SBArD 2008, 11 - SBARD – Sbard Dergisi

advertisement
Yıl: VI
Sayı: 11
Sayfa: 1 – 205
SBArD Mart 2008
ISSN 1304 – 2424
Ali BOĞA
Okullarda Görsel Sanat Eğitimi Amaç-İlke-Yöntem
1 – 16
Selahattin KAYMAKCI-Osman ÇAKIR
Türk Eğitim Tarihi’nde Yükseköğretimin Gelişimi
17 – 40
Mustafa CİHAN
Dilthey’da İnsani ve Tarihsel Olanı Anlamanın Aracı Olarak Sanat
41 – 53
Bülent SÖNMEZ
Felsefenin Meşruluk Sorunu Üzerine
55 – 69
Nihat ŞİMŞEK
Yeni İlköğretim 6. ve 7. Sınıf Sosyal Bilgiler Programı İle İlgili
Bir Değerlendirme: Öğretmen Görüşleri
71 – 81
Sabri EYİGÜN
Goethe Örneğinde Edebiyatta Özgünlüğün Ölçüsü ve Türk Edebiyatı
83 – 88
Hüseyin YAŞAR
Yeni Roman’da Kahraman ve Olay Örgüsü’nün Aldığı Yeni Biçimler
89 – 96
Mehmet YEŞİLBAŞ
Politik Bir İkna Enstrümanı Olarak Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler
97 – 118
Yılmaz KARADENİZ
İngiltere’nin İran-Afganistan Politikası (1848-1870)
119 – 135
Selim Hilmi ÖZKAN
XVIII. Yüzyılın Başlarında Basra’nın Güvenliği Meselesi
ve Osmanlı Devleti’nin Bölgede Aldığı Tedbirler
137 – 147
Abdullah KAYA
Mengücek Beyliğinin Kuruluşu ve Beyliğin Bölgedeki Türkleşmedeki Rolü
149 – 176
Adnan GÜL
Türk Millî Bağımsızlık Savaşında Maraş Müdafaasının Önemi
177 – 199
Hatip YILDIZ
Ziya Gökalp (Mehmed Ziya)’in Talebelik Yılları
201 – 205
SBArD 2008, 11
AKADER
Akademik Araştırma
ve
Dayanışma Derneği
SOSYAL BİLİMLER
ARAŞTIRMA DERGİSİ
(SBArD)
DİYARBAKIR 2008
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA
DERGİSİ
Yıl: VI Sayı: 11 Sayfa: 1 – 205 SBArD Mart 2008 ISSN 1304 - 2424
Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Edebiyat, Hukuk, Psikoloji,
Sanat, Sosyoloji, Tarih ve diğer sosyal bilim dallarındaki bilimsel
çalışmaların yılda iki kez -Mart ve Eylül- aylarında yayımlandığı
hakemli bir dergidir.
Yayıncı
Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği (AKADER)
Turgut Özal Bulvarı Onur Apt. No: 56/5 Bağlar-Diyarbakır / Türkiye
Internet: www.akader.org --- www.akader.info
Sahibi
AKADER adına S. Ahmet ATAK
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Prof. Dr. Ahmet CİHAN
Baş Editör
Prof. Dr. Ahmet KANKAL
Editörler Kurulu
Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN (Din Bilimleri)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERPOLAT (Tarih)
Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU (Felsefe)
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Fazlı ERGÜL (Eğitim Bilimleri)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet HAZAR (Türk Dili ve Edebiyatı)
Arş. Gör. Ömer ERGÜN (Hukuk)
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Ahmet KELEŞ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa SARIBIYIK
Yrd. Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ
Öğr. Gör. S. Ahmet ATAK
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ
Yıl: VI Sayı: 11 Sayfa: 1 – 205 SBArD Mart 2008 ISSN 1304 - 2424
İletişim Adresleri
Prof. Dr. Ahmet Kankal
Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
50300 Nevşehir / Türkiye
Tel: 0535 978 38 18
0505 631 33 17
ahmetkankal@hotmail.com
Arş. Gör. Ömer Ergün
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi
21280 Diyarbakır / Türkiye
Tel: 0505 631 77 70
omergun@dicle.edu.tr
www.akader.org --- www.akder.info
Atıf Önerisi Örneği
SBArD 2005 Sy. 6, sh. 15
SBArD 2005, sh. 15
SBArD 2008, 11
SBArD HAKEM KURULU
Prof. Dr. Mehmet AKGÜN, Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Şahin AKINCI, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet AYAN, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK, Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa AVCI, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan BAHAR, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Mikail BAYRAM, (Emekli, Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Salim CÖHCE, İnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ, (Emekli, İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Ahmet KALA, İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan KAVRUK, İnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Huriye KUBİLAY, Dokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Taketsugu OKAVA, Yamagata Üniversitesi
Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ, Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Vecihi ÖZKAYA, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK-SAĞIR, Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ekrem SARIKÇIOĞLU, Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Aziz Can TUNCAY, Fırat Üniversitesi
Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Samim ÜNAN, İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Ramazan YILDIRIM, Selçuk Üniversitesi
Prof.
Ahmet ATAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Adnan TEPECİK, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. İlyas DOĞAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hakan HAKERİ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Remzi KILIÇ, Niğde Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet CİHAN, Nevşehir Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet KANKAL, Nevşehir Üniversitesi
Prof. Dr. M. Alaaddin YALÇINKAYA, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Salim KOCA, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. E. Semih YALÇIN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. İlhan ERDEM, Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Halil KALABALIK, Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Ali GÜLER, Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Prof. Dr. E. Aydın KOLUKISA, Niğde Üniversitesi
Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ, Dokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. İbrahim COŞKUN, Dicle Üniversitesi
Doç. Dr. Aziz TAŞDELEN, Akdeniz Üniversitesi
Doç. Dr. Muhittin TUŞ, Selçuk Üniversitesi
Doç. Dr. Ali YILDIRIM, Fırat Üniversitesi
Doç. Dr. Zafer ZEYTIN, Akdeniz Üniversitesi
Doç. Dr. Sabri EYİGÜN, Dicle Üniversitesi
Doç. Dr. Melek GÖKAY YILMAZ, Selçuk Üniversitesi
Doç. Dr. Sebahattin ÇEVİKBAŞ, Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. B. Ünal İBRET, Kastamonu Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Uğur YÖNTEM, Dicle Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ
YAYIN İLKELERİ
1) SBArD’a yayımlanmak için gönderilecek eserler Word 6 veya daha sonraki sürümlerde
yazılmış olmalıdır.
2) Yazılarda Standard (normal) şablon kullanılmalı ve özel biçimlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır.
3) Eser metni Times New Roman yazı tipi (12 punto) ve tek satır aralığı ile yazılmalıdır. Her
paragrafta paragraf boşluğu bırakılmalıdır.
a. Başlıkların aşağıdaki biçimde olmasına dikkat edilmesi gerekir.
I. Başlık 1
1. Başlık 2
a. Başlık 3
i. Başlık 4
b. Çalışmanın sonuna Kaynakça eklenmelidir.
4) Dipnotlar Times New Roman yazı tipi (10 punto) ile yazılmalı ve sayfa sonuna eklenmelidir. Dipnot metinleri nokta ile bitirilmelidir. Referans gösterilen eserler/kaynaklar, sayfa
altında gösterilmesinin yanında metin dâhilinde ve usulüne uygun olarak parantez içerisinde de gösterilebilir, ancak açıklamalar mutlaka dipnotta yer almalıdır.
5) Tablo ve Resimler, çalışmada bulunmak istenen yere, B5 kâğıt formatına uygun olarak
yerleştirilmiş olmalıdır.
6) Eserlerin Türkçe ve İngilizce / Almanca / Fransızca / İtalyanca dillerinden birinde yazılmış özetleri ve anahtar kelimeler ana başlığı takiben metne eklenmelidir.
7) Eserler, A4 kâğıda üç nüsha çıktısıyla birlikte 3½ Disket’e ya da CD’ye kayıtlı olarak
SBArD iletişim adresine gönderilmelidir.
8) SBArD’a gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun değerlendirmesi ve ilgili Hakemin
olumlu görüşü üzerine yayımlanır.
9) SBArD’a gönderilen eserler sahiplerine iade edilmez.
10) Eserlerin yayım hakkı SBArD’ a aittir. SBArD’da yayımlanan eserler yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen herhangi bir şekilde çoğaltılıp yayımlanamaz; bilimsel çalışmalarda atıf kurallarına uyularak kaynak gösterilebilir.
SBArD’ da yayımlanan yazılardan dolayı sorumluluk makalenin sahibine aittir. Yayımlanan eserlerde ileri sürülen görüşler, eser sahibine ait olup, SBArD’ı bağlamaz.
SBArD 2008, 11
© SBArD
İÇİNDEKİLER / INDEX
SAYFALAR / PAGES
Ali BOĞA
OKULLARDA GÖRSEL SANAT EĞİTİMİ AMAÇ-İLKE-YÖNTEM
VISUAL ART EDUCATION IN SCHOOLS AIM-PRINCIPLE-METHOD
1 – 16
Selahattin KAYMAKCI-Osman ÇAKIR
TÜRK EĞİTİM TARİHİ’NDE YÜKSEKÖĞRETİMİN GELİŞİMİ
DEVELOPMENT OF HIGHER EDUCATION
IN TURKISH EDUCATION HISTORY
17 – 40
Mustafa CİHAN
DİLTHEY’DA İNSANİ VE TARİHSEL OLANI ANLAMANIN
ARACI OLARAK SANAT
ART AS THE INSTRUMENT OF UNDERSTANDING
THE HUMAN AND HISTORICAL IN DILTHEY
41 – 53
Bülent SÖNMEZ
FELSEFENİN MEŞRULUK SORUNU ÜZERİNE
DOES PHILOSOPHY HAVE A MATTER OF LEGALITY
55 – 69
Nihat ŞİMŞEK
YENİ İLKÖĞRETİM 6. VE 7. SINIF SOSYAL BİLGİLER PROGRAMI
İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME: ÖĞRETMEN GÖRÜŞLERİ
THE TEACHER VIEWS
ABOUT NEW SOCIAL STUDIES CURRICULUM
6th AND 7th MIDDLE COURSES
71 – 81
Sabri EYİGÜN
GOETHE ÖRNEĞİNDE EDEBİYATTA ÖZGÜNLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ
VE TÜRK EDEBİYATI
MASSSTAB DER EIGENHEIET IN DER LITERATUR
AM BEISPIEL VON GOETHE UND DIE TURKISCHE LITERATUR
83 – 88
Hüseyin YAŞAR
YENİ ROMAN’DA
KAHRAMAN VE OLAY ÖRGÜSÜ’NÜN ALDIĞI YENİ BİÇİMLER
LA NOUVELLE MANIERE DU PERSONNAGE
ET DE L’INTRGUE DANS “NOUVEAU ROMAN”
89 – 96
İÇİNDEKİLER / INDEX
SAYFALAR / PAGES
Mehmet YEŞİLBAŞ
POLİTİK BİR İKNA ENSTRÜMANI OLARAK
YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER
PUBLIC RELATIONS IN LOCAL ADMINISTRATION
AS A POLITICAL CONVINCING INSTRUMENT
97 – 118
Yılmaz KARADENİZ
İNGİLTERE’NİN İRAN-AFGANİSTAN POLİTİKASI (1848-1870)
ENGLAND’S PERSIAN AND AFGHAN POLITICS (1848-1870)
119 – 135
Selim Hilmi ÖZKAN
XVIII. YÜZYILIN BAŞLARINDA BASRA’NIN GÜVENLİĞİ MESELESİ
VE OSMANLI DEVLETİ’NİN BÖLGEDE ALDIĞI TEDBİRLER
THE CASE OF BASRA’S SECURITY
AND SOME PRECAUTIONS TAKEN BY THE OTTOMAN EMPIRE
AT THE BEGINNING OF XVIIIth CENTURY
137 – 147
Abdullah KAYA
MENGÜCEK BEYLİĞİNİN KURULUŞU
VE BEYLİĞİN BÖLGEDEKİ TÜRKLEŞMEDEKİ ROLÜ
THE FOUNDATION OF MENGÜCHEKS’ SEIGNIORY AND THE ROLE
OF ITS IN THE PROCESS OF BECAMING TURKISED IN REGION
149 – 176
Adnan GÜL
TÜRK MİLLÎ BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA
MARAŞ MÜDAFAASININ ÖNEMİ
THE IMPORTANCE OF MARAS DEFENSE
IN THE WAR OF TURKISH NATİONAL INDEPENDENCE
177 – 199
Hatip YILDIZ
ZİYA GÖKALP (MEHMED ZİYA)’İN TALEBELİK YILLARI
ZİYA GÖKALP’S EDUCATION YEARS
201 – 205
OKULLARDA GÖRSEL SANAT EĞİTİMİ
AMAÇ-İLKE-YÖNTEM
Ali BOĞA
Özet / Abstract:
Bireyin istendik davranışları kazanması için yapılan tüm çalışmalara eğitim denebilir. Sanat
eğitimi, genel eğitim-öğretim içerisinde, kişinin duygu, düşünce ve fikirlerini anlatmasına estetik yapı
kazandırır. Yaratıcılığının gelişmesine önemli katkıda bulunur. Görsel sanat eğitimcisinin bunu
gerçekleştirebilmesi için her şeyden önce mesleğe gönül vermesi gerekir. Görsel sanat eğitimcisi sanatçı
öğretmendir. Kendi yaratıcılığını kullanarak öğrencilerini bu yönde geliştirmeye çalışır. Sanat ve
yaratıcılık problemlerini anlayacak kadar sanatçı, eğitim problemlerini anlayacak ve çözüm üretebilecek
kadar eğitimcidir. Sanat eğitimcisi bir öğretmenin, alanında bilgili olmasının yeterli olamayacağını, sanat
eğitiminin amaçlarını, ilkelerini ve yöntemlerini yani niçin ve nasıl verileceğini bilir.
Anahtar Kelimeler: Sanat, eğitim, yaratıcılık, görsel, yöntem.
VISUAL ART EDUCATION IN SCHOOLS
AIM-PRINCIPLE-METHOD
All activities done so that an individual can gain desirable behaviours may be called education.
Art education provides an aesthetic structure to an individual’s expression of feelings, ideas and opinions.
It contributes to the development of creativity. First of all, a visual art teacher schould love his profession.
A visual art trainer is an artist-teacher. He is an artist enough to understand the problems of art and
creativity, a teacher enough to understand the problems of education and find solutions. An art teacher
knows that it is not enough to have extensive knowledge in his field, but also he should know the aims,
principles and methods of art education, and why and how to teach.
Key Words: Art, education, creativity, visual, method.
Problem:
Ülkemizde genel eğitim-öğretim içerisinde sanat eğitimine yeteri kadar yer ve
önem verilmemekte ya da amaç tespiti ve çağdaş yöntemler uygulaması yapılamamakta
olduğu gözlenmektedir. Bunun sonucu olarak yetişmekte olan çocuklarımızın
yaratıcılığa; bilinenden yararlanarak, yeni, özgün sentezlerin ortaya konulmasına
yönelik etkinlikler ortamına girmeyişleri gibi bir olumsuz duruma itilmeleri kaçınılmaz
olmaktadır.

Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü.
aliboga58@hotmail.com
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
Amaç:
Okullarımızda görsel sanat eğitiminin yerinin ve öneminin artırılması gereğini
vurgulamak. Yetişmekte olan kişinin yaratıcılığının geliştirilmesi yolunda sağlıklı
görsel sanat eğitimi yöntemlerini sunmak.
Sınırlama:
Alan bilgisine değinmeden görsel sanat eğitiminin amaçlarını ortaya koyup,
çocuğun nitel ve niceliklerinin göstergeleri olan davranışlarının sanatsal yansımalarına,
bunların sebep ve sonuçlarına dayanarak yöntem geliştirme.
I. GİRİŞ
Anaokulundan lise çağına dek örgün eğitim kurumlarımızda sanat eğitiminin
yeri küçümsenemeyecek ölçüde önemlidir. Genel anlamda söylemeye çalışacak olursak
eğitim, bireyin istendik davranışları kazanması için yapılan tüm çalışmalardır. Sanat
eğitimi, bunun için-deki alanlar arasında katalizör görevi yapan öğedir. Eğitim
duvarının harcı durumundadır. Bireyin duygu, düşünce ve fikirlerini anlatmasına estetik
bir yapı kazandırır. Yaratıcılığının ve yeteneğinin gelişmesine önemli katkıda bulunur.
Kişide olumlu davranış değişikliğine yol açan sanat eğitiminin genel eğitim ve öğretim
içerisinde ne ölçüde önemli yer tuttuğunu (Aslıer, 1991) amaçlarını gözden
geçirdiğimizde daha açık bir şekilde görebiliriz.
Sanat eğitiminin amaçlarını şöyle sıralayabiliriz:
Kişinin,
a) yaratıcılığını ortaya çıkarmak ve geliştirmek,
b) madde-form-görev ilişkisini kavramasını sağlamak,
c) temel sanat bilgileri edinmesini sağlamak,
d) çevresiyle ilgili gözlem, duygu, düşünce, heyecan ortamına girmesini
sağlamak ve görsel algısını geliştirmek (Gökaydın, 1990),
e) sanat eserlerinin güzelliklerini anlaması, onları korumanın bilincine
ulaşmasını gerçekleştirmek,
f) iyi alışkanlıklar kazanmasına; planlı çalışma, yardımlaşma, sorumluluk
yüklenme gibi değerleri benimsemesine katkıda bulunmak,
g) alet ve malzemeleri (araç ve gereçleri) tanımasına, bunlar arasındaki
ilişkileri kurma yeteneğini kazanmasına, yapıcı ve yaratıcı karakterde yetişmesine
yardımcı olmak,
h) diğer derslerle ilişki kurup, bir yerde öğrendiğini başka yerde kullanmak
suretiyle daha iyi anlamasını sağlamaktır.
Sanat eğitimi temel amaçlarını gerçekleştirme etkinlikleri sırasında bireye,
aritmetik olarak ölçülemeyen (Tekin, 1984) birtakım değerleri de kazandırır. Bunlar
2
Ali BOĞA
eğitim süreci içerisinde kişide meydana gelen çeşitli davranış değişikliklerinden
anlaşılır. Bunların bir kısmını şöyle ifadelendirebiliriz:
Çocuğun;
1- yaratıcı düşünmesini, karşılaştığı problemlere yaklaşım ve doğru yorumlama
ile çözüm yolları üreterek kendi gücüyle çözebilme yeteneğini geliştirir,
2- görsel algısını geliştirir, baktığını görebilme, görsel kavramları kavrayabilme
gücünü kazandırır,
3- el-göz ilişkisindeki dengesini geliştirir,
4- ilgi yönünü orta çıkarır,
5- nesneyi tanıma yeteneği kazandırır; malzemeye belli anlamlar yükleyerek
düşüncelerini anlatma imkânı sağlar,
6- içe kapanıklıktan kurtulmasına ve iç dünyasını ortaya çıkarmasına ortam
hazırlar, yardımcı olur,
7- serbest düşünme ve serbest ifade edebilmesini sağlar,
8- kişilere yakınlaşmasını sağlar ve birlikte iş yapma duygusunu geliştirir,
9- benliğindeki duyguları başkasıyla paylaşma düşüncesini aşılayarak, sosyal
dengesinin sağlıklı olmasına katkıda bulunur,
10- kıyaslama yeteneğini geliştirerek muhakeme ve karar verme gücüne
yardımcı olur, beğenme ölçüsünü geliştirir,
11- ruhsal doygunluğa ulaşmasına katkıda bulunur,
12- çok boyutlu düşünmesini ve hayal gücünü kullanmasına imkân sağlayarak
olayları doğru değerlendirme yeteneğini geliştirir,
13- bir işi yapıp bitirme hazzını tatmasına ortam hazırlar, kendine olan güvenini
artırır.
Bu amaçlara ulaşabilmek için izlenecek yola ilke, o yolda nasıl yürüneceğine de
yöntem diyebiliriz.
Sanat eğitiminin temel ilkeleri olan sanat ve estetik ile kişisel ve insani değerler
(Türkdoğan, 1984) doğrultusunda çocuğun yetişmesi yönünde uygulanacak temel
yöntemlerimizi tespit ederken önce bir formül kurarak denklemimizi çözmeye çalışalım.
K+3N :
Kimi/e eğiteceğiz/öğreteceğiz? (çocuk)
Niçin eğiteceğiz/öğreteceğiz? (amaçlar)
Nasıl eğiteceğiz/öğreteceğiz? (yöntemler)
Neyi öğreteceğiz? (konular)
Kimi eğiteceğiz / kime öğreteceğiz’in karşılığı “çocuk” olduğuna göre, onun
kim olduğunu nitelik ve nicelikleriyle tanımak gereklidir. Çünkü onunla ilgili bir işi
başarabilmemiz, hedefimize ulaşabilmemizin yolu onu tanımaktan geçer.
3
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
Çocuğu tanımak için doğuştan itibaren gösterdiği gelişim alanlarının ilgili
eğitimciler tarafından incelenmesi, bilinmesi, yapılacak eğitimin kapsamını belirler.
Çocuğun yaşına göre her an gösterdiği ince değişiklikleri göz önüne alacak olursak 2
yaşından 18 yaşına kadar epeyce basamaklardan geçmekte olduğunu görürüz (Yavuzer,
1993).
Çocukların gerek yaşa göre, gerekse yaşa bağlı olmayan değişik özelliklerden
başka, genel ve ortak özellikleri de vardır. “Çocuğun Sanatsal Gelişimi” dersinin
konusu olan bütün sanatsal yönleriyle çocuğu tanıdıktan sonra (ki bu da çok mesai ve
araştırmalar gerektirdiğini unutmamak kaydıyla), buna “neyi öğreteceğiz” sorusuna
bakmalıyız. O zaman elbette ki sanat eğitiminin konuları gündeme gelmektedir. Bu
konular sanat eğitimcisinin bilmesi gereken şeylerdir. Okul müfredat programlarını
temel olarak ele alıp, bu programları geliştirerek, her türlü çevre, ekonomik ve sosyal
şartları da göz önünde bulundurarak uygulamak yine sanat eğitimcisinin kendi
yaratıcılığına, araştırma, inceleme ve deneyimlerine kalmış bir iştir.
“Niçin öğreteceğiz/eğiteceğiz?” dediğimiz zaman, doğrudan doğruya sanat
eğitiminin yukarıda belirtmeye çalıştığımız amaçları kastedilmektedir.
“Nasıl öğreteceğiz/eğiteceğiz?” dediğimizde ise yöntemlerimiz söz konusu
olacaktır.
II. SINIF İÇİNDE SANAT EĞİTİMİ DERSİNİ İŞLEYİŞTE İZLENECEK
(GENEL ANLAMDA) TEMEL İLKE VE YÖNTEMLER
Bunları anaokulundan liseye dek bütün okullara yönelik olarak genel bir
çerçevede ele alıp, sonra da her düzeydeki okullarda uygulanacak özel yöntemleri
belirtmenin daha uygun olacağını düşündüğümüz için önce sınıf içinde sanat eğitimi
ilke ve yöntemlerini genel olarak göz önüne sermek istedik. Okullarda sanat eğitimi
uygulamalarında öğretmenin dersi başlatmasından bitirmesine dek izleyeceği yöntemler
ve dikkat etmesi gereken ilkeler sanat eğitiminin amacına ulaşmasında en önemli rol
oynar. Bu bağlamda düşünülenleri sırasıyla açıklayacak olursak, öğretmenin sınıfa
girince yoklama yapmasından itibaren başlayalım.
Derse hazırlık: Öğretmenin kendini hazırlayarak derse girmesi ayrı; onu zaten
yapacak Burada öğrencilerin hazırlanmaları sağlanır. O gün yapılacak olan çalışmalarla
ilgili araç ve gereçlerini hazırlamaları söylenir (Hatta bunun temini için günler
öncesinden öğrencilere duyurulması gerekir). Sonra çocukları derse yönelterek,
dikkatlerini çekecek konuşma yapılır.
4
Ali BOĞA
Araç ve gerecin denetlenmesi: Öğrencilerin ders için malzeme getirip
getirmedikleri kontrol edilir.
Araç gereçlerin tanıtılması: (Bu her derste olmaz. Yeni durumlarda ve
gerektiğinde olur). Çocukların araç gereçleri gereği gibi kullanmaları, israf etmeden ve
işin özelliğine göre malzemeyi seçip kullanabilmeleri açısından uyarılarda
bulunulmalıdır.
Konunun verilmesi ve başlama: Öğrenciye konuyu düşünme, konuyla ilgili
öğeleri seçme ve karar vermesinde yardımcı olunması ve zaman tanınması. Hayal
edebilmelerine imkân verebilecek ipucu mahiyetinde, konuyla ilgili sağlanması.
İzlenim alanının genişletilmesi: İcap ederse, kütüphaneye gönderme, film,
slayt, projeksiyon gibi gösteriler yapılması.
Çalışmalarla ilgili estetik ve sanat bilgilerinin verilmesi: Öğrencilerin
düzeyine ve o günkü amaçlara uygun estetik ve sanatla ilgili bilgilerin anlatılması
(kullanılan sanat terimlerini tahtaya yazmalıdır).
Ortak ya da tek tek uyarılarda bulunulması: Çocuklar çalışırken görülen
hataların genellik durumuna göre yapılmalı.
Öğrencilerin özel atılımlarının değerlendirilmesi: Öğretmenin istediğinin
dışında bir çıkış yapmışsa, bir etkinlik göstermişse öğrenciyi çeşitli yollardan
ödüllendirmeli cesaretini kırmamalı, bilakis artırmalıdır. Başarılı çalışma tesadüfen
çıktıysa onu bilinçli hale getirmelidir. Öğrencilerin ortaya koydukları değişik
durumlardan yerine göre yararlanmalı, “olmaz böyle şey” dememelidir. Onlar bizim
aklımıza gelmeyecek çok şeyleri bulup, çıkarabilirler.
Bellek eğitimi; sınama – yanılma, egzersiz yapılması: 7. ve 8. sınıfta çocuk
soyut mantık basamağında bulunmaktadır. Buna göre, bir iş üzerinde birden fazla seans
çalışabilirler. Bir konu hakkında araştırma yapabilecek düzeydedirler. Soyut mantık
basamağındaki çocuklar bilgi toplayıp bunlardan bir sentez oluşturabilirler. Lisedeki
öğrenciler bunu daha iyi yaparlar. Çünkü onlar daha ileri yaşta, artistik anlatım
basamağında bulunmaktadırlar. Anaokulu ve ilköğretim birinci devresinde çocukların
dikkat sürelerinin kısalığı, ancak bir hayali kavrayabilmeleri (Kehnemuyi, 1995) ve ilgi
yönleri sınırlı olduğu için taslak çalışması usullerine giremezler. Onların her yaptıkları
orijinaldir.
Çağrışımlarına imkân verilmesi: Çeşitli konuşmalar yaparak eski bildiklerini
hatırlamaları ve onları yeni işlerinde değerlendirmeleri sağlanır.
Denetleme ve yardım yapılması: Ders devam ederken öğrencilerin amaca
yönelik çalışıp çalışmadıklarını denetlemelidir. Gerekli yerde yönlendirme ve yardım
yapılmalıdır. Ancak bunu öğrencinin işi üzerinde asla yapmamalıdır. Başka bir yerde
göstermeli ya da anlatmalıdır. Çünkü öğretmenin yaptığı yere hiç dokunmazlar ve diğer
5
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
taraflarını da ona uydurmakta güçlük çektikleri için resim yapamadıkları kompleksine
kapılabilirler.
Serbest ifade ortamı sağlanması: Bunu üç başlık altında toplayabiliriz:
a) Fiziksel ortam: Bu husus öğretmenin çözeceği bir iş değildir (ısı, ışık, sıraların
ve sınıfın durumu, sağlığa elverişli olup olmadığı -güneşli, rutubetli gibi- ve araç gereç
bolluğu) ama okul yönetimine gerekli uyarı ve yardımları yapmalıdır.
b) Sosyal ortam: Öğrencilerin birbirleriyle ve öğretmenle olan diyalogları, derse
katılımındaki rahatlık.
c) Psikolojik ortam: Öğretmen öğrencilerin, istekli, huzurlu olduğu, her şeyin
hakça uygulandığı, karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı olan bir disiplin ortamı
sağlanmalıdır.
Değerlendirme yapılması: Yapılan çalışmaların bir değerlendirmesinin
yapılması. O derste ulaşılması gereken amaca ulaşıp ulaşılmadığını anlamak ve
öğrencilerin istendik davranışları kazanıp kazanmadığını anlamak için bir
değerlendirme yapılır. Bunun yöntemlerine ileride değinilecektir.
III. SANATSAL YARATICILIK VE BUNUN GELİŞİMİNE OLUMLU
KATKI SAĞLAYACAK OLAN (GENEL ANLAMDA) SINIF VE OKUL İÇİ
UYGULAMA YÖNTEMLERİ
Okullardaki sanat eğitimi uygulamalarına başlarken temel amacımızın bireyin
yaratıcılığını ortaya çıkarmak olduğunu söylemiştik. Bu bağlamda çocuğun sanatsal
yaratıcılığı üzerine biraz açıklama getirmeliyiz.
Bilinenlerin sebep ve sonuçlarının değerlendirmesini yaparak onlardan daha
farklı bir sentez ortaya koymayı yaratıcılık olarak kabullenebiliriz. Bu sentez özgün bir
bütünlüktür. Bu bütünlük biçimsel veya kavramsal olabilir (San, 1977). Yaratıcı zekâ,
sınama–yanılma sonunda analiz/sentez yapar; yeni, özgün bir bütünlük kurar (GençSipahioğlu, 1990). Bilinçaltı ve bilinç üstü güçlerin çatışması sonucu potansiyel oluşur.
Hazırlık, planlama, ilham ve denetim sonunda yaratıcı problem gerçekleşir. Dış
dünyadan bilgi toplama; gözlem, inceleme, araştırma ve deney yoluyla alınan tüm
izlenimler, zihinsel etkinlikler sonunda algılara dönüşür (Barut, 1996). Bu algılar,
zihinde adeta bir kıvılcım çakmış gibi dürtüler halinde ilham (esin) oluşturur. Kişi
çeşitli yollardan bu dürtüleri dışa çıkarmak ister. Bunun yolları, görsel, işitsel, ritmik ya
da bunların karışımı çeşitli adlarla ifade edebildiğimiz sanat yöntemleriyle biçimlenirler.
Görsel sanatlar eğitiminde, yaratıcılığın gelişmesine olumlu etkisi olan etmenler
(faktörler) ve bunlara göre yöntemler de önemli bir yer tutar. Bunları kısaca gözden
geçirmemizde yarar umuyoruz.
6
Ali BOĞA
a) Öğrencilerin çalışmaya yöneltilmesi; deney, gözlem, inceleme ve araştırma
yaptırılması.
b) İzlenim alanlarının beslenmesi ve genişletilmesi; madde ile karşı karşıya /
temas haline getirilmesi, çevrenin geniş tutulması, ilgi alanlarının genişletilmesidir.
c) Zihinsel ve bedensel etkinliklerin yapılması.
d) Sanat eserlerinin sınıfta incelenmesi (mümkün olan).
e) Sergi düzenleme ve bölgedeki sanat etkinliklerinin izlenmesi (sergi, müze,
tarihî eserler, yöresel şenlikler, festivaller)
f) Konuların, çocukların çevresin-den ve yaşantılarından seçilmesi.
g) Hayal güçlerinin geliştirilmesi, düşünce ufkunu genişletecek etkinliklerin
yapılması.
h) Kendi kendine çalışıp birikim sağlayacağı ortam oluşturulması (kütüphane,
atölye gibi).
ı) Pratik, kararlı ve cesaretli olmasına imkân verilmesi.
i) Kopya ve lüzumsuz tekrarlardan kaçınılması.
j) Araç ve gereçlerin yeteri kadar temin edilmesi gibi hususları gözden uzak
tutmamalıdır.
IV.
ANAOKULLARINDA
YÖNTEMLERİ
SANAT
EĞİTİMİ
UYGULAMA
Sanat eğitimini küçük yaştan itibaren ele almak gereklidir. Çünkü temeli o
yaşlarda atılır. Doğru ve sağlıklı bir sanat eğitimi çocuğun gelecekteki sanat
etkinliklerine yön verecektir. Onun için anaokullarından başlatmayı uygun buluyoruz.
Bu dönem, çocuğun ilk sembol (4-5) ve şematik anlatım (5-6) basamaklarında
bulunduğu bir dönemdir. Çocuğun çevresindeki varlıklar resimlerinin konusudur
(Samurçay, 1975). O yaştaki çocukta, hacim ve mekân kavramı olmadığı için, yüzeye
serpiştirilmiş olarak semboller ve şemalar halinde yapar. Renk konusunda bilinçli
değildir. Duygu ve sezgilerine göre boyarlar.
Çalışmalarda çocuğun eline büyük boy kâğıt ve kalın uçlu çizici ya da boyayıcı
araç, renkli gereç verilmesi daha iyi sonuç verir. Bu dönemde çocuğun dikkat süresi
kısadır. Resmi hemen bitirmek ister. İnce uçlu çizicilerle kâğıdın yüzeyini kısa sürede
dolduramaz; onun için bıkar, yapmaktan vazgeçer. İlgi yönü sınırlıdır, çok çabuk bıkar,
sıkılır, ama yaptığı işten gurur duyar. Bu dönemde yarım kalan bir resmi sonradan
devam etme gibi bir durum olmaz. Yeni bir kâğıt ister. Çocuğa resim yaptırırken zemin
olarak ille de beyaz resim kâğıdı vermek şart değildir. Değişik zeminlerde denemeler
yapması sağlanmalıdır. Çeşitlemelerin sonuçlarını görmesi yaratıcılığına olumlu katkıda
bulunur. Bu dönemde en önemli yöntemlerimizden biri de, çocuktan yetişkin gözüyle ve
7
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
mantığıyla resim yapması istenmemelidir. O zaman çevresindeki büyüklere yaptırmak
ister. Ayrıca çocuk karakterine, yapısına ve yaşına uymayan, çocuğun resim yaşıyla ve
doğayı görüş, algılayış tarzıyla bağdaşmayan alıntı unsurlara da dikkat etmelidir.
Onların güzel olmadığını söylemek ya da onlara hiç ilgi göstermemek, iltifat etmemek
daha doğru olur. Kendi yaptıklarının güzel olduğunu söylemek ve ilgiyi onlara
göstermek en mantıklı yoldur. Çocuk resmi, ne bir sanat eseridir ne de yetişkinlerin
kötü bir kopyasıdır. O öyle bir değerdir ki, çocuğun her türlü baskı ve art niyetten uzak,
tamamen serbest olarak ortaya koyduğu özgün bir bütünlüktür. Mantık aranmaz. Çocuk
onu saf-temiz duygularla yapar.
Anaokulu döneminde sanat eğitiminde çocuğu yönlendirirken uygulanacak
yöntem, eğitimcinin kendi düşüncesini kabul ettirmek şeklinde olmamalıdır. Değişik
araç-gereç ve etkinliklerle çocukların ilgisini sürekli canlı tutabilmeli. Her çocuğu ayrı
yaklaşımlarla yönlendirmeli. Asla bir çocuğu diğeri ile karşılaştırmamalıdır. Uygun
zamanda, uygun materyali uygun çocuğa sunabilmeli. Çocuğa seçenekleri göstererek
düşündürüp, kendince en doğruyu buldurmaya yarayacak yöntemleri kullanmalıdır.
Yapılmış resimleri çocukların kopya etmelerini veya çizilmiş resimleri
boyamalarını istemek ya da izin vermek çok sakıncalı olabilir. Ayrıca piyasada satılan,
portatif olarak oyuncak haline getirilmiş resimleri bozup yapmaları da keza yarar
sağlamaz. Bu gibi uygulamalar çocuğun yaratıcılığının gelişmesini engelleyebilir.
Gereksiz tekrarlar ve kopya çocuğa bir şey kazandırmaz. Çocuğu belli kalıplara
sokmak, serbest ifade ortamı ilkesine ters düşen bir eylem içerisine girmek demektir.
Çizilmiş resmi boyaması demek, çocuğun yaşına göre renk seçimi ve çizgilerin
sınırladığı renk lekelerinin dışına taşırmama korkusu, çocuk karakterine ve anlayışına
ters düşmektedir (Bingöl, 1975).
Üçboyutlu çalışmaları bir oyun aracı gibi içgüdüsel olarak yapabilirler. Elleriyle
çalışmayı severler. Hareketlidirler (Kehnemuyi, 1995). Soyut kavramlardan ziyade
somut maddelerden yapılan işlere ilgi duyarlar.
Sanatsal bilgi olarak sadece teknik bilgiler verilebilir. Fırçaların temizlenmesi,
malzemelerin nitelikleri, oturuş-kalkış, fırça-kalem tutuşları, çalışırken işin üzerine fazla
eğilerek yaklaşmamaları (göz sağlığı için hem de bütünü görmeleri açısından) gibi
durumlar hakkında açıklamalar yapılmalıdır.
Konu bulmada kolaylık olarak, masallar, rüyalar, hikâyeler anlattırarak ya da
öğretmenin onlara kitaptan okuması, müzik dinlettirmesi gibi bunların sonunda resimler
yaptırılabilir.
Anaokulu döneminde sanat eğitiminde amaca ulaşılabilmesi için, sanat
eğitimcisinin bilmesi ve göz önünde tutması gereken önemli hususlar vardır.
Sanat eğitimcisinin;
a) sanat eğitiminin hangi yaşlarda başlatılacağını,
8
Ali BOĞA
b) yaratıcılığın ne olduğunu,
c) görsel sanat eğitiminin çocuğa kazandırabileceği değerlerin neler olduğu-nu,
d) sanat eğitiminde çocuğu yönlendirmede uygun yöntemleri seçmesini,
e) üçboyutlu çalışmaların yaratıcı-lığı geliştirmede nasıl rol oynadığını,
f) insanın sanatsal gelişimi sürecin-de anaokulu döneminin niteliklerini,
çocukların gösterdikleri sanatsal davranışların sebep-sonuç ilişkilerini,
g) çocuk resimlerinin genel ve özel niteliklerini,
h) sanat eğitiminde uygulanacak teknik ve yöntemlerin ne seviyede ve ne alanda
olması, nasıl ve hangi konularda bilgilerin verileceğini iyi bilmesi gerekir.
V. İLKÖĞRETİMDE SANAT EĞİTİMİNİ UYGULAMA YÖNTEMLERİ
1. İlköğretimin Birinci Devresinde Sanat Eğitimi Uygulamaları:
Somut işlem, nesnel gerçekçi ve katı gerçekçi anlatım basamaklarında bulunan
çocuklar, 12 yaşına kadar yani 6. sınıfa kadar çocukluk dönemlerini yaşarlar. Bu
döneme özgü grafiksel gelişim özelliklerine göre uygulamalar yapılmalı-dır.
Anaokullarındaki uygulamalara ben-zer çalışmalar yapılmakla birlikte onlardan farklı
olarak özellikle 4. ve 5. sınıflarda doğadan gözlem yaptırdıktan sonra ezbere resim
yaptırılabilir ( Bakarak değil, önce bakıp, sonra ezbere).
Konu olarak masal, tarih olayı, Pazaryeri, panayır, maç, lunapark, çevre sağlığı,
düğün, bayram, okul şarkısı ve çeşitli sosyal konular seçilebilir. Uygulanabilecek teknik
ve yöntemleri de şu şekilde sıralayabiliriz.
Ezber-Hayalî Resimler: Bakarak değil ezberden hayalî resimler yaptırılabilir.
Her zaman aynı konuyu yapmamaları için konu sınırlaması yapılmalıdır. Ancak bu
konuyu çok yönlü ele almalıdır ki değişik çalışmalar yapılabilsin.
Renkli Teknikler: büyük boy resim kâğıdı ve kalın fırça verilmeli. Bu
çalışmalarda konu ve yöntem olarak;
araştırmaları ( çizgi, leke çizgi karışımı ) yaptırılabilir.
Çeşitli Tekniklerde Yapılacak Çalışmalar: Lavi, siyah-beyaz ve kolaj
çalışmaları.
Baskı Çalışmaları: Ağaç, yaprak, fırça, ip ve şablon baskılar.
Üçboyutlu Çalışmalar: Kum, kil, plastilin, ağaç, mukavva, tel, ip, alçı, kumaş,
çeşitli naylon malzemeler ve atık maddelerle yapılacak araştırmalar, çalışmalar.
Malzemesini kendimiz alıp, pratik yoldan ucuz çalışma araç ve gereç teminine
gidebilmeliyiz. Ekonomik hesapla hareket etmek durumundayız ( kola, su kâğıdı ve
plastilini kendimiz yapabiliriz. Toz boyadan tutkallı ve yağlı boyalar elde edebiliriz. Su
borusundan merdane yapabiliriz. Metal su borusunun içine ağaç, dışına bisiklet
9
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
tekerinin iç lastiğini geçirip, iki ucundan döndürecek şekilde bir de sap takarak
gerçekleştirebiliriz.)
Uygulamalarda Dikkat Edilmesi Gereken Yöntemler:
1- Kompozisyonla ( düzenleme ) ilgili yüzeysel bilgiler verilmeli. Fazla bir sanat
ve estetik bilgilerine girmeden, nesnelerin ve şekillerin mukayese edilerek, boşluk ve
doluluklar yerleştirilip, kâğıdın yüzeyi değerlendirilmelidir. Bütün alanlar hesaba
katılmalıdır.
2- Boyanmamış yer bırakılmamalıdır.
3- Resim üzerinde yerine göre, konuyla ilgili düşünülenleri zenginleştirilmeli.
4- Doğa gözlemciliğine dayanan ve eksik bilgileri tamamlayan bir yol takip
edilmelidir.(ancak doğaya, obje veya maddeye bakarak değil)
5- Çalışmalar süresince her öğrenciye ve her konuya göre ayrı ayrı, kısa, bazen
genel, bazen de özel hatırlatmalar yapılmalı. Birbirine benzer şeyleri yapan öğrencileri
farklı biçimlemelere yöneltmeye çalışmalıdır.
6- İşler bittikten sonra değerlendirmeye geçilmeli. Değerlendirme mümkün
olduğu kadar tüm sınıfın katılımıyla yapılmalı. Bu işlem öğrencilere beğenme ölçüsü
kazandırır. Çocuklar arkadaşlarından aldığı olumlu veya olumsuz konuşma ve
eleştirileri yapacağı çalışmalarda değerlendirir. Neden beğenilip beğenilmediğini
düşünerek kendince yorum yapar. Bu arada çok önemli bir husus vardır; eleştirilerde
samimi olunmasına çok dikkat edilmeli. Kasıtlı eleştiriler, kıskançlıklar ve küskünlükler
doğurabilir. Dengeli bir yöntem uygulanmalıdır. Değişik zamanlarda değişik kişilerin
işleri üzerinde konuşulmalıdır ki çocuk, bir gün de sıranın kendine geleceğini bilmeli.
Sınıfta yine öğretmen konuşmaları toparlayarak denge kurmaya çalışmalıdır.
7- Beğenilen belli sayıdaki işler, haftanın başarılı işlerinin sunulduğu “iyi işler
panosu”nda ya da “iyi işler köşesi”nde sergilenmelidir. Bir bakıma ödüllendirmiş de
oluruz. Sergilenmeye çıkacak olan işler şu özelliklerde olmalı:
a) Konu az çok anlaşılır olmalı. Çocuklar her ne kadar natüral anlayışta resim
yapmayıp, sembolik, şematik ve expresif (Turani, 1960) anlamlarda resim yapmış
olsalar da soyut resmi benimsemezler. Zaten de anlayamaz, kavrayamazlar. Çünkü
onlar, sezgi ve duygularına göre içgüdüsel olarak bildiklerini yaptıkları için sergilenen
resimde de bir şeyler görmek isterler.
b) Resimde boyanmamış, işlem görmemiş bir alan bırakılmamalı. Üçboyutlu
çalışmalarda teknik buluş ve teknik yeterliliği daha başarılı olanları çıkarmalı.
c) Resimde geometrik araçlar kullanılmamış olmalı. Kesin doğrular, ölçüler
aranmamalı.
d) Hiç kimsenin yaptığı işi hatırlatmamalı. Öğrencinin başkasına yaptırıp
getirdiği işleri ayırmakta öğretmen azami titizliği göstermelidir. Öğrencinin bu
10
Ali BOĞA
çalışmayı kendisinin yapmadığını ispat etmek için uğraşmaya gerek yoktur. En iyisi
böylesi işlere baştan hiç ilgi göstermemelidir. Aynı çocuğun kendine ait başka bir işi kötü de olsa- sergiye çıkarılarak ödüllendirilirse bu olumsuz davranıştan vazgeçebilir.
“Sen yapmamışsın” diye ısrarla üzerine gidilecek olursa o çocuğu bir de yalancılığa
itmiş oluruz. Okullarımızda eğitim/öğretim için bu husus son derece önemlidir. Her
şeyden önce çocuklara yapamayacakları işi yaptırmaya kalkışmamalıyız. Güçlerinin ve
maddî imkânlarının yetebileceği işler yaptırmalıyız. Asıl olan çocuğun kendi
imkânlarıyla, kendi zekasıyla estetik kaygılara, buluşa yönelik faaliyetlerde
bulunabilmesidir.
e) Resimler paspartolu, işler de kaideli olmalı.
2. İlköğretimin İkinci Devresinde Sanat Eğitimi Uygulamaları:
Bu dönemdeki çocuklar grafiksel gelişim basamaklarından “soyut mantık”
basamağında bulunmaktadırlar. Bunlar ergenlik çağındadırlar. Bu yaş çocukları
romantik bir psikoloji içindedirler. Hayalî kahramanlara özenirler. Gençlik çizgisine
yaklaşmışlardır. İnsan-doğa ilişkileri, bunların ayrıntıları, sebep ve sonuçlarıyla
ilgilenirler. Ayrıntılara girdikleri için bütünü gözden kaçırırlar.
Bu devrede yavaş yavaş soyut mantık gelişmeye başlar. Önceleri sezgisel
hareket eden çocuk, bu devrede somut deneyimlerden yararlanarak soyut mantık
yürütür. Özgür olma duyguları belirir. Resimlerinde nesnelerin tüm hareketleri
ayrıntılarıyla görülür. Mekân ve hacim kavramları gelişmiştir. Nesnelerin renklerini
doğal renklerde (natüral) kullanırlar. Anlatmak istediği şeye uygun biçimler seçebilirler.
Düzenlemede nesneleri gerektiği yere yerleştirerek bir düzen oluşturabilirler (bundan
önceki dönemlerde varlıkları boş bulunan yerlere serpiştirerek yapmaktaydılar). Sebepsonuç ilişkisinde tasarımlar yapabilirler.
Bunlara Göre Yapılacak Sanat Eğitimi Uygulamalarının Yöntem Ve
Teknikleri:
1- Öğrencilerin görsel algılarının gelişmesi için bakarak (canlı/cansız modelden)
desen çalışması. Çizgi çalışmalarına uygun gelen çeşitli malzemelerle denemeler
yapılabilir.
2- Siyah-beyaz ve renkli çalışmalar.
3- Bu çağda sanat eğitimine desenle ya da renkle başlamak konusunda ayırım
yapmaya gerek yoktur. Hangisiyle başlanırsa başlansın bilgi vererek uygulanmalıdır.
Eğer amaca uygun yöntemler kullanılırsa bu tekniklerin hepsiyle de yapılanlar hedefe
ulaşmamızda birer araç olabilirler.
4) Sanat ve estetik bilgileri verilebilir. Uygulamalar içerisinde, öğrencilerin
yaptıkları çalışmalardan ipucu yakalayarak onların bizim vermek istediğimiz bilgilere
yol açıcı olarak kullanabiliriz. Örnek: düzenlemede denge aksaklığı varsa, gerek
11
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
kullanılan konu elemanlarının (nesne/figür), gerekse açık-koyu leke dengesini
açıklayabiliriz.
5) Bölgesel özellik taşıyan sanat kollarından çalışmalar yaptırılabilir. Yalnız
bunların tasarımlarının orijinal (özgün) olmasına dikkat etmelidir.
6) Sınama yanılma; egzersiz, taslak, kroki gibi çalışmalar yaptırarak bellekhafıza eğitimine yer verilmelidir. Çünkü bu öğrenciler, artık bir iş için ön çalışma;
araştırma, gözlem, deney ve inceleme yapabilirler.
7) Yanlış şartlanmalar giderilmelidir. Bazı çocuklar hep aynı ya da benzer
resimler yaparlar. Öğretmen, daha orijinal, değişik yapmaları için yönlendirmelidir.
Bazı çocuklar da “ben resim yapamıyorum” diye komplekse kapılmış olabilirler.
Bunların giderilmesi gerekir. Kendilerinden istenilen mükemmel bir teknikle sanatçı
gibi bir resim istenmediğini söyleyerek, bir nokta, bir çizginin bile ifade ettiği çok
şeylerin olduğunu açıklamak ve tasarım ağırlıklı zeka ürünü olan çalışmalar yaptırmak
gerekir.
8) Bu dönemde öncekilere göre biraz daha farklı ve karmaşık teknikler
kullandırılabilir.
9) Üçboyutlu çalışmalarda este-tik kaygıları ön plana çıkararak heykel
anlayışında (Işıngör-Eti-Aslıer, 1986) çalışmalara yönelik yöntemler uygulanmalıdır.
Özgünlüğe yer verilmelidir.
10) Reprodüksiyon ancak bir tek konuyu anlatmak için kullanılmalıdır. Bir
reprodüksiyon üzerinde konular ayrı ayrı açıklanırsa çocukların daha rahat
anlayabilmesi sağlanır. Bir çok sanat ve estetik bilgilerini aynı anda vermeye
kalkışmamalıdır.
11) Aynı resim çalışması sırasında, plastik elemanları bir arada vermek
sakıncalıdır. Bunları kısım kısım verdikten sonra düzenlemelere geçmek daha uygun
olur.
VI. LİSELERDE SANAT EĞİTİMİ UYGULAMA YÖNTEMLERİ
15-18 yaş arası gençlik çağının ilk dönemidir. Bu dönemde bulunan gençler
(artık çocuk demiyoruz) çizgisel gelişim basamakları açısından son kademe olan
“artistik anlatım” basamağında bulunmaktadırlar. Sanat eğitimi uygulamalarında her
türlü teknikleri denemeye uygun ve öğrencilerin kapasitelerinin yeterli olduğu bir
dönemdir. Dolayısıyla iki ve üçboyutlu çalışmaların her türlüsü yapılabilir ( Ancak
liselerde hâlihazırda, üçboyutlu çalışmalara imkân verecek ders adı ve konuları üzülerek söylemeli ki- yoktur).
12
Ali BOĞA
Uygulanabilecek Yöntem ve Teknikler:
1- Canlı modelden desen çalışmaları (bu yöntemin tekniği, kurşunkalem, pastel,
çini mürekkebi, tebeşir, füzen ve her türlü çizici malzeme olabilir).
2- Tabiata çıkarak gözlem yoluyla natüral çalışmalar yapılabilir. (Renkli veya
renksiz). Bu çalışmalar öğrencilerin görsel algısını ve görsel elemanları resimde
kullanma yeteneğini geliştirir.
3- Reprodüksiyonlardan bir kereye mahsus kopyalar yaptırılabilir. Bu
çalışmaları yaptırırken, öğrencileri bıktırırcasına en ince ayrıntılara varıncaya kadar
yapmaları istenmemelidir. Herhangi bir sanat problemini kavraması için kopya
yaptırılabilir. Amaçtan uzaklaşacak şekilde çalıştırmamalıdır.
4- Çalışmalar sürerken konuyla ilgili sanat ve estetik bilgileri verilebilir.
5- Özgün düzenlemeler; afiş, amblem, marka ve konulu kompozisyonlar
yaptırılabilir.
6- Sanat akımları ve sanatçılarla ilgili bilgilerden yeri geldiğinde bahsetmelidir.
Bu çağda bulunan gençler birtakım araştırmalar ve yeni şeyler bulma gayretine
girerler. Bunun için, sınama-yanılma; taslak, egzersiz çalışmaları rahatlıkla yapabilirler.
Estetik ve sanat etkinliklerinde bulunurlar. Bunlara görsel sanat elemanları (nokta, çizgi,
leke, doku, renk, ışık-gölge, açık-koyu, hacim, mekân, espas gibi) ve görsel sanatın
estetik değerleri (armoni, ritm, denge, hareket ifadesi, öz-biçim ilişkisi, buluş/özgünlük,
simetri, perspektif gibi) uygulamalı olarak kavratılabilir.
VII. YILLIK VE GÜNLÜK PLANLAR
Şimdi bu yöntemleri sağlıklı bir şekilde uygulamanın da temel bir yöntemi
vardır. O da yıllık ve günlük planlar hazırlamaktır.
Bu planlar, öğretmenin, eğitim/öğretim için kendi yolunu, yordamını belirlediği
yönergelerdir. Ne yapacağını, asıl yapacağını, ne zaman yapacağını gösterirler. Yıllık
planların hazırlanışıyla ilgili yöntemlerimizi de belirtmek gereğini duymaktayız.
1. Yıllık Planların Yapılışında Göz Önünde Tutulacak Hususlar:
1- Okul müfredat programına dayalı olması. Her dereceli okulun MEB
tarafından kabul edilmiş bir müfredat programı vardır. Daha önce de dediğimiz gibi
yerine ve zamanına göre öğretmen, bu programda ekleme ve çıkartma yapabilir. Öze
bağlı kalmak kaydıyla.
2- Yıllık planın ilgili olduğu sınıf öğrencilerinin bu çağa gelinceye kadar görmüş
oldukları sanat eğitimi düzeyinin değerlendirilmesi.
3- Ders konuları, araç-gereç ve teknikler, aynı amaca yönelik ve aralarında
bağlantı sağlar şekilde düzenlenmesi.
13
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
4- Öğrenme ve becerme ilkesine uygun; kolaydan zora, bilinenden bilinmeyene,
yakından uzağa, somuttan soyuta gibi ilkelerin göz önüne alınması.
5- Konular, içerik ve özellik bakımından sıraya göre olması.
6- Okulun bulunduğu çevrenin, doğal, kültürel, ekonomik, coğrafî ve sosyal
yapısına uygun olması.
7- Sanat eserlerini inceleme gezisinin plana alınması (Okul yönetimi ile işbirliği
yaparak)
8- Diğer alan öğretmenleriyle işbirliği yapılması (Yaratıcılık bir bakıma bir
yerde öğrenilenlerin başka bir alanda kullanılabilmesi yeteneğidir. Buna göre diğer
branşlardaki öğretmenlerle bazı konular birlikte planlanabilir. Örnek: “Denge”
konusunu anlatırken fizik dersindeki denge konusuyla “görsel denge” kavramı aynı
haftalara rastlatılabilir).
Sanat eğitiminin diğer derslerle olan ilişkilerine bakış (yaklaşım ve
değerlendirme) ; etkileşim, yakınlaşma, tamamlama, birinde kazanılanları diğerinde
kullanma, pekiştirme, çözümleme ve birleştirme (analiz-sentez) kavram ve açılarında
olmalıdır. Görsel sanat dersleri diğer derslerin yardımcısı değildir (Gökaydın-TelliTekin, 1973). Örnek: coğrafya dersinin haritasını resim dersinde yapma dersi değildir.
Geometri dersinin araçları teknoloji ve tasarım dersinde yapılacak demek değildir. Bu
çocuklar, ne marangozdur ne de haritacıdır. Ayrıca diğer derslerden bıkıp dinlenmek
için gelinen bir ders de değildir. Kendi başına, yukarıda belirtmeye çalıştığımız amaçları
olan bir derstir.
9- Zümre öğretmenleriyle iş birliği yapılması
10- Bölgesel özellik taşıyan sanat kollarının plana alınması. (bu hususta nasıl bir
yöntem uygulanacağını daha önce belirtmiştik.
11- Önceki yılda plana alınıp da hedefine ulaşamamış konuların sebep ve
sonuçlarının araştırılması.
12- Yıllık çalışma takvimi ve özel günlerin dikkate alınması.
2. Günlük plan:
Günlük plan, yıllık planın açılımıdır. Ünitelere göre işlenecek bölümlerin
günlük/haftalık yönergesidir. Belirlenmiş olan amaçlara göre uygulanacak yöntem,
teknik, araç-gereç, kaynak, beklenen öğrenci davranışları ve verilecek olan konular
gösterilir.
14
Ali BOĞA
VIII. SONUÇ VE ÖNERİLER
“Yaparak, yaşayarak öğrenme” ilkesi doğrultusunda, “sanat ve estetik değerler”
ile “kişisel ve toplumsal değerler” göz önüne alınarak öğrenci merkezli bir eğitimöğretim yöntemleri uygulanmalıdır.
Her şeyden önce bu işleri yapabilecek öğretmenin (sanat eğitimcisinin) mesleğe
gönül vermesi gerektiğini söylemeliyiz. Öğretmenlik ülküsünün kafada ve gönülde
taşınmasıyla, yaşatılmasıyla yapılabilir, gerçekleştirile-bilir. Özveri isteyen bir iştir. Bir
sanat eğitimcisinin başarılı olabilmesi için öğretmenlik mesleğinde öncelikle yapacağı
özel çalışmalar ve dikkat etmesi gereken hususlar vardır.
1- Kendini yenilemelidir. Yeni yayınları takip etmeli, yeni buluşlara açık olmalı,
okumalı, yazmalıdır. Yeni bilgiler doğrultusunda davranış değişikliği göstermeli,
deneyimlerini değerlendirmeli eğitim-öğretim açısından bu deneyimlerinden
yararlanmalıdır.
2- Derse canlılık kazandırmalıdır. Ders araçlarından her birinin yapısına
özelliklerine göre yerinde yararlanmasını bilmelidir.
3- Özel çalışmalar yapmalı; sanatsal çalışmalar, sanat etkinliklerine katılmalar,
sergi açma, sanatla ilgili yazı yazma gibi kendine özgü çalışmalar yapmalıdır.
4- Derse hazırlanarak girmelidir.
5- Yıllık ve günlük planları uygulanabilir, yeteri kadar açık olmalı, kavramların
çözümlemesini göz ardı etmemelidir. Amaçlara uygun konu, teknik, yöntem, araç ve
gereçlerin seçimini doğru yapmalı, öğrencilerin düzeyine uygun hazırlamalıdır.
6- Program ve yöntem geliştirme çalışmaları yapmalı.
7- Üç boyutlu çalışmalarda estetik kaygılara ağırlık vermeli. Ustalıktan ziyade
özgünlük aramalı. Heykel anlayışına yönelik çalışmalar yaptırmalıdır. Öğrencileri bir
marangoz gibi, bir demirci gibi veya bir çiçekçi gibi düşünmemelidir. Unutmamalı ki
çocuğun yaptığı işlerin kullanım amacıyla (fonksiyonel) değil, onu yaparken yaratıcı
eylem içerisinde bulunması önemlidir. Çocuk sanat etkinliğinde bulunurken gözle
görünmeyen, farkında bile olmadığı, fakat sonradan davranış değişikliğine götürecek
sezgileri kazanmış olması önemlidir.
8- Yapıcı, yaratıcı, aktif olmalıdır. Sınıf ve okul içerisinde saygı, sevgi ve güven
ortamı kurarak öğrenciye yaklaşmalıdır. Sempatik ve anlayışlı olmalıdır.
15
SBArD
Eylül 2008, Sayı 11, sh. 1 – 16
Kaynakça
Aslıer, M., “İnsan Yapısı Dünyada Sanatın Yeri”, Ülke Kalkınmasında Sanatın Yeri
(Tebliğler), Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, Ankara
1991.
Barut, Y., “Yaratıcılık ve Eğitim”, Akademik Açı, Sayı 1, (Samsun 1996).
Bingöl, C., Resim Nedir Nasıl Yapılır Nasıl Öğrenilir, MEB Yayınları, İstanbul 1975.
Genç, A.-Sipahioğlu, A. Gürsu, Algılama, Sergi Yayınları, İzmir 1990.
Işıngör, M.-Eti, E.-Aslıer, M., Resim I (Temel Sanat Eğitimi Resim Teknikleri Grafik
Resim), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1986.
Gökaydın, N.,-Telli, H.-Tekin, O., İş ve Teknik Eğitimi, MEB Yayınları, İstanbul 1973.
Gökaydın, N., Eğitimde Tasarım ve Görsel Algı (Temel Sanat Eğitimi), Sedir Yayınevi,
Ankara 1990.
Kehnemuyi, Z., Çocuğun Görsel Sanat Eğitimi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995.
Samurçay, N., Okul Öncesi Çocuklarda Grafik Faaliyetin Gelişimi, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1975.
San, İ., Sanatsal Yaratma ve Çocukta Yaratıcılık, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara
1977.
Tekin, H., Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme, Mars Matbaası, Ankara 1984.
Türkdoğan, G., Sanat Eğitimi Yöntemleri, Kadıoğlu Matbaası, Ankara 1984.
Turani, A., Modern Resim Sanatının Gerçek Çehresi, Doğuş Matbaası, Ankara 1960.
Yavuzer, H., Resimleriyle Çocuk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
16
TÜRK EĞİTİM TARİHİ’NDE YÜKSEKÖĞRETİMİN GELİŞİMİ
Selahattin KAYMAKCI
Osman ÇAKIR
Özet / Abstract
Yükseköğretim kurumları üst düzey insan kaynağının eğitilmesi, bilimsel ve teknolojik
araştırmaların yapılmasını sağlayan, bu araştırmalar sonucunda projeler geliştiren kurumlardır. Bu
kurumlar toplumsal değişimlerden etkilendikleri kadar toplumsal dönüşümlerin sağlanması açısından
önemli rol oynamaktadırlar.
Türk Eğitim Tarihi’nde bilinen en eski yükseköğretim kurumlarına Karahanlılarda
rastlanmaktadır. Ancak medreselerin sistemli şekilde teşkilatlanması Selçuklular döneminde meydana
gelmiştir. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan zamanında Vezir Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1067’de
Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medreseleri bunun en güzel örneğidir. Karahanlılar ve Selçuklular
döneminde medreselerin başlıca görevi Şii propagandalarına karşı Sünnileri korumak olmuştur.
Osmanlılar döneminde de yükseköğretim kurumu olarak medreseler önemlerini korumaya
devam etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ilk medrese 1330’da Orhan Bey tarafından İznik’te kurulmuştur.
Osmanlı Devleti’nde medreselerin teşkilatlanması Fatih Sultan Mehmet devrinde meydana gelmiştir.
Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yapılan reformlarla birlikte medreseler hem bir
kurum, hem de bir model olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda yükseköğretim
deyince akla gelen en önemli kurum Darülfünun’dur. Osmanlı Devleti’nde Darülfünun’un yanı sıra
yükseköğretim kurumları olarak enderun, askeri ve sivil yüksekokullar gibi okullar da açılmıştır.
Cumhuriyet döneminde yükseköğretim alanında yapılan ilk atılım 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat
(Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu’nun kabul edilmesidir. Bu kanunla tüm eğitim-öğretim kurumları
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, medreseler kaldırılarak modern anlamda yükseköğretim kurumları
açılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet döneminde yükseköğretimle ilgili olarak en köklü reformlar 1924’ten
sonra 1933, 1946, 1961 ve 1981 yılında gerçekleştirilmiştir. 1981 yılında kabul edilen 2547 sayılı kanunla
Türk yükseköğretim sisteminde bulunan tüm kurumlar Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bağlanmıştır.
Cumhuriyet döneminde yükseköğretim kurumları nitelik ve nicelik açısından büyük bir gelişim ivmesi
yakalamıştır. Başlangıçta sadece büyükşehirlerde bulunan üniversiteler zamanla Anadolu’ya da
yayılmıştır. Zamanla üniversitelerin öğretim elemanı kadrosu ve öğrenci sayısı artmış, üniversiteler
bilimsel anlamda dünya çapında adlarından söz ettirmeye başlamışlardır.
Anahtar Kelimeler: Türk Eğitim Tarihi, Yükseköğretim, Üniversite, Medrese
DEVELOPMENT OF HIGHER EDUCATION IN TURKISH EDUCATION HISTORY
Higher educational institutions are the establishments which provide the education of human’s
source with higher level and being made of academic and technological researches and improve Project
after the result of these researches. These institutions feature for the supply of social transformations as
well as being effected from social transformations.
The earliest higher educational institutions which are known in Turkish education history were
seen in Karahanlılar. But systematically organization of madrasahs was occured in the period of Selcuklu.


Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü. kaymakci37@yahoo.com
Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü. osmancakir@gazi.edu.tr
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
In the time of Big Selcuklu’s Sultan Alparslan, Nizamiye Madrasahs which were established in 1067 in
Bagdat with the help of Vizier Nizamülmülk, were the best example of these organizations. In the period
of Karahanlı and Selcuklu, main responsibility of madrasahs was to protect Sunni Muslims against Sii
propagandas.
Madrasahs as higher educational institution, maintained protecting their importance in the
period of Ottoman. First madrasah in Ottoman Empire was established in 1330 in Iznik by Orhan Bey.
Organization of madrasahs in Ottoman Empire was occured in Fatih Sultan Mehmet’s time. Then,
madrasahs with reforms which were carried out in Kanuni Sultan Süleyman’s time appeared both as an
institution and a model. The most important higher educational institution with the meaning of European
in Ottoman Empire was Darulfünun. In Ottoman Empire together with Darulfünun, there were also
Enderun, Military and Civil Schools as higher educational institutions.
First enterprise which was done about higher education in Republic term was the acceptance of
1924 Tevhid-i Tedrisat (unification of education) Law. With this Law, all educational institutions were
engaged to Ministry of Education and higher educational institutions with regard to modern started to
open while madrasahs were being closed. The most fundamental reforms after 1924 about higher
education in Republic term were performed in 1933, 1946, 1961, and 1981. In 1981, with the Law No.
2547, all institutions in Turkish higher educational system were engaged to Turkish Council of Higher
Education (YOK). Higher educational institutions in Republic term, showed great development
according to quality and quantity. At first, universities were only in big cities but in the length of time,
they spread to Anatolia. Then universities’ academic career staff and number of students increased and
universities about academic studies started to be known universal.
Key Words: Turkish Education History, Higher Education, Universiity, Madrasah
Giriş
Yükseköğretim, genel olarak ortaöğretim kurumlarını bitirenler arasından
anlıksal yeteneği oldukça üstün olanlara sağlanan öğretim olarak ifade edilmektedir
(Öncül, 2000). Ülkemizde yükseköğretim, ortaöğretimden sonra en az iki yıl
yükseköğrenim veren ve öğrencileri ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeyinde yetiştiren
eğitim kurumlarının tümünü kapsamaktadır. Yükseköğretim kurumları; üniversite,
fakülte, enstitü, yüksek okul, konservatuar, meslek yüksek okulu ve araştırma-uygulama
merkezlerinden oluşmaktadır.
Yükseköğretim kurumları bilginin ve insan yetiştirme düzeneğinin kaynağıdır.
Bu niteliğiyle yükseköğretim kurumları, kültür değerlerinin genç kuşaklara
aşılanmasında, araştırma yoluyla insanlığa yeni bilgiler kazandırılmasında, bunların
kullanılmasında, korunmasında, aktarılmasında bireyin kendisini daha iyi tanımasında
ve içinde yaşadığı topluma hizmet ve öncülük ederek yaşam düzeyinin yükseltilmesinde
büyük sorumluluklar taşır (Ataünal, 1998). Bu çerçevede yükseköğretim kurumları için
bilgi, buluş, insan yetiştirme ve kültür kazanımında topluma öncülük eden lider
kurumlar denilebilir.
Yükseköğretim kurumları Türk Eğitim Tarihi’nde çok önemli bir yere sahiptir
ve kökeni çok eskiye dayanmaktadır. Atalarımız tarih boyunca eğitim ve öğretime
verdikleri destek kapsamında yükseköğretimi de ihmal etmemiş; tarihe ve insanlığa
18
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
hizmet eden, ünlü bilim adamlarının yetişmesine olanak sağlayan kaliteli kurumlar
kurmuşlardır. Bu bağlamda çalışmanın amacı Türk Eğitim Tarihi’nde yükseköğretimin
gelişimini ortaya koymaktır. Çalışmanın ana çerçevesi şöyle kurgulanmıştır:
I. Karahanlılar ve Selçuklular Döneminde Yükseköğretim
II. Osmanlılar Döneminde Yükseköğretim
III. Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretim
I. Karahanlılar ve Selçuklular Döneminde Yükseköğretim
Tarihimizde ilk yükseköğretim kurumları olarak karşımıza medreseler
çıkmaktadır. Medrese, içinde ders okutulan yer; eskiden Türkiye’de ve şimdi pek çok
Müslüman ülkede din, hukuk ve edebiyat dersleri verilen yükseköğretim kurumu olarak
ifade edilmektedir (Öncül, 2000). Medreselerin kuruluşu tarihi süreç içerisinde
Karahanlılara kadar indirilebilmektedir. Medreselerin Orta Asya İslam kentlerinde
ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Karahanlılar medreseleri Semerkant, Buhara, Taşkent,
Balasagun, Yarkent, Kaşgar gibi önemli kentlere yaymışlardır. Karahanlı hükümdarları,
medreselerin kurulup yayılmalarına çok önem vermişlerdir. Bunların nedenleri arasında
hükümdarların bilim sevgilerinin yanı sıra yeni Müslüman olan Türk boylarının
inanışlarını pekiştirme, yeni dinleri ile çelişen eski inanışları kaybettirme aracı olarak
yararlanma ve Şiilere karşı kendi Sünni-Hanefi inançlarını koruma gösterilebilir
(Akyüz, 2001). Bu medreselerden Türk tarihinin önemli bilginleri olarak gösterilen
Farabi, İbni Sina, Balasagunlu Yusuf, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi ve Edip Ahmet
gibi önemli şahsiyetler yetişmiştir.
Selçuklularda gerek Büyük Selçuklu Devleti’nde gerekse Anadolu Selçuklu
Devleti’nde medreselere verilen önem artarak devam etmiştir. İlk Selçuklu medreseleri
1040 yılında Nişabur’da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur. Devletin her yerine
medrese inşası Alparslan zamanında başlamış ve Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1067’de
Bağdat’ta Nizamiye Medreseleri kurulmuştur. Medreselerde İslami ilimler
okutulmuştur. Bunun yanında riyaziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi akli ilimlerin
okutulması, mahalli kültürün durumuna ve ilim adamlarının ihtisas ve mevcudiyetine
bağlı olmuştur (Turan, 1999). Medreseler, tıpkı Karahanlılarda olduğu gibi
Selçuklularda da Şii propagandalarına karşı Sünnileri koruma görevini üstlenmiştir.
Ayrıca devlete memur ve din adamı yetiştirme görevini de üzerine almıştır. Bu
çerçevede medreseler ülkenin değişik şehirlerine hızla yayılmış ve bu medreselerin
masraflarının karşılanması için devlet vakıflar kurmuştur. Bu dönemin önemli
bilginlerinden biri de İmam Gazali’dir.
19
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
II. Osmanlılar Döneminde Yükseköğretim
Medrese kurumu Osmanlılarda Selçuklularda olduğu gibi önemini devam
ettirmiş olup medreseler genellikle Anadolu’da açılmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk
medrese 1330’da Orhan Bey tarafından İznik’te yaptırılmıştır (Uzunçarşılı, 1965). Bu
tarihten sonra sayıları hızla artan medreseler, Yıldırım Bayezit ve II. Murat döneminde
teşkilatlanmaya tabi tutulmuşsa da asıl teşkilatlanma Fatih devrinde olmuştur.
İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’da da medreseler açılmıştır. 1471 yılında açılan
Sahn-ı Seman (Sekiz Medrese) adlı medreselerin açılmasıyla medreseler tekrardan
teşkilatlandırılmıştır. Buna göre medreseler, Haşiye-i Tecrid (Yirmili), Miftah (Otuzlu),
Kırklı, Hariç Ellili, Dahil Ellili, Altmışlı ve Sahn olmak üzere yedi gruba ayrılmış ve bu
teşkilatlanma medreseler kapatılıncaya kadar devam etmiştir (Özyılmaz, 2002).
Medreselerin üçüncü defa teşkilatlanması Kanuni Sultan Süleyman devrine
rastlar. Süleymaniye medreseleriyle birlikte medreseler hem bir kurum, hem de bir
model olarak ortaya çıkmış ve Osmanlı medreseleri bu modele göre yeniden
teşkilatlandırılmıştır. II. Meşrutiyete kadar olan süreçte medreseler değişim, yenileşme
ve atılımı geride bırakmış ve muhafazakâr bir yapıya bürünmüştür. Bu anlamda çağa
uygun olarak kendini yenileyememiş ve dogmaları doğrultusunda diğer yeniliklere karşı
çıkan yapısını sürdürmüştür. II. Meşrutiyet’ten kapatılışı olan 1924 tarihine kadar olan
süreçte müderrislerin isteğiyle medreselerde çeşitli yenileşme çalışmalarına gidilmiş
fakat bunlar başarılı olamamıştır (Özyılmaz, 2002).
Osmanlı medreselerine sıbyan mektebini bitirenler ya da en az o kadar özel bir
öğrenim gören erkek öğrenciler alınmıştır. Medreselerin masrafları vakıflarca
karşılanmıştır. Fatih devrine kadar ilk Osmanlı medreselerindeki derslerin neler olduğu
kesin olarak bilinmemekle beraber Selçuklu medreselerindekine benzer bir yapıda
olduğu tahmin edilmektedir. Sahn medreselerinin açılmasıyla birlikte diğer medreseler
de Sahn Medreselerinin programını benimsemişlerdir. Bu çerçevede medreselerde fıkıh,
kelam, tefsir, hadis gibi dini ilimlerin yanı sıra dilbilgisi, edebiyat, aritmetik, geometri,
astronomi, felsefe, mantık, tarih, coğrafya ve tıbbi ilimler gibi müsbet bilimler de
okutulmuştur (Saydam, 1999). Medreselerde verilen eğitim genellikle dini ağırlıklı
olmuştur. Müsbet ilimlerin 16. yüzyılın ortalarına kadar, bazı medreselerde okutulduğu
ve daha sonra kaldırıldığı görülmektedir (Akyüz, 2001). Bu anlamda medreselerde
müsbet bilimler bireysel olarak ilgi çekmiştir denilebilir.
Osmanlı Devleti’nde din adamı ve memur yetiştiren medreselerin yanı sıra
devlete yönetici ve devlet adamı yetiştiren enderundan da kısaca söz etmek konu
açısından yararlı olacaktır. Enderun bir yükseköğretim kurumu olarak Fatih Sultan
Mehmet tarafından 1455’te kurulmuştur. Enderun okullarının amacı Türk toplumunda
20
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
ileride görev alacak yönetici ve devlet adamlarını eğitmek; onları güzel konuşan dürüst,
kibar ve adil elemanlar haline getirmektir (Ataünal, 1998).
Enderun öğrencileri genellikle Hıristiyan tebanın çocuklarından seçilir; içlerinde
zaman zaman Türk çocukları da bulunurdu. Enderun okuluna öğrenciler, acemioğlanlar
ocağında rüşdünü ispat etmiş gençler arasından seçilerek alınırdı. Öğrenci seçiminde
ırk, din, dil farkı gözetilmezdi. Enderun okulunda, yüksek medreseler düzeyinde kitabi
bir eğitim öğretim yapılırdı. Türkçe, Arapça, Farsça, edebiyat, tarih, İslami bilimler,
matematik, bedb eğitimi, Türk örf ve adetleri, nezaket kuralları, askeri sporlar gibi
dersler okutulurdu (Ataünal, 1998; Akyüz, 2001). Osmanlı Devleti’ne birçok yönetici
ve devlet adamı yetiştiren Enderun 1909’da kapatılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde bir diğer yükseköğretim kurumu olarak karşımıza
yüksekokullar çıkmaktadır. Yüksekokullar askeri ve sivil olmak üzere iki grupta ele
alınmaktadır:
a) Askeri Okullar: 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İlk Askeri Deniz
Okulu), 1793’te Mühendishane-i Berr-i Hümayun (İlk Askeri Kara Okulu),
1826’da Tophane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure (İlk Modern Tarzda Tıp
Okulu),1834’te Mekteb-i Fünun-u Harbiye (İlk Harp Okulu),1834’te Mızıka-i
Humayun Mektebi (İlk Askeri Mızıka Okulu).
b) Sivil Okullar: 1859’da Mekteb-i Mülkiye (İlk Siyasal Bilgiler Okulu),
1867’de Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Askeri Tıp Okulu İçerisinde Kurulmuş İlk
Sivil Tıp Okulu), 1880’de Mekteb-i Hukuk-u Şahane (İlk Hukuk Okulu),
1889’da Mülkiye Baytar Mektebi (İlk Sivil Veteriner Okulu), 1909’da Orman
Mekteb-i Alisi (İlk Orman Okulu), 1911’de Dişçi Mektebi (İlk Diş Hekimliği
Okulu), 1911’de Kadastro Mekteb-i Alisi (İlk Kadastro Okulu), 1912’de Robert
Koleji (Ataünal, 1998: 8).
Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretim alanında ilk yenilikler, Batılı anlamda
askeri okulların açılmasıyla başlar. Bunun nedeni olarak Osmanlı Devleti’nin savaşlarda
aldığı yenilgilerin nedenini askeri alanda Batı’dan geri kalmasına bağlaması olarak
gösterilmektedir. Ayrıca medreselilerin askeri alanda eğitim öğretim faaliyetlerindeki
yeniliklere tepki göstermemesi okul açma işini kolaylaştırmıştır. Daha sonraki yıllarda
yukarıda da görüldüğü üzere askeri okulların yanına sivil okullar da eklenerek
yükseköğretimde Batılı anlamda eğitim kurumları açılmıştır. Bu okulların eğitim
programları Batıdakine benzer olup yabancı dil dersleri de verilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda yükseköğretim faaliyetleri deyince akla ilk
olarak Darülfünun gelmektedir. Darülfünun kelime anlamı olarak fen (müsbet)
21
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
bilimlerinin okutulduğu yer, başka bir deyişle üniversite demektir. Üniversite,
yükseköğretim veren ülkelere göre fakülte, yüksekokul gibi birimlerden oluşan görevi,
araştırma ve öğretim yapma, insanları hayata hazırlama olan yükseköğretim kurumudur.
Osmanlı Devleti’nde darülfünun kurulmasının ana nedeni köklü bir geçmişe ve
geleneğe sahip olan medreselerin bozulmasıdır. Medreselerin bozulma nedenleri olarak,
araştırmacı eğitim anlayışının terk edilmesi, niteliksiz müderrislerin çoğalması ve beşik
ulemalığının yaygınlaşması, öğrencilerin niteliksizliği, vakıfların bozulması, devletin
Batı tipi okullara önem vermesi ve müderrislerin eğitim-öğretim faaliyetlerinde
yeniliklere karşı çıkması gösterilmektedir (Saydam, 1999). Ayrıca Batı karşısında
üstünlüğün kaybedilmesi, bilimde ve teknolojide meydana gelen gelişmeler, mevcut
eğitim kurumlarının çağa uygun olarak kendini yenileyememesi de diğer nedenler
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda sayılan nedenlerin sonucunda Tanzimat’tan sonra bugünkü anlamda
ilk üniversiteyle ilgili çalışmalar Mustafa Reşit Paşa’nın önderliğinde başlatılmıştır. Bu
bağlamda üniversite türünden bir kurum açılması II. Mahmut döneminde konuşulmuş,
1844’te ulema, asker ve sivil kimselerden oluşan Meclis-i Mahsus (Özel Komisyon)
oluşturularak ülkede bulunan ilk, orta ve yükseköğretim kurumları incelenmiştir. Elde
edilen sonuçlar ışığında 1845’te ülkede bir darülfünun açılma kararı alınmış ve ilk
darülfünun 1863’te Abdülaziz döneminde açılabilmiştir. 1845’te önerilen ve 21
Temmuz 1846 tarihli resmi tebliğle açılması kesinleşen darülfünun 1863, 1870, 1874 ve
1900’de kısa süreli açılmış, 1908’de ise sürekli olarak açılabilmiştir (Ataünal, 1998;
Hatiboğlu, 2000).
Darülfünun’da ilk ders 31 Aralık 1863 Pazartesi günü başlamıştır. Dersler
başlangıçta halka açık konferanslar şeklinde verilmiştir. Konular fizik, kimya, biyoloji,
astronomi, matematik, tarih, coğrafya gibi doğal ve sosyal alanlardan seçilmiştir. İlk
Darülfünun tutucu çevrelerin baskısı ve nitelikli öğrenci bulamama gibi nedenlerden
dolayı birkaç yıl sonra kapatılmıştır (Ataünal, 1998).
Darülfünun’un ikinci olarak açılması Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin
ilanından sonradır. Sadullah Paşa’nın gayretleriyle 198 madde olarak ilan edilen ve
Osmanlı eğitim sisteminde önemli bir yeri bulunan 1869 Maarif-i Umumiye
Nizamnamesi’nin (Kamu Eğitim Tüzüğü) 79. maddesiyle İstanbul’da bir Darülfünun-ı
Osmanî kurulması kararlaştırılmıştır (Hatiboğlu, 2000). Nizamnameye göre Darülfünun,
Hikmet ve Edebiyat, İlm-i Hukuk, Ulum-i Tabiiye ve Riyaziye şubelerinden oluşacak,
her şubenin öğretim süresi 3 yıl, müderris olacaklar için 4 yıl olarak belirlenmiştir. 16
yaşından büyüklerin bir sınavla okula kabul edilmesi ve derslerin halka açık olarak
yapılması kabul edilmiştir (Akyüz, 2001). Böylece Darülfünun 1870’te ikinci defa
açılmış oldu.
22
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
1873’te tekrar kapatılan Darülfünun 1874’te kısa süreli de olsa üçüncü defa
tekrardan açılmıştır. Darülfünun’un dördüncü defa açılması 1900 yılındadır. Bu
açılmanın politik nedenlerden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre
Darülfünun, devletçe konulmuş yasağa rağmen o yıllarda yükseköğretim çağına gelmiş
birçok gencin, Batıyı tanımak ve çağdaş uygarlık dünyasından yararlanmak için Avrupa
üniversitelerine kaçıp gitmelerini önlemek amacıyla bir tedbir olarak açılmıştır
(Ataünal, 1998).
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla Darülfünun beşinci defa tekrardan açılmıştır.
Ulum-u Şer’iye, Ulum-u Hukukiye, Ulum-u Tıbbiye, Fünun ve Ulum-u Edebiye olmak
üzere beş şubeden oluşturulan Darülfunun’da ders vermek üzere Almanya’dan hocalar
getirilmiştir. Ancak Darülfünun reformu devletin ağır savaşlara girmesi, Almanya’dan
gelen hocaların beklenen verimi verememesi, yanlış idari teşkilatlanma gibi sebeplerle
başarısız olmuştur. Darülfünun’a Ekim 1919 Nizamnamesi ile ilmi muhtariyet de
verilmiştir (Ataünal, 1998; Akyüz, 2001).
Osmanlı Devleti’nde yükseköğretimde devrim niteliğinde sayılabilecek son olay
1915’te meydana gelmiştir. Bu tarihte İnas Darülfünunu adını taşıyan ve kızlara mahsus
bir yükseköğretim kurumu açılmıştır. Edebiyat, Riyaziyat ve Tabiiyat adıyla 3 yıl süreli
ve 3 şubeli olup ilk öğrencileri Kız İdadisi ve İstanbul Darülmuallimatı mezunlarıdır.
İnas Darülfünunu 1920’de Darülfünun’a bağlanarak müstakil yapısını kaybetmiştir
(Akyüz, 2001).
III. Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretim
Cumhuriyet döneminde yükseköğretim faaliyetlerine geçmeden önce Milli
Mücadele döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim-öğretim faaliyetlerinde
meydana gelen gelişmelerle ilgili bilgi vermek yerinde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı
her alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük bir duraklamaya neden olmuştur.
TBMM’nin açılmasıyla birlikte Mili Mücadele döneminde eğitim-öğretim
faaliyetleriyle ilgili yeni düzenlemelere gidilmiştir. Hatta 2 Mayıs 1920’de kurulan ilk
hükümette Maarif Vekâleti de yer almış ve hükümet programında eğitimle ilgili önemli
hususlara yer verilmiştir. Sakarya Savaşı’ndan önce top sesleri Ankara’dan işitilirken
Mustafa Kemal 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Bu kongrede
Mustafa Kemal milli eğitim programının milli karakter ve tarihimizle uyumlu bir bütün
olması gerektiğini belirterek milli eğitimimizin temel esasını ortaya koymuştur (Çapa ve
Çiçek, 2001).
Cumhuriyetin ilanına kadar geçen süreçte Mustafa Kemal’in Mart 1922’deki
TBMM açış konuşması ve Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenişi Maarif
Kongresi’nden sonra milli eğitimimizin geleceği hakkındaki önemli ipuçları olarak
23
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyetin ilanından sonra eğitim-öğretimde yapılan en
büyük yenilik ise 430 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin
Birleştirilmesi) Kanunu’nun kabul edilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla ülke
genelinde eğitim-öğretim faaliyetinde bulunan bütün okullar tek bir çatı altında
toplanmıştır (Vahapoğlu, 1997). Tevhid-i Tedrisat’ın yükseköğretim alanında getirdiği
yeniliklere bakıldığında, ülke genelinde bulunan yaklaşık 18.000 öğrenciye sahip 479
medrese, medreselerin bağlı bulunduğu Şeriye ve Evkaf Vekâleti ve medreseleri finanse
eden vakıflar kaldırılarak yabancı ve azınlık okulları da dâhil olmak üzere tüm eğitim
kurumları Maarif Vekâleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmıştır.
Medreselerin kaldırılmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nden genç Türkiye
Cumhuriyeti’ne intikal eden (Robert Koleji bir yana bırakılırsa) sadece 1 tane
Darülfünun vardır. Ekim 1919 nizamnamesiyle ilmi muhtariyetini Osmanlı Devleti
zamanında kazanmış olan Darülfünun’a 1924 yılında tüzel kişilik tanınmış ve adı
İstanbul Darülfünunu olarak değiştirilmiştir (Akyüz, 2001). 1923–1924 eğitim öğretim
yılı istatistiklerine bakıldığında, 1923–1924 eğitim-öğretim yılında İstanbul
Darülfünun’unda, 307 öğretim elemanı ve 2914 öğrencinin bulunduğu görülmektedir
(www.yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006).
Yükseköğretim kurumu olarak İstanbul Darülfünun’u dışında çeşitli kurumlar da
açılmıştır. Ülkenin ihtiyacı olan hukukçuları yetiştirmek üzere 5 Kasım 1925 tarihinde
Ankara’da Hukuk Mektebi açılmıştır. Bunun yanı sıra ülkenin ihtiyacı olan
öğretmenleri yetiştirmek amacıyla 1926’da Gazi Orta Muallim Mektebi açılmıştır.
Başlangıçta Konya’da açılan bu okul, 1927’de Ankara’ya nakledilmiştir. Bir yıl sonra
Pedagoji bölümünün açılmasıyla adı Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye
Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür (Binbaşıoğlu, 1995). Ayrıca 1930 yılında Ankara’da bir
de Ziraat Mektebi açılmış; daha sonra bu okul 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü
adını almıştır (Ergün, 1982). Görüldüğü üzere cumhuriyetin ilk yıllarında
yükseköğretim kurumları Anadolu’ya taşınmaya çalışılmış ve bunun ilk yansımaları da
genç cumhuriyetin başkenti olan Ankara’da ortaya çıkmıştır. 1929 yılında kabul edilen
1416 sayılı kanunla bugüne kadar binlerce gencimizin, dünyanın önde gelen saygın
üniversitelerinde lisansüstü öğrenim görmeleri sağlanmıştır. Bu gençler, başta
üniversitelerimiz olmak üzere çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarımızda görev alarak
ülkemizin kalkınmasına ve gelişmesinde önemli katkı yapmaları sağlanmıştır
(yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006).
1924–1932 arasında İstanbul Darülfünun’u ve bu bağlamda yükseköğretim
kurumları sürekli olarak gündemdeki yerini korumaya devam etmiştir. Çünkü
yükseköğretim gençliğinin millî şuura sahip ve modern kültürlü olarak yetişmesi
Atatürk’ün başlıca amacıdır ki Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra 26 Ekim 1922’de
İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne gönderdiği telgrafta: “Eminim ki millî
24
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
istiklâlimizi ilim sahasında fakülteniz ikmal edecektir” sözleriyle bunu açıklamıştır.
Yine 28 Haziran 1923’te İstanbul Darülfünunu profesörlerine gönderdiği telgrafta da
“Millî istiklâl, millî irfan ile eş olduğu cihetle işgal buyurmakta olduğunuz öğretim
kürsülerinde memleketin siz bilim adamları dahi hiç şüphesiz aynı savaşın
kahramanlarısınız” diyerek yükseköğretime verdiği önemi ifade etmiştir (Kocatürk,
1984).
Atatürk’ün yükseköğretime verdiği önem sözde kalmamış, bizzat kendi direktif
ve teşvikleriyle İstanbul Darülfünunu için bir dizi düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin
müderrislerin Darülfünun dışında başka bir görev yapmaları yasaklanmıştır (Ergün,
1982). Yapılan düzenlemeler ve girişilen yenilikler İstanbul Darülfünunu’nda
beklendiği etkiyi göstermemiş; aksine olumsuz gelişmeleri artırmıştır. Örneğin 1924 yılı
sonlarında Darülfünun öğrencilerinin tramvay şirketi ile anlaşamamaları, uzun süren
gösteri ve tartışmalara neden olmuştur. Bunun yanı sıra müderrislerin işlerine gereken
özeni göstermedikleri, kurumun bilimden uzak olduğu, müderrislerin yetersiz,
öğrencilerin ise çağın gerektirdiği bilimsel anlayış ve bilgiden yoksun olduğu gibi
iddialar Darülfünun’a karşı tepkilerin artmasına yol açmıştır. Buna karşın Darülfünun
yönetimi olumsuzlukların ve bilimsel yetersizliklerin başlıca nedeni olarak savaş
yıllarından yeni çıkılması ve ödenek yetersizliğini göstermiştir (Ergün, 1982).
İstanbul Darülfünunu’nda meydana gelen olumsuzlukların devam etmesi üzerine
Atatürk’ün direktifleriyle hükümet bir eylem planı hazırlamıştır. Bu çerçevede hükümet
Darülfünun’un ıslahı için 1931’de İsviçre Gelf Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr.
Albert Malche’ı Türkiye’ye davet etmiş; Malsche da 1932’de Türkiye’ye gelerek
kurumla ilgili bir rapor hazırlamıştır (Ergün, 1982). Darülfünun’a karşı olan tepkilerin
nedenleri Prof.Dr. Malche ve diğer uzmanların çalışmaları sonucu şöyle sıralanmıştır:
 Darülfünun fakülte ve diğer birimleri arasında bilimsel işbirliğini sağlayacak
koordinasyonun bulunmaması,
 Öğretim üyelerinin üniversite dışındaki çalışmaları nedeniyle eğitim-öğretim
faaliyetleriyle yeterince ilgilenmemeleri,
 Öğretim üyelerinin kendilerini yalnız belirli saatlerdeki derslerden sorumlu
sayarak bilimsel araştırmalardan uzak kalmaları ve bu anlamda yayın sayılarının azlığı,
 Darülfünun ve ona bağlı fakültelerdeki makamlara seçimle gelindiğinden
öğretim üyeleri arasında ihtiras, sürtüşme ve anlaşmazlıkların doğmuş olması, buna
karşın etkin bir denetim mekanizmasının bulunmaması,
 1924–1932 yılları arasındaki süreçte orijinal, ciddi, toplumun gereksinmelerini
yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmadığı düşüncesi,
 Darülfünun’un inkılâplara kayıtsız kalarak, olumsuz bir tutum takınması
düşüncesi kuruma karşı tepkilerin çoğalmasına neden olmuştur (Katoğlu, 2000; YÖK,
1998; Güler, 1994; Hirsch, 1950).
25
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
Malche raporunun öneriler kısmında Darülfünun’un idari, hukuki
yapılanmasından profesörlerin tayini, programlar ve sınavlar, kütüphane ve
laboratuarlar gibi birçok konuda bütüncül bir model önermiştir. Ancak Darülfünunda
yapılacak olan reformların birdenbire oluşamayacağını, hatta sorunun birkaç yıl içinde
de çözülemeyeceğini belirtmiştir (Güler, 1994; Yılmaz, 2001).
Malche Darülfünun sorununun birkaç yıl içinde çözülemeyeceğini iddia
etmesine rağmen, hükümet konu üzerine yoğunlaşmış ve bu durum 1933 Üniversite
Reformu’nu beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda 31 Temmuz 1933 tarih ve 2252 sayılı
“İstanbul Darülfünunu’nun İlgasına ve Maarif Vekâleti’nce Yeni Bir Üniversite
Kurulmasına Dair Kanun” ile İstanbul Darülfünunu kaldırılarak yerine 1 Ağustos 1933
tarihinden itibaren hizmete girmek üzere İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir
yükseköğretim kurumu oluşturulmuştur (Katoğlu, 2000; Güler, 1994). Böylelikle
1933’te Türkiye’de ilk defa üniversite sözcüğünün kullanıldığı ve 1924’te çıkarılan
kanun bir yana tutulacak olursa üniversitelerle ilgili köklü değişiklikleri içeren ve
cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen birinci yükseköğretim reformu yapılmış oldu.
Bu reformun amacı, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve araştırma
çalışmalarının Batı ülkelerindeki düzeye çıkarılması ve bu ülkelerde uygulanan
üniversite yönetim sisteminin Türkiye’ye getirilmesidir (YÖK, 1988).
1933 reformuyla üniversitenin idaresi rektöre verilmiştir. Rektör Milli Eğitim
Bakanı’nın önerisiyle Cumhurbaşkanı’nın onayı ile; dekanlar da rektörün önerisi
üzerine Milli Eğitim Bakanı’nca atanmıştır. Rektör üniversiteyi temsil etmek, üniversite
teşkilatını düzenlemek, akademik çalışmaları yürütmek ve denetlemek, üniversitenin
bütün kurumlarla muhaberelerini yapmak, mali konularda ita amiri olmak gibi yetkilerle
donatılmıştır. Bu kanuna göre rektör, fakülte meclislerini ayrı ayrı veya bir arada
toplantıya davet edebildiği gibi bunlara başkanlık da edebilmektedir. Yeni kanuna göre
bir profesörlük kadrosu boşaldığında fakülte meclisi tarafından 2–3 aday gösterilmekte;
rektör adaylar hakkındaki görüşünü Milli Eğitim Bakanlığı’na bildirmekte; bakan da
bunlardan birini tercih ederek atamaktadır. Bakan adaylardan hiçbirini uygun bulmadığı
takdirde, yeni aday gösterilmesini isteyebilmektedir (YÖK, 1988).
1933 reformunun sonucunda üniversitelerin özerk yapısı bozularak, üniversiteler
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumlar haline getirilmiştir. Darülfünun hocaları geniş
ölçüde elenmiş 151 kişiden yalnız 59’u İstanbul Üniversitesi’ne alınmıştır. Batı’da
öğrenimini başarıyla tamamlayıp gelenler üniversiteye alınmışlardır. Nazi
Almanyası’ndan kaçan Alman ve Orta Avrupalı profesörler (A. Malsch, E. Hirsch
gibi…) üniversiteye alınmıştır. Yükseköğretime üniversite, rektör, fakülte, dekan gibi
terimler girmiştir. Üniversiteler üzerindeki denetim artırılmıştır (Akyüz, 2001).
Üniversite reformundan sonra üniversite kurma çalışmaları devam etmiştir. Bu
çerçevede Ankara’da 1935 yılında Türk kültürünü incelemek, dil ve tarihimizi gelecek
26
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
nesillere aktarmak amacıyla öğretmen yetiştirecek ve mevcut öğretmenlere bu
doğrultuda eğitim imkânı sağlayacak olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.
Buna ilaveten vali ve kaymakamlar yetiştirmek amacıyla Osmanlı Devleti zamanında
açılmış olan İstanbul’daki Mülkiye Mektebi 1936–1937 yılında Ankara’ya taşınarak
Siyasal Bilgiler Okulu’na dönüştürülmüştür (Ergün, 1982).
1933–1946 yılları arası, yükseköğretim kurumlarının yurt düzeyine yayılmaya
başladığı yıllardır. Bu durumla ilgili olarak Atatürk TBMM’de 1 Kasım 1937’de şu
tarihi konuşmayı yapmıştır: “Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde
düşünüp Batı bölgesi için İstanbul bölgesinde başlamış olan düzeltme programını daha
radikal bir şekilde uygulayarak cumhuriyete modern bir kurum kazandırmak, merkez
bölgesi için Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak lazımdır. Doğu bölgesi için Van
gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden okulları ve üniversitesi ile modern bir
kültür şehri yaratmak yolundan şimdiden faaliyete geçilmelidir” (Akyüz, 2001).
Belirlenen hedef doğrultusunda üniversite kurma çalışmalarına hız verilmiş, 1944’te
İstanbul Teknik Üniversitesi ve 1946’da Ankara Üniversitesi kurularak ülkemizdeki
üniversite sayısı 3’e yükseltilmiştir (yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm, 2006).
Ülkemizde üniversitelerin kurumsal bazda gelişiminin ikinci safhasını 1946
yılında alınan 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”’dur. Bu kanunla:
 Üniversitelere özerklik ve tüzel kişilik tekrar verilmiştir.
 Üniversitelerin görev ve yetki çerçeveleri çizilmiştir. Buna göre üniversiteler:
i. Öğrencileri bilim anlayışı kuvvetli, sağlam düşünceli aydınlar, Türk
devriminin ülkülerine bağlı, milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek, çeşitli
mesleklere iyi elemanlar sağlamak,
ii. Ülke sorunlarına öncelik veren bilimsel araştırmalar yapmak,
iii. Resmi makamlarla işbirliği halinde ülkenin gelişmesine katkıda bulunmak,
iv. Araştırma ve inceleme sonuçlarını yayınlamak, doktora yaptırmak,
v. Toplumun genel düzeyini yükseltici bilimsel verileri yayınlamak görenini
üstlenecektir (Akyüz, 2001).
1946’da yayınlanan 4936 kanun kapsam ve içerik itibariyle 1933’te yayınlanan
2252 sayılı kanundan farklıdır. 4936 sayılı kanun diğerine göre genel olup, kararları tüm
üniversiteleri bağlayıcı bir özellik gösterir. 1946 kanunu yükseköğretimde (1946–1973)
en uzun süre geçerli kalmış bir kanundur. Özetle 1946 reformu çağdaş ve evrensel
anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünü olarak ifadelendirilebilir (Katoğlu, 2000).
1955–1959 yılları arasında İstanbul ve Ankara dışında kalan illerde; 1955’te
Trabzon’da Karadeniz Üniversitesi ve İzmir’de Ege Üniversitesi, 1957’de Ankara’da
Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve 1958’de Atatürk Üniversitesi olmak üzere toplam 4
yeni üniversite daha kurulmuştur (Katoğlu, 2000; YÖK, 1988). Yükseköğretim
kurumları arttıkça devletçe yeni reformlar çıkarılmıştır. Bunlardan biri yükseköğretim
27
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
kurumlarının yapısı ve işleyişine ilişkin olarak yayınlanan 1961 Anayasası’nın 120.
maddesidir. Buna göre,
 Üniversiteler ancak devlet eliyle ve kanunla kurulur. Üniversiteler bilimsel ve
idari özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.
 Üniversiteler kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu
organlar eliyle yönetilir ve denetlenir,
 Üniversite organlar öğretim üyeleri ve yardımcıları üniversite dışındaki
makamlarca her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar,
 Üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma yapabilir ve
yayında bulunabilirler,
 Üniversitelerin kuruluş ve işleyişleri, organları ve bunların seçimleri, görev ve
yetkileri, öğretim ve araştırma görevlerinin üniversite organlarınca denetlenmesi, bu
esaslara göre kanunla düzenlenir,
 Siyasi partilere üye olma yasağı üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları
hakkında uygulanmaz; ancak bunlar partilerin genel merkezleri dışında yönetim görevi
alamazlar (Akyüz, 2001; 1961 Anayasası md. 120).
Kanunun içeriğinden de anlaşılacağı gibi 1961 Anayasası üniversitelerin kamu
tüzel kişiliğine sahip özerk bir kurum olmasını güvence altına almıştır. Böylelikle
üniversitelerin bilimsel olarak özgürlüğü daha da artmıştır. 1961’de kabul edilen bu
madde 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 1971’de küçük çaplı bir değişiklikle yeniden
düzenlenmiştir.
Yükseköğretimin ülkemizde geçirdiği değişimlerden biri de 1973 yılında
gerçekleştirilmiştir. Temmuz 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu yayınlanmıştır.
Bu kanunla; yükseköğretimin bütünlüğünün ve ortaöğretimle ilişkisinin kurulması,
yükseköğretimde fırsat ve imkân eşitliği, kaynakların etkin bir biçimde kullanılması,
yükseköğretim planlamasının örgütlenmesi, öğretim ve öğrenim özgürlüklerinin
güvence altına alınması amaçlanmıştır (Baskan, 2001).
1750 sayılı kanunla üniversitelerin görev ve yetkileri ayrıntılarıyla ortaya
konulmuştur. Üniversiteler üzerinde devletin gözetim ve denetimini sağlamak üzere
Üniversite Denetleme Kurulu kurulmuştur. Üniversiteler arasında akademik
koordinasyonu sağlamak amacıyla Üniversitelerarası Kurul kurulmuştur. Fakültelerin
öğrenim süreleri sınırlandırılmıştır. Üniversite organları olarak Senato, Üniversite
Yönetim Kurulu, Rektör gösterilerek, senato üyelerinin ve rektörün öğretim üyelerinin
katıldığı seçimlerle belirlenmesi kabul edilmiştir. Fakülte organlarının Dekan, Yönetim
Kurulu ve Fakülte Kurulu’ndan oluşması esası getirilmiştir. Fakülte kurulunun, profesör
ve doçentlerden oluşacağı, öteki organların ise fakülte kurulunca seçileceği karara
bağlanmıştır.
28
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
1750 sayılı kanunun bazı maddeleri ise Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir.
Bunlar: Yükseköğretime yön vermek amacıyla bir Yükseköğretim Kurulu (YÖK)
kurulmuş; fakat 1975’te Anayasa Mahkemesi’nce kanunun bu maddesi iptal edilmiştir.
Öğretim için öğrencilerden ücret ve harç alınacağı hükmü getirilmiş; fakat bu hüküm de
Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir (Akyüz, 2001, s. 330–331).
1973–1979 tarihleri arasında üniversite açılma çalışmalarına hız verilerek bu
tarihler arasında toplam 9 yeni üniversite daha açılmıştır. 1971–1978 döneminde de 11
yeni üniversite açılmıştır. Ülkedeki üniversite sayısı bu yolla 8’den 19’a çıkarılmıştır.
1975 yılında yükseköğretime 49542 öğrenci, 1980’de ise 41574 kişi alınmıştır.
Yükseköğretimdeki okullaşma oranı 1975–1976 yılında %9.1 iken 1980–1981 öğretim
yılında bunun çok altına düşerek %5.9’a inmiştir (YÖK, 1988).
1973–1981 arası üniversitelerin tam anlamı ile Anadolu’ya yayıldığı bir
dönemdir. Türkiye’nin her bakımdan zor şartlar altında bulunduğu bu dönemde,
Diyarbakır, Eskişehir, Adana, Sivas, Malatya, Elazığ, Samsun, Konya, Bursa ve
Kayseri’de on yeni üniversite kurulmuş ve böylece ülkemizdeki üniversite sayısı on
dokuza yükselmiştir. Hızla artmakta olan üniversite ve bunlara başvuran öğrenci sayıları
karşısında 1974 yılında Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) kurularak
üniversitelere merkezi sınavla öğrenci alınmasına başlanmıştır. Yükseköğretime artan
talep karşısında, aynı yıl kurulan ve mektupla öğretim yapan YAYKUR ile ülkemizde
örgün öğretim yanında açıköğretim veya daha doğru bir deyimle uzaktan öğretime de
başlanmıştır.
Yükseköğretim kurumlarının 1981 öncesindeki durumları ilk kurulmuş oldukları
yıllara göre her ne kadar gelişmiş olsa da ülkenin içerisinde bulunmuş olduğu kargaşa
ortamının etkisiyle pek iç açıcı değildi. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre,
üniversiteye giden her 100 öğrenciden 17’sinin mezun olabildiği, üniversite
öğrencilerinden %10’unun ilk sınıfta, %33’ünün ise üst sınıflarda okulu terk ettiği,
üniversitelerin kapasitelerini kullanmadıkları, öğretim üyesi dağılımında büyük
dengesizlikler bulunduğu, üniversite sisteminin işlevini yapamaz duruma geldiği bir
ortam vardı. 1981’den önce Türk yükseköğretim sistemi; üniversiteler; Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı akademiler, bir kısmı diğer bakanlıklara, çoğu Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı iki yıllık meslek yüksekokulları ile konservatuarlar, Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı üç yıllık eğitim enstitüleri, mektupla öğretim yapan YAYKUR
olmak üzere beş tür kurumdan oluşmaktaydı (YÖK, 1988; www.yok.gov.tr, 2006).
1981 yılına gelindiğinde, yukarıda adı geçen bu beş tür lise-üstü öğretim kurumunda
yaklaşık 21.000 öğretim elemanı (profesör, doçent, doktor asistan ve asistan) ve
240.000’e yakın öğrenci bulunmaktaydı. Öğrencilerin 117.000’i, öğretim elemanlarının
ise 13.000’i üniversitelerde görev yapmaktaydı (YÖK, 2006).
29
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
Yükseköğretimin tüm düzeyleri için etkili ve koordineli bir merkezi planlamanın
olmaması, özellikle de altmışlı ve yetmişli yıllarda yükseköğretim kurumlarının sayısı,
çeşidi ve öğrenci sayıları ile başka birçok hususta gözlenen hızlı artış nedeniyle
yukarıda belirtilen yükseköğretim sistemi bir süre sonra başarısızlık ve yozlaşma
işaretleri vermeye başlamıştır. Bunlara ek olarak 1960–80 arasında ortaya çıkan siyasi,
sosyal ve ekonomik sorunlar, yükseköğretimdeki kötüye gidişi daha da artırmıştır. Bu
nedenle yetmişli yılların sonunda köklü bir reform kaçınılmaz hale gelmiş ve sonunda
1981 reformu yürürlüğe konmuştur (www.yok.gov.tr, 2006).
1981 reformunun başlıca hedefleri şu şekilde özetlenebilir:
 Yükseköğretim çağında olan gençlere daha çok öğrenim imkânı sağlamak
amacıyla yükseköğretim kurumlarının sayısını artırmak ve çok ihtiyaç duyulan ara insan
gücünü yetiştirmek üzere meslek yüksekokullarına öncelik vermek,
 Yüksek nitelikte ve yeter sayıda öğretim elemanı yetiştirmek için tedbirler
almak,
 Eğitimin kalitesini yükseltmek, araştırmaları sayı ve nitelik yönünden
geliştirmek için gerekli çalışmaları yapmak (YÖK, 1988).
Yükseköğretim, 6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu
ile akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu
kanunla;
 Türk yükseköğretim sistemi içerisinde yer alan tüm kurumlar Yükseköğretim
Kurulu’na bağlanmıştır. Böylelikle ülkemizdeki tüm yükseköğretim kurumları
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanmış, akademiler üniversitelere,
eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuarlar ile meslek
yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır.
 YÖK, yükseköğrenimi düzenleyen, yüksek eğitim kurumlarının çalışmalarına
yön veren “Yükseköğretim Kanunu” ile kendisine verilen görev ve yetkiler
çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluştur. YÖK, yüksek
öğretim kurumlarının kurulması, geliştirilmesi, ihtiyaç duyulan öğretim elemanlarının
yurtiçi ve yurt dışında yetiştirilmesi için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlar ve
uygulamayı izler. Ayrıca yükseköğretim kurumları arasındaki işbirliği ve
koordinasyonu sağlar.
 Yükseköğretim bir bütün olarak düzenlenmiştir. Kanunla yükseköğretim
kurumlarının kapsam ve çerçevesi çizilmiştir. Buna göre, üniversiteler, fakülteler,
enstitüler, yüksekokullar yükseköğretim kuruluşları olarak kabul edilmiş; Türk Silahlı
Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatı’na bağlı kuruluşlar ise kanun dışında bırakılmıştır
(Akyüz, 2001; Anayasa md. 132).
 2547 sayılı kanunla yapılan düzenleme kapsamında İstanbul’da Mimar Sinan,
Marmara ve Yıldız Teknik, Ankara’da Gazi, Antalya’da Akdeniz, İzmir’de Dokuz Eylül
30
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
ve Edirne’de Trakya Üniversiteleri mevcut kurumların reorganizasyon ve birleştirilmesi
ile oluşturulmuş, Van’da ise Yüzüncü Yıl Üniversitesi adı ile yeni bir üniversite
kurulmuştur. Böylece, Türk yükseköğretim sistemi 1982 yılı itibarı ile 27 üniversite ile
bunlara bağlı fakülte, enstitü, yüksekokul, konservatuar ve meslek yüksekokullarından
oluşan birleşik bir yapıya dönüştürülmüştür. Bu çerçevede, YAYKUR’un işlevleri
Anadolu Üniversitesi’ne bağlı Açıköğretim Fakültesi’ne devredilerek uzaktan öğretimin
ülkemizde yaygınlaşması hızlandırılmıştır.
 Yükseköğretimin amacı ve ana ilkeleri ortaya konulmuştur. Bu anlamda
yükseköğretim kurumları, öğrencilerini Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilincine ulaşmış, vatanını, milletini, bayrağını
seven, çağdaşlığı ilke edinen, etkin, üretken, yaratıcı ve sorumluluk sahibi bireyler
yetiştirecektir.
 Yükseköğretim kurumlarının yapısı ve işleyişinde bazı değişiklikler
yapılmıştır. Buna göre YÖK’ün yanı sıra Yükseköğretim Denetleme Kurulu,
Üniversitelerarası Kurul ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi adlı kurumlar
oluşturulmuştur (Bkz. Ek 1: Türk Yükseköğretim Sisteminin Organizasyon Şeması).
2547 sayılı kanunla oluşturulan Yükseköğretim Kurulu, Yükseköğretim
Denetleme Kurulu, Üniversitelerarası Kurul ve Öğrenci Seçme ve Yerleştirme
Merkezi’nin yapısı şu şekilde özetlenebilir:
Yükseköğretim Kurulu üyeleri; Cumhurbaşkanı tarafından, rektörlük ve öğretim
üyeliğinde başarılı hizmet yapmış profesörlere öncelik vermek suretiyle seçilen yedi,
Bakanlar Kurulu’nca temayüz etmiş üst düzeydeki devlet görevlileri veya emeklileri
arasından (hâkim ve savcı sınıfından olanlar için Bakanlığı ve kendilerinin muvafakati
alınmak kaydıyla) seçilen yedi, Genelkurmay Başkanlığı’nca seçilen bir,
Üniversitelerarası Kurulca, kurul üyesi olmayan profesör öğretim üyelerinden seçilen
yedi kişiden oluşur. Seçilen üyelerin üyelikleri Cumhurbaşkanının onayı ile kesinleşir
ve kurul üyeliğinin süresi dört yıldır. YÖK Başkanı Cumhurbaşkanı tarafından kurul
üyeleri arasından seçilerek dört yıl süreyle atanır.
Yükseköğretim Denetleme Kurulu, Yükseköğretim Kurulu adına üniversiteleri,
bağlı birimlerini, öğretim elemanlarını ve bunların faaliyetlerini gözetim ve denetim
altında bulunduran, Yükseköğretim Kurulu’na bağlı bir kuruluştur. Yükseköğretim
Denetleme Kurulu; Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek beş profesör üyeden,
Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından gösterilecek üçer aday arasından
Yükseköğretim Kurulu tarafından seçilip önerilecek birer üyeden, Genelkurmay
Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca seçilecek birer üyeden oluşur. Yükseköğretim
Denetleme Kurulu Başkanı, bu kurul üyeleri arasından Yükseköğretim Kurulu Başkanı
tarafından atanır.
31
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi, Yükseköğretim Kurulu’nun tespit ettiği
esaslar çerçevesinde yükseköğretim kurumlarına öğrenci alınması amacıyla sınavları
hazırlayan ve yapan, öğrenci isteklerini de göz önünde tutarak Yükseköğretim
Kurulunun tespit ettiği esaslara göre değerlendiren, öğrenci adaylarının yükseköğretim
kurumlarına yerleştirilmesini sağlayan ve bu faaliyetlerle ilgili araştırmalar ve diğer
hizmetleri yapan Yükseköğretim Kuruluna bağlı bir kuruluştur (www.osym.gov.tr,
2006).
Üniversitelerarası Kurul, üniversite rektörleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın
Silahlı Kuvvetlerden dört yıl için seçeceği bir profesör ile her üniversite senatosunun o
üniversiteden dört yıl için seçeceği bir profesörden oluşur. Rektörler, Üniversitelerarası
Kurula, bir yıl süreyle, üniversitelerin Cumhuriyet dönemindeki kuruluş tarihlerine
göre, sırayla başkanlık yaparlar. Kurul, en az yılda iki defa, aksi kararlaştırılmadıkça
başkanın bağlı olduğu üniversitenin bulunduğu şehirde toplanır ve kurul gündemi
önceden Milli Eğitim Bakanlığı’na, Yükseköğretim Kurulu’na ve kurul üyelerine
gönderilir. Milli Eğitim Bakanı ve Yükseköğretim Kurulu Başkanı gerekli gördüğü
hallerde kurulun toplantılarına katılabilir. Kurulun, yükseköğretim planlaması
çerçevesinde, üniversitelerin eğitim öğretim, bilimsel araştırma ve yayım faaliyetlerini
koordine etmek, uygulamaları değerlendirmek, Yükseköğretim Kurulu’na ve
üniversitelere önerilerde bulunmak, doçentlik sınavlarını düzenlemek ve ilgili
yönetmelik gereğince doçent adaylarının yayın ve araştırmalarının değerlendirilmesi ve
doçentlik sınavı ile ilgili esasları tespit etmek ve jürileri seçmek, doktorayla ilgili
esasları tespit ve yurt dışında yapılan doktoraları, doçentlik ve profesörlük unvanlarını
değerlendirmek gibi görevleri vardır.
Bu yeniliklerden başka 2547 sayılı kanun şunları getirmiştir:
 Rektörlerin ataması Cumhurbaşkanı tarafından; dekanların ataması ise
Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılır.
 Yükseköğretim amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette
bulunmak suç sayılarak, suçu işleyenlerle kanundaki görevleri yerine getirmekte
yetersiz görülen öğretim elemanlarının rektörün önerisi üzerine ya da doğrudan
yükseköğretim kurumlarıyla ilişkisi kesilebilecektir.
 Öğretim üyelerinin haftalık ders yükü asgari 6 saatten 10 saate çıkarılmıştır.
 Profesörlükte 2. yabancı dil sınavı ile doçentlikte tez hazırlama şartı
kaldırılmıştır.
 Öğretim üyelerinin kendi kurumları dışındaki kurumlarda görevlendirilmeleri
(rotasyon) konusunda hükümler getirilmiştir.
 Asistanlık kaldırılarak araştırma görevliliği ve yardımcı doçentlik getirilmiştir.
 Yükseköğretim öğrenciler açısından harca bağlanmıştır.
32
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
Günümüze kadar üniversitelerle ilgili 11 mevzuat çıkarılmıştır. Bunlar; 1869,
1900, 1912, 1919, 1924, 1933, 1934, 1946, 1961, 1973 ve 1981’de çıkarılmış olan
mevzuatlardır. İçlerinde en kapsamlı olanlar ise 1869 ve 1981’de çıkarılan
mevzuatlardır (Hatiboğlu, 2000). Yukarıda da görüldüğü gibi 1981 mevzuatı çok
kapsamlıdır ve bu mevzuat 1982 Anayasası ile de desteklenmiştir. 1982 Anayasası’nın
130 ve 131. maddeleri yükseköğretimle ilgilidir. Maddelerin içeriğine bakıldığında
1981 tarihli 2547 sayılı kanunla benzer nitelikler taşıdığı görülmektedir. Bu maddeler
şöyledir:
1. Yükseköğretim Kuruluşları:
MADDE 130: Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde
milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime
dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık
yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzel
kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler devlet tarafından kanunla kurulur.
-Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak
şartı ile vakıflar tarafından, devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim
kurumları kurulabilir.
-Kanun, üniversitelerin ülke sathına dengeli bir biçimde yayılmasını gözetir.
—Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel
araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak bu yetki, devletin varlığı ve bağımsızlığı ve
milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği
vermez.
—Üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, devletin gözetimi ve denetimi altında
olup, güvenlik hizmetleri devletçe sağlanır.
—Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre; rektörler Cumhurbaşkanı’nca,
dekanlar ise Yükseköğretim Kurulu’nca seçilir ve atanır.
—Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları;
Yükseköğretim Kurulu’nun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan
makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.
—Üniversitelerin hazırladığı bütçeler; Yükseköğretim Kurulu’nca tetkik ve
onaylandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na sunulur ve genel ve katma bütçelerin
bağlı olduğu esaslara uygun olarak isleme tabi tutularak yürürlüğe konulur ve
denetlenir.
—Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile isleyişleri ve bunların
seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları üniversiteler üzerinde devletin gözetim ve
denetim hakkini kullanma usulleri, öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama,
33
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim
elemanlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve
süreleri, yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, devletin yapacağı yardımlar
ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza isleri, mali isler, özlük hakları, öğretim elemanlarının
uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının
görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve
teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim Kurulu’na ve üniversitelere
devletin sağladığı mali kaynakların kullanılması kanunla düzenlenir.
—Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, mali ve idari konuları
dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik
yönlerinden, devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen
hükümlere tabidir.
2. Yükseköğretim Üst Kuruluşları:
MADDE 131 -Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek,
yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel
araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler
doğrultusunda kurulmasını, geliştirmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların
etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için
planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur.
(Değişiklik: 7.5.2004–5170/8 md.) Yükseköğretim Kurulu, üniversiteler,
Bakanlar Kurulu’nca seçilen ve sayıları, nitelikleri ve seçilme usulleri kanunla
belirlenen adaylar arasından rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmet yapmış
profesörlere öncelik vermek sureti ile Cumhurbaşkanınca atanan üyeler ve
Cumhurbaşkanınca doğrudan doğruya seçilen üyelerden kurulur. Kurulun teşkilatı,
görev, yetki, sorumluluğu ve çalışma esasları kanunla düzenlenir.
1981’den 2007’ye kadar yükseköğretimimizde şu gelişmeler meydana gelmiştir:
—Anayasa’da yer alan hükümlere uygun olarak getirilen yeni yasal düzenleme
ile kâr amacı gütmeyen vakıfların özel yükseköğretim kurumları kurmalarına imkan
sağlanmıştır. Bu tür ilk üniversite olan Bilkent Üniversitesi 1984’te kurularak faaliyete
geçmiştir. Ancak, Bilkent Üniversitesi’nin yasal konumu, Anayasa Mahkemesi’nde
açılan iki davanın sonucunda Mahkeme’nin bu tür üniversitelerin de kanunla kurulması
gerektiğine karar vermesi üzerine, 1992 yılında çıkarılan 3785 sayılı Kanunla açıklığa
kavuşmuştur.
—ODTÜ’ye bağlı olarak faaliyet gösteren Gaziantep’teki fakülte ve okullardan
oluşan Gaziantep Üniversitesi’nin 1987’de kurulması ile üniversite sayısı yirmi dokuza
yükselmiştir.
34
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
—3 Temmuz 1992’de çıkarılan 3837 sayılı Kanunla, çoğu daha önce o illerde
mevcut olan birimlerin nüve teşkil ettiği, 21 yeni üniversite ile 2 yüksek teknoloji
enstitüsünün Afyon, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çanakkale, Denizli, Hatay, Kars, Isparta,
İzmir, Kahramanmaraş, Kırıkkale, Kocaeli, Kütahya, Manisa, Mersin, Muğla, Niğde,
Sakarya, Şanlıurfa, Tokat ve Zonguldak illerimizde kurulması ile üniversite sayımız
53’e yükselmiştir.
—1993’te Anadolu Üniversitesi’nin ikiye bölünmesi ile Eskişehir’deki ikinci
üniversite olan Osmangazi Üniversitesi, 1994’te ülkemizin üçüncü vakıf üniversitesi
olan Başkent Üniversitesi ile Fransızca eğitim yapan Galatasaray Üniversitesi
kurulmuştur.
—1996’da 5, 1997’de 8, 1998’de 2, 1999’da ise 2 vakıf üniversitesinin
kurulması ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti
Hükümeti arasında imzalanan anlaşmaya göre kurulması kararlaştırılan İstanbul Batı
Üniversitesi ile ülkemizdeki yükseköğretim kurumu sayısı 74’e yükselmiştir. Bu
kurumları 2001’de vakıflarca kurulan Yaşar, İstanbul Ticaret ve İzmir Ekonomi
üniversiteleri izlemiştir. Bunlardan, İstanbul Batı, Okan, Ufuk ve Yaşar üniversiteleri
henüz faaliyete geçmemiştir.
—1994 ile 2007 yılları arasında kurulan ve faaliyete geçen 22 yeni vakıf
üniversitesi (15’i İstanbul’da, dördü Ankara’da, ikisi İzmir’de, biri Mersin’de) ile
üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinin sayısı 78’e ulaşmıştır. 1 Mart 2006 tarih ve
5467 sayılı yasayla 15 yeni devlet üniversitesi kurulması ile devlet üniversiteleri sayısı
68’e, toplam üniversite sayısı 93’e, üniversitesi bulunan il sayısı da 57’ye ulaşmıştır.
Ayrıca, her ilimizde bir üniversiteye bağlı en az bir tane dört yıllık yükseköğretim
kurumu, pek çok ilçemizde ise iki yıllık meslek yüksekokulu bulunmaktadır.
Tablo 1: Yükseköğretim Kurumlarının Birim Sayıları (www.yok.gov.tr, 2006)
Devlet Üniversiteleri
Üniversite Fakülte Enstitü Yüksekokul MYO Toplam
Sayısı
Sayısı Sayısı
Sayısı
Sayısı Birim
1643
68
549
259
236
599
260
Vakıf Üniversiteleri
25
131
71
30
28
4702 Sayılı Kanunla Vakfa
Bağlı Kurulan MYO’ları
---
---
---
---
5
5
Genel Toplam
93
680
330
266
632
1908
1981’den 2007’ye kadar geçen süreçte üniversitelerin öğretim elemanı ve
öğrenci sayısı ise şöyledir:
35
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
Tablo 2: Yükseköğretim Kurumlarının Öğretim Elemanı ve Öğrenci Sayıları
(www.yok.gov.tr, 2006)
EğitimÖğretim Elemanı Sayısı Öğrenci Sayısı
Öğretim Yılı
1923–1924
307
2.914
133.37
1981–1982
15.677
1
584.14
1988–1989
28.856
6
1.465.4
1997–1998
59.170
99
1.465.4
1998–1999
60.038
99
1.607.3
2001–2002
67.880
88
1.942.9
2004–2005
82.096
95
1.998.2
2005–2006
82.250
95
Tabloda da görüldüğü gibi eğitim-öğretim yıllarına göre öğretim elemanı ve
öğrenci sayısı sürekli bir artış içerisindedir. Bu durumun nedenleri şöyle sıralanabilir:
 Öğretim elemanı ve öğrenci sayısındaki artışın başlıca nedeni olarak üniversite
sayısındaki artış gösterilebilir. Üniversite sayısındaki artışın fakülte, enstitü ve bölüm
sayılarındaki artışı beraberinde getireceği açıktır. Bu da öğretim elemanı ve öğrenci
sayısının artmasına sebep olmaktadır.
 İşletme ve iktisat fakültelerinden oluşan “Açıköğretim” adı verilen programın
kontenjan sayısının artırılması ve açıköğretimin yaygınlaşması diğer bir etkendir.
Günümüzde program olarak açıköğretim, Türkiye’deki yükseköğrenim öğrencilerinin %
35’i gibi çok yüksek bir orana hizmet vermektedir.
 1992 yılında çıkartılan “Yükseköğretim Kurumlarında İkili Öğretim Yapılması
Hakkındaki 3843 Sayılı Yasa” ile mevcut fizikî sermayenin ve insan sermayesinin
öğretimde daha etkin değerlendirilmesine gidilmiştir. Bu çerçevede aynı fizikî altyapı
ve mekan kullanılarak, normal örgün öğretim bittikten sonraki saatlerde ikinci öğretim
yapılmaktadır. İkinci öğretim programlarının üniversitelerde çoğalması öğrenci
sayısının artmasına sebep olmuştur.
36
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
 Meslek yüksekokullarına sınavsız geçişle öğrenci alınması da öğrenci sayısının
artmasını sağlamıştır.
 Üniversite ve öğrenci sayılarındaki artış öğretim elemanı gereksinimini
artırmıştır. Bu bağlamda öğretim elemanı kadroları artırılarak bunların yüksek lisans ve
doktora öğrenimlerini gerek yurtiçi gerekse yurtdışında sürdürmelerine olanak
sağlanmıştır.
37
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
Sonuç
Tarihimizde ilk yükseköğretim kurumları olarak karşımıza medreseler
çıkmaktadır. Türk tarihinde ilk medreselerin Karahanlılar devrinde yaptırıldığı kabul
görmektedir. Medreselerde ağırlıklı olarak din ilimleri okutulmakla beraber zaman
zaman fen bilimleri de okutulmuştur. Selçuklularda ve Osmanlılarda iyice kökleşen ve
medreseler Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme dönemlerinde olumlu yönde
devletin gelişimine etkide bulunurken; duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerinde
devletin gelişimine ayak bağı olmuştur. Bu çerçevede askeri ve sivil okullardan sonra
Batılı anlamda bir üniversite olan Darülfünun 1863’te açılabilmiştir.
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne yükseköğretim kurumu olarak
Darülfünun kalmış ve 1933’teki düzenlemeyle Darülfünun üniversiteye çevrilmiştir.
1933’ten günümüze kadar gelen süreçte yükseköğretimimizde gerek nitelik gerekse
nicelik açısından önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Cumhuriyet döneminde
üniversitelerle ilgili reformlar yapılmaya devam edilmiş ve bu reformların en önemlisi
olan 1981 reformuyla anayasal bir kuruluş olan Yükseköğretim Kurulu (YÖK)
kurularak yükseköğretimde birlik sağlanılmıştır.
1923–2006 yılları arasında üniversite sayısında büyük bir artış meydana gelerek
üniversite sayımız 93’e ulaşmıştır. Üniversite sayısındaki artış, öğretim elemanı ve
öğrenci sayısındaki artışı da beraberinde getirmiştir. Buna göre 2006 yılı itibariyle
üniversitelerimizde 82.250 öğretim elemanı görev yapmakta ve 1.998.295 öğrenci
öğrenim görmektedir.
Üniversitelerimiz nitelik açısından da cumhuriyetten sonra büyük bir gelişim ve
değişim içerisine girmiştir. Cumhuriyetten sonra üniversitelerimizin Batı’ya açılımı
daha da hız kazanarak günümüzde Erasmus, Socrates, YÖK, MEB vb. burslarla
öğrencilerimiz ve öğretim elemanlarımız gerek lisans gerekse lisansüstü düzeyde
Avrupa’daki üniversitelere giderek öğrenim görebilmektedirler. Ayrıca yükseköğretim
kurumlarımız çağın gerektirmiş olduğu nitelikler doğrultusunda (Bolonya süreci vb.)
yapılanmasını sürdürmektedir.
Kaynakça
Akyüz, Y. (2001), Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, Alfa Yay.
Ataünal, A. (1993), Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler, Ankara,
MEB Yay.
Ataünal, A. (1998), Türkiye’de Yükseköğretim (1923-1998), Ankara, MEB Yay.
38
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
Baskan G. A. (2001), “Türkiye de Yükseköğretimin Gelişimi”, G.Ü. Gazi Eğitim
Fakültesi Dergisi, Cilt: 21, s. 21-32.
Binbaşıoğlu, C. (1995), Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi, İstanbul, MEB Yay.
Çapa, M. ve Çiçek, R. (2001), Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Trabzon, Serander
Yay.
Duman, T. (1999), 21. Yüzyılda Türk Milli Eğitimi, Ankara, Ocak Yay.
Ergün, M. (1982), Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay. No: 325.
Güler, A. (1994), Türkiye’de Üniversite Reformları, Ankara, Adım Yay.
Gürbüztürk, O. (1999), Türkiye’de Yükseköğretime Giriş Siteminin Analizi ve Alternatif
Modeller, Erzurum, (Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayınlanmamış Doktora Tezi).
Hatiboğlu, M. T. (1997), Yaşayan Üniversite ve Sorunları, Ankara, TÜMOD Yay.
Hatiboğlu, M. T. (2000), Türkiye Üniversite Tarihi, Ankara, Selvi Yayınevi.
Hirş, E. (1950), Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, Cilt:1,
İstanbul, Ankara Üniversitesi Yay. No: 23.
Kaptan, S. (1986), Türkiye’de Yükseköğretim Reformu ve İnsan Gücü Potansiyeli,
Ankara.
Katoğlu, M. (2000), “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Eğitim, Kültür, Sanat”, Çağdaş
Türkiye Tarihi, Cilt: 4 (Editör: Sina Akşin), İstanbul, Cem Yayınevi.
Kaya, Y. K. (1993), İnsan Yetiştirme Düzenimize Bir Bakış, Ankara, Set Ofset.
Kocatürk, U. (1984), “Atatürk’ün Üniversite Reformu İle İlgili Notları”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, I/1, (Kasım 1984).
http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=44/12.04.2008.
Köksoy, M. (1998), Yükseköğretimde Kalite ve Türk Yükseköğretimi İçin Öneriler,
İstanbul, İstanbul Kültür Üniversitesi Yay.
Özyılmaz, Ö. (2002), Osmanlı Medreselerinin Eğitim Programları, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yay.
Saydam, A. (1999), Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon, Derya Kitabevi.
Turan, O. (1999), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul, Boğaziçi Yay.
Uzunçarşılı, İ. H. (1965), Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, TTK Yay.
Vahapoğlu, M. H. (1997), Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar, İstanbul,
MEB Yay.
Widmann, H. (2000), Atatürk ve Üniversite Reformu, (Çev: A. Kazancıgil-S. Bozkurt),
İstanbul, Kabalcı Yay.
Yılmaz, M. S., (2001), “Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine
Geçiş Süreci (1863-1933)” Kastamonu Eğitim Dergisi, IX/1, (Mart 2001), s.
245-260.
39
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 17 – 40
YÖK (1988), Kasım 1981-Kasım 1988 Döneminde Yükseköğretimdeki Gelişmeler,
Ankara, YÖK Yay.
YÖK (1999), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay.
YÖK (2004), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay.
YÖK (2005), Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, Ankara, YÖK Yay.
YÖK (2006), Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi, Ankara, YÖK Yay.
1961 Anayasası.
1982 Anayasası.
www.yogm.meb.gov.tr/Yuksekogretim.htm/ 25.10.2006.
www.yok.gov.tr/25.10.2006.
40
Selahattin KAYMAKCI - Osman ÇAKIR
EK 1: TÜRK YÜKSEKÖĞRETİM SİSTEMİ’NİN ORGANİZASYON
ŞEMASI (YÖK, 2006)
CUMHURBAŞKANI
TBMM
MİLLİ EĞİTİM
BAKANLIĞI
YÜKSEKÖĞRETİM KURULU
YÖK DENETLEME
KURULU
ÜNİVERSİTELERARASI KURUL
BAŞKAN
ÖSYM BAŞKANLIĞI
ÜNİVERSİTE
REKTÖR
YÖNETİM KURULU
SENATO
MESLEK YÜKSEOKULU
FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL
ENSTİTÜ
DEKAN/MÜDÜR
FAKÜLTE/YÜKSEOKUL KURULU
YÖNETİM KURULU
BÖLÜM
BÖLÜM BAŞKANI
ABD BAŞKANLARI
KURULU
BÖLÜM KURULU
ANABİLİM DALI (ABD)
41
DİLTHEY’DA İNSANİ VE TARİHSEL OLANI ANLAMANIN ARACI
OLARAK SANAT
Mustafa CİHAN
Özet / Abstract
İnsanın önemli başarılarından biridir sanat. Sanatın ne anlama geldiği konusu ise, ilkçağdan
günümüze kadar başta filozoflar olmak üzere pek çok kişinin ilgi alanı olmuştur. Çalışmamız Dilthey’ın
sanat anlayışı üzerine yoğunlaşıyor. Ona göre sanat, yaşamı anlamanın bir aracıdır. Sanat, bir kültürü ve
tarihi dönemi kavramada önemli bir insan başarısıdır. Bir döneme özgü tarihsel ve tinsel kavrayış sanat
eserinde kendini gösterir.
Anahtar Kelimeler: Dilthey, Sanat, Tarihsellik, Hermeneutik
ART AS THE INSTRUMENT OF UNDERSTANDING THE HUMAN AND HISTORICAL IN
DILTHEY
Art is one of the significant accomplishments of human being. The matter of what the art is has
been the main concern for many people, primarily the philosophers, since the ancient times. Dilthey, who
is the main topic of our study, suggested his thoughts upon art. According to him, the art is a instrument
for understanding the life. Art is a significant human accomplihment for understanding a culture and
historical era. A historical and spiritual comprehension peculiar to an era makes itself clear and evident in
artistic products.
Key Words: Dilthey, Art, Historicism, Hermeneutics
Bir insan başarısı olarak sanat, insan yaşamından asla ayrılamayan bir fenomen
olarak karşımıza çıkar. Nitekim sanat ile insan yaşamı arasında her zaman için içten ve
kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ dolayısıyladır ki, insanla karşılaştığımız her yerde
sanatla da karşılaşırız (Mengüşoğlu,1988: 207). Sanat, “bazı düşünce, duygu, özlem,
amaç ve durumların ya da olayların, beceri ve düş gücü kullanılarak ifade edilmesine ya
da başkalarına iletilmesine yönelik yaratıcı insan etkinliği olarak” (Bozkurt,1998: 45)
tanımlanabilir. Ancak sanat ve sanat ürünleri, farklı zaman ve kültürlerde farklı
biçimlerde değerlendirilmiştir. Sanat, içinden çıktığı kültür ve toplum için, her zaman
yaşamsal bir anlam ve önem taşımıştır. Bu bağlamda sanat, hem inançları, korkuları ve
arzuları cisimleştirme amacına hem de dini, ritüel ve eğlence amacına hizmet etmiştir
(Warburton,2000: 167). İnsan, sadece fiziksel bir evrende değil, kültürel bir evrende de

Yrd. Doç. Dr. Atatürk Üniversitesi, K.K.Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
yaşar. Nitekim sanat, insanın bu kültürel evrenin önemli bir parçası olarak karşımıza
çıkar. İnsan, sanat ve diğer ortaya koyduğu başarıları ile yaşamına yeni boyutlar ve
anlamlar katar. İnsanın önemli bir başarısı olan sanatı, insanın öteki başarılarından
(bilim, hukuk, siyaset, teknoloji vd.) kopmuş ve ayrılmış bir başarı olarak görmemek
gerekir. Çünkü sanatın bu başarılarla da bir bağlantısı vardır. Ancak sanatın, kendine
özgü durumlarından bahsetmek mümkündür: “sanat ürünleri biricik, tek ve özgün
oldukları için doğal nesnelerden farklıdır.” (Bozkurt,1998: 45).
Doğada hazır buluğumuz şeylerden farklı olarak sanat, insan tarafından yapılan
bir etkinliktir (Arslan,1999: 205). Bir yapıp-etme ürünü olan sanatın ise, varlık alanı
değişen bir varlık alanıdır. Çünkü insan yaşamı, sürekli bir değişim içerisindedir. Sanat
da sürekli olarak değişen bu yaşamı göz önünde bulundurur. Bu nedenle insan yaşamını
anlamada, sanatın yeri ve önemi büyüktür. Sanat, yaşamın her alanında, insanı, insanın
istemesini, niyetlerini, görüş tarzını, insanın dünya ve doğa ile ilişkilerini dile getirir.
Böylece sanatta kendini gösteren ve açığa çıkaran her zaman için yaşam ve insandır
(Mengüşoğlu,1988: 204-205). Nitekim “sanatın gerçek konusu yaşamın ifadesidir;
yaşam da güzelliğin tek ilkesi ve gerçek ölçüsüdür.” (Bozkurt,1998: 45). Ancak insan
varlığının bir ifadesi olarak sanat, yaşamı ve onun değişmelerini olduğu gibi yansıtmaz.
Diğer yandan insan dünyası, onun gerçekleştirdiği başarılarla değişiklikler geçirir.
İnsanın bilgisi, deneyimi, değer ufku, teknik çevresi, sosyal formu, insanın içinde
yaşadığı dünya olayları, karşılaştığı insanlar arası ilişkiler, kısaca “tarih dünyası” adını
verdimiz her şey değişmektedir. Bu değişiklikler içinde yaşayan insan da doğal olarak
değişir. Bu bağlamda sanat, insanın varlık alanı ve bununla ilgisi olan her şeyle uğraşır.
İnsanın varlık alanı ise durumdan duruma, çağdan çağa, toplumdan topluma değişir.
Benzer şekilde insanın yapıp-etmelerinden oluşan varlık alanı da değişmektedir. Bu
nedenle her çağda ortaya konulan sanat yapıtları değişik özellikler göstermiştir.
Örneğin, toplumların yaşamında kral, prens, soylu sınıf ya da askerlik ağır basıyorsa, o
zaman sanat bunlarla ilgili problemleri işlemiştir (Mengüşoğlu,1988: 205-206). Buna
göre, çağının bir nevi yorumu olan sanat, insanın yaşamını ve yaşadığı toplumu,
anlamada önemli bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Sanatın ne olduğu ve ne anlama
geldiği sorusu ise, ilkçağdan günümüze kadar birçok filozof ve sanat kuramcısının ilgi
alanını oluşturmuştur (Eren,2006: 7). Bu konuda verilen cevapların çeşitliliği ise
oldukça dikkat çekicidir.
Çalışmamızın konusunu oluşturan Dilthey’ın da sanatın ne anlama geldiği ve
işlevinin ne olduğu konusunda düşünceleri olmuştur. İnsanı değişkenliği ve tarihselliği
içinde ele alan ve bu bağlamda bir felsefe geliştiren Dilthey, insan yaşamını anlamada
sanatın önemli bir araç olduğu konusu üzerine yoğunlaşır. Başka bir deyişle, Dilthey’da
sanat, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu
bakımdan, insani ve tarihsel olanı anlamada sanatın önemi ve işlevi büyüktür.
42
Mustafa CİHAN
Çok yönlü bir düşünür olan Dilthey’ın ilgileri geniş bir alana yayılmıştır. O,
özellikle tarih konusu ile çok derinden ilgilenmiş, tarih ve biyografik konular üzerine
çok yoğun çalışmalarda bulunmuştur. Bu nedenle birçok kişi tarafından Dilthey, bir
filozof olmaktan ziyade bir tarihçi, bir kültür tarihçisi, bir felsefe tarihçisi ve bir sanat
tarihçisi olarak da kabul edilmiştir (Özlem,1998: 72). Nitekim tarihe olan yoğun
ilgisinin yanında Dilthey’ın sanata, güzel sanatlara ve özellikle şiire ve müziğe de ilgisi
olmuştur. Fakat onun bu ilgisi, bir sanatçı ilgisinden daha çok, “sanat çalışmalarında
ifade edilen içerikle ve bu içeriğin genel olarak insan tininin belli çağ ve kültürlerin
kendini ortaya koyması olarak taşıdığı önemle ilgilidir.” (Özlem,1998: 73).
Dilthey’ın sanata bakışının arka planında ise, onun insan, kültür ve tarihe ilişkin
görüşleri önemli bir yer tutar. Çünkü düşünceleri arasında bir tutarlılık olan Dilthey,
insanı bir bütün olarak kavramaya çalışır. Nitekim ona göre, yeniçağın başlangıcından
itibaren insandan daha çok bilen bir varlık olarak söz edilmiştir. Oysa Dilthey’a göre,
söz konusu bu yaklaşım, insanı psikolojik ve tarihsel kimliğinden uzaklaştıran ve onu
bir akıl varlığı olarak gören bir anlayıştır. Oysa insan, salt bir akıl varlığı değildir
(Özlem,1994: 135). Dilthey, insanın çok çeşitli güçlere sahip olduğunu kabul eder.
Ancak o, “beni ilgilendiren, insanla tarihsel ve psikolojik açıdan uğraşmaktır.”
(Dilthey,1999: 17-18) diyerek, insanın tarihsel ve psikolojik yönü üzerinde durmanın
daha önemli olduğuna dikkat çekmiştir.
Öte yandan Dilthey, “insanın total kimliğinden” bahseder. Ona göre, insanın akıl
sahibi bir varlık olması da bu total kimlikten soyutlanan bir yön değildir. İnsanın sahip
olduğu güçlerin çeşitliliği arasında kopmaz bir bağ vardır. Hatta bu güçler içinde
insanın isteyen, hisseden, amaçlar koyan yanı, akıl sahibi bir varlık olma yanından da
önce gelir (Özlem,1994: 135). Ayrıca Dilthey, “insanı yalnız düşünen ve hüküm veren
bir varlık olarak değil, duyan, anlayan ve ardından yaşayan bir varlık olarak göz önünde
tutar” (Birand,1998: 22) Buna göre Dilthey için, bizim gerçeklik hakkındaki tasarım ve
bilgimizin en önemli yapı taşları, “kişisel yaşamın birliği, dış dünya, dışımızdaki
bireyler, onların zaman içerisindeki yaşamları ve bu yaşamlarının birbirilerine karşılık
etkileridir. İnsanın istek, duygu ve amaç koymaya dayalı gerçek yaşama süreci, işte
ancak bu bütünlüğün çok çeşitliliği içerisinde kavranabilir.” (Dilthey,1999: 18).
Böylece Dilthey’da insanı anlamanın yolu, insanın bu total kimliğini göz önünde
bulundurmaktan geçer.
Dilthey’a göre insanın total kimliği ve bütünlüğü ise, tarihsel olarak oluşan bir
durumdur. Bu bütünlüğün kavranılmasında gözetilmesi gereken, “salt apriori bilgi
olanağının kabulü değil, içinde bulunduğumuz konumlar toplamından çıkan bir gelişim
tarihidir.” (Dilthey,1999: 19). Nitekim Dilthey, gerek insani varoluşun tarihselliğini
vurgulaması gerekse de bu varoluşun yine tarihsel bir yaklaşımla kavranılabileceğine
43
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
ilişkin tutumuyla “tarihselci ve hermeneutik” felsefenin önde gelen bir ismi olmuştur
(Günay,2003: 191-192).
İnsanın bütüncül oluşumunu, tarihsel gelişimi bağlamında ele alan Dilthey, bilgi
sorunsalına da ancak tarihsel gelişmesi içindeki bu bütünlükten, insanın total
kimliğinden hareketle açıklamaya çalışır (Özlem,1994: 136). Nitekim ona göre, bizim
gerçeklik hakkındaki bilgimizin en önemli yapı taşları, “kişisel yaşam birliği, dış dünya,
dışımızdaki bireyler, onların zaman içindeki yaşamları ve bu yaşamların birbirlerine
karşılıklı etkileridir.” (Dilthey,1999: 18-19). Bu bağlamda Dilthey, “ben, her şeyden
önce kendi bireyselliğimi, ancak başkalarıyla karşılaştığım zaman deneyliyorum”
(Dilthey,1999: 85) diyerek, bireyin varoluşsal anlamını başkaları ile karşılaşmanın
sağladığını vurgular. Dilthey’de birey, bu başkaları ile karşılaşmanın zamansal toplamı
olarak tarihin bir ürünüdür (Özlem,1994: 136). Buna göre, Dilthey açısından yaşam
bütünlüğü, bireyin başkaları ile olan ilişkilerinin bütününden başka bir şey değildir.
Çünkü bireysel bilincimiz, başkaları ile bir arada olma ile edinilen bir şeydir
(Özlem,1994: 137). Nitekim Dilthey’a göre, yapılan her eylem diğer insanları anlamayı
gerektirir. Çünkü bir insan olarak mutluluğumuz, diğer zihinlerin durumlarını
hissedebilmekten geçer (Dilthey,1996: 235).
Öte yandan Dilthey’a göre insanlar her zaman, insanlara özgü inanç, eğilim,
değer, norm, ide, kural, tasarım türünden şeylerin, yani yine yaşamlarının ürünleri olan
bu şeylerin yönlendirdiği bir insani ilişkiler bütünü içindedir ve her şeye bu yaşamın
içinden bakar. Böylece yaşamın kendisi, tarihsel olarak oluşan bir şeydir. İnsan ise bu
tarihsellik içinde adeta bir tutuklu gibidir (Özlem,1986: 70).
Dilthey, insani varoluşun bütünlüğünü kavramaya çalışır. Ancak bu bütünlüğü
kavramada kullanılacak yöntem, doğa bilimlerinin yöntemi olamaz. Ona göre, “tarihseltoplumsal gerçekliği konu alan bilimlerin tümü “tin bilimleri” adını alır (Dilthey,1999:
24). Dilthey açısından tinsel dünya, “bir olgu dünyası, bir empirik gerçeklik alanı değil,
bir anlam dünyasıdır. Yine tinsel dünya, yaşanılan benimsenen, kabullenilen ilke, değer,
kural, norm, ide gibi tinsel öğeler ışığında görülebilecek olan insani-toplumsal
etkinliklerin dünyasıdır.” (Özlem,1986: 73). İşte böyle bir dünya, doğal bir olgu gibi
açıklamayı değil, öncelikle anlaşılmayı bekleyen bir dünyadır. Bu bakımdan tarihsel
dünya, bireysel ve toplumsal yaşantıların dünyasıdır. Bu yaşantıların da, ancak bireysel
ya da toplumsal planda benimsenmiş olan değer, ilke ve kural gibi şeylere göre
yönlendiklerinden, tarihsel dünya ancak bunların anlaşılması yoluyla aydınlatılabilir
(Özlem,1994: 140).
Dilthey’a göre, her tarihsel dönem, kendi içinde bir bütündür. Buna göre, tarihsel
dönem ya da çağlar, hiçbir zaman tam olarak birbirine geçişli değildirler. Tinsel
bilimlerin hedefi ise, bu geçişli olmayan şeyin anlamına ulaşmaktır. Ancak her tarihsel
çağ ya da dönem, tamamen kendi içine kapalı değildir. Her çağ ve dönem, kendisinden
44
Mustafa CİHAN
önceki çağ ve dönemlerin bazı özelliklerini devralır, ama miras aldığı özelliklere yeni
renkler kattığı gibi, kendiside, belki daha önceki çağ ve dönemlerde hiç bulunmayan
özellikler üretir (Özlem,1986: 74). Bu yüzden her çağ ve dönemi kendi bütünlüğü
içinde anlamak ve değerlendirmek gerekir.
Öte yandan Dilthey’a açısından, tinsel bilimler ve özellikle de tarih, tüm tarihsel
fenomenlerde yaşamaya geçmiş olan bazı temel ve taşıyıcı öğeler saptayabilir. Onun
“yaşam kalıpları” adını verdiği bu temel öğelerin başında dil gelir. Çünkü dil, her
tarihsel dönemde anlamların taşıyıcısı olmuştur. Başka bir deyişle dil, her tarihsel
dönemin kendini dışa vurduğu ve nesnelleştiği ortamdır. Her tarihsel dönemde yaşamın
belli değerleri içerilmiştir. Bir tarihsel döneme damgasını vuran değerler ise, o dönemin
anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde saptanabilir. Bu nedenle tinsel bilimlerin ana
malzemesi, dilsel ürünler olarak yazılı yapıtlardır. Bu bağlamda yapabileceğimiz şey,
geçmişi, dilsel ürünleri, yazılı yapıtların dilini yorumlayarak anlamakla sınırlıdır
(Özlem,1994: 141). Bu düşüncesi ile Dilthey, tinsel bilimler için temel yöntem olarak
hermeneutik’i önermektedir.
Böylece Dilthey, hem konu hem de yöntem bakımından farklı olan tin
bilimlerini temellendirmeye çalışırken, insana ve tarihe ilişkin bakışını da ortaya
koymaktadır. Onun bu konulara bakış ise, bütün diğer düşüncelerinin temeli olmuştur.
Nitekim Dilthey, sanata dair düşüncelerini, işte bu temelden hareketle ortaya koyar.
Başka bir deyişle, Dilthey’da sanat, daha çok, hermeneutik ve tarihsel açıdan ele alınır
(Owensby,1988: 501).
İnsan, kendi düşünce ve çabasıyla yarattığı ve bir kez yarattıktan sonra, tekil
insandan bağımsızlaşıp nesnelleşen simgesel yapılar olarak, ekonomik düzenleri, teknik
ve teknoloji, hukuk, siyaset, ahlak, devlet tipleri ve sanat anlayışları, bilim
paradigmaları, felsefe tipleri içinde, yani kendisinin oluşturduğu bir dünyada, “tarih ve
kültür dünyası” içerisinde yaşar (Özlem,1999: 199). Buna göre, insan hakkında bilgi
sahibi olmanın yolu, söz konusu bu dünyanın, yani insani ve tarihsel dünyanın
anlaşılmasından geçer. Nitekim Dilthey açısından, insani-tarihsel dünyanın önemli bir
öğesi olarak sanat, bu dünyayı anlamada önemli bir araçtır. O, bu konudaki
düşüncelerini, “İnsan ve Tarih Dünyasında Tekilleşme ve Sanat” adlı yazısında geniş bir
şekilde ortaya koymaktadır (Dilthey,1999: 31-70). Dilthey, bu yazısında sanat tarihçisi
yönünü, fakat özellikle sanat eleştirisindeki başarısını sergilemiştir.
Gerçekliğin bir tekiller yığını olduğunu bilip onun uygun bilgisine ancak
tekilleştirme ile ulaşılabileceğini benimseyen bir yaklaşımda, insani-tarihsel dünya
ancak kendi tekillik ve heterojenlikleri ile kavranabilecek bir alan olarak karşımıza çıkar
(Özlem,1999: 106). Buna göre tekilleşme, “insana yeni bir bakış tarzı ve insanın
kendisini ve dünyayı bu yeni bakış ile kavrayış şeklini…” (Dilthey,1999: 65) ifade eder.
Bu bağlamda Dilthey, öncelikle, “tekilleşmenin sanat yoluyla ifadesi ve anlama”
45
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
konusu üzerinde durur. Ona göre, insani-tarihsel dünya tekilleşme yoluyla tıpkı bir
gövdeden çıkıp serpilen dallar gibi genişler ve bu konu ifade ve temsil sanatlarının en
temel konusudur (Dilthey,1999: 31). Dilthey, söz konusu konuyu, sanatta taklit olayını
eleştirerek açımlar. Ona göre, “hayvanlar âleminin ve bir kır manzarasının yapay yoldan
ortaya konan taklitleri, bu ifade ve temsil sanatlarının sadece periferisine ait şeylerdir.
Dolayısıyla bu taklitlerde yaşantı olarak tekilleşmiş ruhsal yaşam, sanatçının canlılık ve
yaratma gücünün alt basamaklardan bir yansıtılışına konu olur.” (Dilthey,1999: 31).
Böylece sanatçı, eserlerini ortaya koyarken, taklit boyutunda kalmamalı, kendine bir
özgürlük alanı oluşturmalıdır.
Benzer bir şekilde sanatta taklit olayına Cassirer’de bir takım eleştirilerde
bulunmuştur. Ona göre, “eğer sanatın gerçek amacı öykünme ise, o zaman sanatçının
üretici gücü olan kendiliğindenlik yapıcı bir etken olmaktan çok rahatsız edici bir etken
olarak ortaya çıkar. Nesneleri kendi gerçek doğaları içinde betimleyecek yerde
görünüşlerini bozar.” (Cassirer,1997: 168). Çünkü Cassirer açısından sanat, “insanı
yaşamın ve nesnelerin objektif görüşüne götüren yollardan biri olup, gerçekliğin
öykünülmesi değil, keşfidir.” (Arat,1977: 178). Bu nedenle taklit, sanatçı için bir amaç
olmamalıdır. Sanatçı, taklidin ötesine geçip, yaşamı bir bütün olarak kavramaya ve
keşfe çalışmalıdır.
Sanatı yaşamı anlamanın bir aracı (organonu) olarak gören Dilthey’a göre,
sanatın “insani-tarihsel dünya ve onun kendi içerisindeki tekilleşmesi üzerine ifadeye
döktükleri şeyler, bu dünya üzerine yapılan herhangi bir bilimsel araştırmanın
sonuçlarından sonra da, kendi bağımsız, estetik değerini korurlar…Bilimdeki hiçbir
ilerleme, sanatçının yaşamın içeriğine üzerine ifade yoluyla ortaya koyduğu şeyle boy
ölçüşemez. Sanat, yaşamı anlamanın organonudur.” (Dilthey,1999: 32). Dilthey’ın
açısından yaşam, insanın diğer hayvanlarla paylaştığı biyolojik bir olgu olmayıp,
insanların bütün ayırt edici karmaşıklığıyla tecrübe ettiği insan yaşamıdır
(Rickmann,1967: 403-404). Buna göre Dilthey açısından sanat, yaşama deneyimine
dayalıdır. Bu yolla elde edilen bilgi, deneyden hareketle soyutlama yoluyla elde edilen
doğa hakkındaki bilgi ile tam bir karşıtlık içerisindedir. Sanatın yaşama deneyimine
dayalı olması, malzemesini ve konu içeriğini bu yaşama deneyiminde bulması anlamına
gelir. Nitekim sanat, gökyüzünü, cehennemi, tanrıları ve hayaletleri bile, ancak yaşama
gerçekliğiyle bağlantılı bir şekilde ortaya koyar (Dilthey,1999: 32). Bu bağlamda
Dilthey’da her yaşama deneyimi, bir bütün olan yaşamın bir fonksiyonu olarak görülür.
Yaşama deneyimi ise, yapısal bir bütün olmasına rağmen, statik değildir (Dilthey,1985:
224-225).
Dilthey, sanatın yaşama deneyimi içerisinde temellerini bulması gibi, benzer bir
durumun bilim içinde geçerli olduğunu iddia eder. Nitekim bilim de yaşama deneyimi
gibi, belirli bir çerçeve içerisinde, sanatsal erke ve sanatsal araçlara bağlıdır. Örneğin,
46
Mustafa CİHAN
bir tarih yazımcısı, toplumsal konular üzerinde yazan bir yazar, siyaset düşünürü, ancak
sanatsal erk ve araçlar sayesinde insan ve insani halleri canlandırabilir. Bu nedenle
yaşama gerçekliğinin anlaşılması, sanatın ve bilimsel düşünüş tarzının birlikte
oluşturdukları etki aracılığıyla gerçekleşir (Dilthey,1999: 32-33). Çünkü sahibi ve aynı
zamanda parçası olduğumuz insan dünyası, yaşama deneyimi içerisinde, bize, sanat,
tarih yazımcılığı ve soyut bilimler arcılığıyla hep yükselen bir bilinç sağlar. Hatta her
birimizin yaşamı, kendi en derin ilgileri yönünde, ancak güzel sanatların, edebiyatın,
tarih yazımcılığının ve bilimsel düşünmenin oluşturduğu bir atmosfer içerisinde kendini
gerçekleştirebilir ve şekillendirebilir (Dilthey,1999: 33).
O halde Dilthey’a göre, insani-tarihsel dünyanın içeriği, “türdeşlikler ve
eşbiçimlilikler zemini üzerinde serpilip gelişen kendi tekilleşmesi içerisinde, sanatsal
ifade ve temsil ile bilimsel kavrayış doğrultusunda bize verili olan yaşamın bizzat
kendinden ayrılabilir, yalıtılabilir değildir.” (Dilthey,1999: 34). Dilthey açısından, tin
bilimleri ile doğa bilimleri arasındaki ayrımda burada ortaya çıkar. O, tin bilimleri ile
doğa bilimlerinin ayırımı konusunda önemli çabalar vermiş birisidir (Bknz, ayrıntı için:
Özlem,1998: 94-97). Ona göre, tin bilimleri, doğa bilimlerinden farklı bir bilgi türü
peşindedir. Doğa bilimlerinin konusuna karşıt olarak, tin bilimlerinin konusu insan
tarafından meydana getirilir. Başka bir deyişle tin bilimlerinin konusu, “tamamen
insani-tarihsel olan gerçekliklerdir.” (Dilthey,1999: 29-30). Bu bağlamda sanatı, insanitarihsel dünyayı ve bu konudaki tekilleşmeyi, insanların anlamasını sağlayan bir araç
olarak değerlendiren Dilthey göre, insanlık, sanatta kendisini bulur. Yaşama hakkında
olgunluğa, onun içerisinde ulaşır (Dilthey,1999: 34). Ancak Dilthey’ın sanatı, her
bakımdan bilimle boy ölçüşebilir bir konumda görmediğini de ifade etmek gerekir
(Philipson,1958: 73).
Öte yandan Dilthey’dan farklı olarak Gadamer, tin bilimleri kuramını yeni ve
daha geniş kapsamlı bir zemine, dilsel, ontolojik ve estetik bir zemine yerleştirmeye
çalışmıştır. O, tarihsel geleneğin izini taşıyan kültürün kendisini ve bu kapsam
içerisinde özel yeri bakımından sanatı temel deneyim alanı olarak görür (Özlem,1998:
118,127). Gademer, doğa bilimlerinin yöntemlerine tezat teşkil eden, sanat tecrübesinin
karakteristik anlama tarzı üzerinde durur. Ona göre, bu anlama tarzının iki temel
unsurundan bahsetmek mümkündür (Susan,1999: 132). Bunlardan birincisi, “estetik
tecrübede anlama daima, anlaşılan başka bir şeyle ilişkide gerçekleşen kendinianlamadır ve estetik tecrübe daima, onu yaşayanları kendi hayat kontekstlerinin dışına
çıkararak varoluşlarının bütünü ile yeniden ilişkiye sokar.” (Gadamer’den aktaran
Susan,1999: 132).
Dilthey’a göre, sanat, yaşantımızın dar çerçevesini alabildiğince genişletme
işlevine sahiptir. Bu nedenle sanat, “yaşamın bizim duyusal/doğa bilimsel
kavrayışımızdan daha güçlü bir kavrama potansiyeli içerisinde nasıl göründüğünü
47
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
gösterir ve yaşamımızı özgül gündelik faaliyetlerimizin dar çerçevesinden daha öteye
çeker, varoluş ufkumuzu genişletir.” (Dilthey,1999: 35). Bu demektir ki, sanat
sayesinde biz, kendimizi yaşam karşısında daha bağımsız ve özgür bir konumda
buluruz. Zira,“sanat, insanı özgürlüğe kavuşturan bir etkinliktir.” (Bozkurt,1998: 46).
Burada Dilthey’ın sanat ile oyun arasında bir bağlantı kurduğu görülür. Sanat ile oyun
arasındaki ilişkiyi daha önce Schiller de bahsetmiştir. Schiller’e göre, birbirine karşıt
olan, insanın iki tür içtepisi’nden söz edilir. Bunlar maddeye bağlı içtepi ve şekil
içtepisidir. Önemli olan bu iki zıt içtepiyi bir uyum haline sokmaktır. Bu da insanda var
olan üçüncü bir içtepi ile yani oyun içtepisi ile olur. Oyun içtepisi ise, sanattan başka bir
şey değildir (Schiller,1999:55-57). Çünkü Schiller’e göre, sanat ile oyun arasında bir
takım benzerlikler vardır. Gerek sanat gerekse oyun her ikisi de insanı günlük korku ve
baskılardan kurtarır ve özgürlük dünyasına götürür (Arslan,1999: 218). Böylece sanat
bakımından oyun, “gündelik yaşamı ve onun bağımlılıklarını aşan bir sfere erişmenin
ilk adımıdır. Oyun gündelik yaşamı ve onun içeriksel kaygılarını bilerek göz ardı edip
onların üstüne yükselmeyi ve hoşlanmayı sağlar.” (Heinnemann,1997: 407). Dilthey,
sanatı oyun olarak gören Schiller’e katıldığını belirtir ve bu konuda şunları söyler:
“Sanatçının yarattığı dünya kendi içinde bağıntılı bir süreçtir; fakat bizim yaşamımızla
hiçbir şekilde nedensel bağı yoktur. Bu yüzden sanatçı ile alımlayıcı arasındaki ilişki,
Schiller’in doğru düşünmüş olduğu gibi bir oyun ilişkisidir.” (Dilthey,1999: 40).
Dilthey’a göre, ciddiyet ve çalışma amaçlı yaşamımız bağlamında, çoğu kez katı
kuralların mengenesi içindeyiz. Buna karşılık oyun, belirlenmiş psişik yaşamımızı
serbest ve neşeli bir etkinlik içine sokar (Dilthey,1999: 40). Bu nedenle oyun, “yaşamın
amaçlarına göre yönelen sert bağımlılıklar ağı içerisinde, bu sert bağımlılık ağından
dolayı sık sık kendini sıkışıp daralmış halde yiyip duran ruhumuzun özgürleşmesidir.”
(Dilthey,1999: 40-41).
İnsanın bütün etkinliklerini ve bütün insani oluşumları tarihsel sürecin bir
parçası (Rickmann, 1967: 405) olarak gören Dilthey, sanat ile tarih arasındaki ilişkiye
de dikkat çeker. Çünkü Cassirer’in de ifade ettiği üzere, sanat ve tarih, insan doğası
araştırmamızın en güçlü araçlarıdır. Bu iki bilgi kaynağı olmadan insana ilişkin bilgimiz
eksiktir (Cassirer,1997:236). Bu nedenle Dilthey’a göre, “insan, sahip olduğu psişik
potansiyeli, en üst düzeyde, ancak tarihsel konum ve durum içerisinde gerçekleştirebilen
sanatsal yaratmada edimselleşebilir. Bu yüzden sanat, insanı ve yaşamı anlamanın
organonudur.” (Dilthey, 1999: 35). Acaba böyle bir anlama nasıl gerçekleşir? Dilthey’a
göre, her anlama bir yeniden üretmedir. Yeniden üretme sürecinde, iç deneyimden ve
kişiye özel durumların yaşantısından hareket etmenin bir zorunluluğu vardır. Yaşamın
gerçekleşmiş her anında ise psişik güçlerimizin tamamı aktif haldedir. Söz konusu
yaşantı durumu, bizim kişiselliğimize ve içinde bulunduğumuz yaşama ortamına
bağlıdır. Yaşantının bu özelliği diğer kişilerin yaşantılarını yeniden kendimizde üretme
48
Mustafa CİHAN
sırasında tekrarlanır. Buna göre, anlamamızın sınırları, yeniden üretim yapacağımız
yerdedir. Ancak yeniden üretme sürecinin öğeleri hiç de mantıksal işlemlerle birbirine
bağlanamaz. Çünkü yeniden üretim, yeniden yaşamadır. Bu nedenle, yaşamanın,
özellikle tarihsel-tinsel dünyanın kendisine salt mantıksal bir yaklaşımla nüfuz etmek
mümkün değildir (Dilthey,1999: 36-37).
Bu konunun çözümünde Dilthey, “empati” kavramına başvurur. Psikolojik
açısından empati, “başkalarının düşünce duygularının ve bunların muhtemel
anlamlarının objektif bir şekilde farkında olma; karşısındakinin duygu ve düşüncelerini
temsili olarak yaşama” (Budak, 2000: 259) anlamlarına gelir. Dilthey için, diğer
bireyleri anlamada empati kurma olayı önemli bir durum olarak karşımıza çıkar.
Nitekim ona göre, “bir temel-ilksel fenomen olarak; başkalarının içinde bulundukları
halleri, kendimizin içinde bulunduğu hallermiş gibi hissedebilmemize, empatiye,
başkalarının sevinçlerine ve kederlerine ortak olabilmemize dayandırabiliriz.”
(Dilthey,1999: 37). Böylece anlama, kendi varlığımızın subjektif sınırları dışına çıkmak
ve kendi varlığımızı aşarak, başkalarına ait psişik durumları içten yaşamaktır. Burada
yaşantının başarısı, kendi dışına çıkmak, kendi sınırlarını aşarak başkasına ulaşmaktır
(Birand,1998: 49). Empati, diğer kişilere duyduğumuz, sevgi, sempati ve yakınlık
derecesine göre değişir. Buna göre, anlama olayı bir dereceye kadar sempatiye bağlıdır.
Sempati, “başkalarının, özellikle acılarını anlama, onların duygularını paylaşma
yetisidir.” (Budak,2000: 664). Örneğin bize hiçbir zaman sempatik gelmeyen insanları
kolay kolay anlayamayız. Buna karşılık bir tiyatroda oyun izlerken, artık sadece oyunu
algılamayız, oyun kahramanlarının psişik hallerini yeniden yaşarız. Bu psişik hallere
içten bir katılma hareketi ile olayı tekrar yaşarız. Buna göre, refleksiyon bu başkalarının
psişik hallerine bu içten katılma hareketine öncelik edemez. Bu yüzden sanıldığının
aksine, akıl ve zihinselliği empatinin önüne koymak, insanı ve tinsel yaşamı anlamak
bakımından, çoğu kez engelleyicidir. Böylece, insani ve tinsel olan şeyler hakkında
kesinliği, rasyonel yoldan değil, empati ve anlama yoluyla sağlayabiliriz (Dilthey,1999:
37-38).
Yaşamın sadece rasyonel açıdan değerlendirilmesini eleştiren (Philipson,1958:
72) Dilthey’a göre, sanat eserleri hakkında yapılan biçimsel “açımlama ve yorumlama”
yine sanatsal yoldan, bir yeniden üretici anlamanın ürünü olarak gerçekleşir. Zira “usta
yorumcular usta sanatçılardır… Açımlama ve yorumlama, öncelikle objelere karşı içsel
yakınlık, yatkınlık ve sempati sayesinde ancak yüksek bir olgunluk derecesine
ulaşabilir.” (Dilthey,1999:38). Burada, analitik düşünmenin yapabileceği çok şey
yoktur. Çünkü yorumlama, insanın zihinsel donanımıyla gerçekleştirdiği bir yeniden
anlamadır. Bu bağlamda Hermeneutik bir bakış açısını tercih eden Dilthey için, kendini
başkasının yerine koymayı mümkün kılan söz konusu içselleştirme hali, hermeneutiğin
bütün kurallarının dayandığı temeli oluşturur. Bu kurallar sayesindedir ki, yaşantıyı esas
49
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
alan bir yaklaşım biçimiyle çeşitli objeler karşısında tekil kalan belirlemeler yapma
imkânı doğar. Böyle bir yaklaşım, geleneksel ve rasyonel etkenlerin ayıklanmasını
sağlar. Böylece içsel yaşanmışlık halini ve yaşantıyı göz ardı edecek, hiçbir bilimsel
süreçten bahsedilemez. Çünkü bilim (doğa bilimi) yaşamı önceleyemez, zira bilimin
kendisi yaşamın bir ürünüdür (Dilthey,1999: 38-39). Burada Dilthey, tin bilimlerindeki
durumun farklılığına dikkat çeker. Ona göre, “…tin bilimleri, nesnelerinin karşısına
onları öncelediği düşünülen ilke, kural, teori ve yasalarla çıkan doğa bilimlerinin
tersine, bu temel olgunun tam olarak bilincindedirler…” (Dilthey,1999: 39).
Dilthey açısından, sanatsal yaratmada tipsel olanın önemi ve anlamı büyüktür.
Sadece sanatta değil, bilimde de tipsel olanı görme önemlidir. Buna göre, sanatsal ve
bilimsel kavrayış tarzları tipsel olanı görmede de karşılaşırlar. Tipsel olanı görme ise,
bir formdur. Nitekim sanat eseri, özellikle şiir, insani ve tarihsel yaşam içindeki
farklılıkların, derecelerin, yakınlık ve benzerliklerin tekerrürünü, tipsel olanı görme
formu içinde yansıtır (Dilthey,1999: 41). Dilthey’da, bir grubun şu veya bu yönlerini
vurgulamak amacıyla kullanılan tip kavramı, “bir sınıf içinde ön plana çıkmış ortak
yönleri gösterir. Fakat bu ön plana çıkış zamana bağlı olarak değişir.”
(Dilthey,1999:42). Bu bağlamda Dilthey, insani olan şeyleri bilinçli olarak kavramanın,
tipsel yoldan ve zorunlu olduğunu belirtir. Ancak tipsel kavrayış sadece sanata özgü
veya onun bir sonucu değildir. Aksine tipsel kavrayış, “her sanatsal yaratmada bile
yaşam deneyiminden hareketle edinilmiş bir şey olarak kendini gösterir.” (Dilthey,1999:
42).
Öte yandan Dilthey’da tin bilimleri ile doğa bilimlerinin ayrımında sanatın
önemli bir yeri vardır (Taşdelen,2007: 118). Şöyle ki, “…sanat, insani-tinsel olanı
anlamanın organonu olurken; tümelci ve rasyonalist yönüyle bilim, bizzat bu tümelciliği
ve rasyonalizmi yüzünden, bu insani-tinsel olanı elden kaçırır.” (Dilthey,1999: 42) Bu
bağlamda tekilci ve tipsel düşünme tarzını ön plana çıkaran Dilthey, sınıf kavramları ile
tip kavramlarının bir ayrımını yapar. Ona göre, “sınıf kavramları tümelci ve zamandışıcı…. bir kavram oluşturma yöntemiyle teşkil edilirler. Buna karşılık tip kavramları,
tekilci ve zaman-içici… bir kavram oluşturma yöntemi ile elde edilir. Bu yüzden insanitarihsel dünyaya özgü bir şey olarak tekilleşme, ancak tip kavramı ile kavranabilir.”
(Dilthey,1999: 43). Tümelci ve zaman-dışıcı bir yöntemi benimseyen doğa bilimlerinde,
tekillik ve buna bağlı olarak tipselliğin gösterilmesine imkân yoktur. Buna karşılık,
sanat, “tekil ve tipsel olanın peşindedir ve o kişilerde, hallerde, ilişkilerde ve kaderlerde
tipsel olanı ifade ve temsil etmeyi başardığı ölçüde insani-tarihsel yaşamdaki
tekilleşmenin kavranılmasında model olur.” (Dilthey,1999: 43). Bunun yanı sıra,
“bilimin, yaşam gerçekliğini ve hatta ondaki tekilleşmeyi bile, karşıtlıkçı, sınıflandırıcıbölümleyici tasvir etme ve açıklama yöntemi, en yüksek örneğini ifade ve temsil edici
sanatta bulduğumuz, belirli sayıda kişinin ilgi ve yönelimleri aracılığıyla tüm yaşam
50
Mustafa CİHAN
gerçekliklerini ifade ve temsil etme yöntemi karşılık gelir.” (Dilthey,1999: 44). Böylece
bir sanatçının büyüklüğü, tipselliği yakalayabilmesinde ortaya çıkar.
Dilthey açısından, yaşam üzerine yapılan bütün düşünümler, saf bilen bir zihnin
değil, fakat belirli bir yerde, belirli bir zamanda yaşayan, koşullar tarafından belirlenip,
etrafındaki görüş ve kanaatlerden etkilenmiş ve çağların ufukları tarafından sınırlanmış
belirli bireylerin eseridir (Rickmann,1967: 404). Bu nedenle, bir sanat eserinde
karşılaştığımız figür ve süreçler, en derin temel ve kaynaklarını tarihsel formlar
içerisinde bulmak zorundadır. Zira sanatçının tekniğindeki farklılıklar, ancak bu en
derin temelden sonra ortaya çıkabilir (Dilthey,1999: 44). Diğer yandan, bir sanat
eserinde ifade edilen içeriğin, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir rolü
olduğunu (Özlem,1998: 73) belirten Dilthey açısından, tekilleşmenin ifade edilmesi
olan sanatın, tarihsel süreç içerisinde ön plana çıkan ayrımları söz konusudur. Başka bir
deyişle, tekilleşmenin ifade edilişinin büyük çağları vardır. Bu bağlamda bir sanatçının
yaşadığı dönemden etkilenmemesi imkânsızdır. Nitekim sanat tarihinde, sanatçının
toplumu, toplumun da sanatçıyı dışladığı çok görülmüş bir durum değildir. Her sanatçı
kaçınılmaz biçimde kendi toplumunun damgasını taşımıştır (Bozkurt,1998: 48).
Schiller’in ifadesi ile “sanatçı zamanının çocuğudur.” (Schiller,1999: 38).
Bu bağlamda Dilthey, Avrupa edebiyatı ile sınırlı kalarak, tekilleşmenin ifade
edilişinin büyük çağları üzerinde durur. Çünkü “Avrupa edebiyatının tarihindeki büyük
çağlar, aynı zamanda genel insan doğasının tekilleşmesine ilişkin şiirsel-edebi
kavrayışın kesitleridir.” (Dilthey,1999: 47). Dilthey’ın bu konuda verdiği kesitlerin
tamamını burada ele almak konumuzun sınırlarını aşmak olacağından, bu konuda
sadece Shakespeare’in “Rönesans ve Reformasyon’un kesişme noktasında
gerçekleştirdiği tekilleşme” örneği üzerinde duracağız. (Diğer dönemler için bknz.
Dilthey,1999:47-70). Dilthey’a göre, Shakespeare, eserleri ile çağının toplumsal ve
kültürel özelliklerini yansıtır. O, çağının yön verdiği bir atmosfer içinde eserlerini
ortaya koymuştur. Shakespeare, “Rönesansın ideleri kadar Protestanlığın idelerinin de
etkisindeydi. Ve onun en güçlü, benzersiz yaşam ve dünya deneyimi ve duygusu
buralardan serpilip gelişti” (Dilthey,1999: 55). Bununla birlikte Dilthey için,
Shakespeare’in eserleri, kendi döneminin tinini yansıtırlar. Bu dönem ise, doğa
bilimlerinin ve mekanizmin doğuş ve yükseliş içerisinde olduğu bir dönemidir. Bu
nedenle Shakespeare, “yaşadığı dönemin doğa’nın ve insan doğası’nın bilimselmekanist tavırla ve tarihsellikten bihaber bir şekilde ele alan tavrını edebiyatta
sürdürür.” (Dilthey,1999: 57). Böylece Shakespeare,’in insan doğasını, tarihsellikten
uzak bir şekilde ele alması onu, insanın değişmez bir doğasının olduğu düşüncesine
götürür. Bu düşünce ise, Dilthey’in çok onaylayacağı bir düşünce değildir. Çünkü
tarihselliği, insanın ayırt edici bir özelliği olarak gören Dilthey açısından, insanın
değişmez bir doğasından bahsedilemez. Böylece Shakespeare’de “zamana-özgülük
51
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 41– 53
denen şeye rastlanmaz, onda rastladığımız şey, her-zamanlılık”tır (Dilthey,1999: 57).
Kısaca Dilthey’a göre, Shakespeare eserlerinde, döneminin etkisinde kalarak,
tarihsellikten uzak, doğa bilimlerinin etkisi altında insan doğasına ilişkin bir kavrayışta
bulunmuştur (Bknz. ayrıntı için: Taşdelen,2007: 115-127).
Öte yandan, şiir sanatını, yaşamın bir dışavurumu ve betimlemesi olarak
(Dİlthey,1985: 237) değerlendiren Dilthey göre, Shakespeare’ın aksine, gerçek bir
tarihsel karakter yaratan kişi Schiller olmuştur. Onda tarihsel dünyaya karşı güçlü bir
ilgi vardır. Dilthey açısından, Schiller’in kişiliğinin büyüklüğü, “…sahip olduğu büyük
hayal gücüyle, sadece kişilerle değil, hatta daha çok bu kişileri aşan, onları çevreleyen
ortamların, tarihsel-toplumsal koşulların, kişilerin bu ortama ve koşullar içerisinde
kendilerini genel hedeflere adayışlarının …tasvirindeki derinleşmede yatar.”
(Dilthey,1999: 67). Buna göre, Schiller’in tarih konusuna ilgisi Shakespeare’dan daha
fazla olmuştur. Zira Schiller’in tarihsel kişileri gerçekten tarihsel kişilerdir, daha da
önemlisi kişiler tarihsellikleriyle kaşımıza çıkar. İlk defa Schiller, gerçek bir tarihsel
karakteri karşımıza şiir diliyle çıkaran şair olmuştur. O, bu konuda en olgun örneğini
Wallenstein adlı tarihsel bir karakterde ortaya koymuştur (Bknz. Dilthey,1999: 68).
Dilthey’a göre sanatçı, özellikle şair, sahip olduğumuz psişik güçlerin
totalitesinde yola çıkarak gerçekliğe yönelir. Ancak, şair, gerçekliği ya idealize edebilir
ya da aynı gerçekliği maddileştirebilir. Hatta deformasyona bile uğratabilir. Bunları da
farklı dönemlerde farklı kavrayış tarzları altında yapar. Bunlar sanatçının (şairin)
yaratıcılığının koşulları ve ortamıdır. Bunların ötesinde herhangi bir koşul ve ortamdan
bahsedilemez. Çünkü her yaratma tarihseldir ve tarihe içeriktir (Dilthey,1999: 69).
Sonuç olarak, Dilthey sanatı, insani ve tarihsel dünyayı ve bu dünyadaki
tekilleşmeyi anlamanın bir aracı (organonu) olarak değerlendirmektedir. O, bir insan
başarısı olan sanatı, bir kültürü ve tarihi dönemi kavramada önemli bir unsur olarak
görmektedir. İnsani varoluşun bütünlüğünü kavramaya çalışan Dilthey, bu bütünlüğü
kavrama da sanatın önemli bir işlevi olduğunu kabul eder. Nitekim sanat sayesinde
insan, kendini yaşam karşısında daha bağımsız ve özgür hisseder. Tin bilimleri ile doğa
bilimleri ayırımında sanatın önemli bir yeri olduğunu da kabul eden Dilthey açısından
sanat, yaşama deneyimine dayalıdır. Çünkü sanat, malzemesini ve konu içeriğini bu
yaşama deneyiminde bulur. Öte yandan Dilthey’a göre, tarihsellik içerisinde tutuklu
olan insan, ancak bu tarihsel konum ve durum içerisinde sanatsal eylemlerini
gerçekleştirebilir. Bu nedenle, sanatın tarihsel süreç içerisinde ön plana çıkan ayrımları
ve dönemleri olmuştur. Nitekim her sanatçı da yaşadığı dönem ve çağdan kendisini
soyutlayamamıştır. Kısaca Dilthey’a göre, bir döneme özgü tarihsel ve tinsel kavrayış
sanat eserinde kendini gösterir. Buna göre, insan sanat sayesinde kendisini bulur ve
yaşama dair olgunluğa onun içerisinde ulaşır.
52
Mustafa CİHAN
Kaynaklar
Arat, Necla (1977). E. Cassirer ve S. K Langer’da Sembolik Form Olarak Sanat, Ed.
Fak. Basımevi, İstanbul.
Arslan, Ahmet (1999). Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ankara.
Birand, Kamıran (1998). Kamıran Birand Külliyatı: 1.Manevi İlimler Metodu Olarak
Anlama, Akçağ Yay., Ankara.
Bozkurt, Nejat (1998/3). “Sanatlar toplumları dönüştürebilir mi”, Felsefelogos, Sayı: 4,
Bulut Yay., İstanbul.
Budak, Selçuk (2000). Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ankara.
Cassirer, E. (1997). İnsan Üstüne Bir Deneme, çev. Necla Arat, YKY., İstanbul.
Dilthey, Wilhelm (1996). Hermeneutics and the Study of History, Ed. R. A. Makkeel, F.
Rodi, Princeton Univesity Press.
Dilthey, Wilhelm (1985.) Poetry and Experience, Selected Works, Vol. 5, Ed. R. A.
Makkreel, F. Rodi, Princeton Universty Press.
Dilthey, Wilhelm (1999). Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Türkçesi: D. Özlem,
Paradigma, İstanbul.
Eren, Işık (2006). Sanat ve Bilim İlişkisi, Asa Kitabevi, Bursa.
Günay, Mustafa (2003). Felsefe Tarihinde İnsan Sorunu, İlya, İzmir.
Heinnemann, Fritz (1997) “Estetik”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, çev. D. Özlem,
İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Mengüşoğlu, Takiyettin (1988). İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Owensby, Jacob (1988). “Dilthey and Historicity of Poetic Expression”, The Journal of
Art Cristicism, Vol: 40, No: 4, pp. 501-507.
Özlem, Doğan (1986). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Özlem, Doğan (1994). Tarih Felsefesi, Anahtar Kitaplar, İstanbul.
Özlem, Doğan (1998). Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılap, İstanbul.
Özlem, Doğan (1999). Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, İnkılap, İstanbul.
Philipson, Morris (1958). “Dilthey on Art”, The journal of Aestheticis and Art
Criticism, Vol: 17, No: 1, pp. 72-76.
Rickmann, H. P. (1967). “Wilhelm Dilthey”, The Encyclopedia of Philosophy, Ed. P.
Edwards, Vol: 2, New York.
Schiller, Friedrich Von (1999). Estetik Üzerine, Türkçesi M. Özgü, Kaknüs, İstanbul.
Susan, Hekman (1999). Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev. H.Arsdlan-B. Balkız,
Paradigma, İstanbul.
Taşdelen, Demet Kurtoğlu (2007). “Dilthey’ın İnsani-Tinsel Dünyada Shakespeare’i
Konumlandırması ve Unutulan Tarihselliği Oluşturma Çabasına Bir Örnek
Olarak Macbeth”, Kaygı, Sayı: 8, Bursa.
Warburton, Nigel (2000). Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma, İstanbul.
53
FELSEFENİN MEŞRULUK SORUNU ÜZERİNE
Bülent SÖNMEZ
Özet / Abstract
Felsefenin sürekli bir meşruluk krizi yaşadığı söylenmektedir. Bu yaklaşım biçimi ne kadar
doğrudur? Felsefenin bir meşruluk sorunu yaşadığı söylenebilir mi? Çoğumuz bunun böyle olduğunu
kabul ederiz elbette. Felsefeci denildiğinde sürekli aykırı fikirlerin ve topluma ters düşen yaklaşımların
sahibi kimi tuhaf adamlar gelir akla.
Felsefe neden bir meşruluk krizi yaşamaktadır? Bizce felsefe için böyle bir krizden söz etmek
çok yerinde bir yaklaşım değildir. Tarihi çatışmacı bir anlayışla ele alanlar insanlar arası her fikirsel
ayrılığı da bir çatışma olarak algılamaktadırlar. Felsefeyi kimi kere dinle kimi kere yönetimle
çatıştırmaktadırlar. Oysa felsefe eşyanın hakikatine varma çabası olması sebebiyle bir uyumu, bir
dengeyi, bir bütünlüğü aramaktadır. Felsefe-din, ya da felsefe-siyasi iktidar çatışması olarak öne çıkarılan
şey, eski ile yeninin, doğru ile yanlışın olağan çatışmalarıdır. Siyasi iktidarla çoğu kere peygamberler ve
dava önderleri de çatışmışlardır. Felsefeyi bir çatışma yaklaşımı olarak göstermeye kalkışmak ve
felsefeciyi toplumdan ayrı ve aykırı tavırların sahibi insan gibi göstermeye çalışmak çok önemli bir
yanlışlık olarak durmaktadır önümüzde.
Anahtar Kelimeler: Felsefe, Filozof, Sokrates, Ateizm, Pozitivizm, Felsefenin Meşruluğu,
Akademisyen, Felsefenin Krizi, Felsefe Karşıtlığı, Felsefe ve Din, Felsefe ve Bilim
DOES PHILOSOPHY HAVE A MATTER OF LEGALITY
“Does philosophy have a matter of legality? Many say so. There are many activities considered
harmful in the history. This, sometimes is religion and it is science and philosophy at times. From this
aspect we should discuss the matter, in case of the legality crisis of philosophy, together with the man’s
view of the modernity as well as the character of the ones saying: “I’m a philosopher.” and their practice.
We should put here the difference between anti-philosopher and philosophy. It is clear that the
approach claiming that “every philosopher is right and every society where he lived is wrong” has harmed
both to philosophy and the ones needing it. If philosophy has a matter of crisis in every age, does it not
mean that it has a problematic field? For sure, the area of interest of philosophy is problematic.
Nevertheless this problem comes from the man not philosophy. Human life field is problematic as well.
Life is a process of problem-solving isn’t it? Does the philosophy made in this process not appear as
religion and science? Are the field of science and religion not problematic as well? How much
problematic the philosophy is not less than the religion and science. So we have to study the reason of
opposing to Philosophy in a framework of a philosophical aspect.”
Key Words: Philosophy, Socrates, Atheism, Positivism, Legality of philosophy, Academician,
Crisis of Philosophy, Opposite to Philosophy, Philosophy and Religion, Philosophy and Science.

Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
Giriş
“Felsefe sürekli bir meşruluk krizi içinde bulunmaktadır.
Bizzat araştırmamış olan hiç kimse, saf düşüncenin ne olması gerektiğini henüz
anlayabilmiş değildir.”1
Zihni arındırma çabası olarak değerlendirdiğimiz felsefenin, bu tabiri duyanların
çoğunda zihin bulanıklığı tarzında bir çağrışım oluşturmasının sebebi ne olabilir?
Fazla derine dalmak iyi değildir anlamında bir çekince de konulmaktadır
felsefeye. Felsefe derinlere dalmak mıdır? Felsefe anlamsız ve boş şeylerle uğraşmak
mıdır? Felsefe gereksiz polemikler; entelektüel gevezelikler yapmak mıdır? Elbette
felsefe tabiri bizde bu tarz çağrışımlar yapmamaktadır.
Felsefe bilgelik sevgisi olması dolayısıyla eşyanın künhüne varma çabasıdır. Bu
anlamda derinlere dalmaktır çoğu kez. Bir tür dalgıçlıktır felsefeyle uğraşmak.
Dalgıçların derdi ise derinlere dalmaktır. İnci ve mercan gibi değerli şeyler derinlerde
bulunmaktadır çünkü. Belki risklidir, tehlikelidir ama sonuçta önemli kazanımlar
bulunmaktadır. Bu yüzden derinlere dalmaktan korkanlar, yüzeyin çerçöpü ve aslı
olmayan köpükleri ile uğraşmak durumunda kalacaklardır. Felsefe yapmak korkakların
işi değildir bu yüzden. Yüzeylerde dolaşmak belki zahmetsizdir, risksizdir ancak inci ve
mercan peşinde koşanlar derinlere dalmayı da göze alma yürekliliğinde olmalıdırlar.
Platonun dediği gibi “Korkak ve aşağılık bir yaradılış gerçek felsefeye erişemez"2
Peki, acaba felsefe neden bir meşruiyet sorunu yaşamaktadır? Böyle bir sorunun
mahiyeti nedir?
Yukarıdaki epigrafta ve daha birçok yazıda hep felsefenin bir meşruluk krizi
içinde olduğu vurgulanmaktadır. Felsefenin boynuna adeta bir yafta olarak asılan
“sakıncalı” yargısını felsefeyi savunanlarımız bile bir meşruiyet krizi olarak ele alma
eğilimindedirler.
Felsefenin bir meşruluk sorunu yaşadığı söylenebilir mi? Çoğumuz bunun böyle
olduğunu kabul ederiz. Felsefeci denildiğinde akla, sürekli aykırı fikirlerin ve topluma
ters düşen yaklaşımların sahibi kimi tuhaf adamlar gelir. Bu durumda felsefe hep
marjinalliğin, aykırılığın, muhalifliğin ve absürdlüğün yansıması olarak öne çıkarılır.
Bu böyle midir acaba?
Düşünce tarihine göz attığımızda birkaç uç örnek dışında bu yargıyı besleyecek
verilere rastlamak çok zor görünüyor. Bu yaklaşımı benimseyenlerin felsefi duruş
1
2
56
Lokman Çilingir, Niçin Felsefe?, Ankara 2003, s. 25, (Rüdiger BUBNER, “Felsefe Ne yapabilir, ne
yapmalıdır, neyi umabilir?” adlı makaleden).
Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995, s. 14.
Bülent SÖNMEZ
noktasında önemli açmazları olduğunu düşünüyoruz. Çoğu kere ideolojik, tarihsel
değerlendirmeler sebep oluyor buna. Tarihi “ilerlemeci” ve “sınıfsal çatışmacı”
anlayışlarla okuyanların meseleyi bu şekilde ortaya koymaları kaçınılmazdır. Mesele bu
durumda felsefi bir tutumla değil ideolojik bir tutumla ele alınmakta; felsefenin
meşruluk krizi değerlendirmesi de felsefi bir değerlendirme değil, tamamen ideolojik bir
değerlendirme olmaktadır.
Bu yaklaşımlar felsefeyi ya yönetimle, ya da dinle çatıştırmaktadırlar. Bu açıdan
bakıldığında bu yaklaşıma sahip olanlar için her yönetim ve her din kötü, felsefe iyidir.
Peki o zaman peygamberlerin ve bir çok dava adamının yönetimle çatışmasını nasıl
değerlendirmeliyiz? Orada da mı bir felsefe-din çatışması bulunmaktadır? Bu yaklaşım
felsefenin meşruluk krizini ortaya koyabilir mi?
Kaldı ki filozofların dinle çatıştıkları savı da tamamen ideolojik, tamamen
temelsiz bir yargıdır. Sokrates’e “İlahi Sokrat” denmesi anlamlıdır. Sokrates ilahi bir
elçi olarak görülüyordu kimilerinin gözünde. Hatta ilk çağda filozof olarak bilinen kimi
insanların Tevhitçi (Tanrının birliğine inanan) olduklarını biliyoruz3 İlkçağ
filozoflarının birçok kavramını dinsel anlayışlardan devşirdiklerini de biliyoruz Ahlaka
ilişkin temel kavramlar elbette toplumda geleneksel olarak varolan dinden tevarüs etmiş
kavramlar idi. Platon ve Aristoteles’in ahlak felsefesinde öne çıkardıkları “erdem”
kavramı buna örnek verilebilir.4
Felsefeci ve düşünce adamını toplumdan ayrı bir yere oturtarak onu toplumla ve
toplumun değerleriyle sürekli çatışan kişi olarak görmek ve göstermek seçkinci bir
yaklaşım olarak anlaşılmalıdır büyük ölçüde. Bu anlayış, filozofu sürekli bulunduğu
toplumla çatışan kişi gibi göstererek toplumun hep ve her zaman yanlış üzere olduğu
gibi bir yargıdan beslenmektedir. Yani insanlık tarihini hep bağnazlığın egemen olduğu
bir tarih, insan topluluklarının hepsi bağnaz ve filozofları da aykırı düşünceler ortaya
koydukları için hep aykırı, uçta ve muhalif olarak yansıtmak ne derece sağlıklı bir
yaklaşım biçimidir? Bu yaklaşım biçimini ısrarla gündemde tutmak isteyenler
Sokrates’in ölüme mahkûm edilişini önemli bir delil olarak öne sürmektedirler.
Oysa iktidar tarafından dışlanan filozoflar olduğu gibi iktidarın nimetlerinden
alabildiğine istifade eden filozoflar da olmuştur. Sokrates’in idamının da felsefe ve
aydınlanma düşmanlığıyla temellendirilmesi yanlıştır. Çünkü sadece Sokrates idam
edilmemiştir düşündüklerinden dolayı. İnsanların kendilerine benzemeyenlere
3
4
“Tanrılar ve insanlar arasında bir tek yüksek tanrı vardır. O ne beden, ne de düşünce olarak ölümlülere
benzer... O tamamıyla görür, tamamıyla düşünür, tamamıyla işitir. Fakat hiç yorulmadan onun
düşüncesi her şeyi yönetir. O hareketsiz, daima aynı halde kalır. Başka yere gitmek Ona yakışmaz.
Ölümlüler Tanrıların kendileri gibi doğmuş olduklarını kendikilere benzeyen duyuları sesleri
bedenleri olduğunu sanırlar.” Xsanaphon, bkz. Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1996, s. 27.
Bkz. Aristoteles, Nikhamakhosa Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 1998, Platon, Menon, Ankara 1987,
Ayrıca bu konuda B. Russel Felsefe Tarihinde önemli tespitlerde bulunmaktadır.
57
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
yaptıklarını insanlık tarihi uzun uzun anlatmaktadır. Bu yaklaşımın da felsefenin
meşruiyet krizi ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Ölüme mahkûm edilerek öldürülen
birçok dava adamı vardır tarih içinde. İsa peygamberin çarmıha gerilişini hatırlayalım.
Kimi peygamberlerin ve köleciliğe baş kaldıranların kanlarının döküldüğünü; bu
vesileyle bir biçimde yok edildiğini hatırlayalım. Sokrates’in yönetim tarafından
cezalandırılmasını felsefenin meşruluk krizi olarak göstermek felsefeyi
marjinalleştirmeye hizmet edecektir sadece.
Ayrıca eğer felsefe her toplumda sakıncalı görünüyorsa bu, felsefenin aslında
problemli bir alan olduğunu ortaya koymaz mı? Elbette felsefenin ilgi alanı problemli
bir alandır. Bu problem felsefenin kendisinden değil insandan kaynaklanmaktadır.
İnsanın yaşamsal alanları zaten problemlidir. Hayat bir problem çözme süreci değil
midir? İnsanın problem çözme sürecinde ürettikleri felsefe, din ve bilim olarak öne
çıkmaz mı? Bilimin ve dinin alanı da problemli değil midir? Felsefe ne kadar
problemliyse din ve bilim de o kadar problemlidir.
1-Felsefe/Din, Akıl/Vahiy, Din/Bilim Çatışması’nın Mahiyeti
Akıl kavramı problemli bir kavramdır. Akla “içimizdeki peygamber” diyenler
olduğu gibi aklı salt gerçekliğe ve faydalıya dayalı olarak çalışan bir zihinsel
mekanizma olarak ele alanlar da olmuştur.
Akıl vahiy çatışmasının özünde bilgi anlayışı bulunmaktadır. “Bilgimizin
kaynağı nedir?” sorusu burada temel sorudur. Bilgi “suje obje ilişkisi” olarak ele
alındığında bilginin oluşması için suje ve objeye ihtiyaç vardır. Suje insan olduğuna
göre bilginin oluşması için obje gereklidir. Bilimsel bilgi obje ile ilgilidir.
Din’in(dinlerin) ortaya koyduğu (genel anlamda) Tanrı Obje olmadığı için bu noktada
bilgi sahibi olmamız mümkün değildir. Bilgi sahibi olmadığımız konuda bir çatışma
yaşamamız da mümkün değildir. O zaman çatışma ya “obje dışında varlık yoktur;
bulunmamaktadır” ya da “oje dışında da varlıklar vardır; bulunmaktadır” arasında
olacaktır. Bunun Bilim ve Din çatışması ile ilgisi bulunmamaktadır.
Felsefe metafizik ile ilgilidir. Metafizik ise görünenle değil görünenin
arkasındaki görünmeyenle ilgilenmektedir. Bu anlamda Felsefe yapmak da bilim
yapmak değildir. Felsefe görünenle değil görüneni yönetenle ilgilenmekte; görünenin
arkasındaki şeyi aramaktadır. O zaman eğer bir çatışmadan söz edeceksek pozitivistmateryalist anlayışla, idealist anlayış arasındaki çatışmadan söz edebiliriz. Bunun
felsefe din çatışması ile alakası bulunmamaktadır. Kaldı ki çoğu kere bilim diye sunulan
birçok teori bulunmaktadır. Bu teorilerin ışığında dini ya da felsefeyi değerlendirmek
yanlıştır. Hegel’i din felsefesi yapmaya iten temel itki buydu zaten; Dini anlamaya
çalışmak ve dinsel alanın ne türden bir alan olduğunu açığa kavuşturmak.
58
Bülent SÖNMEZ
Bilgiyi sadece faydalılığa ve gerçekliğe indirdiğimizde bu noktada bütün bir
kültürel öğeleri akıldışı sayıp mahkûm etmemiz gerekecektir. Bu da klasik pozitivizmin
temel anlayışıdır. Bu yüzden Kant Ahlak için Pratik akıl demiştir. Pratik akıla biz ahlaki
akıl da diyebiliriz ki bu akıl teorik akılın dışında bir başka alana ait akıldır.
Aydınlanma dönemi ile beliren akıl tanımı ahlaksal eylemleri
anlamlandıramadığından dışlıyor ve onu anlamsız hatta saçma görüyordu. Akıl sadece
Ratio’ya hapsedilmişti. Ratio ise hesaplamak anlamına gelen matematiksel bir akla
işaret ediyordu. Biz buna matematiksel akıl da diyebiliriz.
Aklın anlamının daraltılması “aydınlanma” ile gerçekleşmiştir. Aydınlanma
derken “XVII. yüzyılın 2. yarısında başlayıp XIX. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan ve
her alanda aklı (ratio) temel alan” dönemi kastetmekteyiz. Aydınlanma akıl çağı olarak
da adlandırılmaktadır. Aydınlanmanın ortaya koyduğu “gerek empirizm gerek
rasyonalizm karakteristik bir biçimde insan bilgisini sağlam temeller üzerine oturtmaya
ve dini bilginin düzmece (!) iddialarına karşı koymaya çalışan...”5 yaklaşımı ahlakı
anlamanın önünde önemli bir çıkmaz oluşturmuştur. Bu anlayışa göre dinin iddiaları
rasyonel bir temele oturmadığı için anlamsızdır. Ancak Aydınlanma ile başlayan süreç
aydınlanmanın getirdiği yaklaşımların da sorgulandığı bir süreç olmuştur. Özellikle İ.
Kant (1724–1804) Aydınlanma felsefesinin ahlak ve din için önemli bir problem
yarattığının farkındaydı.6 Bu noktada Kant bilimsel diye nitelenen bu akla, dine ve
inanca kapı açmak için sınır koymayı gerekli gördü. Bu noktada Kant
cevaplayamayacağımız soruların olduğunu vurguladı. Özellikle Tanrının varlığı, insanın
özgür iradesi ve insanın ölümsüz bir ruhu olup olmadığı meselesinde sorularımızın
cevapsız kalacağını söyledi. Çünkü ona göre bilgimiz sınırlıdır. Aklımız belli
kategoriler çerçevesinde çalışmaktadır. Bu kategoriler aklımızın sınırlarını
belirlemektedir. Kant’a göre dünyayı algılamada hem “duyu”lar hem de “akıl” rol
oynamaktadır. Ona göre insanın dünyayı kavrayışını çerçeveleyen iki şart söz
konusudur. Bunlar dış şartlar ve insanın içinde bulunan şartlar. Dış şartlar duyularımızla
algılamadan önce hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız şartlardır. İnsanın
içinde olan şartlara gelince bunlar aklımızı sınırlayan kategorize eden ölçülerdir. Bu
anlamda aklımız bu kategoriler çerçevesinde çalışmaktadır. Örneğin nedensellik yasası
insanın kendinde bulunan bir yasadır. Dış dünyada gördüğümüz; aradığımız sebep
sonuç ilişkisi hep bu nedensellik yasası çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Bu
çerçevede Kant aydınlanmanın getirdiği bilimsel akıl’ın verilerinin her konuya cevap
veremeyeceğini vurgulayarak, dış dünyada müşahede edemediğimiz şeylerin varlığını
inkâr edemeyeceğimizi, çünkü aklımızın ancak müşahede ettiğimiz âlem çerçevesinde
çalıştığını belirtmektedir. Bu yüzden ona göre Tanrının varlığı da akıl tarafından idrak
5
6
David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci, İstanbul 1998, s. 33.
David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 41.
59
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
edilemez. Ancak Tanrının olduğunu varsaymak insan ahlâkı için gereklidir. Bu
bağlamda Kant “Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük kavramlarını, aklın ahlak alanındaki
kullanımında arayalım ve temellerini aklın bu kullanılışı üstünde kuralım” demektedir.7
Aydınlanma, akıl ile kalbi birbirinden ayıran bir yaklaşım sergilemiştir. Bu
anlamda akıl biçimsel bir yapıya hasredilmiştir. Aydınlanmayla birlikte egemen olan
akıl, Horkhaimer’in öznel akıl dediği akıldır. Biçimsel (öznel) akılda amelî, ahlâkî ya da
estetik bir doğrudan söz etmek anlamsızlaşır. Çünkü akıl sadece intellect’e mahkûm
edilmiştir.8 Aliya İzzetbegoviç de meseleye şu şekilde dikkat çekmektedir.
“Zihnin fonksiyonu ise her şeyde tabiat, mekanizmayı hesabı keşfetmekten
ibarettir. Ahlâk aklın ürünü değildir, ilke olarak da tatbikat olarak da. Zihin yalnız şeyler
arasındaki ilişkileri tetkik ve tespit edebilir. Bir şeyin ahlâkî açıdan iyi olmayışı bilimsel
olarak izah edilemez. Güzel ya da güzel olmayanı ispat etmenin mümkün olmadığı gibi.
Fransız ihtilalinin üç parolası “eşitlik - özgürlük - kardeşlik” in bilimsel açıdan ispat
edilmesi mümkün değildir. Bilim belki bu üç ilkeye karşı kolektif bir eşitsizlik, mutlak
sosyal disiplin ve anonimliği savunacaktır… Özgürlüğümüz hakkında kuşku duymayız.
Ama bunu tarif de edemeyiz. Hepimiz kabul ederiz ki kasıt taşımaksızın yapılan
yanlışlıktan dolayı kişiyi sorumlu tutmamak gerekir. Ancak bunu bilimsel açıdan izaha
kalkışmak pek de kolay gözükmemektedir.”9
Aklın ahlâkla ilişkisi hakkında Hume ahlaki eylemlerin asla us (akıl) ile
değerlendirilemeyeceğini çünkü bu eylemlerin belli bir izlenim ve his yoluyla ortaya
konulduğunu vurgulamaktadır.10
Kimi düşünürlere göre ahlâka ilişkin konuları kavrayabilmek için zekâ ve
eğitime gerek yoktur. Bütün bu değerlendirmelerden ortaya çıkan sonuç bizim ahlaki
eylemleri ratio dışı bir kategoride ele almamız gerektiğidir. Bu kategori belki
matematiksel olarak ortaya konulamayacak ama akıldışı da olmayacaktır. Çünkü
derinlikli düşünüldüğünde aslında ahlaki eylemlerin sonuçta insanın özünde kabul
görmesi onun benimsenmesi insandaki idrak yeteneğinin onu kabullenmesiyle mutlaka
bağlantısı bulunmaktadır.
Aydınlanma döneminden bu yana birçok düşünür /filozof bu aklın insanı ve
hayatı algılamada kısır kaldığını vurgulamaktadır. Bu akıl salt matematiksel çıkarımlara
indirilmiş ve insanın ahlaksal değerlerini ise dışta tutmuştur. Oysa matematiksel
çıkarımlar aklın bütününü temsil etmekten uzaktır. Aydınlanma sonrası gelişen
rasyonalizm bu yüzden aklı güçten düşürmüştür.
7
8
9
10
60
İ. Kant, Seçilmiş Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul 1984, s. 94–95.
Bülent Sönmez, Peygamber ve Filozof, Ankara 2002, s. 40-41.
Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev. Salih Şaban, İstanbul 1993, s. 147-148.
D. Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, trc. Aziz Yardımlı, s. 397, 413.
Bülent SÖNMEZ
“Ahlaki fenomenler doğaları gereği “gayr-ı rasyonel”dirler. Ancak amaç
düşüncesinden ve kâr-zarar hesaplarından önce geldikleri zaman ahlâkî oldukları için,
araçlar-amaçlar şemasına uymazlar. Ahlaki özneye, bir guruba ya da davaya sağladıkları
ya da sağlamaları beklenen fayda ya da hizmet ile de açıklanamazlar.”11
Ahlak için rasyonel bir temel var mıdır, yani ahlak rasyonel açıdan açıklanabilir
mi? Bu önemli bir soru olarak duruyor karşımızda. Burada akıl değil de ratio kavramını
özellikle kullanmamızın sebebi Aydınlanma döneminde aklın sadece matematiksel
çıkarım yapan bir boyuta indirgenmesi sebebiyledir. Bu akıl artık “içimizdeki
peygamber” olmaktan çıkmış sadece belli çıkarımlar yapan zihinsel bir kategori
olmuştur. Zannedilenin aksine rasyonalizm, aklın güçlenmesini değil aklın alanının
daraltılmasını ve aklın güçten düşürülmesini getirmiştir. Frankfurt Okulunun önemli
düşünürlerinden Horkhaimer’in “Akıl Tutulması” dediği ve Feyerabend’in “Akla Veda”
diyerek aydınlanma çağını aklın anlamını yozlaştırdığını vurgulamaları, ayrıca Rene
Geneoun’un aydınlanma dönemi için “kali yuga” (karanlık çağ) demesi de anlamlıdır.12
O zaman çatışma bilgiye yüklenen anlamla ilgilidir. Bu husus dinle bilim
arasındaki çatışma ile ilgili değildir.
Bilimsel açıklama ile dinsel açıklama farklıdır. Mesele, bilimi genelgeçer
doğruya ulaşma yolu olarak görenlerle dinsel bilginin farklı bir alana ait olduğunu
söyleyenler arasında olmuştur. Bu çatışmaya ne bilim/felsefe; ne de din/felsefe
çatışması diyebiliriz.
Felsefeci ile Paganizmin (putperestliğin) savunucuları arasındaki çatışmayı
din/felsefe çatışması olarak ele alamayız. Belki burada bozulmuş öğretiler ve batıl
inançlarla felsefeciler çatışmıştır. Kaldı ki bütün peygamberler de bozuk öğretilerle
çatıştıklarını iddia etmektedirler.
O zaman felsefeye karşı çıkılmasını sebeplerini felsefi bir bakışla irdelemek
durumundayız.13
2-Değişim Karşısındaki Durum
Felsefeciye karşı çıkılmasının sebebi çoğu kere insanların değişim karşısında ve
yeni karşısındaki tutumu sebebiyledir. Bunun felsefenin meşruluk sorunu ile bir ilgisi
bulunmamaktadır. Yeni ve farklı görünene karşı insanlar çoğu kere ya mevcut olanı
muhafaza etme adına karşı çıkma, ya da değişme adına benimseme tavrını seçmişlerdir.
Muhafazkar ve değişim yanlılarının kadim bir çatışmasıdır bu. Orta yaş ve üzeri
11
12
13
Zygmund Bauman, Postmodern Etik, trc. Alev Türker, İstanbul 1998, s. 21.
Rene Geneoun, Modern Dünyanın Bunalımı, trc. Nabi Avcı, İstanbul tarihsiz.
Burada konumuz Din-Felsefe ya da Din-Bilim, Bilim-Felsefe ilişkisi olmadığı için bunu çok fazla
derin bir biçimde irdelemeksizin geçiyoruz. Bu konuların her biri müstakil konular olarak
incelenebilir.
61
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
insanlar genelde muhafazakâr, gençler ise değişimci olmuşlardır. Sokrates’in “gençleri
ayartıyorsun!” suçlamasına maruz kalmasının sebebi de budur? 14 Ancak bu durum
felsefenin her toplumda meşruluk sorunu yaşadığı anlamına mı gelir? Elbette hayır.
Çünkü biz tarihte hemen hemen bütün toplumlarda bu tarz gerilimlerin olduğunu
biliyoruz. Peygamberler ve dava önderleri de zaman zaman statükocu yaklaşımlarla
çatışmışlardır. 15
Meseleyi sadece felsefenin meşruluk sorunu olarak ele almak bu yüzden
yanlıştır. Felsefeciyle muhafazakârlar arasındaki çatışma, felsefenin istenmeyen şey
olmasından değil, insanların yeni ve farklı görünene verdikleri tepki sebebiyledir.
Yaşlının genci eleştirmesi yeni- türedi olmasından kaynaklanıyor olduğu gibi (ki
yeni olan çoğu kere eskiye karşı oluş içerisinde gelişir) yaşlının genci ve gençliği
kendisine bir saldırı gibi algılamasından da kaynaklanıyor olabilir.
Dilimizdeki “zamāne” kavramı bu bağlamda önemlidir. Zamāne kavramı çoğu
kere yeni olanın garipliğine ve başkalığına vurgu yapan bir ifade olarak öne çıkmıştır.
Peki, acaba felsefeci hep yeni şeyler söyleyen ve muhalif olan adam mıdır?
Platon, tasarladığı devlette bir yanda yenilikleri savunmak gerektiğinden söz
ediyor; 16 bir başka yerde ise devlette yeniliklere yer verilmemesi gerektiğini
savunuyordu. Öyle ki çocukların oyunlarına bile müdahale eden bir devlet portresi
çiziyordu.17
Peki, bu durumda felsefe neden bir meşruiyet sorunu yaşasın. Çocukların
oyunlarına bile müdahale eden bir devlet tasarımı tepki çekmez mi? Burada mesele
felsefenin meşruiyeti ile ilgili olmaktan çok bir filozofun yanlış tasarımları ile ilgili
olabilir.
Felsefeci hep doğru ve haklı mıdır? Elbette hayır. Bu noktada felsefeci ile
birilerinin çatışması felsefenin değil, felsefecinin kimi görüşlerinin kabul görmemesi
olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada felsefecinin mi, karşı çıkanların mı haklı
olduğunu anlamak için felsefi bir bakışa; felsefi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Felsefeciyi
her zaman muhalif görme gibi bir eğilim, aynı zamanda seçkinci bir yan taşımaktadır.
Bu yaklaşım ne tarihi gerçeklerle ne de felsefi anlayışlarla temellendirilebilir. Yani
felsefeciyi her yaklaşımında haklı görme gibi bir eğilimin kendisi felsefi değil,
dayatmacı ve seçkincidir.
14
15
16
17
62
Platon, Sokrates’in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988.
Hz. İsa ve Hz. Muhammed de gençleri yoldan çıkarmakla suçlanmışlardı. Kutsal metinlere göre
İbrahim Peygamber toplumun pagan inançları ile alay etmiş ve bu yüzden ateşe atılarak
cezalandırılmak istenmiştir.
Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995, V. kitap, s. 452.
Platon, Devlet, IV. kitap s. 424-425.
Bülent SÖNMEZ
Bu meselede konuyu daha fazla uzatmayı gerekli görmüyoruz. Felsefenin
meşruiyet sorunu biraz da bizim ürettiğimiz bir illüzyon olarak; bir galat-ı meşhur
olarak anlaşılmalıdır. Felsefenin meşruiyet sorunu biraz da bu yanlış yaklaşımdan
beslenmektedir. Yani felsefenin meşruiyet sorunu olduğu “önkabulü” hem felsefeye,
hem de felsefi düşünceye ihtiyaç duyan insanlara zarar vermektedir.
Her aykırı yaklaşım, her absürd tavır felsefi etiketi altında görünür hale
gelmekte; bu yaklaşımlara karşı çıkanlar da felsefe karşıtlığı ve aydınlanma düşmanı
olarak hemen yaftalanabilmektedir. Felsefeci olduğu için değil; felsefi düşünceyi iyi
temsil edemediği ve kendi öznel yargılarından ve entelektüel yetersizliklerinden dolayı
kendisine karşı çıkılanların bunu, felsefenin meşruiyet krizi olarak öne sürmeye hakları
bulunmamaktadır.
İbni Rüşd, Faslu’l Makâl adlı eserinde Felsefecileri eleştirenlere boğazında su
kaldığı için ölen bir insanı örnek veriyor ve “bundan dolayı nasıl suyu sakıncalı
görmüyorsak, felsefeci sebebiyle de felsefeyi sakıncalı göremeyiz”18 diyor. Kimi
ehliyetsiz insanların; felsefeye yatkın olmayan insanların yanlışları sebebiyle felsefi
düşüncenin mahkûm edilmesi düşünülemez. Çünkü din bilimleri alanında da nice insan
yanlışlar yapmakta; yanlış yola sapabilmektedir. Burada sorun felsefe ile değil felsefeci
iledir. Gazali Tehafutul Felsefe değil Felāsife diyor. Yani Filozofların Tutarsızlıkları.
Elbette Gazali’nin tutarsızlıkları da ayrıca irdelenmiş ve tartışma sürüp gitmiştir.
Burada felsefenin meşruiyetini gündeme getirmekten ziyade filozof adı altında
yapıp-edilenlerin serimini yapmak daha sağlıklı bir yol gibi geliyor bize. Felsefenin
meşruiyet sorunu bize göre biraz da temsil sorunundan kaynaklanmaktadır. Felsefenin
meşruiyetini bir çatışma ekseninde gündeme getirmek hep bir karşıt üreterek var olma
tavrı olarak görünmektedir ki bu tavır, entelektüel gelişmenin önündeki en önemli
engeldir. Ayrıca bu tavır kendini görmeyi, kendi eksiklerinin farkına varmayı
engelleyerek kişinin kendini unutmasını getirecektir. Oysa felsefi düşüncenin doğasında
kendini bilmek ve kendinden yola çıkmak esastır.
Kendini ilk elde muhalif ve her şeyin merkezinde görme tavrı felsefi düşüncenin
en büyük düşmanıdır. Çünkü felsefi düşünce, anlamayı, açıklamayı ve temellendirmeyi
esas alan bir yaklaşım biçimidir. Felsefi düşünce böyle bakıldığında amaç değil araçtır.
Jaspers’in dediği gibi “felsefe yolda olmaktır”. Kendini muhalif, seçkin, ayrı ve aykırı
görmekle felsefeci olunmaz. Felsefecinin aykırı görüşleri olur ama aykırı görüşlere
sahip olmak felsefeci olmayı gerektirmez.
Bu yaklaşım felsefe yapmayı değil, aykırı görünmeyi; farklı görünmeyi; absürd
olmayı, herkese muhalif olarak yalnızlaşmayı öne aldığından daha başta felsefi
18
İbni Rüşd, Faslu’l Makāl, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985.
63
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
düşüncenin doğasına ters bir tutumu somutlaştırarak kendisini imha etme yoluna
girmiştir.
Peki, felsefeci aykırı olamaz mı? Elbette olabilir ama onun aykırılığı bir hayat
değerini öne çıkaran bir aykırılık olacaktır elbette. Diyojen, bu anlamda çok önemli bir
örnektir. Diyojen ihtiyaçların insanı köleleştirdiği gerçeğinden yola çıkarak ihtiyaçların
aza indirilmesinin bir özgürleşme hareketi olduğu vurguluyordu. Bugünün dünyasında
fazlaca ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşım değil mi bu. Kendi içinde tutarlı, kendi içinde
anlamlı, kendi içinde temelli bir yaklaşım değil mi?
Hep felsefeciye bakan insanı eksene alarak yapılan “meşruiyet krizi”
değerlendirmelerden sıyrılıp biraz da felsefeci olarak öne çıkan insanların felsefe
yanındaki duruşlarını irdelememiz gerekmez mi? Şimdi biraz da bunu irdeleyelim.
3- Mütefekkirler, Akademisyenler, İşportacılar
Günümüz felsefe ortamında birçok felsefeciye rastlıyoruz. Kantçılar, Hegelciler,
Adornocular vesaire. Bu felsefecilerin Kant, Hegel vesaire… “ne demiş, hangi
sorunumu çözmüş: hangi sorunu çözmek için Kantçı olmuşum?” tarzında soruları
kendilerine sorup sormadıkların bilmiyoruz.
Düşünce dünyasında bize göre daima üç tip insan bulunmaktadır. Bunlar
mütefekkirler, akademisyenler ve işportacılardır.
Mütefekkir, fikir üreten; insanlara belli bir bakış açısı veren, insanlara yeni
ufuklar ve düşünsel anlamda yeni açılımlar kazandıran insandır. Akademisyen ise daha
çok toparlayan, tasnif eden, biriktiren, özetleyen kimsedir. Her mütefekkir bu anlamda
bir akademisyendir, ancak her akademisyenin mütefekkir olduğunu iddia etmek güçtür.
Mütefekkir doktorsa akademisyen eczacıdır bize göre.
Bir de işportacılar vardır düşünce dünyasında. Bunlar ne ecza yapmaya, ne de
doktor olmaya niyetlidirler. Hastalıklar arttıkça doktorlara olan ihtiyaç yöneliminden
azami derecede istifade etmeye çalışmaktadırlar. Bir iki felsefi terim zikretmekle felsefe
yapıyor imajı oluşturmaya özen göstermektedirler. Piyasa kurtlarıdır bunlar. Aslında
felsefe ile ilgileri de felsefenin kimi kere gizemli bir imaj taşıyor olmasından, kimi kere
de revaçta olmasından kaynaklanmaktadır. Ki şimdilerde ikincisi daha öndedir
işportacılar için. Kısacası bunların felsefeyi gündemlerine almaları menfaat devşirmeye
dönük bir yönelimdir. Bu ya maddi bir menfaat, ya da gizemli bir imaj edinerek
toplumda kimi insanlar nazarında farklı ve seçkin bir konum edinme anlamında bir
menfaattir. Bunu açmaya çalışacağız.
64
Bülent SÖNMEZ
4-Meşruiyet Sorununda Felsefe Tarafı
a-Felsefe (ya da Felsefe kitabı sanılan) Kitaplarının Sorunları
i-Dil
Felsefeye ilgi duyan bir kişi ilk elde dil sorunu ile karşılaşmaktadır. Felsefe
alanında piyasaya sürülen kitaplar ya salt “öztürkçe”(!) kullanma endişesine, ya da girift
cümlelerin daha derinlikli olduğu yanılsamasına yaslanarak adeta içinden çıkılamaz hale
getirilmektedir. Çevirilerde daha sık rastlanmaktadır dil sorununa.
Örnekler:
“…Bir estetik buyrum bir alt-üstyapı kavramından doğar. Marx ve Engels
oldukça eytişimsel formülasyonları ile karşıtlık içinde, kavram katı bir şemaya
indirgenmiş ve bu şemalaştırma estetik için yıkıcı sonuçlar getirmiştir. Şema gerçek
olgusallık olarak özdeksel temelin ölçünleştirici bir kavramını ve özellikle bireysel
bilincin ve bilinçaltının ve bunların politik işlevlerinin özdeksel-olmayan güçlerinin
politik bir değersizleştirilmesini imler.”19
Bu ifadeler modern bir felsefe dili oluşturmaya çalışan bir çevirmenin ifadeleri.
Felsefe gibi düşünsel yönden yorucu metinleri bir de dil sorunu ile içinden
çıkılamaz hale getirenlerin neyi amaçladıklarını doğrusu anlamak oldukça zordur. Bu
alanda "Sofinin Dünyası" gibi eserlerin çok satmasını felsefi metinlerin sadeleşmesi
özlemi şeklinde de değerlendirmek mümkündür. Büyük filozofların eserleri aslında
oldukça yalın ve sadedir. Bu yüzden bir felsefe okuyucusunun yalın ve sade metinleri
seçmesini ve uyduruk bir dili anlamaya çalışma noktasında harcayacağı zamanı yabancı
dil öğrenmeye ayırmasını tavsiye ederiz. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki literatürle ilgili
bir sorun değil bizim burada bahsettiğimiz sorun. Literatür bize yabancı gelebilir. Bu bir
dil sorunu değildir asla. Felsefe öğrenmek isteyen bir kimse elbette felsefeye ilişkin
kavramları bilmek durumundadır.
Bir de klasik metinler vardır. Bu metinler bir felsefi geleneğe ait kavramları
kullandıklarından kısmen daha iyi durumdadırlar. Ancak bu da felsefe alanında ne
türden bir dil problemi yaşandığının en önemli göstergesidir.
Şimdi uzatmadan biri iki örnek verelim.
“O halde bütün diğer feylesoflar gibi fisagorcuların da sayıyı prensip olarak
kabul ederken, ona eşyanın maddesi ve onların değişmelerinin, keyfiyetlerinin illeti
olarak baktıkları görünüyor. İmdi, sayıların unsurları çift ve tektir ve filan sayı mütenahi
olduğu halde, diğer filan sayı namütenahidir. Birlik (vahdet) her ikisinin mecmuudur.
Zira o, bu iki çift ve tekten oluşan unsurlardan mürekkeptir…”20
19
20
Herbert Marcuse, Estetik Boyut, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul 1997, s.16
Aristo, Metafizik, Hilmi Ziya Ülken, 1. kitap, İstanbul 1935, s. 65.
65
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
“Demek ki akıl beşeri ameller için “vazife” dediğimiz bir nev’i vücub, bir nevi
zaruret tahakkuk ettiriyor, yapmaya mecbursun düsturunu kanun vaz’ediyor..”21
Şimdi bu metinlerden de günümüz yeni kuşağının yeterli bir biçimde istifade
edeceği şüphelidir. Gerçi bu kitapların yeni çevirileri yapılmaktadır ancak yeni çeviriler
de kavramlara tam olarak hakkını verme gibi duruştan uzak görünmektedir.
ii-Kavram Kargaşası
Felsefe kitaplarında kavram kargaşası da bulunmaktadır. Logos, intellect, ratio,
scolastik, nous gibi kavramlar gelişigüzel kullanılabilmektedir. Kimi kere töz kimi kere
öz olarak kullanılan kavram ya substantia ya essentia kavramlarını karşılamak için
kullanılmaktadır. Bu kavramlar daha önce cevher olarak ifade edilmekteydi. Cevher
kavramı zihnimizde bir anlam oluşturması bakımından bize daha yakın olmasına
rağmen bunun yerini tutacak yeni kavramlar ihdas edilmeye çalışılmasını nasıl izah
etmek gerek;bilemiyoruz?. Bir felsefi kavram belli bir gelenekle beslenir gelişir ve
oturup yerleşmesi uzun bir süre alır. Bu noktada hiç bilinmeyen töz kelimesi yerine az
çok aşina olduğumuz cevher kelimesini kullanmanın daha akıllıca olacağını ve felsefi
düşünceye daha katkı sunacağını düşünmekteyiz. Bu sadece bir örnek elbette.
Bu durum felsefe alanında gelenekten yoksun olmanın getirdiği sıkıntılar olarak
öne çıkmaktadır. Bu ülkede, ne geçmişte varolmuş felsefe geleneğinden ve dilinden
haberdar olma yolunda, ne de böyle bir gelenek oluşturma yolunda yoğun bir çaba
görünmektedir. Bunun yerine bu ülkenin felsefecilerinin bir kısmı kendilerini
Yeniçağda gelişen kimi büyük filozofların adına nispet ederek varolma çabası içine
girmektedir.
iii-Basmakalıpçılık
Felsefe alanında ortaya sürülen kitaplarda basmakalıpçılık da yaygındır.
"Ortaçağ Karanlığı", gibi ifadeler ve birçok galat-ı meşhur yıllarca tekrar edilip
durmakta; biri diğerinden farksız olan meseleler defalarca yazılıp çizilmektedir. Ortaçağ
karanlığı ifadesinin bir siyasi durumu mu bir entelektüel durumu mu tasvir ettiği merak
konusu olmaktadır. Ayrıca bir çağ’ı karanlık olarak nitelendirmek ne derece felsefi bir
yaklaşımdır onu da takdirlerinize bırakıyoruz.22 Bu da bir örnektir sadece.
21
22
66
M. Emin Erişirgil, Kant ve Felsefesi, sad. Akın Yeşilbaş, İstanbul 1997.
Ortaçağ Karanlığı yerine, Ortaçağda Kilise’nin Karanlığı denebilir belki. Ki Hobbes bir
yazısında”/Kutsal kitabın yanlış yorumlanmasından kaynaklanan Kilisenin karanlığı -Tinsel karanlıkÜzerine/ Levihatan Chapter-XLIV) tam da bu ifadeyi kullanıyor o dönemi betimlemek için. Kaldı ki
belli bir sınıfın din üzerinde tekel oluşturması belli bir çağla sınırlı olamaz. Bu, insanlık tarihinde her
dönemde görülen bir gerçektir.
Bülent SÖNMEZ
iv-Sahtecilik
Yukarıda da kısmen belirtmeye çalıştığımız gibi aslında hakikati aramaktan çok
esen rüzgârlara göre yelkenlerini açan işportacı anlayış, moda olan şeyleri menfaate
tahvil etme yolunda her fırsatı değerlendirmekten kaçınmamaktadır. Felsefeye ilginin
bulunduğu bir ortamda hiçbir felsefi boyut taşımayan eserleri felsefi kavramları
kullanarak isimlendirip piyasaya sürmektedirler. Bu eserlerdeki sahtecilik iki
boyutludur. Birincisinde eserin ismi ile içeriği arasında herhangi bir bağlantı
bulunmaması, ikincisinde işlenen konuların başlıklara uygun konular olmasına rağmen
konuyu kuşatacak derinlikten yoksun üstünkörü ele alınmış olmasıdır. Bu noktada
eserin salt bir boşluğu doldurmak amacıyla üretildiği belli olmaktadır. Böyle ürünleri iyi
bir okuyucu hemen fark edecek içerikle başlık arasındaki farkı fark etmesini bilecektir.
v-Ateizm ve Felsefe ya da Ateistler Neden Felsefeci Olarak Tanınmak
İsterler?
Felsefe okuyanlara ya da ilgilenenlere genelde ateist gözüyle bakanlar da
bulunmaktadır. Oysa yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi felsefe, belli şablon ve
kalıplardan yola çıkarak hareket etme işi değildir. Büyük filozofların birçoğunda
boyutları farklı da olsa Tanrı inancı bulunmaktadır. Tanrı inancı olan filozofları yok
saydığımızda aslında elimizde felsefe diye bir fenomenin kalacağı da şüphelidir. Bu kısa
metinde filozofların Tanrı anlayışlarını uzun uzun zikretmemize imkân
bulunmamaktadır. Zaten bu metnin amacı da bu değildir. Felsefeciye ateist olarak
bakmanın temelinde, felsefenin insanları ateizme sürüklemesi değil, ateist insanların
felsefe siperine kendilerini atma gayretkeşliği bulunmaktadır.
Burada felsefeci ateist olamaz demek istemiyoruz. Demek istediğimiz, asla
felsefe ile ciddi bir teması olmayan kimi ateist eğilimlilerin kendilerini “felsefeci”
tanımı içine sokma gayretine dikkat çekmektir. Yoksa elbette bir felsefecinin felsefi
çabaları onu ateizme götürmüş olabilir. Bu noktada ateizm de belli bir çaba ve alın teri
ile ulaşılan bir süreç olabilir. Meselenin anlaşılması için Batıda ateist olarak bildiğimiz
kimi filozofların Kutsal Kitabı ezbere denecek derece iyi bildiklerini burada zikretmekte
fayda görmekteyiz.23
Felsefi çabalar insanı ya ateizme ya da aklın sınırlı olduğu fikrine götürebilir.
Nitekim felsefe tarihinde ateist eğilimler varolduğu gibi Tanrı’yı ve dine ait kimi
23
Batıda ateist bilinmenin anlamı çoğu kere Hıristiyan teolojisi ve Kiliseyi reddetme ile alakalı olarak
öne çıkmaktadır. Kilisenin güçlü olduğu dönemlerde Batıda Kilise karşıtı her yaklaşım bir biçimde
din ve Tanrı düşmanlığı olarak algılanmıştır. Çünkü Tanrı Kilise ile somutlaşmaktaydı. Kilise
Tanrının somut görünümüydü. Bu noktada Kilise karşıtlığı elbette Tanrı karşıtlığı olarak anlaşılacaktı.
Kilise karşıtları -bu ayrıntıyı bilmeyenler tarafından- bizim kimi felsefe kitaplarında ateist filozoflar
olarak öne çıkarılmaktadır.
67
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 55 – 69
unsurları rasyonel aklın dışında tutan bir eğilim de varolmuştur. Bunu daha önce kısmen
belirtmiştik.
Hayat görüşünde Materyalist olan ve “felsefenin iflası” nı 24 ilan eden Marx’a
rağmen, kimi Marxist’in felsefeci görünmeye özen göstermesi anlamlıdır. Ayrıca hiçbir
pozitivist-materyalist insanın felsefeye dönüp bakmaması gerekiyor olmasına rağmen
felsefeyi önemsiyor görünen bir pozitivist gurup her zaman felsefe alalında boy
göstermektedir. Pozitivistler neden felsefeye bakmamalıdırlar ve onunla
ilgilenmemelidirler? Çünkü Pozitivizmin ilmihalini yazmış olan A. Comte’a göre
felsefe insan gelişim sürecinde bir alt dönemin ürünüdür. O, bu dönemi Metafizik
dönem olarak Bilim döneminden bir aşağı dönem olarak betimlemektedir. Yani
pozitivist materyalist ilerlemeci yaklaşıma inanan birisinin felsefe ile ilgilenmesi çelişik
bir durum arz etmektedir bize göre.
Yeni pozitivistler bir biçimde bu yaklaşımdan sıyrılmaya çabalamaktadırlar.
Ancak bu bile onların felsefe ili sağlıklı bir ilişki kurmalarına yetmemektedir.
Sonuç Yerine
“Felsefenin görevi varlığı kendi kendime göre değil, kendi kendine göre
anlamaktır.”
C. Levi -Strauss
a-Felsefe Okumanın Hedefi
Felsefe mutlak hakikatin araştırılması çabasıdır. Belli şablonları; basmakalıp
yargıları savunma aracı değildir. Felsefe çoğu zaman ya dini savunmak ya da dine karşı
çıkmak amacıyla kullanılmıştır. Oysa, felsefe evrensel ve şaşmaz hakikatin bulunması
çabasıdır. Bir çabadır;bir son söz değildir felsefe. Şu veya bu şeyi savunmak şu veya bu
şeye karşı çıkmak değildir onun görevi. Ayrıca hiç kimsenin felsefeye görev verme
yetkisi bulunmamaktadır. Onun görevi kendi özünde bulunmakta ve bu görevini her an
gerçekleştirmektedir.
b-Felsefe İnsanı Bocalatır ve “Kafayı” Bozar Mı?
Bocalatmaz elbette; kafayı da bozmaz. Nefes borusuna kaçan su yüzünden
boğulan birisi yüzünden suyun boğucu olduğu ve içilmemesi gerektiği sonucuna
varmak nasıl yanlışsa, felsefe okuyup da dengesi bozulan(!) kişiden yola çıkarak
felsefeyi mahkûm etmek o denli yanlıştır. Birçok insanın kabiliyetsizliği, kapasitesizliği
ve en önemlisi de felsefeye dürüstçe yaklaşmaması sebebiyle bocaladıklarını görebiliriz.
24
68
K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, İstanbul 1992.
Bülent SÖNMEZ
Okuduklarını ve öğrendiklerini hazmetmeden her alana el uzatan maymun iştahlı ve ne
aradığını bilmeyen kişilerin dengesizliği, felsefenin bozuculuğuna değil, kişilerin
yapısal eksikliklerine hamledilmelidir. Ayrıca felsefe ancak belli bir derdi olan, belli bir
sıkıntısı olan insana, yani varoluşsal kaygılar taşıyan kimseye belli bir olgunluk ve
seviye katacaktır.
c-Felsefe Okumanın Niteliği
Felsefe varoluşsal kaygılar taşıyan insanların uğraşacağı bir alandır. Felsefeyi bir
aksesuar olarak görmekle, varoluşa anlam bulma çabası olarak görmek farklıdır.
Sokrates'in ölüme giderkenki son sözleri bize ışık tutacak önemdedir.
“Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı; çocuklarım büyüdükleri zaman
Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek
olurlarsa ben sizinle nasıl uğraşmışsam siz de onlarla uğraşınız; onları cezalandırınız.
Kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem
vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl
azarlamışsam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız bana da oğullarıma da
doğruluk etmiş olursunuz. Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: Ben ölmeye,
siz yaşamaya. Hangisi daha iyi. Bunu Tanrıdan başka kimse bilmez”25
Kısacası felsefe okumayı seçen ve uğurda çaba harcayan kimselerin yürüdükleri
zemini sağlıklı değerlendirebilmeleri için en başta mütevazı olmaları ve hakikati
buldukları yerde ona sahip çıkmayı kendilerine ilke edinmeleri gerekmektedir. Çünkü
hakikate ulaşmak en temelde bir ahlaki duruşa sahip olmakla mümkün olacaktır.
Kaynakça
Aristo, Metafizik, çev. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul 1935.
Aristoteles, Nikhamakhosa Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 1998.
Çilingir, Lokman, Niçin Felsefe?, Ankara 2003.
Erişirgil, M. Emin, Kant ve Felsefesi, İstanbul 1997.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1996.
İbni Rüşd, Faslu”l Makāl, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985.
Jaspers, K., Felsefe Nedir?, Almanca’dan çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İstanbul 2003.
Marcuse, Herbert, Estetik Boyut, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul 1997.
Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul 1995.
Platon, Menon, çev. Ahmet Cevizci, Ankara 1987.
Platon, Sokrates’in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988.
Sönmez, Bülent, Peygamber ve Filozof, Ankara 2002.
25
Platon, Sokrates'in Müdafaası, çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1988, s .44.
69
YENİ İLKÖĞRETİM 6. VE 7. SINIF SOSYAL BİLGİLER
PROGRAMI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME:
ÖĞRETMEN GÖRÜŞLERİ
Nihat ŞİMŞEK
Özet / Abstract
Bu çalışmanın amacı, yeni sosyal bilgiler programı ile ilgili öğretmenlerin görüşlerini
belirlemektir. Öğretmenlere bu amaçla 31 sorudan oluşan bir anket uygulanmıştır. Çalışmada kullanılan
ön ölçeğin Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı, 0.93 olarak tespit edilmiştir. Çalışma, 2006-2007 eğitim
öğretim yılında Malatya, Elazığ, Trabzon ve Ankara illerinde toplam 139 sosyal bilgiler öğretmenine
uygulanmıştır. Araştırma ile sosyal bilgiler öğretmenlerinin, sosyal bilgiler programı hakkındaki
tutumları; cinsiyet, kıdem, mezun olunan programa, öğrenim durumlarına ve sosyal bilgiler programı
hakkında alınan seminere göre değişip değişmediğine bakılmıştır. Çalışmanın sonuçlarından;
öğretmenlerin programa yönelik tutumlarında yukarıda bahsedilen değişkenlere göre önemli bir farklılık
tespit edilememiştir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal bilgiler, sosyal bilgiler programı, öğretmen görüşleri
THE TEACHER VIEWS
ABOUT NEW SOCIAL STUDIES CURRICULUM 6th AND 7th MIDDLE COURSES
The aim of this study is to determine views of teachers about new social studies curriculum. A
survey which is comprised of 31 items, was applied to 139 social studies teachers from Malatya, Elazığ
Trabzon and Ankara in 2006-2007. The cronbach Alfa Value of the pilot study was measured as 0.93.
with this study, we tried to find out whether or not attitudes of social studies teacher about new social
studies curriculum change in connection with their gender, lenght of service, major, and the last degree
and seminer taken. Analysis of data has verified that there is no significiant difference betwen teachers’
perceptions about new social studies curriculum.
Key Words: social studies, social studies curriculum, views of teachers
Giriş
Teknoloji ve davranış bilimlerindeki yeni bulgular, öğrenenlerin yetişmesindeki
tutumunu ve öğrenme süreçlerinin gelişmesini önemli ölçüde etkilemiştir1.
İlköğretime yeni başlayan her bireyin, farklı öğrenme kapasitesine ve başarı
düzeyine sahip olduğunu dikkate almak gerekir. Bu durumda her öğrencinin

1
Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi M. R. Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi ABD.
Mcmullin, B. (2005). “Putting The Leran Back İnto Learning Technology”, II Ireland Society for
Higher education (AISHE), Retrieved October 29.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81
ihtiyaçlarına cevap verecek çok yönlü programların hazırlanmasına ihtiyaç
duyulmuştur.
Bir eğitim programının işlevsel olması; yani programda yer alan konuların ve
uygulanan etkinliklerin toplumun ihtiyaçlarına cevap vermesi, bireyin saklı olan
yeteneklerini meydana çıkarması ve geliştirmesi, esnek bazı özelliklere sahip olmasını
gerektirir. Bütün bunların yanında, bir eğitim programı ne kadar işlevsel olursa olsun,
yetersiz uygulayıcıların kötü uygulamaları nedeniyle işlevsel olma niteliğini
kaybedebilir2. Ayrıca programın etkili bir biçimde uygulanabilmesi için, uygun bir
eğitim ortamının olması, fiziki çevre, donanım, araç ve gereçlerin öğrencilerin bireysel
gelişimine katkıda bulunması gerekir.
Günümüzde dünyada yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal gelişimlerin aynısını
Türkiye’de de görmek mümkündür. Bu gelişmelerin olumlu yanları ile birlikte,
toplumsal alanda kendini hissettiren olumsuz yanları da görülebilmektedir. Sosyal
bilgiler programının amacı, bu gelişmeleri ister olumlu, isterse olumsuz olsun programa
yansıtarak, öğrencileri her türlü değişimden haberdar etmek ve onları bu değişimlere
hazırlamaktır. Bu noktadan hareketle, ilköğretim kurumlarının genel amaçları içerisinde
belki de en önemlisi, bireyi hayata ve üst öğrenime hazırlamak olarak ifade edilmiştir.
Sosyal bilgiler, vatandaşlık eğitimi programı olarak, Türk demokratik toplumundaki
sorumluluk sahibi vatandaşların görevlerine uygun amaçlar üreten ve yaşam boyu
sürecek vatandaşlık becerileri sunan bir eğitim planı olarak tanımlanmıştır3. Sosyal
bilgiler dersi, konularını günlük yaşamdan aldığına göre bireyi hayata hazırlamada ve
iyi vatandaş yetiştirmede en büyük sorumluluğu da üstlenmiştir.
Milli Eğitim Şuralarında, öğretim programlarının, öğrencilerin bilgiye ulaşma
yollarını öğrenmelerine, sorun çözme ve karar verme becerilerini geliştirmelerine
yardımcı olması gerektiği sık sık dile getirilmeklerdir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi,
dünyada yaşanan her tür gelişmeye paralel olarak, bütün programlarda da yeni
yaklaşımların benimsendiği dikkat çekmektedir. Bundan dolayı, yeni kabul edilen
sosyal bilgiler programı, davranışçı yaklaşımdan öte, bireyin deneyimlerini göz önünde
bulundurarak, hayata hazırlanmasını ve her konuda doğru karar vermesini, karşılaştığı
sorunları çözmesi konusunda destekleyici ve yaklaşım yönünden yapılandırmayı amaç
edinmiştir. Yeni programla beraber öğretmenin merkezde olduğu eski program kalıbı
terke dilmiş, öğrencinin daha aktif olduğu, etkinliklerle ders işlenmesine önem verilen
yeni bir program anlayışı kabul edilmiştir. Bu program da yapılandırmacılık, tematiklik,
öğrenci merkezlilik ve aktiflik ilkeleri esas öğe olmuştur. Yeni programın uygulanması
ayrıca çoklu zekâ sistemi ve bireysel farklılıkların dikkate alınması esasına da
2
3
72
Büyükkaaragöz, S., S. (1997). Program Geliştirme, Kuzucular Ofset, 2. Baskı, Konya.
Barth, J., ve Demirtaş, A. (1997). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretimi, YÖK-Dünya Bankası, M.E.G.,
Projesi, Ankara.
Nihat ŞİMŞEK
dayanmaktadır. Sosyal bilgiler programı, ülkemize 1940’lı yıllarda giren ünite
anlayışını da devam ettirmektedir. Ayrıca yeni program sosyal bilgiler derslerini salt
tarih, coğrafya ve vatandaşlık bilgisi ünitesi anlayışından da kurtarmaya çalışmaktadır.
Programla sosyal bilgiler dersinin içerisinde bu disiplinlerin tamamının veya ilgili
olanlarının konularının uyumlu bir şekilde monte edildiği bir ünite modeli geliştirilmeye
çalışılmıştır.
Yeni sosyal bilgiler dersi öğretim programı; kazanım, öğrenme alanı, beceri,
kavram ve değer öğretimi, etkinlik, ilişkilendirme, ara disiplinler gibi yeni
terminolojileri de gündeme getirmiştir4. İyi bir sosyal bilgiler programında bulunması
gereken özellikler şu şekilde belirlenmiştir.
 Sosyal bilgiler öğretim programı, öğrencilerin yaş, olgunluk ve ilgileri ile
doğrudan alakalı olmalıdır.
 Sosyal bilgiler öğretim programı, insan deneyimi, kültür ve inançları temsil
eden güncel ve geçerli bilgi ile ilgili olmalıdır.
 Sosyal bilgiler öğretim programı gerçek dünya ile yakından ilgili olmalıdır.
 Sosyal bilgiler öğretim programındaki hedefler; programın yönergelerine
uygun olarak açık bir şekilde ifade edilmelidir.
 Sosyal bilgiler öğretim programındaki, öğretim etkinlikleri öğrencileri
doğrudan meşgul etmeli ve onları öğretme-öğrenme sürecine etkin bir şekilde
katmalıdır.
 Sosyal bilgiler öğretim programındaki öğretme stratejileri ve öğrenme
etkinlikleri, çok çeşitli öğrenme kaynaklarına dayandırılmalıdır.
 Sosyal bilgiler programları, deneyimsel organizasyonları kolaylaştırmalıdır.
 Programların hedefleri doğrultusunda değerlendirme; faydalı, sistematik,
kapsamlı ve geçerli olmalıdır.
 Sosyal bilgiler öğretim programı, okul programının önemli bir parçası olarak
görülmeli ve desteklenmelidir5.
Araştırmanın Amacı
Araştırmanın amacı, ilköğretimin ikinci kademesinde uygulanmakta olan yeni
sosyal bilgiler programının uygulanması aşamasında var olan aksaklıkları ve programın
etkililiği ile ilgili öğretmen görüşlerine başvurmaktır. Ayrıca öğrencilere ne tür
becerilerin kazandırılması gerektiği, programın uygulanması esnasında varsa eksiklik ve
aksaklıları tespit etmek ve giderilmesine yardımcı olmaktır.
4
5
Ata, B. (2006). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Yapılandırmacı Bir Yaklaşım, (Editör:
Cemil Öztürk), Pegema Yayıncılık, Ankara.
Öztürk, C., Dilek, D. ve Diğerleri (2004). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Pegema
Yayıncılık, Ankara.
73
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81
Bu amaçlar doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevaplar aranmıştır.
1.Yeni ilköğretim 6.ve 7. sınıf sosyal bilgiler programı, Türk Milli Eğitiminin
amaçlarına uygun mudur?
2.Yeni sosyal bilgiler programı, kazanım, içerik ve sınama durumları, ölçme ve
değerlendirme ölçütleri bakımından yeterli bulunmakta mıdır?
3. Öğretmenlerin bilgileri, yeni programı uygulamak için yeterli midir?
4.Yeni sosyal bilgiler programının mevcut fiziki koşullar ve araç gereçler göz
önünde bulundurulduğunda başarıya ulaşması mümkün müdür?
Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada tarama (survey) metodu kullanılmıştır. Bu konu ile ilgili önceden
hazırlanmış anketler incelenmiş, çalışmamamıza uygun olabildiğine inanılan bazı
maddeler aynen alınarak ölçeğe dahil edilmiş, geri kalan ölçek maddeleri ise araştırmacı
tarafından oluşturulmuştur. Bu amaçla ön uygulama ölçeği öncelikle 35 maddeden
oluşturulmuştur. Oluşturulan bu ölçek ile ilgili olarak öğretmen, idareci ve alanında
uzman akademisyenlerin görüşlerine başvurulmuş, bu şekilde ölçek maddelerine son
şekli verilmeye çalışılmıştır. Ön ölçeğin geçerlik güvenirlik çalışması, Ankara ve
Zonguldak’taki değişik okullarda görev yapan 68 sosyal bilgiler öğretmenine
uygulanmıştır. Bu ölçeğin Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı, 0.93 olarak tespit
edilmiştir. Aslında aynen uygulanabilecek özellikteki bu ölçeğin 4 maddesi araştırmacı
tarafından sonradan çıkarılmış, 31 maddeden oluşan nihai bir ölçek hazırlanmıştır.
Özellikle içerik ve ifadelerin kullanımı konusunda uzmanların görüşlerine başvurularak
hazırlanan ölçek, yeni ilköğretim programının uygulandığı pilot okullar ile pilot
uygulama yapılmayan devlet okullarında görev yapan öğretmenlere araştırmacının
kendisi tarafından uygulanmıştır. Araştırmaya konu olan okullar, Ankara, Malatya,
Elazığ ve Trabzon illerinden rasgele seçilmiştir. Kullanılan anket iki bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde, öğretmenlerin kişisel bilgileri (cinsiyet, kıdem, mezun
olunan program, öğrenim durumları ve sosyal bilgiler programı hakkında alınan
seminer), ikinci bölümde ise, öğretmenlerin programa yönelik düşüncelerini ölçmeye
yarayan 31 sorudan oluşan bir anket yer almaktadır. Araştırma 139 sosyal bilgiler
öğretmenine uygulanmıştır.
Araştırmanın Önemi
Eğitim sisteminde ortaya çıkan problemlerin çözümü, ülkede izlenen milli
eğitim politikasına, okuldaki öğrencinin davranışına dönüştürmesi söz konusu olan
eğitim programlarının geliştirilmesine bağlıdır.
Eğitim programı ise, bir eğitim kurumunun çocuklar, gençler ve yetişkinler için
sağladığı, milli eğitim ve kurumun amaçlarının gerçekleştirilmesine yönelik tüm
74
Nihat ŞİMŞEK
faaliyetleri kapsayan çalımlalar olarak tanımlanmaktadır6. Eğitimde planlanmış
etkinliklerin önemi çok büyüktür. Eğitim bir bakıma kasıtlı kültürleme yolu olarak
görüldüğüne göre eğitim programlarının planlı olması gereği bu deyişle kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Öğrenenlere öğrenme yaşantıları sağlamak eğitim programları
aracılığıyla olmaktadır bu nedenle öğrenme yaşantıları eğitim programının en önemli
boyutu olmak durumundadır7. Ayrıca, eğitim programları sayesinde okulların eğitim
süresi boyunca neyi ne zamanda verecekleri kararlaştırılıp, ortaya çıkabilecek
karışıklıklarında giderilmesi sağlanmış olacaktır.
Dünyada her alanda yaşanan teknolojik ve bilimsel gelişmeler, yeni ihtiyaçların
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi, iyi eğitim almış
kendi alanında kalifiye, işgücüne olan gereksinimi arttırmıştır. Bu sayede eğitim
programlarının iyi eğitilmiş işgücünü yaratabilmesi için, insan ve çevre ihtiyaçlarına
yönelik hazırlanması, çağın ihtiyaçlarına cevap vermesi çok önemlidir.
Ülkemiz eğitim programlarının uygulayıcıları olan öğretmenlerin, çağın
ihtiyaçlarına uygun programları anlayarak uygulayabilmeleri için eğitilmelerinin
yanında, programların uygulanabilmesi için gerekli fiziki çevre koşullarının da
sağlanması gereklidir. Ayrıca uygun bir eğitim (sınıf) ortamı, gerekli araç gereçlerin
sağlanması programın etkili bir şekilde uygulanmasının en önemli diğer şartlarındandır.
Programın uygulanması sırasında karşılaşılacak problemler, programın sağlıklı
bir şekilde uygulanmasını engelleyebilir. Bu sebeple, programın etkili bir biçimde
uygulanıp uygulanmadığını anlamak için bilgi toplamak gereklidir. Çoğu program
geliştirmeci ve değerlendirmeciye göre bir programın yenilenmesinin önemli ölçüde
girdi-çıktı modeline bağlı olduğu söylenir. Ancak programın uygulanmasında istenilen
verimin elde edilmesinde de süreç çok önemlidir8. Bu nedenlerden dolayı programın
etkililiği hakkında yargıda bulunmak için, programın uygulanma sürecine ilişkin bilgi
toplamak gerekli ve önemlidir9. Bu amaçlar doğrultusunda mevcut çalışmanın yapılması
uygun görülmüştür.
Varsayımlar
Araştırmada;
1.Örneklem evreni yansıtmaktadır.
2.Veri toplama araçları, araştırmanın amacını gerçekleştirebilecek niteliktedir.
3.Öğretmenler, veri toplama araçlarına gerçek görüşleriyle yanıt vermişlerdir.
6
7
8
9
Varış, F. (1994). Eğitimde Program Geliştirme, Teori ve Teknikler, Alkım Yayıncılık, Ankara.
Demirel, Ö. (2003). Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pegema Yayıncılık, 5.
Baskı, Ankara.
Balcı, A. (2004). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeler, Pegema Yayıncılık, Ankara.
Erden, M. (1998). Eğitimde Program Değerlendirme, Anı yayıncılık, 3. Baskı, Ankara.
75
Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81
SBArD
4.Araştırmayı etkileyecek dışsal faktörlerin etkisi yok sayılmıştır
Sınırlılıklar
Araştırma;
1.İlköğretim ikinci kademesinde uygulanan sosyal bilgiler programı ile,
2. Programı uygulayan sosyal bilgiler öğretmenlerinin görüşleri ile,
3.2006-2007 eğitim öğretim yılında Ankara, Malatya, Elazığ ve Trabzon
illerinde normal program ile pilot programların uygulandığı okullar ile sınırlıdır.
Çalışmada belirlenen okullardaki sosyal bilgiler öğretmenlerinin 6. ve 7.
sınıflarda uyguladıkları yeni program ile ilgili görüşleri alınarak çıkan sonuçlar, SPSS
paket programında değerlendirilerek yorumlanmıştır.
Bulgular ve Yorumlar
Öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının sonuçları; cinsiyet, kıdem, mezun
olunan bölüm, öğrenim durumlarına ve seminere katılıp katılmadıklarına göre, tablo 1,
tablo 2, tablo 3, tablo 4 ve tablo 5’de gösterilmiştir.
Tablo 1: Öğretmenlerin Programa Yönelik Tutumlarının Cinsiyete Göre Değişimini
Gösteren t-testi Sonuçları
Cinsiyet
Kadın
Erkek
N
48
91
X
106,2500
111,3187
S
14,14289
18,82308
Sd
137
t
1.637
1.785
p
.104
.077
Öğretmenlerin programa yönelik görüşleri, tablo-1’de değerlendirilmiştir. Hem
kadın hem erkek öğretmenlerin programa yönelik görüşleri bakımından anlamlı bir
farklılık (kadın:t(137)=1.637,p.104, erkek:t(137)=1.785, p.077) bulunamamıştır.
Bu bulgular, program ile cinsiyet arasında anlamlı bir farklılığın bulunmadığı şeklinde
de yorumlanabilir. Çalışmanın sonuçlarına bakıldığında; erkek öğretmenlerin yeni
sosyal bilgiler programına yönelik tutumlarının ortalamalarının (X=111.31), kadın
öğretmenlerinin tutumlarının ortalamalarına (X=106.25) göre, daha olumlu olduğu
tespit edilmiştir. Ancak bu durum çalışmanın sonuçlarını etkileyecek boyutta değildir.
Tablo 2: Öğretmenlerin Kıdemlerine Göre Programa Yönelik Tutumlarını Gösteren
ANOVA Sonuçları
Varyansın
Kaynağı
Gruplararası
Gruplariçi
Toplam
76
Kareler
Toplamı
2760.241
39335.860
42096.101
d
34
38
Kareler
Ortalaması
4690.060
293.551
p
Anlamlı
Fark
f
2.351
.57
Nihat ŞİMŞEK
Öğretmenlerin kıdemlerine göre programa yönelik düşünceleri, tablo-2’de
verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin programa yönelik düşüncelerinde kıdeme
göre anlamlı bir farklılığın olmadığını (f(4-34)=2.351, p.057) göstermektedir. Başka
bir ifadeyle, öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri, kıdeme bağlı herhangi bir
farklılık göstermemektedir. Bu fark anlamlı olmamakla beraber, öğretmenlerin kıdem
derecelerine göre program hakkında azda olsa değişik tutumlara sahip oldukları
görülmektedir. Örneğin 1-5 yıl arası kıdeme sahip olan öğretmenlerin program
hakkındaki görüş ve tutumları (X=118.850), diğer kıdem derecelerine sahip
öğretmenlerin program ile ilgili görüş ve tutumlarına göre daha olumludur. Bu kıdem
grubunda yer alan öğretmenler dışında, 16-20 yıl arası kıdeme sahip olan öğretmenlerin
programa yönelik olumlu tutum ve düşünceye (X=115.00) sahip olan ikinci kıdem
sınıfında yer aldıkları görülmüştür. 11-15 yıl (X=107.641) ile 20 yıldan fazla kıdeme
sahip olan öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının (X=107.636) hemen hemen
aynı olduğu görülmüştür. Programla ilgili en olumsuz tutum ve düşünceye (X=106.489)
sahip grubun, 6-10 yıllık kıdeme sahip öğretmenler grubu olduğu tespit edilmiştir. Bu
verilerden ortaya çıkan sonuç, yeni göreve başlayan öğretmenlerin programa yönelik
düşünceleri ilk başta olumlu iken, yıllar geçtikçe olumsuzlaşmaktadır.
Tablo 3: Öğretmenlerin Mezun Oldukları Bölümlere Göre Programa Yönelik
Düşüncelerini Gösteren ANOVA Sonuçları
Varyansın
Kaynağı
Gruplararası
Gruplariçi
Toplam
Kareler
Toplamı
167.138
41928.963
42096.101
d
36
38
Kareler
Ortalaması
283.569
308.301
f
271
763
pAnlamlı
Fark
-
Öğretmenlerin mezun oldukları bölümlere göre sosyal bilgiler programına
yönelik düşünceleri, tablo-3’de verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin mezun
oldukları bölümlere göre sosyal bilgiler programına yönelik düşünceleri bakımından
anlamlı bir fark bulunmadığını (f(2-136)=.271, p.763) ortaya koymaktadır. Başka bir
ifadeyle, öğretmenlerin programa yönelik düşünceleri mezun olunan programa göre
anlamlı bir farklılık göstermez. Bölümler arasında herhangi bir farkın olup olmadığını
ortaya koymak amacıyla yapılan scheffe testinin sonuçlarına göre ise, tarih
programından mezun olan öğretmenlerin, sosyal bilgiler programına yönelik
düşünceleri (X=110.45), fazla bir fark olmamakla birlikte coğrafya (X=108.37) ve
sosyal bilgiler (X=108.07) programından mezun olan öğretmenlere göre daha
olumludur. Coğrafya ve sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlerin her
77
Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81
SBArD
ikisinin, anket sorularına verdikleri cevapların ortalaması hemen hemen birbirinin
aynıdır. Çok küçük bir fark olmakla birlikte, coğrafya programından mezun olan
öğretmenlerin tutumları sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlere göre
daha olumludur.
Tablo 4: Öğretmenlerin Öğrenim Durumlarına Göre Programa İlişkin Düşüncelerini
Gösteren ANOVA Sonuçları
Varyansın
Kaynağı
Gruplararası
Gruplariçi
Toplam
Kareler
Toplamı
1255.021
0841.080
42096.101
d
35
38
Kareler
Ortalaması
418.340
3
302.527
p
Anlamlı
Fark
-
f
1.383
251
Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre programa yönelik düşünceleri, tablo4’de verilmiştir. Analiz sonuçları; öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre sosyal
bilgiler programına yönelik düşünceleri bakımından anlamlı bir farkın bulunmadığını
(f(3-135)=1.383, p.251) ortaya koymaktadır. Başka bir anlatımla, öğretmenlerin
programa yönelik düşünceleri, öğrenim durumlarına göre farklılık göstermemektedir.
Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre programa yönelik düşünceleri arasında
anlamlı bir farkın olup olmadığını ortaya koymak amacıyla yapılan scheffe testinin
sonuçlarına göre; fen edebiyat fakültesinden mezun olan öğretmenlerin yeni sosyal
bilgiler programına ilişkin düşüncelerinin (X=112.68) diğer öğretmenlere göre daha
olumlu olduğu dikkati çekmiştir. Bunun dışında lisansüstü programından mezun olan
ya da bu programa devam eden öğretmenlerin tutumlarının (X=111.33), diğer gruplara
göre daha olumlu olduğu görülmüştür. Programla ilgili en olumsuz tutum içerisinde
olan öğretmen grubu ise, eğitim fakültesi (X=105.89) mezunlarıdır. Analiz sonuçlarına
göre sonradan lisans tamamlayanların programa ilişkin görüşlerinin ortalaması ise
(X=107.09) olarak ölçülmüştür.
Tablo 5: Öğretmenlerin Programla İlgili Olarak Herhangi Bir Seminere Katılıp
Katılmadıklarını Gösteren t-testi Sonuçları
Seminer
N
Alıp
Almadıkları
Evet
119
Hayır
20
X
S
sd
t
p
109.3782
110.7000
17.71143
16.30337
137
.312
.331
.755
.743
Öğretmenlerin sosyal bilgiler programı ile ilgili olarak herhangi bir seminere
katılıp katılmadıklarını gösteren analiz sonuçları, tablo-5 ‘de verilmiştir. Analiz
78
Nihat ŞİMŞEK
sonuçlarına göre, öğretmenlerin yeni programla ilgili herhangi bir seminere katılıp
katılmamalarının programla ilgili düşünceleri açısından anlamlı bir farklılık
(t(137)=.312, p.755) yaratmamıştır. İlginçtir ki programa katılmayan öğretmenlerin
tutumları (X=110.700), katılanlara göre (X=109.378) az bir fark olmakla birlikte daha
olumludur.
Sonuç ve Öneriler
Bundan önce hazırlanan eğitim programlarında benimsenen eğitim felsefesi,
esasicilik olarak kabul edilmiştir. Buna göre, öğretmen derste daha aktif, öğrenci ise
öğretmenin verdikleri ile yetinen pasif öğrenen konumundaydı. Bu durum, öğrencinin
bilgileri kalıcı bir biçimde öğrenmesini engellemekteydi. 2000 yılından sonra hazırlanan
programlar ise, ilerlemecilik eğitim felsefesine göre hazırlanmış, öğrenci diğer
programın aksine pasif konumdan aktif konuma geçmiştir. Sosyal bilgiler de dahil
olmak üzere, bütün dersler için benimsenen bu yeni program ve anlayışı, eğitimde
kaliteyi arttırdığı gibi verimliliği de arttırmıştır. Bu çalışma, programların uygulayıcıları
olan öğretmenlerin, eski program ile yeni program anlayışını kıyaslamalarına imkan
vermek, özelliklede yeni programla ilgili görüşleri almak, bu şekilde varsa eksikliklere
dikkat çekmek eksikliklerin giderilmesi için görüş belirtmek amacıyla yapılmıştır.
Çalışmada daha sonraki çalışmalara ışık tutacağına inandığımız aşağıdaki
sonuçlara ulaşılmıştır.
Bulgular incelendiğinde; öğretmenlerin yeni sosyal bilgiler programına ilişkin
görüşlerinin cinsiyete bağlı olarak farklılık göstermediği sonucuna varılmıştır. Ancak
erkek öğretmenlerin programa yönelik tutumlarının kadın öğretmenlerin tutumlarına
göre daha olumlu olduğu görülmüştür. Bu durum, programla ilgi olarak yapılan ve
bilgilendirme amaçlı hizmet içi kurslara erkek öğretmenlerin daha çok katılmaları ile
açıklanabilir.
Çalışmada elde edilen diğer bir sonuçta, öğretmenlerin kıdemleri arttıkça
programla ilgili daha önce olumlu olan tutumlarının, olumsuzlaşmaya başlamasıdır. Bu
da öğretmenlerin çalışmaya başladıkça programla ilgili gelişmeleri ne yazık ki takip
edemedikleri, ya da her ne sebeple olursa olsun, programla ilgili gelişmelere uzak
kaldıkları şeklinde yorumlanabilir.
Öğretmenlerin, mezun oldukları programlara göre de sosyal bilgiler programına
yönelik tutumlarının farklılık gösterdiği görülmüştür. Tarih programından mezun olan
öğretmenlerin, coğrafya ve sosyal bilgiler programından mezun olan öğretmenlere göre
programla ilgili gelişmeleri daha yakından takip ettikleri sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Öğrenim durumlarına bakıldığında; lisansüstü ile fen edebiyat fakültelerinden
mezun olan öğretmenlerin, diğer alanlardan mezun olan öğretmenlere göre, program ile
79
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 71 – 81
ilgili daha olumlu tutum sergiledikleri sonucu ortaya çıkmıştır. Bu durum, lisansüstü
öğrenim gören öğretmenlerin programla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeleri ile
açıklanabilir. Çalışmada, elde edilen ilginç sonuçlardan biri, programla ilgili seminer
alan öğretmenlerin, almayanlara göre program hakkında olumsuz tutum
sergilemeleridir.
Öneriler
1.Öğretmenlerin, tamamının aynı anda program değişikliklerinden yapılacak
seminerler ile haberdar edilmesi beklenemez. İllerden seçilecek öğretmenlerin sayısı
arttırılarak, var olan değişiklikler anlatılmalı, bunlarında gittikleri illerdeki öğretmenleri
bu gelişmeler hakkında bilgilendirmeleri önerilmektedir.
2.Öğretmenlerin, yeni programın içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip
olmadıkları tespit edilmiştir. Bu amaçla, öncelikli olarak öğretmenlerin yeni programın
felsefesi ve amacı hakkında bilgilendirilmeleri gerekmektedir.
3.Programlar hazırlanırken, öğretmenlerden oluşan bir komisyonunda
görüşlerine başvurulmalı, hatta öğretmenlerin komisyonda aktif olarak yer almaları
sağlanmalıdır.
4.Hizmet içi kurslara tabii tutulan erkek ve kadın öğretmen oranının birbirine
eşit, olmuyorsa yakın olmasına dikkat edilmelidir.
5.Programlar, bölgeler arası gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurularak
bölgelerin ilgi ve ihtiyaçlarına hitap edecek biçimde hazırlanmasına dikkat edilmelidir.
Kaynakça
Mcmullin, B. (2005). “Putting The Leran Back İnto Learning Technology”, II Ireland
Society for Higher Education (AISHE), Retrieved October 29.
Büyükkaaragöz, S., S. (1997). Program Geliştirme, Kuzucular Ofset, 2. Baskı, Konya.
Barth, J., ve Demirtaş, A. (1997). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretimi, YÖK-Dünya
Bankası, M.E.G., Projesi, Ankara.
Ata, B. (2006). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, Yapılandırmacı Bir Yaklaşım
(Editör: Cemil Öztürk), Pegema Yayıncılık, Ankara.
Öztürk, C., Dilek, D. Ve Diğerleri (2004). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi,
Pegema Yayıncılık, Ankara.
Varış, F. (1976). Eğitimde Program Geliştirme, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Yayınları, Ankara.
Varış, F. (1994). Eğitimde Program Geliştirme, Teori ve Teknikler, Alkım Yayıncılık,
Ankara .
80
Nihat ŞİMŞEK
Demirel, Ö. (2003). Kuramdan Uygulamaya Eğitimde Program Geliştirme, Pegema
Yayıncılık, 5. Baskı, Ankara.
Balcı, A. (2004). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem Teknik ve İlkeler, Pegema
Yayıncılık, Ankara.
Erden, M. (1998). Eğitimde Program Değerlendirme, Anı yayıncılık, 3. Baskı, Ankara.
81
GOETHE ÖRNEĞİNDE EDEBİYATTA ÖZGÜNLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ
VE TÜRK EDEBİYATI
Sabri EYİGÜN
Özet / Zusammenfassung
Dünya edebiyatına mal olmuş Avrupalı yazar ve şairlerin birçok ortak özellikleri vardır. Bunların
başında her şeyden önce kendi uluslarının kültürünü özümseyip içselleştirmiş olmaları ve daha sonra da
diğer ulusların düşünsel ve kültürel birikimlerinden yararlanıp, bunu kendi kültürel potaları içinde
eritmeleri gelir. Avrupalı yazarlar böylece ele aldıkları konuyu evrensel boyuta taşıyarak dünya
edebiyatını oluşturmuşlardır. Bu guruba giren Avrupalı yazarların başında ise hiç şüphesiz Goethe gelir.
Çünkü Goethe’nin yabancı olanı ulusal olanla bütünleştirmekle öncelikle Alman edebiyatını dünya
edebiyatına açtığı görülür. Bu bakımdan Goethe örneği, bize edebiyatta özgünlüğün ölçüsünün olduğunu
da göstermektedir.
Bu çalışma, analitik bir yöntemle, Goethe’nin Alman edebiyatının özgünlüğünü koruyarak nasıl
dünya edebiyatıyla bütünleştirdiğini göstermeyi ve bundan yola çıkarak Türk edebiyatının dünya
edebiyatına açılmasının ve özgünlüğünü korumasının ölçütünü saptamayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Goethe, Kutupluluk, Dünya Edebiyatı, Edebiyatta Özgünlük, Avrupalı
Yazarlar
MASSSTAB DER EIGENHEIET IN DER LITERATUR AM BEISPIEL VON GOETHE UND DIE
TURKISCHE LITERATUR
Die weltberühmten europäischen Autoren und Schriftsteller, welche bei der Entstehung der
Weltliteratur einen großen Beitrag geleistet haben, sind dessen bewusst, dass sie eine solche Leistung erst
schaffen können, wenn sie zuerst ihre eigenen kulturellen Werte richtig näher kennen lernen und
verinnerlichen und dann die geistlichen und kulturellen Werke der anderen Nationen untersuchen können.
Denn, dadurch gelingt es einem Autor, das Fremde im Interesse seiner eigenen Kultur zu Eigen zu
machen.
Goethe zählt auch zu diesen bedeutendsten Autoren. Denn er eröffnete die Tür der deutschen
Literatur durch diese Art der Synthese in die Weltliteratur. Daher zeigen Goethes Werke uns ganz
deutlich, was das wichtige Kriterium der Eigenheit in der Literatur sein soll.
Diese Untersuchung zielt vor allem darauf, durch die analytische Methode zu zeigen, wie
Goethe die deutsche Literatur zu einer Weltliteratur verwandelt hat, wobei er ihre Eigenheit bewahrt, und
wie man das gleiche Kriterium der türkischen Literatur übertragen kann.
Schlüsselwörter: Goethe, Dualität, Weltliteratur, Maßstab in der Literatur, Europäische
Autoren.

Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı.
seyigun@dicle.edu.tr
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88
Giriş:
Edebiyat bilimine Dünya Edebiyatı kavramını sokan Goethe’yi everenselliğe
ulaştıran ana felsefe kutupluluk ilkesidir. Goethe “dünyayı bütünlüğü içinde kabul
etmekteydi. Bu bütünlük, ona göre kutupsal bir ritimden oluşur: Ben ve dünya, nefes
almak ve vermek gibi” (Trunz 1978: 152). Goethe, bunu bir şiirinde şöyle dile getirir:
“İki çeşit rahmettir, nefes almak: Havayı çekmek ve boşaltmak, Biri sıkıştırır, diğeri
rahatlatır; Böyle harika olan şey işte hayattır” (Goethe 1978:152).1 Konuya Goethe’nin
ortaya attığı Dünya Edebiyatı kavramı ışığında yaklaştığımızda ‘kutupluluk ilkesi’ onun
için ayrıca biz ve onlar, Doğu ve Batı kültürlerinin bütünlüğü anlamına gelir.
Goethe’yi kutupluluk felsefesi ışığında anlamaya çalıştığımızda, onun hiçbir
kültürü doğrudan yadsımadığını görürüz. Ancak bununla beraber, bütünlük ilkesi içinde
algıladığı karşıt dünyaların kültürel değerlerini daha çok Alman kültürel dünyası içinde
erittikten sonra evrensele ulaştırdığı görülür. Yani o, karşıtların bütünlüğündeki ritmi
yakalar. Bu ritim ise, öncelikle Alman ruhudur. Bunun için işe önce Alman kültür
dünyasını çok iyi tanımakla başlar. Örneğin, ‘Wilhelm Meister’ eserini ve orada arka
planda yürütülen entrikaları anlatabilmek için, en sırdan Alman halk edebiyatı
eserlerine kadar bir yığın kitabı ve hatta trivial edebiyatı dahi incelemiştir. Yani
öncellikle kendi kültürünü çok iyi özümsemiştir. Yazar, bundan sonra Doğu ve Batı
edebiyatlarını inceleyip, bunlardan konu, biçim ve motif açısından yararlanmıştır.
Örneğin bu bağlamda bütün eski Yunan ve Roma filozoflarının hepsini okumuştur.
Shakespear’in Saray dramlarını, Lessing’in sanat kavramını okuyup, diğer düşünürlerin
bilgilerinden her zaman faydalanmıştır. Kısaca Türk Divan Edebiyatı’na kadar tüm
dünya edebiyatlarını incelemiştir. Yaklaşık 200.000 kelime hazinesine yoksa nasıl
ulaşmış olabilir ki?
Goethe’nin eserleri bu yolla her boyutta geniş bir düşünsel birikimin ürünleri
haline geldi. Yazar böylece başta kendi ulusu tarafından kabul gördü, sonra da
evrenselliğe ulaştı. Bundan dolayı Goethe’nin ortay koyduğu yapıtlar, evrenselliklerine
ve tüm etkileşimlere rağmen, kendi ulusunun ruhsal dünyasını yansıtır. Bunun en iyi
örneğini, Goethe’nin tüm dünyada, Alman edebiyatının simgesi haline gelen Die
Leiden des Jungen Werthers (Genç Werther’in Acıları) romanı oluşturur. Bilindiği gibi
1
Im Atemholen sind zweierlei Gnaden:
Die Luft einziehen, sich ihrer entladen.
Jenes bedrängt, dieses erfrischt;
So wunderbar ist das Leben gemischt.
Du danke Gott, wenn er dich presst,
Und dank’ ihm, wenn er dich wieder entlässt.“
84
Sabri EYİGÜN
Werther romanın ilham kaynağı İngiliz romancı Richardson’un Pamela adlı mektup
romanı ile Fransızların ünlü yazar ve düşünürü Rousseau’nun Nouvelle Héloise adlı
eseri ile (Trunz 1978: 166) Türkçeye Bir Gezginin Düşleri olarak çevrilen eserleridir.
Ama Goethe, bunları kendi kültürü içinde özümseyip yansıttığı için, Werther sayesinde
Alman Edebiyatı içinde bir Goethe Geleneği yaratmış ve tüm dünyaya Alman
edebiyatının kapılarını açmıştır. Ondan önceki mektup romanlarında birden çok kişi
mektuplaşırken, Goethe’nin romanında tek kişinin arkadaşına gönderdiği mektuplar var.
Reusseau’nun toplumdan kaçıp doğa ile baş başa yaşadığı inziva hayatı, yalnızlık
duyguları ve doğa sevgisi Werther’in yaşamıyla aslında çok örtüşür. Yani Goethe büyük
ölçüde Rousseau’dan etkilenmiştir. Örneğin Werther de büyük kentin yarattığı ruhsal
çöküntüden doğaya kaçarak Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir. Ama eserdeki
dramatik bir formda olayların gelişimi, sonunda bir felaketle sonuçlanması ve burjuva
yaşamından canlı, ruh tahlilleri, etkileyici anlatım gibi öğeler bütünüyle Goethe’nin
kendi buluşudur. Daha bunlar gibi daha başka birçok özellik vardı ki, bunlar bütünüyle
Goethe’ye özgü bir üretkenliğin sonucudur. Çünkü o her zaman yazarın kendine özgü
üretkenliğini ön plana çıkaran ve bu sayede var olan bir yazardı. Nitekim Goethe Tagund Jahreshefte adlı eserinde Hafız’ın şiirlerinden söz ederken bir taraftan bunları
mükemmel şiirler diye adlandırır, diğer taraftan da bunlardan etkilenmemek için daha
“üretken olması gereğinden” (Goethe 1962: 210) söz eder.
Edebiyat dünyasına Dünya Edebiyatı gibi bir kavramı kazandıran ve bunun
gereklerini de uygulayan Goethe, bu yolla aynı zamanda Alman edebiyatının da dünya
edebiyatına açmıştır. Evrenselliği, ulusallığını ortadan kaldırmamış, aksine ona güç
vermiştir. Çünkü Goethe, gerçi bilinen anlamda milliyetçi değildi, ama buna rağmen her
şeyden önce kendi ulusal kültürünü temel almış bir yazardır. Dünya Edebiyatı kavramı
içinde birinci derecede Alman kültürünü, ikinci derece de ise Avrupa kültürünü tüm
kültürlerin temeli kabul etmiştir. Bundan dolayı, rahatlıkla diyebiliriz ki, Goethe
öncelikle kendi kültürünü yansıtır. Eserlerinde Alman olmayan kişi ve felsefeleri konu
etse bile, bunlarda da yine Alman edebiyatı ve Alman düşüncesinin vurgulanması ön
plandadır. Bir başka anlatımla, Goethe’nin eserlerinde evrensel olanla ulusal olanın,
ulusal olandan yana, bütünleşmesi söz konusudur.
Böylesine, ulusal kültürüne önem veren bir yazar, başka olanın içindeki güzeli,
iyiyi, kendi kültürel dünyası içinde eriterek verir. Anlattığı başka bir kültür öğesi ise,
yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, bunda da amacın doğrudan o kültürü
yansıtmak olduğu söylenemez. Yazarı, başka olanı anlatmaya götüren etkenlerin
başında özetle dört ana düşüncenin ön planda olduğu görülür.2
2
Bu sınıflandırmayı daha da genişletebilir ve ya daraltabiliriz.
85
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88
Birincisi: Alman dili aracılığıyla diğer ulusların evrensele ulaşmış kişi ve
değerlerini anlatarak onlara bir Alman bakış açısı kazandırmaktır. Anlattıkları, hangi
ulusa ait olursa olsun, özümsenip, Goethe’ye özgü bir bakış açısıyla yeniden yazılmıştır.
Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nı okuyan bir insan, Doğu kadar Batı’yı da tanır. Burada,
Doğu’yu Alman insanının bakış açsıyla görür ki, bu da ona yine Batı insanını daha iyi
yorumlama olanağı verir. Örneğin, Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nda anlattığı şiirlerin
kaynağı “Goethe’nin genç, güzel ve kültürlü bir kadın olan Marianne von Willemer’e
karşı beslediği duygulardır” (Aytaç 1983: 167). Burada Suleika, aslında Marianne’dir.
Hatemi’nin kişiliğinde ise, Goethe kendisini anlatmıştır. Goethe, şiirlerinde İranlı şair
Hafız’ın Farsça gazellerini zaman zaman biçimsel olarak taklit ettiği görülüyorsa da,
tüm yapıt boyunca kendi bireysel biçim ve özgünlüğünü, sanat anlayışını korumuştur.
İkincisi: Batı ve Doğu arasında bir köprü kurmak, her iki dünyanın düşünce
biçimini ve sanatını birbirine yakınlaştırmaktır.
Üçüncüsü: Goethe, Doğu dünyası ile yakından ilgilenerek birçok çağdaşı gibi,
kendisine ve sanatına yeni bir ufuk açmıştır. Batı-Doğu Divanı (1819) Goethe’ye Doğu
dünyasının kapılarını açan en önemli etkenlerin başında gelir. Yalnız Doğu insanı değil,
Almanlar da onu, dünya edebiyatı ile bütünleşmesinden ve onu yorumlamasından sonra
daha çok tanır. O döneme ait istatistikler bunu kanıtlamaktadır. 1787/90 yılları arasında
Goethe’nin 8 cilt halinde basılan yapıtlarına yayın öncesinde ancak 600 talep söz
konusudur. Tek parça olarak yayımlanan yapıtlarında ise bu oran çok daha düşüktür.
Örneğin, 17 Clavigo, 20 Götz von Berlichengen, 312 Iphigenie, 377 Egmont, 262
Werther satılmıştır. Wallenstein iki ayrı yerde birden basılmasına karşın, yayım
tarihinden iki ay sonra ancak 3.500’e ulaşmıştır.
Dördüncüsü: Dünya edebiyatının kalburüstü yazar ve yapıtlarını anlatırken,
Alman sanat dünyasından konu ve motifleri de beraber işleyerek okuyucuya
karşılaştırma olanağı vermektedir. Örneğin, Goethe 1971/72 yılında iki methiye kaleme
alır. Bunlardan birincisi Shakspeare’dir. Diğeri ise Alman mimari sanatının ustaları ve
yapıtlarıdır. Bunlar Erwin von Steinbach’ın katedrali ve Dürer’in gravürleridir.
Görülüyor ki, Shakspeare ile birlikte Alman sanatı anlatılarak, bir anlamda ikisi de
eşdeğer gösterilir. Bu gerçek, yazarın Antik-Yunan-Roma ve Hıristiyanlık kültür
mirasından yararlanarak yazdığı diğer yapıtları için de geçerlidir.
Görüldüğü gibi, Goethe dünya edebiyatına açılmakla ulusların birbirini
tanımasına katkıda bulunmakla beraber, özellikle de kendi kültürüne hizmeti
amaçlamıştır. Alman edebiyatının Marksist çizgideki öncü yazarlarından Bertold
Brecht, Goethe ve diğer klasik Alman yazarların bu hizmetini takdirle karşılar ve şunları
söyler: “Alman klasiklerin kozmopolitik olduklarını inkâr etmenin hiçbir anlamı yoktur.
Kozmopolitizm ulusal konuları işlemeye, ulusal tiyatroda anlatmaya hiç de engel
değildir. (...) Modern kozmopolitizmin Alman klasikleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar
86
Sabri EYİGÜN
ulusal kültürü yok edip yerine monopolün soyut yararlılığını koruyorlar.” Brechte göre,
“Gerçek uluslar arası yapıtlar aslında ulusal yapıtlardır. Gerçek ulusal yapıtlar ise
uluslar arası eğilim ve yeniliklere açık olanlardır” (Brecht 1969:234).
Türk edebiyatının bugünkü durumuna baktığımızda son dönem bazı
yazarlarımızda görülen gelişmeleri dikkate almazsak Goethe’nin yapıtlarında
gözlemlediğimiz anlamda evrensel olanla ulusal olanın, ulusal olandan yana,
bütünleşmesinden söz edemeyiz.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, her şeyden önce, dünya edebiyatları ile
etkileşimden doğacak zenginliğin ulusal edebiyata istenilen düzeyde yansıtılmamasıdır.
Yapıtlar genellikle Doğu ve Batı kültürlerinin etkisi altında kalmış, etkisi altında kaldığı
kültür dünyası içinde boğul gitmiştir.
Diğer bir nedeni ise, belki de en önemlisi Türk kültür tarihinin sahip olduğu çok
geniş kültür değerlerinin içinde var olan evrenselin, sanat yapıtlarıyla dünyaya
duyurulmamasıdır.
Bunun bir an önce aşılması gerekir. Aksi takdirde, Türk edebiyatı Fransız yazar
ve düşünürü Mme de Stael’in bundan yaklaşık iki yüz yıl önce saptadığı tehlikenin
içinden çıkamaz. Stael’, Edebiyata Dair adlı yapıtında, bir ülkede ulusal edebiyatın
kendi köklerinden beslenmediği zaman nasıl da yıkılmaya ve başka kültürlerin
hâkimiyeti altına girmeye mahkûm olacağını ve dolayısıyla ulusal ruhunu kaybetme
tehlikesi içinde bulunacağını vurgular:
“Bir edebiyatın birçok komşu milletlerin edebiyatından daha geç gelişmesi de,
onun için bir kayıptır. Çünkü bu takdirde daha önce mevcut olan edebiyatlar (...) çoğu
zaman milli dehanın yerini alır”(De Mme1967: 221).
Türkiye’de ulusal dehanın kaybolmaması için özgün yapıtlara gereksinim var.
Doğu ve Batı kültürlerinin özümsenerek Türk kültürü içinde, taklitçiliğe kaçmadan
özgün yapıtlarla sunulması Türk kültürünü dünyaya daha iyi tanıtacaktır. Ayrıca Türk
ulusunun önünün açılmasına da yardımcı olacaktır. Böyle bir oluşum içinde bulunan bir
Türk edebiyatı, yalnızca diğer ulusların açtığı yolda onların arkasından gitmek yerine,
Türk kültürü ile sanatın verdiği sonsuz özgürlüğü ve sanatçının ilham duyarlılığını
birleştirecek, evrensel sanata yeni soluklar getirecektir.
Kemal Tahir bu konuda Türk romancısının işinin zor olduğunu söyler. Ona göre
Türk toplumunun tarih içinde oluşan sosyal ve kültürel verileri, Batı toplumlarında
olduğu gibi, daha önceden sistematik bir biçimde incelenip sanatçıya sunulmamıştır.
Bundan dolayı Kemal Tahir, Türk sanatçıların Batı toplumlarındaki kadar rahat
olmadıklarına inanır (Bkz.Yavuz 1977: 127-145). Oysaki Kemal Tahir’in sözünü ettiği
durum, sanatçı için kurmaca bir dünyada daha fazla özgürlük verebilir. Sanatçı kendi
perspektifinden konuyu evrensele taşıyabilir.
87
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 83 – 88
Özgün sanat yapıtlarının yaratılması için, Türk kültür dünyasının sahip olduğu
kendine özgü motifler ve kendi tarihi inkâr edilmez bir gerçek. Türkiye bu anlamda çok
az ülkenin kültürel yapısının sunabileceği zenginlikte olanaklar sunuyor roman ve öykü
yazarına. Bunu, konu bağlamında Türkiye’nin yaşadığı toplumsal devingenlikle
birleştirerek evrensele ulaştırmak, Türk edebiyatına ve Türk yazarlara yeni ufuklar
açacaktır.
Kaynakça
Aytaç, Gürsel (1983). Yeni Alman Edebiyatı Tarihi. Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları.
Brecht, Bertold (1960). Über Realismus. Leipzig: Reclam.
Goethe, Johann Wolfgang (1987). Die Leiden des jungen Werther. München: Dt.
Verlag.
Goethe, Johann Wolfgang (1962). Tag- und Jahreshefte. München: Dt. Verlag.
Staél, de Mme(1967). Edebiyata Dair, çev. Safiye Hatay-Vahdi Hatay. Ankara: Milli
Eiğitim bakanlığı Yayınları.
Turnz, Erich (1978). Nachwort. İn Johann Wolfgang Goethe. Die Leiden des jungen
Werther. München: Dt. Verlag.
Yavuz, Hilmi(1977). Roman Kavramı ve Türk Romanı. Bir Roman Kuramcısı Olarak
Kemal Tahir ll. İstanbul: Milli Eğitim bakanlığı Yayınları.
88
YENİ ROMAN’DA
KAHRAMAN VE OLAY ÖRGÜSÜ’NÜN ALDIĞI YENİ BİÇİMLER
Hüseyin YAŞAR
Özet / Résumé
1950’li yılların edebi akımlarından olan Yeni Roman, adından da anlaşılacağı gibi yalnızca
roman türüne yönelik bir yaklaşımdır. Söz konusu kuram, 19. yüzyılın geleneksel romanındaki kahraman
profilini ve olay örgüsünü tamamıyla reddeder. Kahraman romanın her şeyi olmaktan çıkar, silik ve
belirsiz bir hal alır. Olay örgüsü ise neden sonuç ilişkisi içerisinde birbirine bağlı olaylar halkasından
ziyade anlatıcının betimlediği bir hal alır. Çalışmamız, daha çok, söz konusu akımın önemli
kuramcılarından Alain Robbe-Grillet’nin bakış açısıyla ‘Yeni Roman’daki kahraman olgusunu ve olay
örgüsünü edebiyat bilimi ışığında araştırmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Geleneksel Roman, Yeni Roman, Robbe-Grillet, Kahraman, Olay Örgüsü.
LA NOUVELLE MANIERE DU PERSONNAGE ET DE L’INTRGUE DANS “NOUVEAU ROMAN”
L’un des Courants Littéraires des années 1950, Le Nouveau Roman s’intéresse notamment au
roman. Ce nouveau courant rejette absulement le personnage et l’intrigue du roman traditionnel du 19.
ème siècle. Personnage du Nouveau Roman n’est plus le tout du roman, il devient effacé et imperceptible.
L’intrigue, elle aussi, est désormais la description que le narrateur décrit. Dans notre travail, nous allons
essayer de définir le personnage et la narration du Nouveau Roman par les avis de Robbe-Grillet, grand
théoricien du Nouveau Roman.
Mots-Clefs: Roman Traditionnel, Nouveau Roman, Robbe-Grillet, Personnage, intrigue.
Giriş
Geçtiğimiz yüzyılı edebiyat tarihi açısından karakterize etmek çok zordur. 20.
yüzyıl, bir roman, bir şiir yüzyılı, bir düşünce, eylem ve yenilik yüzyılı olduğu gibi
coşku ile ümitsizliğin ve başkaldırının bir arada bulunduğu bir yüzyıldır. Zira, bu
dönem yeni keşiflerin olduğu, her şeyin yeniden tartışıldığı, gözden geçirildiği bir
dönemdir. Tüm bunlar, edebi türlerin biçim ve içerik açısından değişmesini de
beraberinde getirir.
Hem yazınsal hem de sosyal kuramların bol olduğu bu yüzyılın en önemli
kuramları Dadaizm, Surrealizm, Existentialism ve Yeni Roman (Nouveau Roman) gibi
yazınsal sanat kuramlarıdır. Bu dönemde roman çok çeşitlilik arz eder. Özellikle
Fransa’da varoluşçu roman ve dilin sadeliği ile ilgili büyük gelişmeler meydana gelir;

Arş. Gör., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı.
hyasar@dicle.edu.tr
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96
Ancak Jacques Lorant, Roger Nimier ve bir grup genç yazar varoluşçu romana karşı bir
saldırı başlatırlar. Amaçları absurde ve ümitsizlik edebiyatının aşırılıklarını protesto
etmektir. Bunun dışında Jean Giono da başta Colline olmak üzere romanlarıyla
Stendhal’ın roman anlayışına geri dönüş yapar. Ancak, bu yeni neo-classique tutum kısa
sürer ve bu yüzyılda ortaya çıkan birden fazla edebi akım arasında, etkisi bir anlık
saman alevi gibi olmaktan öteye gidemez.
Ancak bütün bu girişimler Marcel Proust’tan bu yana süre gelen romandaki
değişimi engelleyemez. Zira değişim artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu süreç içinde
edebiyat dünyasını en çok etkileyen akım Le Nouveau Roman yani Yeni Roman akımı
olur.
Yeni Roman, 1950’li yıllarda geleneksel romana bir tepki olarak doğar. Bu tepki
bütün yazarlarda aynı gibi görünse de içinde farklı eğilimleri, girişimleri barındıran
geleceğe açık bir edebi akımdır. Nathalie Sarraute, Michel Butor, Claude Simon,
Margurite Duras ve Alain Robbe-Grillet gibi ünlü simaların temsilciliğini yaptığı bu
akımın çok sayıdaki romanlarının ortak özelliği, roman sorunu üzerine gazete ve
dergilerde çok sayıda eleştiri ve tartışmalara neden olmalarıdır. Bu haliyle Yeni Roman
bir roman kuramı olmaktan ziyade yapılan görüşmeler, yorumlar sırasında ortaya çıkan
bir kuramlar bütünüdür.
Bu ifadelerden hareketle, Yeni Roman kuramı çerçevesinde yazılan eserlerin
hepsini aynı çatı altında toplamak doğru olmaz. Bu eserlerin en belirgin ortak özellikleri
Bernard Pingaud’nun ifadesiyle, L’Ecole de Refus yani reddediş romanı olmalarıdır:
“Onların aynı amaçları yok, aynı reddiyeleri var”1. Bu reddediş, romanın geleneksel
temel yapısı olan “olay örgüsü, zaman, mekan, kahraman gibi öğelerinin”2, kısacası
şimdiye kadar romanı oluşturan bütün öğelerin reddedilişi olarak ortaya çıkar. Bu aynı
zamanda, çağımızın duyarlılığına uygun yeni roman tür ve biçimlerini keşfetme
isteğidir. Zira Yeni Roman bildirilerinin çoğunun temelinde şu gerçek yatıyor: Edebiyat
bir yenileme ve tartışma dönemi geçiriyor. Yeni romancılara göre “yeni yollar
keşfetmek ve Joyce, Dostoyevski veya Kafka’nın açtıkları çığırda daha fazla ileri
gitmek gerekiyor”3. Bu açıdan bakıldığında, Yeni Roman geleceğin romanının bir
laboratuvarı, romanı bir araştırma ve reddiye diye tanımlayan bir girişim olarak
nitelendirilebilir.
İşte bu düşünceyi en canlı ve diri tutan Alain Robbe-Grillet’dır. Ona göre
Flaubert tarzı yazmak için 1850 veya Stendhal tarzı yazmak için 1830’lu yıllarda
olmak gerekir. Üstelik birisini Stendhal gibi yazıyor diye övmek, yazara haksızlık olur.
1
2
3
90
Bernard Pingaud, Le Nouveau Roman, école du refus. İçinde: Michel Raimond (1969), Le Roman
depuis la Révolution, Librairie Armand Colin, s. 347, Paris, s. 347.
Sabri Eyigün (2003), Edebiyatta Politik Roman. Aktif Yayınları, İstanbul, s. 41.
Michel Raimond (1969), Le Roman Depuis La Révolution, Librairie Armond Colin, Paris., s. 221.
Hüseyin YAŞAR
Zira, böyle bir beceri hayran olmaya değmediği gibi sanıldığı kadar zor da değildir. Bu
konuda Grillet: “Bir yazar, pek ustaca bir benzek (pastiche), hatta Stendhal’ın bile
imzalayacağı ölçüde ustaca bir benzek yaratsa, Charles zamanındakini andıran
sayfalar döktürse, yine de bir değeri olmaz bunların”4 diyerek her romancının kendi
çağının ürünü olduğuna işaret eder.
Ortak amaçları olmayan ancak ortak reddiyeleri olan bu yeni oluşumu Grillet, Le
Figaro littéraire’in 29 Mart 1958 sayısında “Her birimizin farklı şahsi pozitif yönlerimiz
var. Belli sayıdaki romancının bir grup oluşturmuş gibi görünmeleri, bu daha ziyade
geleneksel romana yönelttikleri ortak reddiyeler ve negatif öğelerdendir”5 şeklinde
nitelendirir. Jean Paul Sartre ise, Yeni Roman hakkında Sarraute’un “Portrait d’un
inconnu” adlı eserinin önsözünde şöyle der: “Bu acayip, yeni ve sınıflandırması güç
eserler roman türünün zayıflığına işaret etmiyorlar(... )sadece bir tepki çağında
yaşadığımıza ve romanın kendi üzerinde derin düşünmekte olduğuna işaret ediyorlar”6.
Claude Simon da Le Palace adlı eserini yazmadan önce, kitabında herhangi bir iddiayı
ispatlamak niyetiyle yola çıkmadığını savunur: (Les Nouvelles littéraires 26 janvier
1961) “Yazacağım romanımın neyden, nasıl olacağını söylemek kesinlikle bana
imkansız geliyor. Şunu ispatlamak isteyen...., ortaya koymaya.., göstermeye çalışan
herhangi bir “klasik” yazar değilim. Ne bir şeyi ispatlamaya ne de göstermek
istiyorum, sadece yazmam boyunca düzenli olarak beliren sensoriel izlenimlerin
tercümanı oluyorum. Bu eser kendi kendine yapılanacak bir kitaptır”7. Yazarın bu
sözleri yeni romancılar ile geleneksel romancıların roman yazarken hareket noktalarının
ne kadar farklı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir.
Her ne kadar Grillet, romanla ilgili düşüncelerini aktardığı her yazının başında
kendisinin bir roman kuramcısı olmadığını belirtse de bütün eleştirmenler onu yeni
romanın teorisyeni olarak görürler. Bu konuda: “Gördüğünüz gibi, bir kuram ortaya
atmak değil amacım. Geleceğin kitaplarını dökmek üzere uygun kalıp hazırlamayı da
düşünmüyorum zaten her yeni kitap, değişmez biçimleri aşarak, hem kendi yasalarını
kurar, hem de onların yıkımını hazırlar” der8. Bunun sebebi ise Grillet’nin yaptığı işin
ne kadar zor olduğunun farkında olmasıdır. Zira okurlardan tutun yayıncılara kadar
herkes o dönemde alışılmadık, yeni seslere, biçimlere karşı çıkıyor ve onlarla mücadele
etmekten geri durmuyor.
Robbe-Grillet, söz konusu konuya dair yeni görüşlerini ve makalelerini topladığı
“Pour un nouveau roman” adlı eserinde: “Her artist kendine has dünyanın kendine ait
4
5
6
7
8
Alain Robbe-Grillet (1981), Yeni Roman, çev. Asım Bezirci, İstanbul, s. 29.
J. H. Matthews (1964), Un Nouveau Roman? Lettres Modernes, Paris, s. 9.
J. H. Matthews (1964), age, s. 9.
J. H. Matthews (1964), age, s. 8-9.
Alain Robbe-Grillet (1981), age , s. 31.
91
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96
şekillerini yaratmak zorunda”9 diyerek bu yeni akımın kaçınılmaz olduğunu bir kez
daha dile getirir.
Yeni Romanda Kahraman
19. yüzyıl Fransız romanlarında özellikle Balzac’ta geleneksel kişi ve hikâye
kavramları toplumun belli bir görüşüne ve insanın kaderine bağlanmıştır. Bu iki unsur
roman kahramanına ve anlatı tekniğine belli bir şekil vermiştir. Örneğin geleneksel
romandaki kahramanın bir ismi, cismi, unvanı önemli bir fonksiyonu vardır. Bunlara,
Balzac’ın romanlarındaki kahramanların önemli derecede mal varlığına sahip olmaları
da eklenebilir. Dolayısıyla, kahraman, toplumun belli bir kesimini temsil eden bir öğe
durumundadır.
Grillet’nin ve İşler’in bu konuya dair ifadeleri yukarıda sunulan düşüncelerimiz
ile paralellik arz etmektedir. Grillet, geleneksel romandaki kahramanın ünlü olmasına
dikkat çeker: “Balzac’in burjuvaları zamanında bir ad taşımak elbette çok önemliydi bu
çağda. Kişiliği yansıtan bir yüze sahip olmak her türlü araştırmanın hem aracı hem de
sonucu idi”10. Ertuğrul İşler ise kahraman ile olay örgüsündeki hayati önemi üzerinde
durur: “Kişi romanın her şeyidir. O kadar güçlüdür ki, birçok geleneksel roman adını
kişilerden alır. (Madame Bovary, Eugénie Grandet, (…) v.b.) Kişiyi romandan alıp
çıkardığınız zaman geriye hiçbir şey kalmaz. Yerine bir başkasını koyamazsınız. Yeri
doldurulamaz. Geleneksel romancı bu tutumuyla, romanlarında hep bir başkişi, bir
başkahraman ya da kahramanlar yaratmıştır”11.
Kahramanda, bireyin arzu ve istekleri ile sosyal hayatın gereklilikleri arasında
bir denge, düzen bulunur. Ancak hızla artan tüketim toplumu ve geçersizlilerini yitiren
19. yılın sosyal şartları bireyi edilgen duruma getirir. Bu da, asilzade denilen toplumun
saygın kesimlerinin varlıklarını ya da işlevlerini yavaş yavaş yitirmelerine sebep
olmuştur. Bu kesimler bundan böyle kendilerini ayakta tutmakta güçlük çeker hale
gelirler. Varlıklarını devam ettirenler toplumda sembolik bir anlam taşırlar; örneğin
Monaco, Belçika v.s. ülkelerin kral ailesinin fertleri sadece magazin basını için birer
malzeme oluşturmaktan öteye gitmiyorlar.
Sosyal hayattaki dengelerin oynaması, kişilerin toplumdaki rollerinin
değişmesinin yankıları edebiyata yansıması gecikmez. 20. yüzyıl başlarında Gide,
Sartre ve Camus tarafından geleneksel romana yöneltilen eleştiriler bu yüzyılın
ortalarında Yeni Romancılar ile had safhaya ulaşır. Eleştiriler daha ziyade roman
kahramanları ve olay örgüsü ile ilgilidir. Alain Robbe-Grillet geleneksel anlatı tekniğini
9
10
11
92
J. H. Matthews (1964), age, s. 9.
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54.
E. İşler-Ü. Türkyılmaz (1997), “Geleneksel Romandan Çağdaş Romana Kişilerin Anlatıdaki
Konumu”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 3, 102–105, Denizli, s. 103.
Hüseyin YAŞAR
ve kahraman profilini vaktini doldurmuş kavramlar olarak görür. Robbe-Grillet, neden
artık geleneksel kişide ısrar etmememiz gerektiğini “Dünyanın kaderi, bize göre, birkaç
kişinin birkaç ailenin yükselişine veya düşünüşüne bağlanır olmaktan çıktı artık. Dünya
bile mirasa ve paraya dayanan bir özel mülkiyet değil artık”12 sözleri ile dünyadaki
gelişmeleri neden göstererek açıklar. Bu yüzden kişinin sosyal yapısındaki gelişmelere
bağlı olarak kahramanın da artık biricik, istisna veya unutulmaz bir varlık olmaması
gerektiğini savunur. Robbe-Grillet’nin yukarıdaki sözleri iddiamızı destekler
niteliktedir. Grillet’nin, romandaki kişinin varlığı ile ilgili: “romanlarımızın ne
kahraman yaratmak ne de hikaye anlatmak gibi bir amaçları yoktur”13 sözüne Baldıran,
“Gazetelerde yakında Tekel’den üç bin işçinin atılacağını okuyoruz. Patron işçiyi atıyor
zira onun gözünde birey değil nesne önemlidir. İşte bence Robbe-Grillet bunu
vurguluyor” ifadeleriyle ilginç bir açıklama getiriyor14.
Romanı sosyal şartların ürünü olarak sayarsak Robbe-Grillet, geleneksel romanı
oluşturan şartların ortadan kalktığını ve yeni romanın yeni oluşan toplumsal durumun
ürünü olduğunu “Bugün dünyamız, daha az güven duyuyor kendine; kişinin sonsuz
gücüne bel bağlamadığı için belki daha alçak gönüllü, ama ‘geleceğe’ baktığı için daha
tutkulu davranıyor. Roman, vaktiyle yaslandığı en iyi dayanağı ‘kahraman’ı
yitirdiğinden dolayı sarsılmışa benziyor. Artık ona güvenemiyorsa, bunun sebebi,
hayatını şimdi daha iyi değişen bir dünyanın hayatına bağlamış olmasıdır (...)”15
sözleriyle dile getirir.
Bunlardan hareketle Yeni Romancılar yeni bir kahraman olgusunu ortaya atarlar.
Bu olguda geleneksel romanın aksine yer ve kişiler hakkında belli bir düşe varmak,
somut bir şey yakalamak çoğu zaman güçleşir. Yeni Roman’da kişiler çok yalın anlatılır;
olaylar çok cansız, ruhsuzdurlar. Romancı, olayı salt aktarmakla yetinir. Örneğin bu
akımın Almanya temsilcisi olarak kabul edilen Peter Weiss’ın “Arabacının Gövdesinin
Gölgesi” adlı romanında “Babanın çocuğunu dövmesinden çok basit, sıradan bir
olaymış gibi bahsedilir. Geleneksel romancıdan beklenen “zalim baba”, “zavallı
çocuk’ gibi okuyucuyu duygusal yönden etkileyen sıfatlar görmüyoruz”16. Yeni
Romancı olmamakla birlikte roman kahramanındaki değişimin mimarlarından
Camus’nün Yabancı eserinin kahramanı Meursault’nun annesinin ölümü karşısındaki
tutumu da ilginçtir. Annesinin ölümüne üzülen alışagelmiş kahramanın aksine
Meursault, annesinin ölüm haberini veren telgraf karşısındaki duyarsızlığı ve ilgisizliği
okuyucuyu şaşırtır.
12
13
14
15
16
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54.
Bernard Pingaud, age, s. 348.
Galip Baldıran (2003), Düzyazı Defteri Dergisi, Aralık sayısı, Şanlıurfa, s. 15.
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 55.
Sabri Eyigün (1994), Peter Weiss’ın Yeni Roman’ı “Arabacının Gövdesinin Gölgesi”. İçinde:
Gündoğan Edebiyat, Sayı: 11 - 12, Ankara, s. 94.
93
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96
Ancak, bütün bunlara rağmen Yeni romanda kahraman yok edilmemiştir.
Robbe-Grillet’nin ifadeleri bunu doğrular niteliktedir: “Geleneksel kişinin gözden
silindiğini bahane ederek, modern romanlarda insan bulunmadığı sonucuna varmak da
doğru değildir” diyor17. Bernard Pingaud ise adı geçen makalesinde kahramanın
tamamen yok olmadığını bazen sıkıcı, zor bazen de hoş basit bir kurmaca bir hal
aldığını belirtir.
Yeni romancılar kahramanın işlevini en aza indirgemek için iki yeni değişik yol
seçerler; Escamotage (el çabukluğu ile yok etme, es geçme) dediğimiz ve RobbeGrillet’nin kullandığı birinci yolda kahraman basit bir şekilde bazen gizleniliyor bazen
de kayrılıyor. Bu romanlarda kahraman, tamamen yok olmaz, örneğin Robbe-Grillet’nın
Jalousie adlı eserinde kahraman bazen görünür bazen de söz alır. Bu tip romanlarda
kişinin kaybettiğini dış dünya onunla önem kazanıyor. Eyigün, yukarıda adı geçen
makalesinde, kişinin romanda eşyaların gölgesinde kaldığını şu çarpıcı ifadelerle dile
getirir: “Artık eşyalar şahıslara ait değil şahıs eşyaya bağlıdır. İnsanlar artık kahraman
değiller, onlar ancak eşyalarla olan ilişkileri oranında varlıklarını sürdürebilen
canlılardır”18. Yeni romanın insanlara değil nesnelere ağırlık veren bir akım olduğu
konusundaki İşler’in ileri sürdüğü “Yeni Romancılar insanlardan çok eşyaları betimler.
İnsan unsuru hep eşyaların gölgesinde kalır. Sanki konusuz ve kişisiz roman çıkar
ortaya”19 düşünceleri Eyigün’ün tezlerini destekler niteliktedir.
Daha ziyade Samuel Beckett’in benimsediği Dévoration (sindirme, yok etme)
denilen ikinci yöntem de ise, kahraman yok ediliyor. Sindirilmiş, yutulmuş bir
durumdadır Örneğin Beckett’in L’innommable adlı esrinde kahraman sindirilmiş bir
vaziyettedir. Bu romanlarda dış dünya sönük, bastırılmış yutulmuş, yok olmuştur, hatta
kahraman dış dünyadan destek bulamadığı için yıkılışı için bir neden oluyor.
Günümüz insan profiline uygun olarak, Yeni Roman’da kahraman belirsiz, silik
veya pasiftir. Onun soyu, geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Hatta çoğunlukla
kişilerin adları bile baş harfleri ile belirtilir. Örneğin Robbe-Grillet, Kafka’nın Şato adlı
eserinde, kahraman isminin baş harfini vermekle yetindiğini aktarır20.
Olay Örgüsü
Geleneksel romanda, eserin başarısı okuyucuyu inandırmakla, ikna etmekle
ölçülür. Bunun için takip edilen en iyi yöntem de şöyledir: Hikâye, yazarın başından
geçmiş ya da şahit olduğu bir olayı anlatacak. Böylece okur yazılanların kurgu
olduğunu unutacak, romancı da anlattığını okura inandırmış gibi görünecek. Bundan
17
18
19
20
94
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54.
Sabri Eyigün, (1994), agm, s. 87.
E. İşler-Ü. Türkyılmaz, (1997), agm, s. 114.
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 54.
Hüseyin YAŞAR
dolayı geleneksel romanda iyi anlatmak demek anlatılanların okurların alıştığı, hayattan
sahnelere, bilinen kalıp düşüncelere uyarlamak demektir.
Yeni romancıların geleneksel romana yönelttikleri eleştirilerin hedefi yukarıda
profili çizilen eserdeki olay örgüsüdür. Geleneksel anlayışa göre romanın olağanüstü,
çarpıcı özellikler taşıması yetmez. Hatta en iyi edebiyatçılar bile romanda bir entrika,
bir hikâye arıyorlar. Ancak yeni romancıların geleneksel olay örgüsünü sorgulamaları
ve her alandaki baş döndürücü değişim Flaubert’den bu yana romanın yukarıda tarif
edilen entrika düzeninin yıkılmasını su yüzüne çıkarır. Yani, roman kahramanının
uğradığı değişimi Olay Örgüsü (İntrigue) de yaşar. Pingaud, söz konusu durumu şu
ifadelerle özetler: “Entrika anekdot boyutuna indirildi. (…) yazarın güdümünden
yoksun, La jalousie’de olduğu gibi bazen tamamıyla kaybolan bazen de Cayrol’un
romanlarındaki gibi saf bir hareket, yeni gözünü açan bir dünyanın yavaş keşfi halini
alıyor”21. Bunun dışında belirli, tek anlamlı bir evren imgesini bize zorla kabul
ettirmeye çalışmaya yarayan “di’li geçmiş” kipi, üçüncü kişinin kullanımı, kronolojik
sıra v.s.gibi öğeler değerlerini yitirmeye başlarlar.
Çarpıcı ve belli bir çerçeve içinde anlatılan olay, yeni romanda okuyucunun
ilgisini çekmekten yoksun, sadece kendisine hitabeden (gönderme yapan), romancının o
anki tasvir ettiği manzara, durum için var olan bir hal alır. Hikâye hakkında yine
Bernard Pingaud “hikâye, model ve örnek olma özelliğini, değerini kaybetti.
Filozofların bu kelimeye verdikleri anlamda artık bir ‘hikâye’ değildir”22 der. Raimond
ise Yeni Roman’daki olay örgüsünü “romancı artık bir hikâyeyi anlatan birisi değildir.
Sadece hikâyeden birkaç brib (azıcık, az bir şey) vermekle yetiniyor; okuyucuya ise
bunları bir araya getirmeye çalışmak düşüyor. Modern roman bir puzzle gibidir”23
şeklinde tarif eder.
Ancak, Yeni romanda tıpkı kahramanda olduğu gibi hikâye etmenin de tamamen
yok olmadığını Robbe-Grillet’nin “Modern romancılara hikâyeden hiçbir şey
geçmediğini öne sürmek haksızlık olur. Yeni anlatı teknikleri aramayı “tutku ile serüven
ve olayı tümüyle ortadan kaldırmaya kalkışma saymamak gerekir. Nitekim Proust’un ve
Faulkner’in kitapları hikâyelerle doludur”24 sözlerinden anlayabiliyoruz. Ancak, olaylar
kuşku oluşturmak ve yok olmak üzeredir. Zaman, geleneksel anlatıdaki gibi lineer
değildir, zaman sırası alt üst olmuştur.
Sonuç
21
22
23
24
Bernard Pingaud, age, s. 349.
Bernard Pingaud, age, s. 349.
Michel Raimond (1969), age, s. 226.
Alain Robbe-Grillet (1981), age, s. 58.
95
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 89 – 96
Bütün bunlardan hareketle, yeni romanda geleneksel anlamda hikâye veya olay
örgüsünün olmadığını, çeşitli unsurları bir araya getirilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Zira anlatıcı artık bütün gerçekleri elinde tutan (détenteur) ve sırlara sahip biri
(dépositaire) durumunda değildir. Bu akımın temsilcilerinden Michel Butor’un
L’Emploi du Temps eseri anlattıklarımıza güzel bir örnek oluşturur: eser ilerledikçe
oluşan, çeşitli unsurların bir araya getirildiği hissini okuyucu uyandıran ancak konu
eksikliği duyulan bir yapıttır.
Yeni romancılar romanda bir takım değişikliklere giderler. Yukarıda da
görüldüğü gibi bu değişiklikler daha ziyade kahraman olgusunda ve olay örgüsünde
yoğunlaşır. Kahramanı saygın ve imtiyazlı konumundan silik, belirsiz hatta bazen de adı
bile verilmeye ihtiyaç duyulmayan konuma getirirler. Entrika dediğimiz olay örgüsünü
de pek öne çıkarılmaz. Hikâye etmede, olay örgüsünde, birkaç parça verip okuyucuya
bunları bir araya getirmek düşer. Birbirlerine neden sonuç ilişkisi ile bağlı olaylarda
daha ziyade yazış biçimini önemserler ve anlatıdaki boşluklara aldırış etmezler.
Kaynakça
Baldıran, Galip (2003), Düzyazı Defteri Dergisi, ( Aralık Sayısı), Şanlıurfa.
Eyigun, Sabri (1994), Peter Weiss’ın Yeni Roman’ı “Arabacının Gövdesinin Gölgesi”.
İçinde: Gündoğan Edebiyat, Sayı: 11-12, Ankara.
Eyigün, Sabri (2003), Edebiyatta Politik Roman. Aktif Yayınları, İstanbul.
İşler, Ertuğrul (1997), “Yeni Roman’ın Düşünsel Temelleri ve Anlatımsal Yapısı”
Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, s. 113-116, Denizli.
İşler, E.-Ü. Türkyılmaz, (1997), “Geleneksel Romandan Çağdaş Romana Kişilerin
Anlatıdaki Konumu”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 3,
s. 102-105, Denizli.
Matthews, J. H. (1964), Un Nouveau Roman? Lettres Modernes, Paris,
Pingaud, Bernard, Le Nouveau Roman, école du refus. İçinde: Michel Raimond (1969),
Le Roman depuis la Révolution, Librairie Armand Colin, s. 347, Paris.
Raimond, Michel (1969), Le Roman Depuis La Révolution, Librairie Armond Colin,
Paris.
Robbe-Grillet, Alain (1981), Yeni Roman, Ağaoğlu Yayınevi, çev. Asım Bezirci,
İstanbul.
96
POLİTİK BİR İKNA ENSTRÜMANI OLARAK
YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER
Mehmet YEŞİLBAŞ 
Özet / Abstract
Yerel yönetimler, hizmete ilişkin aldıkları her kararda ve bu kararların uygulamasını içeren her
aşamada saydam ve katılımcılığı esas alan bir yönetim anlayışını benimsemeleri demokrasinin olmazsa
olmazları arasındadır.
Yerel yönetimler bu anlayış çerçevesinde, kuramsal olarak halk isteğinin doğrudan doğruya
devlet mekanizması içinde somutlaşması olarak görülmektedir. Dolayısıyla yeni demokrasi
paradigmasındaki halkın rolü çerçevesinde belediyelerin durumu daha bir önem taşımaktadır. Özellikle
belediyeler, öncelikle demokratik yaşamın ilk basamağı olmaları ile birlikte, yönetsel duyarlılığın da
güvencesi sayılırlar.
Ancak yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin uygulanmasında politik kaygılar, kurumsallaşamama,
mevzuat sorunları, finansal kıtlıklar, üst yönetim liderliğinin vizyonsuzluğu, politik yozlaşma ve zihniyet
problemi gibi nedenlerden kaynaklanan önemli sorunlar söz konusu olabilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yerel yönetim, saydamlık, halkla ilişkiler, politik yozlaşma, zihniyet.
PUBLIC RELATIONS IN LOCAL ADMINISTRATION
AS A POLITICAL CONVINCING INSTRUMENT
For local governments to appropriate a transparent and participant administrative
perceptiveness in each decision related to service and in each stage including carrying out of these
decisions is an indispensable rule of democracy.
Local governments, according to this perceptiveness theoretically are seen as concretizing of
desire of public directly in mechanism of state. Because of public role in new democracy paradigm,
situation of municipalities becomes more important (consequential). Especially municipalities, before all
else together with to be the first step of democratic life are the guaranty of managerial sensitivity.
On the other hand in local governments, during carrying out public relations, important
problems come to scene because of political anxiety not to turn into an institution, problems of laws,
financing shortages, foresightness of upper management leadership, political degeneration and mentality
problems.
Key Words: Local goverments, transparency, public relations, political degeneration, mentality.
Giriş
Yeni yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünyada yaşanan büyük değişimler
neticesinde geleneksel paradigma sorgulanmaya ve yeni yaklaşım ve argümanlar sıkça
dillendirilmeye başlanmıştır. Tüm bu değişim sürecinde ayakta kalabilmek için

Diyarbakır Vali Yardımcısı.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
örgütlerin belli sahalarda canlılıklarını korumaları ve bu sahaları ön planda tutmaları1
hala bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır. Bunların başında yönetim
gelmektedir. Enformasyon ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeye rağmen yönetim
olgusu ve halkın istek ve beklentilerine cevap verme zorunluluğu hala geçerliliğini
koruyan unsurlar olarak göze çarpmaktadır.
Çağdaş yönetim anlayışı ile birlikte örgütün salt biçimsel yapısının korunması,
modernize edilmesi ve yalnızca insan davranışlarını değerlendirme yeterli
görülmemekte; kamuoyunu anlamak, doğru algılamak ve halkın istek ve taleplerini
belirleyici kabul edip, örgütün misyonu ve vizyonunu buna göre şekillendirmek çağdaş
örgüt yapısının temel unsurlarından kabul edilmektedir.
Ancak bu genel değişim trendine rağmen vazgeçilmezliğini koruyan halkla
ilişkiler bu vazgeçilmezliğine karşın, kamu yönetiminde amacı ve anlamı
kavranamamış, öneminin vurgulanmasına karşın gereklerinin yerine getirilmesi
savsaklanmış bir alan ya da işlev olarak karşımızda durmaktadır. Bu savsaklanmanın ve
gereken önemin verilmemesinin altında halkla ilişkilerin çok disiplinli bir alan oluşu,
disiplinler arası niteliğinin onun bütünleşmesini zorlaştırması ve işlevin çeşitli evrimler,
hatta dönüşümler geçirerek bugüne gelmesi2 yatmaktadır. Oysa halkla ilişkiler, özel
sektörden kamu sektörüne, sivil toplum kuruluşlarından yerel yönetim örgütlerine kadar
geniş bir sahada, bu örgütlerin etkileşimde bulundukları gruplarla ilişkilerin
düzenlenmesinde uygulama alanı bulmaktadır. Özellikle temsil, katılım ve demokrasi
gibi olguların ürünü olan yerel yönetimlerde halkla ilişkiler vazgeçilmezliğini statüsünü
korumakta ve her geçen gün pekiştirmektedir. Özellikle halkla ilişkileri, her şeyden
önce demokrasinin bir türevi, doğal ve ayrılmaz öğesi olarak kabul eden görüşler3 de
dikkate alındığında günümüz yerel yönetimleri için önemi biraz daha anlaşılmış
olacaktır.
Ancak halkla ilişkilerin bu örgütlerde amacına uygun olarak kullanılması
noktasında ciddi kaygılar bulunmaktadır. Özellikle pratikte “halkla ilişkiler” adı
altındaki uygulamalara bakıldığında, gerçekte uygulananın halkın talep ve beklentilerini
dikkate alan bir öğe olmaktan öte, zaman zaman politik bir enstrüman, zaman zaman
salt örgütten çevreye bilgi akışının sağlanmasını sağlayan ve bu bağlamda kullanılan
tekniklerden birisi4 olarak kullanılageldiği dikkat çekmektedir. İster yeni politikalarla
ilintili olarak, ister yönetimin karmaşıklaşması ile ilgili olarak alınsın, halkla ilişkilerin
kamu yönetimindeki uygulaması daima siyasal destek kazanma ile gölgelenmiştir.
1
2
3
4
98
Ergenemon, Cengiz (1995). “Bilgi Çağı”, ASELSAN Dergisi, Sayı: 20, Ankara, s. 5.
Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. III.
Uysal-Sezer, Birkân, “Halkla İlişkiler: Katılımdan Tanıtıma”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyum
Bildirileri, IIAS-TODAİE, Cilt I, Ankara, s. 149.
Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. I.
Mehmet YEŞİLBAŞ
Bugün hala kamu yönetiminde halkla ilişkiler uygulamalarının siyasal destek
kazanmaya yönelik olduğu konusundaki kuşkular ya da yönetimin eylemlerini haklı
gösterme çabalarını anlattığı yolundaki görüşler, bu alandaki çalışmaların yönetsel
temellere dayalı olarak kavranmasını engellemese de zorlaştırmaktadır. 5 Özellikle son
dönemlerin temel tartışma konularından birisi olan politik yozlaşma ve zihniyet sorunu
ile birlikte halkla ilişkilerin uygulanmasında ciddi çarpıklıklar ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışmanın konusunu, yeni demokrasi paradigmasındaki halkın rolü
çerçevesinde belediyelerin artan rolleri bağlamında, hizmete ilişkin olarak atılan her
adım ve alınan her kararda saydam ve katılımcılık esaslı bir yönetim anlayışını temin
noktasında halkla ilişkiler olgusu ve barındırdığı sorunlar ele alınmaktadır. Çalışma,
halkla ilişkilere kuramsal bir giriş yaptıktan sonra dünyadaki ve ülkemizdeki gelişim
çizgisinin yanı sıra kavramsal boyutunu da kapsamaktadır. Devam eden bölümlerde
yerel yönetimlerde ve özellikle belediylerde halkla ilişkilerin amaçları, işlevleri ve
temel değerlerine yer verilmektedir. Son bölüm, halkla ilişkilerin belediyelerde
uygulanmasındaki sorunları ele almakta, politik yozlaşma ve zihniyet sorununa ise
biraz daha odaklanarak yaklaşmaktadır.
Çalışma, yerel yönetimlerin yukarda da değinildiği üzere demokrasi paradigması
çerçevesinde, kuramsal anlamda halk beklentilerinin doğrudan doğruya devlet aygıtı
içerisinde müşahhaslaşması olarak görülmesi ve bu yönüyle halkın rolünün daha
anlamlı hale gelmesi nedeniyle halkla ilişkilerin belediyelerdeki rolü ve açmazlarına ışık
tutma gayreti gütmektedir. Günümüz gelişen belediyecilik anlayışının demokratik
yaşamın ilk basamağı olarak kabul edilmeleri ile birlikte yönetsel duyarlılığın da
güvencesi sayılmaları nedeniyle bu duyarlılığa hizmet edecek önemli bir enstrüman olan
halkla ilişkiler olgusunun politik ikna enstrümanı mı yoksa demokrasinin türevi mi
noktasında bıçak sırtı bir noktada ele almaktadır. Yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin
uygulanmasında politik kaygılar, kurumsallaşamama, mevzuat sorunları, finansal
kıtlıklar, üst yönetim liderliğinin vizyonsuzluğu, politik yozlaşma ve zihniyet problemi
gibi nedenlerden kaynaklanan önemli sorunlar ele alınmaktadır.
Kavramsal çerçeve oluşturulurken literatür taraması yapılmış konuya ilişkin pek
çok kaynak taranmıştır. Genel anlamda betimsel bir çalışmaya dayanan çalışma;
araştırma, yorum ve tahlil niteliği arz etmektedir.
5
Uysal, age, s. 20.
99
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
I- HALKA İLİŞKİLERİN GELİŞİM ÇİZGİSİ VE KAVRAMSAL
ÇERÇEVE
1. Halkla İlişkilerin Dünyada ve Türkiye’deki Gelişim Çizgisi
Modern toplumun bir ürünü gibi gözükmesine karşın, neredeyse uygarlık tarihi
kadar eski olan “halkla ilişkiler” kavramının tarihçesine bakıldığında Eski Roma’dan
Antik Yunan’a ve Mezopotamya’ya kadar uzandığı görülmektedir.6 Antik Yunan ve
Roma’da yer alan ve çeşitli konularda bilge olduğu kabul edilen kişilerin halk önünde
tartışması şeklinde ortaya çıkan forum; bu çağlardan kalma bir halkla ilişkiler
enstrümanıdır.7 Varılan sonuçların halkı önemli ölçüde etkilemesi ve bu bilgiç kişilerin
halk desteğini kazanma için giriştikleri çaba dikkate alındığında bu kaygının adı
konmasa da bir halkla ilişkiler uygulaması olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
Despotik yönetim anlayışının hâkim olduğu ve insanların eğitim seviyesinin oldukça
düşük olduğu çağlarda belli konularda halkın bilgilendirilmesi ve ikna edilmesinin tek
yolu yüz yüze ilişki ve karşılıklı etkileşimdi. Antik Yunandaki Çiçero, Kato gibi
kişilerin bu etkileşimlerini halkla ilişkiler çabası olarak göstermek mümkündür.8
1800’lü yıllara kadar ilkel yöntemlerle geliştirilmeye çalışılan halkla etkileşim
kurma çabaları, yüzyılın sonuna doğru, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde hızlı
bir örgütlenme sürecine girmiştir. Halkla ilişkiler müessesenin öneminin, örgütler
açısından kaçınılmaz olarak görülmeye başlandığı dönem, “1929 Ekonomik Bunalımı”
dönemidir.
1929 yılındaki Ekonomik bunalım döneminde iktisatçılarında etkisiyle devlet
Ekonomik alana müdahale etmeye başlamıştır. Devlet sadece düzeni sağlayıcı ve yasa
koyucu konumunda değildir. Devlet artık özel kesimin faaliyetlerini yönlendirmekle
yetinmeyip kurduğu işletmelerle doğrudan üretim yapan ve ekonomiyi doğrudan kontrol
altında tutan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Devletin bu amaçları gerçekleştirmesi,
politikacılar tarafından devletin çağdaş fonksiyonları olarak nitelendirilmiştir.9
Ekonominin kendi işleyişindeki eksiklikleri gidermek için devlete verilen
müdahale görevi ve bu amaçla geliştirilen politikalar zamanla karar alma sürecinde
politik amaçlı müdahalelere dönüşmüştür. Yani ekonomi politikaları, yerini politik
ekonomiye bırakmıştır.10
6
7
8
9
10
Uysal, Birkân (1972). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Uygulaması, Ankara. Aktaran: Sezen,
Seriye (1991). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Ankara, Uzmanlık Tezi.
Asna, M.Alaeddin (1969). Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 14-15.
Asna, age, s. 18.
Sabri Tekir, “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi Açısından Bir
Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, Cilt I, Sayı: 13 (Ocak-Şubat 1997), s. 53.
Sabri Tekir, “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi Açısından Bir
Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, Cilt I, Sayı: 13 (Ocak-Şubat 1997), s. 54.
100
Mehmet YEŞİLBAŞ
Bu bunalım dönemine kadar halkla ilişkiler, önemli olaylar, savaş, seçimler,
grevler vb. faktörler nedeniyle başvurulan bir saha olarak algılanmasına karşın büyük
ekonomik bunalımla birlikte Amerika Birleşik Devletlerinde özellikle özel sektör
içinde, önemli bir yer işgal etmeye başladığı dikkat çekmektedir. Bunalımla birlikte özel
sektör mensuplarının halka bilgi vermeleri ve çevreyi aydınlatmaları bir zorunluluk
olarak ortaya çıkmıştır. Böylece o güne kadar zaman zaman tek yönlü bir iletişim
şeklinde gelişen anlayış değişmeye başlamış ve giderek sürekli olarak yerine getirilmesi
gereken bir halkla ilişkiler anlayışı oluşmaya başlamıştır.11
Bu anlamda halkla ilişkiler olgusunun tarihsel platformda planlı ve sistematik bir
olgu olarak ilk ortaya çıktığı ve uygulandığı ülke olarak ABD’yi göstermek
mümkündür. ABD’de uygulanan halkla ilişkilerin, çağdaş halkla ilişkiler uygulamasına
temel oluşturduğunu ve diğer ülkelere örnek teşkil ettiğini ifade etmek gerekir. Örneğin
ABD’de tröstleri denetleme amacıyla kurulmuş olan Federal Ticaret Komisyonu gibi
kuruluşların halk tarafından benimsenmesi ve desteklenmesi amacıyla bilgi verme ve
tanıtma yoluna başvurulmuştur. Ancak, başlangıcın duyurma-tanıtma aşamasına denk
düşmesi, halkla ilişkilerin kamu sektöründe de uzun süre bu bağlamla bütünleşmesine
de neden olmuştur. Yine ABD’de kurulan Halkı Bilgilendirme Komitesi ve Kızılhaç
gibi kuruluşlar, savaş döneminde propagandayı kendi amaçları doğrultusunda yoğun bir
biçimde kullanmışlardır.12
Halkla ilişkilerin Türkiye’deki gelişim sürecine bakıldığında; dünyadaki gelişim
trendine koşut olarak Türkiye’de benimsenmesi 1960’lı yıllarda başlamıştır. Bu
gelişimin temelinde planlı döneme geçiş dolayısıyla kalkınma anlayışının ve özellikle
aile planlamasının halka tanıtılıp benimsetilmesi güdüsünün olduğu ve çağdaş halkla
ilişkilerin ilk uygulamalarının bu dönemde başladığını söylemek mümkündür.13 Bu
konudaki ilk bilimsel çalışma MEHTAP raporu, kamu görevlilerine dönük ilk halkla
ilişkiler eğitimi ise TODAİE’de başlamıştır.14 Özellikle 1967’den itibaren TODAİE
bünyesinde çalışmaya başlayan “İdari Danışma Merkezi” önemli bir deneyim olmuş
ancak 5 yıl sonra bu uygulamaya son verilmiş olmasına karşın diğer kamu örgütlerinin
benzer birimler kurmasında katalizör etki uyandırmış ve örnek olmuştur. Ancak yapılan
onca çalışmaya rağmen yapılan bir araştırmada, halkın büyük bir çoğunluğunun hala bu
merkezden haberdar olmadıkları ve daha önce hiç duymadıkları anlaşılmıştır.15
11
12
13
14
15
Kazancı, Metin (1980). Halkla İlişkiler, Ankara, SBF Yayınları, s. 3.
Uysal, age, s. 15.
Asna, Alâeddin, “Halkla İlişkilerin Türkiye’de Benimsenmesi”, Halkla İlişkiler Sempozyumu-87, s.
27.
Uysal Birkân-Sezer, “Türkiye’de Halkla İlişkilerin Gelişmesi İçin Yapılabilecekler”, Halkla İlişkiler
Sempozyumu-87, s. 235.
Mıhçıoğlu, Cemal, Bir Yönetim Deneyi, BYYO Yayını, Ankara, 1986, s. 202.
101
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
Uysal, ülkemizde halkla ilişkilere dönük ilk düzenlemenin 1983 yılında
yapıldığını belirtmiştir. 16 Bu dönemde çıkarılan bir kararname17 ile halkla ilişkilerle
ilgili bir planlama ve etkinliklerden ilk kez söz edilmiştir. Bu dönemden itibaren
özellikle kalkınma planlarında halkla ilişkilere ilişkin düzenlemelerin yapıldığı dikkat
çekmektedir. Beşinci beş yıllık kalkınma planında tanıtma ve kamuoyunu aydınlatma
üzerinde durulmuş ve hangi çerçevede yürütüleceğinin ipuçlarını vermiştir.18
Ancak hemen belirtelim ki; neredeyse tüm kalkınma planlarında halkla ilişkiler
disiplinine ilişkin planlamadan söz edilmesine rağmen merkezi hükümetlerin
politikaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan halkla ilişkiler uygulamaları, halkın
beklentilerini tespit etme, şikâyetlerini belirleme ve görüşlerine ihtiyaç duymadan çok
mevcut sorun ve külfetlere halkın ikna edilmesi süreci olarak değerlendirilmekten
kurtulamamıştır.19
Tüm bunlar, tarihsel gelişimle birlikte değişen demokrasi anlayışı, geleneksel
yönetim anlayışının terk edilmesi ile devletlerin ve giderek devletlerin yetkilerini
devrettiği yerel yönetimlerin iktidarlarını bildik yöntemlerle sürdürmekten öte,
yönetenlerin desteğine dayanarak sürdürmenin bir zorunluluk olarak ortaya çıkması
olgusunu ve gerçeğini biraz daha pekiştirmektedir.
2. Halkla İlişkilerin Kavramsal Çerçevesi
Halkla ilişkiler disiplinine uzun zamandır bilimsel bir nitelik kazandırma
çabalarına karşın bu sahaya ilişkin olarak istenen sonuçların elde edildiğini söylemek
oldukça güçtür. Literatürde halkla ilişkilerin kavramsal çerçevesine ilişkin olarak
uzlaşma sağlanmış ve özellikle uygulamacılar arasında bir konsensüsün var olduğu
kabul edilebilmiş değildir. Hele hele kamu yönetimi söz konusu olduğunda bu sorunsal
daha da belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu yönetiminin hiçbir dalında, halkla
ilişkiler alanındaki kadar çok sayıda tanım yapılmamıştır.20 Örneğin halkla ilişkilere
ilişkin Yalçındağ 500 tanımdan, Kazancı 1000 tanımdan,21 Ertekin ise 200 tanımdan22
söz etmektedirler.
Halka ilişkilerin bu kadar çok tanımı bünyesinde barındırması kuşkusuz, çok
geniş bir uygulama alanına sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Halkla ilişkileri
reklam ve propagandadan ayrı tutma isteği, fakat yine de kesin sınırların çizilemeyişi
16
17
18
19
20
21
22
Uysal, age, s. 132, 133.
1983 tarih 174 sayılı Kararname.
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, (1985-1989), DPT Yayınları, s.204.
Kazancı, Metin, Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Anlayışı ve Uygulaması, s. 77-79.
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 2.
Kazancı, Metin (1972). Halkla İlişkiler ve İdari Danışma Merkezleri, Amme İdaresi Dergisi 5(2), s.
11.
Ertekin, Yücel (1995), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayını, s. 8.
102
Mehmet YEŞİLBAŞ
tanımların çokluğuna gösterilebilecek bir başka neden olabilir.23 Özellikle günümüzde
halkla ilişkilerle ilgili olarak sıkça dile getirilen “halkla ilişkilerin kimlik sorunu” ya da
kimlik değişimi içinde oluşunun24 bu sorunları daha da artırdığı söylemek mümkündür.
Uysal, bu tanım zenginliği ve çeşitliliğini belli başlı başlıklar olarak ele almış ve
bu anlamda kategorize ederek sorunlara da atıfta bulunmuştur. Bunları; belirsiz
tanımlar, yetersiz tanımlar, kuruluşu öne alan tanımlar, olumlu imaj yaratmayı öne alan
tanımlar şeklinde ele almış ve bu bağlamda halkla ilişkilerin reklâm veya propagandaya
indirgenmesinden kaynaklanan sorunlar, kurumsallaşamama sorunları gibi temel
problemlere de atıfta bulunmuştur. Kamu yönetimi söz konusu olduğunda bu
karmaşanın daha da arttığının altını çizen Uysal, bu durumun belli başlı nedenleri olarak
halkla ilişkilerin gelişim çizgisi, uygulamadan kaynaklanan nedenler, halkla ilişkilerin
krizle bağlantılı olarak görülmesi, halkla ilişkilerin önce özel sektörde uygulanması ve
takip eden dönemlerde kamu sektöründe benimsenmesi nedeniyle sektörler arasındaki
zaman boşluğu ve bu aktarılmadan kaynaklanan sorunlar, farklı disiplinlere konu olma,
meslekleşmede ve kapsayıcı anlayışın gelişiminde gecikme olarak sıralamıştır.25
Halkla ilişkilere ilişkin literatürde yer alan bazı tanımlamaları konunun daha iyi
anlaşılması açısından bakmakta fayda var. Asna, Halkla ilişkileri, belirtilmiş hedef
kitleleri etkilemek için hazırlanmış, planlı, inandırıcı bir haberleşme çabası olarak
tanımlamaktadır.26 Tortop’a göre halkla ilişkiler; yönetimin izlemekte olduğu
politikanın halka benimsetilmesi, çalışmaların devamlı ve tam olarak halka
duyurulması, yönetime karşı olumlu bir hava yaratılması ve buna karşılık, halkın da
yönetim hakkında ne düşündüğünün, yönetimden ne istendiğinin bilinmesi ve halka
işbirliği sağlanması görevidir.27 Aynı yazar, bir başka yerde halkla ilişkileri bir kurum
veya kişinin kamu ile olan ilişkilerinin düzeltilmesi ve yorumu ile ilgili çalışmaları
olarak ele almıştır.28 Yine halkla ilişkileri, bir örgütün sunduğu hizmetin geliştirilmesi
amacıyla yürütülen ve kamuoyunu etkilemeye yönelik tüm ilişki biçimlerini içeren
planlı çabalar olarak tanımlayan yazarlar vardır.29 Uysal ise halkla ilişkileri, karşılıklı
olarak, doyurucu bir iki yönlü iletişime dayalı, toplumsal sorumluluğu içeren bir
işleyişle kanaat ve eylemleri etkilemek üzere gerçekleştirilen planlı çabalar olarak
tanımlamıştır.30
23
24
25
26
27
28
29
30
Kazancı, age, s. 11.
Uysal, Birkân (1998). Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 1.
Bkz. Uysal, Birkân. age, s. 2-18.
Asna, Alaeddin, age, s. 5.
Tortop, Nuri (1989). Halkla İlişkiler, Yargı Yayınları, Ankara, s. 4.
Tortop, Nuri (1986). Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara, s. 3.
Ertekin, age, s. 14.
Uysal-Sezer, Birkân (1988). “Bir Halkla İlişkiler Kuramı Olabilir mi?”, Halkla İlişkiler Sempozyumu87, AÜBYYO-TODAİE, Ankara, s. 203.
103
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
Tüm bu tanımlamalara bakıldığında halkla ilişkilerin, kamuoyunun kurum veya
kuruluşa ilişkin eğilimlerini, tutum ve beklentilerini tespit edip, örgütte bunlara uygun
iyileştirmelerin yapılmasının sağlanması, tespit edilen tutum ve beklentilerin gerçek
nedenlerini anlamaya çalışmak, örgütle ilgili olarak kamuoyunda oluşmuş ya da
oluşabilecek olumsuz imajı bertaraf etmek, örgütün benimsetilmesi ve kurumsal
kimliğinin oluşturulmasına katkıda bulunmak gibi pek çok amacı güden bir disiplin
olduğunu söylemek çok yanlış olmasa gerek.
Ancak genel bir tanım yapmak için Uysal’ın yukarıdaki tanımlamaları da içeren
kapsayıcı bir halkla ilişkiler tanımına göz atmakta fayda var: “Halkla ilişkiler, kamusal
ya da özel bir kuruluşun, işlevleri gereği dolaysız ya da dolaylı olarak ilişkide
bulunduğu kitlelerin güven ve desteğini kazanmak üzere giriştiği, iki yönlü iletişime
dayalı ve sonuçta kitlede kuruluşun, kuruşta ise kitlenin taleplerine uygun değişimlerin
gerçekleştirilmesine yönelik, sistemli ve sürekli çabaları içeren bir süreci ifade
etmektedir”31
II- YEREL YÖNETİMLERDE HALKLA İLİŞKİLER
1. Yerel Yönetimlerde ve Özellikle Belediyelerde Halka İlişkilerin Amaçları
Genel anlamda kamu yönetiminde halkla ilişkilerin amaçları, kamuoyunu
aydınlatmak, örgütü ve onun takip ettiği hizmet, anlayış ve felsefeyi halka
benimsetmek, kamuoyunun yönetime ve örgüte ilişkin olarak takındığı olumsuz tavırları
olumluya kanalize etmek veya olumlu tutum geliştirmelerine zemin hazırlamak, örgütle
olan ilişkilerde kamuoyunun beklentilerine uygun bir biçimde halkın işini
kolaylaştırmak, hizmetlerin yerine getirilmesinde katılımcılığı özendirmek ve halkla
işbirliği yapmak gibi hususlar gösterilebilir.
Halkla ilişkilerde yerel yönetimlerin amaçlarını Tortop şu şekilde özetlemiştir:
“Vatandaşlara, yerel yönetim kuruluşunun hizmet politikaları ve uygulamalarına ilişkin
olarak bilgi vermek, yerel yönetim kuruluşlarınca kesin kararlar alınmadan önce,
önemli yeni projeler hakkında vatandaşlara görüşlerini belirtme fırsatı vermek, yerel
yönetimlerin sistemi ve işleyişi ile kendi hak ve sorumlulukları konularında vatandaşları
aydınlatmak, vatandaşlık gururunu aşılamak ve geliştirmek.”32
Halkla ilişkilerin amaçlarına ilişkin olarak Belediyeler açısından konuya
bakıldığında, temsili demokrasi ve katılımcılığın gereği olarak halkın talep ve
beklentilerinin dikkate alınması ve bu amaçla eğilimlerin tespit edilip bu eğilimler
doğrultusunda bir yönetim anlayışı ortaya konması, kısaca halkın belediyesini
31
32
Uysal, Birkân (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), s. 4.
Tortop, age, s. 153.
104
Mehmet YEŞİLBAŞ
oluşturma, belediyeyi destekleyen, belediyeden yana olan bir kamuoyu oluşturma,33
şeklinde özetlenebilir.
Gerek dünya ölçeğinde gerekse Türkiye ölçeğinde gerek toplumsal gerek
enformasyon gerekse teknoloji bağlamında yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm süreci,
birçok kavramın sorgulanmasına ve bu kavramalara yeni anlamlar yüklenmesine ya da
yeni bu kavramların yeni boyutlar kazanmasına yol açmaktadır. Bu değişim süreci
paralelinde çağın modern yönetim biçimi olarak kabul edilen demokrasi de süreç
içerisinde bildik tanımının ötesinde anlamlar kazanmaya başlamıştır. Görevlerinin salt
kendilerini yöneten insanları seçimden seçime belirleyip kendi adına karar alıcıları
seçme durumunda olduğu algılamasının genel kabul gördüğü geleneksel yönetim ve
demokrasi anlayışından gittikçe uzaklaşıldığı ve artık yönetilenlerin görevlerinin bunun
ötesine geçtiği, kararların alınmasından, uygulanması ve denetlenmesine kadar bir çok
noktada görevlerinin devam ettiği konusunda genel kabul gören bir demokrasi
anlayışına geçildiği bir süreç yaşamaktayız.
Kamu hizmetini yürütmek konusunda yükümlendirilmiş tüm kamu kurum ve
kuruluşları, hizmete ilişkin aldıkları her kararda ve bu kararların icrasını içeren her
aşamada halka karşı saydam ve hesap verebilir nitelikte tavır geliştirmeleri ve katılımcı
esaslı bir yönetim anlayışını benimsemeleri artık demokrasinin olmazsa olmazları
hanesinde yerini almıştır. Kazancı, genel anlamda yerel yönetimleri ve özelde
belediyeleri bu anlayış çerçevesinde, kuramsal olarak halk isteğinin doğrudan doğruya
devlet mekanizması içinde somutlaşması olarak görmektedir. Dolayısıyla yeni
demokrasi paradigmasındaki halkın rolü çerçevesinde belediyelerin durumu daha bir
önem taşımaktadır. Bunun temel gerekçesi hiç kuşkusuz, belediyelerin gerek başkan
gerekse belediye meclisi bağlamında karar organlarının yöre halkının siyasi tercihleri
doğrultusunda oluşmuş olması ve etkileşim ve yakınlığın diğer örgütlere göre daha etkin
olmasından kaynaklanmaktadır. Yerel yönetimler ve özellikle belediyeler, öncelikle
demokratik yaşamın ilk basamağı olmaları ile birlikte, yönetsel duyarlılığın da
güvencesi sayılırlar.34
Bu bakımdan belediyelerin temel karar organları olan belediye meclisleri ve icra
makamı olan belediye başkanları, yöre halkının gözetim ve denetimine, demokrasinin
ürünü olan diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nazaran daha elverişli olduğunu ifade
etmek gerekir. Dolayısıyla belediyelerin yürütmekte oldukları hizmetlerin yöre halkı
tarafından kabullenilmesi ayrı bir önem kazanmaktadır. Hatta literatürde belediyelerin
başarısını büyük oranda halkın belediye hizmetlerine karşı olan ilgi ve alakası ve
33
34
Yalçındağ, Selçuk (1987). “Belediyelerde Halkla İlişkiler”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 377, s. 77.
Uysal-Sezer, Birkân, “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 5(6), 1996, s.
59.
105
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
gösterdiği destekle paralellik arz ettiği35 ve bir belediyenin başarılı olarak kabul
edilmesinin en temel ölçütü halkın memnuniyet derecesi olduğu konusunda hâkim
anlayış mevcuttur.36
5393 sayılı Belediye Kanununun37 ilgili maddelerine göz atıldığında yasal
metinlerde de halkın katılımına, eğilimlerine, beklenti ve şikâyetlerine atıfta bulunduğu
dikkat çekmektedir. Yasanın 3. maddesinin Belediye tanımı, hemşeri hukuku başlıklı
13. maddesinde ifade edilen karar ve hizmetlere katılma, belediye faaliyetleri hakkında
bilgilenme gibi ifadeleri, 14. maddesindeki belediyelerin görev ve sorumlulukları ve
diğer birçok madde hükmü incelendiğinde yukarda bahsedilen konuların yasal
metinlerde de yer aldığı dikkatlerden kaçmamaktadır.
Bu anlamda belediyelerin başarılı olabilmesi için, halkla iletişimini sürekli
kılması, etkileşim kanallarını açık tutması, benimsediği siyasi yöntemlerini halka
anlatması, halkın nabzını tutması, beklenti, tutum, istek ve şikâyetlerinin tespit edilerek
değerlendirmesi büyük önem taşımaktadır. Belediyelerin tüm bu amaçlarına ulaşması ve
halkın eğilimlerini tespit edebilmesi için halkla ilişkiler disiplininden sistemli ve planlı
bir şekilde faydalanması kaçınılmaz olacaktır. Belediyelerce yapılan hizmetler ve yetkili
organlarınca alınacak kararlara ilişkin olarak kamuoyunun beklenti, istek, gereksinme,
eleştiri ve şikâyetlerinin tespit edilmesi ve elde edilen bilgilerin belediyenin encümen ve
meclis gibi yetkili organlarında değerlendirilmesi ve belediyenin izleyeceği siyasaların
bu çerçevede ele alınması ve halkın devlet için devletin ve yönetimin halk için olduğu
anlayışı giderek önem kazanan bir husus olma özelliğini korumaktadır.38
2. Belediyelerde Halka İlişkilerin İşlevleri
Çalışmamızın asıl konusunun, halkla ilişkiler disiplinin belediyelerde
uygulanması bağlamında ortaya çıkan zihniyet, insan ve politik yozlaşma sorunsalı
olması nedeniyle konuyu çok fazla detaylandırmamak için halkla ilişkilerin yerel
yönetimlerdeki fonksiyonlarına ve belediyelerde halkla ilişkilerin temel değerlerine
genel hatları ile temas edilecektir.
Bunlar; yerel yönetimlerin aldığı karar ve bu paraleldeki çalışmalarını
kamuoyuna açmak ve tanıtmak, halkın beklentilerini tespit etmek, şikayet ve taleplerini
öğrenmek ve bu tespit edilen eğilim ve beklentilere göre hizmet mantalitesini
değiştirmek veya dizayn etmek, demokrasinin gereği ve belediyelerin amacı
35
36
37
38
Geray, Cevat (1968). “Belediyelerin Halkla İşbirliği Yapması Gereği ve Halk Katılışlarını Sağlama
Yolları”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277, s. 489.
Tortop, Nuri, (1968). “Belediyelerde İş Verimliliği Esasları ve Belediye-Hemşehri İlişkileri”, İller ve
Belediyeler Dergisi, Sayı: 277, s. 527.
Kanun No: 5393, Kabul Tarihi: 3.7.2005, Yayımlandığı Resmi Gazete, Tarih: 13/7/2005, Sayı: 25874,
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 5, Cilt : 44 .
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s.27.
106
Mehmet YEŞİLBAŞ
doğrultusunda halkın yönetime katılımın üst düzeyde sağlanması, yerel yönetim
hizmetlerinin etkin, etkili ve verimli bir şekilde sunulmasını sağlamak ve bu ölçütleri
arttırmak, yerel yönetimlerce uygulanan yasak ve yaptırımlara halkın gönüllü uyumunu
sağlamak amacıyla aydınlatıcı ve bilgilendirici çalışmalar yapmak suretiyle
kamuoyunun gönüllü katılımının sağlanması, örgütün var olan olumlu imajını
pekiştirmek, olumsuz imajının bertaraf edip olumluya kanalize etmek ve yerel yönetim
kuruluşuna ilişkin olarak kamuoyunda oluşabilecek yanlış imajı engellemek39, yerel
yönetimle kamuoyunun etkileşiminde halkın işini kolaylaştırmak, halkın istediği
belediyeyi oluşturmak,40 belediyeden yana olan belediyeyi destekleyen kent kamuoyunu
oluşturmak41, halkın çıkarlarının belediyelere duyurulması,42 doğru olanın yapılıp
halkın beğenisini kazanmak,43 halkı ikna etme bağlamında ikna aracı olarak
kullanmak44olarak sayılabilir.
Belediyelerin halkla ilişkiler bağlamında temel değer ve ölçütlerini ise; Halkla
ilişkilerin felsefesi ve nitelikleriyle ancak demokratik ilke ve prensiplerin geçerli olduğu
toplumlarda işlevini yerine getireceğinden dolayı “Demokratik Değerler”, yurttaşlara
hukukun güvenliğini sağlayan “Hukuk Devleti” ilkesi, kamuoyunun belediyenin karar
verme süreçlerini etkilemeleri ve uygulamada belediye ile işbirliği yapma öğelerini
içeren “Katılım” olgusu, halkla ilişkileri reklam, propaganda ve siyasi amaçların
etkisinden uzaklaştırmak ve sahte imaj yaratmayı bertaraf etmek için “Dürüstlük ve
Saydamlık” ilkesi, halkın güvenini ve desteğini elde etmeyi temel amaç olarak
benimsemiş bir belediye için aldığı tüm karar ve uygulamalarında gözetmek durumunda
olduğu “Kamu Yararı” ilkesi ve bu paralelde “Hukuka Uygunluk” öğesi, belediye
hizmetlerinin amaçlarına etkin ve verimli bir şekilde ulaşabilmesi anlamında “Başarılı
Hizmet” ilkesi, kentlilik ve yurttaşlık bilincinin yerleşmesi anlamında “Sorumlu ve
Duyarlı Kentli” ilkesi,
kendisinden beklenenleri yerine getirebilmesi için
kurumsallaşma zorunluluğu ve bunun ciddiyeti anlamında “Gerçek Belediye Kurumu”
ilkesi, insanın ön plana çıkarılması anlamında “İnsan Odaklılık” ilkesi, “toplumsal
barış” ve “ortak sorumluluk” ilkelerini sıralamak mümkündür.
39
40
41
42
43
44
Sezen, Seriye (1991). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Ankara, Uzmanlık Tezi, s. 57.
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 11.
Yalçındağ, Selçuk (1987). Belediyelerde Halkla İlişkiler, Türk İdare Dergisi, Sayı: 377 s. 77.
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s.12.
Robinson, J. E, “Halkla İlişkiler Görevlisi”, çev. Birkân Uysal, Amme İdaresi Dergisi, 1(3-4),
TODAİE, 1968, s. 198.
Uysal, Birkân, “Halkla İlişkiler; Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), TODAİE, 1983, s.
2.
107
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
SBArD
III- BELEDİYELERDE
SORUNLARI
HALKLA
İLİŞKİLERİN
UYGULANMASI
1. Halkla İlişkilerin Politik Kaygılara Hizmet Eden Bir Enstrüman Olarak
Görülmesi
Belediyelerde halkın yönetime katılımının etkin bir şekilde sağlanmasının
belediyelerdeki siyasal ve yönetsel duyarlılıkla yakından ilgili olduğu bilinmekle
birlikte, temsili demokrasinin meclisler gibi belli mekanizmalarla uygulanması
zorunluluğu, yönetimi elinde bulunduran oluşumların etkili olması sonucunda halkın
katılımı istenilen düzeyde olamamakta ve siyasal duyarlılık istenilen ölçüde amacına
ulaşamamaktadır. Bu nedenle halkla ilişkilerin etkin ve objektif çalışması engellendiği
için uygulamaların etkililiği sabote edilebilmekte ve halkla ilişkiler belediye başkanının
ve mevcut siyasal oluşumun belde, yöre ya da ülke genelinde tanıtımını yapmak,
faaliyetlere bir zemin hazırlamak ve kamu oyunun sahte imajla yanıltılması gibi bir
takım handikapları beraberinde getiren bir enstrüman olmaktan öteye geçememektedir.
Bu yüzden çok kere halkla ilişkiler uygulamaları salt reklâm, propaganda vb. gibi
algılamalara neden olmakta ve bu kavramlarla sıkça karıştırılan bir olgu olmaktadır.
Belediye gibi temelde politik niteliği ağır basan bir kurumda halkla ilişkilerin
uygulanmalarındaki temel yanlış halkla ilişkilere ilişkin uygulamalar ve etkinliklerin
temelde belediye başkanına ve/veya belediye iktidarını seçimle ele geçiren partiye
siyasal destek sağlamak veya olan desteği pekiştirmek amacıyla salt siyasal niteliklerle
kullanıldığı gerçeğidir.45
Yerel yönetimlerdeki seçilmiş kişiler, siyasal partilere mensup kişiler oldukları
için, ülkenin genel politikalarından etkilenmekte ve yerel bazda bu politikalarla uygun
hizmetler sunmaktadırlar. Siyasal iktidarı ele geçirmek isteyen siyasal partiler her
konuda olduğu gibi kentleşme ve kent yönetimi konularında da görüşler sunmak
zorundadırlar. Bu görüşler partilerin ideolojik yapılarına göre farklılık arz etmektedir.
Partiler, kentleşme, yapılaşma belediyecilik ve genel hizmetlere ilişkin görüşlerini
seçmenin beğenisine sunmaktadır. Yerel seçmenin desteğini alarak yerel yönetimde
görev alan partiler, yerel politikalarını da bu görüşler doğrultusunda belirlemektedir. Bu
durum siyaset ve yerel yönetim birimlerinin ve merkezi hükümetin karşılıklı
etkileşiminin zorunlu bir sonucu olmakta46 ve taşınan bu politik kaygılar halkla
ilişkilere olan bakış açısını derinden etkilemektedir.
45
46
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 37.
Turgut, Kasım, Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti, İstanbul 2003, s. 28.
108
Mehmet YEŞİLBAŞ
2. Halkla İlişkilerin Kurumsallaşamama Sorunu
Belediye karar organlarının, beklenti ölçüsünde kalite ve sayısal değerde hizmet
sunamaması, yerel yönetimlerdeki tüm gelişmelere karşın merkezi yönetimin neredeyse
hala son sözü söyleyen bir konumda olması ve bu nedenle merkezden yapılan birçok
düzenlemenin yereldeki işlemlerde karmaşaya yol açması, yerel yönetim aktör, paydaş
ve görevlilerinin halka karşı takındığı olumsuz yaklaşımları, hizmetlerin sunumunda
güdülen politik kaygılar nedeniyle oluşan yanlı tutum ve davranışlardan kaynaklanan
uygulamalar; yerel yönetimlerle halk arasındaki ilişkileri iyice belirginleştirmekte47 ve
tüm bu sayılanlar halkla ilişkilerin sağlıklı bir şekilde kurumsallaşamamasına neden
olmaktadır.
Özellikle kamu örgütlerinin halkla ilişkiler bağlamındaki temel problemlerinden
birisi örgütlerin halkla ilişkilerin bir örgüt için hayati derecede öneme sahip olduğunun
kavranamaması ve bu nedenle gereken önemin verilmemiş olmasıdır. Bu nedenledir ki
bir çok kamu kurumunda, özellikle yerel yönetimlerde halkla ilişkiler basın bürosu olma
konumuna indirgenebilmektedir. Halkla ilişkilerin yönetimlerce benimsenmemesi ve
kurumsallaşamaması temel etmenlerdir.48
Kamu kurumlarında kurumsallaşmadan söz edebilmek için, kurum ve
kuruluşların orta ve uzun vadeli halkla ilişkiler siyasalarının olması, halkla ilişkilerin
fonksiyonel anlamda benimsenmesi ve işlevlerinin kabul edilmesi ve özellikle halkla
ilişkiler birimlerinin örgütün tepe yöneticisine ya da örgütte makro düzeyde siyasa
geliştirme konusunda etkili olan birimlere yakın olmasında yatmaktadır. Dolayısıyla
halkla ilişkiler birimlerinin belediyelerde, belediyenin siyasetini ve makro hedeflerini
koyma konumunda olan belediye başkanına yakın bir konumda yapılanması
gerekmektedir.
Ertekin; örgütlenmeyi görev, yetki ve sorumluluklara açıklık getiren, personelle
ilgili düzenlemeleri bu çerçevede yapan, dolayısıyla hizmette tekrarların ve boşlukların
oluşmasını engelleyen temel bir yönetim süreci olarak tanımlamaktadır.49 Görüldüğü
gibi halkla ilişkilerin belediye uygulamalarındaki açmazlarının bertaraf edilmesinde
örgütlenmenin sağlanmış olması büyük önem kazanmaktadır.
47
48
49
Uysal-Sezer, Birkân, “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 5(6), 1996, s.
65.
Uysal, Birkân. (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 16(3), s. 27.
Ertekin, Yücel, “Halkla İlişkiler Hizmetinde Örgütlenme ve Personel Sorunları”, Amme İdaresi
Dergisi, 23(4), s. 35.
109
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
3. Halkla İlişkiler Etkinliğinin Salt Belediye Başkanının Uygulamaları İle
Özdeşleştirilmesi ve Güçlü Başkan Modeli
Ülkemizde demokratik kültür özellikle yöneticilerde tam olarak
içselleştirilmediği için belediyecilik uygulamalarımızın en belirgin özelliği, güçlü
başkan modelinin olmasıdır.50 Ülkemizde dünyadaki genel trendin tersine belediyedeki
her sahaya başkan hakimdir ve onun izlerine rastlarsınız. Bu yönüyle belediyelerde
halkla ilişkiler uygulaması olarak salt belediye başkanının konuya ilişkin yaptığı veya
yapması konusunda oluşan beklentiler algılanmaktadır. Bunun da temelinde;
uygulamada demokrasiyi tam olarak içselleştirememiş yerel yöneticiler ve gerek meclis
gerekse encümenin etkin bir şekilde yetkilerini kullanmasının önündeki geleneksel
anlayış ve tek adam yönetimi felsefesinin olduğunu göstermek mümkündür.
Belediyelerdeki bu güçlü başkan ve tek adam mantığı nedeniyle özellikle belediye
meclisinin halkla ilişkiler bağlamında olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır.
Belediye başkanları; gerek seçimle işbaşına gelmiş olmaları nedeniyle sahip oldukları
toplumsal destek gerekse sahip oldukları kanuni yetkileri nedeniyle örgütün halkla
ilişkiler politikasının belirlenmesinde etkin bir role sahiptirler.
Oysa belediyecilikte, sağlıklı bir halkla ilişkiler uygulamasının
gerçekleştirilebilmesi için, belediyelerde görevli tüm birim ve çalışanların halkla
ilişkiler felsefesinin gerekliliğini benimsemesi, sadece belediye başkanlarının yaptığı
halkla ilişkiler çalışmalarının kurumun imajı için yeterli olamayacağının bilinmesi
gerekmektedir.
4. Mevzuattan Kaynaklanan Yerel Sorunlar
Belediyelerin kuruluş, iş yürütümü ve faaliyet alanlarına ilişkin olarak temelde
merkezi hükümetler ve örgütler tarafından yapılan yasa ve diğer düzenleyici işlemler
dolayısıyla merkezin elinde bulundurduğu yetkiler belediyelerin tam olarak yerelleşmesi
önündeki temel engellerden birisidir. Özellikle tabii afet, büyük yıkım, kaçak
yapılaşmalar, gecekondu vb. olgulara ilişkin olarak merkezi hükümetlerce çıkarılan ve
Türk yönetsel yapısında itiyad haline gelmiş olan “af yasaları” gibi tüm ülkeye
genellenerek yapılmış kimi düzenlemeler belediyelerin halkla ilişkilerinde ve halk
nezdindeki imajında kara delik oluşturmaya devam etmekte ve ciddi anlamda olumsuz
etkilemektedir.
Özellikle belediyelerde halkla ilişkiler birimlerinin kurumsal düzeyde
örgütlenmesi, bu birimlerin amaç ve görevlerinin ve istihdam edilecek personelin
niteliklerinin belirlenmesine kadar bir çok konuda gerek 5393 s. Belediye Kanunu
50
Yalçındağ, Selçuk (1996). Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE Yayınları, s. 81.
110
Mehmet YEŞİLBAŞ
gerekse Büyükşehir belediyelerinin yönetimini düzenleyen kanunlarda yasal bir
dayanak bulunmaması da önemli bir handikap olarak gözükmektedir.
5. Belediyelerin İstenilen Düzeyde Finansal- Yönetsel Dinamiklerden
Yoksun Oluşu
Belediyelerde halkla ilişkilerin uygulanmasında temel nitelikte olan bir diğer
husus ise, belediyelerin halkın talep, beklenti ve yakınmalarına cevap verebilecek
boyutta parasal ve yönetsel olanaklar çerçevesinde yetersiz oluşu gösterilmektedir.
Ertekin belediyelerin halkla ilişkilerini olumsuz anlamda etkileyen nedenleri şu şekilde
sıralamaktadır:51 Yapılan hizmetlerin değişik nedenlerle nicelik ve nitelik yönünden
yeterli olmaması, işlemlerle ilgili, başvuru yeri, başvuru biçimi konusundaki sorunlarla
kırtasiyeciliğin varlığı, kuruma başvuran yurttaşa gerekli bilgilerin yetersiz verilmesi ya
da hiç verilmemesi ve eşit işlem yapılmaması, görevlilere yeterli ve gerekli yetkilerin
verilmemesi ve yetkilendirilenlerin çoğu kez yetkilerini kullanmaktan kaçınmaları,
görevlinin eğitim düzeyi ile görevini benimseme durumundan kaynaklanan
olumsuzluklardır.
6. Halkla İlişkilere Gereken Önemin Verilmemesi
Belediyelerin halkla ilişkiler anlamındaki sorunlarından bir diğeri gerek merkezi
hükümetler gerek merkezi idarenin taşra örgütleri ve gerekse yerel yönetimler
bağlamında halkla ilişkilere gereken önemin verilmemesi ve istenilen boyutta ele
alınamamış olmasıdır. Bunun temel nedeni olarak da üst yönetim ve liderlerin konunun
öneminin farkında olamaması ve bilinç eksikliği gibi faktörler gösterilebilir. Bir taraftan
merkezi idare ve hükümetlerin bu umursamaz tavırları bir taraftan yöneticilerin söz
konusu tavır ve tutumları nedeniyle belediyelerde istenilen düzeyde bir halkla ilişkiler
örgütlenmesi sağlanamamış ve sağlıklı bir halkla ilişkiler politikası geliştirilememiştir.
7. Üst Yönetim Liderlerinin Vizyonsuzluğu ve Algılama Farklılıkları
Belediyelerdeki halkla ilişkiler sorununun altında genelde yukarda da değinildiği
gibi halkla ilişkilerin amaç ve süreçlerinin yanlış değerlendirilmesi ve algılama
farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Özellikle üst yöneticilerin kişisel bakış açılarının
vizyonsuzluk nedeniyle halkla ilişkilerin vizyon ve amaçlarıyla örtüşmemesinden
kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Temel amacı kamuoyu ile sağlıklı ve olumlu iletişim ve ilişki kurmak olan
halkla ilişkilerin, yöneticilerce kimi kez reklâm, kimi kez propaganda, kimi kez imajın
51
Ertekin, Yücel, Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler Sorunu, s. 8. Akt: Köksal, Recep, Belediyelerde
Yönetime Katılma ve Halkla İlişkiler, Ankara 2001, s. 119.
111
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
olumlanması, kimi kez de basın bülteni, duyurma gibi tek yanlı bir etkileşim ve çaba
olarak algılanması temel problemlerdendir.
8. Halkla İlişkilerin Reklâm ve Propaganda İle Özdeşleştirilmesi
Halkla ilişkilerin bir diğer temel problemi, kamu örgütlerinin neredeyse
tamamında söz konusu olan ve yerel yönetimlerde olayın siyasal boyutunun daha
belirgin olması nedeniyle ikna ve olumlu imaj yaratma çabasının bir ürünü olarak
reklâm ve propaganda ile sıkça özdeşleştirilmekte hatta çoğu kez karıştırılmaktadır.
Halkla ilişkiler disiplininin salt reklam ve propaganda amaçlı kullanılmasına dayanak
teşkil eden temel argüman; kuşkusuz yerel yönetimlerin halkın talep, beklenti ve
görüşleriyle paralellik arz etmeyen karar ve uygulamaların kamuoyuna benimsetilmesi,
özellikle belediye yöneticileri olan ve neredeyse belediyenin uygulamaları ile
özdeşleşen belediye başkanlarının halkla ilişkileri siyasal hedeflerini gerçekleştirmeye
dönük bir politik aygıt gibi görmesi, belediye faaliyetlerinin kamu hizmetinden öte bir
reklam unsuru olarak sunulmasıdır. Oysa bilindiği gibi halkla ilişkilerin temel
belirleyici hususlarından birisi tek yönlü değil çift yönlü bir iletişimi benimsemiş
olmasıdır. Bu şekilde bir disiplinin benimsendiği halkla ilişkiler uygulamalarında
kamuoyu, yönetimin her aşamasında söz konusudur ve yerel yönetimlerce ikna edilmek
durumundadır. Özel sektör, kamu sektörü veya yerel yönetimlerin hangisinde olursa
olsun temelde politik kaygı ve beklentilerin gözetilmesi suretiyle uygulanmaya çalışılan
halkla ilişkiler pratiğinde, her halükarda demokratik değerler ve kamu yararının göz ardı
edilecek olması nedeniyle çarpıklıklar süreklilik arz edecek ve propaganda aygıtı
olmaktan öteye geçemeyecektir.
9. Yerel Yönetim Kuruluşlarının Halkla İlişkileri Fantezi Bir Uygulama
Olarak Görme Anlayışları
Halkla ilişkiler, çok kere bir gereksinimden öte özenti ya da vitrini doldurma
çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu da fantezi ya da gereksiz bir
enstrüman olarak görülmesine neden olmakta ve bu yüzden çok kere amaçlarına uygun
olmayan işlerde kullanılmalarına neden olmaktadır. Bu durumu kurumun bir halkla
ilişkiler politikası olmaması biçiminde de algılayabiliriz. Yine halkla ilişkilerin çoğu
kez gişe düzeyinde tekil bir hizmet olarak değerlendirilmesi ve kurum içindeki ana
hizmet birimleriyle eşgüdümün sağlanamamasına neden olmakta ve kurumun
geleceğine ilişkin politika belirleme konusunda fonksiyon icra edememektedir.52
52
Uysal, age, s. 8.
112
Mehmet YEŞİLBAŞ
10. Halkla İlişkilerin Bir Uzmanlık Alanı Olarak Görülmemesi ve
Profesyonellerce Üstlenilmemesi
Halkla ilişkilerin temelde iki yönlü bir iletişim olduğu kabulünden hareket
ettiğimizde hem kamuoyu hem yönetim açısından sağlıklı bir iletişim sağlanabilmesi
için, halkla ilişkiler biriminde görevlendirilecek görevlilerin iletişimi iyi bilmesi ve
gerek kamu gerek yerel yönetim ve gerekse halkla ilişkiler konusunda kendini iyi
yetiştirmiş ve kurumun faaliyet sahasına hakim olması büyük önem taşımaktadır. Oysa
belediyelerde bu birimlerde istihdam edilenlerin söz konusu vasıflara sahip olmadığı
hepimizce bilinen bir gerçektir.
11. Çarpık Kentleşme ve Kent Nüfusunun Plansız Artışı
Türkiye’nin yakın tarihinin kanayan yarası olan göç olgusu ve bu olgunun
doğurduğu çarpık kent yapısı, plansız yapılaşma ve yoğun nüfus belediye hizmetlerini
her alanda ciddi anlamda sabote ettiği gibi halkla ilişkilerin gelişimini de bu anlamda
olumsuz etkilemektedir. Dar anlamda, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun
artması olarak tanımlanabilecek53 kentleşme olgusunun bu çarpık yapısı neticesinde
belediye yönetimleri açısından kent nüfusunun artması sonucunda kentli nüfusla
belediye yönetimi arasındaki mesafenin gittikçe artmasına neden olmakta ve kamuoyu
ile yönetim gittikçe birbirinden uzaklaşmaktadır. Belediyelerin kısıtlı imkânları da göz
önüne alındığında halkla ilişkilerin belediyecilik için lüks olarak gözükmesi olgusu
gerçekliğinin devam ettiğini görmekteyiz.
12. Politik Yozlaşma Ve Zihniyet Sorunu
Yerel yönetimler, günümüz demokrasi anlayışında, demokratik yaşamın olmazsa
olmazları arasında görülmekte ve çağın demokratik gerekleri arasında algılanmaktadır.
Özellikle günümüz dünyasında doğrudan demokrasi pratiğinin olanaklı olmaması
nedeniyle yerel yönetimler; temsili demokrasinin uygulama örnekleri ve halkın
katılımının, kamuoyu beklentilerinin yansıtılabildiği örgütlenmeler olarak dikkat
çekmektedir. Bilindiği gibi temsili demokrasilerde karar alma süreci politik aktörler,
seçmenler ve bürokratlarca yerine getirilmektedir. Politik yozlaşmayı ise bu karar alma
sürecinde kamuoyu ya da seçmen aleyhine ne şekilde olursa olsun çıkar sağlama süreci
olarak ifade etmek mümkündür.
Belediye örgütlenmelerinde karar alma sürecinde ne şekilde olursa olsun çıkar
sağlamak amacıyla politikacı, seçmen, çıkar kümeleri ve bürokratlar gibi politik aktörler
tarafından var olan hukuksal, ahlaksal ve diğer normların göz ardı edilmesi veya ihlal
edilmesini kapsayan politik yozlaşma ve topluma maliyetini ortaya koymaktadır. Bugün
53
Keleş, Ruşen, 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, Gerçek Yayınevi, İstanbul
1983, s. 6.
113
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
dünyanın farklı ülkelerinde uygulamalarının sıkça görüldüğü gibi ülkemizde de artık
önemli bir siyasal ve sosyal bir hastalık haline gelmiş olan ve gerek merkezi hükümette
gerekse belediyelerde kuraldışı ve yasadışı uygulamalar zamanla yasal düzenlemelerin
yerini almakta ve öyle algılanır olmaktadır.
Politik süreçte politikacı, seçmen, çıkar gurupları ve bürokratların çıkar amaçlı
karşılıklı etkileşimi kamusal alanla ilgili alınan karar alma sürecinde şekillenmektedir.
Politik aktörler, bu süreçte yozlaşma ağının bir parçası olarak hareket etmektedir.
Sonuçta karar alma sürecinin siyasi, ekonomik ve sosyal sebeplerle çıkar amaçlı olarak
işlemesi, toplumda yolsuzluk ve rant kollama faaliyetlerini yaygınlaştırmakta, her türlü
yolsuzluğun ahlaksızlık sayılmadığı bir anlayış topluma egemen olmaktadır.
Günümüzde başta büyük şehirler olmak üzere yerel yönetim birimlerinin karar alma
sürecine politik yozlaşmanın hâkim olduğu görülmektedir. Bu durum kentlerde
gecekondulaşmayı, çarpık ve çirkin kentleşmeyi, ranta dayalı para kazanmayı
doğurmaktadır. Yerel halkın yaşam standardı ve yaşam kalitesi düşmüştür. Bunun
dışında yerel yönetimlerdeki politik yozlaşma, yerel halka birçok siyasi, sosyal,
ekonomik ve ahlaki maliyet yüklemiştir. Yerel yönetimlerde reform tartışmalarının
yoğunluk kazandığı günümüzde yerel yönetimlerin karar alma sürecinde yozlaşmayı
önleyecek önlemler alınmadığı sürece yerel yönetim birimleri, yolsuzlukların, rant
kollama faaliyetlerinin kaynak israfının merkezinde siyasi güç odağı olmaya devam
edecektir.54
Politik yozlaşma, birden fazla yozlaşma biçimini kapsayan ve demokrasinin
aygıtlarından faydalanmak suretiyle karar alma sürecinde politikacıların, bürokratların
ve çıkra gruplarının çıkar sağlamak için yasal düzenlemeleri veya normları ihlal
etmeleri olarak ifade edilebilir. Devlet mekanizmasının hemen her sahasında önemli bir
hastalık olarak gözüken bu yozlaşma tipi belediyecilikte önemli bir sorun olmaya
devam etmektedir.
Politik karar alma sürecinde rol oynayan aktörlerin (Seçmenler, Politikacılar,
Çıkar Grupları) özel çıkar sağlamak amacıyla toplumda var olan hukuksal ve ahlaksal
normları ihlal edici davranış ve eylemlerde bulunmaları politik yozlaşma olarak
tanımlanmıştır.55
Yerel yönetimlerde politik yozlaşmaya neden olan faktörleri; merkeziyetçi ve
geleneksel yapının doğurduğu aksaklıklar, kayırmacılık sisteminin yaygınlaşması ve
gittikçe yönetime hakim olması, adam kayırmacılık, hizmet kayırmacılığı, siyasi
kayırmacılık, gönül yapma, lobicilik, iktidarın kişiselleşmesi, parti disiplini ve lider
sultası, aşırı vaadde bulunma ve yalan propaganda, oy satın alma ve oy ticareti,
bürokratik sistemin siyasallaşması, yerel seçmenlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, politik
54
55
Turgut, Kasım, Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti, İstanbul 2003.
Aktan, age, s. 4.
114
Mehmet YEŞİLBAŞ
körlük ve kısa dönemli düşünme hastalığı ve yerel hizmetlerin gördürülmesindeki
aracılık faaliyetleri olarak sayılabilir.56
Günümüzde demokratik rejimlerdeki yozlaşma o derece ileri boyuttadır ki bazı
yazarlar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir İlkesinin, hâkimiyet kayıtsız şartsız
siyasal iktidarındır ilkesine dönüştüğünü ifade etmektedir.57
Dünyadaki her ülkede politik süreç, ülkenin sahip olduğu toplumsal yapının,
sosyal ve ekonomik gelişmişlik düzeyine uygun olarak şekillenmektedir. Buradan
hararetle geleneksel toplum yapılarında ve az gelişmiş ülkelerde sosyal ekonomik
toplum yapısının düzeyine uygun olarak politik sürecin oluşumu ve işleyişinin farklı
olacağını söylemek mümkündür. Günümüzde modern demokratik düzenin hâkim
olduğu toplumlarda, politik sürecin işleyişi, politik süreçte meydana gelen yozlaşma,
gerek nitelik gerekse nicelik yönünden geleneksel toplum yapılarındakinden farklıdır.
Yani politik yozlaşma ile toplumların sosyal ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında
paralel bir ilişki mevcuttur. 58
Yerel yönetimler demokrasinin olmazsa olmazlar ve temel yapıtaşları
niteliğindedir. Bu yönüyle yerel halkın katılımını temin eden, yerel ortak ihtiyaçların
giderilmesini sağlayan ve bu anlamdaki hizmetlerin etkili ve verimli bir şekilde
yürütülmesini sağlayan birimlerdir. Ancak günümüz Türkiye’sinde yerel yönetimlerde
özellikle belediyelerde demokratik yaklaşımın benimsendiği, demokratik ilke ve
gereklerin yerine getirildiği, yerel halkın katılımının esas alındığı yönetim şekilleri
olmaktan çok fantezi anlamında değerlendirilen birimler olmaya devam ettiği ve rant
kollama faaliyetlerinin üstünü kapatan bir aygıt haline gelen birimler olduğu sıkça dile
getirilen hususlardandır. Toplumsal katılımın sağlıklı olduğu, temel hedeflerinin
yurttaşlara hizmet olduğu bir belediye anlayışı demokrasinin filizlenmesinde önemli bir
yere sahip olabilecekken, ortak yerel hizmetlerin sunulmasından, kentsel rantın
paylaşımına, bütçe imkanlarının savurganca ve hoyratça harcanmasından hükümetle
belediyeler arasında kaynak ve rant bölüşümüne kadar pek çok noktada çıkar teminine
dönük bir çok yozlaşma türünü görmek mümkündür.
Halkla ilişkiler uygulamaları da en az diğer birim ve uygulamalar kadar politik
yozlaşma ve zihniyet sorunundan nasibini almakta ve yukarda sıkça değinildiği gibi rant
aygıtı, politik ikna enstrümanı ya da olumlu imaj yaratma veya kamuoyunu aldatmaya
kadar uzanan bir zincirdeki konumunu sürdürmeye mahkum gözükmektedir.
Geleneksel yönetim yapımızda gerek kamu yönetimi gerekse yerel yönetimler
özelinde belediye yönetimlerindeki sorunların temel nedeni toplumun politik yozlaşma
56
57
58
Turgut, age, s. 64.
Coşkun Can Aktan, “Kahrolsun Demokrasi Yaşasın Demarşi” . http://www.canaktan.org.tr (15-102002) s. 1.
Coşkun Can Aktan, Temiz Toplum Temiz Siyaset, İstanbul: T Yayınları, 1994 s. 63-70.
115
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
ile karşı karşıya olması ve bunun doğurduğu temel zihniyet sorunsalıdır. Bu çalışmada
demokrasinin yeni gözdesi belediyecilik uygulamaları bağlamında zihniyet paradigması
ve politik yozlaşma temelli bir irdeleme neticesinde belediye yönetimlerin halkla
ilişkiler uygulamaları anlamında ortaya çıkan sorunlar irdelenmeye çalışılmıştır.
Özellikle kamu yönetiminde ve yerel yönetimlerde topyekûn bir reformdan söz edildiği
ve bu paralelde çalışmaların yapıldığı günümüz Türkiye’sinde insan temelli zihniyet
iyileştirilmesi yapılmadıkça salt yasal reformların yapılmasının, problemleri bertaraf
etmek yerine politik yozlaşma ve çarpık uygulamaları daha da artıracaktır.
Tüm bu hususlar göz önüne alındığında hemen her türlü girişimin başarıya
ulamamasının altında yatan temel etmen sağlıklı bir sistemin benimsenmesi kadar o
sistemi uygulayacak olan yönetici ve çalışanların sahip olduğu ahlaki değer ve
zihniyetleridir. Salt kurumların modernizasyonu değil, kurum mensuplarının kafa
yapıları da zihni bağlamda modernize edilmedikçe başarılı bir örgütten söz etmek
olanaklı değildir.
Sonuç
Yasal ifadesiyle yerel ortak ihtiyaçları karşılamak maksadıyla kurulmuş olan
belediyeler zaman zaman politik yozlaşmanın sonucunda “nasıl yönetelim ve nasıl bir
yöntem izleyelim” ki kârımızı maksimize edelim mantığını gütmektedirler. Bu yönüyle
çıkarını maksimize etmeye çalışan veya demokrasiyi temelde bir bölüşüm ve yağma
düzeni olarak gören politikacı kimi belediye başkanları ve onların sermayedar
yandaşları ve diğer toplumsal çıkar odakları, bu paylaşım sürecini devam ettirmek ve
kendilerin seçen kamuoyuna şirin gözükmek için kimi zaman halkla ilişkiler disiplinini
makyavelist bir yaklaşımla araç olarak kullanmakta ve halkla ilişkilerin temel
amaçlarıyla çelişen uygulamalar ortaya koyarak halkın gözünün boyanması, sahte imaj
yaratılması ve rant kollama faaliyetlerinin üstünün küllendirilmesine dönük bir
enstrüman olarak kullanılmasına neden olabilmektedirler.
Önceki bölümlerde halkla ilişkilerin belediyelerde uygulanması anlamında
ortaya çıkan sorunlar ana hatlarıyla ortaya konulurken de görüldüğü gibi, uygulama
yanlışlıklarının altında yatan birçok neden vardır ya da bu yanlışlıkları tek bir olgu veya
nedenle açıklamak oldukça zordur. Ancak bu çalışmamızda genel hatlarıyla ortaya
konmaya çalışılan tüm faktörlerin yanı sıra asıl belirleyici olanın demokratik değer
yargıların benimsenmemesi, özellikle politik aktör ve paydaşların demokrasiyi ve yerel
yönetimleri rant kollama sahası veya yağma düzeni olarak görmeleri neticesinde ortaya
çıkan politik yozlaşma, insan ve zihniyet paradigması odaklı ele almaya ve açıklamaya
çalıştık.
Günümüz belediye yönetimlerinde yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, ranta dayalı
kent toprağının kullanımı, rant kollama ve her türlü kaynak israfı yaygın olarak
116
Mehmet YEŞİLBAŞ
görülmektedir.
Belediyelerin mevcut konumu halkın yerel demokrasi bilinci,
yozlaşmayı önleyecek düzenlemeler göz ardı edilerek gerçekleştirilecek reform
çalışmaları yerel yönetimleri yolsuzluğun ve kaynak israfının odağına itecektir.
Günümüzde büyük miktardaki nüfusun yaşadığı gecekondular, çirkin şekilsiz problem
yumağı haline gelmiş şehirler politik yozlaşmanın etkisi altındaki yerel yönetimlerin
ürünüdür.
Zihni modifikasyon ve modernizasyon sağlanamadıkça, demokrasi, hukukun
üstünlüğü, katılım, vatandaş odaklılık gibi kavramlar içselleştirilmedikçe belediyelerin
yetkilerinin artırılıp kaynakların devrinin gerçekleştirilmesinin tek başına yeterli
olmadığı bilinen bir gerçektir. Belediyelere yetki ve kaynak devrinin yerel katılım ve
yerel demokrasi bilincinin gelişmesine, ekonomik kalkınmanın sağlanmasına, tüm ülke
genelinde herkesin kabul ettiği asgari ahlaki değerlerin sağlanmasına, hukuk devleti
anlayışının oluşmasına ve hepsinden önemlisi ülkemizde hala doğu despotizminin eseri
sayılabilecek geleneksel yönetim anlayışımızın ürünü buyurgan devlet, elit bürokratik
anlayış ve efendi belediyecilik anlayışını terk eden bir yaklaşımın benimsenmesine
paralel olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaya çalıştık.
Ahlaklı ve ilkeli bir yaşamı merkezine almayan bir yönetici; halkı velinimet,
devleti ve yönetimi halka hizmet aygıtı olarak görmeyen, katılımcılığı, halkın
beklentilerini, talep ve yakınmalarını dikkate almayan, politik yozlaşma, sahte imaj, göz
boyama gibi faktörlerin girdabında bocalayan bir yerel yönetim ve demokratik temelli
yaklaşımı içselleştirememiş ve bakış açısı anlamındaki modernizasyonunu
tamamlayamamış bir zihniyet paradigması sağlanamadıkça aradan yıllar geçse de halkla
ilişkilerin hak ettiği konumda olacağı konusunda ciddi kuşkularımız vardır.
Kaynakça
Aktan, Coşkun Can (1994), Temiz Toplum Temiz Siyaset, İstanbul, T Yayınları.
Asna, Alâeddin (1987), “Halkla İlişkilerin Türkiye’de Benimsenmesi”, Halkla İlişkiler
Sempozyumu, Ankara, TODAİE Yayınları,
Asna, M. Alaeddin (1969), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları.
Ergenemon, Cengiz (1995), “Bilgi Çağı”, ASELSAN Dergisi, Sayı: 20, Ankara.
Ertekin, Yücel (1995), Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayını.
Ertekin, Yücel (2001). Yerel Yönetimlerde Halkla İlişkiler Sorunu, s. 8. Akt: Köksal,
Recep, Belediyelerde Yönetime Katılma ve Halkla İlişkiler, Ankara.
Ertekin, Yücel “Halkla İlişkiler Hizmetinde Örgütlenme ve Personel Sorunları”, Amme
İdaresi Dergisi, 23(4).
Geray, Cevat (1968), “Belediyelerin Halkla İşbirliği Yapması Gereği ve Halk
Katılışlarını Sağlama Yolları”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277.
117
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 97 – 118
Kazancı, Metin (1972), “Halkla İlişkiler ve İdari Danışma Merkezleri”, Amme İdaresi
Dergisi, 5(2).
Kazancı, Metin (1980), Halkla İlişkiler, Ankara, SBF Yayınları.
Kazancı, Metin (1980). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Anlayışı ve
Uygulaması.
Keleş, Ruşen (1983), 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, Gerçek
Yayınevi, İstanbul.
Mıhçıoğlu, Cemal (1986), Bir Yönetim Deneyi, Ankara, BYYO Yayını.
Robinson, J. E. (1968), “Halkla İlişkiler Görevlisi”, çev. Birkân Uysal, Amme İdaresi
Dergisi, 1(3-4), TODAİE.
Sezen, Seriye (1991), Belediyelerde Halkla İlişkiler, Uzmanlık Tezi, Ankara.
Tekir, Sabri (1997) “Büyüyen Devlet Çıkar Gurupları ve Toplum (Politik Ekonomi
Açısından Bir Değerlendirme)”, Yeni Türkiye Dergisi, I/13.
Tortop, Nuri (1968), “Belediyelerde İş Verimliliği Esasları ve Belediye-Hemşehri
İlişkileri”, İller ve Belediyeler Dergisi, Sayı: 277.
Tortop, Nuri (1989), Halkla İlişkiler, Ankara, Yargı Yayınları.
Turgut, Kasım (2003), Yerel Yönetimlerde Politik Yozlaşma ve Toplumsal Maliyeti,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul.
Uysal, Birkân (1972). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Uygulaması, Ankara.
Uysal, Birkân (1983), “Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi,
16(3).
Uysal, Birkân (1998), Siyaset, Yönetim, Halkla İlişkiler, Ankara, TODAİE Yayınları.
Uysal-Sezer, Birkân (1987), “Türkiye’de Halkla İlişkilerin Gelişmesi İçin
Yapılabilecekler”, Halkla İlişkiler Sempozyumu, Ankara, AÜBYYO-TODAİE.
Uysal-Sezer, Birkân (1988), “Bir Halkla İlişkiler Kuramı Olabilir mi?”, Halkla İlişkiler
Sempozyumu, Ankara, AÜBYYO-TODAİE.
Uysal-Sezer, Birkân (1996), “Yerel Yönetimler ve Halkla ilişkiler”, Çağdaş Yerel
Yönetimler, 5(6).
Uysal-Sezer, Birkân, “Halkla İlişkiler: Katılımdan Tanıtıma”, Kamu Yönetimi Disiplini
Sempozyum Bildirileri, Cilt I, Ankara. IIAS-TODAİE.
Yalçındağ, Selçuk (1987), “Belediyelerde Halkla İlişkiler”, Türk İdare Dergisi, Sayı:
377.
Yalçındağ, Selçuk (1996), Belediyelerimiz ve Halkla İlişkileri, Ankara, TODAİE
Yayınları.
1983 tarih 174 sayılı Kararname.
5. Beş Yıllık Kalkınma Planı, (1985-1989), DPT Yayınları.
5393 Sayılı Belediye Kanunu, No: 5393 Kabul Tarihi: 3.7.2005, Yayımlandığı Resmi
Gazete: Tarih: 13.7.2005, Sayı: 25874, Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5, Cilt: 44.
118
İNGİLTERE’NİN İRAN-AFGANİSTAN POLİTİKASI (1848-1870)
Yılmaz KARADENİZ*
Özet / Abstract
İngiltere’nin incelediğimiz dönemdeki İran ve Afganistan politikası, Hindistan güzergâhında
bulunan bu iki devletin sürekli kontrol altında tutulması esasına dayanmıştır. Kuzeyden Rusya’nın bu
güzergâha hâkim olma girişimleri İngiltere tarafından sürekli önlenmiştir. İran’ın Hindistan’ın anahtarı
olan Herat’a yönelmesi karşısında bu iki devletin içişlerinde karışıklık çıkarma ve birbirine düşürme
siyasetini devreye sokmuştur. İran’ın Herat’ı fethetmesi üzerine Paris’te bir toplantı tertip ederek
dengeleri kendi lehine çevirmiştir.
ENGLAND’S PERSIAN AND AFGHAN POLITICS (1848-1870)
Anahtar Kelimeler: Afganistan, Herat, Kabil, İran, İngiltere, Rusya, Nasıreddin Şah.
The politics of England about Iran and Afghanistan had been based on the control of these two
states, which were on the route of India. The dominating attempts to this route of Russia had been tried to
prevent by England. England had applied the politics of turmoil and having a falling-out againts the
coming closer of Iran to Herat. England had taken the balance in its hand with Paris Agreement that had
been signed just after the getting Herat of Iran.
Key Words: Afghanıstan, Herat, Kabul, Persia, England, Russıa, Nasıreddin Shah.
Giriş
İran ve Afganistan’ın sahip oldukları coğrafya, tarih boyunca sürekli hâkimiyet
mücadelesi ve buna bağlı olarak iç karışıklık çıkarma girişimlerine sahne olmuştur.
İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesinden sonra bu güzergâhı sürekli kontrol
altında tutmak istemesi, Rusya ve Fransa tarafından zorlanmışsa da hileli İngiliz siyaseti
sayesinde bertaraf edilmiştir. Biz de bu çalışmamızda İngiltere’nin bölgeyi kontrol
altında tutmak için ikinci ve hatta üçüncü bir devleti nasıl etkisiz hale getirdiğini, İran
ve Afganistan’ın nasıl iç karışıklıklara sürüklendiklerini ortaya koymaya çalıştık. Esas
döneme geçmeden önce İran, Afganistan ve Osmanlı Devleti üzerinde yürütülen
İngiltere-Rusya nüfuz mücadelesini yani incelediğimiz döneme gelinceye kadar
yürütülen siyasetleri kısaca izah ettik. Britanya adası ile adı geçen coğrafya arasında çok
uzak mesafe olmasına rağmen İngiltere’nin niçin ve nasıl buralarda etkili olduğunu
aydınlatmaya çalıştık.
İngiltere, 1814’te İran ile imzaladığı anlaşmayla Afganistan ile İran arasında
meydana gelebilecek savaşta müdahil olmamayı taahhüt etmişti.1 Ancak, Napolyon’un
*
Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
Avrupa’da tehlike olmaktan çıkmasıyla İngiltere’nin İran’a karşı tavrı değişmiş, Herat
ve Belucistan’ı İran’ın nüfuzundan çıkarmak için harekete geçmişti. Bu siyasetinde
kendisine engel olarak gördüğü Rusya’yı Osmanlı Devleti sınırlarına yönlendirmek
suretiyle İran ve Afganistan’da rahat hareket imkânı sağlamıştı. İran’ın 1833’te Herat’a
düzenlediği sefer sırasında fazla telaşlanmamış2, ancak bu sefer sırasında orduya
komuta eden şehzade Abbas Mirza’nın ölmesiyle muhasaranın kaldırılmasına sebep
olmuştu.3 Herat Emiri Kamuran Mirza ile yıllık verginin İran’a ödenmesi karşılığında
anlaşma imzalanarak geri dönülmüştü. Feth Ali Şah’ın 1834’te ölmesiyle Afganistan
meselesi yarım kalmıştı.4
İngiltere ve Rusya’nın 1834’te İran’ın bağımsızlığı ve Muhammed Şah’ın tahta
oturması konusunda aralarında anlaşmaları, İngiltere’nin Rusya’ya karşı tezgâhladığı
siyasi bir tuzaktı. Çünkü Muhammed Şah’ın Rus nüfuzuna girmesi ve İngiltere’den
yana soğuk davranması, tehlikeli bir hareket olarak telakki edilmişti.5 Üstelik
Hindistan’dan gönderilen d’Arcy Todd başkanlığındaki İngiliz heyeti beklenen ilgiyi
görmemiş, sadrazam Hacı Mirza Ağasi’nin gayretleriyle de geri gönderilmişti.6 İngiliz
heyetinin geri gitmesinden sonra 1837’de Herat’a tekrar sefer düzenlenmiş, seferin
haklılığını anlatmak üzere Mirza Hüseyin Han (Acudanbaşı) Avrupa’ya gönderilmişti.7
İngiltere, İran’ın bu hamlesine karşılık Eldred Pottinger komutasında 40.000
kişilik Hind ordusunu Afganistan’a gönderdi. 1838’de Mc Neill’i de yüklü miktarda
altın ve para ile Afganistan’a göndererek buranın idarecilerini elde etmeye çalıştı.8
Ancak bütün çabalara rağmen İran’ın Herat muhasarasında başarılı olması, Basra
Körfezi’nden itibaren İran topraklarının İngiliz işgaline uğramasına sebep olmuştu.9
Afganistan’a giden İngiliz görevliler, Herat’ta Kamuran Mirza ile Yar Muhammed
1
2
3
4
5
6
7
8
9
Mahmud Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasi-i İran ve İngiliz I, Tehran 1361, s. 220. İran, İngiltere ile
bu anlaşmayı imzaladığı zaman Fransa’nın tepkisini çekmişti. Ancak, Napolyon’un Elbe Adası’na
sürülmesiyle birlikte İngiltere rahatlamış ve İran’ı oyalamaya başlamıştır. Bkz. Abdurrızza Huşeng
Mehdevi, Tarih-i Revabıt-ı Harici-i İran, Tehran 1379, s. 225.
Bu dönemde Abbas Mirza ile Mc Neill arasında geçen görüşmeler için bkz. James Baille Fraser, A
Winters Journey From Constantinople to Tehran II, London 1838, s. 27-28.
Angelo M. Pıemontese, “İrteş-i İran Der Salha-yı 1874-1875, Sahtar ve Sazmandeh-i An Ez Did-i
General Enrıco Andreini”, Tarih-i Muasır-ı İran III, Tehran 1370, s. 14.
Ferah Han Eminüddevle, Hatırat-ı Siyasi, Tehran 1926, s. 10; Henrich Brughes, Sefer-i Be Derbar-ı
İran, trc. Mühendis K. Beççe, Tehran 1367, s. 143.
A. H. Mehdevi, age, s. 248. Aynı tarihlerde Rus prensi Alexis Soltykof’un İran’ı ziyaret etmesi, İranRus yakınlaşmasından sonra gerçekleşmişti. Bkz. Alexis Soltykof, Misafiret-i Be İran, trc. Muhsin
Saba, Tehran 1336, s. 38.
A. H. Mehdevi, age, s. 249.
Peter Avery, Tarih-i Muasır-ı İran, terc. M. Refi Mihrabadi, Tehran 1363, s. 91; G. N. Curzon, age, s.
244; Seyyid Taki Nasır, İran Der Berhured-i Ba İstimargiran, Tehran 1363, s. 226.
A. H. Mehdevi, age, s. 251. Kamuran Mirza ile yapılan temasları ve paranın dağıtılmasını Nesselrode
ve Pozo di Borgo’nun mektuplaşmalarında anlamak mümkündür. Bkz. M. Mahmud, age, s. 395-396.
John William Kaye, The History of War in Afghanıstan I, London 1874, s. 449.
120
Yılmaz KARADENİZ
Han’ı kendi taraflarına çekmeye çalışmıştı. Bu dönemde Afganistan ve İran’a yapılan iç
müdahalelerde Rusya’nın karşı çıkmaması ve Osmanlı topraklarına göz dikmesi
İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştı.10
İngiltere, bölge üzerinde sürekli tatbik ettiği siyasetle İran ve Afganistan’ı iç
siyasi karışıklığa sürükleyip kendi menfaatine göre kullanmıştır. İran ve Afganistan ile
birlikte Hindistan güzergâhını oluşturan Osmanlı Devletini göz ardı etmemiş, Rusya’nın
bu üç ülke üzerindeki nüfuzunun durumuna göre siyaset değişikliğine gitmiştir.11 Mısır
Meselesinde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu bir fırsat olarak
değerlendirmek isteyen Rusya, Hindistan’a giden yolları tehlikeye atmak istemeyen
İngiltere ve Napolyon’un Mısır seferinden itibaren bölge ile ilgisini kesmek istemeyen
Fransa, İran ve Afganistan ile birlikte Osmanlı toprakları üzerinde kıyasıya mücadele
halinde olmuşlardır. Rusya, İran’ın kuzeyinden Basra Körfezine ve doğu yönünde ise
Afganistan üzerinden Hindistan’a giden güzergâhta nüfuz kurmaya çalışırken,
karşısında yıllardır burayı elinde tutmaya çalışan İngiltere’yi bulmuştur.12
Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyan etmesi (1831-1833) ve Anadolu’ya
doğru ilerlemesi,13 II. Mahmud’un İngiltere’den yardım istemesine sebep olmuştu.
1832’de yapılan müracaatta, İngiltere’ye ait bir donanmanın Akdeniz’e gönderilmesi
istenmiş fakat İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston, Babıâli’nin bu müracaatına
aldırmamıştı.14 Bu durum karşısında Rusya’nın yardımına başvurulmuş, böyle bir fırsatı
kaçırmak istemeyen Rusya, İstanbul ve çevresine kadar gelerek boğazlara yerleşmeye
başlamıştı.15 Rusya’nın şartlarını kabulden ibaret olan 1833 tarihli Hünkâr İskelesi
Anlaşmasının imzalanması, bölgede çıkarı zedelenen İngiltere ve Fransa’yı tedirgin
etmişti.16 Rusya’nın boğazlara iyice yerleşmesi ve Balkanlardaki Ortodoks nüfus
üzerindeki Panslavist faaliyetleri, Avusturya tarafından da hoş karşılanmamaya
başlanmış,17 İngiltere ile Avusturya arasında 1838’de bir anlaşma imzalanarak Rus
ilerleyişi durdurulmak istenmişti.18 Bu anlaşmadan sonra İngiltere, Rusya, Avusturya ve
Almanya’nın müttefik olarak Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı Devleti’nin yanında
10
11
12
13
14
15
16
17
18
W. Kaye, age II, s. 50.
S. T. Nasır, age, s. 341 vd.; A. Conolly, Journey to the North of India Overland From England Through
Russia, Persia anda Afghanistan II, London 1834, s. 268.
Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 1995, s. 170-171.
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1988, s. 129.
Yorga, Osmanlı Tarihi (1774-1912) V, Ankara 1948, s. 371-376. Ayrıca bkz. E. Z. Karal, age, s. 128129 .
Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1947, s. 161. Rusya ve
diğer batılı devletlerin Mısır isyanına karışmaları için bkz. E. Z. Karal, age, s. 131-134
E. Z. Karal, age V, s. 127; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990, s. 60-62; Mahmud
Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1361, s. 657.
Percy Sykes, Tarih-i İran, trc. Muhammed Taki Fahrdaî Gilânî, Tehran 1330, s. 509-511; Muhammed
Alaaddin Mansur, Tarih-i İran Ba’de’l İslâm (820-1925), Tehran 1989, s. 818 vd.
Ebul Kasım Tahirî, Tarih-i Revabıt-ı Bazarganî ve Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1356, s. 156 vd.
121
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
bulunmaları, Fransa’nın Akdeniz’den geçen deniz ticaret yollarına sahip olacağı
endişesiyle İngiltere tarafından organize edilmiş bir girişimdi. İngiltere, bu tür
girişimlerini Rusya ile devam ettirerek bu devletin de kendi çıkar bölgelerinde nüfuz
kurmasına fırsat vermek istememiştir.19
Rus Çarı I. Aleksander’in ölümünden sonra yerine geçen I. Nikola döneminde
(1825–1855) İngiltere elçisi Wellington’un aceleyle Petersburg’a gitmesi sadece tebrik
için değil, siyasî amaçlı olduğu 1848’te yeniden başlayan İran-Rus savaşından
anlaşılmaktadır.20 Rusya’nın çok kısa sürede İran’a galip gelmesi ve İran topraklarını
işgal etmesi, İngiliz siyasî rolünün değişmesine ve İran ile Rusya arasında sulh
yapılması için girişimlere başlamasına sebep olmuştur. Mısır Meselesinde Fransa’nın
tutumunu tehlikeli görerek saf dışı etmeye çalışan İngiltere, bütün dikkatini Rusya’ya
çevirmek zorunda kalmıştır. Rusya ise bir taraftan İran’ı işgal ederken, diğer taraftan
1841 tarihli Londra Anlaşmasıyla üzerinde nüfuzunu kaybetmeye başladığı boğazlar
sebebiyle Osmanlı Devleti’ni parçalamaya çalışıyordu.21
İngiltere vasıtasıyla Fransa’nın uluslararası siyasette kenarda bırakılması, bu
devleti tekrar İran’a yaklaştırmıştır. Fransa, gerek İngiltere’nin oluşturduğu siyasî bloğu
bozmak ve gerekse Hindistan yolu üzerinde bu devleti vurmak için tekrar İran ile
temasa geçmiştir.22 Bu sırada İran, Afganistan, Hive, Buhara, Osmanlı Devleti ve Mısır
valisinin İngiltere’ye muhalif olmaları Fransa’nın işini kolaylaştırıyordu. Avrupa’da ise
Avusturya’dan başka bir müttefike güvenmeyen İngiltere, Asya’daki Rus yayılmasını
önlemek ve Fransa’nın İran ile olan siyasî girişimlerini başarısız kılmak için daha önce
(Herat muhasarası yüzünden) siyasî ilişkisini kestiği İran’a sayısız vaatlerde bulunarak
yaklaşmaya ve Fransa’dan soğutmaya çalışıyordu.23
İngiltere’nin bu dönemde İran ve Afganistan üzerinde yürüttüğü siyaset bu iki
devletin içinde bulunmuş oldukları siyasi ve iktisadi durum sebebiyle amacına
ulaşmıştır. İran tahtında oturan Nasıreddin Şah, dirayetli ve ileriyi gören sadrazamı
Mirza Taki Han (Emir-i Kebir)’in uyarılarını kâle almamış, İngiltere’nin tezgâhladığı
19
20
21
22
23
M. Mahmud, age II, s. 670.
Yılmaz Karadeniz, İran’da Sömürgecilik Mücadelesi ve Kaçar Hanedanı (1795–1925), İstanbul 2006,
s. 218.
S. T. Nasır, age, s. 341 vd.; Firuz Kazımzade, age, s. 241. Osmanlı Devleti, Rusya’nın kendisine karşı izlediği
siyaseti tehlikeli görüp İngiltere ve Fransa’ya doğru kaymaya başlamıştı. Ayrıca, 1841 Londra Antlaşmasıyla
İstanbul ve boğazlar üzerindeki nüfuzunu İngiltere etkisiyle kaybetmiş olan Rusya, tekrar Osmanlı Devletini
parçalama siyasetine başvurmuştur. 1844’te İngiltere’yi ziyaret eden Rus Çar’ı I. Nikola, İngiliz hükümetine,
Osmanlı Devletini aralarında paylaşmayı teklif etmiştir. Bkz. Rifat Uçarol, age, s. 192; A. Şükrü Esmer, Siyasi
Tarih, İstanbul 1944, s. 178. Mısır Meselesinden sonra Rusya’nın Boğazlar ve Doğu Akdeniz üzerindeki
hakimiyetini kısıtlayan Londra Anlaşması için bkz. E. Z. Karal, age, s. 208-209 .
Feth Ali Şah döneminde İran ile 1807 tarihli Finkenstein ittifak Anlaşmasını imzalayan Napolyon,
aynı yıl Tilsit’te Ruç çarı ile İran ve Osmanlı devletini paylaşma hesapları yapmıştır. Bunun üzerine
iki devlet arasındaki ilişkiler kesilmişti. Bkz. Y. Karadeniz, age, s. 91
M. Mahmud, age II, s. 464 vd.
122
Yılmaz KARADENİZ
tuzak sonucu öldürülmüştür.24 Horasan’da Salar isyanı ve ülkenin diğer bölgelerinde
Babailer isyanıyla karşılaşmıştır.25 Cemaleddin Esedabadî önderliğinde gelişen fikri
hayat ve meşrutiyet isteğine dönüşüm İran’ı içten içe kaynatmaya başlamıştır. Aynı
şekilde Afganistan’da da siyasî birlik olmadığı için aşiret reisleri ve idareciler arasında
rekabet devam etmiştir. İki devletin iç siyasî durumu ve ekonomik yetersizlikleri bölge
üzerinde çıkar peşinde olan İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştır.26
İngiltere’nin İran-Afganistan Politikası (1848-1870)
İran’a hileli bir siyasetle yaklaşıp Basra körfezi ve Harg Adası’nın işgalini,
Muhammed Şah’ın 1834’teki Herat seferine bağlayan İngiltere, Afganistan’ı da işgal
ettikten sonra Rusya-Avusturya eliyle Osmanlı devletini tehdit etmeye çalışıyordu.27
Fakat boğazlar meselesinde Rusya’yı kendi tarafına çekip bu devletin yayılmacı bir
siyaset izlemesine de imkân vermek istemiyordu.28 Diğer taraftan, İran ile siyasî
temasları tekrar başlatmak için siyasi görevlilerini buraya göndermeye başladı. 1839’da
İran’a gelen Ledwich Minforth ve Austen Henry Layard,29 burada uzun süre kalarak
zemin oluşturmaya çalışmışlardır. Siyasî ve askerî faaliyetlerde bulunan iki görevli,
ülkelerinin İran’daki sömürgecilik siyasetine yardımcı olmuşlardır. İngiliz görevliler,
sadece Tehran’da kalmayarak Nasıreddin Şah’dan memnun olmayan muhaliflerin
bulunduğu Bağdat’ta giderek nifak tohumları atmaya çalışmışlardır.30
Muhammed Şah, Herat muhasarasını İngiltere’nin İran’a karşı güç kullanması
sonucu kaldırdığından, bu ülkeye karşı olan siyaset de olumsuz etkilenmişti. Fakat yeni
sadrazam Hacı Mirza Ağasi’nin İngilizlere karşı tavrı aynı yönde olmamış, Muhammed
Şah’ın 1848’deki ölümünden sonra mevkîni koruma endişesiyle İngilizlerin isteklerini
yerine getirmeye başlamıştır.31 Herat’da bulunan Yar Muhammed Han’ın İngilizlere
karşı İran şahını tekrar buraya çağırması, sadrazam Hacı Mirza Ağasî tarafından dikkate
24
25
26
27
28
29
30
31
A. H. Mehdevî, age, s. 269; Ann Kathrine Swyn Lambton, Islamic Society in Persia, Oxford 1954, s. 18.
Raymond Furon, L’İran Perse et Afghanıstan, Paris 1951, s. 119.
Firuz Kazımzade, Russıa and Brıtaın ın Persıa 1864-1914, London 1968, s. 241.
Muhammed Taki Sipihr, Nasihü’t-tevarih III-IV, Tehran 1353, s. 253 vd.
F. Kazımzade, age, s. 283-285.
Layard, 1877-1880 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul’daki elçisi olarak görev yapmıştır.
Charles Stuart, Journal of A Residence ın Northern Persia, London 1854, s. 128-134; M. T. Sipihr, age III-IV,
s. 284.
Muhammed Şah döneminin sadrazamı olan Hacı Mirza Ağasi, yaşı ilerlemiş ve sağlıklı düşünme
yeteneğini kaybettiği halde görevde bırakılmış, Muhammed Şah’ın en güvendiği insanlardan
olmuştur. Sadrazamdan gelen hiçbir isteği geri çevirmeyen şah, bir ara Rusların da sadrazam üzerinde
nüfuz kurmalarına mani olamamıştır. Sadrazamın keyfi uygulamaları o kadar artmıştır ki, 1846’da
Kirmanşah eyaletinde halk çok perişan olmuş, pazar ve sokaklarda kadın ve çocukların açlıktan
ölümleri çoğalmıştır. Bkz. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 135; Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, nşr. Abbas
İkbal, Tehran 1327, s. 291.
123
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
alınmamış, Afgan halkının İngilizlere karşı verdiği mücadelede askeri destek
verilmemiştir.32
Afgan halkının işgalci İngilizlere karşı gittikçe artan tepkisi karşısında,
Hindistan hükümeti devreye sokulmuş ve böylece Afganistan’ın elde tutulması
düşünülmüştür. Ancak, daha sonra bunun da çözüm olamayacağı anlaşıldığından İran’a
tekrar yaklaşma siyaseti izlenmiştir.33 Rusya’nın İran ile yaptığı 1829 Ticaret
Anlaşmasına benzer bir anlaşmanın İngiltere ile de yapılması yönündeki girişimler
sonuçsuz kalınca, İran ile siyasî ilişkilerin zeminini hazırlayacak kişilerin ve devlet
görevlilerinin elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Bunların başında, Feth Ali Şah
döneminin dışişleri bakanı Ebul Hasan Han Şirazî geliyordu. Ayrıca, sadrazam Hacı
Mirza Ağasî ve Mirza Şefi Mazenderanî de İngilizlere fazla uzak sayılmayan devlet
görevlileriydi.34
İngiltere’nin İran’a gönderdiği siyasi görevli John Mc Neil, Tehran’daki
çalışmalarıyla 1841 tarihli İran-İngiltere Ticaret Anlaşmasını imzalamaya muvaffak
olmuştu.35 Bu anlaşmayla birlikte İngiltere’nin şah üzerinde etkili olmaya başlaması,
İngiltere’den himaye gören Mirza Ağa Han Nuri’nin sadrazamlığa getirilmesi bu defa
Rusya’yı telaşlandırmıştı.36 Tehran’daki Rusya elçisi Doulgoruky, Ağa Han Nuri’nin
İran’da İngiltere nüfuzunu arttıracağı endişesiyle Emir-i Kebir (Mirza Taki Han)’e
destek çıkmış ve sadrazamlık makamında kalması için uğraşmıştı. Ancak, İngiltere’nin
Emir-i Kebir hakkındaki yalanlarına inanan şah, sadrazam ile ilgili farklı
bilgilendirilmeyi tetkik etmemiş, kendisine karşı saltanat davasına kalkışmak istediği
şayiasına inanmıştır. Devlet işlerine ve dış siyasete vukuf tecrübeli sadrazamını 1852’de
feci bir şekilde öldürtmüştür. Rusya’nın eski sadrazama olan desteği, İngiltere’nin sinsi
siyaseti yüzünden bir sonuç vermemiş ve öldürülmekten kurtaramamıştır.37
Rusya, bu dönemde Osmanlı topraklarında ve özellikle Balkanlarda Ortodoks
Hıristiyanları himaye bahanesiyle boğazlara uzanmaya çalışırken, güneyde İngiltere
32
33
34
35
36
37
Abdullah Müstevfî, Şerh-i Zendegânî-i Men ya Tarih-i İçtimaî ve İdarî-i Devre-i Kacariye I, Tehran 1371, s.
45 vd.; P. Avery, age, s. 119 vd.
Y. Karadeniz, age, s. 220.
M. Mahmud, age II, s. 510-513.
Ali Asgar Şemim, İran Der Devre-i Salatanat-ı Kacar, Tehran 1379, s. 230. Ayrıca bkz. John Mc Neill, The
Progres and Posıtıon of Russıa in the East, London 1854.
A. Müstevfî, age I, s. 87. Rusya, İngiltere’ye pek sıcak bakmayan Mirza Taki Han (Emir-i Kebir)’ın görevde
kalmasını istiyordu. Çünkü onun yerine sadrazamlık makamına getirilmek istenen Ağa Han Nuri, İngiltere’nin
yardımlarına itiraz etmeyen bir kişiydi. Bkz. Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, tash. Abbas İkbal, Tehran 1327, s.
249; Y. Karadeniz, age, s. 220.
A. Müstevfî, age I, s. 87. İngiltere’nin Emir-i Kebir-i ortadan kaldırmak için sarayın baş kadını Mehd-ı
Ulyâ’yı da kullandığı bilinmektedir. Nasıreddin Şah’a yapılan telkinlerde, sadrazamın Rusya’dan malî destek
aldığı ve tahta geçmeye çalıştığı iddiaları ortaya atılmıştır. Bkz. Han Melik Sasanî, Siyasetgirân-ı Devre-i
Kacar, Tehran 1338, s. 1 vd.; Muhammed Muayyen, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehuda 48, Tehran
1341, s. 161; Abbas Kadıyanî, Ferheng-i Fişerdeh Tarih-i İran, Tehran 1376, s. 393 .
124
Yılmaz KARADENİZ
yüzünden tedirgindi. Bu yüzden İran ile ittifak yapmak istiyordu. Rus elçisinin ittifak
önerisi, Nasıreddin Şah’ın Türkmençay Antlaşmasını lağv etmek gayesiyle İngiltere,
Fransa ve Osmanlı devleti ile ittifak girişimi yüzünden başarılı olamamıştı.38 Rusya,
aynı teklifi Osmanlı devletine yapmışsa da sonuç alamamıştır.39 Nasıreddin Şah’ın
İngiltere’den beklentileri her zamanki gibi sonuçsuz kalmış, bu sırada başlayan Herat
buhranı İngiltere ile ilişkilerin tekrar gerginleşmesine yol açmıştır.40
Herat hâkimi Yar Muhammed Han’ın 1851’de ölmesinden sonra yerine oğlu
Sayyed Muhammed Han geçmişti. Nasıreddin Şah, Herat’ın yeni hâkimine hilat
göndererek İran’a bağlılığının devamından memnun kaldığını söylemiş, bundan rahatsız
olan İngiltere, Tehran elçisi Michael vasıtasıyla sadrazam Ağa Han Nuri’ye baskı
yaparak İran’ın Herat’ta gözü olmadığına dair bir anlaşma yapılmasını istemiş,41
İngiltere’nin baskıları ve sadrazamın teşvikiyle 1853’te İngiltere ile bir senet
imzalanmıştır. Sadrazamın İngilizlerle yaptığı senede göre Kandehar, Kabil ve
Afganistan’ın diğer noktalarından Herat’a herhangi bir saldırı vukûnda, İran’ın Herat’ı
savunacağı ve daha sonra geri döneceği taahhüt edilmişti. Buna karşılık İngiltere’nin tek
taahhüdü herhangi bir saldırıda Herat’a müdahale etmeyecekti.42
Nasıreddin Şah senedi istemeyerek imzaladığı, İngiltere ise kendi yanına çektiği
Dost Muhammed Han’a yardım edip onu bütün Afganistan’a idareci tayin etmek
istediği için anlaşmaya uyulmadı. Nasıreddin Şah, İngiltere’nin hareketleri karşısında
daha fazla vakit kaybetmeden Herat’ı almak için hazırlıklara başladı.43
Nasıreddin Şah’ın Herat’a yönelmesinin değişik sebepleri vardı. İngiltere,
Hindistan yoluyla Afganistan mahallî idarecileriyle sürekli temasa geçerek kendi
menfaatleri doğrultusunda kullanmaya çalışıyordu. Daha önce İngiliz siyasetine muhalif
olan Kabil hâkimi Dost Muhammed Han, İran’ın yardımını isteyerek Afganistan’ın
tamamına hâkim olmaya çalışıyordu.44 İngilizler bu teşebbüse engel olmak için William
Magnaghten’i Timurşah Dürrani’nin oğlu ve Barakzaîlerin rakibi olan Şah Şuca’ya
göndererek bunun 20.000 kişilik Afgan ve Hintli askerlerden mürekkep ordusuyla
Kandehar’a yönelmesini sağlamışlardı.45 Şah Şuca ile Dost Muhammed Han arasında
38
39
40
41
42
43
44
45
Abdurrıza Huşeng Mehdevî, age, s. 269
Mençikof, 1853’te Babıalî’ye bir ültimatom vererek, Ortodoksların korunması hakkının kendilerine
verildiğine dair bir senet istemişse de Babıalî, İngiltere’nin teşvikiyle kabul etmemiştir. Bkz. Rifat
Uçarol, age, s. 199 .
Muhammed Cevad Meşkûr, Tarih-i İran-ı Zemin, Tehran 1366, s. 350; M. T. Sipihr, age III-IV, s. 43.
M. T. Sipihr, age III-IV, s. 115.
M. Mahmud, age III, s. 823 vd.
A. H. Mehdevî, age, s. 272; Abdulazim Rızaî, Tarih-i Deh Hezar Sale-i İran IV, Tehran 1363, s. 112; P.
Sykes, age, s. 502-504 .
M. Mahmud, age II, s. 633; Ann K. S. Lambton, İran Asr-ı Kacar, trc. Simin Fasihî, Meşhed 1375, s. 244.
A. Müstevfî, age I, s. 83-84.
125
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
meydana gelen savaş, 1839’dan 1842’ye kadar sürmüştü.46 İran, İngiltere teşvikiyle
güneyde çıkan isyanlardan dolayı dikkatini Afganistan’daki bu olaylardan ülkenin
güneyine yoğunlaştırmak zorunda kalınca, Afganistan’daki İran nüfuzu azalmaya
başlamıştı.47
Şah Şuca, Kandehar’ı alıp güney Afganistan’ın sultanı olmuş ve yenilen Dost
Muhammed Han önce Harezm’e, oradan da ilgi görmeyince İran’a sığınmıştı. Fakat
kardeşi Ekber Han, Şah Şuca ile mücadeleye girerek 1841’de Kabil’e saldırmış, o sırada
İngilizler aleyhine çıkan isyandan faydalanan Ekber Han, 16.000 Hind askerini
öldürmüştü.48
İngiltere, bu olaydan sonra Hindistan hükümeti aracılığıyla burada görevli
Pollock’u yeterli miktarda asker ile birlikte Kabil’e gönderirken, diğer taraftan da
Belucistan, İsfahan ve Şiraz’da halkı kışkırtarak İran’da isyanlar çıkartmaya çalışmıştır.
İngiliz diplomasisinin tekrar devreye girerek Dost Muhammed Han’ı ikna etmesi ve
Herat’ın fethine teşvik etmesi, Afganistan’daki İngiliz siyasetinin önünü açmıştır.
1850’den 1855’e kadar geçen beş yıllık sürede, İngiltere’nin Afganistan üzerine meşru
olmayan siyasetini tatbik ettiği ve İran’ın güçsüzleştirilmesine çalışıldığı
görülmektedir.49 İngiltere, Afganistan’ın içişlerine karışmakla kalmıyor, bölge üzerinde
hâkimiyet hakları olduğunu İran’a kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu dönemde müttefik
olduğu Dost Muhammed Han’ın Herat’a saldırmasını istemiştir.50 Herat emirliğine
gelmiş olan Sayyed Muhammed Han Zahirüddevle İran’dan askerî yardım isteyince,
Sam Han İlhanî komutasındaki 1500 İran tüfekçisi Meşhed’den Herat’a gönderilmiştir.
51
Herat’da bulunan İngilizler, şehrin ileri gelenlerine bol miktarda para ve altın
dağıtarak kendilerinden yana hareket etmeleri için uğraşmışlardır. Sam Han İlhanî
komutasında Herat’a doğru gelen İran ordusunun engellenmesi için şehir kapılarının
kapatılmasını istemişlerdir. Sam Han İlhani komutasında Herat’a gönderilen İran
ordusu, önce Herat’ın anahtarı olan Gur Kalesine saldırmış ve Mecid Han Afganî kaleyi
46
47
48
49
50
51
Mohen Lal, Life of the Amir Dost Mohammed Khan of Kabul II, London 1846, s. 278.
M. T. Sipihr, age III-IV, s. 372; M. A. Mansur, age, s. 818-820. Daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Cafer
Hurmucî, Hakayikü’l-Ahbar-ı Nasırî, Tehran 1363, s. 170 vd.
H. M. Sasanî, age, s. 23 vd.; Raymond Furon, age, s. 120; A. Kadıyânî, age, s. 465.
M. Mahmud, age II, s. 628 vd.
A. A. Şemim, age, s. 182. İngilizler, 1855 tarihinde Kabil’e gönderdikleri John Lawrence vasıtasıyla Dost
Muhammed Han ile bir dostluk anlaşması imzaladılar ve onun Afganistan üzerindeki hâkimiyetini resmen
tanıdılar. Bkz. P. Sykes, age, s. 500.
P. Sykes, age, s. 501-503; Clements Robert Markham, Tarih-i İran Der Devre-i Kacar (Mirza Rahim
Ferzane), Tehran 1364, s. 146; A. H. Mehdevî, age, s. 272; A. A. Şemim, age, s. 182; M. T. Sipihr, age IIIIV, s. 180 vd.; M. Mahmud, age II, s. 652-656
126
Yılmaz KARADENİZ
teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu sırada İran ordusuna yetişen 10.000 kişilik ek bir
kuvvet ile birlikte Herat’a saldırı başlatılmıştır.52
İngiltere, razı olmadığı Sayyed Muhammed Han-İran yakınlaşmasını bozmak
için Herat’da bir karışıklık çıkartmış ve Sayyed Muhammed’in öldürülmesine sebep
olmuştu.53 Sayyed Muhammed’in öldürülmesinden sonra Dost Muhammed Han’ın
Herat’a girmesi, İran kuvvetlerinin geri çekilmesine sebep olmuştur.54 Nasıreddin Şah,
Horasan valisi Sultan Murad Mirza’yı takviye kuvvetlerle Herat’a göndermiştir.
İngiltere ile olan ilişkilerin iyice bozulduğu bu dönemde Hindistan hükümeti ile Dost
Muhammed Han arasında 1855 tarihli Peşaver Anlaşması imzalanmıştır. Buna göre,
İran’ın Herat’a asker çıkarmaması için her türlü önlem alınacaktı. İki devletin arası iyice
açıldıktan sonra Tehran’daki İngiltere sefareti tahliye edilmiştir.55
İran ordusu iki aylık muhasaradan sonra Herat’a girdiği sırada Herat’ın idaresi
İngilizlerce öldürülen Sayyed Muhammed’in yerine geçmiş olan Muhammed Yusuf
Han’ın elindeydi. Muhammed Yusuf Han, 1856’da esir alınarak öldürüldü ve
Nasıreddin Şah adına hutbe okutularak sikke darbedildi.56
İran’ın Herat’ı feth etmesi, İngiltere ile ilişkilerin iyice gerginleşmesine sebep
oldu. Sadrazam Mirza Ağa Han Nuri, İngiltere ile ilişkileri düzeltmek için Ferah Han
Kaşânî’yi İstanbul’a göndererek buradaki İngiliz elçisiyle görüşmesini istemiştir. Bu
görüşmeye İngiliz elçi yanaşmadığı gibi sadrazamın görevden alınmasını İran’dan talep
etmiştir.57 Bunun üzerine Fransa kralı III. Napolyon ile temasa geçen sadrazam, İran ile
İngiltere arasında arabulucu olmasını istedi.58
İngiltere, İran’ın Hindistan anahtarı olan Herat’tan çekilmesini sağlamak için
1856’da güneydeki işgali hızlandırmaya ve kara ordularını Buşir yönünden Şiraz’a
doğru ilerletmeye başladı. General James Outram komutasındaki İngiliz ordusu İran
ordusunu yenip Buşir ve Harg adasını işgal ettikten sonra Huzistan taraflarına saldırdı.
Muhammere’den karaya çıkan İngiliz birlikleri, burayı alarak Ahvaz’a yöneldi.59 Basra
körfezine kıyısı olan Umman sultanı Musakkat, İngilizlerin tahrikiyle Bender Abbas’a
52
53
54
55
56
57
58
59
M. T. Sipihr, age III-IV, s. 355; Abbas İkbal Aştiyanî, Tarih-i İran Pes Ez İslâm, Tehran 1378, s. 713; M. C.
Meşkûr, age, s. 350-351; M. A. Mansur, age, s. 818.
R. Furon, s. 120.
B.O.A., Hariciye Nezareti., No: 4, s. 9.
M. T. Sipihr, age III-IV, s. 130. İngiltere ile olan başka bir gerginlik de Charles Murray’ın himayesiyle
Şiraz’daki İngiliz konsolosluğuna Mirza Haşim Han Nuri adlı İranlının atanması ile ilgiliydi. Bkz. A. H.
Mehdevî, age, s. 273.
A. A. Şemim, age, s. 183. İngiltere, Herat’ın İran tarafından sıkıştırıldığı dönemde Hindistan’da isyanlar ile
meşguldü. Herat’a daha fazla bir müdahalede bulunma imkânı bulamıyordu. Bkz. P. Sykes, age, s. 502 - 503
M. Mahmud, age II, s. 628.
H. M. Sasanî, age I, s. 31-32; A. Kadıyanî, age, s. 19. Arabuluculuk için yapılan yazışmalar ve
Nasıreddin Şah ile III. Napolyon arasındaki mektuplaşmalar için bkz. K. İsfahanîyân-K. Ruşenî,
“Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik, Danişgah-ı Tehran 1100, s. 409 vd.
Abbas İkbal Aştiyânî, “İngilizha ve Cenub-u İran”, Mecmua-yı Makalât, s. 37 vd.
127
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
saldırınca İran büyük bir darbe almış oldu.60 Nasıreddin Şah, güneyden yapılan bu işgali
önlemek için ordu göndermişse de muvaffak olamadı. Outram komutasındaki İngilizler
Ahvaz bölgesine kadar gelmeyi başardı. O sırada Paris’te bulunan İran elçisi Ferah Han
Kaşanî, 1856’da İngiltere elçisi ile yaptığı görüşmeler sonucunda İran’ın Afganistan,
İngiltere’nin de Basra Körfezi limanlarını boşaltması konusunda anlaştı. 61
Rusya ve Fransa, İngiltere’nin güneyden başlayarak İran topraklarını işgal
etmesini tehlikeli görüp arabuluculuk teklifinde bulunmuşlardı. İngiltere ile savaşı göze
alamayan İran, 1856’de Fransa’nın arabuluculuğunu isteyerek görüşmelerin başlamasını
istemiştir. Görüşmeler için İstanbul’a gönderilen Ferah Han Kaşanî, buradaki İngiltere
elçisi Stratford de Redcliffe ile müzakereleri başlatmıştır.62 Ancak İngiltere,
görüşmelerde çok ağır şartlar ileri sürmekle kalmayarak İran ordusunun Herat’tan
tahliyesini, İngiltere’nin doğrudan buraya müdahalesini ve sadrazam Ağa Han Nuri’nin
görevden alınmasını istemiştir.63
Nasıreddin Şah, İngiltere’nin ileri sürdüğü şartları kabul etmek istememiştir.
Ferah Han’a gönderdiği yazıda; İstanbul’da bulunan Amerikan maslahatgüzarı ile
görüşerek arabuluculuk yapmasını istemiştir.64 Ancak Amerika, Monroe doktrinine göre
tarafsız kalacağını söyleyince Ferah Han Fransa’ya gönderilmiş ve bu devletin
arabulucu olması istenmiştir.65
Fransa, III. Napolyon (1852–1870)’un tahta oturmasından sonra İran ile dostane
ilişkilere önem vermiş, Prosper Bourre’yi İran elçiliğiyle görevlendirmişti. Fransa, şah
ile samimi ilişkiler içerisine girmiş olduğundan arabuluculuk teklifini kabul etmiştir.
1857’de Fransa’nın arabuluculuğunda İran elçisi Ferah Han Kaşanî ile İngiliz elçi
60
61
62
63
64
65
A. H. Mehdevî, age, s. 275; M. Mahmud, age II, s. 676 vd.; A. Müstevfî, age I, s. 84; M. T. Sipihr, age IIIIV, s. 233; M. C. Meşkur, age, s. 351.
Mikhael Velodarsky, “İran ve Kudretha-yı Buzûrg 1856–1869”, Tarih-i Muasır-ı İran V, Tehran 1372, s. 43
vd. A. Müstevfî, age I, s. 85. Bu anlaşmayla Herat’taki İran kuvvetleri çekildiği gibi Afganistan’ın
bağımsızlığı da resmen İran tarafından tanınmıştır. Ayrıca, İran ile anlaşma imzalayan İngiltere, İran şahının
anlaşma maddeleri hilafına Herat’a girdiğini kabul ettirmiştir. On üç maddeden oluşan bu anlaşmadan sonra
İngiliz konsolosların rahatça İran’da ikamet etmeleri, İngiliz teb’aya haklar verilmesi, Herat’ın tamamıyla
boşaltılması kabul ettirilmiştir. Bkz. M. Mahmud, age II, s. 690 vd. Bundan sonra Nasıreddin Şahın
bakanlıkları kendi uhdesine alması için bkz. A. Müstevfî, age I, s. 88; A. Rızaî, age IV, s. 114; M. Velodarsky,
agm, s. 51 vd. Bkz. P. Sykes, age, s. 505; Muhammed Muayyen, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehûda 48,
Tehran 1341, s. 162; Cafer Mehdi Niya, Heft Bar İşgal-ı İran Der Kurn 23, Tehran 1377, s. 115-117. Ayrıca
bkz. E. A. Grantosky-P. Petrofosky, Tarih-i İran, trc. Keyhüsrev Kişaverzî, Tehran 1359, s. 330 vd.; P. Avery,
age, s. 144.
M. Mahmud age II, s. 628.
A. A. Şemim, age, s. 238-239; A. Müstevfî, age, s. 85. İngiltere’nin Basra körfezindeki limanlara savaş
gemileriyle saldırması, Hindistan’daki Müslümanlarca tepkiyle karşılanmış ve Bombay’daki gazeteler bu
konuda İngiltere aleyhine neşriyat yapmışlardır. Bkz. M. T. Sipihr, age III-IV, s. 308 vd.
M. T. Sipihr, age III-IV, s. 315.
H. M. Sasanî, age I, s. 31-32; A. Kadıyânî, age, s. 19. Nasıreddin Şah ile III. Napolyon arasındaki
mektuplaşmalar için bkz. K. İsfahaniyan-K. Ruşenî, “Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik,
Danişgah-ı Tehran 1100, s. 409 vd.
128
Yılmaz KARADENİZ
Cowly arasında müzakereler tekrar başladı. Ferah Han, İran adına müzakerelere
başladığı sırada sadrazam Ağa Han Nuri kendisine emir göndererek İngiliz isteklerine
karşı fazla direnmeyip muvafakat etmesini, sadece şahın saltanatı ve kendisinin
sadrazamlığı ile ilgili talepleri red etmesini söylemiştir.66
1857’de İran ile İngiltere arasında imzalanan Paris Anlaşmasına göre İran, Herat
ve bütün Afganistan topraklarını terk edeceğini, Herat ve Afganistan’da İran şahı adına
okunan hutbe ve darp edilen sikkenin kaldıracağını vadetmiştir. Ayrıca, Afganistan’ın iç
işlerine karışmayacağını, Afganistan’ı bağımsız bir devlet olarak tanıyacağını, iki devlet
arasındaki meselelerin İngiltere tarafından halledileceğini ve Afganistan’ın hiç bir yerini
kendi toprağından saymayacağını taahhüt etmiştir.67 İngiltere, İran’ın verdiği bütün bu
taahhütlere karşı sadece İran topraklarındaki İngiliz askerlerinin çekilmesi ve kendi
esirlerin serbest bırakılmasını kabul etmiştir.68
Paris’te imzalanan bu anlaşma ile İran’ın Afganistan üzerindeki hâkimiyeti sona
erdiği gibi İngiltere’den de özür dilenmiştir. Sadrazam Ağa Han Nuri, Herat’ın
kaybedilmesine üzüleceğine, İngiltere’nin kendisini görevden alınması için ısrar
etmediğine sevinmiştir.69 Zira İngiltere, Herat’ı himayesinde tutmak için 1853’te Scheil
vasıtasıyla sadrazam ile gizli bir anlaşmaya varmıştı. Buna göre, İran’ın Herat’a asker
göndermemesi, Herat paraları üzerine şahın isminin yazılmaması ve hutbede isminin
okunmaması, Tehran’da tutuklu bulunan Heratlıların serbest bırakılması
kararlaştırılmıştı. Bu anlaşmaya rağmen sadrazamın Herat üzerine yürümeyi düşünen
Şah’ı engellememesi, İngiltere’nin savaş sonrası bu anlaşmayı bahane ederek İran’ın
burayı boşaltmasını sağlamıştır. Sadrazamın bu tür gizli davranışları kafalarda soru
işaretleri oluşturmuştur. Nasıreddin Şah, sadrazamın politik hatalarını ve İngilizlerle
gizli anlaşmasını affetmeyerek görevden almış ve bakanlıklar kurmaya başlamıştır.70
Paris Anlaşması, İngiliz birliklerinin güneyden Huzistan, Hürremşehr ve
Ahvaz’a girmesinden önce imzalanmıştı. Anlaşmadan sonra İngiliz General Outram,
buraları boşalttığı gibi Buşir ve Harg adasındaki birlikler de geri çekilmiştir. Umman
Sultanı İmam Musakkat ile yapılan anlaşmayla da Çahbahar ve Benderabbas yıllık
16.000 tümene kendisine kiralanmış, Kaşem ve Hürmüz adaları İran’a bırakılmıştır.71
Paris Anlaşmasıyla İran’ın Herat üzerindeki hâkimiyeti ve Afganistan’daki
nüfuzu tamamıyla ortadan kalkmıştır. Ayrıca, İran’ın önemli şehirlerinde İngiltere’ye
konsolosluk açma hakkının verilmesi, İran’ı ticarî yönden olumsuz yönde etkilemiş ve
İngiliz tüccarların daha rahat hareket etmeleri sağlanmıştır. İngiltere menfaatlerine
66
67
68
69
70
71
M. C. Hurmucî, age, s. 172 vd.; A. A. Şemim, age, s. 238; A. Müstevfî, age I, s. 85.
E. A. Grantosky-P. Petrofosky, age, s. 357; A. A. Şemim, age, s. 239 vd.; M. C. Hurmucî, age, s. 212.
A. H. Mehdevî, age, s. 277; M. T. Sipihr, age III-IV, s. 328; M. Mahmud, age II, s. 694 vd.
M. Mahmud, age II, s. 677 vd. Ayrıca bkz. R. Uçarol, age, s. 203 vd.
H. M. Sasanî, age I, s. 14 vd.
A. H. Mehdevî, age, s. 277; M. C. Hurmucî, age, s. 164 vd.; P. Sykes, age, s. 507-508.
129
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
çalışan tüccarların çoğalması ve bu devletin çıkarlarına yardım etmeleri iktisadî
darbenin şiddetini iyice arttırmıştır.72 Siyasî ve iktisadî yönden zor günler yaşayan
Kaçar idaresi, İngiltere’nin Basra körfezindeki ada ve limanları kullanmasına engel
olamamış, İngiltere nüfuzunun Basra Körfezinde iyice kendisini hissettirmesine sebep
olmuştur.73
İngiltere, Paris Anlaşmasının imzalanmasından sonra İran’da daha önce tahliye
ettiği sefaretini tekrar açarak Murray’ı Tehran elçisi olarak görevlendirmiştir. Paris
Anlaşmanın mimarlarından Ferah Han Kaşanî, Paris’teki İran elçiliğini tesis ettikten
sonra İngiltere’ye gitmiş ve kraliçe Victoria ile görüşmüştür. 1859’a kadar Avrupa’da
kalan Ferah Han Kaşani, İran’a dönüşünde sadrazamlık makamı ile taltif edilmiştir.
İngiltere’nin İran’daki nüfuzu bu dönemden sonra iyice artmış ve bunun bir nişanesi
olarak 1892’de İran’da üretilen tütünlerin inhisarı (Tenbâkû veya Reji imtiyazı)
İngilizlere verilmiştir.74 Ayrıca, İran’ın güneyindeki telgraf hattı imtiyazını alan General
Goldsmith, sadece bu iş ile ilgilenmemiş, Belucistan sınırıyla ilgili şaha önerilerde
bulunarak İngiltere ve İran temsilcilerinden oluşan komisyonun sınır hattını tayin
etmesini sağlamıştır.75 Fakat çizilen haritalar İngiliz mühendislerin kendi başlarına
yaptıkları cetvel haritalarıydı. 1896’de çizilen haritaları şaha kabul ettirmeye çalıştıkları
sırada Nasıreddin Şah ölmüştür.76
İngiltere’nin İran siyaseti Paris Anlaşmasından itibaren yumuşamıştır. Bunun
sebebi, Hindistan’daki mahallî idarecilerin İngiliz vali Dalhousie’nin yaptığı
değişikliklere karşı çıkarak isyan etmeleriydi. İsyanların durdurulması için 1857’de
Dalhousie görevden alınıp yerine Stratford Caninng tayin edilmişse de isyanların önü
alınamamış, burada görev yapan İngiliz askerleri öldürülmeye başlanmıştır. Özgürlük
için çıkan isyanlar Hindistan’ın diğer şehirlerine de yayılarak büyümüş ve zindanda
72
73
74
75
76
M. Mahmud, age II, s. 694
M. C. Hurmucî, age, s. 213 vd. İngiltere’nin Basra körfezini işgali sadece bu dönem ile ilgili değildi. Safeviler
zamanında Portekizlilerin Benderabbas ve Hürmüz adasından atılmasıyla İngiliz deniz filosu buraya yerleşmiş
ve ticarethaneler tesis etmişti. Nadir Şah Afşar, Rus ve Osmanlı etkisini İran’da azalttıktan sonra Hazar
denizinde gemi yaptırarak deniz gücü oluşturmaya çalışmış, daha sonra güneydeki Buşir’e kaydırarak burayı
bir merkez haline getirmişti. Kerim Han Zend, Basra körfezindeki ada ve limanlar ile Bahreyn’de hâkimiyetini
kurmuş, İngiltere bu hâkimiyeti tanımak zorunda kalmıştı. Kerim Han Zend’den sonra ortaya çıkan iç
karışıklıkta İngiltere’nin Doğu Hind Kumpanyası buraları elde etmek için uğraşmaya başladı. Basra
körfezinde İngiltere’nin en büyük rakibi, buralarda ticarethaneler açmış olan Hollanda idi. Hürmüz adası ve
limanlarda İngiltere-Hollanda rekabetine, İngiltere’yi Hind denizyolları üzerinde vurmak isteyen Fransa da
katılmıştı. Fransızlar, Benderabbas’da İngiliz ticarethanelerini yıkmışlardı. İngiltere, Benderabbas’dan
Basra’ya gittikten sonra onların maksadından habersiz olan Kerim Han Zend, Buşir’de ticarethane
kurmalarına izin verdi. Hollanda 1753’de Bendering’de ticarethane açınca, 1766’da Basra’dan çıkarıldı. Bkz.
A. A. Şemim, age, s. 248-249.
İbrahim Timurî, Tahrim-i Tenbakû ya Evvelin Mukavemet-i Menfi Der İran, Tehran 1358, s. 9;
Hüseyin Abadiyan, “Cenbeş-i Tenbakû”, Tarih-i Muasır-ı İran VI, Tehran 1374, s. 43.
F. Kazımzade, age, s. 408.
S. T. Nasır, age, s. 269; P. Avery, age, s. 144; M. C. Hurmucî, age, s. 213.
130
Yılmaz KARADENİZ
bulunan II. Bahadır çıkartılarak “II. Bahadır Şah” unvanıyla Hindistan imparatoru ilan
edilmiştir.77
Afgan uleması ve milliyetçi kesimler, Hindistan’da İngilizlere karşı başlayan
bağımsızlık hareketini rehber edinerek Afganistan’da İngiliz hegemonyasına karşı
çıkmaya başladılar.78 Dost Muhammed Han’a başvuran Afgan halkı, Hindistan’da
İngilizlere karşı başlayan isyana ve Afganistan’daki bağımsızlık hareketine destek
verilmesini istemişlerse de olumlu cevap alamamışlardır. Dost Muhammed Han,
İngiltere’nin kendisini İran’a karşı savunduğunu ileri sürerek bu teklifi ret etmiştir.79
İngiltere’nin İran’da bulunan askerlerinin bir kısmını Hindistan’a göndermek
zorunda kalması İran’daki askeri gücünü azaltmıştır. Ayrıca, İran’ın Hindistan’daki
isyancılara destek vereceğini düşünerek İran siyasetini yumuşatıp dostluk havasına
çekmek istemiştir. İran’dan emin olduktan sonra sömürgelerden topladığı kuvvetlerle
isyanı bastırmaya çalışarak 1857’de Dehli’yi isyancılardan almıştır. Bundan sonra adeta
insan avına çıkan İngilizler, ikibinden fazla Hind askerini katletmiş ve tahta geçirilen
Bahadır Şah’ı esir almışlardır. İsyanın bastırılmasından sonra Doğu Hind Şirketi,
1858’de Hindistan’daki bütün birikim ve gelirlerini Londra’ya taşıyarak Hindistan’ı
bütün zenginlikleriyle kendi sömürgesi haline getirmiştir.80
İngiltere, Hindistan’daki bağımsızlık hareketinden sonra kendi ülkesinden
başlayacak ve Hindistan’a varacak bir telgraf şebekesi kurmak için çalışmalara başladı.
8213 km uzunluğundaki telgraf hattının geçeceği Londra-Paris-Strazburg-MünihViyana-İstanbul-Sivas-Diyarbakır-Bağdat-Basra-Buşir-Karaçi’nin emniyetli bir şebeke
ile Hindistan’a bağlanmasına çalıştı. Telgraf hattı ile ilgili anlaşma, 1862 yılında
imzalanarak İngiliz maslahatgüzarı Estwick tarafından Nasıreddin Şah’a ulaştırıldı.
Hankin-Tehran-İsfahan-Buşir telgraf hattının tesis edilerek işletilmesi İran tarafından
kabul edildi.81 İngiltere, hatların geçtiği yerde emniyetin sağlanması için güvenlik
birimleri oluşturdu. Ayrıca, hattın geçtiği güzergâhta konsolosluklar açarak
dokunulmazlık haklarını elde etti. İngiltere’nin aldığı bu imtiyazları hazmedemeyen
Rusya, Petersburg-Tehran-Celfa-Tebriz hattı için 1864’te İran ile anlaşmıştır.82
77
78
79
80
81
82
A. H. Mehdevî, age, s. 282.
M. Mahmud, age III, s. 823.
Dost Muhammed Han’ın Afganistan’da etkili olduğu dönemde başlayan Hindistan isyanları, İngiltere’nin
Afganistan’da çıkarılmasına kolaylık sağladığı halde harekete geçilmemiştir. İngiltere tarafından ve Kaçar
idaresi tehdit gösterilerek elde edilen Dost Muhammed Han, İngiltere’ye sadık kalmış ve ülkedeki İngiliz
hegemonyasının devamını sağlamıştır. Bkz. George Nathaniel Curzon, İran ve Kaziye-i İran, trc. Vahid
Mazenderanî, Tehran 1349, s. 323 vd.
A. H. Mehdevî, age, s. 283.
M. Mahmud, age II, s. 710.
A. H. Mehdevî, age, s. 287 - 288. Avrupa’dan başlayan ve Hindistan’a kadar giden telgraf hattı için bkz. P.
Sykes, age, s. 528-530.
131
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
İngiltere, Hindistan’da kendisine karşı yapılan isyanları bastırdıktan ve telgraf
hattı imtiyazını aldıktan sonra Afganistan’a yönelmiştir. Herat, Paris Anlaşmasından
sonra birkaç yıl mahallî beylerce idare olunmuş, 1863’de Dost Muhammed Han buranın
idaresini tekrar ele geçirmiştir. O’nun ölümünden sonra başlayan iç karışıklık 1868’e
kadar devam etmiş, kardeşlerine galip gelen Emir Şîr Ali, bütün Afganistan’a hâkim
olduktan sonra Kandehar hâkimi Kühendal Han’ın elindeki Herat’ı almıştır.83 Emir Şîr
Ali Han (1868–1879), İngilizlerin Afganistan üzerindeki nüfuzunu kırmak için
Rusya’dan yardım talebinde bulunmuş, Kabil’e giden İngiliz heyetine yol vermeyerek
Rus heyetini kabul etmiştir. 1879’da İngiltere ile Afganistan arasında meydana gelecek
olan savaşta Afganlıların yenilmesi sonucu Hayber ve Kandehar’ın idaresi İngilizlerin
eline geçecektir. Bu gelişmeden sonra İngilizler, hâkimiyet alanını bütün Afganistan’a
teşmil edeceklerdir.84
İngiltere, 1870’de Frederic Goldsmith’i Afganistan ve Belucistan sınırı ile ilgili
çalışma yapmak üzere İran’a göndermiş fakat, bu sırada Afganistan’da meydana gelen
iç karışıklık onun bu görevi tam manasıyla yapmasını engellemiştir.85 1863’de Dost
Muhammed Han ölünce yerine oğlu Şîr Ali Han geçmiş ve kardeşi Efdal Han’ı haps
etmişti. 1865’te Efdal Han’ın oğlu Abdurrahman Han, Şîr Ali Han’ın yeğenini
Kabil’den çıkartarak imaretine sahip olmuştu. 1867’de Efdal Han’ın ölümüyle Şîr Ali
Han, Abdurrahman Han ve Azim Han ile yaptığı savaşları kazanarak Kabil’in bağımsız
hükümdarı olmuştu. Azim Han İran’a, Abdurrahman Han ise Rusya’ya sığınmıştı.86
Şîr Ali Han, 1869’de Hindistan valisi Lord Mayo ile görüşerek İngiltere’nin
kendisini himaye etmesini, para ve silah yardımında bulunmasını ve bu suretle Herat,
Kunduz ve Bedehşan’ın da dâhil olduğu bütün Afganistan hükümdarlığını sürdürmek
istemiştir.87 1870’de Hindistan valisinden yüklü miktarda cephane temin eden Şîr Ali
Han, Kabil’e girerek Herat’ın idaresini Muhammed Yakub Han’a vermiştir. Yakub
Han’ın teşvikiyle Sistan bölgesinde isyan çıkınca, Goldsmith araya girerek olayın
büyümesini önlemiş ve İranlı görevlilerle birlikte Belucistan sınırına gitmiştir.88
General Goldsmith, Belucistan ve çevresinin coğrafî durumunu inceledikten
sonra haritalarını çizmiş, Buşir limanından hareketle Şiraz’a ve oradan da Tehran’a
gelerek Nasıreddin Şah’ın huzuruna çıkmış, İran sınırının Mekran’dan Belucistan’ın
Gevader yönünde olduğunu söylemiştir.89 Şah’ın bu sınırı kabul edip etmediği tam
83
84
85
86
87
88
89
B. O. A. Hariciye Nezareti: 4, s. 22, 26.
A. H. Mehdevî, age, s. 278; A. Müstevfî, age I, s. 86.
Percy Sykes, Sefername, trc. Hüseyin Saadet Nuri, Tehran 1330, s. 262.
G. N. Curzon, age, s. 274; C. R. Markham, s. 161.
Şîr Ali Han, Hindistan valisinden 150.000 tümen nakit para, 3500 tüfek kabzası ve bir yıl sonra da 150.000
tümeni bağış olarak almıştır. Bkz. C. R. Markham, age, s. 162.
İbrahim Safaî, Merzha-yı Nâ Aram, Tehran 1351, s. 102 vd.; P. Sykes, Sefername, s. 262 .
G. N. Curzon, age, s. 304.
132
Yılmaz KARADENİZ
olarak bilinmemekle beraber, durumun Londra’ya rapor edildiği kesindir. Tehran’da
fazla kalmayan Goldsmith, Sistan sınırının tayini için tekrar görevlendirilmiş, Hindistan
valisi ile görüştükten sonra Kalküta yoluyla Benderabbas’a ve oradan da Sistan’a
gitmiştir. Bir aylık çalışmadan sonra Kandehar ve Meşhed yoluyla Tehran’a tekrar
dönmüştür. Sistan ile ilgili haritaları 1872’de İran görevlilerine teslim ettiği zaman ne
İran, ne de Afganistan bu haritaları kabul etmemiştir. Bilahere devreye giren İngiltere
dışişleri bakanı Granvillie, bu haritaları İran’a kabul ettirmiş ve Afgan hükümdarı da bu
karara itiraz etmemiştir.90
Sonuç
İngiltere’nin bu dönemdeki İran ve Afganistan politikası, bu sahada etkili olmak
isteyen iki devletin durdurulması ve Sağlık Kemeri denilen Afganistan-Hindistan-İran
üçgeninde hâkimiyetin korunması esasına dayanmıştır. Kuzeyden Rusya’nın, güneyden
Akdeniz yoluyla Hindistan güzergâhına Napolyon döneminden itibaren göz diken
Fransa’nın durdurulmasına çalışılmıştır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa isyanında
Osmanlı devletinin zayıflığının ortaya çıkması üzerine boğazlara sarkmaya çalışan
Rusya, İngiltere’nin ince ve hileli siyaseti sayesinde pasifize edilmiştir. Fransa’nın Hind
güzergâhında etkili olması önlenmiştir.
1848’te başlayan İran-Rus savaşlarında İran’ın bir kısım topraklarının Rus
işgaline uğraması İngiltere’yi tedirgin etmiştir. Fransa’nın siyasî arenada yalnız
bırakılmasından sonra İran’a yaklaşması tedirginliği arttırmıştır. 1834’te Muhammed
Şah dönemindeki Herat muhasarasından sonra İran ile ilişkilerini kesmiş olan İngiltere,
tedirginliğin korkuya dönüşmesi üzerine ilişkileri tekrar başlatma yoluna gitmiştir.
İran’a gönderilen Minfort ve Layard, İran’ı kendi tarafına çekmek için bütün mesailerini
sarf ederek İranlı üst idarecilerin elde edilmesi yoluna gitmişlerdir. Emir-i Kebir,
İngiltere’nin hilelerine izin vermediği için düzenlenen bir komplo ile feci bir şekilde
öldürülmüştür. İran’da istediğini elde eden İngiltere, yönünü Afganistan’a çevirerek iç
karışıklık çıkartmaya başlamıştır.
1851’de Herat idaresine Sayyed Muhammed Han’ın geçmesi ve akabinde İran’a
bağlılığını bildirmesi, İngiltere’nin dikkatini buraya çevirmiştir. Daha önce elde edilmiş
olan Dost Muhammed Han’ın himayeden çıkarak kendisini bütün Afganistan’ın
idarecisi ilan etmesi, buraya gönderilen Magnaghten aracılığıyla önlenmeye
çalışılmıştır. Magnaghten, Afganistan’da Dost Muhammed Han ile Şah Şuca’yı
çarpıştırarak iç karışıklık çıkartmıştır.
Dost Muhammed Han’ın bu çarpışmada yenilmesi ve Ekber Han’ın İngiliz
aleyhtarı isyandan faydalanarak Kabil’e saldırması Pollock vasıtasıyla bertaraf
90
G. N. Curzon, age, s. 312. Bu haritalarla İran’ın doğudaki sınırı, Belucistan’daki Mekran’dan deniz kenarına
gidiyordu. Sistan’da üçgen şeklinde Helmend nehrine kadar sınır çizilmiş, Afganlıların ziraat işleri hariç
nehirden istifade etmeleri yasaklanmıştır. Bkz. C. R. Markham, age, s. 164; P. Sykes, Sefername, s. 376 vd.
133
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 119 – 135
edilmiştir. Dost Muhammed Han’a verilen ianelerle tekrar elde edilmesi sağlanmıştır.
Dost Muhammed Han’ın elde edilmesi, İngiltere’nin meşru olmayan siyasetinin önünü
açmıştır. Bundan sonra Herat ileri gelenlerine dağıtılan para ve altınlarla İran’a karşı
kışkırtılmıştır. 1855’te Sayyed Muhammed Han’ı öldürten İngiltere, Dost Muhammed
Han’ın Hindistan hükümetiyle anlaşmasını sağlamış, Dost Muhammed Han bu
anlaşmayla İran’a karşı savaşmayı kabul etmiştir.
İran, 1856’da Herat’ı alınca İngiltere Basra Körfezinden İran topraklarını işgale
başlamıştır. İşgalin durdurulması için arabulucu arayan İran, neticede Fransa’nın
tavassutuyla 1857’de Paris Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Bu anlaşma ile
İran’ın Afganistan üzerindeki nüfuzu tamamen ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca, İran’ın
değişik şehirlerinde İngiliz konsolosluklarının açılması, ticari yönden bağımsızlığın
kaybolmasına sebep olmuştur. Anlaşmanın getirmiş olduğu rahatlama ile harekete
geçen İngiltere, İran ve Afganistan üzerinde oynadığı oyunları hızlandırmış,
Hindistan’ın bütünüyle sömürülmesi dönemini başlatmıştır. 1870’de bölgeye gönderilen
general Goldsmith, İngiltere çıkarlarına uygun cetvel usulü sınırları çizmeye
başlamıştır.
Kaynaklar
Abadiyan, Hüseyin, “Cenbeş-i Tenbakû”, Tarih-i Muasır-ı İran VI, Tehran 1374.
Aştiyanî, Abbas İkbal, Tarih-i İran Pes Ez İslâm, Tehran 1378.
Avery, Peter, Tarih-i Muasır-ı İran, trc. M. Refi Mihrabâdî, Tehran 1363.
B.O.A., Hariciye Nezareti, No:4, s. 9.
Bellew, Henry W., Afghanistan and The Afghans, London 1879.
Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, tash. Abbas İkbal, Tehran 1327.
Conolly, Arthur, Journey to The North of India Overland From England Though Russia and
Afghanistan II, London 1834.
Curzon, George Nathaniel, İran ve Kaziye-i İran, trc. Vahid Mazenderanî, Tehran 1349.
Esmer, Şükrü, Siyasi Tarih, İstanbul 1944.
Fraser, John Baillie, A Winters Journey From Constantinople to Tehran II, London 1838.
Furon, Raymond, L’İran Perse et Afghanıstan, Paris 1951.
Grantosky, E. A. - P. Petrofosky, Tarih-i İran, trc. Keyhüsrev Kişaverzî, Tehran 1359.
Hurmucî, Muhammed Cafer, Hakayikü’l-Ahbar-ı Nasırî, Tehran 1363.
İsfahaniyan, K.-K. Ruşenî, “Ferah Han Eminüddevle”, Mecmua-yı İsnad-ı Medarik,
Danişgah-ı Tehran 1100.
Kadıyanî, Abbas, Ferheng-i Fişerdeh Tarih-i İran, Tehran 1376.
134
Yılmaz KARADENİZ
Karadeniz, Yılmaz, İran’da Sömürgecilik Mücadelesi ve Kaçar Hanedanı (1795-1925),
İstanbul 2006.
Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1988.
Kazımzade, Firuz, Russıa and Brıtaın ın Persıa 1864-1914, London 1968.
Kurat, Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990.
Lambton, Ann K. S., İran Asr-ı Kacar, trc. Simin Fasihi, Meşhed 1375.
Mahmud Mahmud, Tarih-i Revabıt-ı Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1361.
Mansur, Muhammed Alaaddin, Tarih-i İran Ba’de’l İslâm (820-1925), Tehran 1989.
Markham, Clements Robert, Tarih-i İran Der Devre-i Kacar (Mirza Rahim Ferzane),
Losangeles 1364.
Mehdevî, Abdurrıza Huşeng, Revabıt-ı Harici-i İran, Tehran 1379.
Meşkûr, Muhammed Cevad, Tarih-i İran-ı Zemin, Tehran 1366.
Muayyen, Muhammed, “Nasıreddin Şah”, Lugatname-i Dehuda 48, Tehran 1341.
Müstevfî, Abdullah, Şerh-i Zendegânî-i Men ya Tarih-i İçtimaî ve İdarî-i Devre-i Kacariye I,
Tehran 1371.
Nasır, Seyyid Taki, İran Der Berhured-İ Ba İsti’margirân, Tehran 1363.
Niya, Cafer Mehdi, Heft Bar İşgal-ı İran Der Kurn 23, Tehran 1377.
Rızaî, Abdulazim, Tarih-i Deh Hezar Sale-i İran IV, Tehran 1363.
Safaî, İbrahim, Merzha-yı Nâ Aram, Tehran 1351.
Sasanî, Han Melik, Siyasetgirân-ı Dvere-i Kacar, Tehran 1338.
Sipihr, Muhammed Taki, Nasihü’t-tevarih III-IV, Tehran 1353.
Stuart, Charles, Journal of A Residence ın Northern Persia, London 1854.
Sykes, Percy, Sefername, trc. Hüseyin Saadet Nuri, Tehran 1330.
Sykes, Percy, Tarih-i İran, trc. Muhammed Taki Fahrdaî Gilânî, Tehran 1330.
Şemim, Ali Asgar, İran Der Devre-i Salatanat-ı Kacar, Tehran 1379.
Tahirî, Ebul Kasım, Tarih-i Revabıt-ı Bazarganî ve Siyasî-i İran ve İngiliz II, Tehran 1356.
Timurî, İbrahim, Tahrim-i Tenbakû ya Evvelin Mukavemet-i Menfi Der İran, Tehran
1358.
Tukin, Cemal, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1947.
Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, İstanbul 1995.
Velodarsky, Mikhael, “İran ve Kudretha-yı Buzûrg 1856–1869”, Tarih-i Muasır-ı İran V,
Tehran 1372.
Yorga, Osmanlı Tarihi (1774-1912) V, Ankara 1948.
135
XVIII. YÜZYILIN BAŞLARINDA BASRA’NIN GÜVENLİĞİ
MESELESİ VE OSMANLI DEVLETİ’NİN BÖLGEDE ALDIĞI
TEDBİRLER
Selim Hilmi ÖZKAN
Özet / Abstract
Basra ve çevresi Osmanlı Devleti’nin bu bölgeyi almasından sonra önemli bir ticaret merkezi
haline gelmiştir. Devlet buranın güvenliğine büyük önem vermiştir. Fakat II. Viyana kuşatması sonrası
oluşan kargaşa döneminde bu bölgede eşkıyalık olayları artmıştır. Burada devletin kontrolü hemen hemen
yok denecek kadar azalmıştır. Buraya hâkim olan eşkıyalar ekonomiyi bile kontrol etmeye başlamışlardır.
Bu durum üzerine devlet Karlofça Antlaşması sonrası yeniden meşruiyetini kazanmak için buralarda bir
takım güvenlik çalışmaları yapmıştır. Burada yapmış olduğu çalışmanın diğer bir amacı Hintli tüccarları
yeniden bu bölgeye çekmek ve devletin ekonomik kaybını azaltmaktır. Bu amaçla bölgedeki Arap
aşiretlerinin ve eşkıyaların isyanı ortadan kaldırılmıştır. Buna ilave olarak Fırat donanması
güçlendirilmiştir. Son olarak da “Şat Kaptanlığı” adı altında yeni bir komutanlık kurularak siyasi güç
desteği de sağlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Basra, Eşkıyalık, Şat Kaptanlığı, Fırat Donanması.
THE CASE OF BASRA’S SECURITY AND SOME PRECAUTIONS
TAKEN BY THE OTTOMAN EMPIRE AT THE BEGINNING OF XVIIIth CENTURY
Basra and its surrounding became an important tradition center after Ottoman’s taking the
region. Empire gave importance to the security of the region. However, the region faced with a chaos
period that caused some banditry events after the siege of II. Vienna. In this period there happened a lack
of authority of Ottoman Empire. The bandits who dominated the region also started to control the
economy. Due to these occurrences the Empire gave security support with the intention of taking the
domination back after the Karlowitz Treaty. Another aim of this attempt was to make the region attractive
again for the Indian merchants and to lessen the economic loose. The rebel of bandits and Arab tribes
were ended. In addition to this the Fırat navy was strengthened and a new commandership was
accomplished with the name of “Şat Kaptanlığı” to support also politically.
Key Words: The Ottoman Empire, Basra, Banditry, Şat Captaincy, The Euphrates Navy.
Giriş
XVII. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin hayatına yön veren en önemli
olay II. Viyana kuşatmasıdır. II. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması
üzerine Venedik önderliğinde oluşan “Kutsal İttifak” devletleri hep birden Osmanlı
Devleti’nin üzerine yürümüşlerdir. Karlofça Antlaşmasına kadar süren bu dönem
zarfında Osmanlı Devleti savaşmış olduğu devletlerden Avusturya, Venedik, Lehistan
ve Rusya’ya yenilerek bir takım topraklarını bırakmak zorunda kalmıştır. Osmanlı

Dr., Gazi Lisesi, Isparta.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147
Devleti sadece bu devletlere yenilmekle kalmamış devlet sosyal, kültürel, siyasî, idarî,
ekonomik ve askeri yönden de bir takım iç sorunlar ile karşı karşıya kalmıştır. Bu iç
sorunların en önemlileri devletin çeşitli eyaletlerinde meydana gelen eşkıyalık olayları
ve isyanlardır. Devlet bu isyanlara karşı tedbir alamaz konuma gelmiştir. Merkezi
idarenin etkisinin azalması üzerine şehirlerdeki halk kendi güvenliğini kendi sağlama
yoluna gitmiştir. Karlofça Antlaşması’nın imzalanması üzerine devlet buralarda
meşruiyetini yeniden kazanmak için bir takım güvenlik tedbirleri alma yoluna gitmiştir.
1. XVII. Yüzyılın Sonlarında Basra ve Çevresinin Durumu
II. Viyana kuşatması sonrası oluşan eşkıyalık hareketlerinden en çok etkilenen
yerlerden birisi Basra ve çevresi olmuştur. Eyaletlerdeki bu durum devletin yanı sıra
halkı da zor duruma sokmuştur. Mesela, 1691 senesinde Trablusşam taraflarında
eşkıyalık yapan rafizi tarikatına mensup Serhanoğlu Hüseyin, oğulları İsmail, Haydar,
İbrahim ve adamları merkezi dinlemez olmuş, merkezden yollanan mültezimleri de
ortadan kaldırarak Cebel, Betron, Küre ve Tayne gibi mukataaları eline geçirerek halka
zulmetmeye başlamışlardır. Bunların cezalandırılması için de Şam Beylerbeyi Mehmet
Paşa ve Trablusşam Beylerbeyi Ali Paşa görevlendirilmiştir1. Aynı şekilde 1693
senesinde Şam civarında eşkıyalık yapan Nasır ve yandaşlarının temizlenmesi için de
bizzat ferman yollanmıştır2. Bundan başka Trablusşam Beylerbeyi Arslan Paşa’ya
yollanan hüküm ile bunlara yardımcı olan Manioğlu da ellerine almış oldukları
mukataalardan ve eşkıyalık hareketinden vazgeçirilmişlerdir. 1694 yılında tekrar
hareketlenen bu grubun hakkından gelinmesi ve eşkıyalık hareketlerinin önlenmesi için
Tosun Paşa ve Trablusşam Beylerbeyi görevlendirilmişlerdir3. Ayrıca Halep halkı da,
Sermen ve Serakab Kazasında Süleyman namındaki eşkıyanın yol kesmekle kalmayıp,
fukara halkı soymasından dolayı padişahtan yardım istemişlerdir4.
2. Karlofça Antlaşması Sonrası Durum
Karlofça Barışı on altı sene sürmüş olan büyük harbi sona erdirmiştir. Fakat
Osmanlı Devleti bu harpten hem maddî hem manevî büyük bir kayıp ile çıkmıştır.
Elden giden büyük toprak parçasından başka, memleket idarî, askerî, malî, iktisadî, adlî
ve içtimaî bakımdan bitkin bir hale gelmiş, nizam bozulmuş, asayiş kalmamıştı. Gerek
harp sebebiyle artan vergi ve angaryalar yüzünden gerek yer yer şekavet ve
soygunculuktan usanan köylülerden bir kısmı yerlerini terk ile şehir ve kasabalara
1
2
3
4
BOA, Ali Emiri, Ahmed-II, 5/477.
BOA, C. ZB, 412.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -105, s. 10 vd; Raşid Mehmed Efendi, Tarihi Râşid, Cilt II, İstanbul 1865, s.
194, 195, 254.
BOA, D. EVM, 151/25.
138
Selim Hilmi ÖZKAN
sığınmış bir kısmı da eşkıyalığa başlamışlardı5. Bu buhrandan ve yozlaşma döneminden
kurtulmak için yeni ve kalıcı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç vardı. Devlet kurumlarının
ve toplumsal yapının değiştirilmesi ihtiyacı, halkın huzurunun sağlanması belirgin bir
şekilde devlet erkânı tarafından da kabul görmeye başlamıştır. Hükümet bu barış
dönemini fırsat bilerek içerideki eşkıyalık hareketlerini önlemek için harekete
geçmiştir6. Amaç sadece eşkıyalık hareketlerini önlemek değil halkın durumunun da
iyileştirilmesi idi. Bu cümleden olarak, valilere gönderilen emirler ile uzun süren
savaşlardan dolayı ağır vergiler altında ezilen halka zulmetmemeleri istenmiştir7. Buna
ilave olarak da iç düzenin sağlanması için birbiri arkasına fermanlar çıkarılarak asayiş
sağlanmak istenmiştir8.
Bu dönemde iç düzeni sağlamak için, fakir halkın ezdirilmemesi ve eşkıya
baskınlarından korunmasına yönelik dönemin mühimme defterlerinde, divân
kayıtlarında ve Divân-ı Hümâyûna gelen diğer şikâyet tutanaklarında birçok hüküm
bulunmaktadır. Bu hükümlerin birçoğunda defaatle daha önce gönderilen hükümlere ve
emirlere atıfta bulunularak, gerekenin yapılması şeklinde sert dil kullanılmıştır9. Bazen
valiler daha sert dille uyarılma yoluna gidilmiştir. Mesela, Anadolu ve diğer birtakım
yerlerin Beylerbeyilerine 3 Mayıs 1700 tarihinde gönderilen bir hükümde daha önce
defaatle hüküm gönderilmesine rağmen haramzade ve yol kesenlerin hala var olduğu
beyanla şiddetli bir şekilde “aklını başına devşirip” bu işin üstesinden gelesin şeklinde
tehdit edilmiştir10.
3. Basra ve Bağdat Bölgesinde Yapılan Çalışmalar
a. Arap Aşiretlerin İsyanının Ortadan Kaldırılması
Viyana bozgunu sonrası ülke içerisindeki kargaşa ortamı, Suriye ve Elcezire11
taraflarında da kendini daha fazla hissettirmiştir. Bu kargaşa ortamında Arap
aşiretlerden bir kısmı isyan hareketine kalkışmıştır. Bu isyan hareketi zamanla buraların
5
6
7
8
9
10
11
Fahrettin Tızlak, “XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısı İle XIX Yüzyılın İlk Yarısında Yukarı Fırat
Havzasında Eşkıyalık Hareketleri”, Belleten, LVII/220 (Ankara 1994), s. 751.
Rifa’at Ali Abou-El-Haj, The 1703 Rebellion And the Structure Of Ottoman Politics, İstanbul 1984, s.
6; M. Alaaddin Yalçınkaya, “XVIII. Yüzyıl, Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi 1703-1789”,
Türkler, Cilt XII, Ankara 2001, s. 479.
Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara 1985, s.
181.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 29, 96, 474; BOA, A. {DVN, 257/70; BOA, C. DH, 11614; BOA, A.
{DVN, 259/79; BOA, MAD.d, 3472, s. 20, 29; BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 22vd, 176, 191; Ahmet
Reşid, Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarihi Osmani, Cilt II, İstanbul 1327, s. 227.
BOA, A. {DVN, 256/57, 259/8 260/25, 26, 27, 88, 89, 270/17, 274/45, 278/79, 280/34.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 303; BOA, A.{MKT, 6/1; Tarihi Râşid, s. 476-477, 533; Defterdar
Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekayiât, haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995, s. 675.
Mezopotamya, Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları
arasındadır.
139
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147
devletle bağlantılarını kesmek derecesinde endişe verici bir şekil almıştır. Basra ve
Korna tarafları elden çıkarak asilerin eline geçmiştir12. Devlet Karlofça Antlaşmasının
imzalanmasından sonra Kudüs, Gazze, Basra tarafındaki asayişsizliği de önlemek için
birtakım önlemler alma yoluna gitmiştir13.
Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra hükümet, Şam’dan itibaren
Kudüs, Gazze, Nablus sahalarına kadar yayılmış olan Arap şakavetinin bertaraf edilmesi
için Şam Valisine emirler göndermiştir14. Fakat yapılan takiplerle buralarda asayiş
temin edilmiş ise de Anadolu ile Suriye hududu üzerinde bulunan Çölbeyliği denilen
Selimiye ve Deyrirahbe Sancağına sahip Arap Beyi, hükümeti meşgul etmeye devam
etmiştir. Çünkü II. Viyana kuşatması sonrası oluşan kargaşa ortamında, Bağdat ve Basra
çevresi Urban15 şeyhlerinden Müntefik Şeyhi Mani’ adındaki eşkıya tarafından kontrol
altına alınmıştır. Bu kişi ve Arap Beyleri, etrafına toplamış olduğu Arap serkeşler ile
Basra valisi Osman Paşazâde Ahmet Paşa’yı şehid ederek kontrolü ellerine almışlardır.
Basra, Mani‘ eşkıyası baskınından sonra Huveyza Hanı Ferecullah’ın baskınına maruz
kalmıştır. Hatta Basra bir ara 1684–1685 yılında İranlıların eline bile geçmiştir. Bundan
sonra devlet buraya zaman zaman kuvvet göndermişse de eşkıyalık hareketinin önüne
geçememiştir16.
Buradaki Mani’ adındaki eşkıya 1693 Ağustosunda yeniden harekete geçerek
eşkıyalık yapmaya başlamış, bunun bastırılması için de Diyarbekir, Musul, Şehrizor ve
diğer bir takım valiler bu eşkıyalık hareketinin önüne geçmek için
görevlendirilmişlerdir. Buradaki eşkıyalık hareketleri durmamış, bunun üzerine 1696
senesi başlarında Arap, Türkmen, Kürd eşkıyalığının artması üzerine Fırat donanması
ile birlikte Rakka Valisi Hüseyin Paşa17 ve Bağdat Valisi Ali Paşa Basra tarafındaki bu
hareketi bastırmak için görevlendirilmişlerdir. Bunların masrafları için de hazineden
Rakka Valisine on beş bin kuruş, Bağdat Valisine de otuz beş bin kuruş ödenek
çıkarılmıştır18. XVII. Yüzyılın sonlarında Bağdat Valisi Ali Paşa’nın gevşek ve
müsamahakâr davranması üzerine 1697–1698 yıllarında buralarda kontrol tekrar elden
çıkarak Mani’ ve adamlarının eline geçmiştir. Devlet ve ordu son üç beş yıldır Batı ile
12
13
14
15
16
17
18
İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1995, Cilt IV/I, s. 3.
M. M. Aktepe, “Amcazade Hüseyin Paşa” DİA, III, İstanbul 1991, s. 8.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 574, 581, 608, 621.
Arab aşiretlerinden biri hakkında kullanılan bir tabirdir.
Tarihi Râşid, Cilt II, s. 180; Yusuf Halaçoğlu, “Basra”, DİA, V, İstanbul 1992, s. 113.
Hüseyin Paşa bu sefere görevlendirildikten sonra eceli ile vefat etmiş ve yerine, Silahdar Ağası Ahmet
Ağa görevlendirilmiştir. (Tarihi Râşid , Cilt II, s. 356)
Tarihi Râşid, Cilt II, s. 356; Anonim, Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi
Kısmı, nr. 2062/3, s. 57a; Zübde-i Vekayiât, s. 628.
140
Selim Hilmi ÖZKAN
uğraştığından dolayı Basra ve Korna civarında hâkimiyeti tam anlamı ile sağlamakta
acziyet göstermiştir19.
Buradaki Arap serkeşliğinin zaman zaman bu şekilde güçlenerek artması
üzerine, devletin kontrolünü yeniden tam sağlamak için tedbirler artırılmıştır. Bu amaçla
Halep taraflarından temin edilen mühimmat 1 Mart 1699 tarihinde Bağdat ve çevresine
nakledilmiştir20. Bundan sonra da Bağdat Eyaleti 1700 Mayıs ayında Basra seraskerliği
ile Rakka Valisi Vezîr Daltaban Mustafa Paşa’ya tevcih olunmuştur21. Mustafa Paşa
serasker tayin olunarak, Basra Eyaleti de Halep ile birlikte Bağdat Valisi olan Ali
Paşa’ya verilip, Vezîr Mustafa Paşa’nın emrine verilmiştir22. 1700 Kasım ortalarında,
Diyarbekir Valisi Mehmet Paşa, Basra Valisi Vezîr Ali Paşa, Şehrizor Valisi Vezîr
Yusuf Paşa, Sivas Beylerbeyi Mustafa Paşa, Karaman Beylerbeyi Eyüp Paşa ve Musul,
Birecik, Amasya, Antep, Maraş, Halep zaimleri ve tımar erbabı, daha birçok askeri
birlik ve donanma, gerektiğinde kullanılmak üzere Bağdat Valisinin emrine verilmiştir.
Şat donanmasını komuta etmek üzere de Tuna ince donanması kaptanı Aşcıoğlu
Mehmet Paşa görevlendirilmiştir. Donanmanın eksiklerinin tamamlanması için de
Maraş dağlarından kereste kesilip nakledilmesi ferman olunmuştur. Seferin önemine
binaen, görev alan sipah ve silahdarlara yedişer, kethüdalarına on beşer, ağalarına yirmi
beşer akçe terakki zammı verilmiştir. Bölgedeki beylere de çok sıkı talimatlar
gönderilmiştir23.
Bu hazırlıklardan sonra sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa
Paşa’ya yazmış olduğu mektubunda, onun devlete olan hizmetlerini bahsettikten sonra,
Urban eşkıyasının devlet için çok ciddi bir tehlike olduğunu, buradaki görevinin
Rakka’daki gibi değil, daha dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir. Mektubun
devamında, yapmış olduğu işte herhangi bir aksaklık ve kusuru bulunduğu takdirde,
bunun da cezasız kalmayacağı konusunda Mustafa Paşa’yı uyarmıştır 24. Daltaban
19
20
21
22
23
24
Tarihi Râşid, Cilt II, s. 418, 419.
BOA, D.EVM, 156/83; 157/49.
Tarihi Râşid, Cilt II, s. 484.
BOA, A.{DVN, 259/3.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 531, 563; BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 11/1033; BOA, D. BŞM,
40885, (Bağdat Kalesi muhafazasındaki yeniçerilerin ihtiyaçlarının içeren belge); BOA, A. {DVN,
264/51; BOA, İE, AS, 3871; Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr.
2062/3, s. 57a; Silahdar Fındıklı Mehmed Ağa, Nusretnâme-I-II, sad. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul
1962, Cilt II İstanbul, 1966, s. 30-31; Anonim, Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), yay. haz.
Abdülkadir Özcan, Ankara 2000, s. 154; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 510, 511; Uşşâkîzâde es-Seyyid
İbrâhîm Hasîb Efendi, Uşşâkîzâde Târihi, Cilt I-II, haz. Raşit Gündoğdu, İstanbul 2005, s. 456.
Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 194.
141
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147
Mustafa Paşa merkezden almış olduğu emir doğrultusunda harekete geçerek 29 Ocak
1701’de Bağdat’tan ordu ile beraber hareket etmiştir25.
Bu arada Urban eşkıyası, etrafına toplamış olduğu adamları ile yüz bine
ulaşmıştı. Kurna ve Basra civarında hâkimiyeti elinde tutan şakiler, Davrak isimli yerde
kırk bine yakın kızılbaş eşkıyası hazırlamışlardı. Asilerin eline düşmüş olan Kurna ile
Basra, bizzat Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa kumandasıyla sevk edilen kuvvetler
sayesinde 1701 Mayıs’ında kurtarılarak, Basra civarındaki karışıklıklar ortadan
kaldırılmıştır. Buraya da Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa’nın damadı Vezîr Ali Paşa
tayin edilmiştir26. Basra geri alındıktan sonra burada yeteri kadar muhafız bırakılmış,
düzen sağlanmış ve ordu Bağdat’a dönmüştür27. Nusretnâme’de Basra’nın geri alınması
ile alakalı çok önemli bir konuya değinilmektedir. Şöyle ki; söz konusu eserde Basra
için, Mekke’nin kapısı Anadolu, İran, Arabistan ve Hindistan’ın iskelesi tabiri
kullanılarak alınmasının önemi vurgulanmaktadır28. Basra halkı, buradaki eşkıyanın
temizlenmesi, bölgede huzur ve güvenin yeniden tesis edilmesi üzerine hükümet ve
devlet adına sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa’ya teşekkürlerini bildiren bir mektup
yollamışlardır29.
Burada huzur ve güven ortamının sağlanmasından sonra, Bağdat Valisine geniş
yetkiler verilerek Diyarbekir, Şehrizor ve Musul Beylerbeyleri ile eyalete bağlı bir kısım
ocaklık sancaklar Bağdat Valisinin emri ve kumandasına verilmiştir. Musul eyaletini
tasarruf eden paşalar da Bağdat’taki şekavet hareketini önlemek için 1702 yılından
sonra Bağdat Valisinin yanında bulunması şart koşulmuştur 30.
b. Ziyap Irmağı Seferi ve Basra’nın Güvenliği İçin Önemi
Osmanlı Devleti, 1701 senesine gelinceye kadar 30 yıla yakın Fırat Nehri ile
ilgilenmemiştir. Nehir, 4 saat ilerisindeki yataktan batı yönüne doğru ayrılan bir kol ile
Hakse Bucağı’nın Ziyap adı verilen kanalı üstünden akmaya başlamış, zamanla nehir bu
kısma kayıp burayı ana yatak haline getirmiştir. 30 yıldır bu işle de ilgilenilmediği için
Ziyap adı verilen Hakse Bucağı Kanalı Fırat’ın suyundan çok akmaya başlamıştır.
25
26
27
28
29
30
Nusretnâme, Cilt II, s. 53; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 512; Tarih-i Seferi Basra, s. 57ab; Yusuf Halaçoğlu,
“Basra”, DİA, V, s. 113; Zübde-i Vekayiât, s. 711, 712.
Tarih-i Seferi Basra, s. 64a, 65b; Nusretnâme, Cilt II, s. 49, 52-70; Orhan F. Köprülü, “Amcazâde
Hüseyin Paşa”, İA, V/1, İstanbul 1993, s. 649; Y. Halaçoğlu, “Basra”, s. 113; Y. Halaçoğlu, “Bağdat”,
DİA, IV, İstanbul 1991, s. 434; Abdülkadir Özcan, “Daltaban Mustafa Paşa”, DİA, VIII, İstanbul
1993, s. 433.
BOA, D.BŞM, 986/A, s. 1-12, (Bağdat ve Basra Kaleleri muhafazasına bırakılan askerlerin ücretleri ve
bazı kalelerin ihtiyaçlarını içermektedir.)
Nusretnâme, Cilt II, s. 72, 76.
Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 156-158.
Orhan Kılıç, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devletinin İdari Taksimatı, Eyalet ve Sancak
Tevcihatı, Elazığ 1997, s. 71, 73.
142
Selim Hilmi ÖZKAN
Bölgedeki köyler bataklık halinde suyun altında kalmıştır. Sadece köyler bataklık
altında kalmamış eşkıyalar için de birer sığınak halini almıştır. Buralardaki eşkıyalar
köyleri basıp insanlara zarar vermeye başladıkları gibi, vergilerin toplanmasına engel
olmaya başlamışlardır. Hatta zor kullanarak, Rummahiye, Halid, Kebşe, Hakse, Beni
Malik ve Nahri- Şahi mukataaların kontrollerini ellerine almışlardır. Üzerlerine yollanan
kuvvetleri yenmişlerdir. Bu başarı eşkıyaların gücünü bir kat daha artırmasına neden
olmuştur. Bilhassa Selman isimli şaki, bölgenin ekonomik gücünü de kontrol etmeye
başlayınca önü alınmaz bağımsız hareket eden bir grup haline gelmiştir. Önemli ticaret
yolu üzerinde bulunan bu bölgede kervan yolları ve kervansaraylarda bu eşkıya
grubunun saldırısına maruz kalmıştır. Bunun üzerine tüccarlar daha başka yollar
aramaya başlamış bu da devletin ekonomik kaybını artırmıştır31.
Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa, hazırlamış olduğu raporunda Ziyap
Irmağı civarındaki eşkıyanın durumunu da hükümete bildirmişti. II. Mustafa ve
hükümet bu rapor doğrultusunda Ziyap ve çevresindeki devlet otoritesinin tesisini
istemiştir. Sefer için Bağdat’taki kapıkulları ile Anadolu Beylerbeyi ve diğer beylere
yazılan emirler ile sefere memur edilmişlerdir. Daltaban Mustafa Paşa, gerekli
hazırlıkları tamamladıktan sonra ordu 1701 Ekim ayında sefere hazır hale gelmiş ve
yapılan sefer sonucu eşkıya kuvvetleri dağıtılarak büyük bir başarı elde edilmiştir32.
Buradaki eşkıyalar temizlenince, Diyale Nehri’nin ıslahı ve Basra’da düzenin
tamamen sağlanması için Bağdat Valisine geniş salahiyet verildi33. Bu yetkinin
verilmesinden sonra Daltaban Mustafa Paşa komutasındaki ordu, Fırat kenarına gelerek
gerekli çalışmaları yaptı ve yapılan toplantılar sonucu nehrin eski yatağına getirilmesi
kararlaştırıldı. Gerekli görevlendirmeler ve iş bölümü yapıldıktan sonra 1702 başlarında
kazma işlemine başlandı. 5170 arşın34 uzunluk, 122 arşın en ve 20 arşın derinlikteki
kazı, iki aylık bir çalışmanın sonucunda tamamlanarak nehir eski yatağına aktarıldı.
Nehir eski yatağına taşındıktan sonra durum bir rapor halinde hükümete bildirildi35.
Irmağın eski yerine getirilmesi, bölgede huzurun sağlanmasına katkıda
bulunmuştur. Sadrazam Hüseyin Paşa 1702 Mayıs sonlarında Selman isimli şaki ve
daha önce kendisinden Acem elçisi ile af dileyen Abbasoğlu şakiye göndermiş olduğu
mektubunda, eğer tövbesinde sadık olurlarsa padişaha ve devlete bağlı kalıp hükümetin
kararlarına uyduğu süre içerisinde zarar görmeyeceğini garanti etmiştir. Reaya ve halka
31
32
33
34
35
Nusretnâme, Cilt II, 97, 98.
BOA, A. {DVN, 279/20; Nusretnâme, Cilt II, s. 95-105; Anonim, İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab,
Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr. 2062/4, s. 75b, 80a; C. Orhonlu-T. Işıksal,
“Osmanlı Devri Nehir Nakliyatı Üzerinde Araştırmalar, Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, Tarih
Dergisi, Sayı: 17-18 (1963), s. 77vd.
İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1995, Cilt IV/I, s. 5.
1 arşın, 68 cm civarındadır.
Nusretnâme, Cilt II, s. 105-115; İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, s. 84a; A. Özcan, agm, s. 433.
143
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147
karşı suç işlediği duyulursa gereken cezaya çarptırılacağı bildirilmiştir. Kendi işiyle
meşgul olmasını, vergi toplayanlar ve devlet için çalışanlara kesinlikle zarar
vermemesini emreylemiştir. Bunlara uyduğu süre içerisinde devletin güvencesi altında
olduğunu bildirmiş ve mucip buyruldu gereği amel etmesini emreylemiştir36.
c. Fırat Donanmasının Güçlendirilmesi
Osmanlı Devleti, gerektiğinde kullanmak sefer zamanlarında ordunun ikmal
ihtiyacını karşılamak için biri Tuna Nehri üzerinde, diğeri Fırat Nehrinde olmak üzere
iki adet “ince donanma” adı verilen nehir donanması hazır bulundurmuştur37. Devlet
zaman zaman bu donanmaları yenileyerek, savaşlarda hazır halde bulunması için
mühimmatını eksik etmemiştir. Mesela, 1693 senesinde başta Üsküdar Kadısı ve diğer
görevlilere yollanan bir hüküm ile İnce donanmanın hazır bulunmasının önemi
vurgulanmaktadır38. Nehir donanmaları, savaş durumunda ordunun ihtiyaçlarının
karşılanması için büyük öneme sahipti. Yine buna bir örnek verecek olursak, Bağdat ve
Basra taraflarındaki eşkıyalık olayları ortadan kaldırılırken, Fırat donanmasını komuta
etmek üzere Tuna donanması kaptanı Aşcıoğlu Mehmet Paşa görevlendirilmiştir. Fırat
donanmasının tamamlanması için de yüz tekne yapılmış, bu teknelerin ihtiyacı olan
kereste Maraş dağlarından temin edilmiştir. Fırat donanmasına özgü gemiler ise
Rakka’da yapılmıştır39.
Ağustos 1699 tarihinde Halep cizyedarı Abdurrahman, nazır tayin edilerek
Birecik, Rakka, Ruha, Maraş, Malatya, Kıbrıs, Trablusşam kadı ve valilerine gönderilen
hükümler ile Fırat nehrinin suyu tetkik edilerek her zaman işleyebilecek niteliklerde
yirmisi firkate40, kırkı da biraz küçük olmak üzere 60 parça donanma gemisinin Birecik
tersânelerinde inşa olunması için çalışmalarda bulunulmuştur. Yapılan donanmanın
kereste ihtiyacının tamamlanması ve mühimmatının tam olması için de hazineden
36
37
38
39
40
İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, s. 90a, 90b.
Osmanlı Devleti’nde “İnce donanma” tabiri daha çok Tuna üzerindeki donanma için kullanılmıştır.
Bununla beraber nehirlerde ve Fırat üzerinde işleyen donanmaya da ince donanma denmiştir. İnce
donanmada; uçurma, varna başçifteleri, aktarma (nehir muhafaza gemisi), üstüaçık (nakliye gemisi),
çete kayığı(top çeker), brolik, çamlıca(nakliye gemsisi), kancabaş, şayka, şahtur, kırlangıç, hafif
firkate, kalite gibi küçük ve hafif gemi ve mavna tipleri kullanılmıştır. (Bkz. C. Orhonlu, “Gemicilik”,
Türkiye Mecmuası, XV (İstanbul 1969), s. 158.)
BOA, D. BŞM, 802; BOA, K.K.d, 1475, s. 124; Tarihi Râşid, Cilt II, s. 517vd; Graf Marsigli, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vaziyeti, terc. M.
Kaymakam Nazmi, Ankara 1934, s. 271.
BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 11/1033; 6/525; BOA, A. {DVN, 264/51; BOA, A. {DVNS.MHM.d-111, s.
100vd.; Tarih-i Seferi Basra, s. 57a; Nusretnâme, Cilt II, s. 30-31; Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 154;
Tarihi Râşid, Cilt II, s. 510, 511; Saffet, Mezomorta Hüseyin Paşa, İstanbul, 1327, s. 12; C.
Orhonlu-T. Işıksal, agm, s. 77.
10-17 oturaklı ve süratli olduklarından haberleşmede kullanılan, kürekli hem ince(nehir) hem de
büyük donanma gemisidir.
144
Selim Hilmi ÖZKAN
ödenek ayrılmıştır. Buraya gidecek donanma kaptanına dört yüz kuruş, neferler için de
dokuz yüz atmış kuruş haraç verilmesi ferman olmuştur. Bir firkate İstanbul’da 1255
kuruşa mal olurken buradaki defter kayıtlarına göre malzemenin daha uzak yerlerden
temin edilmesinden dolayı, bir fırkata 1771 kuruşa mal olmuştur. Gemiler bir yıl gibi
zamanda sefere hazır hale gelmiştir41. Donanmada çalışacak kaptanlar, leventler,
marangozlar, ameleler ve diğer teknik elemanlar İstanbul’dan yollanmıştır. Fırat Nehri
için yapılan bu nehir araçları Tuna’daki donanmadan esinlenilerek yapılmakla beraber
Fırat Nehrine özgü yeni tip araçlar olarak imal edilmiştir42.
d. Basra’nın Güvenliği İçin Şat Kaptanlığının Kurulması
Şat kaptanlığı tabirinin kesin olarak ne zaman kullanılmaya başladığı
binmemektedir. Fakat ilk defa Aralık 1699 tarihinden sonra kullanılmaya başlaması
kuvvetli bir ihtimal dâhilindedir43. Bu cümleden olarak 1699–1700 senesinde Bağdat ve
çevresinin şakilerden temizlenmesi ve Ziyap Irmağı’nın eski yerine getirilmesi sırasında
Şat Kaptanı unvanı ile Fırat Nehri kaptanlığına atanan Aşcıoğlu Mehmet Paşa’dır. Bu
tarihten itibaren Fırat Nehri kaptanlarına “Şat Kaptanı” denmeye başlanmıştır. Şat
Kaptanı unvanı ile Aşcıoğlu Mehmet Paşa’nın, Basra ve Bağdat etrafındaki seferler ve
Ziyap Irmağının yerine getirilmesi sırasında üstün hizmetleri görülmüştür44.
Şat Kaptanlığı’nın merkezi Basra idi. Aşcı Mehmet Paşa bir süre sonra Basra
Beylerbeyliği görevine getirilmiştir. Bu dönemde Hind tüccarları getirdikleri malları
İran limanlarına nakletmekte idiler. Aşcı Mehmet Paşa, çalışmaları sonrası Hind
mallarının yeniden Basra limanlarına gelmesini sağladı. Bu da Karlofça sonrası
hükümetin üzerinde durduğu ekonomik tedbirler ve bölgenin güvenliği için önemli bir
çalışma olarak kabul edilebilir. XVIII. Yüzyılın başlarında kurulan Şat kaptanlığı
bölgenin güvenliği ve ticaretin canlanması için önemli bir yere sahiptir. Fakat bu
kaptanlığın kurulmasında kısa bir süre sonra Şat Kaptanı Mehmet Paşa, büyük
masraflarla yapılan Fırat donanmasının atıl vaziyette durmasından dolayı tenkit edilmiş
ve daha aktif olması istenmiştir45.
41
42
43
44
45
BOA, C. BH, 7106; BOA, MAD.d, 5433, s. 2.
BOA, MAD.d, 5433, s. 2; C. Orhonlu -T. Işıksal, agm, s. 77vd.
Şat kaptanlığı unvanı 1699-1700 yılından itibaren kullanılsa bile Fırat Nehri üzerindeki donanmaya
eskiden beri Şat donanması denmektedir. Anonim Osmanlı tarihinde 1692 senesi olaylarından
bahsederken sayfa 45a’da Şat donanmasına verilen nizamdan bahsetmektedir.
BOA, MAD.d, 5433, s. 2; BOA, A. {DVNS.MHM.d -111, s. 239; BOA, K.K.d, 5602, s. 44; BOA,
A.{DVN, 279/20; Anonim, Osmanlı Tarihi, s. 154, (167a), 221.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -112, s. 358; C. Orhonlu -T. Işıksal, agm, s. 77vd.
145
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 137 – 147
Sonuç
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Osmanlı Devleti XVIII. Yüzyılın başlarında
Devletin çeşitli bölgelerinde meydana gelen isyan hareketlerini önlemek için bir takım
tedbirler alma yoluna gitmiştir. Devletin bu tedbirleri almasındaki en önemli
sebeplerden biri uzun yıllar savaş sebebi ile devlete güveni azalan bölge halkının tekrar
güvenini tesis etmek olmuştur. Aynı zamanda buralardaki kargaşa ortamı devletin
gelirlerinin de azalmasına neden olmuştur. Alınan tedbirler ile devletin gelirlerinin de
artırılması amaçlanmıştır.
Basra ve çevresi Nusretnamede geçtiği gibi Osmanlı Devlet için bölgenin kapısı
ve iskelesi olarak algılanmaktadır. Basra’nın güvenliğinin sağlanması tüm bölgenin
güvenliğinin sağlanması anlamına gelmektedir.
Kaynakça
Abou-el-Haj, Rifa’at Ali, The 1703 Rebellion And The Structure Of Ottoman Politics,
İstanbul 1984.
Ahmet Reşid, Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarihi Osmani, Cilt II, İstanbul 1327.
Aktepe, M. M., “Amcazade Hüseyin Paşa” DİA, Cilt III, İstanbul 1991, s. 8-9.
Anonim, İcmâl-i Seferi Nehri Ziyab, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr.
2062/4.
Anonim, Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), yay. haz. Abdülkadir Özcan, Ankara
2000.
Anonim, Tarih-i Seferi Basra, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kısmı, nr.
2062/3.
BOA, A. DVN, 256/57; 257/70; 259/3, 8, 79; 260/25, 26, 27, 88, 89; 264/51; 270/17;
274/45; 278/79; 279/20; 280/34.
BOA, A. {DVNS.MHM.d -, 105, 111, 112.
BOA, A.{MKT, 6/1.
BOA, Ali Emiri, Ahmed-II, 5/477.
BOA, Ali Emiri, Mustafa-II, 6/525; 11/1033.
BOA, C. BH, 7106.
BOA, C. ZB, 412.
BOA, D. BŞM, 802, 986/A, 40885.
BOA, D. EVM, 151/25; 156/83; 157/49.
BOA, İE, AS, 3871.
BOA, K.K.d, 1475, 5602.
146
Selim Hilmi ÖZKAN
BOA, MAD.d, 3472, 5433.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekayiât, haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995.
Halaçoğlu, Yusuf, “Bağdat”, DİA, Cilt IV, İstanbul 1991, s. 425-442.
Halaçoğlu, Yusuf, “Basra”, DİA, Cilt V, İstanbul 1992, s. 109-114.
Kılıç, Orhan, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devletinin İdari Taksimatı, Eyalet
ve Sancak Tevcihatı, Elazığ 1997.
Köprülü, Orhan F., “Amcazâde Hüseyin Paşa”, İA, Cilt V/1, İstanbul 1993, s. 646-650.
Marsigli, Graf, Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına
Kadar Askerî Vaziyeti, terc. M. Kaymakam Nazmi, Ankara 1934.
Orhonlu, Cengiz-T. Işıksal, “Osmanlı Devri Nehir Nakliyatı Üzerinde Araştırmalar,
Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat” Tarih Dergisi, Sayı: 17-18 (1963).
Orhonlu, Cengiz, “Gemicilik”, Türkiye Mecmuası, XV (İstanbul 1969), s. 157-169.
Özcan, Abdülkadir, “Daltaban Mustafa Paşa”, DİA, Cilt VIII, İstanbul 1993, s. 433-434.
Özkaya, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı,
Ankara 1985.
Raşid Mehmed Efendi, Râşid Tarihi, Cilt II, İstanbul 1282 (1865).
Saffet, Mezomorta Hüseyin Paşa, İstanbul 1327.
Silahdar Fındıklı Mehmed Ağa, Nusretnâme-I-II, sad. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul
1962, Cilt II, İstanbul 1966.
Tızlak, Fahrettin, “XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısı İle XIX Yüzyılın İlk Yarısında Yukarı
Fırat Havzasında Eşkıyalık Hareketleri”, Belleten, LVII/220 (Ankara 1994), s.
751-780.
Uşşâkîzâde es-Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi, Uşşâkîzâde Târihi, Cilt I-II, haz. Raşit
Gündoğdu, İstanbul 2005.
Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, Cilt IV/1, Ankara 1993.
Yalçınkaya, M. Alaaddin, “XVIII. Yüzyıl, Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi
1703-1789”, Türkler, Cilt XII, Ankara 2001, s. 479-485.
147
MENGÜCEK BEYLİĞİNİN KURULUŞU VE BEYLİĞİN
BÖLGEDEKİ TÜRKLEŞMEDEKİ ROLÜ
Abdullah KAYA
Özet / Abstract
Anadolu’yu yurt edinmek amacıyla ilk Türk seferleri Malazgirt Zaferinden sonra
başlamıştır. Mengücek Gazi de, Anadolu’ya bu amaçla gelen Türk beylerindendi. Mengücekliler,
beyliklerini kurdukları bölgelerde yerli halka adaletli ve hoşgörülü davranarak onların gönüllerini
fethetmişlerdi. Yerli halkı (özellikle Ermenileri) Bizanslılara karşı korumuşlardır. Mengücek Gazi’nin bu
tavırları bölgenin Türkleşmesini kolaylaştırmıştır. Mengücekli Beyliği, Türkistan’dan gelen Türk
kavimlerinin Anadolu’nun batısına doğru sevk edilmelerine yardımcı olmuştu. Anadolu’ya gelen
kavimlerden Osmanlı Devletini kuran Kayı boyu da, Mengücekli illerinde ikamet ettikten sonra batıya
gelerek Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamıştı.
Anahtar Kelimeler: Malazgirt Zaferi, Anadolu, Türk kavimleri, Osmanlılar, Mengücekler,
Bizans, Orta Asya
THE FOUNDATION OF MENGÜCHEKS’ SEIGNIORY AND THE ROLE OF ITS IN THE PROCESS
OF BECAMING TURKISED IN REGION
The first raids to make the Anatolia home were held after Malazgirt victory. Mengüchek Ghazi is
also as the same aim as other Turkish commander. Mengücheks behaved the people under their control
with justice and tolerance in the region that they esablished their seıgnıory , and this pleased the people
living there and the people feel sympathy to them. They also defend them againts (especially Armanians)
the Byzantin torture.The attitudes of Mengüchek Ghazi, enabled the region became turkised more easily
than expected. Mengücheks’ seigniory is also help the Turk tribes coming from Turkestan to direct to the
western parts of Anatolia.The tribe of Kayı coming to Anatolia is also founder of Otoman State are also
became dwellers in the territory of Mengücheks’s land.Later the they set out towards the front corner of
west and this help the process of becaming Turkish in Anatolia.
Key Words: Malazgirt victory, Anatolia, Turks tribes, Ottomans, Mengücheks, Byzantin,
Middle Asia
Giriş
Makalemize konu olan Mengücekli1 Beyliği Oğuzların hangi boyundandı?
Mengücekli ailesinin boyuna dair bilgiler kaynaklarda kesin olarak belirtilmediğinden farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Beyliğin kurucusu olan Mengücek Gazi’nin soy kütüğü tespit
edildiğinde, Mengücekli ailesinin boyu hakkında bir kanata varmış olacağız. Kaynaklarda

1
Sivas Kongre Lisesi Tarih Öğretmeni, zaravi588@hotmail.com
Tarihte devletler ve beylikler genellikle kurucularının adlarıyla anılmışlardır. Ancak devlet veya
beyliklerin isimleri kurucularının yanına getirilen “lı,li,lu gibi” eklerle tamamlanmıştır, “ Selçuklu,
Osmanlı, Artuklu, Danişmendli, Saltuklu” örneklerinde olduğu gibi. Buradan hareketle çalışmada bu
beyliğin adı “Mengücekli” olarak telaffuz edilecektir. Fakat kurucularının adıyla anılan bütün
devletleri bu kategori içerisinde değerlendirmek de yanlış olur.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
bir Türkmen Meliki olarak da bilinen2 Mengücek Gazi’yi tarihçilerin çoğu, Sultan
Alparslan’ın ileri gelen kumandanlarından birisi olarak kaydetmektedir3. Alparslan’ın
kumandanlarından birçoğunun köle asıllı olduğu söylense de (Artuk Bey gibi) köle asıllı
olmayanlarda vardı. Bunların da genellikle Türk olduğu bilinmektedir4.
Mengücekli ailesinin mensup olduğu boya dair görüşlerden birinde şu fikir ileri
sürülmektedir; Divriği Ulu Cami’ndeki doğan kuşu resmi Ahmetşah’ı temsil etmektedir.
Eğer Ahmetşah bu kuş resmini soyunun bir alameti olarak buraya nakşettirmiş ise;
Mengücekli ailesinin, Kayı, Bayat, Kara-evli veya Alka-evli boylarından birine mensup
olması gerekir. Çünkü doğan kuşu yukarda belirtilen boyların ongunudur5. Ayrıca
Mengücek6 Gazi, Anadolu’da fethettiği yerlere Kayı, Salur, Dodurga ve Kara-evli gibi
Oğuz boylarını getirip yerleştirmiştir7.
Bir diğer görüş sahibi Yazıcıoğlu Ali’ye göre ise; Mengücekli ailesi, Salur yahut
Bayındır boyundandır. Onda bu düşüncenin hâsıl olmasına sebep olan olay; Melik
Fahreddin Behramşah’ın Türkiye Selçuklu Sultanı II. Rükneddin Süleymanşah ile
Gürcistan seferine katıldığında yanında Salur ve Bayındır Türkmenlerinin olduğunu
bilmesindendir. Bu haberin doğruluğu kesin olmasa da Divriği bölgesindeki Türklerin
büyük bir bölümünün Salur boyundan olduğu kabul edilmektedir8. Divriğili âlimlerden
Fahreddin Salgurî ismi Divriği bölgesinde Salur Türkmenlerinin varlığına dair diğer bir
delildir9.
Mengücekliler hakkında önemli bilgiler veren Müneccimbaşı, eskiye ait (bugün
kaybolmuş olan) birçok kaynağı görmüş ve eserini bu kaynaklara dayandırarak yazmıştır.
Fakat Mengücekli ailesinin menşei hakkında verdiği bilgiler orijinal bir kaynağa
dayanmamaktadır. Ancak Mengücekli ailesinin boyu her ne kadar orijinal kaynaklarla
2
3
4
5
6
7
8
9
“I’emir Mengudjek, un officier turcoman de ce prince”,“Bir Türkmen meliki olan Mengücek….” ( Max
Van Berchem – Halil Edhem, Materiaux Pour un Corpus Inscriptionum Arabicarum, Kahire, 1917, s. 55);
“Doğu Anadolu Türk komutanlar arasında bölüşülmüştü. Yukarı Fırat bölgesi ise Emir Mengücek’e
verildi.” (Albert Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie II, Paris, 1934, s. 169).
Halil Edhem (Eldem), Düvel-i İslâmiye, İstanbul 1927, s. 224.
M. Halil Yınanç, Türkiye Tarihi: Selçuklu Devri, 1Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1934, I, s. 99.
Faruk Sümer, “Mengücekler”, İA, VIII, İstanbul, 1977, s. 713; Darkot, “Divriği” Türk Ansiklopedisi, XIII,
s. 366; Ali Öngül, “Mengücekler”, Türkler,.IV, İstanbul 2002, s. 452; Refet Yinanç, Tarihte Türk
Devletleri-II, Ankara 1987, s. 461.
“Mengücek” kelimesi kaynaklarda değişik şekillerde (Menguçek, Mengüçlüler, Benî Mengüçek,
Mangug, Mangugoğlu, Mengüc, Mengücler, Mengücoğlu Mengucek,Mengücüklüler, Mengüş
Mengücük, Menküçler, Beni Menküçek, Menguçlar, Mengüciler, Mencik, Mencik Menkuçek,
Mengüçik, Menguç, Menküçek, Mengücik gibi) telaffuz edilmiştir. Ancak bu ismin en doğru söyleniş
şekli “Mengücek” şeklindedir. Daha fazla bilgi için bakınız; Abdullah Kaya, “Mengücekoğulları
Beyliği Tarihi” (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya, 2006, s. 14–17.
B. Atalay, Türk Büyükleri ve Türk Adları, İstanbul, 1935, s .86-87; R. Yinanç, Türk Devletleri, s. 461; F.
Sümer, “Mengücekler”, s. 713; A. Öngül, “Mengücekler”, s. 452.
Sümer, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1998, s. 1.
Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Târihi, İstanbul 2001, s. 69.
150
Abdullah KAYA
tescillenmemiş olsa da, Türkiye Selçukluları tarafından gözetilerek iki asra yakın hayat
sürmüşlerdir. I.Alâaddin Keykubad, Mengücekli Beyliği’nin kollarının hâkimiyetine son
verirken, beylerine de iktâlar vermiştir. Bunların yanında Selçuklu ile Mengücekliler
arasındaki kız alış verişleri, Divriği Ulu Cami kitabesinde “Alp, Kutluğ, Tuğrul, Tegin”10
gibi eski Türkçe unvanların kullanması Mengücekli sülâlesinin, Oğuzlar’ın bir boyuna
mensup olduğunu göstermektedir.
Gerek bölge halkının günümüze uzanan etnik yapısı, gerekse yukarda anlatılanlar
Mengücekli hanedanının, birçok Türk boyunu (Bayat, Kayı, Kara-evli, Alka-evli, Dodurga
ve Salur gibi) içinde barındırdığını göstermektedir. Mengücekli hanedanlığının ise Salur
boyundan olması en kuvvetli ihtimaldir.
I- MENGÜCEKLİ AİLESİNİN ANADOLU’YA GELİŞİ VE BEYLİĞİN
KURULUŞU
1. Mengücekli Ailesinin Anadolu’ya Geldikleri Yerler
Mengüceklilerin, Türkistan’nın Fergane, Çu, Uzgend ve Talas bölgelerinden
geldiği düşünülmektedir. Bu fikrin dayanağı ise; Divriği’deki kerpiç evler, bu evlerin
bölümleri üzerindeki motifler, şehirleşme planı ile Uzgend bölgesindeki tarihi eserlerde
bulunan motiflerin aynı olmasıdır. Ayrıca bu bölgelerde bulunan türbe ve camilerde ki
kare, altıgen, sekizgen ve dairesel figürler ile Divriği’deki motifler biri birini
tamamlamaktadır. Buhara Namazgâh Camisindeki dört halifenin isminin yer aldığı levhalar
ile Divriği Ulu Cami’deki dört halife levhalarının birbirine çok benzemesi tesadüf
değildir11.
Ayrıca Divriği eşraflarından Osman Mandı Bey, Türkistan’ın yukarda bahsettiğimiz
bölgelerini gezdikten sonra Divriği ile buralar arasında ilginç bağlar kurmuştur. Örneğin
Divriği bölgesindeki demir motifleri ve yemek çeşitlerinin benzerlerine Türkistan
bölgesinde de şahit olmuştur. Osman Mandı “Bizdeki özel günlerde yapılan Divriği pilavını
orada yedim. Ev sahibine sorduğumda onlarda bizim gibi bu pilavı özel günlerde
yaparlarmış”. O kadar ortak adet ve törelerimiz var ki bazıları asla değişmiyor. İşte pilav
bunlardan birisidir.
Mengücekli Hanedanlığının, Türkistan’dan kalkıp Anadolu’ya gelenlerinden bir
bölüm gönül erleri (300 veya 400 hâne kadarı) Divriği’ye gelmişlerdir12. Erzincan’ın
fethine ilk gelen Türkler ise Albanya (Arran)13 ve Azerbaycan’dan gelenler idi. Mengücek
10
11
12
13
O. Turan, age, s. 57; “…et tekin toghrul tekin….” (Corpus, s. 66, 75–76).
Ruhan Özaygün, Bilinmeyen Hazine Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul 2004, s. 19.
R. Özaygün, age, s. 19.
Albanya (Arran): Cenâbi Kafkasya (güney Kafkasya), bu bölge halkı eski Oğuzlardandır (Köprülü Zâde
Mehmet Fuad, Türkiyâ Tarihi, İstanbul 1923, s. 148).
151
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Gazi’nin Türkistandan, önce Horasan ve Azerbaycan bölgesine, sonra da Anadolu
topraklarına geçtiği kabul edilmektedir.
2. Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşı’na Katılışı ve Anadolu’ya Gelişleri
Orijinal kaynakların hiçbirinde, savaşa katılmış olan beyler hakkında bir cetvel
olmadığı gibi “filan emir bu savaşta bulunmuştur” şeklinde bir cümleye de rastlanılmaz14.
Çünkü Malazgirt Savaşı’ndan bahseden çağdaş hiçbir İslâm kaynağı günümüze
ulaşmamıştır. Konuyla ilgili kaynaklar Malazgirt Savaşı’ndan çok sonraki dönemlerde
yazılmıştır. Cahen ise durumu şöyle açıklamaktadır: “muahhar müellifler çağdaş
kaynaklardaki bilgileri kayda değer bir kısaltma veya değiştirmeye tâbi tutmadan bize
nakletmişlerdir. Bundan dolayı asıl tesadüf edilecek husus çağdaş müverrihlerin verdikleri
bilgilerin savaşın ehemmiyetine nispetle, tatmin edici olmaktan uzak bulunmasıdır”.
Bundan dolayı Malazgirt Savaşına katılan komutanların kimler olduğu kesin olarak
bilinmediğinden değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Reşidüddin, “Câmiü’t-tevârih”in Selçuklular bölümündeki Malazgirt Savaşı ile
ilgili kısmında, Alparslan’ın başlıca emirleri olarak Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek,
Çavlı ve Çavuldur’un adlarını yazar15. Zamanla bunların, Alparslan nazarında Memlük
emirlerinin yerini aldığını belirtir. Alparslan’ın ordusunun Malazgirt Savaşı’nda 50 000
kişiden az olmadığını ve çoğunluğun Oğuz ve Türkmenlerden oluştuğunu anlatır. Afşin,
Sunduk, Artuk, Saltuk, Tutak, Mengücük, Çavuldur, Çavlı, Kapar ve diğer Türkmen
beylerinin Malazgirt Savaşı’nda muhakkak bulunduklarını bildirir. Bunların dışında
Memlûk menşeli Türk emirlerinden; Sav-Teğin, Gevher Âyin ve Ay-Teğin’in savaşa
katıldıklarını yazar16.
O döneme ait olayların konu edildiği, en eski (mevcutlar içersinde) kaynaklardan
olan Ebu Hamit’in17 “Selçuklu Tarihi”nde; Mengücek Gazi’nin, Malazgirt Savaşı’nda
Alparslan’ın ikinci derecedeki kumandanları arasında yerini aldığını belirtir18.
Merhum hocamız M. Halil Yınanç “Anadolu’nun Fethi” adlı eserinde Malazgirt
Savaşı’na katılan Türk beyleri hakkında bir cetvel vermiştir. Birçok yazar da bu cetveli
aynen kabullenmiştir. M. Halil Yınanç’a göre; Malazgirt Savaşı’na, Alparslan’ın kardeşinin
oğlu Yakutî ile Kutalmış’ın oğulları başta olmak üzere Selçuklu ailesine mensup birçok
şehzade katılmıştır. Bunlar: Savtegin, Sunduk, Afşin, Ahmetşah, Altun Tak, Atsız, Ak
14
15
16
17
18
F. Sümer, “Malazgirt Savaşı’na katılan Türk Beyleri”, SAD., IV (Ankara 1975), s. 197-198.
Sümer, Türk Beylikleri, s. 2; Hüseyin Türk, “Sultan Melek Türbesi ile İlgili Adet ve İnanmaların
İncelenmesi”, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1991, s. 117.
F. Sümer- A. Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı (Metinler ve Çevirileri), Ankara 1988, s.
61.
M. Halil Yinanç, “Sultan Alparslan Zamanında Bizans’a Yapılan Gazalar ve Anadolu Fütuhatı”, Malazgirt
Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), İstanbul 1971, s. 34.
M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, I, s. 73.
152
Abdullah KAYA
Sunğur, Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek, Çavlı, Çavuldur, Ay Tekin, Sadu’d-Devle,
Gevher Âyin, Emir Porsuk’dur. Yınanç Hoca, Mengücek Gazi’nin de içinde bulunduğu bu
isimlere ait bir kaynak vermemiştir19.
Ali Sevim göre ise: “Alparslan’ın yanında bulunan emir ve kumandanlarının kimler
olduğu hususu, güvenilir kaynaklarda bilgi olmaması nedeniyle, iyice bilinememektedir.
Kesin olarak saptayabildiğimiz kumandanlar; Gevher-Âyin, Afşin ve Ahlat kumandanı
Sunduk Bey, Tarang-oğlu ve Sav-Tegin’dir. Bu konuda şimdiye kadar ileri sürülen isimler
arasında görülen Ay-Tegin, Ahmetşah, Dilmaç oğlu Mehmet, Kutalmışoğlu Süleyman,
Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücek, Çavlı, Çavuldur, Atsız ve Porsuk adlı emirler
veya Türkmen beyleri muahhar kaynaklarda zikrediliyor, ya da savaşı izleyen yıllarda
Anadolu’da fetihler yapmaları nedeniyle, savaşta bulundukları tahmin ediliyor” 20.
Kaynakların yetersizliğinden dolayı bazı tarihçiler, Mengücek Gazi’nin Malazgirt
Zaferi’ne katılmayıp daha sonraki süreçte Anadolu’ya geldiğini ileriye sürmüşlerdir.
Osman Turan, Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşına katıldığı fikrininin bir
yakıştırmadan ibaret olduğunu söylemiştir. Ona göre, Mengücek Gazi 1080 yılında
meydana gelen göç dalgasıyla Anadolu’ya gelir ve Doğu Anadolu’da Türkiye Selçuklu
Sultanlığına bağlı olarak beyliğini kurar21. Gürcü kaynaklarına göre; 1080 yılında Ahmet,
Bujgob ve Ayaz adlarında üç önemli Türkmen beyi, beraberlerindeki Türkmen boyları ile
Anadolu’ya gelmiştir. Osman Turan, bu şahıslardan ilk ikisinin Dânişmend Gazi ve
Mengücek Gazi olduğunu iddia eder. Ona göre bu beyler Kutalmışoğulları gibi Büyük
Selçuklu Sultanı Melikşah ile ihtilafa düştükten sonra Anadolu’ya gelip, Süleymanşah’a
tâbi olmuşlardır22. Daha sonra Mengücek Gazi, Süleymanşah’ın emriyle kendisine ikta
olarak verilen Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar ve Divriği şehirlerini fethetmiştir23. İbn
Bibi de Mengücek Gazi’yi, Kutalmışoğlu Süleyman’ın beylerinden biri olarak kaydeder24.
Steven Runciman ise Mengüceklilerin, Sultan Melikşah döneminde Anadolu’ya
25
geldiği görüşünü savunanlardandır.
Mustafa Kafalı Hoca’ya göre; 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk kuvvetleri
başlarındaki kumandanlarıyla birlikte batı istikametinde bütün Anadolu’yu kat ederek
Adalar denizine ve Marmara sahillerine ulaştılar. Anadolu fethedilmiş olmakla beraber bazı
müstahkem kalelerin fethi henüz tamamlanmamıştı. Bu münasebetle Selçuklu ailesinden
19
20
21
22
23
24
25
Sümer, “ Türk Beyleri”, s. 197-198.
Ali Sevim, “Malazgirt Meydan Savaşı ve Sonuçları”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1993, s. 224.
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 55-57.
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57; Ahmet Toksoy, “Doğu Anadolu’da Türk Hâkimiyeti”, Yeni Türkiye- 44,
Türkoloji ve Türk Tarihi II, Tarih Araştırmaları Özel sayısı II, Sayı: 44 (Ankara 2002), s. 24-25.
O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar Metin, Tercüme ve Araştırmalar, Ankara 1988,
s. 117; İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973, s .63.
İbn Bibi, el Evâmirü’l -‘Alâ’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk name), çev. Mürsel Öztürk, Cilt: I, Ankara
1996, s. 29; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 2.
S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev.Fikret Işıltan, Cilt: I, Ankara 1998, s. 51.
153
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Kutalmışoğlu Süleyman ile birlikte Artuk, Saltuk, Mengücek, Danişmend, Bozan, Kara
Tekin, Çubuk gibi birçok Türkmen Beylerine vazifeler verilmişti26.
Günümüz tarihçilerinden M. Halil Yinanç, İbrahim Kafesoğlu, Selahattin Karatamu,
Faruk Sümer, Ali Sevim, Feridun Dirimtekin, Malazgirt Savaşı’na katılan Türk beyleri
konusunda şu isimler üzerinde ortak kanaate varmışlardır; Gevher-âyin, Sav-Tegin, Ay
Tegin, Sunduk, Afşin, Birikoğlu, Ahmetşah, Demleç-oğlu Muhammed, Arslan-taş,
Duduoğlu, Tutak, Artuk, Saltuk, Danişmend, Çavlı, Çavuldur, Porsuk, Mengücek, AkSungur27.
Mevcut kaynaklarındaki ağırlıklı görüş, Mengücek Gazi’nin Malazgirt Savaşı’na
katıldığına dairdir. Mengücek Gazi’nin de Alparslan’ın yanındaki diğer kumandanlar gibi
Anadolu’nun fethi için görevlendirilmesi, onun bu savaşa katıldığı ihtimalini daha da
kuvvetlendirmektedir. Doğu Anadolu’nun ilk fatihlerinden olan Mengücek Gazi, 1071
senesinde Kara-su (Yukarı Fırat) ve Çaltı Vadilerinin fethine memur edilmiş, bölgenin
Türkleşmesi ve İslâmlaşması için Bizans’a karşı mücadelelerde bulunmuştur.
3. Mengücek Gazi’nin Beyliğini Kurması
Malazgirt Zaferi’nden sonra tutsak edilen Romanos Diogenes adındaki Bizans
hükümdarıyla antlaşma yapılmıştı. Ancak Bizans’ın başına geçen yeni yönetim antlaşmanın
yükümlülüklerini hiçe sayınca, Sultan Alparslan Anadolu’nun fethi için komutan ve
beylerine emir verdi. Anadolu’nun değişik bölgelerini ikta olarak bunlara paylaştırdı28. Bu
taksimat Türk devletlerinin geleneksel yönetim politikası gereği idi29. Selçuklu beyleri
Anadolu’da kendilerine verilen yerleri Bizans askerlerinden temizleyerek Sultan
Alparslan’a bağlı beyliklerini kurup yöneteceklerdi.
26
27
28
29
Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Ankara 1997, s. 6.
Süleyman Tülücü, "Malazgirt Savaşına katılan Türk Beylerinden Gevher- Ayin ve Sav Tegin”, Türk
Dünyası Araştırmaları, Ankara 1985, s. 253; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte
Kuruldu”, İÜEF, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10-11 (İstanbul 1981), s. 8.
F. Sümer, Türk Beylikleri, s.2; Müverrih Ebu Hamit Mehmet bin İbrahimin Selçuk Tarihine göre;
Danişmend, Artuk, Saltuk, Mengücek, Çavuldur gibi beylerle 1070’de meydana gelen Malazgirt Meydan
Muharebesi’nde Sultanın maiyetinde bulunmuştur. Ebu Hamit Mehmet bin İbrahimin, Tarihi âli
Selçuk’undan ve ondan naklen Hafız Ebrunun Zübbdetül-Tevarih ve bunlaradan naklen diğer Muahhar
eserlere nazaran Sultan Alparslan Malazgirt muzafferiyetini müteakip maiyeti erkânından (……………)
Mengücek Bey`e Erzincan ve Karahisar tevabiini ikta olarak vermiş ve bu memleketlerin fethedilmesini
emretmiştir. (Vilâyetlerimizin Tarihi, İstanbul 1932, s. 17–18)
Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu, İstanbul 1998, s.
80-81.
154
Abdullah KAYA
Anadolu’nun fethi ile görevlendirilen Mengücek Gazi, öncelikle Kemah’ı alarak
merkez yaptı. Daha sonra Erzincan, Divriği ve Şebinkarahisar çevresinde fetih çalışmalarını
tamamlayarak beyliğini kurdu30.
Döneme ait kaynakların yetersizliğinden beyliğin kuruluşu hakkında kesin bir tarih
vermek mümkün değildir. Beyliğin kurulduğu tarih hakkında değişik görüşler ortaya
çıkmıştır. Reşîdeddin, “Câmiü’t-Tevârih” de Mengücek Gazi’nin Malazgirt Zaferi’ne
müteakip adı geçen bölgeyi fethettiğini ve beyliğini kurduğunu yazmaktadır. Osman Turan
yukarda da bahsettiğimiz gibi beyliğin kuruluşunu 1080 yılına kadar götürmektedir31.
Erdoğan Merçil, Mengüceklilerin Malazgirt Savaşı’nı müteakip ilk on yıl içersinde
kurulduğunu belirtir32. M. Halil Yınanç’a göre ise, Mengücek Gazi’nin bölgedeki fetih
çalışmaları Malazgirt Zaferi’nden hemen sonra başlamıştır. Ancak ilk yıllar Büyük Selçuklu
Sultanından kendisine “Beylik Menşuru” gelmediği için, beylik ancak 1075’lere doğru
adını duyurabilmiştir33. 1080 senelerinde ise kesin bir hukukî statü kazanmıştır34.
I. Melikoff , “La Geste de Melik Danişmend” adlı çalışmasında, Mengüceklilerin
XII. yy. ın ilk çeyreğinde kurulduğunu belirtirken, Cahen, daha yuvarlak bir ifade ile
beyliğin XI. asrın sonu XII. asrın başına doğru kurulduğunu35 söyler. Faruk Sümer ise,
“Beylik XI. Yüzyılın sonlarında kurulmuştur” der36. Olayların gelişmesine göre kanaatimiz o
dur ki, beyliğin kurulması hakkında en uygun zamanı Faruk Sümer bildirmiştir. Genel
itibariyle de kaynaklar 1072’de kurulduğunu kabul eder.
II- ŞEBİNKARAHİSAR, KEMAH, ERZİNCAN VE DİVRİĞİ’NİN FETHİ
VE TÜRKLEŞTİRİLMESİ
1. Şebinkarahisar, Kemah, Erzincan ve Divriği’nin Fethi
Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra kendi soyundan olan Türkmen
beyleriyle diğer boy beylerinden oluşan kumandanlarını Anadolu’nun fethi için
30
31
32
33
34
35
36
The Cambridge History of Islam, ed.P. M. Holt, Ann K. S. Lambton, Bernard Levis, London 1970, s.
237; R. Yinanç, “Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Süreti”, AÜDTCF TAD, VIII-XII/14-23 (Ankara 1975), s.
17; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 2; 1071/1072 Tarihlerinde kurulmuştur diyen kaynaklar: Ahmed b.
Muhammed Gaffâri, Târîh-i Cihan-ârâ,(nşr., Müctebâ Minovi), Tahran, 1343, s. 134; Düvel-i İslâmiye, trc.
Halil Edhem, İstanbul 1927, s. 224; F. Sümer,“Mengücekliler”, s. 713-718; O. Turan,Doğu Anadolu, s.
55-56; Köprülü, İlk Mutasavvuflar, s. 1863; M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 58, 74; A. Öngül,
“Mengücekler”, s. 452.
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara, 1991, s. 274.
E. Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 274.
M. H. Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 86.
Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan Tarihi, Erzincan 1985, s. 203.
C. Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, çev. Yaşar Yücel-BahaeddinYediyıldız,TTK yay., Ankara 1992.
R. Yinanç, “Mengüceklere”, s. 17.
155
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
görevlendirmişti37. Ancak 1081’lere kadar Anadolu o kadar karışıktı ki; gönderilen beylerin
ve kumandanların hangi konumlarda bölgeye geldikleri, nereleri hangi tarihlerde aldıkları,
kaç beylik kurdukları ve bunların sınırlarını belirtmek oldukça zordu.
Anadolu’ya yapılan seferlerden bahseden Ermeni ve Gürcü kaynaklarında, fetih için
gelen Türk beylerinden birisinin Mengücek Gazi olduğu belirtilir. Urfalı Mateos, Tuğrul
Bey’in 1062’de Anadolu’ya gönderdiği üç Türk beyinden birinin38 Mengücek Gazi
olduğuna işaret ederek, bunların Bağın, Telhum ve Argini (Ergani) havalisini şiddetli bir
istilâya maruz bıraktıklarını çok sayıda da esir aldıklarını yazar39. Aynı olayı XIII. yy.ın
Ermeni yazarlarından Simbat, Vekayinâmesinde şöyle anlatır: “Tuğrul Beyin 1062/63
tarihinde Anadolu’ya bir kumandanını (Mengücek ?) göndererek Kemah ve Argın
yörelerini yağmalattı”40.
Mengücek Gazi’nin Fetih çalışmalarındaki amacı, kendisine iktâ olarak verilen
şehirleri almak ve bölge halkına hükmetmekti. Anadolu’ya sefer için giren Türk Beylerinin
hemen peşlerinde ise hafif silahlı, atları, çadırları ve aileleriyle birlikte gelen ve yaylaların
otlaklarına göçen Türkmen göçebeleri bulunmaktaydı. Bazı Hıristiyan ahali ise bunların
önlerinden kaçıyordu. Türkmenler ise bu şehirlere köylere yerleşiyor, bıraktıkları eşyalara
ve sürülere sahip çıkıyorlardı. Cahen, Mengücek Gazi gibi Türk Beylerinin, Anadolu’ya
gelişlerindeki öncelikli amacın, Bizans’ın mevcut sistemini yıkmaktan çok kendilerine
yerleşecek bir yer bulmak olduğunu 41 belirtir. Zaten Bizans, Türklere karşı gelecek
konumda değildi. Çünkü Bizans sarayındaki değişik grupların, devlet yönetimine müdahale
etmeleri eyaletleri ve orduyu büyük ihmale uğratmıştı. Diğer eyaletlerde olduğu gibi
Anadolu’da da Türklere karşı Bizans’ın düzenli bir ordusu bulunmamakta idi42. Ayrıca
1074’de Bulgar ayaklanması, 1075’de Nicephoros Byrennios isyanı Bizans’ın bütün
dikkatini Balkanlara çevirmesine sebep olmuştu43. Devletin durumu o kadar perişandı ki
Anadolu’ya gelen Türkmen göçebeleri bile durdurmaya güç yetiremiyorlardı44. Bizans’ın
ordusu Malazgirt Savaşı’nda darmadağınık bir hale gelmişti. Mengücek Gazi ve diğer Türk
Beyleri, Bizans’ın bu durumundan faydalanarak fetihlerini kolaylıkla yapıyorlardı. Türk
askerlerinin Anadolu’da karşılaşacağı güçlükler yalnız sağlam kalelerden ibaretti. Bunlar
37
38
39
40
41
42
43
44
Zahirüddin Nişapuri- Selçuknâme, Tahran 1332, s. 22, 25, 28; M. H. Yinanç, “Anadolu Fütuhatı”,
Malazgirt Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), s. 60; Öngül, “Mengücekler”, s. 452; O. Turan, Doğu
Anadolu, s. 55; Kafesoğlu-Merçil-Yıldız, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 174.
Bu beylerin adları “Mecmec, Usulü, Salara-i Horasan”dır. Buradaki “mecmec”in, Mengücek yerine (başka
bir dilin telaffuzu sebebiyle) kullanılmış olması mümkündür. (Şahin, age, s. 203-208).
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 56; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 3.
Simbat Vekayinâmesi, çev. Hırant d. Andreasyan, (tercümesi yayınlanmamış olan bu eser TTK
kütüphanesindedir), İstanbul 1946, s. 39; F. Sümer, Türk Beylikleri, s. 3.
Cl. Cahen, “Estce Que les etats Seldjoukides etaojent desetats feodaux ?” (Selçuklu Devletleri Feodal
Devletler miydi ?), İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 17(İstanbul 1955-1956), s. 29.
A. Sevim-Y. Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989, s. 15.
David Marshall Lang, Eski Halklar ve Ülkeler Gürcüler, çev. Neşenur Domaniç, İstanbul 1997, s. 5.
V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran, Ankara 1988, s. 46.
156
Abdullah KAYA
Bizans’tan kalan son direniş mekânlarıydı. Mengücekli ailesi için, Divriği, Şebinkarahisar
ve Kemah kaleleri bunlardandı.
Fethedilen Şebinkarahisar, Kemah, Erzincan ve Divriği, Türkler tarafından
alınmadan önce, Bizans sınırları içersinde pek de önemsenmeyen sınır şehirlerindendi. Bu
şehirlerdeki halkın çoğu Bizans küskünleri ile doluydu. Gerek yönetimden dolayı gerekse
farklı olaylardan Bizans Devletine ters düşenler Divriği, Kemah gibi uç şehirlere
sığınmışlardı. Mengücek Gazi Anadolu’ya geldikten sonra ilk fetih çalışmalarını,
Şebinkarahisar ile Erzincan’ın güneyinden Divriği’ye uzanan hat üzerindeki şehir ve
kasabaları ele geçirerek yapmıştır45.
Mevcut kaynaklardan anlaşıldığı üzere, Mengücekli ailesinin bölgedeki fetih
çalışmaları Malazgirt Savaşı’ndan önce46 başlamış ve sonrasında devam etmiştir.
Mengücekli ailesi, fetih çalışmaları boyunca; Ermeni, Gürcü, Grek (Rum) ve Abhazlar ile
uzun müddet mücadelede bulunmuşlardır47. Mengücekliler Anadolu’yu tehdit eden Haçlı
seferlerine de katılmışlardır. Mengücek Gazi, özellikle Güneydoğu Anadolu’daki (Urfa
bölgesi) Haçlı seferlerine iştirak etmiştir. Mengücekli beyleri “Gazi” unvanlarını Bizans ve
Gürcüler üzerine yaptıkları seferlerle kazanmışlardır.
Mengücek Gazi’nin kurmuş olduğu beyliğin merkezi Kemah’tı. Bunun en büyük
delillerinden birisi Mengücekli ailesine ait türbelerin burada olmasıdır. Ayrıca kayıp
vakfiye sûretinde “Ben emir-i hak ile Sultan-ı âmil oldum, Erzurum, Erzincan, Kemah ve
Diyarbakır vilâyetleriyle kalelerini fetheyledim ve kâfirlerin ciğerlerini yaktım ve kılıç
vuran, bir padişahtım ki (Mengücek), Cenabı-ı Hâk ruhunu şâd ve kabrini pürnür eylesin.
Bundan sonra ben Kemah Kalesi civarına yerleştim ki o civar Fırat nehri kenarındadır ve
hududu şu vecih iledir ki nehri mezkûr kale ile mesken arasında geçer…” demektedir.
Çağdaş müelliflerin ifadeleri de bu bilgileri destekler niteliktedir48. Bu bilgiden Kemah’ın
beylik merkezi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Süryanî Mihael’de eserinde bu bilgileri teyit
eder. Kemah’ın merkez olmasındaki etken ise; Malatya-Divriği-Sivas kervan yolu üzerinde,
45
46
47
48
Reşidüddin Fazlullah-i Hemedâni, Camiü’t-tevarih, Encümen-i Danişgah, Ankara 1960, s. 39; M. H.
Yinanç, Türkiye Tarihi, s. 86.
Malazgirt Savaşından öncesine ait Mengücek Gazi’nin seferleri için bu kaynaklara bakınız; Başkumandan
Simbat vekayinâmesi (951- 1334), çev. Hırant D. Andreasyan, (tercümesi yayınlanmamış olan bu eser TTK
kütüphanesindedir), İstanbul 1946, s. 39; A. Sevim-Y. Yücel, Türkiye Tarihi s. 6-7; Bilge Umar, Türkiye
Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu, İstanbul 1998, s.7 8 ; O. Turan, Doğu
Anadolu, s. 57; Ali Kemali (Aksüt), Erzincan Tarihi, Coğrafi, İçtimaî, Etnoğrafi, İdarî, İhsai Tetkikat
Tecrübesi, İstanbul 1932, s. 241-242; O. Turan, Doğu Anadolu, s. 58; Nikoloz Bertzenişvili–Simon
Canaşia, Gürcistan Tarihi (Başlangıçtan 19.yy`a Kadar), İstanbul 1997, s. 24.
Mengücek Gazi’nin Bizans, Gürcü, Abhaz, Ermeni ve Haçlılar üzerine yaptığı seferleri için bu kaynaklara
bakınız; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-Düvel Selçuklular Tarihi -I-, yay., Ali Öngül, İzmir
2000, s. 212; Houtsma, “La Dynastie Des Benu Mengucék”, Keleti Szemle, Budapeşte 1904, s. 277-278;F.
Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvuflar, Ankara 1981, s. 186; Corpus, s. 101-103; F. Sümer, Türk
Beylikleri, s. 28; O. Turan, , s. 56-58.
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 58; T. E. Şahin, Erzincan Tarihi, s. 204-208.
157
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Harput, Çemişgezek-Dersim yollarının da kavşak noktasında bulunmasından dolayıdır.
Mengüceklilerin diğer yerleşim merkezlerinden birisi de Kemah’ın hemen yanı başındaki,
Gercanis (Refahiye) idi.
Zuhûri Danışman ise Mengüceklilerin fetihleriyle ilgili olarak bilinenin aksine;
Mengücek Gazi’nin, Fırat’ın kollarından Karasu’nun yukarı kısmını zapt ederek Erzincan
hükümetini kurduğunu, Daha sonraları da Kemah ve Şebinkarahisar ayrıca Divriği
kasabalarını alarak arazisini genişlettiğini yazar49.
Divriği’nin fethi ise kaynaklarda şöyle anlatılır; Mengücek Gazi’ye bağlı
Türkmenler, Malazgirt Zaferi’nden sonra dik yamaçlı bir tepe üzerindeki Divriği Kalesini,
birkaç haftalık bir kuşatmadan sonra fethederek Emir Mengücek Gazi’ye teslim ederler50.
Erzincan’da oturan Emir Mengücek ailesinin bir kolu Divriği’ye gelir ve yerleşir.
Beyliğin sınırları doğuda Mengerd, batı da Tercan, Kuzeyde Bayburt, İspir ve
Oltu’yu51 içine alıyordu. Fahrettin Kırzıoğluna göre, merkezi Erzincan’da bulunan
Mengücekli ailesi başlangıçta Trabzon, Harşit Çayı (Torul ve Gümüşhane dâhil) ile Kelkit
Çayı boyu Tunceli ve Palu kesimiyle Divriği’yi kapsıyordu52. Bir diğer görüşe göre
Mengücekli sınırları başkent Erzincan’ın dışında, Gümüşhane, Giresun, Divriği, Kemah,
Kuzey Tunceli çevreleri idi.
Mengüceklilerin bilinen sınırları içersine bugünkü Erzincan, Divriği, Kemah,
Şebinkarahisar, Refahiye, Zara, Suşehri, Bayburt, Gümüşhane ile Giresun’un bir kısım
yerleri girmektedir. Mengücekliler bu bölgelerin dışında Kuzey Tunceli’ye de
Artuklular’dan Belek Gazi zamanında bir süre hakim olmuşlardı.
Mengüceklilerin etrafını diğer Türk beyliklerinin çevrelemesi, onların uç yerine iç
beylik olmasını sağlamıştır. Bu konumu Mengüceklileri dış etkenlere karşı korumuştur
ancak sınırlarının da genişlemesini engellemiştir53. Mengüceklilerin, Danişmenliler ve
Saltuklular ile çevrili oluşu onların Hıristiyanlar üzerine sefer yapma imkânlarını
daraltmıştır.
Mengücekliler sınırlarının en geniş olduğu dönemlerde Erzincan, Gümüşhane,
Kemah, Divriği, Kuzey Tunceli ve Giresun’un güney kısımlarını içine alan bölgeye hâkim
olmuşlardır54.
49
50
51
52
53
54
Z. Danışman, Büyük Türk Tarihinden, s. 115.
Şehirden Şehre Efsaneler, Destanlar, Hikâyeler, III, İstanbul 1974, s. 54.
Abdülhadi Toplu, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996, s. 123.
Fahrettin Kırzıoğlu, “Osmanlı Tapu-Tahrir ve Mühimme Defterlerinde Gümüşhane Bölgesi Türk
Boy/Oymak Hatıraları ve Madenler Üzerine Hükümlerden Örnekler”, Geçmişte ve Günümüzde
Gümüşhane, haz. Nasuhi Ünal Karaaslan, Ankara 1991, s. 69.
O. Turan, Doğu Anadolu, s. 57-58.
Mehmet Fatsa, “Karahisar Yöresinde Türk Dervişleri Ve Niyabet-i Kırık Tarihi”, ed., Ali Çelik,
Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 444; M. Fatsa, Giresun’da
Kırsalın Sosyal Tarihi, Giresun 2002, s. 57.
158
Abdullah KAYA
2. Mengücekli Şehirlerine Yerleştirilen Türk Boyları
Mengücekliler, Türkistandan göçler sonucu gelen Oğuz boylarını fethettikleri
şehirlere yerleştirerek, buraların Türkleştirilmesine çalışıyorlardı. Mengücekli illerine
değişik Türk toplulukları yerleştirilmiştir. XI. yy.dan sonra Erzincan ve Divriği bölgesine
Kayı, Ağaç-Eri, Çavundur, Eymir, Çepni, Bozoklu boy, oymak ve uruğlarına mensup
Türkler yerleştirilmiştir55. Mengücekli illerinden Kemah’ın 1531 tarihli, 966 sayılı idarî
alanlarına ait mufassal defterde bölgeye yerleşen Oğuz boyuna mensup Türk
oymaklarından şunların adı geçer: Bayındır, Çepni, Dedeli, Kılıçlu, Kürtün, Kırıklı, Yuvalı
ve İğdir56.
Malazgirt Zaferi’nden sonra Mengücekli illerine yerleşen Türk oymaklarından,
Çepniler, Şebinkarahisar’ın merkez ve çevre köylerine; Afşar oymağı, Şebinkarahisar’da
Tamzara ve çevresine; Karaöylü oymağı, Şebinkarahisar’ın Karlı, Karaköy, Köpekli, Bige,
Kezanç, Ozanlı ve Kuzgeçe Köylerine; Kızık oymağı, Şebinkarahisar’da Kızık, Bayhasan,
Etir ve Düzgeçit adıyla anılan köylere; Kargın oymağı Şebinkarahisar’ın Hocaoğlu ve
Yumurcaktaş ile Koyulhisar’ın Sökün ve Kargın Köylerine; Kınık oymağı, Kınıklar Köyü
ile Dikmen Tepesi çevresindeki köylere yerleştirilmişlerdir57. Oğuz, Türkmen, Kanglı,
Kıpçak, vb. Türk boy, soy ve urukları uzun yıllar doğu Anadolu’yu yurt tutarak yerleşik
veya konar-göçer hayat sürmüşlerdir58.
Şebinkarahisar’ın yakın köylerinde bulunan mezar taşlarındaki tarih ve isimler
incelendiğinde, buralara XII. yy.ın başlarında kimlerin geldiğini öğrenmekteyiz. Bunların
içinde Kopan (Hapan), Alayuntlu, Bayındır, Bayat, Kalaç, Firuz, Kürtün gibi boy ve
oymaklarla beraber, Kınık boyuna mensup oymakların da geldiği, bir kısmının da
buralardaki yaylalara yerleştiği bilinmektedir59. Bunların dışında farklı kaynaklarda ismi
geçen Türk oymakları ise şunlardır; Afşar, Çepni, Karaöylü, Kürtün, Salur, Kınık, Çavdar,
Kargın, Bayındır ve Kızık’tır60.
Divriği ve çevresine Oğuz boylarından Salur, Bayat ve Bozok’ların yerleştirildikleri
belgelerden anlaşılsa da bugün itibariyle boy ve oymak kavramları bölgede kaybolmuş
durumdadır. Ancak eski Türkmen oymaklarını lakap olarak taşıyan ailelere günümüzde de
rastlanmaktadır (Bozoklu, Budaklı, Şıhnedili, Azaklı, Norşunlu, Çandarlı…gibi)61.
55
56
57
58
59
60
61
Ş. K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu, Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1986, s. 91.
M. Fatsa, “Karahisar Yöresinde”, s. 436-437.
M. Fatsa, Giresun’da Kırsalın, s. 29.
Yavuz Gürler, “Doğu Anadolu Ağızlarında Eski Türkçenin İzleri”, Türk Dünyası 133, Ankara 2001, s.
28.
M. Fatsa, “Karahisar Yöresinde”, s. 436-437.
F. Kırzıoğlu, “Karadeniz’in Doğu Kıyıları”, Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi, II, Samsun 1990, s. 8397.
Necdet Sakaoğlu, “Divriği’de Aile Adları, Boylar ve Oymaklar”, Türk Folkloru, Sayı: 19, (İstanbul 1981),
s. 13.
159
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Mengücek illerinden Erzincan’na Altaylardan gelen Erzin boyu yerleşmişti. Bu
boyun adı Orhun Yazıtlarında Dokuz Ersin olarak geçer 62.
Anadolu’ya yerleşen Türk boylarının kimlik tespitindeki karmaşanın en büyük
sebebi, Oğuz boylarının küçük parçalara ayrılıp Anadolu’ya yerleşmesi ve başlarındaki
beylerin adıyla anılmalarıdır. Örneğin Selçuklular Kınık boyundan ayrılarak, Selçuk
Bey adıyla anılan bir Oğuş (hısım, akraba) üzerine kurulmuştur. X. ve XI. yy.da Oğuz
ilinden güneye ve güneybatıya inen göçlerin hiçbirinde özgül, yani bir boy bütünlüğü
içeren göç görmüyoruz. Kınık, Avşar ve Salurlar da böyle olmuştur. Boylar, bölünüp
parçalanarak konar-göçer gruplar halinde Anadolu’ya geleceklerdir. Her biri kökenlerini
ve kültürlerini unutmayacaklar ancak boylarının adıyla değil de beylerinin adıyla
anılacaklardır63. Beylikteki boyların tamamı değişik boylardan olsa da Mengücek
Bey’in adıyla anıla gelmişlerdir (Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi). Mengücekli
illerindeki boy karmaşasının nedeni de bundan kaynaklanmaktadır.
3. Mengücekli Beyliği’nin İskân Politikası
Şehirlerin ve Köylerin Kurulması
İbn-i Haldun derki “yerleşik toplumlar şehirlerde yaşar”. Türkler, göçebe bir millet
olduğundan Anadolu’ya ilk geldiklerinde mevcut şehirlerde kalmamış daha ziyade kendi
yerleşim merkezlerini oluşturmuşlardır. Böylece yeni köyler ve kasabalar ortaya çıkmıştır.
Şehirlerde yerleşik hayata geçen Türkler ise daha çok gelen nüfus içerisindeki elit tabakadır.
Şehirlerde yalnız Mengücekli Türkleri değil değişik unsurlardan milletlerde mevcuttu.
Ancak bunlar genellikle mahalle mahalle ayrılırlardı. Şehirde yaşayanların çoğunluğu
devlet memurlarıyla, devlet bütçesinden geçimlerini sağlayan gruplardı. Geri kalanı da
meslek erbabı olan zanaatkârlardan oluşmakta idi. Bunların hayat standartları diğer gruplara
göre daha yüksekti.
Türkler tarafından yeni kurulan köy, kasaba ve şehirler genellikle Türkçe adlar
taşıyordu. Bu adlar arasında tabiat ve coğrafyaya uygun isimlerin64 yanında Anadolu’nun
fethi ve imarında emeği geçen beylerin65ve manevi büyüklerin isimlerine66
rastlanılmaktadır. Mengücekli illerinde köy isimleri incelediğinde durum daha rahat
anlaşılabilir. Günümüzdeki il ve ilçe isimlerinin etimolojik yapısı tek tek ele alınıp
araştırıldığında geçmişteki medeniyetlerle olan bağlarını ortaya çıkarabiliriz67.
62
63
64
65
66
67
Hüseyin Cevizoğlu, Coğrafyadan Tarihe Türk Tarihi İçinde Doğu Anadolu, İstanbul,1991, s. 162.
Sencer Divitçioğlu, Oğuz’dan Selçuklu’ya (Boy Kanat Devlet), İstanbul,1994, s. 60.
Aktepe, Boztepe, Kızıltepe, Yeşil Köy, Akça Köy, Tepe Köy, Karabağ. vb., (M. Kafalı, age, s. 8).
Afşin, Arslan Apa, Demirtaş, Kara Arslan, Artova, Sandıklı, Kocaeli, Konur Alp, Elazığ’da Mengücek
Köyü vb. (M. Kafalı, age, s. 8).
Hacı Bektaş, Seyit Gâzi, Seydişehir, Geyikli, Etimesgut, Emir Sultan.vb., (M. Kafalı, age, s.7).
M. S. Erpolat, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer İsimlerini Doğru Tespit Etmenin Zorlukları, Önemi ve
Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı: 1 (Diyarbakır 2003), s.
8.
160
Abdullah KAYA
Anadolu’ya gelen Türklerin şehirlere yerleşmesi kademe kademe olmuştur.
Yerleştikleri bölgelerin imar ve iskânı için canla-başla çalışmışlardır. Claude Cahen,
Türklerin bu imar faaliyetlerini şöyle anlatır; Anadolu’da “Türkiye” diye bir ülkenin
yaratılmakta olduğunu, Türklerin buraya egemenlik kurdukları diğer yerlerden farklı olarak,
Türkistan’da olduğu gibi topraklara, kendi yurduna yerleşir gibi yerleşiyorlardı. Yerli halkın
bölünmüşlüğü, karmaşası bu hareketi daha da kolaylaştırıyordu68.
Mengücek Gazi’de Türkistan’daki bölünmüş halk kitlelerini etrafında toplayıp
Anadolu’ya getirmiş ve iskânını sağlamıştır. Mengücekli hanedanı Anadolu’ya
geldiklerinde; Şehirler harap, ahaliden mahrum, tarlalar bakımsız ve terkedilmiş bir halde
idi. Gelen Türkler ülke nüfusunu tekrar çoğalttılar. Yeni yerleşim yerleri oluşturulurken
eskileri de canlandırıldı. Mengüceklilerde şehrin kadrosunu sivil ve askerî bürokrasiden
başka şairler, âlimler, mutasavvıflar, tabipler, sanatkârlar, müderrisler oluşturmaktaydı69.
Necmü’d-din Dâye eseri olan “Mirsâdu’l-ibâd’ı” 1123’lü yıllarda
Mengüceklilere pek de uzak olmayan Sivas’ta kaleme almış ve I.Alâeddin Keykubat’a
sunmuştur. Anadolu Türklüğünün önemli kaynaklarından olan bu eser de Müellif;
köyler ve köylülerin durumunu gayet ayrıntılarına inilerek müstakil bir başlık altında
incelenmiştir. Necmü’d-din-i Dâye’nin bu eserinde bir anlamda o günkü şartlara göre
ideal bir köy ve köylü tipi oluşturmaya çalıştığı görülmektedir70. Bölgeden esinlenerek
yazdığını düşünürsek hemen yanı başındaki Mengücekli illerini de kolaylıkla tanımamız
mümkün olacaktır. Eser o yıllardaki bölge halkını detaylıca anlattığı için çalışmamızda
önem kazanmaktadır.
Köyler genellikle ticaret ve sanayi sahalarıyla, büyük şehir ve kasabaların etrafında
kurulmuştu71. Mengücekliler de nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köyler beyliğin en
küçük yönetim birimleriydi. Günümüzdeki köy muhtarları konumunda olan kişiler (köy
reisleri) köydeki toplumsal düzeni koruyor ve zayıfı kuvvetliye ezdirmiyordu. Köylerde
halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyordu. Şehir merkezlerine yakın köyler daha da cazipti.
Köylüler öküzle çiftlerini sürüyorlardı.
Yarı göçebe hayat tarzında ne tam bir göçebelik, ne de tam bir yerleşiklik vardır.
Yazları yaylada kışları ise kışlakta hayatlarını geçirirlerdi. Kale yahut şehirlerde yaşamayan
Mengücekli ailesine mensup Türkmenler, genellikle yarı göçebe hayat tarzını seçmişlerdi.
Yarı göçe Türkmenler koyun besleyerek şehir halkının et ihtiyacını karşılardı.
Türkmenlerden yarı göçebe olanlar zamanla hayatlarını yaylak-kışlaktan, devamlı kışlağa
doğru değiştirmeye başladılar72.
68
69
70
71
72
Cl. Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1994, s. 159.
Doğan Kuban, “Anadolu-Türk Şehrinin Gelişmesi, Sosyal ve Fiziki Özellikleri Üzerine Bazı Gözlemler”,
Vakıflar Dergisi, Sayı: VII (İstanbul 1978), s. 58.
Necmu’d-din-i Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, nşr. M. Emin Riyahî, Tahran 1366, s. 513-520.
F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, s. 49-52
F. Köprülü, age. s. 46-49.
161
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Göçebeler, yetiştirdikleri hayvanlar sayesinde devletin et ihtiyacına yardımcı
olurlardı. Mengücekli Melikleri, bazı dönemler göçebeleri etraflarına zarar verdiklerinden
dolayı beyliğin sınırlarına yerleştirmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra büyük Türk göçü
sonucunda Türkmen, Kanglı, Kıpçak, vb.Türk boy, soy ve urukları uzun yıllar Doğu
Anadolu’yu yurt tutarak yerleşik veya konar-göçer hayat sürmüşlerdir73. Göçebelerde,
hayvancılık yapar ayrıca halı dokumasıyla uğraşırlardı. Mevsimine göre yaylalarda veya
kışlaklarda yaşıyorlardı.
Türkler, Anadolu’ya geldiklerinde Hıristiyan olan yerli nüfusla etkileşmeye
başlamışlardı. Yerli halkın Bizans’tan beri kullanmakta olduğu mevcut tarım
yöntemlerinden bazılarını benimsemişlerdir. Bazen toplumlar arası evlenmeler de
görülmeye başlamıştır. Uzun bir müddet sonra ciddi boyutta bir etnik kaynaşma
gerçekleşmiştir. Artık bölgedeki hâkim kültür Müslüman bir nitelik kazanmıştır74. Aynı
zamanda yerli Hıristiyanların bir bölümü de zorla yerleşme politikasına tâbi tutulmuşlardı.
Az da olsa bu metot o zamanki demografik durumun bir gereği idi. Ama Mengücekli
Türkleri bu yöntemden daha çok hoşgörüyü sergilemişlerdir.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bölgenin en kalabalık kitlesini Rumlar
oluşturuyorlardı. Anadolu’da M. Ö. 10 bin yıllarından beri yerli halkın oturduğu, bunların
Helenlerden çok daha evvel bu topraklarda kaldığı bilinir. Bunlar bu coğrafyada varlıklarını
sürdürürken Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dine girmişlerdir. Ancak bu dinin farklı
mezheplerini seçtiklerinden bir kısmına Rum bir kısmına da Ermeni adı verilmiştir. Türkler
ise genellikle bunların doğu da oturanlarına Ermeni, batı da oturanlarına da Rum
demişlerdir75. İşte bu yüzden Mengücekli şehirleri ülkenin doğusunda yer aldığı için
Mengüceklilerin yerli ahalisinin büyük bir kısmı Ermeni idi.
Mengücekli
şehirlerinden
özelliklede
Erzincan’da
Hıristiyan
halk
azımsanamayacak bir nüfusa sahipti. Hatta ticarî faaliyetler tamamen ellerinde idi. Birçok
örnekte onların ikta sistemini benimsediklerini görmekteyiz. Mengücekli beyliği döneminde
Erzincan merkezde Türk nüfusun Hıristiyanlardan az oluş sebebi, Türklerin kendi obacemaat hayatına uygun hayvancılığı daha fazla benimsemelerindendir. Bir diğer nedeni de
Erzincan’ın Ermeni Hıristiyan mezhebi piskoposluğunun köklü merkezlerinden olmasıdır.
Bölgeye Türk akınları başladığında köy ve kasabalardaki Ermeni Hıristiyanlar kendilerini
daha emniyetli hissetmek için Erzincan merkeze göç etmişlerdi. Türklerin bölgeye
gelişinden sonrada gerek burasının onlar için dinî bir merkez oluşu gerekse ticarî yönden
geliştirdikleri Erzincan’ın endüstriyel faaliyetlerinden vazgeçememeleri onların buraları bir
73
74
75
Y. Gürler, “Doğu Anadolu Ağızlarında”, s. 28.
Gerasimos Augustınos,, Küçük Asya Rumları, çev. Devrim Evci, Ankara 1997, s. 21; Paul Wittek, Osmanlı
İmparatorluğunun Doğuşu, çev. Fatmagül Berktay, İstanbul 1995, s. 42.
Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164- 1211) Gazi-Şehit, Ankara 1997, s. 60-61.
162
Abdullah KAYA
anda terk etmesini engellemiştir. Türklerin de bunların endüstriyel faaliyetlerine ihtiyacı
vardı bu yüzden biraz daha fazla müsamahalı davranmışlardır76.
Refet Yınanç Hoca’nın Mengüceklilere ait olduğunu söylediği vakfiye’den 1191
yıllarında Kemah’taki şehir ahalisinin bir bölümünün Ermeni olduğu tespit edilmektedir.
Belgelerden anlaşıldığı üzere Mengücekli illerinde çok sayıda Ermeni ve öteki milletlere ait
unsurlar mevcuttu. Bölgede bunların varlığı Mengüceklilerde ki hoşgörünün boyutunu
ortaya koymaktadır. Kemah emiri olan Fahreddin Behramşah’ın oğlu Selçukşah yaptırdığı
darülâceze için 40 Ermeniden alınan cizye’yi vakfetmişti77. Bu demek değildi ki burada
sadece kırk Ermeni nüfusu vardı. Mevcut Ermeni nüfusunun içinden sadece kırkının vergisi
buraya vakfedilmişti. Diğerlerinin vergileri devlet merkezine giderdi.
Ayrıca vakfiyede bahsedilen Ermenik ve Bargusir köylerini de darülâcize’ye
vakfetmiştir78. Fakat bu köyler günümüzde tespit edilememiştir. İsimden bu köylerin
Ermenilere ait olduğu söylenebilir. Bu yerler günümüze gelmeyen Ermeni köylerinden biri
olabilir. Görüldüğü gibi Anadolu’nun eski sakinleri Ermeniler ve Rumlar idi. Doğu’da daha
çok Ermeni nüfus mevcut idi. Bunlar şehir merkezlerinde ve bunların yakın yerlerinde ki
kasabalarda Türk nüfusunun yanında ayrı mahalleler oluşturmuşlardır79. Türklerin bölgeye
göçüyle bunlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ama Mengüceklilerin müsamahalı hukuk
ve din anlayışının neticesinde uzun bir zaman dinî ve millî yapılarını devam ettirmişlerdir.
Yukarda ki vakfiyede bu düşüncemizin somut bir delilidir.
Mengücekli illerinden Erzincan’da Hristiyan nüfüsun çokluğu, Müslüman
seyyahların ilgilerini çeken birçok olaylara rastlamalarına sebep olmuştur. Seyyahlar
burada karşılaştıkları şaraplı, domuz etli, dinsel alayların kentte dolaştığı bir ortam
karşısında tepki göstermiş ve olayı böylece protesto etmişlerdir80. Seyyahlar duruma
tepki gösterseler de bu vaziyet Mengüceklilerin dinî konulardaki laiklik derecesini
göstermektedir. Kendi dinlerinden olmayan tebanın dinlerine ve yaşam tarzlarına
müdahale etmeyerek onların teveccühlerini kazanmışlardır.
Bu şehirlerde Türklerin yanında Rum, Ermeni, Yahudi gibi “milleti selase” denilen
etnik topluluklarda vardı. Mahalleleri ayrı ayrı olsa dahi Arap topluluklarında Fustat ve
Şam’da olduğu gibi bu mahalleleri duvarlarla ayrılmamakta idi. Örneğin Kayseri’de ve
Mengücekli ilerinden Erzincan’da Müslüman olmayan topluluklardan hiç de
küçümsenemeyecek kadar vardı. Ancak bunların mahalleleri duvarlarla Türk mahallerinden
ayrılmamıştı. Yalnız bir mahalleden diğerine kolaylıkla geçilebiliyordu81. Bu da
Mengüceklilerin yerli halk ile aralarında oluşturmuş oldukları güvenin bir neticesidir.
76
77
78
79
80
81
T. E. Şahin, age, s. 245-246.
R. Yinanç, “Mengüceklere”, s. 19.
R. Yınanç, agm, s. 19.
M. Kafalı, age, s.14.
Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce, s. 205.
Şerafeddin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine, İstanbul 1990, s. 157.
163
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Mengücek illerinden Bizans’ın iç bölgelerine kaçan Rumların bir kısmı, orada
ağır baskı ve ağır vergiden dolayı zulümlere maruz kalınca, bundan kurtulmak için geri
dönmüşlerdi82.
Zaten XI. yy. ın ikinci yarısından itibaren Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra
kentleri terk eden bir kısım yerli halk batıya, Balkanlar’a, Toroslar’a ve diğer dağlık
bölgelere çekiliyordu83. Ele geçirilen şehirlere ise ilk önceleri askerî garnizon ve
kumandanlar daha sonraları da memur tüccar, zanaatçı ve kent yaşamını seçen Türkmen
grupları yerleşiyorlardı84. XI. ve XII. yy.larda Anadolu’nun Türk nüfusu İbrahim
Kafesoğlu’na göre 550–600 bin arasındadır. D. E. Eremeev ise bu sayının XI. yy.da 500–
700 bin arasında iken XII. yy.da bir milyon olduğunu söyler. M. Halil Yinanç’ta bu
kanaattedir85. Bu sayıların rakamsal değeri bölgedeki Türk nüfusun artışını göstermektedir.
Özellikle Mengücekli şehirlerinden Erzincan ve çevresi Türkmenlerin çokça gelip
yerleşik faaliyet gösterdikleri alanlardır. İlk yoğun Türkmen göçleri XI. yy’da Anadolu’nun
fethi sırasında, ikincisi ise Moğol istilâsını başladığı zamanlarda olmuştur. Bu ikinci göç
normal seyrinde olmadığı için Erzincan ve yöreleri tahrip ve yağmadan nasibini almıştır 86.
Ancak bu göç dalgaları bölgedeki Türk nüfusunun artışını sağlamıştır.
Anadolu’da şehirleşmeyi etkileyen faktörlerden birisi de Moğol zulmü olmuştur.
Türk Dünyası XIII yy. tarihinin en mutlu devirlerini yaşarken yerleşik hayatta en önemli
merhalelerini kat ediyordu. Fakat 1219 yılında başlayan Moğol kasırgası bu mesud âlemin
üzerine bir karabulut gibi çöküverdi. Türk âlemine öyle bir zarar verdiler ki, Türkistan
Türkleri bir daha böyle bir devir geçiremediler. Moğol hâkimiyeti döneminde başlayan,
Moğollar arasında sonu gelmez iç savaşlar yüzünden şehirler yakıldı, yıkıldı ve bölge halkı
yerinden oldu. Göçebeliğin hâkim olduğu yeni bir âlem oluştu. Bu âlemde medeni hayat
gittikçe geriledi ve Moğol istilâsından önce açıkça görülen yerleşik hayatın altın devri ve
güneşli günleri bir daha geri gelmemek üzere kayboldu ve yaşanamadı87. Anadolu’da
Moğol sancılarının başladığı bu dönemlerde irili ufaklı birçok Türk devletleri ve beylikleri
vardı. Bunlardan Mengücekliler de diğer Türkler gibi, Anadolu’nun Türkleşmesine ve
İslâmlaşmasına elinden geldiğince hizmette bulunuyorlardı. Bu Moğol tehlikesi
belirdiğinde Mengüceklilerin Erzincan-Kemah şubesinin başında Melik Fahreddin
Behramşah, Divriği şubesinin başında da II. Süleyman bulunmakta idi. Moğol korkusu
bölgenin Türkleşmesine göçler yüzünden büyük katkı sağlamıştır. Baha Veled, Necmeddin
82
83
84
85
86
87
O. Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt II, Ankara,1979, s. 145-154.
O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 38.
D. Kuban, “Türk Şehrinin”, s. 58.
Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu (Osmanlılar 1300-1481) Osmanlı Feodalizmin Oluşma
Süreci, çev. Orhan Esen-Yılmaz Önder), İstanbul 1986, s. 69.
T. E. Şahin, age, s. 268-269.
F. Sümer, “Eski Türklerde Şehircilik”, İstanbul 1984, s. 100.
164
Abdullah KAYA
Dâye gibi birçok âlimin, tüccarın sanatkarın, bölgeye gelişi bu yolla olmuştur. Ancak daha
sonraları Moğolların da bölgeye gelişi buraları harap etmiştir
Birinci söylediğimiz göç dalgasında Anadolu’nun fethini müteakip Sir-Derya ve
Maveraünnehir’deki Oğuz ili’nin geri kalan kısmı Anadolu’ya bir sel gibi akmaya
başlamıştı. Oğuz ilinin 24 boyu bu yeni vatan coğrafyasında yavaş yavaş yerleşiyordu.
Mengüceklilerde şehir kültürü çok önemlidir. Genel olarak bütün şehirlerine ayrı bir
ruh, ayrı bir kimlik kazandırmışlar. Yaşadıkları çevreyi sadece barınacakları birer mekân
olarak düşünmemişlerdir. Bu duygular içerisinde oluşturulan Mengücekli şehirleri çok
çeşitli sanat eserleriyle donatılmışlardı. Ama çeşitli sebeplerden bu eserlerin çok azı
günümüze ulaşabilmiştir. Günümüze gelenlerin yapı tarzlarına bakıldığında, şehir kültürüne
verdikleri değer daha iyi anlaşılmaktadır. Günümüzde en çok Mengücekli eseri Divriği’de
bulunmaktadır.
Bizans tarafından bölgenin doğusundaki Ermenilerin batıya göç ettirilmiş olması,
Mengüceklilerin Şebinkarahisar ve Kemah bölgelerine iskânını daha da kolay kılmıştır.
Yerleştikleri yerlerde köyler kasabalar kurarken şehirlerde de mahalleler oluşturdular. Daha
önce de Şebinkarahisar örneğinde verildiği gibi şehir isimlerinin bazılarını Türkçe isimlerle
yenilediler.
Sonuç olarak Mengücekli illerine gelen Türkmen gruplarının, şehre yerleşmek
yerine kırsal arazide tarımsal faaliyet ve hayvancılıkla uğraşmayı tercih ettiğinden, diğer
Anadolu şehirlerinin birçoğunda olduğu gibi şehirleri oluşturan kitleler öncelikle yerli halk,
askerî garnizon, kumandanlar ve yöneticilerdir. Şehirlerin dışındaki Türkmenlerin göçebe
yaşamdan, kentsel yaşama geçişleri bir anda değil de uzun vade de olmuştur.
4. Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında Mengüceklilerin
Rolü
Malazgirt Zaferi’nden hemen sonra Şarki Karahisar ile Erzincan ve Divriği havalisi
Mengücekliler tarafından fethedilmiştir88. Arap-Bizans mücadelesinden bu yana Doğu
Anadolu’da savunma ve saldırıyı birlikte yürüten militan bir sınır halkı oluşmuştu. Ün ve
ganimet düşkünü başıboş unsurlar, Pavlikanlar gibi Rafizî veya dinlerinden sapmış gruplar
sınır boylarında sürekli yer aldılar. Buralarda kendi toplumlarından kopmuş bir halk kesimi
oluştu. Doğu Anadolu’da Kürt, Ermeni, Gürcü gibi Grek olmayan unsurlar ağırlıkta idiler89.
İlk dönem Bizanslılarla Türkler arasındaki savaşlar anlaşmalarla sonuçlanınca dinsel
farklılığı dahi gözetmeyen Bizans’ın Hıristiyan köylüleri topluluklar halinde Selçuklulara
sığınıyorlardı. Hıristiyanların kaçışından anlaşıldığı üzere bunlar Müslümanların idaresi
altında daha iyi bir yaşama sahip oluyorlardı90.
88
89
90
İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 63.
Ernst Werner, age, s. 25.
V. Gordlevski, age, s. 337.
165
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Bizans özellikle Ermenilere karşı eritme politikası izliyordu. Dinî yönden de
Ermenilere saldırıyor ve Ermeni rahiplerini zincirlere vurdurarak işkenceler yapıyor daha
sonra öldürüyorlardı. Kısaca Ermeniler dinî vecibelerini yerine getiremiyor, kiliselere dahi
gidemiyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun İberia ve Mezopotamya bölgelerinin eski
sakinlerinden olan Ermeniler, daha sonraları Mengücekli illeri olacak yerlere, iskân
etmişlerdi. Birçok koloniler oluşturmuş, Malatya’dan Sivas’a kadar yayılan sahada da
dağlarda çobanlıkla geçinen Pavlikanlar önemli bir yer tutuyorlardı. Bölgedeki Ermenilerin
Gregoryen mezhebinde olmaları, bunların Bizans tarafından hakir görülmelerine ve tacize
uğramalarına neden oluyordu91. Bu durum özellikle Ermenilerin bulunduğu mekânların
Türkler tarafından fethini kolaylaştıran etkenlerdendi.
Ermeni, Süryani ve Pavlikanlar unsurlarına karşı Bizans’ın koyduğu haraç, kan,
savaş, asker, gelir ve ziraat mahsullerinden alınan hasat vergileri ve diğer baskıcı ortamlar
ve uygulamalar Türk hâkimiyetini bir kurtuluş olarak görmelerine sebep oldu. Divriği,
Kemah, Erzincan bölgelerini daha çok bu etnik gruplar doldurmuşlardır. Pavlikanlar’ın
yoğun bulundukları mekânlardan biriside Divriği bölgesi idi. Buralar Mengücekliler
tarafından alınılırken yerli halk tarafından sevinçle karşılanmıştı. Mengüceklilerin bölgenin
yerli halklarına karşı hamisâne davranışları, onları Mengüceklilere karşı ısındırmıştı. Bunlar
da diğer Türk boyları gibi yerli halkların yaşam biçimlerine ve inançlarına müdahale de
bulunmamışlardı. Bu davranışlar onların oldukça dikkatini çekmişti. Zamanla bu bölge
halkından bazıları Türk dervişlerinden de etkilenerek Müslüman olmuşlardı.
Bu devirde Divriği bölgesine yakın yerlerde ve Adana, Kilikya, Urfa civarında
Selçuklulara bağlı olan küçük küçük Ermeni prenslikleri vardı. Bunlar her türlü dinî ve idarî
faaliyetlerinde tamamen bağımsız özerk bir yapıya sahiptiler. Yine aynı dönemlerde
başlayan Haçlı seferleri sonucu güney ve güneydoğu Anadolu bölgelerine gelen Haçlılara
yardım ve yataklık etmişler, hatta Selçuklular adına yönettikleri Urfa bölgesini onlara
vererek kontluklar kurmalarını sağlamışlardı. Ayrıca Antakya’yı almalarına da yardımcı
olmuşlardı92. Bu tür yardımları özellikle Ermeni yöneticiler yaparken buna karşılık Ermeni
tebâsı Selçuklu’ya bağlılıktan yana idi.
Mengücekli şehirlerinde bulunan Ermeni halkı’da yönetimden gayet memnun
oldukları için hiçbir zorluk çıkarmamış, diğerlerinin faaliyetlerine de katılıp Haçlıları
desteklememişlerdir. Ermeni tebâya âdil davranılarak dinî özgürlük de sağlanıyordu.
Bundan dolayı da yöre halkı Bizans ve Haçlılara karşı, yönetimlerine girdiği Türkleri
seviyor, sayıyor ve onlara güve-niyorlardı. Sivas ve Malatya’yı alan Danişmend Gazi
buraları kendi yönetimine bağlamış Ermeni halkını da kendi tebâsı yapmıştı. Buraların
Ermeni halkı da Elbistan, Divriği, Kemah bölgelerindeki gibi Bizans ve Haçlılardan ziyade
Türkleri desteklemişlerdir.
91
92
İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 60-61.
A. Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Ankara 1983, s. 27.
166
Abdullah KAYA
Mengücekli illerinden Şebinkarahisar’ın 1074’de Bizans’tan alınıp Türklerin eline
geçtiği söylenir ki bunların Mengücekliler olduğu bilinmektedir. Türk fütühatından sonra
koruma kolaylığı, otlaklarının bolluğu ve havadar olmaları gibi nedenlerle Oğuzlar,
Anadolu’nun bazı yörelerinde yerleşim yeri olarak yüksek yerleri tercih etmişlerdir.
Stratejik önemini Türklerin eline geçince de kaybetmeyen Şebinkarahisar yöresi, ormanlar
içinde yüksek, yayla alanlarına çok yakın ve çok havadar olmasından dolayı Oğuz
boylarınca yerleşmek için tercih edilmiştir93. Zamanla artan Türk nüfusu bu bölgelerin
Türkleşmesini sağlamıştır. Kentin askeri açıdan stratejik bir öneme sahip oluşu kısa
zamanda bir garnizon şehri oluşunu sağlamıştır94. Diğer Anadolu şehirlerindeki iskân
politikasına paralel olarak burada da, Türkistan’dan gelen birçok insan bölgeye yerleştirilir.
Ayrıca bunların arasında hem milletin dinî ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de bölgede daha
önceden var olan insanları irşat ederek onların İslâm’a girmelerini sağlayacak birçok
dervişin olması gerekmektedir95. Bunların sayesinde bölge hem Türkleşiyor hem de İslam
dininin kabul ediyordu.
Mengücekli meliklerindeki, (eski Türk hakanları gibi) din ve fikre karşı müsamaha
gösterme geleneği Anadolu’nun Türkleşmesine özellikle de bulundukları bölgelerin fethine
büyük katkı sağlamıştır. Buna benzer bir durum İslâm’ın ilk ortaya çıkışında Bizans’ın dinî
baskılarına karşı Mısır ve Suriye gibi memleketlerde yaşayan Monofizitlerin İslâm idaresini
tercih etmelerine ve bu sahaların kolaylıkla Bizans’ın elinden çıkmasına sebep olmuştu96.
Aynı olay özellikle Mengüceklilerin hâkim oldukları alanlarda da görülmüştür. Bölgede
bulunan Ermeniler, Süryaniler ve diğer yerliler (Pavlikanlar gibi etnik gruplar) buraların
alınmasını sağlayarak fethini kolaylaştırmışlardır.
Mengücekliler ele geçirdikleri yerleri yurt edinmeye başlayınca şehir ve
köylerde bir kısım Hıristiyan nüfus kalmakla beraber, boşalan diğer sahalar Türk
boylarıyla dolmuştur. Marco Polo da Anadolu’nun bu yörelerinden “Türkmen Ülkesi”
olarak bahsetmiştir97. Buraları daha çok yaylakları ve sulakları ile meşhur olduğundan
buralara iskân edenlerin çoğunluğu göçmen olan ve hayvancılıkla meşgul olan
Türklerdi. Yerleşik hayata alışık olanlar daha çok batıya doğru göçetmişlerdir98.
Mengücekli ailesinin de büyük bir bölümünün göçebe ve hayvancılıkla uğraşan bir
topluluk olduğunu söyleyebiliriz.
93
94
95
96
97
98
H. Yazıcı-İ. Güner, “Şebinkarahisar İlçesi’nin Nüfus Coğrafyası”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür
Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 240.
E. Yürüdür-İ. Bulut, “Tarihte ve Günümüzde Şebinkarahisar Şehri”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür
Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000, s. 283; H. T. Okutan, Şebinkarahisar ve Civarı, Giresun 1949, s. 66.
Cengiz Gökşen, “Şebinkarahisar Evliya Menkıbelerine Bağlı olarak Anlatılan Efsanelerde Eski Türk
İnançlarına Ait Motifler”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu, İstanbul 2000, s. 355.
O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 23.
The Travels of Marco Polo,ed.E.Denison Ross. trc. Aldo Ricc, L. F. Benedetto, London 1950, s. 20.
B. Ögel-F. Kırzıoğlu, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 36.
167
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Mengücekliler bulundukları topraklarda Türklüğün ve İslâm’ın tesisinden sonra
Anadolu’nun batısına da bu hizmetin gitmesinde etkin rol oynamışlardır. Şöyle ki,
bulundukları mevkileri Türkleştirerek, Türkistandan gelen Türk göçlerinin batıya doğru
kayması için yol açmışlardır. Eğer bunlar bu vazifeyi layıkıyla yapmasalardı bu göçler
buralarda tıkanabilirdi. Bu göçlerden bazıları Mengücekli illerinde ikamet ederek daha
sonraları batıya doğru ilerlemişlerdir. Bunlara en büyük örnekte Osmanlı aşiretidir. Bir
müddet Mengücekli şehir ve köylerinde eğlendikten sonra batıya doğru göç ederek
Anadolu, Avrupa ve Afrika da dahi Türklüğün ve İslâmın yayılması için çalıştılar
5. Anadolu’nun Türkleşmesi sürecinde Kayı Boyu’nun Bölgeye Gelişi ve
Mengüceklilerle İlişkileri
II. Alâeddin Davutşah döneminde bölgede cereyan eden önemli olaylardan birisi de
Kayı boyundan Osmanoğullarının göçü olayıdır. Sonraları 6 asırdan fazla hayat sürecek
olan bu aşiret, Ertuğrul Bey önderliğinde Anadolu’ya gelen Kayı’lar Doğu Anadolu’ya
girdikten sonra, Anadolu içlerinde ilerlerken Mengücekli illerinden geçmiş olmalılar.
İzledikleri yol güzergâhı Erzincan-Sivas hattı olup, Zara’dan geçtikleri bilinmektedir. Bu
yolun doğusuna gidildikçe Mengücekli illerine çıkılmaktadır. Bu tespit doğrultusunda Kayı
aşiretinin Mengücekli illerinden geçmiş oldukları kesinlik kazanmaktadır.
Osmanlılara ilişkin yazılan kaynakların hemen birçoğunda Ertuğrul Gazi ve
efradının Osmanlı beyliği kurulmadan evvel Mahan yaylasından ayrılıp 99, Anadolu'ya
geldiklerinde Erzincan taraflarına da uğradıkları belirtilir. Refahiye’ye bağlı “Kayı” adlı
yerleşim merkezinin bulunması Kayıların Refahiye de ikamet ettiklerini gösterir.
Hatta bir rivayete göre Kayı aşireti, Mengücekli illerine gelince onlar tarafından
1224’lerde Gercenis (Refahiye), Kayı ve Salur köylerine; Suşehri’nin Hünü (Hun), Sündük
veya Sevindik, Kayı, Anarı veya Onarı (Şeyh Hasan Onar) Aydoğdu ve Dundar;
Şebinkarahisar’ın Bay Hasan, Kızık, Etir ve Çakır Köyleri ve dolaylarına yerleşmişlerdi.
Ancak Cengiz Han’ın ölümü üzerine bu aşiret mensupları tekrar eski yurtları olan Cent ve
Mahan şehirlerine dönerken Beylerinin ölümü üzerine bir kısmı yollarına devam ederken
Ertuğrul ve Dündar beylerin kalan kısımla tekrar geriye döndükleri daha sonraları
Selçuklular tarafından Söğüt ve Domaniç bölgelerine yerleştirildikleri görülmektedir100.
Bu olay “Vilâyetlerimizin Tarihi” adlı eserde şöyle anlatılır: “Moğol akınları
başladıktan sonra bundan en fazla etkilenen Anadolu’nun doğu illeri olmuştur. Moğollar
ilk hamlede Harezm havalisini elde etmişlerdi. Osmanoğulları’nın ceddi olan (Kayı)
ailesinden Alp’ın oğlu Süleymanşah da bu kuvvetlerin başında bulunuyordu. Süleymanşah
yanındakiler ile öncelikle Ahlat’a, oradan da Erzincan civarına gelerek yerleşti(1224). Bu
99
100
Kayı aşireti Mahân’dan Moğol baskıları sebebiyle Ahlât’a geldi. Hayvanlarını buralarda barındırdılar.
(Namık Kemâl, Külliyâtı Kemali, Osmanlı Tarihi, Cilt I, İstanbul 1326, s. 44).
Ahmed Refik, Büyük Tarihi Umumi, Cilt VI, İstanbul 1328, s. 307.
168
Abdullah KAYA
tarihte Erzincan’da Mengücekoğulları hüküm sürüyordu. Cengiz Han’ın vefatına kadar
Ahlat ve Erzincan havalisinde dolaşan Şüleymanşah, Cengiz’in vefatından sonra
memleketine dönmek istemişse de yolda Fırat Nehri’ni geçerken boğulmuştu. Oğullarından
Sungur Tekin ile Gündoğdu, Harezm taraflarına geçmişler, Dündar ile Ertuğrul’da
Erzincan’a dönmüşlerdi. ” Fırat nehri civarına geldikten sonra batıya doğru
ilerlemişlerdir101.
Enveri, Şükrüllah ve Aşıkpaşazâde’nin rivayetlerine göre ise;Ertuğrul Gazi’nin
soyuna dayanan boy Anadolu’ya Tuğrul ve Çağrı Beylerin Emirleri’nin beraberinde Ahlat
bölgesine geldi. Burasını yurt tutarak Anadolu’da gaza ve fetihlere katıldılar. Muş,
Malazgirt, Eleşkirt ve Sürmeli Ovaları’nda ve dağlarında kışlak ve yaylaklar kurdular. Bu
aşiret daha sonraları Ahlat Emiri olan Sökmen Kutbi’ye tâbi oldular. Bunlarla birlikte
Gürcülere sefer düzenlerken bazen de Ertuğrul Gazi’nin boyu Saltuklularla ve
Mengüceklilerle birlik olup Trabzon Dükalığı’na karşı yapılan gazalara katıldılar102. Kayı
boyu 1221’ler de Ankara Karacadağ bölgesine yerleştiğine göre bahsettiğimiz bu seferler
bu tarihten daha evvel gerçekleşmiştir. O zaman Kayı aşireti ile Mengücekli ilişkilerini,
Mengücek Gazi ve Emir İshak dönemlerine kadar uzatabiliriz. Çünkü Mengüceklilerin en
çok gaza ve seferlerde bulundukları dönemler bu yıllarda yaşanmıştır. Mengüceklilerin
sonraki dönemlerine ait devirler daha sönük geçmiştir. Mengücekliler ile Kayı aşireti
arasındaki dostluk ilişkileri daha çok gazalardan dolayı idi.
Bu aşiret I. Alâeddin Keykûbad döneminde Ankara’nın Karacadağ bölgesine
yerleştirildiğine göre, bunlar zayıf bir ihtimal Fahreddin Behramşah döneminde kuvvetli bir
ihtimalle de II. Alâeddin Davut döneminde Mengücekli illerinden geçmişlerdir. Bu konu
daha da detaylı bir şekilde araştırılıp bu göç yolları istikametinde incelemeler yapılsa,
Osmanlıdan kaynaklanan birçok Folklorik, anane, dil vb. konularda benzerliklere
rastlanabilir.
Sonuç
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bölgenin en kalabalık kitlesini Rumlar
oluşturuyordu. Türkler Anadolu’ya geldiğinde Doğu Anadolu’da hayat sönük iken orta
kuzey kesimlerinde canlı bir hayat vardı. Türklerin Anadolu’ya iskânıyla Rumlarla
aralarında birçok ticarî ve sosyal ilişkiler olmuştur. Hatta bu ilişkiler iki toplumun aralarında
evlenmelere kadar gitmiştir. Bu ilişkiler zamanla bölge halkının İslâma girmesinde de etkili
olmuştur.
101
102
400 kadar aile halkı ile Erzincan’a dönmüşlerdir (Ahmed Refik, age, s.307); Vilâyetlerimizin Tarihi, s. 2122
A. Taneri, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray HayatıTeşkilatı, İstanbul 2003, s. 89-90.
169
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Anadolu’nun eski sakinleri Ermeniler ve Rumlar idi. Doğu’da daha çok Ermeni
nüfus mevcut idi. Bunlar şehir merkezlerinde ve bunların yakın yerlerindeki kasabalarda
Türk nüfusunun yanında ayrı mahalleler oluşturmuşlardır. Türklerin bölgeye göçüyle bunlar
azınlık durumuna düşmüşlerdir. Ama Mengüceklilerin müsamahalı hukuk ve din
anlayışının neticesinde uzun bir zaman dinî ve millî yapılarını devam ettirmişlerdir. Vakfiye
kayıtlarında bu düşüncelerimizin somut delilleri mevcuttur.
Özellikle Mengücekli şehirlerinden Erzincan’da Hristiyan nüfusun çokluğu,
Müslüman seyyahların ilgilerini çekmiş ve birçok olaya rastlamalarına sebep olmuştur.
Seyyahlar burada karşılaştıkları şaraplı, domuz etli, dinsel alayların kentte rahatlıkla
dolaştığını görünce tepki göstermiş ve olayı protesto etmişlerdir. Seyyahlar duruma tepki
gösterseler de bu vaziyet Mengüceklilerin dinî konulardaki hoşgörüsünü göstermektedir.
Kendi dinlerinden olmayan tebanın dinlerine ve yaşam tarzlarına müdahale etmeyerek
onların teveccühlerini kazanmışlardır.
Mengücekliler, Türklerin Anadolu’da yeni bir vatan oluşturma çabalarına, katkıda
bulunmuş ve Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli bir görev ifa etmişlerdir. Diğer
Türkmenler gibi bu uğurda şehit olduklarından Türk tarihi içinde seçkin bir yer tutarlar.
Anadolu Türklüğünün bu günlere ulaşmasında hiç şüphesiz Mengüceklilerinde büyük rolü
ve hizmeti olmuştur.
Sonuç itibariyle Mengücekliler, bencil bir milliyetçilik fikriyle hareket etmemiş,
onlar hem kültürlerini korumaya çalışmışlar, hem de egemenlikleri altındaki yerli
unsurların özgürce yaşamalarına müsaade ederek rahat etmelerini sağlamışlardır.
Yukarıda belirtildiği gibi Mengücekliler’in yerli Hristiyan ahaliye karşı oldukça
yumuşak ve adil davrandıklarıyla ilgili dönemin Hristiyan kaynaklarında geçen övgü
dolu ifadeler bulunmaktadır. Onlar Atalarının bu konudaki politikalarını yerine
getirdikten sonra diğer devletler gibi tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
Kaynaklar
Ahmed Refik, Büyük Tarihi Umumi, Cilt VI, İstanbul 1328.
Albert Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie II, Paris 1934.
Ali Kemali (AKSÜT), Erzincan Tarihi, Coğrafi, İçtimaî, Etnoğrafi, İdarî, İhsai
Tetkikat Tecrübesi, İstanbul 1932.
Atalay, B., Türk Büyükleri ve Türk Adları, İstanbul 1935.
Augustinos, Gerasimos, Küçük Asya Rumları, çev. Devrim Evci, Ankara 1997.
Başkumandan Simbat vekayinâmesi (951-1334), çev. Hırant D. Andreasyan,
İstanbul 1946.
Baykara, Tuncer, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164- 1211) Gazi- Şehit, Ankara 1997.
170
Abdullah KAYA
Cevizoğlu, Hüseyin, Coğrafyadan Tarihe Türk Tarihi İçinde Doğu Anadolu,
İstanbul 1991.
Cahen, Claude, “Estce Que les etats Seldjoukides etaojent desetats feodaux?”
(Selçuklu Devletleri Feodal Devletler miydi?), İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 17 (İstanbul
1955-1956).
Cahen, Claude,
Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, çev. Yaşar YücelBahaeddinYediyıldız, Belleten, Sayı: 199-201 (Ankara 1988).
Cahen, Claude, Osmanlılardan önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul
1994.
Darkot, Besim, “Divriği”, İA, Cilt III, İstanbul 1945.
David Marshall Lang, Eski Halklar ve Ülkeler Gürcüler, çev. Neşenur Domaniç,
İstanbul 1997.
Divitçioğlu, Sencer, Oğuz’dan Selçuklu’ya (Boy Kanat Devlet), İstanbul 1994.
Düvel-i İslâmiye, trc. Halil Edhem, İstanbul 1927
Fatsa, Mehmet, “Karahisar Yöresinde Türk Dervişleri ve Niyabet-i Kırık Tarihi”,
Şebinkarahisar I .Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000.
Fatsa, Mehmet, Giresun’da Kırsalın Sosyal Tarihi, Giresun 2002.
Gaffarî, Ahmed b. Muhammed, Târîh-i Cihan-ârâ, nşr. Müctebâ Minovi, Tahran
1343.
Gordlevski, V., Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran, Ankara 1988.
Gökşen, Cengiz, “Şebinkarahisar Evliya Menkıbelerine Bağlı olarak Anlatılan
Efsanelerde Eski Türk İnançlarına Ait Motifler”, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür
Sempozyumu, İstanbul 2000.
Gürler, Yavuz, “Doğu Anadolu Ağızlarında Eski Türkçenin İzleri”, Türk
Dünyası 133, Ankara 2001.
Halil Edhem (Eldem), Düvel-i İslâmiye, İstanbul 1927.
Houtsma, “La Dynastie Des Benu Mengucék”, Keleti Szemle, Budapeşte 1904.
İbn Bibi, el Evâmirü’l-‘Alâ’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk-name), çev. Mürsel
Öztürk, Cilt I, Ankara 1996.
Kafalı, Mustafa, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Ankara 1997.
Kafesoğlu, İbrahim, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973.
Kafesoğlu, İbrahim, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, İÜEF,
Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10-11 (İstanbul 1981).
Kaya, Abdullah, “Mengücekoğulları Beyliği Tarihi”, (Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya 2006.
171
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Kırzıoğlu, Fahrettin, “Osmanlı Tapu-Tahrir ve Mühimme Defterlerinde
Gümüşhane Bölgesi Türk Boy/Oymak Hatıraları ve Madenler Üzerine Hükümlerden
Örnekler”, Geçmişte ve Günümüzde Gümüşhane, (haz. Nasuhi Ünal Karaaslan), Ankara
1991.
Kırzıoğlu, Fahrettin, “Karadeniz’in Doğu Kıyıları”, Tarih Boyunca Karadeniz
Kongresi, II, Samsun 1990.
Köprülü Zâde Mehmet Fuad, Türkiyâ Tarihi, İstanbul 1923.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, yay. Orhan F. Köprülü,
Ankara 1981.
Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994.
Max Van Berchem-Halil Edhem, Materiaux Pour un Corpus Inscriptionum
Arabicarum, Kahire 1917.
Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-düvel Selçuklular Tarihi -I-, yay. Ali
Öngül, İzmir 2000.
Namık Kemâl, Külliyâtı Kemali, Osmanlı Tarihi, Cilt I, İstanbul 1326.
Necmu’d-din-i Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, nşr. M. Emin Riyahî, Tahran 1366.
Nikoloz Bertzenişvili-Simon Canaşia, Gürcistan Tarihi (Başlangıçtan 19.yy`a
Kadar), İstanbul 1997.
Okutan, Hasan Tahsin, Şebinkarahisar ve Civarı, Giresun 1949.
Ögel, Bahaeddin-Fahreddin Kırzıoğlu, Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu
Anadolu, Ankara 1986.
Öngül, Ali, “Mengücekler”, Türkler, (edit. Hasan Celal Güzel), 34. Bölüm, Cilt 6,
İstanbul 2002.
Özaygün, Ruhan, Bilinmeyen Hazine Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul
2004
Erpolat, M. Salih, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer İsimlerini Doğru Tespit
Etmenin Zorlukları, Önemi ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar”, Sosyal Bilimler
Araştırma Dergisi, Sayı: 1 (Diyarbakır 2003), s.1-15.
Reşidüddin Fazlullah-i Hemedâni, Camiü’t-Tevarih, Encümen-i Danişgah, Ankara
1960.
Runciman, S., Haçlı Seferleri Tarihi, Cilt I-II-III, çev. Fikret Işıltan, Ankara 1998.
Sakaoğlu, Necdet, “Divriği’de Aile Adları, Boylar ve Oymaklar”, Türk Folkloru,
Sayı: 19, İstanbul 1981.
Seferoğlu, Ş. K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu, Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1986.
Sevim, Ali, “Malazgirt Meydan Savaşı ve Sonuçları”, Malazgirt Armağanı, Ankara
1993.
Sevim, Ali, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Ankara 1983.
172
Abdullah KAYA
Sevim, Ali-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara
1989.
Sümer, Faruk, “Mengücekler”, İA, Cilt VIII, İstanbul 1977.
Sümer, Faruk, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara
1998.
Sümer, Faruk, “Eski Türklerde Şehircilik”, İstanbul 1984.
Sümer, Faruk, Tarihleri-Boy Teşkilatı Destanları Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul
1999.
Sümer, Faruk-Ali Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı (Metinler ve
Çevirileri), Ankara 1988.
Şahin, Tahir Erdoğan, Erzincan Tarihi, Erzincan 1985.
Şehirden Şehre Efsaneler, Destanlar, Hikâyeler, III, İstanbul 1974.
Taneri, Aydın, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Döneminde Hükümdarlık Kurumunun
Gelişmesi ve Saray Hayatı- Teşkilatı, İstanbul 2003.
The Cambridge History of Islam, ed. P. M. Holt, Ann K. S. Lambton, Benard Levis,
London 1970.
The Travels of Marco Polo, ed. E. Denison Ross. trc. Aldo Ricc, L. F. Benedetto,
London 1950.
Toksoy, Ahmet, “Doğu Anadolu’da Türk Hâkimiyeti”, Yeni Türkiye- 44-, Sayı: 44,
Ankara 2002.
Toplu, Abdülhadi, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar,
Ankara 1996.
Turan, Osman, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar Metin, Tercüme ve
Araştırmalar, Ankara 1988.
Turan, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 2001.
Turan, Osman, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971.
Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, I-II, Nakışlar Yayınevi,
Ankara 1979.
Turan, Şerafeddin, Türkiye-İtalya İlişkileri, Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine,
İstanbul 1990.
Tülücü, Süleyman, “Malazgirt Savaşına katılan Türk Beylerinden Gevher-Ayin ve
Sav Tegin”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ankara 1985.
Türk, Hüseyin, “Sultan Melek Türbesi ile İlgili Adet ve İnanmaların İncelenmesi”,
Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1991.
Umar, Bilge, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi Türkiye Türkleri Ulusunun Oluşumu,
İstanbul 1998.
Vilâyetlerimizin Tarihi, İstanbul 1932.
173
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
Yazıcı, H.-İ. Güner, “Şebinkarahisar İlçesi’nin Nüfus Coğrafyası”, Şebinkarahisar
I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000.
Yinanç, M. Halil, “Sultan Alparslan Zamanında Bizans’a Yapılan Gazalar ve
Anadolu Fütuhatı”, Malazgirt Zaferi ve Alparslan (26 Ağustos 1071), İstanbul 1971.
Yinanç, M. Halil, Türkiye Tarihi: Selçuklu Devri, 1 Anadolu’nun Fethi, Cilt I,
İstanbul 1934.
Yinanç, Refet, Tarihte Türk Devletleri-II, Ankara 1987.
Yinanç, Refet, “Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Süreti”, AÜDTCF Tarih
Araştırmaları Dergisi, 1970-1974, VIII-XII/14-23 (Ankara 1975).
Yürüdür, E.-İ. Bulut, “Tarihte ve Günümüzde Şebinkarahisar Şehri”,
Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 2000.
Zahirüddin Nişapuri, Selçuknâme, Tahran 1332.
Wittek, Paul, Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, çev. Fatmagül Berktay, İstanbul
1995.
Werner, Ernst, Büyük Bir Devletin Doğuşu (Osmanlılar 1300-1481) Osmanlı
Feodalizmin Oluşma Süreci, çev. Orhan Esen-Yılmaz Önder, İstanbul 1986.
174
Abdullah KAYA
BELGELER
(Belge–1) (R. Yınanç’ın Arşivinde Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Sureti)
175
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 149 – 176
(Belge–2 (R. Yınanç’ın Arşivinde Mengüceklere Ait Bir Vakfiye Sureti)
176
TÜRK MİLLÎ BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA
MARAŞ MÜDAFAASININ ÖNEMİ
Adnan GÜL
Özet / Abstract
I. Dünya Savaşı (1914-1918) Osmanlı Devleti’nin siyasî ve askerî varlığına son veren bir
olaydır. Savaş sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918), Türk topraklarının
işgaline ortam hazırlamıştır. İşgallerin en yoğun gerçekleştiği ve çatışmaya dönüştüğü yer Anadolu’nun
Güney bölgesidir. Adana, Antep, Maraş ve Urfa illerini kapsayan bu bölge Güney Cephesi olarak da
bilinir. Maraş’ın bu cephede Fransız ve Ermenilere karşı başlattığı direniş hareketi tüm yurt çapında
genişleyen bir kurtuluş savaşına dönüşmüştür. Bu makalede Maraş’ın işgallere karşı başlattığı mücadelesi
incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: I. Dünya Savaşı, Emperyalizm, Osmanlı İmparatorluğu, İşgal Devletleri,
Millî Mücadele, Antlaşma, Anadolu, Güney Cephesi, Maraş, Ermeniler,
THE IMPORTANCE OF MARAS DEFENSE
IN THE WAR OF TURKISH NATİONAL INDEPENDENCE
The First World War (1914-1918) was the event that terminated the political and military
existence of Ottoman Empire. After the war, in October 30, 1918, Mondros Armistice was signed that
enabled Allies to occupy Turkish territory. The occupation was intense, and turned into a severe combat
in South Region of Anatolia. The region that comprises of Adana, Antep, Maras and Urfa provinces is
known as The South Anatolia Region. The resistance movement that started in the front line of Maras
against French and Armenian turned into a War of Independence throughout the country. This study
examined the combat of Maras against occupations.
Key Words: The First World War, Emperialism, The Ottoman Empire, The Occupation States,
The National War, Treaty, Anatolia, South Region, Maras, The Ermenians
Giriş
Tarihi süreç içinde çeşitli yönlerden Anadolu’ya gelip yerleşen kavimler, birçok
devlet ve medeniyetler kurmuş, bir süre egemenlik sürdükten sonra tarih sahnesinden
çekilmişlerdir. Devletler ve milletler arasındaki ilişkiler, medeniyetler, kültür ve inanç
biçimleri Anadolu Tarihi’ni meydana getirmiştir. Tarih öncesine kadar giden Anadolu
tarihinin içinde kalan bir yerleşim merkezi de Maraş’tır. Maraş birçok tarihi olaya sahne
olurken birçok millete de yurt olmuştur. Anadolu tarihi kadar eski ve köklü bir geçmişe
sahip olan Maraş’tan ilk defa Hitit İmparatorluğu zamanında (M.Ö. 2000-1200)
bahsedilmektedir.1 Asur kitabelerinde de Markasi şeklinde geçen bu bölgeye Araplar

1
Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. adngul@hotmail.com
A. Saim Emirmahmutoğlu, Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967, s. 73 .
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Mar’aş2 demişlerdir. Arapça titreme, deprenme manasına gelen Mar’aş adı3 zamanımıza
kadar fazla bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Maraş’ta hâkimiyet sürdüğü bilinen ilk
kavim Hititlerdir.4 Hititlerden sonra Asur, Pers, Makedon ve Romalıların hâkimiyetine
giren Maraş, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu zamanında da stratejik önemini
korumuş ve Krallar Şehri olarak anılmıştır.5 İslam hâkimiyetinin Kuzey Suriye’den
Anadolu’ya yayıldığı sırada Maraş, Arap-Bizans sınırında önemli bir üs olmuş ve sık
sık el değiştirmiştir. 637 yılında Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Ebu Ubeyde bin elCerrah’ın maiyetindeki kumandanlardan Halid bin Velid tarafından fethedilmesiyle
birlikte Maraş’ın İslam tarihi sürecindeki serüveni başlamıştır. Osmanlı Devleti
döneminde Halep’e bağlı bir sancak olan Maraş’ın6 ticaret yolları üzerinde bulunan bir
merkez olması şehre ekonomik hareketlilik sağlamıştır. Ekonomik gücü daha çok elinde
tutan kesim nüfusun üçte birini teşkil eden gayrimüslim halk, özellikle Ermenilerdir.7
Millî Mücadele Öncesi Konjonktürel Şartlar ve I. Dünya Savaşı
Sanayi İnkılâbı’ndan sonra sömürgeciliğin emperyalizm boyutlarına ulaşması
Batılı devletlerin dünya çapında yayılmacı bir politika takip etmeleri sonucunu
doğurmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toprakları üzerinde
kendini gösteren emperyalist politikaların kesişim noktasını Ortadoğu ve Yakındoğu8
oluşturmuştur. Öteden beri Batılı devletlerin çıkar sahası olan bu bölgedeki rekabet
İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasında gerçekleşmiştir. Özellikle I. Napolyon’un
Mısır’da İngiliz-Fransız çıkarlarını karşı karşıya getirmesi iki devletin Yakındoğu’daki
rekabetini başlatmıştır. Bu rekabetin XIX. yüzyıldaki merkezi K.Afrika, Mısır, Suriye
ve Anadolu’nun güney kısımlarındaki Osmanlı toprakları olmuştur. Yakındoğu’ya
nüfuz etmeye çalışan Rusya’nın 1856 Paris Antlaşması ile kuzeye doğru
uzaklaştırılması İngiliz-Fransız rekabetine yeni bir boyut kazandırmıştır. Her iki devlet
de Doğu Akdeniz’de sadece kıyılarda bazı noktaları elde etmekten öte iç kısımlara da
uzanarak ekonomik ve stratejik imtiyazlar kazanmak amacındaydı. Bu amaçla İngiltere
Mısır’ı, Fransa ise Kuzeybatı Afrika, Suriye ve Kuzey noktaları (Antep, Maraş) nüfuz
sahası olarak belirledi. I. Dünya Savaşı sürerken Rusya’nın 1917 Bolşevik İhtilali’nden
2
3
4
5
6
7
8
Besim Darkot, “Maraş”, İA, Cilt 7, s. 311.
Nuri Ürgen, “Türk Tarihinde Kahramanmaraş Yeri, Önemi ve Stratejik Yapısı”, Kahramanmaraş'ın
Kurtuluşu'nun 75. Yılı Münasebetiyle Kurtuluş Konferansları, Kahramanmaraş 1995, s. 24.
Kahramanmaraş Odası Rehberi (Cumhuriyetin 10. Yılı Münasebetiyle), 1933 Teşrin-i Evvel İstanbul,
s. 17.
Türk Ansiklopedisi, Cilt 23, s. 28.
Besim Atalay, Maraş: Tarihi ve Coğrafyası, İstanbul 1973, s. 187.
Mehmet Yetişgin, “Maraş’ta Ermeni Nüfusu: Osmanlı Son Dönemi, Mütareke ve Millî Mücadele
Yılları” s. 14.
Yakındoğu olarak bilinen bölge Anadolu, Suriye, Filistin, İran, Mısır, Arap Yarımadası’nın kapsadığı
alandan oluşmaktadır.
178
Adnan GÜL
dolayı savaştan çekilmesi ve Almanya’nın savaş sonunda yenilgiye uğraması, Ortadoğu
ve Yakındoğu’daki şartların İngiltere lehine değişmesine yol açmıştır. Böylece Mondros
Ateşkes Antlaşması ile İngilizlerin Güney Anadolu ve Musul üzerindeki çıkar politikası
uygulama şansı buldu. Güneydeki Suriye merkez olmak üzere tek düzenli ordu olan
Yıldırım Orduları Komutanlığı, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından
feshedilirken bunun sonucu olarak Adana, Antep, Kilis gibi merkezleri işgal eden
İngilizler, mütarekenin 7. maddesine dayanarak Maraş’a kadar işgal sahalarını
genişlettiler. Böylece Anadolu için işgallere karşı millî mücadele şartları oluşmaya
başlamıştır.9
Maraş’ın millî mücadele içindeki konumunun incelenmesi bölgenin ülke
genelindeki bağımsızlık mücadelesinin de bir örneklemi olduğunu gösterecektir.
Bundan dolayı Maraş millî mücadelesine geçmeden önce İtilaf Devletleri’nin I. Dünya
Savaşı sürerken son dönemini yaşayan Osmanlı toprakları üzerinde yaptıkları gizli
paylaşma planları üzerinde durmak yerinde olur. Çünkü Maraş’ın da içinde bulunduğu
Güney Cephesi ve hatta bütün Türkiye topraklarındaki Millî Mücadele, söz konusu gizli
antlaşmaların uygulanmasına karşı verilmiş bir mücadeledir. İtilaf Devletleri daha I.
Dünya Savaşı sona ermeden Osmanlı Devleti’nin topraklarını ne şekilde
paylaşacaklarına kendi aralarında yaptıkları çeşitli gizli antlaşmalarla karar vermişlerdi.
Bu gizli antlaşmalar sırasıyla: İstanbul Antlaşması, Londra Antlaşması, Sykes-Picot
Antlaşması, Saint Jean de Maurienne Antlaşması.10
9
10
Yaşar Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara 1990, s. 5-6.
Söz konusu gizli antlaşmalar hakkında bilgi verecek olursak: İstanbul Antlaşması: 1915 yılı başında
İngiltere ile Fransa, Çanakkale'yi geçmeye çalışırken Boğazlar ve İstanbul üzerinde İngiliz ve Fransız
hâkimiyeti kurulacağından endişelenen Rusya harekete geçti. Rusya, müttefikler üzerinde baskı
kurarak 4 Mart-10 Nisan1915 tarihleri arasında notalaşma suretiyle tek bir metne dayanmayan
antlaşmalar demetinin ortaya çıkmasını sağladı. Bkz. Ömer Kürkçüoğlu, Türk İngiliz İlişkileri 191926, Ankara 1978, s.40. Osmanlı Devleti’ne karşı I. Dünya Savaşı sırasında düzenlenen ilk gizli
antlaşma olarak bilinen bu düzenleme aslında bir aylık sürede gerçekleşen bir mektup alışverişi
şeklindedir. Böylece İngiltere ve Fransa'nın hoşuna gitmemesine rağmen Batı cephesinin yükünü
hafifletmek için; Boğazlar ve İstanbul konusunda Rusya'nın istekleri kabul durumunda kalındı. Bkz.
Fahir Armaoğlu, XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1988, s.428. Londra Antlaşması: İtalya’yı İtilaf
Devletleri’nin yanında savaşa dâhil etmek için çeşitli vaatlerde bulunan İngiltere, hem bu vaatleri
yazılı hale getirme konusundaki İtalyan baskılarını izole etmek, hem de Fransa ile Rusya’nın Osmanlı
üzerindeki isteklerini kayıt altına almak için 26 Nisan 1915'te Londra’da dört devlet arasında Londra
Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Türk toprakları üzerinden İtalya'ya da pay verilecektir. Bkz. E.
Semih Yalçın, Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Ankara 2003 s. 98-99. Sykes-Picot
Antlaşması: İngiltere ile Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Devleti'nin Ortadoğu topraklarının
paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır. Osmanlı nüfuzunda bulunan Arap bölgelerinin paylaşımını
kapsayan bu antlaşmanın ön görüşmeleri 1916 yılının Şubat ayında başlamasına rağmen Rusya
faktöründen dolayı görüşmelere tam olarak başlanması 9 Mayıs 1916’yı bulmuştur. İngiltere adına Sir
Mark Sykes ile Fransa adına Charles François Georges Picot’un katıldığı görüşmeler, 1916 Ekim’e
kadar sürmüştür. Söz konusu diplomatik gelişmeler İngiltere, Fransa ve Rusya’nın kendi aralarında
İtalya haberdar edilmeksizin yapılmıştır. 11 mektup teatisi sonunda Sykes-Picot Antlaşması olarak
179
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Osmanlı’yı Parçalayan Gizli Antlaşmaların Güney Anadolu ve Ortadoğu
Uygulamaları:
İtilaf Devletleri’nin I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ni parçalamak
için yaptıkları gizli antlaşmalardan Sykes-Picot Antlaşması üzerinde durmak gerekir.
Güney ve G. Doğu Anadolu vilayetlerinin işgal edilmesinde hareket noktası olan bu
antlaşma konuyla ilgisi olması dolayısıyla ayrı bir önem taşımaktadır. Sykes-Picot
Antlaşması, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan İstanbul Antlaşması’nda
düzenlemeleri tescil etmektedir.11 Bu Antlaşma Rusya’yı da kapsamına almasına
rağmen Ortadoğu’yu ilgilendiren hükümleri ağır bastığından bu yönüyle bir İngilizFransız Antlaşmasıdır denilebilir.12 İngiltere, özellikle Rusya’yı Akdeniz’den uzak
tutmak ve onunla doğrudan temas halinde olmamak için çaba sarf etmiştir. Bu nedenle
kendi bölgesi ile Rusya arasında bir Fransız duvarı çekmeyi uygun bulmuştur. Hatta
İngiltere, antlaşma öncesinde Fransa’ya Akdeniz’den İran’a kadar uzanan bir bölgeyi
dahi vermekten çekinmemiştir.13 İngiltere, buna karşı çıkan Rusya’nın tepkisini izole
edebilmek için yeni bir strateji geliştirerek Kafkasya ve Yakındoğu bölgesindeki
Ermenilerin bütünleşmesinin tehlikeli olacağını ve Rusya’nın başına bir problem
çıkarabileceğini ileri sürerek Kafkasya’daki ihtilalci Ermenilerle Kilikya’daki
Ermenileri birbirinden uzak tutmak gerektiğini Rusya’ya empoze etmeye çalışmıştır.
Kilikya ve Suriye yöresindeki Ermenilerin Fransa’nın kontrolünde bulunmasının daha
11
12
13
bilinen metin kabul edilmiştir. Bu antlaşmaya göre Orta Doğu beş bölgeye ayrılıyordu. İngiltere ile
Fransa arasında Orta Doğu’nun paylaşım süreci devam ederken Rusya ile Mart 1916’da Petrograd
Protokolü imzalanmıştır. Bu antlaşma 1915 Londra Antlaşması’nı tamamlayan bir protokoldür. I.
Dünya Savaşı sürerken Rusya, Osmanlı Devleti’nden alacağı payı az bulmuş ve Doğu Anadolu’dan da
toprak istemiştir. Bu istek üzerine ve Rusya’nın Sykes-Picot Antlaşması’na ses çıkarmaması
karşılığında İngiltere ve Fransa, Boğazlar bölgesine ek olarak Trabzon’a kadar Doğu Karadeniz
kıyıları ile Erzurum, Van ve Bitlis illerini de Rusya’ya bırakmışlardır. Rusya’nın İngiltere ile Fransa
arasında Ortadoğu’nun paylaşımına göz yumma karşılığında elde ettiği yeni kazanımları ifade eden
Petrograd Protokolü, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’nın savaştan çekilmesinin ardından
gizliliğini kaybederek SSCB devlet başkanı Lenin tarafından dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Bkz.
Haluk Ulman, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, Ankara 1973, s. 231; Osman Olcay, Sevres
Antlaşmasına Doğru, Ankara 1981, s. LVII-LXIII (Söz konusu mektubun metinleri). Saint Jean de
Maurienne Antlaşması: Sykes-Picot Antlaşması'nın gizliliğinden haberdar olan İtalya, İngiltere’ye
gizli antlaşmaların içeriğinin açıklanmasını istedi. İngilizler de İtalyanlara her şeyi öğrenmenin
yolunun Almanya'ya savaş ilan etmekten geçtiğini söylediler. İtalya buna önce itiraz etse de savaşa
girmiş 20 Mayıs 1915'te Avusturya-Macaristan'a; 1915 Ağustos'unda da Almanya ve Osmanlı
Devleti'ne savaş ilan etmiştir. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya başbakanları İtalya'nın
isteklerini görüşmek amacıyla Saint Jean de Maurienne'de toplanarak 19 Nisan 1917’de bir
anlaşmaya varmışlardır. Bkz. E. E. Adamof, Sovyet Devleti'nin Gizli Arşiv Belgelerine Göre
Anadolu'nun Taksimi, çev. Hüseyin Rahmi, İstanbul 1926, s. 294; Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve
Türk Devrimi, Ankara 1991, s. 15-19; Armaoğlu, age, s. 431.
Rıfkı Salim Burçak, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri, İstanbul 1946, s. 46.
Ömer Kürkçüoğlu, Arap Bağımsızlık Hareketi, Ankara 1982, s. 101.
Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Cilt III, III. Kısım, Ankara 1955, s. 72-79
180
Adnan GÜL
olumlu olacağı düşüncesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü İngiltere’ye göre Sivas,
Diyarbakır, Urfa, Adana ve Mersin Ermenileri şimdiye kadar komitacılarla pek işbirliği
yapmamışlar, onların tahriklerine kapılmamışlardır. Yine İngiltere’ye göre bu bölgedeki
Ermeniler, Kafkasya ve Erzurum tarafındaki Ermenilerle temaslarının kesilmesine de
memnun kalacaklardır.14 Urfa, Antep, Maraş ve havalisi Sykes-Picot Antlaşması’na göre
Fransız nüfuz bölgesi olarak kabul edilmesine rağmen İngiltere, I. Dünya Savaşı
sonunda bu Antlaşmaya uymak istemeyerek Fransa’ya vaat edilen Urfa, Antep ve
Maraş’ı işgal edecektir. Ancak Ekim 1919’da İngilizler Fransızlarla imzalayacakları
Suriye İtilafnamesi ile Urfa, Antep ve Maraş’ı Fransızlara bırakmışlar, Fransızlar da
buna karşılık Musul üzerindeki haklarından vazgeçmişlerdir.15
I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti İngiltere, Fransa
ve İtalya’ya savaş sırasında imzaladıkları gizli Antlaşmaları hayata geçirme imkânı
sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Ateşkes
Antlaşması bu icra planının resmî boyutunu teşkil etmektedir.
Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümlerinin Uygulanması ve İşgaller
Mondros Mütarekesi, getirmiş olduğu ağır şartlarla Türk milletinin kaderini
etkilemiş ve işgallere dayanak teşkil eden maddeleriyle de Anadolu’nun istilasına ortam
hazırlayan bir mütareke olmuştur. Mütarekenin sık sık ihlalinden şikâyet edilen
maddelerinden özellikle 7. madde istismara çok açık olup belirsizlik taşıyordu. Söz
konusu 7.madde: “Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek durum zuhurunda herhangi
bir stratejik noktayı işgal hakkını haiz olacaktır”16 ibaresine dayanıyordu. İtilaf
Devletleri’nin işgallerde iddia ettikleri temel gerekçe özellikle bu maddeye dayansa da
gerçek neden aslında müttefiklerin güvenliğinin tehdit edilmesi değil; menfaatlerine
ulaşamama endişesi idi. Kısaca tamamen müttefiklerin üstünlüğünü sağlayan
mütarekenin imzalanmasının hemen ardından İtilaf Devletleri, Türk topraklarını işgale
başladılar. Önce güneyden harekete geçen İngiltere, petrol bölgesi olan Musul’u işgal
etti. Ardından sırasıyla stratejik konumu olan İskenderun ve Batum17 ile Urfa, Antep,
Maraş işgal edildi.
14
15
16
17
İsmail Özçelik, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Urfa), Ankara 1992, s. 25.
Y. Akbıyık, age, s.61-65.
Mondros Mütarekesi’nin 25 maddesi hakkında geniş bilgi için bkz. E. Semih Yalçın, age, s. 104-109.
İskenderun Körfezi, Ortadoğu’nun Akdeniz’e açılan kapısı; Batum ise Kafkaslardan Asya’ya açılan
stratejik bir yer olma özelliğini gösteriyordu.
181
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Bağımsızlık Mücadelesinde Güney Cephesi
Güney Anadolu’da yabancı işgaline karşı ilk silahlı mücadele Hatay’ın Dörtyol
ilçesinde Fransızlara ilk kurşunun atıldığı 19 Aralık 1918’de başlamıştır.18 Kara Hasan
Müfrezesi adıyla ilk Kuva-yı Millîye teşkilatı da 1919 yılı başlarında yine burada
kurulmuştur. Fakat bütün Güney Cephesi’nde yaygın olarak Kuva-yı Millîye’nin
kurulması Sivas Kongresi’nden sonra mümkün olabilmiştir. Fransızların Adana, Antep,
Urfa ve Maraş bölgelerini işgal etmeleri üzerine her tarafta yerli halkın teşebbüsü ile
millî müfrezeler kurulmaya ve düşman kuvvetlerine baskınlar yapılmaya başlanmıştır.19
Millî Mücadele’nin başlangıcında Urfa ve Maraş halkının bir kurtuluş mücadelesine
girişmeleriyle Antep ve Adana direnişi de başlamış ve bu durum Düzenli Ordu’nun
teşkilinden önce gerçekleşmiş millî direniş hareketleri olarak tarihe geçmiştir. Hiç şüphe
yok ki bu direniş hareketleri Heyet-i Temsiliye ve Kuva-yı Millîye üzerinde önemli
olumlu etkiler doğurmuş ve yurt genelinde Millî Mücadelenin adeta ilk kıvılcımları
olmuştur. İşgallerin ardından başlayan direnişe civar Anadolu kasaba ve şehirleri de
seferber olmuşlar her fırsatta haksız işgalleri protesto ederek bunun sona ermesi için
silahlı mukavemet de dâhil olmak üzere her türlü direnişten kaçınmamışlardır.20 Bu
konuda işgal devletlerine karşı yapılan protesto ve mitingler Anadolu’da birlik ve
beraberliğin ne kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Güney Anadolu’da tam manasıyla ilk teşkilatlı direniş Haleb’in 11 Ekim
1918’de işgal edilmesi üzerine Urfa’da başlamıştır. Urfalılar, Mondros Mütarekesi’nin
imzalanmasından kısa bir süre sonra millî direniş teşkilatlarını kurarak muhtemel bir
işgal hareketine karşı hazırlıklı olmuşlardır.21 Gönüllü Milis Taburu oluşturarak Urfa’da
Kuva-yı Millîyeyi kuran Urfalılar, Şebeke Vakası ve Sarımağara Muharebesi’nde
Ermenilerle takviyeli Fransız kuvvetlerine karşı kesin bir üstünlük sağlamışlardır. Urfa
havalisi şehir ve kasaba merkezlerinden Viranşehir, Mardin, Diyarbakır, Midyat ve
Rasulayn işgaller karşısında tavırlarını açıkça ortaya koyarak işgalleri protesto
18
19
20
21
Türk İstiklal Harbi Güney Cephesi, Cilt IV, Ankara 1966, s. 55; Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş
Tarihi (1838’den 1995’e), İstanbul 1996, s. 5.
Sabahattin Selek, Millî Mücadele, İstanbul 1982, s. 540.
Milli Mücadele döneminde Güney Cephesi’ne özellikle Maraş’a önemli ölçüde maddi yardım
yapıldığını görmekteyiz. Hatta bu konuda M. Kemal Paşa, 10 Şubat 1920 tarihinde yurt çapında
yayınladığı bir genelgede: “İnsaniyetin tüylerini ürpertecek zulümlere maruz kalan Maraşlı
kardeşlerimizin ihtiyaçlarını karşılamak ve imdatlarına yetişen Kuva-i Milliye fertlerinin zaruri
masraflarına sarf edilmek üzere toplanacak yardımların Maraş Müdafaa-i Hukuk Heyet-i Merkeziyesi
emrine ödenmek üzere Ziraat Bankası Elbistan Şubesi’ne gönderilmesi rica olunur” Genelkurmay
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Atatürk Arşivi, Dosya 1336/13-5, fihrist 1-3. 12
Şubat 1920’de düşman işgalinden kurtulmuş olan Maraş’ta 22 gün süren kanlı çarpışmalar sebebiyle
açlık baş göstermişti. Şehrin yanı sıra Maraş Ziraat Bankası’nın da kaynakları tükenme noktasına
gelmişti. Bankaya çeşitli bölgelerden gelecek yardımlara ancak aracı olacaktı. Bu konuda Maraş’a
hangi bölgelerden yardım geldiğine dair geniş bilgi için bkz. Yaşar Akbıyık, “Milli Mücadele
Sırasında Maraş’a Yapılan Yardımlar”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt 7, Sayı: 21.
İ. Özçelik, age, s. 1-4.
182
Adnan GÜL
etmişlerdir. Yüzyıllardan beri Osmanlı olarak yaşadıklarını bildiren Güney Anadolu
ahalisi hiçbir oldubittiyi kabul etmeyeceklerini açıklamışlardır. Bu arada Fransa’ya karşı
pazarlık konusu olarak petrol sahası Musul ile birlikte Kilis, Cerablus, Birecik, Urfa ve
Maraş’ı işgal etmeyi tasarlayan İngiltere,22 Mondros Mütarekesi’ne göre Türk
hâkimiyetine bırakılan Antep’i de stratejik mevkiinden dolayı elinde tutmak istiyordu.
İngilizler bu maksadı temin için Mondros’un 7. maddesi hükmü uyarınca 17 Aralık
1918’de Antep’e girmiştir. İngilizler Antep’e girerken asıl maksatlarını gizleyerek
Antep mutasarrıfı Celal Bey’e geliş gayelerinin Haleb’de fazla asker ve hayvan
bulunduğundan dolayı kış ayını çıkarmak lüzum ve maksadından ibaret olduğunu, bu
hareketlerinin işgal mahiyetinde anlaşılmaması gerektiğini vurgulamışlardır. Ocak 1919
tarihinde İngilizler Antep’e General Mc. Donald’ın emrinde 100 İngiliz süvarisi
takviyesinde bulunmuşlardır.23 1919 yılı Ocak ayı ortalarına kadar İngilizler, Antep’te
asayiş bozucu bir müdahalede bulunmamışlar, bu durum 15 Ocak’ta İngiliz işgal
kuvvetleri komutanı General Mc. Andrew’in Antep’e gelişine kadar devam etmiştir.
İngiliz General, şehrin ileri gelenlerini bir araya toplayarak asayişi bozanların hadlerinin
bildirileceği uyarısında bulunması Antep halkı tarafından bir nasihatten öte tehdit
mahiyetinde anlaşıldı. Antep’te durum birden değişti. İngilizler resmî ve gayri resmî
haberleşmeye el koydular.24 Böylece Antep, 15 Ocak 1919 tarihinde İngilizler
tarafından resmen işgal edilmiş oldu. 1915’te Tehcir Yasası’yla zorunlu göçe tâbi
tutulan Ermeniler, İngiliz işgali ile birlikte şehre dönmeye başladılar. 25 İngiliz müfreze
komutanı bizzat Ermenilerin iskânıyla meşgul idi. Antep’te Ermeni-İngiliz ittifakı
Müslüman Türkler üzerinde her geçen gün ağırlaşarak devam ediyordu. İşgalin
başlangıcından itibaren yapılan bütün muamelelere karşı protestolar ve müdafaalar
yazılmış, İstanbul Hükümeti olaylardan haberdar edilmesine rağmen bir cevap
alınamamıştır. 8 Mart 1919’da İngilizlerin Antep’te sıkıyönetim ilan ederek Türk
kesiminden silahlarını teslim etmesini isterken Ermenilerden böyle bir talepte
bulunmamaları oldukça düşündürücüdür. M. Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinden
sonra 8 Ağustos 1919’da işgallere karşı Türk bağımsızlığını sağlamak için millî
kuvvetlerin kurulması ve milletin kendi iradesine hâkim olması gerektiği bütün millete
bildirilmiştir.26 Bu direktifler, bütün kolordu ve tümen komutanlıklarına, vilayetlere,
sancaklara ve müdafaa-i hukuk teşkilatlarına ulaştırılmış ve memleket ileri gelenlerine
duyurulmuştur.
22
23
24
25
26
Tevfik Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi, Cilt I, Ankara 1962, s. 77; bkz. Ayhan Öztürk, Milli
Mücadelede Gaziantep, Kayseri 1994, s. 26.
Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1973, s.12)
Utkan Kocatürk, age, s. 13-14.
İ. Özçelik age, s. 29.
Türk İstiklal Harbi, s. 63.
183
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Güney Cephesi’nin Bölgelere Ayrılması ve Millî Teşkilatlanma
Güney bölgesinde gerek işgalleri, gerekse ulaşılmak istenen Ermeni gayelerini
engellemek ve çoğunluğu teşkil eden Türk halkının haklarını korumak için millî
kuvvetler 2.,12. ve 13. Kolordulara bağlanmıştır. Buna göre Güney bölgesi şu şekilde
bölünmüştür: Birinci Bölge: Develi-Niğde-Ulukışla-Lamas Çayı hattı ve BahçecikKozan-Osmaniye-İskenderun hattı arasındaki bölge 20. Kolordu ile müdafaa-i hukuk
cemiyetlerinin idaresine verildi. İkinci Bölge: Adıyaman-Samsat-Bilecik (hariç) AntepKilis (dâhil) hattı arasındaki bölge 3. Kolordu ile bölge içindeki müdafaa-i hukuk
cemiyetinin idaresine verildi. Üçüncü Bölge: İkinci Bölgenin doğusundan İran sınırına
kadar uzayan kısım olup burası 13. Kolordu ile bölgedeki müdafaa-i hukuk cemiyetinin
idaresine verildi.27 Kolorduların mevcutları çok az ve bunlara bağlı tümenler de bölgeye
çok uzak idiler. Esasen İstanbul Hükümeti tarafından kıtaların İtilaf kuvvetlerine karşı
koymamaları emredilmiş olduğundan, bu kolorduların kendi bölgeleri içinde
yapacakları işler, millî kuvvetleri takviye ve yardım etmekten ileri gitmiyordu. Bu konu
ile ilgili olarak Mazhar Müfit Kansu, İstanbul Hükümeti’nin Kuva-i Millîye’nin
hükümet işlerine karışmaması ve ikinci bir hükümet şeklinde görülmemesi gerektiği
konusundaki tebligatından bahseder.28 Bundan dolayıdır ki söz konusu millî teşkilatların
çok gizli tutulmasının yanı sıra teşkilatın muhafaza ve emniyeti bakımından müfrezeler
teşkil edilmesi gerek görülmüştür. Ayrıca Heyet-i Temsiliye tarafından, halkta işgallere
karşı bozgun psikolojisi oluşturmamak için özellikle Maraş ve Antep bölgelerine şu
direktifler verilmiştir:
-Göç yasaktır.
-Arazi ve emlak ancak Türklere satılacaktır.
-Halk arasındaki uhuvvet ve tesanüd güçlendirilecektir.
-Türk olmayan unsurlardan alış-veriş yapılmayacaktır.
-Jandarma, polis, orman, köy ve çarşı bekçileri ve her türlü emniyet işlerinde
Türkler görevlendirilecektir.
-Her türlü güvenlik sağlanmalıdır.
-Millî kurulların idaresi kesinlikle ordudan subay ve astsubayların, özellikle
başkanlıkta hizmete lâyık tecrübeli vatanseverlerin eline verilmeli ve bu maksatlarla
kolordu bölgelerinden seçilerek gönderilmelidir.”29 Bu direktifler doğrultusunda Güney
Cephesi’nde Antep, Urfa, Maraş ve Adana’da çeşitli millî teşekküller vücuda
getirilmiştir. Bu kuruluşların amacı İngiliz işgali sırasında İstanbul ile alâkası kesilmiş
olan Güney Anadolu’da idarî mekanizmayı elde tutmak ve halkın ihtiyaçlarını
karşılayarak onları birlik ve bütünlüğünü korumaktır. Güney Cephesi’ndeki önemli
27
28
29
Türk İstiklal Harbi, s. 65.
Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, Ankara 1988, s. 536.
Türk İstiklal Harbi, s. 66.
184
Adnan GÜL
millî teşekküllerden biri de Cemiyet-i İslamiye’dir. Bu cemiyet 1895 yılında Türkler
tarafından kurulmuştur. İlk adı Maarif-i Mahalliye Cemiyeti’dir.30 Cemiyet silahlı bir
teşekkül olmadığından müdafaa-i hukuk cemiyeti için işgal kuvvetlerine karşı bir maske
vazifesi görmüştür. Halkı fikren savaşa hazırlayan cemiyet, şehir içi savaşın
başlamasıyla Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dönüşmüştür.31 23 Ekim 1919’da Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Antep şubesi kurulmuştur. Bu arada Güney
Anadolu’da işgal altındaki bir başka yöre olan Urfa’da ise temeli önceden atılmış millî
teşkilatlanmanın sürdüğünü görmekteyiz. Millî çalışmalar Jandarma Tabur Komutanı
Binbaşı Ali Rıza Bey’in liderliğinde hız kazanmıştır.32 Ali Rıza Bey, muhtemel
çatışmaların şehre de yönelebileceğini, bu yüzden teşkilatlanmanın yararlı olacağını,
ayrıca daha önceden kurulup dağılmış olan Urfa Millî Alayı’nın silahlarından
faydalanılabileceğini belirtmiştir. Ali Rıza Bey’in yanı sıra sancak idare meclis üyesi
Hacı Kâmil zade ve Hacı Mustafa Efendi’nin liderliğinde 12 kişiden oluşan Urfa
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 4-5 Eylül 1919’da Urfa’da kurulmuştur.33 Böylece Temsil
Heyeti’nin kurulması ve başına M. Kemal Paşa’nın geçmesiyle işgallere karşı
teşkilatlanma yönünde sunulan tebligatlar Anadolu halkı tarafından kabul görerek her
tarafta müdafaa-i hukuk cemiyeti şubelerinin açılması sağlanmıştır. Millî teşkilatlanma
halkın işgal güçlerine karşı direnişini sistemli hale getirmesinin yanı sıra, maddî ve
manevî destekle basit milis güçlerinden ülke çapında bir düzenli bir ordunun
kurulmasını da sağlamıştır. Bu durum Türk milletinin tarihten getirdiği teşkilatçı ve
devlet kurucu tecrübesi ile yakından ilgilidir. Yıkılmış bir devletin enkazı üzerine yeni
bir devletin kurulması Türk milletinin bu özelliğini teyit etmektedir.
Anadolu’nun Güneyinde İngiliz Çıkarları
İngiltere için stratejik bakımdan en önemli noktalardan biri de Hindistan yolu
üzerinde bulunan Irak idi. Dicle ve Fırat Nehri üzerindeki ulaşım bütünü ile İngilizlerin
tekelinde bulunuyordu. Aden Körfezi’nin İngilizlerce zaptından sonra Güney
Anadolu’nun elde edilmesi İngiltere’ye göre sadece Rusya’ya karşı bir mücadele
ihtimali için değil; aynı zamanda Süveyş Kanalı ve Mısır’ın savunmasında da bir
hareket üssü olarak gerekliydi.34 I. Dünya Savaşı, İngiltere’ye bu yolu ele
geçirebilmesine ortam hazırlamıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde 1878’de Kıbrıs’ı ele
geçiren İngiltere, bu konuda önemli bir mesafe kat etmişti. Mayıs 1916 Sykes-Picot
Antlaşması ise İngiltere’ye istediği fırsatı vermiş, Bağdat’tan Basra’ya kadar Güney
30
31
32
33
34
Sahir Uzel, Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952, s. 8; A. Öztürk, age, s. 39.
Ali Nadi Ünler, Gaziantep Savunması, İstanbul 1969, s. 22.
Kerim Fırat, Urfa Savaşından Yapraklar, Ankara 1940, s. 14; bkz. İ. Özçelik age, s. 144.
Müslim Akalın, Millî Mücadelede Urfa, Urfa 1985, s. 10
E. E. Adamof, age, s. 35.
185
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Mezopotamya’yı, Akdeniz kıyısındaki Hayfa ve Akka’yı kendi nüfuz sahasına
katmıştır.35 Sykes-Picot Antlaşması’nda Antep, Maraş, Urfa ve Musul’un Fransızlara
vaat edilmesine rağmen bu bölgeleri İngiltere’nin işgal etmesi aslında Musul’u pazarlık
konusu yapmak içindir.36 Fransızlar da Antep, Maraş ve Urfa bölgelerine karşılık
Musul’u İngilizlere verdiklerini açıklamışlardır.37 İngilizlerin Maraş ve civar bölgelerini
işgal sebeplerinden biri de bölgenin coğrafi yapısıdır. Güney ve G. Doğu Bölgesi’nin
kuzey kesimleri özellikle Maraş bölgesi dağlık olduğundan serbest harekete imkân
vermemektedir. Bu bölgede güneyden gelecek saldırılara karşı savunma oldukça
kolaydır. Buna karşılık Antep ve Halep civarı savunmaya elverişli olmadığından Maraş
bölgesinden gelecek bir hareketi durdurmak oldukça zordur.38 Bu jeopolitik konumdan
dolayı Suriye’deki kuvvetlerini güvenlik altında tutmak isteyen İngilizler,
İskenderun’dan sonra Antep, Urfa ve Maraş’ı da işgal etmişlerdir. İngilizler Maraş ve
çevresini işgale geçerli bir sebep bulamadıklarından Mondros Mütarekesi’nin
7.maddesini ileri sürmüşlerdir.39 Mütarekenin 16.maddesinde yer alan Suriye ve Irak
sınırlarının yanı sıra 12.maddede yer alan kontrol kelimesinin de manasına açıklık
getirmemişlerdir.40 Aynen daha önce bahsedilen Kilikya denilen bölgenin sınırlarının
muğlâk bırakıldığı gibi.
Mondros Mütarekesi’nin antlaşma metninin tümü âdeta Türk toplumu aleyhinde
uygulamalara fırsat vermek amacıyla hazırlanmış gibidir. Bu hususu İngiliz arşiv
belgeleri doğrulamaktadır. O sırada İngiliz İstihbarat Servisi’nde çalışan A. J. Toynbee,
3 Ekim 1918’de hazırladığı “Türkiye ile Mütareke ve Geçici Teklifler” başlıklı bir
hatırlatmada41 Türk toplumunu tahrik etmemek için İstanbul’un ve Anadolu’nun
işgalinden kaçınılması gerektiği vurgulanmıştır. Bir başka İngiliz hariciye yetkilisinin
bu belge üzerine şu notu düştüğünü görüyoruz: “Çanakkale ve Boğazlardaki stratejik
noktalar gibi belirsiz kelimeler kullanılmalı, gerekirse İstanbul’un sözünü etmekten
35
36
37
38
39
40
41
Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu'nun Paylaşılması, Ankara 1976, s. 13.
İngiliz Savaş Kabinesi, petrol bölgelerinin işgalinin tamamlanmasından devamlı endişe duymuştur.
Hatta bu konuda Türklerin elinde bulunan Musul petrol yataklarının bir an önce işgali için hükümet,
General Marshall’a şu emri verdiği kayıtlara düşmüştür: “Petrol bulunan bölgeleri mümkün olan en
kısa süre içinde derhal işgal edin.” Hopkirk Peter, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, çev.
Mehmet Harmancı, İstanbul 1994, s. 466; Osman Özsoy, Saltanat’tan Cumhuriyet’e Kurtuluş Savaşı
(1918-1923), İstanbul 2007, s. 44.
Y. Akbıyık, age, s. 9.
Türk İstiklal Harbi Güney Cephesi, Cilt IV, Ankara 1966, s. 37-38.
Y. Akbıyık age, s. 9.
Mondros Mütarekesi 12. madde: “Hükümet muhabereleri müstesna olmak üzere telsiz, telgraf ve
kabloların İtilaf memurları tarafından murakabesi” 16. madde: ”Hicâz, Asir ve Yemen’de Suriye ve
Irak’ta bulunan birlikler en yakın İtilaf komutanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin
muhafazası için lüzümlu olandan maadası 5. maddedeki şartlara geri çekileceklerdir”. E. Semih
Yalçın, age, s. 106-107.
Bkz. Selahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Ankara 1973 s. 15; bkz. Y. Akbıyık, age,
s. 15.
186
Adnan GÜL
kaçınmalıdır.” 42 Bu uyarıları kulak ardı etmeyen İngiltere, stratejisini çok iyi
uygulamış ve Mondros Mütarekesi’ne net olmayan muğlâk kavramları koydurarak
işgallere zemin hazırlamıştır. İşte Maraş’ın İngilizler tarafından işgalinde de bu durum
Türkiye aleyhine kullanılmıştır. Böylece İngiltere bu işgallerle Çanakkale ve Kut’ül
Amare’de yenildiği Osmanlı Devleti’nden âdeta prestijini kurtarma çabasındadır.43
Buna bir çeşit cezalandırma da denebilir ki bu cezalandırmanın bir yönünü de Maraş
oluşturmuştur.
Maraş’ın İngilizlerce İşgali
İngilizlerin Suriye cephesinde Mondros Mütarekesi’ne aykırı ilk istek ve
davranışı İskenderun’dan başlamıştı. İngilizler, İskenderun’u işgal gerekçesi olarak
Haleb civarındaki ordularına erzak yolu olduğunu ileri sürmüşlerse de asıl amaçları
bölgeyi ele geçirmekti. Çünkü İskenderun, İngiltere’nin Yakındoğu politikasında
stratejik önemi inkâr edilemez bir yer idi. Nitekim 9 Kasım 1918’de İskenderun’u 15
kişilik bir kuvvetle tehdit kullanarak işgal eden İngilizler, bununla da yetinmeyerek
mütarekeye aykırı olarak Adana vilayetinin de boşaltılmasını 2. ordudan istemişlerdir.
2. Ordu da 15 Aralık 1918’de lağvedilmiştir. Bölgenin boşaltılması ile Fransızlar da
işgale katılmış, çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir kuvvetle 11 Aralık 1918’de
Dörtyol’a, 17 Aralık 1918’de Mersin’e çıkarma yapmışlar. Ardından Mısır’daki İngiliz
İşgal Kuvvetleri Komutanı General Allenby’nin emri ile Adana da işgal edilmiştir. 1918
Aralık ayında Halep’ten Kilis’e gelen İngiliz kuvvetleri 17 Aralık 1918’de Antep’i, 3
Ocak’ta da Caraplus’u işgal etmişlerdir.44 Antep’in işgal edilmesi üzerine sıranın
Maraş’a geldiği anlaşılıyordu. İşgalden önce Maraş’ta bulunan askeri malzeme
Kayseri’ye nakledilmiş, şehirde Teğmen Cemal bir kıt’a asker ile kalmıştır.45 Türk
askerinin bölgeyi terk etmesinden sonra İngilizler Mondros’un 7.maddesini ileri sürerek
22 Şubat 1919’da Maraş’ı işgal ettiler.46 Daha şehre girmeden Maraş halkı kesin tavrını
almış, işgale engel olmak maksadıyla Aksu Köprüsü’nü yıkmışlardır. Nehrin üzerine
dar bir köprü kurarak yürüyüşlerine devam eden İngilizleri47 şehirdeki Ermeniler sevinç
içinde karşılamışlardır. Taşkınlıkları son haddini bulmuş olan Ermeniler, “Yaşasın
İngilizler, Yaşasın Ermeniler, Kahrolsun Türkler” diye haykırmışlardır. Maraş’ı işgal
eden İngiliz kuvvetleri bir Hind Süvari Alayı’ndan ibaret olup başlarında Max Andrio
adlı bir komutan bulunuyordu. Maraş Mutasarrıflığı’nın verdiği bilgilerde İngiliz işgal
42
43
44
45
46
47
Bkz. Y. Hikmet Bayur, Yeni Türk Devletinin Harici Siyaseti, İstanbul 1935, s. 25.
Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1976, s. 103.
A. Öztürk, age, s. 26-27; Y. Akbıyık Antep'in işgalini 10 Ocak 1918 olarak vermektedir
Yalçın Özalp, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Ankara 1984, s. 26.
Gothart Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara 1970, s. 18.
Adil Bağdatlılar, Uzunoluk Dergisi, Kahramanmaraş 1974, s. 25.
187
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
kuvveti 600 kişiden oluşuyordu. Bunların 360’ı süvari, geri kalanı da piyade idi.48 Çoğu
Müslüman olan Süvariler, halkla hemen kaynaştılar. Aralarında öyle ilişkiler kuruldu ki;
bu Müslüman İngiliz askerleri Maraş halkına gizlice silah ve cephane dahi
dağıtıyorlardı.49 İngilizlerin Maraş’ı işgali tepkisiz kalmamıştır. Nitekim daha
İngilizlerin şehre girişlerinin ilk günü Maraş Mutasarrıfı Ata Bey, işgali kabul
etmeyeceklerini, kendilerini barış Antlaşması imzalanıncaya kadar misafir olarak
gördüklerini bildirmiştir. Maraş ileri gelenleri de idareye müdahale edilmemesini,
haklarına dokunulmamasını, işgal komutanın yaptığı toplantıda dile getirmişlerdir.50
Halkın karalılığını gören İngiliz kuvvetleri işgal döneminin olaysız geçmesine azami
derecede dikkat etmişlerdir. Bu durum İngilizlerin Maraş’ı daimi olarak elde tutma
düşüncesinde olmaması ile açıklanabileceği gibi işgalci İngiliz askerlerin çoğunun
Müslüman olmasıyla da ilgilidir. Hatta İngiliz işgal kuvvetlerinden olmasına rağmen
kaçıp, Maraş’ta kalmış olan İskender ve İnayet Çavuş, Maraş mücadelesinde büyük
yararlılıklar göstermişlerdir. Bunların çocukları bugün hâlâ Maraş’ta yaşamaktadır.
1915 Tehcir Yasası ile göçe tâbi tutularak sürgüne gönderilen Ermenilerden yaklaşık
1500 kadarı İngilizlerin Maraş’ı işgali üzerine şehre dönmüştür. İngilizlerden maddî ve
manevî güç alan Ermeniler, eyleme geçerek Türklere karşı çeşitli yalan ve iftiralara
başlamışlardır. Ermenilerin karışıklık çıkarmak üzere Maraş’a dönmeleri Fransız işgali
sırasında daha da yoğunlaşarak hızlanmıştır.51 İngiliz işgal kuvvetlerinin siyasi memuru
Mısırlı Yüzbaşı Hasan Rufaî, Ermenilerin tahriklerine kapılmamış, şikâyetleri
kendilerine değil; Osmanlı adlî mercilerine yapmaları gerektiğini belirtmiştir.52 İşte bu
gibi sebeplerle İngiliz işgal dönemi fazla sıkıntılı geçmemiş, Ermenilerin amaç ve
teşebbüsleri bu dönemde sonuçsuz kalmıştır. İngilizlerin Maraş’ı işgali 15 Eylül
1919’da imzaladıkları Suriye İtilafnamesi gereği 1 Kasım 1919’da sona ermiş ve Maraş
Fransızlara bırakılmıştır.53
48
49
50
51
52
53
Y. Akbıyık, age, s. 15.
Y. Özalp, M. Kemâl ve Millî Mücadelenin İlk Zaferi adlı eserinde (s. 26) bu silah dağıtma olayının
aslında ingilizlerin bir oyunu olduğundan şüphelenmekte; fakat buna bir gerekçe ileri sürmemektedir.
Abdurrahman Siler, “Kahramanmaraş'ın İşgaline Karşı Kahramanmaraş Halkının Tepkileri”,
Kahramanmaraş’ın Kurtuluşunun 75. Yıldönümü Münasebetiyle Kurtuluş Konferansları,
Kahramanmaraş 1995, s. 55-56.
Fransız kaynaklarına göre 120 bin civarında Ermeni’nin Anadolu'nun Güney vilayetlerine
yerleştirildiği iddia edilmektedir. Bkz. Y. Akbıyık, age, s. 16.
Y. Akbıyık, age, s. 47-48.
Maraş'taki İngiliz işgal dönemini kısaca şu şekilde değerlendirebiliriz: İngilizler 22 Şubat 1919'da
Maraş'ı işgal edene kadar Maraş vilayeti hemen hemen 6-7 asırdan beri düşman ayağı basmamış Türk
vilayetlerinden biri idi. Bu sebeple işgal, Maraş halkı üzerinde şok etkisi yapmıştır. İngilizler, Türk
milletini çok iyi tanıyor ve bir işgale boyun eğmeyeceklerini biliyorlardı. Zaten kendileri de Maraş'ı
geçici olarak işgal etmişlerdi. İşgaldeki asıl amaçları; bölgeyi Fransızlara karşı bir koz olarak
kullanmaktı. Bu gaye ile hareket eden İngilizler, Maraş'ta mahalli hükümete bir müdahalede
bulunmamışlardır. Tabii ki bunda Maraş halkının ve Mutasarrıf Ata Bey'in kararlılığının büyük rolü
olmuştur. Ermenilerin Türkler üzerinde oynamak istedikleri oyunlara alet olmayan İngilizlerin bu
188
Adnan GÜL
Suriye İtilafnamesi ve İngilizlerin Maraş’ı Fransızlara Terk Etmesi
Ekim 1916’da İtilaf Devletleri’nin kendi aralarında gizli olarak imzalanan SykesPicot Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet sahası içinde bulunan Basra
Körfezi’nden Musul’a kadar olan bölge İngiliz nüfuz sahası olarak kabul edilirken
Adana, Mersin, Antep, Urfa, Maraş, Musul ve Suriye bölgesi de Fransız nüfuz sahası
olarak tanınmıştır. İngilizler, kendi nüfuz sahası ile Rusya arasında bir tampon bölge
oluşturmak gayesiyle bu bölgenin Fransa’ya verilmesini kabul etmiştir. Savaş
sırasındaki şartların savaş sonrasında değişmesi üzerine bütün yükün kendisi tarafından
çekildiği gerekçesi ile İngilizler, Sykes-Picot’ta Fransa’ya kaptırdığı Musul’u geri
almak istiyordu. Hatta İngiltere, Mondros görüşmelerinde bu konuda Fransa’yı taraf
dahi yapmadı.54 İngiltere’nin savaş sırasında Anadolu’nun güneyinde kurmayı
düşündüğü tampon bölge fikri, savaş sonrasında biraz daha kuzeye doğru çekilerek bir
Uydu Kürt Devleti fikrine dönüşmüştür. Bu bölge, Doğu ve Güney Doğu Anadolu
Bölgelerini kapsayacaktı. İngilizler, bu amacını gerçekleştirebilmek için bölgede
bölücülük faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu durum konumuz dışında olduğundan
üzerinde durmayacağız. İngiltere, Güney Anadolu’dan çekilmeyi Musul ve Filistin
üzerinde nüfuz sahibi olma şartına bağlıyordu. Fransa’nın söz konusu bölgelerde işgal
için yeterli miktarda kuvveti olmadığını bilen İngiltere, Fransızları Suriye, Kilis ve
Toros geçitlerindeki askerlerini geri çekmekle tehdit etti. Fransa bu durumda Suriye
bölgesinin Arapların tehdidi altına girebileceğini biliyordu. İngiltere açıkça tehdit ile
Fransa’yı Musul ve Filistin için kabule zorluyordu.55 Sonunda bir mukavele imzalandı.
Tarihte Suriye İtilafnamesi56 olarak da geçen bu Antlaşmaya göre İngilizler emellerine
ulaşmışlardır. Musul’u elde eden İngilizler aynı zamanda Filistin’in de kendi nüfuz
sahası olarak tanınmasını sağlamıştır. İngiltere’nin bu Antlaşma ile elde ettiği Musul,
Türkiye, İran ve Kafkasya arasındaki ulaşım yollarının merkezi olmakla birlikte ayrıca
Türkiye’yi İran’dan ayıran bir bölge idi. İngiltere, böylece doğuda Hindistan ve
Afganistan, batıda İran’ı nüfuzu altına almış oluyordu. Dolayısıyla bu durumda gerek
Türkiye’ye gerekse İran’a etki edebilir, Hazar Gölü’ne kadar ilerleyebilir ve
Ortadoğu’yu kontrol edebilirdi.
54
55
56
tutumu Ermeniler üzerinde caydırıcı bir etki yapmıştır. Ayrıca bunda İngiliz işgal kuvvetleri içinde
azımsanmayacak derecede çok olan Hintli Müslüman askerlerinin halkla uzlaşmacı politika
yürütmelerinin de etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Kısaca İngilizler 8 aylık işgalleri sonucunda 15
Eylül 1919'da Maraş'ı terk edip giderlerken herhangi bir vukuata sebep olmadıkları gibi olmasına da
engel olarak yerlerini Fransız işgal kuvvetlerine bırakmışlardır.
Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı'nda ve Lozan'da İngiltere ve Fransa İle İlişkiler, İstanbul 1978, s. 58.
Y. Akbıyık, age, s. 50-51.
Gothart Jaschke, Türk Kurtuluş Savışı Kronolojisi, Cilt I, Ankara 1970, s. 64.
189
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
Görüldüğü üzere İşgal devletleri her fırsatı kendi lehlerine çevirerek kârlı
çıkmanın yollarını arıyorlardı. Bu konuda ağırlığını hissettiren devlet İngiltere idi.
İngilizler kendi işgalleri altında bulunan Urfa, Antep ve Maraş sancaklarını Fransızlara
terk ederken aslında devamlı olarak kaynayan bir bölgenin sorumluluğunu da Fransa’ya
bırakmış oldular. Ayrıca bölgeden askerlerini çekmekle kuvvetlerinin büyük bir
kısmının serbest kalmasını sağladılar.57 En önemlisi de Türklerle mücadelenin
zorluğunu bildiklerinden Fransızları bu bölgede meşgul ederek dikkatlerinin Arap
bölgelerinden uzak durmasını sağladılar.58 Böylece yüzyıllarca Türk idaresinde kalmış
olan yerler Türk milletinin inisiyatifi dışında İngiltere ve Fransa arasında pazarlık
konusu oluyor ve devir teslim ile el değiştirmiş oluyordu.59
Suriye İtilafnamesi’ne Karşı Tepkiler
Fransızlarla İngilizler arasında Suriye ve Güney Anadolu’nun devir teslimi
konusunda görüşmeler sürerken Türk toplumu da işgallere karşı koymak amacıyla
yurdun her tarafında millî cemiyetler kurmaya çalışıyordu. Bir taraftan cemiyetler
kurulurken diğer taraftan da kongrelerle vatanın ve milletin geleceği hakkında kararlar
alınıyordu. Sivas Kongresi’nin açılış günü bir konuşma yapan M. Kemal Paşa,
Mondros’a işaret ederek İtilaf Devletleri ile yapılan mütarekede adil bir sulh beklendiği
sırada, Türk vatanı ve milleti aleyhine kararlar alındığını ifade ediyor ve aynı zamanda
Adana, Antep ve Maraş dolaylarının da işgal edildiğini belirterek bunun üzerine yurdun
her tarafında millî cemiyetlerin kurulduğunu dile getiriyordu.60 Heyet-i Temsiliye
başkanı M. Kemal Paşa’ya göre İngilizlerin Güney vilayetlerini Fransızlara devretmesi
ve Fransızların da bu bölgeyi işgale kalkışması dikkat çekicidir. Ona göre Doğu
Anadolu’da sözde Büyük Ermenistan’ın kurulmasının imkânsızlığını gören İtilaf
Devletleri, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisinde Diyarbakır’ın da ilhakı ile Küçük
Ermenistan oluşturmaya karar vermişlerdir. Bu sebeple bölge halkı işgale karşı tepkisiz
57
58
59
60
İngilizlerin Suriye İtilafnamesi gereği Güney Anadolu’dan çıkmış olması kendisini çok rahatlatmıştır.
Çünkü yeterli sayıda askerî yoktur. Yaptırım güçleri taktik ve tehdide dayanmaktadır. Maraş’ı,
Antep’i birkaç yüz askerle özellikle İskenderun’u 15 askerle işgal etmesi bunu teyit etmektedir.
İngilizlerin askeri kuvvetinin işgal ettikleri bölgelere yeterli gelmediği konusuna Kâzım Karabekir,
İstiklâl Harbimiz adlı eserinde de değinmiştir. Karabekir: “İngilizlerin toplam kuvveti iki fırka ile bir
alaydır. Fırkanın biri Türkiye’de diğeri Mısır’da. Sudan’da müthiş bir ihtilal var. Türkiye’ye sevk
edilmek üzere General Allenby ile asker sevk edeceklerdi. Asker isyan etti. Bir er gönderemediler.
Afganistan Hindistan’a sarkmakta. İngilizler endişede. İngilizlerin baskılarını nazar-ı dikkate
almayınız. İşgal edecek kuvvetleri yoktur. Baskıları kuru tehdittir.” Kâzım Karabekir, İstiklâl
Harbimiz, İstanbul 1988, s. 110.
İ. Özçelik, age, s. 79.
M. Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt I, Ankara 1973, s. 202.
M. Kemal Atatürk, age, s. 107.
190
Adnan GÜL
kalacak olursa bu durum Fransızların cüretini artıracaktır. İşte bunu engellemek için
bölge halkı teşkilatlandırılır.61
15 Eylül 1919’da Fransa ve İngiltere başbakanları Clemanceau ile Lloyd George
arasında mutabakata varılan Suriye İtilafnamesi’nden sonra İngiltere, Antep, Urfa ve
Maraş’taki askerlerini Musul’a doğru çekmeye başlamış ve halk arasında İngilizlerin
Maraş’ı Fransızlara devredeceği haberleri yayılmaya başlamıştı. Bu durum Maraş’ta
büyük heyecan meydana getirdi. Maraşlılar buna dair haberleri Adana’dan gelenlerden
alıyorlardı İngiliz işgal kuvvetleri siyasi memuru Yüzbaşı Hasan Rufai’nin de bu
söylentileri teyit etmesi Maraş’ta heyecanı bir kat daha artırdı. İnfialin sebebi Fransız
kuvvetleri içinde Ermenilerin de bulunmuş olması idi. Yüzbaşı Hasan Rufai, Maraş ileri
gelenlerine bundan sonra yapılacak işin uygun bir dil ile telgraf yazılarak birer
nüshasının yabancı devlet elçiliklerine ve Osmanlı Hükümeti’ne göndermek olduğunu
bir tavsiye olarak bildirdi. Ayrıca Hasan Rufai, Fransız kuvvetleri içinde Ermeni
fedailerinin de bulunduğunu ve ileride Maraş’ta çıkabilecek olaylardan mesul
olunamayacağının telgrafa ilave edilmesini, söz konusu telgrafın bir nüshasının da
İngiliz İşgal Kuvvetleri Umum Kumandanı General Allenby’e kendisinin göndereceğini
belirtti. Hasan Rufaî bu uyarılardan bir sonuç çıkıp çıkmayacağının da meçhul olduğunu
ileri sürdü.62 Yazılan telgraf, şehrin ileri gelenleri tarafından hazırlanmasının ardından
halka okunması için Ulu Camii’ne getirildi. Daha sonra mevcut cemaat tarafından da
kabul edilerek 16 Ekim 1919’da imzalandı.63 Bu arada Heyet-i Temsiliye de konu ile
yakından ilgileniyordu. M. Kemal Paşa’ya göre Maraş halkı tarafından alınan kararlar
ve tedbirler yerinde idi.64 Aynı zamanda M. Kemal, Ekim 1919’da Fransız Le Temps
Gazetesi muhabirini Türkiye’ye davet etmiş ve muhabirden millî hükümetin niyet ve
maksadını bütün dünyaya duyurmasını isteyerek millî hareketin devam edeceğini ve
hiçbir zaman sarsılmayacağını, bu yüzden Fransız İşgalinin kabulünün mümkün
olmadığını ifade etmiştir.65 Her şeye rağmen Fransızlar kararından vazgeçmemişler, bir
taraftan Fransa’yı Suriye’de tehdit eden Emir Faysal’dan ve Türkiye’den gelecek
tepkiye aldırmadan 30 Ekim 1919’da Maraş’ı işgal etmişlerdir.
Maraş’ın Fransızlarca İşgali
Maraş, Fransız Yüzbaşı Fouquet komutasında 412. Alaydan yarım bölük,
Ermeni Millî Alayı’nın 1. Taburu ve 1 sipahi takımı ile 30 Ekim 1919’da işgal
edilmiştir. İşgal kuvvetlerinin sayısı 400 Ermeni, 1000 Fransız ve 50 Cezayirli
61
62
63
64
65
Bkz. A. Öztürk, age, s. 50.
Y. Akbıyık, age, s. 62-63.
Adil Bağdatlılar, “İstiklal Harbinde Kahramanmaraş”, Uzunoluk, Kahramanmaraş 1974 s. 34; Aylık
Ansiklopedi, Ankara 1946, Cilt II. s. 722.
Bekir Sıtkı Baykal, Heyet-i Temsiliye Kararları, Ankara 1974, s. 25.
Y. Akbıyık, age, s . 64-65.
191
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
süvariden ibaretti.66 Fransızların Maraş’ı işgalini Maraşlı Ermeniler çok büyük
törenlerle ve çılgın gösterilerle karşıladılar. Maraş’ı işgale gelen birliklerin çoğu Fransız
üniforması giyen Ermenilerden oluşuyordu.67 Fransız askerleri Ermeni kadınların
alkışları arasında yollardan geçerken Ermeni erkekleri de ellerinde Fansız ve Ermeni
bayrakları olduğu halde kahrolsun Türk padişahı, kahrolsun Türkler, yaşasın
Fransızlar ve Ermeniler diye bağırıyorlardı.68 Aslında Ermenilerin bu coşku ve
sevinçlerinin sebebi Fransızların kendilerine sözde bağımsızlık verecek olduğuna
inanmış olmaları idi. Öte yandan Fransız askerlerinin çoğunluğunun Ermeni
gönüllülerden oluşması Türklerin hissiyatını fazlası ile rencide etmiştir. Öyle ki Kıptî
Mahallesi’nde oturan Çeribaşı Halil Ağa dahi öfke dolu idi. Ermeniler Fransızları
karşılamak için davul zurna aramışlar bu amaçla şehrin en iyi davulcularından olan
Halil Ağa’ya haber gönderip ne kadar davul zurna varsa para ile tutmak istemişlerdir.
Halil Ağa Kıpti idi. Fakat vatansever olduğundan Ermenilere: “Eğer göndereceğim
davulları altın ile dolduracak olsanız yine de oraya bir tek davul, bir tek zurna
göndermem” diyerek istekleri reddetmiştir.69 Maraş’ın işgali üzerine esarete alışmamış
olan Maraş halkının hiçbir zaman ümitleri kırılmamıştır. Halkın: “Her karış toprağı
Türk kanı ile sulanmış bu vatan parçası kirli düşman çizmesi altında çiğnenemez”.70
sesleri kısa zamanda bütün Maraş’a yayılmıştır.
Maraş halkının tepkilerinin boyutlarını daha iyi kavramak için Millî
Mücadele’nin başkomutanı ve lideri M. Kemal Paşa’nın tutumuna da kısaca değinmek
gerekir. M. Kemal Paşa, Suriye İtilafnamesi’nin uygulamaya konularak Antep, Urfa ve
Maraş’ı Fransızların işgale başlaması üzerine bütün yurt çapında vilayetlere ve Heyet-i
Temsiliye merkezlerine 6 Kasım 1919 tarihli bir genelge göndermiştir. Genelgede
Maraş, Antep ve Urfa’nın Fransızlarca işgal edildiğini İstanbul Hükümeti’nin bu
işgalleri İtilaf Devletleri nezdinde protesto ettiğini, adı geçen bölge ahalisinin de
muazzam mitingler yaparak Osmanlı vatanının ayrılmaz bir parçası olduklarını dünyaya
ilan etmeye başladıklarını bildirmiştir. Ayrıca bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
heyetleri ile belediye başkanları tarafından Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan bu
yerlerin haksız bir şekilde Fransızlar tarafından işgal edildiği telgraflarla İtilaf Devletleri
elçiliklerine, Avrupa ve Amerikan kamuoyuna haksızlığın giderilmesi için kararlı bir
66
67
68
69
70
Sabahattin Selek, Millî Mücadele, İstanbul 1982, s. 533; Y. Akbıyık, age, s. 71.
Fransız ordusundaki asker sayısının yetersizliği Fransızları işbirliği içindeki Ermenilerden takviye
yapmalarına yol açmıştır. Bu konuda M. Kemal Paşa tarafından Maraş ve Antep savunmalarına destek
olması amacıyla görevlendirilen komutanlardan Kılıç Ali, kitaplaştırılan hatıralarında Fransızların
asker yetersizliği sebebiyle Ermenilerden bir alay oluşturduğundan bahseder. Kılıç Ali, Kılıç Ali
Hatıralarını Anlatıyor, İstanbul 1995, s. 25. Ayrıca Bkz. Mete Tuncay, “Siyasal Tarih 1908-1923”,
Türkiye Tarihi (Çağdaş Türkiye 1908-1980), Cilt 4, İstanbul 1989, s. 69.
S. Selek, age, s. 534; Y. Akbıyık, age, s. 72.
Y. Akbıyık, age, s. 72-73.
M. Celaleddin Çoğalan, Her Yönüyle Kahramanmaraş, İstanbul 1982, s. 36.
192
Adnan GÜL
dille bildirilmiştir.71 M. Kemal Paşa’nın bütün illere ve merkez heyetlerine gönderdiği
genelge ile işgalin protesto edilmesini istemesi üzerine Türkiye’nin her tarafında
protesto hareketleri ve mitingler düzenlenmiştir. Bu çerçevede sadece İngiliz yetkili ve
temsilciliklerine Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinden 81 adet protesto telgrafının
ulaştırılmış olması bir fikir verebilir. Maraş’ta ise şehrin ileri gelenleri Fransız işgalini
engellemek için bir telgraf metni hazırlamış ve yetkili makamlara başvurulmuştur. Ulu
Camii’de toplanan esnaf şeyhleri ve eşraf, metnin altına imzalarını koymuşlardır
Telgraflardan biri İtilaf Devletleri temsilciliğine diğerleri de Osmanlı Hükümeti’ne ve
Mısır’da buluna İngiliz İşgal Genel Komutanı Allenby’e ulaştırılmıştır. Tabii ki sonuç
alınamamıştır.72 Maraş Ulu Camii’nde yapılan mitingi de bu protesto telgrafıyla birlikte
zikretmek gerekir. Fakat Maraş ile beraber bölgenin Fransızlar tarafından işgali üzerine
birçok il ve ilçelerde işgaller mitinglerle protesto edilmiştir. Bunları sadece isim olarak
sayacak olursak: Antep, Tokat, Kulp, Erzincan, Çemişkezek, Silvan, Eğin,
Akdağmadeni, Mutki, Arapkir, Diyarbakır, Mardin, Siverek, Nusaybin, Genç, Feke,
Rasulayn, Kastamonu, Palu, Bitlis, Alanya, Adıyaman, Emet, Erzurum, Sürmene,
Viranşehir ve Hakkâri çeşitli mitinglerle protesto edilmiştir.73 Söz konusu işgal
bölgelerinde yapılan protesto ve mitinglerde başlıca şu hususlar dile getirilmiştir:
1- İşgalin Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı olduğu ve işgallere sebep
olarak gösterilen 7. maddenin işgal hakkını doğurmadığı; çünkü bu bölgelerde
herhangi bir olayın meydana gelmediği ve sükûnetin sağlanmış olduğu;
2- İşgalin ABD Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannameye aykırı olduğu, bu
sebeple işgalin sona erdirilip Türklere egemenlik hakkının tanınması;
3- Bölge halkının hem kültürel hem de nüfus bakımından çoğunluğunun Türk
olduğu bu bölgede yedi asırdan beri Türk bayrağının dalgalandığı, dolayısıyla Türk
hâkimiyetinde kaldığı, iktisadi olarak da durumun aynı olduğu, bölgenin hiçbir ilinin
Osmanlı Devleti’nden ayrılmak istemediği;
4- İşgalin Türk-Fransız tarihi yakınlaşmasına uymadığı;
5- Bütün dünyada hürriyet, adalet ve medeniyette liderlik ettiğini iddia eden
Fransa’nın bu son hareketinin milletlerarası hukuk kurallarına aykırı olduğu;
6- İşgal hareketinin Türk hâkimiyetine vurulmuş bir darbe olduğu, Türk
milletinin şimdiye kadar esaret altında yaşamadığı ve yaşayamayacağı; istiklali
uğrunda gerekirse canını bile seve seve feda edeceği;
7- Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da oluşturulmak istenen Kürtçülük
propagandasına bu bölge halkının itibar etmediği ve etmeyeceği, tek vücut olarak
Heyet-i Temsiliye’nin vereceği kararı bekledikleri;
71
72
73
Y. Akbıyık, age, s. 67.
M. Celaledddin Çoğalan, age, s.36.
Y. Akbıyık, age, s. 82-102.
193
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
8- Vatanın düşman işgalinden kurtarılması hususunda önce Allah’a sonra
Heyet-i Temsiliye’ye güvenildiği74 vurgulanmıştır. Bunlara ilaveten uluslar arası
kamuoyuna sesini duyurabilmek amacıyla kadınlar kolu tarafından gerçekleştirilen
çeşitli protesto hareketlerinden de bahsedilebilir.75
Sütçü İmam Olayı
Fransızların Maraş’ı işgal etmelerinin daha ikinci günü 31 Ekim 1919 Cuma
günü işgalci Fransızlar ve Ermeniler, Uzunoluk Hamamı’ndan çıkmış olan Türk
kadınlarına sarkıntılık ederek “Burası artık Türklerin değil; Fransız memleketinde peçe
ile gezilmez” diyerek kadınlara saldırmışlardır. Olaya şahit olan bazı Türkler, derhal
müdahale etmişler; fakat dipçik ve kurşunlarla ağır yaralanmışlardır. Bütün bu olanları
seyreden Uzunoluk Camii imamı Sütçü Hacı İmam, Karadağ tabancasını doğrultarak:
“Durun bre densizler, durun bre köpek soyları, namus günüdür” diyerek ateş etmiş
saldırgan Fransız askerini yere düşürürken ve diğerleri de kaçmıştır.76 Olaydan sonra
Fransızlar ve Ermeniler, Sütçü İmam’ı çok aradılarsa da bulamamışlardır. Bunun
üzerine Ermeniler Türkleri öldüreceklerini, Camilere çan takacaklarını haykırmışlardır.
Ermeniler, 1 Kasım 1919 gecesi intikam amacıyla Sütçü İmam’ın bir yakınını
öldürmüşler böylece Maraş, kurtuluş mücadelesinde ilk kaybını vermiştir.77 Burada
şunu belirtmek gerekir ki Sütçü İmam, işgal kuvvetlerine karşı silah çeken ilk
Maraşlıdır. Onun Türk kadınlarına saldıran Fransız askerlerine müdahalede bulunması
bütün Maraş halkının galeyana gelmesine neden olmuştur.78
Bayrak Olayı
Osmaniye Askeri Valiliği’ne ek olarak Maraş’a da askeri vali olan Fransız
Komutan Andrea, Maraş’a geleli birkaç gün geçmişti ki Maraş ileri gelenlerini
toplantıya çağırdı. Maraşlı Türklerden hiç kimse bu toplantıya iştirak etmedi. Bunun
üzerine toplantı tehir edildi. Bu davetin Türklerce hafife alınmasına tepki gösteren
Ermeniler, Maraş Kalesi’ndeki Türk bayrağını indirmenin yolunu aramaya başladılar.
Eski Osmanlı Ermeni mebuslarından Agop Hırlakyan’ın evinde düzenlenen bir ziyafete
Yüzbaşı Andrea da davet edilmişti. Hırlakyan’ın torunu olan Helena’yı Yüzbaşı Andrea
dansa davet eti. Ancak Helena: “Ne Fransız ne de Ermeni bayrağının bulunmadığı bir
şehirde dans etmeyi sevmem” diye teklifi reddedince Yüzbaşı Andrea, emir vererek
kaledeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Bunun üzerine kaledeki Türk bayrağı
74
75
76
77
78
Y. Akbıyık, age, s. 103-104.
Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara 1991, s. 40-41.
Y. Özalp, age, s. 43.
S. Selek age, s. 535; Y. Akbıyık, age, s. 115-117.
Eşref Edib, “Maraş ve Antep’in Kahramanlıkları”, Sebilürreşad Dergisi, Sayı: 467 (3 Şubat 1967).
194
Adnan GÜL
indirildi.79 Cuma gününe denk gelen ertesi sabah Maraş halkı, kaledeki Türk bayrağını
göremedi. Maraş eşrafından Ali Sezai Bey, Belediye Reisi Bekir Sıtkı Bey ile Maraş
Mutasarrıfı Ata Bey’e giderek durumu sordular. Ata Bey de Yüzbaşı Andrea’nın bunu
istediğini söyledi. Bu arada kalede bayrağın dalgalanmadığını gören
Kısakürekzâdelerden Halil Ağa’nın oğlu Mehmet Ali Bey millî heyecanla bir
beyanname kaleme aldı. İki nüshasını Ulu Camii’ne, birer nüshasını da Çarşıbaşı,
Arasa ve Sarayaltı Camii’ne astırdı.80 Söz konusu beyanname şöyle kaleme alınmıştı:
“Ey Millet-i Necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol. 1300 seneden beri Hz. Allah’ı ve
peygaber-i zişanını hizmet ile razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına
fethettiği bir kalenin burc-u barusundaki alsancağın bu gün Fransızlar tarafından
indirilip yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak birkaç yüz
İslam gayreti hiç mi yok? ...korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen
mütevekkilen Allah’a kendi mevcudiyetini gösterecek olursan değil birkaç Fransız
kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol !” (28 Kasım 1919).81
Olayın dikkat çekici bir yanı da günlerden Cuma olması idi. Ulu Camii’nde halk
cuma namazı öncesinde toplanmaya başlamıştı. Cemaatten bazıları bayrağın
indirilmesinin burada Türk-İslam egemenliğinin kalmadığına bir delil olduğunu
söylüyordu. Halk bu duygularla dolu olarak camiye girmişti. İmam hutbeye
başladığında bayraksız namaz kılınmaz sesleri duyuldu. Ulu Camii İmamı Rıdvan Hoca
da halkın duygularına tercüman olarak hür olmayan bir milletin cuma namazı
kılmasının dinen caiz olmadığını bildirdi. Bunun üzerine cami cemaati minberdeki
Tevhid Sancağı’nı alarak dışarı fırladı ve haydi din kavgasıdır bu sesleri ile halk
galeyana gelmişti. Gittikçe büyüyen kalabalık tekbir sesleriyle kaleye tırmandılar.
Fransızların kapattığı kale kapıları kırıldı. Bir kayda göre Ahmed Onbaşı adlı bir kişi,82
başka bir kayda göre ise Osman Erşan adlı kişi83 kaleye Türk bayrağını tekrar dikti.
Maraş halkı Mutasarrıf Ata Bey’den Türk bayrağının valilik binasına da çekilmesini ve
Fransız askerlerinin hükümet binasını terk etmelerini istedi. Bunun üzerine Fransız
kuvvetleri hükümet binasından çekilince bölgeye yığılan halk da dağıldı. Ertesi gün
Yüzbaşı Andrea, bazı Türklere bayrak olayını hatırlatarak Bir bez parçası için neden bu
kadar gürültü koparıldığını belirterek, top ve tüfek kullanılabileceği tehdidinde bulundu.
Fakat ummadığı tepkiyle karşılaştı. Maraş ileri gelenleri şayet top ve tüfek kullanılması
halinde hiçbir korku taşımadıklarını, her şeyi göze alarak Fransızların karşısına
79
80
81
82
83
Y. Akbıyık, “Milli Mücadelede Güney Cephesi”, Türkler, Cilt 15, Ankara 2002, s. 813. Bkz. Lütfi
Oğuzcan, Millî Mücadelede Güney Bölgesinde Bayrak ve Bayrak Özlemi, Mersin 1966, s. 24.
S. Selek age, s. 536.
Y. Özalp, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Ankara 1984, s. 54; Y. Özalp, Gazilerin Dilinden
Millî Mücadelemiz, Ankara 1986, s. 249; M. C. Çoğalan, age, s. 39-40.
Y. Özalp, Gazilerin Dilinden Millî Mücadelemiz, Ankara 1986, s. 64.
Y. Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), s. 127.
195
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
çıkabileceklerini sert bir dille belirttiler. Bunun üzerine Fransız komutan cevap
veremeden oradan ayrılmıştır.84 Bayrak olayı hakkında Güney Cephesi Kuva-yı Millîye
Komutanı ve I. Dönem Maraş mebusluğu yapmış olan Arslan (Toğuzata) Bey, Maraş’ta
Türk Bayrağı’nın indirilmesinin hiçbir şekilde hoş görülemeyeceğini “20 bin Kuva-yı
Millîye harekete geçecek ve kanlar sel gibi akacak bunun mesulü Fransızlar
olacaklardır” cümlesini içine alan bir beyannameyi sokaklara astıklarını ve halkı
galeyana getirdiklerini anlatmaktadır.85 Fransızların Maraş’ı işgaline halkın tepkisi
sadece bu kadarla kalmamıştır. 21 Ocak 1920 Çarşamba günü başlayarak 12 Şubat
1920’ye kadar devam eden kurtuluş mücadelesi Maraş’ın şahsında aslında Türk Millî
Mücadelesi’nin bir başarısıdır.
Maraş Müdafaasının Bir Değerlendirmesi ve Sonuç
Gerek Bayrak Olayı gerekse Sütçü İmam Olayı Maraş halkının işgallere karşı
direnişini teşkilatlandırmak gereğini ortaya koymuştur. Bunun için Maraş’ta Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti kurulmuş ve muhtemel bir çatışma için her türlü tedbir alınmıştır.
Diğer taraftan Maraş-Antep yolu üzerindeki Kuva-yı Millîye faaliyetleri çok etkili
olmuş ve Fransızlar temas kurabilecekleri merkez olan Maraş-Osmaniye hattındaki
direnişi engelleyememişlerdir. Bu bölgedeki Kuva-yı Millîye’yi etkisiz hale getirmek ve
bölge halkını parçalayabilmek için Kürtçülük propagandasına başlayan Fransızların bu
oyununa bölge halkı daha önce İngilizlerin propagandalarına alet olmadığı gibi yine
iltifat etmemiştir. Bölgede etnik tahrik hareketine kapılmayan halkın bu tavrı Milli
Mücadele’nin başarıya ulaşmasındaki en önemli unsur olan birlik ve bütünlüğün
korunmasını ve bunun tüm yurda yayılmasını sağlamıştır. Bu yüzden Güney
Anadolu’da özellikle Maraş’ta kazanılan zafer, sonuçları itibariyle sadece askeri değil;
siyasi, sosyal ve milli değerlerin korunarak kurumsallaşmasında çok önemli rol
oynamıştır.
Maraş olaylarında Türklerin Fransızlara karşı birlikte hareket etme tekliflerine
rağmen Ermeniler, Fransızların yanında yer almış ve onların piyonu olmaktan
kurtulamamışlardır. Fransızlar, riskli işlerde Ermenileri kullandıklarından Ermenilerin
can kaybı Fransızlardan daha fazla olmuştur. Buna rağmen Fransızlar, Maraş’ta işleri
bittiği zaman Ermenileri terk edip gitmişler ve Ermeniler yine Türk milletinin
hoşgörüsüne sığınmak zorunda kalmışlardır. Hatta bu konuda Maraş Ermenileri namına
5 Mayıs 1336 (1920) tarihli Ankara hükümetine çekilen bir telgrafta bu durum açıkça
teyit edilmektedir.86 Maraş’ta Ermeni soykırımı yapıldığına dair ithamlar asılsızdır.
Fransızlar, kışın en şiddetli aylarının yaşandığı Şubat ayında Maraş’tan çekilirken
84
85
86
Y. Özalp, M. Kemâl ve Millî Mücadelenin İlk Zaferi, s. 60.
Abdurrahman Siler, agm, s. 62.
Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi, 5 Mayıs 1366, s. 3.
196
Adnan GÜL
Ermeniler de arkalarına takılmışlar, bu durum Ermeniler için tam bir facia olmuştur.
Ermeniler yolda soğuktan ve Fransızların ilgisizliğinden kırılırken şehirde kalan
Ermeniler bu kötü sonuçtan kurtulmuşlardır.
Bu arada şunu da son olarak belirtebiliriz ki İtilaf Devletleri’ni 16 Mart 1920’de
İstanbul’un işgaline sevk eden olay, sadece Misak-ı Millî’nin Osmanlı Mebusan
Meclisi’nde kabul edilmiş olması değil; aynı zamanda 12 Şubat 1920 tarihinde Maraş’ta
Fransızlara karşı kazanılan başarıdır. Çünkü Maraş zaferi, Millî Mücadele’nin ilk zaferi
olmakla birlikte İtilaf Devletleri’nin de Anadolu’daki sonlarının bir başlangıcı olmuştur.
İşte bunu görebilen işgal kuvvetleri, yapabilecekleri son şeyi, İstanbul’un işgalini
gerçekleştirmişlerdir. Bununla ilişkili olarak İstanbul’un işgalinin yurt çapında meydana
getirdiği etki Millî Mücadele’nin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. Maraş’ın
kazanmış olduğu bu başarı TBMM tarafından 13 Nisan 1925’te İstiklâl Madalyası ile
ödüllendirilmiş87 ve 7 Şubat 1973 gün ve 1657 sayıl kanunla Kurtuluş Savaşı’nda
gösterdiği üstün başarıdan dolayı şehre kahraman unvanı verilerek Kahramanmaraş
adını almıştır.88
Kaynakça
Adamof, E. E., Sovyet Devleti’nin Arşiv Gizli Belgelerine Göre Anadolu’nun Taksimi,
çev. Hüseyin Rahmi, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul 1926.
Akalın, Müslim, Millî Mücadelede Urfa, Özlem Kitabevi, Urfa 1985.
Akbıyık, Yaşar, “Milli Mücadele Sırasında Maraş’a Yapılan Yardımlar”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, VII/21.
Akbıyık, Yaşar, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1990.
Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1976.
Akşin, Sina, Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da İngiltere ve Fransa İle İlişkiler, İstanbul
1978.
Akyüz, Yahya, Kurtuluş Savaşı Sırasında Fransız Kamuoyu 1919-22, TTK Yay.,
Ankara 1975.
Ana Britanica, Cilt XII, İstanbul 1988, s. 404.
Armaoğlu, Fahir, XX. Yüsyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, İş Bankası Yay., Ankara 1988.
Atalay, Besim, Maraş: Tarihi ve Coğrafyası, Dizekonca Matbaası, İstanbul 1973.
87
88
Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967, s. 74.
Türk İstiklal Harbi, Cilt IV, s. 58-60; H. Reşit Tankut, Maraş Yollarında, Ankara 1944, s. 20; Ana
Britanica, Cilt XII, İstanbul 1988, s. 404.
197
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 177 – 199
ATASE Atatürk Arşivi, Dosya: 1336/13-5, fihrist: 1-3.
Atatürk, M. Kemâl, Nutuk, Cilt I, TTK Yay., Ankara 1973.
Avcıoğlu, Doğan, Millî Kurtuluş Tarihi (1838’den 1995’e), Tekin Yay., İstanbul 1996.
Aylık Ansiklopedi, Cilt II, Ankara 1946.
Baykal, Bekir Sıtkı, Heyet-i Temsiliye Kararları, Ankara 1974.
Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt III, Kısım IV, TTK Yay., Ankara 1957.
Bayur, Yusuf Hikmet, Yeni Türk Devletinin Harici Siyaseti, İstanbul 1935.
Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Yıl: 1970, Sayı: 36, s. 84-87.
Bıyıklıoğlu, Tevfik, “Mondros Mütarekesi Tatbikatı”, Türk İstiklal Harbi, Cilt I, Ankara
1962.
Burçak, Rıfkı Salim, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri 1791-1941, Aydınlık Yay.,
İstanbul 1946.
Canbolat, Salman, “Maraş Adının Kökü” İş Matbaası.
Cumhuriyet Ansiklopedisi, Cilt 8, Arkın Yay., İstanbul 1971.
Çoğalan, M. Celaleddin, Her Yönüyle Kahramanmaraş, İstanbul 1982, s. 36.
Darkot, Besim, “Maraş”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, MEB Yay., Eskişehir 1997.
Emirmahmutoğlu, A. Saim, Kahramanmaraş Yıllığı 1967, Kahramanmaraş 1967.
Eşref Edib, “Maraş ve Antep’in Kahramanlıkları”, Sebilürreşad, Sayı: 467 (3 Şubat
1967).
Fırat, Kerim, Urfa Savaşından Yapraklar, CHP Basımevi, Ankara 1940.
Hakimiyet-i Millîye Gazetesi, 3, 10, 29 Mart 1336 ve 5 Mayıs 1336 Tarihli.
İnan, Afet, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK Yay., Ankara 1991,
Jaeschke ,Gothart, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, TTK Yay., Ankara 1970.
Kahramanmaraş I. Kurtuluş Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara 1987.
Kahramanmaraş Odası Rehberi (Cum.10. Yılı Mün.) Teşrin-i Evvel, Türkiye Matbaası,
İstanbul 1933.
Kahramanmaraş Yıllığı 1967.
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt II, TTK
Yay., Ankara 1988.
Karabekir, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, Merk Yay., İstanbul 1988.
Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, İstanbul 1995.
Kocatürk, Utkan, Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi 1918-38, AÜTİTE Yay., Ankara
1973.
Kurat, Yuluğ Tekin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1976.
Kürkçüoğlu, Ömer, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketleri, AÜSBF
Yay., Ankara 1982.
Kürkçüoğlu, Ömer, Türk İngiliz İlişkileri 1919-26, AÜSBF Yay., Ankara 1978.
Meydan Larausse, Cilt VIII, İstanbul 1990.
198
Adnan GÜL
Oğuzcan, Lütfi, Millî Mücadelede Güney Böl. Bayrak ve Bayrak Özlemi, Mersin 1966.
Olcay, Osman, Sevres Antlaşmasına Doğru, AÜSBF Yay., Ankara 1981.
Özalp, Yalçın, M. Kemâl Millî Mücadelenin İlk Zaferi, Kahramanmaraş Belediyesi
Yay., Ankara 1984.
Özalp, Yalçın, Gazilerin Dilinden Millî Mücadelemiz, Semih Ofset Yay., Ankara 1986.
Özçelik, İsmail, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Urfa), Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1992.
Özsoy, Osman, Kurtuluş Savaşı (1918-1923), Timaş Yay., İstanbul 2007.
Öztürk, Ayhan, Milli Mücadelede Gaziantep, Geçit Yay., Kayseri 1994.
Peter, Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun, çev. M. Harmancı, İstanbul
1994.
Selek, Sabahattin, Millî Mücadele, Örgün Yay., İstanbul 1982.
Siler, Abdurrahman, “Kahramanmaraş’ın İşgaline Karşı Kahramanmaraş Halkının
Tepkileri”, Kahramanmaraş’ın Kurtuluşunun 75. Yıldönümü Mün. Kurtuluş
Konferansları, Kahramanmaraş 1995.
Sonyel, Selahi R., İngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana’da Vuku Bulan Türk-Ermeni
Olayları, TTK. Yay., Ankara 1988.
Sonyel, Selahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, TTK Yay., Ankara 1973.
Tankut, H. Reşit, Maraş Yollarında, Ankara 1944.
Tansel, Selahattin, Mondrostan Mudanya’ya Kadar, Cilt I-IV, MEB Yay., .Ankara
1973.
Tunçay, Mete, “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi (1908-1980), Cilt 4, Cem
Yay., İstanbul 1989.
Türk Ansiklopedisi, Cilt 23, Ankara 1976.
Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, Cilt I, IV, Genelkurmay Harp Tarihi Yay., Ankara
1966.
Türkler, Cilt 15, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002.
Ulman, Haluk, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, SBF Yay., Ankara 1973.
Uzel, Sahir ,Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952.
Uzunoluk Dergisi, Kahramanmaraş 1974.
Ünler, Ali Nadi, Gaziantep Savunması, İstanbul 1969.
Ürgen, Nuri, “Türk Tarihinde Kahramanmaraş Yeri, Önemi ve Stratejik Yapısı”,
Kahramanmaraş’ın Kurtuluşu’nun 75. Yılı Münasebetiyle Kurtuluş
Konferansları, KSÜ Yay., Kahramanmaraş 1995.
Yalçın, E. Semih, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Siyasal Yay., Ankara 2003.
199
ZİYA GÖKALP (MEHMED ZİYA)’İN TALEBELİK YILLARI
Hatip YILDIZ
Özet / Abstract
Bu çalışmada; Osmanlı Devleti’nin son döneminde Diyarbakır’da yetişmiş olup, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesinin oluşmasında ve olgunlaşmasında büyük bir paya sahip olan
fikir adamlarımızdan Ziya Gökalp’in talebelik yıllarından bir kesit sunulmuştur. Talebelik sürecinde
gördüğü derslerde sınıfının en yüksek puanlarını alan Ziya Bey, temel eğitimini Mercimekörtmesi
Mahalle Mektebi’nde, ortaöğretimi Diyarbakır Askeri Rüşdiye Mektebi ile Diyarbakır Mülki İdadi
Mektebi’nde ve yüksek öğrenimini de İstanbul Baytar Mektebi’nde yapmıştır. Ancak İdadi Mektebi ile
Baytar Mektebi’ndeki tahsili yarım kalmış ve bu iki mektepten diploma yerine, aldığı “tasdikname” ile
yetinmek zorunda kalmıştır. Bunun en büyük nedeni, meşrutiyet fikrinden etkilenen Ziya Gökalp’in, okul
içinde ve dışında giriştiği faaliyetler ve mevcut devlet idaresine karşı takındığı tutum olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Diyarbakır, Diyarbekir, Ziya Gökalp, eğitim, mektep
ZİYA GÖKALP’S EDUCATION YEARS
In this study; a part of Ziya Gökalp’s education life, who one of our brain-workers having a great
role in existing and riping the foundation phylosophy of Turkish Republic and having been grown up in
the last period of Ottoman State, has been presented. Mr. Gökalp, who had the highest grades of his
classroom; studied elementary education at Mercimekörtmesi Local School, secondary education at
Diyarbakır Military High School and Diyarbakır Mülki İdadi School and his higher education at İstanbul
Vet School. However, his education at İdadi School and Vet School was interrupted and he had to get
satisfied taking “a certificate” instead of a diploma. The greatest reason of this was, Ziya Gökalp’s
attemtions inside or outside the school, who was influenced by the idea of constitutional monarchy and
his attitude twards the management of the current government.
Key Words: Ottoman, Diyarbakır, Diyarbekir, Ziya Gökalp, education, school.
Diyarbakır merkezinde Memedin mahallesinde Naib Şakir sokağındaki 3
numaralı konakta 23 Mart 1876 Perşembe günü dünyaya gelen Mehmed Ziya, 1882
yazında evlerinin harem kapısı karşısında Çağan sokağında bulunan Memedin
Mescidi’ndeki mahalle mektebinde Elifba’ya ve Amme Cüzü’ne başlayıp bir yıl okudu.
1883 yazında evlerinin kuzeyine ve Ulu Cami’nin batısına düşen Mercimekörtmesi
Mahalle Mektebi’ne geçip, akrabalarından Hafız Ömer Efendi’den Kur’an-ı Kerim dersi
aldı. İki yılda hatim indirdi ve yazıyı da bu sırada öğrendi.
Mehmet Ziya, 1886 yılı sonbaharında, Melik Ahmed mahallesinde 1400 altına
yeni inşa edilen dört yıllık Diyarbekir Askeri Rüşdiye Mektebi’nin birinci sınıfına
yazıldı. Mekteb Müdürü Kolağası İsmail Hakkı Efendi, zekâsını çok takdir ettiği

Dr., Diyarbakır Rekabet Kurumu Cumhuriyet Fen Lisesi Tarih Öğretmeni.
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 201 – 205
Mehmed Ziya’nın yetişmesine hususi alâka gösterdi. Mehmed Ziya, rüştiye talebeliği
süresince matematik, şiir ve edebiyatta çok başarılı oldu. Dört yıllık rüştiye eğitimini
başarıyla tamamlayan Mehmed Ziya, Mayıs 1890’da Diyarbekir Askeri Rüşdiye
Mektebi’nden mezun olarak “Şahadetname” aldı.
Babasının vefatından sonra Diyarbakır’a gelen amcası Müderris Hacı Hasib
Efendi, yeğeni Mehmed Ziya’ya hususi dersler vererek, onun şark ilimlerini ve İslam
felsefesini öğrenmesine, rüştiye ölçüsünde iyi bildiği Arap ve Fars dillerini ilerletmesine
çok gayret etti. Bir yıl kadar hususi tahsil gördükten sonra, Diyarbakır Mülki İdadi
Mektebi açıldı. Mehmed Ziya, 1891 sonbaharında, verdiği imtihan neticesinde idadi
mektebinin ikinci sınıfına 73 numara ile kayıt oldu. Bu arada yine evde amcasından
aldığı derslere devam ediyordu. Bu sırada “Ey Sultan! sen çekil, hükümran
biziz.”nakaratlı manzumesini yazmış bulunuyordu.1
Diyarbakır Mülki İdadi Mektebi’nin ilk eğitim öğretim senesi olan 1891-1892
ders yılı yedi buçuk ay sürdü. Bu ders yılının ilk umumi imtihanı ise maârif
müdüriyetince tayin edilen mümeyyizler vasıtasıyla 1892 Ağustosunda gerçekleştirildi
ve bu imtihan neticesinde mektebin üçüncü sınıfı teşekkül etti. Bu tarihte mektepte biri
hazırlık olmak üzere toplam üç sınıf mevcuttu. Hazırlık sınıfında 26, birinci sınıfta 27
ve ikinci sınıfta 12 talebe vardı. Talebelerin çoğu Müslüman olmakla birlikte, az sayıda
da Ermeni okumaktaydı.
Sözü edilen öğretim yılında ikinci sınıf talebelerinin en başarılısı Tevfik Efendizade Ziya Efendi idi. Ziya Efendi, Farisi dersinden 9, Fransızca’dan 4 ve Resim’den 6
notunu almıştı. Diğer sekiz dersi ise 10’du. Toplam puanı 99 olduğu halde, mektep
müdürü Halil Bey’in isteğiyle, Fransızca’dan ikmale bırakıldı. 1892 yaz tatilini hep
Fransızca çalışarak geçiren Mehmed Ziya, bu dersten bir daha imtihana girerek 5 aldı ve
puanını 100’e çıkardı.2
1893-1894 ders yılında beş sınıflı idadinin dördüncü sınıfında okuyan Mehmed
Ziya’yı Tarih Muallimi olarak okutan Maarif Müdürü Mehmed Ali Ayni Bey, bir gün
derste olayları muhakeme ettirmekte iken: “ Ziya’nın suallerime verdiği cevaplar ve
yaptığı muhakemeler, beni adeta şaşırtmıştı.” diyerek; onun, 17. yüzyıl Fars edebiyatı
üstatlarından Şevket Buhari derecesinde Acemce şiirler söylediğini, mektebin ve
belediyenin hekimi Kolağası Yorgi Efendi ile çok görüşmekte olduğunu ve eski Yunan
filozoflarının fikirlerini bundan öğrendiğini Süleyman Nazif Bey’den duyduğunu,
Yunan ve Roma tarihlerini de esaslıca bildiğini, bu hususta arkadaşlarını pek geride
bıraktığını ifade ediyordu.
1
2
Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi, İstanbul 1956, s.
215-218; Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Cilt 2, Ankara 1997, s. 92-95.
BOA, MF. TLY, 10/72.
202
Hatip YILDIZ
Mehmed Ziya, idadi tahsiline devam ettiği yıllarda, Namık Kemal’in
eserlerinden ve babası Tevfik Efendi’nin fikirlerinden etkilenerek; hürriyet, vatan ve
millet mefkûrelerini her şeyin üstünde görmeye başladı. Bunun sonucu olarak, 1894
baharında dördüncü sınıftan beşe geçeceği sırada, kendisi gibi düşünen birkaç
arkadaşıyla beraber, akşam tatillerinde adet olduğu üzere söylenen “Padişahım çok
yaşa” duası yerine, bir akşam “Millet çok yaşa” ifadesini kullandığı jurnal edildi.
Hakkında tahkikat başlatılan Mehmed Ziya, Vali ve İstinaf Mahkemesi Reisi ile İdadi
Müdürünün araya girmesiyle adli cezadan kurtuldu. Fakat mektep idaresi tarafından
ahlak notu kırılarak 10’dan 7’ye indirildi.3
Mehmed Ziya’nın idadideki diğer bir vukuatı ise ulûm-ı diniye dersinin işlenişi
sırasında meydana gelmişti. Sözü edilen dersin muallimi Mahmud Efendi, Allah’ın
varlığından ve meleklere imandan bahsedince, beşinci sınıfa geçmiş olan talebelerden
Mehmed Ziya, Haşim ve Faik Efendiler, cismi olmayan şeylere nasıl inanacaklarını,
Allah’ın da bir cisim olması gerektiğini ve bu hususların akli delillerle izahının lâzım
geldiğini beyan etmişlerdir. Ulûm-ı diniye muallimi Mahmud Efendi, bu durum üzerine
kendisinin yalnız ayet ve hadislerle cevap verebileceğini ve başka bir izahta
bulunamayacağını ifade etmiştir.4
1894 yılı ilkbaharında Diyarbekir İdadîsi de beş yıllıktan yedi yıllığa çıkarılınca,
son sınıfa geçmiş bulunan Mehmed Ziya ve arkadaşlarına kazanılmış bir hak tanınmadı.
Bu nedenle Mehmed Ziya, eskiden gördükleri derslerin yedi sınıfa yayılmış olarak
yeniden okutulmak istendiği ve mezun olmaya daha üç yıl gerektiği için “Tasdikname”
alarak okuldan ayrıldı.5 Bu tasdiknamede; Mehmed Ziya’nın 1893-1894 (R. 1309-1310)
ders yılında okuduğu ve girdiği umumi imtihan sonucunda başararak beşinci sınıfa terfi
ettiği dersler ile bu derslerden alınan notlar yer almaktadır. Buna göre, Mehmed
Ziya’nın aldığı notlar şöyledir: Tarih 10, Arabi 10, Farisi 10, Türkçe 10, Fransızca 8,
Hesab 9,6, Hendese 10, Coğrafya 6, Hüsn-i Hat 8,8, Resim 9, Ulûm-ı Diniye 9, Ahlak
7. Toplam puanı 107,4 olan Mehmed Ziya, imtihan neticesinde ikinci olmuştur.6
Diyarbekir’de çıkan kolera salgını nedeniyle bir süre burada görev yapan Dr.
Abdullah Cevdet, bu sıralarda Mehmed Ziya ile sık sık fikir alışverişinde bulunuyordu.
Ancak, Mehmed Ziya’nın amcası Hacı Hasib Efendi bu görüşmelere engel olmak
istiyordu. Hatta Abdullah Cevdet’in evlerine gelmesini yasaklamıştı, çünkü Abdullah
Cevdet’in beyanat ve ifadeleri inanca aykırı idi. Buna rağmen Mehmed Ziya’nın
Abdullah Cevdet’in düşüncelerinden etkilenerek bunalıma girdiği ve ailevi sorunların
3
4
5
6
Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 218.
BOA, BEO, 41978, Diyarbekir İdadî Mektebi Müdürü İrfan Efendi’nin 8 Ocak 1895 (27 Kânunuevvel
1310) tarihli ifadesi.
Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 218-219.
Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları, haz. Ali Nüzhet Göksel, İstanbul 1956,
s. 73-76.
203
SBArD
Mart 2008, Sayı 11, sh. 201 – 205
da etkisiyle 1894 yılı yazında intihara teşebbüs ettiği görülmektedir.7 Başka bir belgede
ise Mehmed Ziya’nın, 3 Ocak 1895 (22 Kânunuevvel 1310) Perşembe günü evinde
intihara kalkıştığı belirtilmiştir. Bu hareketinden dolayı da mektebe kabul edilmemek
üzere hakkında yazı yazılacağı İdadî Müdürü İrfan Bey tarafından ifade edilmiştir.8
15 günlük tedavi sonucunda iyileşen Mehmed Ziya, başından geçen bu üzücü
hadiseye rağmen, İstanbul’da yüksek tahsil yapma azmini yitirmemiştir. Bu nedenle,
1895 yılı Haziranında tatile gelen kardeşi M. Nihad’ ı Erzurum Askeri İdadisi’ne
uğurlama bahanesiyle gizlice Diyarbakır’dan ayrılarak İstanbul’a gitmiştir. Ailesinden
habersiz kaçıp geldiği ve parası da az olduğu için, İstanbul’da biricik yatılı yüksek tahsil
müessesesi olan Mülkiye Baytar Mektebi’nin müsabaka imtihanını vermiş ve oraya
devam etmiştir. Burada sosyal ilimlere daha fazla merak salmış, sosyoloji ve felsefeye
dair birçok kitap okumuştur. Milli şairimiz Mehmed Akif, Baytar Mektebi’nde arkadaş
olarak tanıştığı Mehmed Ziya için şu ifadeleri kullanmıştır: “Bizde felsefeyi hazmetmiş
adam arama… Ben Baytar Mektebi’nde talebe iken bir Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o,
felsefeden okuduklarını anlardı.”9
Diyarbekir İdadî Mektebi’nden tasdikname ile ayrıldıktan sonra İstanbul Baytar
Mektebi’ne kayıt yaptıran Mehmed Ziya, 1898 yazında mektebin üçüncü sınıfını bitirip
son sınıfa geçmiş iken ilk defa İstanbul’dan sıla için Diyarbakır’a döndü. Burada da boş
durmayan Mehmed Ziya, İstanbul’daki gizli cemiyetin bir şubesini burada açtı ve Vali
Halid Bey’in aleyhine yazılar kaleme aldı. Bu icraatlarının İstanbul’a bildirilmesi ve
Diyarbekir’deki evinde zararlı evrak ortaya çıkması nedeniyle, mektebe devam etmek
üzere İstanbul’a gittiğinde mektep idaresince kabul edilmeyerek, 1899 Martında bir yıl
hapse mahkum edildi. İstanbul’da cezasını çektikten sonra Halep yoluyla memleketi
Diyarbakır’a gönderildi.10 Böylece, Ziya Gökalp’ın tahsil hayatı sona erdi.
Sonuç
Hemen hemen bütün bireyleri ilim erbabı ve devlet memuru olan köklü bir
aileden gelen ve doğduğu mahallede temel eğitimini tamamlayarak küçük yaşta Kur’ani Kerim’i hatmeden Ziya Gökalp; askeri rüşdiye, idadi ve yüksek tahsili esnasında
gördüğü derslerde üstün bir başarı sergilemiştir. Ayrıca, bu öğrenim sürecinde
karşılaştığı ortamlar ve tanıştığı kişilerden farklı şekillerde etkilenmiştir. Mesela, Askeri
Rüşdiye tahsili sırasında Namık Kemal’in hürriyet mefkuresinin; idadi mektebinde
mektep hekimi Yorgi ile Dr. Abdullah Cevdet’in felsefe ve inanç konusundaki
7
8
9
10
Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 195.
BOA, BEO, 41978, Diyarbekir İdadî Mektebi Müdürü İrfan Efendi’nin 8 Ocak 1895 (27 Kânunuevvel
1310) tarihli ifadesi.
Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 219-220.
BOA, ZB, 419/119; Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi…, s. 221.
204
Hatip YILDIZ
düşüncelerinin; İstanbul’da ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin II. Abdülhamid aleyhtarı
olan meşrutiyetçi fikirlerinin tesirinde kalmıştır. Bu nedenle, gittiği her okulda çeşitli
girişimlere öncülük etmiş, talebe ve gençleri organize ederek bazı menfi hadiselere
yönlendirmiş, intihara girişmiş ve Osmanlı eğitim sisteminde pek görülmeyen bazı
davranışlarda bulunmuştur. Bütün bu hareketler, onun temel eğitim ve rüşdiye eğitimi
dışındaki tahsil hayatının daima yarım kalmasına neden olmuş; bu açığını çeşitli kitaplar
okumak suretiyle kendi çaba ve gayreti neticesinde kapatma yoluna gitmiştir.
Kaynakça
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Maarif Nezareti Taliye (BOA, MF. TLY), No: 10/72.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Bab-ı Ali Evrak Odası (BOA, BEO), No: 41978.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Zabtiye Nezareti (BOA, ZB), No: 419/119.
Beysanoğlu, Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Cilt 2, Ankara 1997, s. 9295
Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Açılan Ziya Gökalp Müzesi,
İstanbul 1956.
Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları, haz. Ali Nüzhet Göksel,
İstanbul 1956.
205
Download