Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 1 Emine Erdoğan Özünlü*-Osman Gümüşçü** Öz: Göçler, birçok disiplinden araştırmacının ilgisini çekmiş ve çok sayıda çalışmaya konu olmuştur. Ülkemizde bu konu hakkında yapılmış çalışmalar incelendiğinde, Osmanlı dönemi göçleri üzerinde fazla durulmadığı görülür. Bu göçlerin önemli aktörlerinden biri olan çiftbozanlar hakkında şimdiye kadar müstakil bir araştırma yapılmamıştır. Oysa ki Osmanlı sancak kanunnamelerinde yer alan ‘çift-bozan’ hükümleri, Osmanlı topraklarında yaşanan iç göçlere ışık tutacak niteliktedir. Özellikle krizler ve değişim dönemi olarak adlandırılan XVII. yüzyıl ve sonraki zaman dilimlerinde tarım topraklarının parçalanması, Celali isyanları sonrasında yerini yurdunu terk eden köylülerin ‘çift-bozan’ olması, Osmanlı timar sistemini büyük oranda etkilemiş ve ülke topraklarında ciddi boyutlarda bir iç göç yaşanmasına sebep olmuştur. Anahtar Kelimeler: Çift-bozan, çift-bozan resmi, çift-hâne, göç, Anadolu. Farm-Breakers as the Actors of Internal Migration in the Ottoman Empire Abstract: Migrations have attracted many researchers from various disciplines, and have been subject to numerous studies. Yet, the analysis of the studies conducted in Turkey on this subject reveals that migrations in the Ottoman period have been neglected. There has not yet been a specific study on farm-breaker tax as one of the important actors in these migrations. However, decrees on ‘farm-breaker’ in the Ottoman sanjak code of laws can shed light on the internal migrations that took place in the Ottoman territories. Especially, the split of the agricultural lands in the 17 th century known as the time of change and crisis and the following time period, the ‘farmbreaker’ status of villagers, who had deserted their homelands after Jelali Revolts, deeply affected the timar system and led to a serious internal migration. Keywords: Farm-breaker, farm-breaker tax, çift-hâne, migration, Anatolia. Bu çalışma, Prof. Dr. Osman Gümüşçü’nün yürütücülüğünde yapılmakta olan 113K101 nolu TÜBİTAK/SOBAG projesinin bir bölümüdür. Katkılarından dolayı TÜBİTAK’a teşekkür ederiz. * Doç.Dr., Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Beytepe Kampüsü/Ankara/Türkiye. ** Prof. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ballıca Yerleşkesi/Çankırı/Türkiye. 1 Makale gönderim tarihi: 17.04.2015 Makale kabul tarihi: 01.02.2016 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49, Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. 30 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. Giriş Genel anlamıyla göç, insanların yaşadıkları yeri terk edip kısa süreli veya devamlı olarak yaşamak amacıyla başka bir yere gitmeleridir. Bu haliyle göç tanımı içinde; hareket, yer, mesafe, zaman ve kalıcılık boyutu gibi unsurlar bulunmaktadır. Göçler sadece sosyal, hukuki ve ekonomik bir süreç değildir, aynı zamanda kültürel bir aktivitedir. Günümüz şartlarında doğum, ölüm ve göç olarak bilinen nüfus hareketleri arasında, veri bulmanın zor olması nedeniyle araştırılması en sıkıntılı konu göçlerdir. Toplum hayatını birçok açıdan etkileyen göçler; öncelikle gönüllü, zorunlu ve bilinçsiz göçler olmak üzere üç gruba; gönüllü göçler ise, iç-dış göç ve kalıcı-geçici göçler olarak ikiye ayrılabilir. Ayrıca göçler, nüfusun hareket yönüne göre, kırdan şehire, kırdan kıra, şehirden kıra ve şehirden şehire olmak üzere dört gruba da ayrılmaktadır. Dolayısıyla az çok birbirine benzemekle beraber, farklı disiplinlerdeki araştırmacılar tarafından çok çeşitli göç tasnifleri yapılmış olduğu ve buna bağlı olarak çok sayıda araştırmanın yayınlandığı görülebilir (Gümüşçü, 2004: 231). Bu bağlamda ülkemizde de şimdiye kadar çok farklı disiplinler tarafından çeşitli göç çalışmaları yapılmış olup bunlar incelendiğinde, geçmişteki göçler, yani Osmanlı dönemi göçleri üzerinde fazlaca bir araştırmanın yapılmadığı hemen dikkati çekmektedir. Osmanlı dönemi için yapılan araştırmalarda nüfus ve dolayısıyla göçler üzerinde fazlaca durulmaması; veri bulmanın zorlukları yanında, belgelerde konuya ait verinin dağınık ve parçalı oluşuna da bağlı görünmektedir. Bilindiği gibi, bütün sanayi öncesi toplumlarda olduğu üzere Osmanlı’da da, devlet ekonomisi büyük oranda toprağa dayalı durumdaydı. Osmanlı toplumunun büyük bir kesimini oluşturan köylü/reaya, işletmesi amacıyla kendisine bırakılan çiftlik için her yıl resm-i çift denilen bir vergi öder ve elde ettiği üründen de öşür verirdi. Çiftçi elindeki araziyi satamaz, kiraya veremez ve parçalayıp çocuklarına bırakamazdı. Ayrıca sebepsiz yere üç yıldan fazla boş bırakamaz ve başka bir sanatla meşgul olmasına izin verilmezdi. Toprağı bırakıp göç ettiği takdirde çift-bozan akçesi denilen bir vergiyi ödemek zorundaydı. Tahrir defterlerinde şimdilik bir veri bulamasak dahi, yalnız başına bu defterler içindeki sancak kanunnamelerinde kayıtlı olan çift-bozan hükmü, XVI. yüzyılda Anadolu’da göçlerin varlığını kanıtlamaya yeterlidir (Gümüşçü, 2004: 233). Çift-bozanlık, esasen basit bir vergi konusu olmaktan çok öte, Osmanlı toplumunun sosyo-ekonomik hayatında son derece mühim yeri bulunan bir kavramdır. Öyle ki, Osmanlı askeri, idari, iktisadi ve sosyal yapısının temeli durumundaki tımar sisteminin önemli bir parçası ve hatta bu sistemin, bir şekilde bozulması veya kötüye gitmesinin doğal sonuçlarından biridir denilebilir. Fakat sosyal ve ekonomik hayat içerisinde bu denli önemli olmasına Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 31 rağmen, çift-bozan veya resm-i çift-bozan konusu üzerinde şimdiye kadar yeterince durulmamıştır. Özellikle, Osmanlı tarımı ve vergileri bahsinde yapılan çalışmalarda, konuyu tamamlayıcı başlıklarla birlikte mutlaka çift-bozanlık (yani levendlik) ve çift-bozan akçesi (yani resm-i çift-bozan veya levendlik akçesi2) ele alınmıştır. Ama nedense şu ana kadar yaptığımız araştırmalara göre bu konuda yapılmış müstakil bir makale/kitap/tez/ansiklopedi maddesine rastlanılmamıştır. Dolayısıyla burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik yapısı hakkında yapılmış birçok çalışmada kısa da olsa ele alınmasına rağmen, etraflı bir şekilde incelenmeyen çift-bozan bahsi irdelenecektir. Başka bir ifade ile hemen her Osmanlı kanunnamesinde kayıtlı olan çift-bozan ve çift-bozan akçesi3 tabirinin ne olduğu, Osmanlı toplumunun sosyal ve ekonomik hayatında işgal ettiği yer, zaman içinde gösterdiği değişim ve sonuçları ile bölgesel farklılıklara değinilecek, bağlantılı konularla beraber mümkün olduğunca ilk elden kaynaklarla konu incelenecektir. Bu yapılırken, amacımız gereği konuya ‘iç göçler’ açısından bakılacak ve özellikle timar sisteminin bozulması neticesinde artarak yaygınlaşan çift-bozanlığın ülke topraklarında cereyan eden iç göçler açısından taşıdığı önem ve sonuçları üzerinde durulacaktır. Aslına bakılırsa Osmanlı devlet teşkilatı ve diğer kavram/uygulamaların birçoğunda olduğu gibi, ‘çift’ ve bununla ilgili terim ve uygulamaların büyük kısmı daha önceki İslam-Türk devletlerinden alınmıştır. Nitekim, İ. H. Uzunçarşılı, bu konuda aynen şunları söylemektedir: Selçuki, İlhani, Memluk devletleriyle Anadolu Beyliklerindeki müesseselerin Osmanlı müesseseleri ve bu devletlerdeki ıstılahlarla Osmanlıların ıstılahları ve işleri birbirleriyle mukayese edilecek olursa aradaki münasebet derhal meydana çıkacaktır; mamafih Osmanlılar birçok esasları, ıstılah ve teşkilatı bunlardan almakla beraber bazı ufak tefek vazifeleri ya tamamen kaldırmışlar veya ismini değiştirerek ve tadil ederek kullanmışlardır” (Uzunçarşılı, 1970: XII). Benzer şekilde daha önce üzerinde durduğumuz ‘köy sınırı’ uygulamasının da, Osmanlı’ya önceki dönem beyliklerden devredilmesi, bu hususa ilave edilebilecek diğer bir kanıttır (Gümüşçü, 2007: 37-60). Bu bağlamda olmak üzere, Osmanlıların uyguladığı toprak sistemi ve ilgili terimlerin birçoğu önceki devletlerden alınmış, daha sonraki eklemelerle geliştirilerek kullanılmıştır. Bilindiği üzere Büyük Selçuklulardaki toprak ve Bazı kaynaklarda leventlik akçesi ile sekban akçesi aynı manada kullanılmıştır. Ancak sekban akçesinin çift bozan vergisi ile hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Sekban akçesi, başıboş levendlerin, Celaliler ile ve sair eşkıya reislerinin maiyetlerindeki adamları beslemek için halka sekban akçesi adı altında yaptıkları salgınlara verilen isimdi. Bkz. Cezar, 1965: 45. 3 Çeşitli kanunnamelerde çift bozan vergisinin durumu için bkz: Barkan, 1943: Trabzon sancağı, 58-60, Yeni İl sancağı, 79, Diyarbekir vilayeti, 132, Musul sancağı, 174, Vize sancağı, 234, Kocacık Yörükleri için, 264, Silistre Sancağı, 273 ve 288, Sirem sancağı, 312. 2 32 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. üzerindeki halk sultana ait olup, köylü ektiği toprak ve diğer gelirlerinin vergisini doğrudan devlete değil, devletin bir hizmet karşılığında vergilerini kendisine terk ettiği emir veya sipahiye verirdi ve Nizamül-mülk’ten itibaren senelik gelirleri büyük, orta ve küçük ‘ikta’lar olmak üzere üç kısma ayrılmıştı (Uzunçarşılı, 1970: 52-58). Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Beyliklerde de az çok farkla aynı sistem uygulanmıştır ki, bu konuda erken tarihli Osmanlı tahrir defterlerinde birçok kayıt bulunmaktadır (Uzunçarşılı, 1970: 147-150). Anadolu’da hüküm süren İlhaniler’de de öncekiler gibi ikta sistemi vardı. Sultan Gazan Han, koyduğu yasalar ile İlhanlı ikta sistemine düzenlemeler getirmişti. Bu düzenlemelere göre; askerler nerede bulunuyorlarsa oradan ikta alacaklardı. Kendine tahsis edilen ikta dışında reayadan hiçbir şey almayacaklar, ziraate gücü olmayan reayaya hiçbir müdahale yapılmayacak, vergi alınmayacaktı. İkta sahipleri kendi raiyetlerinden olup topraklarından ayrılan veya kaçan köylü ve çiftçileri nerede bulurlarsa yine yerlerine getirecekler ve bu gibileri diğer ikta sahipleri kabul etmeyeceklerdi4. İkta topraklar satılmayacak, kimseye bağışlanmayacak, veraset suretiyle intikal etmeyecekti. Aksini yapanların cezası idamdı. İkta sahibi vefat edince, evlat veya biraderlerinden birine ikta olarak verilecekti (Uzunçarşılı, 1970: 238-240). Osmanlı öncesindeki çift-bozanlığa ait bu kısa girişten sonra, elinizdeki yazının konusu olan ‘çift-bozan’ ve ‘çift-bozan akçesi’ bahsinin daha iyi anlaşılabilmesi bakımından öncelikle, Osmanlı çifti ve çiftliğinin ele alınması faydalı olacaktır. Zira Osmanlı çifti olmadan, bu çiftin terk edilerek çift-bozan durumuna gelinmesi mümkün değildir. Yine çiftlik bahsini layıkıyla ele almadan, çift-bozanlığın anlaşılması da mümkün görünmemektedir. Osmanlı Çifti/Çiftliği Osmanlı imparatorluğu çağdaşı olan sanayi öncesi toplumlar gibi, temelde tarım ve hayvancılığa dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bu yüzden başta tarım ve hayvancılık olmak üzere sanayi ve hizmet sektörleri de dâhil bütün ekonomik hayat sıkı kurallara, kanunlara ve denetime tabi olup Osmanlı yönetiminin istekleri ve hedefleri doğrultusunda işlerdi. Bu dönemde hem askeri hem de vergi kaynaklarının timar sistemi bünyesinde toprağa bağlı olması, toprak üzerindeki denetimi ve planlamayı daha hassas yapmayı zorunlu kılmaktaydı. Çift-bozan vergisi de aynı şekilde kanunlarla belirlenmiş ve Osmanlı yönetiminin belirlediği sosyal ve ekonomik hedefler doğrultusunda, en azından klasik dönemde sıkı bir şekilde uygulanmıştı. Hammaddenin ilk üretiminden tüketiciye ulaşmasına kadar, bütün aşamaları denetime tabii olan Osmanlı ekonomisinin dayandığı üç temel ilkesi vardı. İaşe/provizyonizm, gelenekçilik/tradisyonalizm ve fiskalizm. Bunlar içerisinde, 4 İlhanlı iktasındaki bu hükümlerin Osmanlı çift-bozanlığına benzerliğine dikkat edilmelidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 33 konumuz için daha ön planda olan provizyonizm, iktisadi faaliyete tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. Buna göre iktisadi faaliyetin amacı, insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Dolayısıyla üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek düzeyde tutulması esas hedeftir (Genç, 2002: 60). Şu halde imparatorluk, insanların ihtiyaçlarını her durumda karşılayabilmek amacıyla, her sektörde üretimi arttırmayı teşvik etmiştir. Üretimi arttırmak için; yeni tarım alanları açmayı özendirmek, bazı malların yurt dışına ihraç edilmesini yasaklamak ve kapitülasyonlar yardımıyla yurt dışından ithalat yapmayı teşvik etmek gibi politikalar izlemiştir. Osmanlı çift-hane sistemi, yani aile emeğine dayalı köylü çiftliği sistemi, tarımsal üretimin ve kırsal toplumun temel birimiydi. Standart birim, bir çift öküzle işlenebilecek büyüklükte bir çiftlik olarak tanımlanan belirli bir toprak birimini tasarruf eden evli bir köylü ailesinden (hâne) oluşuyordu. Başka bir ifade ile çift-hâne birimi başlıca üç unsuru bileştirmekteydi: emek kaynağı olarak hâne halkı; koşum gücü olarak bir çift öküz; bu bir çift öküzle işlenebilir boyutlarda bir birim meydana getiren ve tahıl üretimine hasredilmiş bulunan tarlalar. Osmanlı’nın tarım alanlarını devlet mülkiyetine (miri) alması, esas olarak devletin çift-hâne birimlerinin bütünlüğünü koruma kaygısını yansıtıyordu. Bu arazi rejiminde köylü daimi bir kiracı konumunda olup, toprak kiracılığı babadan oğula geçen ırsi bir tasarruf hakkıyla el-ele gidiyordu. Bu sistemde çiftlik biriminin bölünmezliği kanun hükmünde devlet garantisi altındaydı. Aslına bakılırsa çift-hâne gibi bir sistem, Osmanlı icadı olmayıp kökleri çok daha eskilere dayanıyordu. Roma’daki iugum-caput ile Bizans’taki statise veya zugokefalai’ye denk düşen Osmanlı çift-hânesi, iki öküzden ve belirli bir miktar topraktan oluşan bir köylü aile çiftliği olarak hem bir üretim birimi, hem de bir mali gelir birimi karakterindeydi (İnalcık, 2000: 189-190). Osmanlı tarımında, mümkün olan en yüksek düzeyde üretimi gerçekleştireceği düşünülen işletme tipi, yukarıda tarif edilen orta büyüklükte aile işletmesi, yani çift-hâne sistemi idi. Toprağın verimine göre 50-150 dönüm arasında bir arazi tahsis edilen bu aile işletmelerinin yaygın biçimde korunması başlıca hedefti. Aile işletmelerinin, parçalanarak küçülmesini veya yeni arazi ilavesi ile büyük çiftliklere dönüşmesini önlemek üzere devlet, zirai toprakların mülkiyet hakkını fertlere bırakmaz, kendi elinde muhafaza ederdi. Miri adı verilen bu mülkiyet rejiminde toprak, çiftçilere, babadan oğula geçecek şekilde kiralanmış sayılır ve alım satımına, rehin ve vakfedilmesine, bağışlanmasına müsaade edilmezdi. Çiftçilerin zirai üretimi düşürmeye sebep olacak şekilde, toprağı terk ederek şehirlere veya başka bölgelere göç etmelerine veya toprağı işlemeden bırakmalarına izin verilemezdi. Bu tedbir ve düzenlemelerle en yüksek düzeyde gerçekleşeceği düşünülen zirai üretimin başlıca tüketim bölgesi 34 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. “kazâ” idi. Zirai üretim, her şeyden önce bu birimin ihtiyaçlarını karşılamalıydı. Birimin ihtiyaçları giderilmedikçe üretimin kazâ dışına aktarılmasına müsaade edilmezdi (Genç, 2002: 60-61). Osmanlı imparatorluğunun mali gelirlerinin büyük bir kısmını köylülerin ödediği vergilerden oluştuğu bilinen bir gerçektir. Vergi ödeyerek, gerektiğinde ürettikleri her türlü mal ve hizmeti vermek suretiyle veya giderek azalan ama yine de önemli sayılabilecek ölçülerde, çeşitli hizmetleri yerine getirerek devlete doğrudan katkıda bulunuyorlardı. Ayrıca, köylülerin yetiştirdiği ürünler tüccarlar ya da mültezimler tarafından şehre getirilmekte ve böylece şehirlilerin de iaşesi sağlanmaktaydı. Tarımdaki üretkenlik düzeyinin düşüklüğü, nüfusun büyük bir kesimini bu pek kârlı olmayan sektörde çalışmaya itiyordu. Kuraklık yüzünden hasadın kötü olması, arşiv belgelerinde sık sık ifade edildiği gibi, insanların köylerini terk etmesine sebep oluyordu. Bu durum sadece Osmanlı imparatorluğuna özgü değildi; tüm endüstri öncesi toplumlarda az çok görülüyordu. Tahmin edileceği gibi, Osmanlı yönetimi durumun gayet farkındaydı ve her zaman başaramasa da, köylülerin köylerini terk etmelerini engellemek için büyük çaba göstermiştir (Faroqhi, 2001: 82-83). Geniş bir mekâna yayılan Osmanlı İmparatorluğunda, yerel değerlerin dikkate alınarak ‘kadîm kuralların uygulanması’ nedeniyle, diğer birçok konuda olduğu gibi hemen her yerde bir çiftin büyüklüğü ve çiftlerden alınan resm-i çift miktarı oldukça farklıydı. Mesela, İsfendiyaroğlu Kasım Bey’in bazı şahısları avârızdan muaf kılarak 30 akçe çift resmi aldığı, ya da Dulkadiroğlu Alaüddevle Bey’in resmi çift olarak 80 akçe aldığı bilinmektedir (Uzunçarşılı, 1970: 148). Reayadan Mart ayında alınan resm-i çift miktarları şöyleydi: Hamid sancağında tam çift 42, Menteşe 30, Hüdavendigar 33, Bolu 46, Gerede 34, BoluViranşehir 43, Nahiye-i Kıbrıs 23, Ereğli’de 34, Konrapa 18 akçe (Akgündüz, 1990b: 53-54). Hisar erleri timârında çift resmi 57 akçeydi. Bununla birlikte Germiyan livâsında 32 akçe (Tuncer, 1987: 24), Biga’ya tabi Dimetoka’da 100 (Akgündüz, 1990a: 171), Amid/Diyarbekir’de tam çift 24, Çemişgezek, Harput, Kiğı, Mardin, Bayburd, Erzincan, Kemah’ta 50, Çermik’te 10, Çüngüş’te 16, Siverek’te 40, Karaman’da 36, Karaman’da Yörükân çifti 57, Gelibolu’da 22, İmroz’da 70, Taşoz’da 50, Silistre’de 22 (Akgündüz, 1991: 221-468), Aydın’da 33, Kayseriye’de (Akgündüz, 1990b: 154, 269) ve Macaristan Eğri’de hisar erenlerinde 57 akçeydi. Bolu’da bazı yerlerde (Cufa, Mengen gibi) 46, Divân-ı Gerede’de 51, Karadeniz Ereğlisi’nde 34, Ahi Dodurga’da 33 akçeydi (Uysal, 1982: 52-53). Bu rakamlardan da görüldüğü üzere, Osmanlı topraklarında çift vergisi, bulunduğu bölgeye ve zamana göre 10 ile 100 akçe arasında değişmekteydi. Toplumun ve devlet gelirlerinin temel taşı durumundaki toprak üzerinde bu denli farklı uygulamaların olması ilk bakışta çok garip gelebilir. Fakat Osmanlı’nın yeni fethettiği bölgelerde, kadîmdem olıgelen adetleri Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 35 başlangıçta hiç değiştirmeden kullanma geleneği nedeniyle daha ilk başta farklılıklar sisteme dâhil olmuştur. Bir de çift vergisinin alındığı bölgelerin çok farklı tarihi ve kültürel geçmişleri ile bu toprakların farklı mekânsal özellikleri göz önünde bulundurulursa, bu uygulamaların sebebi çok daha iyi anlaşılacaktır. Çift-bozan vergisi, ‘çift-hâne’ sisteminin uygulanmasıyla doğrudan ilgilidir. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi, kanunlarla sosyal ve ekonomik hayatı belirlenmiş olan reayanın, geçimini sağlayabildiği belirli büyüklükte bir çiftliği vardı. Aynı şekilde reayanın sahip olduğu çiftliğine ekmesi gereken tohum miktarı da belirliydi. Normal şartlarda bir çiftlik büyüklüğü, 12 Bursa müddü tohum ekilen yerdi fakat nadas yeri bırakıldıktan sonra her yıl sürekli ekim yapılabilmesi için 4 müdlük yerin olması gerekliydi. Bu kadar buğdayın ekilebilmesi için ise, sulu ve kuru tarım yapılan yerlerde değişmekle beraber 50150 dönüm (İnalcık, 2000: 191-193) arasında toprağa ihtiyaç vardı. Belirtilen büyüklükte çiftliğe sahip köylü bu toprakları - nadasa bıraktığı yerler hariç sürekli ekmek zorundaydı. İşte Osmanlı çift-hane sistemi bünyesinde tarlasını eken köylünün vazifesi bu şekilde belirlenmişti. Eğer reaya elindeki çiftini ekmez boş bırakırsa, öncelikle o yörenin, ‘kaza’nın tahıl üretimi azalacak, sonra sipahinin geliri düşecek ve sonuçta devlet bu noktada zarar görecekti. Uyguladığı sosyal ve ekonomik politikalar gereği bu türlü zararlara uğramak istemeyen Osmanlı imparatorluğu, oluşturduğu çift-hâne sisteminin sürekli işlemesi/çalışması ve reayayı elindeki toprağa bağlamak için ‘çift-bozan’ adı verilen bir yöntem uyguladı. Bu uygulamanın özünde reayanın toprağını sürekli işletmesi ve mazeretsiz yerini bırakıp çiftini çubuğunu bozarak köyünü terk etmemesi yatıyordu. Yani köylünün, o dönemin şartlarına göre işlemekte olduğu toprağa sıkıca bağlı olması her anlamda önemliydi. Çift-Bozan ve Çift-Bozan Vergisi Çift-bozan vergisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel kurumlarından biri olan timar sisteminin sağlıklı ve etkili bir şekilde yürütülmesi için uygulanan cezaî bir yaptırımdır. Zira timar sistemi, asker ihtiyacını temin etme, bölgesel güvenliği korumanın yanında ziraî üretimin de aksamamasını sağlamaktaydı. Ama yine de bu noktada asker ihtiyacı temin etme biraz daha ön planda görünmektedir. Devletin, ziraat sektöründe çalışanlardan çıkacak cebelü miktarının veya cebelü yetiştirecek olan dirlik sahibinin ‘hâsılının’ azalmamasını bilhassa gözettiğini, 1583 tarihli Trabzon Kanûnnâmesinde geçen “tasarrufunda olan yerin tamam zira’ât olunmayub erbâb-ı timârın askerine ve rüsûmuna noksan lazım gelmelü olsa” ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır (Kazıcı, 2003: 152). Bahsettiğimiz bu hususların temini için de bir takım yaptırımların uygulanması gerekirdi. Çift-bozan vergisi uygulaması, bu müeyyidelerden biridir. Mustafa Cezar’a göre (Cezar, 1965: 41-43), Osmanlı 36 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. imparatorluğunun ilk devirlerinden beri, çiftliğini terk eden reayadan bir yaptırım olarak vergi aldığı muhakkaktır. Ancak bu verginin ilk devirlerde adının ‘çift-bozan resmi’ olmadığı kuvvetle muhtemeldir. Yine Cezar, 1529 tarihli Kütahya Livâsı Kanûnunda bu türden bir cezaî yaptırım için sadece bedel kelimesinin kullanıldığını, levendiye veya leventlik de dendiğini, ancak gerek XVI. asrın ilk yarısında gerekse XVII. asırda kaleme alınmış kanunnâme, hüküm, fermân vs. gibi metinlerde bu verginin esas itibariyle çift-bozan resmi adı ile anıldığını ifade etmektedir. Osmanlı imparatorluğunda çift-bozan akçesi uygulaması, aynı zamanda köylünün toprağa bağlılığını ve dolayısıyla diğer mükellefiyetleri yerine getirmesini esas almaktaydı. Ancak daha önce de ifade edildiği üzere köylünün böyle bir tazminat ödemesi feodal düzende serf (toprak kölesi) durumundaki köylülerin toprağa bağlılık prensibi ile doğrudan ilişkilendirilmemelidir. Burada idealde uygulanmak istenen husus, toplumun refahı ve mutluluğu için teşkilatlı bir devlet düzenini, bir diğer ifadeyle bir amme hukuku müessesesi prensibini yerleştirmektir. Zira benzer bir sistem, Roma İmparatorluğu’nda da bulunmaktaydı. Buna göre, imparatorluğun son dönemlerinde o zamana kadar yer ve meslek değiştirmekte özgür olan köylülerin iktisadî ve mali buhranı önlemek maksadıyla yayınlanmış imparator emirnameleriyle toprağa bağlanması sonucunda ortaya çıkan colonat rejimiyle benzerlik göstermektedir. Dolayısıyla amme hukukunun uygulanmasında bir devlet görevlisi olan timarlı sipahilerin kendisine tahsis edilmiş olan gelirler karşılığında silâhları ve adamlarıyla birlikte seferlere katılma gibi ağır bir mali bir yük altına girmiş olması, onun köy halkının ziraî faaliyetlerini denetlemesini ve keyfi bir takım tavırlar içerisine girmelerini engellemelerini, köyünü terk ederek başka bir yere gitmelerine mani olmalarını olağan karşılamak gerekir. Zira sipahinin beratındaki akçe yekûnunu tutturabilmesi için bu denetimi gerçekleştirmesi elzemdi. Gelirinde oluşacak bir eksiklik aynı zamanda sipahinin gelirinde de azalmanın olması anlamına gelmekteydi. Bu sebeple sipahilerin birbirlerinin reayasını kandırarak kendi dirliklerine dahil etmeleri de yasaklanmıştı. Dirliğine yabancı bir raiyyet gelmiş olan sipahinin, yabancının durumunu tetkik ederek onun başka bir sipahinin defterinde yazılı olup olmadığını araştırması, olduğu takdirde de raiyyetin tabi olduğu dirlik sahibine haber göndererek kaçak köylüyü teslim etmesi gerekirdi. Bu durum, kaçak köylüyü teslim etmeyen dirlik sahibinin dirliğinin elinden alınmasına yol açacak kadar büyük bir suç olarak addedilirdi (Barkan, 1979: 306-307). Aslına bakılırsa bu verginin uygulanmasındaki amaç, köylünün işsiz güçsüz dolaşmasını önlemek değil, toprağın boş kalmasını önlemekti (Cezar, 1965: 4445). Nitekim daha önce de ifade edildiği üzere köylüden alınan vergiler, Osmanlı maliyesi açısından oldukça önemli bir gelir kaynağıydı. Çift-bozan Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 37 vergisi, bu gelirlerin elde edilmesini bir anlamda garanti altına almak için uygulanmıştı. İmparatorluğun esas itibariyle ‘çift-bozan’ vergisini koymasının en temel sebebi, bir anlamda sanayi öncesi tarım toplumu hüviyetine sahip olmanın getirdiği zorunlulukların bir sonucu olarak emek üzerinde bir kontrol mekanizması yaratmaktı. Zira istihdam edilen toplam emeğin 2/3’ü ziraî emekle ilgiliydi ve dolayısıyla da toprak bu kontrolün ayrılmaz parçasıydı. Burada kontrolden kastedilen husus, köylünün tasarruf ettiği toprağı işlemesi ve işlemeyip terk ettiği takdirde de devlete karşı bazı yükümlülükleri yerine getirme zorunluluğudur. Bununla birlikte Osmanlı köylüsünün Avrupa feodalizminde olduğu gibi toprağa bağlı bir köle (serf) olmadığını, toprağı işlemek istemeyen köylü için uygulanan bir zorlama olmadığını, sadece toprağın işlenmemesi durumunda ekonomik anlamda bir yaptırımın olduğunu ifade etmek gerekir (Barkan, 1980: 881). Devletin bu durumda başvurduğu çare ise ekonomik yaptırımı uygulamak ya da reayadan bir kimse toprağı üç sene müddetle işlemezse, toprağı işlemek isteyen başka bir köylüye vermektir. Nitekim müeyyideye uygun olarak toprağını bırakarak terk edip giden köylü, kanunnamelerde geçen ifadeyle iskân şürûtu gereği belli şartlarda tekrar toprağına geri getirilirdi (Genç, 2007: 527). Ömer L. Barkan’a göre (Barkan, 1979: 307), elinde yeteri kadar toprağı olduğu halde, bu toprağını terk ederek başka bir sipahinin dirlik arazisinde çalışan veya arabacılık, gemicilik, balıkçılık, ırgatlık, ticâret vs. gibi başka bir geçim kaynağı ile uğraşan reayayı, dirlik sahibi, mahkeme kararıyla ‘göçürüp’ tekrar işinin başına dönmeye mecbur edebilirdi. Ancak köylünün ayrılış tarihinden itibaren 10 senenin geçmemiş olması gerekirdi. On seneden sonra çift-bozan reayayı “göçürüp getirmek memnu”, yani yasaktı. Bu türden kimseler söz konusu durumda çift-bozan vergisini ödemek mecburiyetinde olur veya dirlik sahibi, raiyyetinin göç ettiği memlekette işlemekte olduğu toprakların mahsûlünden kendisi için de ikinci bir öşür ödenmesini isteyebilirdi. Osmanlı kanunlarına göre, timarlarından ayrılıp, başka yere giden halktan bilinenleri toplayıp tekrar köylerine getirmek kanundu. Zanaatkârlar Kanunu’na göre 10 yıldan fazla oturmuş olanları yerlerinden kaldırmak uygun değildir. Şehirde 20 yıldan beri oturuyorsa oturduğu yerde yazılmaları emredilmiştir. Şehirde yazılan raiyyet oğlu, raiyyet oğulluğundan çıkmaktaydı. Sipahi, “raiyyetimin oğlusun” diye köylüsünün çocuklarından vergi isteyemezdi. İstanbul'da oturan bir kişiyi başka bir yere göç ettirmek yasaktı. Sürgün, kızını sürgüne nikâh edebilir. Başkasına nikâh edemezdi. Sürgün kişiler başka yere gidip beylikten veya başkasından iş tutamaz ve iş yapamazdı. İsteseler de kabul olunmazdı. Sürgün için özel hüküm bulunursa padişaha arz edilirdi. Raiyyet sülâlesinden biri, şehirde 10 yıl oturursa ve bu durum reaya defterinde yazılı 38 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. olmazsa, bu gibi kişiler raiyyet defterine yazılmaz, şehirli sayılırdı (Uysal, 1982: 71). Verilen bilgilerden de görüldüğü üzere, Osmanlı kanunlarında sipahinin köylüyü tekrar toprağına getirmesi için gerekli olan süre genellikle 10 yılı aşamazdı. Ayn Ali’ye göre, çift sahipleri 10 yıldır topraklarını terk edip gitmişlerse artık o çiftlikte hakları kalmamıştır. Eğer hariçten gelen bir kimse bir yerde 15 sene gibi bir zaman ziraat yapmış, oturmuşsa ve deftere de yazılmışsa bunu yerinden tedirgin etmek doğru değildir. Artık bu hariç raiyyet oranın öz malı gibi olmuştur (Aynî Ali Efendi, 1963: 54-55). Anlaşılacağı üzere 10 yılı geçmiş olan raiyyet, artık yeni yerleştiği yerin statüsüne geçme hakkını kazanmış olurdu (Akdağ, 1999b: 88). Bu konu kanunnamede şöyle belirtilmiştir: “Defterde yazılu raiyyet kadîmi karyelerinden kalkup ahâr karyede varup tavattun eyleseler, 10 yıldan berüde ise kaldırılup kadim karyelerine gönderilüp amma 10 yıldan ziyade mürûr eyleyen reaya kaldırılmak olmaz” (Halaçoğlu, 1995: 97-98 ve Ek II). Ancak burada dikkate değer olan husus, köle olmayan özgür köylünün, zorlanmayacağı ve toprağını işlememekten doğan vergi kaybını telâfi etmek üzere de normal çift resminin yedi-on katına kadar yükselen 80-120 akçe miktarında çift-bozan vergisini ödemek suretiyle bu yükümlülükten kurtulduğudur. Bu durum devletin emek kapsamına giren diğer ekonomik alanları için de geçerliydi. Nitekim ‘iskân şürutu’ vakıflarda, devlete ait madenlerde, tuzlalarda, hatta şehir sanayi sektöründe çalışanlar için de uygulanmaktaydı. Meselâ yeniçerilere verilen yünlü kumaşı (çuha) çeşitli muafiyet ve imtiyazlarla üreten Selânik’teki Yahudi dokumacılar tezgâhlarını bırakıp başka yere gittikleri zaman tezgâhlarının başına geri getirilmişlerdi (Genç, 2007: 527). Müslim ve gayrimüslim reaya için aynı hükümleri taşıyan çift-bozanlık durumunda sipahi, köyünden ayrılan köylüyü geri gelmesi için önce ihtar eder, eğer ihtarı dikkate almazsa vergisini almak veya zorla köyüne geri getirmek yollarından birini seçerdi. Daha önce de ifade edildiği üzere kanunnamelerde geçen ifadeyle iskân şürûtu gereği sipahinin köylüyü tekrar toprağına getirmesi için gerekli olan sürenin genellikle 10 yılı aşmadığı (Akgündüz, 1990b: 257) ifade edilse de, bu sürenin bazı kanunnamelerde 15 yıl olduğu görülür. 1487 tarihli Hüdavendigar Sancağı kanunnamesinde bu hususa dair bir kayıt vardır (Akgündüz, 1990b: 181). Ancak kanunda yazan bu hükme rağmen daha sonraları bu müddetin, önce 20 seneye sonra da 40 seneye kadar çıkarıldığı görülmektedir. 1613 tarihli bir hükme göre, Saruhan ve civarında yerleşenleri kaldırmakla görevli bölgenin yetkililerine bundan önce yerlerinden kalkarak başka yerde yerleşen reaya taifesinin 20 yıl ve 20 yıldan az ikamet edenleri de yerlerinden kaldırılarak eski yerlerine geri göndermeleri istenmiştir (Uluçay, Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 39 1944: 157-158). Meselâ Kütahya vilayetinde, bu süre 20 yıldı (Faroqhi, 1994: 329). Ancak bu takip edilme süresinin daha sonra 40 seneye kadar çıkartıldığını 1635 tarihli bir fermandan öğrenebilmek mümkündür. 1635 tarihinde Manisa, Nif, Marmara, Akhisar, Gördük ve Ilıca kadılarına gönderilen bir fermana göre, Celali istilasından beri reaya taifesi yerlerini bırakarak başka vilayetlerde oturduklarından zeâmet ve timâr sahipleri zarara uğramış ve bu sebeple zulüm nedeniyle terk-i mesken eden reayanın 40 yıldan beri yerlerinden kaldırılarak yerlerine gönderilmesi hususunda bir ferman çıkarılmıştır. Dolayısıyla İstanbul, Edirne ve Bursa’da olan reayanın yerlerinden kaldırılarak eski yerlerine gönderilmesi emredilmiştir (Uluçay, 1944: 158-159). Benzer bilgi Naima’nın tarihinde de geçmektedir. Buna göre, IV. Murad, Revan seferi sırasında Anadolu’da bazı köylerin özellikle de Kayseri civarındaki köylerin perişan halini gördüğünde bu durumun sebebini sormuş ve kendisine köylerin ve halkının Celali istilası zamanında perişan olduğu ve çoğunun İstanbul’a göç ederek buraya yerleştikleri söylenmiştir. Bunun üzerine padişahın emriyle “40 seneden beri terk-i vatan eden” reayanın tekrar yerlerine gönderilmesine çalışılmış, bu amaçla İstanbul’daki mahalleler teftiş olunmasına rağmen girişim başarılı olmamıştır (Naîmâ Mustafa Efendi, 2007: 808-809). Hatta Rahip Grigor’un kaydettiklerine bakılırsa, 1635 yılında İran seferine giden IV. Murad’ın, göçler konusundaki vehametten dolayı kanunda yazan süreyi aşırı bir şekilde uzattığı görülür. Grigor, “Sultan, Bayram Paşa’ya gönderdiği şiddetli bir fermanla, 100 ve 50 seneden beri Anadolu’dan gelmiş olanların derhal yerlerine geri gönderilmesini, harp dönüşünde hepsinin kendi yerlerine dönmüş olacaklarını görmek istediğini emretti” kaydını düşmüştür (Andreasyan, 1976: 49). Bu misâller kanunnamelerde geçen 10 yıllık sürenin zaman içerisinde ve gerekli durumlarda aşıldığını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Dolayısıyla bu durum uygulamada kanunlara tam olarak uyulup uyulmadığı meselesini tartışmalı hale getirmektedir. Ayrıca burada zaman zaman asayiş sebebiyle köylerinden uzaklaşan köylülerin on yıl sonunda asayiş sağlandıktan sonra topraklarına geri dönmek istediklerinde sipahilerin onlara engel olduğunu da ifade etmek gerekir (12 Numaralı Mühimme Defteri I, 1996: 427). Bütün bu anlatılar, Osmanlı arşiv belgeleri arasında şimdilik başka hiçbir kaynakta göç verisi bulamasak bile, tek başına, bütün Osmanlı kanunnâmelerinde bir çift-bozanlık hükmünün bulunması, bu topraklarda göçlerin eskiden beri sürüp gittiğinin kesin bir kanıtı niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi bu vergi, temelde reayanın yerini yurdunu bırakıp göç etmesini engellemek amacıyla koyulmuştur.5 ‘ÇiftHalil İnalcık, çift bozan vergisi gibi bir kanunun çıkarılmasında köylülerin yer değiştirmesindeki kolaylığın çok etkili olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İnalcık, 1999: 84-85. 5 40 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. bozan resmi’ yahut ‘leventlik akçesi’ adı altında alınan bu vergi mükellefiyetinin XIX. asır başlarına kadar devam ettiği de bilinmektedir. Zira bu vergi ve statü Tanzimat’tan sonra ortadan kaldırılmıştır. (Pakalın, 1993: 30). Çift-bozanlığın, çiftini bozup terk eden raiyyetin tımar sahibine ödemesi gereken öşür vergisi ve diğer resimlerin bir tazminatı anlamına geldiği daha önce ifade edilmişti. Dolayısıyla şimdi köylünün çiftini ekmediği durumlarda ne tür mükellefiyetleri vardı, bunlara bakmakta fayda vardır. Osmanlı İmparatorluğunda toprak ziraat etmek, çift ve çiftliğe malik olmak hakkı birinci derecede köylüye mahsustur. Bu sebeple vergi mükellefiyyetleri köylülere aittir. Nitekim 1528 tarihli Aydın Livası Kanunnamesinde tam veya nim çiftlik araziye veya birkaç dönüm yere tasarruf eden şehirlilerin, bunlara ait resimleri vermeğe mecbur oldukları belirtilmekle birlikte, çift bozup çiftçilikten feragat ettikleri takdirde kendilerinden çift-bozan resmi alınamayacağı, bu yüzden de şehirliye çift resmi yazılmadığı kaydedilmiştir (Çağatay, 1947: 501). Tarlasını boş bırakan köylü, eğer başka bir köye gitmişse sadece çift-bozan vergisini ödeyerek cezai mükellefiyetinden muaf tutulamazdı. Çiftini bırakan köylü sipahiye çift-bozan vergisini ödedikten sonra, gidip yerleştiği yerin sipahisine ürettiği ürünün öşrü yanında belirli bir miktar da ‘resm-i duhan’ adında başka bir vergi daha öderdi. Kezâ 1520 tarihli Eğriboz sancağı kanunnamesine göre, çift-bozan olan kimse, çifti terk ettiği için sipahisine 75 akçe verirdi. Mütemekkin olduğu karye sipahisine ise 6 akçe resm-i duhan ve ziraat ettiği toprağın da ayrıca öşrünü verirdi (Akgündüz, 1992: 388, 391, 393395; 1994a: 508). Atina vilayeti kanunnamesinde de benzer bir kayıt bulunmaktadır. Sipahi, reayayı nerede bulursa bulsun 75 akçe çift-bozan resmi alacak ve ayrıca ziraat ettiği yerin de öşrünü verecekti (Akgündüz, 1994a: 508). Barkan’a göre (Barkan, 1979: 307), çift-bozan vergisinin uygulanmasıyla ile ilgili olarak eski kanunname maddelerinde şu hususlar dikkati çekmektedir. Elinde bir ‘çiftlik’ yeri olan reayanın her yıl Bursa müddü ile 4 müd ekin ekmesi gerekirdi. Köylü, ekin ekmediği yıl için sipâhiye öşür bedeli olarak 50 akçe, 2 müd ekmiş ise, yarısını yani 25 akçe öderdi. Bu rakamlara, ayrıca 22 akçelik bir çift resminin de ilave edilirdi. Dört müd tohum eken reaya serbest olup, istediği işle meşgul olabilirdi. Bununla birlikte elinde hiç toprağı, hayvanı olmayıp başka yere gidenler veya terk ettikleri toprakları boş bırakılmayıp başkası tarafından işlenerek öşür resmi elde edildiği durumlarda çift-bozan vergisi alınmaz, yalnız ‘çift resmi’ ve benzeri vergileri ödeme yükümlülüğü devam ederdi. Mustafa Akdağ’a göre ise (Akdağ, 1999b: 125-126), köylü toprağını ‘boz’ bırakırsa yani ekmezse, devlete 75 akçelik çift-bozan resmini ödemek zorundaydı. Bununla birlikte çift-bozan vergisinin bölgesel anlamda ekilen müddün durumuna göre değişiklik gösterdiğini söylemek gerekir. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 41 dikkate değer bir kayıt, II. Bayezid dönemi Kanunnâmesinde geçmektedir. Buna göre, Semendire vilayetinde yerlerinden kalkarak başka yerlere giden reaya konusunda sipahiler, isterlerse yerine göre tamam öşür, yerine göre nısf veya 75 akçe çift-bozan resmi alırlardı (Akgündüz, 1992: 394). 1583 tarihinde Trabzon sancağında ise çift-bozan vergisi 70 olarak kaydedilmiştir (Barkan, 1943: 5960). Çift-bozan resminin miktarı, zamanla hububat fiyatlarında meydana gelen yükselişlere paralel olarak veya ihtiyaca göre değişmiştir. Çift-bozan vergisi, Fâtih kanunnâmesi'nde 50 akçedir (Barkan, 1979: 307). H.893/M.1488 tarihli Fatih’in Umumi Kanunnamesinde bu hususta şöyle ifadeler yer almaktadır: “Çerçi ve arabacı ki, sanatı arabacılık ola, çiftin boza, yılda 2 müdd mikdarı ekini ekmeye, tuz ve gayrı nesne getüre, süvarisine 50 akçe vere. Eğer çiftin bozmasa ki, evvelki gibi 2 müdd mikdarı ekin ekeler, çerçilik edersin deyü nesnesin almayalar. Heman bayağılayın adet üzre öşrin ve raiyyet resmin vere. Ammâ şehirdeki araba işleden sanat ehli gibi nesne vermeye. Eğer hastalıkdan veya pirlikden zayıf olub ve katı yoksulluktan gücü yetmediğinden ötürü çiftin bozsa, çerçilik ve arabacılık ve tahtacılık edersin deyü üşendirmeye. Elindeki yerin süvarisi ala, gayrı kişiye vere, andan bennâk resmi ala. Ve dahi tatara ve yörüğe bu âdet yokdur; zira ki bunlar eşkincidür” (Akgündüz, 1990a: 351). Ancak Fatih’in Kanunnâmesinde geçen 50 akçenin, Kanuni dönemi (1520-66) kanunnâmelerinde 75 akçeye çıktığı görülmektedir (Akgündüz, 1994a: 233, 508). Bu durum II. Selim döneminde de (1566-74) devam etmiştir. II. Selim dönemi Celalzâde Kanunnamesi’nde “Çift-bozan resmi şol raiyyetden alınır ki, elinde ziraâte kâbil çiftlik veya baştinası olub özürsüz ve illetsiz ekmeyüb kendü ahar sanata meşgul olub maişeti sanatından olsa, bunun gibi kimesneden 75 akçe alınur. Eğer yeri olmayub sanat işler ise, yazılmış olıcak heman ispencesi alınur” (Akgündüz, 1994a: 233, 262) denilmektedir. Yine bu döneme ait olan başka bir kanunnâmede; eskiden çift-bozan resmi olarak 75 akçe alındığı, ama reayanın çoğunun tarlasını bırakarak başka yerlere gittiği ve buralarda zanaat ve ticaretle ilgilendiği için ayrıldıkları toprakların vergi gelirlerinin azaldığı belirtilmektedir (Akgündüz, 1994a: 330). Bu miktar, XVI. asrın sonlarına doğru bazı yerlerde 300 akçeye kadar çıkmıştır (Barkan, 1979: 307). Yukarıda da görüldüğü üzere çift-bozan vergisi zamana ve zemine göre değişiklik göstermektedir. Bir diğer ifade ile çift-bozan vergisinin alınması, köylünün tasarruf ettiği arazinin miktarı ile de doğru orantılıdır. Nitekim bütün çiftten 300, yarım çift için 150, daha az arazi için 75 akçe alındığı bilinmektedir (Pakalın, III, 1993: 30; Akgündüz, 1990a: 172; 1994a: 302, 330). Bu durum Manisa şeriyye sicillerinde de açık bir şekilde ifade edilmektedir. 1611 tarihinde Manisa kadısına yazılan bir hükümde şu kayıt düşülmüştür: “Karye-i mezbûre 42 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. tasarrufunda olan yerlerin bırağub çift ve çubuğunu dağıtub ahâr sanata meşgûl olmağla bunun timârı ve mahsûlüne külli noksan müterettib olur imiş. İmdi mukaddem çift-bozan resmi yetmişbeşer akçe alınır idi. Lakin re’âyânın ekseri çift ve çubuğunu dağıtub kimi yerinde ahâr sanata meşgul olub ve kimi dahi hariç yerlere gidüb ticarete ve gayri mesleğe sâlik olmağla evkâf ve emlâk husûsan ze’âmet timâra külli noksan müterettib olmağla bu makûlelerden cebr es- sehim bütün çifti olanlardan 300 akçe ve nîm çifti olanlardan 150 akçe ve nîm çiftten ekall olanlardan kanûn-ı kadîm üzere 75’er akçe çift-bozan resmi alınmak fermânım olmuşdur….”. (Uluçay, 1944: 155-156). Bu kayıt aynı zamanda söz konusu tarihte Manisa’da çift-bozanların varlığını göstermesi açısından da dikkat çekicidir. Aynı durum 1641 tarihli Bursa ve Manisa ve Balıkesir ve Aydın kadılarına yazılan başka bir hükümde de geçmektedir. Ancak bu defa hüküm, söz konusu bölgelere başka yerlerden gelen çiftbozanlarla ilgilidir. Bu hükümde köylülerin çift ve çubuğunu bozarak kadim yerlerinden kalkarak adı geçen kazaların kasabalarında, köylerinde, mezra ve çiftliklerinde yerleştikleri belirtilerek başka bir sipahiye raiyyet olarak yazılmamışlarsa raiyyetten bütün çift olanlardan 300 akçe, nîm çift olanlardan 150 akçe ve daha az toprağı olanlardan 75 akçe çift-bozan vergisi alınması emredilmiştir (Uluçay, 1944: 285-286; Çağatay, 1947: 502). Anadolu dışında bir bölge olan Kudüs’te çift-bozan vergisi biraz farklılık göstermektedir. Amy Singer’in Kudüs şeriyye sicillerine dayalı olarak yaptığı tespitlere göre (Singer, 1996: 131-132), toprağını işlemeyen bir köylü 5 sultanî ceza öderken başka bir köylü 200 sultanî (1600 akçe) vermiştir. O’na göre, şer’iyye sicillerinde paranın miktarı genellikle değişiklik göstermekte, hattâ yüksek tutulmakta ve bazen de herhangi bir açıklama yapılmadan cezanın ‘şeriata göre’ verildiği belirtilmekteydi. Üstelik köyden ayrılacak olan kişi geri döneceğine dair köyden birini kendisine kefil göstermek zorundaydı. Köylü kefili bulana kadar da hapishanede tutulurdu. Bununla birlikte köylünün 10 yıl içinde tekrar köyüne geri getirilmesi yaptırımı Kudüs için de geçerliydi. Cezar’a göre, çift-bozan resmi 1603 senesine kadar 75 akçe iken bu tarihten sonra artmıştır. O’na göre, III. Murad devrine ait Sirem sancağına ait kanunnâmede verginin miktarında biraz fazlalık bulunmaktadır. Burada fakir olan çift-bozandan 83 akçe, zenginlerden ise 120’şer akçenin alınması emredilmiştir (Barkan, 1943: 312; Cezar, 1965: 41-43). Yukarıda görüldüğü gibi, II. Selim dönemine (1566-74) ait bir kanunnamede; eskiden çift-bozan resmi olarak 75 akçe alındığını, ama reayanın çoğunun tarlasını bırakarak başka yerlere gittiği ve buralarda zanaat ve ticaretle ilgilendiği için ayrıldıkları toprakların vergi gelirlerinin azaldığı belirtilmektedir. Sonuçta bu şekilde vergi azalmasını engellemek amacıyla, tüm çifti olanlardan 300, nim çifti olanlardan 150 ve nim çiftten az toprağı Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 43 olanlardan ise 75 akçe çift-bozan vergisi alınması istenmiştir. Şu halde çiftbozan vergisi, 1603’te, ilk rakama göre neredeyse 5 kat arttırılmıştır. Çift-bozan vergisinin 300 akçeye çıkarılması ile ilgili ilk belge 1603 tarihli olup ileride bulunacak belgelerle daha geriye gitme ihtimali her zaman vardır. Çeşitli sancaklarda farklı vergi tarifeleri uygulansa da, çift-bozan vergisinin yaklaşık 120 yıl boyunca 50 akçeden 300 akçeye çıkmasında, enflasyonist baskıların etkisi olmakla beraber, tahmin edileceği gibi asıl sebep, sürekli artan bir tempo ile devam eden reayanın yerini yurdunu bırakarak göç etmesi olayını engellemek olmuştur. Bunun yanında, Osmanlı kanunnamelerinde duruma göre farklı uygulamaların olduğu da görülür. Köylü asıl yerinden kalkar ve başka bir köyde oturursa, sipahi isterse öşür alır (Uluçay, 1944: 150-151), isterse çift-bozan resmi alırdı. Ve derbend kâfirleri derbendlerini beklemeyip başka bir timarda otursa çift-bozan vergisi verirdi (Akgündüz, 1991: 447). Başka bir Kanunnamede ise reayanın çiftini bırakıp başka yerlerden kazanç elde ettiği takdirde altışar akçe çift-bozan resmi alındığı ifade edilmiştir (Akgündüz, 1993: 653). Yine köylü, yerini bırakıp başka bir yere gitse, ama terk ettiği yeri başkası sürerse, öşrünü ve resmini sipahiye verirse terk edip giden reayadan 22 akçe vergi alınacağı, başka bir şeyin alınmayacağı da belirtilmiştir (Akgündüz, 1993: 661). Yukarıda vurguladığımız hususların yanı sıra Osmanlı kanunnamelerinde çift-bozan vergisi alınacaklar ve alınmayacakların nitelikleri hakkında da detaylı bilgi bulmak mümkündür. Kanunnâmelerde reayanın kendi yerini tamamen terk ederek başkasının yerinde ziraat ettikleri takdirde iki öşür alınması, çiftini bozarak başka bir işle meşgul olmaları durumunda ise çift-bozan akçesi alınması gerektiği, ancak kendi yerini ektikten sonra başkasının yerini ekmesi veyahut kendisinin ziraate uygun yeri olmayıp, başka bir yerde ziraat eyledikleri ve bundan da kazanç sağladıkları takdirde bu gibi kimselerden tekrar öşür veyahut çift-bozan akçesi alınmaması gerektiği ifade edilmiştir (Akgündüz, 1994b: 447; Uluçay, 1944: 151). Nitekim Celalzâde Kanunnamesinde, çiftbozan olan kimsenin başka yere giderek ziraatle veya başka bir sanatla uğraşırsa çift-bozan resminin alınacağı, ancak başka bir toprakta ziraat ederse iki öşür alınacağı, ancak çift resminin alınmayacağı belirtilmiştir (Akgündüz, 1994a: 289). Bazı durumlarda, reaya toprağını bıraktığı halde çift-bozan vergisinden muaf tutulurdu. Yaşlılıktan, fakirlikten, hastalıktan veya buna benzer durumlarda gücü yetmediğinden çiftini bozarsa hiçbir şekilde çift-bozan vergisi istenmezdi, ancak bennâk resmi ve ırgadiye alınırdı. Bu durumda olanların arazisi üç yıl başkasına tapu ile verilemezdi. Üç sene zarfında, tasarrufundaki araziyi ziraat edecek duruma gelmezse başkasına verilirdi (Akgündüz, 1991: 96; Çağatay, 44 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. 1947: 502). Ancak yeri, tarlası ve hayvanı olmayan köylüler çift-bozan vergisi ödemeden istedikleri gibi başka yerlere gidebilirlerdi. Kanunnâmelerde bir raiyyet iş göremeyecek duruma düşecek kadar aciz olursa, çiftini bırakırsa veya kendi isteğiyle çiftliğinden vazgeçerse ve o yeri sipahi başka birine verirse, sipahi daha sonra timardan feragat eden kimseye “sen defterde çift ve nim çift mukayyetsin. Senden resm taleb ederim” diyemeceğini, ancak resm-i bennak veya ırgadiyye alabileceği ifade edilmiştir.6 Yine başka memleketlere kazanmaya giden veya bir sanata giren, tasarrufundaki çiftliği veya arazisini hizmetkârına veya çocuklarına işletir, resim ve öşrünü verirse böylelerinden çift-bozan resmi alınmazdı (Çağatay, 1947: 502). Bu noktada bir hususu ifade etmek gerekir. Osmanlı şehri ile köyleri, dolayısıyla şehirli ile köylü arasındaki kesin ayrım çift-bozanlıkta kendini belli etmiştir. Öncelikle şehirli halk, tarım yapsa bile çift vergisi ödemezdi; buna bağlı olarak şehirli tarlasını ekmeyi bıraksa bile çift-bozan vergisi ödemezdi. Bu vergi sadece köylü halka münhasırdı. Dolayısıyla çift-bozan vergisini, seyyid, sipahizâde, berat sahibi, yağcı, yörük vb. gibi askerî sınıf mensupları ile şehir sakinlerinin ödemediğini bir daha ifade etmek gerekir. Bu zümreler zîrâatle meşgul oldukları takdirde, ziraî faaliyetlerini gerçekleştirdikleri yerlerde toprağın öşür ve resmini verirler, toprakla uğraşmak istemedikleri zaman çiftliklerini bozabilirlerdi. Bununla birlikte hastalıktan, yoksulluktan veya ihtiyarlıktan dolayı aciz kalıp çiftini bozanlardan da çift resmi ve çift-bozan vergisi istenmezdi. Devlet bir anlamda sipahinin zararını bir nebze olsun önlemek için tapu resmi uygulamasını gerektiğinde devreye sokmaktaydı. Bu durumda ciddî bir mâni bulunmadığı hallerde üst üste 3 yıl ekilmeyen topraklara, timar sahipleri tarafından el konularak başkalarına tapu ile verilebilirdi. Benzer durum, sipahinin beratında kendisine gelir olarak kaydedilmiş olan diğer vergileri de kapsamaktaydı. Bu durum, değirmen ve koyun sahipleri ile çeltik ziraatı sahaları için de geçerliydi. Mesela, vergisi defterde sipahiye bir gelir kaynağı olarak kaydedilmiş olan bir değirmenin sahibi, harap olan değirmenini terk etmek isterse, ‘değirmen hakkı’nı sipahiye ödemeye devam etmek zorunda kalabilirdi. Ancak değirmen sahibinin değirmeni işletmeye niyeti ve kudreti bulunmadığı takdirde değirmen, kadı marifetiyle tamir ve işletme yükünü üzerine alacak başka birine satılabilirdi (Barkan, 1979: 308). Konar-göçer topluluklar, hayvancılık yanında tarımla uğraşsa ve bir süre sonra tarlasını bıraksa bile onlardan çift-bozan vergisi alınmazdı. Çünkü konargöçerler bu türden sorumluluklardan muaftı. Yörüklerden çift-bozan vergisi alınıp alınmaması ile ilgili olarak da Osmanlı kanunnamelerinde bilgi Bu hususta farklı kaynaklarda yer alan bilgileri karşılaştırmak için bkz. Sofyalı Ali Çavuş, 1992: 9; Akgündüz, 1990b: 48, 96; 1991: 319; 1992: 215; Tuncer, 1987: 27; Çağatay, 1947: 501-502. 6 Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 45 bulabilmek mümkündür. Buna göre, yörük taifesi bir timarın sınırında yerleşerek ziraî faaliyetlerde bulundukları, ancak daha sonra bu bölgeden göç ederek başka bir yere gittiklerinde, dirlik sahibinin reayaya uyguladığı gibi konar-göçer taifeye bir takım mükellefiyetler uygulayamayacağı ve çift-bozan vergisi alamayacakları ifade edilmiştir. Zira ‘Yörük la-mekân’ yani yeri yurdu belirli değildir (Akgündüz; 1993; 694; 1994b: 538). Kezâ Yörüklerin yaylaklarına geliş gidişlerinde ve konaklamaları gereken yerlerde dahi üç günden çok oturmaları, otururlarsa da kimseye zarar vermemeleri gerekir. Kanunen zarar verdikleri tespit edilirse, verdikleri zarar ödetilirdi (Uysal, 1982: 22). Kanunnamelerde gayrimüslimlerden alınan çift-bozan vergisi hakkında da bilgi bulunmaktadır. 1569 tarihli Silistre sancağı kanunnamesine göre, kişi eğer Müslüman ise öşür bedeli olarak 50 akçe ve 22 akçe de resm-i çift olmak üzere toplam 72 akçe vermek zorundadır. Çift-bozan gayrimüslim ise, öşür bedeli olarak 62 akçe ve 25 akçe de ispençe olmak üzere toplam 87 akçe vermek zorundaydı (Barkan, 1943: 288; Akgündüz, 1994a: 723; 1994b: 487). Osmanlı kanunnamelerinde ellerinde olmayan sebeplerle bir anlamda mecburiyetten topraklarını terk etmek zorunda kalan köylü için nasıl bir uygulamanın gerçekleştirildiğine dair bilgiye ulaşabilmek de mümkündür. Kanunname’ye göre, eşkıyaların veya yöneticilerin zulmü 7 dolayısıyla göç eden halk, üç yıl sonra dirliğine tekrar geldiğinde eski yerlerini almaları kanun olduğu gibi, üç yıldan beri toprakları işlenmediği için, değirmen, bağ ve bahçelerinden takdir olunan öşür ve resimleri vermemeleri de belirtilmiştir (Uluçay, 1944: 151). Bu hüküm devlet-reaya ilişkileri açısından oldukça dikkate değer olup, köylünün devlet tarafından korunmasını ve adalet mekanizmasının işleyişini göstermesi bakımından da kayda değerdir. Yukarıda da açıklandığı üzere çift-bozan vergisi, ulaşabildiğimiz ilk belgede 50 akçe olarak alınırken zamanla 6 katına çıkarılmıştır. Çift-bozan vergisi miktarlarında görülen büyük artışlar, tespit edebildiğimiz kadarıyla 1603 yılında kanun haline gelmiştir. Zira çift-bozan vergisinin 300 akçeye çıkarılması ile ilgili ilk belge 1603 tarihlidir. Bahsedilen artış, yani çift-bozan vergisinin yaklaşık 150 yıl boyunca 50 akçeden 300 akçeye çıkması; enflasyonist baskıların etkisi olmakla beraber, yaygınlaşarak sürekli artma eğiliminde olan “reayanın yerini yurdunu bırakarak göç etmesini” engellemek amacıyla ilgilidir. Nitekim XVII. yüzyıl ikinci yarısına ait bir kanûn mecmuasında bulunan Meselâ Dulkadirli sancağında sipahi ve reaya arasında meydana gelen davalara başka sancakbeylerin ve adamlarının müdahalesi ve bölge halkının bu müdahale karşısında celâ-yı vatan etmeleri hususunda bkz. 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565), 1995: 390 (688 nolu hüküm); Midilli adasını iltizam eden Receb’in halka zulmetmesi üzerine reayanın terk-i diyar etmesi hakkında bkz. 3 Numaralı Mühimme Defteri (966-968/1558-1560), 1993: 336 (760 nolu hüküm). 7 46 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. (muhtemelen daha eski bir kanundan naklen verilen) şu kayıt, söylediğimiz bu gerçeği en güzel şekilde vurgulamaktadır: Çift-bozan vergisi önceleri 75 akçe olarak alınırdı. Lakin halkın çoğunluğu çiftini ve çubuğunu dağıtıp, kimi aynı yerde başka mesleklere geçmekle vakıfları ve tarlaları, özellikle zeamet ve timarlar tamamen eksik ve düzensiz olacağından bu söylenenlerden, zorla: tam çifti olanlardan 300 akçe, yarım çifti olanlardan 150 akçe, yarım çiftten az olanlardan 75 akçe çift-bozan vergisi alınması H. 1060/M. 1650 senesinde ferman olmuştur (Uysal, 1982: 28). Osmanlı kanunları, her ne kadar köylüyü yerine bağlamak amacıyla, yerini bırakanlara cezai bir vergi müeyyidesi uyguladıysa da, bu ceza sonuna kadar devam etmiyordu. Başka bir ifadeyle, bir defa çift-bozan vergisi ödeyen köylü sonsuza kadar bu vergiyi ödemez, yerine göre değişmekle beraber 10-20 yıl boyunca öderdi. Genellikle 10 yıl olan bu süre dolduktan sonra artık bu sorumluluğundan da kurtulurdu. Ama sipahi bahsedilen bu süre içinde, her an reayasını alıp zorla eski yerine götürme yetkisine sahipti. Ama kanunlardaki “çift-bozan vergisi geçmişe dönük alınmaz ve faizi de olmaz” hükmü (Tuncer, 1988: 83), reayaya sipahiden kaçarak hiçbir vergi ödemeden bu süreyi geçirmek amacıyla, sipahinin ulaşamayacağı kadar uzaklara gitmek veya gizlenmek yollarını da açmıştır. Çeşitli bölgelerde alınan çift resmi ile çift-bozan resimleri karşılaştırılırsa aralarında sıkı bir bağ olduğunu söylemek zordur. Çünkü çift resimleri 10-100 akçe arasında değişmesine karşılık çift-bozan vergisindeki çeşitliliğin bu derece olmadığı dikkati çeker. Ama bu zayıf bağa karşılık yine de çift resminin genellikle 24-36 arasında kaldığına bakılırsa çift-bozan vergisinin XVI. yüzyılda çift resminin iki katı civarında seyrettiği, zamanla meydana gelen değişme ve bozulmalara bağlı olarak XVII. yüzyıl ve sonrasında miktarının arttığı söylenebilir. Çift-bozan vergisi miktarı da yöreden yöreye bazı farklılıklar göstermekteydi. Özellikle Kanuni ve takip eden dönemde belgelerin çokluğu nedeniyle bu durum hemen dikkati çekmektedir. 1583 tarihinde Trabzon livasında alınan çift-bozan vergisi, diğer bölgelere göre farklı bir şekilde nakdi değil ayni alınmıştır. Ve belki de bu yüzden sadece Trabzon’da bu vergiye ‘levendlik akçesi’ adı verilmiştir. Çift-bozan vergisi ‘levendlik akçesi’ adı altında Trabzon’da önceleri iki kile buğday ve bir kile arpa olmak üzere 3 kile ayni vergi alınırken bir süre sonra bu vergi 5 kileye yükselmiştir (Barkan, 1943: 58-60). Bu bölgede farklı bir uygulama olmasının Trabzon ve civarının ziraatinin zor ve meşakkatli olmasıyla ilgili görünmektedir. Zira Trabzon Kanunnamesinde bu hususa vurgu yapıldığı gibi bazı ahalinin yerlerini yurtlarını terk ettikleri ve dağıldıkları, bundan dolayı da daha önce uygulanan Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 47 tahririn çok doğru bir şekilde yapılmadığı, reayanın isimlerinin yanlış yazıldığı, bu yüzden bölgenin yeniden tahrir edildiği ifade edilmiştir (Barkan, 1943: 60). Yukarıda verilen bilgileri özetlemek gerekirse, XVI. yüzyılda çift-bozan vergisi ödemek, zamanla reaya için biraz daha kolaylaşmış veya yerini terk eden reaya üzerindeki caydırıcı etkisini kaybetmiş olacak ki, bir süre sonra çift-bozan vergisi miktarında yeni düzenlemeler yapılmıştır. Tabi bu düzenlemede, bahsedilen göçlerin yaygınlaşması yanında, imparatorlukta 1585-1586 tarihleri arasında yapılan büyük tağşişin ve sonuçta enflasyonist hareketlerin payının olduğu unutulmamalıdır. Reaya geçerli bir mazereti olmadan elindeki çiftliğini boz bırakırsa, ekmediği her yıl için sipahinin zararını tazmin amacıyla çiftbozan adındaki vergisini vermek zorundaydı. Reayanın çift-bozan vergisi mükellefi haline gelmesi için, ya yerini yurdunu bırakıp toprağını boş bırakması gerekiyor ya da başka yere göçmese bile başka işlerle meşgul olarak toprağını ekmemesi gerekiyordu. Eğer köylü, elindeki toprağı ektikten sonra başka zanaatlarla uğraşırsa bu durumda çift bozan vergisi istenmezdi. Aynı şekilde reaya, başka köylere gitse bile, eğer gelip tarlasını ekiyorsa bu durumda yine çift-bozan vergisi ödemezdi (Uysal, 1982: 46). Dolayısıyla buradaki asıl amaç, göçü engellemek veya reayanın tarım dışına kaymasını engellemek değil, toprağın boş kalmamasını sağlamaktı. Ama belgelerdeki kayıtlar ve Osmanlı köylerinin ekonomik yapısı dikkate alındığında tarlasını bırakanların çoğunlukla köylerinde kalmayıp başka yerlere göç ettikleri söylenebilir. Başka bir ifade ile çift-bozanları, her zaman olmasa da büyük oranda göç eden kişiler olarak değerlendirmek mümkündür. Çift-Bozanlığın Artış Sebepleri Çift-bozanlığın artmasının en önemli sebeplerinden biri, XVI. yüzyıldaki nüfus artışıdır. Osmanlı imparatorluğunda özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir nüfus artışının olduğu bugün kabul edilen bir görüştür. İlk defa Fernand Braudel tarafından ortaya atılan Akdeniz ülkelerinde büyük nüfus artışlarının olduğu tezi (Braudel, I, 1993: 485), Barkan’ın çalışmalarıyla doğrulanmış ve Osmanlı imparatorluğunda da nüfusun arttığı ileri sürülmüştür (Barkan, 1951-53: 15-17, 21). Artan nüfusun toprak üzerindeki baskısı, özellikle kırsal bölgelerdeki nüfus/toprak dengesini değiştirmiş, nüfus artışı, ekilen alanlardaki artıştan daha hızlı gerçekleşmiş ve bu durum da köylülerin tarımsal işletmelerinin parçalanmasına, çiftin bütünlüğünün korunamamasına; yani toprakların parçalanmasına, bu ise, köylülerin topraksız kalmasına yol açmış ve sonuçta göçlerin başlamasına neden olmuştur (Gümüşçü, 2001: 187). Başka faktörler de etkili olmakla beraber, bize göre tımar sisteminin bozulması ve dolayısıyla çift-bozanların artmasında en önemli sebep, ‘toprakların parçalanması’dır. Kırsal kesimdeki sosyal-ekonomik şartların bozulması ve ağırlaşmasından toplumun her kesimi etkilenmişse de, en fazla 48 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. etkiyi kırsal kesimde toprağı azalan veya topraksız kalanlar görmüş, böylece göç hareketlerinin önemli unsurlarından biri de çift-bozanlar olmuştur. Tahrir defterleri verilerine dayanan Cook, hem nüfusun hem de ekilen toprakların artmasına karşın, nüfus artışının ekilen alanlardaki artıştan daha hızlı olduğunu tespit ederek; köylülerin tarımsal işletmelerinin parçalanmakta olduğunu ve geleneksel tarımsal işletmelerin birimi olan çiftin bütünlüğünün korunamadığına işaret etmiştir (Cook, 1972: 30-82). Bu gerçek başka araştırmalarda da tespit edilmiş, XVI. asır içerisinde, kanunen parçalanmaz olan çiftin ciddi oranlarda parçalandığı sonucu tespit edilmiştir. Gerçekten de aşağıdaki tablodaki (Tablo: 1) rakamlara bakılırsa, her bölgede tarım topraklarının ciddi oranlarda parçalandığı, hatta köylünün topraksız kaldığı; böylece tarımsal üretim ve verimin zarar gördüğü ve sonuçta köylülerin pek çoğunun göç ettiği, yani toprağını bırakarak çift-bozan haline geldiği açıkça görülmektedir. Tablo 1. XVI. Yüzyılda Bazı Sancak ve Kazalarda Nefer Sayıları İle İşlenen Tarım Toprağı Miktarları Mekân Hüdavendigar Sancağı Artış/Azalış Oranı Larende Kazası Artış/Azalış Oranı Divriği Kazası Artış/Azalış Oranı Tokat Kazası Artış/Azalış Oranı Sivas Kazası Artış/Azalış Oranı Yıllar 1521 1573 - Nefer 20037 39531 +1.97 Çift 1931 1641 -1.17 Nimçift 2012 2451 +1.21 Bennak 2466 8056 +3.26 Ekinli/Caba 2341 2031 -1.15 Mücerred - 1500 1584 - 4730 12762 +2.69 905 309 -2.92 2232 2370 +1.06 482 3796 +7.87 308 4406 +14.30 462 - 1530 1569 - 2615 5058 +1.93 137 99 -1.38 386 469 +1.21 36 298 +8.27 463 1092 +2.35 170 825 +4.85 1520 1574 - 8106 21039 +2.59 392 259 -1.51 2141 1574 -1.36 638 1226 +1.92 2206 5367 +2.43 2286 9355 +4.09 1520 1574 - 6142 15081 +2.45 72 29 -2.48 683 563 -1.21 546 1933 +3.54 2953 2377 -1.24 1370 4134 +3.01 Kaynak: Gümüşçü, 2001: 203; Gümüşçü, vd., 2014: 189; Demir, 2007: 249-257. Bu konuda etkili olan faktörlerden biri de, özellikle XVI. yüzyıl sonlarından itibaren uzun ve masraflı savaşların yapılması ve bu savaşlarda fetihlerle artık Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 49 yeni toprak kazanımlarının gerçekleştirilememesidir. Hatta savaşlarda toprak kazanımları bir yana, toprak kayıplarının başlaması, tarım yapacak toprak bulamayan köylünün istihdam edildiği bu alanı tamamen kapatmıştır. Çift-bozanlığın artmasının diğer temel sebeplerinden biri ise, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren kendini iyice hissettiren ekonomik krizdir. Altın ve gümüş darlığı yüzünden devletin para rejiminde görülen bozulma hadisesi ile birlikte, eşya fiyatlarında yükselme görülmüştür. Bir taraftan para darlığı, diğer taraftan pahalılık, akçe değerinin küçülmesi, değeri düşük olan akçelerin ortaya çıkması gibi bir takım hususlar, devletin ekonomisini ciddi anlamda sarsmıştır (Akdağ, 1999a: 42). Ekonominin kötüye gidişi ile birlikte vergilerin artması ve köylünün büyük bir yoksulluk içine düşmesi, çiftçinin toprağından ayrılarak kendisine geçim kaynağı bulabilecek başka yerlere göç etmelerine sebep olmuştur denilebilir (Akdağ, 1999a: 69). Nüfus artışı ve ekonomik kriz, Osmanlı imparatorluğunda sosyal patlamaların yaşanmasına yol açmıştır. Mustafa Akdağ Celali isyanlarının bu patlamaların doruk noktalarından biri olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren suhte adı verilen medrese talebelerinin yanısıra levend denilen ve doğrudan doğruya köyünü terk eden delikanlılar özellikle Celaliliğin başlangıcında önemli rol oynamışlardır. Tarlalarını ve mallarını satmak mecburiyetinde kalan ve geçim derdine düşen levendlerin iş bulmak için müracaat ettikleri yerlerin başında ümeraya kapu halkı olarak yazılmak gelmekteydi. Akdağ, köylerini terk edenlerin bu dönemde sayıları oldukça fazla olduğunu, İstanbul, Bursa ve Edirne’nin bu türden kimselerle dolup taşıdığını, işsiz ve kalabalık olan bu kimselerin ise asayişsizliğe bulaşmalarının kaçınılmaz olduğunu ileri sürer ve bu grupları da Celali hareketinin başlatan gruplar içerisine dâhil eder. Nitekim yine ona göre, Celali bölükleri, ‘levend’ denilen ‘çift-bozan’ unsur ile resmi hüviyet sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir. Ancak Celaliler, suhtelerin birer medreseye bağlı kalarak belli bölgelerde gruplaşmalarının aksine, asla bir yere bağlı olmamışlar, sürekli yer değiştirmişler ve daimi ve uzak mesafeler içinde dolaşmışlardır (Akdağ, 1999a: 70-73). Bu türden kimselerin artışı, köylerde yaşayan herkesi de etkilemiştir. Zira Kâtip Çelebi, Celalilerin ortaya çıkışı ile birlikte reayanın güçsüzleşerek bölgelerini terk ettiklerini, köylerden şehre kaçtıklarını ve İstanbul ve çevresinin bu gibi göç edenlerle dolu olduğunu belirtmektedir (Kâtip Çelebi, 1982: 24). Bu dönemde sadece Celalilerin değil, yönetici kesimin de halka zulüm ettiği bilinmektedir. Eserini 1631 yılında hazırlayan ve IV. Murad’a rapor olarak sunan Koçi Bey, meşhur risalesinde, ulûfeli kul taifesinin fazla olduğunu, kul fazla olunca masrafın çok fazlalaştığını, masrafın fazla olmasının da vergilerin, dolayısıyla bu masrafın alınmasının halka zulüm yapılmasına yol açtığını ve 50 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. sonuçta devletin düzeninin bozulduğunu ileri sürmüştür. Koçi Bey bu dönemde reayaya yapılan zulmün hiçbir tarihte, ülkede ve padişah döneminde olmadığını da belirtmektedir (Göriceli Koçi Bey,1994: 60-62). Yukarıda izah ettiğimiz sebeplerin yanında devletin asker ihtiyacının da çiftbozanlığı arttırdığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Zira İnalcık’a göre (İnalcık, 1980: 287), XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın başlarında köylüleri tarımdan uzaklaştıran en etkili faktör, timarlı sipahilerin önemini ve fonksiyonlarını kaybetmeleriyle birlikte merkezi yönetimin paralı askerlere yönelmesidir. Bu dönemde timarlı sipahilerin çağdışı kalması, ateşli silahlarla donatılmış yeni askerlere olan gereksinimi arttırmış ve reayanın da orduya girmesine izin verilmeye başlanmıştır. Bu durum çift sahibi olan ancak durumundan memnun olmayan genç köylülere cazip gelmiştir (Veinstein, 1998: 44). Çift-Bozanlığın Sonuçları Gerçek şudur ki, Osmanlı tarih kaynakları ve resmi belgeleri çift-bozanlığı bir ‘düzen aksaklığı’ olarak nitelendirmektedir (Akdağ, 1999b: 316). Çiftbozanlık 1243’lerden itibaren Anadolu’yu sarsan Moğol bunalımı ile hız kazanmış, hattâ II. Bayezid döneminde düzeni sarsacak kadar etkili olmuştur. Bununla birlikte Yavuz dönemindeki taht kavgalarının bu süreci daha çok körüklediği, üstüne üstlük yapılan vergi artırımları ve memurların vergi toplamayı bir soygunculuk aracı haline getirmelerinin ilk toplu levent ve sekban hareketlerinin meydana gelmesine yol açtığı bilinmektedir (Akdağ, 1999a: 115122). Bu ortam topraklarının verimliliğinden dolayı hükümet ileri gelenlerinin kurduğu büyük çiftliklerin bulunduğu bölgeleri, özellikle Balıkesir, Bursa, İzmit, Edirne ve İstanbul’u kapsayan Marmara ve çevresinde genel bir güvensizlik ortamının oluşmasına yol açmıştır. Vilayet yöneticilerinin ve vergi toplayıcılarının çiftçi halkı soymaları ve Kanuni döneminde tarım topraklarının yeniden yazdırılarak köylünün vergilerini artırılması, köylü ayaklanmalarını ortaya çıkarmıştır. Bu ayaklanmalara katılanlar içerisinde çift-bozanlar da vardı. Dolayısıyla 1500’lerden 1550’lere kadar genel toplum hayatının güvenden yoksun bir sürecin başladığını, eşkıyalığın, soygunculuğun ve hırsızlığın yaygınlık kazandığını söyleyebilmek mümkündür. Özellikle çift-bozanlığın kaynağı olan Anadolu’daki eşkıyalar Rumeli’ye kadar giderek burada soygunculuk yapabilmekte ve bir gecede tekrar eski yerlerine gidebilmekteydiler (Akdağ, 1999a: 122-125). 1550’lerden itibaren çift-bozanlık, yalnız asayişi bozmamış, pek çok köyün boşalmasıyla birlikte tarıma da büyük bir zarar vermiştir. Bu suretle başlayan iç göçler, soygunları dayanılmaz kılmış, artık köylüler çiftini bırakmak zorunda kalmış ve devlet toplumsal ve ekonomik anlamda bir çıkmazın içine girmiştir (Akdağ, 1999b: 316). Mustafa Akdağ’a göre, çift-bozan-levent birikintisi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 51 adlandırılan kitle, Celali bölüklerine dönüşmüştür. Bunlara dirlikleri ellerinden alınan tımarlı sipahiler de eşlik etmiştir. Çift-bozanların toptan çıktıkları bir bölgeleri bulunmamaktaydı. Özellikle Anadolu’da köylerde bulunan çoğu ergen gençler üçer beşer kişi halinde iş aramak için ‘gurbete’ çıkan bu kimseler, sonuçta yolların güvenini bırakmayan, kervanları vuran, köy kasaba ve şehirde gözlerine kestirdikleri zenginleri öldüren, hırsızlıkların türlüsünü yapan, fuhuş, içki, kumar vb. gibi genel ahlâkın çökmesine yol açmışlardır (Akdağ, 1999a: 123). Akdağ’ın ileri sürdüğü bu hususları dikkate almakla birlikte söz konusu görüşlere temkinli yaklaşmakta fayda vardır. Suhte (medrese öğrencisi) isyanları ile başlayan bunalım; devletin, suhtelerin isyanlarını bastırmak için işsiz, çoğu kez çift-bozan, eşkıya ve levendlerden oluşan kişileri kullanarak bastırmak istemesi nedeniyle başka bir boyut kazanmıştı. Bu uygulama bir süre sonra adı geçen kişilerin, topluluklar halinde isyancı grup haline gelmesine, dolayısıyla başına buyruk Celali gruplarının doğmasına yol açmıştır. 1575-1597 arasında suhte isyanları, 1597-1608 arasında (1603-1608 arasında doruk seviyeye ulaşan Celalî isyanlarına bağlı olarak, yerini yurdunu terk edenlerin artması nedeniyle bu döneme ‘Büyük Kaçgunluk’ adı verilmiştir (Gümüşçü, 2001: 186). Celali isyanları bastırıldıktan sonra da bu grubun bakiyeleri halka zulmetmeye devam etmişlerdir.8 Çift-bozanlığın önemli sonuçlarından biri Türk denizciliğine olan etkisidir. Çift-bozanlar, iş bulabilmek umuduyla gemicilik işine yönelmişlerdir. İzmir ve Ege sahillerindeki çift-bozanların çoğu garp ocaklarına gidip gemicilik etmişlerdir (Uzunçarşılı, 1988: 294). Ege sahil şehir, kasaba ve köylerinden, daha ziyade İzmir, Karaburun, Muğla havalisinden özellikle çift-bozan olanlar tedarik edilip garp ocaklarına sevk edilmişlerdir (Uzunçarşılı, 1988: 305). Hattâ çift-bozanlar, Anadolu ve Balkan kıyılarını soyan bir iç korsanlık geliştirerek (Gelibolulu Mustafa Âli, 1978: 65-69) yalnız Kuzey Afrika’yı değil, doğrudan doğruya Anadolu ve özellikle Rumeli kıyılarını da kullanarak, Hıristiyan gemi ya da kıyı şehir ve kasabalarına baskınlar yapmaktaydılar. Hatta bu kimseler içerisinde ünlü gemi reisleri ve denizciler dahi yetişmiş ve bu Türk korsanlarının yararları Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarına kadar sürmüştür. Ancak Kanuni’nin saltanatının bitimine doğru devlet, kişilere özel gemi yapımını yasaklayınca iç korsanlık da gittikçe gücünü kaybetmiş, bu durum önemli bir geçim kaynağının son bulmasına, devlet donanmasına savaşlarda önemli katkılar sağlayan ‘gönüllü reisler’ kaynağının da kurumasına ve millî denizciliğin olumsuz yönde etki etkilenmesine sebep olmuştur (Akdağ, 1999a: 144-149). Celali bakiyyelerinden Deli Çirkin’in Çal kazasında yaptığı zulüm üzerine halkın bulunduğu yeri terk etmek istemesi hakkında bkz. 85 Numaralı Mühimme Defteri, (1040-1041 (1042)/1630-1631 (1632), 2002: 94 (151 nolu hüküm); benzer hükümler için bkz. 235 (381 nolu hüküm), 249 (403 nolu hüküm), 288-289 (472 nolu hüküm). 8 52 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. Çift-bozanlığın diğer önemli sonuçlarından biriyse, kıtlık ve darlığın yaşanmasına sebep olmalarıydı. Tarımla ilişkisini kesen ancak bu arada bulundukları yerde yaşamaya devam edip, ziraî faaliyetlerle uğraşmayarak zanaat işlerine girişenler, o yerleşim yerinin darlık ve hatta kıtlıkla yüzleşmesine sebep olmaktaydılar. Nitekim III. Murad devrine ait olan Pojega Sancağı Kanunnamesi’nin Kanûn-ı İskele-i Ösek kısmında bu hususa dair güzel bir misal vardır. Kanunnamede yer alan bilgilere göre, Budin’e bağlı Ösek ahalisinden reaya olarak kaydedilenlerin önemli bir kısmı çift bozmuşlar ve tarım dışı faaliyetlere yani, çanakçılık, çömlekçilik, balıkçılık ve değirmencilik gibi kâr getiren işlere girişmişlerdi. Bu durum bölgede verginin toplanamamasına yol açtığı gibi, temel besin ihtiyaçlarının temin edilmesini engellemiş ve bölge ahalisi açlık ve kıtlık sıkıntısı çekmişti (Karademir, 2014: 206). Bu misal, ‘çift-bozan’ kimselerin devletin ekonomisine ve halkın iaşesine olan olumsuz etkisini göstermesi bakımından oldukça önem arz etmektedir. Esas itibariyle çift-bozanların tarımsal üretimi bırakarak şehirlere, özellikle de İstanbul, Bursa ve Edirne gibi sultan vakıflarının bulunduğu yerlere gelmesi, söz konusu kimselerin mevcut olan kurulu esnaf sistemine dışarıdan kayıt dışı olarak dahil olmaları buralarda meskûn olan esnaf, zanaatkâr ve işçilerin pek de hoşuna gitmemiştir. Gelibolulu Mustafa Ali’nin ifadesiyle, “şehirlere gelen bu işsiz kalmış çift-bozanların en şanslı olanları dahi hamal, kestane satıcısı ve bitpazarında dellâl olmaktan öteye gidemiyorlardı”. Bu durumu oldukça sert bir dille eleştiren muhalif entelektüellere göre çift-bozanlar, hem sipahiye hem de devlet hazinesine bir fayda sağlamadıkları gibi şehirlilerin mevcut ekonomik düzenini de sarsmış ve tüketim dengesine müdahale etmek suretiyle onların darlık ve sıkıntı yaşamalarına sebep olmuşlardı (Karademir, 2014: 308). Sonuç Akdağ’ın özellikle mühimme defterlerine dayanarak hazırladığı ve yukarıda sıklıkla atıfta bulunduğumuz çalışmaları, özellikle XVI. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik ve idarî düzenin bozulması yönünde önemli gelişmelerin ortaya çıktığını gösterir niteliktedir. Onun bu dönem üzerine yazdığı görüşlere temkinli yaklaşmakla birlikte söz konusu süreçte önemli hadiselerin yaşandığını göz ardı etmek de mümkün görünmemektedir. Özellikle nüfusun artması, iktisadî darlık, askeri düzenin bozulması, toprak kayıpları, vergi sistemindeki adaletsizlikler, yöneticilerin zorbalıkları, ziraî ekonomide kriz, idarî düzendeki bozulmalar, Sam White’in belirttiği gibi ‘Küçük Buzul Çağı’nın olumsuz etkileri (White, 2013: 173-194), güvensizlik ve eşkıyalığın artması gibi gelişmeler, Osmanlı toplumunun huzurunu ve mevcut düzenini oldukça sarsmıştır. Adı geçen sebeplerin hepsi önemli olmakla birlikte, köylü açısından en önemli faktörün; yukarıda rakamlarla gösterildiği gibi tarım topraklarının parçalanması, topraksız kalma Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 53 ve sonuçta tarımsal verim ve üretimin azalması ile buna bağlı meydana gelen, kıtlıklar ve geçim sıkıntısı olduğu ileri sürülebilir. Bu denklemde, nüfus artışının tersine tarım topraklarının fazla artmaması ve olanların da parçalanması süreci diğer faktörlere göre ön plana geçerek, kırsal düzeni sürekli kötüye götürmüş, ciddi bir açmaza sürüklemiştir. Dolayısıyla, tüm bu faktörler tek geçim kaynağı tarım olan köylüye başka şans bırakmamıştır. Dönemin sosyal ve ekonomik yapısı gereği, çift-bozan olduktan sonra kırda başka bir işe yönelme şansı olmadığından, bu duruma düşen köylünün çift-bozan olarak ‘göç etmek’ten başka bir çaresi kalmamıştır. Celali gruplarına katılmak, bir beyin kapısında ‘kapulanmak’ gibi çeşitli geçici çözümler bulanlar olsa da, çoğu köylü göç etmek zorunda kalmış, bu göç edenlerin baş aktörleri de her zaman çift-bozanlar olmuştur. Buraya kadar anlatıldığı üzere sancak kanunnamelerinde yer alan çift-bozan ve ilgili hükümler, başka belgelerden derlenen verilerle desteklenmese bile, Osmanlı topraklarında yaşanan iç göçlere ışık tutacak niteliktedir. Gerçekten de sancak kanunnamelerindeki yaygınlığı, çift-bozan resmindeki artışlar, çiftbozanların terk ettikleri yere geri getirilme sürelerinin giderek daha uzun zamana yayılması hükümleri, bu meselenin önüne geçilemez şekilde sürekli büyüdüğünü kanıtlamaktadır. Her ne kadar tarımı bırakarak başka bir işle meşgul olmak çift-bozan olmak için yeterliyse de, dönemin sosyal ve ekonomik şartları gereği, bu kimselerin başka işle uğraşma şansları zaten yoktu. Dolayısıyla, krizler ve değişim dönemi olan XVII. yüzyıl ve sonraki zaman dilimlerindeki çift-bozanların çok büyük bir kısmı doğrudan ‘göç’ anlamına gelmekteydi. Başka bir ifade ile gerek tarım topraklarının parçalanması, gerekse özellikle Celali isyanları sonrasında yerini yurdunu terk eden köylülerin ‘çiftbozan’ haline gelmesi, hem tüm bağlantıları ile birlikte Osmanlı tımar sistemini büyük oranda etkilemiş, hem de bunların yanında, bu hale gelen kimseler ülke topraklarında ciddi boyutlarda bir iç göç yaşanmasına sebep olmuşlardır. Kaynakça 3 Numaralı Mühimme Defteri (966-968/1558-1560), (1993), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565), (1995), Özet-Transkripsiyon ve İndeks, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572), (1996), Özet-Transkripsiyon ve İndeks, I, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. 85 Numaralı Mühimme Defteri, (1040-1041 (1042)/1630-1631 (1632), (2002), ÖzetTranskripsiyon-İndeks, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. Akdağ, M. (1999a), Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celalî İsyanları, Barış Yayınları, Ankara. 54 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. Akdağ, M. (1999b), Türkiye’nin İktisadî ve İçtimai Tarihî, (1453-1559), C. II, Barış Yayınları, Ankara. Akgündüz, A. (1990a), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 1. Kitap Osmanlı Hukukuna Giriş ve Fatih Devri Kanunnâmeleri, Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1990b), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 2. Kitap II. Bâyezid Devri Kanunnâmeleri, Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1991), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 3. Kitap Yavuz Sultan Selim Devri Kanunâmeleri, Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1992a), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 4. Kitap Kanunî Devri Kanunnâmeleri, I. Kısım Merkezî ve Umumî Kanunnâmeler (I), Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1992b), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 5. Kitap Kanunî Devri Kanunnâmeleri (I), Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1993), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 6. Kitap Kanunî Devri Kanunnâmeleri II. Kısım Eyâlet Kanunnâmeleri (II), Fey Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1994a), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 7/I. Kitap Kanunî Devri Kanunnâmeleri (IV), 7/II. Kitap II. Selim Devri Kanunnâmeleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul. Akgündüz, A. (1994b), Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 8/I. Kitap III. Murad Devri Kanunnâmeleri, 8/II. Kitap III. Mehmed Devri Kanunnâmeleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul. Andreasyan, H. D. (1976), “Celalilerden Kaçan Anadolu Halkının Geri Gönderilmesi”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Aynî Ali Efendi (1963), (Kanunname-i Âl-i Osman), Osmanlı Devleti Arazi Kanunları, (Bugunkü dile çev. H. Tuncer), Tarım Bakanlığı Yayınları, Ankara. Barkan, Ö. L. (1943), XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları Kanunlar I, (Yay. Haz. H. Özdeğer), İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Barkan, Ö. L. (1951-53),“Tarihi Demografi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, X, s. 1-27. Barkan, Ö. L. (1979), “Timar”, İA., C. XII/I, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara. Barkan, Ö. L. (1980), “Feodal” Düzen ve Osmanlı Timarı”, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler 1, Gözlem Yayınları, İstanbul, s. 873-895. Braudel, F. (1993), II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, Cilt I, (Çev. M. A. Kılıçbay), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. Cezar, M. (1965), Osmanlı Tarihinde Levendler, Çelikcilt Matbaası, İstanbul. Cook, M.A. (1972), Population Pressure in Rural Anatolia 1440-1600, Londra. Çağatay, N. (1947), “Osmanlı İmparatorluğunda Reâyâdan Alınan Vergi ve Resimler”, DTCFD, V/I (Ocak-Şubat), s. 483-511. Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Göç Aktörleri Olarak Çift-Bozanlar 55 Demir, A. (2007), XVI. Yüzyılda Samsun-Ayıntab Hattı Boyunca Yerleşme, Nüfus ve Ekonomik Yapı, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara. Faroqhi, S. (1994), Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Faroqhi, S. (2001), Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Gelibolulu Mustafa Âli (1978), Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyâfet Sofraları (Mevâidün’n-nefâis fi kavâidi’l-mecâlis), Haz. O. Ş. Gökyay, İstanbul. Genç, M. (2007), “Osmanlılar/İktisâdî ve Ticarî Yapı”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 33, s. 525-532. Genç, M. (2002), Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, İstanbul. Göriceli Koçi Bey (1994), Koçi Bey Risâlesi (Eski ve yeni harflerle), (Haz. Y. Kurt), Ankara. Gümüşçü, O. (2001), XVI. Yüzyıl Larende (Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfus, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Gümüşçü, O. (2004),“Internal Migrations in Sixteenth Century Anatolia”, Journal of Historical Geography, 30/2, s. 231-248. Gümüşçü, O. (2007), “The Concept of Village Boundary in Turkey from the Ottoman Times to the Present”, Archivum Ottomnicum, S. 24, s. 37-60. Gümüşçü, O., Uğur, A. ve Aygören, T. (2014), “Deforestation in Sixteenth Century Anatolia: The Case of Hüdavendigar (Bursa) Sancak”, Belleten, S. 281, s. 167-200. Halaçoğlu, Y. (1995), XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. İnalcık, H. (1980), “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 16001700”, Archivum Ottomanicum, VI, s. 283-337. İnalcık, H. (1999), “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı, C. 1, s. 37-117. İnalcık, H. (2000), Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi I, 13001600, Eren Yayınları, İstanbul. Karademir, Z. (2014), İmparatorluğun Açlıkla İmtihanı, Osmanlı Toplumunda Kıtlıklar (1560-1660), Kitap Yayınevi, İstanbul. Kâtip Çelebi (1982), Düstûru’l-amel li-ıslâhi’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar), (Haz. A. Can, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. Kazıcı, Z. (2003), Osmanlı’da Toplum Yapısı, Bilge Yayınları, İstanbul. Naîmâ Mustafa Efendi (2007), Târih-i Na’îmâ (Ravzatü’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri’lHâfikayn), (Haz. M. İpşirli), Cilt II (1016-1038/1607-1629), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Pakalın, M. Z. (1993), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. III, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. 56 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 1, Mart 2016, s.29-56. Singer, A. (1996), Kadılar, Kullar, Kudüslü Köylüler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Sofyalı Ali Çavuş (1992), Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Toprak Tasarruf Sistemi’nin Hukukî ve Malî Müeyyede ve Mükellefiyetleri, (Haz. M. Sertoğlu), Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Tuncer, H. (1987), Yavuz Sultan Selim Kanunnamesi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Yayınları, Ankara. Tuncer, H. (1988), Kanuni Sultan Süleyman Zamanına Aid Kanunname, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Yayınları, Ankara. Uluçay, M. Ç. (1944), XVII. Asırda Saruhan’da Eşkiyalık ve Halk Hareketleri, Manisa Halkevi Yayınları, İstanbul. Uysal, A. (Haz.) (1982), Zanaatkârlar Kanunu, Kanun-nâme-i Ehl-i Hıref, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Uzunçarşılı, İ. H. (1970), Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Uzunçarşılı, İ. H. (1988), Osmanlı Tarihi, C. III/II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Veinstein, G. (1998), “Çiftlik Tartışması Üzerine”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, (Ed. Ç. Keyder ve F. Tabak), (Çev. Z. Altok), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. White, S. (2013), Osmanlı’da İsyan İklimi Erken Modern Dönemde Celali İsyanları, Alfa Yayınları, İstanbul.