Stratejik Çevresel Değerlendirme ve LCA Yaşam Kalitesi Üzerine “Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz. Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var. Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyor; çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyor; çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyor; çok az okuyor, çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz. Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik”. ……………………………… Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin, büyük adamlar ve küçük karakterlerin, yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bugünler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. George Carlin Kırsal Kalkınma 2001-2011 yılları arasında yaşanan afetlere baktığımızda, bu tarihler arasında sekiz bine yakın doğal afet olduğunu, her yıl yüzbinlerce kişinin hayatını kaybettiğini, her yıl afetlere bağlı yüz milyarlarca dolarlık maddi hasarın oluştuğunu görmek mümkündür. Bu dönemde doğal afetlerin %66.5’i iklim olaylarına bağlı, %16.2’i depremlere ve %17.5’i orman yangını ve diğer sebeplerle oluşmuştur. Doğal felaketlerin en fazla ölüme ve maddi zarara yol açtığı yer %65 ile Asya kıtasıdır. 2011 ve 2012 yılları afetlerin yol açtığı maddi hasarlar ve can ve mal kayıpları açısından en yüksek hasarın oluştuğu yıllar olmuştur. Sadece Endonezya’da 2004 yılında meydana gelen Tsunami felaketinde 165 bin kişi ölürken, 2010’daki Haiti depreminde 220 bin kişi öldü. Yine sadece 2011'de yaşanan 302 adet doğal afette 200 milyonun üzerinde insan doğrudan etkilendi ve ekonomik hasarın bedeli de 366 milyar dolar. Bunu görüyoruz ama ne anlıyoruz ya da ne anlamalıyız? Anlamak için önce Dünya Bankası yöneticilerinden Rachel Kyte’ın ifadelerine bakalım. Kyte’ın ifade ettiği gibi, dünya nüfusunun yarısının artık şehirlerde yaşaması ve buna bağlı çarpık kentleşme, yerleşim yerleri için yer seçimi yapılırken fay hatlarının, dere yataklarının, fırtına ve kasırga risklerinin dikkate alınmaması, afetlerin sebep olduğu can ve mal kayıplarının insan aşırı yükselişin ana sebebi. Yine biraz daha iyi anlayabilmek için Almanya’da hazırlanmış Dünya Risk Endeksi (2012) raporuna bakalım. Bu rapor, ülkelerin doğal afetlerle karşılaşma olasılıkları ve afetlere karşı ne kadar hazır olduklarına bağlı ülkeler arasında bir risk sıralaması yapıyor. Bu raporda dört temel değerlendirme bileşeni var. Bunlardan birincisi doğal afetlerle karşılaşma, maruz kalma riski yani deprem, sel, kasırga, kuraklık, fırtına vb. doğal afetlerle karşılaşma olasılığı... Bunun için yapabileceğiniz bir şey yok, bu sizin içinde bulunduğunuz çevrenin özellikleri ile alakalı. Zaten bu yüzden bu değerlendirmede en riskli 15 ülkenin sekiz tanesi okyanustaki ada devletleri. Hem iklim değişikliklerine bağlı kasırga, fırtına hasarları, deniz yükselmesi gibi konularda riskleri yüksek, hem de depremler, tsunamilerle karşılaşma riskleri yüksek... Ancak değerlendirme bununla bitmiyor çünkü afetlere maruz kalma olasılığı tek başına riski yükselten bir etken değil.. Yani doğal afet oluşma olasılığının yüksek olması, sizin risk derecelendirmenizi belirlemiyor; raporda en az bunun kadar önemli olan sizin afetlere ne kadar hazırlıklı olduğunuz, ekonomik durumunuz, gelişmişlik düzeyiniz değerlendiriliyor... Bu yüzden raporda ikinci sırada; afetlere karşı insanların ne ölçüde korunmasız oldukları, üçüncü sırada olası afetlere karşı ülkelerin seferber edebildikleri imkanlar ve dördüncüsü afetlerle baş etmek ve son olarak hazırlıklı olmak için uygulamaya geçirilen uzun dönemli değişiklikler değerlendiriliyor. Bu dört temel bileşenin ışığında yapılan değerlendirmeler ülkelerin afetlere bağlı risk oranını belirliyor. Bu yüzden bazı ülkelerde risk çok yüksek olmasına rağmen, yapılan hazırlıklar, ülkenin kalkınmışlık ve gelişmişlik düzeyi nedeniyle, risk sıralamada gerilere düşüyor. Bazı ülkelerde ise afetlere maruz kalma riski düşük olmasına karşın, gelişmişlik, kalkınmışlık düzeyi ve afetlere karşı yapılan hazırlıkların yetersizliği nedeniyle, risk daha üst sıralara çıkıyor. Örneğin maruziyet riski yüksek olan Hollanda, doğal afet tehlikesi sıralamasında 12. sırada, ama gelişmişlik, kalkınmışlık düzeyi ve hazırlıkları ile genel risk sıralamasında 51. sıraya kadar geriliyor. Bir de son olarak, hızlıca yıllara bağlı olarak Dünyadaki karbondioksit emisyonlarındaki artış, küresel ortalama sıcaklıklardaki artış, fosil yakıt kullanımındaki artış ve son olarak küresel anlamda iklim olaylarına bağlı afetlerdeki maddi kayıplardaki artış oranlarını bir arada değerlendirilelim. Fosil yakıt kullanımındaki artışa bağlı olarak karbondioksit emisyonlarında paralel bir artışı ve bunlara bağlı aynı paralellikte küresel ortalama sıcaklıklarda artış ve iklim olaylarına bağlı afetlerdeki maddi kayıplarda artış gözleniyor... Bunlar, son on yılda yaşanan doğal afetlerdeki artışın sebeplerini, afetlere bağlı hasarın en büyük bölümünün iklim değişikliklerine (%66.5) bağlı olduğunu, en fazla maruz kalmanın Asya’da (%65) yaşanıyor olmasını yeterince açıklamıyor mu? Asya ülkelerindeki afetlere bağlı can ve mal kayıplarının bu derece yüksek olmasını anlamak için nüfusu hareketlerine, kırsaldan kentlere göçü, kalkınma arayışlarının ve yaklaşımlarının yanlışlığı, hızlı ve çarpık kentleşmelerine bakmak yeterli... Hep söylüyorum.... Yereli, kırsalı kalkındırmak gerek... Kalkınmanızı, gelişmenizi ortaya koyan planlarınızı yeri ve yeri oluşturan sistemleri iyi anlayarak yapmak gerek... Afetlerden böylesine yüksek zarar görmüş olan Asya ülkelerinde kırsal kalkınma sağlanabilmiş, kırdan kentte göç azaltılabilmiş olsaydı, yerleşimler çevre özellikleri anlaşılarak planlanmış olsaydı, son on yılda afetler bu kadar acı sonuçlara ulaşmazdı... İklim Değişiklikleri Küresel iklim değişiklikleri ve bunlara bağlı ortaya çıkacak afetler, kuraklık, çölleşme 21. yüzyılın en önemli sorunu. Doğrudan beslenme ve yaşama şansımızı azaltan konular… İşte bu iklimde, NASA’nın bir raporu gündeme geldi. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede su kaynaklarındaki azalmanın kritik düzeye geldiği belirtildi. Bunun önemli nedenleri arasında yer altı sularının yanlış kullanımı ve küresel iklim değişikliklerine bağlı olarak yağış rejiminin değişmesi olduğu vurgulandı. Diğer taraftan geçtiğimiz ay gerçekleşen Davos Ekonomik Zirvesi’nde tanımlanan “Küresel Riskler” şöyle sıralanıyor: Gelir eşitsizliği ve dengesizliği, kronik mali dengesizlikler, küresel ısınmaya neden olan sera gazlarındaki artış, gıda kıtlığı krizi, finans sisteminin çökmesi, kitle imha silahlarının yayılması, su arzı krizi ve nüfus yaşlanmasının doğru yönetilememesi. Bunların içinden gıda ve su krizi öncelikli başlıklar olarak öne çıkarılmış. Geçen yıl ana teması büyük dönüşüm başlığı altında kapitalizmi tamir etmek olan Zirve, bu yıl dirençli dinamizm vurgusu yapıyor. Geçen yıldan bugüne bu dönüşüm ne kadar gerçekleşti bilememem, ama biran önce bu tamiratın sonuçlarını görmemiz gerektiğini vurgulamadan edemeyeceğim. Çünkü belki de yarın artık çok geç olacak… Afetler Bu yüzyılda bizi en çok etkileyecek afetler, küresel ısınma ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iklim değişiklikleri, iklim değişiklikliklerine bağlı afetler. Siz doğaya bu kadar çok zarar verirseniz, dünyayı-yeri ve yeri oluşturan sistemleri anlamaya çalışmadan, gereksinimlerinizi karşılamaya çalışırsanız, yeri ve yeri oluşturan sistemleri tahrip edersiniz. Aslında tahrip ettiğiniz sistemin, yaşamınızı sürdürdüğünüz yaşam alanlarınızı oluşturan sistem olduğunu bilseniz de, kendi yaşam alanlarınıza zarar vermeye devam edersiniz. Sonunda da değiştirdiğiniz sistem, size aşırı yağışlar olarak gelir, sel olur, heyelan olur, taşkın olur…fırtına olur, hortum olur, kasırga olur…hem yaşamınızı, hem de yaşam alanlarınızı siler süpürür…ya da kuraklık olur, erozyon olur, çölleşme olur, yaşam alanınızda beslenmek için yeşertmeye çalıştığınız fidanlara, tarımsal ürünlere yani beslenmenize fırsat vermez…İşte bu yüzden Afrika kıtasında her beş saniyede bir çocuk, tüm gelişmişliğimize ragmen açlık, susuzluk ve bunlarla ilintili hastalıklar yüzünden yaşamını yitiriyor. İşte bu yüzden geçtiğimiz yıl Ekim ayında Kuzey Amerika’yı vuran olağandışı bir kasırga, Sandy kasırgası olağandışı bir zarara, belki de tarihin en çok maddi hasara yol açan afetlerinden biri oldu. İşte bu yüzden ülkemizde her geçen gün biraz daha falza aşırı yağış, sel, taşkın haberi işitmeye başlatık. Kyoto Protokolü Türkiye, iklim değişikliklerinin önlenmesi ve azaltılmasını hedefleyen, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne 2004 yılında, Kyoto Protokolü’ne ise 2009 yılında taraf olmuştur. Kyoto protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda ülkelerin ortak mücadele etmesini sağlamaya çalışan uluslararası alandaki en önemli ve somut çerçeveyi teşkil etmektedir. Bu protokole taraf ülkelerin, iklim değişikliklerine yol açan karbondioksit ve diğer sera gazları salınımını azaltarak, sera gazları emisyonlarını 1990 yılındaki düzeylere düşürmeleri gerekmektedir. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gereğince Türkiye’de de, her yıl 1990 yılı emisyonları baz alınarak, yıllık ulusal sera gazı envanterleri hazırlanmaktadır. Geçtiğimiz günlerde 2011 yılı Ulusal Envanter Raporu, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından hazırlanarak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’na sunulmuştur. Ulusal envantere göre, yukarıda belirttiğim uluslararası anlaşmalar kapsamında azaltılması gereken sera gazı emisyonları, tersine artmıştır. Buna göre, Türkiye’nin 1990 yılında karbondioksit eşdeğer olarak 188.43 milyon ton olan sera gazı emisyonu, 2011 yılında 422.4 milyon tona ulaşmıştır ve Türkiye karbondioksit eşdeğerli sera gazı emisyonunu 21 yılda yüzde 124 artırmıştır. 2010 yılına göre, Türkiye’de 2011 yılında yaklaşık yüzde beşlik bir artış olurken, AB’de yüzde üçlük bir azalma olmuştur. Yani iklim değişikliklerinin önlenmesi konusunda Türkiye uluslararası anlamda verdiği taahhütleri yerine getirememiştir... “İklim değişiklikleri neden önemli”, artık okuyucularım, neredeyse her hafta, her hafta aynı şeyi okumaktan bıkmışlardır, ama tekrar etmeden geçemeyeceğim... İklim değişiklikleri demek, aşırı yağışlar, seller, fırtına zararları, heyelan, kasırga demek, diğer yandan kuraklık, çölleşme, orman yangınları demek, yaşam alanlarımızı, toprağımızı, suyumuzu, beslendiğimiz tarım topraklarını, yaşamımızı tehdit eden “BÜYÜK AFET”ler demek... İşte bu noktada, kentsel dönüşüm yasası diye bilinen, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu’nun tarihi bir fırsata dönüştürülmesi gerektiği açık. Bu, afet riski altındaki alanlar belirlenirken iklim değişikliklerine bağlı risklerin de çok detaylı olarak dikkate alınmasıyla ve ardından başlayacak kentsel dönüşüm sürecinde ortaya konacak çözümlerin enerji verimli, yenilenebilir enerji kaynaklarını da ön plana çıkaran; servis ömrü uzun, ısı yalıtım değerleri yüksek, geri dönüştürülmüş veya dönüştürülebilir, yerel yapı malzemeleri kullanan daha ekolojik bir yapı stoğunun ortaya çıkmasını sağlayacak bir anlayışla olabilir... Bu neden önemli, zira Türkiye’de konutlarda 1990 yılında 240 milyon TJ olan toplam enerji kullanımı, 2011’de neredeyse 4 kat artarak 836 Milyon TJ’a çıkmıştır. Diğer yandan ulusal anlamda sera gazı emisyonlarındaki artış, elektrik üretiminde büyük ölçüde doğalgaz ve kömür yakma yolunu tercih etmemizden ve konutlarımızı ısıtmada fosil yakıtları enerji verimliliğini göz ardı ederek yapılmış yapı stoğunda aşırı kullanıyor olmamızdan kaynaklanıyor... Daha enerji verimli ve daha çevreye duyarlı binalar inşa edilmesine yol açacak bir kentsel dönüşüm, işte bu yüzden geçen hafta yazımda bahsettiğim ormanların artırılması korunması kadar önemli... Yoksa iklim değişiklikleri, ülkemizde daha fazla sel, daha fazla fırtına zararı, daha fazla erozyon, çölleşme, kuraklık olacak... Ve gün gelecek, bu coğrafyada bize emanet edilmiş en kıymetli hazinemizi, biyolojik çeşitliliğimizi, verimli tarım topraklarımızı, su kaynaklarımızı tamamen kaybedeceğiz... Dünya’nın Sağlığı Dünya’nın sağlık durumu ile ilgili bilgileri kısaca paylaşmak istiyorum. Önce Dünya ekosistem sağlığına bir bakalım. Son çeyrek asır içinde %30 azalmış durumda. Doğal ormanların alanı aynı sürede %13, doğal su ekosisteme endeksi %50, deniz ekosistem endeksi %40 azalmış… Diğer taraftan verimli topraklara bir bakalım…Verimli topraklar, Dünya genelinde aynı süre zarfında %25 azalmış... Bu bozulmalar-azalmalarla ilgili tahmini azalma trendi, artan azalış, daha hızlı azalış olacağı yönünde…Peki bu ne demek…Bu, bir yandan karbondioksit yutağı, oksijen kaynağı ormanları, denizleri, yani soluk alıp verdiğimiz, yaşam kaynağımız havamızı kaybederken, diğer yandan temiz su kaynaklarımıza, bizi besleyen verimli topraklara önemli ölçüde zarar verdiğimizi gösteriyor; havamızı, suyumuzu, toprağımızı, kısaca yaşama şansımızı hızla kaybettiğimiz anlamına geliyor. Ayrıca karbondioksit yutaklarının hızla azalması, sera etkisiyle küresel iklim değişikliklerini tetikliyor, başka birçok açıdan Dünyamızı bizim için yaşam alanı değil, tehdit haline dönüştürüyor. Sağlık Durumu Çözüm? Zamanında birinde, uzaklarda bir ülkede bir bilge adam yaşarmış. Günün birinde bilge adama sormuşlar, - “bu ülkede yaşayan en iyi hekim kim” diye.. Bilge adam biraz düşünmüş, -“şu dağın ardında bir hekim yaşar, hasta insanlar ona gider, o, o hastalara ilaçlar, tedavi yöntemleri önerir, hastalar o ilaçları içer, tedavi önerilerini uygularlar, iyi olurlar” demiş. Etrafında toplanan kalabalık hemen atılmış, -“o halde bu ülkede yaşayan en bilge hekim, bu adam demek ki” Bilge adam kalabalığa dönmüş, - “yok aslında o değil. Daha ilerideki dağın ardında bir hekim yaşar. Bu hekim hasta olacak insanları önceden anlar, onlara hasta olmadan tedavi yöntemleri önerir, insanlar o hekimin öneriyle hasta olmaktan kurtulurlar” demiş. İnsanlar bunun üzerine hayretle, -“tamam o zaman, bu ülkedeki en bilge hekim, bu dediğin hekimdir” demiş. Bilge adam yine kalabalığa, -“yok aslında o da değil, daha da ilerideki dağın ardında bir başka hekim yaşar, o insanlara hasta olmamayı öğretir. İşte bu ülkedeki en bilge hekim o hekimdir” demiş. …………. 1960’lı yıllarda dünyada gerçekten bilge hekimler varmış. Bu hekimler, daha Dünyamız hasta değilken, Dünya’nın hasta olmamasını öğretmeye çalışmışlar. Biz insanlar onlara kulak vermemişiz. Sonra 1980’li yıllara geldiğimizde Dünya’nın çok hasta olacağını anlayan hekimler çıkmış, “Dünya hasta olacak” demişler, tedavi önerilerinde bulunmuşlar. Biz insanlar onlara da kulak vermemişiz. 1990’lı yıllarda Dünya artık çok hasta olmaya başlamış, bu sefer, bazı hekimler “acilen Dünya’nın hastalığının iyileşmesi için şu tedavi yöntemlerinin uygulanması gerekir” demişler, biz insanoğlu onları da dinlememişiz. Artık 2020’li yıllara doğru yaklaşıyoruz ve Dünyamız artık gerçekten çok hasta. Dünya için önerilecek tedavi yöntemleri bugünden sonra ne kadar işe yarar, bu yöntemler tek yaşam alanımızı ne kadar daha bizim için yaşanabilir kılar bilinmez. Ancak şurası bir gerçek ki, bu tedavi yöntemleri bir an önce uygulamaya geçmezse, sonumuz o kadar daha yakın olacak. Aslında daha müreffeh bir toplum yaratmak, insanların yaşam kalitesini artırmak için sürdürdüğümüz kalkınma çabamız, uğruna tahrip ettiğimiz yaşam alanımız, bozulan çevremiz nedeniyle, artık kalkınmanın bizim yaşam kalitemizi yükseltmeye hizmet etmediğinin açık göstergesi... .............. Daha önceki yazılarımda da şu çok sevdiğim Kızılderili atasözünü paylaşmıştım: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”. Kalkınmanın amacını unuttuk, artık kalkınma insanların yaşam kalitesini yükseltmek için kullanılan bir araç olmaktan çıktı, araç ne yazık ki, amaç oldu…Bu da hızla bizim için Dünya’nın sonunu getiren, Dünyamızı bizim için yaşanmaz hale getiren bir tehdit oldu… Ama yazık ki, hala bunu göremeyecek kadar kör olmuş gözlerimiz, yüreğimiz, aklımız… Biyolojik Çeşitliliğimiz Nasıl olağanüstü bir denge var etrafımızı kuşatan dünyamızda… Yaşamlarımızı tehdit eden, yaşamlarımıza son veren depremler, seller, taşkınlar, bir yandan yaşam alanlarımıza yaşam veriyor… Zaten aslında bu dengeyi anlamaya, özümsemeye çalışmadan oluşturduğumuz yerleşim yerleri, o olağanüstü, mücizevi doğa olaylarını, afetlere dönüştürüyor bizim için… Geçen hafta da söylediğim gibi, “planlama çevreye duyarlıysa, çevrenin özelliklerini tam anlamıyla hesaba kattıysa, oluşturduğu yerleşimler, afetlerden de az etkilenir. Bu süreçte doğal, kültürel, fiziksel çevre özellikleri yeterince dikkatli şekilde değerlendirildiyse ve plan kararları bu şekilde oluşturulduysa, afetler o yerleşimleri tehdit etmez”… ……….. Anadolu topraklarındaki bu doğal güzelliklerin sebebini düşündünüz mü hiç? Ya da yanı başımızdaki Ortadoğu’da petrol fışkırırken, bizim topraklarımızda çok verimli petrol kaynaklarının olmamasını…Dünyamızda tesadüflere yer yoktur, herşeyin bir açıklaması vardır. Arap Yarımadası’nda depremler olmaz. Depremler olmadığı için doğa Anadolu’daki kadar çeşitlenememiş, yeraltı suları yeryüzüne çıkıp, yaşam verememiştir. Arap Yarımadası’nın bu katı haline karşı, Anadolu toprakları, Arap Yarımadası’nın etkisiyle çok hareketlidir… Çokça depremler yaşanır ve bu depremler, doğanın yaşam bulmasına, biyolojik çeşitliliğimizin artmasına, doğanın can bulmasına neden olmuştur… Yani aslında bu depremler, doğanın can suyu olmuş, Anadolu toprakları biyoçeşitlilik anlamda dünyanın en zengin toprakları olmuştur. Buna karşılık bu hareketlilik, Anadolu topraklarını depremsellik açısından dünyanın en tehlikeli yerlerinden biri yapmış, depremlerin yerin altında oluşturduğu kırıklardan yer altı suları yerin üstüne çıkarken, daha farklı kırıklar yerin altında oluşan petrolün belli noktalarda yeterince toplanamamasına, o kırıkların arasından petrolün kayıp gitmesine, belki de çok daha derinlerde birikmesine neden olmuştur… Bunu zaten neredeyse yüzyıllar önce doğanın dilini anlamış olan Fransızlar ve İngilizler belki de farkettiği için, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları Güneydoğu’da aslında petrolün sınırları olarak şekillenmiştir… Misaki Milli sınırları içinde olan Musul, Kerkük ve Süleymaniye, belki de bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer almamıştır. Zaten birkaç yıl öncesinden hatırlayacaksınızdır, bu bölgenin yüzyıl kadar önce II Abdulhamit’in verdiği destekle Batılılar tarafından çizilmiş bir petrol haritası Aksiyon Dergisi tarafından bulunup yayınlanmıştı. …… …çölde susuz kaldığınızda petrol sizin susuzluğunuzu gidermez, aç kaldığınızda toprağa ektiğiniz fidana can suyu olmaz… İşte şimdi muasır medeniyetler, artık bunun bilincinde, dünyanın farklı coğrafyalarından tarım topraklarını alma gayretindeler… ya da biyoteknoloji yardımıyla GDO dediğimiz, organizmaların genetiğini değiştirerek daha az su, daha az besin maddesi, daha az toprak, daha ekstrem koşullarda yaşayabilen tarım ürünleri yaratma peşindeler… Böyle bakınca dünyaya, sizce Anadolu topraklarında petrolsüz yaşamak, şans mı, şansızlık mı? Ya da depremlerin bu kadar çok olduğu bir coğrafyada olmak, şansızlık mı, şans mı? Önemli olan tek şey, doğa kendini bize anlatıyor zaten, onu anlamaya çalışmak, ona göre yerleşimlerimizi planlamak. İşte o zaman, o çok korktuğumuz depremler, seller, taşkınlar bizim için afet değil, güzel doğa olayları olacak, yaşam alanlarımıza yaşam veren doğa olayları… Ekonomi ve Ekoloji Bir tarafta, Birleşmiş Milletler’in iklim değişiklikleri portali... Portal, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un, iklim değişikliklerini zamanımızda gündemi belirleyen konu olduğunu belirten tespitiyle başlıyor. Ban Ki-moon iklim değişikliklerini zamanımızın belirleyici konusu olduğunu belirterek, iklim değişikliklerinin önemine dikkat çekiyor. Biz insanoğlunun tüm yaşadığımız sorunlara rağmen hala farkına varamadığımız iklim değişikliklerine... İklim değişiklikleri ile ilgili pek çok önemli konu, eylem, öneri bu portalde yer alıyor. Diğer tarafta, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan 'Küresel Eğilimler 2030' raporu.. Raporda 2030 yılına kadarki dünyayı şekillendirecek eğilimler olarak, 'bireysel güçlenme', 'güçlerin yayılması', 'demografik düzen' ve 'artan yiyecek, su gereksinimleri ve enerji ilişkileri' gösteriliyor. Raporda, 2030'a kadar uzanan dönemde dünyanın nasıl değişeceğini önemli ölçüde etkileyecek oyun değiştirici öğeler olarak 'krize meyilli bir küresel ekonomi, yönetim boşluğu, artan çatışma ihtimali, bölgesel istikrarsızlığın kapsamının genişlemesi, yeni teknolojilerin etkileri, aktör olarak ABD' gösteriliyor. Bu raporda Türkiye de pek çok başlık altında, çokça yer alıyor. Bu başlıkların büyük bir kısmı, bugünlerde gündemde olan konularla ilgili gelecekte ortaya çıkabilecek sınır değişikliklerini de kapsayan demografik, ekonomik, siyasi değişiklikleri içeriyor. Siyaset bilimcilere, siyasetçilere bu raporu mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. Ben siyaset bilimci değilim, bu bakımdan ben konunun iklim değişiklikleri ile ilgili hususlarını vurgulamak istiyorum. Bu raporda artan yiyecek, su gereksinimi ve enerji ilişkileri başlığında dünyada 2030'a kadar yiyecek, su ve enerji ihtiyacın %35- %50 civarında artacağı, bunun da özellikle genç nüfusu fazla yerlerde su ve yiyecek için çatışmalara neden olabileceği vurgulanıyor. Raporda, iklim değişikliğinin de bu durumu daha da kötüleştirileceği ifade ediliyor. Eh işte... her şeyin bir bedeli var.... Nüfusun artışı, genç nüfusun yaşlı nüfusa göre oranının artması, ekonomide büyümeye işaret ederken, diğer yandan da iklim değişikliklerinin de etkisiyle açlık ve susuzluk tehdidinin artmasına işaret ediyor. Önemli olan ekonomik büyüme mi, gerçek anlamda kalkınma mı? ..................... Geri dönüşüm – Yeniden Kullanım İşin biraz da tüketim boyutundan bahsetmeden olmaz. Lütfen aldığınız her şeyi olabildiğince uzun süre kullanmaya çalışın, yenisini almak yerine, eskisini onartın. Sadece geri dönüşüm değil, yeniden kullanım... Biliyorum, bazı ürünlerin özellikle elektronik ürünlerin tamiri yenisi fiyatına yaklaşıyor; biliyorum, bu düşünce, bu tüketimden beslenen ekonomik sistemin doğasına aykırı, ama olsun... Zaten Çin, pek çok sektörde, uyguladığı kalkınma modeli ve ekonomik politikalarla birçok ülkede tüketimi, istihdama değil, ekonomik olarak o ülkenin dezavantajına çevirdi. Dolayısıyla eğer sahip olduğunuz ürünleri uzun süre kullanacak olursanız, paramız ülkemizde kalır, onun ötesinde bu ürünleri tamir edenler, ayakkabı tamircileri, oto tamircileri, terziler, elektronikçiler ve diğerleri; bizim insanlarımız, bizim yerel ekonomimize katkı sağlayan ve yerel ekonomimizden beslenen kişiler; kapı komşularımız, dostlarımız, çocukluk arkadaşlarımız, akrabalarımız kazanır... Onlar daha çok kazanırlarsa, Eskişehir kazanır, ülke kazanır, daha çok iş gücü ihtiyacı ortaya çıkar, ayrıca tüketim azalacağı için çevre kazanır... Bu bahsettiğim ürünler, buzdolabı gibi çok elektrik sarfiyatı olan elektrikli ev aletleri için geçerli değil tabii, bu ürünleri mutlaka imkanlarınızı zorlayarak, enerji verimliliği yüksek ürünlerle değiştirin, yerli üretim olan seçenekleri öncelikle tercih edin. Bunu sadece çevre için değil, enerji giderlerinizi azaltmak için yapın. 21.yüzyıl dünyasında hiçbir şey kıymetsiz ve dünyanın kaynakları tükenmeye bu kadar yakın değil... Attığımız şeylerin çöp olmadığını atık olduğunu bilelim, atıklarımızı olabildiğince azaltmaya gayret edelim. Enerji eldesi için gerekli olan birincil kaynaklarımızı büyük ölçüde ithal ettiğimizi düşünürsek, yine ülkemiz kazanacak, yine biz kazanacağız. Şunu unutmayalım ki, yereli güçlendirmeye çalışırsak, kendi çocuklarımız geleceği için daha çok iş ve istihdam şansı sağlayabiliriz. Dolabınızdaki giymediğiniz kıyafetlerinize bir bakın, imkanınız varsa, onları temizletin, eksikliklerini mahallenizdeki terziye yaptırın. Giymeyi düşünmüyorsanız bile, bunları yaptıktan sonra, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması için belediyelerin paylaşım merkezlerine verin. Yine her şekliyle Eskişehir kazanacak, çevre kazanacak, geleceğimiz-çocuklarımız kazanacak... Planlama Bilim evreni ve evreni oluşturan bir bölümü kendine konu olarak seçer ve kendine konu olarak seçtiği bu bölüm hakkında sınanabilir açıklamalar ve tahminler şeklinde bilgiyi organize eder ve oluşturur. Sistematik bir girişimdir, yaratıcılık ve merak ile beslenir ve insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için yapılan çalışmaların bütünüdür… Peki yaşamımızı geçirdiğimiz alanları şekillendiren fiziksel planlama eylemi nedir? Ülkemizde planlama süreci yeterince doğru işleyebilmekte midir? Planlama da, bilim gibi, tarafsız mı olmalıdır, kamu yararı öncelikli midir? Evet… Bilimsel gerçeklikliğe aykırı olarak bir çıkara ya da çıkar grubuna hizmet eder mi ya da bir topluluğu diğerinden üstün tutma amacıyla yapılan çalışmalar gerçekten sağlıklı kentlere ulaşmamızı sağlar mı? Hayır… Fiziksel planlamanın temel amacı ne olmalıdır? Aynen bilim gibi, insanların yaşam koşullarını iyileştirmek… Bu satırlarda planlamanın bir başka yönünden bahsetmeye çalışacağım... Planlama çevreye duyarlıysa, çevrenin özelliklerini tam anlamıyla hesaba kattıysa, afetlerden de az etkilenir. Bu süreçte doğal, kültürel, fiziksel çevre özellikleri yeterince dikkati şekilde değerlendirildiyse ve plan kararları bu şekilde oluşturulduysa, afetler o yerleşimleri tehdit etmez, o yerleşimler de çevreyi tehdit etmez. Örneğin biz genellikle tarımsal niteliği yüksek alanlarda yerleşim alanlarımızı planlamışız. 1950’li yıllardan itibaren kırsal dokudan-tarım kültüründen hızla kentsel dokuya geçiş sürecinde, bu alanlar kentsel donatı, altyapı, tasarım ve mühendislik açısından yetersiz şekilde gelişmişler. Bu yaklaşım, diğer taraftan bu beraberinde tarım arazilerinin tahrip olmasına, su havzalarının zarar görmesine, çevreye zarar verilmesine neden olmuş. Bu alanlar zemin özellikleri nedeniyle depremden çok etkilenmiş, seltaşkın riski artmış. Zemin açısından bu nitelikte olan yerler yapısal alanlara dönüştürülebilir mi? Tabii ki evet... Ancak maliyeti artıran mühendislik tedbirlerle… Siz maliyet artmasın diye hem bu tedbirleri ve yapısal çözümleri uygulamayacaksınız, hem de bu zeminlerde yapılar, kentler inşaa edeceksiniz. İşte bu sonun başlangıcı demek… Ian Mc Harg – Doğa İle Tasarım Mc Harg, benim mesleki yaşamımın anahtar kavramı “doğa ile tasarlamak – design with nature” kuramının ve bunun geri planındaki doğaya uyumlu ve doğayı anlayarak planlama yaklaşımıyla aynı zamanda coğrafi bilgi sistemlerinin fikir babası... İşte doğa ile tasarım kuramını ortaya koyan Mc Harg’ın bundan yaklaşık 50 yıl önce Staten Island’ın planlama çalışmasında yerleşime uygun bulmadığı yerler, tam elli yıl sonra geçtiğimiz Ekim ayındaki Sandy kasırgasında yerle bir oldu... Ne öngörü ama... Aslında öngörü değil, doğayı ve dinamiklerini okumak, anlamak... Aslında Dünyayı anlayarak, özelliklerini doğru tanımlayarak, doğru yaklaşımlarla planlamak – tasarlamak.... İşte bütün mesele bu, doğayı tehdit etmemek için doğayı anlayarak yapılan fiziksel planlamalar ve tasarımlar, doğa - afetler tarafından da tehdit edilmiyor... Yani Dünyaya nazikçe dokunuş, beraberinde doğanın sizi nazikçe kucaklayışını getiriyor... Kalkınma, Planlama ve Ekonomik Büyüme Çevre Koruma Boyutu STRATEJİK ÇEVRESEL DEĞERLENDİRME “BÜTÜNCÜL ÇEVRE YÖNETİMİ (BÇY) SÜRECİ PRATİKTE KABUL GÖRMÜŞ İYİ BİR UYGULAMYKEN SÇD, BÇY İLKELERİNİ AMAÇLANAN PLANLAR VE POLİTİKALARLA BÜTÜNLEŞMESİNİ SAĞLAMADA BİR ARAÇTIR. SÇD GELİŞİM ÇED SÇD EKONOMİ TOPLUM DOĞAL ÇEVRE Sürdürülebilir Kalkınma- Retorik Kavramlar Kalkınma Ekonomik Büyüme Değildir. Kaynakları kullanma – koruma dengesi çerçevesinde yönetmek, kullanmak ve bu kapsamda ortaya çıkması olası sorunları ortadan kaldırmaya, en aza indirmeye ya da ortaya çıkan sorunların verdiği tahribatı onarmaya yönelik çözümler ortaya koymaktır. İnsanoğlunun kalkınma ve çevre arasında bir ilişki olduğunu ne zaman anladığına ve sürdürülebilir kalkınma kavramına şöyle bir bakalım... Bugün günümüzde artık meşrulaştırılmak istenilen her şeyin ön eki haline gelmiş olan sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma kavramının ortaya atıldığı 1987 tarihli “Ortak Geleceğimiz” Raporuna bakılırsa, insanoğlu ilk kez çevre ile kalkınma arasında bir ilişki olduğunu 1960’lı yıllarda uzaydan gelen dünya görüntüleri ile anlamış. Raporda, uzaydan gelen bu görüntülerin, büyük sandığımız Dünya’nın ne kadar kırılgan olduğunun, insanoğlu tarafından anlaşılmasını sağladığı ifade ediliyor. Gerçekten uzaydan baktığımızda sınırlar ortadan kalkıyor, geriye sadece o mavi küre, tek yaşam alanımız kalıyor. Kalkınma sandığımız ekonomik büyüme, sürdürülebilir kalkınma paradigmasıyla meşrulaştırılmaya çalışılsa da, aslında anlaşılması gereken gerçek şu: Ekonomik büyüme, yeterli beslenme, barınma, sağlık, eğitim, daha yaşanabilir çevre olanaklarının, insan hakları, eşitlik ve adalet ilkesiyle dünya halklarına tıpkı uzaydan bakıldığında görülmeyen sınırlar gibi sınır tanımaksızın yaygınlaştırılması ile sürdürülebilir olabilir. Bu, uzaydan görülen o mavi kürenin aslında hırslarımızdan arındığımızda hepimize yetebilecek evrendeki güvenli, yaşanabilir tek sığınak ve yaşam alanımızı korumanın öncelikli gündem olduğunu anlamamızla mümkün... Bu, ekonomi ve ekolojiyi bir arada ele almak ve kalkınmanın ekonomik hedefleri kadar, ekolojik hedeflerini de eşit önemde dikkate almakla mümkün. Emin olun hiç zor değil, Ortak Geleceğimiz Raporunda sürdürülebilir kalkınma olarak anlam bulan “gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin bugünün ihtiyaçlarını karşılayabilecek kalkınma” hedefine ulaşmak... Zaten diğer taraftan hedef olarak bunu belirlememiş bir kalkınma, insanlığı tehdit eden bir meydan okuyuştan başka bir şey değil ve bu meydan okuyuş, tüm insanlık için büyük bir mağlubiyet ve hüsranla sonlanacağı kesin olan bir meydan okuyuş... ÇED… Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), çevreyi doğrudan ya da dolaylı olarak, olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilecek bir ya da birden fazla faaliyete ait bir proje için alınacak kararda esas alınmak üzere, proje konusu faaliyet(ler)in bütün çevresel etkilerinin bilimsel yöntemler ve tekniklerle irdelenmesi, bu irdelemelere göre olumsuz etkileri önlemek ya da çevreye zarar vermeyecek ölçülerde en aza indirmek için alternatif çözümlerin belirlenmesi, sözkonusu proje hakkında ÇED çalışmaları sonuçlanma göre yatırım karan alınarak faaliyet(ler)in gerçekleştirilmesi halinde, inşaat ve işletme aşamalannda ve işletmenin kapatılmasından sonra çevresel etkiler için ÇED çalışması ile belirlenen önlemlerin izlenip denetlenmesi sürecidir. ÇED – SÇD (*) 1983 yılında Çevre Yasası’nın 10. maddesi ile çevre mevzuatına girse de, 1993 yılında tanıştık Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği (ÇED) ile. Ancak 2008 yılına kadar, üç tanesi 2000 yılında olmak üzere, 9 sefer değişikliğe uğradı. Özelikle 2003 yılında yapılan değişiklikler ve yürürlüğe konulan geçici maddeler, bazı önemli projeler için ÇED sürecini kolaylaştırıcı nitelik kazandırdı. Geçici Madde 3- 7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projelere ve bu tarihten önce üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen faaliyetlere bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. Geçici Madde 4- 23/6/1997 tarihli ve 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce ilgili mevzuatı gereğince güzergahı belirlenen veya yatırım programına alınan petrol ve gaz boru hatları, enerji nakil hatları, otoyollar, duble yollar, ekspres yollar, demir yolları, devlet yolları ve il yolları projelerine bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. ÇED KAPSAMI DIŞINDA KALAN PROJELER Gemi söküm tesisleri, nükleer tesisler, tehlikeli ve özel işleme tabi atıkların ara depolanma tesisleri, içten yanmalı motor üretimi tesisleri, hava taşıtlarının onarım tesisleri, toplu halde projelendirilen konutlar (1.000 konut ve üzeri), telesiyej uzunluğu 1000 metre ve üzeri olan kayak alanları ve mekanik tesisleri, belli bir büyüklükte olan (ısıl gücü 300 MWt) termik santraller, dört ve üzeri şeritli yolların yapımı, iki ya da daha az trafik şeridi bulunan mevcut yolların dört ya da daha fazla şeritli olacak şekilde yenilenmesi ya da genişletilmesi, yeniden yapılan ya da genişletilen bölümün uzunluğunun 10 km ya da daha uzun olacak şekilde uzatılması, biçiminde tarif edilen otoyollar ÇED kapsamı dışında geçici maddelere göre. Yani sayılan bu büyük projeler için süreci kısaltmak, hızlandırmak ve bürokrasiyi azaltmak için geçici maddeler gibi ara çözümlerle, ÇED raporları sadece devletten “proje yasaldır, çevreye hiçbir zarar vermemektedir” raporu alabilmek için hazırlanan dosyalardan ibaret olmakta. Geçen 16 yıllık sürede yüzde 98 oranında ÇED olumlu, yüzde 2 oranında ÇED olumsuz olarak sonuçlanan ÇED süreçleri de bu düşünceyi desteklemekte. Sonuçlar bu şekilde olunca ÇED olumlu sonucu alan projeler için yine de girişimler yapılmıyor değil. Örneğin, Rize’nin Çayeli ilçesindeki Senoz Vadisi üzerinde, ‘ÇED gerekli değildir’ raporuyla inşa edilmeye başlanan Uzundere 1 ve Uzundere 2 regülâtörleri inşaatının, yargı kararlarına rağmen durdurulamadığını okuyoruz. Geçici maddelerin yanında bazı özel yerler için başka özel yasa maddeleri olabiliyor. Kaz Dağları’nda altın aramak için Maden Yasası’nın maden aramak için çevresel etki değerlendirmesine gerek olmadığı belirten maddesinden yararlanmak isteyen yatırımcılar, Kaz Dağları'nın altın aranan kısmının milli park statüsünde olmadığını, yani burada maden için ön izin gerekmediğini savunuyor. Maden Yasası'nda 'maden arama' (bir bölgede maden varlığını tespit etmek için) yapılan sondaj ve kazılarda ÇED raporu hazırlanması istenmiyor. ÇED, ancak madene işletme ruhsatı verileceği zaman gündeme geliyor. Maden Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile Türkiye'nin en önemli korunan alanları, Yaban Hayatı Geliştirme Sahaları maden arama çalışmalarına açılmak isteniyor. Tasarı kabul edilirse, Türkiye'nin doğal zenginliklerini barındıran en önemli alanlar maden şirketlerinin eline geçecek ve birçok canlı türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. ÇED yönetmeliğinin geçici maddesinin sağladığı ayrıcalıktan yararlanılmak istenen ve Dicle nehri üzerinde yapılması planlanan Ilısu Barajı, ÇED sürecine tabi tutulmadan inşa edilmek isteniyor. Ancak Dicle Vadisi Türkiye'nin uluslararası öneme sahip 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri ve baraj yapıldığı takdirde sadece Hasakeyf değil çok sayıda nadir canlı türü bölgeden silinecek. Geçici Madde ile ÇED’den muaf tutulan bir diğer proje de 3. karayolu boğaz geçişidir. Munzur Vadisi üzerindeki Mercan Hidroelektrik Santralı ise Milli Parklar Kanunu ile Milli Parklar Yönetmeliği’ne göre Milli Park Uzun Devreli Gelişme Planı (UDGP) kesinleşmeden Milli Park alanında hiçbir yapı ve tesise izin verilmeyen ve UDGP’nda yer almayan hiçbir yapı ve tesis yapılamayacağı belirtilen bir bölgede inşaatını tamamladı. Yani Milli Park sınırları içindeki Mercan Suyu üzerinde yapımına 1985’te başlanan ve 2003’ten beridir de enerji üreten Mercan HES, Milli Park Uzun Devreli Gelişme Planı kesinleşmeden inşa edilip işletilmeye başlanmış. 2002-2006 yıllarında hazırlanan Munzur Vadisi UDGP ise Çevre Bakanlığı’nda onaylanmadığı için yürürlüğe giremiyor. Bugünlerde de Türkiye'nin en eski milli parklarından birinde devlet eliyle yapılan HES'in kaçak olup olmadığı, HES inşaatı başladıktan 15 yıl sonra araştırılmaya karar veriliyor. Öte yandan Munzur Vadisi Milli park sınırları içinde Bozkaya, Kaletepe ve Akyayık baraj ve HES projeleri gündeme geliyor. Yine milli park içindeki Konaktepe Barajı ve HES projelerine Enerji Piyasası Danışma Kurulu lisans veriyor. Tüm bu projeler için Danıştay’da davalar sürüyor. Sinop’un Gerze ve Ayancık ilçelerinde yapılması planlanan termik santraller için ÇED sürecinin başlamasının ardından Ayancık ilçesinde gerçekleştirilen ilk ÇED toplantısının olaylı geçtiğini okuduk haberlerden. Bu kadar olumsuz sonucun yanında alınan ender iyi sonuçlardan biri ise, Kastabala Antik Kenti'nin çok yakınında kurulmak istenen çimento fabrikasına verilen ÇED raporu için Yaşar Kemal'in de destek verdiği çevre mücadelesinde olumlu sonuç alındığı ve rapor iptal edildiği… ÇED - SÇD Örneklerden de anlaşılacağı gibi, ÇED süreci kimi projeler için çeşitli kolaylaştırıcılarla hızla geçilebiliyor. Dolayısıyla son yıllarda proje düzeyinde yapılan ÇED’e karşı oluşan endişeler doğrultusunda daha geniş kapsamlı bir değerlendirme sistemi olarak Stratejik Etki Değerlendirmesi (SÇD) geliştiriliyor. SÇD halen yürürlükteki ÇED yönetmeliğinde yer almasa da; gelişmiş ülkelerde ÇED sürecine yeni bir içerik kazandırmış, dolayısıyla Avrupa Birliği uyum süreci içinde değerlendirilen yeni bir çevresel – sosyal – ekonomik değerlendirme yöntemi olarak sunuluyor. SÇD, projelerle ilgili olarak, ilgilendiği ve kaygı duyduğu konular açısından meselenin sadece çevre boyutunu değil, insan boyutunu da hesaba kattığı için günümüz koşullarında çok gerekli olduğu düşünülebilecek bir süreçtir. Stratejik Çevresel Değerlendirme (SÇD); önerilen herhangi bir projenin olası çevresel sonuçları ile ekonomik ve sosyal faktörlerin de dikkate alınarak değerlendirildiği sistematik bir süreç olarak tanımlanmaktadır literatürde. Sürdürülebilir kalkınma için en önemli araçlardan biri olarak görülür.. SÇD kapsamında plan, program ve politikaların çevresel değerlendirmesinin, AB içerisinde ilk olarak, 1993–2000 yıllarını kapsayan Beşinci Eylem Programı’nda bahsi geçmiştir. AB’de 13 Aralık 1999 tarihli taslak hala gündemdedir. ABD, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya, Hollanda, Danimarka ve İngiltere SÇD’ye yönelik tüzüklerini hazırlayan ilk ülkeler arasındadır. SÇD, günümüzde yaklaşık onu aşkın ülkede yasal olarak uygulanmakta ancak ülkemizde halen yasal bir statü kazanmış değildir. SÇD’ni, karar verme aracı değil, daha iyi karar vermede yardımcı bir araç diye ele alırsak, plan ve politika kararlarını belirleme dolayısıyla planlama aracı olarak kullanabiliriz. SÇD, kamunun, paydaşların ya da onların temsilcilerinin karar verme sürecine katkılarını temin eden bir süreç olduğu için projenin başında katılımı sürecin içine sokabilir. Planlama süreçlerinde her zaman bahsi geçen, ancak hiçbir zaman olması gerektiği gibi gerçekleştirilemeyen “tüm paydaşlı katılım” sağlanabilir bu sayede belki… SÇD genellikle kamusal otorite kararlarında kullanılacak bir araçtır. Karar verme sürecinin hemen başında, henüz taslak hazırlanmadan önce başlatılır. SÇD’in stratejik karar alma sürecinin en başından itibaren kullanılmaması durumunda karar almada çok da etkili olmadığı gözlenmiştir. SÇD metodolojisinde “hiçbir şey yapmama” yani mevcut durumu koruma da ayrı bir seçenek olarak değerlendirilmelidir. Böylece, proje için belirlenen amaçların yanında bu amaçlardan etkilenenlerin bugünkü konumlarına göre, gelecekte nelerinin değişeceği de göz önünde tutulabilmiş olur. SÇD bu konumuyla sosyal – ekonomik – politik etkilerin tartışılabildiği bir ortam yaratabilir. Ulusal ve bölgesel kalkınma planları, yerel kent planları, koruma alanı planları, sektörel politikalar (tarım, ulaşım, enerji gibi), kaynakların planlaması (kıyı yönetimi, su yönetimi, ormancılık, madencilik planlaması gibi), sosyal amaçlar için politikalar belirleme (istihdam, kalınma, ulaşıma eşit erişim gibi) ve alternatifler arası seçim (termik ya da nükleer enerji üretimi, yeraltı ya da havada elektrik dağıtım sistemi) SÇD gerektiren stratejik karar alanları örnekleri olarak verilmekte. ÇED - SÇD SÇD’NİN ÇED’DEN FARKI NEDİR? Karar alma sürecini her aşamasında uygulanacağı vaat edilen SÇD, önleyici bir yaklaşım benimsediğini, daha geniş çerçeveden değerlendirme yaptığını, birden fazla aşamadan oluştuğunu, sürekli olduğunu ve sürdürülebilirliği hedef aldığını belirtir. ÇED uygulaması ise sürecin son aşamasında değerlendirme yapmaya olanak sağlamakta ve bu da çevre sorunlarına karşı etkin mücadelede yetersiz kalmaktadır. Geniş kapsamlı bir çevresel değerlendirme çalışmasına olanak verebilen SÇD ise, sürecin ilk aşamasından başlayarak uygulanabilen bir süreçtir. Ancak SÇD’nin özellikle sürdürülebilirlik boyutuyla henüz politikacılar tarafından tam kabul görmüş bir yaklaşım olmadığı belirtiliyor. SOSYAL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ Sosyal Etki Değerlendirmesi (SED), sosyal bilimlerin ÇED sürecini bütünleyici bir parçası olması gerektiği düşüncesi ve sadece ekonomik kayıpların değil, diğer kayıpların da dikkate alınması gerektiği fikrinin oluşması ile ortaya çıkmış. SÇD ile beraber veya ondan bağımsız olarak yürütülebilir. Fikir ve kapsam olarak daha fazla sosyal yaşamı önemsiyor; doğrudan-dolaylı, kısa dönem-uzun dönem, planlı-planlanmayan, bilinen-bilinmeyen, amaçlı-amaçsız, görünen-görünmeyen tüm etkileri dikkate alıyor. Proje ile beraber kaç kişinin yerinden olup yeniden yerleştirileceğinin, gelirdeki kayıpların ne kadar olacağı, kaç kişinin işinden olacağı, kaç kişiye yeni iş olanakları yaratılacağı ölçülebildiği gibi, daha soyut etkilerin de göz önünde tutulduğu bir süreci destekliyor. İnsan hakları, kültür, sosyal normlar dikkate alınıyor. Kadınların ve erkeklerin projenin olası etkilerinden farklı olarak etkileneceğini belirtebiliyor ya da toplumda dezavantajlı, savunmasız kabul edilen grupların üzerindeki etkilere özel önem verilmesi gerektiğini söyleyebiliyor. SED aynı zamanda tüm bu etkileri belirlemekle kalmıyor, bunları en aza indirgemek için neler yapılması gerektiği konusunda da yol gösteriyor. Dikkate aldığı değişkenler projenin etkileyebileceği tüm kesimler; yaş grupları ve cinsiyete göre nüfus, değer sistemleri, gelenekler, arkeoloji ve kültürel varlıklar, toplumsal yapı, ilişkiler, topluluğun uyum ve düzenine olabilecek etkiler, bireyin yaşam kalitesi, refahı, güvenlik ve ait olma duygularındaki değişimleri önemseyen sosyo-psikolojik etkilerdir. Sonuçta… ÇED, SÇD veya SED kısaltmalarının tümünün içeriği doğal, sosyal ve kentsel çevreyi, planlanan herhangi bir projenin olası etkileri ile değerlendirmek, korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak şeklinde anlaşılıyor. Aslında gereksiz iş yükü olarak görülebilen bu analizlerin tamamı, o bölgenin veya kentin planlarında yer alır, almalıdır. Aslında sağlıklı yürüyen, yürütülen planlama süreçleri ÇED, SÇD veya SED değerlendirmelerinin tüm kaygılarını taşır ve önlemlerini uzun vadeli olarak koyar. Sürdürülebilir kalkınma ibaresi; planlama ilkelerinin vazgeçilmez kıstasıdır. (*) AYSUN SARI - NİLÜFER DÜNYA Stratejik Çevresel Değerlendirme tehdit mi fırsat mı? DİĞER KONULAR RİSK ANALİZİ KRİZ YÖNETİMİ Yaşam Döngüsü Analizi (LCA): Hammaddelerin üretiminden ömrünü tamamlamasına kadar tüm yaşam döngüsünü kaplayarak ürün, süreç ve hizmetlerin ISO standardına göre analiz ve karşılaştırmalarıdır. Karbon Ayak İzi: Ürünlerden ve şirketlerden ileri gelen sera gazları emisyonlarının hesaplanmasıdır. Karbon Ayak İzi; küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen, sera etkisine yol açan gazların oluşumuna neden olan ve fosil yakıtların kullanımıyla atmosfere yayılan karbondiyoksit (CO2) salımının bireyin ve şirketlerin doğrudan veya kullandığı ürünlerin üretimi açısından enerji kullanımıyla dünyaya bıraktıkları zarar anlamına gelmektedir. Su Ayakizi: Üretim zinciri, yaşam döngüsü ve organizasyonun tesisinde su tüketim dengelerini ortaya çıkarın. Kritik Değerlendirme: ISO standardına uygun (LCA) Yaşam Döngüsü Değerlendirmelerinin karşılaştırmalı incelenmesi Sosyal LCA: Ürünlere göre ölçeklendirilebilir sosyal faktörlerin analiz ve açıklaması Yaşam Döngü Maliyeti (LCC): Ürün yaşam döngü maliyetinin analiz ve açıklaması Malzeme Akışının Analizi: Şirket içinde ya da bir şubede enerji ve malzeme akışının kaydı, analiz ve optimize edilmesi Karbon Ayakizi – Karbon Ticareti Karbon Ayak izi; birim karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsüdür. Karbon ayak izi, bir kişinin, kurumun ya da herhangi bir ürünün doğaya saldığı sera gazlarının genel toplam içindeki payıdır. Daha yalın bir söylemle doğaya yayılan karbondioksit ve dengi sakıncalı gazların kişibaşına düşen yüzdesidir. Karbon ayak izi iki ana parçadan oluşur: doğrudan/birincil ayak izi ve dolaylı/ikincil ayak izi. Birincil ayak izi evsel enerji tüketimi ve ulaşım (sözgelimi araba ve uçak) dahil olmak üzere fosil yakıtlarının yanmasından ortaya çıkan doğrudan CO2 emisyonlarının ölçüsüdür. İkincil ayak izi kullandığımız ürünlerin tüm yaşam döngüsünden bu ürünlerin imalatı ve en sonunda bozulmalarıyla ilgili olan dolaylı CO2 emisyonlarının ölçüsüdür. Karbon Ayakizi – Karbon Ticareti Yenilenebilir enerji temiz, güvenli ve tükenmezdir; ayrıca yenilenebilir enerjiden çok az yararlanılmaktadır. Şu anda İngiltere'de yasalar uyarınca elektrik satıcılarının toplam harcamalarının sadece yüzde 3'ü oranında yeşil enerji satın alma zorunluluğu vardır.. Yenilenebilir enerjiye geçiş yaparsanız bunu büyük olasılıkla rüzgar enerjisinden ya da hidroelektrik enerjisinden sağlıyor olacaksınız. Diğer yenilenebilir enerji kaynakları arasında güneş enerjisi ve dalga enerjisi vardır. Ayrıca büyük oranda atıl duran biyokütle, çöplük gazı enerjisi ve kojenerasyon (CHP) gibi kaynaklar da mevcuttur. Ayrıca kendi evinizde güneş enerjisi sistemi ve küçük rüzgar türbinleri taktırmanız da mümkündür. Karbon ayak izinizi azaltmanın en kolay ve en hızlı yolu... Yeşil enerjiye geçiş yapmak, karbon ayak izinizi azaltmanın yollarından biridir LCA – Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi - Analizi LCA, yaşam döngüsü boyunca kullanılan ve çevreye salınan enerji ve malzemelerin sistematik olarak açıklanması ve değerlendirilmesi yoluyla bir ürün ya da faaliyetle ilişkilendirilen çevresel yükleri ölçerek değerlendirmenin bilimsel bir yöntemidir. Bir ürünün ya da hizmetin tüm yaşam döngüsünü düşünerek, hem çevresel etkiler kısmen önlenebilir, hem de bu etkiler analiz edilmiş olur. Döngünün hangi aşamasının (ham maddelerin üretiminde ya da bertaraf) çevreye en fazla zararı verdiğine karar vermenize izin verir. Bu sebeple, en faydalı olan çevresel performansı maksimize edecek şekilde spesifik organizasyon aktiviteleri belirlenebilir ve ayarlanabilir ÜRETİM SÜRECİ DEĞERLENDİRMESİ (LIFE – CYCLE ASSESMENT) Üretim Süreci Analizi Bir ürün, süreç ya da faaliyetin çevresel yüklerini, enerji ve materyal kullanımı ile çevreye saldığı atıklarının saptanması ve niceliğinin ölçülmesi yoluyla değerlendirmek, bu enerji ve materyal kullanımı ile atıkların çevre üzerine etkilerini değerlendirmek ve önlemler geliştirmek ve uygulamak amaçlarını kapsayan bir süreçtir. Ürün ve hizmetlerin çevresel etkileri bakımından tüm yaşam döngüsünü analiz etmenizi ve bu analizleri şeffaf şekilde görüntülemenizi sağlar. Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi ya da Yaşam Döngüsü Analizi, karbon ayakizi, su dengeleri, malzeme akış analizinden organizasyonun karşılaştığı sosyal ve ekonomik faktör sınavlara kadar uzanan çeşitli uygulamalar ile aynı temel prensiplere dayanmaktadır. Bir ürünün ya da hizmetin tüm yaşam döngüsünü düşünerek, hem çevresel etkiler kısmen önlenebilir, hem de bu etkiler analiz edilmiş olur. Döngünün hangi aşamasının (ham maddelerin üretiminde ya da bertaraf) çevreye en fazla zararı verdiğine karar vermenize izin verir. Bu sebeple, en faydalı olan çevresel performansı maksimize edecek şekilde spesifik organizasyon aktiviteleri belirlenebilir ve ayarlanabilir. KAPSAM Ham madde temini ve işlenmesi Üretim Nakliye ve dağıtım Kullanım/yeniden kullanım/onarım/geri dönüşüm Sonuç atığı BİR ÜRETİM DEĞERLENDİRMESİ SONUCU “ÇEVRESEL PROFİL” OLARAK TANIMLANIR AMAÇLAR Sistemin, tüm kaynak gereksinimi, enerji tüketimi ve çevresel yüklerine ilişkin kapsamlı bilgi temelini oluşturmak Tüm üretim süreci içerisinde kaynak kullanımında ve emisyon miktarında en büyük azaltmanın nerede yapılabileceğini tanımlamak Sistem girdi ve çıktılarını, alternatif ürünler, süreçler ya da faaliyetlerle karşılaştırmak AŞAMALAR Kavramsal aşama çalışma neden yapılacak? Kime ve nasıl sunulacak? Analiz kapsamı “Sistem sınırı” BEŞİKTEN MEZARA” Envanter Değerlendirme Kullanım/YenidenKullanım/Bakım Onarım AŞAMALARI Kullanım DAĞITIM Kullanım N o k t a s Bakım Deşarj - O n a r ı ATIK YÖNETİMİ m ı Yeniden Kullanım GERİ D Ö N Ü Ş Ü M BİR LIFE CYCLE’IN TEMEL AŞAMALARI (SETAC 1990) SİSTEM ÇEVRESİ LIFE CYCLE ENVANTERİ GİRDİLER ÇIKTILAR Ham madde alımı Üretim Nakliye ve Dağıtım enerji Kullanım/Yenide K hammadde u l l a n ı m B a k ı n m Geri dönüşüm Su deşarjları Hava emisyonları Katı atıklar Diğer salınımlar Kullanılabilir ü Atık yönetimi SİSTEM SINIRI r ü n l e r KULLANIM / YENİDEN KULLANIM/ BAKIM ONARIM Kullanım: Bir ürünün tüketimi, ekipman operasyonu, Bir ürünün daha sonra kullanımı için depolanması (buzdolabı) gibi. Bakım Onarım: Kullanım alanında ya da başka alanda Yeniden Kullanım: Kullanım alanında Yeniden Kullanım: Başka alanda aynı amaçla kullanım farklı amaçla kullanım bağış geri toplam (süt şişeleri) Geri Dönüşüm: Toplama, sınıflama, işleme BAZI RİSK TİPLERİ Teknik Risk yangın patlama şimşek fırtına taşkın işletme hatası sabotaj Vandalizm Hava kirleticileri Su kirleticileri Toprak kirleticileri Radyasyon Toksik maddeler Güvenli olmayan alet ekipman BAZI RİSK TİPLERİ Sosyal Risk Pazar Riski bir kazanın sosyal sonuçları yetersiz çalışma koşulları zayıf iş ilişkileri zayıf iş motivasyonu iş güvencesinde kayıp olumsuz kamu oyu olumsuz tüketici davranışları iş güzü üzerine olumsuz etkiler Finansal Risk anlaşma unsurları iflas mali hata sahtekarlık hırsızlık materyal zararlanması Bireysel kayıplar Faktörler Risk gönüllü olarak mı alınıyor? Risk önlenebilir mi? Risk sonuçları nelerdir? Kaza olasılığı nedir? Riske atılmayla kazanılacak avantajlar nelerdir? İnsanlar riskin farkındalar mı? Sonuçlar önlenebilir mi? RİSK HESABI R(x) = P(x) . D (x) R(x) = Risk P(x) = olasılık D = zarar X= kaza tipi Farklı kazaların toplam risk hesabı: Risk = ∑ P (X) D(X) KRİZ YÖNETİMİ (AFET YÖNETİMİ) (FELAKET YÖNETİMİ) Doğal Afetler Çölleşme Kuraklık Taşkınlar Toprak kaymaları Depremler Fırtınalar Tayfun Volkanik patlamalar Orman Yangınları İnsan Aktiviteleri Sonucu Patlamalar Yangınlar Hava, deniz, kara ve demiryolu kazaları Maden kazaları DOĞAL A F E T L E R ÇEVRESEL BOZUNUM İLİŞKİ: Bir döngü oluşturur, Kümülatiftir. ÖRNEK: Yüzey akışı Yer altı suyu besleniminde düşüş Toprak taşınımı Tarımda verimlilik düşüşü Su kaynaklarında tuzluluk Sedimantasyon Taşkın alanı seviyesinde yükselme Mal ve can kaybı Çevresel bozunum insan yapımı çevrede ve doğal çevrede afet riskini artırır Çevresel değişiklikler doğal afet oluşumunu teşvik edebilir, bu durumda tekrar çevresel bozunuma neden olarak gelecekte başka bir felakete olan hassasiyeti artırır. Potansiyel zararları dikkate alan çevre planlama ve yönetim çalışmaları ekstrem olaylara karşı doğanın dayanıklılığını artırır Alan kullanım politikaları felaket önlemeyi de kapsamalıdır