Sayfa 22 Haziran 2000 Serxwebûn Sanat ve ‹deoloji Sanat ırmağa benzer. Irmak kaynaktan doğar, özgür akar ve denize dökülür. Sanat insandan doğar, özgür üretir ve topluma mal olur, evrenselleşir. Irmak aktıkça vardır, sanat yarattıkça... Irmak doğa için, sanat insan için vardır. Irmak kaynağa, sanat insana bağlıdır. Irmak belli bir mecrada, sanat belli bir ideolojik çizgide ilerledikçe anlamlıdır. Sanat; büyük düşünce, duygu ve hayal gücünün yaşamın karmaşık gerçekliğini bir oya gibi dantel dantel örmesi, renk, desen ve motifler vererek estetize etmesi, yeniden üretmesidir. Sanat; duygu, irade ve zihnin, zengin estetik araçlarla makro düzeyde etkilenmesidir. Sanat; tüm bu özellikleriyle ve özgür demokratik muhtevasıyla çok çeşitli fikirler içeren zengin tartışmalara en açık alandır. Kapsamı, bileşenleri, içeriği, işlev ve etkileriyle hep tartışılmıştır. Bugün de entellektüel tartışma ve polemiklerin ana konusu olmaya devam etmektedir. Sanata dair, sanatla ilgili-ilgisiz bir çok çevre ve grup birbirine zıt bir çok görüş öne sürmekte, doğru yanlış yorumlar yapmaktadır. Genel olarak tarihte ortaya çıkmış tüm edebi-sanat okulları ve grupları; tüm sanat üslup, biçim ve akımları hep iki kampa bölünmüşlerdir. Biri sanat üretimine yönelir ve uğraşları, eserleri toplumun ilerlemesinde, aşama kaydetmesinde önemli rol oynar. Diğeri ise, sanatın bu vasıflarını inkar eder, inkar edişin sığlığını ve körlüğü ile dış yaşamın kaba ve yanılsamalı yansımalarını vermekle yetinir. Bu özellikleriyle de ileriye, aydınlık geleceğe doğru yürüyüşü baltalayıcı rol oynar. Biri; gerçekçi, geliştirici ve ilericidir. Diğeri; yanıltsamacı, tutucu ve gericidir. Aynı kutuplaşma ve tartışma güncel planda da sürmektedir. Bir kesim sanatın sınıflar üstü, sınıflardan bağımsız ve ideolojisiz olduğunu öne sürerken; bir kesim de –ki bu doğru görüştür– ideolojisiz sanatın olamayacağını, sanat ile ideolojinin ayrıştırılmamaz bir bütünlük içinde olduğunu savunur. Açıktır ki; ideolojiler üstülük, ideolojisizlik ya insanüstü bir tanrısallık ya da boş bir kuruntu ve safsatadan başka bir şey değil. Aslında böylesi bir görüşü öne sürmek bile başlı başına bir ideolojik tutum olup, özünde gerici, verili düzen ideolojilerini savunmaktadır. “İdeolojisiz sanat” düşüncesine günümüzde öncülük edenlerin başında Postmodernistler geliyor. Özünde mevcut sistemin devamından yana olan, sınıfların, ideolojidelerin anlamsızlaştığını, işlevsizleştiğini, hatta ortadan kalktığını, artık tarihin sonuna gelindiğini öne süren, bireyciliği bencillik düzeyinde yaşayan post-modernistler sanatta estetiği, imgeyi, insanı, insan ruh ve güzelliğini dıştalamakta, her şeyin merkezine simgeyi koyarak metalaştırmaktadır. “Gelecek yok, toplum yok, şimdi ve ben varım. O halde dilediğim gibi yaşarım” felsefesi her türlü etkinliklerine yansımakla birlikte, en çarpıcı biçimiyle “sanat etkinliklerinde” kendisini dışa vurmaktadır. Aşağıya aldığımız dörtlük postmodernizm felsefesini ve sanat anlayışını gözler önüne sermektedir: “Benden önce zaman yoktu Benden sonra da olmayacak Zaman benimle başladı Ve benimle son bulacak.” (Daniel Van Czepko) Oysa ki, ideoloji sınıflı topluma geçişten günümüze farklı biçim ve görüntüler arz etse de, sürekli varılığını korumuş ve insan yaşamına nüfuz etmiştir. “İnsanların yaşam değerleri, felsefi görüşleri, dinsel ya da din dışı inançları oldukça, buna bağlı olarak toplumsal, hatta sınıfsal istekleri oldukça ideolojiler (de) var olacaktır.” İdeoloji bir gelecek öngörüşü, bir gelecek tasarımıdır. Ve sadece bir fikir olarak kalmakla yetinmez, “gerçekliği doğrudan doğruya belirlemek” ister. Bu istenç durağan değil, hareketli ve dinamiktir. Dinamizm, her an canlıdır, hareket ise, hep ileriye dönüktür. Bu nedenledir ki, tarihsel olarak toplumsal akış, ideolojilerin gelişmesi, yaşama geçmesi, hakimiyet kurmasıyla gerçeklişmiştir. Yoksa yaşam kendiliğinden dönüşmez. Onu insanlar dönüştürür. Tabii ki, yaşamın öz koşullarına göre ve belli bir bakışa, düşünceye, felsefeye dayanarak... Zira “ideolojik yapının temelini oluşturan fikirler şu-bu kişilerce düşünüle düşünüle bulunmuş şeyler değildir, onlar yaşamın zihinlerdeki yansılarından örülmüştür.” Direkt olarak yaşamın içinden çıkmış, ona göre düşünülmüştür. Bu bakımdan “herkesi ilgilendirir, herkesle ilgilidir.” Bir bakış açısı, bir yaşam biçimi, bir düşünüş tarzı, bir amaçlar örgüsü ve bir değiştirme-dönüştürme istemi olan ideoloji; insana, yaşama ait her oluşa, her eğilime, her eyleme damgasını vurur. İnsanda, in- toplum çeşitli sınıf ve tabakalarıdan oluşur. Her insan, ait olduğu sınıfa, yaşadığ maddi şartlara, gördüğü eğitimin niteliğine, içinde bulunduğu psikolojik ve fiziksel duruma göre bakar ve algılar. Farkında olsun olmasın, bir kitap okuyan, bir filim seyreden, bir resime bakan ya da bir müziği dinleyen herkes, onu üç açıdan değerlendirir. Kişi baktığı, dinlediği veya okuduğu eserin çekici olup-olupmadığına, doğru olup-olmadığına ve “ne tür düşünceler, heyecanlar, fikirler uyandırdığına” bakar. “Biri estedik, biri bilgisel, biri ideolojiktir.” Bu bakımdan, bu üç özelliği yerinde ve ustalıkla kullanan sanat nitelik düzeyini arttırır, dış gözlemcileri etkiler, beğenilerini kazanır ve böylelikle amacına ulaşır. İdeoloji gibi sanat da bir ihtiyaçtan ötürü vardır. Sanat toplumun insani gereksinimlerinden doğmuştur. Temel uğraş alanı, tıpkı idelojide olduğu gibi, insan, yaşam, toplum ve bunları çevreleyen koşullardır. Sanat insan için vardır, insan için insandan gelir, insana döner. Sanat insanı tanımak, tanımlamak, “insanı insana tanıtmak”, topluma yansıtmak, değişim-dönü- sız ve tarafsız kalamaz. Gorki’nin de dediği gibi sanat mevcut olanı vermekle yetinmez, arzulanan ya da olanaklı olanı da gösterir. Hem de gerçekçi, teşhirci ve alternatif olmak kadar, ideolojik ve devrimci bir biçimde... 19. Yüzyıl büyük sanat yaratıcıları otokrasiyi, toprak sahiplerini, kapitalistleri ve yönetimlerini eleştirerek, alay ve yergileriyle teşhir ederek yargılamaktan çekinmediler. Bu tutumlarıyla toplumun ileriye yürüyüşünde birer mihenk taşı olarak tarihteki yerlerini aldılar. Cervantes’in Don Kişot’u bu konuda örnek verilmeye değer ölümsüz bir eserdir. Marks, “Don Kişot yeni doğan burjuva dünyasında erdemleri saçma ve gülünç olan şovalyeliğin çöküşünün epiğidir” diyor. Gerçekten de gelişen burjuvaziye karşı direnen, feodal değerlere göre yaşayan ve bunu uygulamaya çalışan Don Kişot çöken sınıfın durumunu en yaratıcı bir biçimde sergiliyor. Yine Puşkin, Tolstoy, Çaykovski, Golor gibi büyük sanat adamlarının sanatsal eserlerinde Rusya’nın toplumsal çelişki ve çatışmalarını, Rus Çarlığı’nın acımasız eleştiri Sanat›n en büyük görevi ve ideolojiyle ba¤lafl›kl›¤›n› kuran en temel ol¤u; sanat›n dünyay› ö¤renmek, “onun gelifltirilmesine, de¤ifltirilmesine kat›lmak” yeninin eskiye karfl› mücadelesini ve toplumun ilerleyiflini göstermek yükümlülü¤üdür. Sanat toplumsal çeliflki ve çat›flmalar karfl›s›nda kay›ts›z ve tarafs›z kalamaz. Gorki’nin de dedi¤i gibi sanat mevcut olan› vermekle yetinmez, arzulanan ya da olanakl› olan› da gösterir. Hem de gerçekçi, teflhirci ve alternatif olmak kadar, ideolojik ve devrimci bir biçimde... san yaşamında ideolojik olmayan hiçbir durum, tutum, ilişki yoktur. Farkında olsun veya olmasınlar ideoloji insanların tüm davranış, tercih, istek ve eylemine yansır ve hatta belirler. Doğrudur, sanat ideoloji ile bir ve aynı olarak görülemez, ama ondan ayrı bir şeymiş gibi de ele alınamaz. Sanat ve ideoloji oldukça sıkı bağlarla birbirine bağlıdır. Atom çekirdeği gibi bir bileşimi oluştururlar. Ayrıştırılamazlar, ayrıştırıldıklarında anlamlarını yitirirler. Sanat, iki yönden ideoloji ile ilintilidir: “Önce belli bir toplumsal sistemin öğesi olması bakımından, belli bir toplumdaki sınıfların, siyasal, hukuki, ahlaksal, estetik ve felsefi görüşlerinin taşıyıcısı olarak iş görür. İkinci olarak sanat, öz doğası bakımından idelojiktir. Gerçekten de sanat gerçekliği sadece yansıtmakla kalmaz, onu değerlendirir ve ona karşı benimsenen belli bir tavrı dile getirir.” Sanatın, sınıflı toplumların ve bu toplumlarda yer alan sınıflar ilişkisini, ayrımını görmesini sağlayan da onun bu ideolojik muhtevasıdır. İnsanların, sanat eserlerine yaklaşırlarken ki, aldıkları duyum farklı farklıdır. Çünkü insanlar toplumun bir parçasıdırlar ve şümünü etkilemek zorundadır. Bunun için insan, toplum ve yaşam gerçekliğinin bilince yansısını en doğru, en anlaşılır, en incelikli ve estetiksel bir tarzda yansıtmakla yükümlüdür. Sanat bütün çelişkileri, çatışıkları, karmaşıklığı, iyi-kötü, güzel ve çirkin yanlarıyla yaşamın özünü verir. Ama bunu donmuş biçimiyle değil, eğilimi ve hareketi içinde yapar. Çürüme, durgunluk ve tutuculuk sanatın içeriğinde yoktur. Çünkü yaşam dinamiktir, her an yakın olandır. Öyle ki sanat Natürmort, Peyzaj tarzda sadece doğanın yansıtılmasına yöneltildiğinde bile insan ve yaşam olgusunu görmezden gelemiyor. Örneğin; Levita “Altın Güz”, Van Gogh “Arles’in Bağları”, Çaykovski “Mevsimler” gibi yapıtlarında tamamıyla doğayı yansıtmaya çalışsalar da; aynı eserlerde “doğa figürlerinin insanda uyandırdığı izlenim ve heyecanları” da yansıtmaktan kendilerini alamazlar. Sanatın en büyük görevi ve ideolojiyle bağlaşıklığını kuran en temel olğu; sanatın dünyayı öğrenmek, “onun geliştirilmesine, değiştirilmesine katılmak” yeninin eskiye karşı mücadelesini ve toplumun ilerleyişini göstermek yükümlülüğüdür. Sanat toplumsal çelişki ve çatışmalar karşısında kayıt- ve mahkumiyetini görmek mümkündür. Pablo Ruiz Picaso; Alman faşizminin Nisan 1937’de İspanya’nın Kuzey’indeki Guernica kentini bombardımanla yok etmesine karşı duyduğu öfke ve nefreti, fırçasının sihirli dokunuşlarıyla yarattığı dev yapılı eserine cesurca ve ustaca yansıtıyor. Picaso, Alman uçaklarının kustuğu vahşetin insan bilincine yansımasını gözler önüne seren bu kompozisyonunu bütün engellemelere rağmen Almanya’da açtığı bir sergide izleyicileriyle paylaşır. Uzun, parlak çizmesiyle arkasında duran Alman subayının “bunu sen mi yaptın” sorusuna, “hayır sizler yaptınız” biçiminde cevaplayarak, eserine uygun fiili tavrını da ortaya koymaktan çekinmiyor. Diğer yandan sanat insanı ele aldığından ve insan, düşünce yetisiyle birlikte, “anımsadığı, tasarladığı, imgelediği ve duygulandırdığı” için; sanat insanın duyum, düşünce ve istençlerini de ele alır işler. Güzel ve çirkin yanlarını ortaya koyar, seçilmesi gerekeni gösterir. Bunu yaparken cesur düşünür, ideolojik bakar, yaratıcı ve estetiksel yansıtır. Herkesin her gün yaşadığı, ama anlam veremediği davranışlara açıklık getirerek, niteliklerini tanım- lar. Güzel, çirkin, yüce aşağılık, tarajik ya da komik olarak tasvir eder. Sanatçı bunu kendisinden hareketle yapmak durumundadır. Başkan APO’nun da belirttiği gibi, “hayallerini konuşturması, istemlerini, özlemlerini, tutkularını dile getirmesi... neye karşıyım, neyi istiyorum, neyi yıkmalıyım, neyi yapmalıyım, ne çirkindir, ne güzeldir; ne yaşanılmaz, ne yaşanılır; ne kabul edilir, ne reddedilir; ne tercihimdir, ne tercihim değildir sorularını çok açık sorar ve kesin cevap verir. Vereceği cevaplar da bütün toplumun genelini bağlayacaktır.” Sanat insanı tanımlarken genel içinde tip bularak ya da yaratarak tanımlar. Ama kuru ya da mekanik olarak değil, duygu, düşünce ve ruh yapısıyla birlikte...Yarattığı tiplerin çözümlenmesinden bütün bir toplumun yapısını verir. Bu açıdan sanatçının, derin bir toplum bilincine sahip olması, sınıfları, sınıfsal davranış ve eğilimleri bilimesi gerekiyor. “Bir sinema yönetmeni her adama her biçimde sigara içiremez, her sözü söyletemez, herhangi bir yürüyüşü yükleyemez. Bir romancı kimi, hangi ideolojinin adamı anlattığını iyi bilmek zorundadır. Yoksa gerçeklikle karşıtlaşıp saçmalar, insanlara yapamayacakları işler yüklemeye kalkar. Bir şair işlediği temanın ideolojik temelini düşünmezse o temayı oturtamaz. Bir müzikçi hangi duyguyu ve hangi düşünceyi, hangi insani eğilim adına açıkladığını bilmekle yükümlüdür; aşağıdan yukarıya ve yediden yetmişe herkesi bağlayacak bir müzik yapmak eğiliminde de olsa, neyi hangi açıdan gösterdiğini bilmezse anlattıkları ses yığınları olarak kulaklara çarpar, bilinçlere ulaşmadan dağılır gider.” Evet, sanat ve ideoloji böylesine sıkı bir bağ içindedir. Ne var ki, bu bağı korma adına sanatın canına okuyanlar da az değil. Bunları iki kategoride toplamak mümkündür. Birincisi; yabancı ideolojilerin etkisi diye geçmişin tüm değerlerini reddeden anlayıştır. Geçmişin tüm değerlerini reddediş bu anlayış sahiplerini aşırı bir bağnazlığa götürüyor. Halbuki, tüm geçmiş değerler içindeki özgün, evrensel insani öğeleri sahiplenmek, en yaratıcı bir biçimde değerlendirmek devrimci, ilerici sanatın somut görevleri arasındadır. Kaldı ki, bu tür tarihsel değerler sanatın ideolojik özünü bozmak bir yana, tersine bir renk, bir zenginlik olarak sanatı güçlendirdiği gibi onun ideolojik özünü de pekiştirir. İkincisi; dar sınıfsal, kuru ideolojik, şabloncu ve slogancı anlayıştır. Şu bir gerçektir ki, şabloculuk, slogancılık sanatın özüne ters düştüğü kadar, sanat adına sanata yapılabilecek en büyük kötülüktür de. Bu anlayış sadece sanatın değerini düşürmekle kalmıyor, ideolojinin sanatı kabalaştırdığı, daralttığı biçiminde bir karşı tepkiye de yol açıyor. Kuşkusuz her iki anlayış da eksik, yanılgılı ve yanlıştır. Doğru tutum ideolojinin sanat içinde eritilmesidir. Bütün ideolojik doğruları ve her türlü ideolojik mesajı sanatın muhteşem yaratıcılığıyla hem de en çekici, en ikna edici bir şekilde vermek mümkündür. Ama bu da bir yetenek, beceri, ustalık ve derinlik meselesidir. Ve maalesef bu büyüklüğü göstercek sanatçılar da pek fazla ortaya çıkmıyor. “Eserim siyasal olsun, ajitatif olsun” demek yetmiyor. Çünkü bir sanat eseri ne kadar siyasal ve ne kadar devrim lafı yerleştirilmiş olursa olsun, konu olumlu-olumsuz yanlarıyla birlikte ele alınmamış, uygun bir biçimde verilmemişse inandırıcılığı ve etkileyiciliği olmaz. Sanatçı eserinde yanlısı olduğu sınıfı, halkı; tabi olduğu ideolojiyi, siyaseti bile ele aldığında methiye ve güzellemeler yapmakla yetinemez, yetinmemelidir. Varsa eksik, yetersiz, yanlış yanları onları da cesurca ortaya koyabilmelidir. Bu Devamı Sayfa 27’de