KUTLU DOĞUM HAFTASI “HZ. PEYGAMBER VE İNSAN ONURU

advertisement
KUTLU DOĞUM HAFTASI
“HZ. PEYGAMBER
VE İNSAN ONURU”
SEMPOZYUMU
(19-21 NİSAN 2013)
KONYA
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 1044
İLMİ ESERLER: 165
Tashih:
Sedat MEMİŞ
Hacı Duran NAMLI
Grafik & Tasarım:
Abdullah PAÇACI
Baskı:
Kalkan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
(0312) 341 92 34
1. Baskı Ankara 2014
ISBN
2014-06-Y-0003-1044
978-975-19-6234-8
Sertifika No: 12930
Eser İnceleme Komisyonu Kararı
15.07.2014/34
© Diyanet İşleri Başkanlığı
İletişim:
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Basılı Yayınlar Daire Başkanlığı
Tel: (0 312) 295 72 93 - 94
Faks: (0 312) 284 72 88
e-posta: diniyayinlar@diyanet.gov.tr
3- İNSANIN ONURU–DEĞERI İLIŞKISI
Prof. Dr. Mehmet TÜRKERİ1
Bu bildiri, insan onuru ile değeri arasındaki ilişkiyi, insan onurunun nasıl değer
üretmeye dönüşeceğini etik açıdan analiz etmeyi amaçlamaktadır.
İnsanların doğuştan getirdikleri (yaşama hakkı, seyahat hakkı vb. gibi) birtakım
hakları vardır. İnsanların bu haklarını kullanmaları, onların değeri, yani insan olmanın
değeri olarak algılanabilir. Ancak hakların kullanımı pozitif ya da negatif yönde olabilir.
Dolayısıyla haklar pozitif yönde kullanıldığında pozitif değer, negatif yönde kullanıldığında negatif değer üretebilir. Buradan hareketle iki nokta öne çıkmaktadır. Birincisi,
hakların kullanımı demek mutlak anlamda pozitif değer üretmek anlamına gelmemektedir. Diğeri, hakların hiç kullanılmaması, değer alanına çıkmayı, değer üretmeyi
imkânsız kılmaktadır. Hakların kullanımı, özgür irade ile gerçekleştiği takdirde, bizi,
değer üretme alanına çıkarır. Ancak üretilen değerin pozitif bir değer olabilmesi için (iyi
niyet, bilinçli olma, ahlaki ilkeyi bilme, rasyonellik, objektiflik, özgecilik (diğergamlık),
analiz-sentez, tutarlılık, ilkeye bağlılık, evrensellik, niyet, yanlış yapanı model almamak,
fiile yansıma ya da yansıtma, iyiye yönlendirme şevki (melyorizm), kendimize yönelik
ödev çıkarma gibi) birtakım şartları taşıması gerekmektedir.2 Bu şartların açıklanması,
konumuz kapsamında değildir. Ancak değerin nasıl ortaya çıktığını görmemize ışık
tutması açısından, değerin tanımına bakmalıyız.
Değer, süje ile süjenin, ya da süje ile objenin ilişkisinden doğan, sübjektif ve objektif yanları bulunan, bağlantısal bir şeydir.3 Bu tanımdan çıkan birinci çıkarım şudur
ki, değerin varlığından söz edebilmek için hem süje (özne)lerin yani bilinçli varlıkla-
1
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği
Bölüm Başkanı.
2 Mehmet, Türkeri, Etik Bilinç, Lotus yayınevi, Ankara 2011, s. 22.
3Türkeri, Etik Bilinç, s. 34.
447
Altıncı Oturum
rın hem de obje (nesne)lerin var olması gereklidir.4 Bunu ortaya koymak için bilinçli
varlık olan insanın bulunmadığı bir dünyayı düşünelim. Böyle bir dünyada değerden
söz edilebilir mi? Böylesi bir dünyada bir kaya parçasının yuvarlanarak ağacın birini
ezmesi iyi ya da kötü olarak değerlendirilebilir mi? Ya da tek bir süjenin (insanın)
olduğu, başka hiçbir süje ya da objenin bulunmadığı bir dünya düşünelim. Böyle bir
dünyada var olan tek bilinçli süjenin yani insanın bir şey yapıp etmesinin ahlaken bir
anlamı var mıdır? Bu tanımla ilgili ikinci önemli nokta, değerin kurulan, oluşturulan
bir şey olmasıdır. Değerin ilişkisel, bağlantısal bir şey olması, onun kurulduğu, inşa
edildiği gerçeğini ifade eder. Değerin ortaya çıkması için süjeler arası ya da süje ile
obje arası ilişki(lere), bağlantılara ihtiyaç vardır. Başka deyişle, biz ilişkiler sayesinde
değeri oluştururuz ve pratiğe yansıtırız. Bu durumda, değerin salt kafada tasarlanan ve
orada öyle muhayyel olarak duran bir şey olmadığı belirginleşmiş olmaktadır. Çünkü
böylesi bir şeyin değer olması söz konusu değildir. Çünkü değer ilişkisel olarak ortaya
çıkar, dolayısıyla insanın tutumunu olumlu olarak kılavuzlar. İnsan, herhangi bir konuda değerinin olduğundan söz ediyor, ancak pratikte onunla ilgili hiç olumlu tutum
sergilemiyorsa o kişinin böyle bir değeri yok demektir.
Pratik açıdan baktığımızda kişinin değerinin ne olduğu, o kişinin tutumunun
kökenindeki şey tespit edilerek teşhis edilebilir. Bu, elbetteki kişinin kendisinin yapacağı bir şeydir. Zira, değerin üretilmesi, hayata değerin katılması kişinin kendi değer
vurgusuyla ve iç dünyasının katılımıyla mümkündür.
Demek ki, doğuştan insan olarak kazandığımız hakların kullanımı ile insan olarak
değer üretmek ayrı şeylerdir. Bunun ilk basamağını hukuk ve siyaset ikinci basamağını
ise din, ahlak ve sanat oluşturmaktadır, diyebiliriz. Çünkü din, ahlak ve sanat değer
üretme alanlarını oluşturmaktadır. Din içerik olarak ahlakı benimsediğinden insanın
bir davranışında ahlak ve estetik vazgeçilmez iki değer boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın doğuştan birtakım haklara sahip olması durumu, diğer varlıklar, örneğin
hayvanlar için de geçerlidir. Hayvanlar rasyonel tercihe dayalı irade özgürlüğüne sahip
olmadıkları için, değer üretme alanına çıkamazlar. Dolayısıyla hayvanların iyi ya da
kötülüğünden söz edilemez. “İyi”, “kötü” nitelendirmesi bir değer nitelendirmesidir
ve teknik olarak ahlak alanıyla ilgilidir. Buradan hareketle, iyi ve kötü olma durumu
insanın değer alanını oluşturmaktadır. İnsan bu alanı negatif olarak doldurabileceği
gibi pozitif olarak da doldurma özgürlüğüne sahiptir. Ancak biz Türkçede pozitif değer üretmeyi o alanın adının varlığıyla negatif değer üretmeyi de o alanın yokluğuyla
nitelendirmekteyiz. Örneğin dürüstlük, sadakat, doğru sözlülük gibi değerlere sahip
4
Etik Kuramları, Derleyen ve Çeviren, Mehmet Türkeri, Lotus Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2013, s.
150.
448
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
olanlara, yani bunları tutum olarak benimseyip, hayata geçirenlere genel anlamda “ahlaklı”, özel anlamda ise hangi pozitif değer özelliği varsa onunla, örneğin “dürüst” diye
nitelendirmede bulunuruz. Eğer olumsuz bir durum olursa bu durumda genel olarak
“ahlaksız”, özel olarak ise hangi pozitif değer niteliği yoksa onunla, örneğin “sahtekâr”,
“yalancı” vb. nitelemesinde bulunuruz. İki durumun ilkinde pozitif değerlerin varlığı,
ikinci durumda ise negatif değerlerin varlığı söz konusudur. Ancak biz Türkçede pozitif
değerlerin yokluğu anlamında ahlaksız nitelemesinde bulunuruz ve bununla ahlak
alanının bulunmadığını kastetmeyiz.
İslam dini açısından, iyi ve kötü nitelemesi, güzel ve çirkin nitelendirmesiyle iç
içedir. Bu, dinî açıdan bir müminin davranışının etik ve estetik boyutunun bulunduğu
anlamına gelmektedir. Başka deyişle, bir mümin, etik ve estetik açıdan değer üreten
ve bunu dinin buyruğu olarak içselleştirmiş bir kişidir.5 Mülk suresi ikinci ayette, “ O
ki, hanginizin daha iyi ve güzel davranacağını (ahsenü’l-amel) sınamak için ölümü
ve hayatı yaratmıştır. O, azizdir, ğafurdur.” buyrulmaktadır. Buradaki “ahsenü’l-amel”
ibaresi hem ahlaki hem de sanatsal değerin birlikteliğini gerektirmektedir. Ayrıca, hayatın ve ölümün yaratılmasının maksadı, ahlaki-sanatsal davranış olmaktadır. İnsanın
yaratılmasının anlamının kulluk ve ibadet olduğunu ifade eden “Ben cinleri ve insanları
ancak bana kulluk / ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat suresi 56. ayet) ayeti bununla
çelişki oluşturmaz. Çünkü kulluk ve ibadet dahi ahlaki içerik amacına yöneliktir. Ankebut suresi, 45. ayette bunu açıkça görmekteyiz. “(Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı
oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten uzaklaştırır. Allah’ı
anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” Bu durumda, ahlak
ve sanat alanı, dinî alanla bütünleşmiş olmaktadır. Davranışlarımızın ahlaki içerik amacı
hadislerde de açıkça ortaya konulmuştur. “Müminlerin iman yönünden en yetkini
ahlaken en güzel olanıdır.” ve “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.”
bu durumu ifade eden hadislerden sadece birkaçıdır.
Peki, kişi, insan olarak doğduğunu ve mümin olduğunu söylemekle bu değerleri
gerçekleştirmiş olur mu? Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda vardır ki, bir insanın
mümin olması, yukarıdaki ayet ve hadislerden anladığımız kadarıyla, belirttiğimiz üç
değer alanını iç içe düşünmek suretiyle davranışlar ortaya koymakla gerçekleşmektedir. İnsan olarak doğmuş olmamız, bu alanlar açısından değer ürettiğimiz anlamına gelir mi? Genel anlamda şunu söylemeliyiz ki, eğer böyle olsaydı, dinin, ahlakın,
eğitimin vb. var olmasının bir anlamı olmazdı. Özel anlamda ise, yukarıdaki ayet ve
hadislere ilaveten, “İnsan için çalıştığından başkası yoktur.” (Necm suresi, 39. ayet)
ayetini hatırdan çıkarmamalıyız. Dolayısıyla, doğuştan getirdiğimiz özellikler değil
de, kendi yapıp-etmelerimiz, değer ölçütü olarak alınmaktadır. Peki, davranışlarımızı
5
Mehmet, Türkeri, Elmalılı’nın Ahlak Felsefesi, Lotus Yayınevi, Ankara 2013, s. 48-50.
449
Altıncı Oturum
ortaya koyarken bir karşılık bekleyecek miyiz? Başka deyişle, her şeyini Allah rızası
için yapmak durumunda olan bir kişi, Allah rızasının içeriğini nasıl doldurmaktadır?
Yani, hem Allah rızası için yaptım, deyip hem de başka beklentileri olacak mıdır? Bu
beklentiler içine maddi olanlar girebileceği gibi, insanların kendisine teşekkür etmesi,
minnet duyması gibi maddi olmayanlar da girebilir. Eğer kişi Allah rızası amacının
içeriğini, beklentilerinden birisiyle eşitlemiş ise, o kişinin davranışı hakikaten Allah
rızası için ortaya konulmuş olur mu? İnsan suresi 8-9. ayetler dinî bilinçle yaptığımız
bir davranışı karşılığında Allah rızasından başka bir beklentiyle yapmayı, yasaklamaktadır. Dolayısıyla bu ayet, aynı zamanda Allah rızasıyla yapılan davranışın başka bir
beklentiyle yapılmamasını, Allah rızasının beşeri anlamda bir şeyle eşitlenmemesini
istemektedir.6 Bu, insan açısındandır. Allah rızasıyla yapılan davranışın ödülü Allah
tarafından çok farklı şekillerde söz konusu olabilir.
İslami hükümler ferdi, ahlak bakımından yetkinleştirmek, adaleti gerçekleştirmek
ve maslahatı (kamu yararını) korumayı hedeflemektedir.7 Bu doğrultuda (literatürde makâsıd-ı hamse, zaruriyyât-ı hamse, külliyyât-ı hams gibi isimlerle zikredilen)
makasıd-ı Şeri’a denilen dinin amaçları, nefsin (canın), dinin, aklın, neslin (namusun)
ve malın korunmasını öngörmektedir. Bu beş temel amaca, sonradan bazı İslam âlimleri
tarafından adalet, Allah’a kulluk, erdemli bir toplum oluşturma, eşitlik, yeryüzünün
imarı, hürriyet, sosyal düzenin ve güvenliğin sağlanması gibi ilaveler yapılmıştır.8 Bu unsurlar insan onurunun ayrılmaz parçasıdır. Bunların hem hak düzeyinde hem de değer
basamağında düşünülmesi, insan onurunun değer üretmesini sağlayacaktır. Makâsıd-ı
Şeri’a, genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İnsan hayatının normal olarak devam etmesini sağlama maksadına yönelik olan şer’i hükümlerin genel amaçları, Şâri’nin
şer’i hükümlerin bütününde ya da büyük çoğunluğunda öngördüğü hikmetleri ifade
etmektedir. Özel makasıd ise, kişinin tek tek hukuki tasarruflarında yarar ve maslahat
sağlamak amacına yönelik hedefleri belirtmektedir. Zira belirttiğimiz makasıdı, havaici
asliye ile ilişkisi9 bakımından değerlendirdiğimizde iki basamağı (hak ve değer ortaya
6
7
8
9
Ayrıca bk. Türkeri, Elmalılı’nın Ahlak Felsefesi, s. 80-81, 111.
Muhammed, Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usulü), Türkçesi Abdülkadir Şener,
Fecr Yayınevi, Ankara 1986, s. 311, 314.
Ertuğrul, Boynukalın, “Makasıdu’ş-Şeria” Mad., TDV İslam Ansiklopedisi, XXVII, ss: 423-426.
Yusuf Balta, İslam Hukukunda Havaic-i Asliye (Temel İhtiyaçlar), Cumhuriyet Üniv. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2006, s. 29. Erişim: : http://www.belgeler.com/blg/
rdt/slam-hukukunda-havaic-i-asiyye-temel-ihtiyalar-main-need-in-the-law-of-islam
(25.02.2013).
450
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
koyma düzeylerini) rahatlıkla görebildiğimizi söyleyebiliriz. Temel ihtiyaçlar demek
olan havaic-i asliye üç çeşittir. Bunlar zaruriyyât, hâciyyât ve tahsiniyyâttır.10
Zaruriyyât, hayatın normal bir şeklide devam etmesini sağlamak için karşılanması gereken temel ihtiyaçlardır. Nefsin korunması için yeme ve içme ihtiyacı gibi
ihtiyaçları ve bunların karşılanmasını kapsar. Bu örnekteki yeme-içme fiili nefsin korunmasını, varlığını sürdürmesini sağlar. Dolayısıyla buradan hareketle temel ihtiyaçlar,
makasıd-ı şeri’anın; can, mal, namus (nesil), akıl ve dinin korunması gibi temel esaslar
çerçevesinde düşünülmüş olmaktadır. Temel ihtiyaç mallarının üretim ve tüketimi de
bu kapsamda yer almaktadır.
Hâciyyât, zorunlu olmamakla birlikte, hayatı kolaylaştıran, hayatın düzenli şekilde yaşanmasını sağlayan, karşılanmaması durumunda birtakım sıkıntı ve zorluklara
sebep olan ihtiyaçlardır. Örneğin yeme-içme temel ihtiyaç iken, iyi ve kaliteli yiyecek
ve içeceğin kullanımı hâciyyât kapsamına girmektedir. Hayatı kolaylaştırıcı şeylerin
yanı sıra, sıkıntıları giderici, konforu artırıcı üretim ve tüketim faaliyetleri, sözleşmeler,
meslekler ve sanatlar bu gruba dâhil edilebilmektedir.
Tahsiniyyât, karşılanmamaları durumunda hayatı zora ve sıkıntıya sokmayan,
ancak karşılanması durumunda hayata estetik ve zarafet getiren ihtiyaçlardır. Muamele
ve işlemlerde, en iyisini, en güzelini, en uygununu seçme kabilinden olan maslahatlardır.
Görülmektedir ki, zaruriyyât, doğal ve zorunlu olan ihtiyaçların karşılanmasını
ifade eder. Hacîyyât, ferdi ve toplumsal hayatın düzenli yürümesi için gereklidir. İyi
ve kaliteli ürünleri kullanmak buna örnektir. Tahsiniyyât, muamele ve adetlerde en
uygununu, en güzelini seçmek türünden maslahatlarda söz konusudur. İnsan onurunun değer üretmesi, iyi ve güzel değerlerinin işlevsel olduğu hacîyyât ve tahsiniyyât
basamaklarında ortaya çıkabilir. Bu düzeyler ya da basamaklar, değer üretme alanları
olduğuna göre, buralardan negatif değerin, yani kötü ve çirkin değerin üretilme durumu
da söz konusudur.
Somut olarak, Hz. Peygamber’in hayatından bir örnek analiz ederek, Hz.
Peygamber’in şahsında insan onurunun nasıl değer ürettiğini görebiliriz. Bu bağlamda
Hz. Peygamber’in Taiflilere yönelik tutumunu ele alabilir, bu tutumun altında yatan
ahlaki ilkeleri tespit edip, analiz edebiliriz.
Anlatıldığına göre, Miladi 620 yılı, Mekke’de hüzün yılıdır. Hz. Peygamber’in
en yakınları; eşi Hz. Hatice, amcası Ebu Talib vefat etmiştir. Müslümanlar üzerindeki
zulüm ve baskılar artmıştır. Hz. Peygamber, bir çıkış yolu bulmak için iki günlük me10 İbrahim b. Musa, eş-Şatıbî, Muvafakat fi Usuli-ş Şeria, çev. Mehmet Erdoğan, el-Muvafakat
İslami İlimler Metodolojisi, İstanbul 2003, s. 7; Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh
Usulü), s. 317-318.
451
Altıncı Oturum
safedeki Taif ’e gitmiştir. Taif eşrafından herhangi bir olumlu mukabele görmemesinin
yanı sıra, alay, hakaret, eza ve cefa görmesi söz konusudur. Ayak takımı örgütlenmiş,
Hz. Peygamber taşa tutulmuştur. Kan revan içinde kalan Hz. Peygamber’i korumaya
çalışan ve vücudunu siper eden Zeyd b. Harise de yaralanmış ve taşlanılan kişinin bir
peygamber olduğunu haykırmasına rağmen olumlu bir sonuç alınamamıştır. Kendilerini güç bela Mekkelilere ait bir bahçeye, bir hurma ağacının altına atmışlardır. Birden
Cebrail (a.s.) belirmiş, eğer izin verilirse, çevredeki dağı, bu azgın insanların başına
geçirebileceğini teklif etmiştir. Çok rencide olmasına rağmen Hz. Peygamber “hayır”
cevabını vermiş11 ve ellerini açıp, Allah’a şöyle dua etmiştir:
“Allah’ım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi,
beni kime bırakıyorsun, hayatımı cehenneme çevirecek düşmanıma mı, yoksa işimin
sahibi kıldığın akrabalarıma mı! Eğer bana kızgın değilsen, aldırmam! Senin bana ihsan
ettiğin afiyet, benim için daha önemli ve yararlıdır.”
Yâ Rab! Gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları
aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım, sadece senin
rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”.12
Bu olayda, Hz. Peygamber’in intikam alma tutumunda olmadığını hemencecik
görmekteyiz. Karşısında ’yanlış yapan’ bir topluluk olmasına rağmen, o, onlardan intikam almayı düşünmemiş yani bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmamıştır.
Çünkü onun Allah ile ilişkisi değer üzerine kurulu bir ilişkidir. Yanlış yapanı model
almak, çoğu insanın düştüğü bir hatadır. Karşı taraftakinin yanlışını gördüğümüzde,
onun müstehak olduğu düşüncesiyle bir tavır takınırız ve bu tavır büyük ölçüde karşıdakinin davranışının zıttı bir davranış içerir. Böyle olduğunda zıttını yapmış olsak
da, biz yanlış bir alanla ilgileniyoruz demektir. Başka deyişle biz o konuda kendi değer
alanımızla, değer üretme durumuyla ilgilenmiyoruz, demektir. Bu ise, değer vurgusunu
davranışımızdan, tutumumuzdan ve sonunda da hayatımızdan uzaklaştırır gider. Böyle
bir durumda bizim davranışımızı yönlendiren karşıdakinin yanlışı olmuş olmaktadır.
Zıt yönde bir davranış ortaya koymanın adı, değer üretmek değildir. Hz. Peygamber’in
Allah ile değere dayalı ilişkisinin, onun hayatına değer vurgusuyla yansıdığını görmekteyiz.
11 Buhârî, Bedü’l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111.
12 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kebir, Tahkik Eduard Sachau, Leiden, E.J. Brill, 1918, I, 141-142; Belâzürî,
Ensâbu’l-Eşrâf, Daru’l-Maarif, Mısır 1959, I, 237; Muhammed, Hamidullah, İslam Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, İrfan Yay., İstanbul 1991, ss: 115-117.
452
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
Değer vurgusu, bize göre, ahlak ve din alanının, ayırt ediciliğini oluşturmaktadır.
Bu ilke, gündelik hayatımızda ahlaklılığın oluşmasına kapı açmaktadır.13 Değer vurgusu,
davranışın, eylemin, amelin vs. en iyi şekilde yapılmasını beraberinde getirir, şu ya da
bu şekilde değil. Biz değer verdiğimiz davranışları en iyi şekilde yapmaya çalışırız ve
bunu gerçekleştirirken gündelik hayatın sorunları bizim için engel oluşturmaz ve ne
yapıp edip değer verdiğimiz, yapmak istediğimiz, sevdiğimiz şeyi yapmaya çalışırız. Bu
durumu, gündelik hayatımızda, bir şekilde yapıp bitirmek istediğimiz ya da istemeden
yaptığımız şeylerle karşılaştırdığımızda daha iyi anlarız. Bir şekilde yapıp kurtulmak
istediğimiz şeyler ya mecburiyet hissiyle ya da sorumluluk hissiyle yaptığımız şeylerdir.
Mecburiyet hissiyle yapıp ettiğimiz şeyler, daha çok, bir şekilde yapıp kurtulmak istediğimiz şeylerdir ve bunlarda motivasyon olarak değer vurgusun bulunmaması riski
vardır. Aynı şey sorumluluk duygusu için de söz konusudur. Sorumlu olduğumuzu
düşündüğümüz bir işi, bir şekilde yapıp o işin sorumluluğundan kurtulmak isteyen bir
tutum içinde olduğumuzda da değer vurgusu gündelik hayatımıza gelmeyebilir. Bu
durum sadece iş hayatımız için değil özel hayatımız için de geçerlidir. Ancak burada
bazı şeyleri yapmakla görevli olmamızı, bazı ödevlerimizin bulunmasını ve sorumluluklarımızın olmasını negatif olarak algıladığımız düşünülmesin. Vurgulamak istediğimiz şey, sadece gündelik hayatta işleri yapma motivasyonumuzda değer vurgusunun
bulunup bulunmamasının farkını ortaya koymak ve değer vurgusunun bulunmasının
değer üretmeye kapı aralayacağıdır. Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir. Gündelik
hayatta, gerek özel hayat gerekse iş ve toplumsal hayat açısından birtakım yapmamız
gereken işler var, birtakım sorumluluklarımız var. Hatta gündelik hayatımızın çoğu
bu tarz zorunluluklarla yapılan şeylerle geçmektedir. Bu durum acaba, değer üretme
kapısını aralayan irade özgürlüğü ile çelişmez mi? Pek çok şeyi bir tür mecburiyet
hissiyle yaptığımızı düşündüğümüzde, isteyerek, severek ve değer vererek yapılacak
şeylere pek bir yer kalmıyor görünmektedir. Böyle olunca değer üretmek bir hayal mi
olacaktır? Bunun götüreceği nokta ahlak ve din gibi değer alanlarının gündelik hayattan
uzaklaşmasıdır. Bunun çözümü şudur ki, zorunluluk ve sorumluluk kategorisinde değerlendirilen şeyleri, irademizle, isteyerek, severek, bilerek, bilinçli bir şekilde ve değer
vurgusuyla yaptığımızda o şeyler aynı zamanda ahlaki ve dinî değer kazanmış olacaktır.
Değerin var olduğunun söylenmesi ile fiili olarak var olması ayrı şeylerdir. Bu, bir
yönüyle değerin hayata geçirilmesi, diğer yönüyle değerimizin fiili olarak ne olduğunun
tespiti sorunlarıyla ilgilidir. Değerin tanımını hatırda tutarsak, onun ’ilişkisel’ bir şey
olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber’in Taiflilere yönelik tutumunu şekillendiren
şey, onun Allah ile arasındaki değer ilişkisidir, diyebiliriz. Başka deyişle onun Allah
ile ilişkisi değer zeminini ve vurgusunu onun tutumuna yansıtmıştır. Bu zemin onun
13 Türkeri, Mehmet, Etik Bilinç, s. 32.
453
Altıncı Oturum
tutumunu değer üretecek tarzda kılavuzlamıştır. Nihayetinde değer, hayatımızı nihai
olarak kılavuzlayan şeydir. Zaten değer teorileri de insanın hayatındaki nihai amacı
ile belirlenmektedir. Bu amaca ulaşmaya yönelik tavrımız da yükümlülük teorilerini
karakterize etmektedir. Her ikisi birden ahlak teorisini ve teorilerini oluşturmuştur.
Gündelik hayat açısından insanın bu iki soruyla, yani nihai amacımız ile nasıl yaşamalı/davranmalı, sorularına verilen cevapla şekillenen yaklaşımımız bizim ahlakımızı
oluşturur. Demek ki, Hz. Peygamber’in Taiflilere yönelik tutumunun altında değer
zemini yatmaktadır ve böyle olduğu için de intikam, ceza vb. peşinde koşmamıştır. Aynı
durumu biz gündelik hayatımız açısından düşünmeliyiz. Biz acaba değer zemininde
mi hareket ediyoruz, yoksa daha çok, karşımızdakilerin tutumlarına ve davranışlarına
göre mi tavır alıyoruz, bunu sorgulamalıyız. Diğer bir deyişle, karşımızdaki kişi bize
yanlış bir davranış ortaya koyduğunda, bir söz söylediğinde, bir tutum takındığında vb.
biz hemen onun ’haddini’ bildirmeye, onu cezalandırmaya, ’ağzının payını vermeye’
mi çalışıyoruz? Bu konuda karşımızdaki kişinin müstehak olduğuna karar verdiğimiz
şeyi yaptığımızı düşünsek bile, biz sonuçta değer üretme zemininde davranmış oluyor
muyuz, yoksa, başkalarının zemininden mi hareket etmiş oluyoruz? Böyle yaptığımızda
spesifik anlamda söz konusu tutumumuzu ve davranışımızı şekillendiren, kılavuzlayan
şey değerimizdir. Peki bu değer bizim, Hz. Peygamber’den, kitaplardan yüce şahsiyetlerden öğrendiğimiz bir değer mi yoksa yanlış yaptığını düşündüğümüz kişinin yaptığının
zıttını yapma değeri midir? Bu konuda Hz. Peygamber’i hakikaten örnek almış oluyor
muyuz? Kur’an’dan, Hz. Peygamber’den vb. aldığımızı söylediğimiz, kafamızda sadece
kavram olarak bulunan değerler gündelik hayatımıza yansımadığında hakikaten bizim
değerimiz olmuş olur mu? Bu tür değerlerin hayata getirilmesi için öncelikle ilkeleştirilip tutumumuzu olumlu bir şekilde kılavuzlaması, buradan davranışımızı yöneten
kuralların çıkarılması ve davranışlarımızı ölçmek için de ölçütlerin tespit edilmesi
gerekir. Oysa gündelik hayatımızda nasıl davrandığımızı görmüş olduk. Dolayısıyla
gündelik hayatımızdaki tutumlarımızı şekillendiren şey ile Hz. Peygamberden aldığımızı söylediğimiz şey arasında bir farklılık söz konusu olmuş olmaktadır. Bu durumun
’kötü niyet’ten kaynaklandığı düşünülmesin. Biz, kaç yıl okulunu okuduğumuz, usta
olduğumuz konularda dahi yanlış yapabiliyorken, hiç üzerine düşünmediğimiz, analiz
etmediğimiz, kendimizi sorgulamadığımız konularda doğru yapma ihtimalimiz ne
kadar yüksek olur? Demek ki, sorun, değerlerin gündelik hayata yansıması konusunda
düşünmeyi, analiz etmeyi ve sorgulamayı ahlaki bir ödev olarak görmemiş olmamızdır.14
Bu konuda ahlak kitapları ipuçlarıyla doludur. Başkalarının yanlışları üzerine o kadar
çok yoğunlaşmışız ki, kendi değer üretme alanımıza, fiili olarak, yabancılaşmışız. Sürekli
başkalarının yanlışlarıyla uğraşan, konuşan vb. bir kişinin ’yanlış olduğunu tespit ettiği
14 bk. Theodor W., Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, Metis Yayınları, İstanbul 2012, s. 31, 165;
Felicity, Haynes, Eğitimde Etik, çev. Semra Kunt Akbaş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2002, s. 229.
454
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
bir zeminde’ bulunduğunu, yani aslında kendi değer zemininden hareket etmediğini
dahi görememesi onun pozitif değer üretmesini sağlar mı?
Değer zemininin bulunması, değere dayalı davranışın ortaya konulmasında başkalarının takdirine, teşekkürüne, pek çok kişinin onu kabul etmesine vb. ihtiyaç duymaz.
Bunu genelde herkes kabul eder. Ancak kişiler, bazı davranışları ortaya koyacağı zaman,
takdir edilmediğini, bir kuru teşekkürün bile çok görüldüğünü, en kötü ihtimalle o
konuda tek kalacağını ya da pek çok kişinin öyle düşünmeyeceğini ya da yapmayacağını düşünerek motive olur ve değer zemininden uzaklaşmış olur. Böyle bir durumda
negatif bir değer zeminine sahip olmuş oluruz.
Görülmektedir ki, gerek Kur’an’dan gerekse Hz. Peygamberden aldığımızı söylediğimiz değerlerin gündelik hayata uygulanması bir sorundur ve bu, özünde dışsal
zeminlerle ilgili değil de bizim kendi değer zeminimizle ilgili bir sorundur. Bu, değerin pratiğe nasıl yansıyacağı, yani spesifik bir davranışa, konuşmaya, karara, hüküm
vermeye, ilişki kurmaya, bir durumu değerlendirmeye vb. kısacası gündelik hayattaki
her bir davranışa nasıl uygulanacağı sorunudur. Bu konuda bize, başkalarından çok
kendimizin yardım etmesi gerekir, çünkü büyük bir kısmı kendimizle ilgili halledilmesi
gereken bir şeydir. Kendi değer zeminimizi gündelik hayatımızı kılavuzlayacak şekilde
yapılaştırmamız ve bu zemini her bir davranışımıza, ilişkimize, kararımıza vb. ne değer
vurgusu, isteme, bilinçlilik gibi birtakım değer üretme ilke ve şartlarını gözeterek uygulamamız gerekmektedir. Ancak böyle bir zeminde insan onuru, değer üretebilecektir.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Çok büyük bir sürpriz yaptı Mehmet Bey, ben tam toparlayabilir misiniz derken teşekkür etti. Gerçekten zamanı çok güzel kullandı ve çok
güzel şeyler söyledi.
Özellikle onur, değer, sorumluluk üçgeninde insanların hem onurlu olması hem
değer üretmesi hem sorumluluklarını bilmesi makâsıdu’ş-şeri’â çerçevesi içerisinde
gerçekten çok faydalı şeyler söyledi. Kendisine teşekkür ediyorum, tebrik ediyorum
bu güzel tebliğinden dolayı.
Şimdi efendim üçüncü tebliğimizden sonra bir dördüncü tebliğimiz daha var
pazar günü sunulacak olan bir tebliği bugün sunmak durumunda bulunduğumuz için.
Bu konuyla doğrudan alakası yok ama arkadaşımızın meşguliyeti sebebiyle bugün sunması gerekti. Sayın Mehmet Paçacı hocamız İslamofobi konusunda tebliğ sunacaklar.
Buyurunuz Mehmet Bey.
455
Download