HUKUK METODOLOJİSİ DERS NOTLARI Yöntem sorunu

advertisement
HUKUK METODOLOJİSİ DERS NOTLARI
Yöntem sorunu, düşüncenin en temel sorunudur. Bu bakımdan felsefe ile
de birbirine çok sıkı bağlantılıdır.
Düşünce, yöntemle kendini bir kalıba sokmakta, kendisine biçim
kazandırmaktadır. Bu biçim düşünceye, arzuladığı kesinliği, başkalarınca
onanmayı ve saygınlı getirecektir. Bu nedenle her düşünce –zihinsel ürüniçeriğinin doğru olduğunu ileri sürerken yönteminin güvenilirliğine
dayanmaktadır. Bilgi adını hak etmek isteyen zihinsel ürünler iki yönden
yönteme gereksinirler: Öncelikle bilgiye ulaşma yolu olarak ardından da
elde edilen bilginin doğruluğu ve kesinliğinin bir denetimi ve güvencesi
olarak.
“ HAKİKİ YÖNTEM, ARAŞTIRILAN ŞEYLERİN DOĞASINI İZLER, BİZİM ÖN
YARGILARIMIZI DEĞİL”.
Geniş anlamlı bir tanım verecek olursak; sonuca ulaşırken aklın izlediği
düzenli,
tanımlanabilir
yol
yöntemdir.
Yöntemin,
düzenli
ve
tanımlanabilir olması esastır. “Ben kendime göre bilimsel hakikate
ulaşıyorum” biçiminde bir yöntem olanaksızdır. Çünkü bilimsel hakikat
evrensel, nesnel, herkes için apaçıktır ve genel geçerliliğe sahiptir. Yöntem,
bireysel ve öznel olursa sonucun nesnel, evrensel ve genel geçerliliğe sahip
olması düşünülemez. Yani yalnızca bir kişinin uygulayabileceği yalnız
onun düşünce ve yeteneklerine uygun yolla elde edilen bilginin nesnel
olduğu iddia edilemez. Yöntem anlatılabilir ve herkesçe izlenebilir
olmalıdır.
1. BİLGİ TANIMI VE BİLGİ TÜRLERİ
İnsan içinde bulunduğu evrende çeşitli varlıklarla karşılaşır ve onları
bilmeye çalışır. Bilinç sahibi bir varlık olarak ya kendisinin dışındaki bir
varlığı yahut kendisini kavramak ister. Bu bilme etkinliğinde insanın
bizatihi kendisi “bilen” yani özne, karşılaştığı nesneler ise “bilinen” yani
objedir. O halde özne (bilen) ile nesne (bilinen) arasında oluşan bir etkinlik
sürecinin sonunda çıkan ürüne de bilgi adı verilir. (1)
Kendi dışındaki varlıkları ve kendini bilmeye çalışan insan, bilgi
nesneleriyle girdiği çok çeşitli ilişki sonucu farklı bilgi türlerine ulaşır. Bilgi,
taşıdığı özelliğe ve elde ediliş yöntemlerine göre farklı türlere ayrılır.
a. Gündelik Bilgi
Bilim bilgidir ancak her bilgi bilim değildir. Belli bir yönteme
dayanılmadan ve neden-sonuç ilişkisi kurulmadan, doğrudan kişinin duyu
verilerine ve sezgilerine dayanarak elde edilmiş bilgi türüne gündelik ya
da adi bilgi denmektedir. Gündelik bilgi, insanın gündelik yaşamında
kullandığı pratik bilgilerdir. Gelişigüzel, pratik hayatın gereksinimlerine
göre elde edilen adi bilgi değişkendir, öznel yani sübjektiftir, görelidir,
kapma ve dağınık olduğundan sistemleşmemiştir. Gündelik bilgi, akıl ve
deney temelli açıklamalar yapmaksızın, deneme-yanılma sonucu varılan
genellemelerdir. Soğuk-sıcak karşısındaki tepki, tehlikeden kaçış, daha
önce yaşanmış olaylardan kazanılan deneyimler gibi günlük hayatın olay
ve olgularına dayalı bulunan bu bilgiler doğru da olabilir yanlış da. Doğru
olanları yaşam mücadelesinde yararlıdırlar. Ancak neticede kişinin öznel
algı ve yargılarına dayanmasının yanında gerçek anlamda neden-sonuç
ilişkisiyle ve bilimsel yöntemle elde edilmediği için rastlantısaldır. Ulaşılan
bilgi türü rastlantısal elde edilmekle genel geçer ve güvenilir bir bilgi de
değildir.
b. Teknik Bilgi
Akıllı varlık olarak insan, varlık ve olayları tanıma ve bilmekle kalmayıp
kendi istekleri doğrultusunda kullanmak için değiştirme gücüne de
sahiptir. İşte bunu sağlayan alet ve gereç yapma bilgisine teknik bilgi denir.
Yunanca “techne” sözcüğünden gelen teknik, beceri ve sanat anlamına
gelir. Teknik, doğada olmayan ancak insanın kendi aklı sayesinde
doğadan aldığı malzemeyi kendi hayatını kolaylaştıracak alete
çevirmesidir. Teorik bir bilgi olmaktan ziyade bir şeyin pratik kullanıma
dönüştürülme bilgisi olup, insana yarar ve kolaylık sağlayan bir işleve de
sahiptir.
Teknik bilgiler bilimsel bilgi birbirlerini her zaman desteklemelerine
hatta birlikte varlıklarını sürdürmelerine rağmen farklı bilgi türleridir.
Teorik bilgi olması itibariyle bilimsel bilgi günümüzde teknik bilgiden yani
pratik üretimden önce gelmektedir. Teknik, bilimin bir sonuç ürünü ya da
pratiğe uygulanışı biçiminde tanımlanmaktadır.
c. Dini Bilgi
Özne ve nesne arasındaki bağ, aşkın ve yüce bir varlık olarak kabul edilen
Tanrı tarafından belirlenen bir inanç sistemine dayanarak elde edilen
bilgi türüdür. Dini bilgi, belli bir din temeli üzerinde evreni, insanı ve
toplumu açıklayan dogmatik yani kesin ve değişmez olduğu kabul edilen
bilgidir. Kaynağı Tanrı olduğu için de mutlak ve bağlayıcıdır. İnanç
bağından kaynaklanan mutlak, değişmez, zorlayıcı ve kesin bilgidir.
d. Felsefi Bilgi
Felsefe sözü Yunancadan Arapçaya ve oradan da Türkçeye geçmiştir.
Sözün Yunanca aslı olan philosophia iki kelimeden oluşur.
PHİLO: SEVGİ
SOPHİA: BİLGİ YA DA BİLGELİK
O halde philosophia; Bilgi sevgisi ya da bilgeliği sevmek anlamına gelir.
Filozof, bilgeliği seven, bilgeliği arayan ve ona ulaşmak isteyen kişidir,
hakikat aşığıdır. “Sophia” kelimesi sadece kuru ve soyut bir bilgi değildir.
Filozof, yaşamın anlamını bulmaya çalışıp, bu anlama uygun yaşamak
isteyen kişidir. Felsefenin amacı sadece bilgi edinmek değil aynı zamanda
doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak, ahlaklı yaşamın yollarını
öğretmektir.
Felsefe Tanımı: Varlığı bir bütün olarak (külli) derinliğine ve tüm
boyutlarıyla inceleyen tümel bilgiler sistemine felsefe denir.
·Varlığın, varlık olarak incelenmesi, ilk nedenin araştırılması (causa
prima) ve son amacın (causa finale) kavranması sorunlarını içerir.
Rönesans’a kadar zaten tüm bilimler felsefenin çatısı altında ele
alınıyordu. Rönesans ile birlikte diğer bilim dalları yavaş yavaş felsefeden
kopmaya başladı. Ancak yine de bilimlerin varlığı parçalara ayırıp
incelemesine karşın felsefenin genelleyici ve birleştirici tavrına ihtiyaç
vardır. Felsefeye bilimlerin anası denmesinin sebebi işte budur.
FELSEFENİN
BÖLÜMLERİ
İÇ AYRIM
SORUNLAR
·Varlık madde kökenli mi?
VARLIK
(ONTOLOJİ)
FİZİK
·Varlık ide kökenli mi?
METAFİZİK
·Maddeyi ide mi yarattı?
·Yoksa madde mi ideyi yarattı?
BİLGİ
KURAMI AKIL
(EPİSTEMOLOJİ)
DENEY
SEZGİ
DEĞER
KURAMI ESTETİK
(AKSİYOLOJİ)
ETİK
·Bilgiyi elde etmek mümkün
mü?
·Her şeyin aslını bilebilir miyiz?
·Yoksa bir rüyalar evreninde mi
yaşıyoruz?
·Salt değerler var mı?
·Yoksa her şey göreceli mi?
DİN
VARLIK (ONTOLOJİ): Varlığın, varlık olmak bakımından incelenmesidir.
·Var olan tikel şeyleri değil de varlığın kendisini tümel olarak konu alan,
·Somut varlık yerine varlığı soyut biçimde araştıran
·Ayrıca varlık olmak bakımında doğasının
yanıtlamaya çalışan felsefe bölümüdür.
ne
olduğu
sorusunu
Fizik ve metafizik olarak ikiye ayrılır. Metafizik; var oluş sebebinin
üzerinde durur. Varlığı yaratan nedir? Kimdir? sorusu ile başlayıp din
felsefesinin alanına girer.
BİLGİ (EPİSTEMOLOJİ): Bilgiyi genel olarak ele alır ve bilgi ile ilgili
problemleri araştırır.
·Bilginin olanaklılığı; bilginin bilinemezliğinden
olduğuna kadar uzanan bir dizi tartışmayı içerir.
bilginin
·Bilginin kaynağı ise bilginin elde edilmesinin nasıl
sorunudur. Deney, akıl ve sezgi yöntemleriyle belirginleşir.
ulaşılabilir
gerçekleşeceği
DEĞER (AKSİYOLOJİ) FELSEFESİ: İnsanın seçimlerini yerleştireceği kriterleri
ortaya koyar(2).
e. Bilimsel Bilgi
Bilim, aynı konuya ya da konu alanına yönelmiş ve genel olarak geçerli
bilgilerin sistemidir.
Tanımdan çıkan bilimsel bilginin nitelikleri;
· Bilimsel bilgi; önce aynı konu ya da konu alanına ilişkin bilgilerden olmak
gerekir. Çünkü bilim, aynı konu ile ilgili bilgilerin bir bütünüdür. Bilimden
ancak birçok bilgiler, birlik biçiminde ve çelişmesiz bir bütün meydana
getirdikleri zaman söz edilebilir. Bilgilerin birlik ve bütünlüğünü,
öncelikle onların aynı konuya yönelmiş olmaları belirler.
· Bilimsel bilginin özelliklerinden ikincisi, bu tür bilginin, genel olarak
geçerli bulunuşudur. Bilimsel araştırmanın vardığı sonuçlar, her yerde ve
her zaman doğrudur.
· Bilimsel bilgi, doğruluğu kanıtlanmış bilgidir.
doğruluğu kanıtlanmamış her şeye kuşku ile bakılır.
Bilimsel
çalışmada,
· Bilimsel bilgi, nesneldir. Kişisel çıkarların ya da sempati ya da
antipatilerin ürünü değildir. Duygudan uzak, nesnel ve kanıtlanabilir
olmasından ötürü, bilimsel bilgi kimsenin tekelinde değildir. Kişisel çıkar,
duygu ve tutkuların, kişisel eğilimlerin ürünü değildir.
Yukarıda bilim ve felsefeyi açıklarken kendileri de birer bilgi türü
olan felsefi bilgi ve bilimsel bilginin niteliklerini de çıkarmış olduk. Şimdi
de bilimsel bilgi ile felsefi bilginin bir karşılaştırmasını yapacağız:
Felsefe-Bilim İlişkisi
·Bilimsel bilginin temel alındığı doğa bilimleri alanında temel bilgi edinme
yöntemi deney-gözlemdir. Bu anlamda felsefi bilgi, deney ve gözleme
dayanmaz o nedenle de nesnel yani doğruluğu kanıtlanmış bilgi olduğu
iddiasında değildir. Bu yüzden de nesnel bir bilgi olmamakla felsefenin,
bilimsel bilgi ile çelişmemesi gerekir.
·Varlığı bir yönüyle ve tek bir bakımdan konu edinen bilimlerden farklı
olarak felsefe, varlığı bütün olarak ele alır. Olanı inceleyen doğa
bilimlerinden farklı olarak da olması gerekene yönelir.
·Felsefe, bilimsel bilgi ile cevaplandırılamayan soruları yanıtlama
çabasındadır. Örneğin belirli bir konu alanında doğru bilgiye ulaşmaya
çalışan bilimin kendisi aslında en temel soru olan “bilgi” nedir, olanaklı
mıdır ya da bilginin kaynakları nedir gibi soruları kendine yöneltmez.
Bunlar felsefi problemlerdir.
·Özellikle yeni bilimsel buluş ve teknolojilerin getirdiği sorunları, bu
gelişmelerin değerler açısından yol açabileceği sakıncaları tartışma görevi
felsefeye düşmektedir.
Bilim felsefesinin konusu, bilimsel bilginin niteliği ve onu diğer
bilgilerden ayıran özelliklerin neler olduğudur. Bilim felsefesi ile bilimsel
bilgi üretimi arasındaki ilişkide bilim, felsefeyi önceler. Bilim felsefecileri,
bilim tarihinden hareketle bilim adamlarının etkinlikleri söz konusu
olduğunda onu hangi ölçüt yahut süreçlerin bilimsel kıldığını araştırmaya
çalıştıkları için bilim felsefesi, bilimi arkadan izlemektedir. Bilim
felsefesinin asıl muhatabı, bilim adamları değildir. Elbette bilim insanları
da boş zamanlarında, kendileri ve etkinlikleri konusunda bilim
felsefesinin ne dediğine bakacaklardır ancak bilim felsefecisinin birinci
muhatabı entelektüel kitledir.
Bilim adamları bilimi üretir, bilim felsefesi de bilimle bilim olmayanın
farkı üzerinde durarak insanların yanlışlıkla bilim diye başka bilgilere
saygı duymalarının önüne geçmiş olurlar.
2. DOĞRU BİLGİNİN OLANAĞI VE SINIRLARI PROBLEMİ
Doğru bilgi olanaklı mıdır? Bu soru, kesin ve güvenilir bilginin olanağı ve
sınırlarını belirleme amacı gütmektedir. Aynı zamanda bu soruya
verilecek cevap, bilim felsefesinin diğer meselelerine geçmeyi olanaklı
kılması yahut bilim felsefesini ortadan kaldırması bakımından en temel
sorudur ve iki şekilde yanıt verilmektedir.
a. Dogmatizm
Bu okula mensup filozoflara göre bilgi mutlaktır ve sınırları yoktur. Daha
doğrusu bilginin sınırları, düşünmenin sınırlarıyla birdir. Doğru bilgi
olanaklıdır diyenler, insanın kendisinden bağımsız olarak var olan
gerçekliğin bilgisini bilebileceğini öne sürerler. Bilginin olanaklı olduğunu
ileri sürenler de bu doğru bilginin kaynağı yani nereden geldiği (duyu, akıl,
sezgi) konusunda kendi içlerinde çeşitli görüşler ortaya koyarlar. Bir kısmı
deneye dayanan bilginin sağlam ve kesin olduğunu kabul ederken diğer bir
bölümü bunun tam tersine deneyden gelmeyen bilginin değişmezliğine
güvenleri tamdır. Fakat sonuçta bilginin olanak dâhilinde olduğunu kabul
etmeleri nedeniyle onların tümüne dogmatik bilim kuramcıları
denmektedir. Bilgiye bir tür akide (dogma, inanç) niteliğini yükleyerek
adeta bilgi ile inanç arasında ayrım gözetmezler. Bilginin olmadığından
asla şüphe etmezler(3).
b. Kuşkuculuk
Kuşkuculara göre ise doğru, nesnel bilgi olanaklı değildir. İnsanın
kendisinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin yani dış dünyanın
bilgisini bilemeyeceğini ileri sürerler. Herkes için geçerli ve aynı bilginin
olanağından kuşku duymalarından dolayı bu görüşü savunanlara
kuşkucular (4)(septikler) denilir. Kuşkuculuğa yol açan genel sebepler
şöyledir;
a.
Deneyimler ve duyumlar; deney bilgimiz duyu verileri üzerine
temellenmiştir ve duyu verileri de bizi sıkça yanıltmaktadır. İlk bilgi
kaynağımız olan duyular sık sık hataya düşmemize yol açıyorsa kesin ve
doğru bilgiyi hiçbir zaman bilemeyiz. Örneğin su dolu bir bardağın
içindeki kaşık kırık görülür. Kırık olmadığı halde kırık görülmesi duyu
deneyimimizin bir yanılsamasıdır.
b.
Var olan değişim; Herakleitos’un “aynı nehirde iki kere
yıkanılmaz” deyişinden yola çıkarak eğer var olan her şey hareket ve oluş
içindeyse nasıl olur da bu değişen varlıkların değişmez, kesin bilgisine
ulaşabiliriz.
c.
Toplumsal görelilik; bilgimiz kişiye göre olmasa bile aynı zaman
diliminde bir toplumdan diğer topluma göre hatta aynı toplum için bir
zamandan diğerine göre değişir.
d.
Bilimsel bilginin tarihsel değişimi; kuşkucuların bir diğer
argümanı ise bilim tarihi sürecinde doğru bilginin değişmesidir. Örneğin
yüzyıllarca Aristo fiziği ile desteklenmiş Batlamyus astronomisi, evrenin
merkezinde hareketsiz gezegen olan dünyanın olduğunu doğru bilgi olarak
sunmuştu. Sonraki bilimsel gelişmeler bu bilginin yanlışlığını gösterdi.
Yerini Kepler astronomisi ve Newton fiziği ile değiştirdi. İlerde yeni
gelişmeler sonucu şu anda gördüğümüz Newton fiziği ve Kepler astronomisi
de değişebilir.
Pozitivist okula göre ise bilgi alanı, müspet bilim dallarının sınırlarıyla
çevrilmiştir. Tabiat bilimleri alanının dışında kesin, güvenilir bilgi yoktur.
Fizikötesini tanımayıp bilgiyi yalnızca olgular üzerine kurarlar.
B1. Postmodernizmin Epistemoloji Anlayışı
Postmodernizm, modern olana kaşı duran, kesin iddialara kuşkuyla
yaklaşan, ne ileri sürdüğünden çok neyi yadsıdığıyla belirginleşen bir
umutsuzluk
halinin
ideolojik
formülasyonudur.
Modernizmin
karakteristik toplum yapısı olan sanayi toplumu tüketim toplumuna veya
başka bir adıyla iletişim toplumuna dönüşmeye başlamış ve bu yeni
dönemin adı postmodernizm olarak adlandırılmıştır. Postmodernizm,
özellikle bilimsel bilgiyi yücelten, laik ve rasyonel düşüncenin insanı
bilimsel bilgiye ulaştıracağını ve insanın bu bilgiyi kullanmak suretiyle
doğayı/evreni dönüştürme hakkına sahip olduğu iddiasındaki modernizmi
yadsır.
Modernin zaman itibariyle ardından geleni olan postmodern dönemin
öyküsünü 17.yüzyıl rasyonalizminden başlatabiliriz. 17.yüzyıla damgasını
vuran Descartes ve Spinoza, Leibniz gibi diğer rasyonalistler, geometrik
yöntemi ve aklı kutsamışlar, insanın doğruyu bulabileceğini ve her tür
gizemi bilme cüreti göstereceğini ileri sürmüşlerdir. 17.yüzyılın akla ve
geometrik yönteme verdiği öncelik Aydınlanma ile birlikte yavaş yavaş
yerini gözlem ve deney yöntemine ve buna bağlı bir akıl anlayışına
bırakmıştır. Sonuçta aydınlanma ve modernizmin iki temel ilkesi vardır
ve bunların biri düzen diğeri de ilerlemedir. Bu anlayışa göre bilimlerdeki
ilerleme sonsuzca devam edecek ve insanı her bakımdan daha iyi bir
dünyaya doğru götürecektir.(5)
Postmodernizmin, modernizmin yadsınması sonucu elde edilen belli başlı
ilkeleri şunlardır.
1. İşçilerin kurtuluşu, sınıfsız toplum, insanlığın ilerlemesi, aydınlanma
gibi büyük öyküler/ anlatılar daha da doğrusu masallar içeren açıklama
biçimlerine karşı çıkılmalıdır. İnsanlığın kurtuluşu için büyük anlatılar
üretmek yerine yerel değerlerle sınırlı anlatılarla ve yerel ölçekli mücadele
edilmelidir. Evrensel değerleri yakalamak, özgünlük ve özgüllükleri yok
etmek anlamına geleceğinden yerel değerler peşinde koşulmalıdır.
2. İnsanlara yol gösterecek tek bir soyut akıl kategorisi yoktur ve bu yüzden
tümel
akıl
kategorisi
arkasına
saklanarak
totaliter
söylemler
üretilmemelidir. Modern bilim, insan aklını tek bir şekle sokmakta ve
sınırlanmış insan aklı her şeye, nesnel doğruluğu içeren bir bilim anlayışı
ile bakmaktadır.
3. İndirgemeciliğe, nesnelliğe, özcülüğe ve temelciliğe karşı çıkmak gerekir.
Hiçbir yaklaşım, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kategorileri
tekeline alamaz. Farklı bilgi yahut bilim önerileri, onları öne süren
insanlar tarafından kendilerine yüklenen anlamlara göre değer
kazanırlar. Bunun dışında ölçüt aramak beyhude bir çabadır.
Buna karşılık postmodern anlayışın tümü, bilgiyi ve gerçekliği teklikle değil
çoklukla; akılla değil diğer olanaklarla ve de tek yöntemle değil birçok
yöntemle açıklamayı kendilerine hedef seçmiştir. Çağımız çoğulcu görüşe
paralel olarak Antik Yunan’daki Sofizm geleneğini yeniden canlandırarak
göreceliği de yeniden benimsemiştir. Artık tek gerçek ve doğru yoktur.
Sonuçta bilginin kaynağı konusunda postmodern anlayış, inançlar dahil
çoğulcu kaynak ve yöntem anlayışını benimsemiştir. Postmodernizmin
bilim felsefesi alanına yansıması ise bilimsel despotizme karşı alternatif
bilgilenme yöntemlerine var olma hakkı tanınmasına yönelik
taleplerin, anti-bilim adı altında ve neredeyse her olumsuz gidişin baş
sorumlusu olarak görülen bilim düşmanlığına dönüşmesidir.
B2Anti-bilim
Modern bilime olumsuz bakış açısıyla yaklaşan bu sosyal ve düşünsel
hareket anti-bilim olarak bilinmektedir. Modern bilimden duyulan
rahatsızlık ortak paydasında buluşan anti-bilim hareketi üç ana
kaynaktan beslenmektedir.
a. Bilim ve Teknolojinin İstenmeyen Sonuçlarının Yarattığı Hoşnutsuzluk
Aydınlanma geleneğinde insan-doğa ilişkileri insan merkezci olup insana,
doğayı sınırsız dönüştürme hakkı tanımaktadır. İnsanı evrenin merkezine
yerleştiren ve diğer varlıkları insanın çıkarlarına hizmetçi kılan, bu bencil
ve materyalist anlayış, doğal dengenin bozulmasının ve önü alınmayan
problemlerin ortaya çıkmasının temel sorumlusudur. Modern bilim ve
teknolojinin insanoğluna daha önceki dönemlerde görülmemiş oranda bir
enerjiyi kullanabilme olanağı yaratması, eko-sosyal sistem için bir tehdit
unsurudur. Bu olumsuz sonuçların temelinde, modern bilimin gelişmesine
zemin hazırlayan, insana doğayı sınırsız dönüştürme hakkı tanıyan ve
insan aklını hiçbir sınır tanımadan bilgi üretiminin tek otoritesi kılan
aydınlanma zihniyetidir. Antibilimcilere göre modernleşmenin arzu
edilmeyen bu sonuçlarının faturası modern bilime aittir. Bilim, insanlığın
aleyhine olan atom bombası, nükleer silah vs. askeri teknolojiyi
geliştirmeye hizmet etmektedir. Birinci dünya savaşıyla birlikte bilimin
tarafsızlığı tartışılmaya başlanmış bilimi ordunun ve kapitalizmin
yönlendirdiği iddiaları da artmıştır. Birinci ve İkinci dünya savaşı
sonrasında artık bilim adamları yeni ve öldürücü silahlar geliştirmekten,
bombalar tasarlamaktan, savaş alanlarına sürmekten sorumlu
tutulmaktaydı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları bilimin
askerleştirildiği iddialarını pekiştirmişti.
b. Doğu Düşüncesi ve Mistisizm
Altmışlı yıllara kadar batı için doğu uygarlıkları, gelişmemişlik, gerilik,
medeni olamamak anlamını taşıyordu. Bilim tekti ve o da en gelişmiş
haliyle batıdaki bilimdi. Başta Hint ve Çin gelmek üzere doğu kültürünün
kapıları aralanınca değişik bir kültür ortamının yanında farklı bir bilim
anlayışının da varlığı görünür olmaya başladı.
c. Eleştirel Teori
Neo-marksist yani eleştirel teori taraftarlarına göre modern bilim; gerek
tarihsel olarak ortaya çıkışı gerekse bugünkü kullanış biçimi açısından
toplumsal çatışmalardan ve bu çatışmaların yeniden üretiminden
bağımsız değildir. Bugünkü bilimsel düzen, üretim tarzının egemen kıldığı
sınıfın lehine çalışan sömürü sistemin işleyişinin ve yeniden üretiminin en
güçlü araçlarından biridir. Bu bakış açısı eleştirel bakmanın ötesinde
bilime alternatif bir yaklaşım getirmemektedir.
B3. Postmodern Bilim Savaşları
Postmodernizm tartışmalarında soğuk duş etkisi yaratan ancak damgasını
vurmuş bir tartışmaya değinmeden geçmek mümkün görünmemektedir.
Bilim savaşları nitelendirmesinde bulunmanın abartılı kaçmayacağı bu
tartışmanın
tarafları,
bilim
insanları
ile
kendilerini
eleştiren
postmodernist
kurmacılar
(kültürel
çalışmalar
yaklaşımcıları)
oluşmaktadır. Postmodernistler, bilim savunucularını, bilimi yeni bir din
haline getirmekle itham ediyorlardı. Bilim varsayımlarının cinsiyetçilik
koktuğunu, bilimsel çalışmaların temelinde kapitalizmin yattığını, bilim
ve teknolojinin çevre ve toplum üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu iddia
etmektedirler. Ancak tüm bu söylemleri dile getirenler bilim adamı değil
felsefeci, tarihçi, sosyolog, edebiyat eleştirmeni olması gerçeğine karşın
içerden yani bilim adamlarından beklenen destek de çıkageldi.
Kuzey Amerika’da en önemli dergilerden biri olan ve kültürel çalışmalar
yaklaşımını savunan Social Text’te, Bilim Savaşları (Science Wars) başlıklı
özel bir sayı çıkarılmasına karar verilmesinin ardından dergi editörlerinin
önüne 28 Kasım 1994 günü Alan S. Sokal (New York Üniversitesi fizik
profesörü) imzalı yeni bir makale geldi. Dergi editörleri makaleyi inceledi.
Kaynakçada, post modernizmin savunucularından olan Derrida, Lacan ve
Jean-François’in makalelerine atıfta bulunulmuştu. Yine makalede
toplam 150 farklı kaynağa atıf yapılmış ve bu atıflar toplamı, 35 sayfadan
oluşan makalenin sonunda 10 sayfadan fazla yer tutarak bu durum
makaleye bilimsel ağırlık kazandırmıştı. Editörler, postmodern bilimi
savunuyor gibi görünen makaleyi, yapılan küçük değişikliklerden sonra 13
Mayıs 1995 günü dergide yayımlanmak üzere kabul ettiler. “Transgressing
the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum
Gravitiy (Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüştürücü
Hermenötiğine Doğru” ismini taşıyan makale Social Text’in Bahar/Yaz
1996 sayısında yayımlandı. Bu makalede Sokal özetle, kuantum fiziğinin,
postmodern epistemolojiyi (bilgi kuramını) doğruladığını, bilimde
nesnellik denilen şeyin yıkıldığını, nesnelliğinbir uzlaşıdan ibaret
bulunduğunu müjdeliyordu. Kapitalist, babaerkil, militarist matematik
gözden geçirilmeli, parçacık teorisi üzerine özgürleştirici matematiğin
temelleri atılmalıydı. Diğer taraftan aynı yıl, akademik hümanistlerin
dergisi olarak bilinen Lingua Franca’ nın Mayıs sayısında yine Alan
S.Sokal’ın başka bir yazısı daha yayımlandı. “A Physicist Experiments with
Cultural
Studies
(Bir
Fizikçinin
Kültürel
Çalışmalarla
Olan
Tecrübesir)isimli yazı aslında bir skandalın itiraf metni idi. İtiraf
yazısında Sokal, Social Text dergisinde yayımlanan makalesinin bilimsel
olarak yalan-yanlış bilgilerle ve bilimsel saçmalıklarla dolu uydurma bir
yazı olduğunu, kaynakçada bulunan atıfların çoğunun makaleyle ilgisinin
bulunmadığını, söylüyordu. Yine Sokal’ın iddiasına göre, makalesinin
bilimsel içeriğine bakılmadan yalnızca derginin savunduğu fikirleri
destekliyor göründü ve editörlerin çalışmalarına referans verdiği için kabul
edilerek yayımlanmıştı.
Alan Sokal, kendi deyimiyle akademik çevrelerde entelektüel
standartların geçerliliğini test etmek için basit bir deney yapmaya karar
verip, uygulamıştı. Dergi editörlerini suçlayan Sokal, bu makaleyi herhangi
bir uzman fizikçi yahut matematikçi hatta lisans düzeyinde bir öğrenci
bile incelemiş olsa onun bir parodi olduğunun farkına varabileceğini
halbuki dergi editörlerinin kuantum fiziği gibi spesifik bir konuda yazılan
bir makaleyi bu alanda bilgi sahibi olan kimseye danışma gereği
hissetmeden sırf kendi savundukları görüşe uygun göründüğü için
yayımladıkları çıkarımına varmıştı. Alan Sokal, postmodernistlerin bilime
ve
bilim
adamlarına
zarar
verdiğini
düşünüp,
kurmacıların
bağnazlıklarını ve matematik cehaletlerini ortaya koymak amacıyla plan
yapmış ve uygulamaya koymuştu. (6)
Postmodernizm, modernizmin tasallutundan zarar gören kesimlerin
entelektüel repertuarlarında bulundurması yararlı birer söylemden
ibarettir. Çünkü moderrnizmin evrenselci, nesnelci ve evrimci
varsayımlara dayalı söylemlerine karşı bu başkaldırı, örtülü ya da açık
olarak, içeriği farklı da olsa yeni dayatmalar getirmektedir. Modern olarak
nitelenen her şeyin nerdeyse yasaklanması, örtük ama katı bir
totalitarizme yol vermektedir.
Bilim doğadaki gerçeklerin kendisidir dolayısıyla da ideoloji yoktur ve
tarafsızdır/nötrdür. Onu taraf yapan, siyasallaştıran, insanlığın lehine
veya aleyhine kullanan yine insandır. Bilim adamları elbette
eleştirilebilmelidir ama bu eleştiriler yıkıcı olmamalıdır. Postmodernizm,
bilime ilişkin eleştirilerini haklı gerekçelere dayandırdığı müddetçe bilime
de yarar sağlayacaktır ancak postmodernizm aklına gelenin her şeyi
söylediği ve dayanaksız eleştirilerden ibaret bir akım olmamalıdır (7).
Sorgulanan Yöntembilim: FEYERABAND (1924-1994)
Viyana’da doğan filozof 1950’li yıllarda Londra’da Karl Popper’in öğrencisi
olduktan sonra tamamen Popper’e karşıt bir kuramsal konumda
düşüncelerini temellendirmiştir[1]. Hocasının eleştirel akılcılığını kabul
edilemez bularak akılcılığın, bilim felsefesinden arındırılmasına yönelir.
Popper, bilimsel bilginin sahip olduğumuz en iyi bilgi türü olduğunu öne
sürerken Kuhn da bilimin bir rasyonellik örneği olduğunu iddia eder.
Feyerabend ise hem bilimi hem de bilimsel bilginin oluşmasına katkıda
bulunan başta deney gelmek üzere yöntemi reddeden bir anarşisttir. Bu
bakımlardan çalışmaları, bilimsel dogmatizme karşı çıkan anarşist bir
kuramdır. Feyerabend, bilimin yanı sıra bunun doğal sonucu olarak bilim
kuramını da reddetmektedir. Zira bilim kuramı da bilimlerin ortay
koydukları düşünsel sorunları inceleyen ve bilimlerin yöntemlerini,
ilkelerini araştıran felsefe dalı olmakla yadsınmaktadır.
Bilgi kuramsal anarşizmin, hiçbir kurama bitmez tükenmez bir bağlılığı
yoktur fakat esasen düşmanlığı da yoktur. Mutlak olarak karşı çıktığı tek
şey evrensel ölçülerdir. Aklın tek ve bütünsel bir nitelik taşıdığına itiraz
ederek görece bir bilim anlayışını savunur. İnsanlar, dünyayı kendi
yapılarının elverdiği ölçüler içinde ve sahip oldukları dilin olanakları
çerçevesinde algıladıklarından dolayı bütün insanların aynı şekilde
algılayacakları ne kendiliğinden bir düzen ne de bağımsız ve ortak bir
deney/gözlem dili yoktur. Bu bakımdan bilimsel kuramlar görelidir ve
bilgi bakımından diğer kaynaklardan üstün ve ayrıcalıklı bir konuma
sahip olamazlar diyerek bilimsel dogmatizme karşı durur. Bilim de tıpkı
din, sanat, edebiyat, sihirbazlık gibi mümkün bilgi olanaklarından
biridir, her biri bilgi edinmenin farklı yollarıdır. Birbiriyle ortak ölçülebilir
değildirler. Bir noktadan sonra neyin bilimsel olduğu yahut bilim olanla
olmayanın birbirinden ayırt edilmesini sağlayacak ölçütlerin neler olduğu
o kadar önemli değildir. İşte ortak bir deney ve gözlem dili olmadığından
hangi tür bilginin başarılı olacağının önceden bir garantisi yoktur. Bunun
için de birbirine alternatif tüm bilgilerin birbirleriyle yarışmasına olanak
verilmelidir.
Oysa modern toplumda bilim, bireyin eğilimlerine göre benimsenebilen
veya benimsenmeyebilen bir düşünce sistemi diye değil de itiraz
edilemeyecek bir şeymiş gibi düşünülür. Ayrıca bir bilginin bilimsel olması
ona, insanların itaatini zorunlu kılacak bir nitelik kazandırmamaktadır.
Feyerabend, modern toplumda bilime haddinden fazla itibar edilmesinin
yersiz şekilde bilime yüksek statü bahşettiğini düşünmektedir. Bbilimi,
modern insan üzerinde dinin özellikle de Hıristiyanlığın daha önce toplum
üzerindeki nüfuzuna benzer bir güce sahip bir ideolojiye ya da dine
benzetir. Hıristiyanlığın, toplum üzerindeki nüfuzunu sağlamlaştırmak
için kullandığı baskı araçlarına benzer bir yöntemi kullanarak bilim de
modern insanın gözündeki yüksek statüsünü devam ettirir. Bilim artık en
saldırgan dinsel kurum olmuştur.
Bilime ve bilimsel standartlara karşı çıkan Fayerand’ın önemli bir diğer
gerekçesi, bilimin bilim için yapıldığı ve toplumun aydınlanmasına hizmet
etmediğidir. Toplum yararına olması gereken bilim, devlet egemenliğinden
kurtarılıp, demokratikleştirilmelidir ve demokratik bir bilim anlayışı,
insanlığa hizmet edecektir. Bu demokratikleştirmenin diğer ayağı olarak
vatandaşlar, bilim adamlarının egemenliğinden de kurtarılmalıdır. Hatta
daha ileriye giden Feyerabend, bilim adamlarının yürüttüğü araştırma
sonuçlarının halkın yaşamı üzerinde etkide bulunduğu durumlarda
halkın bu kararlara katılmasını, demokratik haklar arasında
saymaktadır.
Toplumun, bilimin hegemonyasından kurtarılmasının yanında bilimin de
yöntembilimcilerin öngördüğü kuralların hegemonyasından kurtarılması
lazımdır.
Keskin
bir
anarşist
sıfatıyla
Feyereband,
yöntemin
hükümranlığının tek amacının, akademik otoritelerin entelektüel
konforunu ve iktidarını sağlama almak olduğunu düşünmektedir. Diğer
taraftan yöntemden kurtulma bilimin ve en azından bazı bilim
insanlarının da özgürleşmesiyle sonuçlanacaktır. Bilimin modern
toplumda kurumlaşması, bilim adamı olmayı amaç edinen bir kimsenin,
bilimin standartlarını kurumlaşmış eğitim ve öğretim yoluyla öğrenmesini
gerektiren bir şeydir. Bu standartlardan sapan birisi cemaatten ihraç
edilir ve görüşleri bilimdışı olmakla yaftalanır. Feyerabend’in kastettiği bu
kurumlaşmadır. Bilimin değişmez, genel geçer kurallarla işlediği
düşüncesi zararlıdır. Genel geçer kuralları güçlendirme çabası, bilim
insanının mesleki niteliklerini, insanlığını tehlikeye atma pahasına
arttırmasına bağlıdır. Bilim insanlarının, genel geçer kuralları
güçlendirmekten vazgeçmesi onları özgürleştirecektir.
Özgür Bir Toplumda Bilim adlı eserinde yöntem karşıtlığını Feyerabend’ın,
Copernicus ve Galileo analizleri üzerine temellendirerek, birbirine bağlı iki
saptamada bulunmaktadır. Bir taraftan her yöntembilimin kuralları, en
aydın bilim insanları dahil bilinçli olarak ihlal edilmiştir, diğer taraftan
zaten bu kuralların ihlali de gereklidir zira söz konusu ihlal, bilimlerdeki
ilerlemenin olmazsa olmaz koşuludur. O halde geçerli tek yöntembilimsel
kural, “ne olsa gider, işe yarar (anything goes) şeklinde vecizleştirilebilir.
Bundan sonra ise Feyereband, mevcut yöntembilimlerin kullandıkları
kavramların tarihsel süreçte anlamlarının değiştiğini, bu değişimin de dil
oyunlarına ve egemen yaşam biçimlerine bağlı bulunduğunu gösterir.
Galileocu devrim örneğinde fenomenleri gözlemleyerek değil gözlem
sözcüğünün anlamını değiştirerek ve böylece bu kelimenin anlamını yeni
bir dil oyununa dahil etmek suretiyle hareket etmiştir. Nitekim bu hareket
neticesinde yeni tavrı, eskisine dayatmış olmaktadır.
Bilimsel olan ile olmayan arasında bir ayrıma gidilemeyeceği gibi doğruya
yakınlık açısından hiçbir hiyerarşik ölçüt olamaz. Her şey ama her şey
bilimi geliştirebilir; önemli olan kuramları azaltmak değil tam tersine
onları çoğaltmaktır. Bilim karşı-tümevarımla ilerler. Karşı-tümevarımı, bir
kuramı çürütecek gözlem ancak bu kuram ile uyuşmayan başka bir
kuram aracılığıyla ortaya konabilir şeklinde açıklamaktadır. Bu ilke
yalnızca alternatiflerin icat edilmesini önermekle kalmaz, çürütülen
teorilerin dahi tasfiye edilmesini önleyici bir işlev de görür. Çürütülen teori
gündemde
kaldığı
müddetçe
rakip
teorinin
içeriğine
katkıda
bulunacaktır. Ne teorilerin birbirinin yerini almaları ile ilgili ne de bir
teorinin doğruluğunu garantileyen ölçülere sahip olmadığımız için her
türlü bilgiye yarışma şansı vermek en güvenilir yoldur. Feyerabend buna
çoğalma ilkesi demektedir.
Sonuç olarak Fayerabend’e göre, bilim adamları diktatoryası ile siyaset
yahut dini otoritelerin diktatoryası arasında bir nitelik farkı yoktur.
Bilimin doğasında onu kurtarıcı yapan hiçbir şey olmadığına göre
insanların onayını almak şartıyla her şey gider en iyi ilkedir.
3. DOĞRU BİLGİNİN KAYNAKLARI
a. Deneycilik/Empirizm
Deneycilik, tüm bilgilerimizin kaynağını gözlem/deneye ve sınırlarını da
duyu verilerine indirger. Empiristler, bilginin kaynağını genellikle beş
duyumuzun sağladığı yaşantılara dayandırırlar. Bir empiristi bir şeyin var
olduğuna ikna etmeye çalışsak şöyle kendisi bize şöyle derdi: “Göster
bana!”. Deneycilere göre herhangi bir şeyin varoluşu yahut var olmayışı
hakkındaki bir önermenin anlam taşıması için herkes tarafından
doğrulanabilir olma ölçütünü karşılamalıdır. Deneyciliğin bir başka
özelliği, düzenlilik ilkesine bağlılığıdır. Doğal dünya düzenlidir. Olayların
geçmişteki oluş tarzı ya da şimdiki benzer şeylerin hareketlerindeki bir
örneklilikten hareketle nesnelerin gelecekteki olası davranışlarıyla ilgili
öndeyilerde bulunmamız meşrulaşır. Empirist, düzenliliğe başvurmanın
yanı sıra benzerlik ilkesinden de yararlanır. Benzerlik, insanın farklı
nesne ve algıların benzer yanlarını soyutlayabilme yeteneğini gerektirir.
Deney dışında bilginin olmadığını ileri süren bu görüş, metafiziğe karşı
çıktığı için önsel bilgileri de reddeder. Deneycilerin başında gelenlerden
John Locke’un savı şudur: İnsan zihni doğuştan boş bir levhadır (tabular
asa). İnsan doğduğunda bilgi yüklü olarak değil de boş fakat yazılmaya
olanaklı bir anlama yetisiyle donatılmıştır. Bu boş levha, deneylerimizden
gelen basit izlenim ve bu izlenimlerin oluşturduğu idelerle yavaş yavaş
dolmaya başlar. Tüm bilgilerin deneyden gelmesi, bilginin deneyden sonra
yani a posteriori kazanıldığına işaret etmektedir. Çağdaş köktenci
deneyciler ise Locke’u anlaşılması daha kolay şu sözcüklerle yeniden dile
getirebilirler: Bilgi, içinde dış nesnelerin bir ya da daha fazla duyu organını
uyardığı ve beyin denen fiziksel organda maddi ya da elektriksel bir
değişikliğe yol açtığı karmaşık bir nöro-kimyasal sürecin ürünüdür.
Deneyciler analitik bilgi yerine sentetik bilginin önemi üzerinde durarak
bu bilgilerin de deney sonrası çıktığını ifade ederler. Eğer tüm bilgilerimiz
deneyden geliyorsa aklın ilkeleri olarak bilinen özdeşlik, çelişmezlik,
üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi de deneylerimiz sonucu öğrendiğimiz
bilgilerden bir şey olamaz. Çünkü doğuştan gelen hiçbir bilgi zihinde
yoktur.
b. Akılcılık/ Rasyonalizm
Akılcılık, somut olgulara, gözlem ve deneylere dayanmak yerine aklıda
önceden var olan bazı ilke ve bilgilerin yardımı ile bilebileceğimizi
söyleyen öğretidir. Deneylerin temelinde yatan duyu verilerinin
güvenilirliğini tartışmaya açan akılcı yaklaşım, duyuların bazen yanıltıcı
olabileceğini ortaya koymuştur. Duyu ve deney bilgisine kuşkucu
yaklaşmaları, akılcıların sağlam ve değişmez, kesin bilginin peşinde
koşmalarındandır. Onlara göre duyular, kesin, doğru ve evrensel bilginin
kaynağı olamaz çünkü duyular, değişen şeylerin bilgisidir. Tüm nesneler
hareket içindedir ve hareket yani değişim, bize değişmez ve kalıcı bilgiyi
sağlamaz. Bilgi, genel-geçer, her yerde ve durumda aynı olmalıdır.
A priori bilgiyi kabul ederek deneycilerin aksine insan zihninin doğuştan
boş olmadığını öne sürerler. İnsanlar doğdukları anda önceden bazı
bilgilerle donatılmışlardır ve zamanla bunları anımsarlar. Sistemlerini
üzerine kurdukları temel aksiyomlar (belitler), insan zihni için açık seçik
ve kesin olduğu öne sürülen idelerden türetilir. İnsan zihni bu ideaları
bilme gücüne sahip olmakla birlikte onları yaratmadığı gibi deneyim
yoluyla da öğrenmez. Bu idealar (fikirler) bir biçimde insan zihni
tarafından içerilir. Rasyonalizm klasik anlatımını Platon’da bulur.
Platon’a (8) göre bir kimse, bir önermenin daha önce doğru olduğunu
bilmezse, öğrendiği zaman da onun doğru olup olmadığını söyleyemez. Bir
diğer deyişle, insanlar hiçbir şey öğrenemezler sadece zaten bildikleri
şeyleri anımsarlar. Tüm temel ve evrensel ilkeler, insanların zihinlerinde
önceden vardır. Geometri, akılcıların gözde örneklerinden biridir.
Geometrinin örneğin; “iki nokta arasındaki en kısa mesafe doğrudur”,
türünden temel aksiyomları, insanların tam olarak bildikleri açık seçik
idealardır.
Böylece de doğuştan getirdiğimiz bilgileri kabul eden akılcılar,
bilgilerimizin sınırlarını deneycilerden daha geniş tutmaktadır. Zira
bilgimizin sınırlarının deney ötesine geçebileceğini söyleyerek metafizik
bilgiyi olanaklı hale getirirler.
Akılcılar yöntem olarak bilimde tümdengelimi kullanırlar(9).
c. Bilginin Kaynağı Hem Akıl Hem Deneydir
Bilginin kaynağını daha doğrusu bilginin elde edilmesindeki önceliği
radikal biçimde deney yahut akılda görenlere karşı olarak her iki kaynağı
da bilginin temeline koyan uzlaştırmacı görüştür. Bu görüşe göre bilgi için
hem deney hem de akıl gereklidir. Yalnızca biri olması, bilginin oluşması
için yeterli değildir. Bu görüşün en iyi temsilcisi Kant’tır.
4. BİLGİYE ULAŞMANIN MANTIKTA BAŞLICA YÖNTEMLERİ
Bilgiye ulaşmada tümdengelim ve tümevarım yöntemlerini incelemeye
geçmeden önce tarihi bağlamları içinde kısaca değerlendirmek daha
isabetli olacaktır. Tümevarımcılığın tarihi 1600lü yıllara kadar geri gider.
Kilise otoritesine ve Aristocu tümdengelim mantığına başkaldıran Francis
Bacon, bilgi edinmede gözlem ve deneyin önemli olduğunu savunarak
tümevarımın temellerini atmıştır. Düşünce tarihinde akılcılık- deneycilik
ya da tümdengelim/tümevarım arasındaki çatışma yalnızca epistemolojik
(bilgi kuramsal) farktan kaynaklanmaz. Bu iki yaklaşımın, geniş
toplumsal ve siyasal arka planı olup batı düşünce tarihinde akılcılık,
kutsal kitapların açıklanmasında deneycilik de kiliseye ve onun dünya
tasavvuruna karşı yürütülen mücadelenin bilgisel zeminini kurmada
önemli işlevler yüklenmiştir. Ortaçağda temel bilgi üretim ve aktarım
kurumu kiliseydi ve bu süreçte yer alan kişilerin en temel işi de iyi bir
Hıristiyan toplumu ortaya çıkarmaktı. Bilgi üretim sürecinde kilise
otoritesi azalmaya başlayıp, öte dünya merkezli Hıristiyan öğretisi yerine
bu dünyayı esas alan aydınlanma felsefesi geçince, dini ilkelere göre
belirlenen normatif (olması gerekene ilişkin) bilgi, değerini kaybetmeye
başlamıştır. Esas olarak nasslardan sonuç çıkarma olan tümdengelim
yerini tümevarıma bırakmıştır. Tümdengelim, öte dünya merkezli ve bu
dünyayı aşan ilke ve değerler doğrultusunda dönüştürmeyi amaçlayan;
tümevarım ise bu
izdüşümüdür (10).
dünyada
olanların
epistemolojik
düzeydeki
a.TÜMEVARIM
Boşluğa bıraktığım 1.cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım 2.cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım 3. cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım n. Cisim düştü.
-----------------------------------------------O halde boşluğa bırakılan bütün cisimler düşer.
Tümevarım, bir varım yöntemidir.
Naif tümevarımcılığa göre bilim deney/gözlem ile başlar. Sağlıklı duyu
organlarına sahip olan gözlemci, gözlemekte bulunduğu durum hakkında
görebildiği, duyabildiği vb.şeyleri önyargısız bir şekilde kaydetmelidir.
Sınırlı sayıda bir dizi gözlem önermesinden evrensel bir yasayı genelleme
meşrudur. Tümevarımcının bu tür genellemeleri meşru sayması için şu
koşulların karşılanmış olması gerekir:
a.
Bu genellemeye temel oluşturan gözlem önermelerinin sayısı çok
olmalıdır.
b.
Gözlem ve deneyler çok değişik şartlar altında tekrarlanmalıdır.
c.
Hiçbir kabul edilmiş gözlem önermesi, onlardan elde edilen yasayla
çelişmemelidir.
Metal bir çubuğun genleşmesiyle ilgili tek bir gözlem temeli üzerine tüm
metallerin ısıtıldıkları zaman genleştikleri sonucuna varmak, sarhoş bir
Alman ile ilgili tek bir gözlem temeli üzerinde bütün Almanların ayyaş
oldukları sonucuna varmaktan daha doğru değildir. “Bütün metaller
ısıtıldıklarında genleşir” önermesi sadece genleşmeyle ilgili gözlemler çok
değişik koşullar altında yapımlı bir deney/gözlemler serisine dayanıyorsa
meşru bir genelleme olabilir. Farklı metal türleri ısıtılmış olmalıdır. Uzun
demir çubuklar, kısa demir çubuklar, gümüş çubuklar, bakır çubuklar
vb., yüksek basınç altında, alçak basınç altında,yüksek ısılarda, düşük
ısılarda vb. ısıtılmış olmalıdır. Şayet bütün durum ve koşullar altında
ısıtılan metaller genleşiyorsa ancak ve ancak o zaman elde edilen
gözlem/deney önermeleri listesinden, yasayı genellemek meşru olur.
Ayrıca örneğin belirli bir metal örneğinin ısıtıldığında genleşmediği
gözlemlenmişse, bu durumda evrensel genelleme meşruiyet kazanamaz.
İşte tikelden tümele yani tek tek deney/gözlemlerden hareketle genel
yasalara varan akıl yürütme türüne tümevarımlı akıl yürütme, sürece de
tümevarım denmektedir.
b. TÜMDENGELİM
Bilimin önemli özelliklerinden biri de açıklama ve tahminde bulunma
yeteneğidir. Bilim adamı bir kez evrensel yasa ve teorilere sahip oldu mu
bu yasa ve teorilerden çeşitli sonuçlar çıkarması mümkün demektir.
Örneğin “metaller ısıtıldıklarında genleşirler” olgusu dikkate alındığında
kesintisiz inşa edilmiş uzayıp giden demiryolu raylarının güneş sıcağı
altında eğrilip büğrüleceği olgusunu çıkarmak mümkündür. Bu akıl
yürütme tarzına tümdengelimli akıl yürütme denir.
Tümdengelim, Bir Çıkarımdır.
Öncüllerin doğru kabul edilmesi halinde sonucun, bu öncüllerden zorunlu
olarak doğru çıktığı yani aslında mantıkta geçerli olabilen tek akıl yürütme
yöntemi dedüksiyondur.
Geçerli bir tümdengelime dayalı akıl yürütmede, sonuç önermesi,
öncüllerin içinde zaten saklı ve örtük olarak vardır. Sonuç, öncülleri içerik
yönünden ne aşmakta ne de ona yeni bir şey ilave etmektedir. Bu nedenle
öncüller doğru ise sonucun yanlış olması olanaksızdır. Dedüksiyonun
öncüllere bir şey katmaması nedeniyledir ki başarısızlık tehlikesi
olmaksızın daima uygulanabilir.
Bütün A’lar B’dir
X, bir A’dır.
------------------------------------O halde X, bir B’dir.
Bütün insanlar ölümlüdür.
Sokrat bir insandır.
-------------------------------------------------------O halde Sokrat bir ölümlüdür.
Sonuç, Öncülleri İçerik Yönünden Ne Aşmakta Ne De Ona Yeni Bir Şey
İlave Etmektedir.
Anlaşılacağı üzere Sokrat’ın ölümlü olduğunu belirten sonuç önermesi
zaten “bütün insanlar ölümlüdür” öncül önermesinde örtük ve saklı
olarak vardır.
Örnek2:
Felsefeyle ilgili birçok kitap pahalıdır.
Bu kitap felsefeyle ilgili bir kitaptır.
O halde bu kitap pahalıdır.
Bu örnekte ise bir ve ikiden zorunlu olarak üçüncü çıkmaz. Birinci ve
ikinci öncülün doğru fakat sonuç önermesi olan üçüncünün yanlış olması
mümkündür. Söz konusu kitap, felsefeyle ilgili pahalı olmayan kitaplar
azınlığı içindeki kitaplardan biri çıkabilir. (11)
Ancak öncüllerin doğruluğunun saptanması, mantıksal bir sorun değildir.
Mantık yalnızca öncülleri doğru saymakla işe başlar. Mantığı ilgilendiren,
öncül halindeki önermelerin doğru kabul edilmeleri halinde sonucun, bu
öncüllerden zorunlu olarak çıkıp çıkmayacağıdır. Önermelerin içerik
yönünden doğruluk ve yanlışlığı ile mantık ilgilenmez. Mantıkta geçerli bir
akıl yürütme, önermelerin içerik bakımından doğruluk ve yanlışlıklarına
değil akıl yürütmenin formuna ait bir özelliktir. İçerik açısından yanlış
öncüllerle, geçerli bir tümdengelim akıl yürütmesi mümkündür
Bütün insanlar kuştur.
Ahmet insandır.
----------------------------------O halde Ahmet kuştur.
Tümdengelim, bize yeni bilgi vermeyip eldeki bilgiyi tekrarladığı
yönünden eleştirilmiştir. O, bilgilerimizi arttırmaktan çok bilgilerimizi
çözümleyici, bilgiyi açığa çıkarıcı, sistemleştirici ve denetleyici bir akıl
yürütme türüdür. Tümdengelimin asıl önemi ve işlevi, bilgilerimizi
sistemli bir şekilde düzenlemeye elveren kanıtlayıcı özelliğindedir.
Tümdengelim, Yeni Bilgi Vermez Ancak Bilgileri Düzenler Ve Denetler.
Tümdengelimcilerin
noktalar;
eleştirildikleri
iki
ana
nokta
daha
vardır.
Bu
1. Bir çıkarım veya ispat yolu olan tümdengelimin bir bilgi üretme yolu
olarak görülmesi,
2. Aksiyom veya postula denilen ilk önermelerin doğruluğunun apaçık
ya da yadsınamaz birer mutlaklık olarak kabul edilmesi ve bunlara
ulaşmanın tek yolu olarak da akıl yahut sezginin gösterilmesidir.(12)
c. TÜMEVARIM PROBLEMİ
Yaptığı tüm deneylerde arı suyun 100 °C’ de kaynadığını saptayan bir
fizikçi, kendisinden önce yapılmış deneyleri de hesaba katarak “arı su
100 °C’ de kaynar” gibi bir sonuca varır. Oysa mantıksal açıdan
bakıldığında varılan sonuç zorunlu değildir.
Varılan sonuç, öncüllerle sınırlı kalmamakta, öncülleri aşan, onların
dışına çıkan bir bilgiye bizi götürmektedir. Varılan sonuç, gözlem ve
deneyle saptanmış olanı aşmaktadır. “Boşluğa bırakılan bütün cisimler
düşer” sonucunun zorunlu olabilmesi için boşluğa bırakılan tüm
cisimlerin her zaman (geçmiş, şimdi ve gelecek) ve her yerde (uzamın her
bölgesinde) düştüklerinin fiilen gözlemlenmiş olması gerekir. Bu zaman
açısından olanaksız olduğu gibi (geleceğe ilişkin deneylerimiz olmaz),
uzam açısından da olanaksızdır.
Tümevarımda, Sonuç Önermesi Daima Öncülleri Aşar.
Şimdiye kadar gördüğüm kuğular, tüm kuğuların ancak bir bölümünü
oluşturmakta. Gördüğüm kuğularda gözlemlediğim beyaz olma özelliğini,
tüm kuğulara genellediğimizde artık öncüller aşılmakta yeni bir sonuca
gitmekteyiz. Sonuç, öncüllerde yer alan gözlemlere dayalı fakat kapsamı
yönünden bunları aşan bir genelleme niteliğindedir. Bir diğer deyişle sonuç,
evrenin tümünü kapsamakta halbuki öncüller bu evrenin yalnızca bir
parçasından söz etmektedir. Öncüllerdeki gözlem sayımızı ne denli
arttırırsak arttıralım, sonucun doğruluk olasılığı artar fakat bu doğruluk
hiçbir zaman kesinlik kazanmaz. Mevcut kuğuların tümünü gözlemleme
güçlüğü bir yana geçmişteki ve gelecekteki kuğuların hepsini gözlemleme
olanaksızlığından kurtulamayız.
Öncüllerin Tümü Doğru Olsa Bile Sonucun Doğru Olduğu Kesin Olarak
Söylenemez.
Burada deney ve gözlem yoluyla varılan sonucun bundan sonra da her
gözlem ve deneyde gerçekleşeceği, bunun böyle olacağı umulabilir,
beklenebilir ve bu konuda bizde bir inanç oluşabilir. Ama tüm bunlar bir
zorunluluk olarak ifade edilmez ve ileri sürülemez. Burada sonuç, gözlem
ve deneyi aşan bir genelleme niteliğindedir. Varıla sonuç önermesi
mantıksal zorunluluğu değil olasılığı ifade etmektedir.
Doğa Bilimlerinde Kullanılan Tümevarım, Eksik Tümevarımdır.(13)
Popper, Yanlış ve Yanlışlamacılık
Popper’in başlangıçta tümevarım sorununu çözmek için yaptığı girişim,
bu sorunu çözmekten öte tartışmanın zeminini genişleterek bilim
felsefesini zenginleştirmiştir. Popper da[14] öncelikle bilim ile bilim
olmayan arasında bir ayrımın nasıl yapılabileceği ile ilgilenmektedir.
Mantıksal pozitivistler bunun ölçütünü doğrulanabilirlik olarak
belirlemişlerdi. Doğrulama işleminin özünde yatan şey; ileri sürülen bir
iddia (hipotez) ya da teorinin bilimsel bir temelde bulunup bulunmadığını
saptamak için, onun olgusal ve deneysel verilerle doğrulanabilir olup
olmadığına bakmak gerektiğidir. İşte Karl Popper, klasik bilim görüşünün
yanlışlığını savunur ve bu pozitivist, ilerlemeci ve birikimci bilim
anlayışını, eleştirir. Popper;
1. Teoriden
bağımsız
gözlem
olamayacağını;
tikel
bilgilerin
genellemesiyle tümel bilgi elde etmenin mantıksal bir kesinlik
taşımadığını,
2. Bilimselliğin ölçütünün genel kanının aksine doğrulanabilirlik değil
yanlışlanabilirlik olduğunu,
3. Yine yaygın kanaatin tersine bilimsel bilginin, doğruların
biriktirilmesiyle değil yanlışların ayıklanmasıyla ilerlediğini öne
sürmüştür.
Yanlışlanabilirliğin anlaşılmasındaki kilit kavram, sınanabilirliktir. Buna
göre sınanamayan bir önerme bilimsel olamaz. Zira sınanamayan bir
önermenin ne zaman yanlışlanmış olacağı bilinemez. Bu bakımdan
metodolojik açıdan önermenin doğru veya yanlış olması önemli değildir.
Önemli olan önermenin mantıksal yapısının, onun sınanmasına olanak
tanıması, hangi gözlem veya sınama sonucunda yanlışlanmış olacağını
açıkça ifade eden önermeler içermesidir.
Bazen de önermenin içeriğinin sınanması mümkünse de mantıksal kurgu
açısından yanlışlanamayan bir yapısı olabilir. Örneğin “Yarın hava ya
sıcak ya da soğuk olacak” biçimindeki bir önermeyi ele alalım. Bu önerme
hava hem sıcak hem de soğuk olduğunda doğru olacaktır. O halde bu
önermenin bilgi içeriği bulunmamaktadır. Yarınki hava durumuyla ilgili
olabilecek bütün ihtimalleri kapsadığı için yanlışlanamaz bir önermedir
ve bu yüzden de bilim değildir.
Yanlışlamacılık, esasen yararlı bilimsel hipotezlerle sözde bilimsel
hipotezleri ayırt etmeyi sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu bağlamda
Popper, Marks ve Freud’un teorilerinin belirli somut olguların
kuramlarına nasıl uygun düştüğünü kolayca göstermelerine karşın hangi
koşulların ortaya çıkması durumunda kuramlarını savunmaktan
vazgeçeceklerini hiçbir zaman belirtmiyorlardı. Bir örnek vermek
istersek; Adlerci psikolojinin temel ilkesi, insan eylemlerini aşağılık
duygusunun motive ettiğidir. Nehre düşmüş ve boğulmakta olan bir çocuğu
gören bir adamın muhtemel iki tavrını bu kurama göre analiz edelim.
Şayet adam çocuğu kurtarmak için nehre atlıyorsa Adlerci psikanalist bu
davranışı, adamın tehlikeye rağmen suya atlamaya cesaretli olduğunu
ispatlayarak aşağılık duygusunu yenmeyi amaçladığına yoracaktır. Eğer
adam nehre atlamazsa bu defa da adam çocuk boğulurken bile kıyıda
kalma soğukkanlılığına sahip olduğunu ispat ederek aşağılık duygusunu
örttüğünü söyleyecektir. Adlerci psikolji, her tür insan davranışına
uygundur ve bu yüzden insan davranışı hakkında bize hiçbir şey
söylememektedir. Benzer bir diğer örnek olarak da Freud’un psikanalizini
verebiliriz…… Psikanalist, hastanın gördüğü düşün, gerçekte hastanın
çocukluğundan kalma ve çözüme kavuşturulmamış bir cinsel çatışmayla
ilgili olduğu iddiasında bulunduğunda, bu iddiayı yanlışlaması mümkün
hiçbir gözlem bulunmamaktadır. Bu bakımdan bilimsel olduğu
düşünülen bazı hipotezler, yakından incelendiğinde test edilemez olduğu
ortaya çıkar. Test edilemez teorilerden uzak durulma nedeni, bunların,
bilimin ilerlemesine engel olmasıdır. Çürütme olanağı yoksa o zaman
bunları daha iyi bir teoriyle değiştirmenin yolu da yoktur.
Bir teori, onu yanlışlayabilecek mümkün bir deney yoksa bilimsel
sayılamaz.
“Su, 100 °C’de kaynar” hipotezini yanlışlayabilecek testler yapmak,
sınamak olanaklıdır. Keza “bir ışık ışını, uçak aynasından yansıdığında,
geliş açısı yansıma açısına eşittir”de öyle. Bir yasa yahut teori, ne kadar
iddialı olursa evren hakkında daha kapsamlı tezler öne sürmekte ve bu
yüzden de yüksek derecede yanlışlanabilme imkânı vermektedir. Yeter ki
daha sonra fiilen yanlışlanmamış olsun. Bunun da teorilerin açık ve kesin
biçimde ifade edilmeleri gerektiği yolunda bir sonucu vardır. Yanlışlamacı,
ışık hızının bir vakum içinde saniyede 299.8X10 6metre olduğu tezini,
saniyede yaklaşık 3000X106olduğu yolundaki daha az kesin teze daha
fazla yanlışlanabilir olduğu için tercih edecektir.
Tek bir çürütücü örnek, bir teorinin yanlış veya yetersiz olduğunu
göstermeye yeter. Bütün kuğular beyazdır dediğimde tek bir siyah kuğu
gözlemi, teorimi çürütmeye fazlasıyla yeter. Yanlış olduğu gösterilen teori
bir tarafa bırakılır ya da en azından yeniden gözden geçirilerek, değişikliğe
uğratılır. Böylece bilim, teori ve bilimsel kanunların doğru olduğunu
kanıtlamak yerine yanlış olduğunu göstermeye çalıştığı takdirde gelişir.
Eğer ben bir taşı yere düşürerek Newton’un teorisini doğrularsam bilime
katkıda bulunmuş sayılmam. Halbukiiki cisim arasındaki çekimin,
cisimlerin sıcaklıklarına bağlı olduğunu ima eden ve Newton’un teorisini
yanlışlayan spekülatif bir teoriyi doğrularsam bilime önemli katkıda
bulunmuş olurum. Bilimsel bilgi süreci, bilgi dağarcığımızdan yanlış
bilgilerin ayıklanması biçiminde işlemektedir. Bir zamanlar öne sürülmüş
teoriler, gözlem ve deney tarafından acımasız şekilde test edilmelidir. Bu
testlere karşı koyamayan teoriler elenerek yerlerine daha spekülatif (yeni)
varsayımlar konmalıdır. Bilim, deneme ve yanılmalarla ilerler ve
yalnızca en güçlü teoriler ayakta kalır. Bir teorinin doğru olduğu hiçbir
şekilde meşru olarak ileri sürülemezken önceki teorileri yanlışlayan
testlere direnmeye muktedir olması anlamında daha iyi ve güçlü olduğu
ileri sürülebilir.
Yanlışlamacılığın Eleştirisi
a.Tarihsel hakikatlere aykırılığı: yanlışlamacılık, bilim tarihindeki önemli
gelişmelerin hemen hiçbirini yeterince açıklayamamaktadır. Kopernik
devrimini yani güneşin evrenin merkezinde olup dünyanın ve diğer
gezegenlerin onun çevresinde döndüklerinin kabulünü ele alalım.
Yanlışlayıcı örneklerin mevcudiyeti olgusu, alanın büyük şahsiyetlerini,
hipotezlerini reddetmeye sevk etmemiştir. Teori, fiziğin yüzyıllar süren
gelişmesinden sonra ancak gözlemler karşısında tam ve gereği gibi test
edilebilmiştir. Aynı şekilde Newton’un teorisi de ayın yörüngesine ilişkin
olarak,
teorisinin
kamuoyuna
açıklanmasından
hemen
sonra
gerçekleştirilen gözlemler tarafından açıkça yanlışlanmıştı. Oysa
yanlışlayıcı bu gözlemlerin yanıltıcı oldukları ancak epey bir süre geçtikten
sonra anlaşılmıştır. Bu aşikar çürütmeye rağmen Newton ve diğerleri
yerçekimi teorisine bağlı kaldılar ve bunun bilimin gelişmesine olumlu
katkıları oldu. Hâlbuki Popper’in yanlışlamacı bilim modeline göre
Newton’un teorisinden yanlışlanmış olduğu gerekçesiyle çoktan vazgeçilmiş
olması gerekirdi. Bu iki örnek, yanlışlamacı bilim teorisinin bilimin fiili
tarihine her zaman uygun düşmediğidir. Bilimsel teorilerin nasıl aşıldığı
doğru açıklayabilmek için en azından düzeltilemeye muhtaçtır[15].
Bundan da anlaşılıyor ki bir teori nihai olarak yanlışlanamaz. Çünkü
hatalı tahminlerin sorumlusu, teste tabi tutulan teori dışındaki bir unsur
olabilir. İşte astronomi tarihinden bunu açıkça ortaya koyan örnekler.
Newton teorisinin, Uranüs gezegeninin yörüngesiyle reddedilmiştir. Uranüs
gezegeninin hareketiyle ilgili ondokuzuncu yüzyıl gözlemleri, Uranüs
yörüngesinin tahmin edilen yörüngeden önemli ölçüde saptığını gösterdi.
Bu durum Newton teorisi için problem ortaya çıkarıyordu. Uranüs
civarında daha önce keşfedilmemiş bir gezegen bulunduğu öne sürüldü.
Uranüs ile varsayılan gezegen arasındaki çekim, Uranüsün yörüngesindeki
sapmanın nedeni sayıldı.
c. ANALOJİ
Diyelim ki elimizde x gibi ortak bir özelliği paylaşan A ve B gibi iki nesne
var. Ayrıca A’nın , “y” gibi başka bir özelliği daha olduğunu biliyoruz. İşte
iki nesne arasındaki daha önceki benzerliğe bakarak B’nin de, “y”
özelliğini taşıdığını düşünmemiz, analoji yoluyla akıl yürütmenin esasını
oluşturur.
ÖRNEK: Elçin ve Yalçın’ın ikisi de solak, çok güzel resim yapıyorlar. Elçin’in
bir özelliğini daha biliyoruz. Renkler içinde en çok kırmızıyı sevmekte. O
halde Yalçın da kırmızıyı sever diye düşünebiliriz.
O halde analoji; iki şey veya olay arasındaki benzerliğe dayanarak
bunlardan birisi hakkında verilen hükmü diğeri hakkında da vermektir.
Görünen ve bilinen benzerliklerden, görünmeyen ve bilinmeyen
benzerlikleri ortaya çıkartmaktır. Örneğin;
Dünya gezegeninin atmosferi vardır ve üzerinde canlı yaşar.
Merih’te de atmosfer vardır.
O halde Merih’te de canlıların bulunması gerekir.
ORTAK ÖZELLİKLERİN SAYISI NE KADAR FAZLAYSA SONUCUN DOĞRU OLMA
OLASILIĞI O KADAR ARTAR.
ANCAK ORTAK ÖZELLİKLERİN
İSPATLAMAYA YETMEZ.
ÇOK
OLUŞU,
SONUCUN
DOĞRULUĞUNU
Tümevarımda tekil olgu ve nesneler için saptanmış olanın, o olgu ve
nesnelerin bütünü için de doğru sayılmasıdır. Yani bir genellemeye
gidilmiş olmasıdır. Oysa analojide bir genellemeye gidilmez. Bazı olay, olgu
veya nesnelerden öbür bazı olgu, olay ve nesnelere gidilir ve varılır.
Analoji, benzerden benzerliği, tümevarım ise tikelden tümeli çıkartır.
TÜMEVARIMDA TİKELDEN TÜMELE, ANALOJİDE İSE TİKELDEN TİKELE
VARILIR.
Analojide dört tane unsur bulunur. Bunlar;
1. Benzetilen: Yukarıdaki örnekte “Merih”.
2. Kendisine benzetilen. “Dünya”.
3. İllet/neden: Bu ikisi arasında bulunan ortak anlam yani
örnekte “Atmosfer”.
4. Benzetme/hüküm: “Canlı bulunması”.
f. SEZGİ YÖNTEMİ
Sezgiciler, deneyciliğin ve akılcılığın ötesine geçerek doğru bilginin sezgiyle
bilinebileceğini öne sürerler. Akıl ve deneyin bilgiyi sınırladığını ve gerçek
bilgiyi veremediğini düşünerek bilginin alanının daha geniş olduğunu
kabul ederler. Doğru bilginin ölçütünü, akıldan daha üstün olan sezgiye
yüklerler. Zira sezgi, aracısız olan doğrudan bilgiyi, onu kavramaya
çalışana yine aracısız olarak verir. Böylece sezgiciler, kesin ve apaçık
bilginin sezgisel olduğunu varsayan bir bilgi kuramı geliştirmeye
çalışmışlardır.
Sezgi; bilginin süjesiyle(insan, akıl), bilginin nesnesi (obje) arasında
doğrudan, aracısız kurulan ilişkiye verilen addır. Sezgi, öznenin nesne ile
birleşip hakikatı bulmasıdır. Sezginin, nesne hakkındaki doğrudan ve
aracısız bilgi edinme yöntemi olduğu hakkındaki tanım eleştirilmektedir.
Sezgi yöntemi aslında akıl-deney sentezidir. Deney birikiminin,
rastlantısal olarak veya bilgi dağarcığının dolması sonucu aniden kendini
göstermesinden başka bir şey değildir. Başka bir anlatımla Arşimet’in
“evreka”sı, bilim adamının o sözü söyleyerek hamamdan fırladığı güne
kadar yaptığı deneylerin, o yönde yoğunlaştırdığı ussal çalışmaların aniden
sonuçlanmasının deyimidir.
Ayrıca sezgi yöntemi aslında aklın bir operasyonudur. Fakat klasik
akılcılıkta olduğu gibi bir yargıdan diğerine mantıksal bir yol
izlenmemekte, bilinç doğrudan doğruya nesneyi algılamaktadır.
5. MANTIK
Mantık; Arapçada “söylemek, konuşmak, dile getirmek” anlamına
gelen nutukkökünden türeyip dilimize geçmiştir. Batı dillerindeki karşılığı
olan logos; akıl, düşünme, yasa, düzen, söz anlamlarını içerir. Mantık;
düşünmenin, doğru akıl yürütmenin, doğru sonuçlara ulaşmanın şart ve
kurallarıyla meşgul olan bir disiplindir. Mantık konuları; önerme,
kavram, çıkarım sıralamasını izler. Mantığın kendisi bilgi üretmez ama
mantık süzgecinden geçmemiş bir şey de bilgi haline gelmez. Önermeler
bahsine geçmeden önce mantık yasalarına bakalım.
5.1.MANTIK YASALARI
Antik Yunan felsefesi düşünürü Aristoteles tarafından sistemleştirilen bu
mantık ilkeleri, akıl için evrensel ve zorunludurlar. Evrensel oluşları, her
renk, her çağ ve her coğrafyanın insanı için geçerli olmalarından;
zorunlulukları ise bunlara riayet etmeyen zihnin bir şey ortaya
koyamaması, kendisini ifade edememesi ve bir türlü anlaşmayı
sağlayamamasından dolayıdır.
a. ÖZDEŞLİK: Özdeşliği ancak öbür bilinen ve kendisine yakın
kavramlar karşısındaki sınırlarını çizmeye çalışarak aydınlatabiliriz. Bir
kere özdeşlik, eşitlik demek değildir. Eşitlik, benzerliğin bir sınır
durumudur. Benzerlik ise iki ayrı şey arasındaki bir ilişkidir ve iki ayrı
şeyin değişik oranlarda ortak özelliklere sahip olması durumudur. Ortak
özelliklerin sayısı arttıkça iki ayrı şey arasındaki benzerlik de artar. Bu
durumda eşitlik, benzerliğin bir sınır durumu olarak iki farklı şey
arasındaki tüm özelliklerin ortak olması durumudur. Oysa özdeşlik, iki
ayrı şey arasındaki bir ilişki değil bir şeyin kendisi olmasıdır. Bu nedenle
benzerler eşit olabilir ama özdeş olamazlar. Özdeşlik, bir şeyin başka bir
şeyle ilişki kurulmaksızın kendisi olarak düşünülmüş olmasını ifade eder.
Mantıkta özdeşlik “A, A’dır” ifadesiyle açıklık kazanır. Bu önermede bir
şeyin başka bir şeyle olan ilişkisi değil yalnızca kendisi olduğu ifade
edilmektedir. Bir şey, kendisi dışındaki bir şeyle özdeş olamaz ancak
benzer veya eşit olur. Özdeşlik önermesindeki iki A, kâğıt üzerinde ve dilsel
ifade gereği iki adet yer alır.
Özdeşlik; “Bir şey ne ise odur. Her şey kendisinin aynıdır”.
Bir akıl yürütmenin başında bir terime verilen anlam ne ise o akıl yürütme
boyunca o terim hep aynı anlamı taşımalıdır. Bu akıl yürütmenin
tutarlılığının, fikirlerin sağlamlılığının ve yeni fikirler elde etmenin
zorunlu şartıdır. Herhangi bir konunun açıklanmasında zihin bu ilkeye
uymazsa o konu anlaşılmaz. İlk bakışta pek basit görünen A, A’dır ifadesi,
doğru düşünme için zihnin uyması gerekli baş ilkedir. Özellikle doğru
düşünmenin bir ilkesi olarak tek tek her zihin buna uymak zorunda
olduğu gibi diyaloglarda yani başka zihinler arası fikir alışverişlerinde de
bu ilkeye uyma zorunluluğu vardır. Diyaloglarda kullanılan kavramlara
taraflar aynı anlamı değil de farklı anlamları yüklerse fikir karışıklığı olur
sonuçta anlaşma olmaz, doğruyu ortaya koyma olanaksızlaşır. Fikir
kavgalarının, tarafların anlaşmaya varamamalarının başta gelen
nedenlerinden birisi özdeşlik ilkesine uymamadır. Tartışmanın verimli
olabilmesi için kullanılan terimlerin tanımlarında fikir birliğine varmak
ve tartışma boyunca kullanılan terimler üzerinde anlaşmaya varılan
tanımdan farklı bir anlam vermemek gerekir.
b. ÇELİŞMEZLİK: Özdeşlik, mantıkta başat bir ilke durumunda olsa da
tek başına düşünme açısından verimsizdir. Bir şeyin kendisinden başka bir
şeyle özdeş olduğunu düşünmek çelişkidir. Buna göre çelişmezlik ilkesini;
“Bir şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz” şeklinde dile
getirebiliriz.
Çelişmezlik,
özdeşlik
ilkesi
olmadan
düşünülüp,
tasarlanamayacak bir ilkedir. Bir diğer deyişle, çelişmezlik ilkesi, özdeşlik
ilkesinin bir türevi durumundadır. Bir şeye A dedik mi A’dan başka olan
her şey, A’ya özdeş olmayan bir şey demektir.
Çelişmezlik ilkesi, “A, A olmayan değildir” biçiminde formüle
edilebilir. Aslında çelişmezlik ilkesini, özdeşlik ilkesinin bir onaylanışı, bir
tasdiki olarak da yorumlayabiliriz. İlkenin formüle edilişinde bir yadsıma,
mantıki deyimle değilleme varmış gibi gözüküyorsa da aslında özdeşliğin
bir onayı söz konusudur.
“Her şey kendisi ile özdeştir, hiç bir şey kendisinden başka bir şeyle özdeş
olamaz” . Çelişmezlik her ne kadar özdeşlik ilkesinin bir türevi ise de
düşünme evrenini (düşünülebilen her şeyi) A ve A olmayan şeklinde iki
alana ayırma olanağı sağladığından, özdeşlik ilkesine yeni bir şey
katmakta ve düşünme alanımızı genişletmektedir. Gerçekten de tek
başına ele alındığında özdeşlik, düşünmemiz için kısır bir ilkedir.
Düşünmemiz sadece özdeşlik ilkesinde kalmış olsaydı, bir şeyin kendisi
olduğunu düşünmekten öte bir adım atamazdık. Çelişmezlik ilkesinin
düşünmemiz açısından önemi, onun bize kendi olmama, kendi dışında
başka olma olanağını düşündürtmesi ve böylece düşünülen şeyler arasında
ilişki kurabilmemizi sağlamasıdır.
Böylece bir şey –aynı zaman ve şartlar içerisinde- hem kendisi hem de
başka bir şey olamaz. Birbiri ile çelişik iki önermeden biri doğru ise diğeri
mutlaka yanlıştır. Aynı niteliğin aynı özneye aynı zamanda hem ait olması
hem de olmaması olanaksızdır. Yine aynı konuya aynı yüklem aynı
zaman ve şartlarda hem olumlu hem olumsuz olarak yüklenemez. Yanlışa
düşmemek için düşünceler arasında çelişme bulunmaması gerekir.
Örneğin sınıfta asılı şemsiyeyi aynı zamanda hem şemsiye hem atkı olarak
göremeyiz. O şemsiye ise şemsiyedir. Hem şemsiye hem atkı olamaz.
Tutarlılık, mantıksal düşünmenin de ötesinde kafa ahlakının bir gereğidir.
c. ÜÇÜNCÜ HALİN OLANAKSIZLIĞI İLKESİ: Düşünülebilen tüm şeylerin A ve A
olmayan üzere düşünme evrenimizi iki alana ayırdığı açıktır. Bu şu
demektir; “ A ve A olmayan dışında üçüncü bir hal düşünülemez”. Bu ilke
mantıkta şöyle ifade edilebilir;
“Her x, ya A ya A olmayan olmak zorundadır. Üçüncü hal düşünülemez”.
Bu ilke özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinin bir türevi durumundadır. Diğer
bir ifade ile iki çelişik önermeden biri doğru ise öteki zorunlu olarak
yanlıştır. İkisi arasında üçüncü bir hal yoktur.
ELEŞTİRİLER: Bu üç ilkeye dayanan klasik mantığa “iki değerli mantık”
denir. Örneğin bir kutuda iki renkte bilye bulunuyorsa kutudan ancak bu
iki renkten birini taşıyan bilye çıkabilir, üçüncü bir renk çıkmaz. Eğer
kutuda üç renkli bilye bulunsaydı bu durumda dördüncü renkte bilyenin
çıkması mümkün olmazdı. Kaç değerli mantık sistemi kabul edersek ona
göre üçüncü halin imkânsızlığını kabul etmek gerekir.
Buna karşın klasik olmayan mantık, klasik mantığın üç ilkesinden bir
veya ikisini dışarıda bırakmalarından ötürü çok değerli mantık olarak
adlandırılır. Çok değerli ya da üç değerli mantık, üçüncü halin olmazlığı
ilkesinin dışarıda bırakılmasıyla geliştirilmiş bir mantık olur. Üç değerli
mantık; doğru, yanlış değerleri arasına belirsiz diye üçüncü bir kategoriye
yer veren mantıktır. Klasik determinizm, hareket halindeki cisimlerin
durumlarını yer ve hız yönünden aynı zamanda saptamanın mümkün
olduğu varsayımına dayalıdır. Oysa kuantum teorisi, elektron ve diğer
atom altı parçacıkların herhangi bir andaki durumlarını bu iki yönden
aynı zamanda saptayabilmenin olanak dışı bulunduğunu göstermiştir.
Makro düzeyde geçerli görünen nedensellik ilkesi mikro düzeyde yetersiz
kalmıştır. Konumu saptamada elde edebileceğimiz kesinlik ne kadar
yüksekse momentumu saptamada elde edeceğimiz kesinlik o kadar düşük
kalmakta. Bunun bir ölçme güçlüğü olduğu itirazları yapılmakla birlikte
buna bağlamanın doğru olmadığı yönünde karşı düşünce de vardır.
İtiraz edilen bir diğer ilke de çelişmezlik ilkesidir. Durağan kalıplar
çerçevesinde kalmış eski mantık için çelişki, giderilmesi gereken bir
aksaklık, bir hata idi. Oysa diyalektik mantıkta çelişki, hatalı düşünmenin
bir ürünü değil aksine düşünce eyleminde yer alan bir özelliktir. Diyalektik
mantık işlevini çelişkiden sakınmakta ya da onu düzeltmekte görmediği
gibi çelişmeyi, bir üst gelişme aşaması için özümsemelidir.
Üçüncü şıkkın imkânsızlığı ilkesine yapılan itirazlar, bu ilkenin yanlışlığını
değil onun sınırlı olduğunu ortaya koyar[16].
Bir şeyin bilgi sayılması için öncelikle bir önerme ile dile getirilebilir olması
lazımdır. Bu bakımdan bilimsel bilgi içeren önermeleri, bu önermelerin
yapısına bakarak, diğer bilgi türlerini içeren önermelerden ayırt edici
özellikleri ile ortaya koymaya çalışacağız. Bilimsel bilgiyi,diğer bilgi
türlerinden ayırmada ve kendine ait özelliklerini belirlemede de dilsel ve
mantıksal analizden yararlanabiliriz.
[1] Ömer Demir, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001, s.16-17.
[2] Niyazi Öktem, Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve
Devlet, Der Yayınevi, İstanbul, 2001, s.1-6.
[3] Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa yayınevi, 2001, s. ;Ernest
Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Güncel Dile Uyarlayan:
Selçuk Baran, İkinci Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü,
Ankara1996,s.
[4] Bu bağlamda Antik Yunan’da kuşkucu düşüncenin temellerini atan
Sofistler’den bahsetmeden geçemeyiz. Yunan felsefesindeki MÖ. 600’den
450’ye kadar süren ilk dönemi kozmolojik dönem diye adlandırıyoruz. Bu
dönemdeki sorunlar physis ve doğa ya da kozmos ile ilgiliydi. M.Ö.450
civarında insan merkezci döneme geçilerek bizatihi insanla ilgili sorunlar
ilgi odağı haline geldi ve ahlaki-siyasi sorunlara kayıldı.
M.Ö.V yüzyılın ortalarında tarih sahnesinde seslerini duyurmaya
başladılar. Yunan sitelerinin sosyal ve siyasal yapısı MÖ.V.yüzyılda büyük
ölçüde değişmişti. Ticaret yaparak zenginleşen ama aristokrat kökenli
olmayan yeni bir sınıf, tüccarlar sınıfının özellikle bilgi ihtiyacını
karşılayan ve insanlara güzel konuşma metotlarını öğreten fikir
adamlarıdır. Bu yeni dönemde
Demokratik temsilin genişlemesi, siyaseti belirli bir zümrenin tekelinde
kurtarıp halkı etkileyecek herkese, bu belagat gücüne sahip olanlara lider
olma olanağını hazırlamıştı.
Protagoras’ın meşhur
İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR. VAR OLAN ŞEYLERİN VAR OLDUKLARININ,
VAR OLMAYAN ŞEYLERİN VAR OLMADIKLARININ ÖLÇÜSÜDÜR. HER ŞEY BANA
NASIL GÖRÜNÜRSE BENİM İÇİN BÖYLEDİR, SANA NASIL GÖRÜNÜRSE SENİN
İÇİN DE ÖYLE
Deyişinin anlamı şudur: İnsan için dünya, ona olduğu şekliyle olduğu gibi
görünen dünyadır. Bir insan tir tir titrediği zaman hava onun için
soğuktur. Soğuk, onun için fiilen var olduğundan ona havanın gerçekte
sıcak olduğunu söylemenin hiçbir anlamı yoktur.
Protagoras’ın daha genç yaştaki çağdaşı Gorgias ise hiç bir şeyin var
olmadığını, bir şey var olsaydı bile onun bilgisine sahip olamayacaklarını,
birileri
her
şeye
rağmen
bilebilseydi
bile
bilgisini
başkasına
aktaramayacağını kanıtlamaya çalışmıştır.
KESİN VE DOĞRU BİLGİ OLANAKSIZDIR.
OLABİLİR.
BİZİM SADECE SANILARIMIZ
Kesin ve doğru bilgi olanaksızdır. Zira evrende her şey değişmektedir,
sürekli bir akış halindedir. Böylesi bir değişim ve akşın, kalıcı-değişmez
bilgileri olanaksızdır. Duyum ve algılarımız da kişiden kişiye
değişmektedir. Değişebilen algı ve duyumlar da kesin bilgi değil sanılar
doğurur. Sanılar da kişiye bağlıdır. Yani her sanı doğrudur.
NE KADAR KİŞİ VARSA O KADAR HAKİKAT VARDIR. BİREY HAKİKATİN VE
İYİNİN ÖLÇÜSÜDÜR.
Tüm bu nedenlerden ötürü felsefe doğru bilgiyi değil insanı mutlu edip ona
yararlı olan bilgiyi araştırmalıdır.
Sofistler, bu bilgi görüşünden pragmatik bir sonuca vardılar:
YARARLI OLAN BİLGİ DOĞRUDUR.
Hal böyle olduğunda gerçekte önemli olan yegane şey, başarılı olmak ve
başkaları üzerinde etki elde etmekti. Vatandaşlar için güç ve paraya sahip
olmanın yollarından biri de politikadır. Ayrıca doğrudan demokrasi,
yüksek bir eğitim seviyesi ister. Toplumun yönetimine herkesin katılması
isteniyorsa gene eğitim daha iyi olmak zorundaydı. Siyasi hayata katılmak
için gerekli konuları öğreten Sofistler halkı aydınlatma misyonu
yüklenmişlerdi. Bu yol, demokrasilerde etkili konuşmayı gerektiriyordu.
Onlar, münakaşa ve hitabeti öğretmeyi vaat etti. Sofistlerin en çok
eleştirilen yanlarından biri para ile ders vermeleri yani bilgiyi
satmalarıdır. Para karşılığı ders vermek bu yüzyıla kadar görülmüş şey
değildi. Platon, fikirlerini para karşılığı satmalarından ötürü sofistleri
“ruhun beslenmesi için gerekli gıdayı satan tüccarlar” olarak
nitelemiştir. Bu anlamda felsefeden para kazanan ilk ve belki de tek
filozoflar sofistler olmuştur. Oysa sofistler bu sayede bilgiyi topluma yayma,
toplumun hizmetine sunma işini önemli ölçüde başarmışlardır.
[5] Ahmet Ulvi Türkbağ, “İki Soruda Postmodernizm ve Hukuka
Yansıması”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C.LXI, S.1-2,
2003, s.177-178.
[6] Demir, Bilim Felsefesi, s. ; Bilal Güneş, “Paradigma Kavramı Işığında
Bilimsel Devrimlerin Yapısı ve Bilim Savaşları: Cephelerdeki Fizikçilerden
Thomas S. Kuhn ve Alan S. Sokal”, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt: 1,
Sayı:1 (Kış 2003), 23-44.
[7] Postmodernizimden ve onun biligi ve yöntem anlayışından söz açmış
iken bu alanda düşünceleriyle etki yapmış iki bilim insanı ve bilim
felsefecisinden bahsetmeden de geçemeyeceğiz. Bunlardan ilki Thomas
Kuhn diğeri ise Feyeraband’dır. Üçüncü isim olan Karl Popper’ı ise aşağıda
başka bir vesile ile ele alacağız.
Kuhn ve Bilimsel Relativizm
Mantıksal pozitivistlerle ilişkilendirilen geleneksel bilim anlayışına göre
yeni kuramlar eskisini kısmen değiştirse dahi bilimsel değişim birikimsel
(kümülatif) ve ileriye giden doğrusal bir süreç izler. Keza yine bu görüşe
göre bilimsel kuramların amacı hakikate ulaşmaktır. Kuhn ise birikimsel
bilimsel değişim düşüncesine karşı çıktığı gibi bilimsel kuramların temel
amacının hakikate ulaşmak olmadığı keza hakikatin de kuramdan
bağımsız bulunmadığı savını ileri sürer. Bilim tarihinde kırılmalar
olduğunu ileri süren Kuhn açısından bilimsel gelişmeler ancak yerleşik
bilim anlayışından kesin bir kopuşla mümkündür. Böyle radikal kırılmayı
Kuhn, paradigma değişimi olarak nitelendirir. Kuhn bunu, bilim
tarihindeki temel gelişim safhalarının eski kanunlara yenilerinin
eklenmesiyle değil yeni teorinin eski teorilerle uyuşmazlığını ortaya
koyarak gösterir. Bilimsel değişim süreci bir düzenli birikim süreci değil bir
yıkım ve yeniden yaratış süreci şeklinde anlaşılmalıdır[7]. Örneğin oksijen,
X ışınları ve Uranus’un keşfinde bilim birikimsel değildir zira bunların
keşfi farklı paradigmalar içinde olmuştur. Kuhn’un devrim yaratan bilim
felsefesine göre bilimde paradigma değişimi birtakım rasyonel ilkelere
değil bilim adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine dayanır. Bilim
adamları topluluğunun seçimleri her zaman rasyonel ya da bilimsel
değildir. Bilim adamlarının kararlarında tarihsel ve toplumsal etkenler
önemli rol oynar.
Kuhn, bilimsel disiplinlerin devamlı tekrarlanan farklı safhalardan
geçtiğini söyler ve bu safhaları şu şekilde formüle eder. 1.Gelişmemiş bilim
2. olağan gelişmiş bilim 3.bunalım dönemi bilimi 4.devrim dönemi bilimi
5.yeniden olağan bilime götüren anlaşma dönemi.
Gelişmemiş bilim döneminde birbiriyle yarışan ve disiplinin geleceğine
ilişkin farklı görüşlere sahip çeşitli bilim okulları vardır. Bunlardan hiçbiri
henüz bir üstünlük sağlayamamıştır. Kuhn’a göre sosyal bilim disiplinlerin
çoğu hala bilimin bu gelişmemiş evresinde olup ilk paradigmanın oluşması
beklenmektedir. Paradigma terimi esas itibariyle bilim adamaları
topluluğunun kullandığı standartlar, ön kabuller, inançlar, gizli kurallar
ve
yöntemler,
kullandıkları
teknikler
kümesidir.
Paradigma
oluşturulduğunda ise artık ilkel bilim dönemi sona erer ve olağan bilim
devresi başlar. Olağan bilim döneminde paradigmanın kuramsal
çerçevesinden yararlanan bilim adamları yeni olguları keşfederek
kuramın hem genişlemesine hem güçlenmesine katkıda bulunurlar. Yine
normal bilim döneminde kurama aykırılıklarla karşılaşıldığında suç
kurama değil gözleme yahut araştırmayı yapan bilim adamına yüklenir.
Kuhn’un verdiği örnekte olduğu gibi Newton kuramının tahminleri ile sesin
hızı ve Merkür’ün hareketi arasında ciddi problemler bulunmasına
rağmen Newton kuramı sorgulanmamıştır. Bu dönemde bilim adamları
kuramı kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar.
Ama bazen çözülemeyen sorunlar artık öyle bir noktaya ulaşır ki bilim
adamaları paradigmaya güvenlerini kaybetmeye başlarlar. Çözülememiş
sorunlar çoğalıp krize yol açtığında bu kez bilim adamaları paradigmayı
sorgulamaya ve yeni paradigma arayışlarına başlarlar. Devrimci bilim
dönemi,
eski
paradigmaya
bağlı
bilim
adamaları
ile
yeni
paradigma/paradigmaları savunanların mücadele ettiği ve bu mücadele
sonucunda daha iyi çözüm yoları sunan yeni paradigmaya geçiş yapıldığı
dönemdir.
Paradigmaların karşılaştırılması için tarafsız deney ve gözlem verileri
olmadığından paradigmalar ortak ölçülemez. Kuhn’n ortak ölçülemezlik
savının altında yatan, aslında deney ve gözlemin nötr olmayıp kuram
içermesidir. Deney ve gözlem daima bir kuram çerçevesinde yapıldığı için
o kuramın kabullerini içerir. İki paradigmanın aynı ölçütlere
vurulamamasının nedeni aynı terimlere sahip olsalar da iki
paradigmadaki terimlerin genelde farklı anlamlara sahip oluşudur.
Örneğin hem Newton hem de Einstein mekaniğinde karşımıza çıkan kütle,
zaman, mekan gibi kavramlar söz konusu iki kuramda farklı anlamlara
sahiptir. Bilimsel kavramların anlamı kuram bağımlıdır. “Bilimsel bilgi
tıpkı dil gibi bir grubun ortak malı olduğundan gruptan bağımsız herhangi
bir şey ifade etmez. Onu anlayabilmek için onu yaratan ve kullanan
grubun özel niteliklerini bilmek zorundayız.”
Kuhn, bilimin geçerliliğini yok etmekle eleştirilmektedir. Kuhn’un;
paradigmaların birbirine çevrilemezlik fikri, hakikatin kuramdan
bağımsız olmadığı düşüncesi, bilim adamlarının değişik kuramlar
arasında tercih yaparken nesnel ölçütlerde çok bilim topluluğunun
sosyolojik, psikolojik tercihlerine başvurduklarına ilişkin görüşü, bilim
felsefesine görecelik getiren temel etkenlerdir. Bilimsel hakikatı
belirlemeyi güçlülerin eline bırakmaktadır. Bu şekilde Kuhn, bilim
adamaları topluluğunun kararını nihai sayarak aslında istemeyerek de
olsa onların kararını eleştirmenin önünü kapatmaktadır. Öte taraftan
Lakatos’un iddiası, Kuhn’un bilimsel değişmeyi mistik bir karaktere
bürüdüğü ve din değiştirmeye benzediğidir.
Rölativizm suçlamalarını kabul etmeyen Kuhn, yazılarında bunlara yanıt
vermeye çalışır. Kendisinin relativist olmadığını ve bilimsel ilerlemeye
inandığını söyler. Kuhn, kuram tercihinde kullanılacak evrensel bir ölçüt
sunmaktadır ki o da kuramın, bulmaca çözme yeteneğidir. Ancak
bulmaca çözme yeteneğinin bağlayıcı olmadığını, bilim adamları
topluluğunun tercihlerinin bağlayıcı olduğunu söyleyen de yine Kuhn’un
kendisidir. Bunun dışında bir paradigmanın diğerlerinden daha iyi
olduğunu belirlemenin, doğruluk, verimlilik, yalınlık, tutarlılık, kapsam
yahut etkinlik alanı gibi ölçütleri vardır. Bir kuram hem kendi içinde, hem
diğer kuramlarla, hem de doğa ile tutarlı olmalıdır. Kuhn, bu değerlerin
izafi olmadığı ve sonraki bilimsel kuramların problem çözme konusunda
öncekilerden daha iyi olduğu iddiasındadır. Kuhn ilerleme fikrine
inanmakla birlikte bunun hakikate doğru bir ilerleme olmadığını açıkça
ifade eder. Geleneksel ilerleme anlayışı, yeni kuramların doğayı ya da
gerçekliği daha iyi açıkladığı noktasından hareket ederken Kuhn’un
ilerleme savı, kuramların bulmaca çözme yeteneğine bağlamaktadır.
Kuhn’un gayesi bilime ve bilimsel metoda meydan okumak değildir.
Kuhn’un söylemeye çalıştığı; rakip alanlardaki bilimsel teorilerden
hangisinin daha doğru ve geçerli olduğunu belirleyecek bir kriter
bulunmadığıdır. Teoriler arasındaki tercih objektif yahut saf rasyonel
mülahazalara dayanamaz. Kuhn bu yolla değer yargılarından arınmış
bilimsel objektivite, hakikatin temsilcisi olarak bilim gibi ifadelerin
tehlikelerine dikkat çeker. Kuhn’a göre paradigma demek olan teorik bir
konsensüsün varlığı ya da yokluğu, olgun bilimleri olgun olmayanlardan
ayırmaya yarar. Ancak diğer taraftan Kuhn’un ne normal bilim ne de
olgun bilimden neyi anladığı açık değildir. Kuhn’a göre teorik konsensüs
bilimin olgunluk safhasına işaret eder ama bu, bir disiplini bilime
dönüştürmek için bir ön şart değildir.
[8] PLATON
(MÖ.427-347)
Platon’a göre öğrenme, anımsamadır. Yani doğmadan önce sahip
olduğumuz
bilgiyi,
kendi
zihinsel
kaynaklarımızdan
çıkarıp
anımsamaktır. Modern idealist filozoflar, Platon’u izleyerek doğuştan
bilginin olduğunu savunmuşlardır. Cesaret, adalet, güzellik nedir
sorularının cevabı önceden akılda gizil olarak varsa, bildiğimiz şeyler,
içinde yaşadığımız emprik dünyadan önce var olmalıdır.
Platon’un genel felsefesi ikili dünya ile karşımıza çıkar: İdeler (Akıl)
Dünyası ve Duyular (Nesneler) Dünyası.
Varlık Kuramı: Eğer kesin, mutlak ve değişmez bilgi varsa bu bilgi içinde
yaşadığımız nesneler dünyası olamaz. Bilgiyi olanaklı kılan başka bir
evren, bir ideler, kavramlar dünyası vardır. Eğer bu ideler dünyası var
olmasaydı Sofistlerin tüm söyledikleri doğru olurdu. Nesnelerin
görünümlerinin dışında bir de asılları vardır. Nesneler zamanla kaybolup
göçerler ama ideler her zaman için aynı kalır. Güzel değişir ama güzellik
idesi her zaman vardır. Çünkü maddenin özü, idedir.
GERÇEĞİ MADDEDE ARAMAK HATADIR, GERÇEK ÖZDEDİR.
Nesneler, ideye benzemeye çalışır; bu benzeme halkalar halinde
aşamalarla yetkinleşmeye doğru gelişir. Ancak nesneler, öze yani ideye
benzemeye çalışsalar da tam benzerlik elde edemezler.
Mağara örneği iki ayrı dünya anlayışını somut biçimde açıklar. Duyular
dünyasının insanı, mağaraya tutsak edilmiş gibidir.. Arkaları, mağaranın
kapısına dönüktür, zincirlerle bağlıdırlar, başlarını geriye çeviremezler
ancak ideler dünyasının mağara duvarına çarpan, çarpık gölgelerini
görürler. Onlar için geçek ve doğru olan budur. Oysa mağaranın dışında
ideler dünyası vardır. İnsan ruhu ideler dünyasına aittir. İnsan bu
dünyaya gelmeden evvel özgürdü. İdeler dünyasını tanımış, nesnelerin
nasıl olması gerektiğini görmüştü. İdeler aleminde işlenen bir suçtan ötürü
yahut evrene hakim olan bir yasa yüzünden) inmiştir. Duyular dünyasına
beden tarafından tutsak edilmiştir. İnsan bu beden kalıbından ancak
ölümle kurtulur. Ama idealar evreninde gördükleri, ruhunun
derinliklerinde bir özlem olarak durmaktadır. Anımsama yolu ile
idealara ulaşmanın itici gücü bu özlemdir.
İnsan daha önce akıl dünyasında yaşadığından yapacağı şey o dünyayı
anımsamaya çalışmaktır.
İnsan ruhunun ereği, yurduna yani ideler dünyasına yeniden
kavuşmaktır. Bu da insanda eros (sevgi) kavramının doğmasına yol
açmıştır. Sıradan bir insanda eros, karşı cinsten güzele karşı duyulan tutku
şeklinde kendini gösterir. Ama doğuştana ayrıcalığı olan seçkin kimselerde
eros, iyi bir eğitimle felsefi bir coşkuya dönüşür. Bu coşkun ruh durumu,
küllenmiş olan ideaların birden anımsanmasıdır. Bedene hapsedildiğinde
asıl değerleri taşıyan ideler dünyasına olan sevgisiyle yanıp tutuşur.
DUYULAR DÜNYASINDA ALGILANAN GÖRÜNÜMLER, DOKSA (SANI) DIR.
ASIL BİLGİ AKILDAN ÇIKAN, İDELER DÜNYASINA AİT OLAN EPİSTEMEDİR
(BİLGİ).
PLATON, BİLMEYİ EROS KIVILCIMINA BAĞLAMAKTADIR. İNSAN RUHU, EROS
TARAFINDAN İTİLİP İDEYİ ARAR.
Ama tek bir yaşam süresi içinde insan ruhunun salt değere/mükemmele
ulaşması güçtür. Bu nedenle salt iyiye ulaşmak için insanın birkaç kez
duyular alemine gelmesi gerekecektir. (orpheusçu düşünce) İnsan ruhu
aklın yardımıyla karanlık mağaradan kurtulacak ve ışıklı ideler
dünyasındaki yerini bulacaktır.
ASIL DEĞERLER; İYİ, GÜZEL, DOĞRU, MUTLULUK İDELER DÜNYASINDADIR.
Bu dünyadan başka bir dünyanın, dünyamıza değer ve anlam veren her
şeyin var olduğu ideal dünyanın bulunduğu düşüncesinin, batı kültürü
üzerinde büyük etkisi olmuştur.
[9] Çüçen, Bilgi
Felsefesi,
s.80-81;
Stanley
C.Hunt,DennisL.Okholm,Felsefeye
Çağrı,
İmgeYayınevi,İstanbul,2003,s. 139-146.
M.Honer,
Thomas
Çeviren:HasanÜnder,
[10] Demir, Bilim Felsefesi, s.29.
[11] Alan F. Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve
Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, Türkçesi: Hüsamettin Arslan,
İstanbul, Paradigma yayınları, 2008, s. 11-24.
[12] Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1979, s.72.
[13] Tümevarım hakkında bkz. Doğan Özlem, Mantık, İstanbul, Ara
Yayıncılık, 1991, s.37-40; İbrahim Emiroğlu, Ana Hatlarıyla Klasik
Mantık, Asa Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 218-222; Cemal Yıldırım, Bilim
Felsefesi, 7.Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000, s.35-39; Hans
Reıchenbah, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Türkçesi: Cemal Yıldırım, Bilgi
Yayınevi, İstanbul, 2000, s.
[14] Karl L. Popper 1902 yılında Viyana’da doğmuştur. Viyana
Üniversitesi’nde doktorasını verir ve Viyana Çevresi’nin toplantılarına
devam eder. Okulun temel tezlerine muhalefet ettiği için kendisine “resmi
muhalif” lakabı takılmıştır. Avrupa’da savaşın patlak vererek
Avusturya’nın Nazi Almanya’sına katılacağını sezerek 1937’de Yeni
Zelanda’ya gitmek üzere ülkesinden ayrılır. 1937-45 arasında Canterbury
University College’de felsefe okutur. Bu arada kendi kendine Yunanca
öğrenir. 1945’de en önemli eserlerinden biri sayılan Açık Toplum ve
Düşmanları kendisine hatırı sayılır bir ün kazandırır. !946 yılında
İngiltere’ye yerleşir ve emekliye ayrıldığı 1969 yılına kadar 23 yıl London
School of Economics’de mantık ve bilimsel yöntem profesörlüğü yapar. Bu
arada 1965’de “sir” unvanı alır. Tarihselciliğin Sefaleti (The Poverty of
Historicism), Tahminler ve Çürütmeler: Bilimsel Bilginin Büyümesi
(Conjecture and Refutations: The Growth of Scientific Knowledge), Nesnel
Bilgi: Evrimci Bir Yaklaşım (Objective Knowledge:An Evolutionary
Approach), en önemli eserleri arasındadır ve 1994 yılında ölümüne değin
birçok makaleye de imza atmıştır. Ömer Demir, Bilim Felsefesi, Vadi
Yayınları, Ankara 2007,s.46-47
[15] Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, İstanbul, Paradigma Yayınevi, 2000,s.
136-137.
[16] Doğan Özlem, Mantık, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1991, s.47-50.
Download