birleştirici etken olarak fonksiyonunu yerine getirmek zorunda. Dinin bir başka özelliği de bireyciliğin aşırılığa kaçmasını önlemektir. Devlet inançlara gereken saygıyı gösterdiği ve olumlu yöne •evkettlği »Orece toplumun yarnnnı da gözetmiş olurPapalığın siyasal iktidardan pay ala¬cağını diye ülkeleri nasıl savaşa zorladığı, iç düzeni nasıl al¬tüst ettiği ve sonunda nasıl devletleri birbirine düşürdüğünü hepimiz biliyoruz. Machiavelli Incil'e de bu yüzden karşı çıkı¬yor. İnsanlara canlılık ve güç getireceği yerde dünya İşlerinden elini çekip onlan miskinliğe, toplumun gidişini seyretmeye zorladığı için... Machiavelli, devleti lâikleştirmekle yetinmiyor, üstelik dini ona bağlı kılıyordu. Sağlam devletin temeli, her şeyden önce onu koruyacak güçlü bir orduya bağlıdır. MONARŞİLER DÖNEMİ 3. Adalet İlkesi ve Yasalar Prensin iki temel ilkesinden biri: Yasalara uyma, onun için aynı zamanda bir ahlâk borcu. Bunun uygulanması bozuk düzenin sona erip dirliğin sağlandığı ve devletin kurulduğu döneme vergidir. Machlavelli’e göre halkın ulusal karakterini, prensin koyduğu yasalar ve yönetimi belirler. Ahlâk ve yurttaşlık erdemleri yasadan doğar. Bu yüzden bir toplum bozuldu mu, onu yeniden kuran, yasayı da koyar ve yürütür. Bu dönemde hem güçlü yasa koyucu hem de yürüten kişi olan prens, koyduğu İlkelerle bağlı değildir., ikinci dönemde yani devlet kurulduktan sonra prens devletin işlerini yasaya göre ve uyruğunun mülk ve haklarım gerektiği gibi gözeterek yürütmelidir. Bu durumda süreklilik ancak özgür halkın iktidardan pay alması İle sağlanabilir. Prens kendi koyduğu yasayla dahi olsa kendini sınırladı mı, smınn başladığı yerden öteye halkın özgürlüğü doğar. Machiavelli’ ye göre bir prens koyduğu yasaya herkesten önce ve titizlikle kendisi uymalıdır. Uymadı mı böyle bir kişi giderek kamu yaran için tehlikeli olur. Monarşi içinde bile yerleşmiş bir hükümetin İlk koşulu, yasalarla yönetilmesidir. Machiavelli böylece yasaya aykırı zoru önlemek, suiistimallere, zorbalığa set çekmek İstiyordu Konuşmalar” ve karma yönetimin erdemi üzerine Ahlâkla yasanın çatışmasında meşruiyetin sağlanmasını, ancak yasanın ağır basmasında ve ona uyulmada buluyor. Çünkü meşruiyet İlkesinin zedelenmesi toplumu kolay düzeltilemeyecek kargaşalığa I sürükleyebilir. Machiavelli için yasaların ve anayasanın İyiliğinden bah- i sedebllmek, onlan n sosyal hakkaniyetin savunmasını, üçlerin dengesini üstlenmiş olmalarına bağlıdır Sosyal dengenin ve hakkaniyetin olmadığı ortamda devlet no kendi sağlam düzenini sürdürebilir ne de yükselebilir. Yasaların ve anayasanın Öngördüğü ölçüde devlete saygı duyulur. Yasalar ne kadar mükemmel olursa yani sosyal güçler arasındaki denge ne kadar İyi hesaplanabilirse, devlet o ölçüde güvenlik içindedir. Halk da etrafında vatan sevgisi İle kilit olmuş bağlılığını sunmakta ise, İdeal yönetim için hiçbir sebep kalmamış demektir.. Böyle olunca soylular, kral ve halk ın devleti iyi yasalar eşliğinde yöneteceğine kolaylıkla İnanıyor. Ne var kİ bu denge siyasal değil, çünkü kral tek yönetici ve ağırlık hep onda. Mülküne ve belli bazı özgürlüklere sahip halka Dazla özgürlük vermeye gelmez, çünkü düzen bozulur, öte yandan Prense de yasalar dışında geniş serbesti tanınmamalıdır; ti -ranlığa özenir. En uygun yol, kralın koyduğu yasalarla toplumsal dengeyi sağlamasıdır Temelde hiçbir köklü sosyo-ekonomik sistem kurmadan, hele değişik güçlere iktidara tam bir katılma hakkı tanımayan, son sözün kralda olduğu mutlu bir yönetim biçimi düşlûyor. Onun için de zaman zaman prensten ve bazen de halktan yana gözüken Machlavelli’de sistemin tutarsızlığı aslında hal kla kral arasındaki dengeyi salt hukuk yolu ile kurmaya çalışmasından doğuyor. MONARŞİLER DÖNEMİ III. JEAN BODIN mutlakıyetçt düşünürüdür. Tarihçi, hukukçu İktisatçı, ûlozof, ahlâkçı ve politikacı J. Bodin, zamanın dinî, siyasi kargaşalığı arasında kurtuluş yolurîtJ gösterecek hukukun genel UkelenHrYInaya koymak ve siyasal bilimin temellerini atmak. Gerçekten bu anraöna ulaşan Bodln, monarşiyîsavunurken egemenlik kav¬ramım da kişi gereksinmelerine dayatmakla kralların tannsal haklan öğretisine ağır bir darbe İndirmiştir. A. DÎN. AİLE VE DEVLETİN NİTELİĞİ Din, devletleri ve cumhuriyetleri -birlik içinde tutar, hatta devleOh temel prensibini oluşturur. Yasaların uygulanmasında, uyru¬ğun bağlılığında, kötülük korkusunda hep onıçn derin etkisini bulmak mümkündür. Bu konuda inançların zorla, örneğin yöneten taralından değiştirilmesi, ya da yerleşmiş bir inanan insanlardan sökülüp atılması, sonuçta devletin yıkılmasına, yol açar. 1 dinin devletin yani siyasal otoritenin temeli olduğu görüşünü kabul etmemiz gerekir. Gerçekten kutsal İradeye uygun olar bu d üzen aynı zamanda akılcıdır da. Çünkü doğa ve insan akl ele alırsak, bu otoritenin sağladığı düzenin akıla olduğunu. Jean Bodin, devleti; “çeşitli ailelerin de geçirdikleri çeşitli varlıklarla birlikte egemen bir kudret tarafından hukuka uy¬gun olarak yönetilmesidir'* diye tanımlar140. Aristo'nun devlet ve hukuk anlayışından hareket eden, ancak ondakl eksiklikleri tamamlamak gereğini duyan Bodin, üç yeni kavram getirir bu tanımlamayla devlete: Aile, egemen göç ve devlete bağ)1 kuruluşlar. Bunlardan egemen gûcûn niteliğini ve dokusunu yasa ve hukuk anlayışıyla yakın ilişkisi. Egemen bir iktidar olmadıkça İyi düzenlenmiş devlet de olmaz. Devlet ise, tanımda da gördüğümüz gibi, aûe birimle¬rinden oluşur. Devletin kuruluşunu ailede bulan görüşün en güçlü savunucusu olan Bodin, devleti ailelerin hükümeti ola¬rak tanımlar. Mülk aileye, egemenlik İse yöneticiye aitti. Aile özelin, devu* kamunun veya genelin alanına girer. Egemen kudret,, aileler» ellerindeki mülkleriyle birlikte yönetecektir, Bodin’in monarşiyi savunmasının İkinci sebebi, egemen¬ken bölünmez niteliğiyle kendine en uygun ortamı ve organı bu rejimde bulmasından Üeıi geliyor. Gerçekten egemenlik, salt, bölünmez ve sürekli olacaksa onu tek kişiye bırakmaktan başka çare yok. Üçüncü sebebi; önemli yerlere yapılacak ata¬malarda ehillerin seçimini tek kişiye bırakmış olmasıdır. Bodin’in egemeni de Machiavel’inki gibi keyfiliğe kaya- maz. Yönetimin ahlâkî değerlere saygı göstermesi, halkın iyili¬ğini ve refahım gözetmesi, devlet birliğinin bozulmamasına özen göstermesi gerekiyor. Tanımda görüldüğü gibi “hukuka uygun" bir yönetim olacak. Egemenin yanında yardımcı birlik¬ler. örneğin; parlamento, halk meclisi, korporatif heyetler, EGEMENLİK VE YASAMA “Yurttaşlar ve uyruKr | H üstünde yasayla kısıtlanmamış en üstün iktidar« yasayla sınırlanamaz, zaten yasanın kaynağı egemendir. Ülkenin yasası egemenin buyruğundan başka bir şey değildir. Bu irade' mutlaktır, kimseye hesap vermez. Kendisi de koyduğu yasalar¬la sınırlı değildir. Tann’ya karşı sorumlu ve doğal hukuka bağ- I olması yeter sayılmıştır. Buyruk verme ve itaat etme şeklinde kristalize olan üs¬tün İktidar yetkisi toplumda kraldan krala geçer ve süre gider. Başkasına devredilemez, zamanaşımına uğramaz. Bodln, yasa örf ve âdeti değiştirir ama göre¬nek yasayı değiştiremez. Bodln. Ama özünde yönetimlerin temel İlkelerinin derlemesinden yanadır. Biraz daha açıklayalım; siyasal plânda tek kişinin egemenliği¬ni kabul eder. Üstünlük tanır. Hukukî planda ise İlkeler der¬lemesiyle yasanın dokusunu ve özünü belirler, yönetimin sü¬rekliliğini buna dayar. Kral hukuka uygun yönetiminde yasa¬lar koyarken hukukun son amacı adaletin “birlik, orantı ve eşitlikçi" özüne uyacak, bu özelliği hiç unutmayacaktır. MONARŞİLER DÖNEMİ THOMAS HOBBES Mutlakıyeti savunan XVII. yüzyılın bu ünlü düşünürü, kurduğu hukukî ve felsefi sistem bakımından Machiavelli ve Bodin’den daha tutarlıdır. Leviathan - halkın banş içinde, düzenli yaşama İsteğiyle kralın (Bodin'den daha katı) salt iktidarı arasında denge kurmak istemesi. A. TOPLUM SÖZLEŞMESİ VE DEVLETİN MUTLAK EGEMENLİĞİ Aristo'nun teraine Hobbes, insanı doğuştan toplumşgfr- 1 kabtıl etmez. Doğuştan bencil olan insanoğlu, mutlak biçirnde kendi yararını ve çıkarını düşünmeye yöneliktir. Doğal yaşam döneminde tabiat İcabı eşit yaratılan İnsanlar, varlıklarım sürdürebilmek için devamlı olarak kendilerini korumak zo¬runda idiler. Bu ise onlan kargaşalığa, savaşa, birbirlerine düşmanlığa sürüklüyordu Sürekli savaş içinde insan insanın kurdu olmuştur artık. İnsanın kendi yaşamını korumak biçiminde formüle edebile¬ceğimiz bu davranışı Hobbes, doğal hak diye tanımlıyor. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran temel farkı akıl olarak belirleyen Hobbes, aklım kullanan insanın kendini güvenlik içinde bul¬mak istediğini söyler. İşte doğal hakkın sonucu ve aklın eseri olan doğal yasala¬ra uyarak banşı ve güvenliği arayan insanoğlu, çareyi sözleş¬me ile toplum haline geçmekte bulur. Böy- j lece. güvenlik ve banş İçinde toplum haline geçin insanlar, i yönetim haklarını bir egemene devreder ama bu toplum hali, I Aristo'nun düşündüğü gibi doğal bir olay değildir. İradi anlaşmadan doğan yapay bir olgu, bir çıkar hesabıdır. Söz¬leşme İle haklarını egemene devreden kişiler, aslında, sözleş- jfneyl onunkideğiL, kendi aralarında yapmışlardır. Bu yüzden sözleşme egemeni bağlamaz, tamamen dışındadır. halkın İradesi ile devletin kuruluşu, egemenlik yetkisi orta¬ya çıkıyor. Tek sözleşme ile hem toplum haline geçen, hem de hakkını egemene devreden İnsanlar aynı zamanda tüm hak ve özgürlüklerinden de vazgeçmektedirler En İyi rejim ise özel yararla kamu yararının birleştiği, kay¬naştığı rejimdir. Bu rejim de krallıktır. Kralın özel çıkan He kamunun genel çıkan aynıdır. Çünkü, knum gücü,1 zenginliği, şefi, sıkı sıkıya halkınklne bağlıdır. Halk zengin, mutlu olduğu ölçüde kral da güçlü olur. Ona göre salt iktidarın olmadığı yerde sürekli savaş, olduğu yerde ise sonsuz banş ve huzur vardır. Bu ha¬liyle egemen yasaların da, adaletin de üstündedir. Din de ona bağlıdır. 1. Ahlâk Anlayışı Hobbes için doğal bir ahlâk vardır. Tıpkı doğal hak ve dto- ?.:, ğal yasalar gibi. Doğal ahlâk, doğal hakka karşı çıkar. Hak. bize istediğimiz gibi davranma olanağı tanır, yani kargaşaya götürür. Ahlâk İse barışın aracadır. 2. Devlet ve Kilise Her anlamda din tümüyle yasa ve nuküme- tm yönetimi altındadır S Aforoz veya başka bir kilise cezası egemenin yetkisiyle verilir. Hobbes un devleti bu yüzden hiçbir mistik ve dinsel değeri kabul etmez.. Hobbcs’a göre devlet, en güçlü topluluk biçimi İdi. Ahlâk ve din onun için toplumsal banşa varmada birer araçtı. Söz¬leşme ile yönetim hakkini egemene bırakan İnsanlar, aynı amaç uğruna tüm haklarından vazgeçmişlerdi. Bu amaçtan saptığı anda, devletin de meşruluğu ortadan kalkar. MONARŞİLER DÖNEMİ THOMAS HOBBES A. B. EGEMENLİĞİN SINIRLANMASI VE HUKUK DÜZENİ ÎLE İLİŞKİSİ Tıpkı Bodin’de gördüğümüz gibi Hobbes’un mutlakçılığında da egemenlik bölünmez ve salt niteliktedir. ~Siyasal iktidarı bölmek , onu yok etmekle birdir. O zaman iktidarın bölünen parçalan kadar yeni iktidar ve egemen çıkar ortaya ki, bu sosyal yapının bozulduğunun, hastalandığının en a çık belirtisidir. Salt ve kesin yetkilere sahip egemenin en başta gelen yetkisi, yasa koymak ve kaldırmaktır. Demek ki, Machiavelli ve Bodin gibi Hobbes da egemeni tek yasa Yalnız yasa haksızı haklıdan yapay biçimde ayınr. Aynının yapay olmasının sebebi, sözleşme fikrinde saklıdır. kaynağı olarak görüyor. Örf ve âdet kurallan, varl ıklarım egemenin sustuğu ölçüde korurlar. Egemen o konuda bir yasa koymuş ise, gelenek ve görenek de artık yoktur. Hobbes. sözleşmeyi zorunlu biçimde Sosyal olgu kabul etmiştir. Yasanın dışında haksıza karar veremeyiz. Haksızı ancak yasa belliler. Varsayım olarak da hir». • H yasa adaletsiz olamaz, yani hukuka aykırı değildir. ' Doğal yasaların üçüncüsü olan “anlaşmalara karşı çıkma, onlara sadık ol!" buyruğu, Hobbes'da adalet anlayışının temeli oluyor. Sözleşmenin olmadığı doğal yaşam döneminde herkesin her şeye hakkı vardı ve hiçbir şey kimseye kesin olarak ait değildi. Haklı ve haksız da belli olmamıştı. H âlbuki adaletin amacı, her şeyden önce herkese kendisine ait olanı tanımaktır. adaletin ölçüsü, sözleşmeye kesin biçimde uymaktır. Bundan şu sonuç çıkıyor; devlete sadakate sözleşmeyle karar veren İnsanla r, adalete uygunluk da sözleşmelere bağlılıkta ifadesini bulunca, adil olmak, devlete İtaat etmekle eş anlama geliyor. Haksızlık, ona karşı çıkmakla başlıyor. Bö ylece devletin bütün buyruklan adil, yasakladıkları adaletsiz demektir. Suçu devlet tayin edecektir. Durum böyle olunca devletin temel organı olan egemenin koyduğu yasalar da kesin hüküm niteliğini taşımakta, karşı gelinemez olmaktadır. Ona uygun davranış adildir. Böylece Hobbes’da hukukun tek kay*nağı olduğunu görüyoruz. Doğal yasa, doğal akıl, kutsal aldın yansıması (doğal yasalar) bunlann hiçbiri gerçek anlamda hu¬kuk değildir. Tek gerçek hukuk, medeni yasalar diye dığı egemenin koyduğu yasalar bütünüdür. yetkisi mutlak olan egemen, koyduğu yasalarla bağlıdır da. Ta İd onu kaktırıp yenisini koyuncaya dek. Bu du¬nunda yasa egemenliğinden söz edilebilir. Her şeyi yapmaya sınırsız biçimde karar verecek olan egemenin bu arada “yapması * şeyler de var (ödevler), örneğin güvenlik ilkesi Egemen uyruğunun güvenliğini İçte ve dışta korumakla görevli. Bu İlkeye aylan davrandığında kişilerin de İsyan hakkı doğar diyor Hobbes ve artık böyle bir devlete bağlılık yükümleri de kalmaz. Hobbes'un egemeni de Machlavel’lnkl gibi devamlı başarılı, güçlü, sözü geçer olmaya mecburdur. Bir başka sınır taşı da mülkiyet, Egemen, halkın mülkiyet hakkını tanımak, onu topluma uygun biçimde düzenlemekle yükümlü. Ha lkın yasal savunma hakkı bir başka İlkeyi oluşturuyor. İçte ve dışa karşı ortak ya da özel düşmana karşı bu hak kullanılır Bunlardan başka egemen uyruklarına "saf özgürlük" tanıyacaktır. Nedir özgürlük? Arzularımızı gerçekleştirmeye davrandığımızda dıştan bir engelin bulunmaması. Halbuki yasa böyle bir engelin ta kendisidir. O zaman yasanın dokunmadığı alanda kişi özgürdür sonucuna varabiliriz. Halkı yönetmek için konmuş MONARŞİLER DÖNEMİ V. A. MONARŞİYİ SAVUNAN DÜŞÜNÜRLERİN BİRLEŞTİKLERİ VE AYRILDIKLARI NOKTALAR B. EGEMENLİĞİN SINIRLANMASI VE HUKUK DÜZENİ ÎLE İLİŞKİSİ Yukanda ele aldığımız düşünürlerin temel kavramlar , üzerindeki görüşlerini karşılaştırdığımızda hepsindeki ortak yön; tarihsel ve objektif metodu kullanmış olmalarıdır. Top¬lumsal olaylara bu açıdan yaklaşan düşünürler, sistemlerinin temel dayanaklarım deneyci bir tutumla sosyal ilişkilerde bulmuşlardır. Çâğiin yenilikleri, ülkelerindeki değerler ve sis¬temler düzenini bozunca, haklı olarak endişelerini gidermek için hep birden banş ve huzuru, can ve mal güvenliğini sağ‘ igmaK arzusu İle monarşiye sarılmışlardır. Bu t«Han, onlan birleştiren asgari müşterektir146 Adalet Anlayışı Din ve Ahlak M MachiavelU’yi incelerken gördük; bilim ve ahlâkın kökeni, toplumdur. İnsanı evrensel bencil diye tanımlayan Machiavelli, prensi ahlâk dışı tutmakla, toplumda dengeyi sağlayıp düzeni kuracağına İnanmaktadır. Tüm sıkıntı, devleti kurana kadardır. Ahlâkın temel ilkesini, vatan sevgisi olarak açıklayan Machiavelli Demek ki kaynak: Toplum, amaç: Birlik, geliştiği yer İse: Politika. Kiliseye de aynı gerekçe ile saldırıyor, Prens’in salt iktidarım ortaya çıkarmak istediği İçin papalığın yanında değildir. Dinin toplumsal fonksiyonu, birleştirici olmaktır. Bunun için de din devlete bağlı olmalı Bodın isejrransa’dakl siyasî ve din! karışıldığa rağmen, vicdan Özgürlüğüiiü * savunuyor. Machiavelli ile benzeştiği nokta, dinsel hoşgörüyü ülkenin dü- zenl içki araç saymasıdır. Bir de dinin bağlayıcı, dayanışmayı sağlayıcı niteliği yönünde birlik halindeler. Gücünü on¬dan alır, tanrıya yönelik değişik İnançlara kanşmak ona düş¬mez. Aynı şekilde kilise de egemene bağlıdır, iktidardan pay alamaz, etkili olama^ Ööylece, Bodin de, Machiavelli gibi, hem jaik devlet hem düzenin korunması fikrini işlemekte, ancajc §«|! tanrıya bağlamakla, tanrı tanımaz Machlavelll’den aynl-^ HAtadır. Bu bakımdan Hobbes. Machiavelli’e daha yakındır. Hukukun idesi, salt amacı olan adalet kavranmam kay- nağı her üç düşünürde aynıdır. Banşa kavuşmak, feodalitenin dağınık siyasal yapışma son vermek, kralın gücünü arttırmak merkezi iktidarı kur¬makla gerçekleşebilecek. Bu durum, çağın yeni sosyal gücü olan tüccar zümresininHer üç düşünürde adalet fikrinin eş yönlü olması bu ne¬denle garipsenmemelidir. Toplumu, düzene, birliğe ulaştırmak amaç olunca, hukuk düzeninin yapısı da bu amaca yöneliyor. Düşünürlerde farklı olan tek şey, konunun işleniş biçimidir. İçerikte birleşmişler fakat biçimde ayrılmış¬lardır. Machiavelll’i incelerken gördük; adaletliı doğal kaynağı, iyiye verilen zararın kınanması ve aynı şeyin kendi başlarına da gelebileceği endişesinde saklı. Düzen fonksiyonunu yerine getirmeye yönelik bu Hepsinin ortak amaca, barış, birlik, düzenin konulmasıdır. adalet anlayışım Machiavelli, sonra yasal adalet ve hakkaniyete, sosyal Ne var kİ Bodin aynı amaca hoşgörü ve tanrının yardı- /mıyla güçler arası dengeye dayalı ada¬let anlayışı İle tamamlıyor. Karma yumuşak biçimde varmaya çalışırken Machiavelli ve Hobbes, yönetime karşı çıkan Bodin, karma adalet kavramım koymakla tek kişi çevresinde yönetimin sürekliliğini sağlamaya çalışır. Machiavel adaleti, zorla ve güderek toplumu aym amaca itelemektedir¬ler. sosyal güçler arası dengeyi sağlamak i|jjİ kullanmıştı. Bodin bu güçleri Machiavelli, yasalarla ahlâk kurallarının çatışmasında temsil eden (demokrasi, aristok¬rasi, krallık) yönetim biçimlerinin meşruluğu sağlamak için yasaya ağırlık tanımıştı. Vatan ilkelerini alıp, oluşturduğu adalet anlayışım tek kişinin eline vererek, sev¬gisine en yüksek yeri vermekle bu İlkeyi de din gibi birlik ve düzenin amacı görüyordu. Hobbes da bu kavramları aynı şeyi siyasal planda yapmayı dener . huzurun, barışın aracı gibi alıyor. Ne var kİ Hobbes, Karma yönetime karşı çıkan Bodin, karma adalet kavramım koymakla Machl^^y^hyas- ia daha rasyoneldir ve bu kavramları tek kişi çevresinde yönetimin sürekliliğini sağlamaya çalışır. Machiavel hukuka dafatr9ygun 9 çlmdeueğerlendlrmiştlr. adaleti, sosyal güçler arası dengeyi sağlamak i|jjİ kullanmıştı. Bodin bu güçleri temsil eden (demokrasi, aristokrasi, krallık) yönetim biçimlerinin ilkelerini alıp, oluşturduğu adalet anlayışım tek kişinin MONARŞİLER DÖNEMİ THOMASMONARŞİYİ V. HOBBES SAVUNAN DÜŞÜNÜRLERİN BİRLEŞTİKLERİ VE AYRILDIKLARI NOKTALAR C. EGEMEN VE YASA Machiavelli, Bodin ve Hobbes'un Monarşiyi neden sa¬vunduklarını artık kesin olarak biliyoruz. Yönetim biçimi bu yüzden hepsinde aynı; tek kişinin mutlak egemenliği. Gerçi Machiavelli karma yönetimi savunmakla; az da olsa öbürlerin¬den ayrılıyor. Ne var ki, tek kişiye ffiğer güçlerin üstünde ağır¬lık tanımakla bir yerde diğerleri ile birleşiyor. Asıl önemlisi, hepsinin feodal toplumun getirdiği aksaklıklardan etkilenerek kralın merkezci yönetimini savunmaları ve hepsinde ortak özellik: despotluğa, Uranlığa karşı olmalarıdır. Yasayı koyan egemeni hem tek kaynak sayıp, hem de onu koyduğu ilkelerle bağlamaya çalışmışlardır150. Machiavelli’de egemen, doktrinin konusunu ve esasmı, Hobbes’da ise hak, bu dokuyu oluştur¬maktadır. Egemenlik anlayışı da hemen hepsinde aym, yasa koyma [ve kaldırma yetkisi kimde ise, egemen de odur... Yasanın özü¬nü Bodin ve Hobbes'da akıl oluşturuyor. Ne var ki, Bodin’ln doğa ötesi tannsal aklına karşılık Hobbes, salt sınırsız, dina¬mik öze sahip kişisel aklı savunuyor. . Anayasada güçler dengesinin bulun¬masını kabulleniyor (kral, soylular, halk) kabullenmesine amaç hemen arkasından ekliyor, “halka fazla özgürlük tanı¬maya gelmez, hemen bozuluverir”. En iyisi, prensin koyduğu yasalara uygun bir yönetimle düzenin sağlanmasıdır. Bodin’ln anlayışı daha farklı. Aym çizgiden hareket ediyor Bodin, egemenliği tanımlamış, H» G«ntlK»wu Hufcuhu karakterini belirlemiş, ama kaynağı belirsizi Adaleti sağlamak- yasanın İşi. yasa kralın eseri, kralın kendisi de Tanrnun yer- yüzündeki sureti olunca yasamanın kaynağı doğal hukuk olu- yor. Mülkiyet hakkı, anlaşmalara sadakat, vergilendirmede halkın onayı... Bunlara uymazsa kralın ege¬menliği sona erer. Bir yanda kralı, yasanın kaynağı egemen olarak görüyor, öte yanda onu doğal hukuka ve üstün yasala¬ra saygı göstermekle yükümlü kılıyor. Hobbes İse daha akıllı davranarak egemeni sözleşmenin dışında tutmakla halkın hem sürekli bağlılığını, hem de egemenle çatışmasını önlüyor. Üstelik Bodin gibi, ne olduğu belli olmayan doğal hu¬kukla da egemeni sınırlamıyor. Buna karşılık, egemenin temel bir görevi var; güvenliği sağlamak... Halkın güvenliğinin mut¬lak biçimde içte ve dışta korunması gerekiyor. Yoksa kişinin isyan hakkı doğar, devlete bağlılık yükümü sona erer. Machiavelli ve Bodin gibi örf ve âdetf yasaya bağlı kılan Hobbes, hukukun temel amacının topluma banş getirmek ol- I duğunu ama bunun kişi özgürlüğü İle İlişkisini de göstermeI den edememiştir. Devleti kişiyi korumak için tutan Hobbes, geniş özgürlüğün kötülüğe yol açacağına inanarak monarşiyi banşın aracı yapıyor. Ama özgürlükle mutlakıyetin karşılıklı I abmiannı saptarken kendi sistemi içinde egemeni ile çelişkiye I düşmekten kurtulamıyor. Din ve ıhlâk düzeni, sağlayan kavramlar olarak mm kürken, adalet İlkesi de Devlete kesin bağlılığın rah oluyor. Ne var kt kralın tiranhğa kaymasına hepsi de «|I Şidır. Hukuk düşeninin An plâna atanması, bir yandan arar öte yandan da amaç olmasının nedeni burada saklı. Toplujjj, 3 aal kargaşayı önleyecek ve barışı sağlayacak bir araç. Krahn I yetkilerini belirlemesi ve ldşlnln özgürlük alanını ortaya koy. i ması açısmdan da amaç sayılıyor. Sosyal güçler dengesi, aıSQ| cak bu düzene uyulduğu ve onun elverdiği oranda sağlana- : çaktır. Düşünürlerin soşyo-ekonomlk koşulların etkisinde kal¬dığına da işaret etmiştik. Sablne’nin154 söylediği gibi, yeni do¬ğan tüccar zümresinin de işine geliyor böyleslne bir rejim. İle¬ride burjuvazinin öncüleri olan bu sosyal güç, mülkiyet hak¬kına sıkı sıkıya sarılırken, güvencesini de rejimin niteliğinde arıyor. Gelişmesi, evrimi bu hakkın korunmasına bağlı. Her üç düşünür de bunu açıklıkla gözlemliyor ve doktrinlerinin temel taşı yapıyorlar Liberal Demokrasi ve Çoğulculuk I. SİVİL TOPLUM - SİYASAL TOPLUM Ulusun egemenliğine dayalı iktidar, elindeki yetkiyle toplumu düzenleyecek hukuk kurallarını getirecek, özgürlük ve eşitliğibu kurallarla düzenlenmiş bireyler de, devletin karışamadığı bir ortamda (devletin olumsuz rolünün kabullenilmesi) uygun gördükleri ekonomik girişimleri sürdürecekler, topluma diledikleri gibi yön vereceklerdi. Amaç olarak kişinin esas alındığı böylesine bir ortamda sosyal ve ekonomik yaşam, tümüyle devletin karışması dışında ve bireyler eliyle düzenlenecekti. Zaten 1789 Bildirisi de bu eğilimi formüle ede¬cek biçimde düzenlenmiş, kişinin ana haklarım özgürlük, mülkiyet güvenlik ve baskıya karşı direnme olarak sıralamıştı. Toplum ve devlet İki ayrı gerçektir. öyle ki aralarında bir çok ilişki bulunmasına karşın, sanki yekdiğerinden bağımsızmış gibi kabul edilirler. Bu konuda en bilinen ve genellikle kabul edilen sistematiği getiren Jellinek'e göre yurttaşların Haklar statüsü şöyle çizilebilir; Olumsuz statü; kişinin klâsik hak ve özgürlüklerini. Aktif statü ya da aktif haklar; kişinin İktidara katılma biçimini, Olumsuz statü de ekonomik ve sosyal hakların listesini belirtiyordu. Burdeau; “toplum ve İktidar birlikte doğarlar, onlar özgürlük - otorite antitezi İçinde formüle etmek yanlıştır. İktidar, düzenin bir koşuludur, özgürlük de ancak düzen İçinde geçerlidir. Bu yüzden iktidar sosyal bir olgudur, toplumun dışında düşünülemez, onsuz bir toplum da çökmeye mahkûm olur" diyor. İktidarla özgürlük arasındaki çatışma, bir uzlaşma ve birlikte yaşama zorunluluğuna dönünce, iktidarın hem sorumluluğu artıyor, hem görevleri çoğalıyor. Her şey siyasal* oluyor; çünkü her şey iktidarın etkisi ve faaliyet alanı içindedir, toplumdaki her oluşum da iktidara yansımaktadır «siyaset, belirli çevrelerin tekelinden çıkıp toplumun tamamım etkisine aldı. Artık iktidar olgusu çevresinde bir etki-tepki İlişkisinin varlığından söz edilebilirdi. Böylesine bir gelişmenin İlk farkına varıp ortaya koyan düşünür; Alexis de Tocqueville' Dir. Çağdaş toplumun, tekniğin ve sanayinin katkısıyla çok gelişmiş düzeye ulaşması ve her alanda tüm sosyal güçlerin örgütlenmesisonucu vardığı karmaşık yapı, demokrasinin sade niteliğini değiştirmiş ve onu plürallst (çoğulcu) hale sokmuştur. Bu gelişime paralel olarak farklı sosyal sınıf, tabaka ve kategorilerin ortaya çıkması ve bunların belirli örgütlerde benzeramaçlarla bir araya gelmeleri ve çıkarlarını siyasal iktidar düzeyinde yarışmaya sokmaları İle toplumun yapısı da değişmiş, plürallst, çoğulcu toplum tipine geçilmiştir. Kişilerin belirti örgütlerde toplandığından söz ettik, bu örgütleri üç başlıkta top¬layabiliriz; siyasal partiler, sendikalar ve baskı grupları ALEXİS DE TOCQUEVİLLE Eserlerini bir sosyolog ve siyasal bilimci Tocqueville, olayları fikirleri ve İnsanları iyi gözlemlemiştir. Tarihsel ve sosyolojik analizleri güçlü olan Tocqueville]e Ameri» kan vatandaşları arasındaki eşitlik kavramı üzerinde özellikle durmuştur. Amerika'daki toplum yapısına baktığında, koşullardaki eşitlik onu büyülüyor, demokrasinin esasını bu İlkede görüyor. Demokrasi, Tocqueville'e göre, sürekli gelişme ve yerleşme halinde, evrensel nitelikte bir rejimdir, geleceğin rejimidir. Artık dünün aristokratik ve ayrıcalığa dayalı toplumu eskimiştir, hiyerarşiye ve eşitsizliğe dayalı bu düzen yerine yasanın üstünlüğüne ve eşitliğe dayalı yeni düzen; yani demokrasi yerleşecektir... AMERİKAN DEMOKRASİSİ’NİN TEMEL DAYANAKLARI: EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK Halkın yönetimde görev I aldığım ve her bireyin bunu gerçekleştirmekle eşit hakka sahip olduğunu varsayalım. Hiç kimsenin bir diğerinde, bir üstünlük I ya da ayncalık kurması söz konusu olmadığından baskı uygulayamaz. Böylece bu yeni ortamda haklarına, özgürlüklerine sahip çıkan insanlar, karşılıklı ödevlerinianlayacaklar, dinsel inanç¬tan, özgür birlikleriyle (çeşitli sosyal kuruluşlar) güçlenecekler, devletin baskıcı, despotik nitelik taşıyan girişimlerine karşı çıkacaklardır. Demokrasinin esasında, özünde eşitliğin özgürlükten daha üstün olduğuna inanan ve demokrasi Tocqueville, eşitliğe dayalı bir toplumda özgürlükten söz edilebileceğini savunur. Ancak özgürlük de bir bakıma eşitliğin panzehiridir. Eşitlikte ölçüyü kaçırmamak, özgürlüğe saygıyla sağlanabilir. ‘’Eşitlik İlkesi politik dünyada uygulanmadığı halde halk tarafından uygulanabilir bir niteliktedir. insanlar yönetimde eşit görevler almasalar bile aynı biçimde yaşama ve servet arama haklan vardır. İnsanlar tümüyle özgür olmadan eşit olamazlar.’’ Tocqueville İçin bir yönetim biçimi olmaktan çok, bir yaşam biçimi, bir toplum statüsü, durumudur. Temelinde toplumdaki tüm kişilerin çeşitli sosyal gruplar İçinde (demekler, gönüllü kuruluşlar, mahalli kuruluşlar ve meslek teşekkülleri gibi) örgütlenerek siyasal katılmayı gerçekleştirme amacını taşır. Çatışma ve anlaşma güçleri arasında bir dengenin kurulmasından yana olduğu için çözümü gene demokratik ortamda, toplum düzeninde arıyor. Düzenin yapışım oluşturan temel öğeler de, bu nedenle zorunlu olarak, çeşitli sosyal tutuluşlar, başka deyişle “baskı grupları" oluyor. ÇOĞULCU TOPLUM ANLAYIŞI Tocquevllle,in tespit ettiği eşitliğe dayalı, özgürlükçü ve demokratik toplum düzeninin içindeki çoğulca öğelerle birlikte işleyebilmesi, ge ne de bazı güçlüklerin aşılmasına, bazı engellerin geçilmesine bağlı. egemenliğin kaynağının kendinde olduğunu bilen toplum, yasama, yürütme, hatta yargı güçlerinin belirlenmesinde kendisine danışıldığını görünce, bir kere oy vermekle görevini yerine getirdiğine İnanacak, kendi İradesinin eseri olarak ortaya çıkan bu organizasyon a uymakla aslında kendi iradesine uyduğunu anlayacaktır. Bunun sonucunda, yönetimin tümüyle İyi yolda okluğu kanısıyla kendi küçük dünyasına çekilecek, siyasal İktidarla diyalog arayışına girme, onu denetleme gibi fonksiyonlarını giderek unutacaktır. İşte en büyük tehlike budur diyor Tocqueville. Böyle bir tutum, küçük karar mihraklarını ortadan kaldıracağı gibi, denetlenmeyen İktidarın merkezileşmesi tehlikesini doğurur. İktidarın merkezileşmesi ise beraberinde tehlikeyi birlikte getirir, sosyal çatışmanın ortadan kalkması ve iktidarın yaygın baskısı yüzünden bireyin siyasetle ilgisinin kesilmesi Çözümü A. Tocqueville siyasal özgürlükte buluyor. De-mokratik toplum düzeninin temeli olan eşltllk-özgüriük ikile-minin işlerlik kazanabilmesi, düşünüre göre kişilerin özgür kumullarda örgütlenmeleriyle mümkün olabilecektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumda ortaya çıkacak-özgür kurumlar, (demekler, birlikler, yerel topluluklar) bir yandan sosyal çatışma ortamının dinamiğini belirlerken, öte yandan da siyasal İktidarın yaygın baskısının direniş noktalarını oluşturulur. Fakat yaşadığı eyalette, bir yol projesi söz konusu olursa, hemen özel işlerindeki büyük çıkarlarla eyalet işindeki küçük çıkar arasındaki bağlantıyı görecek ve özel İşlerle genel işlerarasındaki bağlantıya ona anlatmaya gerek kalmaksızın kavrayacaktır. İşte bu kanaldan geçerek kişiler de kendilerini siyasetle ilginin başladığı odak noktasında bulurlar. Böylece kişisel so rumluluğuna kavuşan insanoğlu, yeknesaklıktan, biteviyelikten kurtulur, kamunun yönetimine katılır. Alexis de Tocquevtlle, gelecek dönemin ve yönetim tipinin özelliklerini görmüş, bunları teorik çerçevede toplamış» çoğulcu toplum modelinin işlerlik koşullarım da saptayarak kendinden sonraki araştırmacılara değerli bir veri birikimi bırakmıştır. EKONOMİK İKTİDAR - SİYASAL İKTİDAR İLİŞKİSİ İPİÇİNDE ULUS DEVLET VE KÜRESELLEŞME Dolayısıyla küreselleşme İle altı çizilen olgu, ekonomik^ sosyal ve siyasal faaliyetlerin kapsam bakmandan dünya ölçü- süne ulaştığı ve modem dünya topluluğunu oluşturan devlet- ' ler ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık düzeyinde artış olduğudur. Bir bütün olarak ele alındığında küreselleşme, kendi ni ekonomik, siyasal ve kültürel olarak adlandırılabilecek üç te* mel düzeyde belli eder. Siyasal düzeyde küreselleşme, geniş anlamda, piyasaların ekonomik ve toplumsal sorunların çö¬zümü için en etkili yol olmasını İfade eder. Dar anlamda ele alındığında İse, siyasal mekânın devletler üstü bir tarzda yeni¬den eklemlenmesi ve devletlerarası ilişkilerin, artık evrensel ya da bölgesel uluslararası örgütlerin çatısı altında, yeni bir dü¬zenlemeye girmesi manasına gelir. Bu bağlamda değerlendiril¬diğinde siyasal küreselleşme, küresel yönetim sisteminin yara¬tılmasıyla ilgili bir kavramdır SİYASETİN KÜRESELLEŞMESİNE YÖN VEREN ÖZNE: BÜYÜK SERMAYE Siyasal küreselleşmenin altında yatan temel etken, ûre- ggı ye finansmanın uluslararasılaş masıyla. dünya çapında görülen ekonomik bütünleşmedir. Bu bütünleşmenin ardında Uf, bir ekonomik program ve bu programı uygulamaya sokan çok uluslu ya da ulusalüstü şirketler bulunmaktadır. Fakat sorun, ekonomik bütünleşme temele alınıp, daha somut bir düzeye İndirgendiğinde, öznenin, ulusalüstü sermaye sınıfı olduğu görülür233. Dolayısıyla küreselleşme sürecinin yeni bir olgu olarak sunu İmasının arkasında, ulusalüstü sermaye¬nin, ulusal engelleri yıkma çabasının yer aldığı söylenebilirUlusalüstû sermaye sınıfım, kapitalizmin ulus-devlet •şamasından ulusalüstû aşamaya geçişi bağlanımda açıkla¬mak mümkündür. Bu konuda, Robinson ve Harris, kapitaliz¬min ulusalüstû aşamaya geçişinin birincil karakterinin, üretim sürecinin küresel olarak tasarlanması ve ulusal üretim yapı-lanmasının uluslarüstü entegrasyonu olduğunu İfade etmek-tedirler. Sklair, ulusalüstü sermaye sını¬fının maddi temelinin sahip olunan veya kontrol edilen şirket¬lere dayandığını belirtmekte birlikte, onun temelde dört grup¬tan oluştuğunu ifade etmektedir: Şirket yöneticileri ve onlann yerel bağlantıları (şirket fraksiyonu), küreselleşen bürokratlar ve politikacılar (devlet fraksiyonu), küreselleşen profesyonel yöneticiler (teknik fraksiyon) ve tacirler ile medya (tüketici fraksiyon) Roblnson ve Harris, uluslarüstü devlet aygıtımn yükseli-şiyle birlikte, ulusalüstü sermaye sınıfının, sınıf bilincinin art¬tığını ve bu -sınıfın “kendisi için bir sınıf haline geldiğini iddia ederler ve bu sınıfın küresel kapitalizm projesini uluslarüstü devlet aygıtı himayesinde hayata geçirdiğini söylerler. gerçekte güçlü bir ulusal tabana dayanan, fakat mekan olarak bütün dünyayı kuşatma arzusunda olan ulusalüstü sermaye, piyasaların ekonomik, siyasal ve toplum¬sal sorunların çözümü İçin en etkili yol olduğu anlayışım yer¬leştirmeye çalışmakta ve ulusa dayalı siyaset anlayışım aşmak istemektedir. Bunun yolunu da ulusal siyasetin temelinde yer alan ulus devleti tartışmaya açmada ve onun etkinliğini sınır¬lamada görmektedir. Başka bir deyişle, ekonomik gücü eline geçiren ulusalüstü sermaye sınıfı, siyasal İktidarı kendi çıkar¬ları doğrultusunda biçimlendirmek istemektedir. Ulusal taba¬na dayanan ama aym zamanda ulusalüstü bir nitelik arz eden büyük sermayeyi küreselleşmenin öznesi yapan bu istektir. KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET Dolayısıyla küreselleşme İle altı çizilen olgu, ekonomik^ sosyal ve siyasal faaliyetlerin kapsam bakmandan dünya ölçü- süne ulaştığı ve modem dünya topluluğunu oluşturan devlet- ' ler ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık düzeyinde artış olduğudur. Bir bütün olarak ele alındığında küreselleşme, kendi ni ekonomik, siyasal ve kültürel olarak adlandırılabilecek üç te* mel düzeyde belli eder. Siyasal düzeyde küreselleşme, geniş anlamda, piyasaların ekonomik ve toplumsal sorunların çö¬zümü için en etkili yol olmasını İfade eder. Dar anlamda ele alındığında İse, siyasal mekânın devletler üstü bir tarzda yeni¬den eklemlenmesi ve devletlerarası ilişkilerin, artık evrensel ya da bölgesel uluslararası örgütlerin çatısı altında, yeni bir dü¬zenlemeye girmesi manasına gelir. Bu bağlamda değerlendiril¬diğinde siyasal küreselleşme, küresel yönetim sisteminin yara¬tılmasıyla ilgili bir kavramdır