sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Türkiye’nin Merkez Ülke Olması Hayal Değil! İnsanların kader çizgisinde yıldızlarının yükseldiği başarı dönemleri olduğu gibi, milletlerin de uzun tarihi yürüyüşlerinde yıldızlarının parladığı anlar vardır. Türkiye son yıllarda tam anlamıyla böyle bir yükselme ve hatta sıçrama dönemi yaşıyor. Doksan yıllık cumhuriyetin adeta seksen yılı hazırlık dönemi ise, son on yılı da bir sıçrama dönemi olarak görülebilir. 2001 kriziyle dibe vuran ekonomi ve siyaset derlenip toparlandı, belli ölçüde istikrara kavuştu. Dünyadaki 2008 krizine rağmen, Türkiye ekonomisi hızla büyüyor. Gezi olayları, 17 Aralık ve 6-7 Ekim olayları gibi toplumsal ve siyasal krizlere rağmen hükümet içe kapanma ve güvenlikçi politikalara geri dönmedi. Tersine iç politikada irade zaafiyeti göstermeden kararlılıkla siyasi reformlara ve açılım politikalarına devam ediyor. Kürt açılımının ardından şimdi de Alevi açılımı başlıyor. Dış politikada da bölgesel ve küresel düzlemde ahlaki ve ilkesel duruşunu (Mısır ve Suriye örneği) ısrarla sürdürüyor. Türkiye’nin sıfır sorun politikasının çöktüğüne, komşularıyla ilişkilerinin zayıfladığına, ABD ile ilişkilerin koptuğuna ve dış politikanın iflas ettiğine ilişkin eleştirilerin ne kadar temelsiz olduğu ve anlamsızlığı son aylardaki somut gelişmelerle iyice ortaya çıktı. Türkiye, Batılı ülkelerle Rusya’nın diplomatik çatışmasına sahne olan Avusturalya’daki G-20 zirvesinde, 2015 yılı için dönem başkanlığını üstelendi. Bunun anlamı, gelecek yıl dünya gündemini Türkiye’nin belirleyecek olmasıdır. Aynı tarihlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan Afrika turuna çıkıyor ve ikinci Afrika-Türkiye zirvesini gerçekleştiriyordu. Ayrıca Başbakan Davutoğlu bir süredir sorun yaşadığımız Irak’a resmi bir ziyaret düzenliyor ve komşu ülkenin yaşadığı iç siyasi ve güvenlik sorunlarını aşmada Türkiye’nin güçlü desteğini açıklıyordu. İstanbul’da gerçekleşen Atlantik Konseyi’nin enerji zirvesi Türkiye’nin dünya enerji jeopolitiğindeki yerini sembolik olarak anlatan en önemli gelişmelerden biriydi. Bu zirveye de katılan ABD Başkan yardımcısı Joe Biden’in, Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile uzun uzadıya görüşmesi ve verdiği “birbirimize muhtacız” mesajı, diplomatik olarak iki ülke arasındaki ilişkilerde son yıllarda yaşanan siyasi sıkıntıların aşıldığına ve yeni bir başlangıç yapıldığına ilişkin en güçlü işaretti. Ardından Ankara, Rusya cumhurbaşkanı Putin’i ve Katolik dünyasın ruhani lideri Papayı ağırlamaya hazırlanıyordu. Ankara’nın siyasi olarak yeni bir diplomatik merkez olmasını ifade eden bu ziyaretler, Türkiye’nin gücüne, tarihine, siyasi birikimine ve stratejik aklına güvenenler için sürpriz değildir. Evet, bazıları rahatsız olsa da Yeni Türkiye, merkez ülke olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. İçerideki ve dışarıdaki aktörler, son bir yılda işbirliği halinde ülkeye ciddi bir siyasi patinaj yaptırdılar; ancak yüz yıldır biriken toplumsal enerji ve giderek olgunlaşan devlet aklı doğru yönetimle bu krizleri aşmayı başardı. Yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan seçmen iradesi, derin Anadolu irfanının ve basiretinin bir sonucu olarak bu oyunların bozulmasında siyasetin elini güçlendirdi. Merkez ülke olan Türkiye’nin güvenli geleceği için çözüm sürecinin başarıya ulaştırılması ve Alevi kardeşlerimizin meşru taleplerinin de karşılanması gerekir. Türkiye kendi içindeki siyasi ve toplumsal sorunlarını çözerek zayıflamaz, güçlenir. Güçlü ve demokratik bir Türkiye ise, bölgede de dünyada da barışın, adaletin ve huzurun teminatı olacaktır. Davamız budur. Gelecek sayıda buluşmak üzere… icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 61 • Aralık 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 6 Yeni Soğuk Savaş’ın Eşiğinde Türkiye-ABD İlişkileri 30 Prof. Dr. Birol Akgün 10 Orta Doğu Denkleminde Kim Kaybetti? Aydın Bolat 14 Batı İçin “Son Asrın En Derin Krizi” Doç. Dr. Mehmet Şahin 33 Irak’tan Arap Devrimlerine Bakmak 36 Osmanlı’dan Bugüne Kaybedilen Toprakları Geri Alma Stratejisi-2 “İstirdat” Alper Tan 16 20 24 Amerika’da Seçimler: Cumhuriyetçi Parti’nin Dönüşü Değişen Sınırlar Yrd. Doç. Dr. Müşerref Yardım İslâm Dünyasının Siyonizmle İmtihanı Seçimlerde İslamcılar Kaybetmedi Tunus Kazandı Doç. Dr. Cevher Şulul Yeni Alevi Açılımı Üstüne… 61 Dersim Mağaraları, Dağları Bir Gün Dile Gelseydi… 43 46 Hong Kong’da Demokratik Hareket-2 50 Türkiye’nin Yumuşak Gücü: Kapasiteni Keşfet 66 53 Brezilya Başkanlık Seçimlerinin Ardından Segah Tekin 91 Dünya’nın Yeni Hedefi: Akdeniz Doğalgazı Dr. Cemil Ertem Dr. M. Levent Yılmaz Özgürlükleri Emniyet Altına Almak: İç Güvenlik Paketi ve Etkileri Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 70 28 Şubat Tekerrür Mü Ediyor? 78 Beklentiler ve Gerçeklikler Bağlamında Yeni Partiler Bülent Orakoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Doç. Dr. Erkin Ekrem B. Senem Çevik Dr. Murat Yılmaz APEC’ten G-20’ye Yeni Küresel Dinamikler ve Türkiye Orhan Miroğlu Sinan Tavukcu Doç. Dr. Şaban Tanıyıcı Zeynep Songülen İnanç 58 Öner Buçukcu Avrupa’da Yaygınlaşan Yeni İslam Düşmanlığı Trendi: Kutsala Saldırı ve Cami Kundaklamaları Prof. Dr. Yasin Aktay 27 Türkiye-Irak İlişkilerinde Yeni Dönem: Başbakan Davutoğlu’nun Irak Ziyareti 88 82 PKK–Hizbullah Çatışması Yeniden Mi Başlıyor? Dr. Mehmet Kurt 96 102 İsrail’in Mescid-i Aksa’ya Saldırısı Prof. Dr. Talip Özdeş 105 Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu SDE Haber 107 1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi SDE Haber 109 109 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu SDE Haber 110 Türkiye Konut Sektörü Gelişmeler – Beklentiler Paneli SDE Haber Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş: Tarikatlar Dr. Can Ceylan Bursa’da SDE Paneli SDE Haber DIŞ POLİTİKA Bden’n zyaret le ortaya çıkan Ankara-Washngton arasındak lşklerdek ısınmayı yalnızca IŞİD tehdd le açıklamak yeterl değldr. Yen stratejk yakınlaşmanın daha dern bazı nedenler de olmalıdır. Kanaatmzce burada altı çzlmes gereken en öneml neden, brkaç yıldır Batı ve Putn lderlğndek Rusya arasında artan syas ve asker gergnlktr. Irak’ta Saddam’ın saldırılarına karşı sivil halkı korumak için oluşturulan “çekiç güç” ve PKK ile mücadele sürecinde zaman zaman ciddi karşılaşmalar yaşandı. AK Parti döneminde ise, 11 Eylül olaylarının adından ilan edilen küresel terörle mücadele ve önleyici savaş konsepti çerçevesinde, ABD’nin Irak’ı işgal etme kararı sonrasında, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresiyle asker geçişine izin vermemesi, ikili ilişkilerde, 1974 Kıbrıs müdahalesi sebebiyle ABD Kongresi’nin silah ambargosu koymasından sonra yaşanan en önemli krizi oluşturmuştu. YENİ SOĞUK SAVAŞ’IN EŞİĞİNDE TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı T ürkiye ve ABD ilişkileri son yıllarda büyük bir dayanıklılık testinden geçiyor. Soğuk Savaş’ın başlarında Sovyet tehdidi altında temelleri atılan ikili ilişkiler zamanla önemli mesafeler kaydetmiş, Türkiye’nin Kore’de barışı koruma adına gösterdiği askeri kararlılık ile karşılıklı güven artmış ve nihayet NATO ittifakı ile de stratejik işbirliğine dönüşmüştür. Soğuk Savaş döneminde Türkiye, bir cephe ülkesi 6 ARALIK 2014 olarak, Batı ittifakının en kritik ortaklarından biri olmuştu. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde bir yandan ortadan kalkan ortak tehdit, diğer yandan farklılaşan çıkarlar iki ülkeyi zaman zaman karşı karşıya getirdi. Örneğin Birinci Körfez Savaşı’nda Türkiye, ABD öncülüğündeki koalisyonu desteklemekle beraber, askeri kanadın karşı çıkması nedeniyle muharip güç olarak katılmadı. Ardından Kuzey 2008’de yaşanan ABD Başkanlık seçimleri ile iş başına gelen Demokrat Partili yeni Başkan Obama’nın tüm dünya ile ilişkileri yeniden düzenleme (reset) politikası ile Ankara-Washington ilişkileri yeni bir evreye girdi. Özellikle İslam dünyası ile bozulan ilişkileri tamir etmek isteyen Obama’nın 2009’daki Ankara ziyareti bu anlamda yeni bir başlangıç oluşturdu. Ancak Mavi Marmara olayından sonra bozulan İsrail ve Türkiye ilişkileri, ABD’deki Musevi lobisinin etkisi ile ikili ilişkileri olumsuz etkiledi. 2011’de başlayan Arap Baharı süreci başlarda iki ülke ilişkilerini geliştirmek için yeni bir fırsat yaratmışsa da, ABD’nin Suriye’de Esed yönetimine karşı gösterdiği kararsızlık, ilişkileri zaman zaman germiştir. Özellikle Mısır’daki askeri darbe ile seçilmiş lider Muhammed Mursi’nin Sisi öncülüğündeki askeri darbe ile iş başından uzaklaştırılması ve bu anti-demokratik harekete karşı Batının zımni destek vermesi Türkiye tarafından ciddi biçimde eleştirilmiştir. Buna karşın Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemleri ihalesinde Çinli bir firma ile ön anlaşma yapması da ABD’nin ciddi eleştirisine hedef olmuştur. Nihayet Gezi olayları sürecinde Türkiye’de yaşanan gelişmelerde hükümetin bazı Batılı ülke kuruluşlarını ve ABD medyasını suçlamaları da ilişkilerin gerilmesine yol açmıştır. Gerçekten de son yıllarda Amerika’nın çok bilinen ve etkili olduğunda hiç şüphe olmayan önemli gazetelerinde bırakın muhabirlerin hazırladığı haberleri, gazetelerin kurumsal görüşünü yansıtan editoryal sayfalarında Türkiye ve hükümet aleyhine açıktan suçlayıcı tezvirat yapılmıştır. Bu yayınlar ile bazen Cumhurbaşkanı Erdoğan diktatörlükle suçlanırken, bazen Türkiye’nin giderek otoriterleştiği dile getirilmiş, bazen de Türk hükümeti IŞİD gibi terör örgütlerine destek vermekle itham edilmiştir. Birbirimize Muhtacız Son zamanlarda Ankara ile Washington arasındaki ilişkilerin giderek kötüleştiğine ilişkin iddialar hem Amerikan siyasi çevrelerinde hem de Türkiye’deki muhalif ve hatta muvafık çevrelerde geniş kabul görmeye başlamıştı. Özellikle son bir yılda yaşanan gezi olayları, 17-25 Aralık operasyonları ve 6-7 Ekim hadiselerinin ardında ABD’li bazı mahfillerin parmağını işaret edenler az değildir. Ancak Joe Biden’in son ziyareti sırasında Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile gerçekleşen uzun görüşmeler, medyaya verilen samimi pozlar ve yapılan resmi açıklamalar ilişkilerde bambaşka bir hava estirmiştir. Şu soru kaçınılmaz olarak zihinlerde dolaşmaktadır: Türkiye ve ABD ilişkileri yeniden mi düzeliyor, yoksa zaten ilişkiler hiç zora girmedi de basın mı bu kadar abarttı? Eğer gerçekten bir düzelmeden söz edeceksek, o zaman bunun nedenlerini gözden geçirmek gerekmez mi? ABD Başkan yardımcısı Joe Biden’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı dört saatlik uzun görüşmenin ardından yaptığı açıklamalarının son kısmında kullandığı cümle, aslında her şeyin özeti gibiydi. “Biz Türkiye’ye muhtacız ve muhataplarımızın da böyle düşündüğünü zannediyorum.” Bu kritik cümlenin ardında yatan nedenleri ise şu şekilde açıklamak mümkündür: Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye ve ABD ilişkileri zaman zaman kritik olaylardan veya işbaşındaki siyasilerin tutumlarından etkilense de, ikili ilişkilerin siyasi, hukuki ve kurumsal anlamda sağlam bir zemine oturduğundan şüphe yok. En zor dönemlerde dahi yüz yüze temaslar veya telefon diplomasisi kesintisiz biçimde sürmektedir. Örneğin NATO çerçe- ARALIK 2014 7 Önümüzdek yıllarda ABD, sthbaratıyla, syas planlamacılarıyla ve asker gücüyle uzun erml br mücadeleye hazırlanmaktadır. Belk de bzler tarhn sonuna değl de, tarhn başına ger dönüyor ve 1945’ andırırcasına tam br dejavu yaşıyoruz. Eğer bu öngörü doğruysa, ABD, gelecek brkaç yıl çnde hem kend kamuoyunu bu yen güç mücadelesne hazırlamak, hem de transatlantk dünyasının syas lderlern bu oyuna dâhl olmaları çn kna etmek durumundadır. Böyle br yen küresel saflaşmada Türkye gb br ülkenn desteğ son derece krtktr ve Bden’n zyaret tam da bu amaca yönelktr. edilen büyük jeopolitik oyuna geri dönme sinyalleri vermektedir. Batının ve özellikle ABD’nin, Putin’in bu reelpolitik güç gösterisi karşısında sessiz kalması ve yalnızca ekonomik yaptırımlarla yetinmesi mümkün değildir. Önümüzdeki yıllarda ABD, istihbaratıyla, siyasi planlamacılarıyla ve askeri gücüyle uzun erimli bir mücadeleye hazırlanmaktadır. Belki de bizler tarihin sonuna değil de, tarihin başına geri dönüyor ve 1945’i andırırcasına tam bir dejavu yaşıyoruz. Eğer bu öngörü doğruysa, ABD, gelecek birkaç yıl içinde hem kendi kamuoyunu bu yeni güç mücadelesine hazırlamak, hem de transatlantik dünyasının siyasi liderlerini bu oyuna dâhil olmaları için ikna etmek durumundadır. Böyle bir yeni küresel saflaşmada Türkiye gibi bir ülkenin desteği son derece kritiktir ve Biden’in ziyareti tam da bu amaca yöneliktir. vesinde benimsenen füze savunma sistemine Türkiye taraf olmuş ve gereğini yapmıştır. Yine 2003’te de, 2012’de de Türkiye füze tehdidine karşı talep ettiği patriot füze-savar sistemlerini ortaklarından kolaylıkla temin edebilmiştir. Mavi Marmara olayı gibi son derece çetrefilli bir siyasi krizin çatışmaya dönüşmeden nispeten suhuletle çözülebilmesi ABD gibi güvenilir bir müttefik sayesinde mümkün olmuştur. Bugün de Orta Doğu’da herkes için ortak bir güvenlik tehdidine dönüşen IŞİD gibi kanlı bir terör örgütü karşısında saflar yeniden sıklaştırılmakta ve işbirliği zorunlu hale gelmektedir. İrredentist Rusya Tehdidi Biden’in ziyareti ile ortaya çıkan Ankara-Washington arasındaki ilişkilerdeki ısınmayı yalnızca IŞİD tehdidi ile açıklamak yeterli değildir. Yeni stratejik yakınlaşmanın daha derin bazı nedenleri de olmalıdır. Kanaatimizce burada altı çizilmesi gereken en 8 ARALIK 2014 önemli neden, birkaç yıldır Batı ve Putin liderliğindeki Rusya arasında artan siyasi ve askeri gerginliktir. Kısaca belirtmek gerekir ki, Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı ile Rusya arasında başlayan yakınlaşma süreci 2008 yılında Rusya’nın Gürcistan’ı işgaliyle kötüleşmeye başlamıştır. Nihayet 2014 yılında Kırım’ın askeri güç kullanılarak Rusya’ya ilhak edilmesi ve ardından Ukrayna’nın doğusunda başlayan ayrılıkçı ayaklanmaların açıkça Ruslarca siyasi ve askeri olarak desteklenmesi ABD ve Rusya ilişkilerinde ciddi bir gerginlik yaratmıştır. Berlin Duvarının yıkılışının 25. yıl dönümünde Brandenburg kapısında konuşan komünist blokun son Sovyet lideri Gorbaçov, iki ülke arasındaki gerginlik yönetilemediği takdirde yakında bir Soğuk Savaş’ın başlama tehlikesine karşı herkesi uyarmıştır. Gerçekten de Ukrayna’nın siyasi egemenliği bugün artık parçalanmıştır ve buna neden olan Rusya da izlediği dış politikayla adeta 19. yüzyılda kaldığı iddia Burada açıklanması gereken şey şudur: ABD medyası Gezi olaylarının ve 17 Aralık operasyonunun arkasında idiyse, o zaman bu yakınlaşma stratejisi tezat değil midir? Evet, gerçekten de ABD’deki bazı kesimler için yeniden ABD-Türkiye ilişkilerini canlandırmak için Erdoğan’sız bir AK Parti mükemmel bir seçenek olabilirdi. Ancak, yeni olan şey şu ki, oynanan oyunları iyi sezen halk Erdoğan’dan vazgeçmemiştir. Gezi olayları ve 17 Aralık operasyonu hukuk ve meşruiyet içinde savuşturulmuştur. Bir yıl içinde yapılan iki seçimde Türkiye’deki seçmenlerin çoğunluğu Erdoğan’ın partisine ve kendisine oy vermiştir. Genel seçimlere de yaklaşık altı aylık bir süre kalmışken, ufukta alternatif bir iktidar adayı parti de gözükmemektedir. Dolayısıyla, ABD yeniden Erdoğan’ı muhatap olarak kabul etmek ve Türkiye ile yürütülecek pazarlıkları mevcut güç konfigürasyonu içindeki aktörlerle yapmak zorundadır. Diğer yandan ABD yönetimi Avrupalı dostlarını Rusya karşıtı bir blokta toparlayabilmek için Avrupa’nın yumuşak karnı olan Rusya gazına bağımlılığın alternatif arz kaynakları bulunarak azaltılması gerekmek- tedir. Bu konuda ise, ister Hazar kaynakları ister İran ve Irak gibi Orta Doğu kaynakları olsun veya isterse Doğu Akdeniz’deki yeni enerji kaynakları olsun bu kaynakları uluslararası pazarlara en hızlı ve en ucuz şekilde aktarılabilmenin yolu Türkiye’dir. Nitekim Biden’in, İstanbul’da Atlanik Konseyi’nin enerji konulu toplantısına katılması ve Avrupa için ortak bir enerji ağının kurulmasını önermesi ve TANAP projesine ilk kez açıktan siyasi destek açıklaması asla tesadüf değildir. Kafasının arkasındaki siyasi planların dışa vurumudur. Türkiye olmadan Rusya karşıtı bir blok oluşturarak karşı hamleye girişmek neredeyse mümkün değildir. Son olarak, Joe Biden muhtemelen 2016 seçimlerinde Demokrat Parti’den Obama sonrası için Başkan adayı olacaktır. Küresel güvenlik gündeminin en kritik coğrafyasında bulunan Türkiye gibi bir ülkeyi kaybeden bir yönetimin siyasi mirasçısının ABD iç politikasında da şansı zayıflayacaktır. Bu nedenle Biden şahsen kendi siyasi kariyeri için de Türkiye ile barışma mesajı vermektedir. Özetle, Türkiye-ABD ilişkilerinde son birkaç yıllık “sorunlu yıllar parantezi” kapanmaya yakındır. Seçimlerde büyük oy kaybına uğrayan Obama yönetimi hem ülke içinde hem de ülke dışında zedelenen ABD güven ve imajını tazelemek istemektedir. Özellikle geleneksel ABD politikasının ana eksenini oluşturan Avrupa ve Orta Doğu ülkeleri ile safları sıklaştırmak Beyaz Saray için öncelikli konu olacaktır. Zira farklı bir şekilde de olsa yaklaşmakta olan yeni soğuk savaş, güvenilir ortaklar ve dostlar bulmadan politik olarak sürdürülemez. Amerikan derin aklı böyle bir uzun dönemli stratejinin siyasi fizibiletesi üzerinde çalışmaktadır. Amerikan siyasi elitleri böyle bir senaryoda eski dönemde olduğu gibi yeni soğuk savaşta da Türkiye’nin kritik rolünü takdir etmektedirler. ARALIK 2014 9 DIŞ POLİTİKA ORTA DOĞU DENKLEMNDE KM KAYBETT Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı T ürkiye’nin son dönem dış politikasıyla ilgili ‘yenilgi analizleri’ ve ‘hayal kırıklıkları’ çok popüler bir retorik haline geldi. Onlara göre Türkiye’nin Orta Doğu, özellikle Suriye ve Irak politikası tam bir başarısızlık hikâyesidir, yerlerde sürünmektedir ve fiyaskodur. Türkiye konjonktürel Orta Doğu denkleminin kaybeden tarafıdır… Neden peki? Suriye ve Esed’le ilgili öngörülerinde yanılmıştır. Ne Esed devrilmiş ne de ÖSO’ya verilen destek tabloyu değiştirmiştir. Suriye ve Irak savaş alanına dönmüş, iki milyona yakın mülteci ülkeyi büyük bir sıkıntıya sokmuştur. ABD ve Avrupa ile ilişkiler gevşemiş, en sorunlu dönemlerini yaşamaktadır. İsrail ile ilişkiler tamamen kopmuştur. Mısır ve Körfez ülkeleriyle karşıt kutuplara savrulmuş, İran, Irak ve Suriye’de savaşan gruplarla da karşı karşıya gelinmiştir. Ciddi görüş ayrılıklarımız olan Rusya ile zıt uçlarda bulunuyoruz vs. Bütün bunlar üslubu kayan ve ekseni sapan bir Türkiye resmi ortaya koydu. Müttefikleriyle ters düşen, Şiilerle de Sünnilerle de anlaşamayan, giderek yalnızlaşan, her geçen gün Doğu’ya kayan ve adeta Orta Doğu’nun bataklığına çekilen ve sürüklenen bir ülke gündemi yaşanıyor! 10 ARALIK 2014 Retorik devam ediyor. Aslında, dış politikada üslup kayması İsrail ile ilişkilerde başladı. İsrail’in Gazze saldırısı üzerine Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ‘one-minute’ çıkışı, alçak koltuk krizi ve Mavi Marmara derken ilişkiler düşmanlaştırıldı. Türkiye Arap Baharındaki ayaklanmaları haklı gördü ve sokağın (halkın) yanında yer alarak yönetimlere karşı başta Mısır olmak üzere alışılmadık keskin bir tavır ortaya koydu. Türkiye’nin bu tavrıyla bölgenin statükocu devletleri (Suudi Arabistan, BAE…) kaybedildi. Suriye, Irak, İran, Lübnan’la ilişkiler bozuldu. Hem Şii hem de Sünni tüm statükocu ülkelerle ilişkiler yara aldı. Ülkelerin içişlerine karışmayan ve onların egemenlik haklarına saygılı olan Türkiye imajı zedelendi… Cumhuriyetin (Eski Türkiye) Dış Politikası Oysa Cumhuriyet’in (Eski Türkiye) dış politikası böyle değildi. Bu tavırlar Türkiye için çok yenidir, sürprizdir ve Cumhuriyetin dış politika davranışlarının çok dışındadır. Arap Baharı ve sonrasında Türkiye’nin Mısır’a, Suriye’ye ve bölge ülkelerine karşı izlediği politika TDP’da keskin bir sapmadır. 1. Dünya Savaşı’nın neden olduğu travmanın da etkisiyle Türk Hariciyesi ülkeyi savaşa sokmamayı ve içeride kalkınma için za- man kazanmayı bir numaralı hedef olarak görmüştür. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesiyle barışçı ve yapıcı davranıyor, işbirliğini esas alıyordu. Gücünün ve güçsüzlüğünün farkındaydı. Doğu’dan çok Avrupa siyasetinde yer almaya çabalıyordu. Orta Doğu çatışmalarının dışında kalmaya özen gösteriyordu. Dış ve iç politika arasına sınırlar çekiyor, ihtiyatlı davranıyor ve iç işlerine karışmaktan özenle kaçınıyordu. Ülke, düşmanların bile ortak dostu olabiliyordu. TDP’da revizyon şart, süratle Cumhuriyetin (Eski Türkiye) politikalarına geri dönülmelidir! Değer merkezli dış politika, etik (ahlaki) dış politika, idealist dış politika ve değerli yalnızlık diye diye ülkeyi mahvettiniz! ”Dış politika tamamen değerler üzerine kurulamaz, ilişkilerde esas olan çıkarlardır. Kuralsız, ahlaksız ve çıkar temelli bir dünyada sadece etik temelli bir politik davranış sürdürülemez, pragmatik olunmalı. Güçlü olanın dediği olur. Dış politika al-ver ilişkisidir. Hayaller ve gerçekler arasında büyük bir uçurum var. Haklılık yetmez güçlüde olunmalı…” TDP’na daha doğrusu Yeni Türkiye vizyonuna yönelik eleştiriden daha çok ideolojik hazımsızlığı, Yeni Türkiye karşıtlığını ve AK Parti hazımsızlığını yansıtan bu “yenilgi analizleri” statükocu kafaların popüler ve irrasyonel hezeyanlarıdır. Tespitlerin hepsi tamamen yanlış olmasa bile kendi yenilmişliklerini, aşağılık komplekslerini, mağlubiyet psikolojilerini, mandacı, sömürgeci, vesayetçi kimliklerini ele veriyor. Cumhuriyetin (Eski Türkiye) dış politikasının ülkeye 80 yılda ne kazandırdığı ve neleri kaybettirdiği de ayrıca sorgulanmalıdır. Türkiye Kaybetmedi Son dönem Orta Doğu denkleminde Türkiye kaybetmedi. Türkiye kaybetti denilebilmesi için ortada bir kazananın bir de kaybedilmiş bir şeylerin olması lazımdır. Hiçbir ülkenin ve kimsenin doğru tahmin ve öngörülerde bulunamadığı, isabetli analizler yapamadığı bir yer Orta Doğu... Bu coğrafyada ve mevcut konjonktürde, hiçbir devlet kendi kazancına somut ve anlamlı bir yol katedebilmiş değildir. Türkiye neyi kaybetti? Hangi ülke ne kazandı? - Türkiye, Orta Doğu jeopolitiğinin hala vazgeçilmez aktörüdür. - Türkiye, bu hengâmede insan ve toprak kaybetmedi. - Mültecilere harcanan para 3-4 milyar dolar ama bu orta vadede karşılığı fazlasıyla alınabilecek bir yatırım sayılabilir. - Türkiye, ekonomide % 3,3 büyüme oranıyla Avrupa’nın en çok gelişme kaydeden ülkesi. - Bütçe disiplini devam ediyor, yatırıma ayrılan kaynak yüksek seviyesini koruyor. Türkiye’nin ‘çılgın projeleri’ devam ediyor. ARALIK 2014 11 Türkiye artık eski Türkiye değildir. Türk Dış Politikası da avantajları, dezavantajları, fırsatları ve riskleriyle ‘Yeni Türkiye Vizyonu’ rotasında emin adımlarla ilerliyor. - Kürt sorununun bitirilmesi ve ülkenin demokratik geleceği için hayati bir proje olan ‘çözüm süreci’ devam ediyor. - Siyasi istikrar sürüyor. AK Parti % 50 civarındaki oy oranıyla Cumhuriyet döneminin en uzun siyasi istikrar ve iktidar olma süresini devam ettiriyor. - Ortada TDP adına telafi edilemeyecek bir yanlış ve altından kalkılamayacak muhtemel bir risk de yoktur. - Türkiye’nin, Orta Doğu’da ve Arap Baharı sürecinde statükocu iktidarlardan ziyade halkların yanında yer alan tavrıyla dünya gündemini ve trendini doğru okuyarak geleceğe ciddi yatırımlar yaptığı da söylenebilir. Türkiye bu stratejisiyle kısa vadede yanılmış gözükse bile orta ve uzun vadede haklı çıkma ve kazanma şansı yüksek olan bir stratejik potansiyel taşımaktadır. Çünkü ‘cin şişeden çıkmıştır’ halkların özgürlük, demokrasi ve hak arayışları er geç başarıya ulaşacaktır. - ‘Yenilgi analizleri’ yapanlar, Türkiye’nin Orta Doğu Politikaları üzerinden feci başarısızlık hikâyeleri yazanlar, kaybeden, yalnızlaşan ve iflas eden ülke retoriğini ısrarla sürdürenler sadece Türkiye’nin kasım ayı içerisindeki ülke programına dürüstçe ve ellerini vicdanlarına koyarak bakabilseler Türkiye’nin nerede olduğunu ve nereye gittiğini görebilirler sanıyorum. • Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkmenistan’ı ziyaret etti. Önemli anlaşmalar imzalandı. • Başbakan Davutoğlu G-20 zirvesi için Avustralya’ya gitti. Dünya’nın en büyük 20 ekonomisinin tepe örgütü olan G-20’nin dönem başkanlığı artık Türkiye’de. • Başbakan Davutoğlu Filipinler’de Moro Müslümanlarının barış garantörü oldu. • Başbakan Davutoğlu Bağdat ve Erbil’de Irak’la önemli işbirliklerine imza attı. 12 ARALIK 2014 • Başbakan Davutoğlu Tunceli (Dersim)’de Alevi açılımına yeni bir ivme kazandırdı. • Cumhurbaşkanı Erdoğan Cezayir ve Orta Afrika’da yeni ufuklar açtı. • 22 Kasım’da ABD Başkan Yardımcısı Biden, Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile bölgesel ve küresel sorunlar için tarihi görüşmeler yaptı. • Katolik Hristiyanlarının Ruhani lideri ve Vatikan Şehir Devleti Başkanı Papa Francesco, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetlisi olarak 28-30 Kasım’da Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret, Orta Doğu’da sıcak gelişmeler yaşanırken Papa’nın Türkiye’ye gösterdiği önemin bir ifadesi olarak dikkat çekti. • Kasım ayı sonunda Türkiye, Rusya Federasyonu Başkanı Viladimir Putin’i önemli bir konjonktürde ve tarihi bir gündemle ağırladı. Bütün bunlar kaybeden, yalnızlaşan ve yerlerde sürünen TDP’nin popüler ve mizahi bir retorikle eleştirilen en güncel tablosu. Yerseniz! - En son Kobani üzerinde yürütülen sürecin kaybedeni PKK/PYD siyasetidir. Zira kendilerine ait olduğunu düşündükleri bölge işgal edildi ve başkalarınca (IŞİD, Peşmerge, ÖSO) paylaşıldı. İnsanları bölgeyi terk etti, gelecekte kurulacak düzende PYD’nin mutlak egemenliği söz konusu olamaz. Tüm bunlara rağmen Türkiye kaybettiyse, yenildi ise sevinin ey statükocular, muhalefet, ellerinizi ovuşturun, seçim yakın Orta Doğu’da ve dış politikada gerçek bir yenilgi sandığa mutlaka yansır. Seçimi kazanır, iktidar olursunuz! Hükümetin yanlışlarını uyarıp akılsızlık etmeyin, düzeltmesine fırsat vermeyin! Ya da zorunuz farklı, amacınız başka… “Kaybeden Türkiye” Analizlerinin Esas Sebebi “Yeni Türkiye”yi Engellemektir Bu eleştirileri yapanların ortak özellikleri Yeni Türkiye karşıtlığı ve AK Parti düşmanlığıdır. Hepsi de Yeni Türkiye’nin yıkılmasını, değişimin durmasını ve AK Parti’nin iktidardan gitmesini istiyorlar. Türkiye’nin demokratik değişim sürecini durdurmaya, AK Parti tabanını etkilemeye ve halkta bir kafa karışıklığı yaratmaya çabalıyorlar. Paralel yapı, derin yapı, CHP, HDP, iç ve dış statükocu güçler; “Yeni Türkiye” vizyonu ve politikalarını destabilize ederek yerel ve bölgesel statülerini geri kazanmak istiyorlar. Türkiye’nin oyun kurma gücünü kırmak istiyorlar. Kendi kayıplarını örtmek ve gizlemek için Türkiye’nin ‘yenilgi hikâyesi’ni sahnelemeye çabalıyorlar. Yani asıl amaçları Yeni Türkiye’nin önünü kesmektir. Çünkü ABD, Avrupa ve İsrail, Türkiye’nin bölgede etkin bir aktör olma iradesinden rahatsız… Mısır’da İhvan’a, Filistin’de Hamas’a ve Gazze halkına sahip çıkmasından rahatsız… İsrail’i uluorta teşhir etmesinden rahatsız… Suriye’de Esed’i hedef almasından muhalif unsurları desteklemesinden rahatsız… Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile yoğun stratejik ilişkiler kurmasından ve Irak petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanmasından rahatsız… Kürt meselesini kendilerini karıştırmadan kendi başına çözmeye kalkmasından rahatsız… Bütün bu rahatsızlıklar yüzünden, “haddini aşan” müttefikine ayar vermek için bütün kartlarını oynamaya çalışıyorlar. Alevi kartı, paralel kart, Kürt kartı kullanılarak Türkiye’nin istikrarını çökertmek ve ülkeyi destabilize etmekle tehdit ediyorlar. Bu göz korkutma operasyonunda kullandığı kartların elverişli aktörlerini devreye sokarak Türkiye için bir başarısızlık, yenilmişlik, kaybetmişlik ve yalnızlık hikâyesi yazarak Türkiye’nin dengesini bozmaya çalışıyorlar. Orta Doğu’da Kaybedenler Aslında son dönemde Orta Doğu denkleminin kaybedeni ABD, Avrupa, İsrail, Suriye ve Irak’tır. Batı, özellikle de ABD itibarını, bölgesel etkinliğini, parasını, küresel prestijini ve değerlerini kaybetti. Bölge halkını, Müslümanları, İslam Coğrafyasını kaybetti. Suriye, Irak savaş alanı; her şeylerini kaybettiler. İnsanlarını, devletlerini, şehirlerini, toprak bütünlüklerini… İran neyi kazandı? Amerika’nın, İsrail’in dostluğunu mu? Suudi Arabistan’ın kazancı var mı? Statükolarını koruyabilecekler mi? Ya İsrail’in kârı ne? Gazze mi? Mescid-i Aksa mı, Kudüs mü? Ömrü olan görecek! Sonuç: Öncü, Egemen, Bağımsız, Büyük ve Yeni Türkiye Kazanacak Bilmeyen öğrensin, duymayan işitsin ve anlasın: Yeni Türkiye’nin dış politikası, bağımsızdır ve Türkiye’nin stratejik çıkarlarına odaklıdır. Medeniyet havzasına duyarlı, yakın ve sıcak... Blok baskısını (Batı, NATO) fazla önemsemeyen hatta sorgulayan... Çok boyutlu ve çok yönlü olayların önünden giden, proaktif ve etkin... Ekonomik, ticari ve stratejik işbirliklerini önceleyen... Düzen kurucu, ara bulucu ve risk alan... Halklardan yana, ilkeli, şahsiyetli ve demokrat… Değerler (adalet, barış, özgürlük, onur, demokrasi, insan hakları, uluslararası hukuk) eksenli... Batı kısıtlarını ve tabularını aşan, ezberleri bozan... Bölgesel ve küresel stratejik hedefleri olan... İslam Dünyasını, Türk Dünyasını ve komşularını önceleyen…. Yumuşak gücünün, medeniyet temelli stratejik derinliğinin, kültür ve tarihi coğrafyasının potansiyelini değerlendiren yepyeni bir vizyona sahiptir. Türkiye artık eski Türkiye değildir. Türk Dış Politikası da avantajları, dezavantajları, fırsatları ve riskleriyle ‘Yeni Türkiye Vizyonu’ rotasında emin adımlarla ilerliyor. ARALIK 2014 13 DIŞ POLİTİKA manı gibi konuşan Batılı güçlü devletlerin çoğu, var gücüyle Şam yönetiminin yanında pozisyon aldılar. IŞİD’e karşı kurulduğu ileri sürülen koalisyon, aslında sadece Esad’ın işine yarıyor ve Esad’a hayat veriyor. 19-21 Kasım tarihleri arasında ABD yönetiminin üst düzey adamlarının basına yansıyan açıklamalarına dikkat ediniz. Medyaya yansıyan haberlere göre ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, “Görevimiz Esad’ı devirmek değil, IŞİD’i yenmek” derken, ABD’nin eski Suriye büyükelçisi Robert Ford, “Esad gitmeden IŞİD bitmez” diye konuşuyor. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ise “Geleceğin Suriye’sinde Esad’a yer yok” diyor. Ancak ABD ve onu destekleyen koalisyonun Esad’ı devirmek için üzerinde çalıştığı bir plan da yok, böyle bir düşünce de yok... ABD ve Batı korkunç bir çelişki ve kafa karışıklığı yaşıyor. Her gün bir sürü çelişkili açıklamalar geliyor. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi olan Robert Pearson, yazdığı bir makalede Suriye ve IŞİD konularından bahsederken, “ABD ve Türkiye arasında 1974 Kıbrıs Savaşı’ndan bu yana, son 40 yılın en derin krizi yaşanıyor” diye ifade ediyor. BATI İÇİN Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi ” İ Z İ R K N İ R E D N E N I R S A “SON S on 3-4 yıldan bu yana sık sık dile getirdiğimiz gibi 20. yüzyılın başında güçlü Batılı devletlerin kurdukları güdümlü-sömürü düzenleri art arda yıkılıyor. Yıkılan rejimlerin yerine yenileri kuruluyor. Her ne kadar biraz sancılı olsa da kurulan yeni sistemler ilerleyen süreçte daha da güçlenecek ve rayına oturacak. 14 ARALIK 2014 İlk önce Türkiye’de başlayan bu değişim, ardından Tunus’a, Mısır’a ve Libya’ya sıçramıştı. Ne yazık ki Mısır’da şu sıralar bir kriz yaşanıyor. Ama bu sıkıntının fazla devam etmeden yeniden aslına döneceğine, halkın iradesinin yönetime yansıyacağına inanıyoruz. Suriye’de ise başlayan devrim süreci henüz tamamlanamadı. Görünürde BAAS ve Esad’ın düş- ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ise bugüne kadar Batılıların açıktan hiç ifade etmedikleri bizim ise 3-4 yıldır sürekli vurguladığımız çok önemli ve net bir konuya dikkat çekiyor. ABD Savunma Bakanı aynen şunları söylüyor: “Dünya, şu an hiç olmadığı kadar tehlikeli. Gözlerimizin önünde yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini görüyoruz. Bunun tam ortasında yer alıyoruz. Bunun gibi bir şeyi daha önce hiç görmedik. Dünya şu anda çok tehlikeli… IŞİD gibi herhangi bir organizasyon görmedik; çok iyi organize olmuş, çok iyi eğitilmiş, çok iyi finanse edilen, çok stratejik, çok vahşi, tamamen acımasız. Daha önce buna benzer şeyleri bir arada, tek bir organizasyonda görmemiştik. Önceliğimiz ABD ve bölge ülkeleri için büyük tehlike arz eden IŞİD” diyor. Chuck Hagel, “Dünya, şu an hiç olmadığı kadar tehlikeli. Gözlerimizin önünde yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini görüyoruz” derken aslında açık olan ama Batılıların bugüne dek ifade etmedikleri bir gerçeği vurguluyor. Evet, Orta Doğu’da, İslam coğrafyasında düzenler hızla deği- Batının kaybedeceğn şmdden lan edeblrz. Bu savaşı Batı şmdden kaybetmştr. Bunu onlar da görüyorlar. Gördükler çn de her geçen gün braz daha agresfleşyorlar, hırçınlaşıyorlar ve çıldırıyorlar. Türkye se son derece rahat ve kendnden emn. şiyor. Mevcut rejimler yıkılıyor, yerine yenileri geliyor. Yıkılan rejimler Batının 20. yüzyılın ilk çeyreğinde belirlediği ve kurguladığı rejimler. Yeni kurulanlar ise her coğrafyaya göre nitelikleri biraz farklılık arz eden halk yönetimleri. İşte Batının canını yakan ve onları çılgına çeviren de bu durum. IŞİD’le mücadele sadece bir bahanedir. Batı, daha önce kendisinin kurduğu ve iflasın eşiğine gelmiş kendi sömürge düzenlerini ayakta tutmak için uğraşıyor. Bunu artık açık açık konuşmaya başladılar. İslam ülkelerindeki rejim değişiklikleri aslında ilk olarak Türkiye’de başladı. İşte bunun için “Yeni Türkiye” deniliyor. Ama bu yenilik Türkiye ile sınırlı kalmadı. Diğer İslam ülkelerini de etkiledi. Bu hususta Türkiye, İslam ülkeleri için referans ve model teşkil ediyor. Ama bu durum Batı açısından “kötü örnek” anlamına geliyor. O nedenle Robert Pearson, aslında zahirde bir sıkıntı yokmuş gibi olmasına rağmen, halkların pek fark etmediği, geri plandaki krizi deşifre ediyor. “ABD ile Türkiye arasında son 40 yılın en derin krizi yaşanıyor” diyor. İslam Dünyası’ndaki bu hızlı değişim Batı açısından sadece son 40 yılın değil, son asrın en büyük krizidir. Bu değişimde en büyük “suçlu” olarak Türkiye görülmektedir. Bu nedenle de ilerleyen süreçte Türkiye’nin üzerine daha çok baskı uygulamaya başlayacaklar. Buna hazır olalım. Ama şunu da bilelim. Batının kaybedeceğini şimdiden ilan edebiliriz. Bu savaşı Batı şimdiden kaybetmiştir. Bunu onlar da görüyorlar. Gördükleri için de her geçen gün biraz daha agresifleşiyorlar, hırçınlaşıyorlar ve çıldırıyorlar. Türkiye ise son derece rahat ve kendinden emin. Ankara ziyareti öncesi Rusya lideri Vilademir Putin, acaba neden “Türkiye’de yeni ufuklar peşindeyim” dedi? ARALIK 2014 15 DIŞ POLİTİKA leceğini ise, ülkede yasadışı göçmenlerin sınır dışı edilmesini önleyecek bir kararnameyi yayınlayacağını 21 Kasım günü ilan ederek gösterdi. Seçimlerden sonra başkanlık rejiminde bölünmüş hükümet dönemlerindeki klasik belirsizlik ve liderlik sorunu ortaya çıkmıştır. Başkan Obama halkın halen kendisini lider olarak görmek istediğini söylese de Gallup kamuoyu araştırma şirketinin seçimlerden sonra yaptığı ankette halkın Kongre’de çoğunluğa getirdiği Cumhuriyetçilere bu konuda yetki vermek istediği anlaşılıyor. Ankete göre halkın yüzde 53’ü Cumhuriyetçilerin ülke politikalarının yönünü tayin etmesi gerektiğini belirtirken, ancak yüzde 38’i başkanın liderlik etmesini istemektedir. Başkanlık ve yarı başkanlık rejimlerindeki sık görülen bu meşruiyet çatışması durumunu aşmak için Fransa gibi ülkeler başkanlık ve parlamento seçimlerini aynı günde veya birbirine çok yakın tarihlerde yapma yoluna gitmişlerdir. Ülkemizde de genel seçimler ile cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birbirine yakın tarihlerde yapılması olası bir kilitlenmeyi önleyecektir. AMERİKA’DA SEÇİMLER: CUMHURİYETÇİ PARTİ’NİN DÖNÜŞÜ Doç. Dr. Şaban TANIYICI* Öğretim Üyesi A merika Birleşik Devletlerinde 4 Kasım Salı günü yapılan Kongre seçimleri Cumhuriyetçi partinin zaferiyle sonuçlandı. Barack Obama’nın partisi Demokrat Parti Senato’daki üstünlüğünü kaybetti. Temsilciler Meclisi’nde ise Cumhuriyetçiler üstünlüklerini daha da pekiştirdiler. Kongre’nin her iki kanadında Cumhuriyetçilerin hâkimiyeti nedeniyle Başkan Obama geriye kalan iki yılında Cumhuriyetçiler karşısında kazanımlarını ko- 16 ARALIK 2014 ruma mücadelesi vermek zorunda kalacak gibi görünüyor. Nitekim seçimlerden sonraki ilk basın toplantısında Obama, gerekirse elindeki veto silahını kullanacağını söyledi. Basın mensuplarının zor soruları karşısında terleyen Obama, kendisinin halen Amerikan başkanı olduğunu ve Cumhuriyetçilerle ortak çalışabilecekleri konuların da bulunabileceğini belirtti. Cumhuriyetçi hâkimiyetindeki bir Kongre’nin onayı olmadan da politikalarını uygulamaya koyabi- Bu seçimlerde Temsilciler Meclisinin tamamı (435 sandalye), Senato’nun üçte biri, 38 eyalet valiliği ile 46 eyalet meclisi için sandığa gidildi. Seçimlerde kimin galip çıktığı kadar seçimlerin genel bazı özellikleri de oldukça fazla tartışıldı. Bu seçimler Amerikan tarihindeki en düşük katılım oranlarından birine sahne oldu. Gerçekleşen yüzde 36.4’lük katılım oranı en son ikinci dünya savaşı sırasında yaşanmıştı. Ayrıca bu seçimler 3.7 milyar dolar harcama ile Amerikan tarihindeki en pahalı seçimler olarak da kayda geçti. Giderek daha az katılımın olduğu seçimlere daha çok para harcanması da önemli bir çelişki olarak karşımızda duruyor. Bazı gözlemcilere göre dar ve orta gelirli seçmen artık şirketlerden gelen yüklü miktarda paralarla kampanyalarını finanse eden siyasetçilerle kendileri arasında bir uçurum olduğunu düşünüyor. Halk hangi partiden olursa olsun kendisine uzak ve zenginlere yakın gördüğü siyasetçiler için sandığa dahi gitmekten kaçınıyor. Amerikan siyasi partilerinin ve siyasetçilerinin birçoğu seçimlere katılım oranının oldukça düşük olması konusuna ilgi duymazken, birkaç politikacı düşük katılımın Amerikan demokrasisi için tehlikeli olduğunu görerek bazı önlemler alınması gereğine dikkat çekiyorlar. Son seçimlerden sonra Vermont eyaleti bağımsız senatörü Bernie Sanders seçim gününün federal tatil günü yapılmasına yönelik bir yasa teklifinde bulunacağını açıkladı. Bu doğrultudaki daha önceki girişimler ise Kongre’de alt komisyon görüşmelerini dahi aşamamıştı. Sanders’e göre Amerikalıların yüzde 60’ından fazlasının, gençlerin ve yoksulların yüzde 80’inden fazlasının katılmadığı seçimlerin sorunlu olduğu açıktır. Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi Cumhuriyetçi Parti Senato, Temsilciler Meclisi ve eyalet valiliği seçimlerinde önemli kazanımlar yaşadı. 2007’den bu yana Demokratların kontrolündeki Senato, Cumhuriyetçilerin eline geçti. Cumhuriyetçiler ayrıca valilik seçimlerinde de dört eyalette Demokrat Parti’den valiliği almayı başardı. Senato, Temsilciler Meclisi ve eyalet seçimleri genel olarak değerlendirildiğinde Cumhuriyetçi Parti’nin 1928’den bu yana en başarılı seçim dönemini yaşadığını söyleyebiliriz. Cumhuriyetçiler Senatoda 53 senatörlük, Temsilcileri Meclisinde 246 üyelik ve 31 eyalette valiliği kazandılar. Cumhuriyetçilerin bu yılki seçimlerde başarılı olacağını Virginia Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Larry Sabato gibi bazı gözlemciler yaklaşık bir yıl önceden oldukça doğru olarak tahmin etmişlerdi. Bu öngörülerin dayandığı en önemli etken ise başkanın kamuoyu desteğinin düşük olmasıydı. Amerika’da başkanlık seçimlerinin olmadığı yıllarda yapılan Kongre seçimlerinde başkanlığı elinde bulundurmayan parti başarılı olmaktadır. Bunu başkanın yıpranması ve halk desteğinin düşmesi ile açıklayabiliriz. Eğer başkan ikinci dönemindeyse başkana ve partisine olan kamuoyu tepkisi daha fazla olmaktadır. Sabato’ya göre başkan Obama’nın oldukça düşük kamuoyu desteği oranları bu seçimlerde Cumhuriyetçilerin zafer kazanmasına en fazla etki eden faktördür. Seçimlere katılım oranının düşüklüğü Demokratları etkilemiştir. Geleneksel olarak Demokratlara oy ve- ARALIK 2014 17 Amerka’da syasetn gderek kutuplaşması, deolojk ayrışmalar, kurumlar arası gergnlk ve syasetn kltlenmesnn altında yatan asıl neden se Amerkan toplumunun büyük br dönüşüm geçrmekte oluşudur. Amerka’da 2040 yılına gelndğnde beyaz Amerkalılar nüfusun yarısından azını teşkl edecekler. Beyaz Amerkalılar arasında bu durumun yarattığı korku ve gerlmler sosyal ve syasal hayatta da yen hareketlenmelere ve ayrışmalara neden oluyor. ren azınlıklar (özellikle Latin Amerika kökenliler) ve gençlerin sandığa gitmemesi bir kaç puan da olsa Demokratların oyunu düşürmüştür. Bazı gözlemciler ise seçimlere katılım oranı ne olursa olsun, başkanın kamuoyu desteği düşük seyretmeye devam ederse 2016 başkanlık seçimlerinde Demokratların adayının seçilme şansının azalacağını belirtiyorlar. Cumhuriyetçilerin kazandığı bazı eyaletlerin başkanlık seçimlerinde kıyasıya rekabetin yaşanacağı eyaletler olacağı ve bu nedenle Cumhuriyetçilerin bu eyaletlerde kolayca başkanlık seçimlerini kazanamayacağı belirtiliyor. Seçimlerin sonuçlarını etkileyen bir başka neden ise Senato’da hangi senatörlükler için seçim yapıldığı olmuştur. Bu yıl Cumhuriyetçilerin en güçlü olduğu ikinci grup eyaletlerde Senatörlükler için seçim yapılmıştır. Amerika’da 100 üyeli Senato’da senatörlükler üç gruba ayrılmıştır ve her iki yılda bir Senato’nun üçte bir oranında üyesi için seçim yapılmaktadır. Seçim Sonuçları ve Amerikan Siyasetinin Geleceği 2016 yılındaki başkanlık seçimlerine kadar Obama ile Cumhuriyetçiler arasında ülkenin sorunların çözme konusunda işbirliği olasılığı çok parlak görünmüyor. Amerikan siyasetinde ikinci dünya savaşından bu yana bölünmüş hükümetin (yani başkanın partisinin ve Kongre çoğunluğunun geldiği partinin 18 ARALIK 2014 farklı olması durumu) olağan bir durum halini aldığın görmekteyiz. 2010 yılından bu yana ise ülkede siyasetin kilitlendiğine şahit oluyoruz. Amerikan siyasetinde giderek partiler arasında ideolojik kutuplaşmanın arttığını gözlemliyoruz. Başkanın kamuoyu desteğinin düşük olmasının kendilerine seçim zaferi getirdiğini bu seçimlerde tecrübe eden Cumhuriyetçiler, 2016 Demokrat parti başkan adayına Obama desteğini de azaltmak için, başkanın politikalarına destek vermeyerek halk nezdinde itibarını daha da düşürmek isteyeceklerdir. Sistemin çıkmaza girmesi muhtemel görünüyor. Amerika’da siyasetin giderek kutuplaşması, ideolojik ayrışmalar, kurumlar arası gerginlik ve siyasetin kilitlenmesinin altında yatan asıl neden ise Amerikan toplumunun büyük bir dönüşüm geçirmekte oluşudur. Amerika’da 2040 yılına gelindiğinde beyaz Amerikalılar nüfusun yarısından azını teşkil edecekler. Beyaz Amerikalılar arasında bu durumun yarattığı korku ve gerilimler sosyal ve siyasal hayatta da yeni hareketlenmelere ve ayrışmalara neden oluyor. Örneğin Obama’nın Amerika’da başkan olmasının hemen ardından ortaya çıkan Çay Partisi hareketi beyaz Amerikalıların ülkelerini kaybettikleri korkusu ile destek verdikleri bir hareket olmuştur. Seçim sisteminin çoğunluk sistemi oluşu yani ancak iki partiye şans tanıması hareketin Cumhuriyetçi parti içerisinde kendisine yer aramasına yol açmıştır. Çay Partisi hareketinin desteklediği Kongre üyeleri özellikle göç ve Obama’nın sağlık reformu gibi konularda katı bir muhalefet yürütmüşlerdir. 2013 yılında Temsilciler Meclisindeki Cumhuriyetçi çoğunluk bu grubun etkisi altında kalarak Obama’nın ek bütçe taleplerini onaylamayınca Amerikan devleti işlemez hale gelmişti. Her ne kadar Amerika’da bölünmüş hükümet artık sıradanlaşsa da toplumsal farklılaşma ve bunun doğurduğu gerilimler ülke siyasetinin de giderek çatışmacı olmasına yol açmaktadır. Partiler arasındaki rekabet daha da keskinleşmektedir. Bunun sonucu başkanın tek taraflı olarak kararnamelerle ülkeyi yönetme girişimlerini bekleyebiliriz. Başkanın proaktif yaklaşımı ise gerginliği daha da tırmandırarak siyaseti daha da kutuplaştıracaktır. Bundan sonra Amerikan siyasetinin daha ilginç hale geleceği kesin olmakla birlikte Amerikalılar açısından bunun olumlu sonuçlar doğuracağını söylemek güçtür. Demokrasi tarihsel olarak istikrarsızlığa yatkın bir rejim olarak değerlendirilmiştir. Amerikan demokrasisi toplumsal farklılaşma ile birlikte istikrarsızlığa doğru gitmektedir. Her seçimden sonra kutuplaşmanın ve çatışmanın giderek artacağı bu ortamda bir tiran olmasa da bir kurtarıcı veya kurtarıcılar beklenmesi normal olacaktır. Seçim Sonuçları ve Amerikan Dış Politikası Ülkedeki iç gerginliğin Amerikan dış politikasına yansıması ise iki şekilde olabilir. İlk olarak ülke içinde birbirleri ile mücadelede daha fazla enerji kaybeden partilerin dış politikada aktif-yapıcı bir siyaset izleme fırsatını bulmaları güçtür. Diğer taraftan iç politikada istediğini elde edemeyen ve etkisizleşen başkanların kamuoyu desteğini artırabilmek için eskiden olduğu gibi dış politikada daha az sayıda da olsa maceralara girişebileceği de iddia edilebilir. Obama başkanlığı dönemde birçok konuda dış politikada bekle gör politikası veya uyum politikası izlemeyi tercih etti. Amerikalıların üçte birinden daha azının Obama’nın dış politikasını onayladığı görülmektedir. Cumhuriyetçi parti de başkanın dış politikada etkisiz kaldığını, İran, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi, IŞİD gibi konularda Amerikan gücünü gereği gibi kullanamadığını iddia etmişlerdir. Senato’da Cumhuriyetçilerin üstünlüğü ele geçirmesi Obama’nın dış politikada bugüne kadar takip ettiği genel politikayı ve bazı özel politikaları da etkileyebilecektir. Amerikan sisteminde Kongre uluslararası antlaşmaları onaylama ve yurt dışındaki askeri operasyonlar için bütçe tahsis etme yetkisine sahiptir. Cumhuriyetçilerin değişiklik yapmak isteyeceği konulardan birisi Obama’nın İran’a yönelik başlattığı açılım politikasıdır. Cumhuriyetçilerin İran konusunda daha sert bir dış politika izleyeceğini söyleyebiliriz. Rusya ve Suriye konusunda da daha katı politikalar beklenebilir. IŞİD ile mücadelede Suriye ve Irak’a asker gönderme seçenekleri gündeme gelebilir. İsrail’in bu seçimlerde Cumhuriyetçilere daha yakın durduğunu da belirtmeliyiz. Kongre’deki değişim Türkiye açısından bazı açılardan rahatlama getirebileceği gibi diğer bazı konularda ülke üzerindeki Amerikan baskısını da artıracaktır. Senato Dış İlişkiler Komisyonu başkanlığına bugüne kadar Ermeni tasarılarına oy vermemiş Bob Corker gelecektir. Bob Corker, Obama’nın Suriye konusunda ilan ettiği ‘red line’ kimyasal silahlar kullanılarak ihlal edildiğinde gerekli tepkiyi veremediğini düşünenlerdendir. Suriye ve Ukrayna konusunda daha müdahaleci bir tavır içinde olacağını bekleyebiliriz. Senato’da gelecek iki yıl süresince dış politika konusunda etkili olacak diğer Cumhuriyetçiler olan John McCain, Mitch McConnell, Tom Cotton, Joni Ernst gibi isimler daha müdahaleci bir eğilimi temsil ediyorlar. Amerikan dış politikasının yeni bir dönemece gireceğini söylemek yanlış olmaz. Bazı Cumhuriyetçiler ülke içerisinde azınlıklara karşı takındıkları endişeli tutumlarını dış politikaya da yansıtmakta, dış politikadaki gelişmeleri iç politikada seçim rantına dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Seçim kampanyası sırasında Cumhuriyetçi parti adayları dış politikadaki gelişmeleri halkta korku oluşturmak için kullanmışlardır. Bu politikacılar, ebola virüslü IŞİD militanlarının uyuşturucu tacirleri ile anlaşarak Meksika sınırından Amerika’ya sızmaya çalıştıkları gibi uçuk iddialarda bile bulunabilmişlerdir. Seçmenlerin endişe ve korkularını tetikleyecek Amerika’nın büyük bir felaketle sonunun geleceğine dair seçim reklamları da televizyonlarda yayınlamıştır. Bunlardan birinde Amerikan gazeteci Foley’in IŞİD tarafından öldürülmesinin görüntüleri de kullanılmıştır. Son olarak 2014 seçim sonuçlarına bakarak 2016 başkanlık seçimlerinin oldukça çekişmeli geçeceğini söyleyebiliriz. Özellikle Cumhuriyetçi parti içerisinde yaşanan dönüşüm ve partinin göstereceği aday bu seçimlerde ülkenin genel siyasetinin de alacağı yönü tayin edecektir. * Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanıdır. ARALIK 2014 19 DIŞ POLİTİKA DEĞİŞEN SINIRLAR Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı U luslararası sistem içerisindeki baş oyuncunun devlet olduğu kabul edilir. Devletler, sistemdeki en kurumsal yapılar olarak belirli insan topluluklarını temsilen uluslararası boyuttaki iletişimi ve alışverişi sağlayan araçlara karşılık gelirler. Devletlerin varlığının en önemli göstergelerinden biri tanımlanmış sınırlara işaret eder. Bir devletin var olmasından söz edildiğinde öncelikle egemenliğin kullanıldığı coğrafyaya bakılır. Sınırlar üzerinden şekillenen bu coğrafyadaki etki alanı, bir devletin temel unsurlarından birisine karşılık gelir. 20 ARALIK 2014 Uluslararası sistemi oluşturan devletlerin sınırları ise dinamik bir süreç içerisinde birleşme ve ayrışma üzerinden değişiklikler gösterirler. Tarihsel açıdan bakıldığında insan topluluklarının yaşantılarını koordine etmek üzere var olan devletlerin davranış biçimlerinde birleşme ve ayrışma olmak üzere iki özellik dikkat çeker. Bu bütünleşme ve parçalanma hareketlerinin ise birbirini takip ettiği görülür. Uluslararası sistemin temel aktörü olarak devletlerin yaşadıkları bu ritmik süreçte bütünsel yapılar ile atomize yapılar arasında bir dönüşüm yaşanır. Genel bir değerlendirme yapıldığında bu dönüşüm, geçmişten günümüze kadar uluslararası sistemde yaşanan değişimleri açıklar. Buna göre Eski Yunan site devletleri atomize yapılar olarak belirirken bunu, bütünsel bir yapıya karşılık gelen Roma İmparatorluğu’nun uluslararası sistemde hâkim olduğu dönem takip etmiştir. Ardından ortaçağ feodal düzenine geçirilerek çok aktörlü bir sisteme geçilmişse de devamında imparatorluklar dönemi yeniden başlamıştır. İmparatorlukların parçalanması, uluslararası sistemin parçalı bir yapıya kavuşmasına neden olmuş ve böylelikle ulus-devletler ortaya çıkmıştır. Ulusdevletler, günümüzdeki uluslararası sistemin temel analiz birimi olarak kabul edilir. Soğuk Savaş döneminde yaşanan blok temelli bütünsel sistem yapısı, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yerini yeniden atomize yapılara bırakmıştır. SSCB’nin 1991 yılında dağılması ve içerisinden 15 ülkenin çıkması, Yugoslavya’nın parçalanması, Çekoslovakya’nın “medeni boşanması” gibi olaylar, Soğuk Savaş’ın sona ermesyle brlkte fzk anlamda değşen sınırlara ek olarak zhn sevyede de sınırlar aşılmaya başladı. Uluslararası sstem “ulusal” devlet üzerne otururken ve devlet, ancak ulusal referanslar üzernden tanımlanırken ulus-üstü ve ulus-aşırı yapılanmalar ortaya çıktı veya var olanların etknlkler arttı. El-Kade, “ulusal” olanı aşan ve uluslararası boyutta etkl bçmde örgütleneblen en öneml örneklerden br tanes olarak sayılablr. Ayrıca 1992 yılında Maastrcht Antlaşması le Avrupa Topluluğu’nun Avrupa Brlğ’ne dönüşmes br başka örnek olarak alınablr. yeni oluşan uluslararası sistemin temel aktörlerini belirlemiştir. Bu grafiğe göre uluslararası sistem, bütünsel yapılardan atomize yapılara ve atomize yapılardan yeniden bütünsel yapılara doğru form değiştirirken her evrenin farklı dinamikler ışığında şekillendiğini, oyuncuların bu süreçlerden farklı biçimlerde etkilendiklerini ve süreçlerin farklı motivasyonlarla ilerlediğini hatırlatmak gerekir. Ulusal sınırlar içerisinde örgütlenmiş ulusal devletleri temel aktör olarak benimseyen uluslararası ilişkiler disiplini, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yeni ve etkili aktörlerin ortaya çıkışına sahne oldu. Hükümet dışı organizasyonlar başta olmak üzere şirketler, terörist organizasyonlar, ulus-aşırı sivil örgütlenmeler gibi yapılar, uluslararası sistemdeki etkinliklerini artırdılar. Şüphesiz bunda etkili olan en önemli unsurlardan bir tanesi küreselleşme sürecine karşılık geldi. Uluslararası sistemin, mikro seviyedeki yapılar üzerinden şekillendiği bu dönem, ulusal sınırların yeniden tartışılmasını beraberinde getirdi ve bir anlamda ulusal sınırlara meydan okuyan yapıların görünür hale gelmelerine katkıda bulundu. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte fiziki anlamda değişen sınırlara ek olarak zihni seviyede de sınırlar aşılmaya başladı. Uluslararası sistem “ulusal” devlet üzerine otururken ve devlet, ancak ulusal referanslar üzerinden tanımlanırken ulus-üstü ve ulus-aşırı yapılanmalar ortaya çıktı veya var olanların etkinlikleri arttı. El-Kaide, “ulusal” olanı aşan ve uluslararası boyutta etkili biçimde örgütlenebilen en önemli örneklerden bir tanesi olarak sayılabilir. Ayrıca 1992 yılında Maastricht Antlaşması ile Avrupa Topluluğu’nun Avrupa Birliği’ne dönüşmesi bir başka örnek olarak alınabilir. Avrupa’daki demokratik ve müreffeh alanın genişlemesinde “ulusal” engeline takılmadan hareket edebilmek için Avrupalı ulusal devletler, ulusalın üstündeki katmanı güçlendirme ihtiyacı hissettiler. Avrupa Birliği, Avrupa içerisinde ulusal seviyedeki ekonomilerden, siyasetten, pazarlıklardan, kimliklerden, yaklaşımlardan, aidiyetlerden bir adım ötesine geçerek ulusaldan kaynaklanan sorunları çözmenin bir yolu olarak düşünüldü. Günümüzde sınır meselelerinden bahsedildiğinde Afrika’dan Asya’ya, Antartika’dan Avrupa’ya kadar çeşitli bölgelerde bu tür sorunlara rastlanır. Ukrayna, Katalonya, İskoçya gibi örnekler, sınır değişikliklerinin iki şekilde ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Bölünme temelinde sınırların yeniden sorgulanmasının altında güç ilişkilerine dayalı politikalar bulunabileceği gibi toplumsal talepler de yer alabilir. Kırım, 21 Mart 2014 itibarıyla Ukrayna’dan ayrılarak Rusya ile birleşti. Kırım’da 16 Mart 2014’te düzenlenen referandum, uluslararası hukukta halen tartışmalı olan kendi geleceğini tayin etme ilkesine dayanıyor. Elbette Rusya’nın, yakın çevresinin ve Kırım’ın kendi kaderlerini belirlemelerine ne ölçüde izin verdiği tartışmalı. Rusya, Rus pasaportu dağıtmak, mali yardımda bulunmak, Sivastopol’deki üssü işlevsel biçimde kullanmak, siyasi ve ekonomik nüfuzunu hissettirmek gibi araçları Kırım’da harekete geçirdi ve uyguladığı kararlı politikalar sayesinde Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını sağladı. Böylelikle Kırım, harita değişikliği ile Ukrayna sınırlarından çıkarak Rusya sınırlarına dâhil oldu. Dolayısıyla bir sınır sorunundan ziyade mevcut sınırların kime ait olduğu sorusu ortaya çıktı. Ukrayna’nın Donetsk ve Luhansk bölgelerinde yapılan parlamento ve başkanlık seçimlerinin ardından Ukrayna’nın doğusunda -şimdilik öyle anılmasa daiki eyalete dayalı yeni bir devlet ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu bölgelerde yaşayan halk, bu iki eyaletten oluşan devleti Novorossiya yani Yeni Rusya olarak adlandırıyor. Rusya henüz bu ismi kullanmasa da bu bölgeler fiili olarak Rusya’nın toprağı haline ARALIK 2014 21 geldi. Kırım gibi bir oldubitti referandum hayata geçirilir mi veya başka bir yol mu izlenir bilinmez ancak Ukrayna’nın doğusu, Kiev’den kopmuş durumda. Ancak Ukrayna’nın doğusu Kırım gibi doğrudan ve hızlıca Rusya’ya bağlanmayacak gibi görünüyor. Buna benzer şekilde Güney Osetya ve Abhazya da Gürcistan’dan ayrıldıklarında doğrudan Rusya’ya bağlanmadılar ve bağımsız devletler oldular. Bununla birlikte bu iki devletin bağımsızlığını Rusya’nın dışında yalnızca Venezüela, Nikaragua, Nauru ve Tuvalu tanıyor. Ayrıca de facto olarak Transdinyester ve Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin yanı sıra bu iki devlet birbirlerini tanıyorlar. Ukrayna ve Kırım gibi örnekler Rusya’nın hâkim olduğu coğrafyadaki sınır sorunlarının, güç politikaları üzerinden ortaya çıktığını ve bu sorunların yine güç politikalarıyla çözülmeye çalışıldığını gösteriyor. Sınırlar değişirken veya yeni sınırlar çizilirken Rusya, yakın çevresinin ve arka bahçesinin geleceğini belirleme hedefiyle hareket ediyor. Bu çerçevede 1999 yılında NATO’nun Kosova’ya müdahalesi sonrasında Kosova’nın kendi kaderini tayin etme hakkını ileri sürerek 17 Şubat 2008’de Sırbistan’dan tek taraflı şekilde bağımsızlığını ilan etmesinin, Rusya için son derece yol gösterici bir örneğe karşılık geldiği biliniyor. Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasının, batı ittifakıyla bütünleşmesi anlamına geldiğini anlayan Rusya, kendi etki alanı içerisinde tanımladığı coğrafyaları bu tür bir tehlikeyle karşı karşıya bırakmamak için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Bunun karşısında batı ittifakı da Rusya ile ilişkilerinin parametrelerini yeniden gözden geçiriyor. Kırım ve Doğu Ukrayna örneklerinde batı, bir şekilde bu bölgelerin Rusya’ya ait hale gelmesine ses çıkarmadı ve yeni oluşan sınırları kabullendi. Bunun karşılığında ise 22 ARALIK 2014 Rusya ve Rusya’nın hâkim olmak istediği alanlar dışında kalan coğrafyaların batı sistemiyle daha sıkı biçimde bütünleşmesini istedi ve bu yönde çaba harcamaya karar verdi. Dolayısıyla yukarıdaki örnekler üzerinden sınır meselesine bakıldığında sınırlar, uluslararası sistemdeki güç politikalarının birer yansıması ve aracı olarak kullanılıyor. Dolayısıyla sınırlar ile ilgili sorunlar, toplumsal dinamiklerden kaynaklanan toplumsal tepkilerin bir unsuru olarak tartışılmıyor. Bunun sonucunda Balkanlar’da ve Kafkasya’da uzun sürecek belirsizlik ve istikrarsızlık dönemlerine girilebileceğini öngörmek zor değil. İster güç politikaları üzerinden ister toplumsal birikimler üzerinden olsun sınırların değişebilir olduğu düşüncesi, pek çok coğrafya için ayrılmayı ve bağımsızlığı daha ulaşılabilir kılıyor. Avrupa’da ulusal sınırların ayak bağı olduğunu düşünen pek çok bölgede bağımsızlık hedefiyle siyaset yapılıyor. İspanya’daki Katalonya bölgesi, İtalya’daki Veneto bölgesi, Büyük Britanya’da İskoçya ve Belçika’daki Flaman-Valon bölgeleri bu örneklerin başında geliyor. Bu bölgelerde öncelikle ulusal referanslar üzerinden birlikte yaşama isteğinin azaldığı dikkat çekiyor. Bölgesel yapıları, kimlikleri, ekonomileri son derece güçlü olan bu bölgelerde ulusal siyaset ile kurulan ilişkilerin de zayıfladığı ve merkezi yönetimlere duyulan güvensizliğin arttığı görülüyor. Bu anlamda ulusal perspektifi temel alan küreselleşme sürecinin, birbirine zıt ve tamamlayıcı şekilde bölgeselleşme eğilimlerini de artırdığı hatırlatılmalı. İspanya’nın kuzey doğusunda bulunan Katalonya bölgesinde bölgesel parlamento, 25 Kasım 2012’de dört yıl içinde bağımsızlık için referandum yapılmasını öngören bir karar aldı. Bu karar doğrultusunda Katalan bölgesi yetkilileri, bağımsızlık referandumunun düzenlenmesi konusunu Ulusal Parlamento’ya getirdiler. Zira 1978 yılında yapılan İspanyol anayasasına göre bu tür bir referandum düzenlenmesi için parlamentodan izin alınması gerekiyor. Ulusal mecliste yapılan oylamada Katalonya’da referandum yapılması reddedildi. İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, referandumun anayasaya aykırı olduğunu ve düzenlenmesine izin vermeyeceklerini belirtti. Mad- Ukrayna ve Kırım gb örnekler Rusya’nın hâkm olduğu coğrafyadak sınır sorunlarının, güç poltkaları üzernden ortaya çıktığını ve bu sorunların yne güç poltkalarıyla çözülmeye çalışıldığını gösteryor. Sınırlar değşrken veya yen sınırlar çzlrken Rusya, yakın çevresnn ve arka bahçesnn geleceğn belrleme hedefyle hareket edyor. rid hükümeti bu kararnamenin yasadışı olduğunu ileri sürerek kararnameyi Anayasa Mahkemesi’ne götürdü ve Mahkeme bu referandum kararını askıya aldı. Buna rağmen Katalanlar yerel yönetim binalarında sandığa gittiler ve katılımcıların % 80’inden fazlası bağımsızlık yönünde oy kullandı. İskoçya örneğinde ise İspanya’dakinin aksine İngiltere Başbakanı David Cameron, İskoçya bölgesi yönetiminin başbakanı Alex Salmon ile bir anlaşma imzaladı ve yapılacak olan referandumun hukuki çerçevesi konusunda anlaştı. 18 Eylül 2014’te gerçekleştirilen referandumdan bağımsızlığa ‘hayır’ tercihi çıktı. İskoçlar, bağımsızlığın kazanımlarından ikna olmamışlar ve geleceğe dair endişelerini tercihlerine yansıtmışlar. Bağımsızlık tartışmaları, Katalanların çok Katalan olmaları ve İskoçların az İskoç olmalarıyla ilgili olmaktan ziyade dönüşüm sürecinden beklenenler etrafında şekilleniyor. Bu itibarla ulusal sınırlarda boğulan, bu bariyeri aşmak isteyen halkların bir sonraki aşamaya dair deneyimleri önem taşıyor. lardan 62’sinde bağımsızlık yanlısı sonuçlar çıktığı görülüyor. Ancak bağımsızlığına kavuşan devletler arasında Birleşmiş Milletler üyesi olanların sayısı 49 olarak ortaya çıkıyor. Bu sonuçlar da sınır değişimlerinin, güç ilişkileri veya toplumsal talepler doğrultusunda ortaya çıktığını gösteriyor. Güç ilişkileri üzerinden değişen sınırlar, uluslararası alanda daha fazla meşruiyet tartışmalarına konu olduğu için uluslararası tanınma sorunlu oluyor. Toplumsal talepleri merkez alan bağımsızlık ve bölünme talepleri ise uluslararası camia tarafından daha fazla tanınıyor ve daha az meşruiyet sorunlarıyla karşılaşılıyor. Bunlara ek olarak 1866 yılından beri İtalya’nın bir parçası olan Venedik merkezli Veneto bölgesinde, 2014 Mart ayında internet üzerinden gerçekleştirilen gayri resmi oylamaya % 63,2 oranında katılan Venetoluların % 89’u bağımsızlık lehine oy kullandı. Belçika’da ise Flamanca konuşan Flamanlarla Fransızca konuşan Valonlar arasındaki ayrım derinleşiyor ve bağımsızlık talepleri yoğun biçimde dile getiriliyor. Bu örneklerin yanı sıra Avrupa’da pek çok bölgede bölünme ve bağımsızlık talepleri ifade ediliyor. Toplumsal çerçeveden kaynaklanan bu talepler, uluslararası sistem açısından da değişimlerin olacağı sinyalini veriyor. Bağımsızlık referandumlarının tarihine bakıldığında günümüze kadar 84 bölgede bağımsızlık referandumu düzenlendiği ve bun- ARALIK 2014 23 DIŞ POLİTİKA ölçüyor. Ölçtüğü tepkiden nasıl bir ders çıkardığını tahmin edebiliyoruz. Mısır’da, Yemen’de, Libya’da mazlum Müslüman halklara karşı darbeler planlayıp uygulayan İslam dünyasının liderlerinin Kudüs’le ilgilenecek endişeleri, dertleri yok. Kendileri her gün Müslümanların namusunu beş paralık eden işler yaparken, Müslümanların mahremine, namusuna tecavüz eden İsrail’e ses çıkarmalarını beklemek zaten beyhude. Zaten İsrail’in tepkisini ölçtüğü kesimler onlar da değil. İslam dünyası nasıl olsa kendileri açısından emin ellerde. Hani nerede kaldı İran’ın siyonizme karşı gözü gibi koruduğunu söylediği ve başına Esad’ı geçirdiği direniş hattı? Muhtemelen tepkisini ölçtüğü asıl dünya yine Avrupa. Önce İngiltere’nin, akabinde İsveç’in tanıdığı, şimdilerde de Fransa’nın tanımaya hazırlandığı Filistin devleti, muhtemelen İsrail için tam da tepki sınırının nereye kurulmuş olduğunu merak etmesini gerektirmiş. İsrail Meselesinin Doğduğu Yer İSLÂM DÜNYASININ SİYONİZMLE İMTİHANI Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı 2014 yılı, Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıldönümü. Bugün Orta Doğu’da yaşamakta olduğumuz bütün sorunlar bu savaşın neticeleri. Bu savaşın sonucunda hepsi de Osmanlı toprağı olan ve belli bir uyum içinde bir arada bulunan kavimlerden birer ulus devlet oluşturularak bölge paramparça edildi. Her bir parça bir Avrupalı büyük devletin nüfuz alanı olarak paylaşıldı. Yine bu savaşın neticesinde İsrail’in bir hançer gibi bu bölgenin bağrına yavaş yavaş saplanması planı ilan edildi. Bu planın uygulaması esnasında Filistin halkının topraksız bırakılması ve koca bir halktan bir sürgün halk yaratılması sonucu ortaya çıktı. 24 ARALIK 2014 Orta Doğu’da küllenmiş gibi görünen her ateş biraz harlanınca İsrail bir şekilde Filistin topraklarındaki işgalini derinleştirmeye, fiili kazanımlar elde etmeye devam ediyor. BM bu konuda bir dizi kınayıcı ve yasaklayıcı karar almış olduğu halde, bu kararları tanımayan İsrail, dünyanın kendisiyle meşgul olduğu her durumda Yahudi yerleşim yerleri açmaya, böylece Kudüs etrafındaki kuşatmasını dört bir yandan daraltıp Filistinlileri boğmaya devam ediyor. Herkes IŞİD ve onun terörü dolayısıyla Kobani’deki cambaza aval aval bakmaya odaklanmışken İsrail Müslümanların kutsalına, Mescid-i Aksa’ya 1967’den beri en büyük küstahlığını yaparak tepki Geçtiğimiz ay katıldığım Filistin Eve Dönüş Merkezi (Palestinian Return Centre) ile Al Jazeera Araştırma Merkezi’nin Londra’da düzenlediği, Uluslararası I. Dünya Savaşının Filistin üzerindeki Sonuçları başlıklı konferans, biraz da 100. yılında I. Dünya Savaşını anma toplantılarının sıkça yapıldığı günlerde yapılıyor. Her kasım ayının ilk yarısında İngiltere’de insanlar I. Dünya Savaşında ölen 900 bine yakın İngiliz askerini anma toplantıları ve törenleri düzenliyor. Bu anma etkinlikleri çerçevesinde insanlar yakalarına gelincik çiçeği takıyor. Bu yıl yüzüncü yıl olması dolayısıyla ayrı bir önem atfedilerek anılıyor İngiliz askerleri. I. Dünya Savaşı aslında neticelerini büyük ölçüde İngilizlerin belirlemiş olduğu bir savaş. Sonradan kurulacak olan Orta Doğu’nun sınırlarının çizilmesinde en etkili rolü İngilizler oynamıştır. Hiç kuşkusuz savaşın en kesin mağlubu da Osmanlı olacaktır. I. Dünya Savaşı’nın en bariz sonucu savaş öncesinde hasta da olsa, epeyce zayıflamış da olsa dünyanın sayılı güçleri arasında yer alan Osmanlı ülkesinin bitmiş olması, topraklarının paramparça edilmiş olması ve Osmanlı’nın bakiyesi olarak kalan Türkiye’nin zor şartları kabullenmek zorunda bırakılarak Misak-ı Milli sınırlarının dahi daraltıldığı bir alan içine sıkışmak zorunda bırakılmış olmasıdır. Flstn’de Osmanlı mrası hala canlı ve gerçektr. Osmanlı kayıtları hala Flstnllern bu topraklardak geçerl kayıtları ve mülkyet haklarını kanıtlayan kayıtlardır. Türkye hükümet 2005 yılında, 1916 yılından bu yana yan İsral’n daha bahs konusu ble olmadığı dönemlerdek Osmanlı arşvnn br kopyasını Flstn otortesne teslm ett. Aslında bu kayıtlar Flstn topraklarının gerçek sahplernn gerçek kayıtlarını oluşturuyor. Yine İngilizlerin belirleyici olduğu bir başka önemli sonuç da İsrail devletinin hazırlıklarının bu savaşla birlikte resmen başlatılmış olmasıdır. I. Dünya Savaşına kadar Osmanlı, Yahudilerin Filistin topraklarında Avrupalı bir kimlikle yerleşim almasına izin vermedi. Bu konuda bütün çabalar sonuçsuz kaldı. Osmanlı her zaman olduğu gibi Avrupa’daki baskılardan kaçan Yahudilerin topraklarına, kendi vatandaşı olarak gelmesine izin veriyordu zaten. Ancak Abdülhamid yönetiminden bu sefer istenen izin kapitülasyonların da sağladığı imtiyazlardan yararlanmak üzere Avrupalı kimlikten vazgeçmeden gelip yerleşme izniydi. Abdülhamid, bu iznin arkasından neler gelebileceğini o günlerde görmüştü. Abdülhamid ve Theodorl Herzl görüşmesine dair meşhur anekdotun sıhhat derecesi tartışılıyor. Herzl’in konumu dolayısıyla Abdülhamid’e böyle bir teklifte bulunmuş olması imkânsız görünüyor ama yine de Abdülhamid’e Filistin’de bir Yahudi milletinin tesisi karşılığında Osmanlı’nın 23 milyon İngiliz altını tutarındaki bütün borçlarının silinmesi, 230 milyon Frank tutarında bir koruma filosu kurulması ve hazinenin canlandırılması için 35 milyon altın lira borç ARALIK 2014 25 DIŞ POLİTİKA SEÇİMLERDE İSLAMCILAR KAYBETMEDİ TUNUS KAZANDI Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen verilmesi teklifinin bir şekilde ulaştırılmış olduğu ve buna karşılık Abdülhamid’in şu sözleri söylemiş olduğu biliniyor: lar İsrail kurulurken geçerli olan toprak ve mülkiyet kayıtlarını kendi haklarını iddia edebilmek için talep etmekteydi. “Bırakın 150 milyon İngiliz altınını, bana bütün dünyanın altınlarını verseniz de bunu asla kabul edemem. Ben İslam milletine ve Ümmeti Muhammede otuz yıl boyunca hizmet etmişim ve babamın ve atalarımın -Osmanlı sultanları ve halifelerinin- tarihine hiç bir kara leke sürmemişim. Bu yüzden benden istediklerini hiç bir zaman kabul etmeyeceğim.” Türkiye hükümeti 2005 yılında, 1916 yılından bu yana yani İsrail’in daha bahis konusu bile olmadığı dönemlerdeki Osmanlı arşivinin bir kopyasını Filistin otoritesine teslim etti. Aslında bu kayıtlar Filistin topraklarının gerçek sahiplerinin gerçek kayıtlarını oluşturuyor. Bu teklif karşısında bu sözlerden daha şairane ve daha güçlü sözler olamazdı herhalde. Abdülhamid ayrıca Siyonist organizasyonların Filistin içinde arazi yolları satın almalarını engellemeye, öyle ki, tutunma noktaları oluşturma çabalarını boşa çıkarmaya çalıştı. Ancak Abdülhamid’in devrilmesinden sonra Siyonistler Jön Türklerden bu izinleri koparmayı başardılar. Filistin’de Osmanlı mirası hala canlı ve gerçektir. Osmanlı kayıtları hala Filistinlilerin bu topraklardaki geçerli kayıtları ve mülkiyet haklarını kanıtlayan kayıtlardır. Aslında bugün bu kayıtlar Filistinlilerin mültecilik sorunlarını gidermeye dönük en geçerli hukuki kayıtlardır. 1948’den beri Filistinli kuruluş- 26 ARALIK 2014 Londra’daki konferansa Dr. Jaafar Hadi Hasar, Dr. Mahmoud O. Haddad, John Keay, Karl Sabbagh, Anthony Gorman, Ghada Karmi, Peter A Shambrook, Malath al Agha, Maced Al- Zeer, Oliver Miles, Jeff Handmaker ve Mark McDonald gibi bu sahada özel duyarlılıkları olan çok sayıda araştırmacı katıldı. Böyle bir toplantının, yüz yıl önce başlayan Dünya savaşında öncülük ve mimarlık eden, Sycos Picot anlaşması, McMohen ve Şerif Hüseyin görüşmeleri ve nihayet Balfour Deklarasyonuyla İsrail’i bu dünyaya bela eden İngiltere’de savaşın yüzüncü yılında yapılmış olmasına ve bilhassa bu süreçte Osmanlı’nın büyük bir özlem ve hayırla yad edilmesine şahit olmak son derece duygulandırıcı, daha ötesini söylemeyeyim. T unus’ta Yasemin devriminden sonra ilk defa seçimler yapılmaktadır. Yaklaşık olarak 5 milyon Tunuslu Ekim 2014’te yapılan seçimlerde 217 sandalyeli meclis üyelerini belirlemek için sandık başına gitti. Liderliğini El Bac Kaid Es-Sebsi’nin yaptığı Nida Tunus Hareketi oyların %38.71’ini alarak birinci oldu. Liderliğini Raşid el-Gannuşi’nin yaptığı Nahda Hareketi ise oyların %32’sini alarak seçimlerde ikinci oldu. El Bac Kaid Es-Sebsi, sabık iktidarlar döneminde bakanlık ve meclis başkanlığı yapmış, devrimden sonra da geçici hükümetin başbakanlığını üstlenmiş 88 yaşında bir politikacıdır. Nida Tunus Hareketi bu süreçte seçim stratejisini korku ve “Siyasal İslam” karşıtlığı üzerine kurmuş, BAE, Suudi Arabistan, Batı bloğu -özellikle de Fransa- tarafından ciddi anlamda desteklenmiştir. Nida Tunus Hareketi, Nahda Hareketi’ne karşı başarı elde edebilmek için ülkede bulunan laikleri, liberalleri, solcuları ve eski yönetimin önde gelen isimlerini kendi çatısı altında toplamıştır. Buna rağmen seçimlerde az bir farkla birinci parti olabilmiştir. Nida Tunus Hareketi daha ziyade sahil bandından oy alırken Nahda Hareketi ağırlıklı olarak kırsal kesimden oy almıştır. Bu seçim sonuçlarına bakarak hem ülkemizde hem de Batı’da “Tunus’ta seçimleri laik Nida Tunus Hareketi kazandı. Tunus, siyasal İslam’a hayır dedi.” türünden manşetler atıldı. Oysa resmin bütününe bakıldığı zaman meselenin böyle olmadığı anlaşılacaktır. Şöyle ki: Tarihsel süreç içerisinde yapılan devrimlere baktığımız zaman geçiş sürecinin hem zor hem de sancılı olduğu görülecektir. Bu nedenle de Tunus’ta devrimden sonraki şartlar dikkate alındığı zaman ülkeyi yöneten Nahda Hareketi’nin başarısız olduğu söylenemez. Zira Tunus devrimi sadece iç dinamiklerin değil bölgesel ve uluslararası dinamiklerin sabote etmeye çalıştığı, karşı durduğu bir devrimdir. Orta Doğu’da demokrasinin kurallarıyla işlediği, halkın özgür iradesinin yönetime yansıdığı bir yapı istenmemektedir. Böyle bir yapının varlığı bölgedeki her türden otoriter yönetimler için tehdit olarak algılanmaktadır. Bazıları için bu coğrafyada devrimlerin başarısı ve totaliter bir yönetimin demokratik cumhuriyete dönüşmesi rahatsız edicidir. Onlar Orta Doğu’da her zaman baskıcı yönetimden yanadırlar. Onlara göre ARALIK 2014 27 Tunuslular bu bağlamda daha önce böylesne özgür br seçm ortamı yaşamadılar. Onlar çn böyle br şey hayal etmek ble mkânsızdı. Oysa şmd rakp part lderler seçm sonuçları resmen lan edlmeden brbrlern tebrk edyorlar. Bu nedenle de bu seçmlern kaybeden yoktur. Bu seçmlere ştrak eden herkes kazanmıştır, demokras kazanmıştır. Seçmlern en büyük kazananı da bu süreçte brlğn ve beraberlğn muhafaza edeblen Tunus’tur. İktdarın ancak seçm sandıkları yoluyla değşebleceğne nanan Tunus halkıdır. İktidarın ancak seçim sandıkları yoluyla değişebileceğine inanan Tunus halkıdır. Stratejisini devrimi korumak, istikrarı muhafaza etmek üzerine kuran Nahda Hareketi bu konuda büyük bir başarı elde etmiştir. Hürriyeti, özgürlükleri esas alan demokratik bir anayasanın hazırlanmasına öncülük etmiştir. Birçok partinin siyasi arenada bulunduğu Tunus’ta demokrasinin mimarı Nahda Hareketi’dir. Orta Doğu halkları demokrasi ile yönetilebilecek yeterliliğe sahip değildir. Özellikle de potansiyel iktidar adayları arasında muhafazakâr ve İslami kimliği görünür partiler söz konusu ise her türlü faşist yönetimi, demokrasiye tercih ederler. tejik akılla yönetti. Radikal unsurlarla arasına mesafe koydu. Geçiş sürecinde devrimin başarısı için demokrasiyi, uzlaşmayı, diyaloğu ön planda tuttu. Bu değerlere inandığını her düzeyde yüksek sesle dillendirdi. Bu nedenle de Nahda Hareketi’ne karşı, iktidarda kaldığı süre içerisinde, algı operasyonu yapıldı. Yüzlerce türbe kundaklandı, dini kurumlar tartışılır hale geldi. Nerden geldiği belli olmayan radikal örgütler türedi, siyasi suikastlar yapıldı. Ülke ekonomisini çökertmek için her türlü yola başvuruldu. Bunun sonucunda reformlar yapılamadı, işsizlik ve enflasyon oranlarında ciddi bir artış meydana geldi. Nahda Hareketi 2011’de yapılan kurucu meclis seçimlerinde oyların % 40’ını almış olmasına rağmen muhalif partilerle yönetimi/iktidarı paylaşmak zorunda bırakıldı. Neticede kendi hükümet programını uygulama imkânı bulamadı. Gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi bugün Tunus’ta iktidar sandık yoluyla, barış içerisinde el değiştirmektedir. Tunus halkı özgür bir biçimde yöneticilerini seçmektedir. Özgür seçimler Arap âleminin pek de alışık olmadığı bir şeydir. 2011 yılında Arap Baharı’nın sekteye uğramasıyla bu coğrafyada ümit yerini ümitsizliğe bıraktı. Geçen dört yıl boyunca Arap devrimlerinin başladığı yer olan Tunus dışında bahar, hayatiyetini en azından şimdilik koruyamadı. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, herkes tarafından şeffaf bir biçimde yapıldığı kabul edilen seçimlerde, Nahda Hareketi sokaktaki her üç kişinden birinin oyunu aldı, ülkeyi geçiş sürecinde yönetebildi, iktidar alternatifleri içerisinde kilit parti konumuna geldi. Nahda Hareketi, karşılaştığı problemleri stra- 28 ARALIK 2014 Tunuslular bu bağlamda daha önce böylesine özgür bir seçim ortamı yaşamadılar. Onlar için böyle bir şeyi hayal etmek bile imkânsızdı. Oysa şimdi rakip parti liderleri seçim sonuçları resmen ilan edilmeden birbirlerini tebrik ediyorlar. Bu nedenle de bu seçimlerin kaybedeni yoktur. Bu seçimlere iştirak eden herkes kazanmıştır, demokrasi kazanmıştır. Seçimlerin en büyük kazananı da bu süreçte birliğini ve beraberliğini muhafaza edebilen Tunus’tur. Batı’nın üstünlüğü ve baskıcı otoriter yönetimler karşısında Arap insanını sabahtan akşama bu cehennemî girdaptan çıkarmak kolay bir şey değildir. Bu konuda sabırlı ve ısrarcı olmak gerekir. Nahda Hareketinin yaptığı şey de budur. İçeride ve dışarıda herkes Nahda Hareketi’nin devrimi koruma konusunda gösterdiği hassasiyeti, yaptığı fedakârlığı takdir etmektedir. Belki de bu yaklaşımı nedeniyle Nahda Hareketi tarihe geçecektir. Seçim sonuçları ilan edildikten sonra Nahda Hareketi lideri Raşid el- Gannuşi’nin basına yaptığı açıklamalar da bu istikamette olmuştur. Raşid el- Gannuşi: “Bölgemizde yaşanan hadiselere, basının bütün iftira kampanyalarına rağmen bizlere oy veren halkımıza teşekkür ederim. Bütün herkesin iştirak edebildiği seçimlere ülkeyi güvenle taşıdık. Bugün artık eskiye dönüş söz konusu değildir. Özgürlükler ve adil bir geçiş süreci için çalışacağız. Bizler mutedil siyasi partilerin merkezindeyiz. Her türlü radikalizme, teröre karşıyız. Hürriyetin, özgürlüklerin, sosyal adaletin ve insan haklarının bekçisiyiz. Halkımız ciddi anlamda eski, baskıcı yönetime dönüleceğinden korkmaktadır. Biz bütün baskıcı yönetimlerin karşısındayız. Halk bu seçimde, tek parti diktatörlüğüne karşı olduğunu göstermiştir. Halkın laik- anti laik, Müslüman- kâfir, yenilikçi- gelenekçi şeklinde kutuplaştırılmasına karşıyız; zira bütün bu kutuplaşmalar iç savaşa davetiye çıkarmaktadır. Tunuslular bugün kendileri için yeni bir tarih yazıyorlar. Demokrasi ile birlikte Araplar için bir tarih yazıyorlar. Arap devrimlerinin ilk meşalesini yakan Tunuslular, yeni demokratik bir düzende devrime sahip çıkarak hedeflerini tahakkuk ettirebileceklerini ispatladılar. Seçim sonuçları ne olursa olsun Tunus ikinci defa kazandı. Sandık darbelere galip geldi.” Sonuç itibariyle, Nahda Hareketi içeride ve dışarıda iddia edilenlerin aksine seçimlerde kaybettiklerinden daha fazlasını kazandı. En önemlisi milletin saygısını kazandı. Tarihsel olarak kazandıkları kaybettikleri ile mukayese edilemez. Demokrasiyi kendisine ilke edindi, muhalifleriyle iletişim halinde olmayı başardı. Devrimi ve demokrasi geleneğini siyasi çıkarlarının üstünde tuttu. Nahda Hareketi seçimlerde ikinci olmakla bir anlamda taşıdığı ağır sorumluluğu muhalefetle paylaşmış olacak, bir de yeniden yapılanma ve öz eleştiri yapma imkânı bulacaktır. İslami kimliğiyle bilinen bir partinin seçimle iş başına gelip yine seçimle iktidarı devredebileceğini fiilen göstermiştir. Diğer türlü siyasal İslam’a muhalefet eden birtakım bölgesel ve uluslararası güçler devrimi başarısız kılmak için halkı cezalandırma, iktisadi anlamda baskı yapma yönüne gideceklerdi. Ancak Nida Tunus Hareketi içerisinde yer alan ve eski otoriter yönetimin bakiyesi olan grupların bundan sonraki siyasi süreçte demokrasi geleneğinin devamı konusundaki tutumlarıyla ilgili halkın ciddi kuşkuları vardır. Zira bu grupların şu veya bu şekilde daha önceki dönemlerde yapılan yolsuzluklarda, işkence vb. insan hakları ihlallerinde sorumlulukları vardır. Bu yaptıklarının hesabını vermeden tekrar iktidar adayı durumuna geldiler. Bu grupların eski alışkanlıklarına dönmeyeceklerinden kimse emin olamaz. Bu nedenle Tunus ile ilgili kritik süreç bundan sonra başlayacaktır. * Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. ARALIK 2014 29 DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİNDE YENİ DÖNEM: BAŞBAKAN DAVUTOĞLU’NUN IRAK ZİYARETİ Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü İlişkiler Neden Bozuldu? Y aklaşık dört yıldır gergin bir şekilde devam eden Ankara-Bağdat ilişkilerinin Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 20-21 Kasım 2014 tarihlerinde Irak’ı ziyaret etmesiyle yeni/olumlu bir sürece evirileceği anlaşılmaktadır. 2010 Mart’ında Irak’ta yapılan parlamento seçimleri sonrasında Nuri el-Maliki’nin tekrar başbakan olması ve takip ettiği iç ve dış politika, Irak’ı adeta istikrarsızlığa doğru sürükledi. Bu dönemde, bir taraftan Irak kendi içinde çözülmeye giderken, diğer taraftan önemli komşuları Türkiye ve Suudi Arabistan’la ilişkileri gerilmeye devam etti. Aynı dönemde, Arap Halk Hareketlerinin Suriye’ye sıçraması ve iç savaşa dönüşmesi Irak’taki siyasi yapıyı da etkiledi. Maliki, bölgesel gerginlikten faydalanmak suretiyle, Irak’ta 30 ARALIK 2014 neredeyse tüm gücü elinde toplayarak iktidarını tahkim etmeye ve sürekli kılmaya çalıştı. Maliki tüm gücü elimde toplayayım derken ülke elinden kaymaya başladı. Neredeyse, ülke parçalanmaya doğru sürüklendi. Kürtler Bağdat’tan giderek uzaklaştı. Haziran ayının başında IŞİD, başta Musul olmak üzere Sünni nüfusun yaşadığı kentleri bir bir kontrol etmeye başladı. Hatta Erbil ve Bağdat bile IŞİD’in tehdidi altına girdi. Bu arada, İran’ın Irak’taki varlığı, özellikle Bağdat ve güneyinde orantısız bir şekilde arttı. Irak adeta Iraklıların yönettiği bir ülke olmaktan her geçen gün uzaklaştı. Şartlar İşbirliğini Zorluyor Her geçen gün IŞİD tehlikesinin bölgesel yayılım göstermesi bölgede yeni girişimlerin ve ittifakların oluşumunu zorladı. Erbil ile Bağdat ortak yakın tehdit IŞİD’e karşı birlikte hareket etmek durumunda kaldılar. Kendi aralarındaki tartışmalı bölgelerin durumu başta olmak üzere önemli konularda anlaşmazlıkları sürse de ortak düşman IŞİD sayesinde bazı konularda anlaşma sağlayabildiler. Erbil ile Bağdat arasındaki önemli anlaşmazlık konularının başında gelen enerji/petrol konusunda bile anlaşmaya varabildiler. Bu durumun Türkiye’nin de Bağdat ile ilişkilerinin gelişmesinin önünü açıcı bir etki meydana getirdiği görülmektedir. Bağdat ile Erbil ilişkilerinin kötü/sorunlu olduğu dönmede Türkiye, Erbil ile ilişki kurduğunda Bağdat rahatsızlık duyuyordu, Bağdat ile ilişki geliştirmeye çalıştığında Erbil rahatsız oluyordu. Şimdi, Erbil ile Bağdat’ın belli noktalarda anlaşıp ilişkilerini geliştirmeye başlaması Türkiye’nin Irak ile ilişkilerinin gelişmesinin önünü açacaktır. 2014’ün Nisan ayında yapılan parlamento seçimlerinden sonra, seçimden başarıyla çıksa da Maliki’nin başbakanlıktan çekilmek zorunda kalması ve Haydar el-Ibadi’nin Irak’ın yeni başbakanı olması hem Irak’ın kendi içinde toparlanmasının önünü açarken hem de Türkiye ile Maliki’nin mirası olan sorunlu dönemi geride bırakmak için yeni bir dönemin başlamasının önünü açtı. Kısaca, IŞİD tehdidi, Erbil ile Bağdat arasında işbirliğinin başlaması ve Ibadi’nin başbakanlık koltuğuna oturması, Türkiye ile Irak arasında yeni dönemin başlamasını kolaylaştırdı. İki ülke arasında yaklaşık dört yıllık gerginlik döneminin de gösterdiği gibi, kötü ilişkiler içerisinde olmak ne Irak’ın ne Türkiye’nin ne de bölgenin hayrınadır. İki ülke arasındaki son ziyaretler, bu ziyaretlerde söylenenler ve takınılan tavırlar da göstermektedir ki, iki ülkenin mevcut yöneticileri bu durumun farkındadırlar. ret etti. Davutoğlu’nun hem Bağdat’ı hem de Erbil’i ziyaret etmesi ziyaretin önemini daha da artırmaktadır. Söz konusu ziyaret bu özelliğinden dolayı Irak ziyareti olarak görülmüştür. Başbakan’ın ziyareti sırasında, IŞİD gibi ortak tehditlere karşı birlikte hareket iradesi ortaya konmuştur. Türkiye, doğrudan başbakan Davutoğlu’nun ağzından Irak’ın istikrarı ve bütünlüğüne önem verdiğini göstermiştir. Aynı zamanda Türkiye, Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkilerin iyi olmasından memnuniyet duyduğunu açıkça ortaya koymuş oldu. Başbakan Davutoğlu’nun Irak Ziyareti Irak’ta başbakanlık koltuğuna Ibadi’nin gelmesinde sonra Ankara ile Bağdat arasındaki gerginliğin önünün açılması kolaylaşmış oldu. Türkiye Ibadi’nin başbakanlığını kutladı ve Irak’ın istikrarının sağlaması ve bütünlüğünün korunması için desteğinin süreceğini beyan etti. İki ülke arasındaki ilk üst düzey ziyareti Irak’ın yeni dışişleri bakanı İbrahim el-Caferi gerçekleştirdi. Bu ziyaret ilişkilerin gelişmesi için diplomatik kanalların hızla açılmasını kolaylaştırdı. Nitekim Başbakan Davutoğlu 20-21 Kasım 2014 tarihinde birçok bakanın da dâhil olduğu geniş bir heyetle Irak’ı ziya- ARALIK 2014 31 DIŞ POLİTİKA Neredeyse Irak’ın tek ihraç ürünü olan enerjinin (petrol/doğalgaz) dünya piyasalarına arz edilmesinde Türkiye ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda, Türkiye söz konusu enerji için en uygun pazar konumundadır. Irak’ın hızlı bir şekilde ayağa kalkması için, istikrarını sağlayarak sahip olduğu enerjiyi bir an önce güvenli bir şekilde dünya piyasalarına sunmak zorundadır. Bunun için Irak’ın Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olması son derece önemlidir. Uzun zamandır Türkiye IŞİD’e destek veriyor suçlamasıyla karşılaşıyordu. Maalesef bu konuda Türkiye’ye karşı bölgede ve uluslararası alanda yoğun bir algı operasyonu yürütülmekteydi/yürütülmekte. Başbakan Davutoğlu’nun IŞİD tehdidi altında olan Bağdat ile Erbil’i ziyaret etmesi ve müşterek sorunlarla mücadelede ortak çalışma iradesini ortaya koyması, Türkiye’nin IŞİD’e karşı net bir tavrının olduğunu gösterdi ve iyi niyetinin de görülmesini sağlamış oldu. Türkiye, 2010 yılından beri zaman zaman bölgede mezhepçi bir politika izlemekle suçlandı. Örnek olarak, Maliki döneminde Bağdat’la ilişkilerin gerginleşmesi ve Esad’a karşı Türkiye’nin yaklaşımı ileri sürüldü. Davutoğlu’nun son Irak ziyaretiyle Türkiye, mezhepçi bir politika takip eden ülke değil, bölgede istikrar peşinde koşan bir bölgesel aktör olduğunu göstermiş oldu. Başbakan Davutoğlu’nun Irak’ı ziyaretinin Amerika Birleşik Devletleri tarafından da olumlu karşılandığı rahatlıkla söylenebilir. IŞİD’e karşı bölgede daha etkin ve sonuç alıcı bir hareket için Türkiye’nin desteğinin hayati önemde olduğu tartışma götürmez derecede açıktır. Irak açısından bakıldığında Başbakan Davutoğlu’nun Irak ziyareti daha farklı bir önem kazanmaktadır. Irak’ın (Bağdat/Erbil) IŞİD’e karşı vermekte olduğu mücadelede Türkiye’nin desteğinin alınması hayati önemdedir. Erbil örneğinde de görüldüğü üzere, Irak’ın istikrarının ve kalkınmasının gerçekleştirilmesinde bugün itibariyle, Türkiye’nin yerine ikame edilebilecek başka bir bölge ülkesi mevcut değildir. 32 ARALIK 2014 Irak Dışişleri Bakanı İbrahim elCaferi’nin Türkiye ziyaretiyle başlayan iki ülke arasındaki diplomatik trafik Başbakan Davutoğlu’nun Irak ziyaretiyle ciddi bir aşamaya gelmiştir. Bu çerçevede, 2009 yılında Türkiye ile Irak arasında başlatılan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısının yeniden başlatılmasına ve Aralık 2014’te Türkiye’de yapılmasına karar verilmiştir. İki ülke arasında ortak bakanlar kurulu toplantısı anlamına gelen bu toplantının gelecek ay her iki ülkenin başbakanlarının başkanlığında ilgili bakanlarının katılımlarıyla gerçekleşecek olması, iki ülke arasında yeni ve olumlu bir sürecin başladığının göstergesidir. İki ülke arasında yaklaşık dört yıllık gerginlik döneminin de gösterdiği gibi, kötü ilişkiler içerisinde olmak ne Irak’ın ne Türkiye’nin ne de bölgenin hayrınadır. İki ülke arasındaki son ziyaretler, bu ziyaretlerde söylenenler ve takınılan tavırlar da göstermektedir ki, iki ülkenin mevcut yöneticileri bu durumun farkındadırlar. Başbakan Davutoğlu’nun IŞİD tehdidi altında olan Bağdat ile Erbil’i ziyaret etmesi ve müşterek sorunlarla mücadelede ortak çalışma iradesini ortaya koyması, Türkiye’nin IŞİD’e karşı net bir tavrının olduğunu gösterdi ve iyi niyetinin de görülmesini sağlamış oldu. IRAK’TAN ARAP DEVRMLERNE BAKMAK Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı S uriye’de sürecin iç savaşa dönüşmesinin yarattığı istikrarsızlık kuşağında en dikkat çeken bölge hiç kuşkusuz Irak’tı. Merkezî yönetim ile kuzeydeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki çıkar çatışması, Suriye’deki iç savaşın etkileriyle birleştikçe ülkede istikrarsızlık artmaya başladı. Irak’taki Sünnî grupların karar verme mekanizmalarından neredeyse tamamen dışlanmaları, demografik hareketliliklerin hedefi durumuna gelmeleri ve Nuri el-Malikî hükümetinin otoriter yönetimi, Sünnî grupların marjinalize ve kriminalize olma süreçlerini de beraberinde getirdi. 2014 yılının Mayıs-Haziran aylarında Irak’ı tırpanla bir anda ikiye bölen ve Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak bilinen örgütün böyle bir arka plandan beslendiğini ıskalamamak gerekiyor. Bugünkü IŞİD’in öncülü olarak kabul edilen örgütün lideri olan Ebu Musab el-Zerkavî ve Ahmed Fadıl el Halayillah Irak’a ABD’nin işgalinden önce, 2002 yılında gelmişlerdi. Aslında el-Kaide’nin lideri bin Ladin, Zerkavî’den oldukça şüpheleniyordu. Zerkavî’nin aşırı mezhepçi görüşleri dolayısıyla bin Ladin kendisini 2000 yılında Batı Afganistan’a sürgün göndermişti ancak ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Zerkavî’nin bölgedeki etkisinin oldukça yaygınlaştığı görüldü. ABD’nin o dönemki Başkanı Bush’un Irak’a yönelik planlarının netleşmeye başlamasından sonra Zerkavî de Irak’ta ABD işgaline karşı direnecek hücrelerin örgütlenmesini hızlandırdı. Zerkavî ve ekibinin Irak’a geçtiğini bilen Bush yö- netimi bu gelişmeyi kendi lehine değerlendirebilmek adına Saddam rejiminin el-Kaide ile bağı olduğu iddialarını dile getirmeye ve bu çerçevede Irak’ın işgalini meşrulaştırmaya çalışmıştı. Ancak el-Kaide ile hiçbir bağı bulunmayan Saddam yönetimine ilişkin bu itham Bush yönetiminin en büyük skandallarından birisi olarak tarihe geçti. Gelinen noktada IŞİD’i Arap uyanışı sürecinin dışında değerlendirmek sağlıklı bir analiz yapılmasını engelleyecektir. Bu bağlamda Arap dünyasındaki değişimlerin / ayaklanmaların dinamiğinin sağlıklı bir biçimde okunmadığı da söylenebilir. Bu ayaklanmaların bir mantalitesi, bazen ideolojisi de olmakla birlikte aslında hepsinin ortak özelliği, ortaya çıktıkları ülkelerdeki hükümetlerin güçsüzlüğü ve meşruiyet sorunuydu. Yemen’de hükümetler ülkenin güneyindeki aşiret yapılarını ve Zeydîleri karar verme mekanizmalarına dâhil etmemenin yanı sıra üzerilerinde ciddi bir baskı kurdukları için söz konusu gruplar ayaklanma sürecinde silahlanarak hükümete karşı mücadelenin katalizörü ve genellikle taşıyıcısı haline geldiler. Mısır’da Cemal Abdülnasır iktidarından beri İslâmî hareketlere yönelik sistematik baskı ve şiddet rejimi Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi sürecinde önemli bir etken durumundaydı. Suriye’de Beşar Esed’e karşı ayaklanan kesimlerin zihinsel arka planında Hama ve Humus katliamlarının ve bunları yaşatan düşünsel yapıya karşı duyulan öfkenin olduğu unutulmamalı. Bahreyn’de ayaklanan kesimlerin büyük kısmı, ülkenin çoğunluğu ARALIK 2014 33 mak için müdahele edin, müdahale etmiyorsanız IŞİD’i destekliyorsunuz demektir. olmalarına rağmen karar verme süreçlerinin dışında bırakılan Şiilerdi. Irak’taki IŞİD fenomenini de bir ölçüde bu kontekse göre değerlendirebiliriz: Karar verme mekanizmalarının dışında bırakılan Sünnîler ve geri dönüşleri… Diğer bir deyişle Arap Baharı diye adlandırılan devrimler süreci, kişisel ölçütlere göre eksik, hatalı, yanlış biçimler / kisveler altında da olsa durmadan bölgenin dinamiklerini şekillendirmeye devam ediyor. Türkiye IŞİD’i Destekliyor! Ciddi bir krizle karşı karşıya kalan Nuri el-Malikî yönetimi IŞİD’in yarattığı durum derinleşince ABD’den IŞİD’in kontrol ettiği noktalara hava saldırısı gerçekleştirme talebinde bulundu ancak ABD ilk önce bu talebe olumlu yaklaşmadı. Obama Irak’ın merkezî yönetiminin kendi kendini savunma kapasitesinin geliştirilmesi önerisinde bulunmayı tercih etti. Ancak IŞİD’in ilerlemesinin hızlanması üzerine ABD konuyu Galler’deki NATO toplantısında gündeme getirdi. Fakat NATO’nun Galler toplantısının öncelikli gündemi Avrupa’daki güvenlik sorunlarıydı. Daha net biçimde ifade etmek gerekirse NATO’nun Avrupalı müttefikleri öncelikli güvenlik sorununun Rusya’nın “irredantist”1 dış politikası olduğu kanaatindeydi. Dolayısıyla IŞİD ilerlemesine karşı NATO’nun görev alması fikrine çekingen yaklaştı- 34 ARALIK 2014 lar. Neticede ABD öncülüğünde Türkiye’nin de içerisinde olduğu bir uluslararası koalisyon oluştuğu duyuruldu. Oluşan koalisyon IŞİD’in kontrol ettiği lokasyonlara hava saldırıları gerçekleştirmeye başladı. Ancak IŞİD’in sosyal ve siyasal gerçekliğinin boyutu bu saldırılardan sonra daha net biçimde ortaya çıkmaya başladı. Hava saldırıları sonrasında Rakka’daki stratejik güçlerini Suriye’nin kuzeyine yönlendiren IŞİD, Kobane’yi kuşatma altına aldı. Kobane geçtiğimiz iki yıl boyunca Suriye’yi takip edenler açısından oldukça tanıdık bir coğrafya. Zira 2012 yılında PYD lideri Salih Müslüm Suriye’nin kuzeyinde bir özerk yönetim ilân etmişti. Kobane, Afrin ve Cizire ile birlikte bu kanton yönetimin içindeydi, bununla birlikte diğer iki yerleşim biriminin ortasında bulunması nedeniyle özerk yönetimin başkenti gibi görülüyordu. Bu bağlamda IŞİD Kobane’ye hem askerî hem de siyasî anlamda stratejik bir öneme sahip olduğu için yüklendi. Kobane’nin IŞİD tarafından düşürülmesi ihtimali ABD ve Batılı güçlerin IŞİD’le savaşında büyük bir prestij kaybı anlamına geleceği için Kobane üzerinden büyük bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyada Türkiye’ye biçilen rol, biri olmazsa diğeri mutlaka olacaktır gibi ifade edilebilecek bir kurala bağlanarak belirlendi: IŞİD’in ilerlemesini durdur- Türkiye hükümetini IŞİD’le eş konumlandırma çabası Türkiye’nin dış politika çıktılarını biçimlendirme amacı taşıyan spekülatif bir yaklaşımdı. Uluslararası koalisyon her ne kadar IŞİD kuvvetlerine hava operasyonları düzenlese de bu savaşı sona erdirebilmek için bir kara operasyonu şart. Uluslararası koalisyon içerisindeki ülkelerden hiçbirisi bu kara harekâtını düzenlemek istemiyor. Spekülatif haberlerle Türkiye üzerinde oluşturulan baskının sebebi de tam olarak bu. Zira Batılıların Türkiye’den beklentisi Türk ordusunun IŞİD’le gerçekleştirilecek kara savaşını üstlenmesi. Bir anlamda savaşın taşeronluğu Türk ordusuna verilmek isteniyor. Türkiye’nin tezleri ise oldukça basit: Kobane olayları ve IŞİD realitesi Suriye’de devam etmekte olan iç savaştan bağımsız biçimde değerlendirilemez. Eğer IŞİD gibi akut krizler önlenmek isteniyorsa bölgesel istikrarsızlık yaratan Suriye krizinin sona ermesi için de aktif tavır alınmalı. Ayrıca, eğer bir kara harekâtı yapılması planlanıyorsa bu uluslararası koalisyona katılan ülkelerin eş sorumluluğu ile mümkün olabilir. Sonuç Yerine: Çözüm Süreci’nde HDP’nin Kendini “Açık Etmesi” 2012’de Rajova bölgesinde PYD özerk yönetim ilân ettiğinde, o dönem Başbakan olan Erdoğan’ın, “sınırımızda terörist eylemlere ve yapılanmaya müsaade etmeyiz” açıklamasının ardından, BDP yetkililerinden Türkiye’nin Rajova’ya müdahalesinin kabul edilemez olacağı ve çözüm sürecinin sona erdirileceği tehditleri gelmişti. Aradan iki yıla yakın bir süre geçtikten sonra Kobane’de PYD’nin IŞİD’e direnemeyecek kadar güçsüz olduğu ortaya çıkınca bu kez BDP’nin yerini alan HDP Türkiye’yi Kobane’ye müdahale etmeye çağırdı. Türkiye’nin müdahale etmemesi üzerine yandaşlarına sokaklara çıkma çağrısında bulundu ve Türk siyasal hayatına 6-7 Ekim olayları olarak geçecek vandalizme sebep oldu. Siyasî sorumluluktan uzak, şiddeti önceleyen bu çağrının neticesinde 38 insan hayatını kaybederken yüzlerce insan yaralandı. Kütüphaneler, okullar ateşe verildi. Çözüm süreci devam ederken HDP’den gelen bu çağrı ve HDP (BDP) siyasî elitlerinin düşünsel yönelimlerinde yaşanan dönüşümün tek bir sebebi olduğu söylenebilir: Çözüm sü- Irak’taki Sünnî grupların karar verme mekanizmalarından neredeyse tamamen dışlanmaları, demografik hareketliliklerin hedefi durumuna gelmeleri ve Nuri el-Malikî hükümetinin otoriter yönetimi, Sünnî grupların marjinalize ve kriminalize olma süreçlerini de beraberinde getirdi. 2014 yılının MayısHaziran aylarında Irak’ı tırpanla bir anda ikiye bölen ve Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak bilinen örgütün böyle bir arka plandan beslendiğini ıskalamamak gerekiyor. recinin siyaseti normalleştirmesiyle birlikte PKK ve HDP (BDP)’nin bölgede siyasal zemini kaybetmesi. Ölümlerden, gerilimlerden, çatışmalardan, suikastlardan siyasî çıkar sağlamaya odaklanmış örgütsel yapıların var oluş sebebini ortadan kaldıran çözüm süreci Kobane çatışmaları bahane edilerek zayıflatılmak istendi. Siyasetin normalleşme sürecine girmesiyle birlikte bölgede daha etkili olmaya başlayan HÜDA-PAR’ın da Kobane olayları dolayısıyla hedef haline getirilmesi bu tespiti doğruluyor. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist / sol hareketlerin de bu yaklaşımı benimsemeleri ayrıca ele alınması gereken ilginç bir durum. Dipnot 1 İtalyanca kökenli bir sözcük olup dil, din, soy ve kültür birlikteliği olduğu halde herhangi bir devletin sınırları dışında yer alan halk ile söz konusu devletin birleşmesi fikridir. Ancak köken itibariyle negatif bir anlam boyutu vardır. Etimoloji sözlüğünde bu kavram, “yabancı ülke topraklarındaki soydaşları gerekçe ederek yayılma siyaseti” olarak belirtilmektedir. Genelde de siyasal alanda bu anlamda kullanılmaktadır. Bir devletin, kendi sınırına yakın yaşayan soydaşlarının oturduğu bölgeleri ilhak etme politikası olarak anlaşılması söz konusudur. Türk Dil Kurumu, bu kavrama Türkçe alternatif olarak “kurtarımcılık” şeklinde bir sözcük önermektedir. ARALIK 2014 35 DIŞ POLİTİKA OSMANLI’DAN BUGÜNE KAYBEDİLEN TOPRAKLARI GERİ ALMA STRATEJİSİ-2 “İSTİRDAT” Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Evliye-i Selâse’nin İstirdadı Politikası 1828 -1829’daki Osmanlı-Rus Harbi’nin mağlubiyetle sonuçlanması üzerine Ruslara terk edilen Ahıska ve Ahılkelek ile, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin savaş tazminatı olarak Ayastefanos Andlaşması ile verdiğimiz ve Brest-Litovsk’da Rusya’dan zorla geri aldığımız, Mondoros Mütarekesi ile tekrar kaybettiğimiz Evliye-i Selâse (Kars, Ardahan ve Batum vilayetleri)’nin anavatana tekrar katılması mücadeleleri, Türk istirdat politikalarının önemli safhalarından birisidir. Osmanlı Devleti Ruslara bırakmak zorunda kaldığı bu toprakları, bir şekilde geri alma düşüncesini hiçbir zaman terk etmedi. Terk edilen vatan topraklarının istirdadı ve Rusların asimile politikalarına direnmek maksadıyla Evliye-i Selâse’de bir takım gizli teşkilatlanmalar yapıldı. Fahreddin Piroğlu (Erdoğan) “Türk Ellerinde Hatıralarım” adlı kitabında 1899 yılı sonrası Kars’ını anlatırken, gizli “İttihad-ı İslam Cemiyeti”nin mevcut olduğunu, daha sonra bu cemiyetin “Türk İttihadı Cemiyeti” şeklinde değiştiğini ve genişlediğini anlatmaktadır. Daha sonraki yıllarda, İttihad ve Terakki merkez-i umumisinin Dr. Bahaddin Şakir Bey’in vasıtasıyla yönlendirmesi 36 ARALIK 2014 sonucu, Kafkaslar’da ve Azerbaycan’da 1906’dan itibaren “Cemiyet-i İslâmiye”ler teşkil edildi. Bu teşkilatların amacı, Müslüman halkın kimliğini muhafaza etmek ve ayrı düşen vatan topraklarını anavatana bağlamak idi. Andlaşması ile Rusya, Evliye-i Selase’yi Osmanlı Devleti’ne terk etmeyi kabul etti. Anlaşma hükümlerine aykırı olarak, Mavera-i Kafkas Hükumeti’nin Kars, Erzurum ve Batum’u boşaltmaya direnmesi üzerine, Kafkas İslam Ordusu 1. Dünya Savaşına iştirak eden Rusların 1 Kasım bir harekât başlattı ve Sarıkamış, Batum ve Kars’ı 1914’te Kafkas Cephesi’ne saldırmalarıyla, Osman- geri alarak 30 Nisan 1918’de Evliye-i Selase’nin talı Devleti için 1878’de kaybettiği Evliye-i Selâse’yi mamını anavatana kattı. Türk ordusu 15 Mayıs’ta kurtarma umudu doğmuştu. Türk askerleri ve milis- Gümrü’ye girdi. Ermeni ve Gürcüler ile, Batum leri Kasım ayındaki çatışmalarda Artvin, Borçka, Ar- Konferansı’nda imzalanan 4 Haziran 1918’tarihli danuç ve Ardahan’ı Rus işgalinden kurtardı. Ancak, anlaşmalar ile Osmanlı toprakları doğuda Ahıska Ermeni ve Gürcülerden destek taburları oluşturan ve Ahılkelek’in katılmasıyla da 1828 sınırına ulaştı. Ruslar, 1915 yılının ilk aylarında bu yerleri geri aldıNahçıvan’ın Osmanlı Devleti’nde kalması ile lar. Trabzon ile birlikte, Erzurum, ErzinAzerbaycan’la hudut birliği sağlancan, Muş, Van ve Bitlis de dâhil oldı. Kafkas İslam Orduları Gümmak üzere Doğu Anadolu’nun rü, Gence, Bakü, Derbent, 30 Ekim 1918’de pek çok yerini işgal ettiler. Petrausk-Demirhan’ı işgal imzalanan Mondoros Ancak, 1917 yılı başettiler. Brest-Litovsk Mütareke’sinden hemen sonra, larında Rusya’da baş hükümAnlaşması memleketin İtilaf devletleri gösteren ayaklanmalerine göre Haziran tarafından işgali ihtimaline karşı, lardan sonra, Rus or1918’de yapılan pleAnadolu’da gayr-ı resmi bir mücadele dusu işgallerini durbisitte, halkın büyük organize etmek ve işgal altında durdu. 1917 Mart çoğunluğu Osmanlı hareket kaabiliyeti sınırlandırılmış İhtilali’nden sonra Devleti’ne katılma olan İstanbul Hükumeti’ni çıkarılan af dolayısıyyönünde oy kullandı. rahatlatmak amacıyla Anadolu’da la, Rusya’nın çeşitli Doğuda her şey lehe bölgelerine sürülen milli bir idare kurmak üzere giderken OsmanTürkler geri döndüler, faaliyete geçilmesi de lı Devleti’nin 30 Ekim hızla Kars’ta kurulan tipik bir istirdat 1918’de imzalamak zo“Gizli İslam Komitesi”nin projesidir. runda kaldığı Mondros Müşemsiyesi altında teşkilatlantarekesi, Osmanlı ordusunun maya başladılar. Komite üyeleri halkı teşkilatlandırmak ve silahlandırGüney Kafkasya’yı terk edip, 1914 mak üzere, Kağızman, Sarıkamış, Oltu, Göle, hudutları gerisine çekilmesini, Batum’un ve Akbaba, Zarşat, Şüregel, Ardahan, Azgur, Ahıke- Bakü’nun müttefiklerce işgal edilmesini öngörülek, Ahıska, Hırtıs ve Koblıyan ilçelerinde İslam Ko- yordu. Türk askerinin çekilmesi, Elviye-i Selase miteleri kurdular. havalisinin Ermeni ve Gürcülerin işgaline açık hale Rusların işgal ettikleri Doğu Anadolu’yu terk eder- gelmesi anlamına geliyordu. Harbiye Nezareti’nin ken silahlandırdığı Ermeniler, Müslümanlara kar- terhis emrini verdiği 5 Kasım 1918 günü, Kars’ta şı korkunç katliamlara girişmişlerdi. Erzurum’dan yaşayan Müslüman halk, “Kars Milli İslam Şûrası” Kafkasya’ya kadar olan bu bölgede milis kuvvetler adı altında bir teşkilat kurdular ve Nahçıvan, Ahıska Ermenilere karşı direniyorlardı. Bu katliamlar kar- ve Batum’a kadar olan Türk bölgelerine telgraf ve şısında Türk Ordusu 12 Şubat 1918’den itibaren mektuplar göndererek bu milli müdafaa teşkilatının harekâta girişti. 3 Mart 1918’de, Brest-Litovsk şeh- şubelerini kurmalarını istediler. 9. Ordu Kumandarinde Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Osmanlı nı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’nın komutasındaDevleti ile Rusya arasında imzalanan Brest-Litovsk ki Kafkas Türk Ordusu bu bölgeyi terk etmeden ARALIK 2014 37 önce 14 Kasım’da yapılan kongrede “Milli İslam Şûrası Merkez-i Umumisi” adıyla bir de hükümet oluşturuldu. Harbiye Nezareti, 4 Aralık 1918 tarihli telgrafla, ordudan silah ve malzeme verilmek suretiyle, (Mayıs 1918’de Enver Paşa tarafından Fahrî Alay Komutanı sıfatıyla Kars’a gönderilmiş bulunan) Cihangirzâde İbrahim komutasındaki Şura Milis Kuvvetleri’nin Evliye-i Selâse’deki Türkleri korumaları emrini verdi. rafından son verildi. Hükûmet üyeleri ile memurlardan 12 kişi tutuklanarak Malta’ya sürgüne gönderildi. İngilizler 30 Nisan 1919 günü Kars’ı Ermenilere teslim ettiler. Ermeniler kendilerine teslim edilen havalide Müslümanlara karşı katliamlara giriştiler. Ta ki, 30 Ekim 1920’de Kazım Karabekir Paşa tarafından kurtarılana kadar… Ermeniler, Kars, Sarıkamış, Kağızman ve Ardahan’a hâkim olmalarına Türk ordusunun çekilmerağmen, diğer ilçelerde kuKurulan sinden sonra, Milli İslam rulan şuralar bilhassa Oltu Türkiye Cumhuriyeti de Şûrası 17/18 Ocak 1919 şurası, Kars’ın kurtuluistirdat politikalarını günü bir kongre yaşuna kadar mücademiras olarak Osmanlı Devleti’nden parak, “Cenubigarbi leye devam ettiler. devralmıştır. Ancak, bu dönemdeki Kafkas Hükumeti Cenûbigarbi Kafkas istirdat politikaları, Osmanlı Muvakkate-i MilHükümeti’nin İngiDevleti’nin Müslüman ahaliyle liyesi” adı altında lizler tarafından dameskûn yerlerin gayrimüslim geçici bir hükuğıtılmasından sonra işgalinden kurtarılmasına dayalı met kurdu, ertesi Kars’la bağlantısı politikanın daraltılmış şekli gün, 18 maddeden kesilen Oltu İslâm olarak Türklerin yaşadığı bölgenin oluşan anayasasını Şûrası, memleketi anavatana bağlanması ya da onayladı. Bu anayasasonuna kadar savunhimayesi altına alınması nın 11. maddesinde “İtima ve düşmana teslim şeklinde uygulanmıştır. laf devletleri, doğu Türkiye etmeme kararı aldı ve 25 illerini alıp başka bir millete Mayıs 1919 tarihinde bağımvermek isterse Cumhuriyetimiz sız “Oltu İslâm Şûra Hükümeti”ni Türkiye’den ayrılmamayı kesin olarak kurdu. Hükümet başkanlığına da Yukabul etmiştir.” hükmü yer alıyordu. Hükümet suf Ziya Bey getirildi. Oltu İslâm Şûra Hükümebaşkanlığına, Edirne’nin istirdadından tanıdığımız ti, Karınca Düzü’nden Kaleboğazı’na, Artvin’den Cihangirzâde İbrahim Bey getirildi. İbrahim Bey, Bardız ve Narman yaylalarına kadar olan bölgede Fahrî Alay Komutanı sıfatını da taşıyacaktı. Seçimle faaliyet gösteriyordu. oluşturulan 60 üyeli meclis, 1 Mart 1919’da çalışHükûmet kurduktan sonra, Ermeni, Rum ve İngiliz malarına başladı. Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti baskısı altında kalan Oltulular 12 Kasım 1919’da Muvakkate-i Milliyesi, 25 Mart 1919’da “Cenubî “Yüce Maksat Programı”nı ilan ettiler. 63 delege bu Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi” adını aldı. programa sadık kalacaklarına dair Kur’an-ı Kerim Bu hükumetin yönetiminde Arpaçay, Sususuz, üzerine yemin ederek metni imzaladılar. Bu progKars/merkez, Selim, Sarıkamış ilçelerini içine alan ramda; millî saadetin temini için bütün MüslümanKars Sancağı ile, Çıldır, Ardahan/Merkez, Göle, ların “Albayrak” altında birleşmeleri lazım geldiği, Hanak ve Posof ilçelerini içine alan Ardahan sanesas gayenin İslâm hâkimiyetini yaşatmak olduğu, cağı çekirdek olmak üzere, Batum Sancağına bağlı Oltu’yu yüce halifelik makamına bağlamak için çaBatum/Merkez, Murgul (Göktaş), Borçka, Ardanuç, lışılacağı, bölge halkını Rum, Ermeni ve Gürcü zulArtvin, Acara, Şavşat bulunuyordu. Bu devlet, 1 münden kurtarmanın bir görev olduğu açıklanıyormilyon 738 bin nüfusa sahipti. du. Bu programda İslâm Şûrası, “Oltu İslâm Terakki Cenubî Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi’ne, Fırkası” adını aldığını açıklıyor, bayrağı ve mührünü 13 Nisan 1919’da Meclis’e giren İngiliz askerleri ta- ilan ediyordu. 38 ARALIK 2014 Evliye-i Selâse’nin vatan sınırları içerisinde sayılması hem Erzurum hem de Sivas Kongresi’nde karar altına alınmıştı. Ayrıca, son Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ın ilan ettiği Misâk-ı Milli hudutları içerisine de dâhil edilmişti. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca, 17 Mayıs 1920’de Yasin Haşimoğlu TBMM’ne katıldı. TBMM kendisini Oltu Sancağı Milletvekili olarak kabul etti. Aynı oturumda Oltu’nun Anavatanla birleştiği alkışlarıyla ilan edildi. Böylece 13 aylık bağımsız Oltu Şura Hükümeti sona erdi. Ermenilerle yapılan 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Andlaşması ile Kars, Sarıkamış, Kağızman, Kulp ve Iğdır kati olarak Türk topraklarına katıldı. Anadolu’nun İstirdadı Politikası 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondoros Mütareke’sinden hemen sonra, memleketin İtilaf devletleri tarafından işgali ihtimaline karşı, Anadolu’da gayr-ı resmi bir mücadele organize etmek ve işgal altında hareket kaabiliyeti sınırlandırılmış olan İstanbul Hükumeti’ni rahatlatmak amacıyla Anadolu’da milli bir idare kurmak üzere faaliyete geçilmesi de tipik bir istirdat projesidir. Mondoros Mütareke’sinden hemen sonra, Erkan-ı Harbiye muhtemel düşman işgaline karşı direnişe geçmek üzere sivil halkı teşkilatlandırmaya başladı. İlk önce 2 Kasım 1918’de, Trakya toprağını Yunanlılara kaptırmamak için I. Ordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’nın önderliğinde “Trakya Paşaeli Müdafaai Osmaniye” derneği kuruldu. İşgalin başlamasından sonra bunu 2 Aralık 1918’de “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti”nin kurulması takip etti. Bu cemiyetin kurulduğu sıralarda aynı maksatla “Müdafaa-i Vatan Heyeti” çalışmalara başladı (İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün önce bu kuruluş “Redd-i İlhak” adını almıştır). Doğu illerimizin Ermeniler’e verilmesini önlemek maksadıyla, 4 Aralık 1918’de “Vilâyet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti”, Adana yöresindeki işgale karşı 21 Aralık 1918’de “Kilikyalılar Derneği”, Pontus Rumları’nın talep ve saldırılarına karşı 12 Şubat 1919’da “Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti” kuruldu. Edirne’nin istirdadı ile bir proje ve model olarak hayata geçirilen İSTİRDAT anlayışına göre, gayri resmi çeteler düşmanla savaşacak ancak onların faaliyetlerinden resmi devlet sorumlu olmayacak, hat- ta politik olarak sıkıştığında devlet istirdat politikası uygulayıcılarını hain ilan edecektir. Proje, kurtarılan topraklarda bir meclis teşkili ve cumhuriyet şeklinde bir devlet kurulması ve bu devletin esas devlete bağlanma kararı alarak kendini fesh etmesiyle sonuçlanacaktı. Nitekim, 15 Mayıs 1919’da Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa, Harbiye Nazırı Cevat Paşa ve Mustafa Kemal arasında yapılan, Fevzi Paşa’nın “Üçlü Misak” adını verdiği 5 maddelik görevlendirme belgesinin 3 ve 4’üncü maddeleri bahsettiğimiz istirdat projesine işaret etmektedir. “3- İstanbul Hükûmeti tamamen İşgal Kuvvetlerinin elinde esir olduğundan buradan verilecek emirlerin icra edilmemesi. 4- Milli galeyandan istifade olunarak (Kuvayi Milliye) teşkili ve Milli İdare vücuda getirilmesi.” Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderildikten sonra, 14 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan Padişaha çektiği telgraf, tam da bu projeye uygun hareket edildiğini göstermektedir. “Son huzur-ı şahanelerinde şerefmüsûl duyurulduğumda (kabul edildiğimde) İzmir Vak’a-i mü’limesinden (elim İzmir vakâsından) pek mahzun olan kalb-i hümayunlarının bu nokta-i necâta ait ilhâmâtı ve bu anda dahi hafıza ârâ-yı intibâhımdır (kurtuluş noktasında verdiğiniz ilhamlar hafızamda hala canlıdır). İlkâ-yı mülkdârilerinden mülhem azm-i iman ile vazife-i âcizanemde müdavim bulunuyorum. (Şahsınızdan aldığım ilham ile azm-i iman ederek vazifeme devam ediyorum).” “…Bin-netice bariz bir surette tahakkuk ediyor ki millet baştan aşağı uyanık olup istiklâl-i millet ve devleti ve hukuk-ı âliye-i saltanat ve hilâfeti teyit için kavî bir azim ve iman ile mücehhez bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız olduğunu tahayyül edemezdim.” “…Eğer icbâr edilirsem (zorlanırsam) memuriyet-i âcizânemden istifa ederek kemakân Anadolu’da ve sîne-i millette kalacağım ve vezâif-i vataniyeme bu kere daha sarîh hatvelerle (açık adımlarla) devam edeceğim. Ta ki mazhar-ı istiklâl ve saltanat ve hilâfet-i muazzama-i hümayun masun-ı indirâs (saltanat ve hilafet makamı mahvolmaktan ARALIK 2014 39 antlaşma yürürlüğe girdi. Fransa ilk iş olarak, Suriye hastalığı giderek ağırlaşmasına rağmen Atatürk ve Lübnan’ı; Halep, Şam, Lübnan ve Alevi Lazkiye güneye ordu denetleme gezisine çıkarak Mersin devletleri adı altında dörde böldü. Bunlara ek olarak ve Adana’ya gitti. Mayıs 1938’de Türkiye hududa da Halep’e bağlı İskenderun Özerk Sancağını kurdu. 30.000 kişilik bir kuvvet yığdı. Bir yandan tüm bu toprakları “Böl ve Yönet” ilkesine Almanya’nın 1938 Martı’nda Avusturya’yı ilhakı göre Suriye’den ayırırken, diğer yandan her devlet karşısında Fransa, Mihvere karşı Doğu’da kuvvetiçinde kendi yönetimine bağlı bir merkezileştirme li bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyordu. Boğazların da süreci işletiyordu. Bu durum genel bir memnuniyet- Avrupa’da artan kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle sizliğe yol açtı ve 1925’de Arap milliyetçileri giderek önemi de artmıştı. Haziran 1938’de Antakya’da tüm bölgelere yayılan bir ayaklanma başlattılar. Söz Türk ve Fransız Askerî heyetleri arasında yapılan konusu ayaklanmayı bastıran Fransa, 1 Ocak görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938’de 1925’te Halep ve Şam devletlerini biranlaşma imza edilerek Hatay’ın topleştirdi. Bundan bir gün önce de, rak bütünlüğü ile siyasî statüsünü Sancak’a ilişkin bir kararname Hatay’ın korumak amacı ile her iki devyayınlayarak, bölgenin Suriye let 2500’er kişilik askerî kuv1938’de istirdadı ile devletine yani Şam’a bağlanvet göndermeyi kabul ettiler. Kıbrıs Adası’nda yaşayan dığını bildirdi. Bu anlaşma daha yürürlüğe uzak) olsun. Lâyezal-i sadâkat-i abidânemin daima mütezâyid olduğuna (zeval bulmaz kulluğumun daima artarak devam edeceğine) itimâd-ı şahânelerini arz ve istirhâma mücâseret (cesaret) eylediğim muhât-ı ilm-i âli buyruldukta ol bâbta. Üçüncü Ordu Müfettişi Fahri Yaveri Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal.” İşgal kuvvetleri tarafından tazyik altında bulundurulan Damat Ferit hükümeti tarafından 8/9 Temmuz gecesi, daha önce öngörüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın görevinden azledildiği kendisine bildirdi. Üçlü mutabakatta tayin edildiği üzere Ankara’da 23 Nisan 1920’de Meclis açıldı ve “Milli bir İdare” kuruldu. Ancak, tipik istirdat projesine göre tesis edilen milli idarenin şartlar olgunlaşınca esas devlete bağlanması ve kendisini fesh etmesi gerekirken bu defa tersi oldu. Anadolu’daki yeni teşkil edilen idare Osmanlı Hükumetini ve Hilafeti yutarak yok etti. Cumhuriyet Döneminde İstirdat Politikaları Kurulan Türkiye Cumhuriyeti de istirdat politikalarını miras olarak Osmanlı Devleti’nden devralmıştır. Ancak, bu dönemdeki istirdat politikaları, Osmanlı Devleti’nin Müslüman ahaliyle meskûn yerlerin gayrimüslim işgalinden kurtarılmasına dayalı politikanın 40 ARALIK 2014 daraltılmış şekli olarak Türklerin yaşadığı bölgenin anavatana bağlanması ya da himayesi altına alınması şeklinde uygulanmıştır. Hatay’ın 1938’de istirdadı ile Kıbrıs Adası’nda yaşayan Türklerle meskûn bölgenin 1974 yılında istirdadına yönelik politikalar bu devamlılığı açıkça göstermektedir. Hatay’ın İstirdadı 9 Kasım 1918’de İngiliz birlikleri Mondros’un 7. maddesine dayanarak Sancak’ı işgal ettikten sonra, Sykes-Picot anlaşması gereğince bölgeyi Urfa, Antep, Adana ve Mersin’i de işgal etmiş olan Fransız birliklerine bırakmışlardı. Uluslararası meşruiyet kazanmak isteyen Ankara Hükumeti, ilk uluslararası anlaşmayı 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzaladı ve Ankara itilâfnamesi adı verilen bu anlaşma ile Misak-ı Milli sınırları içinde kabul edilen Sancak bölgesini Fransa’ya bıraktı. Bu itilâfnamede, İskenderun Sancağı Suriye’den ayrılarak farklı bir statüye tabî tutuluyordu. Anlaşmanın 7. maddesine göre, bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağı ve Türk parasının orada resmî mahiyet taşıyacağı öngörülmekteydi. 29 Eylül 1923’te, Milletler Cemiyeti tarafından onaylanan, Suriye’nin, Fransa’nın mandası olmasına ilişkin Türklerle meskûn bölgenin girmeden, 29 Haziran’da İngiltere’nin bölgede man1974 yılında istirdadına toplanan Hatay Meclisi oy da yönetimlerinin sona erbirliğiyle Türkiye’ye katılma dirilmesi hususundaki zoryönelik politikalar bu kararı aldı. Fransız askerleri lamalarıyla, 8 Eylül 1936’da devamlılığı açıkça Hatay’dan çekildiler. Bu muFransa, Suriye’deki manda göstermektedir. tabakat sonucunda Türk orduidaresine son verdi. Ancak su 4 Temmuz 1938’de Hatay’a mandayı sona erdiren anlaşmada girdi. Yapılan seçimler sonucunda Sancak’ın durumundan söz edilmiMeclis 2 Eylül 1938’de ilk toplantısını yordu. Bu durum Türkiye’de, Sancak’ın yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyetini ilân etti. kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırmıştı. Türk Daha sonra uluslararası süreç ikmal edildi ve TürHükümeti, 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti kiye Büyük Millet Meclisi 7 Temmuz 1939 tarihli bir Asamblesi’nde ve daha sonra 9 Ekim 1936’da da kanun ile Hatay ilini kurup Türkiye’ye bağlanma işFransa’ya verilen bir nota ile Türk görüşünü şöyle lemini hukuken gerçekleştirdi. bildirmişti: Kıbrıs’ın İstirdadı Politikası “Fransa mandası çerçevesi içerisinde Suriye ve Lübnan’ın elde ettiği tekamül doğru ve haklı bir benzeyiş sebebiyle, İskenderun ve Antakya’ya da teşmil edilmelidir ve tâbi oldukları vesayetten sonra Suriye ve Lübnan’a bahşedilen istiklâl İskenderun’un muahedat ile müstefit olacağı geniş otonomiden sonra bu mıntıka içinde tanınmalıdır.” 93 Harbinde (1877/1878) İngiltere Krallığı, Rus ordularının geri püskürtülmesinde yardımcı olmak vaadi karşılığında Kıbrıs Ada’sını Osmanlı Devleti’nden kiralamıştı. Böylece İngiltere, Süveyş Kanalı’na yakın bir ada üzerinden Hindistan’a giden yolun güvenliğini garantiye almış oluyordu. 15 Nisan 1938’de yapılması öngörülen seçimleri düzenlemek ve denetlemek üzere Milletler Cemiyeti tarafından Sancak’a gönderilen Seçim Komitesi 1937 yılında çalışmalarını sürdürdü. Seçim Komitesi’nin Ankara’ya danışmaksızın bir Seçim Yönetmeliği hazırlayarak Milletler Cemiyeti Konseyi’ne göndermesine sert tepki gösteren Türkiye, 23 Aralık 1937’de, 1930 tarihli Türk-Fransız Dostluk Antlaşmasını feshetti. 29 Mayıs 1938’de Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya savaşına Almanya yanında katılması üzerine, İngiltere Bakanlar Kurulu 5 Kasım 1914 günü hem Osmanlı Devletine resmen savaş ilân etti hem de Kıbrıs’ı ilhak kararı aldı ve her yıl ödemesi gereken 92.799 Sterlin kira ödemesini durdurdu. İngiltere savaşın sonlarına doğru, 27 Kasım 1917’de yayınladığı bir “Krallık Konseyi Emri” ile, ada halkına İngiliz vatandaşlığına geçmeleri için iki yıllık bir süre tanıdı. İngilizlerin bu ARALIK 2014 41 DIŞ POLİTİKA haksız emrivakisi karşısında İngiliz vatandaşı olmak istemeyen binlerce Türk Anadolu’ya göç etti. 20 Temmuz 1923’te kabul edilen Lozan anlaşmasının 20. maddesi ile ada Türkiye tarafından hukuken de İngiltere’ye bırakılmış oldu. TMT 1958-1963 yıllarında uykuya yattı ve hiçbir iz bırakmadı. Uyku ve suskunluk hali, 21 Aralık 1963 gününe kadar devam etti. Bu tarihte yeraltından çıkan örgüt, 20 Temmuz 1974 tarihine kadar tarihi direnişini yaptı. Kıbrıs Adası, İngiliz Kraliyet Kolonisi olarak ilan edildi TMT’nin gizli olarak kurulması nedeniyle, faaliyetleve bu statü 1925-1960 yılları boyunca devam etti. rinin pek çoğu devlet resmi kayıtlarına geçmeden, Ocak 1950 tarihinde Rum Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs şifahen yürütülmüştü. Askeri depolardan çürük Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum dü- gösterilmek suretiyle alınan silahlar, Yassıada yarzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın % gılamalarında Adnan Menderes’in taraftarlarını si90’ı Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi lahlandırmak için kullandığı iddiasıyla suçlanmasına olan Enosis lehinde oy verdi. Enosis’i gerçekleştir- neden oldu. Fakat uykuda olan teşkilatı deşifre etmek isteyen Rumlar silahlanmaya başladılar. Yunan memek için ne Adnan Menderes ne de Fatin Rüştü Devleti, 1955 yılında kurduğu EOKA teşkilatı vaZorlu hakikati açıklamadılar. Genel Kurmay sıtasıyla, Kıbrıs’ı ilhak etme ve Enosis’i Başkanı Cevdet Sunay’dan başka, gerçekleştirme peşine düşüp, adahiçbir Milli Birlik Komitesi üyesi da yaşayan Türk halkına karşı teşkilatı bilmiyor, TMT’yi Adnan şiddet eylemelerine başladı. Menderes’in gizli sivil örgütü Bahsettiğimiz istirdat sanıyorlardı. Neticede, bu politikalarının, Osmanlı’dan Dönemin Dışişleri Bakanı istirdat politikasının fikir Fatin Rüştü Zorlu’nun GeCumhuriyet’e intikal eden ve babası olan sivil siyanelkurmay 2. Başkan Ordevamlılık gösteren devlet setçiler idam sehpasına general Salih Coşkun’a politikası olduğu görülmektedir. yollanırken, T.M.T.’nin teklifi üzerine, Türk halkurucu ve yönetici kadİstirdat politikasının muhatabı kının can ve mal varlığıroları da 1960 darbesini ve çerçevesi, konjonktüre nın korunması amacıyla yapan resmi otorite taragizli bir teşkilat kurulması ve hâlihazırdaki devletin fından tasfiye edildiler. kararlaştırıldı. Bu işle vazi- AVRUPA’DA YAYGINLAŞAN YENİ İSLAM DÜŞMANLIĞI TRENDİ: KUTSALA SALDIRI VE CAMİ KUNDAKLAMALARI hedeflerine göre farklılık felendirilen Daniş Karabelen Bu teşkilatın örgütlediği digöstermektedir. Paşa, direniş örgütünü projereniş hareketi 1974 Kıbrıs lendirmek üzere Binbaşı İsmail Harekâtına kadar faaliyetine deTansu’yu görevlendirdi. İsmail Tansu vam etti. 1974 harekâtı ile Kıbrıs’ın hazırladığı projenin adını (KİP) koymuştu. Yunanistan’a ilhakı önlendi ve Kuzey Kıbİsmail Tansu, projeyi Genelkurmay İkinci Başkanı rıs Türk Cumhuriyeti kurularak, Türklerle meskûn Cevdet Sunay’a sunduğunda Cevdet Paşa proje- kısmı istirdat edildi. nin kapağındaki “KİP” rumuzunun anlamını sormuş, Sonuç İsmail Tansu “Bir ad koymak lazımdı bu projeye. Bu adı Kıbrıs’ı geri almak anlamında olan ‘Kıbrıs İstirdat Yazımızda bahsettiğimiz istirdat politikalarının, Projesi’ olarak düşündük ve onun için de KİP dedik” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden ve devamlıcevabını vermişti. lık gösteren devlet politikası olduğu görülmektedir. İstirdat politikasının muhatabı ve çerçevesi, kon1958 Nisan’ında, Başbakan Adnan Menderes’in onayı ile direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkila- jonktüre ve hâlihazırdaki devletin hedeflerine göre tı (T.M.T.) kuruldu. O sırada, emekliliği gelen Da- farklılık göstermektedir. niş Paşa istifa ettirildi ve sivil olarak Özel Harp Dairesi’nin başında kalması ve (T.M.T.)’yi yönetmesi sağlandı. Teşkilata alınan gençler anavatanda eğitildi, silahlı kuvvetler envanterinden hurda olarak çıkarılan silahlarla bu teşkilat techiz edildi. 42 ARALIK 2014 Türkiye’nin ilgi alanına giren coğrafyadaki muhtemel devlet yapılanmalarının, dost ya da hain tanımlamalarının bu politika çerçevesinde yeniden düşünülmesi ve değerlendirilmesi gözden uzak tutulmamalıdır. Yrd. Doç. Dr. Müşerref YARDIM* Öğretim Üyesi 11 Eylül ve IŞİD, Bir Madalyonun İki Yüzü B ugün çok kültürlü ve demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden Avrupa’dan gün geçmiyor ki Müslümanların her alanda dışlandıkları, ayrımcılığa uğradıkları, şiddete maruz kaldıkları ve cami gibi kutsal mekânlarına saldırıldığı haberleri gelmesin. Bu saldırıların son günlerde ivme kazanmasının nedenleri arasında Orta Doğu’da meydana gelen olaylar ilk sırada zikredilebilir. Avrupa medyasının geçmişte olduğu gibi ülke dışında yaşanan olayları ülkede yaşanıyormuş gibi yansıtması, Avrupa toplumlarında İslam’a ve Müslümanlara karşı var olan nefret ve düşmanlığın artmasına sebebiyet vermiştir. 1989 yılında Salman Rushdi olayı, 90’lı yıllarda Saddam Hüseyin ve Irak, Cezayir ve İran meseleleri ile birlikte Avrupa yazılı ve görsel medyası, kin, nefret ve düşmanlık konusunda okuyucusuna ve izleyicisine yeni perspektifler sunmuştur. Bu tarihlerden itibaren kavram kargaşası ile birlikte “ılımlı” ile “radikal/ İslamcı” olarak Müslümanlar arasında ayrım çabaları ARALIK 2014 43 yoğun bir saldırı altında oldukları resmi makamlarca ifade edilmektedir. Hoşgörüsüzlük yansıması olan cami kundaklama ve saldırıların sayısı yaşanan son olayların da etkisiyle Avrupa ülkelerinde zirve yapmıştır. Avrupa ülkelerinin yetkili makamlarından ve sivil toplum kuruluşlarından ardı ardına yapılan açıklamalar bu tespitleri teyit etmektedir. Almanya’da IŞİD’le birlikte terör tehdidi bahanesiyle Müslümanlara yönelik saldırılar katlanarak artmıştır. Resmi kayıtlara göre, Almanya’da 2001-2011 yıllarında camilere yılda ortalama 22 saldırı düzenlenirken, bu rakam 2012 yılında 35’e, 2013 yılında da 37’ye çıkmıştır. Son iki yılda camilere yapılan saldırılar 80’nin üzerinde olup, son gelişmelerle birlikte, bir kaç haftada Berlin, Bielefeld, Oldenburg ve Köln camileri de dâhil olmak üzere onlarca caminin hedef alındığı açıklanmıştır. Son saldırı haberi ise 11 Ekim 2014 tarihinde Bad Salzuflen’deki Vahdet Camii’nden gelmiştir. göze çarpmaktadır. 11 Eylül saldırılarının ardından, Amerika’nın ideolojik gerekçelerle yaptığı ancak, “özgürlük”, “demokrasi” ve “terörü sonlandırma” gibi kılıflarla sunulan Afganistan ve Irak işgalleri, gündelik hayatın bir parçasıymış gibi algılarla İslamofobik saldırıların bayağılaştırıldığına şahit olmaktayız. 11 Eylül saldırıları ile alevlenen kavram kargaşası ile birlikte “İslam terörizmi” teorisi meşru bir zemine oturtulmuştur. Bu noktadan itibaren medyasıyla, siyasetçisiyle ve sivil toplum kuruluşlarıyla Avrupa’da sözde “teröristlere” yani Müslümanlara ve dolaylı yoldan da İslam’a karşı açık savaş açılmıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra 2004 Madrid ve 2005 Londra saldırıları, 2006 karikatür krizi ve Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması ile durum daha da kötüleştirilerek bugün içinde bulunduğumuz hassas ortam oluşturulmuştur. Son olarak Suriye ve Irak’ta yaşanan olaylar ardından IŞİD saldırıları Avrupa’da Müslümanları “istenmeyenler” kategorisine koymuştur. Medya, 11 Eylül saldırısıyla birlikte İslam’ı ve Müslümanları şiddetle, vahşetle ve terörizmle bağdaştıran haberlerini bugün de IŞİD saldırıları üzerinden sürdürmekte ve Müslümanları hedef göstermeye devam etmektedir. Ortaya atılan “İslami terörizm” kavramıyla birlikte medya “bizler ve onlar” ayrımıyla ötekileştirme ve dışlama sürecini hızlandırmıştır. Üstelik Avrupa ülkelerinde çıkarılan anti-terör ya- 44 ARALIK 2014 salarıyla birlikte Müslümanların can güvenliği, mal edinme ve seyahat özgürlüğü ile özel hayat gibi en temel hak ve özgürlüklerinin ihlali yapılmaktadır. Bugün gelinen noktayı en iyi özetleyen açıklama Almanya Kuzey Ren Vestfalya (KRV) eyaletinin Yeşiller partisinden gelmiştir. Yapılan açıklamada, Avrupa’da son dönemlerde Müslümanlara karşı artan saldırıların ve özellikle de cami saldırılarının Hitler dönemini hatırlattığı ifade edilmiştir. İbadethanelere Saldırı-Cami Kundaklaması Katledilen binlerce Müslümana hiçbir vurgu yapılmazken, öldürülen 3 batılı gazeteciye odaklanan Avrupa medyasının, IŞİD saldırılarını, biraz da abartarak yayınlaması Avrupa’daki var olan korku kıvılcımını yeniden alevlendirmiştir. Yayınladıkları intihar saldırıları, infaz görüntüleri ve tehdit haberleriyle adeta IŞİD terör örgütünün yayın organı gibi çalışan Avrupa medyasının, “IŞİD, İslam’ın kendisidir” algısı oluşturma çabası gözden kaçmamaktadır. Medyanın kullandığı nefret dili ve kavram kargaşasıyla birlikte Müslümanlardan nefret etme, kutsal değerlere hakaret ve kutsal mekânlara saldırılar meşru bir zemine oturtulmuştur. Avrupa ülkelerinde artan Müslüman nüfusla birlikte cami ve mescit sayısı da artış göstermektedir. Ancak referandum ve kamuoyu yoklamalarıyla Avrupa’da tartışma konusu yapılan camilerin son haftalarda İngiltere’de Müslümanlara yönelik saldırıları takip eden “Tell Mama” grubu, Müslümanlara karşı nefret suçlarının artmasındaki en büyük nedenin Irak’ta ve Suriye’de yaşanan son gelişmeler olduğunu belirtmiştir. Tell Mama’nın verilerine göre, Amerikalı gazeteci James Foley’nin terör örgütü IŞİD tarafından infaz edilmesinin ardından aynı ay içinde İngiltere’de yüzlerce Müslüman hedef alınmıştır. Ayrıca İngiliz Ulusal Partisi’nin (BNP) eski üyeleri tarafından kurulan “Britain First” grubu üyeleri Londra Crayford semtindeki bir camiye saldırı düzenlemiştir. Aşırı sağcı gruba göre caminin kadın ve erkek girişlerini gösteren işaretler eşitlik ilkesine aykırıdır. Fransa’da da durum pek farklı değildir. Fransız rehine Herve Gourdel’in Cezayir’de infaz edilmesinden sonra Fransa’da da 11 Eylül’den bu yana gündemden düşmeyen İslam ve Müslümanlar tekrar tartışmaların merkezine oturtulmuştur. Son gelişmelerle birlikte Fransız yazılı medyasının ağır toplarından Le Monde gazetesinin tutumu da tepkilere neden olmuştur. Le Monde Gourdel’in infazının ülkede dehşetle karşılandığı haberini yaparken ayrıca, her Müslüman’a İslam adına yapılan bu vahşetlerin kendileriyle ilişkilendirilemeyeceğini ve terör örgütüyle bağlantılarının olmadığını göstermek için yürüyüş ve etkinlikler düzenlemeleri çağrısında bulunmuştur. Böylelikle algı, önyargı ve stigmatizasyon kurbanı olan Fransa Müslümanlarının etraflarındaki çember ibadethanelerine yapılan saldırılarla iyice Orta Doğu ve IŞİD saldırıları, tüm dünyada olduğu gibi İslam Dünyası ve Müslümanlar üzerinde de 11 Eylül etkisi oluşturmuş olsa da aslında nefret ve düşmanlığa eklenmiş son halka görünümündedir. daralmaktadır. Onlarca kundaklamanın son örneği Besançon kenti Pontarlier kasabasındaki bir cami önüne bırakılan domuz yavrusu leşidir. Fakat aynı caminin kapısı ocak ayında da gamalı haç ve Nazi selamı “SS” simgeleri ile tahrip edilmiştir. Avusturya’da IŞİD saldırıları ile birlikte İslamofobik tutumlarda gözle görülür bir artış olduğu farklı kesimler tarafından ifade edilmektedir. Bu tutumlardan bazıları: dini sembollerin yasaklanması, Müslümanlara sözlü hakaret ve fiili saldırı, kamuda dini görevlerini yerine getirenlerin İslamcı radikal gruplara üye olma ihtimali olanlarını ihbar etme... Son bir ayda resmi kayıtlar başörtüsünden dolayı saldırıya uğrayan bayan sayısının 3 olduğunu açıklasa da aslında bu sayının çok üstünde bir rakam zikretmek mümkün. Ayrıca geçtiğimiz günlerde inşaatına devam edilen cami ve imam hatip okulu da Nazi işaretli saldırılardan nasibini almıştır. Diğer Avrupa ülkelerinde de aynı nefret ve düşmanlık rüzgârı esmektedir. Benzer tablo Avrupa’nın göbeğinde, Belçika, Hollanda, İspanya ve Balkan ülkelerinde de görülmektedir. Müslümanlara karşı işlenen nefret suçları ve söylemleri, ibadethaneler gibi kutsal mekânlara saldırılar, İnsan Hakları Beyannamesi ile güvence altına alınan ve anayasal hak olan din ve vicdan özgürlüğünü ihlaldir. Orta Doğu ve IŞİD saldırıları, tüm dünyada olduğu gibi İslam Dünyası ve Müslümanlar üzerinde de 11 Eylül etkisi oluşturmuş olsa da aslında nefret ve düşmanlığa eklenmiş son halka görünümündedir. Avrupa medyası ve Avrupalı siyasetçiler tarafından saldırıların minimize edilerek olayların bayağılaştırılması kamuoyu hassasiyetini ortadan kaldırmasa da “kör”, “sağır” ve “dilsiz” bir toplum oluşturma yolundadır. * Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesidir. Uzmanlık alanı sosyolojidir. ARALIK 2014 45 DIŞ POLİTİKA leşebileceği veya Çin’in mevcut hâkimiyet sistemini ve düzenini değiştirebileceği gibi bir kanaate sahipti. Hong Kong’daki eylemlerle demokratik seçim sisteminin sağlamlaştırılması amaçlanmış ve sadece Çin Halk Kongresi’nin aldığı kararı geri çekmesi istenmiştir. Ayrıca Hong Kong Özerk Bölgesi Başkan Leung Chun Ying’in Hong Kong’un demokratik sistemini koruyamadığı için istifa etmesini talep etmiştir. Bu bağlamda Hong Kong’daki eylemlerin Çin yönetimine fazla etkisi olmayacaktır. HONG KONG’DA DEMOKRATİK HAREKET-2 Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı S öz konusu hareketin tanımı karışık olmasına rağmen beklentisi yüksektir. Hong Kong’da meydana gelen demokratik hareket, Batı Kaynaklarınca “Şemsiye Devrimi” olarak tanımlanmıştır. Bu olay, bazı Arap basınında “Hong Kong Baharı” olarak nitelendirilmiştir. Hong Kong basınının bit kısmı ise, işgal edilen Chater Road sokağının adından esinlenerek “Chater Hareketi” olarak da tanımlamaktadır. Chater’in okunuşu Hong Kong dilinde saldırıyı engelleme sesine benzetildiği, aynı zamanda şemsiye ile yağmuru engelleme, biber gazı ve göz yaşartıcı gazı engelleme gibi anlamlandırıldığı için “Chater Hareketi” adı verilmiştir. Hong Kong Özel Yönetim Başkanı Leung Chun Ying’in 12 Ekim’de Hong Kong TVB kanalına verdiği bir röportajda bu hareketi “kontrolsüz kitlesel hareket” diye tanımlamıştır. Özel Yönetim Başkanı Leung’in 46 ARALIK 2014 bu tanımı, Pekin Hükümeti’nin Dongluan (kargaşa, ayaklanma) kelimesiyle tanımlaması ilgili olmalıdır. Çin medyası da, Hong Kong’daki “Merkezi İşgal Et” eylemlerinin demokrasi değil, anarşik bir hareket olduğunu savunmuştur. Ekim ayının başından itibaren Çinli yetkililer ve Çin basını bu eylemi “renkli devrim” olarak belirtmiştir. Bu tanımdan şu mantık ortaya çıkmakta: “renkli devrim”, dış güçlerin desteğiyle hâkimiyetin yıkılması amaçlanan bir çeşit faaliyettir. Fakat yabancı basın Hong Kong’daki eylemi bir çeşit devrim olarak tanımlamakla yüksek bir beklenti içine girmiş ve bu eylemlerin Çin hâkimiyetini olumsuz etkileyeceğini ve hatta Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da olduğu gibi Çin hâkimiyetini ölüm-kalım durumunda bırakacağı kanısına varmışlardır. Batı basını, 1 Temmuz 1997’de de Hong Kong’un Çin yönetimine girmesi ile Çin yönetiminin demokratik- Söz konusu hareket, işgal ettiği yerin hatalı olması sebebiyle kapsamlı bir destek elde edememiştir. Hong Kong’daki eylemciler önemli caddeleri işgal etmekle Hong Kong Hükümetinin çalışmasını ve Hong Kongluların toplumsal hayatını olumsuz etkilemiştir. Bu eylemler, en çok alt tabakadaki çalışan Hong Kongluların ekonomi ve ticaret hayatını etkilemiştir. Hong Konglu eylemciler, Tayvanlı öğrencilerin Meclisi işgal ettiği gibi Hong Kong Hükümet binasını işgal etme girişiminde bulunmuşlarsa da başarılı olamamışlar, ardından sokaklara çıkmışlar, bu da Hong Kongluların gündelik hayatını olumsuz etkilemiştir. Bu durum, Hong Kong ve Pekin Hükümetlerinin eylem üzerindeki eleştirilerinin etkili olmasına neden olmuştur. Hong Kong ve Pekin Hükümetlerinin taviz vermemesi, basın yoluyla eylemleri yasadışı olarak tanımlayarak haksızlığa düşürmeleri eylemlerin direnişini ve geleceğini belirsiz hale getirmiştir. Geçmişte Hong Kong sol hareketlerinin liderliğini yapmış ve şu anda Özel Yönetim Bölgesi milletvekili olan Jasper Tsang Yok-sing, söz konusu demokrasi hareketinin kısır döngüye girerek çıkmaza doğru yol aldığını belirtmişti. Bu eylemlerin nereye kadar gideceği hakkında kimse net bir öngörüde bulunamamaktadır. Çin ve Hong Kong Hükümetlerinin eyleme yönelik uyguladıkları suçlama ve yıldırma politikaları karşısında, eylem liderleri mevcut kazanımı nasıl koruyacaklarını ve nasıl karşı koymaları gerektiğini tam olarak bilememektedirler. Bu durumda, “Merkezi İşgal Et” Eylem Komisyonu da 18 Ekim’de söz konusu çıkmazlığın diyalog yolu ile giderilmesini Hong Kong Hükümetine önermiştir. Fakat bu girişim ne Pekin Hükümetinden ne de Hong Kong Hükümetinden yanıt alabildi. Hareketin geleceğinin giderek belirsizliği göstermesine rağmen, bazı eylem liderleri cesur duruş sergilemeye devam etmektedirler. Örneğin Chan Kin Man, 18 Ekim’de “o gün geldiğinde (cezalandırmaya karşı) Hong Kong’dak eylemler demokratk seçm sstemnn sağlamlaştırılmasını amaçlanmış ve sadece Çn Halk Kongres’nn aldığı kararı ger çekmesn stemştr. Ayrıca Hong Kong Özerk Bölges Başkan Leung Chun Yng’n Hong Kong’un demokras sstemn koruyamadığı çn stfa etmesn talep etmştr. Bu bağlamda Hong Kong’dak eylemlern Çn yönetmne fazla etks olmayacaktır. teslim olacağız” demişti. Neticede eylem liderlerinin hepsi hapishaneye girmeye hazır olduklarını beyan etmişlerdi. Hong Kong’daki eylemler ile Çin Halk Kongresinin Hong Kong yönetimi üzerinde alınan kararları değiştirmesi kolay değildi. Hong Kong’un Yeni Yüzyıl Forumu’nun 11 Eylül’de ilan ettiği bir kamuoyu yoklaması sonucuna göre, “Merkezi İşgal Et” hareketi sonucunda Çin Halk Kongresinin kararnameyi değiştirebileceğini düşünenlerin oranı % 25, değiştiremez diyenlerin oranı ise % 38 olmuştur. Çin yönetim yanlısı Hong Konglular arasında kararın değişmeyeceğini düşünenlerin oranı % 91’in üzerinde olup, tarafsız Hong Konglularda bu oran % 67 civarındadır. Hong Kong Kamu Yönetim Enstitüsü tarafından 20 Eylül’de ilan edilen bir kamuoyu yoklamasına göre, Hong Kongluların % 66’sı söz konusu hareketin merkezi hükümetin kararını değiştirmeyeceği kanaatindedir. Ulusal Hong Kong ve Macao Araştırma Enstitüsü’nün 21 Kasım’da ilan ettiği araştırma sonuçlarına göre, Hong Kongluların % 92.2’si “Merkezi İşgal Et” hareketinin merkezi hükümetin kararını değiştiremeyeceği, %8’inin ise değiştirebileceği görüşündedir. Yükselen Çin Hükümetine karşı “Merkezi İşgal Et” hareketinin hedefi yüksek tutmuş olması, muhalifler arasında kötümser bir durum yaratmıştı. Bu hareketin liderlerinden Benny Tai Yiu-ting ve Chan Kin Man faaliyeti bırakıp üniversiteye dönmüşlerdi. Bu hareketi başlatan üç şahsiyet de bir süre sonra polis karakoluna teslim olacaklarını beyan etmişlerdi. Hong Konglu eylemcilerin tam anlamı ile bir demokratik sistem ve düzen oluşturması gerçekçi ARALIK 2014 47 değildi. Hong Kong, uzun zamandır İngiltere’nin sömürge bölgesi olarak kalmış ve gerçek anlamda demokrasiye kavuşamamıştır. 1984 yılından sonra Hong Kong’un Çin’e katılması söz konusu olduğunda bölgenin demokrasi süreci hızlanmıştı. Pekin Hükümeti, İngiltere’nin elinden Hong Kong’u geri alabilmek ve Asya’nın en büyük finans merkezi olan Hong Kong’u, kalkınma yolunda ilerlemeye başlamış olan Çin’in hedefleri için kullanabileceğini düşünerek, Hong Kong’un mevcut yapısını olduğu gibi kabul etmeye razı olmuştu. Neticede yabancı sermaye ve teknoloji Hong Kong vasıtasıyla Çin’e girmiş ve Çin’in kalkınması için büyük katkılarda bulunmuştu. Ancak kalkınmış Çin’in artık sermayeye doyması ve yeterli teknolojiye sahip olması, en önemlisi de Pekin’in Şanghay’ı Asya’nın finansal merkezi konumuna sokma girişimleri, Hong Kong’un daha önceki etkisini yitirmeye başlamasına yol açmıştır. Açık toplum olan Hong Kong’un ekonomisi, ticareti ve turizmi dünyaya değil daha çok Çin’e bağlanmış vaziyettedir. Hong Kong’un sahip olduğu özellikler azaldıkça Çin’e bağlılığı daha fazla olacaktır. Bu nedenle Hong Kong demokratlarının önde gelen aktivisti Martin Lee, Hong Kong’un temel değerlerini korunması için bu günlerin son fırsatı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Çin Hükümetinin Hong Kong’a verilen özgürlük süresi 50 yıl olup ele geçen fırsatları kaybetmemesi gerekmektedir. Ancak Özel Yönetim Başkanı Leung duruma bu şekilde bakmamaktadır; ona göre Hong Kong’un Çin’e katılmasından bu yana 17 yıldır, Hong Kong yönetimi verdiği sözünde durmuş, mevcut hukuk düzenini korumuş, yerel yönetimini temiz ve verimli çalıştırmış ve bağımsız yargıyı sürdürmüştür. Hong Kong Yönetimi eylemlere karşı sabır göstermiş ve Özel Yönetim Başkanı Leung, eylemcilere karşı kan dökülmesinden kaçınarak krizi ustalıkla yönetmişse de, Başkan Leung’un adı yolsuzluk ile anılmaya başlamıştır. Bu durumun zamanlama bakımında eylemlerin yaşandığı günlerde deşifre edilmesi manidardır. Bu sebeple Leung’un Pekin’in gözünde düşeceği de rahatlıkla söylenebilir. Batı ülkelerin Hong Kong’daki eylemlere olan desteği yetersizdi. Çin’in iç bölgelerinde Hong Kong’daki demokrasi hareketlerine destek veren Çinliler oldukça azdır, zaten az miktardaki demokrasi eylemi yanlıları da yaka paça gözaltına alınmıştır. Çin medyası da Hong Kong’daki gelişmelere 48 ARALIK 2014 sansür getirmekle beraber, eylemlerin Çin’in uluslararası imajına zarar verdiği, Hong Kong’un finans merkezi konumun zedelendiği ve yatırımcıların güveninin sarsıldığını gibi haberlerle olumsuz bir tablo çizmeye çalışmıştır. Diğer yandan Hong Kong’daki “Merkezi İşgal Et” hareketini bir çeşit “renkli devrim” olarak niteleyen Çin uzmanları, bu devrimi ABD’nin Çin’e yönelik stratejisinin bir parçası olarak ileri sürmektedirler. Çin yönetimi, eylemleri ABD ve İngiltere’nin kışkırtmalarına bağlamaktadır. Eylem, başlangıcından itibaren yabancılar tarafından finanse edildiği suçlaması ile karşı karşıya kalmıştı. Hong Konglu demokratlar da İngiltere’nin yaşanan olaylara karşı sesiz kalmasına yakınmaktadır. Çin Hükümetinin eylemler üzerindeki kararlı duruşu da Hong Konglu demokratların Batı desteğiyle başarma fikrine engel teşkil etmektedir. Çin’in ABD Büyükelçisi Cui Tainkai de Batı’nın pazarladığı demokrasinin dünyanın hiçbir yerinde başarılı olamadığını, Irak, Libya ve Suriye’de uyguladığı demokrasi reçetesinin soruna tedavi getiremediğini ve Hong Kong’da da hüsrana uğrayacağını ifade etmiştir. Hâlbuki ABD, Hong Kong olaylarından dolayı Çin ile gerilim yaşamak istememektedir. Hong Kong’daki “Merkezi İşgal Et” hareketi amacına ulaşamamış olmasına rağmen, Çin yönetim altındaki eyaletlerin, beş özerk bölge ile iki özerk yönetimin giderek artan refah düzeyinden dolayı daha fazla demokratikleşme istemesi muhtemeldir. Yani Çin’e özgü bir çeşit demokrasinin gerçekleşmesi ve Çin Komünist Partisi tarafından yürütülmesi söz konusu olabilecektir. Bu bakımda Hong Kong’daki başarısız eylemler bu sürecin başlangıç kilometre taşını oluşturabilir. Yine Hong Kong’daki hareketler, Çin’in uluslararası imajına zarar vermekle bazı olumsuz etkileri de meydana getirmiş oldu. Çin’in ‘Bir Devlette İki Sistem’ söylemi tartışmalı bir konuya dönüşmüştür. Bu bakımdan Çin yönetimi daima Batı ülkelerinin ve insan hakları örgütlerinin eleştirilerinin hedefi halindeydi. Pekin de Çin’de Batı tarzı demokrasinin meydana gelemeyeceğini her fırsatta vurgulamaktadır. Bu nedenle Hong Kong’daki demokrasi eylemlerinin Çin’in uluslararası imajına zarar verdiği tespitleri şüphelidir. Bu tür eleştirilere aldırmayan Çin Hükümeti, Hong Kong’daki demokrasi eylemlerinin Çin’in iç bölgelerini etkileyeceğinden endişe duymasına rağmen, ekonomi ve merkezi yönetim gücünü sağladığı sü- rece toplumsal istikrarı koruyabileceğinden kesinlikle emin gözükmektedir. Pekin Hükümeti, Hong Kong’daki eylemlerden dolayı Batı (ABD ve Avrupa ülkeleri) ile gerilim yaşanmasından endişeliydi. Ancak Batı’nın Hong Kong’daki eylemler üzerindeki müdahalesinin sadece sözde kalması Çin Hükümetini rahatlatmıştır. Çin’in diğer bir endişesi ise, Hong Kong’da uyguladığı “bir devlette iki sistem” modelini Tayvan üzerinde de uygulamaya çalıştığı için, Tayvanlıların da harekete geçme ihtimalidir. Nitekim Tayvan Devlet Başkanı Ma Yingjiu, açıkça Hong Kong’daki demokrasi eylemlerine destek vererek, Hong Kong’un demokratikleşmesinin Tayvan ile Çin açısından çift kazanç olacağını ifade etmiştir. Tayvan Başbakanı Jiang Yi-hua da Hong Kongluların demokrasi isteklerine destek verdiğini belirtmişti. Tayvan Kültür Bakanı ve meşhur Çinli yazar Long Yingtai de Hong Kong sorunu aynı zamanda Tayvan sorunudur diye tanımlamıştır. 30 Eylül 2014’te Tayvan Meclisi bir bildiri yayımlayarak “bir devlette iki sistem” yalanı bütün Tayvanlılar tarafından tükürülüp atılmıştır ibaresini kullanmıştır. Çin’in beş Özerk Bölgesinin yönetim sistemi de bu süreçte zedelenmiştir. Çin’de Hong Kong ve Ma- kao özerk yönetim bölgesi dışında ayrıca azınlıklardan oluşan beş özerk bölge daha bulunmaktadır. Bu beş özerk bölge zaman içerisinde özerkliklerini kaybederek Çin’in diğer eyaletleri gibi merkezî yönetim ile entegre olmuş durumdadır. Böylelikle, Merkezi Hükümet ile beş özerk bölge arasında yapılan bazı anlaşmalar da işlevsiz kalmıştır. Örneğin Çin Halk Cumhuriyeti ordusunun Ekim 1950’de Tibet’i işgal etmesi sonucu 23 Mayıs 1951’de mağlubiyete uğrayan Lassa Hükümeti ile Pekin Hükümeti arasında 17 maddeli barış anlaşması yapılmıştı. Bu anlaşmada; Tibet’in özerkliğine izin verileceği, mevcut Tibet yönetim sisteminin değişmeyeceği, Tibet’in dini inanç ve uygulamalarının korunacağı ve Tibet’te reform yapılmayacağı açıkça ifade edilmiştir. Bu maddelerden mahiyeti değişmekle birlikte sadece özerk yönetim kavramı ayakta kalmış, maddelerin çoğu zaman içerisinde değişmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Hong Kong’un mevcut demokratik sistemi ilerleyen zamanlarda, yani 50 yıl içerisinde özerkliğini kaybederek merkezi yönetim ile entegre olacak dersek sanırım yanılmış olmayız. Bütün bu ihtimallerden hangilerinin gerçek olacağını zaman gösterecektir. ARALIK 2014 49 DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE’NİN YUMUŞAK GÜCÜ: KAPASİTENİ KEŞFET B. Senem ÇEVİK* Öğretim Üyesi T ürkiye’nin yumuşak gücü son yıllarda gerek yurt içinde gerekse yurt dışında tartışılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz bunda Türkiye’nin uluslararası alanda yükselen profilinin yanı sıra, kamu diplomasisi gibi Türkiye’de yeni keşfedilen iletişim stratejilerinin de dış politika doktrininin odağına almasının payı büyüktür. Türkiye’nin yumuşak gücü incelenirken çoğunlukla Ortadoğu’da özellikle Arap halk hareketleri öncesi yakaladığı ivmeye bakılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Gerçekten de sözü edilen dönemde Türkiye’nin siyasi ve kültürel anlamda bölgedeki yumuşak gücü göz ardı edilemeyecek kadar ve daha önce hiç olmadığı kadar etkinlik kazanmıştır. Bu verilere rağmen Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesi ve yumuşak gücünü oluşturan öğeleri yine de daha detaylı bir değerlendirmeye muhtaçtır. Kavramı geliştiren siyaset bilimci Joseph Nye yumuşak gücü oluşturan öğeleri kültür, siyasi değerler ve dış politika olarak tanımlar. Buna göre bir ülkenin elit ve popüler kültürünün yanı sıra insani değerleri, teknolojisi, markaları, üniversiteleri kültür öğeleri arasındadır. Siyasi değerler ise 50 ARALIK 2014 Küresel İnsan Yardım İndeks (Global Humantaran Assstance Index) belk de Türkye’nn ülke markalaması ve kamu dplomassnde en etkn sonucun somut anlamda ortaya konulduğu br göstergedr. Buna göre Türkye 2013 yılında en fazla nsan yardım yapan dördüncü ülke kategorsnden 2014 yılında üçüncü ülkeye yükselmştr. Bu durum başlı başına Türkye’nn yardım yapılan bölgelerdek yumuşak güç kapastesnn varlığına şaret etmektedr. bir ülkenin içeride ve dışarıdaki siyasi uygulamaları olarak ifade bulmaktadır. Bu bağlamda bir ülkenin evrensel değerlere olan bağlılığı, demokrasi, insan hakları gibi konularda ülke içinde sergilediği tutum yumuşak gücün önemli bir potansiyelidir. Yumuşak güç kapsamında dış politika ise tutarlı, evrensel değerlere önem veren, dış dünyanın kamuoyuna da saygı duyan bir anlayışı ifade etmektedir. Bu noktalardan yola çıkarak Türkiye’nin yumuşak gücünü gerçekçi bir düzleme oturtmak elzem görünmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye Ak Parti iktidarı ve bu yönetimin bir açıdan AB sürecine olan bağlılığı ile attığı reformist adımlar ile içine kapanık, kaygının hakim olduğu bir zihniyet dünyasını büyük oranda geride bırakarak daha dışa açık, cesur ve aktif bir siyaset izlemeye başlamıştır. Burada belki de Ak Parti dönemi dış politikasına şekil veren Davutoğlu doktrini olarak da ifade bulan stratejik derinlik ve bu kavramın doğrudan etkileşim içinde olduğu yumuşak güç, kamu diplomasisi, merkez ülke, donör ülke gibi kavramlar önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle yeni bir düşünce tarzının şekillendiği bu dönemde gerek Türkiye’nin ülke markalaması gerekse de yumuşak güç potansiyelini keşfetme konusundaki adımlar şaşırtıcı değildir. ‘Türkiye: Gücü Keşfet’ sloganı ile yola çıkılan ülke markalaması da yine Türkiye’yi dünyada yeniden konumlandırma çabasının somut bir adımı olarak görülebilir. Bu markalama çalışması muhtemelen süreç içinde Türkiye’nin kendi potansiyelini, eksikliklerini, fırsat ve tehditleri de değerlendirme imkânı sunacaktır. Çıkış sloganının gerçek anlamda içinin doldurulması bu anlamda fırsata çevrilebilecek, Türkiye’nin önündeki meşakkatli ancak sonuç itibariyle de başarıya ulaştıracak bir süreçtir. Bu markanın içini doldurabilmek de özünde yumuşak güç potansiyelini doğru tanımlama sonucunda ortaya çıkacaktır. Bir ülkenin yumuşak gücünü ölçmek için uluslararası indekslere göz atılabilir. Böylece evrensel ölçüde ülkelerin gelişmişlik, özgürlükler, eğitim, ülkeye ait markalar, insani yardım gibi alanlarda nerede durduğu görülebilir. Öte yandan, Nye’ın sınıflandırması doğrultusunda bir ülkenin kültür, siyasi değerler ve dış politika değişkenleri incelenerek o ülkenin yumuşak gücünün gerçek potansiyeli değerlendirilebilir. Aslında sıralamanın gösterdiği gerçeklik ile potansiyel arasındaki fark bir ülkenin kapasitesini ne denli etkin kullanıp kullanmadığı ile yakından ilişkilidir. Bu açıdan ülkelerin kendi potansiyellerinin farkına varması en yüksek yumuşak güç potansiyeline ulaşmada bir yol haritası görevi ifa edecektir. Türkiye’ye baktığımızda yumuşak gücü oluşturan öğeleri ifade eden indekslerde henüz arzu edinilen, hedeflenen düzeyi temsil eden bir sıralamaya ulaşılamamış olduğu görülebilir. Bu durumu tespit etmek için Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik İndeksi, Basın Özgürlüğü İndeksi, İyi Ülke İndeksi gibi çoklu metodolojiler kullanan sınıflandırmalara göz atmak faydalı olabilir. Bu indeksler incelendiğinde yumuşak gücü en etkin olan ülkelerin ilk sıralarda yer aldıkları görülmektedir. Türkiye için ise özellikle demokratikleşme, çoğulculuk ve özgürlükler ekseninde halen kat edilecek uzun bir mesafe olduğunu söylemek gerçekçi olacaktır. Buradan hareketle detaylı bir incelemenin sonucunda Türkiye’nin izlemesi gereken yol haritasını oluşturmak mümkündür. Öte yandan, Küresel İnsani Yardım İndeksi (Global Humanitarian Assistance Index) belki de Türkiye’nin ülke markalaması ve kamu diplomasisinde en etkin sonucun somut anlamda ortaya konulduğu bir göstergedir. Buna göre Türkiye 2013 yılında en fazla insani yardım yapan dördüncü ülke kategorisinden 2014 yılında üçüncü ülkeye yükselmiştir. Bu durum başlı başına Türkiye’nin yardım yapılan bölgelerdeki yumuşak güç kapasitesinin varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin son yıllarda ortaya koyduğu insani politikalar ve değerler üzerine geliştirmeye çalıştığı dış politikası aslında bu veriler ile somut bir nüveye bürünmüştür. Elbette, değerler dış politikasını Türkiye’nin her alanda reformlarla sağlam bir zemi- ARALIK 2014 51 DIŞ POLİTİKA ne oturtması, bu anlamda yumuşak gücüne ciddi bir ivme kazandıracak ve güvenilir bir arabulucu aktör rolünü sağlamlaştıracaktır. İndeksler halihazırdaki durumu değerlendirme imkanı sunarken bir yandan da Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesini kullanabilmesi için güçlü olduğu noktalara bakmak faydalı olacaktır. Kültür kategorisi altında Türkiye’nin dünyaca ünlü müzisyenleri, sinemacıları, sporcuları, tarihi, doğal güzellikleri ve dizilerinin yanı sıra Mevlana ve Yunus Emre gibi tarihi değerleri de saymak gerekmektedir. Türkiye’nin başta Afrika ve Ortadoğu olmak üzere birçok ülkeden öğrenci çekmeyi başaran üniversiteleri, Türk Hava Yolları (THY) gibi geniş bir uçuş ağına ulaşan öncül markası ülkenin kültürel değerleri arasında tartışılmaz bir yere sahiptir. Yine bu bağlamda Türkiye’nin önde gelen tekstil, inşaat gibi sektörleri de ülkeyi tanımlayan temel öğelerdir. Bu öğelerin başarılarının sürekli kılınması ve dış dünyaya sunarken geniş bir yelpazeyi temsil etmesi ise elzemdir. Siyasi değerler bağlamında bakıldığında Türkiye’nin kendi siyasi gelişim serüveni, demokratikleşme adımları -çoklu çözüm süreçleri- Türkiye dokusunu, onun hikayesini en iyi anlatacak noktalardır. Aynı zamanda Türkiye’nin tarihinden süzülerek günümüze taşınan değerleri Türkiye’nin yumuşak gücünü oluşturan ana damarlardan sayılabilir. Ülkenin özünde modern, demokratik ve seküler olduğu kadar İslam ile de dengeli yürüyebilen çok kültürlü kimliği yanı sıra moral değerler odaklı retoriği, ülkenin siyasi değerleri arasındadır. Aslında hem siyasi değerler hem de dış politika ile yakından ilişkili bir 52 ARALIK 2014 öğe de, Türkiye’nin insani diplomasi çerçevesindeki bahsedilen moral, değerler üzerine bina edilen dış politika söylemidir. Bu noktada yapılan insani ve kalkınma yardımlarının Türkiye’nin yumuşak gücünü oluşturmada ne denli önemli olduğu tartışılmazdır. Ancak, iç ve dış politika algılarının yumuşak güç inşasında ne kadar birbiriyle ilintili olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin demokratikleşme kapsamındaki reformlara sıkıca sarılması gerektiği görülebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin içerideki tutumu ve dış politika yaklaşımları dışarıdaki algısını doğrudan etkilemektedir. Bu noktada herkesle konuşubilen bir Türkiye’nin arabuluculuk konusunda da itibarını güçlendireceğini vurgulamak gerekmektedir. Sözün özü, Türkiye’nin anlatacak hikayesi çoktur. Türkiye’nin aslında kendine has hikayesi ve dünyadaki yumuşak gücü de bu hikayenin sözü edilen, çok kültürlülüğü harmanlayan öğelerini bütüncül bir biçimde ele almasından ortaya çıkmaktadır. Türkiye, tarih boyunca içinden geçtiği tüm süreçler ile günümüzdeki görüntüsüne kavuşmuştur. Bu kapasiteyi teşkil eden tüm renklerin farkına varılarak içerideki reform hareketinin hızla devam etmesi, yenilenen Türkiye vizyonunun yumuşak güç kapasitesini keşfetmesinde ve uygulamaya koymasında olumlu etkisi olacaktır. Böylece Türkiye özgün ülke markalamasında da istikrarlı, güvenilir ve itibarlı bir donör ülke olarak uluslararası sistemde yerini sağlamlaştıracaktır. * California State University, San Bernardino’da lisans ve yüksek lisans derecesini almıştır. Gazi Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’ndan doktorasını tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi öğretim üyesidir. BREZİLYA BAŞKANLIK SEÇİMLERİNİN ARDINDAN Segah TEKİN* Araştırma Görevlisi B rezilya’da Ekim ayında düzenlenen devlet başkanlığı seçimlerini ikinci turda halen başkanlık görevini yürüten Dilma Rousseff kazandı. Böylelikle ülkeyi 2003 yılından bu yana yöneten İşçi Partisi (PT), dördüncü kez seçimleri kazanarak ülke tarihinde görülmemiş bir başarıya imza atmış oldu. Fakat PT’nin bu başarısına rağmen, seçimleri ancak ikinci turda % 3 gibi düşük bir farkla (% 48’e karşı % 51) kazanmış olduğu gerçeği, yeni döneme yılbaşında başlayacak olan Rousseff liderliğindeki PT’nin önümüzdeki dört yılda hem kendi geleceğini hem de Brezilya’nın yükselişinin hızını belirleyecek önemli bir sınavdan geçeceğini gösteriyor. Bu seçimlerde de tıpkı bir öncekinde olduğu gibi Rousseff’e en önemli siyasal destek kendinden önce iki dönem başkanlık görevini yürüten ve yerine Rousseff’i halef gösteren Lula oldu. Brezilya’nın dünyada siyasal ve ekonomik alanda büyük yükselişe geçtiği dönemin simgesi olan Lula, işçi sınıfından gelen bir sendika lideri olarak siyasal mücadeleye girmiş ve devletin başına geçmişti. Deyim yerindeyse halkın nezdinde büyük kredisi olan Lula’nın bu seçimlerde de Rousseff’e verdiği destek, PT’nin politikaya yaklaşımı açısından önemli bir tutarlılığın varlığına işaret ediyor. Dikkatli bakıldığında ülke ekonomisinin performansındaki yavaşlamaya; tüm dünyanın takip ettiği, 2013’te başlayan ve kamu hizmetlerindeki eksiklikleri ve yolsuzluğu protesto etmek gibi oldukça haklı gerekçeleri olan gösterilere ve sanayicilerin beklediği ekonomik düzenlemelerin gerçekleştirilmesindeki eksikliklere rağmen, Rousseff’i ve partisi PT’yi bir kez daha iktidara taşıyan, partinin başarılı olduğu konulardaki kararlılığı oldu. Lula’dan önceki Başkan Fernando Henrique Cardoso döneminde temelleri atılan ekonomik reformlar Lula döneminde başarılı bir ekonomi politikasına ve geniş kapsamlı, çok amaçlı bir sosyal yardım ARALIK 2014 53 düşüncelerin rekabetinden çok sınıfların ve bölgelerin rekabetine dayalı bir siyasal kültür olduğu görülüyor. projesine dönüştü. Rousseff döneminde geliştirilerek devam eden devletin fakir ailelere doğrudan maddi yardım yapması veya konut ve altyapı projelerine ağırlık vermesi gibi geniş kapsamlı, büyük bütçeli ve kararlılıkla devam ettirilen yatırımlar ve uygulamalar, bunlardan yararlanan kesimin PT’ye büyük desteği ile sonuçlandı. Nitekim PT’nin en büyük gurur kaynaklarından biri, kendi iktidarları döneminde fakirlikten orta sınıfa geçiş yapan yaklaşık 40 milyon Brezilyalının varlığıdır. Brezilya’da “Sosyal Kalkınma ve Açlıkla Mücadele” adında bir bakanlığın olduğu; yoksulluk ve eğitimsizliğin öncesinde açlık ve yetersiz beslenme ile mücadelenin halen sürdüğü düşünüldüğünde, bu başarının Brezilyalılar için ne kadar anlamlı olduğu anlaşılıyor. Sosyal yardımların başarısı, yararlanan kesimlerin memnuniyeti nispetinde oylara da yansıdı. PT en çok oyu ülkenin en fakir bölgeleri olan ve sosyal yardımlardan en fazla yararlanan Kuzey ve Kuzey Doğu’dan aldı. Brezilya’nın ekonomik zenginliğini yöneten en büyük şehir São Paulo başta olmak üzere, zengin Güney kesiminde ise en çok oyu Rousseff’in ikinci tura yükselen rakibi, Sosyal Demokrat Parti’nin (PSDB) adayı Aécio Neves aldı. Bu durum aslında, Brezilya toplumunda ekonomi temelli derin bir sınıfsal bölünmeye de işaret ediyor. Başkanlık yarışına giren üç adayın kişisel geçmişlerine bakıldığında, bir taraftan Brezilya’nın demokratikleşme ve siyasal yaşama katılım yolunda ne kadar ilerleme kaydettiği anlaşılıyor. Diğer taraftan ise ülkede halen siyasal 54 ARALIK 2014 2014 başkanlık seçimlerinde yarışan üç adaydan ilki, Sosyalist Parti’nin başkan adayı Eduardo Campos’un geçtiğimiz Ağustos ayında seçim çalışmaları sırasında trajik bir helikopter kazasında ölmesi sonucu yerine getirilen yardımcısı Marina Silva idi. Brezilya için pek çok ilki simgeleyen Silva, ülkenin Amazon bölgesinde yaşayan, kauçuk toplayıcısı, siyah tenli bir ailenin, okuma yazmayı ancak genç kızlığında öğrenebilen çocuğuydu. Bir dönem, Brezilya’da pek çok kadının yaptığı gibi evlerde temizlikçi olarak çalışan Silva, yıllar içinde doktora yapmış bir çevreciye dönüştü ve Lula döneminde bir süre Çevre Bakanı olarak görev yaptı. PT ile böyle bir bağı olan Silva’nın sürpriz bir şekilde Rousseff’in rakibi olması, gerek Campos’un ani ölümünün gerekse Silva’nın dramatik geçmişinin verdiği duygusallıkla Silva’ya büyük popülarite kazandırdı ve hatta ikinci tura kalarak Rousseff’i geçip yeni ülkenin ikinci kadın başkanı olabileceği görüşleri ulusal ve uluslararası medyada geniş yer buldu. Fakat beklenen olmadı. Gerek PT ile olan geçmişine rağmen rakip hale gelmesi gerekse nasıl bir ekonomi politikası ve siyasal yaklaşım benimseyeceği ve ülkede neyi değiştirebileceği konusundaki tutarsızlıklar, PT’nin Silva’ya karşı en büyük kozu haline geldiler. İlk turda ancak % 22 oy alan Silva, ikinci tura yükselemedi. Partisinin seçmene çağrısı ise ikinci turda Rousseff’in rakibi Aécio Neves’e oy vermeleri veya boş oy atmaları şeklinde oldu. Rousseff ile beraber ikinci tura yükselen diğer aday Neves ise Brezilya’nın bambaşka bir yüzünü temsil ediyor. Lula’dan önce ülkeyi iki dönem yöneten Cardoso’nun partisi olan ve sonraki her seçimde PT ile beraber ikinci tura çıkan PSDB’nin adayı Neves, varlıklı ve siyasetçi bir aileden geliyor. Askeri diktatörlükten demokrasiye geçişin ardından 1985 yılında halk tarafından seçilen ilk başkan olan fakat göreve başlayamadan hastalanarak hayatını kaybeden Tancredo Neves’in torunu olan Neves, erken yaşta siyasete atıldı. Rousseff yönetiminin müdahaleci ekonomi anlayışını ve dış politikadaki ortaklıklarını eleştiren Neves, daha liberal bir ekonomi ve Arjantin ve Venezuela gibi ekonomik sorun- larla mücadele eden komşular yerine Latin Amerika’nın serbest ticareti destekleyen dinamik ekonomilere sahip ülkeleri ile işbirliği vadederek zengin Güney’in oylarını aldı. İkinci turda Rousseff’i oldukça zorlayan Neves’e karşı PT’nin kozu ise fakir kesimlere sağlanan ekonomik desteklerle edinilen kazanımların PSDB iktidarına geri dönüldüğü takdirde kaybedileceği söylemi oldu. Büyükbabasının soyadının sağladığı bir toplumsal sempatiye sahip olmasına rağmen, Neves’in zengin bir playboy olarak kazandığı şöhretin uyandırdığı antipati ise PSDB’nin başkanlık yarışı için doğru bir aday göstermediği yorumlarının yapılmasına neden oldu. sıması olarak seçimlerde kendini gösterdi. Ülkedeki pek çok kişi gibi Rousseff de gerek bu durumun ciddiyetinin gerekse eğer değişim beklentilerini karşılamazsa partisinin gelecek seçimlerde başarısızlığa uğrayabileceğinin farkında. Bu nedenle seçildikten kısa zaman sonra Twitter hesabında ve verdiği röportajlarda toplumun tüm kesimlerinin taleplerini dikkate alacağını, (partisinin müdahaleci ekonomi politikalarından pek de hoşnut olmayan) sanayicileri ve sermaye sahiplerini dinleyeceğini, ülke yönetimi için öngördüğü anahtar kelimenin de ‘diyalog’ olduğunu ilan etti. Diğer bir vaadi ise, Brezilya’nın ihtiyaç duyduğu değişiklikleri ve reformları gerçekleştirmek için çaba göstereceği şeklinde. Helikopter kazasında hayatını kaybeden Campos için rakiplerinin yas tuttuğu, Silva’nın ailesinin yiyecek yemeklerinin olmadığı günleri anlattığı bir konuşmayı seçim kampanyası filmi yaptığı, Neves’in toplumda olumlu anıları olan büyükbabasının hatırlandığı bu seçim, son iki yıldaki gösterilerin şiddet ortamıyla seçim kampanyalarındaki suçlamaların ve eleştirilerin sertliği düşünüldüğünde insanları bir yandan da duygulandıran farklı bir atmosferi ortaya çıkardı. Brezilya için gelecek günlerin neler getireceğini ise büyük ölçüde, yılbaşını beklemeden yeni dönemdeymiş gibi çalışmalara başlayacağını ilan eden Rousseff’in ekonominin geleceğinin konuşulacağı diyalog çabalarının sonuçları belirleyecek. Ülkedeki pek çok kişi gibi Rousseff de gerek bu durumun ciddiyetinin gerekse eğer değişim beklentilerini karşılamazsa partisinin gelecek seçimlerde başarısızlığa uğrayabileceğinin farkında. Bu nedenle seçildikten kısa zaman sonra Twitter hesabında ve verdiği röportajlarda toplumun tüm kesimlerinin taleplerini dikkate alacağını, (partisinin müdahaleci ekonomi politikalarından pek de hoşnut olmayan) sanayicileri ve sermaye sahiplerini dinleyeceğini, ülke yönetimi için öngördüğü anahtar kelimenin de ‘diyalog’ olduğunu ilan etti. Üst orta sınıf bir aileden gelen Rousseff, yetiştiği aile ortamının ve aldığı elit orta öğrenimin ardından üniversite yıllarında sol ideoloji ile tanıştı ve ailesinin dahi haberi olmadan askeri yönetime karşı sol mücadelenin içine girdi. Yakalanarak hapis yatan ve işkence gören Rousseff, ilerleyen yıllarda önce bürokrat oldu sonra da Lula tarafından Enerji Bakanlığına getirildi. İktidarda kazandığı başarılarını vurgulamasına ve seçim kozu olarak kullanmasına rağmen, üçüncü aday Rousseff de değişim beklentilerine ve toplumdan gelen ekonomik ve sosyal taleplere kayıtsız kalmayarak hem devamlılık hem de değişime yönelik sinyaller veren bir kampanya yürüttü. Her üç adayın da solun versiyonu partilerden gelmelerine rağmen çizdikleri profillerinin ve vaatlerinin farklılığı, Brezilya’da siyasal ayrışmanın ideolojiden çok sınıf ve ekonomi anlayışındaki farklılıklara dayandığını gösteriyor. Ülkedeki gelir adaletsizliğinin coğrafi dağılımı ise, bu sınıfsal ayrışmanın bir yan- * Selçuk Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Necmettin Erbakan Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi. Brezilya Dış Politikası konusunda doktora tezi hazırlamaktadır. ARALIK 2014 55 Yeni Alevi Açılımı Üstüne… Dr. Murat Yılmaz Dersim Mağaraları, Dağları Bir Gün Dile Gelseydi… Orhan Miroğlu Özgürlükleri Emniyet Altına Almak: İç Güvenlik Paketi ve Etkileri Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 28 Şubat Tekerrür Mü Ediyor? Bülent Orakoğlu Beklentiler ve Gerçeklikler Bağlamında Yeni Partiler Prof. Dr. Haluk Alkan PKK–Hizbullah Çatışması Yeniden Mi Başlıyor? Dr. Mehmet Kurt İÇ POLİTİKA AK Parti aleyhinde yurt içinde ve dışında yürütülen otoriterleşme kampanyasına, Suriye iç savaşından Orta Doğu’da yayılma istidadı gösteren mezhep savaşları ve istikrarsızlık dalgasına kadar varan bir çeşitlilik göstermektedir. Bütün bu sebepler Alevi meselesinin gündeme gelmesini kolaylaştıran ancak çözümünü aynı ölçüde kolaylaştırmayan sebeplerdir. Üstelik bu sebepler Alevi meselesinin derinleşmesine yol açan mesela 1514 Çaldıran Savaşı gibi kırılmaları hatırlatacak bir siyasi pozisyona işaret etmektedir. 2013 Nevruzunda Abdullah Öcalan’ın Nevruz konuşmasındaki İslam vurgusu, Türkiye’nin Irak Kürdistanı’yla ilişkilerinin gelişmesi, İran’la bölgesel rekabetin artışı ve Suriye iç savaşı Alevi meselesinin üzerindeki tarihi baskıyı artırmaktadır. Özellikle Kürt meselesinde İslam veya Sünnilik eksenindeki ortak paydanın vurgulanması Alevi kesimlerde endişe yaratmıştır. Bu endişe Türkiye genelindeki Alevilerde, Sünni bloğun güçlenmesi, HDP/PKK çizgisindeki Alevilerin de hareket içindeki etkin konumlarını kaybetmesi şeklinde gelişmiştir. YENİ ALEVİ AÇILIMI ÜSTÜNE… Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü A levi meselesi, yeniden Türkiye siyasetinin gündemine girdi... AK Parti’nin Alevi Çalıştaylarıyla başlattığı Alevi meselesiyle yüzleşme ve çözüm süreci çalışmaları, AK Parti’nin yaptığı birkaç jestle sınırlı kalmıştı. AK Parti’nin meseleye yeniden dönmesi sebepsiz değildir. Bu sebeplere bakıldığında Alevi meselesine bugün gösterilen ilginin çözüme ne ölçüde imkân verecek bir zemin teşkil ettiği de anlaşılabilecektir. 58 ARALIK 2014 Alevi meselesi, Alevi talepleri üzerinden kamuoyu önüne çıkmasından ziyade, başka sebeplerle siyasetin gündemine girmektedir. Alevi meselesini AK Parti’nin ve dolayısıyla siyasetin gündemine yeniden sokan sebepler; Türkiye’nin diğer meselelerinde Alevi toplumunun oynadığı ve oynayabileceği rolden, Kürt meselesindeki çözüm sürecinin tıkanmasına, Türkiye’nin 2002 sonrası yakaladığı başarı ve demokratikleşme hikâyesinin gördüğü zarardan, Alevi kesim, hak ve hukuk taleplerine henüz hukuki bir çözüm bulunmadan, Sünni cephedeki siyasi güçlenme ve aralarındaki anlaşmazlıkların çözülmesinden ciddi bir korku duymaktadır. Bu manada demokratikleşme hamleleri ve Kürt meselesinin çözümü Alevi kesimde ciddi bir korku, içe kapanma, beka sendromu, reaksiyonerlik ve radikalleşme yaratmaktadır. AK Parti başta olmak üzere Sünni siyasi elitlerin anlamakta zorlandıkları husus, burada yatmaktadır. AK Parti öncesindeki döneme nispetle meydana gelen genel demokratikleşme ve Alevi meselesindeki kısmi ilerlemelere rağmen, Alevi kesimlerde tam aksine yaşanan sertleşme AK Parti’de ne yaparsak yapalım Alevilere ulaşamıyoruz şeklinde bir duygusal kopuşa yol açmaktadır. Karşılıklı yaşanan duygusal kopuş diyaloğu zorlaştırmakta, siyasetin önünü kapatmaktadır. Siyasetin önü kapandıkça da, teolojik ve tarihi önyargıların önü açılmaktadır. Yukarıda sıraladığımız sebepler ve çözüm sürecinde edinilen tecrübe, AK Parti’yi bu duygusal iklimin dışında bir siyasi akla taşıma potansiyeline sahiptir. AK Parti’nin bu pozisyonunun Alevi kesimde güçlü bir karşılığının olduğu söylenemez. Tam aksine yine bahsettiğimiz sebeplerle AK Parti’nin Muharrem’de Alev meselesn AK Part’nn ve dolayısıyla syasetn gündemne yenden sokan sebepler; Türkye’nn dğer meselelernde Alev toplumunun oynadığı ve oynayableceğ rolden, Kürt meselesndek çözüm sürecnn tıkanmasına, Türkye’nn 2002 sonrası yakaladığı başarı ve demokratkleşme hkâyesnn gördüğü zarardan, AK Part aleyhnde yurt çnde ve dışında yürütülen otorterleşme kampanyasına, Surye ç savaşından Orta Doğu’da yayılma stdadı gösteren mezhep savaşları ve stkrarsızlık dalgasına kadar varan br çeştllk göstermektedr. başlattığı jestler de Alevi kesimdeki endişeleri arttırmaktadır. Alevi kesimde olumlu sayılabilecek husus, Alevilerin siyasi temsil eksikliğinin ilk defa aşılma ihtimalinin ortaya çıkmasıdır. Bu ihtimal CHP’nin Alevi meselesinde ilk defa inisiyatif alarak 10 maddelik bir bildiriyle ortaya çıkmasıdır. Alevi kesimdeki korkunun Sünni kesimdeki siyasi güç temerküzü ve Sünni çoğunluğun aynı siyasi partide bütünleşme eğilimi olduğunu söylemiştik. Alevi kesimdeki korkunun ehemmiyetli bir sebebi de, Alevi kesimin siyasi temsilcilerinin olmamasıdır. Temsil eksikliğinden kastedilen Alevi kesimin ezici bir çoğunluğunun oyunu alan CHP’nin, Alevi milletvekillerine, belediye başkanlarına ve hatta Alevi Genel Başkanına rağmen, Alevi kesimi temsil etmekten imtina etmiş olmasıdır. Dersimli bir Alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı olması Alevi temsil krizinin aşılması bakımından başlangıçta ciddi bir ümit uyandırsa da, Kılıçdaroğlu bu temsilden ısrarla uzak durdukça Alevi reaksiyonerliği arttı. Öyle ki bu reaksiyonerlik her türlü sokak hareketinde kendini göstermeye başladı ama asıl olarak 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu anlamda ciddi bir kırılmanın eşiğine ARALIK 2014 59 İÇ POLİTİKA durması gerekiyor. Aksi halde değişmekte zaten zorlanan ve parti içi tartışmalar yaşayan CHP’nin Alevileri siyasi temsil eşiğinden dönmesi de mümkündür. CHP’nin Alevilerle ilgili deklarasyonundan daha önemli olan ilk defa CHP’nin açıkça Alevileri sahiplenmiş olmasıdır. AK Parti bu imkânı iyi kullanarak Alevilerin sadece şikâyet ve taleplerini değil, onları aşan korku ve endişelerini gidererek siyasi bir program geliştirmelidir. AK Parti’nin Alevilere yönelik siyasi programı kadar önemli olan siyasi hamlesi, bu programı Alevileri siyaseten temsil eden bir başka siyasi aktörle, yani CHP ile hayata geçirmeyi tercih etmesidir. Bu şekilde Alevilerin sokaklara yansıyan reaksiyonerliği aşılabilir. gelindiğini gösterdi. CHP’nin Sünni kimliği ile bilinen Ekmeleddin İhsanoğlu’nu MHP ile birlikte ortak çatı adayı olarak göstermesi Alevi kesimdeki temsil krizini arttırdı. HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın bu tepkiyi iyi kullanması da, CHP’de derin bir sarsıntıya sebep oldu. CHP’nin bugün Alevi kesimin talep ve haklarına yönelik bir deklarasyonda bulunması bu sarsıntıyla yakından ilişkilidir. CHP’nin Alevi kesimin, hele Kılıçdaroğlu genel başkan olduktan sonra ezici bir çoğunluğunun, oyunu almasına rağmen, Alevileri siyasi temsilden ısrarla kaçınmasının tarihi, ideolojik ve siyasi sebepleri vardır. Bugün bu sebeplere rağmen CHP’nin bu temsile imkân verecek bir pozisyona gelmesi, CHP’nin değişimi, Alevi meselesinin çözümü ve Türkiye’nin değişimi bakımından altın bir fırsat sunmaktadır. CHP bu istikamette kararlı adımlar atmaya devam ederse, sadece Alevi meselesinin çözümünde değil, CHP’nin ve Türkiye’nin değişiminde de hayati bir rol oynayabilir. CHP’nin Alevileri siyaseten temsil etme kabiliyeti göstermesi Alevi meselesinin çözümünün yanında Kürt meselesinin çözümünde de kolaylaştırıcı bir etki uyandıracaktır. Bunun olabilmesi için AK Parti ve MHP’nin, Alevileri siyaseten temsil ettiği için CHP’yi bir Alevi partisi olarak takdim etmeyecekleri bir siyasi olgunluğa ihtiyaç vardır. Aynı şekilde Alevi kesimin de CHP’nin kendilerini siyaseten temsil edebilmesi için CHP’yi zor durumda bırakmayacak bir yapıcılığı üstlenmesi ve reaksiyonerlikten uzak 60 ARALIK 2014 Başbakan Davutoğlu’nun önce Hacıbektaş sonra da Dersim ziyaretleri, Necdet Subaşı tarafından “daha hızlı yol alabilmek için yapılan yol temizliğine” benzetiliyor. Davutoğlu bir seri jest ve söylemle yolu temizlemeye ve pozisyonları yumuşatmaya çalışıyor. Bunun arkasından iyi planlanmış bir programın ortaya konulması elzem. CHP’nn Alevlerle lgl deklarasyonundan daha öneml olan lk defa CHP’nn açıkça Alevler sahplenmş olmasıdır. AK Part bu mkânı y kullanarak Alevlern sadece şkâyet ve taleplern değl, onları aşan korku ve endşelern gdererek syas br program gelştrmeldr. AK Part’nn Alevlere yönelk syas programı kadar öneml olan syas hamles, bu programı Alevler syaseten temsl eden br başka syas aktörle, yan CHP le hayata geçrmey terch etmesdr. Bu şeklde Alevlern sokaklara yansıyan reaksyonelğ aşılablr. DERSİM MAĞARALARI, DAĞLARI BİR GÜN DİLE GELSEYDİ… Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Programı Koordinatörü D ersim hadisesinin tarihî değil eğil siyasî bir tartışma olarak başlamasını isteyenlerdenim. nlerdenim. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı aşbakanlığı döneminde Dersim için özür dilediğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yacağı belli olmuş ve bu tartışmanın geçmişle çmişle yüzleşmeye bir kapı aralayacağı anlaşılmıştı. aşılmıştı. Bu yazıya son üç yıl içinde tanık nık olduğumuz ve AK Parti ile CHP/MHP arasında geçen tartışmalar ekseninde değil, Dersim hadisesi si için kaleme alınmış en derli toplu ve kıymetli çalışmalardan malardan biriyle başlamak ve tarihsel bir perspektif sunmak niyetindeyim. Sözünü ettiğim eser, Tarih Vakfı akfı Yurt Yayınları’nın yayınladığı kişisel bir arşivdir. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Necmettin ecmettin Sahir Sılan Arşivi’ni, Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik adıyla yayımladı. Necmettin n Sahir Sılan, Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi’nde e zabıt kâtipliği, Sait Halim ve Talat Paşa kabineleriyle eriyle ilgili Divan-ı Âli Tahkikat heyeti üyeliği yapmış ve Mustafa Kemal’in önerisiyle BMM’de, evrak ve tahrirat ahrirat müdürü olarak çalışmış biriydi. Sılan, 1939’da Bingöl, 1943 ve 1946’da Tunceli Mebusluğu görevlerinde bulunmuş, nmuş, DP kurulunca ARALIK 2014 61 bu partinin Erzincan, Bingöl ve Tunceli müfettişliğini yapmış ve nihayet 1960’lı yılların sonunda aktif siyasi yaşamdan çekilmiştir. ve onların dağlarda, mağaralarda, çoluk çocuk yok edilmesini sağlayan programları ‘uygarlaştırma projesi’ adına gönül rahatlığıyla onaylamak... Sılan’ın bir devlet bürokratı ve ‘resmî siyasetçi’ olarak ilginç bir yaşam öyküsü olduğu açık. Sahir Sılan Arşivi işte bu, ‘sakalı yerlerde sürülen’, ‘talancı’, ‘mal ve ırz düşmanı karşı devrimcileri’, ‘gözü dönmüş canileri’, ağaları, seyitleri ortadan kaldırmak ve halkı özgürleştirmek için ‘devrimcilerin’ neyi göze aldığını anlamak bakımından son derece önemli bir arşiv! ‘Resmî siyasetçi’ kimliği, hak edilmiş değil, ama tek partinin ve tek liderin takdiri sonucu kişilere bağışlanmış bir lütuf aslında. Bu lütuf sonucu, bırakınız orada doğup büyümüş olmayı, hayatınızda bir tek defa dahi görmediğiniz bir şehri milletvekili olarak Meclis’te temsil edebiliyordunuz. Bunun sayısız örnekleri var. Devletin bu lütfuna mazhar olan kişilerde, devlete sınırsız bağlılık ve devletin özellikle Kürt coğrafyasında giriştiği Türkleştirme programlarının başarısı için çalışmak gibi hususiyetler aranıyordu. 1924’te başlayan bu Türkleştirme programlarına şimdilerde, ‘toplumsal mühendislik’ veya ‘uygarlaştırıcı proje’ diyenler var. Bu kavramlar, Fuat Dündar’ın ‘etnisite mühendisliği’ kavramından kuşkusuz çok farklı. ‘Etnisite mühendisliği’, bir halkı kimliğinden koparmak, ona olmak istemediği başka bir kimliği benimsetmek için girişilmiş politikaları anlamak bakımında ideal bir kavram aslında. 1915 yılı, bu bağlamda söz konusu mühendisliğin zirve yaptığı zamanı ifade ediyor ve bu bakımdan da, İttihat Terakki’nin giriştiği ‘etnisite mühendisliğinin’ tarihinde istisnai bir yere sahip. Tarih olarak bu istisnai yerle bir tek ‘Dersim-1938’i karşılaştırmak mümkün olabilir. ‘Toplumsal mühendislik’ ve ondan daha beter bir kavram olan ‘uygarlaştırıcı proje’ kavramı ise; yapılanların uygarlaştırma adına mazur görülmesini talep ettiği ve artık mızrağın çuvala sığmadığı bu dönemde, mızrağı çuvala sığdırmayı yeniden deneme çabası olduğu için bana kalırsa ihtiyatla ve kuşkuyla yaklaşılması gereken kavramlar. Bu kavramları bir tarihî dönemi anlayabilmek için, anahtar kavramlar olarak kullanmayı benimsediğinizde, Dersim’de olup bitenleri, Dersimli CHP lideri Kılıçdaroğlu gibi, ‘devrim koşullarında normal şeyler’ olarak görmeniz kaçınılmazdır. Bu durumda, bir halkı, bir coğrafyayı ‘uygarlaştırmak’ için yola çıkmış ‘devrimcileri’ ve onların bugünkü mirasçılarını bağrınıza basar ve böylece geriye, bilimsel manada yapılacak ve araştırılacak olan tek şey kalır, ‘karşı devrimcileri’ teşhir etmek 62 ARALIK 2014 Bu arşivde yer alan metinlerin her biri başlı başına bir ‘şaheser!’. Kitabı elinize alıyorsunuz ve o andan itibaren, devletin Kürt toplumu hakkında sahip olduğu derin bilgilere şaşırıp kalıyorsunuz. Hep duyarız, PKK ile savaşta ordu başarısız kaldı, çünkü bilmediği bir coğrafyada savaşıyordu diye... Bu tamamen gerçek dışı bir kanaat… Çünkü en azından Sahir Sılan Arşivi bunun tersini söylüyor. Arşivde yer alan belgelere bakıyorsunuz ve ‘ordunun o coğrafya hakkında sahip olduğu bilgiler, meğer ne PKK’de ne de Kürtleri ayaklanmaya kışkırtmak için o dağlarda dolaşıp durduğu söylenen İngiliz-Amerikan ajanlarında varmış’ diye bir kanaate varıyorsunuz. Arşivde, Dersim’deki aşiretlerin, hudutlarını ve nüfus miktarlarıyla silahlarını gösterir krokiler, vadiler, dağlar, ovalar, tedip harekâtlarının izlediği güzergâhlar, bu güzergâhlarda yer alan mağaralar tek tek şemalar halinde gözler önüne seriliyor. Hele mağaralar hakkında yazılı bir bölüm var ki, okuyunca insanı perişan ediyor, bu nasıl ‘uygarlaştırıcı proje’ diye kanınız donuyor okurken. Amerika’da, yerlilerin, uygarlık adına yok edilmelerine benziyor her şey... Sılan’ın arşivin de yer alan Mağaralar adlı bölüm şu sözlerle başlıyor: “Yasak bölgenin tanınması lazım gelen yasak taraflarından biri, belki en mühimi mağaralardır. Mağaralar yasak bölge halkı için hayati kıymete haiz sığınaklardır. Halk bir tedip harekâtı hissedince, zamanın elverişine göre çoluğunu çocuğunu, varını yoğunu hatta koyun keçisini de mağaraya çeker ve etrafı gözetleyerek harekâtın sonuna kadar bekler. Mağara harekâtın devamı müddetince, takip kuvvetleri tarafından görülememiş ve keşfedilememiş ise kendi hesaplarına göre vaziyet kurtarılmış sayılır...” Harekâtçılar veya ‘uygarlaştırıcı devrimciler’ mağaraları kolayca ele geçirmek için, mağaralara bayağı kafa yormuşlar. Mağaraları, köye yakın mağaralar ve uzak mağaralar olarak ikiye ayırmışlar. Sonra ‘üç beş kişiden başlayarak icabında yüz küsur kişiyi istiap edebilecek mağaralara rastlanmıştır diyerek’ mağaraları kapasitelerine göre sınıflamışlar! Sıra, mağaraların keşfine ve tatbik edilen usullere gelmiş. Bu usullere göre mağaralar, taramalarla ve ele geçen şakileri tazyik suretiyle bunlara kılavuzluk yaptırılarak ele geçiriliyor ve mağaralara taarruz böylece tamamlanıyormuş. ‘Mağaralara taarruz’ kitapta ayrı bir bölüm olarak yer alıyor. Burada yer alan bilgilerden öğreniyoruz ki mağaralarda saklananlar derhal teslim olmamışlar sonra ‘susuz kaldıkça’ teslim olmaya başlamışlardır. “On gün aç ve susuz kaldıktan sonra, teslim olmayıp mağara içinde ölenlere veyahut ölecek hale geldikten sonra teslim olanlara rastlanmıştır. Susuzluğa çocuklar tahammül edemedikleri için bunlara idrar içirildiği ve bir kısmının bu yüzden öldükleri duyulmuştur.” “Bazı mağaralar yüksek ve kalın kayalıklar üzerinde bulunmasından bunlara tahrip kalıbı kullanılamaz. Bu durumda içerdekilerin açlık ve susuzluğa mahkûm edilmesi zaruri olur.” siniz. Dersim ve Sason’un karanlık mağaralarında yaşananları aydınlatmadan, ‘uygarlaştırıcı proje’ demeye devam eder durursunuz… ‘Ceza infaz kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali, bir de Çingene cellat buldu. Gece 12’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. ‘Peki’ dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca, hâkim illada idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. ‘İdam tunne’ diye bir vaveyla koptu. (İdam yoktur.) Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep, jandarma karakolundaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü: ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Mağaraların yakılması sırasında oluşan dumana karşı mukavemette Sasonluların adı öne çıkıyor ve şöyle deniyor: “Sasonluların dumana karşı gösterdikleri mukavemet kayda değer.” Ve mağaraların ele geçirilmesinde önerilen pratik usuller: “Keçi, inek ve çocuk gibi bağırmak, Kürtçe ve Arapça seslenmek, keçi gibi bağırmalarda mağaralardaki keçiler mukabelede bulunarak yerlerini belli etmişlerdir.” Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk: ‘Kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Mağaralar ve mağaralarda saklanan çocukların trajedisiyle yüzleşmeden, Kürt sorununu çözemez- Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan in- Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. ARALIK 2014 63 tuğu hamalın yüzüne bakmış ve şöyle demişti: ‘Ben size kıyan Alpdoğan Paşayım. Hiç pişman değilim. Bugün olsa yine kıyarım!’ Ne Alpdoğan paşalar pişman, ne o paşaları Dersim’e yollayanların yolundan gidenler pişman! Hacıbektaş şenliklerine katılan Başbakan Davutoğlu, Dersim’den özür dileyince, hem Alevi sorunu hem Dersim yeniden tartışma gündemine oturdu. san doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti: ‘Evlâdı Kerbelayıh. Bî hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingene’yi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.’ Yukarıda okuduğunuz idam sahnesi, İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında geçiyor ve Dersim yarasının nasıl bir yara, hala kanamaya devam eden bir yara olduğunu yeteri kadar anlatıyor. Dersim, bir özürden başka çok şey ifade ediyor, bu yaranın kapanması lazım artık. Nasıl kapanacağını da, en iyi Dersimliler bilir, onlara sormak ve onlarla konuşmak lazım. Dersim’e ismi iade edilecek mi? Dersimle yüzleşmek için yeni bir tarih yazılabilecek mi? Seyit Rıza bizim resmi tarih belgelerinde hala bir eşkıya olarak okutulur ve öğretilir. Oysa bu ‘eşkıyanın’ heykeli dikildi. Dersim meydanına. Dersimli çocuklara ne söyleyecek bu devlet? Seyit Rıza bir ‘eşkıya’ mıydı yoksa devletin kıyımına uğramış binlerce Dersimli’den biri miydi? döneminde egemen olan resmi ideolojiyi AK Parti iktidarıyla beraber terk ettiği bir gerçek. Ama bir ideolojinin gücü halka ne ölçüde mal olduğuyla belirleniyor. Bu manada resmi ideolojinin bugün özellikle tek parti dönemine toz kondurmayan, CHP’ye oy veren geniş kitleler arasında etkisini önemli oranda koruduğunu ve bu korumanın Dersim tartışmaları olduğunu ve her defasında da çeşitli ifade ve tutumlarla kendisini gösterdiğini görüyoruz. Dersim hadisesine devlet adına artık sahip çıkılamıyor. Bugünün devletini yönetenler Dersim’le yüzleşmekten ve bu yaranın kapanmasından yanalar. Ama Dersim’in gerçek failleri, ‘Dersim Fiilini’ mümkün kılan ideolojiyi bugün de savunanlar, uygun şartlar oluştuğunda benzer bir kıyama girişebileceklerini açıkça itiraf etmektedirler. Dersim trajedisinin yaşanmasında payı olanlar, bu yakın zamana kadar suçu inkâr etmiyor, suçla iftihar ediyorlardı. Ama Dersim artık kabul edilemeyecek toplumsal bir yaraya dönüştüğünde inkârı tercih ettiler. Dersim’de ne olduysa devrim için oldu söyleminden, Dersim’de bir şey olmadı söylemine kolayca geçiş yapıldı. Kaydı benim arşivimde bulunuyor. Bin kez de özür dilense, resmi tarih değişmediği sürece Dersimle yüzleşmek mümkün olmaz. Dersim harekâtını yöneten Abdullah Alpdoğan Paşa, harekâttan yıllar sonra, İstanbul’daki evine sırtında taşıyarak bir teneke yağ getiren ve Dersim katliamından sağ kurtulmuş bir hamalı evinin salonuna çağırmış ve sormuştu, ‘Evladım beni tanıdın mı?’ ‘Hayır’ demişti bu Dersimli hamal, ‘Sizi tanıyamadım efendim!’ Başbakan Davutoğlu, Dersim’i ziyaretinde resmi ideolojinin sona erdiğini ifade etti. Devletin tek parti Kısa süren bir suskunluk anından sonra, söze yeniden başlayan Abdullah Alpdoğan Paşa, ayakta tut- Hangisi gerçek? Dersim meydanına dikilen Seyit Rıza heykeli mi, yoksa resmi tarihin ‘eşkıya’ dediği Seyit Rıza mı? Önce Remi Tarih Değişmeli. 64 ARALIK 2014 Dersim’i tartışmak, Cumhuriyet dönemi inkâr ve tenkil politikalarıyla yüzleşmek ve bu yüzleşme üzerinden Kürt yurttaşlarımızın sorunlarına eğilmek bakımından önemlidir. Evet, Cumhuriyeti kuranlar iyi bir iş yapmışlardı ama bu iyi işler, cumhuriyet kurulurken işlenen suçları konuşmaya engel değil. Dolayısıyla Dersim her şeyden önce bir devlet taammüdüdür ve bu taammüdün hayata geçmesinin en önemli karar vericisi ve sorumlusu Mustafa Kemal’dir. Dersim dâhil, Cumhuriyet dönemi politikalarıyla yüzleşmek sadece CHP’nin değil ama bütün bir toplumun görevi olmalıdır. Toplum iyi kötü bu görevin ve sorumluluğun taşıdığı önemin giderek farkına varırken, CHP’nin Dersim ve Cumhuriyet dönemi politikaları konusunda burnundan kıl aldırmayan bir politikayı yıllardır sürdürüyor olması en çok bu partiye zarar vermektedir. CHP ya tamamen inkârı benimsiyor ya da evet Dersim oldu ama bunun mimarı ve sorumlusu Celal Bayar’dır. Bir ihtimal İnönü de sesini çıkarmamış olabilir diyor. Yıllar yılı Dersim’de buna benzer bir algıyı güçlendiren resmi devlet kaynaklı bir propaganda yürütüldü. Dersim’in yaşlıları zaman zaman şunu söylediler torunlarına: Buralarda Alpdoğan Paşa adında bir paşa vardı. Dersimliler’i kırdı bıraktı. Mustafa Kemal Paşa bunu duyunca haber gönderdi, Alpdoğan Paşa Dersim halkına kıymasın dedi. Genel Kurmay belgeleri dâhil, bu iddiaları doğrulayan bir tek belge yoktur. Dolayısıyla bu saatten sonra inkarın CHP’ye de topluma da, Kemalizm’e de bir faydası yok. Dersimi Türkiye yıllardır tartışıyor. Ama devletin kulağı bu tartışmalara kapalıydı. Sonra R. Tayyip Erdoğan Dersim’den özür dileyince her şey yeniden başladı. İşte bu aşamada ve bu tartışmalar sürüp giderken, Uludere katliamı yaşandı. Uludere, inkâr politikalarına sırtını yaslayanların sığındığı bir limana dönüştü birden bire. ‘Yakın tarihle yüzleşme olacak- sa Uludere’den başlayalım’ diye, Kemalist aydınlar dikkatleri Uludere’ye çekiyor ve sanki AK Parti’ye, ‘Bizim Dersim gibi bir günahımız varsa, senin de Uludere gibi bir günahın var. Gelin önce Uludere’yle yüzleşelim’ diyorlar. Ama maalesef Uludere, oluş biçimiyle, sonucuyla, içinde yer aldığı siyasi iklimiyle söyleyecek olursak hiçbir şekilde Dersim’le özleştirilemez. Uludere’nin içinde yer aldığı iklime bakalım: PKK ‘devrimci halk savaşı’ adıyla bir savaşa girişmiş, ama halktan destek görmediği için büyük kayıplar yaşıyor. PKK içinde bu kayıplarla ilgili ciddi bir tartışma başlamış. İşte tam bu sırada Türk hava güçleri Uludere’de alınan yanlış veya dezenforme bilgiler nedeniyle, sınırı geçen bir grubu bombalıyor. 34 kişi hayatını kaybediyor. Genel Kurmay’a yanıltıcı bilgi verilmiş yoksa bir devlet taammüdü, önceden ve halka göz dağı vermek, bir medeniyet projesine engel olacağı düşünülen bir bölgede askeri harekât düzenlemek ve sonucu ne olursa olsun bir bölgeye ‘medeniyet’ götürüldüğü inancıyla BM sözleşmelerinde soykırım diye tarif edilen bir suçu işlemeyi göze almak gibi bir şey söz konusu değildir Uludere’de. Ama bunların tümü Dersim’de var. Uludere’de katledilen 34 kişiye karşı işlenen suç elbette insanlığa karşı işlenen suç kapsamındadır. Ama Dersim’in bunun dışında Uludere’ye benzeyen bir yanı yoktur. Dersim uygarlığa karşı direndiklerine inanılan bir halkı çoluk çocuk demeden katletmeye dayanan bir anlayışla meydana geldi. Uludere’de sorun silahlı bir gruba karşı gündemde olan asayiş önlemlerinden ciddi bir sapma ve bu sapma sonunda 34 sivil insanın katledilmesidir. Uludere’den de elbette özür dilenmelidir. Bunu defalarca yazdım. Ama mesele sadece özür mü? Değil elbette. Faillerin bulunması ve yargılanmasıdır. Uludere için her şeyi yapabilirsiniz ama Uludere’yi, ‘Dersim kıyımından kaçmanın güvenli bir alanı’ haline getiremezsiniz. CHP’nin yaptığı budur ve yanlıştır. Dersim’le sahici bir yüzleşme, CHP ne kadar farkında bilemiyorum ama en çok da CHP’ye yarayacaktır. CHP’nin değişmesine bir ömür verenler ve hala bu değişimi bekleyenler, Dersim’le yüzleşmeye katkı sunmalı ve tarihin bu ağır yükünden CHP’nin kurtulmasına, deyim yerindeyse özgürleşmesine yardımcı olmalıdır. ARALIK 2014 65 İÇ POLİTİKA Halk, kaybettğ syasallığını bulmanın, devretmek zorunda kaldığı haklarının farkına varıyor. Her türlü aks görüş ve eleştrye rağmen kendn güvende ve korunaklı hssedyor. Değşm syasetten beklyor ve özgürlüklernn temnatı olarak pols ya da güvenlk kurumlarını değl özgürce faalyet gösteren syaset kurumunu görüyor. ÖZGÜRLÜKLERİ EMNİYET ALTINA ALMAK: İÇ GÜVENLİK PAKETİ VE ETKİLERİ Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü H ükümet, bir süredir üzerinde çalıştığı iç güvenlik paketini açıkladı ama paketin içerisinde yer alan son derece önemli bazı maddeler ve barındırdığı yenilikler ne yazık ki -çoğunlukla olduğu gibi- gazeteciliğin spotlaştırmaya doymayan hırsına kurban edildi; ne var ne yoksa bir iki kışkırtıcı başlığa indirgenerek, ‘yazıyorr’ nidaları arasında manşete çekildi ve böylelikle yaşanması istenen tartışmaların ateşi daha baştan harlanmış oldu: ‘Polisin yetkisi artıyor! Türkiye, güvenlik devletine doğru gidiyor!’. İçerisinde, ‘kaçınnn polisin yetkisi artıyor’ ya da ‘yetişin a dostlar polis kendi başına gözaltı 66 ARALIK 2014 süresini uzatıyor’ gibi hükümetin karşılaştığı siyasal ve sosyolojik problemler karşısında çözümsüz kaldığı yerde ‘polisiye’ tedbirlere başvuran bir anlayışta olduğunu ima eden alt anlamlar barındıran büyük puntolu manşetler, çoğu kez olduğu gibi sıradan insanların gündelik hayatlarına etki edecek olanı, asıl gerçeği ve önemsenmesi gerekeni önemsizleştirerek görünmez kıldı. Evet, iç güvenlik paketiyle gözaltı süresi 24 saate kadar polis amirlerinin yetkisine bırakılıyor, bu süre Savcı kararıyla 48 saate kadar uzatılabiliyor. Mo- lotofllu, silahlı ve maskeli göstericilerin rahatça ‘at oynatması’na hiçbir şekilde müsamaha edilmeyeceği hükme bağlanıyor. Pakette, siyasal tartışmaların kamu düzenini bozacak derecede şiddete yol açmasının önleneceği, düzensizlik yaratarak siyasal otorite üzerinde baskı kurmanın sosyolojik olanı ideolojik olana tahvil etme arzusu olduğu bir biçimde seziliyor ve düzene yapılacak aşırı vurgu doğası gereği polisi, toplumla devlet arasında tercih yapmaya ve genellikle olduğu gibi devletten yana tavır almaya zorluyor. Burada şunu belirtmek gerekir ki modern devlet teorisinde kamu düzeniyle egemenlik hakkı ayrılmaz bir ilişkisellik içinde düşünülür ve her ikisi birden iç içe geçmiş halde güvenlik kurumlarının sembolizminde tecessüm eder. Ve bu durum kamu kurumlarını kendilerini ‘devletle’ aşırı özdeşleştirdikleri takdirde neler yapabileceklerine dair unutmaya çalıştığımız karanlık geçmişimizi hatırlatıyor. Böylesine meşru bir zemin oluşunca da pakete herkes kendince bir şeyler katıyor. Ortada her geçen gün büyüyormuş gibi bir havada dönüp duran bir paket var ama gerçekte neyi amaçlıyor pek bilinmiyor. Esasen paketin ruhu, Başbakanın bir süredir sorguladığı ve yeniden düşünmeye çağırdığı ‘özgürlükgüvenlik dengesi’ meselesinde yatıyor. Davutoğlu, özgürlük-güvenlik dengesinin içinde yatan ‘devletçi’ ve ‘güvenlikçi’ bakışın tuzaklarına düşmeyeceğini hissettiren bir ayrımla, düşündüklerini şöyle açıklıyor: “İnsanın hayatı, özgürlüğü, onuru, nesli, aklı, malı ve canı emniyet altındadır. Bizim kadim kültürümüzde makasıd olarak bilinen bu temel haklar, evrensel hukukta da tekrar edilmiştir. İnsanın canı, aklı, inancı, nesli, malı emniyet altındadır ve emniyet altında olacaktır… Bunların her birine yapılan saldırı insanlık onuruna yapılan saldırıdır… Bu açıdan ‘özgürlük, güvenlik dengesi’ dedik. Hatta bir adım öteye giderek bugün yeni bir kavramla bunu ifade etmek isterim: Özgürlük-güvenlik uyumu. Sadece dengesi değil. İki taraflı denge değil. Aksine iç içe geçmiş bir uyum mantığıyla yaklaşıyoruz [vurgu bana ait].” Davutoğlu’nun ‘iç içe geçmiş bir güvenlik-özgürlük uyumu’na vurgu yapması son derece önemli çünkü polisin görevi, sanılanın aksine sadece güvenlik, sadece emniyet değil aynı anda ve iç içe geçmiş bir biçimde ‘özgürlükçü bir güvenlik’tir. Sürekli olarak, özgürlüklerin ve hukuktan kaynaklanan hakların yaşanırlığını amaç edinen bir güvenlik ve emniyet anlayışında çalışan polis, bizatihi sivilleştirici, bizatihi özgürleştirici ve temel hakların hayata geçirilmesinin en önemli güvencesidir. Bu yüzden, özgürlükle güvenliği ayrı ayrı değil sürekli olarak iç içe geçmiş halde düşünmek ve her ikisini aynı anda dikkate alarak hareket etmek hem siyasal iktidarların hem de sokaktaki iktidarı temsil eden polisin demokratikliğinin en önemli göstergelerinden biridir. Polis söz konusu olduğunda esas tartışılması gereken polisin yetkilerinden çok bu yetkileri nasıl kullandığı ve kullanacak olan kişilerin yetkinliği ve demokratlığıdır. Dünyanın her yerinde polis, işin doğası gereği, insanların hayatlarına doğrudan müdahale hakkını içeren, onların mahremiyetine ve gizli dünyalarına dâhil olabilen yetkilere sahiptir ve yasalar ne olursa olsun polisin bu yetkileri ‘nasıl’ kullandığı sorusu her zaman için ana tartışma alanlarından biri olagelmiştir. Demek istediğim şey, hükümetin güvenlik konusunda attığı adımları, polise yönelik büyük bir güvensizlik üzerinden salt polisiye tedbirlere indirgemek aynı anda hem polisin değersizleşmesine ve yetersizleşmesine hem de siyasetin güvensizleştirilmesine yol açar, açmaktadır. Gerçeğin çarpıtılması var olan endişeleri artırmaktan çok kafaların karışmasına ve bununla ideolojik çıkarlar umanlara geri dönüp güvensizlik yaymalarına sebep oluyor. Başka bir deyişle polisi değersizleştirip bunun üzerinden kendi ideolojilerini tahkim etmek isteyenler çoğu kez siyasal alanı tekinsiz kılarak kendi varlıkları üzerinden güvensiz bir şüphe kaynağı haline gelirler. Hele ki bunu ARALIK 2014 67 Paketle lgl Davutoğlu’nun özgürlükler ‘emnyet altına almak’ vurgusu güvenlğ br amaç ya da kend başına, anlamını kend çnde barındıran br araç olmaktan çıkararak onu ancak özgürlüklerle ve toplumun kend kendn var etme rades olan syasallığının temnat altın alınmasıyla anlamlı olableceğ maları taşıyor. çarpıtmalarla yaparlarsa şaşkınlık verici derecede sorunlu sonuçlara ve bir anda sistemin dışında kalacak denli radikal bir yere savrulma tehlikesi barındırırlar. Dolayısıyla, bu çarpıtmaların başında ‘güvenlik devletine doğru mu gidiyoruz?’ endişesinin yarattığı belirsizliğin ideolojik bir hedefe yöneltilmesi geliyor. Türkiye bağlamında güvenlik devletinin tam olarak ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlamak için darbe dönemlerine bakmak gerekir. Güvenlik devletinin bir diğer adıdır ‘darbe hükümeti’. Burada güvenlik söz konusu olduğunda her türlü özgürlük ikincil ve talidir. Güvenlik, sağlıklı bir siyasal ve sosyal yaşamın inşası için bir gereklilik olmaktan çıkarak diğer her şeyin ona yönelik olarak kurgulanması gerektiği, bizatihi bir amaca dönüşür. Kamu düzeni halkın kendini var etmesi ve yeniden üreterek daha özgür, müreffeh ve daha güvenli kılması değil, belirli bir ideolojik beklentiye göre ‘ayarlanması’ olarak algılanır. Siyaset değersizleştirilir. Sivil olan ne varsa güvenlikçi olanın zıttı olarak tanımlanır ve saf dışı bırakılacak bir yapı oluşturulur. Öngörülemeyen her türden değişim tedirgin edici bir şüphe kaynağıdır. Buralarda neredeyse bütün kurumların ilk vazifesi güvenlikçi bir anlayışla işlerini yapmak ve devlete bağlılığı esas almak olarak tanımlanır ki bu amaca ulaşıldığında güvenlik devletine ve güvensiz bir topluma da ulaşılmış olur. Bu hal uzun süre devam ettiğinde halk sivilliğini ve kendini var etme kapasitesini yani siyasallığını kaybetmeye ve devretmeye başlar. Sıradan halk, her türlü güvenlik vurgusuna ve hâkimiyetine rağmen kendisini sürekli bir güvensizlik ve korunaksızlık içerisinde hisseder. Şimdi ise bunun tam tersine bir süreç işliyor. Halk, kaybettiği siyasallığını bulmanın, devretmek zorunda kaldığı haklarının farkına varıyor. Her türlü aksi görüş ve eleştiriye rağmen kendini güvende ve korunaklı hissediyor. Değişimi siyasetten bekliyor ve özgürlüklerinin teminatı olarak polisi ya da güvenlik kurumlarını değil özgürce faaliyet gösteren siyaset kurumunu görüyor. Dolayısıyladır ki İç Güvenlik Paketi konusunda hükümetin temel kaygısının, çözüm paketi ve demokratikleşmeyle birlikte elde 68 ARALIK 2014 edilen kazanımların, halk iradesiyle var olan ve şekillenen siyasal mekanizmanın güvenlik tehdidiyle sekteye uğratılması ya da zarar görüp zayıflatılmasının ortadan kaldırılması olduğunu görmek gerekir. Paketle ilgili Davutoğlu’nun özgürlükleri ‘emniyet altına almak’ vurgusu güvenliği bir amaç ya da kendi başına, anlamını kendi içinde barındıran bir araç olmaktan çıkararak onu ancak özgürlüklerle ve toplumun kendi kendini var etme iradesi olan siyasallığının teminat altın alınmasıyla anlamlı olabileceği imaları taşıyor ki bu alanda bir paradigma değişikliğinden bile söz edilebilir; halkına güvensizlikten, sürekli şüpheyle yaklaşma paranoyasından kurtulan, Davutoğlu’nun, “devletimiz vatandaşına güvenmelidir, güvenecektir” diye ifade ettiği bu durum bir paradigma değişikliği derecesinde önemlidir. Hükümetin kararlılığı ve zor ve hassas tarafları olan konularda kolay adım atabilme gücü bana göre güvenliği özgürlüklere göre ele almasından, doğru işi yapmanın verdiği özgüvenden kaynaklanıyor. Nitekim Davutoğlu, paketin, Kobani olaylarından sonra ülkenin her bir yanından gelen seslere, taleplere, çağrılara cevap verecek özgürlüklerin korunması ve iç güvenlik reformu olduğunu ifade ederek şöyle diyor: “Dikkat ediniz öylesine bir ayrım yaşandı ki ‘sokağa çıkın’ çağrısı yapanlar dahi bu vandalizmi savunamaz hale geldiler. O zaman kimse bugün paylaşacağım konuları Türkiye’nin otoriterleşmesi ya da özgürlükleri daha çok kısıtlayan bir alana geçmesi diye görmemelidir. Mademki bu manzaraları, o manzaraları çıkarmak için provokatif tweet atanlar dahi bugünü savunamıyorlar. O zaman getirdiğimiz ve getireceğimiz tedbirler konusunda da objektif yaklaşsınlar ve bunların Türkiye ve dünyadaki uygulamalarına bakarak değerlendirsinler. Bir önyargıyla yaklaşmasınlar. Bunları bir siyasi istismar malzemesi yapmasınlar. Aksine bugün açıklayacağımız tedbirler ve reform projeleri, bunu altını çizerek söylüyorum, reformlar, özel hayatın mahremiyetini korumaya, kişisel verilerin korunmasına, insan hak ve öz- gürlüklerinin tahkim edilmesine yönelik reformlardır. Diğer taraftan elektronik ticaret güvenliğinden iş güvenliğine kadar uzanan geniş çaplı bütün vatandaşlarımızın günlük hayatlarını tam bir güven içinde yaşamalarını sağlayacak reformlar olacaktır. Ayrıca uyuşturucuyla mücadeleden terörle mücadeleye kadar birçok alanda da bu güvenlik ortamını zedeleyeceklere karşı alınacak tedbirler var.” Davutoğlu’nun mesajlarında, güvenliğin kolayca ideolojikleştirilebilecek bir alan olduğunu bilen bir içerik gizli. Gerçekten de güvenlik ideolojikleştirmeye en yatkın alanı kapsar. Güvenlik özgürlüklerin önüne konulduğunda bunun yegâne kazananı hâkim ideolojik kesimdir çünkü ve bu olduğunda güvenlik statükonun tersten söylenişi halini alır. Hükümet kanadı bunu yani güvenlik meselesini ‘siyasi istismar’ konusu olarak görenlere karşı çıkıyor haklı olarak. Bir zamanlar güvenliği statükonun tersten söylenişi gibi kullananların, bugün de kavgalı oldukları siyasal işleyişlerin ‘paket’ halinde reddedilmesinde kullanıyorlar. Fakat bir kez esas tartışılması gereken polise verilen yetkilerden çok dünyadaki uygulamalara atıf yaparak bir anlamda odağı polisin yetkilendirilmesine değil bu yetkilerle ne yaptığına ve bunu nasıl yaptığına bakılması gerektiğine kaydırıyor ki bu doğru bir bakıştır. Nitekim ‘ne yaptığı’ ve bunu nasıl yaptığı konusunda paket son derece hayati ve gerekli bir başka madde olarak polisin yetkilerini gözetleyip denetleyecek Kolluk Gözetim Komisyonu kurulmasını içeriyor. Bu Komisyonda siyasilerden sivil toplum üyelerine kadar farklı yelpazeden insanların yer alması öngörülüyor ki hakkıyla tesis edilirse pek çok meselenin çözümü burada yatıyor. Bu meselelerden biri de hiç şüphesiz ‘kolluğun adli ve önleyici istihbarat faaliyetleri’dir. ‘Güvenlik’ paketiyle, kolluğun -özellikle de polisin- keyfî ve neredeyse rasgele denebilecek bir ciddiyetsizlikle insanların yatak odalarına kadar dinleme yapması da son bulabilme ihtimali taşıyor. Aslında siyasilerin halka yeterince kulak verdikleri, özgürlük taleplerinin yeterince dinlenildiği yerlerde polisin ‘dinleme yapması’ gerekliliği de asgari düzeye düşer. Paket yeni dönemde bunu görebilmemize imkân tanıyacak gibi duruyor. Hükümet aslında güvenlik kurumlarının önceliklerini ve bu öncelikleri nasıl hayata geçireceklerini bir anlamda yeniden tanımlıyor. Belirtmek gerekir ki amacı ve önceliği özgürlükler ve temel hakların yaşanır kılınması olan güvenlik kurumlarının katı tavırları sanılanın aksine toplumu ‘ezici’ ve baskılayıcı değil güven verici bir duruşun sembolik ifadesidir. Davutoğlu’nun “her bir güvenlik birimimiz, mensubumuz da demokratik hukuk devleti kuralları içinde hareket etmeye yönlendirilecekler. Bu kurallar içinde davranmaları bir güvenlik kültürü haline gelecek. Güvenlik bir kültürdür. Salt fiziki güçle ilgili bir husus değil. O kültürü yerleştireceğiz” demesi hem bu önceliği, hem işlerin yürütülürken ‘güvenlik gerekçesiyle’ hukukun ve özgürlüklerin kolayca askıya alınamayacağını hem de güvenliğin salt fiziki, cebri zora dayalı bir iş olmadığını ifade ediyor. Güvenlik kültürü ile gözetim komisyonunu bir arada düşünmek gerekir. Her ikisi bizim güvenlik kurumlarının alışık olmadıkları, devletçi bakışa mesafeli bir yerden halkın iradesini ve toplumun siyasal imkânlarını emniyet altına almayı başa koymayı gerektiren bir tarzı getiriyor. Bu aslında ‘güvenlik’ değil bir ‘özgürlük’ paketi ve güvenlik devletine doğru gidişi değil güvenlik devletinden çıkışı, demokratik iktidarın girilmesi en zor alan olan güvenlik alanına girebilmesini simgeliyor. Bunun önemli göstergelerinden bir başkası olarak Jandarma’nın sivilleşmesine dönük adımlar sayılabilir. Toplumun siyasal imkânlarının, statükonun en kırılmaz koruyucusu güvenlik bürokrasisini yeniden tanımlama gücüne eriştiğini sembolize ediyor. Özetle paket, daha güvenlikli bir topluma ulaşılabilmesi için daha özgürlükçü bir devlet ve polisi var etmeye, siyasal bir düzenin ancak siyasal bir süreçle tanzim edilebileceğine dönük yenilikler getiriyor. Siyasal karşı koymayı kriminal hale getiren göstericilerle siyasal hareketleri kriminalize etmeye yatkın statükocu güvenlik bürokrasisinin her ikisini aynı anda dönüştürmeyi ve bu ikisini birbirinin farklı görünümleri gibi ele almayı hedefliyor. Paket, darbe dönemlerinde en çok ‘darbeyi yiyen’ güvenlik alanını tartışmaya açıyor ve sivil siyasetle yeniden tanımlama adımı atıyor. Kâğıt üzerinde doğru ve önemli ve oldukça heyecan verici gözüküyor ama elbette her şeyde olduğu gibi ayinesi iştir kişinin tavrıyla beklememiz ve iş güvenlik olduğu için temkini elden bırakmamamız gerekiyor. ARALIK 2014 69 İÇ POLİTİKA en önemli bir darbe süreci olarak siyasi tarihimizde yerini almıştır. 60, 71, 80 darbelerine kıyasla 28 Şubat’ın iç ve dış ayaklarının belirgin olması, darbe ile ilgili bilgi ve belgelerin ıslak imzalı asıllarının ilgili kurumlarda bulunması, darbe mağdurlarının kamuoyuna yaptığı açıklamalar, darbe sürecinin, 28 Şubat 1997 tarihinden birkaç yıl sonra sorgulanmaya başlanması, AK Parti’nin darbe ve darbecilere karşı dik duruşu, 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında darbecilerin yargılanmasının önünün açılması, 28 Şubat darbecilerinin yargı önünde hesap vermesine neden olan önemli gelişmelerdi. 17 yıl önce gerçekleştirilen 28 Şubat Post Modern darbesinin günümüze yansımaları, toplumda siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda yaptığı tahribat ve zararlar, devlet sisteminde ve ulusal güvenliğimizde yarattığı travmalar günümüze kadar çokça dile getirildi, eleştirildi. Darbeyi gerçekleştirdiği iddiasıyla halen dönemin Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, MGK Genel Sekreteri dâhil olmak üzere üst düzeyde 103 sanık TSK içinde illegal olarak kurulan, ordu içinde emir-komuta zinciri ve hiyerarşisini bozan, hükümeti antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak için ülkede darbe şartları yaratmak gayesi ile oluşturulan, Batı Çalışma Grubu’nu kurup faaliyete geçirmek suçlaması ile Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılanıyorlar. TEKERRÜR MÜ EDİYOR? Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı İ stiklal Marşı’mızın söz yazarı Mehmet Akif Ersoy, şiir kategorisinde kıssadan hisse babında kaleme aldığı sözlerle yakın veya uzak tarihimizde meydana gelmiş önemli olayların günümüzde veya sonrasında yeniden gerçekleşebileceğini belirterek ibret ve tedbir alınması konusunda uyarı ve ikazda bulunduğu mısralarında bakın ne diyor? 70 ARALIK 2014 Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 28 Şubat darbesi, Türkiye ve dünyadaki konjonktürel gelişmelere paralel olarak gerçekleştirilmiş 28 Ekim 2014 tarihinde ilgili mahkemede, darbeyi deşifre ederek, BÇG darbe belgesini devletin en üst katlarına devlet hiyerarşisi içinde ulaştıran bir devlet görevlisi olarak müşteki-tanık sıfatıyla verdiğim 8 saatlik ifademde, 28 Şubat Davası’nda hayati önem taşıyan, BÇG ve EMASYA Protokolü’nün yasadışı olduğunu belgeleri ile kanıtladığımı düşünüyorum. Ayrıca duruşmada kamuoyunda 17 yıldır tartışılmakta olan 28 Şubat darbesinin arkasında örtülü olarak ABD’nin açık olarak da İsrail’in olduğuna yönelik açık ve gizli kaynaklardan elde edilmiş iddia ve belgeleri de mahkemeye sundum. Bu belgelere göre, 17 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel’e Genelkurmay’da verilen brifingde, Demirel’e araştırılması için darbeciler tarafından verilen, 54 maddelik REFAH-YOL iktidarının sakıncalı icraatlarını içerdiği iddia edilen dosya içerisinde, en çok dikkatimi çeken 53’ncü madde 28 Ekm 2014 tarhnde lgl mahkemede, darbey deşfre ederek, BÇG darbe belgesn devletn en üst katlarına devlet hyerarşs çnde ulaştıran br devlet görevls olarak müştek-tanık sıfatıyla verdğm 8 saatlk fademde, 28 Şubat Davasında hayat önem taşıyan, BÇG ve EMASYA Protokolü’nün yasadışı olduğunu belgeler le kanıtladığımı düşünüyorum. olmuştu. Bu madde ile darbeciler, gelişmiş G-7 ülkelerine karşı “Müslüman sekizler” olarak isimlendirilen ekonomik birlik kurma projesini irticai bir tehdit olarak değerlendirmişlerdi. Erbakan’ın kurulmasına öncülük ettiği D-8 İslam İşbirliği Örgütü’nün kurulma kararının alındığı tarih, Kalkınmada İşbirliği Konferansı’nın yapıldığı tarihtir, yani 22 Ekim 1996’dır. 5 Haziran 1997 İstanbul Deklarasyonu ile kuruluşunun resmen ilan edilmesinden sonra, deklarasyona imza atan Müslüman ülkelerin liderlerinin büyük bir bölümünün, iktidarlarını ve hayatlarını şüpheli bir biçimde kaybetmeleri şüphesiz normal olaylar silsilesinden çok “İslam İşbirliği Örgütünün” kurulmasından rahatsız olan iç ve dış derin yapıların devreye girdiğine işaret ediyor. Pakistan Başbakanı Namaz Şerif, Bangadeş Başbakanı Şeyh Hasina, Endonezya Başkanı Suarta, Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan DARBELER’le iktidarlarını kaybettiler. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’yi seçimle, Malezya Başbakanı Mahattir Muhammet’i ekonomik kriz sonrası iktidardan uzaklaştırıldılar. Nijerya adına imza atan Enerji Bakanı suikastla öldürüldü, D-8 kuruluşuna sıcak bakmayan Mısır, Devlet Başkanı yerine Başbakan Kemal Kanzuri’yi göndermişti, o da kısa süre içinde koltuğunu kaybetti. ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in Ankara Büyükelçiliğine gönderdiği kriptolu ulusal güvenlik belgesinin içeriği oldukça ilginç, bu belgeye göre, ABD 15 Ekim’de REFAH-YOL iktidarının devrilmesi için örtülü olarak düğmeye basmış görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher imzası ile ABD Ankara Büyükelçiliğine gereği için Beyrut, Moskova, Atina ve Sofya elçiliklerine de bilgi için gönderilen ulusal güvenlik belgesini Başbakan Erbakan kamuoyuna açıklamıştı. Belgeden yapılan ARALIK 2014 71 yönelik tespitlerinin” muhteviyat açısından birbiri ile çakışması cuntanın dış bağlantısının açık bir göstergesi gibi gözüküyor. Çevik Bir’in 2002 tarihinde İsrailli stratejist ve siyaset bilimci Martin Sherman’la birlikte yazdıkları makale sanki bir itiraf niteliğinde. “Anayasa’dan aldığı yetkiyle Türkiye’de laik Cumhuriyeti korumakla yükümlü ordu Erbakan’a açıkça dedi ki; ülkenin yüzünü İslam’a dönmesini ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol altında tutuldu. MGK baskısıyla İslamcı Erbakan istifasını sundu.” alıntılarda REFAH-YOL iktidarı ile ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen belgede, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı ile ilgili olarak yapılıyor: Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı’dan ayırıp, Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe içerisindeyiz. Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Libya, Irak, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır. İkinci yorum Koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili. DYP Erbakan’ın radikal İslami söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürür ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla beraber RP büyük ihtimalle seçimlerden daha güçlü çıkacaktır. Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon ve planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum. 28 Şubat Cuntası’nın Demirel’e, Genelkurmay’da verdiği brifingde araştırılması istenen 53. madde ile ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine gönderdiği gizli kriptodaki İslam İş Birliği Örgütü’nün kuruluşunun “tehdit oluşturduğuna 72 ARALIK 2014 Geçmişte 8 İslam ülkesinin ekonomi ve kalkınma bağlamında uluslararası barışa da katkı sağlamak amacıyla kurdukları işbirliği örgütünü kolonyalist emel ve çıkarları için tehdit olarak gören Batılı ve küresel ülkeler, günümüzde Yeni Türkiye’yi, Orta Doğu ve dünyada bağımsız bir dış politika izlemesi, yumuşak gücünü arttıran bir Strateji ve taktiksel faaliyette bulunması, Hamas ve Müslüman kardeşler başta olmak üzere ezilen mağdur ve mazlum ülke insanlarına ve ülkelere sahip çıkması, Orta Doğu ve dünyada sözü geçen bir ülke olması sebebiyle, tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi hedef almış gözükmektedirler. 28 Şubat süreci ve sonrasında AK Parti hükümetini antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak amacıyla yapılan birçok darbe ve e-muhtıra süreçleri, iktidarın dik durması ve Türk milletinin sağ duyusu nedeni ile atlatıldı. Askeri darbeler sonrasında iktidardan antidemokratik bir şekilde uzaklaştırılan siyasi partilerin daha da güçlenerek iktidara gelmeleri üzerine darbelere dış destek sağlayan küresel güçler ve Batı strateji değişikliğine giderek, bilhassa Orta Doğu’da demokratik seçimlerle iş başına gelen muhafazakar İslamcı partilerin içine “Truva Atı” olarak nitelendirebileceğimiz “paralel yapı” benzeri casusluk şebekelerini dahil ettiler. 28 Şubat darbe sürecinde askerler kadar sivillerin de önemli roller üstlendiği bugün tüm gerçekliğiyle ortada dururken, BÇG üzerinden darbenin askeri ayağının yargılanması devam ederken, o dönemde askerlerle birlikte hareket eden hatta kimi çevrelere göre daha ön plana çıkan medya, yargı, üniversiteler, siyaset mekanizmaları Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili olarak, 28 Şubat darbecilerinin sivil ayağına bugüne kadar operasyon yapılamaması, açık dış desteğe rağmen ABD ve İsrail gibi ülkelerin Türkiye’deki lobilerinin zararlı faaliyetlerinin önlenememesi 28 Şubat darbesinden gerekli ibret ve dersin alınmadığının en önemli kanıtı olarak karşımızda duruyor. Bilhassa Davos’taki “van minut - one minute” meselesinden sonra 7 Şubat MİT Krizi, Gezi Kalkışması, 17-25 Aralık Paralel Yapı’nın darbe girişimleri, IŞİD üzerinden Orta Doğu’nun yeniden dizayn edilerek çözüm sürecinin Oslo gibi gündemlerle sekteye uğratılma gayretleri, 6-8 Ekim iç savaş ve kalkışma provalarında iç ve dış provokatörlerin arkasında 28 Şubat sürecinin dış aktörleri ve yargı önüne çıkarılamayan sivil ayağı ve paralel yapı olduğu açık bir şekilde görülüyor. İç ve dış şer güçler işbirliği içinde, yeni Türkiye’nin imajını bozacak algı operasyonları ile Türkiye’yi teröre destek veren ülkeler kategorisine aldırmak, iç huzuru, barışı ve kamu düzenini bozmak amacıyla kaos stratejisi ve taktiksel faaliyetlerini iş birliği içinde sürdürmeye devam ediyorlar. 28 Şubat Sürecinde Ülkenin Konjonktürel Durumu 9 saat süren ve ülke gündemini uzun yıllar kilitleyen 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında oybirliği ile kabul edilen ‘Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetler’e karşı alınması gereken 18 maddelik tedbirler paketinin, askerlerin baskısı sonucu hükümet tarafından zorla kabul edilmesine rağmen uygulanmaması sebebiyle, özellikle de Başbakan Erbakan’ın gösterdiği direnç nedeniyle darbeci askerlerin kontrolündeki yazılı ve görsel medyada MGK toplantısı öncesi ve sonrasında REFAH-YOL iktidarına mensup DYP ve Refah Partili liderleri ve milletvekillerini hedef alan yayınlar ve asparagas haberler, dezenformatik gazetecilik taktikleri ile yayımlanıyordu. Bu yayınlar genelde iktidarın Refah kanadının rejim aleyhinde şeriatı desteklediği ve göz yumduğuna ilişkin haber veya görüntülerden oluşuyordu. Diğer taraftan yolsuzluk, mafya-siyasetçi-bürokrat ilişkileri, faili meçhul adi ve siyasi cinayetler, 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk’ta meydana gelen kaza ile ortaya dökülen kirli ilişkiler ve bu ilişkilerde bazı DYP Milletvekilleri ve Bakanların adının geçmesi DoğruYol Partisi’ni kamuoyu nezdinde yıpratmıştı. Erbakan’ın kurulmasına öncülük ettğ D-8 İslam İşbrlğ Örgütü’nün kurulma kararının alındığı tarh, Kalkınmada İşbrlğ Konferansı’nın yapıldığı tarhtr, yan 22 Ekm 1996’dır. 5 Hazran 1997 İstanbul Deklarasyonu le kuruluşunun resmen lan edlmesnden sonra, deklarasyona mza atan Müslüman ülkelern lderlernn büyük br bölümünün, ktdarlarını ve hayatlarını şüphel br bçmde kaybetmeler şüphesz normal olaylar slslesnden çok “İslam İşbrlğ Örgütünün” kurulmasından rahatsız olan ç ve dış dern yapıların devreye grdğne şaret edyor. 28 Şubat darbesinin, Türkiye’de yarattığı olumsuz gelişmeler, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel sonuçları itibarıyla kamuoyunda ve devlet kurumlarında yarattığı travmaların izleri aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen halen silinebilmiş değildir. 28 Şubat post modern darbe sürecinde yalnızca dindarlar hedef alınmamış, bu kesim bir günah keçisi olarak kullanılmak suretiyle, Türkiye’de toplumunun tamamına, Batı Eylem Planı çerçevesinde topyekûn bir psikolojik harekat uygulanarak, tabiri caizse, savaş açılmıştı. Türk milletinin milli ve manevi değerleri iç tehdit olarak değerlendirilmiş, türban başta olmak üzere Anayasa’da tanımı ve anlamını bulan “inanç özgürlüğü” suç kapsamında görülerek, BÇG ve EMASYA komutanlıklarınca altı milyona yakın her görüş ve ideolojiden insan, Türkiye genelinde fişlenmişti. Bu fişlemeler Anayasa, kanun, tüzük, yönetmeliklere ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmelerine aykırı bir biçimde yetkisiz ve uzman olmayan kişi ve yasadışı kurumlarca yapılmıştı. TSK içinde başlatılan ‘cadı avı’ ile 2 bine yakın subay ve astsubay cunta yapılanması olan BÇG tarafından fişlenerek ordudan atılmış, 10 bine yakın çeşitli rütbedeki asker emekliliğe zorlanmıştı. Bu süreçte darbeciler tarafından “irticai kalkışma” olduğuna yönelik kamuoyu algısı yaratma ve güçlendirme amacıyla, MGK ve Genelkurmay içinde kurulu Özel Kuvvetler ve psikolojik harekât birimleri ARALIK 2014 73 28 Şubat darbesnn ülkemze malyet 381 mlyar dolar cvarındadır. Uzmanlarca yapılan araştırmalarda hortumlanan banka zararı 46 mlyar dolar olarak tespt edlmş vazyettedr. Bu süreçte Türkye ekonomk olarak dz çöktürülmüş, hortumlanan bankaların yönetm kurullarında bazı 28 Şubatçı generallern görev aldığı ortaya çıkmıştır. Br taraftan ülke “cambaza bak” taktğ ve rtca kalkışma senaryoları le oyalanıp dkkatler bu yöne çeklrken, dğer taraftan, cumhuryet tarhnn en büyük soygun ve hortumlamasının bankalar marfet le yapılmasına göz yumulmuştu. asıl görevlerinin dışına çıkarılarak, darbenin haklı ve meşru olduğuna yönelik çeşitli psikolojik harp metodunu, usul ve taktiklerini, merkez medyayı da kullanmak suretiyle, kamuoyuna uygulamışlardı. Cunta tarafından BÇG’ye hazırlatılan irticai faaliyetler konulu brifinglerde, “İrtica PKK’dan tehlikelidir, aşırı dinci akımlar Türkiye’nin 1. sorunu haline gelmiştir” tezleri işlendiği biliniyor. Cunta tarafından, Demirel’e verilen brifing sonrasında, yargı ve basın mensuplarına, öğretim üyeleri, iş adamları, YÖK Üst Kurulu ve 61 üniversite rektörüne “irticai faaliyetler” konulu brifingler verilerek katılımcıların cunta yanlısı olarak devşirilmelerine çalışılmıştı. 28 Şubat cuntasının sivil kuvvetlerinin en önemli ayağı “apoletli” medya, aldığı talimatlar çerçevesinde, Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak millet iradesinin tecelli etmesi sonucu seçimle iş başına gelen REFAH-YOL iktidarını antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak için psikolojik harp metotlarının acımasızca uygulandığı bir süreçte kullanılmışlardı. Medyanın büyük bir bölümü bu dönemde psikolojik harekât uygulayan bir merkez haline getirilmiş, cuntaya ram olmayan kişi ve kurumları yıpratmak, itibarsızlaştırmak, kamuoyu önünde küçük düşürmek amacıyla kara ve gri propaganda yöntemleri ile ülkede irticai tehdidin var olduğu algısı yaratacak, kurmaca olaylar ve belgeler ile toplum manipüle edilmeye çalışılmıştı. 74 ARALIK 2014 Cunta bir taraftan kontrolündeki Medya Harekât Merkezi vasıtasıyla, hedef alınan kişi ve kurumlar ile ilgili masa başında üretilmiş “psikolojik harekât” unsuru haberlerin manşete taşınmasını sağlamış, diğer taraftan bu gazeteleri ve manşet haberleri suç delili olarak çeşitli platformlarda kullanmak suretiyle darbe karşıtları sindirilmeye çalışılmıştı. yazıda bahse konu olayla ilgili bilgi almak üzere askerliğini DZ.K.K. İsth. Başkanlığında onbaşı olarak yapmakta olan PM Kadir Sarmusak’ı olayı araştırmak, şahsım ile ilgili olarak bilgi toplamak üzere gizli bir görev ile Emniyet İstihbarat başkanlığına göndermişti. PM Kadir Sarmusak birkaç kere yanıma gelmişti. 28 Şubat darbesinin ülkemize maliyeti 381 milyar dolar civarındadır. Uzmanlarca yapılan araştırmalarda hortumlanan banka zararı 46 milyar dolar olarak tespit edilmiş vaziyettedir. Bu süreçte Türkiye ekonomik olarak diz çöktürülmüş, hortumlanan bankaların yönetim kurullarında bazı 28 Şubatçı generallerin görev aldığı ortaya çıkmıştır. Bir taraftan ülke “cambaza bak” taktiği ve irticai kalkışma senaryoları ile oyalanıp dikkatler bu yöne çekilirken, diğer taraftan, cumhuriyet tarihinin en büyük soygun ve hortumlamasının bankalar marifeti ile yapılmasına göz yumulmuştu. Bir gelişinde; Batı Çalışma Grubu ile ilgili olarak, Nisan 1997 tarihli Batı Harekât Konsepti (Çevik Bir imzalı) 5 Mayıs 1997 tarihli Batı Çalışma Grubu bilgi ihtiyaçları (Aydan Erol imzalı), Batı Çalışma Grubu rapor sistemi, Laiklik Aleyhtarı Faaliyetler (Çetin Doğan imzalı), bilgi toplama formatları, Tüm Kara Kuvvetleri personel eş ve çocuklarının bilgi toplama aracı olarak kullanılmasına ilişkin eylem planı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Tekirdağ 19 Şubat tarihli Kurmay Albay Mahmut Sancak imzalı belgeleri tarafıma getirmişti. Bu süreçte milletin milli ve manevi değerleri iç tehdit olarak değerlendirilmiş, birlik ve beraberliğimize yönelik olarak bölücülük yapılmış, millet ile devletin arası açılmıştır. 28 Şubat süreci, Türkiye’nin dış politikasını ve uluslararası imajını menfi yönden doğrudan etkilemişti. Bu durum üzerine, belgelerin tarafımdan incelenip değerlendirilmesi sonucunda, TSK içinde bir grubun ülkeyi darbe şartlarına götürme faaliyeti içinde olduğu, bu amaçla yetkisiz kişiler tarafından, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kanunlara aykırı olarak fişlemelerin yapıldığı, tarafıma ulaşan imzalı belgelerin yasal olmadığı, mevcut hükümeti devirmek için faaliyet gösterildiği, bu faaliyetlerin de irtica ile mücadele olarak maskelendiği kanaatine ulaşmıştım. Batılı ülkelerin küreselleşme olgusu karşısında güvenlik ve savunma doktrinlerini yeni iç ve dış tehditlere göre yeniden dizayn ettiği, Doğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu’da yeni askeri ve ekonomik güç dengeleri kurulduğu bir dönemde, ülkemizde dış destekli 28 Şubat gerilimi yaşanıyor ve Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi içe kapatılarak, Orta Doğu başta olmak üzere dış politika hedef ve stratejilerinde ciddi anlamda güçsüzleştirilerek etkisizleştiriliyordu. BÇG Nasıl Deşifre Edildi, Darbe Belgesi Hükümete Nasıl Ulaştırıldı? Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Hürriyet Gazetesi yazarı Enis Berberoğlu tarafından kaleme alınan “Askere meydan okuyan polis şefi” başlıklı köşe yazısı bu çerçevede şahsıma karşı yapılmış açık bir psikolojik harekâta işaret ediyordu. Yazı baştan aşağı Asparagas bilgi, iftira ve hakaretlerden oluşuyordu. Bu yazı sonrasında DZ. K. K. İstihbarat D. Başkanı, iş bu davanın sanıklarından olan Albay Eser Şahan, Modern Darbesi’ni hayata geçirerek millet iradesinin tecelli etmesi neticesinde seçimle iş başına gelmiş REFAH-YOL iktidarını antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştıran, bütün devlet kurumlarını, STK’ları, siyasi partileri, dernekleri, sendikaları ve ülkemizde milyonlarca insanı ideolojik olarak, Anayasa ve kanunlara aykırı olarak fişleyen, Batı Eylem planı çerçevesinde Türkiye’yi ihtilal şartlarına getirmeye çalışan darbecilerin bu amaçlarla hazırladıkları darbe belgesini ve ‘Batı Çalışma Grubu’nu deşifre ederek darbeyi, devlet hiyerarşisi içinde hükümete bildirmişti. Hükümet darbe belgesini dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e gereği için iletmiştir. Demirel bu belge ile ilgili olarak darbecileri görevden almaya yönelik hiçbir soruşturma ve araştırma yaptırmamış, Başbakan Erbakan tarafından kendisine verilen BÇG belgesini darbecilere geri vererek cuntanın Emniyet İstihbaratına operasyon yapmasına neden olmuştu. Batı Çalışma Grubu yasal değildir. Ülkede darbe şartlarını oluşturarak REFAH-YOL iktidarının rejim aleyhtarı irticai bir tehdit olarak değerlendirilmesine yönelik kurgulanmış bir takım olaylarla antidemokratik bir şekilde uzaklaştırmak amacı ile cunta tarafından kurulmuş yasadışı bir oluşumdur. DZ. K. K. Askeri mahkemesinde yargılanırken Mahkeme heyetinden BÇG’nin hukuki dayanağını sor- İstihbarat çarkı içinde PVSK’nın Ek-7 maddesi gereği elde ettiğimiz belgeler ülkenin fiili bir darbe sürecine sokulduğunu gösteriyordu. Yaptığımız görev TSK içine sızmış yasal olmayan cunta grubunu deşifre etmeye yönelikti. REFAH-YOL iktidarının antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırılmasına yönelik olarak Batı Çalışma Grubu’nun faaliyete geçirildiği bilgisini ve belgesini hükümete bildirmeye yönelik olarak, imzalı BÇG bilgi ihtiyaçları isimli belgenin tarih, imza ve harekât bölümleri kapatılarak çekilen fotokopi belgenin hiyerarşik düzen içinde devletin üst katlarına ulaşması sağlanmıştı. Emniyet İstihbaratı, PVSK’nın Ek-7. Maddesi’ne göre TSK içinde yapılanmış bir cunta grubunu deşifre etmiş, BÇG darbe belgesi istihbarat çarkı içinde elde edilerek, hiyerarşik düzen içinde dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan ve Cumhurbaşkanı’na ulaştırılmıştı. 28 Şubat sürecinde ‘28 Şubat Post- ARALIK 2014 75 muştum. İki celse sonra, Genelkurmay Başkanlığından gelen cevabi yazıyı mahkeme tarafıma okudu. BÇG’nin hukuki dayanağının “7 Temmuz 1997 tarihli GİZLİ, EMASYA protokolü” olduğu belirtildi. sonra da DZ. K. K. Askeri Mahkemesine, Genelkurmay Adli Müşavirliği tarafından BÇG’nin kanuni dayanağının EMASYA PROTOKOLÜ olduğu yönünde yazılı bilgi verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anayasa’daki ifadesiyle “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Hiçbir kişi veya kurum meşruiyetini anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. Çıkarılan kanun ve yönetmelikler de anayasaya aykırı olamaz.” Oysa Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olarak, BÇG’yi deşifre edip BÇG’ye ait darbe belgesini hiyerarşik düzen içinde devletin üst katlarına ulaştırdığımız tarih Mayıs 1997’dir. BÇG o dönemdeki yapısıyla uzman istihbaratçılardan oluşmuş bir araştırma grubu değildi. TSK içinde bütün subay ve astsubaylar, emekliler eş ve çocukları, BÇG’nin doğal üyesi idiler. BÇG askeri istihbarat yapmak için kurulmuş bir grup değildi. Ordu bünyesinde oluşturulmuş savunma konularında görev yapan hukuki bir oluşum da değildi. İrticai faaliyetleri maske olarak kullanmak suretiyle ülkede darbe şartları oluşturarak REFAH-YOL iktidarını yıkmak için faaliyet gösteren yasadışı bir oluşumdu. 28 Şubat cuntasının iç güvenlik alanının tümünü kontrol ederek, Anayasa’da ‘istisnai durum’ olarak düzenlenen ‘Olağanüstü Hal’ uygulamasını, Türkiye’nin tamamına yayarak, şeklen demokrasi görüntüsü altında, ülkeyi örtülü olarak askeri bir rejimle uzun yıllar yönetme ve Batı Çalışma Grubu’na hukuki bir dayanak oluşturma amaçları doğrultusunda EMASYA Protokolü’nü devreye sokması, bu protokolün olağanüstü bir dönemin konjonktürel şartları içinde alelacele devreye sokulması nedeniyle hukuki durumunun araştırılması zaruretini ortaya koyuyor. BÇG’nin oluşumu, varlığı ve hukuki dayanağı söz konusu olduğunda; ne Anayasa, ne 1324 Sayılı Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkilerine dair kanun, ne 1325 sayılı Milli Savunma Bakanlığı Görev Teşkilatı Hakkındaki Kanun, ne 2495 Sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu, ne de 2937 sayılı Devlet İstihbarat Teşkilatı Kanunu, böyle bir oluşum ve grubun oluşturularak görev yapmasına cevaz vermektedir. Yukarıda sayılan yasal düzenlemeler ile Genel Kurmay Başkanlığı’nın askeri konularda istihbarat yapma görev ve hakkı bulunmaktadır. Askeri istihbarat yapmak haricindeki diğer tüm istihbari çalışmaları yapmak görevi Emniyet İstihbaratı ve MİT teşkilatına ait bulunmaktadır. Böyle bir çalışma ve oluşumun hukuk devletlerinde siyasi otorite tarafından ve yasalara uygun olarak kurulması gerekir. Nitekim BÇG’nin hukuki dayanağı ve meşruiyetinin olmaması nedeniyle Anasol-M hükümeti döneminde Başbakanlık bünyesinde BÇG’nin faaliyet ve amaçları doğrultusunda Başbakanlık Takip Kurulu oluşturulduğu görülmüştür. BÇG’nin Emniyet İstihbaratı tarafından deşifre edilmesi üzerine, BÇG’yi yasal bir zemine oturtma gayretleri de başlamıştır. 7 Temmuz 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında koordinasyon ve işbirliğini öngören ‘GİZLİ EMASYA PROTOKÖLÜ’ imzalanmıştır. Bu tarihten 7 gün 76 ARALIK 2014 Gizli EMASYA Protokölü Yasal Değildir Öncelikle adı üzerinde bu bir protokoldür, öyleyse neden gizlilik kuralları içinde imzalanmıştır? Bir protokolün gizlilik dereceli olması ile ilgili hukuki şartlar yerine getirilmediği için bazı hukukçulara göre bu açıdan bile EMASYA Protokolü yasadışıdır. 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nca, valilere verilen yetkilerin, protokol gereği her ilde kurulan EMASYA komutanlıklarına devredilmesi, cunta yönetimince devleti ele geçirme stratejisinin önemli bir parametresiydi. Darbe sürecinin konjonktürel ortamı içinde dayatma ve baskı ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan ve Genelkurmay’ı temsilen Çetin Doğan arasında gizli bir protokolle imzalanan EMASYA, 2002’de toplanan Mülki İdare Şurasında 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu’na 11 maddeden aykırı olduğu nedeniyle uygulamadan kaldırılması gerektiği vurgulanmıştı. Protokolün açık olarak yasalara aykırı ve anti-demokratik olduğu askeri otoriteyi, mülki amirin yönlendiricisi haline getirdiği raporda açıkça belirtilmişti. Mülki İdare Şura’sının 2002 tarihinde aldığı bu önemli karar ancak 2010 yılında uygulanabilmişti. Zira iktidarın EMASYA Protokolü’nü kaldırma girişimleri, askerler tarafından terörle mücadelede zafiyet doğar iddiası ile geri çevrilmişti. Bu çerçe- vede 1999 yılından itibaren askerler, İç Güvenlik Doktrini’ni ve yapılanmasını EMASYA Protokolü üzerine temellendirmiş, bu gizli protokol nedeniyle askeri otorite neredeyse sınırsız bir şekilde Türkiye’nin her yerinde terörle mücadeleden toplumsal olaylara uzanan sınırsız bir insiyatif ve operasyonel müdahale yetkisi kazanarak sivil iktidarın demokratik alanını daraltmıştı. Yasalara aykırı bir darbe protokolü nasıl oluyor da darbe belgesinin hukuki dayanağını teşkil ediyor. Zira EMASYA Protokolü, 28 Şubat sürecinin 1000 yıl sürmesini hedefleyen ve darbelere meşruiyet kazandırma amacıyla darbeciler tarafından, Anayasa ve kanunlara aykırı olarak hazırlanmış ve sivil iktidara baskı ile imzalatılmış gizli bir darbe protokolü olarak tarihteki yerini almıştır. Demokratik Rejimlerde Gizli Protokol Suçtur Protokolün hukuka aykırılığı yolunda yukarıda dile getirilen esasa dair hukuka aykırılıkların yanında, önemli bir şeklî hukuka aykırılık da söz konusudur. Zira bu protokolün Resmi Gazete’de yayınlanması ve gizliliğinin kaldırılması gereklidir. Protokol hukuki niteliği itibariyle adsız bir kural işlemdir. Yönetmeliklere uygulanan hukuki rejime tabidir. Bir yönetmeliğin taşıması gereken şekil şartlarını taşımak zorundadır. Protokol; 3011 numaralı 24.5.1984 tarihli, 1.6.1984 tarih ve Resmi Gazete’de yayınlanan, Resmi Gazete’de Yayımlanacak Olan Yönetmelikler Hakkında Kanunun 1/a maddesine göre bakanlıklar ve kamu tüzel kişiliklerinin işbirliğine, yetki ve görev alanlarına ait hükümleri düzenlediği ve 1/c maddesine göre kamuyu ilgilendirdiği için Resmi Gazete’de yayınlanmak zorundadır. Protokol Resmi Gazete’de yayınlanmadığı gibi ‘gizli’ derecesi verilerek kamu tarafından bilinmesi engellenmiştir. Bakanlar Kurulu’nun 14.02.2000 tarih 2000/284 numaralı kararıyla 26.10.1994 tarih ve 4045 sayılı kanuna dayanılarak 12.04.2000 tarih 24018 numaralı Resmi Gazete’de yayınlanan Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği hangi belgelerin gizli olabileceğini anlatmaktadır. Yönetmeliğin Gizlilik Derecelerinin Sınıflandırılması başlıklı 5/b maddesi gizli belgeyi şöyle açıklamaktadır: ‘Bilmesi gerekenlerin dışında diğer kişilerin bilmelerinin istenmediği ve izinsiz açıklandığı takdirde devletin güvenliğine, ulusal varlık ve bütünlüğe, iç ve dış menfaatlerimize ciddi şekilde zarar verecek, yabancı bir devlete faydalar sağlayacak nitelikte olan mesaj, rapor, doküman, araç, gereç, tesis ve yerler için kullanılır.’ Toplumsal olaylarda askerlerden yardım istenilmesini düzenleyen bir metnin gizli olmasının hukuken mümkün olmadığını yukarıdaki gizlilik tanımı daha çok söze gerek bırakmadan anlatmaktadır. Ayrıca toplumsal olaylarda askerlerden yardım istenilmesine dair Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na dayanılarak çıkarılmış açık bir yönetmelik zaten bulunmaktadır. ARALIK 2014 77 İÇ POLİTİKA Bu beklentler yalnızca ktdar partsn değl, muhalefetn de yenden dzayn edlmes arayışlarını çermektedr. Benzer beklentler le Türkye’de daha önce de benzer grşmler hayata geçrlmştr. Ancak bu part projelernden hç br, toplumdak yerleşk syasal eğlmler aşarak, kendne br hareket alanı bulamamıştır. lişiminde de çalışanların taleplerinin siyasal hayata yansıtılması temelinde sendikaların yürüttükleri mücadelenin belirleyici bir yeri söz konusudur. Toplumsal değişme sürecinde ortaya çıkan yeni toplumsal talepler, mevcut siyasal mekanizmalar tarafından karşılanamadığında taleplerini siyasal örgütlenmeler yolu ile dile getirmeleri ve iktidara taşımak üzere siyasal hayata dâhil olmaları siyasal partilerin belli bir toplumsal karşılığının olmasında hiç şüphesiz önemli dinamiklerin başında gelmektedir. BEKLENTİLER VE GERÇEKLİKLER BAĞLAMINDA YEN PARTLER Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı B ir siyasal partinin, siyasal hayat içinde yer bulabilmesinin koşulları farklı açılardan ele alınıp incelenebilir. Toplumsal taban siyasal parti ilişkisinin oluşmasında öncelikle belirtilmesi gereken unsur, sosyoekonomik açıdan belirleyici rol oynayan bir toplumsal grubun siyaset sürecine dâhil edilmemesi ya da önemi ölçüsünde siyasal hayat 78 ARALIK 2014 içinde yer bulamamasıdır. Örneğin Avrupa’da liberal partilerin gelişmesinde, değişen ekonomik dinamiklerin doğurduğu burjuvazinin, aristokrasiyi temel alan mevcut siyasal işleyiş içinde yeterince yer bulamaması ya da taleplerini mevcut mekanizmalarla hayata geçirememelerinin büyük rolü bulunmaktadır. İşçi ve sosyal demokrat partilerin doğuşu ve ge- La Palombara ve Weiner1 partilerin toplumsal bir karşılık bulabilmelerini üç farklı bunalımın ortaya çıkması ile açıklarlar. Bir ülkede yerleşik otorite ilişkilerinin çözülmeye başlaması ya da işlevselliğini yitirdiğinin anlaşılması veya mevcut siyasal partilerin temsil ettikleri toplumsal gruplar düzeyinde meşruiyetlerini kaybetmeleri durumunda “meşruiyet bunalımı” ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda büyük toplumsal gruplar kendilerini temsil edecek yeni oluşum ve kadro arayışına yönelirler. Bu arayışa bağlı olarak yeni siyasal örgütlenmelerin, yayınların çoğalması, siyasal mücadelenin merkezî bir önem kazanması söz konusu olmaktadır. Siyasi tarihimizde İkinci Meşrutiyet sonrasında siyasal partilerin hızla çoğalması böyle bir duruma örnek olarak gösterilebilir. İkinci Meşrutiyet hanedan içindeki bir değişikliği değil, mevcut otorite algılamasında bir değişimi yansıtmaktaydı. Özellikle 31 Mart Vakası gerekçe gösterilerek Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, açık biçimde ülkede güç merkezinin hanedandan başka bir yere kayacağını göstermekteydi. Buna karşılık ortaya çıkan otorite boşluğunun kimin tarafından doldurulacağı belirsizdi. Jön Türklerin merkeziyetçi kanadını temsil eden ve ordu içinde güçlü desteğe sahip İttihat ve Terakki, liberal-ademi merkeziyetçi Jön Türklerin toplandığı Prens Sabahattin Grubu (Ahrar Fırkası), İslamcılar, Sosyalistler değişik siyasal programları ile kendi çözümlerini yeni sürece hakim kılmak için bir siyasal mücadelenin içine girmiş bulunuyordu. Bu oluşumların her biri kendini genellikle bir siyasal parti programı ile ifade etmeye çaba harcadı. Türkiye’de 90’lı yılların sonlarından 2002 seçimlerine kadar yaşanan süreçte de, mevcut siyasal parti ve yönetici kadrolarının temsil meşruiyetini yitirmelerinin siyasal parti sisteminin değişimine olan etkisini görmek mümkündür. 1991-1999 yılları arasında yapılan genel seçimlerde katılım oranı sürekli yükselirken, 1995 seçimlerinde bir önceki seçimlere göre oy verdiği partiyi değiştiren seçmen oranı (büyük partiler bazında) % 30’u, 1999 seçimlerinde % 39’u geçmiştir. 2002 seçimlerinde ise yalnızca seçimlere ilk defa katılan siyasal partilere yönelen seçmen oranı % 42’dir. Bir önceki seçimlerde en fazla oyu alan DSP yalnızca % 1,2 oy alabilmiştir. Bu rakamlar, 90’lı yılların ortalarından itibaren mevcut partilerin seçmeni temsil meşruiyetini önemli ölçüde yitirmeye başladığını ve seçmenin sürekli bir arayış içinde olduğunu göstermektedir. La Palombara ve Weiner ikinci olarak “katılma bunalımı”ndan söz etmektedirler. Katılma bunalımı, farklı toplumsal grupları temsil eden veya onların bir koalisyonu olarak siyasal hayatta yer alan partilerin zaman içinde bu niteliklerini kaybetmeleri ve artık o parti içinde temsil imkânı bulamayan grubun ayrılarak yeni bir siyasal partinin çatısı altında örgütlenmesini ifade etmektedir. Yine Türk siyasetinde CHP’nin taşra örgütlerinde belli bir ağırlığı olan ve aynı zamanda toplumsal taleplere daha duyarlı bir politika yanlısı olan grubun İkinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanan sosyoekonomik dönüşümün de bir sonucu olarak parti yönetimi ile ayrılığa düşmeleri ve Demokrat Parti’yi kurarak 1946 sonrasında siyasal hayatta öne çıkmaları bu duruma bir örnek verilebilir. Benzer şekilde Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin 1967 yılında CHP’nin ortanın solu siyasetine yönelmesine bir tepki olarak, 1970 yılında Demokratik Parti’nin, Bayar yanlısı eğilimlerin Demirel’e tepkisi olarak, yine Milli Nizam Partisi’nin AP içinde yer alan İslami duyarlılığı siyasette öne çıkarmak isteyen grubun girişimleri sonu- ARALIK 2014 79 Poltk hırs ve dışarıdan yapılan telknler gb olasılıkları dışarıda bırakırsak, böyle br dönemde, bu özellklere sahp smlern syasal part kurmalarını açıklayablecek tek br neden ortaya çıkmaktadır: Kaos beklents. Bu beklentnn, AK Part çnde yaşanacak ayrışmayı dışarıdan yönetmek ve olası br bölünmede konumunu güçlendrmek; yaşanacak büyük br ekonomk krzn doğuracağı gerlmden syasal açıdan kazanım devşrmek; çözüm sürecnn çıkmaza grmes durumunda bölgede kanlı br çatışmanın başlamasının üzernden syaset alanı oluşturmak; bütün bu kaos doğuracak gelşmelere koşut olarak Türkye üzernde artacak dış baskıya cevap vermek gb unsurlara dayandığını da belrtmemz gerekmektedr. cunda kurulması diğer örnekler olarak sıralanabilir. AK Parti’nin kurulmasında, Fazilet Partisi’nin 2000 yılındaki Birinci Olağan Kongresi’nde görünür olan yenilikçi-gelenekçi rekabetinin gelenekçiler lehine sonuçlanmasının etkisi yadsınamaz. Ancak burada mevcut siyasal parti içinde temsil imkânı bulamayan kadrolar, hep siyasal deneyime sahip, aynı zamanda toplumda karşılığı olan talepleri ya da politikaları temsil eden isimler olmuşlardır. masının ve diğer iki lidere göre politika belirleme ve uygulama yeteneğinin toplum tarafından bilinmesinin önemli katkısı olmuştur. 2002 seçimlerinde AK Parti’nin başarı ile çıkmasında parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki başarısının ve parti kurucularının farklı yönetsel ve siyasal pozisyonlarda görev yapmış isimlerden oluşmasının büyük rolü bulunmaktadır. Bir siyasal partinin belli bir toplumsal tabana dayalı olarak siyasal hayatta yer edinebilmesinin üçüncü dinamiği “bütünleşme bunalımı”dır. Ulus devlet politikalarına karşı yerel-etnik kimlik taleplerinin yön verdiği siyasal partiler bütünleşme bunalımının bir yansımasıdırlar. İskoçya Ulusal Partisi (SNP), İtalya’da faaliyet gösteren Kuzey Ligi bu tür partilere örnek gösterilebilir. Özellikle küreselleşme sürecine koşut olarak ulus devlet politikalarının sorgulanmaya başlaması bölgesel partilerin kurulması ve siyasal hayatta yer edinmelerini kolaylaştırmıştır. Bir siyasal partinin toplumsal taban bulabilmesinin koşulları daha birçok nedene bağlı olarak açıklanabilir. Ancak bu yazı kapsamında bu koşulların hepsinin üzerinde durulması mümkün olmadığından burada mümkün olduğunca temel dinamiklerden bahsedilmiştir. Yukarıda çerçevesi çizilen kapsamda bir siyasal partinin kalıcı olabilmesi; Siyasal partilerin toplumsal taleplerin ve dinamiklerin bir sonucu olarak gelişme göstermelerinin diğer bir boyutu seçmen düzeyinde parti kadrolarına yönelik pozitif bir algının bulunup bulunmaması ile ilgilidir. Burada belki anahtar ifade liderin ya da lider kadrosunun tanınırlığa dayalı bir güven duygusunu seçmende oluşturulabilmesidir. Siyasal parti deneyimi, politika belirleme ve uygulama deneyimi, seçimle gelinen bir görevde başarılı bir performans sergilemiş olma, arayış içindeki seçmenin yönelebileceği özelliklerdir. 1983 seçimlerinde Turgut Özal liderliğindeki ANAP’ın başarı ile çıkmasında, Özal’ın 24 Ocak 1980 sonrasındaki ekonomi politikasının mimarı olarak, darbeden önce tanınan bir isim ol- • Mevcut siyasal sistemin veya siyasal partilerin seçmenleri temsil noktasında meşruiyetlerini kaybetmeleri ve bu nedene bağlı olarak büyük toplumsal grupların arayışa yönelmeleri, 80 ARALIK 2014 • Siyasal partinin sosyoekonomik değişim sürecinde güçlenen ve yeni taleplerle siyasete katılmak isteyen toplumsal grupların temsilcisi olarak örgütlenmiş olması, • Bir siyasal parti içinde belli talepleri temsil eden ve bu talepleri parti politikalarına yansıtmak yönünde çalışan parti içi grupların, işlevlerini yerine getiremeyecek bir duruma gelmeleri, • Ulus devlet politikalarına karşı yerel talepleri öne çıkaran toplumsal grupların, taleplerini partileşerek siyasal hayata yansıtmaları, • Son olarak yeni bir parti oluşumuna yönelen lider ve kadroların, daha önceki deneyim ve siyaset yapma tarzları ile seçmen tarafından tanınmaları ve güvenilir bulunmaları, koşullarına bağlı olarak mümkün olabileceği söylenebilir. Yeni Partilerin Toplumsal Taban Sorunu Türkiye’de son dönemde partilerinden ayrılan bazı isimlerin yeni siyasal parti kurmaları ister istemez, bu partilerin hangi toplumsal tabana hitap ettikleri, edebilecekleri ve temsil yeteneklerinin bulunup bulunmadığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Emine Ülker Tarhan’ın liderliğinde kurulan Anadolu Partisi, İdris Bal liderliğinde kurulan Demokratik Gelişim Partisi ve İdris Naim Şahin liderliğinde kurulan Millet ve Adalet Partisi birçok açıdan benzerlikler taşıyan üç yeni partidir. Bu üç parti de siyasal açıdan tanınır, siyasal deneyimi ile öne çıkan isimler tarafından kurulmadılar. Parti liderleri daha çok teknokrat nitelikleri ile öne çıkan, daha önceki partilerine sonradan katılmış ya da siyasal kariyerleri o parti liderlerinin isteklerine bağlı olarak şekillenmiş isimlerdir. Tarhan ve Bal, 2011 seçimlerine kadar kendi mesleklerini yapan isimlerdi. Milletvekili olmalarında toplumsal bir destekten çok parti liderlerinin oluru belirleyici oldu. Şahin, siyasetten çok bürokratik kimliği ile öne çıkan bir isim, onun da kariyeri Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerine bağlı olarak şekillendi. Her üç isim de milletvekilliği dönemlerinde parti teşkilatı ve parti tabanı ile güçlü ilişkileri ile sivrilmediler, parti liderlerinin belirleyici olduğu kararlarla geldikleri pozisyonlarda da başarılı olamadılar. Tarhan, CHP Grup Başkan Vekilliği görevine yeniden seçilemedi, Şahin ise İçişleri Bakanlığı görevinden kabine revizyonu ile alındı. Dolayısıyla yeni partileri kuran isimler, kendi partileri ile görüş ayrılığına düşmüş olsalar da, ayrıldıkları partilerin teşkilatlarında ve tabanında karşılığı olan veya genel bir toplumsal talebin temsilcisi olarak öne çıkmış şahsiyetler değillerdir. Tarhan’ın CHP yönetimine yönelik eleştirileri, parti içinde başka isimler tarafından da dile getirilmektedir. Üstelik bu isimlerden bazıları CHP teşkilatı içinde ağırlığı olan isimler. Yine Tarhan’ın partisinin kuruluş dilekçesini verirken yapmış olduğu eleştiriler temelinde daha önce kurulmuş siyasal partiler bulunmaktadır. Tarhan’ın söyleminin sağ seçmene yönelik bir çaba- yı da içermediği düşünüldüğünde kurulan Anadolu Partisi’nin hangi seçmen tabanına hitap ettiği, hangi farklılığı ile siyasal hayatta yer bulacağı daha ilk günden tartışmalı bir hale gelmiştir. Yine söylemleri ile sol seçmene yönelik bir açılım ortaya koyamayacakları belli olan diğer iki partinin, hangi seçmen analizine dayanarak, kendilerine gereksinim olduğu sonucuna ulaştıkları sorusu ortada kalmaktadır. Son on yılda yapılan seçimlerde sağ oylarda, bir seçmen arayışı ya da dağılma eğilimi değil, aksine AK Parti etrafında bir toparlanma eğilimi göze çarpmaktadır. Dolayısıyla kurulan partilerin seçmendeki bir arayışa karşılık gelmedikleri de ortadadır. Yeni kurulan partiler yukarıda çerçevesi çizilen koşulların hiçbirini yerine getirmemektedirler ve bu halde Türk siyasetinde kalıcı bir siyasal harekete dönüşme olasılıkları da son derece düşük kalmaktadır. Peki Neden? Politik hırs ve dışarıdan yapılan telkinler gibi olasılıkları dışarıda bırakırsak, böyle bir dönemde, bu özelliklere sahip isimlerin siyasal parti kurmalarını açıklayabilecek tek bir neden ortaya çıkmaktadır: Kaos beklentisi. Bu beklentinin, AK Parti içinde yaşanacak ayrışmayı dışarıdan yönetmek ve olası bir bölünmede konumunu güçlendirmek; yaşanacak büyük bir ekonomik krizin doğuracağı gerilimden siyasal açıdan kazanım devşirmek; çözüm sürecinin çıkmaza girmesi durumunda bölgede kanlı bir çatışmanın başlamasının üzerinden siyaset alanı oluşturmak; bütün bu kaos doğuracak gelişmelere koşut olarak Türkiye üzerinde artacak dış baskıya cevap vermek gibi unsurlara dayandığını da belirtmemiz gerekmektedir. Bu beklentiler yalnızca iktidar partisini değil, muhalefetin de yeniden dizayn edilmesi arayışlarını içermektedir. Benzer beklentiler ile Türkiye’de daha önce de benzer girişimler hayata geçirilmiştir. Ancak bu parti projelerinden hiçbiri, toplumdaki yerleşik siyasal eğilimleri aşarak, kendine bir hareket alanı bulamamıştır. Dipnot 1 Joseph La Palombara and Myron Weiner, Political Parties and Political Development, Princeton University Press, Princeton, 1966. ARALIK 2014 81 İÇ POLİTİKA PKK–HİZBULLAH ÇATIŞMASI YENİDEN Mİ BAŞLIYOR? Dr. Mehmet KURT* Öğretim Üyesi 1990 6-7 Ekm 2014 tarhnde başlayan Koban eylemler sırasında KCK’nn gençlk brm olduğu dda edlen Yurtsever Devrmc Gençlk Hareket (YDG-H) üyes olduğu dda edlen br grup, Hzbullah’a yakınlığıyla blnen Köy-Der’e baskın düzenlemş ve Köy-Der üyes üç kş öldürülmüştür. Köy-Der baskını sürecnde Hzbullah’a yakınlığıyla blnen brçok dernek ve Hüda-Par teşklatları baskına uğramış, Hüda-Par Dyarbakır’ın Twtter hesabından yapılan çağrı üzerne Hzbullah mensupları slahlarıyla sokaklara çıkmıştır. Dyarbakır başta olmak üzere, Batman, Mardn Kızıltepe ve Mazıdağı’nda k grup karşı karşıya gelmş, her k taraftan yrmy aşkın kş çatışmalar esnasında hayatını kaybetmştr. 82 ARALIK 2014 ’ların Güney Doğu’sunda şiddetin en ürkütücü yüzlerinden biri de Hizbullah-PKK arasında yaşanan çatışmalardı. 1991 yılının 17 Mayıs’ında Hizbullah mensubu olduğu gerekçesiyle öldürülen Sabri ve Hayriye Karaaslan’a karşılık, aynı yılın aralık ayında Hizbullah, PKK bölge sorumlusu olduğu gerekçesiyle Süryani asıllı Mihail Bayro’yu öldürdü. Mihail Bayro’yu öldüren Hizbullah mensubu Muhammet Ata Zengin ise, eylem sonrasında polisle girdiği çatışmada öldürüldü. Hizbullah-PKK arasındaki sorunlar ise bu öldürme vakalarından çok daha önce başlamıştı. 1979 yılında Hüseyin Velioğlu ve 4 kişinin öncülüğünde Batman’da kurulan Hizbullah, 1983’te Diyarbakır’ı merkez edindikten sonraki birkaç yıl içinde bölgede faaliyet gösteren başka İslamcı grup ve bireylerle sorun yaşamış, PKK ile sorunları da bu dönemde başlamıştır. 1980’lerin sonuna kadar İran’la ilişkilerine devam eden Hizbullah, İran’ın şiileştirme politikalarına sıcak bakmadığı için İran desteğini kaybetmiş ama tabandaki ‘agresif’ örgütlenme politikası nedeniyle bölgedeki İslamcı cemaatler arasında en hızlı büyüyen grup olmuştur. Bu dönemde Menzil başta olmak üzere İslamcı birey ve gruplarla cami ve okul örgütlenmeleri nedeniyle yaşanan tartışmalar, bir süre sonra bıçaklı, satırlı kavgalara dönmüştür. Hizbullah-PKK karşılaşmasının da 1980’lerin sonuna doğru başladığı düşünülmektedir. Bununla birlikte Hizbullah, PKK tarafından uzun bir süre hafife alınmış ve ‘birkaç sofikten1’ ibaret görülmüştür. Bu hafife almanın isabetli bir karar olmadığı, PKK-Hizbullah arasında çatışmaların başlamasından sonra anlaşılacaktır. Karaaslan çifti ve Mihail Bayro’nun öldürülmesinden sonraki birkaç ay içinde taraflar arasında ölümle sonuç- lanan olay sayısı bir düzineyi geçmiştir. 1991 yılından 1996 yılına kadar PKK üyesi ve taraftarı olduğu gerekçesiyle 500’den fazla kişi Hizbullah tarafından öldürülmüştür. Diğer yandan Hizbullah üyesi olduğu gerekçesiyle 200’den fazla kişi de PKK tarafından öldürülmüştür. Bu ölümlerin verilen rakamlardan çok daha yüksek olduğu, 1990’larda yaşanan 17 bin civarındaki faili meçhul cinayetin bir kısmının derin devlet desteğiyle Hizbullah tarafından işlendiği de sıkça dile getirilen iddialar arasındadır. Bu iddianın gerçekliği bilinmemekle birlikte, yüzlerle ölçülen ölüm bilançosu ve bu öldürmelerin şekli, taraflar arasında etkileri son günlerde daha da belirgin hale gelen düşmanlığın anlaşılması için yeterli göstergelerdir. 1990’ların karanlık yıllarında çoğunluğu sabah saatlerinde, sokak ortasında enseden tek kurşunla işlenen cinayetler Hizbullah’ın sembolü haline dönüşmüş, OHAL koşullarında ‘rahatça işlenen cinayetler’ ise Hizbullah’ın JİTEM/derin devlet bağlantıları için delil olarak kabul edilmiştir. Derin devlet bağlantılarına dair iddiaları şiddetle reddeden Hizbullah, PKK-Hizbullah çatışmasının iki tarafın da yararına olmadığını, bu süreçten devletin faydalandığını kabul etmektedir. Bu duruma dair şüpheleri Anadolu Ajansı’ndan derlediği verilerle destekleyen Ruşen Çakır’ın aktardığına göre, Hizbullah-PKK arasındaki çatışmaların en yoğun olduğu 1992-1996 yılları arasında tutuklanan Hizbullah mensubu sayısı bin 550 iken, Hizbullah-PKK çatışmalarının sonlandığı ve Hizbullah’ın yeniden toparlanma dönemine girdiği 1997-2000 yılları arasında ise tutuklanan Hizbullah mensubu sayısı 6 binin üzerindedir. Bu sayı, kamuoyunda Beykoz Operasyonu olarak bilinen 17 Ocak 2000 tarihinde Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü ve Hizbullah arşivinin ele geçtiği tarihten sonra on binleri geçmiştir. Nitekim 1990’ların ikinci yarısından itibaren Hizbullah’ın ajanlık suçlamasıyla yüzden fazla üyesini infaz ettiği bir iç hesaplaşma süreci yaşadığı bilinmektedir. Beykoz Operasyonu sonrasında bitme noktasına gelen/geldiği düşünülen Hizbullah, 2004 yılında Mustazaflarla Dayanışma Derneği adı altında legal alanda faaliyetlerine başlamış, takip eden birkaç yılda düzenlediği miting, toplantı ve gösterilerle kamuoyunun gündemine yeniden gelmiştir. 2010 yılında kapatılan Mustazaflarla Dayanışma Derneği’nden sonra 2012 yılında kurulan ve Hizbullahla bağlan- Hzbullah le PKK arasındak gergnlğ endşe verc sevyeye çıkaran olaylar se 2014 yerel seçm sürecnde yaşanmış, Mardn/Dargeçt’te Hüda-Par bağlantılı br kş öldürülmüş, yne Hüda-Par Dyarbakır/Dcle lçe başkanı kaçırılmıştır. tılı olduğu iddia edilen Hüda-Par ise ilk defa 2014 yerel seçimlerine katılmış, aldığı 92 bin civarında oyla Doğu ve Güney Doğu’da AK Parti ve BDP’den sonra, mütevazı oranda da olsa tabanı olan üçüncü parti olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim Hizbullah bağlantılı olduğu iddia edilen yüzlerce dernek, televizyon ve radyo kanalı, gazete ve yayınevi bugün Hizbullah’ın legal alanda faaliyet göstermek istediğinin ısrarı olarak okunmalıdır. Hizbullah ile PKK arasında 1996 yılında başlayan fiili ateşkes durumu, her iki grup tarafından da hiçbir zaman resmi olarak kabul edilmemiştir. Bununla birlikte 1996 yılından 2011 yılına dek iki grup arasında ölümlü bir vakayla sonuçlanan herhangi bir şiddet eylemi de gerçekleşmemiştir. Elbette Hizbullah bağlantılı olduğu iddia edilen dernek ve kuruluşlara çeşitli dönemlerde yapılan saldırılar, gruplar arasında gerginlikler yaratmış ama bu saldırılar ‘sağduyuyla’ aşılabilmiştir. 2011 yılında Yüksekova’da öldürülen Mustazaf-Der üyesi bir kişinin ölümü taraflar arasında yeni bir çatışma ortamını başlatmamışsa da bu tarihten itibaren son on yılda artan sayılarına paralel olarak kamusal alanda görünürlüğü yükselen Hizbullah bağlantılı derneklere çeşitli saldırılar olmuştur. Hizbullah ile PKK arasındaki gerginliği endişe verici seviyeye çıkaran olaylar ise 2014 yerel seçimi sürecinde yaşanmış, Mardin/Dargeçit’te Hüda-Par bağlantılı bir kişi öldürülmüş, yine Hüda-Par Diyarbakır/Dicle ilçe başkanı kaçırılmıştır. Bunun bir savaş ilanı olduğunu ifade eden Hüda-Par genel başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun açıklamaları ve aralarında İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Mazlum-Der’in de olduğu 8 sivil toplum kuruluşunun çağrısından sonra ARALIK 2014 83 yaşanan ayrışma, özellikle kriz dönemlerinde belirginleşmekte ve sonucu her iki taraf için de olumlu sonuçlanmayacak, provokasyona ve yönlendirmeye açık bir zemin yaratmaktadır. Özellikle barış görüşmelerinin içerisinde bulunduğu hassas süreç, bu konuda kalıcı adımlar atılmasını gerekli kılmaktadır. Taraflardan PKK, yıllardır çatıştığı devlet güçleriyle masaya oturma iradesi göstermişken, Hizbullah’la çatışma zemini oluşturabilecek eylemlere girişmesi barış sürecinin doğasına uygun değildir. Dahası legal alandaki örgütlenmeleriyle 1990’lardakinden farklı bir zeminde faaliyet gösteren Hizbullah’ın PKK tarafından meşru bir hareket olarak değerlendirilmemesinin pratik bir faydası yoktur. Bu nedenle PKK içinde, 1990’larda yaşananlara dair kanaat ne olursa olsun, Hizbullah’ın tabanı bulunan meşru bir hareket olduğu ve bölge gerçekliğinin bir parçası olduğu kabulü sürecin normalleşmesi açısından gereklidir. rehin alınan ilçe başkanı serbest bırakılmıştır. 2014 yerel seçim sürecinde yaşanan gerginlikler Hizbullah taraftarları arasında ciddi tepkiye yol açsa da karşılıklı çatışma sağduyuyla aşılabilmiş, fakat bu olaylar taraflar arasında çatışma ihtimalini yadsınamaz seviyeye çıkarmıştır. Nitekim 6-7 Ekim 2014 tarihinde başlayan Kobani eylemleri sırasında KCK’nin gençlik birimi olduğu iddia edilen Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) üyesi olduğu iddia edilen bir grup, Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Köy-Der’e baskın düzenlemiş ve Köy-Der üyesi üç kişi öldürülmüştür. Köy-Der baskını sürecinde Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen birçok dernek ve Hüda-Par teşkilatları baskına uğramış, Hüda-Par Diyarbakır’ın Twitter hesabından yapılan çağrı üzerine Hizbullah mensupları silahlarıyla sokaklara çıkmıştır. Diyarbakır başta olmak üzere, Batman, Mardin Kızıltepe ve Mazıdağı’nda iki grup karşı karşıya gelmiş, her iki taraftan yirmiyi aşkın kişi çatışmalar esnasında hayatını kaybetmiştir. Yaşanan çatışmalar bölgede ciddi bir endişe yaratmış ve pek çok sivil toplum kuruluşunun arabuluculuğuyla sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Hatip Dicle’nin çağrı ve çabaları neticesinde olaylar nispeten yatışmış ama Hizbullah’ın resmi internet sitesi olarak kabul edilen Huseyni Sevda’dan yapılan açıklamalara göre yeni bir saldırıya misliyle karşılık verileceği belirtilmiştir. Aynı şekilde saldırılarda hayatını kaybe- 84 ARALIK 2014 den Hüda-Par üyeleri için taziye çadırı kurulmamıştır. Kürtler arasında taziyelerin kabul edilmemesi, kan davaları esnasında uygulanan bir gelenek olarak, öldürülen kişilerin hesabının sorulacağı mesajı vermeye yöneliktir. 21 Ekim 2014 tarihinde Bingöl’ün Karlıova ilçesinde Hüda-Par üyesi Fethi Yalçın’ın kimliği belirsiz kişilerce öldürülmesi ise 6-7 Ekim olayları sürecinde yaşanan çatışma sonucu ölümlerle yapı ve şekil açısından herhangi bir benzerlik taşımamakta, iki grubun karşı karşıya gelmesine yönelik provokatif bir eylem olduğu şüphesini güçlendirmektedir. Nitekim Hatip Dicle’nin aynı günün akşamında yaptığı yazılı açıklamada Abdullah Öcalan’ın durumdan rahatsızlığına değinilmiş, PKK/KCK’nın Hüda-Par’ı IŞİD’le aynı görmediği vurgulanmış ve öldürülen kişinin ailesine başsağlığı dilekleri iletilmiştir. PKK tabanının Hizbullah’ı IŞİD’le eşit gören yaklaşımı, PKK-Hizbullah çatışmasının tarihsel dinamiklerinden bağımsız değerlendirilemez. 1990’larda Hizbullah kaynaklı öldürme vakalarının sıklığı, biçimi ve Hizbullah eylemlerine göz yumulması, PKK tabanında ciddi bir öfke ve tepkiye yol açmıştır. Bu süreçte Hizbullah, JİTEM/derin devlet odaklarının güdümünde bir örgüt olarak kabul edilmiş ve bugün de bu algı büyük oranda korunmaktadır. Bu algı ve gruplar arasında Diğer yandan Hizbullah için de son on yılda legalleşmenin yarattığı ortam, kolaylıkla göz ardı edilebilecek bir fırsat değildir. Legal alandaki faaliyetler yoluyla Hizbullah, geçmişte elde edemediği meşru bir zemin bulmuştur. Bugün Hizbullah tabanının geçmişten çok daha geniş olduğu bilinmektedir. Bu meşruiyet, şiddete başvurmayan, legal faaliyetleri önceleyen bir toplumsal ve tarihsel ortamda mümkün olmuştur. Bu nedenle Hizbullah’ın kendini savunma gerekçesi üzerinden şiddeti başvurulabilir bir enstrüman olarak tartışan söylemi, akabinde Hizbullah için isteyeceği sonuçlar yaratmayacaktır. Çatışmalar taraflar arasında ayrışmayı ve düşmanlığı daha da arttırabileceği gibi Hizbullah tabanında şiddeti bir metot olarak benimsemeyen ve büyük oranda legalleşme sürecinde Hizbullah’la ilişkilenen bireylerin kopuşuna neden olacaktır. Çatışmaların başlaması, şiddeti gerekli gören Hizbullah tabanının ise daha radikal gruplara katılımı ve/veya Hizbullah’ın yer altına çekilmesi neticesinde eksen ve yöntem kaymasına sürüklenme sonucunu doğuracaktır. 1990’lardakinin aksine legal faaliyet ve kuruluşlarla görünür hale gelen Hizbullah tabanı ise şiddet eylemlerine karşı daha korumasız hale dönüşmüştür. Olası bir çatışma durumunda ilk zarar görebilecek kitle de bu tabandır. Şiddet ortamının Hizbullah’ın 2004 sonrasında yaşadığı ‘dönüşümü’ boşa çıkarabilecek potansiyeli nedeniyle Hizbullah için pratik faydası olmayacaktır. Beykoz Operasyonu sonrasında btme noktasına gelen/geldğ düşünülen Hzbullah, 2004 yılında Mustazaflarla Dayanışma Derneğ adı altında legal alanda faalyetlerne başlamış, takp eden brkaç yılda düzenledğ mtng, toplantı ve gösterlerle kamuoyunun gündemne yenden gelmştr. 2010 yılında kapatılan Mustazaflarla Dayanışma Derneğ’nden sonra 2012 yılında kurulan ve Hzbullahla bağlantılı olduğu dda edlen Hüda-Par se lk defa 2014 yerel seçmlerne katılmış, aldığı 92 bn cvarında oyla Doğu ve Güney Doğu’da AK Part ve BDP’den sonra, mütevazı oranda da olsa tabanı olan üçüncü part olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumun, devlet yetkilileri için radikalleşmenin artması açısından dikkate alınması ve tedbir alınması gereken yönleri bulunmaktadır. Devlet yetkilileri, Türkiye’de kalıcı bir barışın, farklı Kürt gruplar arasında da sağlanması gereken bir kalıcı barışla mümkün olduğunu değerlendirmeli ve bunun sağlanması için inisiyatif almalıdır. Bunun etkili bir yolu ise tarafları barış sürecinin bir parçası olarak, tercihen yüzleşme ve hakikat komisyonlarının bir parçası olarak, aynı masada buluşturmak olabilir. Böylece Hizbullah’ın barış sürecine dair eleştirileri giderilebileceği gibi, geçmişle yüzleşmenin imkânı ve kalıcı bir barışın tesisi sağlanabilir. Dipnot 1 Kürtçede sofu kelimesinin küçümseme anlamında kullanılış şekli. * Doktorasını Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamlamıştır. Bingöl Üniversitesi Sosyal Hizmetler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. ARALIK 2014 85 APEC’ten G-20’ye Yeni Küresel Dinamikler ve Türkiye Dr. Cemil Ertem Dünya’nın Yeni Hedefi: Akdeniz Doğalgazı Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ APEC’TEN G-20’YE YENİ KÜRESEL DİNAMİKLER ve TÜRKİYE Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü K asım ayı içinde, Asya Pasifik İşbirliği Zirvesi (APEC), G-20 Zirvesi gibi çok önemli küresel zirveler gerçekleşti. Bu zirveler bize göre önümüzdeki günlerin ekonomi-politiğini belirleyecek önemde mesajlarla doluydu. Ama bu zirvelerden önce çok önemli ekonomik ve siyasi gelişmelere de tanık olduk. Rusya’nın, Batı’nın bütün yaptırımlarına rağmen yeni stratejisinde ısrar etmesi ve Putin’e verilen halk desteği neredeyse Batı için bir korku filmine dönüşmüş durumda. Zirvenin başladığı gün Rusya Merkez Bankası, sürekli değer yitiren Ruble’nin ipini bıraktı. Yani Ruble’yi serbest dalgalanmaya bırakarak müdahale etmeyeceğini açıkladı. Bu, ekonomik açıdan, olması gereken -rasyonel- bir karar olduğu kadar, Batı kaynaklı finansal saldırıya bir meydan okumaydı da. Rusya bugün 1998 krizinden çok daha farklı bir mali sisteme sahip. Rusya ekonomisi doksanlı yıllarda küresel finans sermayesi ve bu sermayeyle işbirliği yapan oligarkların işgali altındaydı. Küçük ve orta boy işletmeler nefes bile alamıyordu; zaten devletçi ekonomi ile tekelci yapıların arasına sıkışmış durumdaydılar. Ülke, Sovyetlerden kalan müthiş sanayi ve bilgi teknolojileri altyapısını da kullanamaz haldeydi. Petrol ve diğer enerji gelirleri, oligarkların denetiminde küresel finans oligarşisi ile paylaşılıyordu. Ama Putin dönemleri bu süreci tersine çevirdi. Putin’e olan müthiş halk desteği, (Gallup’un son araştırmasında yüzde seksenleri aşmıştı) Batı’ya karşı hamaset yüklü politikalarından kaynaklanmıyor aslında, birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi, yeni bir orta sınıf oluşturmadaki başarısı ve atıl servet birikimini, tabana yayarak sermayeye çevirme başarısından kaynaklanıyor. Geçtiğimiz on yıllık süreçte, Putin Rusya’sında, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, ‘eski’ oligarklardan ve devlet bürokrasisinden ayrı yeni bir orta sınıf kendini göstermeye başladı. Küçük ve orta boy işletmelerin piyasaya girişi, oligark mafyası temizlendikçe açıldı ve bu dinamik, genel refahı artırdığı oranda, Putin’e desteği ve güveni de artırdı. Ruble’nin hızla değer yitirmesi, bütün bu süreçte, Rus ekonomisini çok sarsmadı. Çünkü Rusya’da KOBİ’ler, Rusya enerji ve diğer temel emtialarda ithalatçı olmadığı için rublenin değer kaybından ötürü baskı duymuyor. Yani Ruble’nin hızlı değer kaybı, şu an Rusya’da sıkışmış spekülatif küresel sermayeden başka hiç kimseyi endişelendirmiyor. Zaten bütün kıyameti de bunlar kopartıyor ve Putin de bunun farkında. Tabii bir de Rusya’nın kamu borcu, GSYİH’sının yüzde 15’ine ancak varıyor, şimdi bu oranı yüzde yüzün altına indirmeye çalışan ABD ve Avrupa ülkeleri medyasının bir Rusya krizinden (!) bahsetmesi de ayrıca bu süreçte altı çizilmesi gereken ironik bir durumdur. Bunun dışında, herkesin gözden kaçırdığı ama çok önemli tarihsel bir gerçeklik var; Rusya’nın Sovyetlerden kalma müthiş bir sanayi ve uzay-savaş teknolojilerine dayalı bilgi ekonomisi potansiyelini barındırması ve bu potansiyelin arz esnekliğinin (her an ortaya çıkma ve dünyalaşma) çok yüksek olması. Böyle olunca Suudi Arabistan kaynaklı bir arz artışı ile petrolü 80 doların altına getirelim ve Rusya’ya diz çöktürelim tezi de pek geçerli değil. Şimdi bu Rusya özetimize, APEC toplantısında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in önümüzdeki 10 yılda 1,25 trilyon Dolarlık dış yatırım yapacaklarını söylemesini ekleyin. Bunun anlamı, önümüzdeki 10 yılda Çin kaynaklı sermaye ihracının en az üç katına çıkması ve küresel finansın kalbinin yer değiştirmesidir. Bu gerçeğe Yeni İpek Yolu’nun, önümüzdeki on yılda enerji, hızlı tren ağlarıyla Türkiye ve Akdeniz üzerinden Avrupa’nın Rotterdam Limanı gibi kuzey limanlarına geleceğini de ekleyin. Bu, aynı zamanda, müthiş bir beşeri sermaye mobilizasyonudur. Yalnız 500 milyon Çinli yollara düşecektir. Batı ve Doğu arasında çok yoğun bir nitelikli emek mobilizasyonu dönemi başlayacaktır. Grafiğimizde 2001’den beri Çin büyümesini ve bunun dünyaya katkısını görüyorsunuz. Çin büyümesi düşerken Çin’in dünya GSYİH’sına katkısı artıyor. Bu Çin’in sermaye ihraç ettiği anlamına da gelir. Buradaki makas ve kopuş dikkat ederseniz 2012 yılıdır. Yani burada Çin-ABD arasındaki “dehşet dengesi” çözülmeye başlıyor. Çin, ucuz emeğe dayalı büyüme ve fazla vererek ABD’yi (Batı’yı) finanse etmeyi bırakıyor ve sermaye ihraç etmeye başlıyor. Bunun tarihsel anlamı şudur, Asya kalkınması küreselleşiyor ve 21. yüzyılı belirleyecek yeni dinamik artık somut olarak önümüze geliyor. Bu süreçte Türkiye’nin rolüne tam da buradan yeniden bakmakta yarar var. Putin ve Papa Francis’in aynı zaman aralığında Türkiye’yi ziyareti tabii anlamlıdır ama bunlar kadar ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Türkiye turun- 88 ARALIK 2014 dan sonra, Obama’nın Cumhuriyetçi Savunma Bakanı Chuck Hagel’in, Obama’nın isteği üzerine görevi bırakması da anlamlıdır. ABD’nin Dış ve Savunma Politikaları ABD, yeni dış politikasını ve buna bağlı olarak “savunma” politikasını yeniden kurgulayacaktır. Bilindiği gibi ABD’nin dış politikası ile savunma (silahlanma) politikası birbirinin içine geçmiştir. ABD’nin temel olarak burada iki yolu vardır; birinci yol George W. Bush’la somut olarak gördüğümüz stratejik soğuk çatışma alanlarını -özellikle Orta Doğu- işgal etmek ve bu şekilde kontrol etmek. İkinci yol ise, Türkiye gibi eksen devlet olan ülkelerle ilişkileri daha da geliştirip bu bölgelerin “güvenliği” konusunu eksen devlet olan Türkiye gibi ülkelere bırakmak. Chuck Hagel döneminde ABD ikisini de yapmadı. Yani Orta Doğu’daki sıcak ve soğuk çatışma alanlarını doğrudan işgal ile kontrol altına almadı. Ancak öte yandan Türkiye gibi axis powers olan ülkelere de tam anlamıyla güvenip bölgede inisiyatif vermek istemedi. Dolayısıyla ortaya çıkan ABD’nin ve Batı’nın güvenliğini doğrudan tehdit eden kaos oldu. Şunu hemen söyleyelim ki, IŞİD tehdidi ABD ve Batı için hatta tüm sistem için 9/11’i gerçekleştiren El-Kaide’den daha büyük bir tehdittir. İşte bu tehdidi tüm dünyaya bela eden bizzat ABD’nin “ne yapacağını” bilmeyen savunma ve dış politikası olmuştur. Bunun dışında ABD hem Kafkasya’da hem de Orta Doğu’da kontrolü kaybettiği gibi, ekonomik inisiyatifi Rusya’ya kaptırmak üzeredir. Afrika’da Çin’in giderek artan sermaye ihracı, yalnız ABD’nin bu kıtadaki etkinliğini ve kontrolünü kaybetmesine neden olmuyor, Afrika’da yeni bir burjuva sınıfı ortaya çıkıyor ve bu sınıf Batı’nın bu kıtaya şimdiye kadar ne yaptığının farkında olarak, Batı ile değil, yükselen Asya sermayesi hatta Türkiye ile iş yapmak istiyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Afrika ziyareti bu gerçeği olduğu gibi önümüze koydu. SanıyoARALIK 2014 89 EKONOMİ rum yalnız ABD’nin değil İngiltere hatta tüm Batı dünyası şöyle bir tercihle karşı karşıya: Ya güçlü bir siyasi irade ve yükselen ekonomi ile Batı’ya yaklaşan Türkiye gibi eksen devlet ülkelerin bölgesel ve giderek küresel inisiyatiflerini kabul edecekler ve bu ülkelerde daha fazla demokrasi ve refah isteklerine olumlu cevap verip bunun yolunu -eskisi gibi- kesmeyecekler; ya da 20. yüzyılın kanlı dünyasına -yani baba ve oğul Bushların dünyasına- dönecekler. Bu kanlı yola dönmek, insanlık suçudur artık. ABD’de Obama’dan sonra 2016’da bir Cumhuriyetçi Başkan olsa bile, ABD bu yola bizce artık dönemez. O zaman yapılacak şey bellidir; bakın bu yolu aslında İngiltere çoktan keşfetti. Örneğin ABD ve İngiltere, Türkiye’nin AB üyeliğini, tam şimdi her zamankinden daha fazla desteklemeli. AB, Almanya’nın merkez olduğu ve Kıt’a Avrupası ulus-devletlerinin zoraki birliği gibi devam edemez. AB, gerçek anlamda bir birlik olmak istiyorsa, kendi doğusuna doğru genişleyecek ve Türkiye gibi ülkelere onların da çıkarlarını gözeten çerçevede üyelik sunacak. Bu, AB’nin krizden çıkması için tek yol olduğu gibi, Orta Doğu ve Kafkasya’daki bütün sıcak çatışma alanlarının kontrol altına alınması ve soğuk çatışma alanlarının da barış süreçlerine dönüşmesi demektir. Ayrıca Doğu Avrupa’nın ekonomik ve siyasi olarak ayağa kalkması ve Türkiye ile ekonomik entegrasyonu, Rusya’nın Avrasya Birliği’ne bugün tek alternatiftir. Putin’in Türkiye Ziyareti Putin’in Türkiye ziyareti işte bu nedenle çok önemli olmuştur. Putin, 10 bakanı ile yaklaşık 100 milyar doları aşan bir yatırım-ticaret paketi ile Türkiye’ye geldi. Şundan hiç kimsenin şüphesi olmasın, Türkiye, bundan sonra Rusya’nın hem kendisi hem de bölge için rasyonel tekliflerine eskiden olduğu gibi Batı’ya bakarak yanıt vermeyecektir. Tamamen kendi çıkarlarını masaya yatıracaktır ve Rusya ile bu şekilde pazarlık yapacaktır. Tıpkı AB ile pazarlık yaptığı gibi. Bundan dolayı içinde bulunduğumuz durum 1945-1989 arasındaki soğuk savaş döneminden çok farklıdır ama bu dönemin yeni bir soğuk savaşa dönüşmemesi için 90 ARALIK 2014 de ABD’nin 20. yüzyıldan kalma politikalarla devam etmemesi gerekir. Bu İran’ın Batı ile entegre olma süreci için de geçerlidir. İran’ın artık geriye dönmek gibi bir lüksü yoktur. Yalnız Batı, İran’ı geriye döndürebilir. İran’ın içe kapalı bir diktatörlük olarak kalması Orta Doğu’da bir gerilim unsuru olmasını ABD’deki militer-sanayi kompleksi ve buraya bağlı kirli finans oligarşisi tercih ediyor. Türkiye, özellikle 2010’dan beri, İran’ın Batı ile entegrasyonunu içeren yoğun çaba harcıyor. Geçen ay yapılan nükleer müzakerelerden sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “Nükleer müzakerelerin nihai bir anlaşma sağlanana kadar ciddiyetle sürdürüleceğini” söyledi. Ruhani, Viyana’da sona eren onuncu tur müzakereler hakkında, “Bugün nihai bir anlaşma sağlanmamış olabilir. Ancak nihai anlaşmaya ulaşmak için önemli aşamalar kat edildi.” dedi. Şunu unutmayalım; İran’ın sisteme tam anlamıyla dâhil olması, Türkiye’nin AB üyeliği ve Türkiye’nin özgürce Southern Energy Corridor’u geliştirmesi, New Silk Road ve Irak Kürdistan Yönetimi ile Türkiye’nin yaptığı enerji anlaşmaları çok önemlidir. Batı, kendi selameti için Doğu’nun yolunu açmalıdır. Bu hiç şüphesiz yeni bir dönemdir. Ve Türkiye İçin Bir Soru... Yukarıda özetlediğimiz tablo; yani APEC zirvesinin bize gösterdikleri, arkasından G-20 zirvesi ve Türkiye’nin dönem başkanlığı, Putin’in Türkiye ziyareti ortaya çıkarken Türkiye yoluna nasıl devam edecektir? Yeni bir Doğu Kalkınması (Re-Orient-A.G. Frank’ın dediği gibi) gümbür gümbür gelirken, Türkiye bu büyük tsunamiyi karşılamaya hazır mı? Şüphesiz tam burada hem Başbakan Davutoğlu’nun hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri önemli ve yeterlidir ama bu söylemlere Türkiye’nin kurumlarının da ayak uydurması gerekiyor. Öyle gözüküyor ki, 2015-2019 arası Türkiye’de hem sivil toplumun, hem de devletin bu yönde yeniden yapılanması ya da bunun başarılması, ülkemizin ve bölgenin 21. yüzyıldaki yolculuğunda belirleyici olacak. DÜNYA’NIN YENİ HEDEFİ: AKDENİZ DOĞALGAZI Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı T ürkiye’nin içerisinde bulunduğu coğrafyanın zengin yer altı ve yer üstü kaynakları uzun yıllardan bu yana sürekli olarak gündeme getirilen konuların başında geliyor. TANAP projesi ile Şahdeniz Doğalgazının AB’ye taşınması sürecini başlatan Türkiye, öte yandan Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile imzaladığı 50 yıllık petrol anlaşması ile küresel enerji oyunlarında bir aktör olduğunu net bir şekilde ilan etmiş oldu. Şüphesiz bu iki alanda atılan adımlar oldukça önemli ancak Türkiye’yi bekleyen en önemli sınavlardan birisi hala karşımızda duruyor; Akdeniz doğalgazı… Akdeniz’de tespit edilen doğalgaz rezervi ve arama için belirlenen bölgeler konusu uzunca bir süredir gündemde. Ancak son günlerde yaşanan bazı gelişmeler bu noktadaki tartışmaların boyutunu artıracağa benziyor. Kasım ayı başında Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Yunanistan Başbakanı Samaras ve Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Anastasiadis Kahire’de bir araya geldi. Gündem maddelerinin en önemlisini Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin “münhasır ekonomik alanları”nın1 tespit edilmesi konusuydu. Tabi söz konusu ülkeleri bu noktaya getiren şeyin Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri olduğunu kısaca hatırlamakta fayda var. Bu üç ülkenin üzerinde anlaştığı konuların başında Türkiye’nin Akdeniz’deki doğalgaz arama çalışmalarını durdurması geliyor. Tabi söz konusu doğalgaz olunca iş bazen trajikomik bir hal de alabiliyor. Zira darbecilerin iktidarda olduğu Mısır, adada yıllarca katliamlar yapan Kıbrıs Rum Yönetimi ve Asala’ya ve PKK’ya verdiği desteği bilinen Yunanistan, “Kahire Deklarasyonu” adı altında terörle mücadele edeceklerini açıkladılar. İşin ilginç tarafı bu anlaşmalara önümüzdeki günlerde bir başka terör devleti İsrail’in de dâhil olacağı yönünde haberler de gelmeye başladı. Dahası 2004 yılında Annan Planı2 çerçevesinde iki tarafın birleşmesine dair yapılan oylamada yüzde 75,38’le ret oyu kullanan Rumlar bu kez, Kahire’de Kıbrıs adasının birleşmesi gerektiğine vurgu yapıyor. ARALIK 2014 91 İşte Türkiye ve KKTC’nin Akdeniz’deki doğal ve yasal çıkarları, meşruiyetleri bile tartışma konusu olabilecek söz konusu dört ülke ile karşı karşıya geliyor. Bu noktada Türkiye’nin Akdeniz politikası her anlamda daha da önem kazanıyor ve süreç giderek daha da dikkat edilmesi gereken bir hal alıyor. Aşağıdaki haritalar bölgedeki bilinen rezerv alanlarını ve arama bölgelerini gösteriyor. Harita-1: Bilinen Rezervler3 Harita-2: Arama Bölgeleri4 92 ARALIK 2014 2009 ve 2010 yıllarında İsrail karasularındaki Tamar ve Leviathan bölgelerinde tespit edilen yaklaşık 27 trilyon metreküplük doğalgaz rezervi ülkeyi enerji ithal eden ülke konumundan enerji ihraç eden bir konuma getirmiştir. Ancak Akdeniz’deki gelişmeler bununla sınırlı değil. Esas konu Akdeniz ortasında yer alan Afrodit bölgesinin paylaşımı ile Kıbrıs adasının etrafındaki arama bölgeleri üzerinde yoğunlaşıyor. Harita-1’de bilinen rezervler görülüyor. Ancak hemen belirtmekte fayda var ki, haritadaki karasuları üzerinde henüz bir anlaşma söz konusu değil. Harita-2’de ise arama bölgeleri gösteriliyor. Harita’daki 01, 02, 03, 08, 09, 13 ve 12 numaralı bölgelerde Türkiye’nin verdiği arama ruhsatları ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin verdiği ruhsatlar çakışıyor. Rum tarafı ile Türkiye arasındaki tartışmalar bu bölgeler üzerinden devam ederken, Akdeniz’de doğalgaz üzerinden olası işbirliği ve tartışmaların nedenini ise münhasır ekonomik alan tartışmaları oluşturuyor. Tam da bu noktada yeniden 2010 yılına dönüp Mavi Marmara’nın İsrail tarafından durdurulduğu noktayı ele almakta fayda var. Hatırlanırsa İsrail Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine müdahale ettiğinde en çok tartışılan konuların başında geminin durdurulduğu alan geliyordu. İsrail geminin kendi karasularında durdurulduğu iddiası üzerinde durdu. Ancak konuya taraf ülkelerin açıklamaları aksi yöndeydi ve geminin uluslararası sularda müdahaleye uğradığı ve bu müdahalenin haksız olduğu yönündeydi. Ancak o günlerde konunun doğalgaz boyutunu kimse aklına bile getirmemişti. Bugün anlıyoruz ki, haritalar incelendiğinde İsrail’in esas hedefinin uluslararası sular olarak kabul edilen bölgedeki zengin doğalgaz rezervlerini kendi adına meşrulaştırmak olduğudur. zervi olan Harita-2’deki 12 numaralı alanın kendi münhasır ekonomik alanlarında olduğunu iddia etseler de, uluslararası hukukun bu sınırları belirlemede yetersiz kalması ve Birleşmiş Milletler’in henüz bu konuda net bir girişimde bulunmaması sürecin giderek daha da çıkmaza gireceğini gösteriyor. Artık Akdeniz’de sıkça duymaya başladığımız tatbikatlar ve bu bağlamda ülkelerin deniz kuvvetlerinin bölgedeki manevraları oldukça önemli bir hal alıyor. Bugün gelinen noktada Akdeniz’deki toplam doğalgaz rezervinin büyüklüğünün 100 trilyon Dolar’ın üzerinde olduğu tahmin ediliyor. ABD’nin borsası olan Wall Street’teki dünyaya hitap eden ABD şirketlerinin toplam değerinin 19 trilyon Dolar civarında bir büyüklüğe sahip olduğu düşünüldüğünde, Akdeniz’de suların önümüzdeki dönemde giderek daha fazla ısınacağını tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır. Türkiye’nin Akdeniz’e ilişkin adımları da uluslararası arenada giderek dikkat çekmeye başladı. Türkiye’nin ev sahipliğinde Doğu Akdeniz’de yapılan Mavi Balina-2014 Tatbikatı’na katılan Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Bostanoğlu’nun açıklamaları oldukça fazla yankı uyandırdı ve Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere önemli bir uyarı oluşturdu. Bostanoğlu tatbikat sırasında verdiği bir mülakatta şu ifadelere yer vermişti; “Angajman kuralları Başbakanlık tarafından Genelkurmay Başkanlığına, Genelkurmay’dan da Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredilmiş durumda. Biz bu konuda herhangi bir durumla karşılaştığımız takdirde verilen angajman kuralları çerçevesinde hareket edeceğiz.” Hali hazırdaki en büyük sorunu ise Akdeniz’deki tartışmalı sınırlar oluşturuyor. Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin hemen hemen hepsi zengin doğalgaz re- Görüldüğü üzere Türkiye Akdeniz’deki kendi çıkarları ve KKTC’nin çıkarlarını korumak ve gözetmek adına hem teknik, hem siyasi, hem diplomatik ve hem de askeri anlamda oldukça kararlı adımlar atıyor. Önümüzdeki dönemde her ne kadar Akdeniz’deki doğalgaz kaynakları konuşulacak olsa da esas meselenin tespit edilen kaynakların ne şekilde AB’ye aktarılacağı konusu olacağı kesin. Bu bakımdan Türkiye’nin elindeki jeo-politik koz giderek önem kazanıyor. Zira Akdeniz’de bulunacak olası bir rezervin AB’ye ulaştırılmasının en güvenli, en ucuz ve en az maliyetli projesinin Anadolu Yarımadası üzerinden olacağı konusu belki üzerinde anlaşmaya varılan tek konu. Ancak bu durumun getirebileceği rehavete kapılmadan Akdeniz’deki pozisyonumuzu güçlendirecek ve haklarımızı koruyacak yeni stratejileri de hayata geçirmeye devam etmeliyiz. Dipnotlar 1 Deniz Hukuku ile ilgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgar enerjisi de dahil olmak üzere özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir. 2 Türk ve Rum kesimleri halinde bölünmüş Kıbrıs Adası’nın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren Birleşmiş Milletler planıdır. Adını, planı ortaya atan BM eski genel sekreteri Kofi Annan’dan alır. 3 http://www.milliyet.com.tr/dogu-akdeniz-de-enerjidugumu/dunya/dunyadetay/01.04.2013/1687685/default.htm 4 http://www.usakanalist.com/detail.php?id=215 ARALIK 2014 93 İsrail’in Mescid-i Aksa’ya Saldırısı Prof. Dr. Talip Özdeş Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş: Tarikatlar Dr. Can Ceylan Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu SDE Haber 1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi SDE Haber 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu SDE Haber Bursa’da SDE Paneli SDE Haber Türkiye Konut Sektörü Gelişmeler – Beklentiler Paneli SDE Haber GENEL İSRAİL’İN SALDIRISI Müslümanları tahrk eden bütün bu eylemlern, Müslümanları tahrke ve terörze etmeye yönelk provokasyonlar olduğunda şüphe yoktur. Amaç, Müslümanların tahkr edlmes yanında İslam’ın ve Müslümanların terörle özdeşleştrlerek İslam’ın majının krletlmes, üzernden baskı ve şgal poltkalarının yürütüldüğü İslamafobanın devam ettrlmes! Dünyamızın Syonstlerden ve onların syasetne alet olan İslam ve Müslüman düşmanı ırkçı ve Hırstyan fanatklerden çekeceğ var! sadece İsrail askerleri tarafından değil, Haçlı-Siyonist ittifakı içerisinde yer alanlar tarafından İslam’ın kutsallarına karşı yapılan çirkinlikler Müslümanlara karşı uygulanan devamlı bir yöntem haline geldi. Görünüşte Mescid-i Aksa’ya ve Kur’an’a yapılan çirkinlikler karşısında kim veya kimler tarafından yapıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber İsrail’de bir Sinagoga yapılan saldırı elbette ki onaylanamaz. Ancak, rüzgâr ekenin fırtına biçeceği de akıllardan çıkarılmamalıdır. Din ve Kutsallık Olgusu Kutsal Olan ve Kutsallık Algısı Üzerne Br Değerlendrme Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı K udüs’te İsrail askerlerinin Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’ya (ana mihrabın ve minberin yer aldığı bölgeye kadar) postallarıyla girip, Kur’an’a saygısızlık yaparak ağır tahrikte bulunmalarını takiben İsrail’de gerçekleştirilen sinagog saldırısı, kutsal ve kutsala saygı konusunu dünyanın gündemine getirmiştir. Dört kişinin ölümüyle sonuçlanan Sinagog saldırısı, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamayla kı- 96 ARALIK 2014 nanmıştır. İsrail’in, 1967’den beri işgal altında tuttuğu Mescid-i Aksa’nın altında uzun zamandan beri gizemli bir şekilde yürütmekte olduğu kazı çalışması da dikkat çekiyor. Bu faaliyetin amacı ile ilgili söylenti ve şüpheler, Mescid-i Aksa’nın zemininde kutsal Mabed’in kalıntılarının aranması üzerinde yoğunlaşıyor. Bir dinin kutsallarına yapılan çirkinlikler, saldırı ve hakaretler en ağır insan hakları ihlalleri içerisinde yer almasına rağmen, ne yazık ki 11 Eylül’den beri İnsanların din olgusuna yaklaşım ve yorumları, din karşısında takındıkları tutum ne olursa olsun, din ve kutsallık olgusu başlangıçta mevcut olmadığı halde insanlığın hayatına sonradan suni olarak eklenen bir olgu değil, insan ve toplumların hayatında var olan asli bir olgudur. Sosyolojik olarak insanlık tarihinin hangi dönemine gidilirse gidilsin, din karşıtı tutumlara da rastlanmakla beraber en erken dönemlerde bile bir din ve kutsallık olgusunun varlığı ispatlanmıştır. Kutsal ve kutsallık olgusu evrensel olmakla beraber, söz konusu olgunun aşkın/müteal alanla bağlantılı olması, metafizik bir mahiyet taşıması, referans farklılığı, ona tekabül eden soyut kavramların içeriklerinin ve yüklendikleri anlamların toplumların kültür, din ve toplumsal zihniyetlerinden bağımsız olmaması, herkesin üzerinde ittifak ettiği bir tanım getirilmesini zorlaştırmaktadır. Kutsal ve kutsallık olgusuna tekabül eden kavramlar, semboller ve durumlar toplumdan topluma, zaman ve mekâna göre değişse bile İslamiyet, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük, Budizm, Taoizm ve diğer bütün dinlerde ve toplumlarda kutsallık ve kutsal sayılan şeylerle ilgili inançlar, kavramlar, semboller, anlayış ve kabullenişler mevcuttur. Bu tamamen insanoğlunun psikolojik ve manevi dünyasıyla, Tanrı’ya (Allah’a) yönelmesi ve bağlanmasıyla; yani dini duygunun tezahürleriyle ilgili fıtri bir durumdur. Rudolf Otto’ya göre insan, doğuştan “kutsal”ı içinde taşıyarak gelen bir varlıktır. Ona göre kutsal (holy) tamamen kombine ve kompleks, akli ve akılüstü unsurlardan oluşan doğrudan dinle ve Tanrı ile bağlantılı bir kategoridir.1 Nitekim sözlüklerde de kutsal (holy), doğrudan Tanrı ve dinle bağlantılı bir kavram olarak açıklanmaktadır. Profan ise, kutsalın zıddı olup mabetle, din ve dini gayelerle bağlantısı olmayan, seküler (kutsal olmayan) anlamına gelmektedir. Kutsalın dini hayatla, profanın da dünyevi hayatla sıkı bir ilişkisi vardır.2 Batı dillerinde (İngilizce’de) “sacred”, “holy”, “sactity”, “deity” gibi “kutsal” kelimesine tekabül eden birçok kelime vardır.3 Türkçe’de “kutsal” olarak telaffuz edilen ve “mukaddes” kelimesine tekabül eden kelimenin aslı, Arapça’da temiz ve pak olmak, noksanlıklardan münezzeh olmak anlamına gelen “ka-de-se” kökünden gelmektedir. “Mukaddes” kavramı Allah için kullanıldığında, “noksan sıfatlardan münezzeh olmak” anlamına gelmektedir. Evrenin, insanın ve her şeyin yaratıcısı olan Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah’ın isimlerinden olan “Kuddûs” kavramı da bunu ifade etmektedir. Yine Kur’an’da kutsal ruh anlamına gelen Rûhu’l-Kudüs de Cebrail meleğine işaret için kullanılmaktadır. Çünkü Cebrail kendisine hiçbir kirliliğin bulaşamayacağı şekilde mutahhar (temiz) kılınmıştır.4 Kutsal olanın profan olanın zıttı olması, mahiyet olarak onun dünyevi olmamasını, aşkın, yüce ve müteal olmasını gerektirir. Çünkü dünyevi olan hiçbir şey mutlak manada pak ve temiz, noksan sıfatlardan münezzeh olamaz. Bu durumda kutsallık sadece Tanrı’ya/Allah’a hasredilmesi gereken bir özelliktir. Çünkü sadece her şeyin ve evrenin yaratıcısı, sonsuz ilim, kudret ve merhametin sahibi, mutlak manada bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah ve O’na atfedilen şeyler kutsal olma özelliğine sahiptir. Bu noktada kutsallığı tayin etme hakkı da sadece Allah’a ait olup, nelerin kutsal olduğu O’nun bildir- ARALIK 2014 97 Br dnn kutsallarına yapılan çrknlkler, saldırı ve hakaretler en ağır nsan hakları hlaller çersnde yer almasına rağmen, ne yazık k 11 Eylül’den ber sadece İsral askerler tarafından değl, Haçlı-Syonst ttfakı çersnde yer alanlar tarafından İslam’ın kutsallarına karşı yapılan çrknlkler Müslümanlara karşı uygulanan devamlı br yöntem halne geld. Görünüşte Mescd- Aksa’ya ve Kur’an’a yapılan çrknlkler karşısında km veya kmler tarafından yapıldığı kesn olarak blnmemekle beraber İsral’de br Snagoga yapılan saldırı elbette k onaylanamaz. Ancak, rüzgâr ekenn fırtına bçeceğ de akıllardan çıkarılmamalıdır. mesiyle bilinir. Örneğin Allah, Tûvâ vadisinde bulunduğu sırada Musa peygambere seslenirken, onun içerisinde bulunduğu yerin mukaddes Tuvâ vadisi olduğunu bildirerek ayakkabılarını çıkarmasını, yalnızca O’na ibadet ederek O’nu anmak için namaz kılmasını istemiştir.5 Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi dinler açısından bir kısım mekânlar Allah’ın tezahür ettiği, O’nunla, yani ilk, mutlak ve sonsuz olanla doğrudan bağlantı kurulan bölgeler olarak seçilip ayrılmıştır; dolayısıyla kutsaldır. Kur’an’ın kutsallığı, onun Allah kelamı olmasından dolayıdır. Kutsallık atfedilen şey, kelamın kendisidir. Kur’an’ın metin olarak yazılı olduğu mushafa gelince, ona kutsallık izafe edilmesi kâğıt ve mürekkepten dolayı değil, Allah’ın kelamı ile bağlantısından dolayıdır. Benzer durum örneğin Kâbe (Beytullah/ Allah’ın Evi) için de söz konusudur. Oradaki kutsallık, Allah’ın o mekânı veya zamanı insanların kendisine ibadet etmeleri, toplanmaları ve manevi bir yoğunlaşma süreci içerisine girmeleri için sembol kılmasından dolayıdır. Çünkü insanların kutsalla ilişki kurmaları somut şeyler üzerinden gerçekleşmektedir. Kâbe gibi yeryüzünde somut bir sembol ve mekân tayin etmeden, milyonlarca mümini belirli bir zamanda ve mekânda bir araya getirerek ibadete yoğunlaştırmak mümkün olamazdı. Benzer şekilde Allah, ilahi kelamını insanlığa vahye muhatap kılınan toplumun dili ile göndermektedir. Vahyin gönderildiği dil, dünya ile nesnel ve somut olanla doğrudan bağlantılıdır. Ancak vahyi gönderen (Allah), müteâl, aşkın ve gaybi olan isim ve sıfatlarını beşere bildirirken bunu yine beşeri olan bir dille (müteşâbih ayetlerlerle) yapmaktadır.6 Kutsala konu olan ilahi vahiy, beşer lisanı ile insanı muhatap almasıyla gaybi ve müteâl boyuttan dünyevi boyuta inerken kutsallığı kendi bünyesinde taşımaktadır. Yegâne kutsal var- 98 ARALIK 2014 lık Allah’tır. Yine O’nunla ilişkisi bulunan yer, zaman, mekân ve nesnelere kutsallık atfedilebilir. Kaynağı İlahi Olan Kutsalla Beşer Tarafından Kutsallık Atfedilen Şeyler Aynı Değil! Kutsal ve kutsallık kavramları aynı şeye/şeylere delalet ediyor görünseler de ikisi arasında özsel bir farklılık söz konusudur. Bir şeyin bizatihi kendisinin kutsal olmasıyla, insanlar (yaratılmışlar) tarafından bazı şeylere kutsallık atfedilmesi birbirinden tamamen farklı bir durum arz etmektedir. Bunun tayini tamamen kutsalın mahiyetinin ne olması gerektiği ve kutsallığın kim tarafından belirleneceği sorularıyla ilgilidir. Bir şeyin kutsal olmasıyla, bazı şeylere kutsallık atfetmek birbirinden tamamen farklıdır. Aslında dünyevi olanın kutsallık kategorisi içerisine dâhil edilmemesi gerekir. Ancak şu var ki, kutsallığın algılanması veya bir şeyin kutsal kabul edilmesi, sonuçta insanın ruh ve düşünce dünyasına hitap eden bir durum olduğu için, gerçekte profan olduğu halde; yani kutsal olmaya layık olmadığı halde insan ve toplum tarafından kendisine kutsallık atfedilen birçok durumların varlığı söz konusudur. Kutsallığı tayin hakkı insana/beşere verildiğinde, kutsallığa konu edilerek sembol haline getirilen şey aşkın/müteâl olan Yaratıcı’ya değil, yine dünyevi ve yaratılmış olana dönmektedir. Bu ise, kutsallığın ona layık olmayan bir mekâna indirilmesi anlamına gelmekte olup şirk olgusuyla doğrudan bağlantılı bir durumdur. İlahi vahyin insan eliyle tahrif edilip safiyetinden uzaklaştırıldığı dini inanç, ideoloji ve anlayışlara gelince, özünde kutsal olmadıkları halde birtakım nesnelere kutsallık atfedilerek üretilen sahte kutsallıklar üzerinden insan ve toplumlar üzerinde egemenlik kurulmaya çalışılmaktadır. Orta Çağ’da kilisenin kutsal kabul edilerek Allah adına mutlak hüküm yetkisini kendi uhdesine alıp her şeye tahakküm etmeye çalışması buna bir örnektir. Yahudilik ve Kutsallık Yahudilik, kutsallık olgusunun merkezi öneme haiz olduğu, kutsal-profan karşıtlığı üzerine oturan bir dindir. Yahudilik inancına göre, Tanrı ile özel münasebetlerinden dolayı İsrailoğulları ve Yahudiler Tanrı tarafından seçilmiş kutsal bir kavmi oluşturur. Rabbani telakkiye göre İsrail kutsaldır; Tevrat onların yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Diğer milletler (kavimler) Tevrat’ı kabul etmeye layık yaratılmamışlardır. Bu yüzdendir ki İsrailoğulları seçkin bir millettir.7 İsrail topraklarının (Kenan İli) kutsallığı da bu bölgenin Tanrı tarafından İsrailoğulları için seçilmiş, onlara özel kılınan bir bölge olmasından dolayıdır. Kudüs’ün önemi, Hz. Süleyman’dan sonra Yehuda bölgesindeki krallığın merkezi ve Mabed’in8 inşa edildiği yer olmasından dolayıdır. Kaynağını Yahudiliğin kutsal metinlerinden alan inanca göre, Tanrı’nın yeryüzünde kendilerini seçmesiyle kutsallık kazanan İsrail kavmi ile diğer milletler arasında ön görülen ayrım, Yahudiler için tahsis edilen İsrail toprakları (kutsal topraklar) ile yeryüzünün geri kalan kısmı arasında da kurulmuştur. Tanrı’nın İsrailoğulları ve dolayısı ile Yahudiler için seçtiği İsrail toprakları, Tanrı’nın kutsallığının doğrudan tecelli ettiği bir bölge olarak kabul edilirken, İsrail toprakları dışında kalan alanlar kirliliğin ve putperestliğin hâkim olduğu alanlar olarak görülmüştür. Kudüs, Siyon dağı ve mabet bu kutsal bölgenin merkezinde yer almaktadır. Yahudiliğin kutsallık anlayışı üzerine yapılacak analitik bir değerlendirme, kutsallık olgusunun Yahudi kavmine ve tahayyül edilen Yahudi coğrafyasına indirgendiğini göstermektedir. Hâlbuki kutsallık olgusu, her ne kadar kavim ve toprak gibi nesnelerde somutlaşıyor görünse de, aslında Allah’la aşkın boyutla doğrudan bağlantılı metafizik bir mahiyet arz etmekte olup Allah’ın tarih boyu bütün insanlık için ilahi vahiyle teyit ettiği evrensel mahiyetteki imani, ahlaki ve hukuki değerler üzerinden anlam kazanmaktadır. Yahudiliğin kutsallık anlayışında ise evrensel değerler buharlaşıp anlamını yitirmekte, somut olaylar ve mekânlar üzerinde sembolleşen kutsallık olgusu, sembol olmaktan çıkarak üzerinde sembolleştiği nesnelerin zatına indirgenmektedir. Daha açık bir ifadeyle, kutsal olan şey, bizatihi Yahudi kavminin kavmiyeti, nesnesi ve biyolojisi olmaktadır. Etnik olarak Yahudi kavmine men- sup olmak, Yahudi kanını taşımak, Tanrı katında seçilmiş olmayı, masum ve değerli olmayı garanti etmektedir (!) Hâlbuki Yahudi kavmine mensup olmayan bir başkalarının, ne kadar temiz, masum ve pak olurlarsa olsunlar, biyolojik ve etnik olarak sırf Yahudi kavmine mensup olmadıkları için bu kutsallıktan nasipleri yok demektir. Tabi ki Yahudi kavmi içerisinde herkes aynı derecede kutsallık özelliğine sahip değildir. Örneğin sıradan Yahudilerle, Yahudi din adamlarının, kohenlerin ve baş kohenin kutsallıkları aynı derecede değildir. Benzer şekilde toprağın kutsallığı ile ilgili anlayış da bu zeminde teşekkül etmektedir. Toprak (bölge), üzerinde etnik olarak takdis edilmiş bir kavim yaşadığı için bizatihi kutsal olmaktadır. Böylelikle kutsallık, Yahudi kavmine (Yahudilik nesnesine) ve toprağına indirgenerek dünyevileştirilmekte, diğer bir deyişle profan hale getirilmektedir. Böyle bir kutsallık anlayışı, tam da İslam’a göre şirk olarak nitelendirilebilecek bir duruma işaret etmektedir. Kutsallık olgusunu sadece biyolojik manada kavmin kendisine ve kendi toprağına tahsis eden, kendi dışındakileri kutsal dışı ve kirli kabul eden bir anlayıştan, başkalarının kutsallarına ne kadar saygı bekleyebiliriz? Yahudilerin, peygamberlik konusunu sadece kendi kavimlerine tahsis ARALIK 2014 99 edilen bir konu olarak algılamalarının temelinde de bu zihniyet yatmaktadır. Allah’ın insanlığa peygamber göndermesi hiçbir kavmin tekelinde değildir. Evrenin ve içindekilerin yaratıcısı, âlemlerin Rabbi olan Allah, insanlar ve kavimler içerisinden dilediğini peygamber seçmeye kadirdir. Allah dilediğini seçer. Allah’ın kavimler arasından bir kavmi seçmesine gelince, bunun amacı Allah’ın o kavim (topluluk) aracılığı ile tevhid dinini, o dinin inanç, ibadet, ahlak, muamelat ve hukuk alanlarında öne çıkardığı insani değerleri insanlar ve toplumlar arasında yayıp hâkim kılacak bir model oluşturmaya matuftur. O kavme böyle bir misyon yüklenmesi, onları seçilmiş kılmakla beraber kutsal kılar mı? Söz konusu kavmin Allah tarafından seçilmiş olmakla kutsal kılındığını kabul edersek, bu kutsallık kavmin etnik yapısı ve biyolojisi ile mi yoksa Allah’ın ve tarihin önünde yüklendiği misyonla mı doğrudan alakalıdır? Allah tarihe müdahalesiyle yeryüzünde nice toplumları seçmiş, sahip oldukları iman ve teslimiyetle, gerçekleştirdikleri yüce misyonla, sergiledikleri ahlaki önderlikle diğer milletlere üstün ve mübarek kılınmışlardır. Yoksa biyolojik anlamda belirli bir ırka, kavmiyete, etnik yapıya, kabile ve asabeye mensup olmak üstün olmayı gerektirmez. Sonra hiçbir mensubiyet -ne kadar kutsallık 100 ARALIK 2014 atfedilirse atfedilsin- insan eliyle işlenen çirkinlikleri, zulüm ve haksızlıkları meşrulaştıramaz. Kur’an’da da ifade buyrulduğu gibi üstünlüğün ölçüsü belirli bir cinsiyete, kavim, kabile ve aşirete mensubiyette değil, takvada üstün olmakta aranmalıdır.9 Veda hutbesinde de vurgulandığı gibi ne Arabın Aceme, ne de Acemin Araba bir üstünlüğü yoktur. Toprağın veya belirli bir coğrafi bölgenin kutsal kılınması da böyle... Toprağa kutsallık yüklenmesi doğrudan toprağın fizyolojisi ve belirli bir coğrafyanın sınırları ile bağlantılı bir durum olmayıp, o yere ve mekâna ilahi vahyin inişi, onun peygamberler eliyle insanlığa tebliğinde meydana gelen olaylar, tezahürler ve yaşanan durumlarla ilgilidir. Siyonist bir bakış açısıyla Arz-ı Mev’ud (vaat edilen topraklar) algısı ve yorumundan hareketle Filistin toprakları üzerinde hak iddia ederek haksız işgallerine mazeret oluşturanlar, Filistin halkını ölüme ve tehcire mahkûm edenler, Müslümanların kutsallarına saldıranlar büyük bir zulüm ve bozgunculuğun içerisinde değiller mi? Tanrı’yı tapu-kadastro müdürü gibi düşünenler fena bir aldanışın içerisindeler! Müslümanların Kutsalına Yapılan Saldırıların Amacı Bugün Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, ABD’de, Avrupa veya dünyanın başka bir yerinde Müslümanların maruz kaldığı olaylar ve gelişmeler, İslam dünyasının büyük bir psikolojik savaşla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Olay sadece İsrail askerlerinin postallarıyla Mescid-i Aksa’ya girip mescide ve Kur’an’a saygısızlık yapmalarından ibaret değil! Batı’da Hz. Peygamber’i alaya alan, onu tahkir eden çirkin karikatürlerin, Floridalı papaz Terry Jones’un 11 Eylül 2010’u “Uluslararası Bir Kur’an Yakma Günü” ilan ederek kendisine taraf olanlarla beraber Kur’an nüshalarını yakmaya kalkışmasının üzerinden çok zaman geçmedi. 11 Eylül’den beri İslam’ın Peygamberi’ne, Kur’an’a ve kutsal mekânlarına karşı çirkinlikler ve planlı saldırılar gerçekleştirilmektedir. Dahası bu eylemlerin ifade özgürlüğü, basın hürriyeti gibi söylemler üzerinden mazur görülüp meşrulaştırılmaya çalışılması! Hz. Peygamber’e hakaret içeren “Müslümanların Masumiyeti” isimli filmin arkasında Evangelik Hıristiyanların, Siyonist Yahudilerin, Neo-conların olması düşündürücüdür. Müslümanları tahrik eden bütün bu eylemlerin, Müslümanları tahrike ve terörize etmeye yönelik provokasyonlar olduğunda şüphe yoktur. Amaç, Müslümanların tahkir edilmesi yanında İslam’ın ve Müslümanların terörle özdeşleştirilerek İslam’ın imajının kirletilmesi, üzerinden baskı ve işgal politikalarının yürütüldüğü İslamafobianın de- vam ettirilmesi! Dünyamızın Siyonistlerden ve onların siyasetine alet olan İslam ve Müslüman düşmanı ırkçı ve Hıristiyan fanatiklerden çekeceği var! Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Bk. Rudolf Otto, The Idea of the Holy, translation: John W. Harvey, Oxford University Pres, London 1936, s. 5-7. Bk. A. Merriam Webster, Websters’s Ninth New Collegiate Dictionary, Merriam-Webster Inc., Publishers Springfield, Massacuets, U.S.A. 1987, s. 576-577, 939; Longman Dictionary of Contemporary English, Pearson Education Limited, England, Eight Impression 2006, s. 778, 1308. Bk. A. Merriam Webster, a.g.e., s. 335, 576-577, 1035; Mustafa Çevik, Kutsal’ın Anlam Alanı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2007, Sayı: 13, Bahar, PDF. Bk. Cemalu’ddin Muhammed b. Mükerrem b. Manzur, Lisanu’l-Arab, I-XV, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, c. VI, s. 166-167. İlgili ayetler için bk. Haşr, 59/23; Cuma, 62/1; Taha, 20/12; Naziat, 79/16; Maide, 5/21. Bk. Tâhâ, 20/12-14. Al-i İmran, 3/7 ayeti müteşabih anlatımla ilgilidir. Bk. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba Yayınları, Ankara 1997, s. 52-53. Mabed hakkında bilgi için bk. Baki Adam, a.g.e., s. 8187. Hucurat, 49/13. ARALIK 2014 101 GENEL Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş TARKATLAR Dr. Can CEYLAN* Öğretim Görevlisi O rta Doğu’daki terör sorunu değişik örgütlerin isimleri altında örgütlenmektedir. Bu örgüt isimlerinin çokluğu, terör sorununun nicelik tarafını arttırırken, tehdidin boyutları üzerinde olumsuz bir illüzyon oluşturmaktadır. Türkiye başta olmak üzere, teröre karşı tavır alan ülkeler, aslında arkasında bir-iki rejisör olmasına rağmen bölge halklarına kısa vâdede huzur sağlamak için etkisiz hâle getirilmesi gereken ve çokmuş gibi gösterilen aktörlerle uğraşmaktadır. Bu da orta ve uzun vadedeki çözüm için ihtiyaç duyulan enerjinin ziyân olmasına sebep olmaktadır. dir. Zaten bunca gürültünün amacı da masadakilerin dikkatini dağıtmak ve sorunun çözümüne odaklanmalarını engellemekdir. Bir benzetme yaparsak, bazı arabalar okulun yanından geçerken sürekli klakson çalmaktadır. Buradan elde edilecek en ufak bir “başarı”, IŞİD’ın hanesine artı puan olarak yazılmaktadır. Terör Minaresine “Sünnî” Kılıf Büyük resme bakmayı tercih edenler ve bunu yapanlar, terörün müsebbibini, orta ve uzun vadedeki rejisörleri açıkça görebilirler. Dağınık görüntüleri ve gürültücü yapıları dolayısıyla gözde büyütülmesi normaldir. Ama bu, hafife alınabilecekleri anlamına gelmez, çünkü her şeyden öte, insan hayatına kastetmektedirler. Sözde “Sünnî İslâm” formülünü kullanan, Batı’nın son iki yüz yıldır yaptıklarının hesabını sorma kisvesine büründürülen ve bir problem gibi göstermeye çalıştığı şeyin sona ulaşamayacağını bilen IŞİD, “gidiş yolundan” puan toplamaya çalışmaktadır. Bunun sebebi, meydanı boş bulması, daha doğrusu meydanın uzun zaman önce yapılan operasyonlarla boş bıraktırılmasıdır. Figüranları, Batı ülkelerinin pasaportunu taşıyor olsa da yapılan terör, İslâm’ın boynuna yaftalanmaktadır. Çözümün Tarafları Bir STK Modeli Olarak Tarikat Hükûmetin kararlılığı ve stratejik hassasiyetiyle devam etmekte olan çözüm sürecinde tarafların masada kalmaları koşulundan vazgeçilmesi düşünülemez. Bunun yanında, El-Kaide, El-Şebap, Boko Haram gibi isimler olsa da “IŞİD” ismiyle müşahhaslaşmış terör unsuru, masada devam eden müzâkerelerin hüviyetini menfi etkilemekte- Meydanın boş olması, dolduracak unsurların bulunmadığı anlamına gelmez. Onca tahribata rağmen, sâdece biraz kenara çekilmiş ve kendi içinde işlemekte olan bir yapılanmadır söz konusu olan. Bu yapılanmayı, İslâm medeniyet târihinin en köklü sivil toplum yapılanması olan tarikatlar oluşturmaktadır. 102 ARALIK 2014 İslâm coğrafyasının hemen her noktasında teşkilatlanma tecrübesi yaşamış olan tarikat yapılanması, Orta Doğu ağırlıklı olmak üzere, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da sosyal hayatın mütemmim bir cüzü olurken, dinin coğrafî, ekonomik, kültürel vb. farklılıklara göre yorumlanıp yaşanmasına imkân vermiştir. Bunun yanında, dinde başka bir tehlike olan sivil tekelleşmenin de önüne geçme gibi bir görevi yerine getirmiştir. Osmanlı, her ne kadar İslâmî hükümler esas alınarak yönetilen bir devlet olsa da, hâkimiyeti altındaki geniş coğrafyadaki değişik dinlerin inanç sistemlerindeki ve uygulamalarındaki farklılıklara istisnâî durumlar hâricinde müdahale etmemiştir. İslâm’ın farklı yorumları genel akide olarak kabul eden farklı etnik ve kültürel gruplara da, devlet baskısından uzak ve serbestlik tanıyan bir siyâset uygulamıştır. Bu uygulamada, Osmanlı coğrafyasının hemen her noktasında teşkilatlanmış olan tarikatların rolünün etkili olduğu söylenebilir.” 1925 Engeli Tarikatlar, yapay sınırlarla oluşturulan yönetim şekillerinin içinde kalmasına rağmen birçok ortak paydaya sâhip olan halkların yaşam sürdüğü Orta Doğu’nun akut hâle getirilmiş sorunlarının çözümünde toplumu oluşturan halkları sivil bir inisiyatif olarak iletişim içinde tutma görevinden mahrum bırakılmıştır. Zira birçok hastalığın tedâvisinde kullanılabilen bir ilaç gibi verimli bir çözüm unsuru olabilecek tarikatlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin devreye sokması gereken hayâtî bir unsurdur. Ancak 1925 târihli ve 677 sayılı tekke ve zâviyelerin kapatılma- Tarkatlar, yapay sınırlarla oluşturulan yönetm şekllernn çnde kalmasına rağmen brçok ortak paydaya sâhp olan halkların yaşam sürdüğü Orta Doğu’nun akut hâle getrlmş sorunlarının çözümünde toplumu oluşturan halkları svl br nsyatf olarak letşm çnde tutma görevnden mahrum bırakılmıştır. Zra brçok hastalığın tedâvsnde kullanılablen br laç gb verml br çözüm unsuru olablecek tarkatlar, Türkye Cumhuryet’nn devreye sokması gereken hayâtî br unsurdur. Ancak 1925 târhl ve 677 sayılı tekke ve zâvyelern kapatılmasıyla lgl kanunu le Türkye Cumhuryet kend eln kolunu bağlamış durumdadır ve resmî yollarla bu unsuru devreye sokamamaktadır. sıyla ilgili kanunu ile Türkiye Cumhuriyeti kendi elini kolunu bağlamış durumdadır ve resmî yollarla bu unsuru devreye sokamamaktadır. 1925’te yapılan bu müdahale ile insanların kendi dinî inanç pratiklerini belirleme ve uygulama hakkı ellerinden alınmıştır. Böylece radikal hatta şiddet içerikli tepkilerin ortaya çıkmasının önü açılmıştır. Bunun sonucu olarak, beklenen hatta istenen Şeyh Said İsyanı başta olmak üzere, Menemen Olayı gibi “İslamafobi mühendisliği”nin sonucu olan olayların ortaya çıkması kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu olaylar, kendi inanç pratiklerini uygulama inisiyatifi elinden alınan kitlelerin İslâm’dan yanlış beslenmesine sebep olduğu gibi, radikalizm getiren baskı-baskıyı “haklı” hâle getiren radikalizm kısır döngüsünü doğurmuştur. Cemevi Tecrübesi Kültür merkezi adı altında açılan ve Alevî çalıştaylarıyla desteklenen ve kısmen de olsa meşrûiyet ARALIK 2014 103 haber devreye sokulabilecek bir unsur olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin elinin altında durmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu unsuru kullanması, Suriye’deki iç savaşta 200 bin kişinin ölmesine ses çıkarmayan ama birden vahşete dur demeyi akıl edip “biz hallederiz” tavrı takınan NATO, ABD, Çin ve Rusya’nın yanında İran’ın da rahatını bozacaktır. IŞİD, teopolitik bir sorun olmayabilir ama IŞİD’in de IŞİD’ın örgütsel markalığını yaptığı jeopolitik terörün de halledilmesinde, politik menfaat ağlarından uzak durma irfânını içselleştirmiş inanç temelli sosyal yapılanmaların kullanılabilirliği göz ardı edilmemelidir. kazandırılmasıyla büyük oranda başarı ile test edilen Cemevi konusunda elde edilen tecrübe, tarikat yapılanmasının fiziksel mekânları olan tekke ve dergâhların yeniden işlev kazanmasında da kullanılabilir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki tekke ve dergâhlar, çağın şartlarına uygun şekilde ihya edilip devreye sokulabilir ve siyasî sınırları aşan, kendi iç disiplin ve kontrol mekanizmasına sâhip tarikat yapılanması aktif hâle getirilebilir. Siyâsî Sınırların Koparamadığı Bağ Mezkûr coğrafya dâhilinde siyâsî sınırların engelleyemediği bir birliktelik kurma beceri ve tecrübesine sâhip olan tarikat yapılanması, geç de olsa 1925 önces şartlar, tarkatların lağvedlp tekke ve dergâhların kapatılmasına kısmen olsa da “haklı” vesle olarak kullanılmış olablr. Ancak 2014’dek şartlar bu unsurun -breysel dnî hayata katacağı entelektüel çeştllk ve dğer fayda başlıklarını düşünmesek ble, sadece dış şartların zorlamasıyla dahhya edlmesn kelmenn tam anlamıyla haklı ve gerekl kılmaktadır. 104 ARALIK 2014 Kafa keserek ötekileştiren terör piyonlarının karşısına konabilecek, “kapısı herkese açık” ve “birleştiren” bir nitelik taşıyan ve tarihsel süreçte karşılaştığı her türlü engele rağmen var olmayı başarmış güçlü bir potansiyel olarak tarikatların önemi bu yazının öznesidir. Tarikatların her birinin kendi içinde ve birbirleri arasındaki ilişkiler ağından doğan bu potansiyelin çözüm sürecine ve teröre karşı mücadelede taraflara sağlayacağı en büyük fayda, yukarıda bahsettiğim kısa vâdede enerji ziyânına sebep olan unsurlara karşı ortaya koyacağı sivil duruştur. CIA ve MOSSAD’ın hiçbir tarihî bağı bulunmamasına rağmen, Kesnizani gibi klasik ve tarihî derinliği ve secere geçmişi olmayan bir tarikati kullanabildiği coğrafyada, çok daha yaygın bir yapılanma içinde tasavvuf anlayışına sahip olan ama 1925’te çıkarılan kanun ile pasif hâle getirilen klasik tarikatlar, çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından öte, barışın sürekliliğinin istinad noktalarından biri olabilir. 1925 öncesi şartlar, tarikatların lağvedilip tekke ve dergâhların kapatılmasına kısmen olsa da “haklı” vesile olarak kullanılmış olabilir. Ancak 2014’deki şartlar bu unsurun -bireysel dinî hayata katacağı entelektüel çeşitlilik ve diğer fayda başlıklarını düşünmesek bile, sadece dış şartların zorlamasıyla dahi- ihya edilmesini kelimenin tam anlamıyla haklı ve gerekli kılmaktadır. * İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. Uzmanlık alanları din ve siyaset antropolojisi, kültürel sosyoloji ve dilbilimdir. Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu Stratejik Düşünce Enstitüsü araştırma ekibi tarafından Ankara Kalkınma Ajansı işbirliğinde hazırlanan “Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika Arayışları” başlıklı sektörel araştırma raporu yayımlandı. Dr. Murad Tiryakioğlu, Dr. Sıdıka Başçı, Dr. Derya Fındık, Ali Türker ve Burak Yitgin’in kaleme aldığı raporda; Ankara’nın yazılım sektöründeki potansiyeli ile bu potansiyelin azami derecede değerlendirilmesine yönelik politika önerileri ele alındı. Raporda, Ankara’nın bilişime yönelik aktiviteleri, sektör girdileri olan güçlü eğitim kurumları, nitelikli insan gücü ile ileri teknoloji odaklı sanayi oranı ve güçlü bir altyapıya sahip olması gibi faktörler dolayısıyla sektörde öncü bir pozisyonda olduğu ifade edilirken, bu kapsamda küresel yazılım trendleri de göz önünde bulundurularak bölgenin kalkınması için gereken stratejiler sıralanmaktadır. Raporda yazılım sektörünün stratejik önemi şöyle dile getirilmiştir; Yazılım sektörü hem iktisadi hem de toplumsal özellik arz eden bir sektördür. Birçok sektörde temel girdi olarak kullanılan yazılım, bu özelliğinden dolayı yüksek katma değer yaratmaktadır. Yazılım sektörünün, diğer sektörlere girdi özelliği taşımasının ulusal güvenlik açısından kritik önem arz ediyor olması, yüksek dış ticaret etkisine sahip olması, etkinlik ve verimlilik artışını sağlayacak özellikte olması sektörün stratejik önemini ortaya koyan temel unsurlardır. Yazılımın bilgi odaklı “yeni ekonomi”de oynamakta olduğu kilit rolün verilerle ortaya konulduğu, Türkiye ve Ankara’nın yazılım pazarından büyük bir pay almasına yönelik strateji ve faaliyet önerilerinin bulunduğu rapor, dört ana bölümden oluşmaktadır; “Yazılım Sektörü Toplumsal Yaşam Alanlarında Pozitif Dışsallıklar Üretir” Raporda sektörün en temel girdisi olarak “nitelikli işgücü”nün önemine değinilirken, yazılım sektörünün büyümesinin önündeki en önemli eşiklerden birinin de yine nitelikli işgücü olduğu ifade edilmiştir. Yazılım sektörünün toplumsal yaşamın farklı alanları ile bağlantılı olduğunun ve bu bağlantıların pozitif dışsallıklar ürettiğinin de vurgulandığı birinci bölümde, yazılım sektörünün diğer sektörlere girdi olma niteliğinin yanı sıra çalışma hayatını etkileme, istihdam yapısını biçimlendirme, günlük yaşamı ve alışkanlıkları değiştirme noktasında önemli rol oynadığının altı çizilmiştir. Bu kapsamda okuyucuya yazılım sektörünün karakteristiği hakkında kapsamlı bir çerçeve çizen birinci bölüm, yazılım sektörünün kritik rolüne değinmektedir. “Türkiye’de Yazılım Sektörüne Yönelik Özel Bir Analiz Yapılmalıdır” “Yazılım Sektöründe Başarılı Ülke Örnekleri ve Türkiye İçin Çıkarımlar” başlıklı ikinci bölümde; yazılım sektörünü stratejik bakımdan öncelikli sektörlerden biri olarak kabul eden ve bu yönde geliştirilen strateji ve politikalarla söz konusu sektörü iktisadi kalkınmanın önemli bir aracı haline getiren başarılı ülke örnekleri incelenmektedir. Bu bağlamda ABD, ARALIK 2014 105 haber Brezilya, Çin, Hindistan, İsrail ve Güney Kore ülkelerinin yenilikçi yazılım üretme konusunda yeteneklerine değinilmiştir. özelindeki uygulamaları değerlendirilmekte ve bu alanda Ankara’nın potansiyelinin açığa çıkartılabilmesi için çeşitli politikalar önerilmektedir. Rapordaki verilere göre en yüksek yazılım harcamalarını gerçekleştiren 10 yazılım firmasının 8 tanesi Kuzey Amerika’da, 2 tanesi ise Avrupa’da bulunmaktadır. Buna karşın raporda, yazılım sektörünü stratejik bir sektör olarak kabul ederek bu konudaki yeteneklerini ve kapasitesini geliştiren Hindistan, İsrail, Çin ve Güney Kore gibi ülkelerin de göz ardı edilemeyecek bir potansiyel sergilediği ifade edilmektedir. Özellikle savunma sanayi yazılımlarının üretilmesi konusunda öne çıkan Ankara ilinin, medikal elektronik sektöründe de önemli ölçüde bir büyüme potansiyelinin olduğunun belirtildiği raporda; Türkiye’de kullanımı ve faaliyetleri hızla gelişen bir teknoloji alanı olarak vurgulanan Bulut Bilişim, kritik teknoloji alanlarından ilki olarak ele alınmakta, diğer kritik teknoloji alanları ise; ‘Büyük Veri’, ‘Bilgi Güvenliği’, ‘Açık Kaynak Kodlu Yazılımlar’, ‘Savunma Sanayi’, ‘Eğitim Sektörü’ ve ‘Sağlık Sektörü’ olarak sıralanmaktadır. Söz konusu ülkelerin yazılım sektörü ile ilgili olarak uyguladıkları politikaların Türkiye gibi bu alanda geriden gelen ülke ekonomileri için sunduğu derslerin de tartışıldığı ikinci bölüm, okuyucuya yazılım sektörünün önemini kavramış ve uyguladıkları politikalarla yüksek rekabet gücü kazanmış ülkelerin tecrübelerini aktarmaktadır. Bununla beraber bu bölümde, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel fırsatlara dikkat çekilirken, ülkenin en büyük eksikliklerinden biri olarak, sektöre ilişkin kamu kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili mesleki birlik ve organizasyonların eksikliği, yetersizliği vurgulanmaktadır. Rapora göre bu durum, Türkiye için yazılım sektörüne yönelik özel bir analizin yapılmasını aynı zamanda sektörel önceliklerin ve problemlerin belirlenmesini zorlaştıran unsurlardan biridir ve yazılım sektörünün bilişim sektörü ile birlikte ele alınıyor olmasının da etkisiyle gölgede kalmaktadır. “Ankara’da Yazılım Sektörü ve Kritik Teknoloji Alanları” başlıklı üçüncü bölümde ise ilk olarak yazılım sektörünün Ankara ekonomisi için önemi tartışılmakta, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin Ankara ekonomisine sağlayacağı katma değer vurgulanmaktadır. Kritik teknoloji alanlarının Türkiye’deki durumuna ilişkin genel bir çerçeve çizen üçüncü bölümde, söz konusu alanların Ankara 106 ARALIK 2014 1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi “Ankara Yazılım Temelli Bir Yerli Üretim Merkezine Dönüştürülmelidir” Raporun “Ankara’da Yazılım Sektörünün Gelişimine Yönelik Politika Çıkarımları” başlıklı dördüncü ve son bölümünde, yazılım sektörünün hem Türkiye hem de Ankara için sağladığı fırsatlar sunulan politika önerileri kapsamında ele alınmaktadır. Raporda politika önerileri “Ankara Yazılım Sektörünün Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri” ve “Kritik Teknoloji Alanlarının Ankara Bölgesi için Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri” olmak üzere ikili bir sınıflandırma kapsamında değerlendirilmektedir. Ankara Yazılım Sektörünün Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri, sektöre ilişkin ölçüm ile ilgili problemlerin çözülmesi, Ankara’nın yazılım sektöründe ön plana çıkartılması, sektöre yönelik işgücü ihtiyacını karşılamak amacıyla bir eğitim merkezi kurulması, Ankara’nın yazılım temelli olarak bir yerli üretim merkezine dönüştürülmesi olarak sıralanmakta ve tartışılmaktadır. Kritik teknoloji alanlarının Ankara bölgesi için potansiyelini arttırmaya yönelik politika önerileri ise Bulut Bilişim, Büyük Veri, Açık Kaynak Kodlu Yazılımlar, Bilgi Güvenliği, Eğitim, Savunma ve Sağlık başlıkları altında ayrı ayrı incelenmekte ve tartışılmaktadır. 1514 yılında olup bitenleri farklı fikir zaviyeleri üzerinden anlamaya çalışmak ve günümüzde Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin geleceğini tartışmak için 30 Ekim 2014 tarihinde Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde ‘1514’ün Beş yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl’ konulu çalıştay SDE Tarihsel Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu’nun moderatörlüğünde gerçekleştirilmiştir. Çalıştaya SDE Başkanı Birol Akgün, Prof. Dr. Yasin Aktay, Abdurrahman Dilipak, Altan Tan, Prof. Dr. Mikail Bayram, Bayram Bozbel, Ufuk Uras gibi otuzun üzerinde gazeteci, yazar, akademisyen ve milletvekili katıldı. Çalıştay, “Osmanlı Dönemi Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve Sonuçları, Cumhuriyet Dönemi Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve 2. büyük Karşılaşma (Türk-Kürt) ve Yeni ARALIK 2014 107 haber 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu Yüzyıl ve Çözüm Süreci: İmkânlar, Fırsatlar, Zorluklar” başlıklı 3 ana konu etrafında gerçekleştirildi. Yoğun bir katılımın olduğu çalıştay SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasıyla başladı. Açılış konuşmasında Prof. Dr. Birol Akgün son derece kritik bir dönemden geçtiğimizi ve bu kritik süreçte böyle bir çalıştay düzenlemekten SDE olarak gurur duyduklarını söyledi. Sayın Akgün SDE’nin Türkiye’nin değişim ve dönüşümünün hızlandığı bu süreçte toplumun ve siyasetin önünü açmak için elinden gelen bütün çabayı göstereceğini ve bu süreçte her türlü görevi üstlenebileceğini belirtti. Ayrıca Sayın Akgün “SDE olarak 2013 Mart ayında başlayan resmi müzakere sürecinin tıkandığı noktalarda SDE’nin bu tıkanıklığı aşmak için elinden gelen çabayı gösterdi ve bu noktada birçok toplantı gerçekleştirdi ama bugün gerçekleşen çalıştayın çok daha kritik bir noktada bulunmaktadır. Bunun nedeni ise 6-7 Ekim olaylarıyla birlikte yaşa- 108 ARALIK 2014 maya dair bir güven kaybı yaşanmasıdır. Bir diğer nokta ise 6-7 olaylarını sadece bir iç sorun olarak görmeyip bu olay hakkında küresel düzlemde üç boyutlu yapıcı ve derin tartışmalar yapmak zorundayız “ sözlerini dile getirdi. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün ardından ise SDE Tarihsel Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu konuşmalarını gerçekleştirdi. Sayın Orhan Miroğlu, Kürt halkının çözüm süreci ile birçok şeye ikna olduğunu ve sonuç bekleyen bu çözüm sürecinin ne Mahabat’ın ne Erbil’in ne Kobani’nin geleceğine bağlanamayacağını bu sürecin hepsinin üstünde olduğunu dile getirdi. Sayın Orhan Miroğlu’nun konuşmasının ardından ise diğer konuşmacılar sırayla söz alarak konu hakkındaki düşüncelerini dile getirdiler. Gerçekleşen bu çalıştayın ardından konu hakkında bir rapor hazırlanacak ve bu rapor kamuoyuna sunulacaktır. 3-5 Kasım 2014 tarihlerinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de “100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu” gerçekleştirildi. Söz konusu sempozyuma SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz ve SDE uzmanı Doç. Dr. Ahmet Uysal katıldı. 3-5 Kasım 2014 tarihlerinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de “100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu” gerçekleştirildi. Söz konusu sempozyuma SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün “100 Yıl Önce, 100 Yıl Sonra: Küresel Güç Dengelerinde Türkiye ve Balkanlar”, Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin “100. Yılında Sykes-Picot Düzeni”, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz “I. Dünya Savaşının Türkiye İç Politikasındaki Dönüştürücü Rolü” ve SDE uzmanı Doç. Dr. Ahmet Uysal ise “Türk Dış Politikası: 1914-2014” başlıklı bildirileriyle katıldılar. Başta Türkiye ve Macaristan’dan olmak üzere farklı ülkelerden gelen akademisyenler 100. Yılında I. Dünya Savaşı’nı birçok yönüyle ele aldılar. Aynı zamanda katılımcı akademisyenler söz konusu sempozyumda güncel konuları da tartışma imkânı buldular. Bursa’da SDE Paneli Uludağ Üniversitesi tarafından düzenlenen Uludağ Uluslararası İlişkiler Konferanslarının altıncısı “Jeopolitiğin Dönüşü Mü? Genişletilmiş Bölgelerde Aktif Diplomasi Zamanı” ana temasıyla 25-27 Kasım 2014 tarihleri arasında Bursa’da, Uludağ Üniversitesi Mete Cengiz Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Uludağ Uluslararası İlişkiler Konferansları çerçevesinde, alanının önde gelen akademisyen, araştırmacı ve karar vericileri bir araya getirilmekte ve onların bilgi, deneyim ve araştırmaları çerçevesinde uluslararası ilişkilerin tüm alt başlıkları analiz edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda Stratejik Düşünce Enstitüsü’nden de konferansa üst düzey katılım gerçekleştirmiştir. Konferansın SDE Paneli kısmında SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün başkanlığında “Oynak Coğrafya Orta Doğu’da Siyaset” başlıklı panel gerçekleştirildi. Yoğun bir katılımın gerçekleştiği panelde, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün “Uluslararası Sistemin Dönüşüm Krizleri ve Orta Doğu”, SDE Başkan yardımcısı ve Dış Politika Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin “Orta Doğu Krizi ve Devlet Dışı Aktörler”, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz “Ulus İnşa Süreci ve Türkiye’nin Orta oğu’dan Kopuşu” başlıklı sunumları gerçekleştirdiler. ARALIK 2014 109 haber Türkiye Konut Sektörü Gelişmeler – Beklentiler Paneli tarafından hazırlanan ve kendi alanında ilklerden biri olan “Türkiye Konut Sektörü” raporunun tanıtımı münasebetiyle Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 28.11.2014 tarihinde yapılan panele İstanbul Üniversitesinden Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz, SDE Ekonomi koordinatörlüğünden Dr. Cemil Ertem ve Dr. Levent Yılmaz konuşmacı olarak katıldılar. şehirler büyüdü ve şehre yakın yerler konuta açıldı buda fiyatları etkiledi, arttırdı. Bina inşa maliyetlerinin artması da fiyatların artışını etkiledi. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasını gerçekleştirdiği panelde, Akgün’ün ardından Dr. Cemil Ertem konuşmasını gerçekleştirdi. Konut sektörü raporunun nasıl hazırlandığına, hangi aşamalardan geçtiğine değinen Ertem şunları söyledi: Sektörde balon var diyemeyiz. Çünkü banka verilerine göre arzda müthiş bir artış yok. Buna karşılık ekonomiye zarar verecek, kriz yaratacak bir fiyat artışı da görülmemektedir. “Hazırlanan Konut Raporu spesifik fakat çok yönlü bir rapordur. Bu rapor çok ciddi formülasyonları içermektedir. Bu rapor, TCMB, TÜİK, KONUTDER’i temsilen katılan uzmanlar tarafından yapılan çalıştay sonucu hazırlanmış niteliği yoğun bir rapordur.” Konuşmasında sektöre ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunan Dr Cemil Ertem; “Evet sektörde bir şişme yoktur fakat ciddi bir regülasyona ihtiyaç vardır. Bir düzenleme gerekmektedir. Faiz oranları ile konut sektörü arasında çok güçlü bir korelasyon vardır. Faizler ne kadar makul düzeyde olursa bu sektörün gelişmesi de o ölçüde mümkün olacaktır. Faizlerin daha makul ve sektöre daha uygun olması gerekiyor.” dedi. Cemil Ertem’in konuşmasının ardından konuşmayı devralan Dr Levent Yılmaz hazırlamış olduğu sunumla raporun önemine değindi. Dünya ekonomisi 2008 Finansal kriziyle karşı karşıyayken bunu en az zararla atlatabilen ülkelerden biri olan ve kısa sürede de krizin etkilerinden kurtulan Türkiye’nin büyümesinde rol oynayan sektörlerden birisi de inşaat sektörüdür. Yarattığı çarpan etkisi ve özellikle sağladığı istihdam ile sektör, ekonomi gündeminde önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye ekonomisinin büyüme rakam- 110 ARALIK 2014 larının temel dinamiklerinden biri olacak olan İnşaat sektörünün % 80’ne yakınını konut inşaatları oluşturmaktadır. Yılmaz sunumunda, konut sektörünün Türkiye ekonomisinde istihdamda, GSYİH içinde sürekli artan bir paya sahip olduğunu, inşaat sektörünün artmasın GSYİH’yı arttırdığını dile getirdi. Bu açıdan sektördeki gelişmeler objektif bir şekilde izlenerek, sorunlar-öneriler tartışılarak, önemli katılımcıların ve uzmanların da yer aldığı Mayıs 2014’te bir çalıştay gerçekleştirilmiştir. Tüm bunların sonucunda Stratejik Düşünce Enstitüsü ekonomi birimi Dr. Levent YILMAZ konuşmasına şöyle devam etti: “Her ne kadar konut sektörü son dönemde yavaşlasa da Türkiye genç nüfusa hâkimdir ve bu şu demek ki herkesin konut talebi olacaktır ve bu talep bundan sonrada devam edecektir. Nüfus arttıkça Konut sektöründe, ekonomide krediye talep edenler üst grup gelirliler değil, genellikle alt ve orta gelirli insanlar kredi talebine devam ediyor. Faiz artışlarından insanlar kredi alamıyor ve bu da senetli satışları beraberinde getiriyor. Burada da düzenleme yapılması gerekir. Türkiye’deki konut sektörü Amerika’daki Mortgage Sisteminden farklıdır. Amerika’daki gibi konut sektöründe büyük bir risk görülmemektedir.” diye değerlendirmede bulundu. Son olarak söz alan, Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz ise şunları söyledi: “Kentsel dönüşüm çok ciddi primler yapmıştır. Konut piyasasında balon yoktur; emlak kredisi piyasasında ciddi bir sorun vardır. Emlak alana da satana da kredi verilmekte... Türkiye’de emlak balonu yoktur, bankacılık sisteminde balon vardır. Bütün çarpıklıklar bankacılık sisteminden kaynaklanıyor.” Türkiye’nin son 10 yıllık ekonomi seyrine baktığımızda konut satışları rekor kırmış bununla birlikte de konut fiyatları artış göstermiştir. 250’ye yakın alt sektörü canlı tutan konut sektörü son dönemde de yavaşlama göstermiştir. Oluşan izlenimler neticesinde Türkiye konut sektörüne ilişkin olarak Swot analizi yapıldı. Bu analizde Konut sektörünün üstün olduğu ve de zayıf olduğu yönler değerlendirildi. Panelde sektörün fırsat ve tehdit analizleri masaya yatırıldı. Soru ve cevap bölümüyle panele son verildi. ARALIK 2014 111