ŞUBAT 2017 A llah’ın Selamı üzerinize olsun. Dünyayı tanıma derdi içinde olan kardeşlerim, Enformasyon çağında dezenformasyon çöplüğüyle kuşatılmamızdan dolayı gerek İslam ülkelerini gerekse dünyayı tanıma, haberdar olma noktasında teşkilat mensuplarımızla birlikte araştırmalar yaparak derlediğimiz “UGSAM Aylık Bülteni” ni istifadenize sunuyoruz. Bizler inanıyoruz ki; bilgiyle, güvenilir kaynaklarla desteklenmeyen yorumlar hamaset ve cehalet yüklüdür. Kime neden dost, kime neden düşman diyoruz? Kimi tanıyoruz? Bunların okumasını, tahlilini yapma mecburiyetimiz vardır. Bizler inanıyoruz ki; zihinleri karmaşaya sevk eden, algı oyunları ve medya araçları yoluyla insanları psikolojik etki altına alan, bunun sonucunda insanların birbirlerini, ülkeleri ve olayları yanlış tanımasına sebep olan mevcut küresel sistemde; sorunların çözümünün “dünyayı iyi tanımak” ve “Hakka dayalı bir usulle olaylara yaklaşmak” yoluyla gerçekleşebileceğini savunuyoruz. Sizlerin istifadesine sunduğumuz ve sunacağımız Aylık Bültenler; ülkeler ve uluslararası manada önemli gelişmeleri, öngörebildiğimiz tehdit algılamaları ve tedbirlerini, küresel sermayenin nasıl işlediği ve karşıt tezleri bulabileceğiniz adresinizdir. Bu vesile ile Uluslararası Gençlik Strateji Araştırma Merkezimizin teşkilatımıza, ülkemize ve insanlığa hayırlı olmasını ve güzel çalışmalar çıkarmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz. Anadolu Gençlik Derneği Dış İlişkiler Komisyonu UGSAM Koordinatörlüğü İÇİNDEKİLER 10 YEMEN 18 SUUDİ ARABİSTAN 23 İŞGALE İSYAN 26 ÜLKE ROPORU 32 NÜKLEER ENERJİ VE SANTRALLERİ 04 HABER VE ANALİZLER 17 ŞEYH AHMET YASİN 20 KARABAĞ 24 MALİ KÜRESELLEŞME VE YANSIMALARI 30 YENİ SAVAŞ STRATEJİSİ HABER - ANALİZ Slovakya’da ülkedeki dini toplulukların tanınmasını zorlaştıran yasa değişikliği kabul edildi. 01.02.2017 SIGAR’ın raporuna göre Afganistan’da 2016 yılında Taliban saldırılarında 6785 rejim personeli öldü 11777 personel ise yaralandı. 01.02.2017 Uluslararası petrol şirketi Exxon Mobil’in eski CEO’su ve Trump’ın adayı Rex Tillerson, bir fark oy ile ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı oldu. 02.02.,2017 Hindistan, başta Keşmir olmak üzere 3323 km’lik Pakistan sınırına “çit” örmeye başladı. 03.02.2017 Romanya Başbakanı, günler süren protestolardan sonra ‘yolsuzluk’ hakkındaki kararnamenin iptal edileceğini ilan etti. 04.02.2017 İSLAMA VE MÜSLÜMANLARA SAVAŞ İLANI E trafı mübarek kılınmış olan Mescid-i Aksa’yı barındıran Filistin topraklarını tahakkümüne geçiren işgalci İsrail, İslam’a ve Müslümanlara savaş ilan ederek, zulümlerini gün geçtikçe artırıyor. İsrail’in Filistin halkının yaşadığı bölgelerde Yahudi yerleşim birimleri inşa etme faaliyetleri ise bilinen bir gerçektir. ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın İsrail lehine yaptığı açıklamalardan güç alan İsrail makamları Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te 6500 yeni konutun inşa edilmesine karar verdi. İşgal gücünün başta parlamentosu olmak üzere tüm makamları ve uydurma mahkemeleri ise Kudüs ve 1948 sınırlarındaki Filistin topraklarında ezanın hoparlörlerden okuma yasaklamayı ve Mescid-i Aksa’yı bölmeyi amaçlayan kararlar çıkarmaya devam ediyor. Acilen İslam ülkelerinin toplanması ve bu zulme dur demesi gerekmektedir. Selam olsun Mescid-i Aksaya ve zalimlere karşı çıkan muttakilere. Bangladesh’te sırf “Kuran’ı Kerim eğitimi” verdikleri için Cemaati İslami mensubu 28 bayan Dakka da tutuklandı. Abdurrahman GENÇLER 04.02.2017 04 /ugsamnews HABER - ANALİZ Ürdün rejimi okullardaki eğitim müfredatından 200’den fazla ayet, 30’dan fazla hadisi çıkartma kararı aldı. 05.02.2017 NATO, terör örgütü DEAŞ ile mücadele kapsamında Iraklı güçlerin eğitilmesi amacıyla Irak’a üs kurma kararı aldı. 05.02.2017 Belarus’da Lukaşenko çalışmayan herkes için yıllık 250 $ “Tembellik Vergisi” koydu. 06.02.2017 Ermenilerin işgalinden kurtarılan Azerbaycan’ın Cebrail bölgesinde bulunan “Çocuk Mercanlı” köyünün topraklarından zorla göç ettirilen Azerbaycanlıların, evlerine geri dönüşü başladı. 07.02.2017 Pakistan, 1,5 milyon kayıtlı Afgan mültecinin ülkeden ayrılmaları için tanıdığı süreyi yıl sonuna kadar uzattı. 08.02.2017 Macaristan, sığınmacı akınını durdurmak için 175 kilometrelik Macaristan-Sırbistan sınırına jiletli tel örgü çekti. AHVAZ DEVRİM Mİ? A hvaz’da yaşanan kum fırtınası, uzun elektrik ve su kesintileri sonrası halk protesto için sokağa inmiştir. Ahvaz’da zaman zaman böyle gösteriler olmaktadır. Bu İran’da yaşayan halkın ve tüm gazetecilerin malumudur. Lakin, emperyalist güçlerin Ahvaz üzerinden İran’ı karıştırma planları olduğundan birçok yabancı enformasyon merkezleri “Ahvaz Devrimi” “İran Baharı” gibi başlıklar atarak yeni bir süreç başlatma peşindeler. Emperyalistler Irak’ta Suriye’de Libya’da Afganistan’da ve dünyanın birçok bölgesinde yaptıkları kan ve yıkım süreçlerini devam ettirme gayretinde oldukları aşikardır. Temel hedefleri ortadoğuda ki zenginlikleri sömürmek ve İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. İlker TÜRKMAN 09.02.2017 05 /ugsamnews HABER - ANALİZ Somali’nin yeni devlet başkanlığına Muhamed Abdullahi Farmajo seçildi. 08.02.2017 Çin Kamu Güvenliği Bakanlığı, 14-70 yaş arasındaki tüm yabancılardan ülkeye girişleri sırasında parmak izi alınacağını açıkladı. 09.02.2017 Kenya’da mahkeme, dünyanın en büyük mülteci kampı Dadaab’ın kapanması için geçen sene alınan kararı iptal etti. 10.02.2017 Hollanda’da suç oranının düşmesi ve ülkede var olan hapishanelerin boş kalması sonucu hapishaneler kiraya verilme kararı alındı. 11.02.2017 CIA Başkanı Pompeo, Riyad’da Veliaht Prens Bin Naif’e terörle mücadele onur madalyası verdi. UZAK DOĞUYA UZAK DEĞİLİZ P asifik okyanusu ve Güney Çin Denizinde tansiyon giderek artıyor. 5 trilyon dolar ticaret hacmine sahip bölgede ABD, Çin, Japonya ve diğer ülkelerin savaş gemileri ve asker sayıları giderek artıyor. ABD, Çin’in bölgedeki hakimiyetini sınırlandırma ve kontrol altına alma peşinde. Bu çerçevede Japonya’daki üslerini de kullanmaktan çekinmemekte. Zaman zaman gerilimin arttığı bölgede, uzmanlar bu gerginlik artarsa muhtemel bir savaş çıkabileceğini konuşuyor. Bu arada Çin’de Latin Amerika’daki ülkelere 21 milyar dolar kredi verdi. Afrika’da çok sayıda ülkeye yatırım yapmakta ve son yıllarda bu yatırımlar oldukça arttı. Birçok ülke ile de ekonomisini daha da artıracak ticari anlaşmalar yapmaya devam ediyor. Fatih KİRENCİ 12.02.2017 Frank-Walter Steinmeier, Almanya’nın 12. Cumhurbaşkanı seçildi. 13.02.2017 06 /ugsamnews HABER - ANALİZ Türkmenistan’da yapılan devlet başkanı seçimi sonuçlarına göre, mevcut Devlet Başkanı Berdimuhamedov oyların yüzde 97,69’unu aldı. 13.02.2017 İngiltere Kraliçesi sinyal istihbarat servisi GCHQ bünyesinde kurulan yeni Ulusal Siber Güvenlik Merkezini (NCSC) açtı. 14.02.2017 2013 yılında İngiliz Milletler Topluluğu’ndan çıkan Gambiya, tekrardan katılma kararı aldı. 14.02.017 Kosovo parlamentosu ülkenin silahli kuvvetlerinin oluşturulması yasasını onayladı. 15.02.2017 Nijerya’da 2016 yılında petrol tesislerine yönelik saldırıların ülke ekonomisine zararının 50-100 milyar dolar olduğu açıklandı. 15.02,2017 UNICEF’in Hartum Temsilcisi Fadıl, “Sudan’daki çocukların temel ihtiyaçlarını gidermek için 110 milyon dolar temin edilmeli” açıklamasında bulundu. 16.02.2017 SİYONİSTLERİN KORKULU RÜYASI F ilistin’in İslami Direniş Hareketi Hamas’ın Gazze’deki yeni siyasi lideri Yahya Sinvar oldu. Yahya Senvar’ı kısaca tanıyalım. 1962 yılında Han Yunus mülteci kampında doğdu. Asıl memleketi 1948’de işgal edilen Askalan’dır. Liseye kadar eğitimine Han Yunus’ta devam etti. Yükseköğrenim için Gazze’ye giden Yahya Senvar, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Gazze’nin İsrail işgali altında olduğu 1982 yılında ilk kez tutuklandı ve 4 ay hapis yattı. 1985 yılında gizli bir örgüt kurmak suçundan ikinci kez tutuklandı. 1988’de tutuklandığında ise hakkında 4 kez ağırlaştırılmış hapis cezası verildi. İsrailliler tarafından Gilat Şalit adlı askeri kaçırmakla suçlanan kardeşi Muhammed Senvar, birçok kez terör saldırılarının hedefi oldu. Hamas’ın askeri kanadı olan Kassam Tugaylarının önde gelen komutanlarından biri olan Muhammed Senvar, Gilat Şalit’in serbest bırakılması için yapılan görüşmelerde kardeşi Yahya’nın serbest bırakılmasını şart koşmuş ve “Yahya bırakılmadan Gilat Şalit bırakılamaz” demişti. Yahya Senvar, serbest bırakıldıktan sonra cezaevi arkadaşı Ruhi Muşteha ile birlikte Hamas’ın Gazze’deki önemli siyasi ve askeri liderlerinden biri oldu. Yahya Senvar, Hamas siyasi bürosu içerisinde askeri kanat İzzeddin el-Kassam tugaylarının temsilciliğini yaptı ve örgütün siyasi ve askeri kanadı arasındaki koordinasyonu sağladı. Hamas’ın hem siyasi hem de askeri kanadı üzerinde ciddi bir ağırlığı ve nüfuzu bulunan Yahya Senvar, 2015 Haziranından itibaren Hamas’ın elindeki İsrail askerleriyle ilgili müzakerelerin baş sorumlusu oldu. Hamas komutanları tarafından son derece güvenilen bir lider olarak bilinen Yahya Senvar, üstlendiği güvenlik sorumluluklarından dolayı basında yer almayan biriydi UGSAM DERLEME 07 /ugsamnews HABER - ANALİZ Avrupa Parlamentosu, robotlar ve yapay zeka araçları için genel yönetmelik oluşturma kararı aldı. 17.02.2017 Genelkurmay Başkanı Akar ve ABD’li mevkidaşı Dunford İncirlik’te görüştü. 17.02.2017 TOBB; Ocak ayında 6 bin 210 şirket kuruldu, bin 929 şirket kapandı. 18.02.2017 Çin, Kuzey Kore’den kömür ithalatını geçici olarak durdurdu. Yasağın yıl sonuna kadar geçerli olacağı belirtildi. 19.02.2017 ABD Başkanı Trump’ın oğulları Eric ve Donald Jr, BAE ve Dubai’de kendilerine ait golf sahası açılışı yaptı. 20.02.2017 Somali Merkez Bankası Başkanı Beşir İsa Ali, ülkede 26 yıl sonra yeniden kağıt para basacaklarını açıkladı. FİLİSTİNE DESTEK KONFERANSINDA ANTİ - SİYONİST BİR YAHUDİ “ 21 Şubat’ta İran’da Filistin Direnişine destek konferansı düzenlendi. Birçok İslami Hareketten lider, alim ve aktivistin katıldığı konferansta Anti-Siyonist Yahudilerin açıklamaları dikkate değerdi. Yahudi Dünyasını temsilen Filistin İntifadası’na destek konferansına katıllan Siyonizm karşıtı Yahudiler düzenledikleri basın toplantısında İsrail işgal rejiminin varlığını kabul etmediklerini söyleyerek, İsrail’in Yahudiliğin içerisindeki kara bir leke olduğunu ifade ettiler. Siyonizmin, Yahudilerin kimliğini çaldığının belirtildiği açıklamada, Yahudiliğin 3000 yıllık ilahi bir din olduğu fakat Siyonizmin 150 yıl önce icad edilmiş beşeri bir ideoloji olduğu dile getirildi. Tüm bunlara ek olarak İsrail’in ise 68 yıllık türedi bir devlet olduğu vurgulandı. Basın açıklamasını yapan ABD’li Haham Davud Veis, Siyonizmin Yahudilikteki Allah’a kul olma anlayışını, seçilmiş millet algısı üzerinden milliyetçiliğe evirdiğini belirterek, böyle bir anlayışın Yahudi inancında kesinlikle olmadığını ifade etti. Milliyete dayalı bir devletin kurulmasının Yahudi inancına göre haram olduğunu kaydetti. Başkalarına ait malların ve toprakların çalınmasının Yahudi inancına göre haram olduğunu belirten Haham Veis, “inancımıza göre adam öldürmek kesinlikle haramdır, ama Siyonistler her gün farklı cinayetlerle Filistinlilerin canına kastediyor” dedi. Bunların yaptıkları açıkça Tanrının koyduğu sınırları aşmak ve Tanrıya isyan etmektir ifadelerini kullandı. Haham Davud Veis son olarak “Bizler Yahudiler olarak, Filistin halkının çığlıklarını iliklerimizde hissediyor ve Siyonist rejimin varlığını asla kabul etmiyoruz. İran’da düzenlenen bu toplantıya geliş sebebimiz, Siyonizmin işlediği suçlar karşısında ses yükseltmenin anti-Semitik bir davranış olmadığını tüm dünyaya kanıtlamaktır. Burada Yahudilere karşı bir faaliyet yürütülmüyor. Burada Filistin halkının akan kanlarına hürmet ediliyor ve Siyonistlerin örtbas edilen günahları yüksek sesle dile getiriliyor” diyerek basın açıklamasını noktaladı. UGSAM DERLEME 21.02.2017 08 /ugsamnews HABER - ANALİZ İngiltere Savunma Bakanlığı sözcüsü Thomas, İngiltere’nin toplam silah satışının yüzde 60’ını körfez ülkelerine gerçekleştiğini 22.02.2017 Güney Afrika Anayasa Mahkemesi, Uluslararası Ceza Mahkemesinden çekilme kararını, parlamentoda onaylanmadığı gerekçesiyle anayasaya aykırı buldu. 23.02.2017 Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan araştırmaya göre, dünya nüfusunun %4.4’ü depresyonda bulunduğu açıklandı. 24.02.2017 Mısır, bağımsız bir Filistin devleti için Sina’nın bir bölümünü Filistinlilere vereceği iddialarını yalanladı. 25.02,2017 Yemen Ayrılıkçı Hareketi lideri Hasan Hanşel, kimliği belirsiz kişilerin düzenlediği suikast sonucu öldü. Saldırıyı üstlenen olmadı. 26.02.2017 ABD’li uzay aracı ve roket üreticisi SpaceX, parasını ödeyen iki kişiyi 2018 yılının sonuna doğru Ay’a göndereceğini açıkladı. FAS’TA HÜKUMET KRİZİ F “ as’ta parlamento seçimlerinin gerçekleştirildiği 7 Ekim 2016 tarihinde bu yana, beklenen koalisyon hükümeti, en çok sandalyeyi kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi (PJD) ile muhalefet arasındaki anlaşmazlık nedeniyle kurulamıyor. Seçimlerde ne oldu: 2011 yılındaki arap baharı sürecinde gerçekleştirilen seçimde birinci parti olarak iktidarın büyük ortağı olmayı başaran PJD, 7 Ekim 2016 seçimlerinde de oylarını arttırarak 125 milletvekili ile parlementoya birinci parti olarak girmeyi başardı. Tek başına iktidar mümkün olmadığı için koalisyon hükümeti kurmaya mecbur olan Benkiran, 102 milletvekili ile seçimden ikinci çıkan Asalet ve Çağdaşlık Partisi (PAM) ile kesinlikle bir araya gelmeyeceklerini ifade etti. Hükümeti kurmak için 395 sandalyeli meclisten en az 198 milletvekiline ihtiyaç duyan Benkiran, seçimin üçüncüsü 46 sandalyeye sahip İstiklal Partisi (IP), 37 sandalyeli Milli Bağımsızlar Birliği (RNI) ile görüşmelere başladı. Sonuç Halk içinde, Kral tarafından desteklendiği ve PJD’nin hükümet kurmasını kasten engellemek istediği düşünülen RNI Genel Başkanı Aziz Ağnuş’un önce IP’nin hükümette yer almasını istememesi üzerine hükümet kurma görüşmeleri tıkandı. PJD ile yaptığı görüşmeler neticesinde IP hükümeti destekleyeceğini ancak içinde yer alamayacağını ifade ederek bir çözüm ortaya koyduktan sonra ise Ağnuş, istediği ama PJD’nin istemediği bazı diğer partilerin de hükümette yer almasını isteyerek ikinci bir krizin meydana gelmesine neden oldu. Seçimlerden sonra hükümet kurulması için Fas anayasasında belirli bir süre şartı belirtilmediği için yaşanan gecikme erken seçim gibi bir duruma henüz sebebiyet vermedi. Önümüzdeki günlerde hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan Benkiran ile yaklaşık bir aydır çeşitli temaslar için Afrika turunda olan Kral 6. Muhammed arasında ülkeye dönüşü sonrası gerçekleşecek görüşmenin bir çözüm getirmesi bekleniyor. Fas’taki en önemli iki islami hareketten, Tevhid ve Islah Hareketi’nin siyasi kanadını temsil eden PJD, ilk defa 2011 yılındaki Arap Baharı sürecinde gerçekleştirilen seçimlerde işbaşına gelmiş, yaklaşık 5 ay önce Ekim 2016’da gerçekleştirilen seçimlerde ise oyunu artırarak birinci parti çıkmıştı. UGSAM DERLEME 27.02.2017 09 /ugsamnews RAPOR Y YEMEN TARİH, SOSYAL YAPI SİYASİ ÖRGÜTLENME emen’de nüfusun %99.1’ ini Müslümanlar, geri kalan %0,9’ luk azınlık bölümünü ise Yahudiler ve Hristiyanlar oluşturmaktadır. Müslüman nüfusun yaklaşık %60’ ı Sünni, geri kalan %40 ise Zeydi’dir. Yemen, coğrafi konumu itibarıyla Kızıl Deniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı kapıdır. Afrika boynuzu ile birlikte Bab’ül Mendeb boğazının doğu kıyısında yer almaktadır. Yeryüzünde denizler üzerinde seyreden malların %70 gibi büyük bir oranı Süveyş Kanalı, Kızıl Deniz ve Aden Körfezi’nden geçtiği düşünülürse, Aden Körfezi ve bölgenin istikrarının ne kadar önemli olduğu tahmin edilebilir. Modern Yemen’in Kısa Tarihçesi Ü lkenin sadece yirminci yüzyılda, birleşme öncesi yaşadığı çatışmalar; 1960’larda Nasır taraftarlarıyla kralcılar, 1970’lerde milliyetçilerle komünistler ve 1980’lerde güneydeki çeşitli kesimler arasında yaşanan anlaşmazlıklar olarak sıralanabi lir. Yabancılar için Yemen’i anlamayı, dolayısıyla da onunla sağlıklı bir ilişki kurmayı zorlaştıran en önemli unsur, ülkenin çatışmalarla dolu tarihinin şekillendirdiği devlet yapısıdır. Dolayısıyla, Yemen’in günümüzde yaşadığı sorunların nedenleri ülkenin tarihinde aranmalıdır. Bu nedenle, 2011’deki halk hareketleri öncesi ülkenin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik ve sosyal ortamın ortaya konulması, hem bu olayların anlaşılmasını hem de olayların izleyeceği muhtemel yolu tahmin etmeyi kolaylaştıracaktır. 1990’daki birleşmeye rağmen Yemen hiçbir zaman gerçek anlamda bir ulus olamamıştır. Geniş çöller ve engebeli bir coğrafyaya yayılan iyi silahlanmış aşiretler, merkezî hükümetin ülkenin başkent dışındaki bölümlerini kontrol etmesini güçleştirmektedir . Kuzeydeki bu geleneksel yönetim tarzı 1962’de devrilmiş, seküler ve ideoloji temelli bir cumhuriyetin kurulması için art arda girişimler olmuştur. Eylül 1962’de Yemen’in önde gelen aşiretlerinden Haşid’in şeyhi Abdullah el Ahmar’ın da desteklediği Nasır taraftarı Albay Abdullah El Sallal, Kuzey Yemen’de bir darbeyle İmam El Bedr’i iktidardan uzaklaştırmış ve Yemen Arap Cumhuriyeti’ni ilân etmiştir. Suudi Arabistan destekli “kralcı güçler” Sana’yı son kez kuşattıkları 1968’deki uzlaşmalara kadar sürecek bir isyanla bu ilâna karşı çıkmışlardır. Suudi Arabistan, 1970 yılında Yemen Arap Cumhuriyeti’ni tanımış ve ateşkes ilân edilmiştir. İç savaşta ortaya çıkan bu ittifaklar değişik kombinezonlarla günümüze kadar devam etmiş ve Yemen’in “parçalı yapısının” temeli olmuştur. Kuzey Yemen’deki iç savaşın sona ermesine yakın bir tarihte, 1967 yılında, İngiliz mandası olan Güney Yemen bağımsız bir devlet olmuştur. Bağımsızlığını yeni kazanan devlet bu düşüncelerin etkisi altında kısa sürede kendini “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak tanımlayarak Arap dünyasının ilk Marksist devleti olmuş ve Sovyet bloğuna yaklaşmıştır. 1980’lerin sonuna doğru iç çatışmalarla uğraşmaya başlayan Güney Yemen, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve en önemli destekçisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla hem ekonomik hem de siyasî açıdan varlığını sürdüremez hâle gelmiş ve Kuzey Yemen’le birleşmek zorunda kalmıştır. Dini ve Mezhebi Yapı Ş ia’nın bir kolu olan Zeydilik, Yemen’de neredeyse mezheplerin ortaya çıkışından yaklaşık olarak 3. yüzyıldan sonra bu coğrafyada hakim karakter haline gelmiştir. Tarihte ülkenin baskın mezhebi yapısı Zeydilik iken süreç içerisinde yaşanan toplumsal ve mezhebi dönüşümler, başka siyasi ve sosyal faktörler nedeniyle Zeydiliğin giderek asimile olması nedeniyle çoğunluğunu Şafiilerin oluşturduğu bir yapı süreç içerisinde ortaya çıkmıştır. Ancak bu yapıya rağmen mezhep meselesi hiç bir zaman Yemen’de asli bir sorun olarak görülmemiştir. Yemen’in sorunları ağırlıklı olarak siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerdir. Ancak meseleyi mezhebi veya dini bir meseleymiş gibi sunmak, genelde Yemen’e hakim olan birtakım otoritelerin ya da Suudi Arabistan gibi ülkelerin işine gelmektedir. 10 /ugsamnews RAPOR Zira mezhep meselesi üzerinden kendi başarısızlıklarını ve beceriksizliklerini bölgesel birtakım aktörlerin üzerine atarak hem kendi sorumluluklarından kurtulmak hem de başka birtakım köklü ve tedavi edilmeyi bekleyen sıkıntıların üstünü örtmek mümkün hale gelebilmektedir. Sosyal Doku T oplumsal yapı incelendiğinde ise geleneksel olarak aşiretlerin Yemen sosyal ve siyasi hayatını derinden etkilediği de görülmektedir. Aşerit yapısının ne kadar belirleyici olduğu noktasında 2000’li yılların başlarında Yemen’deki en büyük ve en güçlü iki kabile konfederasyonundan biri olan Bakil aşiretler konfederasyonunun Husilerle birlikte hareket ederken, Haşid konfederasyonuna bağlı kabileler ise hükümet güçlerinin yanında yer aldığı örneği verilebilir. Her iki kabile konfederasyonu arasında kan davaları bulunmaktadır. Haşid konfederasyonuna bağlı kabilelerin cepheye sürülmesi Zeydi kabileler arasındaki kan davalarının bir kez daha gündeme gelmesine yol açmıştır. Nitekim iç savaşın böyle uzayıp gitmesi, Haşid ve Bakil kabile leri arasında yaşanan çatışmalar nedeniyledir. Ali Abdullah Salih’in kabilelerin arasını bulmak için ortaya koyduğu uzlaşma girişimi olmasa belki daha fazla kan akabilecekken, bu girişim sayesinde çatşmaların uzamasının önüne geçilmiştir. Nitekim bu soruna çözüm bulmak amacıyla Mansur Hadi, Ensarullah hareketinin başkent Sana’yı ele geçirmesinden hemen önce Yemen’i altı federasyona bölen bir planı anayasaya sokarak parlamentoya danışma ya da halk oylamasına sunma ihtiyacı hissetmeden yürürlüğe koymuştur. Hadi’nin Yemen’deki ayrılıkçılıktan kaynaklanan sosyal ve siyasi sorunlara çözüm olarak getirdiği bu yaklaşım, ülkede önemli rahatsızlıklara neden olmuş, S. Arabistan Yemen’i zayıflatma girişimlerinin bir parçası olarak görüldüğünden bu plan, çözüm üretmek yerine var olan sorunları daha da karmaşık hale getirmiştir. Ensarullah hareketinin Hadi rejimine başkaldırmasının ve silahlı güçlerinin Sana’ya kadar ilerlemesine neden olan sürecin nedenlerinden birisini de bu ülkenin bölünmesi kaygısı oluşturmuştur. Siyasi Sorunlar 1990 yılında gerçekleşen Kuzey Yemen - Güney Yemen birleşmesi sonrası ayrılıkçı hareketler Yemen’in geçmişinden bugüne taşınan en önemli sorunlardan biridir. Kuzey ve Güney Yemen’in birleşmesi noktasında birçok girişimde bulunulmasına rağmen gerek on yıllar boyu iki halkın ayrı yaşaması, gerek toplumsal yapılar arasındaki farklılıklar gerekse soğuk savaş dönemindeki kutuplaşmalardan kaynaklanan bir takım siyasi sorunlar nedeniyle Yemen, 1990’a gelene kadar bir türlü birleşememiştir. 1989 yılında SSCB’nin yıkılmasının hemen ardından bir araya gelen taraflar, 1990’da iki Yemen’in birleşmesinin altına imza atmışlardır. Yemenlilerin siyasi ve idari olarak birleşmesi, sorunların üstesinden gelindiği anlamına gelmemiştir. Geçmişten devralınan sosyal yapı arasındaki farklılıklar, yeni yönetimin Kuzey’i kayıran bir takım sosyo-ekonomik politikalar izlemesi ayrılıkçılıkçı hareketin yeniden hortlamasına neden olmuş ve özellikle Arap Baharı sürecinde eskisinden çok daha güçlü bir biçimde gündeme gelmiştir. Ekonomik Yapı ve Sorunlar M odernleşme sürecini sancılı bir şekilde yaşayan Yemen, oldukça zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklara sahip olmasına rağmen ekonomik kalkınmasını gerçekleştirememiş bir ülkedir. Kalkınmanın önündeki en büyük engel, iktidara gelen siyasi grupların ülke zenginliklerini ekonomik gelişme için kullanmak yerine öncelikle kendi aile ve akrabasına dağıtmasında, ardından da siyasi olarak yakın gördüğü kesimlerin dışındaki toplumsal gruplarla paylaşmaya yanaşmamasında yatmaktadır. Bunun dışında otoriter bir siyasi yapı, şekli demokrasi, özgürlüklerin olmaması, ekonomik alanda iki başkent Sana ve Aden dışında başka hiç bir kentte neredeyse hiçbir altyapı yatırımının olmaması, Yemen’in en büyük siyasi ve ekonomik sorunları arasında gelmektedir. Üretim oldukça geri bir durumdadır. Yemen, hammadde, zirai ürünler ve deniz ürünleri dışında ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü yurt dışından karşılayan, sanayi gelişmişliği konusunda oldukça ihmal edilmiş bir ülkedir. 11 /ugsamnews RAPOR Ülkeyi yöneten seçkinlerin bu resmî ekonomik ilişkilerinin yanında çoğunun illegal ekonomik ilişkiler içinde olduğu; petrol kaçakçılığı, silah ve insan ticaretine bulaştıkları savunulmaktadır . Bu patronaj ilişkisi Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2010 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde Yemen’i 178 ülke arasında 148. sıraya yerleştirmesine neden olmuştur. Yemen’deki kurumları kontrol eden elitlerin bile bu kurumlara güveninin olmadığı ve görece istikrarın olduğu dönemlerde dahi piyasaya arz edilmiş bulunan paranın % 40’ını resmî bankacılık sisteminin dışında tuttuğu görülmektedir. Bu yüzden, Yemenlilerin yurt dışındaki varlıkları, ulusal bankacılık sistemindeki döviz miktarının çok üzerindedir. Bu, başta ticaretle uğraşanlar olmak üzere elitlere siyasî istikrarsızlık dönemlerinde ülkeyi terk etme veya uzun sürelerle ülke dışında bulunma imkânı vermektedir. Yemen’i “yıkılmanın eşiğinde bir ülke” haline getiren bu politikalar ise sosyo-ekonomik ve siyasî açıdan artık sürdürülemez bir tablo ortaya çıkarmıştır. Yemen, % 70’i kırsalda yaşayan ve çoğunluğu tarımla uğraşan 24 milyonluk bir ülkedir. Yıllık yaklaşık % 3’le dünyanın en yüksek nüfus büyüme oranlarından birine sahiptir. Bazı tahminlere göre bu büyüme oranıyla 2050 yılında ülkenin nüfusu 60 milyona ulaşabilecektir. İşsizliğin % 40 olduğu, nüfusun % 43’ünün yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve çocukların % 57,9’unun yetersiz beslendiği tahmin edilmektedir. Yemenlilerin üçte ikisinin 24 yaş altında olması, Yemen’in Sahra-altı Afrika dışarıda bırakıldığında, dünyanın en büyük nüfus artış oranına sahip olmasıyla birleşince genç, işsiz ve memnuniyetsiz büyük bir kesim ortaya çıkmaktadır. Bu kesim, siyasî açıdan dışlanmışlık ve işsizlik nedeniyle ciddi bir hayal kırıklığı yaşamaktadır. Dahası, kötü eğitim sistemi ve yeteneklerini geliştirme imkânlarının olmamasının neden olduğu işsizliğin gençler arasında % 50 civarında olduğu tahmin edilmektedir Ayrıca, toplumsal cinsiyet farkı artmaktadır. Erkeklerin % 69’u okuryazarken bu oran kadınlar için % 29’dur. Kızların % 50’sinden fazlası ilkokulu tamamlamamışken bu oran erkeklerde % 18’dir. Bu verilerin ülkede iç savaş başlamadan önceki veriler olduğuna dikkat edilmeli. İç savaşın ardından bu tablonun ne kadar kötüleşebileceği tahmin edilebilir. 1980’lerde 1,3 milyondan fazla Yemenli, Körfez ülkelerinde işçi olarak çalışmaktaydı ve 1958’den 1980’lerin sonuna kadar Yemenliler, Suudi Arabistan’a vizesiz olarak girebiliyorlardı. Fakat bu durum, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in, Saddam Hüseyin’in 1990’daki Kuveyt işgalini kınamaması ve Kuveyt ve Batı’nın, Salih’in bu tutumunu “Saddam Hüseyin’e destek” olarak algılamasıyla değişmeye başlamıştır. İşgali takip eden birkaç aylık sürede tahminen bir milyon Yemenli Körfez ülkeleri tarafından sınır dışı edilmiş, Suudi Arabistan, Yemenliler için vize zorunluluğu getirmiştir. Bu, 1990’daki birleşme sonrasında ağır sorunlara maruz kalan Yemen ekonomisine ciddi bir darbe daha indirmiştir. Arap Baharı Süreci 2010 yılına girildiğinde sürekli olarak sosyal (toplumsal adaletsizlik, bölgeler arasında eşitsizlik vs.) siyasi (yetkililerin yolsuzluğu, baskıcı ve otoriter bir yönetim, sancılı bir siyasi yapı vs.) ve ekonomik (ekonomik adaletsizlik, yüksek işsizlik oranları, ülke zenginliğinin üretime dönüştürememesi vs.) gibi sorunlar nedeniyle Yemen, Arap Baharı’na elverişli bir yapı arz ediyordu. Üstüne üslük yıllardır süren iç savaş benzeri bir çatışma ortamı, zaten Yemen’i rahatlıkla bir kaos ve istikrarsızlık deryasına sürükleyecek potansiyeli içinde barındırıyordu. Tunus’ta başlayan ve bütün Arap dünyasını saran Arap Baharı kıvılcımları Yemen’e de sıçrayınca 1978’den beri iktidarda olan Devlet Başkanı Abdullah Salih görevi bırakmak zorunda kalmış ve Yemen’de yeni bir dönem açılmıştır. Yemen’de en önemli ve en uzun süren ayaklanma, 201’de başlayıp, 2012’de bir önceki Cumhurbaşkanı Abdurabbi Mansur Hadi’nin seçilmesine kadar devam edenbu süreçti. Yemen’de muhalefet, çıkarları her zaman birbiriyle örtüşmeyen (hatta bazen çelişen) değişik gruplardan oluşmaktadır. Yemen’de Arap Baharı gençler ve sivil toplum örgütleri tarafından başlatılmış olup iktidar devrilene kadar da tamamen sivil bir karakter arz etmeyi sürdürmüştür. Rejiminin başkanlığın dönem sınırlamasının kaldırılması adımı, 1990’ların ortalarından itibaren Salih’in kendi iktidarını korumak için bütün taraflarla iyi geçinme, farklı gruplar arasındaki “denge” politikalarını bir kenara iterek “güç temerküzü” politikalarına evrilmeye başlamıştır. 12 /ugsamnews RAPOR Aslında Salih’in güç temerküzü politikasının ayak sesleri, uzun süredir duyulmaktaydı. 1990’ların ortalarında kurulan “güç dengesi”ndeki ilk değişiklik, 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan saldırılar sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunu 2007’nin Aralık ayında ülkenin önemli isimlerinden Şeyh Abdullah El Ahmar’ın ölümü takip etmiştir. Bu olaylar sonrasında güvenlik güçleri yeni siyasî rantlar elde etmiş ve Salih kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmıştır. “Terörle mücadelede” hayatî bir müttefik olduğunu gösterebildiği sürece Batı için, Salih’in oğullarını, damatlarını ve yeğenlerini askeriye ve diğer güvenlik kuruluşlarında önemli yerlere getirmesinin bir sakıncası yoktu. Yabancı güçler, rejime sağladıkları silahlar üzerinde bir kontrole sahip değildi. Salih’in tüm güç ve kaynakları kendi çevresinde toplama çabaları, Salih ile siyasî ve ekonomik açıdan etkili olan El Ahmar ailesi gibi aktörler arasındaki “centilmenler anlaşması”nın sonunu getirmiştir. Uzlaşı sona erince de bir dönem Salih’in müttefikleri olan kişiler/ gruplar muhaliflerin tarafına geçmeye başlamıştır. Bunların arasında asker ve güvenlik konularında Salih’ten sonra gelen General Ali Muhsin El Ahmar da yer almıştır. El Ahmar’ın muhaliflerin safına katılması, yönetici elitlerin bir kısmına örnek olmuş ve onlar da Salih rejiminden ayrılarak kendi gündemleriyle muhalif saflara katılmışlardır. bir geçiş sürecinin sonuna kadar görevde kalmasını öngören bütün önerileri kararlılıkla reddetmişlerdir. Ensarullah hareketi de Arap Baharı protestolarına destek vermiş, ülkedeki siyasi ve ekenomik güç dağılımı eşitsizliğini diğer hareketlerle birlikte bizzat protesto etmiştir. Ayaklanmalara katılan grupların çeşitliliği başlangıçtaki taleplerde de bir farklılığa yol açmıştır. Yemen’deki ayaklanmalar 2011’in Ocak ayında küçük bir gösterici grubunun ülkede gençler için bir gelecek ve hukukun üstünlüğünün olmamasını ve rejimin tüm ekonomik imkânları elinde tutmasını protesto etmek amacıyla sokağa çıkmasıyla başlamıştır. Kısa bir süre sonra “gençlik hareketi” ismi altında protestocular; iş, eğitim, sosyal yardım programları, kadınlara eşit haklar, yolsuzluğun sona erdirilmesi, Salih’in görevi bırakması ve aile üyelerinin yeni bir siyasî düzen kurulmadan önce tüm üst düzey askerî görevlerden istifa etmeleri taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Protestocular Ali Abdullah Salih’in görevi derhal bırakmasını istemiş, anayasa değişikliklerinin yapılacağı aşamalı Ensarullah Hareketi (Husiler) Partilerse gösterileri için izin alan muhalefet partileri, resmî slogan ve konuşmalarında Salih’in görevi bırakmasından çok siyasî reformlar üzerinde durmuş, doğrudan rejim taraftarlarıyla karşı karşıya gelmemeye çalışmıştır. Muhalefet partilerinin bu tutumu uzun süreli olmamış, sivil gösterilerin oluşturduğu baskılar ve halkın güçlü sesi sayesinde 2 Mart’ta bir grup din adamıyla beraber Salih’e 2011’in sonuna kadar görevi bırakmasını öngören beş maddelik barışçıl geçiş için bir yol haritası sunmak zorunda kalmıştır. Siyasi muhalefet ayrıca, rejimin vatandaşların barışçıl gösteri yapma hakkına saygı göstermesi, göstericilere karşı şiddetin sorumlularını bulup cezalandırması ve sürgündeki ayrılıkçı güneyli muhalefet dâhil ilgili tüm tarafların katılacağı bir diyalog süreci başlatması taleplerinde bulunmuştur. Salih, muhalefetin istediği diyalog çağrısını 7 Mart’ta yapmış; muhalefet ise, ancak Salih’in bir yıl içerisinde görevi bırakmayı kabul etmesi halinde görüşmelere başlayacağını ifade etmiştir. Tüm bu sürecin sonunda, halen koalisyon ülkelerinin meşru cumhurbaşkanı olarak gördüğü, aslında Ensarullah hareketinin baskıları karşısında istifa etmek zorunda kalmış olan Abdurabbih Mansur el Hadi, 25 Şubat 2012 - 22 Ocak 2015 tarihleri arası Yemen’in devlet başkanı olmuştur. Kendisi, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in başkanlık sarayında bir saldırıda yaralanmasından sonra 2011 Yemen protestoları sırasında 4 Haziran 2011’de cumhurbaşkanı vekili olarak atanmıştı. O günden bu yana görevini sürdürmekte olup, görev süresi 2014’te bittiği halde iki defa uzatılmıştır. “E nsarullah Hareketi”nin 2004 ve 2009 yılında Yemen ordusuyla girdiği savaşlarda Yemen’de Ali Abdullah Salih’in liderliğini yaptığı rejim güçlerine ağır kayıplar verdirmiş, S. Arabistan’dan ciddi destek almasına rağmen Yemen ordusu, Ensarullah güçlerine ciddi bir darbe vuramadığı gibi hareket bu savaşlardan daha güçlü bir şekilde çıkmıştır. 2009 Ağustos’unda Salih yönetiminin düzenlediği ve silahlı unsurlara karşı gerçekleştirildiği iddia edilen operasyonda 80’den fazla sivilin hayatını kaybetmesi, ülke genelinde büyük tepki çekmişti. 13 /ugsamnews RAPOR Kuruluş ve Örgütlenme 1992 yılında kurulan Mümin Gençler (Eş Şebabü’l Mümin) adını 2004’te “Ensurallah Hareketi” ismiyle değiştirmiş olup Temmuz 2004’te devrik diktatör Ali Abdullah Salih başkanlığındaki Yemen hükümeti, Husiler’i Hizbullah’a benzer silahlı bir örgüt kurmak, camileri Amerikan karşıtı ve terör yanlısı söylemlerini yaymak için kullanmakla suçlayarak çatışmanın fitilini ateşledi. Ancak Salih, doğrudan Yemen ordusunu bu çatışmada kullanmak yerine Haşid adlı büyük kabileler federasyonunun Usaymat kolu içerisindeki iki aşireti silahlandırarak Husiler’e karşı savaştırdı. çadırlarla karşılamıştır. Ensarullah hareketinin başkent Sana’ya girişi her ne kadar medya organlarınca şiddet yoluyla ele geçirilmiş gibi sunulsa da gerçek böyle değildir. Ensarullah’ın kente girdiği sırada Yemen ordusuna mensup on binlerce silahlı asker ve ordu birliklerine bağlı ağır silahlar bulunduğu halde hiçbir direnişle karşılaşmamış aksine yüz binlerce insanın kitlesel destek gösterisi, Ensarullah hareketinin ortaya koyduğu bu eyleme verilen halk desteğinin boyutlarını gözler önüne sermektedir. a.Hareketin Askeri Gücü ve Kitleselliği Ülkede iç savaş başlamadan önce medyaya yansıyan 10 bin kişilik bir savaşçı gücüne sahip olan Ensarullah, iç savaştan sonra gerek saflarına katılan kitlesel katılımlar gerekse ordu ve Yemenli kabilelerle kurduğu koalisyon sayesinde askeri gücünü çok daha büyük noktalara taşımıştır. Özellikle büyük kentlerde gerek Suudi bombardımanının yol açtığı sivil kayıpları ve yabancı işgal güçlerinin Yemen’deki varlığını protesto etmek amacıyla düzenlenen gösterilere yüz binlerce insan katılmaktadır. b.Hareketin Oluşturduğu Koalisyon Husiler’e sosyalistler ve Şafii - Sünni Müslümanlar da ciddi bir destek veriyor. Suudi işgal güçleriyle çatışmalar başlamadan önce kurulan Devrim Komiteleri içerisinde sol hareketten, Yemen Baas partisinden ve kabilelerinden oluşan büyük bir milis gücü kurmuş olup Yemen ordusuyla dayanışma içerisinde Suud güçlerine ve onların yerli müttefiklerine karşı savaşmaktadır. İç Savaşta Son Durum E nsarullah hareketi, yıllardır Ali Abdullah Salih’i devirebilecek ve Sana’yı ele geçirebilecek güce sahipken bunu yapmamış, ancak ülkedeki otorite boşluğundan yararlanan ordu ve devlet içerisindeki birtakım güçlerin özellikle de General Ali Muhsin el Ahmer’in Ensarullah haraketine karşı ordudan ayrıksı ve kanun dışı bir şekilde hava saldırılarına ve bombardımanlara başlaması Ensarullah hareketinin önünde başka bir seçenek bırakmamıştır. 2014 ortalarında kendi kalesi olan Sada kentinden çıkan Ensarullah savaşçıları, el Ahmer’e bağlı isyancı askeri birliklerle çatışmaya girmiş önce onları Sana kentine çok uzak olmayan Amran kenti yakınlarında mağlup ederek burayı ele geçirmiş ardından da Sana’ya doğru uzun bir yürüyüşe başlamıştır. Ensarullah hareketi Sana’ya girmeden önce yüzbinlerce insan onları kent içerisinde gülerce önce kurduğu Daha sonraki süreçte Mansur Hadi, başkanlık sarayında Ensarullah’ın söz konusu hakimiyetine karşı Suudilerle ve el Kaide ile işbirliğine girmeyi tercih etmiş, ancak çeşitli yayın organlarında Hadi’nin bu işbirliğine özellikle de el Kaide’ye yönelik desteğine dair ses kayıtları ve başka kanıtlar, Hadi’nin sonunu getiren zincirin ilk halkalarını oluşturmuştur. Önce istifa eden Hadi ardından Aden’e kaçarak Suud’un da desteğiyle Ensarullah’a karşı bir örgütlenme içine girişmeye başlamış, bu anlamda hem Batılı ülkelerden hem de ılımlı Arap rejimlerinden büyük diplomatik, mali ve lojistik destek görmüştür. Yemen’in şu an hemen hemen her kentinde çatışma var denilebilir. Ülkenin orta ve güney kesimleri, Müslüman Kardeşler hareketinin Yemen kolu Islah Partisi’yle ittifak halindeki el Kaide güçlerinin faaliyet alanı haline gelmiş durumda. Ensarullah hareketi ve Yemen ordusu bir süreliğine güneydeki Aden kentinde kontrolü tamamen ele geçirmiş olsa da Mansur Hadi yanlısı milislerle Suudi Arabistan’ın desteklediği yerli bazı örgütler bu bölge bilahare geri alabilmeyi başarmıştır. Yemen’de çatışmalar sırasında komşu ülkelere, özellikle de Somali ve Cibuti gibi ülkelere göçler yaşandı. Ancak sayının oldukça sınırlı olması nedeniyle ülke dışına göç meselesi de oldukça sınırlı 14 /ugsamnews RAPOR kalmıştır. İç savaşın başladığı ilk günlerde sivil kayıpların az olması ve sivillere yönelik saldırıların henüz devasa boyutlara ulaşmamış olması nedeniyle toplumsal felaket, belirli bölgelerle sınırlıydı. Ancak şu an, gerek sivil kayıpların 15 bine yaklaşmış olması gerekse S. Arabistan’ın hava, deniz ve karadan uyguladığı kuşatmanın yol açtığı açlık, mahrumiyet ve acil ihtiyaç maddelerine ulaşma noktasında yaşanan kriz nedeniyle şu an Yemen’de tam anlamıyla bir insani kriz yaşanmaktadır. Yemen’deki insani felaketi diğerlerinden ayıran husus, gerek Suriye’de gerekse bölgenin başka coğrafyalarında yaşananlara yönelik müthiş bir duyarlılık yaşanırken aynı duyarlılığın Batılı ülkeler gerekse İslam ülkeler tarafından esirgenmesi ve Yemen’deki felakete dünyanın seyirci kalmasıdır. Gerek uluslararası medyada gerekse yerel medya organlarında Yemen’de yaşanmakta olan insani krize hiçbir şekilde yer verilmemekte, hatta tersine S. Arabistan önderliğindeki koalisyonun neden olduğu sivil kayıplar, Ensarullah hareketi ya da Yemen ordusu tarafından gerçekleştirilmiş gibi verilmektedir. Arap basın ve yayın organlarının büyük bir bölümü Suudi tesirinde olduğu için Körfez koalisyonunun gerçekleştirmiş olduğu bombardımanlardan kaynaklı insani felaketler ve drama hiçbir şekilde yer vermemektedir. Yemen halkı kara, hava ve denizden uygulanan ambargonun yanı sıra büyük bir medya ve psikolojik kuşatmaya da maruz kalmaktadır. İslam dünyasında ise Yemen’deki felaketten çok daha azını yaşayan coğrafyalardaki yaşanan birtakım sorunlar abartılarak, bire bin katılarak Müslüman kamuoyunun gündemine sunulurken Yemen problemi, mezhebi bir takım kamuflajlarla dikkate layık görülmemektedir. Suudi Arabistan ve müttefiklerinin saldırılarının başladığı 26 Mart 2015’ten bu yana hayatını kaybeden asker ve sivil toplam insan sayısının 15 bin civarında olduğunu ancak bu sayının giderek arttığını söyleyebiliriz. Bu rakamın önemli bir bölümünü sivillerin oluşturduğunu da eklemek gerekiyor. SONUÇ Z eydilerin ve Ensarullah hareketinin kalesi olan Sada kentinde kendisi de bir Zeydi olan Ali Abdullah Salih rejimine karşı başlayan başkaldırı, aslında büyük ölçüde Lübnan ve Filistin direnişinden ilham almış, İslam dünyasında Filistin, Irak ve Afganistan başta olmak üzere ABD’nin ve İsrail’in gerçekleştirmekte olduğu baskı ve işgal politikalarına, katliamlara tepki olarak gelişmiş bir harekettir. Ensarullah hareketinin gelişmesini, sadece küresel işgal güçlerinin saldırılarına değil aynı zamanda ülke içerisindeki sosyal ve ekonomik adaletsizliğe bir tepki, mustazaf/ezilmiş kitlelerin temsilcisi olmak için yola çıkmış bir hareketin sesini duyurmak amacıyla başlattığı bir başkaldırı şeklinde özetlemek mümkündür. Bu çerçevede söz konusu hareketin sloganlarında, örgütlenmesinde, öğretilerinin hayata aktarılmasında, İslam’ı yorumlama biçiminde Filistin’de Hamas ve İslami Cihad, Lübnan’da Hizbullah hareketinin yankılarını bulmak mümkündür. Bölgedeki direnişi takip edenler, Yemen’in Sa’da kenti ile ile Ortadoğu’nun işgallere karşı direnen bölgelerinde olup bitenler arasındaki benzerliği özellikle belirli bölgesel aktörleri hedef tahtasına oturtma gayretlerini bunun için ne kadar zorlamalar içine girdiklerini göreceklerdir. Ensarullah hareketinin Yemen toplumunun bağrından çıkmış bir yapı değil de sanki dışardan bazı güçlerin dayatmalarıyla ülkeye sokulmuş yabancı bir unsurmuş gibi sunmak için bütün güçlerini seferber etmelerinde tanıdık bir yön bulacaklardır. Medyanın içbükey ve dışbükey aynaları , Yemen’deki gerçeği olduğundan farklı gösterme konusunda ne kadar kudretli olursa olsun, Ensarullah hareketinin dışardan hiçbir örgütün kendi yapısını Sada’ya ihraç etmesine ihtiyacı yoktur. Kısaca ifade etmek gerekirse Sana’daki direniş, tamamen yerel özellikli bir direniştir. Doğal olarak da Ensarulah hareketi, bütün dünyadaki direniş hareketleri gibi, Latin Amerika’dan Çin’e, Fas’tan Körfez ülkelerine kadar bütün direniş literatürünü derinlemesine okumuş, Filistin ve Lübnan’da direnişin yaşadıklarından ders çıkarmanın ne kadar değerli olduğunu anlamıştır. Ensarullah tecrübesini diğer direniş hareketlerinden ayıran en önemli özellik dini, kültürel ve sosyal düzeylerde sahip olduğu özelliklerdir. Yakın döneme kadar Yemen’de bu hususla ilgili dikkat çeken durum, Şafiilerle Zeydilerin bir arada yaşama tecrübesidir. Herhangi bir abartıya mahal 15 /ugsamnews RAPOR bırakmaksızın bu Ortadoğu’daki ortak yaşamanın en güzel şekillerinden biri, mezhep tabiileri arasındaki birlikteliğini, yaşanan ticari ortaklıkların boyutlarını ve her mezhebe ait ayrı cami ve mescidin olmayışını bizlere çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. 1991 yılında Husi hareketinin ilk siyasi deneyimi olan Hizbu’l Hakk (Hak Partisi) taraftarları, Sa’da ve Sana’da birkaç yüz kişiyi geçmeyen siyasi bir oluşumdu. O dönemde, Zeydilerin akidesinin iki temel rüknü ve tarihi ayrımlarının kaynağı olan davet ve huruc (isyan)la ilgili temel akidevi sorularına henüz kesin cevaplar bulunamamıştı. O dönemde Zeydi düşünce içerisinde ıslahatçı düşünce olarak kabul edilen bir çizginin şekillenmeye başladığı yıllardı. Hareketin kadroları, huruc kavramının zamanla değişim gösterdiğini, belirli bir dönem ifade ederek bu kavramın geçmişte kılıçla isyan anlamını taşırken, yaşadığımız dönemler için kamusal alanda yapılan yanlışlara ve kötülüklere barışçı yollardan karşı koymak şeklinde yorumlanması gerektiğini ifade ediyorlardı. Bu, topluma önderlik etmeyi de içine alan bir karşı koyma biçimiydi. O dönemde cemaatin finansal kaynakları, Zeydi toplumda Zeydi kültürel mirası yeniden ihya ve Yemen’in tarihi görünümünü yeniden inşa etmek için kimin önderlik yapacağı gibi bir takım sorular sorulmaktaydı. Ensarullah hareketi doksanlı yılların başlarından beri karşı karşıya kaldıkları yok olma tehlikesine karşı koyma ilkesi çerçevesinde kendi kimliklerini yeniden inşa ettiler. Ensarullah’ın kalesi olan Sada’ya Vehhabilik, Vehhabileşen ve mezhebi misyonerlik prensibini benimseyen Yemenli din adamları yoluyla, Sada’nın arka mahallelerinde okullar ve mescitler, Şeyh Mukbil el-Vedai’nin gözetimi altında, Vehhabilerin kontrolü altına girdi. Kendisi de bir Zeydi olan Ali Abdullah Salih, sırf müttefiği ve ortağı Suudileri razı etmek için Yemen’deki Vehhabi propagandasına izin vermekten de öte ona resmi bir himaye sağladı. Bu durum, Zeydi çevrelerde Zeydi kimliğin yok edilmesi yönünde bir planın bulunduğu ve Zeydi toplumun biyolojik hayatiyetine son verecek bir programın varlığına dair tedirginliğe yol açmıştı. Vehhabiliğin neden olduğu bu yıkım tehlikesi, Zeydiliğin Yemen’de kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi planda devrimci bir hareketin doğuşuna önderlik etmesine neden oldu. olmayan Zeydi intifadanın doğuşuna yol açmıştı. Husi cemaat, Zeydilerin ülkesinde dini ve siyasi ihyanın bir tecellisi olarak ülkedeki Zeydi çoğunluk için ulusal kurtuluş hareketine dönüştü. Ehl-i Beyt sülalesinden olan Husi ailesi, daha önce yaşanan beş savaşta onlarca şehit verdi. Husi cemaatin önderleri Abdülmelik Husi’nin dört kardeşi ilk üç savaşta öldürülürken amcasının ve kardeşlerinin çocuklarının kimi şehit oldu, kimi de halen hapishanelerde tutsak bulunmaktadır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Ensarullah hareketinin ortaya çıkışı ve Husilerin başkaldırısını tek bir toplumsal ya da siyasi öğeye bağlamak doğru olmayacaktır. Zira gerek o dönemde Yemen rejiminin saldırıları ve S. Arabistan’ın Yemen’deki nüfuzu, çok boyutlu bir karakter arz etmektedir ve saldırı her yönden gelmektedir. Birinci savaşta, cemaat sadece 300 savaşçıya ve aynı zamanda çok az bir cephane ve yiyecek stoğuna sahip bulunurken yıl 2010’u gösterdiğinde rejimle çatışmadan çıkmış olan hareketin sivil desteği hariç yirmi bin savaşçısı bulunmaktaydı. Aradan geçen onca yılın ardından bugün ne savaşçı sayısıyla ne de silah stoğuyla ilgili herhangi bir endişesi bulunmuyor. Y E M E N İslam ÖZKAN UGSAM Saha Raportörü Selefi rüya, ideolojik ve siyasi rakibinin doğmasına yol açmıştı. Kışkırtıcı bir biçimde icra edilen mezhebi misyonerlik, 2004’te patlak veren o vakitten beri bir türlü bastırılması mümkün 16 /ugsamnews RAPOR ŞEYH AHMET YASİN 3 yaşında yetim kaldı. 1948 de zorunlu olarak 11 yaşında iken Gazze’ye hicret etti. 15 yaşında felç oldu. Şehit olduğu güne kadar felçli yaşadı. Aslında Ahmet Yasinleri tam manasıyla anlayabilmek için Dünyaya bir de Filistin’den bakmak gerek. Kudüs için verdikleri direniş örneği ile ümmeti diri tutmaktadırlar. 1984 yılında İsrail tarafından tutuklanıp cezaevine atıldığında bile mektuplarında direnişin artarak devam etmesi gerektiğini söylüyordu Filistin halkına. İman nasıl bir güç ki felçli bir adam zindandan yazdığı mektuplarla Kudüs’ün özgürlüğü için ümmeti harekete geçiriyordu. Direniş öylesine artmıştı ki Ahmet Yasin’i serbest bırakmak zorunda kaldı siyonist çete. Çok geçmeden yine tutuklandı. 1991 yılında İsrail devletini yıkıp yerine İslami esaslara dayalı bir devlet kurmak suçundan dolayı müebbet hapis cezası verilince mahkeme heyetine gülümseyerek yüksek sesle “Yaşasın Bağımsız Filistin” diyerek haykırmıştır. İsrail’i tanıması karşılığında serbest bırakılma teklif edilince “Hayber’i unutmayın hatırlayın. Sonunuz öyle olacak. Çocuklarımız, kadınlarımız ve erkeklerimiz Kudüs’ü özgürleştirmek için kendini feda etmeye hazırdır” cevabı karşısında orada bulunanların Yasin’e yaklaşmaya korktukları söylenir. “Korkmayacağız geri çekilmeyeceğiz öne atılacağız ve bizden önceki şehitlerin yolunu sürdüreceğiz” diyerek herkesi şehadete özendiriyordu. 2003 yılında bir füze saldırısından kurtulmuştu. Ancak 2004 yılında bir sabah namazı çıkışı helikopter ile yapılan bir saldırıda arzuladığı şehadete kavuşmuştu. Tek derdi Kudüs’ün özgürlüğü idi. Özgür Mescid-i Aksa’da ümmet ile bayram yapmak istiyordu. Adalet istiyordu. Hür yaşamak istiyordu. Bütün ümmet adına Kudüs’e sahip çıkıyordu. Bu mücadeleyi verirken bizleri de yanında hissetmek istiyordu. Ancak sahipsiz bırakılmış bir halde halini derdini Rabbine arz ederek suskunluğumuzu şikâyet ediyordu. “Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?” sözüyle arşı titretip ağlatıyordu. Yok mu bize sahip çıkan diye haykırsa da cevabını yine kendisi veriyordu: “Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler!” Orhan BUYRUK Daha sonra Ürdün’de yakalanan iki MOSSAD ajanı ile takas edilerek serbest kaldı. Ürdün Amman’da tedavi edildikten sonra Gazze’ye döndü. Gazze’de yüzbinlerin gözyaşları arasında karşılanıyordu. Ve ilk söylediği sözler de şöyle olmuştu “Bekle bizi Kudüs, bir gün döneceğiz. Bütün İslam Ümmeti Mescid-i Aksa’da bayram yapacak” diyerek direnişin hedefini gösteriyordu. 17 /ugsamnews RAPOR SUUDİ ARABİSTAN Petrol İhracatı ve Küresel Sermayeye Etkisi-Katkısı S uudi Arabistan dünya genelinde petrol ihtiyacının yaklaşık %20-25’ini üretmektedir. Ülkenin bütçe gelirlerinin ise yaklaşık %8590’ını petrol gelirleri oluşturmaktadır. Kısacası petrol gelirlerinin olmadığı bir Suudi Arabistan an itibari ile farklı yatırım projeleri yapılmadığı müddetçe düşünülemez. Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Para Fonu (İMF), Maliye Bakanlığı ile Suudi Arabistan Para Ajansı (SAMA) verilerinden derlediği bilgilere göre ülkenin petrol gelirinin son 2 yılda yaklaşık 126 milyar dolar birden düştüğünü, uluslararası döviz rezervlerinin ise 203 milyar dolar eridiğini açıklamıştı. Dolayısıyla cari işlemler hesabı açık vermeye başlarken ülkenin kamu borcu da 86 milyar dolara çıktı. Belirttiğimiz üzere Suudi Arabistan ekonomisindeki kötü gidişin ana sebepleri arasında, “2014 yaz başlarında 110 dolar civarında seyreden ham petrol fiyatlarının 30 dolarlara kadar gerilemesi, ekonomisinin büyük ölçüde petrole dayanması ve ekonomiyi çeşitlendirmede geç kalınması ile ülkenin savunma harcamalarının artması” gösteriliyor. Yemen’de savaşın sürmesi askeri harcamalarının geçen yıl 80,8 milyar dolara yükselmesi ülkenin mali tablosuna da olumsuz yansıdı. Petrol fiyatlarındaki düşüşün sebep olduğu ekonomide yaşanan sıkıntıları aşmak için akaryakıt, su ve elektrik fiyatlarını artıran ve bakanların maaşlarını % 20 düşüren Suudi Arabistan’da borç yükü de her geçen gün artıyor. Son olarak 2012’de % 5,4 büyüyen Suudi Arabistan ekonomisi daha sonraki yıllarda bu seviyeye yaklaşamadı.,Suudi Arabistan’ın 2014’te 754 milyar dolar olan milli geliri, 2015’te 646 milyar dolara düştü. Kişi başına milli gelir de 2014’te 24 bin 999 dolardan geçen yıl 20 bin 583 dolara kadar geriledi. Bu yıl milli gelirin 646 milyar dolarda kalacağı ve nüfus artışının da etkisiyle kişi başına düşen milli gelirin 20 bin dolar olacağı hesaplanıyor. İMF’ ye göre ise “Ülkenin yeniden denk bütçeye sahip olabilmesi için ham petrolün varilinin 77,7 dolara yükselmesi” gerekiyor. Dünya genelinde ise Rusya başta olmak üzere İran, Irak hatta Çin gibi diğer petrol üreticilerinin bulunduğu şu ortamda ayakta kalmak için bir an evvel farklı üretim yatırımlarına dönüş yapmaktan başka çare yok gibi. Resim 1-1 (Ham Petrol Üretim Dünya Sıralaması -2016) Peki, dünya petrollerinin hali hazırdaki ¼ rezervine sahip Suudi Arabistan’ın küresel sermayeye etkisi ne, nasıl? Ö ncelikle küresel sermaye kavramını izah edelim: Dünyadaki mevcut tüm sermayenin birbiriyle giderek daha fazla iç içe girme sürecinin bugün vardığı noktadır. Yine başka bir tanımla kullanım ve kar hakkı Siyonizm ve Batı dünyasının(ki genelde ABD’dir.) elinde olup yükünü ve yakıtını Müslüman din kardeşlerimizin ve ezilen milletlerin yüklendiği milletsiz-ulussuz sarmal para döngüsü. Dünya genelinde, 2010’da günlük petrol talebi yaklaşık 95.8 milyon varil, 2020 yılında ise yaklaşık 114.7 milyon varil olacağı hesap ediliyor. ABD ise tek başına küresel tüketimin % 25’ini gerçekleştirmektedir. Halen petrol tüketiminin % 54.3’ünü ithal yoluyla karşılayan ABD( ki küresel sermayenin ağababası) , 2020’de tüketimin üçte ikisini ithal etmek zorunda kalacağı var sayılmakta. Ayrıca petrol ithalatının önemli bir bölümünü Ortadoğu’dan karşılayan ABD, bu bakımdan hem petrol yataklarına hem de boru hatlarının kontrolünü birlikte sağlayacak stratejik plânını geliştirmiştir. İşte bu noktada Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak, UAE gibi Müslüman ülkelerin küresel sermayeye maşalığını görmekteyiz. Kalan ¾ rezervlerde dağılım şu şekilde: 18 /ugsamnews RAPOR Resim 2-1 Ülkelere göre petrol rezervi ABD’nin dış politikasının omurgasını oluşturan “Ulusal Enerji Stratejisi” ne göre; 1)Küresel enerji politikaları küresel ekonomik büyümeyi garanti altına alacak biçimde tasarlanmaktadır. 2)Enerji güvenliği; dış politika, ekonomi ve ticaretin birinci önceliği olmalıdır. 3)Enerji kaynakları ve bunları taşıma hatları (boru hatları) güvenlik altına alınmalıdır. 4)Enerji kaynakları ve ülkeler bazında çeşitlilik sağlanırken dışa bağımlılık dengesi korunmalıdır. Üslerin yanı sıra enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi için petrolün bulunduğu bölgelerde uydu hükümetler kurularak petrol rezervine sahip ülkelerin sayısı artırılmak istenmektedir. Böylece ülkeler bazında çeşitlilik sağlanacaktır. (Irak’ın üçe, beşe bölünmesi gibi) Kısaca, İslam medeniyetini küreselleşmeye sorun yaratmayacak kadar sulandırarak düzenlemeyi hedeflemektedirler, Venezuela da hakeza… Esen kalın ! Selam ve dualar ümmet birliği üzerine olsun ! Muhammed Emin KARABAL UGSAM Saha Raportörü Diğer bir ifadeyle ucuz enerji ve enerji güvenliği dış politikada öncelikli olacak ve bunun için her türlü risk göze alınabilir. ABD üslerinin dünyaya bir suçiçeği edası ile yayılmasının yegâne sebeplerinden birisidir ki sonucunda savaş da çıkarılabilir. 19 /ugsamnews RAPOR KARABAĞ SAVAŞI K arabağ Sorunu Azerbaycan ile Ermenistan arasında cereyan eden 22 yıl evvelki hadiselerle başlamış değil, bilakis hayli uzun bir tarihi geçmişe sahip. Günümüzde dahi çözüme kavuşturulmaktan çok uzak olan Karabağ sorunu sebebiyle bu güne dek çok sayıda göç, insan hakları ihlalleri, katliam ve pogromlar yaşandı. Karabağ bölgesi; şu anda fiilen Ermeni işgali altında bulunan gökçe gölü ile Kür ve Aras ırmaklarının sınır teşkil ettiği engebeli bölge ve bu bölgeye bağlı ovalardan oluşmakta. Bölge diğer Azeri bölgeleriyle Ermenistan ve İran sınırlarını kontrol edebilecek hayli jeostratejik bir konuma sahip. Modern Karabağ sorunu Sovyetler Birliğinin parçalanma aşamasına girdiği dönemde 1980 lerin sonunda Ermeni yönetiminin Karabağ’ın dağlık kısmında tekrar hak iddia etmesi ile başladı. Ermeniler hak iddialarını bölge nüfusunun çoğunluğunu teşkil ettikleri gerekçesine dayandırdı. Ancak bu nüfus yoğunluğu esasen Sovyet yönetiminin Kafkaslarda izlediği milletleri karma politikalarından kaynaklıydı. Kaldı ki Sovyet yönetiminin(Günümüzde de Rusya’nın) Kafkasya politikasında, Ermeniler ve Ermenistan vazgeçilmez öneme sahip bir etmendi. Ermenilerin nüfus yoğunluğu savına karşılık Azeriler de Karabağ bölgesinin hem hukuken hem de tarihi olarak kendilerine bağlı olduğunu ileri sürüyor. Zira tarih boyu Türk boylarının yerleştiği alanlardan olan Karabağ Türk-Hazar hakimiyet sahasının da içinde yer almaktaydı. Bölgede yaşanan bu gerilimden kaynaklanan çatışmalar günümüze değin hiç durmadı. Ermeni milisleri Şubat 1992 de Hocalı nahiyesinde çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 613 kişiyi hunharca katletti. Bu güne kadar çözüme kavuşamayan Karabağ sorunu sadece Azerbaycan Ermenistan ilişkilerini değil esasen tüm bölgeyi etkilemekte. Mesele Türkiye Ermenistan başta olmak üzere İran, Rusya, ABD hatta İsrail ile ikili ilişkilerine de yön veren problemler arasında başı çekmekte. Nitekim Uluslararası kamuoyu da sorunun çözümü için çeşitli atılımlarda bulunsa da herhangi bir ilerleme kaydedilemedi. Günümüze kadar AGİT bünyesinde özellikle Rusya ABD ve Fransa’nın etkin müdahaleleriyle aranan çözüm yolları meseleyi keşmekeş haline getirmekten gayrı bir fayda vermedi. AGİT in yoğun lobi faaliyetleri neticesinde Ermenistan lehine sunduğu çözüm öneril- erini Azerbaycan hükümetinin şiddetle reddetmesi ile diplomatik arayışlar çıkmaza girdi. Yakın zamanlarda büyük çaplı çatışmalarla yeniden alevlenen sorunun geleceği dünya çapında yer edinmiş bölgesel bir soru işareti... İşgal Altındaki Dağlık Karabağ Neresi ? G üney Kafkasya’daki en büyük toprak anlaşmazlığı statüsünü hala koruyan ve toprakları üzerinden silah seslerinin eksik olmadığı Karabağ bölgesi Ermenistan, İran ve Azerbaycan üçgeninde bulunan 4 bin 400 kilometrekarelik bir alan. Ancak söz konusu Ermeni işgali sadece Karabağ’la sınırlı değil, Karabağ’ın çevresindeki 7 rayon da Ermeniler tarafından güvenlik maksadıyla işgal edilmiş ve işgal edilen toplam alan Azeri topraklarının%20 sine tekabül eden 11bin kilometrekarelik bir genişliğe ulaşmıştır. Bölgenin işgalinin hukuki temellere dayandırılması maksadıyla 6 ocak 1992 yılında, daha önceden Azeri boykotu eşliğinde yapılan referandumun akabinde Dağlık Karabağ cumhuriyeti ismiyle şu anda Ermenistan’da dahil hiçbir ülkenin resmen tanımadığı bir devlet işgal altındaki toprakları idare etmekte. Katliamlar ve etnik temizliğin akabinde bölgenin Azeri nüfusundan arındırılmasıyla birlikte Karabağ’daki 145 bin kişilik nüfusun %95 ini Ermeniler kalan kısmını Süryani, Rum ve Kürt azınlıklar teşkil etmekte. 100 Yıllık Kafkas Kördüğümü Karabağ B olşevik ihtilalinin peşi sıra 3 yıllık bir macera yaşayan Demokratik Cumhuriyet ortak paydasındaki Azerbaycan ve Ermenistan’ın 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğince işgal edilmesiyle Dağlık Karabağ, razı gelinmiş görünen, ancak Ermenilerce hiçbir zaman tam olarak benimsenmeyen bir statüye evrildi. 1923’te Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı otonom bölge statüsü verilen Dağlık Karabağ’da, bölgede yaşayan etnik Ermenilerin, Azerbaycan yönetiminden duydukları rahatsız olduklarına yönelik kimi zaman ses çıkarmalarına rağmen, Sovyet sisteminin gücünü 20 /ugsamnews RAPOR yitirerek durma noktasına geldiği 80’li yılların sonuna kadar mevcut durum muhafaza edildi . SSCB’nin son lideri Mihail Gorbaçov’un tıkanan sosyalist sistemin önünü açmak ve Sovyetleri kaçınılmaz sondan kurtarmak için 1985’te başlattığı açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroika) politikalarıyla birlikte, Kafkasya’nın tüm sorunlu bölgeleri gibi Dağlık Karabağ sorunu da kesif bir şekilde parlamaya başladı. Karşılıklı hak iddaları, Askeran çatışması Sumgayıt podromu gibi silahlı hadiselerle zirveye ulaşan ve bir kıvılcım bekleyen gergin ortam referandum ile birlikte patlama noktasına ulaştı. Ermenilerin 40 bin kişilik bir gösteri tertip etmesi ve Ermenistan yönetiminin apar topar boşaltılan Rus-Sovyet üsslerinden elde ettiği ağır silahlarla Dağlık Karabağa saldırmasıyla Sıcak savaş başlamış oldu Kafkasyada Sovyet sonrası dönemin ilk büyük kapsamlı çatışması durumundaki Dağlık Karabağ Savaşı, 1994’te Ermenistan lehine son buldu. Savaş ned- Azeri kaynaklarına göre 1 milyon, Uluslararası kaynaklara göreyse 600bin Azeri mülteci durumuna düştü. Sovyetlerin her geçen gün gücünü yitiren otoritesini fırsat bilen Dağlık Karabağ Otonom Yönetimi, 1988 yılında Ermenistan Cumhuriyeti’ne bağlanma yönünde taleplerde bulundu. Bu herhangi bir yankı oluşturmazken Azerbaycan ve Ermenistan’ın 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmalarından sonra Dağlık Karabağ Ermenilerinin ayrılıkçı faaliyetleri de had safhaya ulaştı. eniyle yaklaşık 30 bin kişi hayatını kaybetti. Dağlık Karabağlı Ermeniler, savaş sonunda silah ve mühimmat üstünlüğüyle birlikte Azerbaycan’daki siyasi karmaşanında etkisiyle bölgenin tümünün kontrolünü ele geçirdikleri gibi komşu 7 bölgeyi de sözde güvenlik gerekçesiyle işgal ettiler. Bu gelişmelerle birlikte Dağlık Karabağ ile Azerbaycan’ın doğrudan temas noktaları oldukça sınırlandı. Gelinen bu zamanda Sovyetlerin izlediği politikalar sebebiyle Azerilerin göç etmesi bölgedeki azeri nüfusunu %20 lere kadar düşürmüştü. 10 Aralık 1991’de yapılan ve Karabağ Azerilerinin boykot ettiği referandumda Ermeniler, Azerbaycan yönetiminden ayrılmak için sandık başına gitti. Referandumun ardından Dağlık Karabağ cumhuriyeti bağımsızlık ilan ettiyse de dünyadan umduğu karşılığı bulamadı. Ermenilerin, Dağlık Karabağ’ı da içine alan Azeri topraklarının yüzde 20’sini işgaliyle, Azeri kaynaklarına göre 1 milyon, Uluslararası kaynaklara göreyse 600bin Azeri mülteci durumuna düştü. Çoğunluğu başkent Bakü’ye göç eden ve çetin şartlarda hayat mücadelesi veren Dağlık Karabağlı Azeriler, ata topraklara geri dönmek için çatışmanın çözümlenmesini bekliyorlar. 21 /ugsamnews RAPOR Minsk Gurubu Arayışları A zerbaycan ve Ermenistan’ın Ocak 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na dahil edilmesi, şüphesiz Batılıların Rus Federasyonuna ve İran İslam Cumhuriyetine, bu oyunun içinde biz de varız deme şekliydi. Ermenistan’ı ve Azerbaycan’ı bünyesine alarak sorunu uluslararası arenada tartışmaya açan ve arabulucu vazifesini emrivaki ile üzerine alan AGİK, 1992’de konuyu araştırma ve yerinde incelemeler yapmak üzere Karabağ’a bir heyet gönderilmesini ve Minsk Temas Gurubu’nun kurulmasını teklif etti. 1994’te resmen teşkil edilen Minsk Grubu’nun yönetim kademesinde Fransa, Rusya ve ABD bulunuyor. Grubun diğer üyeleri ise Türkiye, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, Belarus, İsveç ve Finlandiya. Minsk Grubu, Karabağ Meselesinin barışçıl yöntemlerle çözümü için görüşmelerini sürdürüyor, taraflara çözüm tekliflerinde bulunuyor. 20 yılda çokça farklı planlar müzakere edildi. Elebaşılığını azılı emperyalistlerin çektiği Minsk Grubu’nun 29 Kasım 2007’de Madrid’de taraflara sunduğu öneriler uzlaşıya en yakın plan olsa da tıpkı diğer planlar gibi herhangi bir sonuca ulaşamadı. 2009’da yenilenen ve Madrid Prensipleri ismiyle zikredilen planın tekliflerini şu şekilde sıralayabiliriz: - Dağlık Karabağ’ın çevresindeki işgal edilmiş bölgelerin Azerbaycan kontrolüne bırakılması, - Dağlık Karabağ’a güvenliğini ve kendi yönetimi garanti edecek şekilde ara bir statü verilmesini ve nihai statüsünün daha sonra belirlenmesi, - Ermenistan ile Dağlık Karabağ’ın irtibatını sağlayan koridorun açılması, - Yerlerinden edilmiş kişilerin topraklarına dönmesi, - Barış gücünün işlevini yerine getirecek şekilde uluslararası güvence sağlanması. SONUÇ Y akın zamanda yaşanan büyük silahlı çatışmalarla dünyanın gündemine oturan Karabağ Sorunu bu gün dahi maalesef çözüme yakın sayılmaz. Bu çözümsüzlükte elbette İsrail ve Rusya’nın silahlanma yarışı, ABD’nin Kafkasya üzerindeki Gürcistan gibi bölgelerde kendine üs sağlamak için küçük ülkelerin geriliminden nemalanması, Avrupa ülkelerinin Rusya’ya alternatif teşkil eden Azeri gazına olan ihtiyaçları ve Ermeni Lobisine yönelik çifte standartçı tutumları gibi etkenler pastada kocaman bir pay teşkil ediyor. Azerbaycan’ın bu haklı davasına bölgede Türkiye’den başka herhangi bir ülke karşılıksız desteklerini sunmamakla birlikte Azeri yönetimi üzerinde kazan kazan oynamaya devam ediyor.... YA KARABAĞ YA ÖLÜM, BİTSİN ARTIK BU ZULÜM!!! Ahmet Mithat ODABAŞ UGSAM KAFKASYA RAPORTÖRÜ 22 /ugsamnews RAPOR İSYAN Ş ehirler vardır huzuru çağrıştırır, her ne kadar acı barındırsa da bünyesinde. Ona bakmak, onu düşünmek hüzünle huzuru yoğurur yüreklerde. Zulmün ve silahların değil, şefkatin ve adaletin gölgesinde koşan çocuklara hasrettir bu şehirler. Güneş, acıya değil sevdaya doğsun isterler. İşgal sinmiş olan toprağa, özgürlüğün mis kokusu ekilsin isterler. Ve insanları vardır o şehirlerin. Her biri alnı öpülesi. Her birinin hayatı roman… Kudüs o şehirlerden biri, birincisi… Yavuklusu ile düğün hayalleri kuran damat ve gelin adaylarının her an bir kurşuna maruz kalacak olma endişesi yaşadıkları, ama yine de içlerinde özgür günlere dair umudun yeşerdiği şehir Kudüs. Yirmi yıl sonra cezaevinden çıkacak kocasını beklemenin yorgunluğu, babasız yetiştirmek zorunda kaldığı dört çocuğunun okul dönüşünü beklerken duyduğu tedirginliğe karışan yorgun ama umudu dipdiri anaların şehri Kudüs. Yiğit kızların ve fedakar anaların diyarı. Hele Mescid-i Aksa’ya bir baskın yapılsın da siz görün o kahraman kadınları. Çocukları, eşleri, babaları, abileri işte, okulda olan Kudüs’ün kadınları nasıl da aslan kesilir siyonist askerlerinin silahları karşısında. Yetim kalan çocuklar, Kudüs ile aynı kaderi paylaştıklarını ergenlik çağına gelince anlamaya başlar. Yetim olmanın hüznünü, Kudüs’le aynı kaderi yaşamanın sevinci teselli eder. Yeryüzünde ne kadar çok Müslüman yaşadığını öğrendiklerinde ise kafalarında bin tane “neden” sorusu çınlar. “Hani biz kardeştik, nerede kardeşlerim?” Neden? Neden Kudüs’ü kurtarmak için harekete geçmezler? A mbargonun bin bir çeşidine maruz kalan esnaf her şeye rağmen umutla Ya Rezzak deyip işe besmele ile başlar. Çocuğuna ayakkabı değil terlik alacak parayı bile zor kazanır. Gerçi kırk metrekarelik evini Siyoniste satsa milyon doları olacaktır, bunu bilir, ama satmaz. “O ev ümmetindir bana korumak düşer” der. “Bana Kudüs’ün bereketi yeter” der. Üniversite okuyan genç, pazarda zeytinyağı satan üniversite mezunu abisine yardım ederken kendi sonunun da böyle olacağını bildiği halde azimle aşk ile okulunu tamamlama gayretini hiç yitirmez. Bir de yaşlıları vardır Kudüs’ün. Yürekleri bedenlerinden daha yaşlı yaşlılar. İşgalin her yüzünü yakinen görmüş, çilesini ve eziyetini çekmiş olan yaşlılar. İşgalciler, elli yaşından küçük Müslümanların Mescid-i Aksaya girişini engellemeye çalıştığında; elindeki bastonunu bir kılıç gibi doğrultup, titreyen eline inat gür sesiyle “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyerek Mescid-i Aksa’yı savunan yaşlıları vardır. Zindanları var o şehrin. Cennet bahçesi adeta. Yusuf’un medresesi diyoruz ya hani, hem de ne medrese… Ümitsizlik karamsarlık yoktur orda. Özlem olsa da, “özlemden kimse ölmez” diyen mücahitlerin medresesi. Her biri ayrı suçlardan hapse girmiş olsalar da, gerekçeleri tektir! İşgale isyan… İçeri girdiğinde 3-5 yaşlarında olan çocuklarının 23-25 yaşlarına gelmiş olduğunu gözleri parlayarak anlatan babaların yurdudur o zindanlar. Üniversitesi yarıda kalmış, 15 yıl ceza almış ama bunları kaale almamış, elinden kitabı düşürmeyen gençlerin yurdudur o zindanlar. Bir de şereflerin en üstününe nail olanları var bu şehrin. Gelecek kaygısının hesaplarını yapmayan, ölümden korkmayan. Kutsalının özgürlüğü için hayatını hiçe sayanları var. İlk duyduğu seste hemen öne atılıp kendini siper eden yiğitleri var. Velhasıl, alnı öpülesi nice şehitleri var bu şehrin. Ey Kudüs! Bütün bunlara şahidiz ve bilmenin sorumluluğu büker belimizi. İmkanımız çok ama cesaretimiz yok! Kıymetli olanı ucuza satmış kötü tüccar gibiyiz. Dünya sevgisi söküp almış cesaretimizi. Heyecanımız sönmüş, fedakarlığımız kaybolmuş. Er kişi gibi çıkamayız meydana da, seni uzaktan sevmekle avunur olduk. Ey Rabbimin emaneti. Ey Kudüs! Orhan BUYRUK UGSAM DERLEME 23 /ugsamnews RAPOR MALİ KÜRESELLEŞME VE YANSIMALARI K üreselleşme sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yönleri olan çok boyutlu bir süreçtir. Bazılarına göre küreselleşme, dünya ülkelerini birbirine yakınlaştırmış ve dünyayı “büyük bir köy” durumuna getirmiş, bazılarına göre ise Amerikan kültürünün dünyaya daha hızlı bir biçimde yayılmasından ve Amerikan ekonomisinin dünya üzerindeki hegemonyasını kabul etmenin başka bir adı olarak değerlendirilebilir. , Mali küreselleşme sürecinin başlamasıyla, yeni sanayileşmekte olan ülkelerde sanayileşmeyi hızlandırıcı etkiler bekleniyordu. Oysa sık sık yaşanan mali krizler mali küreselleşme ile bu krizlerin ortaya çıkışı arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna işaret etmektedir. Mali küreselleşme, 1980’lerin sonlarında ve 1990’ların başlarında ortaya çıkan bir gelişmedir. Mali küreselleşme süreci sanayileşmiş ve sanayileşme yolundaki ülke hükümetlerinin aldıkları kararlarla döviz ve sermaye işlemleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırarak ulusal piyasalarını dış mali piyasalarla bütünleştirmeleri olarak tanımlanabilir. Mali krizlere karşı alınacak önlemler konusu, öteki gelişmekte olan ülkeler ve o arada Kafkasya ve dönüşüm ülkeleri diye adlandırılan ülkelerdeki halkların ekonomik refah düzeyleri için de çok önemlidir. Düşüncemiz şudur ki mali krizlerin doğuracağı yoksulluk ve sefaletin önüne geçilebilmesi için yakın geçmişte ortaya çıkan krizlerin dikkatlice incelenmesi ve bunlardan önemli dersler alınması gerekmektedir. Günümüzdeki uluslararası ekonomik düzende krize giren ülkelerin, dış finansman desteği sağlamak üzere İMF (ve kısmen de Dünya Bankası) dışında başvurabilecekleri önemli bir kaynak bulunduğu söylenemez. Ancak son gelişmeler İMF’nin kriz yönetim politikalarının başarısına duyulan kuşkuların bir kez daha artmasına neden olmuştur. Hatta bugünkü deneyimler, kriz içindeki ülkelere karşı İMF’nin şart koştuğu politikaların aslında mevcut krizin daha da derinleşmesine neden olabildiği gerçeğidir. Başka bir deyişle, İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların gelenekselleşmiş politikalarına karşın mali krizler, işsizlikteki artışlar, üretim düşüşleri, iflas eden şirketler, ağırlaşan dış borçlar, kısacası yaygınlaşan refah seviyesi düşüklüğü ile birlikte el ele gitmektedir. Hızla genişleyen ve yabancı sermaye girişlerine sahne olan bir ülkede, bu sürecin birdenbire duraksaması, tersine dönerek bir kriz ortamına dönüşmesi oldukça ilginç bir gelişmedir. Hızlanan sermaye girişinin yarattığı “aşırı ısınma” ortamında ülkedeki ufak bir ekonomik, siyasal veya doğal bir olay ya da gelişme, geleceğe ait bekleyişleri aniden olumsuzluğa dönüştürebilmekte ve yabancı sermayenin kitleler halinde ana ülkelerine dönmesi için ilk kıvılcımı oluşturabilmektedir. Küreselleşme tartışmalarında sermaye hareketleri merkezi bir rol oynar. Günümüzde gelişmiş ülkelerde kurumsal yatırımcıların yönettiği fonlarda büyük artışlar olmuştur. Bilgi ve iletişim teknolojisindeki gelişmelerde fonların dünya ölçeğinde kolayca hareket etmesine olanak sağladı. Gelişmekte olan ülkelere yönelik fon akımlarının ise resmi kanallardan çok özel yatırımlar alanına doğru kaymış olması dikkat çekici bir gelişmedir. Gelişmekte olan ülkelerde sık sık mali krizlerin yaşanması, söz konusu ülkelerde büyük ölçüde işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete neden olmaktadır. Günümüzün gerçekleri açısından, mali krizler adeta yaşanan mali küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak görülmektedir. Maalesef Türkiye’de sık sık mali krizler görülmekte ve bu krizlerden dolayı büyük refah kayıplarına uğrayan bir ülke durumuna düşmektedir. Yeni sanayileşmekte olan ülkelere yönelik uluslararası sermaye akımlarının temel özelliği beklenmedik biçimdeki büyük değişkenliklerdir. Uygulamaya bakıldığında bu ülkelere yönelik yabancı sermaye akımlarındaki gelişme ve genişleme (boom) aşamasını, çok şiddetli ve çok ani bir tersine dönüş hareketinin izleyebildiği görülmektedir. 24 /ugsamnews RAPOR Ayrıca bir ülkede ortaya çıkan krizin etkileri hızlı bir biçimde ve kolayca başka ülkelere de yayılabilmektedir. Yakın tarihli krizlerin deneyimleri sermaye hareketlerinde liberasyona gidilen bugünkü dönemde hükümetlerin para politikası, faiz oranları ve döviz kurlar üzerindeki etkinliklerinin önemli ölçüde zayıfladığını gösteriyor. Yaşanan olaylar günümüzde, mali krizlerle yabancı sermaye giriş ve çıkışları arasında yakın bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu, krizlerin tek nedeninin yabancı sermaye olduğu biçiminde yorumlamak elbetteki tek neden olmayabilir. Kriz ortamını oluşturan asıl nedenler bu ülkelerdeki makroekonomik dengesizliklerle de ilgilidir diyebiliriz. Krize yol açan makro dengesizlikler arasında dış ticaret ve cari işlemler açığı, yüksek enflâsyon ve sabit kur politikaları, ulusal paranın aşırı değerlenmesi, kamu finansman açıkları, bankacılık sektöründeki denetim eksikliği ve sermaye yetersizlikleri ön plânda gelmektedir. Öte yandan, İMF’nin “kurtarma paketleri”nden gerçek anlamda yararlananlar krize sürüklenen ülkedeki esnaf, sanayici, işçi, çiftçi gibi üretici sınıflar olmayıp o ülkeye yatırım yapan yabancı sermaye sahipleridir. Bu krediler hazinenin borçları niteliğinde olup daha sonra toplanan vergilerle geri ödeneceklerdir. Dolayısıyla İMF kredilerinin asıl yükünü taşıyan ülkedeki vergi ödeyicileri durumundaki halkın tümüdür. Oysa gerçekte bu bu krediler kurtarma operasyonu kapsamında yurt dışındaki yatırımcıların alacaklarının ödenmesinde kullanılmaktadır. SONUÇ G ünümüzde yaşanan mali küreselleşme ile mali krizler arasında yakın bir ilişki olduğu reddedilemez. 19.yy’dan itibaren belli aralıklarla Meksika’da, Güney Doğu Asya’da, Rusya’da, Brezilya’da, Türkiye’de ve yeni sanayileşmekte olan diğer ülkelerde ortaya çıkan mali krizler bu ülkelerde büyük refah kayıplarına neden olmuştur. Yakın bir gelecekte de benzer krizlerin ortaya çıkmayacağı düşünülemez. Bu nedenle muhtemel mali krizlere hazırlıklı olmak, geçmiş krizlerden ders almak ve gerekli önlemleri vakit geçirmeden uygulamaya koymak gerekir. İsmail BAKIRHAN UGSAM EKONOMİ RAPORTÖRÜ İMF kriz içindeki ülkelere hâlâ klâsik reçeteler uygular. Bazen de son olarak Türkiye örneğinde görüldüğü gibi krizdeki ülkelere çelişkili politikalar önermektedir. İMF kredileri “şartlılık ilkesi” kapsamında toplam harcamaları daraltmaya, para arzını kısmaya, faiz oranlarını yükseltmeye ve vergileri artırmaya yönelik politikalardır. Bu uygulamalar ise ekonomide mevcut durgunluğu daha da artırarak üretim ve satışların düşmesine, firmaların borçlarını ödeyememesine, işsizliğe ve iflâslara neden olmaktadır. Dolayısıyla da kriz dönemlerindeki İMF politikaları ülkelerdeki yoksulluğun daha da artması sonucunu doğurmaktadır. 25 /ugsamnews RAPOR ÜLKE RAPORU 1-Ülkenin Adı - MOĞOLİSTAN 2-Coğrafi Konumu, Harita, Bayrak - DOĞU ORTA ASYA 3-Resmi Dini - BUDİZM 4-Resmi Dili - MOĞOLCA 5-Nüfus ve Müslüman Nüfus - 3 MİLYON - 200.000 6-Ekonomik Yapısı - MADEN VE HAYVANCILIK 7-Yönetim Şekli - CUMHURİYET, PARLEMENTER SİSTEM 8-Mevcut Yönetim ve Siyasi Görüşü -İKİ PARTİLİ PARLEMENTO, İKTİDAR SOSYALİST PARTİSİ, CUMHURBAŞKANI HRİSTİYAN 10- Irkçı emperyalizmin Ülkedeki ifsat Çalışmaları ve Etki Alanları N üfus çoğunluğunun Budist olması ifsad çalışmalarına çok gerek bırakmıyor. Hristiyanlaşma için misyonerlik çalışması yapılıyor. Faiz, bar ve karaoke kulüpleri ülkede çok fazla yaygın durumda. Bölgenin Çin, Rusya, Japonya gibi güçlü ülkeleri, ülkenin yol, köprü gibi eksikliklerini tamamlayarak maden yataklarını işletmek için kendilerine imkan sağlıyorlar. Konum itibariyle stratejik bir noktada bulunmadığından emperyalizmin çalışması ekonomiyi elde tutmak üstüne kuruludur. Moğolistan M oğolistan 3 milyon nüfuslu, 200.000 Müslüman barındıran dünyanın yüzölçümü bakımından en büyük 19. ülkesi olan Doğu Orta Asya ülkesidir. Vatandaşlarının %94’ü Moğol, %6’sı ise Kazak asıllıdır. Ülkenin iklimi bozkırdır, 3 ay yaz 9 ay kış mevsimi yaşanmaktadır. Herhangi bir denize ya da okyanusa kıyısı bulunmamaktadır. Moğolistan, denize çıkışı olmadığından ekonomik ve ticari bakımdan iki büyük komşusu Rusya’ya ve Çin’e bağımlı durumdadır. Bu sıkışıklıktan kurtulabilmek için Batıya ve uluslararası kuruluşlara eklemlenme çabası içerisindedir. Bu nedenle, 2011 yılında ülkemizin yanısıra, AB, ABD, Japonya, Güney Kore ve Hindistan’ı “üçüncü komşu ülkeleri” olarak ilan etmiştir. Moğolistan, bahsekonu politika bağlamında BM, NATO ve AGİT gibi uluslararası kuruluşlarla ilişkilerine de önem atfetmektedir. Başkent Ulan Bator olmak üzere 21 tane vilayet bulunmakta olup, Müslümanların en yoğun yaşadığı vilayet Bayan Ölgey’dir. Başkente yaklaşık 2000 km uzaklıkta Rusya sınırındadır. Ülkenin resmi dili Moğolca olup, halkın çoğunluğu Budist’tir, az bir kesim Hristiyan’dır. Bayan Ölgey bölgesinde Kazak Türkçesi konuşulmakta olup burada yaşayan halkın çoğunluğu da Kazak’tır. Ülke yüzölçümü bakımından Türkiye yüzölçümünün iki kat büyüklüğüne sahiptir. Ülkenin yarısı orman, yarısı çöl biçimindedir. Dünyaca ünlü Gobi çölleri burada bulunmakta, çölün bir kısmı Çin’e kadar uzanmaktadır. Tarihte Türk isminin ilk geçtiği yazıtlar olan Orhun Yazıtları Moğolistan’da bulunmaktadır. Yazıtların bir kısmı başkente 400km uzaklıkta, bir kısmı da 50km uzaklıkta olan Tonyukuk’ta bulunmaktadır. Ülke parlamenter sistemle yönetilmektedir. Parlamento binasının hemen önünde bir Cengizhan heykeli bulunur. Şu anda mecliste Demokratlar ve Sosyalistler vardır. Sosyalistlerin iktidarı söz konusudur. Cumhurbaşkanı Hristiyan’dır. 1930’lu yıllarda ülke Sovyet işgaline uğramıştır. Sovyetlerin ülkede bulunan erkeklerin pek çok kısmını öldürdüğü söylenmektedir. Cengizhan’ın kurduğu Moğol İmparatorluğu burada kurulmuş ve Anadolu’ya kadar ilerlemiştir. Dünyanın en büyük heykellerinden biri olan 40m uzunluğundaki Cengizhan heykelinin yönü Çin’e dönüktür. Her yıl yapılan milli bayram bir ay kadar sürmektedir. Başkentin merkezinde Avrupalı gezgin Marco Polo’nun heykeli bulunmaktadır. Avrupalılar bu bölge hakkında sağlam temelli bilgileri onun kitabı sayesinde edinmiştir. Kazaklar ve Kırgızlar başta olmak üzere Uygur, Hoten, Tuva, Dukha gibi Türk soyları da burada yaşamaktadırlar. 26 /ugsamnews RAPOR trendin gerçekleşmesi bekleniyor! Enflasyon da 2011 ve 2012 yılındaki ‘çift haneli’ oranlardan, 2013 Mart ayı itibariyle, tek haneye, 9.8% düşebilmiştir. Ormanlarda Ren geyiği çiftçiliği yaparak geçinen Dukha Türkleri göçebe bir hayat yaşıyor ve evcileştirilmiş geyiklerle göç ediyor. Keçeden yapılma ünlü beyaz çadırları başkentin kenar mahalleleri dahil tüm ülkede, bilhassa hayvancılık yapılan yaylalarda sık sık görülmektedir. Konum olarak Rusya ve Çin arasında bir bölgede kalan Moğolistan, Türkiye’ye uçakla 10 saat/7.500km uzaklıkta bulunmaktadır. Ülke ekonomik olarak madencilik ve hayvancılıkla geçinmektedir. Bakır konusunda dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer almaktadır. Maden Borsası yasa tasarısı için oluşturulan konsept taslağı, Moğolistan Bakanlar Kurulu toplantısında görüşülerek, bakanların görüşlerinin yansıtılması kararıyla onaylanmıştır. Moğolistan, maden rezervleri bakımından dünyada 7. sırada bulunmakta ve bugün itibari ile 80 çeşit madeni barındıran 1470 maden ocağına ve 8240’tan fazla zuhura sahip bir ülke konumundadır. 2007 yılından itibaren dünya piyasasında maden ürünlerinin fiyatlarına paralel olarak uluslararası büyükçaplı şirketler, Moğolistan’da maden alanında yatırımlar yapmaya başlamışlardır. Buna bağlı olarak da son yıllarda Moğolistan’ın ihracat ürünlerinin yüzde 90’ını maden ürünleri oluşturmaya başlamıştır. Ancak maden ürünlerinin satışı için uygun bir pazarın henüz oluşmaması ve piyasada eşit rekabetin sağlanamaması nedeniyle ülkedeki maden ürünlerinin fiyatları çok düşük seviyelerde seyretmektedir. Bu nedenle maden borsasını kurmaya ilişkin yasanın onaylanması ile bu değerin artması beklenmektedir. Moğolistan ekonomisi, 2012 yılında 12.3% büyüdü; 2011 yılındaki büyüme oranı ise 17.5% idi ve Dünya Bankası 2013 yıl büyümesini 13% olarak revize etti ve revize edilen 13% oran dahi halen küresel ekonomideki en yüksek oranlardan biri.Ancak, hızlı büyümenin beraberinde oluşabilen ‘enflasyon ve bütçe açıkları’ Moğolistan için de sorun olmaya devam ediyor. Dünya Bankası 2013 Nisan ayı güncellemelerine göre, mali açık GSMH’nin 8.4% ulaşarak son 13 yılın rekorunu kırdı, 2013 yılı sonunda da benzer Çöllerde başıboş hayvanlar bulunmakta, küçükbaş hayvancılık yoğun biçimde yapılmaktadır. Bölgenin Japonya, Çin gibi güçlü devletleri ülkeye krediler açmak suretiyle ülkenin madenlerini işletmektedir. Budistlere ait başkentte bir tane büyük bir Buda heykeli olan tapınak vardır, Hristiyanların kiliseleri bulunmaktadır ve Müslümanların 5-6 adet salon tipi camii bulunmaktadır. Budistlerin sabahları dışarıya süt serpme olarak yaptıkları bir ibadetleri vardır, Buda’ya ithafen bu ibadet yapılmaktadır. Camii anlamında ülke ciddi anlamda eksiklik çekmektedir. Orta Asya Gençlik Vakfı Ölgey bölgesinde ve müslüman kesimin yaşadığı bazı bölgelerde camii çalışmaları yapmaktadır. Ülkede İslam tebliğ çalışması yapan hareketler yok denecek kadar azdır, olanlar da Türkiye’den son zamanlarda giden gruplardır. Ülkede Türk büyükelçiliği ve TİKA bulunmaktadır. Türkiye - Moğolistan ilişkileri özellikle 1990’lı yıllardan itibaren gelişmeye başlamıştır. İki ülke arasındaki ilk resmi ziyaret Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1995 yılında Moğolistan’ı ziyareti olmuştur. İki ülke arasındaki ilişki ve işbirliği Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2002 yılında Moğolistan’ı, Moğolistan Cumhurbaşkanı N. Bagabandi’nin ise 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret etmesiyle devam etmiştir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 11-12 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirdiği ziyaret, yıl içerisinde Türkiye’den Moğolistan’a en üst düzey ziyaret olmuş ve ziyaret marjında dört resmi metin (Ortak Deklarasyon, Vize Muafiyetine Yönelik Mutabakat Zaptı, Güvenlik İşbirliği Anlaşması ve 2013-2016 Yılları Arası Kültürel, Eğitsel ve Bilimsel Değişim Programı) akdedilmiştir. Moğolistan tarafından ülkemize gerçekleştirilen en önemli üst düzey ziyaret ise 10-13 Ekim 2014 tarihleri arasında Moğolistan Parlamentosu Başkanı Enkhbold’un ziyareti olmuştur. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 11-13 Nisan 2015 tarihlerinde Moğolistan’a gelerek temaslarda bulunmuş, üst düzey ziyaretler gerçekleştirmiştir. Moğolistan - Türkiye ticaret hacmi 25 milyon ABD Doları civarında seyretmektedir. Moğolistan’a başlıca ihraç kalemlerimiz şekerleme, çikolata, bisküvi, beyaz eşya, hububat işleme makineleri, sentetik liflerden giyim eşyası, kağıt, vatka, keçe gibi dokunmamış mensucattır. Başlıca ithal kalemlerimiz ise, hayvansal ürünler ile kazak, hırka, yelek gibi giyim eşyalarıdır. 27 /ugsamnews RAPOR Türkiye, 1992 yılından bu yana Moğol öğrencilere üniversite bursları tahsis etmektedir. Burslu öğrencilerin yanısıra, her yıl Ulan Bator’da Büyükelçiliğimizce yapılan Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı sonuçlarına göre belirlenen Moğol öğrenciler de ülkemizde öğrenim görmek üzere seçilmektedirler. Kendi imkanlarıyla öğrenim gören öğrenciler de dahil olmak üzere, Türkiye’de öğrenim gören Moğol öğrencilerin sayısı 1000 kişi civarındadır. Türk Büyükelçiliği Konsolosluk Şubesi’nde 343 vatandaşımız kayıtlı olarak görünmektedir. Bunun büyük kısmını eğitim kurumlarına ait okullardaki yöneticiler, öğretmenler ve aileleri oluşturmaktadır. Bunların dışında 57 üniversite öğrencisi ile az sayıda Türk işadamı mevcuttur. Moğolistan’da küçük çaplı Türk ticari kuruluşları faaliyet göstermektedir. Söz konusu işletmeler, PVC kapıpencere, hayvansal ürün ticareti gibi işlerle iştigal etmektedir. Türkiye’den gelen vatandaşlar için 1 aylık vizesiz giriş serbestliği vardır. Ülkede yaşayan insanlar diğer ülkelere göre turistlere bakıp kalmamakta, çarşıda pazarda bu duruma takılmadan hayatlarına devam etmektedirler. Sovyetlerin geniş coğrafyaya yayılmışlığı ve uzun dönem egemenliği Moğolistan’ı da etkilemiş durumdadır. Müslümanlar Sovyet etkisinde kalmışlardır ve yaşadıkları müslümanlıkta bu etki görülmektedir. En yoğun Müslüman nüfusun yaşadığı Ölgey bölgesinde neredeyse alkol satılmayan bakkal-market bulunmamaktadır. İslam’a uygun bir yaşayışı var diyebileceğimiz insan sayısı şahit olduğumuz kadarıyla çok çok azdır. Sovyet adeti olan sert zeminlerde yatma geleneğini kaldığımız otellerde göze çarpmaktadır. Ölgey bölgesi Müslüman çoğunluğun yaşaması sebebiyle ihmal edilmiştir. Altay dağları bu bölgede bulunmaktadır, iklim sebebiyle meyve sebze ülkede çok yetişmemekte ve ithal edilmektedir. Daha çok karasal iklim ürünleri olan patates, havuç, soğan gibi ürünler yetişmektedir. Hayvancılık yaygın olması ve kışların sert geçmesi sebebiyle yün ve kaşmir ürünleri de oldukça rağbet görmektedir. Diğer Ortadoğu-Afrika ülkeleriyle karşılaştırdığımızda ülke genelinde makineli, uzun namlulu silahlı asker-polis çok görünmemektedir. Bu da bize ülkede çok ciddi güvenlik problemlerinin olmadığını göstermektedir. Başkentte bir yere gitmek istediğiniz zaman yol kenarına geçip el kaldırdığınızda hemen hemen her araç durabilmekte ve ücreti mukabilinde gitmek istediğiniz yere kilometreyi sıfırlayıp sürücü sizi oraya götürmektedir. Müslümanların ciddi eğitim eksiklikleri vardır, kış koşullarının sert geçmesi özellikle kırsalda iş hayatını olumsuz etkilemekte, bu da ekonomik olarak aileleri zora sokmaktadır. Türkiye’den gönderilen yardımların bu açıdan büyük faydaları olmakta ve bu durum oradaki insanların Türkiye’ye ve insanına karşı sevgisi artırmakta, kardeşlik bağlarımızı güçlendirmektedir. Orta Asya konusunda ciddi anlamda ilgisiz kalmışız ve öyle duruyoruz. Buna binaen var olan bilgilerimiz de çok ileri gitmemektedir, daha çok kulaktan duyma kalıp bilgilerden besleniyoruz. Sovyetlerin geniş coğrafyaya yayılmışlığı ve uzun dönem egemenliği Moğolistan’ı da etkilemiş durumdadır. Müslümanlar Sovyet etkisinde kalmışlardır ve yaşadıkları müslümanlıkta bu etki görülmektedir. UGSAM SAHA RAPORTÖRLÜĞÜ 28 /ugsamnews RAPOR KİMYASALLAR 4 ZİKA HAK ve batıl mücadelesi; insanlık tarihi kadar eski olup yaratılan ilk insan Hz. Adem ile başlamış; bu mücadelenin en somut ve kıymetli örneklerinde biri olan Adem as.’ın oğulları Habil ve Kabil ile devam etmiş ve biz insanlar var olduğu sürece de devam edecek olan Hakk Teala’ın en temel Sünnetullahlarından biridir.İnsanlığın temel yaratılış sebeplerinden biri olan imtihan, her çağda farklı bir boyut kazanmış, her yeni nesil ile mücadelenin şekli de değişmiştir.Ancak imtihan, zahirde ne kadar farklı olursa olsun,perdenin arkasındaki sır ve mücadele temelde aynıdır.Kendini dünyanın heva ve heveslerinden sıyırıp, perdeyi aralayabilen şahsiyetler ise tarihte izler bırakarak biz- lere sürekleri örnek teşkil etmişlerdir.Bizler bilinçli Müslümanlar olma yolunda-imtihanı, mücadeleyi kazanma yolunda-bu şahsiyetlerin ayak izlerini takip ederek zihinlerde her türlü bozgunculuk ile, zahirde ise batılın her türlü oyun ve gerek biyokimyasal gerekse diğer alanlardaki silahları ile mücadele etmek mecburiyetindeyiz. Zika; serinin daha önce de yazdığımız biyokimyasal silahlar arasında ölümcül olmamakla birlikte en tehlikeli olanıdır.Batıl, bu virüs ile yeni bir stratejiye yönelmiş toplu katliamdan ziyade daha çok insanlığı kontrol altına almayı amaçlayan bir yol haritası çıkarmıştır.Daha önce anlatmaya çalıştığımız biyokimyasalların en dikkat çekici ortak özelliği hepsinin ‘’Coronavirüs’’ ailesine ait olması ve toplu katliamlara yol açması idi; Zika ise daha bilindik bir virüs ailesi mensubu olup laboratuar ortamında üretilmeyip doğada saptanarak yayılım göstermiştir. Fransız Polinezya’sında ilk ciddi salgınına sebep olmuştur.Bu salgından 32000 kişi etkilenmiştir. ***işaret; ilk ciddi salgınlardan biri olan Fransız Polinezya’sının yerini göstermektedir. Zika; ilk olarak maymunlarda tespit edilmesine rağmen insanlara, Aedes aegypti cinsi sivrisineklerle ve cinsel yolla bulaşmaktadır.Virüs, vücutta hemen her sıvıyla taşınabilmekte; •Semende 62 gün (68 yaşında erkek hasta. 2014 yılında Cook Adalarından İngiltere’ye dönüyor. Zika virüs enfeksiyonu geçiriyor. Semende virüs 62 güne dek tespit ediliyor.) •İdrarda 15 gün •Kanda 1 hafta •Tükürükte var… •Şu ana dek anne sütünde tespit edilmedi… Başlıca belirtileri: •Ateş • Baş ağrısı • Gözlerde kızarma •Kusma •Döküntü • Kas ve eklem ağrısı Zika virüsü (ZIKV), Flaviviridae virüs familyasının ve Flavivirus cinsinin bir üyesidir. RNA virüsüdür. V İlk defa 1947 yılında Uganda’da Zika Ormanında dikkat çekmiştir.Sarı humma araştırmaları sırasında ateşlenen rhesus maymunlarında farkedilmiş olup ‘Zika virüs’ olarak ise 1952 yılında tanımlanmış.1954 yılında Nijerya’da ilk defa bir insanda virüs izole edilmiştir.Virüs, keşfedilişinden yaklaşık 50 yıl sonra; 2007 yılında Pasifik okyanusundaki Yap adasında; daha sonra da; ekim 2013-Nisan 2014 arası Güney Pasifikte bulunan 25 yaşında Avrupalı kadın hasta •2013 yılından bu yana Brezilya’da yaşıyor •Şubat 2015’te gebeliğin 13. haftasında ateş, döküntü ve kas ağrıları oluyor. •14 ve 20. hafta USG’leri normal •28. haftada Avrupa’ya dönüyor •29. haftada ilk fetal anomaliler tespit ediliyor irüs; insanlarda nonspesifik, ölümcül olmayan, semptomlara yol açıyor; ancak virüsü etkili ve tehlikeli kılan durum ise gebeler üzerindeki etkisidir: 29 /ugsamnews RAPOR •32. haftada annenin isteği ve etik komitenin onayı ile gebelik sonlandırılıyor Mikrosefalili fetüs beyninden RT-PCR metodu ile virüs tespit ediliyor. Başka bir vücut dokusunda virüse rastlanmıyor. Yukarıda verilen vaka örneğinde de olduğu gibi; virüs anne karnındaki çocuğun merkezi sinir sistemine direk müdahale ederek bebeği daha doğmadan neredeyse bütün insani vasıflarını ortadan kaldırıyor.Anneleri virüse maruz kalmış yeni doğanların hemen hepsinde motor işlevler(kısmen) ve bilişsel işlevler(daha fazla olmak üzere)’in bozulmuş olduğu tespit edilmiştir. Batıl, amacına ulaşmak için geçmişten bu güne dek eline geçen her fırsatı değerlendirmiş, ve sonucu tüm dünyayı ateşe atmak dahi olsa eylemlerinden vazgeçmemiştir.Her alanda yaptığı bozgunculuk ilk olarak biz Müslümanları etkilemiştir.Kendi çabasıyla laboratuar ortamında üretmiş olduğu bütün biyokimyasalları önce Müslüman nüfusun yoğunlukta olduğu bölgelerde denemiştir.Zika, batıl güçlerin uyguladığı bu bozgunculuk profilinin dışına çıkmış ilk olarak gayrimüslim halkın çoğunlukta olduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır.Burada önemli olan biz Müslümanların bu bakış açımızı hangi yönde geliştirmemiz, bu yeni stratejinin üst akılının nasıl oluşturulduğunun bilincine varış konusuna eğilme gerekliliğidir. Çoğu zaman biz Müslümanlar, zahire o kadar bağlı kalıyoruz ki asıl düşmanı ve onun amacının tamamen unutuyor; batılı yönlendiren ve hatta bütün insanları etkisi altında bırakmaya çalışan, dünyada kavimler, toplumlar, devletler gelip geçse de Hakk’ın karşısında kıyamete kadar savaşacak düşmanı göz ardı ediyoruz.Unutulmamalıdır biz Müslümanların vermesi gereken asıl mücadele, batıl devletler ve silahlarının yanında, onları da kendi amacı doğrultusunda-zihinlerini kontrol altına alarak(tıpkı ZİKA virüsü gibi)-asıl düşmana karşı vereceği mücadeledir. “Dirilecekleri güne kadar bana süre tanı,” dedi. “(ALLAH)Sana süre tanınmıştır,” dedi. “Beni saptırmana karşılık onlar için senin dosdoğru yolun üzerine sinsice oturacağım.” “Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım. Böylece çoklarını şükreder bulmayacaksın. Zika; pasifikte yaptığı ilk salgından sonra 2015-2016 yıllarında çok hızlı bir yayılım göstererek 33 ülkede ciddi salgınlara yol açmıştır. Dünya sağlık örgütünün verilerine göre salgınlar Şili hariç bütün güney Amerika’yı etkisi altına almıştır: “(ALLAH)Dedi ki: “Horlanmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Onlardan sana uyanlara gelince, hepinizle cehennemi dolduracağım.” Araf /14-18 Selam ve Dua ile... Fatih KIRMIZI UGSAM TIP RAPORTÖRÜ 30 /ugsamnews RAPOR NÜKLEER ENERJİ A.NÜKLEER ENEJİ NEDİR VE NASIL BULUNDU? D oğada bulunan maddelerin özelliklerini, atomlarının merkezindeki çekirdeğin özelliği belirler. Nötron ve protondan oluşan enerji toplamını en az enerji kullanarak oluşturmaya çalışır. Atom enerjisi veya nükleer enerji, atom çekirdeğinin bölünmesi, parçalara ayrılması (fisyon) veya iki atomun birleşmesi, kaynaşması (füzyon) neticesinde açığa çıkan enerji olarak tanımlanabilir. Günümüzdeki nükleer santraller, Uranyum-235 (U-235) atomunun çekirdeğinin bir nötron ile parçalanması sonucu işlev sağlarlar. Ağır radyoaktif maddelerin nötron bombardımanı sonucu daha küçük atomlara bölünmesine fisyon, hafif maddelerin ise birleşmesine füzyon tepkimeleri denilebilir. Güneş patlamaları füzyona örnek verilebilirken, daha önce bahsi geçen U-235 ile açığa çıkan nükleer tepkimeler ise fisyona örnek verilebilir. Becquerel’in ardından 1898 yıllarında Marie ve Pierre Curie uranyumun alfa ışınları ışıyarak polonyum ve radyuma dönüşmesini bulmuşlardır. 1930 yıllarında ise Enrico FERMI elementleri nötron bombaların tutmuş ve yeni elementler elde etmeyi başarmışlardır. Irene Joliot-Curie’nin çalışmaları sonucunda ise uranyumdan ağır lantanyumu keşfetmişlerdir. Bu sürecin ilerlemesiyle nükleer fisyon keşfedilmiştir. B.NÜKLEER SANTRALLER NASIL ÇALIŞIR? B.1. Nükleer Fisyon oğada bol miktarda bulunan uranyumun nükleer enerjinin hammaddesi olduğu için endüstride kullanım alanı yoktur. D Zincirleme reaksiyonun oluşması için nükleer yakıtta parçalanabilir izotopun zenginleştirilmesine ihtiyaç duyulmadan tabii halde uranyum (%0.72 U-235 zenginliğinde) ve moderatör (nötron yavaşlatıcı) olarak grafit veya ağır suya, soğutucu olarak da karbondioksit, helyum veya ağır su gereklidir. Eğer moderatör ve soğutucu olarak da hafif su kullanılırsa az zenginleştirilmiş (%3-4 U-235 zenginlikte) uranyum yakıtına gereksinim vardır. Nükleer enerji üretiminde; nötronları U-235 tarafından yutulmuş olması nedeniyle kararsız olan U-236 çekirdeği 2 veya 3 parçaya bölünerek kararlı hale geçerler. Böylece yeni nötronlar ve çekirdekler ortaya çıkar. Yeni oluşan nötronların da diğer U-235 atomların çarpması sonucunda bölünmesine ve böylece daimi enerji üretilmesine, zincirleme tepkimeye neden olurlar. Reaktörün merkezinde oluşacak olan nükleer reaksiyonu başlatmak için Kaliforniyum veya Amerisyum-Berilyum gibi nötron kaynakları gerekirken kontrol altında tutmak veya durdurmak için ise boron, gümüş-indium-kadmium gibi nötron yutucu kontrol çubukları kullanılmaktadır. Kontrol çubuğunun reaktör kalbinden çekilmiş hali zincirleme reaksiyonun devamlılığını gösterirken, sokulmuş hali ise durdurulmasını göstermektedir. Bu zincirleme bölünme reaksiyonlarının kontrollü olarak yapılabildiği sistemlere ise nükleer santraller denir. Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi Henry Becquerel tarafından karanlıkta uranyum maddesinin ve fotoğraf plakalarının yan yana bulunması sonucu yayılan radyoaktif ışınların fark edilmesi sonucu bulunmuştur. B.2. Kurulan İlk Nükleer Reaktörün Çalışma Prensibi urulan ilk nükleer reaktörde, Fermi yakıt elemanları arasına grafit(karbon) tuğlaları yerleştirilmiştir. K 31 /ugsamnews RAPOR Karbon çekirdekleri nötronlardan 12 kat daha fazla olmasına rağmen nötronlar yavaşlatılmıştır. Bununla karbon çekirdekleriyle oluşan birçok çarpışmadan sonra nötronun 235U ile fisyon yapma olasılığını arttırmak amaçlanmıştır. Modern reaktörler yavaşlatıcı olarak su kullansalar da bu tasarımda moderatör karbondur. Yavaşlatma işleminde nötronların çekirdek tarafından yakalanması için fisyon işleminin gerçekleşmesi gerekmez. Örneğin; Eğer nötronlar yüksek kinetik enerjiye sahip ise 238U çekirdeği tarafından yakalama olasılığı çok yüksek, düşük olduğunda ise çok düşüktür. Böylece nötronların yavaşlatılması hem çekirdeği reaksiyona duruma getirir hem de yakalanma şanslarını azaltır. Kendiliğinden bir zincir reaksiyonel ilk olarak 2 Kasım 1942 yılında gerçekleştirildiğinde başarı Washington’a şu mesajla bildirilmiştir: “ İtalyan denizci Yeni Dünya’da karaya çıktı ve oradaki halkı oldukça yakın buldu.” Tarihi olay, Chicago Üniversitesinin içindeki batı standının altında bulunan raket avlusundaki uydurma bir laboratuvarda gerçekleştirildi. İtalyan denizci Fermi’yi temsil ediyordu. C.1. Avantajları • Enerji bağımlılığını azaltacaktır. Günümüzde ülkemizin elektrik ihtiyacı %31 oranında doğalgazdan sağlanmaktadır. Kendi enerjimizi ürettiğimiz takdirde dışa bağımlılığımız azalacaktır. • Alternatif enerji kaynağı olarak kullanılabilir. Dünyanın enerji talebinin yaklaşık olarak %80’lik kısmını kömür, petrol ve gaz gibi sonu gelebilir fosil yakıtlar sağlamaktadır. Dünyada petrol rezervleri 2050, doğal gaz rezervleri ise 2070 yılında biteceği öngörülmektedir. Bu nedenle dünyanın alternatif bir enerji üretim sistemine ihtiyacı vardır. • Doğal kaynakların korunması sağlanacaktır. Bir facia olmadığı sürece, nükleer santraller doğaya hidroelektrik santrallerden daha az zarar vermektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları her ne kadar zararsız görünse de verimli topraklar üzerine kurulduğunda toprağı olumsuz etkilemektedir. • Enerjinin uzun süreçte fiyatını sabit tutacaktır. Petrol ve doğal gaz fiyatlarında ileriki yıllarda nasıl bir değişim olacağı öngörülemezken nükleer enerji, elektrik üretim fiyatlarındaki dalgalanmayı engelleyecektir. • Ülkemiz nükleer enerji teknolojisine sahip olacaktır. Nükleer enerjinin kullanımı ciddi bir eğitim sürecini ve beraberinde ileri teknoloji ve bilgi birikimini getirecektir. • Her yıl artan enerji ihtiyacına çözüm olacaktır. Her yıl teknolojinin ilerlemesi, her alanda elektriğin daha fazla kullanılması nedeniyle artan enerji ihtiyacının çözümlenmesine yardımcı etken olabilecektir. • Küresel ısınmaya karşı alternatif enerji kaynağı konumundadır. Fosil yakıtların meydana getirdiği CO2 gazı sera etkisini arttırırken dünyanın ortalama sıcaklığının yükselmesine ve bu nedenle küresel ısınmaya neden olmaktadır. Nükleer enerji ile çok az CO2 gazı meydana geldiği için küresel ısınmayı azalttığı düşünülebilir. C.2. Dezavantajları •Güvenlik Dünya genelinde hiçbir nükleer santral yüzde yüz güvenli değildir, bu sebeple en ufak kazalar bile facialara neden olabilir. •Saldırılar Nükleer santrale yapılacak en ufak bir saldırı ciddi sonuçlar doğurabilir. • • Nükleer Atıklar Yüksek Sermaye D.NÜKLEER ATIKLAR ıllar boyunca nükleer/fisyon tepkimeye uğrayan yakıt belli bir sürenin ardından verimliliğini yitirecek, kullanılamaz hale gelecektir ve değiştirilmesi gerekecektir. Ancak çekirdekte bulunan nükleer atık bir süre daha ısı vereceği için soğutulması gerekir. Genel olarak santrallerde gerçekleştirilen uygulama, atığın reaktörün içinde bir atık havuzuna koyulması işlemidir. 2 sene bu havuzlarda bekleyen atık ısı salımını nerdeyse sıfırlamış olur. Çekirdekten çıkarılmış olan bu atıkta, radyoaktif elementler bulunmaktadır. Aynı fisyon tepkimesi gibi bu elementler de kendi kendilerine bölünerek başka elementlere dönüşürler. Radyoaktivite bu kararsız elementlerin bölünürken açığa çıkardığı parçacıklardır. Yakıttaki radyoaktif elementleri elimine etmek için akla ilk gelen çözüm zararlı kısmın ana yakıttan ayrıştırılmasıdır. Ancak bu süreçte yakıtın %1’ini oluşturan plütonyum da ayrışabileceğinden bazı ülkeler güvenlik tehlikesi görüp yasaklamıştır. Y 32 /ugsamnews RAPOR Kritik altı bir yakıt elamanının çevresine yansıtıcı blok yerleştiren 1 isçi, yakıt kütlesinin kritikliğe ulaşması sonucu oluşan radyasyondan ölmüştür. 21.05.1946 – Los Alamos (ABD): Bir öncekine benzer kritiklik kazası, 1 ölü. 15.10.1958 – Vinca (Yugoslavya): Biyolojik zırhlıma olmadan gerçekleştirilen bir kritiklik deneyi sırasında, operatör hatası sonucu kontrolsüz kritiklik nedeniyle 6 personel radyasyona maruz kalmış, 1 kişi ölmüş, 5 kişi lösemi tedavisi görmüştür. 03.01.1968 – Idaho Falls (ABD): SL1 araştırma reaktörü, kontrol çubuğunun elle çekilmesi sonucu reaktör koluna fazla miktarda reaktivite verilir, ani ve çok miktarda güç yükselmesi sonucu oluşan “su çekici” nedeni ile meydana gelen patlamada 3 kişi hayatını kaybetmiştir. 24.07.1964 – Woods River (ABD): Yüksek zenginlikteki uranil nitrat solüsyonunun taşınması sırasında meydana gelen kazada 1 kişi hayatını kaybetmiştir. 13.05.1975 – İtalya: Gıda sterilizasyon tesisinde Kobalt-60 kaynağından yayılan radyasyon sonucu 1 ölüm gerçekleşmiştir. Ancak elektrik enerjisinin %75’ten fazlasını nükleer enerji ile sağlayan Fransa’da böyle bir yasak yoktur, hatta diğer ülkelere oranla nükleer atık birikimi oldukça azdır. Nükleer atıkların saklanması için başka çözümler de vardır. Örneğin atıkların taşınmasında kullanılan tanklar. Bir nükleer atık tankı 100 metre yükseklikten beton sertliğindeki bir zemine düşme, yarım saat boyunca 80000°C ateşle yanma ve 8 saat boyunca su altında kalma testlerinin hepsini, ardı ardına geçmelidir. E. DÜNYADA MEYDANA GELMİŞ NÜKLEER KAZALAR ükleer enerji santrallerinin zannedildiği gibi nükleer bomba gibi patlama olasılığı yoktur. Hatta güvenlik önlemleri açısından herhangi bir tesisten daha iyidir. Buna rağmen ticari veya askeri nedenlerden faaliyetlerden dolayı, birçok ölüm meydana gelmiştir. • İyonlaşma Radyasyonuna Maruz Kalma Sonucu Ölümle Sonuçlanan Nükleer Tesis Kazaları aşağıda belirtilmektedir: 08.08.1945 – Los Alamos (ABD), kritiklik kazası: N 23.09.1983 – Constitiuyentes (Arjantin): Reaktör koru modifikasyonu sırasında ani güç yükselmesi nedeniyle 1 operatör ölmüştür. 28.04.1986 – Çernobil (SSCB): Bugüne kadar olmuş kazaların en büyüğüdür. Kontrolsüz ani güç yükselmesi kazası, yanık ve vuruk nedeniyle 2 ani ölüm, 10 günlük dönem boyunca atmosfere radyoaktif fisyon ürünlerin atılması ile yaklaşık 200 kişi akut hastalığa tutulmuş ve bunlardan 31’i kazayı izleyen üç ay içerisinde ölmüştür. 30.09.1999 – Tokaimura (Japonya): Yeniden isleme tesisinde meydana gelen kazada isçiler, izin verilen limitlerden çok daha fazla miktarda Uranyum-235’in bir arada depolanması yaşandı ve üç isçi yüksek radyasyon alarak hastaneye kaldırıldı. 1 teknisyenin hayatını kaybettiği Tokaimura Santral kazasında, santral civarında yasayan 313 bin kişi evlerinden dışarı çıkarılmadı. 10 kilometrelik bölge yasak alan ilan edildi. • Çevre Üzerinde Etkisi Olan ve Çalışanların Işımaya Maruz Kaldığı Nükleer Güç Santrali Kazaları aşağıda vurgulanmaktadır: 33 /ugsamnews RAPOR Windscale kazası, nükleer kazalar içerisinde önem taşır. Genelde reaktör parçaları ile ilgili olan bu kazalar aşağıda verilmiştir. 1957 – Windscale (İngiltere): Metal uranyum yakıt elemanlarının soğutulması kaybı sonucu çıkan reaktör yangınında fisyon ürünleri atmosfere yayılmıştır. Hemen çevrenin ve çalışanların izlenmesine başlanmış, çevreden sağlanan süt dağıtımı bir süre durdurulmuştur. Reaktör çevresinde yaşayanlardan 260’ı tiroide kanseri olmuştur. 1958 – Chalk River (Kanada): Bozuk yakıt elemanlarının reaktör korundan çıkarılması sırasında, yakıtın taşıma konteynerine sıkışıp, daha sonra depolama kuyusuna düşerek yanması kazasıdır. Yaklaşık 48 kişi farklı düzeylerde radyasyona maruz kalmıştır. Mart 1965 – Chinon A1 (Fransa): Girilmez işaretini görmeyip, yakıt değiştirme bölgesine giren bir işçi radyasyona maruz kalmıştır. Eylül 1979 – Chinon A2 (Fransa): Karbon-Dioksit kaçağını bulmak için yapılan bir çalışma sırasında 2 isçi radyasyona maruz kalmıştır. Ekim 1999 – (Güney Kore): Teknoloji Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre, Kyongsang bölgesindeki nükleer santralde, reaktör bakım-onarım çalışmaları sırasında kaza meydana gelmiştir. Kazada pompadan 45 litre ağır su açığa çıktığı ve ortamdaki radyasyonun kontrol altına alındığı açıklanmıştır. ler içerisindeki en önemli kazalardandır. Emniyet vanasının yanlışlıkla kapalı kalması sonucu kaza meydana gelmiştir. Reaktör kabının büyük bölümü kirlenmiş ve atmosfere radyoaktivite yayılımı yaşanmıştır. Three Mola Island kazasında, bölgede genel acil durum ilan edildi ve çevrede bulunana 144 bin kişi başka yerlere sevk edildi. Bu olayda o an için can kaybı olmadı, ancak geriye çevresel faktörlerinin yıkıcı etkileri kaldı. 1993 – Tomak-7 (Rusya), yeniden işleme santralinde oluşan patlama sonucu ciddi miktarda plütonyum ve radyoizotopları çevreye yayılmıştır. 1995 – Montu (Japonya), reaktörde sodyum sızıntısı meydana gelmiş ve ardından da yangın çıkmıştır. Reaktör o günden buyana kapalı kalmıştır. 1998 – Cıvaux (Fransa), en yeni reaktöründe sızıntı meydana gelmiş, sızıntı ancak 10 saat sonra kontrol altına alınabilmiştir., 2002 – Davas Besse (ABD), reaktörün 17 cm kalınlığındaki basınç kabında, çalışma basıncına dayanmak üzere tasarlanmamış paslanmaz çelik kaplamaya kadar ulasan 130-200 santimetrekarelik bir delik bulunmuştur. 2003 – Macaristan, 30 yanmış yakıt çubuğunun pek çoğu bir temizleme tankında kırılarak, konteynerin dibinde 3,6 ton uranyum parçası bırakmıştır. Bu durum halen bir sonuca ulaştırılamamıştır 2005 – THORP (Britanya), reaktörde nitrik asit sızıntısı nedeniyle tesis o günden beri kapalıdır. • Santralin Mevcudiyeti Üzerinde Etkili Olan Kazalar aşağıda belirtilmiştir: 1952 NRX, 1955 EBR1 (ABD), 1966 Enrico Fermi (ABD), 1967 Chapel (İ İngiltere), 1969 Lucens ( İsviçre), 1969 ve 1980 Saint-Laurent Al (Fransa), 1973 SSCB, 1975 Browms Ferry (ABD), 1972 Millstone (ABD), 1976, 1982 ve 1983 Phenix (Fransa) reaktörlerin içerisinde meydana gelen kazalar tesislerin altı ay ile iki buçuk yıl arasında değişen sürelerde kapalı kalmalarına neden olmuştur. Three Mile Island 2 bu reaktör- 2011 – Fukuşima (Japonya), 2011 Tohoku depremi ve tsunamisinin neden olduğu yedek güç ve muhafaza sistemlerindeki büyük hasar, Fukuşima I nükleer tesisi reaktörlerinin bazılarında aşırı ısınma ve kaçaklara yol açtı. Reaktörlerin her birindeki kaza ayrı ayrı derecelendirildi; üç tanesi seviye 5, bir tanesi seviye 3 ve durumun bütünü ise seviye 7 olarak derecelendirildi. Santral etrafında 20 km’lik bir yasak bölge ve 30 km’lik gönüllü bir tahliye bölgesi oluşturuldu. F.TÜRKİYE VE NÜKLEER ENERJİ SANTRALİ ürkiye’nin biri inşaat aşamasında diğeri proje aşamasında olmak üzere iki adet nükleer enerji santrali projesi bulunmaktadır. Ayrıca üçüncü bir santral için ülkenin çeşitli bölgelerinde fizibilite çalışmaları devam etmektedir. T 32 /ugsamnews RAPOR Gerçekleşmesi planlanan ilk nükleer santral Mersin’in Gülnar ilçesinde kurulacak olan 4800 MW kapasiteli Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’dir. Bir diğeri ise Sinop’ta kurulacak olan 4400 MW kapasitesi olan santraldir. Akkuyu Nükleer Santrali Bu santralde her biri 1200 MW güçteki 4 reaktörden üretim sağlanması planlanmaktadır. İlk reaktörün 2019 diğerlerinin ise 2022 yılına kadar faaliyete geçip tam kapasite çalışması amaçlanmaktadır. Türkiye’de elektrik tüketimi her yıl ortalama %5 artmaktadır. Akkuyu Nükleer santralinin 2022 yılında ülkenin elektiriğinin %9,2 sini karşılayabileceği öngörülmektedir. Türkiye’deki nükleer santraller ve kurulu güç tablosu Aslında kaygılandırması gerekiyor. Türkiye’nin aksine fiyat artışları Rusları etkiledi. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski yaptığı bir açıklamada, 2013’te Mersin’de temeli atılacak Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyetinin artacağını söyledi. İvanovski, “Maliyet 20 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkabilir” dedi. Akkuyu NGS yetkilileri haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki açıklamalarında yine 20 milyar dolar rakamını telaffuz etmeye hatta daha aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu için ilk yatırım maliyeti, kW kurulu güç başına 4116 dolar seviyesinde kalacak (20 milyar/ 4800 MW). ABD’de ilk yatırım maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı düşünüldüğünde Rusya’nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir soru işareti. Çin’de yapımı süren AP-1000 tipi reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına 3 bin 500 dolara geldiği yönünde haberler var. Çin’de işçilik maliyetlerinin ucuz olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere kıyasla daha ucuza mal edilmesine neden olduğu biliniyor. Bu durumda birkaç seçenek var. Ruslar Akkuyu’daki reaktörü ya Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak işçilere Çinli işçilerin aldığı parayı verecek. Üçüncü seçenek ise VVER-1200 modelinin Batı’daki reaktörlere göre, bir şekilde daha ucuza yapılacak olması. Türkiye Nükleer Enerji Santralleri Profili G.NÜKLEER SANTRALİN MALİYETİ ükleer santraller için önemli maliyet kalemleri göz önüne alınırsa; N • • • • • Yapım giderleri İlkyardım maliyeti Yakıt maliyeti İşletim giderleri Söküm maliyeti olarak sıralanabilir. Akkuyu Santrali ve maliyeti ; Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer Santrali için farklı bir finansman modeli oluşturdu. Santralin mülkiyetini Akkuyu NGS’ye verdi. Böylece 20 milyar doları bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma derdini ve onun faiz yükünü de. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana gelen fiyat artışı Türkiye Cumhuriyeti’ni çok da kaygılandırmadı. Toplam Reaktör Sayısı:449 33 /ugsamnews RAPOR H.İÇ HUKUK DÜZENLEMELERİ N ükleer enerjiye yönelik düzenlemeler, şu amaçlar etrafında toplanmaktadır: 1. Radyasyon güvenliği (Standartlaştırma) : 1994 tarihli Nükleer Güvenlik Konvansiyonu (Nuclear Safety Convention), ulusal nükleer güvenlik mevzuatının nasıl düzenleneceğine ve etkin bir nükleer tesis lisanslama sisteminin nasıl kurulacağına dair hükümler içermektedir. Taraf Devletler, iç hukuklarını bu sözleşmeye göre düzenlemişlerdir. 2. Tesislerin işletme ruhsatı (Lisanslama) : Bu konu, Devletlerin idare hukukunu ilgilendirmektedir. ABD’de ve Avrupa’da açılan nükleer enerji santrallerin açılmasını engelleme amaçlı komşu mülk sahipleri ve aktivist çevre grupları tarafından açılan davalar bu kategoridedir. Genelde bu davalar yargılama hukukundan doğan yargılama konusunun yokluğu (ripeness) ilkesi üzerinden reddedilmektedir. 3. Hukuki sorumluluk : Ulusal devlet nükleer sorumluluk düzenlemelerinde, nükleer risk ve nükleer enerjiden beklenen fayda arasında yeterli denge kurulmalıdır. 32 /ugsamnews RAPOR 4. Nükleer felaketlere ilişkin hazırlık ve nükleer afet yönetimi : Bu konu da, Devletlerin idare hukukunu ilgilendirmektedir. 5. Atıkların depolanması ve Tesislerin sökümü: Bu meseleler de çevre hukukunu ilgilendirmektedir. Bu alanlardaki düzenlemeler menfaat dengesini işleyen ve devlet arasında paylaştırmaktadır. Pek çok ülke nükleer enerji tesislerinin sökümü konusunda önceden düzenleme yapmıştır. Örneğin İsveç Nükleer Enerjinin Devreden Çıkarılması Yasası’na dayanarak 1999 ve 2005’te iki reaktör sökümü yapmıştır. Belçika ise nükleer tesislerin sökümü için ayrı yasa çıkararak reaktör ömrünü 40 sene ile sınırlandırmıştır. 6. Bilgi Edinme Hakkı: Vatandaşların nükleer enerji faaliyetlerine ilişkin bilgi edinme hakkı insan hakları hukukunu ilgilendirmektedir. Genellikle, nükleer felaketlerden etkilenmiş veya sosyal demokrat ülkeler korumacı bir hukuk düzenini tercih ederek nükleer enerji tesisleri işletenlerin sorumluluğunu kısıtlamamıştır. Milli nükleer enerji endüstrisi olan ülkeler ise nükleer enerjiyi destelemek amacıyla sorumlukta çeşitli sınırlamalar öngörmüşlerdir. sorumluluk hukuku eyaletlere bırakılmamış ve federal hukuk düzeyine çıkartılarak ulusallaştırılmıştır. Nükleer hukuk Nükleer hukuki sorumluluk A.B.D., Meksika Birleşik Devletleri, İsviçre Konfederasyonu, Rusya, Çin, Kanada ve Güney Afrika ülkelerinde federal düzeydedir. Federalizasyon ile nükleer hukuki sorumluluk eyalet seviyesinden ulusal düzeye çıkartılmakta ve her reaktör kurulduğu zaman eyalet bazında dava açılması engellenmektedir. Federalizasyonun bir diğer sonucu da eyalet bazında değişen hukuki sorumluluğun yetersizliğidir. Örneğin, Amerikan Anayasa Mahkemesine göre davanın somut özelliklerine bağlı eyalet haksız fiil tazminatı nükleer zarar için yeterli bir çare olmayacaktır. Dünyadaki dokuz ülke toplam 14.900 nükleer silah sahibidir. Bunların yüzde 93’ünü Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya oluşturuyor. 1980’lerin ortalarındaki zirveden bu yana, küresel cephanelikler üçte ikisiyle küçüldü. Son 30 yıldaki daha fazla ülke, silahları ve programları, onları elde etmeye çalışmaktan vazgeçti. Ahmet Furkan YAVUZ UGSAM DERLEME Nükleer hukuki sorumluluk nükleer enerji santrali yatırımına başlanmadan evvel mümkün olan en güçlü hukuki araçlar ile kodifiye edilmiştir. Nükleer 33 /ugsamnews BA SIN DA BİZ