tc selçuk üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü sosyoloji anabilim dalı

advertisement
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
HEMODİYALİZ HASTALARINDA HASTALIĞA BAĞLI
TOPLUMSAL ROL DEĞİŞİMİ BEKLENTİ VE SORUNLARI:
BİR SAĞLIK SOSYOLOJİSİ ÇALIŞMASI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Danışman
Doç. Dr. Ramazan YELKEN
Oya ERYİĞİT GÜNLER
Konya 2011
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
BİLİMSEL ETİK SAYFASI
Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel
etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik
davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez
yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.
Oya ERYİĞİT GÜNLER
I
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU
Adı Soyadı Oya ERYİĞİT GÜNLER
Öğrencinin
Numarası O94205001004
Ana Bilim / Bilim Dalı
Sosyoloji/ Sosyoloji
Programı
Tezli Yüksek Lisans
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Ramazan YELKEN
Doktora
Tezin Adı Hemodiyaliz Hastalarında Hastalığa Bağlı Toplumsal Rol
Değişimi Beklenti ve Sorunları: Bir Sağlık Sosyolojisi Çalışması
Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan Tezin Adı Hemodiyaliz
Hastalarında Hastalığa Bağlı Toplumsal Rol Değişimi, Beklenti ve Sorunlar: Konya
Örneği başlıklı bu çalışma 19/07/2011 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda
oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul
edilmiştir.
Ünvanı, Adı Soyadı
Danışman ve Üyeler
Doç. Dr.
Ramazan YELKEN
Doç. Dr.
Köksal ALVER
Yrd. Doç. Dr.
Mahmut Hakkı AKIN
II
İmza
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Öğrencinin
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adı Soyadı
Oya ERYİĞİT GÜNLER
Numarası: 094205001004
Ana Bilim /
Bilim Dalı
Sosyoloji/Sosyoloji
Danışmanı
Doç. Dr. Ramazan YELKEN
Hemodiyaliz Hastalarında Hastalığa Bağlı Toplumsal
Tezin Adı
Rol Değişimi Beklenti ve Sorunları: Bir Sağlık
Sosyolojisi Çalışması
ÖZET
Tezin genel amacı hemodiyaliz tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği
hastalarının, hastalığa bağlı rol değişimi, beklenti ve sorunlarını ortaya koymaktır.
Burada asıl amaç, kişileri derinden etkileyen kronik hastalıkların sosyolojik olarak
ele alınmasıdır.
Çalışmanın ilk kısmında genel olarak sağlık sosyolojisine değinilmiş, hastalık
ve sağlık kavramları sosyolojik olarak değerlendirilmiştir. Alan araştırması
niteliğindeki bu araştırmada veriler niceliksel ölçüm vasıtasıyla toplanmıştır.
Kullanılan anket formu tez danışmanım Doç. Dr. Ramazan Yelken tarafından
oluşturulmuştur.
Araştırmanın örneklemi Konya merkez olmak üzere, Meram Tıp Fakültesi
Hemodiyaliz Kliniği’nden 30, Özel Ölmez Diyaliz Merkezinden 46, Konya Numune
Hastanesi Hemodiyaliz Kliniğinden 46, Başkent Üniversitesi Hastanesi Hemodiyaliz
Kliniğinden 55, Özel Nefrotrans Selçuklu Diyaliz Merkezinden 31, Özel Huzur
Diyaliz Merkezinden 42, Özel Konya Diyaliz Merkezinden 47, Özel Fresenius
III
Diyaliz Merkezinden 125 hasta olmak üzere toplam 422 hastadan oluşmuştur.
Böylece Konya Merkezde bulunan 985 hastanın %42,8’ine ulaşılmıştır. Örneklemi
oluşturan hastalarda işitme kaybı, psikiyatrik problemi, iletişim kurma güçlüğü
olmaması şartları aranmıştır. Bu şartları sağlayan ve anket yapılmasını kabul eden
gönüllü hastaların tümü çalışmaya katılmıştır.
Anket formundaki bilgiler, SPSS 15,0 istatistik programı kullanılarak
değerlendirilmiştir. Ankette kullanılan betimleyici soruların analizinde frekans
analizi yapılmıştır. İstatistiksel analizlerde gruplar arası farklılıklar araştırılırken de
Ki-kare tekniği kullanılmıştır.
Frekans ve Ki-kare analiziyle tablolaştırılan verilerin yorumları Goffman’ın
“Damga” kuramı ve Parsons’ın “Hasta Rolü” kavramı başta olmak üzere farklı
sosyoloji teorilerine göre değerlendirilmiştir. Bunların dışında anket sonucunda çıkan
veriler, benzer konuda yapılmış çalışmaların verileri ile de karşılaştırılmıştır.
Araştırmanın sonucunda, hastaların, hastalıklarına bağlı olarak bazı toplumsal
rolleri yerine getirmekte güçlük çektikleri, hastalandıktan sonra fiziksel, psikolojik
ve sosyal anlamda bazı problemler yaşadıkları, tedavilerine ve sosyal yaşama uyum
konusunda çeşitli beklentilerinin olduğu ortaya çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Sağlık Sosyolojisi, Hasta Rolü, Hemodiyaliz Hastaları,
Geleneksel ve Modern Tıp.
IV
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Öğrencinin
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adı Soyadı
Oya ERYİĞİT GÜNLER
Ana Bilim /
Bilim Dalı
Sosyoloji/Sosyoloji
Danışmanı
Doç. Dr. Ramazan YELKEN
Tezin İngilizce Adı
Numarası: 094205001004
Social Role Change, Expectations and Challanges in
Hemodialysis Patients Due to The Disease: A study of
Health Sociology
SUMMARY
The overall objective of the thesis is to reveal the change in social role,
expectations and problems of the chronic renal failure patients who undergo
hemodialysis treatment. The main purpose here is, the sociological evaluation of
chronic diseases that affect people deeply.
In the first part of the study, the sociology of health is mentioned in
general, the concepts of disease and healthare evaluatedsociologically. This study is
a field research in which the data were collected via quantiative measurement.The
questionnaire was created by my thesis adviser Assoc. Dr. Ramazan Yelken.
The sample the research consists of totally 422 patients who are from Meram
Faculty of Medicine Hemodialysis Clinic 30, Special Ölmez Dialysis Center 46,
Konya Numune Hospital, Clinic of Hemodialysis 46, Baskent University Hospital,
Clinic of Hemodialysis 55, Special Nefrotrans Selçuklu Dialysis Center 31, Special
Huzur Dialysis Center 42, Special Konya Dialysis Center 47, Special Fresenius
Dialysis Center 125 patients. Hance, %42,8 of the 985 patients in Konya werw
V
contacted. Patients included in the sample wereconditioned as not having loss in
hearing, not
having
psychiatric problems, and
not
having
difficulty
in communicating conditions. All of the patients who have these conditions and
accept voluntarily toparticipate in the survey poll were taken as sample in the study.
The data in the survey form were evaluated in SPSS 15.0 statistical software
program. The frequency analysis was conducted in the analysis of descriptive
questions in the survey. Also, chi-square technique was used in statistical analysis
while investigating differences between groups.
The comments of the data that were formed as tables via frequency and chisquare analysis were evaluated according to different sociological theories as
Goffman’s "stigma" and Parsons' "sick role" theory being in the first place. Apart
from these, the data gathered from the survey were compared with similar studies.
It was resulted in the study that, the patients have difficulty in accomplishing
some of the social roles due to the disease, they have some problems in physical,
psychological and social meanings after having diseased, they have several
expectations in the adaptation to their treatment and social life.
Key Words: Sociology of Health, Sick Role, Hemodidialysis Patients,
Traditional and Modern Medicine.
VI
ÖNSÖZ
Sağlık sosyolojisi Batı Avrupa ve ABD’de oldukça gelişmiş düzeyde olmasına
rağmen, ülkemizde bu tür araştırmalarda bulunan sosyolog sayısı oldukça azdır.
Ülkemizde sağlık sosyolojisinin çok gelişmemiş olması, sağlık sektöründe yaklaşık
sekiz yıl çalışmam ve aynı zamanda sosyoloji eğitimi almış olmam, sağlık sosyolojisi
alanında bir çalışmada bulunmama neden olmuştur. Sağlık sektöründe çalışmış
olmam, özellikle kronik hastalığa maruz kalan bireyler üzerinde uzun süre gözlem
yapmamı sağlamıştır. Diğer yandan da sosyoloji bilgilerimin olması bu iki alanı daha
kolay bir şekilde birbirine bağlamama neden olmuştur.
Yapmış olduğum çalışma teorik ve uygulamalı olmak üzere iki bölümden
oluşmuştur. Teorik bölümde genel olarak sağlık sosyolojisine değinilmiş, sağlık ve
hastalığın sosyolojik yönü ele alınmıştır. Uygulamalı kısımda ise hemodiyaliz
tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği hastalarının toplumsal rol değişimi, beklenti
ve sorunları betimsel olarak ortaya konulmuştur. Saha çalışmasında hemodiyaliz
hastaları örnek alınsa da, temelde bir kronik hastalığa sahip bireyin fiziksel,
psikolojik ve sosyal sıkıntıları göz önüne serilmeye çalışılmıştır. Çünkü modern
dünyanın hastalığı olan kronik hastalıklar giderek artış göstermekte ve hastalar için
çeşitli sorunları da beraberinde getirmektedirler.
Bu çalışmada adını sayamayacağım kadar fazla sayıda kişinin emeği
bulunmaktadır. Öncelikle sağlık sosyolojisi konusunda çalışma yapmam için beni
destekleyen ve yaptığım çalışmada kullandığım anket formunun sahibi olan
danışman hocam Doç. Dr. Ramazan YELKEN’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Yine bu çalışmamı yapmama neden olan hocalarımdan Prof. Dr. Abdullah
TOPÇUOĞLU’ na, Prof. Dr. Mustafa AYDIN’a, Yrd. Doç. Dr. Susran E.
EROĞLU’na, çalışmamın teorik ve uygulamalı kısmında desteğini esirgemeyen Yrd.
Doç. Dr. Mahmut Hakkı AKIN ve Dr. M. Ali AYDEMİR’e ve adını sayamadığım
diğer Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim elemanlarına teşekkür ederim.
Araştırmanın istatistiksel analizini yapan ablam Yrd. Doç. Dr. Hülya ERCAN’a,
anket verilerini toplayan öğrencilere, anketleri uygulamamıza izin veren ve
VII
uygulama esnasında yardımlarını esirgemeyen diyaliz merkezi yetkilileriyle
çalışanlarına teşekkür ederim. Son olarak da tezimi yazma hususunda desteğini
esirgemeyen eşim Arş. Gör. Mevlüt GÜNLER’e sonsuz teşekkür ederim.
Oya ERYİĞİT GÜNLER
VIII
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL ETİK SAYFASI...................................................................................... I
YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU .......................................................... II
ÖZET ........................................................................................................................ III
SUMMARY ................................................................................................................V
ÖNSÖZ ................................................................................................................... VII
KISALTMALAR .................................................................................................. XIV
TABLOLAR LİSTESİ ........................................................................................... XV
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
BÖLÜM I .................................................................................................................... 6
SAĞLIK SOSYOLOJİSİ .......................................................................................... 6
1.1.
GENEL OLARAK SAĞLIK SOSYOLOJİSİ ...................................... 6
1.2.
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNİN KONUSU .............................................. 7
1.3.
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNİN KISA TARİHİ ...................................... 8
1.4.
TÜRKİYE’DE SAĞLIK SOSYOLOJİSİ ÇALIŞMALARI ............. 10
1.5.
TARİH BOYUNCA SAĞLIK-HASTALIK KAVRAMLARI VE
PROBLEMLERİ .............................................................................................. 11
1.5.1.
Modern Öncesi Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve Problemleri
............................................................................................................. 11
1.5.2.
Modern Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve Problemleri ......... 13
1.5.3.
Postmodern Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve Problemleri ... 17
1.6.
SAĞLIK - HASTALIK KAVRAMLARI İLE FARKLI SOSYOLOJİ
TEORİLERİNE GÖRE SAĞLIK VE HASTALIK ...................................... 19
1.6.1.
Sağlık Kavramı .................................................................................... 19
1.6.2.
Hastalık Kavramı ................................................................................. 22
1.6.3.
Fonksiyonalist Yaklaşım ve Sağlık- Hastalık ...................................... 24
IX
1.6.4.
Yapısalcı Yaklaşım ve Sağlık-Hastalık ............................................... 25
1.6.5.
Sembolik Etkileşimcilik ve Sağlık- Hastalık ....................................... 26
1.6.6.
Sosyal İnşa Kuramı ve Sağlık- Hastalık .............................................. 27
1.6.7.
Sosyal Sistem Yaklaşımı ve Sağlık- Hastalık ...................................... 27
1.7.
HASTALIK İLE SAĞLIĞIN KÜLTÜREL TEMELLERİ VE
TOPLUMSAL KURUMLARLA İLİŞKİSİ ................................................... 28
1.7.1.
Din ve Sağlık- Hastalık ........................................................................ 31
1.7.2.
Ekonomi ve Sağlık- Hastalık ............................................................... 32
1.7.3.
Aile ve Sağlık- Hastalık ....................................................................... 34
1.7.4.
Eğitim ve Sağlık-Hastalık .................................................................... 36
1.7.5.
Siyaset Kurumu ve Sağlık- Hastalık .................................................... 37
1.7.6.
Boş Zamanlar Kurumu ve Sağlık- Hastalık ......................................... 38
1.8.
FARKLI SOSYAL DEĞİŞKENLERE GÖRE SAĞLIK- HASTALIK
................................................................................................................. 39
1.8.1.
Sosyal Yaşantı Biçimi ve Sağlık- Hastalık .......................................... 39
1.8.2.
Meslekler ve Sağlık-Hastalık ............................................................... 40
1.8.3.
Sosyal Tabakalaşma ve Sağlık- Hastalık ............................................. 41
1.8.4.
Cinsiyet ve Hastalık- Sağlık ................................................................ 42
1.8.5.
Medeni Durum ve Sağlık- Hastalık ..................................................... 43
1.8.6.
Boşanma ve Sağlık- Hastalık ............................................................... 44
1.8.7.
Kentsel- Kırsal Yaşam ve Sağlık- Hastalık ......................................... 44
1.8.8.
Göç ve Sağlık- Hastalık ....................................................................... 45
1.8.9.
Sağlık ve Hastalıkta Eşitsizlik ............................................................. 46
1.8.10. Küreselleşme ve Sağlık- Hastalık ........................................................ 47
1.8.11. Kronik Hastalıklar ve Birey ................................................................. 48
1.8.12. Hastanın Hekime Başvurma Süreci ..................................................... 49
X
BÖLÜM II ................................................................................................................ 52
TOPLUMSAL ROL ve HASTALIK-SAĞLIK İLİŞKİSİ ................................... 52
2.1. TOPLUMSAL ROL NEDİR? .................................................................. 52
2.2. ROL ÇEŞİTLERİ ...................................................................................... 55
2.2.1. Temel Roller ............................................................................................. 55
2.2.2. Genel Roller .............................................................................................. 55
2.2.3. Bağımsız Roller ........................................................................................ 55
2.3.TOPLUMSAL ROLÜN ÖZELLİKLERİ ................................................ 55
2.3.1. Rol Davranışı ............................................................................................ 55
2.3.2. Toplumsal Rol ve Sosyalizasyon .............................................................. 56
2.3.3. Toplumsal Yapı ve Rol ............................................................................. 57
2.3.4. Rol Dizileri ............................................................................................... 58
2.3.5. Rol Bütünleşmesi ...................................................................................... 58
2.3.6. Rol Çatışması ............................................................................................ 59
2.3.7. Rol Gerilimi .............................................................................................. 59
2.3.8. Rol Beklentisi ........................................................................................... 60
2.4.TOPLUMSAL ROL VE SAĞLIK- HASTALIK ..................................... 61
2.5. TOPLUMSAL ROL VE HASTALIK- SAĞLIK İLİŞKİSİNDE
GOFFMAN’IN DAMGA TEORİSİ ÖRNEĞİ .............................................. 64
2.5.1. Kimler Toplum Tarafından Damgalanmaktadır? ..................................... 65
2.5.2. Görünürlük ve Damga .............................................................................. 65
2.5.3. Damgalanmış Kişilerin Geliştirdikleri Çözüm Yolları ............................. 66
2.5.4. Damgalanmış Kişilerin Toplumsal İlişkileri ............................................ 67
2.5.5. Damgalanmaya Neden Olan Faktörler: Toplumsal Olarak “Normal” ve
“Anormal”........................................................................................................... 69
2.6. PARSONS VE HASTA ROLÜ ................................................................. 70
XI
2.6.1. Hasta Rolünün Meşrulaştırılması ............................................................. 71
2.6.2. Hasta Rolüne İlişkin Beklentiler ............................................................... 71
2.6.3. Hasta Rolünün Kötü Amaçla Kullanılması .............................................. 73
2.6.4. Parsons ve Hasta Rolü Kavramı Eleştirisi ................................................ 73
2.7. HASTA- HEKİM İLİŞKİSİNDE ROLLER ........................................... 74
2.7.1. Hasta- Hekim İlişkisini Etkileyen Faktörler ............................................. 75
BÖLÜM III ............................................................................................................... 77
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNDE UYGULAMALI BİR ÖRNEK ÇALIŞMA
OLARAK KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ ................................................... 77
3.1. KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİNİN TANIMI VE TEDAVİ
YÖNTEMLERİ ........................................................................................................ 77
3.1.1. ORGAN NAKLİ ..................................................................................... 77
3.1.2. PERİTON DİYALİZİ ............................................................................ 78
3.1.3. HEMODİYALİZ..................................................................................... 78
3.1.3.1.Hemodiyaliz Tedavisi Alan Kronik Böbrek Yetmezliği Hastalarının .... 79
Hastalıklarına İlişkin Tepkileri ........................................................................... 79
3.1.3.2. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Problemleri .............................. 82
3.1.3.3. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastalarda Rol Değişimi........................... 86
3.1.3.4. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Tıp Dışı Tedavi Arayışları ...... 89
3.1.3.5. Hemodiyaliz Hastalarının Beklentileri .................................................. 90
BÖLÜM IV ............................................................................................................... 92
HEMODİYALİZ HASTALARIYLA İLGİLİ BİR ALAN ARAŞTIRMASI:
KONYA ÖRNEĞİ ................................................................................................... 92
4.1. Araştırmanın Metodolojisi ........................................................................ 92
4.1.1. Araştırmanın Amaçları ............................................................................. 92
4.1.2. Araştırmanın Yöntemi .............................................................................. 92
XII
4.1.3. Evren ve Örneklem ................................................................................... 92
4.1.4. Verilerin Toplanması ................................................................................ 93
4.1.5. Saha Uygulaması ...................................................................................... 93
4.1.6. İstatistiksel Yöntem ve Çözümleme ......................................................... 94
4.1.7. Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları ..................................................... 94
BÖLÜM V ................................................................................................................ 95
ARAŞTIRMANIN BULGULARI VE YORUM ................................................... 95
5.1. SOSYO-EKONOMİK
VE DEMOGRAFİK DEĞİŞKENLER ......... 95
5.2. HASTALIK ALGILAMASI ................................................................... 108
5.3. SOSYAL DESTEK VE BEKLENTİ ...................................................... 121
5.4. TOPLUMSAL ROL VE STATÜ ........................................................... 161
5.5. HASTALARIN PROBLEMLERİ.......................................................... 175
5.6. SOSYAL FAALİYET VE İLİŞKİ ......................................................... 192
5.7. ÇAPRAZ TABLOLAR ........................................................................... 219
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME................................................................. 235
EK: 1 Anket Formu ............................................................................................... 264
ÖZGEÇMİŞ ........................................................................................................... 278
XIII
KISALTMALAR
Akt.: Aktaran
Çev.: Çeviren
DSÖ: Dünya Sağlık Örgütü
HD: Hemodiyaliz
KBY: Kronik Böbrek Yetmezliği
SSK: Sosyal Sigortalar Kurumu
yy.: Yüzyıl
XIV
TABLOLAR LİSTESİ
FREKANS TABLOLARI
Tablo 5.1.1. Cinsiyet Dağılımı ........................................................................... 95
Tablo 5.1.2.Yaş Dağılımı.................................................................................... 95
Tablo 5.1.3. Medeni Durum .............................................................................. 96
Tablo 5.1.4. Eğitim Durumu ............................................................................... 96
Tablo 5.1.5. Meslek Dağılımı ............................................................................ 98
Tablo 5.1.6. Şu Anda Geçimlerini Sağladıkları İş Dağılımı.............................. 99
Tablo 5.1.7. Hastanın Evine Giren Ortalama Aylık Gelir Düzeyi ................... 100
Tablo 5.1.8. Hastaların Şu Andaki Gelirlerinin Geçimlerini Sağlamaya
Yetip/Yetmediği Durumu ................................................................................. 101
Tablo 5.1.9. Hastaların Sosyal Güvence Durumu ........................................... 102
Tablo 5.1.10. Hastaların Tedavi Masraflarını Karşılama Şekli ........................ 103
Tablo 5.1.11. Hastaların Haftada Toplam Kaç Gün Diyalize Girdiği ............. 103
Tablo 5.1.12. Hastaların Haftada Toplam Kaç Saat Diyalize Girdikleri ......... 104
Tablo 5.1.13. Hastaların Kaç Yıldır Diyaliz Tedavisi Gördükleri .................. 104
Tablo 5.1.14. Hastaların Yaşadıkları Yerleşim Birimi .................................... 105
Tablo 5.1.15. Hastaların Aynı Evde Kimlerle Yaşadığı Durumu..................... 106
Tablo 5.1.16. Hastaların Ailesinde Başka Böbrek Hastası Olup/Olmama Durumu
........................................................................................................... 107
Tablo 5.1.17. Hastanın Ailesinde Başka Böbrek Hastası Varsa Kim Olduğu .. 107
Tablo 5.2.1. Hastaların Hayatlarından Memnuniyet Düzeyleri ....................... 108
Tablo 5.2.2. Hastaların Kendilerini Bedensel Engelli/Özürlü Hissetme
Durumları .......................................................................................................... 109
Tablo 5.2.3. Hastaların, Diyaliz Makinesine Bağlı Oldukları İçin Kendilerini
Diğer İnsanlara Göre Nasıl Değerlendirdikleri................................................. 110
XV
Tablo 5.2.4. Hastaların, Hastalıklarını Doktorların Söylediği Tıbbi Nedenler
Dışında Hangi Nedenlere Bağladıkları ............................................................. 111
Tablo 5.2.5. Hastaların, Hastalıklarına Neden Olarak Kimleri ve Neleri Sorumlu
Tuttuğu ........................................................................................................... 113
Tablo 5.2.6. Hastaların Hastalıkları ile İlgili Yeterli Bilgi ve Bilince Sahip Olma
Durumları .......................................................................................................... 114
Tablo 5.2.7. Hastaların Hastalıkla Birlikte Mutlu Yaşamak Mümkün mü
Sorusuna Verdiği Cevaplar ............................................................................... 116
Tablo 5.2.8. Hastalıkla Birlikte Mutlu Bir Şekilde Yaşamak Mümkün Diyen
Hastalarda, Bu Mutluluğu Sağlayan En Önemli Etkenler ................................ 117
Tablo 5.2.9. Hastaların Tedavi Sürecinden Vazgeçmeyi Düşünüp/Düşünmediği
Durumu ........................................................................................................... 118
Tablo 5.2.10. Hastaların Tıp Dışı Tedavi Yöntemlerine Başvurma Durumu ... 119
Tablo 5.2.11. Hastaların Başvurdukları Tıp Dışı Tedavi Yöntemleri ............ 120
Tablo 5.3.1. Hastanın Evdeki Bakımını Üstlenen Kişiler ............................... 121
Tablo 5.3.2. Hastanın Hastalığından Olumsuz Yönde Etkilenen Kişiler ......... 123
Tablo 5.3.3. Hastaların, İnsanların Kendilerine İlgili ve Duyarlı Davranması
Düşüncesine Katılma Düzeyi ........................................................................... 124
Tablo 5.3.4. Hastaların, İnsanlar Bizi Dışlıyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi
........................................................................................................... 125
Tablo 5.3.5. Hastaların, İnsanlar Bizden Kaçıyorlar Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 126
Tablo 5.3.6. Hastaların İnsanlar Bizden Utanmaktadırlar Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 127
Tablo 5.3.7. Hastaların İnsanlar Bizlere Mecburen Katlanıyorlar Düşüncesine
Katılma Düzeyi ................................................................................................. 128
Tablo 5.3.8. Hastaların İnsanlar Bizlere Acıyarak Düşüncesine Katılma Düzeyi
........................................................................................................... 129
XVI
Tablo 5.3.10. Hastaların İnsanlar Bizi Yük Olarak Görüyorlar Düşüncesine
Katılma Düzeyi ................................................................................................. 131
Tablo 5.3.11. Hastaların İnsanlar Bizi İşe Yaramaz ve Değersiz Olarak
Görüyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi ......................................................... 132
Tablo 5.3.12. Hastaların, İnsanlar Üreden Meydana Gelen Koku Nedeniyle
Bizden Uzaklaşıyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi ....................................... 133
Tablo 5.3.13. Hastaların İnsanların Kendilerine Bulaşıcı Bir Hastalığa
Sahiplermiş Gibi Çekinceli Yaklaştıklarına Dair Düşünceye Katılma Düzeyi 134
Tablo 5.3.14. Hastaların Ailem Bana İlgili ve Duyarlı Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 135
Tablo 5.3.15. Hastaların Ailem Beni Dışlıyor Düşüncesine Katılma Düzeyi .. 136
Tablo 5.3.16. Hastaların Ailem Benden Kaçıyor Düşüncesine Katılma Düzeyi
........................................................................................................... 137
Tablo 5.3.17. Hastaların Ailem Benden Utanmaktadır Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 138
Tablo 5.3.18. Hastaların Ailem Bana Mecburen Katlanıyor Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 139
Tablo 5.3.19. Hastaların Ailem Bana Acıyarak Bakıyor Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 140
Tablo 5.3.20. Hastaların Ailem Bana Yakında Ölecek Gözüyle Bakıyor
Düşüncesine Katılma Düzeyi ........................................................................... 141
Tablo 5.3.21. Hastaların Ailem Beni Yük Olarak Görüyor Düşüncesine Katılma
Düzeyi
........................................................................................................... 142
Tablo 5.3.22. Hastaların Ailem Beni İşe Yaramaz ve Değersiz Olarak Görüyor
Düşüncesine Katılma Düzeyi ........................................................................... 143
Tablo 5.3.23. Hastaların Tedavi Sürecinde Psikolog vb. Danışmanlara İhtiyaç
Duyma Durumu ................................................................................................ 144
XVII
Tablo 5.3.24. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili En Çok Hangi Konuda
Bilgilendirmek İstediği ..................................................................................... 145
Tablo 5.3.25. Hastaların, Hastalıklarıyla İlgili Bir Derneğe Üyelik Durumu .. 147
Tablo 5.3.26. Hastaların Sivil Toplum Kuruluşlarına Üye Olmamalarının
Sebepleri ........................................................................................................... 148
Tablo 5.3.27. Hastaların Diyaliz Personeli Dışındaki En Önemli Yardımcıları149
Tablo 5.3.28. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili Devletten Yeterli Desteği
Alıp/Almadıklarına İlişkin Cevapları ............................................................... 150
Tablo 5.3.29. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili En Önemli Beklentileri ............ 151
Tablo 5.3.30. Hastaların Diyaliz Merkezinden Tedavi Sürecinin Dışındaki
Beklentileri ....................................................................................................... 155
Tablo 5.3.31. Hastaların Organ Nakli ile İlgili Beklenti Durumları ................. 156
Tablo 5.3.32. Hastaların Organ Nakline Müracaat Durumu ............................ 157
Tablo 5.3.33. Hastaların İnsanların Organ Bağışlamamasının Nedeni
Hususundaki Düşünceleri ................................................................................. 158
Tablo 5.3.34. Hastaların Organ Bağışında Bulunma Durumları ...................... 159
Tablo 5.4.1. Hastaların Babalık/Annelik Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu ........................................................................................................... 161
Tablo 5.4.2. Hastaların Arkadaşlık ve Dostluk Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu ........................................................................................................... 162
Tablo 5.4.3. Hastaların İş ve Mesleki Görevlerini Yerine Getirebilme Durumu
........................................................................................................... 163
Tablo 5.4.4. Hastaların Cinsel Açıdan Eş Rollerini Yerine Getirebilme Durumu
........................................................................................................... 164
Tablo 5.4.5. Hastaların Evlatlık Vazifelerini Yerine Getirebilme Durumu ..... 166
Tablo 5.4.6. Hastaların Öğrenci Olarak Eğitim Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu ........................................................................................................... 167
XVIII
Tablo 5.4.7. Hastaların Günlük Kişisel Bakımlarını Yerine Getirebilme Durumu
........................................................................................................... 168
Tablo 5.4.8. Hastaların Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme Durumu ............. 169
Tablo 5.4.9. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde İş Yaşamlarındaki
Değişiklikler ..................................................................................................... 170
Tablo 5.4.10. Hastaların Diyaliz Hastaların Evlenmemelidir Görüşüne Katılma
Durumu ........................................................................................................... 171
Tablo 5.4.11. Hastaların, Kadın Diyaliz Hastaların Hamile Kalmaktan Kaçınmalı
Görüşüne Katılma Durumu............................................................................... 172
Tablo 5.4.12. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Medeni Durumlarında
Meydana Gelen Değişiklikler ........................................................................... 174
Tablo 5.5.1. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Evdeki Olağan
Düzenlerindeki Değişiklikler ............................................................................ 175
Tablo 5.5.2. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Günlük Rutin İşlerinde
Meydana Gelen Değişiklikler ........................................................................... 176
Tablo 5.5.3. Hastaların, Hastalıktan Sonraki Dönemde Evdeki Yemek
Düzenlerinde Meydana Gelen Değişiklikler .................................................... 177
Tablo 5.5.4. Hastaların Hastalıktan Sonra Yaşamlarında Meydana Gelen
Kısıtlamalardan Hangisini Önemsedikleri ........................................................ 179
Tablo 5.5.5. Hastaların, Hastalıkları Sonucunda Psikolojilerinde Meydana Gelen
Değişiklikler ..................................................................................................... 181
Tablo 5.5.6. Hastaların Yaşadığı En Önemli Duygusal Reaksiyonlar ............. 183
Tablo 5.5.7. Hastaları Tedavi Sürecinin Dışında Mutsuz Edebilecek Diğer
Sorunlar ........................................................................................................... 185
Tablo 5.5.8. Hastaları En Çok Rahatsız Eden Şikâyetler ................................. 186
Tablo 5.5.9. Hastaların Hastalığından Dolayı Ölme İsteği (Ötenazi) Hakkındaki
Fikirleri ........................................................................................................... 189
XIX
Tablo 5.5.10. Hastaların Hastalıktan Dolayı İntihar Etmek Hiç Aklınıza Geldi
mi? Sorusuna Verdikleri Cevaplar.................................................................... 190
Tablo 5.5.11. Hastaların Hastalıkları ile İlgili Talep ve Şikâyetlerini Ulaştırdığı
Yerler
........................................................................................................... 191
Tablo 5.6.1. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Televizyon İzleme
Düzeyleri........................................................................................................... 192
Tablo 5.6.2. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Kitap, Dergi, Gazete
Okuma Düzeyleri .............................................................................................. 193
Tablo 5.6.3. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Tiyatroya Gitme
Düzeyleri........................................................................................................... 194
Tablo 5.6.4. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Sinemaya Gitme
Düzeyleri........................................................................................................... 195
Tablo 5.6.5. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Gezip Dolaşma Düzeyleri
........................................................................................................... 196
Tablo 5.6.6. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Egzersiz ve Spor Yapma
Düzeyleri........................................................................................................... 197
Tablo 5.6.7. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Seyahat Etme Düzeyleri
........................................................................................................... 198
Tablo 5.6.8. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konserlere Gitme
Düzeyleri........................................................................................................... 199
Tablo 5.6.9. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Kahve/ Kafelere Gitme
Düzeyleri........................................................................................................... 200
Tablo 5.6.10. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Arkadaş Ziyaretleri
Yapma Düzeyleri .............................................................................................. 201
Tablo 5.6.11. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Akraba Ziyaretleri
Yapma Düzeyleri .............................................................................................. 202
Tablo 5.6.12. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konu Komşu Ziyaretleri
Yapma Düzeyleri .............................................................................................. 203
XX
Tablo 5.6.13. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konferans ve
Toplantılara Katılma Düzeyleri ........................................................................ 204
Tablo 5.6.14. Hastaların Çevresinde En Çok Kiminle İletişim Güçlüğü Yaşadığı
........................................................................................................... 205
Tablo 5.6.15. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Görüştüğü Kişi Sayısının
Durumu 206
Tablo 5.6.16. Hastaların Görüştüğü Kişi Sayısındaki Azalmanın Nedeni ....... 207
Tablo 5.6.17. Hastaların En Çok Hangi Kesimle İlişkilerinin Azaldığı ........... 208
Tablo 5.6.18. Hastaların Görüştüğü Kişi Sayısındaki Azalmanın, Onları Nasıl
Etkilediği........................................................................................................... 209
Tablo 5.6.19. Hastaların Hastalıktan Dolayı Yalnızlık Duygusuna Kapılma
Durumu ........................................................................................................... 210
Tablo 5.6.20. Hastaların Yalnızlık Duygularını Telafi Etmek İçin Başvurduğu
Tedbirler ......................................................................................................... 211
Tablo 5.6.21. Hastaların Diyalizde Geçirdikleri Süreyi Nasıl Değerlendirdikleri
........................................................................................................... 213
Tablo 5.6.22. Hastaların Kendilerini Diğer Diyaliz Hastalarıyla Kıyasladığında
Neler Hissettiği ................................................................................................. 215
Tablo 5.6.23. Hastaların Diğer Diyaliz Hastaları Hakkındaki Düşünceleri ..... 216
Tablo 5.6.24. Hastaların Diyaliz Merkezinde En Çok Hangi Personeli
Kendilerine Yakın Hissettikleri ........................................................................ 217
Tablo 5.6.25. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Herhangi Bir Sanatsal
veya Yetenek Kursu Alıp/Almadığı ................................................................. 218
ÇAPRAZ TABLOLAR
Tablo 5.7.1. Hastaların Cinsiyeti ile Seyahat Etme Faaliyetleri Arasındaki İlişki
........................................................................................................... 219
Tablo 5.7.2. Hastaların Cinsiyetleri ile Hastalandıktan Sonraki Dönemde Kitap,
Dergi, Gazete Okuma Alışkanlıkları Arasındaki İlişki..................................... 220
XXI
Tablo 5.7.3. Hastaların Cinsiyetleri ile Eğitim Düzeyleri Arasındaki İlişki .... 221
Tablo 5.7.4. Hastaların Eğitim Düzeyleri ile Tıp Dışı Tedavilere Başvurma
Durumları Arasındaki İlişki .............................................................................. 223
Tablo 5.7.5. Diyaliz Hastası Olmanın Psikolojide Yarattığı Etki ile Yalnızlık
Duygusu Arasındaki İlişki ................................................................................ 225
Tablo 5.7.6. Hastaların Cinsiyeti ile İş ve Mesleki Rolleri Yerine Getirme
Düzeyleri Arasındaki İlişki ............................................................................... 227
Tablo 5.7.7. Hastaların Cinsiyeti ile Cinsel Açıdan Karı- Koca Rollerini Yerine
Getirme Durumları Arasındaki İlişkisi ............................................................. 228
Tablo 5.7.8. Hastaların Cinsiyeti ve Evde Bakımlarını Üstlenen Kişiler
Arasındaki İlişki................................................................................................ 229
Tablo 5.7.9. Hastaların İletişim Düzeyi ve Yalnızlık Durumları Arasındaki İlişki
........................................................................................................... 231
Tablo 5.7.10. Hastanın Kendisini Diğer İnsanlarla Kıyasladığında Hissettikleri
ve Yalnızlık Duygusu Arasındaki İlişki ........................................................... 233
XXII
GİRİŞ
Sosyoloji, insan topluluklarını sistematik bir şekilde inceleyen bilim dalıdır.
Toplumu ilgilendiren her olay ve olgu sosyoloji bilimini ilgilendirmektedir.
Ekonomi, kent, sanayileşme, aile, siyaset, din, boş zamanlar, iş yaşamı, sağlık ve
hastalık gibi pek çok değişken insanların ve toplumun yapısını etkilediğinden dolayı
sosyoloji biliminin konusunu oluşturmaktadırlar.
Sosyolojinin ele aldığı konulardan birisi yukarıda da belirtildiği gibi sağlık ve
hastalıktır. Sosyologlar özellikle Batı Avrupa ve ABD’de sağlık ve hastalık
konularıyla ilgili çok sayıda araştırma yapsalar da ülkemizde bu alanla ilgili yapılan
çalışma sayısı oldukça azdır. Sosyoloji, sağlık sosyolojisi adı altında pek çok konuda
araştırma yapmaktadır. Sağlık sosyolojisi genel olarak, hastalık durumunun
toplumsal nedenlerini, bir toplumsal rol olarak hastalık durumunun karakterini ve
insanların hastalık durumu karşısında gösterdikleri duygu, dil ve toplumsal eylemler
aracılığıyla verdikleri tepkilerini konu edinmektedir (Turner, 2011).
Hastalık türleriyle hastalık ve sağlık kavramlarına dair görüşler, yaşanılan
zamana ve toplum yapısına göre değişiklikler gösterse de aynı toplumda yaşayan
insanlar arasında da bireysel düzeyde farklılıklar bulunabilmektedir. Avcılıktoplayıcılık döneminde doğal afetlerden, soğuktan, kuraklıktan, kabileler arası
çatışmalardan dolayı ölen insanlar, Ortaçağ’a gelindiğinde bulaşıcı hastalıklar
sebebiyle yaşamlarını kaybetmeye başlamışlardır. Sanayileşme ile birlikte tıbbın
ilerlemesiyle sonucunda bulaşıcı hastalıklar ortadan kalkmış, bu dönemden itibaren
de insanlar küreselleşme, hızlı kentleşme, sosyal eşitsizlikler ve savaşlar nedenleriyle
hayatlarını kaybetmeye başlamışlardır. Modern zamanda, insanların yaşam
kalitelerini derinden etkileyerek ölümlerine sebep olan hastalıkların başında kronik
hastalıklar gelmektedir.
Toplumdan topluma ve zamana göre hastalık ve sağlık kavramlara dair bakış
açıları da değişiklik göstermektedir. Tarih boyunca var olan her toplum, sağlık ve
hastalığın nedenini farklı gerekçelere dayandırmış, hastalıklara karşı farklı çözüm
yolları geliştirmiştir. Geleneksel dönemde hastalık, kötü ruhlar ya da doğaüstü güçler
1
tarafından ortaya çıkarılmış olan ve çoğu zaman da kendisini ceza şeklinde gösteren
bir durum olarak algılanmaktadır. Modern tıbbın ortaya çıktığı ilk dönemlerde
hastalıklar, mikroba bağlı olarak ortaya çıkan bir durum olarak algılanmaktadır.
Sonraki dönemlerde ise hastalıkların sadece mikrop nedenine dayandırılamayacağı
kabul edilmiş ve hastalıklar hakkında çok nedenli açıklamalar yapılmaya
başlanmıştır.
Modern dönemin temel hastalığı daha önce de ifade edildiği gibi kronik
hastalıklardır. Kronik hastalıklar, insanların birlikte yaşamak zorunda oldukları,
sürekli hekime başvurmayı veya kontrolü gerektiren hastalıklardır. Bu tür hastalığa
sahip olan kişiler, ilaçlara ya da aletlere bağımlı oldukları gibi sağlık personeli ve
çevresine,
özellikle
de
ailelerine
bağımlı
olarak
yaşamlarını
sürdürmek
zorundadırlar. Hastaların bu şekilde yaşamaya mahkûm olmaları fizyolojik,
psikolojik ve sosyal anlamda birçok problem yaşamalarına neden olmaktadır.
Yapılan bu çalışmada hastalıklarından dolayı fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan
birçok problemle karşılaşan kronik böbrek yetmezliği hastaları konu edilmiştir.
Günümüzde kronik böbrek yetmezliği hastalarının tedavisinde üç yöntem
kullanılmaktadır. Bunlardan ilki periton diyaliz, ikincisi hemodiyaliz ve üçüncüsü ise
organ naklidir. Ülkemizde organ bağışı oranlarının oldukça düşük düzeyde olması
nedeniyle, periton diyalizi ve hemodiyaliz daha yaygın olarak kullanılan tedavi
yöntemleridir. Periton diyalizi uygulamasını, eğitim almak şartıyla hastanın kendisi
ya da bir yakını yapabilmektedir. Ancak hemodiyaliz tedavisi için hastanın bir
hemodiyaliz kliniğinde tedavi görmesi ve makineye bağımlı olarak yaşaması
gerekmektedir.
Makineye bağımlı olarak yaşamak ise çeşitli fizyolojik, psikolojik ve sosyal
problemleri beraberinde getirmektedir. İlk başta sadece böbrek yetmezliği hastalığı,
hasta için problem niteliği taşımaktayken, daha sonraki dönemlerde tedavi süreci de
hasta üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır. Öyle ki hemodiyaliz tedavisi alan kronik
böbrek yetmezliği hastalarına ikincil olarak “hemodiyaliz hastası” adı verilmektedir.
Bu çalışmanın konusu hemodiyaliz hastalarında hastalığa bağlı toplumsal rol
değişimi, beklenti ve sorunlarıdır. Kronik hastaların hastalanmadan önce ile
2
hastalandıktan sonraki yaşamları oldukça farklıdır. Kişiler kronik hastalıklarına sahip
olmalarıyla birlikte, hayatlarında adeta bir dönüm noktası yaşamaktadırlar.
Kronik hastalıklar, kişilerin gündelik ihtiyaçlarını karşılamasına engel
olabilmekte, bu nedenle de hastalar bir başkasına muhtaç hale gelebilmektedir. Aynı
zamanda kronik hastalıklar, anne/baba, cinsel olarak karı/koca, arkadaşlık ve dostluk,
iş ve mesleki, evlatlık, öğrencilik, dini vecibeleri yerine getirme ve araba kullanma
gibi pek çok toplumsal rolü ve görevi yerine getirme konusunda da çeşitli
problemlere yol açmaktadır. Hastaların, hastalığa bağlı olarak toplumsal rollerini
yeterince sergileyememesi, özellikle hastanın aile üyeleri ve yakınlarının, bu rol ve
sorumlulukları üstlenmesine neden olmaktadır. Bu durumda da hastalar başkalarına
bağımlı olarak yaşamak zorunda kalmakta ve kendilerini bir yük olarak
hissedebilmektedirler.
Hemodiyaliz tedavisi gören KBY hastaları, hastalıklarına bağlı olarak iş
yaşamlarında, evdeki olağan düzenlerinde, günlük rutin işleri devam ettirmede,
beslenme şekillerinde, medeni durumlarında, cinsel yaşamlarında, aile içi ve
arkadaşlık,
dostluk
ilişkilerinde,
boş
zaman
etkinliklerinde
değişiklikler
yaşamaktadırlar. Yine bu hastalar, TV izleme, kitap dergi gazete okumak, tiyatro,
sinema, konsere gitmek, egzersiz ve spor yapmak, gezip dolaşmak, seyahat etmek,
akraba, konu komşu ve arkadaş ziyareti yapmak, toplantı ve konferanslara katılmak
gibi sosyal faaliyetleri yapma düzeyinde hastalık durumlarından kaynaklanan artma
ve azalma durumuyla karşı karşıya kalmaktadırlar.
HD tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği hastaları, hastalıklarına bağlı
olarak aileleriyle, akrabalarıyla, arkadaş çevreleriyle ve sağlık çalışanlarıyla çeşitli
iletişim sorunları yaşayabilmektedirler. İletişimlerindeki aksaklıklar kimi zaman
onların yalnızlaşmasına neden olurken, kimi zaman da ölüm korkusu, özgüven
eksikliği, ümitsizlik ve bıkkınlık, isyan ve kızgınlık, kaderine razı olmak ve
sabretmek gibi çeşitli duygusal tepkiler göstermelerine neden olabilmektedir.
Hemodiyaliz tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği hastaları kimi zaman da
aileleri ve çevresindeki insanlar tarafından sergilenen ilgisiz ve duyarsız, dışlama,
kaçma, utanma, mecburen katlanma, acıyarak bakma, yakında ölecek gözüyle
3
bakma, yük olarak görme, işe yaramaz ve değersiz olarak görme, bulaşıcı hastalık
sahipleriymiş gibi çekinceli bir şekilde yaklaşma ve üreden kaynaklanan koku
sebebiyle uzaklaşma gibi tavırlara maruz kalabilmektedirler.
Bu hastaların çaresiz bir durumda olmaları çeşitli tıp dışı tedavi yöntemlerine
başvurmalarına neden olabilmektedir. Yine bu hastalar, hastalıklarından dolayı
kendisini özürlü ya da eksik olarak hissedebilmekte ve zaman zaman intihara
başvurabilmektedirler. Tedavi sürecinin uzun süre devam etmesi ve hastaların çeşitli
problemlere sürekli maruz kalmaları, hastaların zaman zaman tedaviden vazgeçmeyi
düşünmesine de neden olabilmektedir.
Yapılan bu çalışmada hemodiyaliz hastalarıyla ilgili değinilen bütün bu
problemlerin yanı sıra hastaların, hastalıkları ile ilgili bilgi düzeylerine ilişkin
görüşlerine, hastalıkları ile ilgili beklentilerine, hastalıkları ile ilgili şikâyetlerine,
diyaliz hastaları ile ilgili sivil toplum kuruluşlarına üye olup olmama durumlarına ve
üye değillerse bunun nedenlerine ilişkin konulara yer verilmiştir.
Çalışmada ayrıca, hastaların diyaliz merkezinde kendisini en çok hangi
personele yakın hissettiğine, tedavi sürecindeki personel dışında en önemli
yardımcısının kim olduğuna, hastalıklarıyla ilgili devletten ve diyaliz merkezinden
beklentilerine, organ nakli hakkındaki beklenti düzeylerine, organ nakli için
müracaat düzeyine, kendilerinin organ bağışında bulunup bulunmadıklarına,
hastalandıktan sonra sanatsal kurs alıp almadıklarına ilişkin konulara da
değinilmiştir.
Çalışmanın birinci bölümünde genel olarak sağlık sosyolojisi, sağlık
sosyolojisinin konusu, sağlık sosyolojisinin kısa tarihi, Türkiye’de sağlık sosyolojisi
çalışmaları, tarih boyunca sağlık- hastalık kavramları ve problemleri, farklı
sosyolojik yaklaşımlara göre sağlık ve hastalık, hastalık ve sağlığın kültürel temelleri
ve toplumsal kurumlarla sağlık- hastalık ilişkisi, farklı sosyal değişkenlere göre
sağlık ve hastalık, hastanın hekime başvurma süreci ve kronik hastalık ve birey gibi
konulara yer verilmiştir.
4
İkinci bölümde, toplumsal rol, toplumsal rol çeşitleri, toplumsal rolün
özellikleri, toplumsal rol ile hastalık ve sağlık ilişkisi, toplumsal rol ve hastalıksağlık ilişkisinde Goffman’ın damga teorisi, Parsons’ın hasta rolü kavramı, hasta
rolünün meşrulaştırılması, hasta rolüne ilişkin beklentiler, hasta rolünün kötü amaçla
kullanılması, hasta ve hekimde rol dönüşümü ve hasta hekim ilişkisini etkileyen
faktörlere ilişkin konulara yer verilmiştir.
Üçüncü bölümde ise sağlık sosyolojisinde uygulamalı bir örnek çalışma olarak
kronik böbrek yetmezliği hastalığının tanımı, hastalığın tedavi şekilleri, bu tedavi
şekillerinden biri olan hemodiyalizin neden olduğu fizyolojik, psikolojik ve sosyal
problemler ile hemodiyaliz hastalarının hastalığa bağlı toplumsal rol değişimi,
hastaların tıp dışı tedavi arayışları ve hastalıkları ile beklentileri konusunda bilgiler
verilmiştir.
Dördüncü bölüm alan araştırmasına ilişkin bölümdür. Bu bölümde ise
araştırmanın metodolojisi, amaçları, yöntemi, evren ve örneklemi, verilerin
toplanması, saha uygulaması, istatistiksel yöntem ve çözümleme ile araştırmanın
kapsamı ve sınırlılığına dair bilgiler verilmiştir.
Beşinci bölümde ise araştırmanın bulguları ve yorumlarına yer verilmiştir. Bu
bölümde bulgular, sosyoekonomik ve demografik, hastalık algılaması, sosyal destek
ve beklenti, toplumsal rol ve statü, hastaların problemleri ile sosyal faaliyet ve
ilişkileri biçiminde gruplandırılarak değerlendirilmiştir. Araştırmaya dair veriler,
Parsons’un “Hasta Rolü” kavramı ve Goffman’ın “Damga” teorisi başta olmak üzere
sosyal teorilere dayalı olarak ve geçmişte benzer konularla yapılan araştırma
sonuçlarıyla karşılaştırmalar yapılarak yorumlanmıştır. Beşinci bölümün sonunda ise
sonuç ve değerlendirme kısmına yer verilmiştir.
5
BÖLÜM I
SAĞLIK SOSYOLOJİSİ
1.1.
GENEL OLARAK SAĞLIK SOSYOLOJİSİ
Hastalık ve sağlık olgularına ilişkin konularda tıp ve insan bilimlerinin kesiştiği
noktalar bulunmaktadır. Bu nedenle tıp bilimi ile insan bilimleri arasında karşılıklı
bir ilişki söz konusudur. Tıp bilimi ile ilişkisi olan insani bilimler edebiyat, felsefe,
teoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, antropoloji ve etik gibi alanlardır. İnsan
bilimlerinin tıp ile ilgili çalışmaları hastalık-sağlık kavramları, tıp, sağlık hizmetleri
ve hasta- hekim ilişkileri üzerinedir. Tıp tarihi klinik tıbbın hangi aşamalardan
geçtiğini, nasıl bir değişim gösterdiğini, medikal sosyoloji ve antropoloji, klinik tıp
içindeki bireyin ya da toplumun rollerini konu edinmektedir. Edebiyat ve görsel
sanatlar ise tıp deneyimini ifade eden alanlardandır (Elçin, 2008: 57). Tıp bilimi ile
insani bilimler arasında ilişkilerin bulunması, hastalık ve sağlık konularında sadece
tıbbın değil, diğer disiplinlerin de etkili olduğunu göstermektedir.
Sağlık sosyolojisi sosyoloji anabilim dalının alt dallarından biri olup sağlık ve
hastalığı
sosyolojik
açıdan
incelemektedir.
Sağlık
sosyolojisi
için
çeşitli
tanımlamalara geçmeden önce zaman zaman birbiriyle karıştırılan ‘Tıpta Sosyoloji’
ve ‘Tıbbi Sosyoloji’ kavramlarından bahsetmek yerinde olacaktır. Sosyoloji
bölümlerinde akademik olarak ele alınan, sağlık ve hastalıkla ilgili konular tıbbi
sosyolojinin, bir başka deyişle sağlık sosyolojinin konusudur. Tıp (sağlık)
sosyolojisi, hastalığın tanımlanması ve tedavisindeki tıbbi hâkimiyetteki artışın
toplumsal, tarihi ve kültürel sebeplerini ele almaktadır (Bilton, 2009). Tıpta sosyoloji
ise hastalıkların nedenleri ve dağılımı, bireylerin sağlık ve hastalığa ilişkin tutum ve
davranışlarındaki
değişimi,
hekim
yetiştirilmesini,
eğitilmesini,
tıbbi
organizasyonları ve toplum sağlığının geliştirilmesini konu edinmektedir (Baloğlu,
2006: 7). Tıp sosyolojisinde sağlık ve hastalık konularına sosyolojik açıdan
bakılırken, tıpta sosyolojide bu kavramlar tıbbi açıdan değerlendirilmektedir.
6
Sağlık ve hastalık kavramları sosyolojik olarak ele alındığında, sağlık
bakımının medikal ve biyolojik yönünden ziyade hastalığın sosyal yönleri,
engellenmesi ve hasta kişilere uygulanan rehabilitasyon hizmetleri vurgulanmaktadır.
Bu şekildeki yaklaşım, sağlığın sosyal modelini ortaya koymaktadır. Bu modelde
sağlığın biyolojik temelinden daha çok, sosyal sağlık ve hastalık ön planda
bulunmaktadır. Medikal modelde ise hastalığa sosyal modelden farklı olarak,
biyolojik ve psikolojik belirtileri göz önüne alarak bakılmaktadır. Sonuç olarak
medikal ve sosyal modelin sağlık ve hastalığın farklı yönlerine vurgu yaptığını
söyleyebiliriz (Bond ve Bond, 1994).
Sağlık sosyolojisi, sosyolojinin uygulamalı sosyoloji ve kurumlar sosyolojisi
adı altında bir alt alan olmak üzere, iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Kasapoğlu’na göre (Baloğlu, 2006: 3-5) sağlık sosyolojisi, sağlık problemlerine karşı
çözüm ve politikalar ürettiği zaman uygulamalı sosyolojinin alanına girerken, makro
ve kurumsal düzeyde çalışmalar yaptığında kurumlar sosyolojisi alanına girmektedir.
Uygulamalı olarak sağlık sosyolojisi, toplumda yaşayan bireylerin hastalıklar
karşısındaki davranış ve düşüncelerini ele almaktadır. Bireysel olarak hastalık
deneyimi konusu ile ilgili yaklaşım fenomenoloji, mikro düzeyde kültürel rahatsızlığı
konu edinen yaklaşım roller, normlar ve sapma sosyolojisi, makro düzeyde sağlık
hizmetleri sistemleri ve sağlık politikalarını konu edinen yaklaşım ise rahatsızlığın
ekonomi politiğidir (Turner, 2011: 14).
Genel olarak sağlık sosyolojisi, hastalık durumunun toplumsal nedenlerini, bir
toplumsal rol olarak hastalık durumunun karakterini ve insanların hastalık durumu
karşısında, duygular, dil ve toplumsal eylemler aracılığıyla verdikleri tepkilerini ele
almaktadır (Turner, 2011).
1.2.
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNİN KONUSU
Sağlık ve hastalık sosyolojisinin üç ana konu alanı bulunmaktadır. Bunlar,
sağlık ve hastalığın kavramsallaştırılması, sağlık ve hastalığın ölçülmesi ve
toplumdaki dağılımları ile hastalık kalıplarının açıklanmasıdır (Marshall, 1999:628).
Medikal sosyolojinin çalışma alanları: Şifa veren uzmanların sosyolojisi, sağlık
kurumları ile sağlık hizmeti organizasyonları, hastalığın sosyolojisi, hastalık
7
davranışı ve yardım alma, hastalığın etiyolojisinde sosyal faktörler, ölümlülük ve
doğurganlıkta sosyal faktörler, tıbbi etkinliklerin kullanımı ve onlara talebi etkileyen
sosyal faktörler, doktor- hasta etkileşimi sosyolojisi, özel ve kamu kesimi sağlık
bakımının farklı sağlık sistemlerine sosyal etkileri ile sağlık ve hastalığın uluslararası
modelleridir (Özçelik Adak, 2002: 18). Bunun dışında, sağlık ve hastalığa karşı
sosyo-kültürel tepkiler, hastane sosyolojisi, sağlık bakımı, sağlık eğitimi, hastalığa
karşı toplumun tepkisi, hastalıkların toplumsal yapı ve değişmeyle ilişkisi,
hastalıklarla ilgili sağlık personelinin rolleri, tıbbi uygulamanın örgütlenmesi, sağlık
politikaları, sağlık ve hastalığın diğer sosyal kurumlarla ilişkisi, ilaç endüstrisinin
sağlık ve hastalıkla ilgili rolü gibi konularla da ilgilenmektedir (Baloğlu, 2006: 4).
Bütün bunlara ilave olarak sağlık sosyolojisi, sağlık ve hastalık kalıplarını,
rejim, sigara içme, alkol tüketimi, egzersiz yapma gibi sağlıkla ilişkili davranış
biçimlerini ele aldığı gibi, tüketim faktörlerini belirleyen kültürel faktörleri, üretim
sürecindeki sanayi ve çevre kirliliğini, iş kazaları ve stresin yol açtığı sağlık ve
hastalık durumlarını konu edinen araştırmalar da yapmaktadır (Marshall, 1999: 629).
1.3.
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNİN KISA TARİHİ
Sosyoloji bilimi altında sağlık sosyolojisi alanı ortaya çıkmadan önce de sağlık
ve hastalığın kültürel ve sosyal yapılardan etkilendiği bilinmekteydi. Avrupa’da 18.
yüzyılın sonları ile 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında sosyal tıp, halk sağlığı ve
antropoloji gibi disiplinler, hastalığın ve sağlığın toplumsal boyutları ile
ilgilenmişlerdir. Bu dönemde sosyal tıp, sosyal hijyen ve halk sağlığı özellikle
İngiltere, Fransa ve Almanya’da oldukça ilerlemiş durumdadır (Kızılçelik, 1996: 18).
Sağlık ve hastalığın toplumsal boyutlarıyla ilgilenen bu alanlar, sağlık ve
hastalıklarla ilgili sadece tıp biliminin yeterli olmadığını, hastalıkların, farklı zaman,
kişi, toplum ve kültüre göre farklılıklar gösterdiğini dile getirmişlerdir. Böylece
sağlığın biyolojik ve fiziksel olduğu kadar, psikolojik, sosyal, ekonomik, kültürel
boyutları ile de ele alınması gerektiği fikri ortaya çıkmıştır (Baloğlu, 2006: 4).
Sosyoloji biliminin sağlık alanına yönelmesi ilk olarak, sosyal antropoloji
alanında yapılan araştırmalarla başlamıştır. Antropologlar halk üzerinde yaptıkları
araştırmalarda, kültürle hastalık ve sağlık arasındaki ilişkiyi gözlemlemişlerdir.
8
Başlangıçta sadece ilkel toplumlar üzerinde yapılan bu çalışmalar, ilerlemiş
toplumlara daha geniş ölçüde uygulanarak, yayılma alanı bulmuştur. Bütün bunların
sonucunda da sağlık sosyolojinin gelişmesine ortam sağlamıştır (Türkdoğan, 2006:
17).
Diğer alanlardan bağımsız olarak sağlık sosyolojisi ilk olarak 1940’lı yılların
sonlarında ABD’de ortaya çıkmış, 1950’lerin sonunda ise Avrupa’da gelişim
göstermeye başlamıştır. Medikal sosyoloji teriminin ilk olarak kullanıldığı yer ise
1894’te McIntre tarafından yazılmış olan, sağlıkta sosyal faktörün önemini konu
edinen makaledir (Kasapoğlu, 1999: 1).
Medikal sosyolojinin gelişimi 1940 ve 1950’li yıllarda sadece uygulamalı
sosyoloji alanında yaşanırken, 1951 yılında Parsons’ın “Sosyal Sistem” isimli
kitabının çıkışıyla teorik bir yapıya da kavuşmuştur. Parsons bu eserinde Weber,
Durkheim ve Freud’tan etkilenerek, sağlıklı olmanın toplumda bir değer
taşımasından, hasta rolünün meşrulaşmasından, sağlık ve hastalık konularındaki
değerlerin toplumsallaşma sürecinde bireylerin bilinçaltına itildiği gerçeğinden
bahsetmiştir (Kasapoğlu, 1999: 2).
Sağlık sosyolojisinde, Parsons’ın Sosyal Sistem ismindeki kitabından sonra
1960 ve 1970’lerde, verimlilik ve eşitliğe erişim dâhilinde sağlık bakım sistemleri
konusu işlenmeye başlanmıştır. Bu konuyla ilişkili olarak sosyologlar, toplum
tarafından kontrol edilen tıbbın, gerçek sosyal rolünü tartışmaya başlamışlar, eleştirel
bir bakış açısıyla tıp organizasyonlarının pratiğini ele almışlardır. Bu bağlamda
1975’te Eliot Freidson, ‘Profession of Medicine’ adlı eserinde tıp uygulayıcılarının
sağlık sektöründe baskın bir nitelikte olduğunu ve bu konuda insancıl bir düşünceye
sahip olmadıklarını dile getirmiştir. Aynı yıl Ivan Illıch, Ortodoks düşünceye sahip
olduğunu söylediği tıbbı, insanları iyileştirmenin aksine, hastalığa yol açtığını ve
hastalıkların da hekim kaynaklı olduğunu ifade ederek, sert bir şekilde eleştirmiştir
(White, 2009).
1960’lara kadar Parsons’ın katkıları dışında sağlık sosyolojisi alanında çok
gelişme olmadığı yönünde bir fikir birliği söz konusudur (Turner, 2011: 16). 1970 ve
1980’lerde ise sağlık sosyolojisi alanında geçmiş dönemlerden farklı görüşler ortaya
9
çıkmıştır. Bu konuda ilk olarak medikal model, rahatsızlığın ve hastalığın sebebini
mikrop ve virüslerin vücuda girmesi şeklinde açıklamıştır. Bu açıklamaya göre
hastalıkların tedavisi de sadece ilaçlarla ya da teknik uygulamalarla yapılmalıdır.
Daha sonraki aşamada sosyologlar, biyolojik gerçeklik altında yatan rahatsızlık hissi
konusu ile ilgilenmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak da hastalığın ortaya çıkmasını
kolaylaştırıcı faktörler ve sosyal koşullarla alakalı çalışmalarda bulunmuşlar, sosyal
süreçlerle hastalık arasındaki ilişkiyi ele almışlardır. 1970’lerde sosyologlar sağlık
bakımı sağlayıcılarla ilgili çalışmalar yaparken, 1980’lerin ortalarında tıbbi güç ve
otorite konuları ile ilgilenmişlerdir (White, 2009; Gabe vd., 2004).
Görüldüğü üzere sağlık sosyolojisi ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmış daha
sonra da ABD’de oldukça hızlı bir gelişim göstermiştir. 1962 yılına gelindiğinde bile
Amerika Birleşik Devletleri’nde medikal sosyoloji alanında 700’den fazla sosyolojik
çalışma mevcuttur (Türkdoğan, 2006: 24). Ancak sağlık sosyolojisi ülkemizde ve
Avrupa ve ABD dışındaki diğer ülkelerde aynı zamanda ortaya çıkıp, gelişim
gösterememiştir.
Yaklaşık kırk yıl öncesine kadar sağlık sosyolojisi, sosyolojinin bir alt dalı
olarak nadiren bilinmekteydi ve sağlık sosyolojisi alanında araştırmalar yapan
sosyolog sayısı oldukça azdı. Bu alanda çalışanlar genellikle uygulamalı projelerde
halk sağlığı ve sağlığın sosyal boyutu konularında ve sosyal faktörle sağlık
arasındaki
geleneksel
ilişkiyi
ortaya
koyma
amacıyla
araştırmalarda
bulunmaktaydılar. Ancak günümüzde ABD başta olmak üzere, İngiltere, Yeni
Zelanda, Avustralya ve İskandinav ülkelerinde oldukça hızlı bir gelişim
göstermektedir (Gabe vd., 2004).
1.4.
TÜRKİYE’DE SAĞLIK SOSYOLOJİSİ ÇALIŞMALARI
Türkiye’de sağlık sosyolojisi ile ilgili çalışmalar, sosyolojinin diğer alt
dallarına göre oldukça az sayıdadır. Bu konuda araştırma yapan ilk kişi Orhan
Türkdoğan’dır. Türkdoğan, 1964-1965 yılları arasında Erzurum’a bağlı Ilıca
Kasabası’nda, 37 köyü ziyaret edilerek bir alan araştırması gerçekleştirmiş ve burada
yaşayan kişilerin, sağlık ve hastalık biçimlerine olan tutum ve davranış kalıplarını ele
almıştır.
10
M. Aytül Kasapoğlu’da Türkiye’de sağlık sosyolojisi alanında çalışmalar
yapan bir başka isimdir. Kasapoğlu’nun 1982 yılında tamamladığı “Sağlık
Örgütlerinde Personelin Sosyal İlişkileri” adındaki doktora tezi, sağlık sosyoloji
alanındaki ilk çalışmalarındandır. Kasapoğlu’nun konu ile ilgili “Sağlık Sosyolojisi”
ve “Madalyonun İki Yüzü: Hastalık ve Sağlık” isimli kitapları ile çeşitli dergilerde
yayınlanmış olan makaleleri bulunmaktadır.
Zafer
Cirhinlioğlu
sosyologlardandır.
da
sağlık
Cirhinlioğlu’nun
sosyolojisi
2001
yılında
alanında
çalışmaları
çıkarmış
olduğu
olan
“Sağlık
Sosyolojisi” kitabının dışında, çeşitli dergilerde yayınlanmış olan makaleleri
bulunmaktadır.
Burhan Baloğlu (2006), Nurşen Özçelik Adak (2002), Sevinç Özen, Sezgin
Kızılçelik (1996) ve İlker Belek’in de sağlık sosyolojisi ile ilgili çalışmaları
bulunmaktadır.
TARİH BOYUNCA SAĞLIK-HASTALIK KAVRAMLARI VE
1.5.
PROBLEMLERİ
Sağlık ve hastalık kavramları, hastalık ve sağlıkla ilgili davranışlar, tutumlar ve
hastalık
türleri,
çeşitli
faktörlere
bağlı
olarak
dönemlere
göre
farklılık
göstermektedir.
1.5.1. Modern Öncesi Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve
Problemleri
Locker hastalık kavramının tarihte birkaç aşamadan geçtikten sonra
günümüzdeki anlamına kavuştuğunu vurgulamıştır. Modern tıp ortaya çıkmadan
önce hastalıkların, ruhsal ve mekanik güçlerin bir ürünü olarak ortaya çıktığına
inanılmaktaydı. Bu açıklamaya göre hastalık ya vücudu meydana getiren öğelerin
dengesiz oluşundan ya da günahkâr davranışlardan dolayı, Tanrı’nın bir cezası olarak
ortaya çıkmaktadır (1983, Akt. Cirhinlioğlu, 2010: 23). Bu noktada sihir ve büyü
oldukça büyük bir öneme sahiptir. Doğada ezeli uyumun bozulmasını önlemek için
büyücüler, doğaüstü unsurlarla temasa geçerek, kötü kuvvetlerin insanları
etkilemesine engel olmaktadırlar (Giddens, 2000:131; Türkdoğan, 2006: 70).
11
Modern dönem öncesinde var olan geleneksel tıp, toplumda hemen hemen
çoğu kişinin bildiği ve az çok paylaştığı uygulamalar bütünüdür. Geleneksel tıpta
uygulamalar toplumu oluşturan çok sayıda bireyin tecrübesine dayanmakta,
rahatsızlık ya da hastalıkların nedeni doğaüstü güçlerde veya hastanın yaptığı ya da
yapmadığı birtakım davranışlarda aranmaktadır. Böylece sosyal gruplar bireylere
hastalıkla ilgili geleneksel bilgileri, alışkanlıkları, deneyimleri ve pratikleri
aktarmaktadırlar.
Geleneksel
tıp
basit
uygulamalarla
bütünleştiği
için,
uygulayıcıların da uzman olması gerekmemektedir. Bu nedenle uygulayıcıları daha
çok hasta kişinin kendisi, ailesi ve çevresinde bulunan kişilerdir (Özsan, 2001: 7778).
Kısaca modern dönem öncesi yani geleneksel dönemdeki hastalık ve sağlık
kavramlarına bakış açısına değindikten sonra bu dönemde yaygın olarak görülen
hastalık sebeplerine, türlerine ve tedavi biçimlerine değinmek yerinde olacaktır.
Çünkü insanların geçirdikleri hastalıklar onların sağlık ve hastalık kavramlarına
bakışını etkilemektedir.
Avcılık ve toplayıcılık döneminde insanlar, soğuktan, kabile içi çatışmalardan,
doğal felaketlerden ve kuraklıktan dolayı yaşamlarını kaybetmekteydiler. Bu
dönemde esas olarak doğa şartlarının sağlık ve hastalık durumuna etki ettiğini
söyleyebiliriz. Endüstri dönemi öncesinde kabile yaşamında şamanlar ve kabile
büyücüleri, hastaları kötü niyetli ruhlardan kurtarmaya dayalı bir tedavi yöntemi
izlemekteydiler (Morrall, 2009). Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte, yani
günümüzden 10000 yıl önce, ekonomi tarıma dayanmaktaydı. Bu dönemde insanlar,
yaşamlarını devam ettirmek için çeşitli ürünleri yetiştirmek, ulaşımda kullanmak ve
toprağı ekmek amacıyla hayvanları beslemeye başladılar. Bütün bunların sonucu
olarak da paraziter ve bulaşıcı hastalıklar, beslenme ve besin kaynaklı hastalıklar
yaygın olarak görülmeye başlamış ve dolayısıyla bu sebeplerle ortaya çıkan ölümler
hız kazanmıştır. Yaklaşık 6000 yıl önce ise kentleşme ile birlikte beslenme ile ilgili
hastalıklar görülmeye devam etmiştir (J. Armelagos ve N. Harper, 2010; Kızılçelik,
1996: 89).
12
Ortaçağa geldiğimizde yaygın ve ölüme neden olan hastalıklar, verem, kolera,
veba gibi bulaşıcı hastalıklardır. Söz konusu bulaşıcı hastalıklar sanayileşme ile eski
etkinliğini yitirmiş ve ölüm nedeni olmamaya başlamıştır. Yine bu bulaşıcı
hastalıkların büyük bir kısmı sanayileşme ile birlikte tamamen ortadan kaldırılmıştır
(Giddens, 2000: 132). Ancak modern dönemle birlikte artan sosyal eşitsizlikler,
teknolojinin ilerlemesi, kentleşme, küreselleşme, global savaşlar hastalık sebebi
olmuşlardır (J. Armelagos ve N. Harper, 2010).
Geleneksel tıp, kullanıcı birey ve toplum faktörüne göre değerlendirilmelidir.
Hiç şüphesiz ki modern tıbbın olmadığı bir yerde modern dışı tekniklerin
kullanılması ile modern tıbbın doruk noktasına eriştiği yerde modern dışı tedavi
biçimlerine yönelmek bir değildir. Modern tıbbın geliştiği bazı yerlerde insanlar hala
geleneksel tıbba başvurabilmektedir. Bu durumun nedenlerinden bazıları, kişinin
içinde yaşadığı kültürel sistem, gelenekler, adet ve inanışlardır. Yine kanser hastalığı
gibi modern tıbbın çaresiz kaldığı durumlarda da insanlar geleneksel tıbba
başvurabilmektedirler. Günümüzde bilimin yeterince gelişmediği, modern tıbbın
ulaşamadığı veya modern tıbbın bulunduğu fakat ekonomik güçlüklerden dolayı
ulaşılamadığı bölgelerde geleneksel tıp, modern tıbba göre daha yaygın olarak
kullanılmaya devam edilmektedir (Özsan, 2001: 79). Bu nedenle modern tıbbın
gelişmesi her zaman, tüm toplum ve birey tarafından uygulanması anlamına
gelmemektedir.
1.5.2. Modern Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve
Problemleri
Locker, hastalığın kavramlaştırılmasında Kartezyen düşüncenin çok önemli bir
role sahip olduğunu ifade etmektedir (Cirhinlioğlu, 2010: 23). Bu düşünce akımında
vücut ve ruh birbirinden bağımsız olarak kabul edilmektedir. Kartezyenci
düşünceden etkilenen sosyoloji kuramları sayesinde, toplumsal ve kültürel olaylarda
olduğu gibi tıpta da beden ve ruh ayırımı kabul edilmiş, bedene ilişkin pozitivist bir
anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır. 19. yy. birlikte beden üzerinde insan tasarrufu
13
yasallaşırken, tıp sadece vücudun fiziksel yanı ile ilgilenmeye başlamıştır (Baloğlu,
2006: 17).
İnsan vücudunun yapısını tanımak için yapılması gereken çalışmalar, insan
vücudunun birçok inanç sistemi tarafından kutsal kabul edilmesi ve büyünün
bozulmaması gerektiği inancı nedeniyle uzun yıllar boyunca yapılamamıştır. Çünkü
bu inanç sistemlerine göre insan vücudu açılıp incelendiğinde kutsallığın gideceğine
ve bunu yapan kişilerin lanetleneceğine dair bir inanış hüküm sürmekteydi. Ancak
insan vücudunun yanında bir de ruhu olduğu inancının yaygınlaşmasıyla birlikte
insan bedeninin yapısıyla ilgili araştırmalar hız kazanmıştır. Bu çalışmalarla birlikte
de modern tıbbın temelleri de atılmıştır (Cirhinlioğlu, 1998: 300).
Mikrobun keşfi ise modern tıbbın dönüm noktasıdır. Mikrobun keşfiyle birlikte
biyoloji, fizyoloji, anatomi ve patoloji gibi bilim dallarının 19. yy’da hızlı bir
biçimde gelişmesi sonucunda modern tıp büyük bir ilerleme kaydetmiştir. 19.
yüzyılın ikinci yarısından sonra tüberküloz ve kolera basilinin bulunması, X ışınının
kullanımı, tetanos, difteri ve çocuk felci aşılarının ve penisilinin icadı modern tıbbın
şaşırtıcı bir şekilde gelişmesine neden olmuştur (Özsan, 2001: 79).
Genel olarak modern tıp, belirli yöntemlere ve çok sayıda deney ve araştırmaya
dayanan bilimsel uygulamalar bütünüdür. Toplum tarafından yaygın olarak
kullanımından çok, uzmanlaşmış belirli sayıda kişinin bilgi ve deneyleri sonucunda
ortaya çıkmıştır. Modern tıp, karmaşık ve çok miktarda bilimsel bilgi ve uygulama
alanında uzmanlaşmış kişiler tarafından uygulanmaktadır (Özsan, 2001: 78). Oysa
geleneksel tıpta bu şekilde bir uzmanlaşma söz konusu değildir.
Modern tıpta beden ve ruh birbirini etkilemekle beraber ikisi de ayrı alanlar
olarak ele alınır. Bu anlamda modern tıp genellemelerden kaçınıp, hastanın
rahatsızlığını özelleştirerek ele alır ve sadece ona yönelik çözümler üretir. Bu
nedenle farklı hastalıklar için farklı çözüm yollarının mevcut olduğu gerçeği ortaya
çıkar (Özsan, 2001: 78). Dolayısıyla modern tıp, daha etkili uygulamalara ulaşmak
için sürekli yeni ve değişik yollar aramaktadır.
14
Modern tıpla birlikte sağlık kavramı, hastalık kavramına göre daha önemli bir
hale gelmiştir. Bunun neticesinde de koruyucu tıp ve sağlığın geliştirilmesi ön plana
çıkmıştır. Böylece bireyler henüz hastalanmadan hastalığa karşı önlemler alınmış,
sağlık durumunun daha iyiye gitmesi sağlanmıştır (Tekin, 2007: 1).Oysa geleneksel
tıpta hastalığı önleyici tedbirler bulunmamaktadır. Bu nedenle sadece hastalık
belirtileri ortaya çıktıktan sonra tedavi yöntemlerine başvurulmaktadır.
Başlangıçta tek bir mikroba bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülen hastalıklar
zamanla kendisini çok mikrop nedenli açıklamalara bırakmıştır. Ardından bulaşıcı
hastalıklar üçgeni denilen çok faktörlü açıklama anlayışı yaygın olarak kabul
görmüştür. Çok faktörlü açıklamalarda mikroplar için taşıyıcı ve uygun ortamın
oluşması gerektiği vurgulanmıştır. Mikrop, taşıyıcı ve çevre üçgenini temel alan
açıklamalarda hastalıkların tedavisi ön planda tutulmuştur. Ancak bu tür yaklaşımlar
sadece bulaşıcı hastalıklar açısından geçerlidir, oysa kronik hastalıkları bu şekilde
açıklamak mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde hastalıkların açıklanmasında
sadece biyolojik değil, toplumsal, kültürel, çevresel ve ekonomik değişkenleri göz
önünde bulunduran bütüncül bir yaklaşım hâkim olmuştur (Baloğlu, 2006: 18).
Geleneksel dönemle modern dönem arasında, hastalık türleri ve nedenleri
bakımından bir takım farklılıklar bulunmaktadır. Batıdaki sanayileşmiş ülkelerdeki
ölüm oranının %70’ini kalp hastalıkları, kanser, felç ve akciğer hastalıkları
oluşturmaktadır. Bu hastalıkların oranı farklı ülkelerde değişen oranlarla karşımıza
çıkmaktadır. Değişen bu oran hastalıkların beslenme ve yaşam biçimlerinden
etkilendiğini akla getirmektedir. Bu sebeple de sosyal sınıflarla hastalık arasında bir
ilişki kurulabilir. Yüksek sosyoekonomik seviyede olanlar diğerlerine göre fiziksel
olarak daha güçlü ve daha sağlıklı olurlar, dolayısıyla da daha uzun süre yaşarlar.
Yoksul insanların ölüm riski, sosyoekonomik seviyesi yüksek düzeyde olanlardan
daha yüksektir ve hastalıklara da daha çok maruz kalırlar. Fakat AİDS gibi kimi
hastalıklar, bazı toplumlarda yüksek sosyoekonomik konumda olan insanlarda daha
yaygın olarak görülebilmektedir (Giddens, 2000: 132).
Hastalık ve sağlık durumuna ilişkin dönemlere göre farklılıklar söz konusu
olduğu gibi, aynı zaman dilimi içinde yaşayan ancak gelişmişlik düzeyi değişen
15
toplumların sağlık problemleri de birbirinden farklıdır. Gelişmekte olan ülkelerin
sağlık sorunları, enfeksiyon hastalıkları, paraziter hastalıklar, bulaşıcı hastalıklar,
sağlıksız ve güvensiz su kullanımı sonucu ishal, böcekler veya diğer vektörlerle
taşınan sıtma gibi hastalıklardır. Gelişmiş ülkelerin sağlık sorunları ise kalp- damar
hastalıkları, kanser, kazalar, yaşlanma ile ortaya çıkan kronik hastalıklar,
sanayileşme ve kentleşme gibi çevreye bağlı ruh sağlığı hastalıkları, alkol ve
uyuşturucu alışkanlıkları, akciğer kanseri gibi sigaraya bağlı olarak ortaya çıkan
hastalıklar, fazla yemeye bağlı obezitedir (Marshall, 1999).
20. yüzyılda diğer hastalık nedenleri nüfusun yaşlanması ve hayat tarzındaki
değişiklikle ilişkilidir. Örneğin bu dönemde görülen şeker hastalığı, önde gelen ölüm
nedenlerinden değildir. Ancak bu hastalık giderek zenginleşen ve yaşlı nüfusa sahip
olan toplumlarda önem kazanmaktadır. Özellikle Batılı sanayi toplumlarında görev
yapmakta olan doktorlar, hastalarn toplumsal görevlerini yerine getirmesini
engelleyen uzun dönemli kronik hastalıklarla karşı karşıyadırlar. Bu nedenle modern
tıpla birlikte, rahatsızlıkların açıklaması açısından mikrobun yerini stresin, tedavi
kavramının yerini de rehabilitasyon ve bakım hizmetlerinin aldığı söylenebilir
(Turner, 2011: 17).
Modernliğin,
hastalıklar
açısından
avantajlı
ve
dezavantajlı
yönleri
bulunmaktadır. Modern toplum risk toplumudur. Modern toplumdaki ekonomik
tehlikeler insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Ekonomik faktörün yanı sıra
çevresel riskler de, ekonomik ve politik sistem içine nüfuz ederek varlığını
sürdürmektedir (Annandale, 1998). Modern toplumlar aynı zamanda tüketim
toplumlarıdır. Ancak tüketilen maddelerin her zaman, tam anlamıyla güvenilirliği söz
konusu değildir. Yiyeceklerde kullanılan kimyasal maddeler, fast food alışkanlıkları,
kozmetik ürünlerin kullanımındaki artış gibi pek çok faktör, insan sağlığına zarar
vermektedir.
Modern tıp toplumlara ve bireylere çok sayıda fayda sağladıysa da zaman
zaman fiziksel, ruhsal, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak zarar da verebilmektedir.
Bu nedenle modern tıp uygulamaları farklı gerekçelerle eleştiri almaktadır.
16
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte modern tıp, teknolojinin bir uygulayıcısı
haline gelmiştir. Bu durum hastalıkların teşhisinde yararlı olsa da hasta-hekim
ilişkilerine zarar verebilmektedir. Teknolojik aygıtların teşhis ve tedavi amacı ile
kullanılması sonucunda hekim ve hasta arasındaki ilişki, eskiye göre daha mesafeli
ve otoriter bir hale gelmiştir. Böyle bir ilişki içerisinde olan hekim, hastası ile çok
konuşmamakta, geleneksel olarak uzun uzadıya muayene etmemekte, sadece
teknolojik cihazların verdiği bilgilere göre teşhisler koymakta ve tedavileri
düzenlemektedir (Mangan, 2006: 9). Bu nedenle rasyonel tıp uygulamaları,
hastaların hastalıklarıyla ilgili açıklamalara dair güvenini azaltmıştır (Bilton vd.,
2009: 355). Çünkü hekim bu durumda tahlil ve tetkik sonuçlarına göre, hastayı
görmeden de teşhis koyabilmektedir.
Bir başka eleştiriye göre modern tıp, bireylerin kendi gerçeklerini yaşama ve
sorunlarını çözme becerilerini yok etmektedir. Sağlık sadece modern tıbbın
söylemlerinden
ibaret
değildir,
bu
nedenle
sadece
modern
tıpla
sınırlandırılmamalıdır. Sağlık ve hastalık kültürel bağlam içinde de ele alınmalıdır
(Bolsoy ve Sevil, 2006: 85). Böylece hastalıkları anlamada sadece hekim odaklı
açıklamalar
yapılmayacak,
hastalar
da
hastalıklarına
dair
görüşlerde
bulunabileceklerdir.
Modern zamanlarda yaşayan çağdaş insanlar tıp ve tıp tedavisini tamamen
reddedemeseler de tıbba karşı güvenlerini yitirmeye başlamışlardır. Bu durumda
insanlar hastalanmamak için sağlıklarını koruyucu önlemler almaya başlamışlar ve
bu nedenlerle alternatif tıp alanına kaymışlardır. Alternatif tıbba inancı olan kişiler
doğal yiyecek ve doğal tedavilere önem vermeye başlamışlardır. Böylece hastalıktan
ziyade sağlık kavramı ön plana çıkmıştır. Medikal sosyolojinin çalışma alanları da bu
yönde bir gelişim göstermeye başlamıştır (Cirhinlioğlu, 2001: 30).
1.5.3. Postmodern Dönemde Hastalık- Sağlık Kavramları ve
Problemleri
Geçmişten günümüze doğru baktığımızda hekimlikle ilgili bir dönüşüm
yaşandığını görmekteyiz. Tıp alanındaki gelişmelerin, bilgilerin artması ve
yaygınlaşması sonucunda hekimlerin meslekleri üzerlerinde kurdukları hâkimiyet
17
gittikçe azalmaktadır. Çünkü günümüzde insanlar hastalıklarla ilgili bilgilere
kolaylıkla ulaşabilmekte ve bu nedenle kimi zaman hekimlerin otoritelerine karşı
çıkabilmektedirler. Bugün modern tıbbın geliştiği yerlerde hastalar sadece modern
tıpla yetinmemekte ve modern dışı tedavilere de başvurmaktadırlar. Bury’e göre bu
durum saydam ve çoğulcu bir toplum yapısı örneğini teşkil ettiği için oldukça
önemlidir (Cirhinlioğlu: 2001: 79). Çünkü çoğulcu ve saydam bir yapıya sahip olan
toplumlar, belirli bir otoriteye uymak zorunda değillerdir, insanlar kendi gerçekleri
doğrultusunda tercihlerde bulunabilirler.
Modern düşünceden sonra ortaya çıkan postmodern düşüncenin sağlık ve
hastalığa bakışı oldukça farklıdır. Postmodernistlere göre sanayi toplumlarının ortaya
çıkışı ile sağlık kavramının anlamı değişmiştir. Bu düşünceye göre sağlıklı olmak,
obezite, alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı gibi hastalıklarda genetik faktörler
rol oynasa da, olağan ve istenen bir durum olmaktan çok, sadece yerine getirildiği
zaman elde edilebilecek bir değer konumundadır ve sadece bir ihtimaldir.
Postmodern düşünceye göre insanları hasta yapan şey, onların yaşayış tarzlarıdır. Bu
nedenle her birey kendi sağlığından sorumludur (Bury, 1998). Ayrıca postmodern
düşüncede, modern dönemde olduğu gibi doğma, olgunlaşma ve yaşlanma süreci
gibi aşamalar da yoktur. Yaşlanma kabul edilmez ve olabildiğince geciktirilmeye
çalışılmalıdır (Baloğlu, 2006: 15-16). Postmodern düşüncede yaşlanma, kişilerin
kendilerini nasıl algıladığı ve hissettikleriyle de ilişkilidir.
Postmodern bakış açısına göre hastalık kavramından çok tüketim ve sağlık
kavramına doğru kültürel bir geçiş söz konusudur. Bu bağlamda özellikle Batı
toplumlarında sağlık sorunlarına amatör olarak yardım etmeye çalışanlar çıkmakta,
medyada tıp konularına daha fazla yer verilmekte, alternatif tıp, modern tıbba göre
daha fazla yaygınlık kazanmakta ve kabul görülmektedir. Postmodern düşünceye
göre tıp biliminin temsilcileri konumunda bulunan hekimler, sağlık problemlerine
çözüm getiren araçlardan sadece birisidir. Tıp bilimi ise eski saygınlığını yitirerek,
sadece bir söylem haline gelmiştir (Cirhinlioğlu, 2010: 90). Bu düşüncede genel
olarak, modern tıbbın bulunduğu konumdan alaşağı edildiğini görmekteyiz.
18
1.6.
SAĞLIK - HASTALIK KAVRAMLARI İLE FARKLI
SOSYOLOJİ TEORİLERİNE GÖRE SAĞLIK VE HASTALIK
1.6.1. Sağlık Kavramı
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil,
fiziksel, mental, ruhsal ve sosyal anlamda tam bir iyilik hali şeklinde
tanımlamaktadır.
Bu tanımlamaya göre iyilik hali, rahatlık, mutluluk, canlılık, verimlilik gibi
öznel bir anlam taşımaktadır. Kronik bir hastalığa sahip birey mutlu, canlı, verimli
başka bir deyişle tam bir iyilik hali içinde olabilir ya da fiziksel aktivitelerle
ihtiyaçlarını karşılayabilen bir hasta kendini iyilik halinde olarak tanımlayabilir,
fakat bu durum onların sağlıklı olduğu anlamına gelmez (Tekin, 2007: 24).
Dolayısıyla sağlık algılamasında iyilik hali kişiden kişiye, toplumdan topluma ve
zamana göre değişiklik gösterdiğinden, bu konuda mutlak bir genelleme yapmak
doğru değildir.
Bireylerin ve toplumların sağlık algılaması farklı olduğundan ve zaman içinde
değiştiğinden, sağlık kavramına ilişkin farklı tanımlamalar yapmak, bu konu ile ilgili
değişik yaklaşımları ortaya koymak mümkündür.
D. Stull’a göre üç temel sağlık kavramsallaştırılması mevcuttur. Bunların ilki
tıbbi ya da fiziksel modeldir. Bu modele göre sağlık“hastaların kişisel ifadeleri, tıbbi
personelin gözlemleri ve tıbbi testlerin belirlediği bir birleşim olarak tanımlanan
hastalığın yokluğu” biçiminde tanımlanır. Bu yaklaşıma göre sağlık, belirli bir
toplumda hastalanmayan bireylerin sayısı ya da yüzdesi alınarak ölçülmektedir.
Hasta sayısını azaltmak amacıyla da hastalıklar tedavi edilerek, toplumdaki oranın
düşürülmesi hedeflenmektedir. Stull’un ikinci sağlık modeli sosyal ya da işlevsel
olarak adlandırılan modeldir. Sosyal ya da işlevsel modelinin temelini işlevselci
bakış açısına sahip Parsons’ın görüşleri oluşturmuştur. Bu yaklaşıma göre sağlıklı
olma, bireylerin sosyal olarak işlevsel olması demektir. Bir toplumda kendisinden
beklenen rolleri tam olarak sergileyen kişi sağlıklı, rollerinin bir kısmını veya
hiçbirisini yerine getiremeyen kişi ise hastadır. Sağlık bakımı, işlevsel modelde de
19
tedavi edici ve önleyici çözümleri toplumun geneline uygulamayı hedefler. Son
olarak üçüncü model ise öznel ya da psikolojik modeldir. Bu model sağlığa, kişilerin
kendi durumları hakkındaki öznel değerlendirmeleri açısından bakmaktadır.
Öznel/psikolojik modelde hastalık ve sağlık ölçümüne ilişkin olarak, bireylerin
yaşadıkları ortamların göz önünde bulundurulması gerektiği görüşü yaygındır. Bu
model medikal
ve işlevselci
modelin
tersine çoğunlukla birey üzerinde
odaklanmaktadır (Kasapoğlu, 2001: 32).
Sağlığı subjektif ve objektif olarak da tanımlamak mümkündür. Subjektif
açıdan sağlıklı olma, bireyin kendisini fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden sağlıklı
olarak ifade etmesidir. Bu anlayışa göre bazı kimseler sağlıklı oldukları halde
kendilerini sağlıksız olarak ya da hasta olmalarına rağmen sağlıklı olarak
algılayabilirler. Objektif olarak sağlık ise kişilerde doktor muayenesi ve tanı
sürecinden sonra herhangi bir hastalığın tespit edilmemesi durumudur. Bu anlayışa
göre bir kişiye sağlıklı demek için, hem kendisini subjektif olarak sağlıklı olarak
tanımlaması, hem de objektif olarak sağlıklı olması gerekmektedir (Bolsoy ve Sevil,
2006: 79).
S. Larson ise Tıbbi (Medikal), Dünya Sağlık Örgütü, İyilik Hali ve Çevresel
Uyumlanma modeli olarak dört farklı şekilde sağlık kavramı tanımlaması
yapmaktadır (Erbaydar, 2001: 50).
Tıbbi modele göre hastalıkların iç ve dış kaynaklı etkenleri bulunmaktadır.
Fiziksel, kimyasal, genetik, mikrobik etkenler sağlıklı yapıya etki ederek vücudun
normal işleyişini bozmakta ve bu bozulmanın sonuçları erken ve geç dönemde ortaya
çıkabilmektedir. Tıp biliminin uygulayıcısı konumunda bulunan doktor, bu sonuçları
yorumlayarak duruma uygun müdahaleyi yapmakla yükümlüdür. Görüldüğü üzere
tıbbi modelde sağlıklı olmak, hasta olmamak anlamına gelmektedir.
İyilik hali modeline göre sağlık, bireylerin zihinsel ve bedensel olarak
hastalıklarla baş etme kapasitesidir. Larson, bu modelde sağlık ve hastalık açısından
öznel algılamaların, gayretin, dini inancın, telkinin, beden ve zihin arasındaki ilişkin
önemine işaret etmektedir. Bu konularda Rory Williams’ın da çeşitli çalışmaları
bulunmaktadır. Williams, toplumdaki farklı sağlık algılamalarını incelemiş ve
20
sonucunda farklı insanlar için hastalık ve rahatsızlık kavramlarının farklı anlamlar
taşıdığını ileri sürmüştür. Williams araştırmasında görüştüğü kişilerin bazılarının dile
getirdiği “sağlıklı bir bünyem olduğu için hastalanmıyorum” veya “ sağlıklı bir
bünyem olduğu için hastalığı kolay atlatıyorum” cümlelerine dikkat çekmiştir.
Williams’a göre bu cümleleri sarf eden kişiler, bedenlerinde bir hastalık olsa bile
kendilerini “sağlıklı” hissettikleri için hastalıklarını kolaylıkla yenebilmektedirler.
İyilik hali modelinde sağlık algılamasında bireysel farklılıklar söz konusudur.
Uyumlanma modeli sağlığı, çevreye uyumlanma olarak ele almaktadır. Bu
görüş aynı zamanda tıbbi model içinde de yer alan bir teori niteliği taşımaktadır. Bu
teoriye göre birey fiziksel ve sosyal çevreye uyum sağlayabiliyorsa sağlıklı, tam
tersine fiziksel ve duygusal stres karşısında çevreye uyum sağlayamıyorsa hastadır.
Sağlık kavramına ilişkin görüşleri bulunan bir başka kişi de Lalonde’dir.
Lalonde sağlık kavramına dair, insan biyolojisi, çevre, yaşam biçimi ve sağlık bakım
organizasyonları olmak üzere dört temel öğeye vurgu yapmaktadır. İnsan biyolojisi,
medikal ve fiziksel anlamda kalıtım, beslenme, karmaşık biyolojik sistemler gibi
olguları içermektedir. Çevre, çevresel etkenlerle insan sağlığı arasındaki ilişkiyi
ortaya koymaktadır. Çevre kirliliği, güvensiz içme suları, yiyecekler, ilaçlar,
kozmetik ürünleri, insan sağlığına olumsuz yönde etki etmektedir. Yaşam biçimi ise
beslenme alışkanlıkları, sportif faaliyetler, riskli ya da risksiz yaşam biçimlerini
kapsamaktadır. Son olarak sağlık bakım organizasyonları, tıbbi bakım, hemşirelik ve
hekim hizmetleri, diş hekimleri, hastaneler gibi konuları içermektedir (Bond ve
Bond, 1994). Bu nedenle bir kişinin sağlıklı olması için, biyolojik olarak sağlıklı
olması, iyi çevre koşullarında yaşaması, risksiz bir yaşam biçimine sahip olması ve
sağlık organizasyonlarından yararlanmada probleminin olmaması gerektiğini
söyleyebiliriz.
Sağlık, konularına göre Ontario Sağlığı Geliştirme Kaynak Sistemi tarafından
üç modele ayrılmakta, her bir model için de farklı sağlık sorunları kategorize
edilmektedir. Bu modellerden ilki bio-tıbbı modeldir. Tıbbı- biyolojik model sağlığı
hastalık ya da bozukluğun olmaması olarak görmektedir ve bu görüşe göre başlıca
sağlık sorunları, kalp hastalıkları, kanser, AIDS, felç, diyabet, obezite, hipertansiyon
21
gibi hastalıklardır. İkinci model davranışsal modeldir ve bu modele göre sağlık,
sağlıklı yaşamanın bir ürünü olarak görülmektedir.
Davranışsal modelin sağlık
sorunları, sigara içme, yetersiz beslenme, fiziksel hareketsizlik, uyuşturucu madde
kullanımı, stresle baş edememe, yaşam becerilerinden yoksunluk gibi problemlerdir.
Üçüncü ve son model sosyo-çevresel modeldir. Sosyo-çevresel modele göre de
sağlık, teşvik tedbirleri ve bireye toplulukların sağlığı için bariyerler temin eden,
sosyal, çevresel ve ekonomik faktörlerin bir ürünü olarak kabul edilir. Bu modelin
başlıca sağlık sorunları da yoksulluk, işsizlik, izolasyon, çevre kirliliği, stres
oluşturan etmenler, tehlikeli yaşam ve çalışma koşullarıdır (Okay, 2006: 17).
Illich’e göre ise sağlık (Illich, 1995: 190) toplum tarafından yaratılmış
gerçeklere karşı içgüdüsel olmayan, otonom ve kültür tarafından şekillendirilmiş bir
tepkidir.
Sağlık,
çevredeki
değişimlere
uyum
sağlayabilme,
büyüyebilme,
yaşlanabilme, zarara uğradığında iyileşebilme, acı çekebilme ve ölümü huzurlu bir
şekilde bekleyebilme yeteneğidir. Illich’e göre sağlık geleceği de kapsamaktadır, bu
nedenle acıyı ve onunla birlikte yaşayabilmek için gerekli olan tinsel gücü de
içermektedir.
Görüldüğü üzere sağlık kavramına ilişkin olarak pek çok yaklaşım
bulunmaktadır. Bu nedenle sağlığın sadece bir tane tanımını yapmak mümkün
değildir. Ancak genel olarak sağlığın fiziksel bir problemi içerdiği, işlevsel,
psikolojik, sosyal, çevresel ve kültürel yönlerinin bulunduğu, kişiden kişiye,
toplumdan topluma ve zamana göre değişim gösterdiği söylenebilir.
1.6.2. Hastalık Kavramı
Sağlık kavramı üzerinde olduğu gibi, hastalık kavramı üzerinde de birden fazla
bakış açısı ve yaklaşım bulunmaktadır.
Hastalık kavramına yönelik çeşitli tanımlamalara geçmeden önce zaman zaman
birbiri ile karıştırılan hastalık durumu (disease) ile kişinin kendisini hasta hissetmesi
(illness) arasındaki farkı ele almak uygun olacaktır. Bu iki terim de İngilizce
kökenlidir ve hastalıkların fizyolojik kökenleri ile psiko-sosyal kökenlerini
birbirinden ayırmak için kullanılmaktadır. Hastalık (disease) tıbbın, rahatsızlık
22
(illness) ise bireyin ve toplumun bakış açısını yansıtmaktadır. Rahatsızlık, kişinin
genetik yapısı, eski yaşantısında öğrendikleri, psikolojik durumu ve sosyokültürel
yapısından etkilenmektedir. Bu nedenle toplumun normal ve anormal davranış
tanımlamaları da hastalık algılamasında oldukça önemlidir (Kasapoğlu, 2008: 16;
Walsh, 2004; Charmaz ve Rosenfeld, 2010). Ancak hastalık (disease) konusunda
teşhis koyan ve hastalığı meşrulaştıran kişi, tıbbın temsilcisi konumunda bulunan
hekimdir ve temeli bilimsel bilgiye dayanır.
Hastalık kavramı değişik boyutlara sahiptir. Hastalık doktora göre, hastaya
göre ve bunların dışındaki kişilere göre farklı anlamlar taşımaktadır. “Tıbbi açıdan
ya da doktor açısından hastalık, belli işaret ve semptomlarla kendini gösteren
patolojik bir anormalliği ifade eder. Toplumsal-kültürel içerikli bir kavram olarak
hasta açıcından hastalık, sağlıksızlığın veya patolojik sürecin sonuçlarının öznel
deneyim içinde bireyce algılanması, bireyin acı, rahatsızlık vb. duyma durumudur”.
Sıradan insanlara göre hastalık ise daha çok dışsal faktörlerin etkili olduğu, kentsel
hayat gibi çeşitli yaşam biçimlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan durumdur (Adak,
2004: 420- 421).
Genel olarak hastalık, fiziksel, ruhsal, entelektüel ve sosyal fonksiyonları
etkileyen anormal bir durumdur. Hastalık kişilerin çevresi ile uyumunu, iletişimini,
üretkenliğini, verimliliğini, kendi içindeki denge durumunu bozmaktadır. Toplumsal
ve kültürel bakımdan farklılıklar gösteren hastalık, bireysel düzeyde sosyal,
fizyolojik ve psikolojik problemleri ifade ederken, toplumsal düzlemde ise
uyumsuzluğu ve dengesizliği ifade etmektedir (Bolsoy ve Sevil, 2006: 80).
Günümüzde hastalıklı olma ya da sağlıklı olamama, artık sadece bireysel
değildir. Sağlıksız ya da hasta olarak nitelendirilen insanlar çeşitli ilişkiler ağı
aracılığıyla diğer kişileri etkilemekte ya da diğer kişilerden etkilenmektedirler.
Böylece hastalık toplumsal bir boyut da kazanmaktadır (Akbal, 2008: 40). Hastalık,
hayatın bir parçası ve bir belirtisi olup, insanlık tarihi boyunca var olan bir
kavramdır. Tüm zamanlarda ve her toplumda insanlar, gelenek görenekleri, inançları,
değer yargıları, yaşam biçimleri ve teknolojilerine göre hastalıkla mücadele
etmektedirler. Aynı zamanda insanlar hayatlarının devamını sağlayan bilgi, düşünce
23
ve becerileri, kültür vasıtası ile kuşaktan kuşağa aktarmakta, ardından da çevresine,
evrene ve kendine daha fazla egemen olmak için sağlığını korumakta ve refahın
gerekliliği için kültüründe bazı değişmelere gitmektedir (Balcıoğlu, 1997: 100).
Parsons’a göre ise “sağlık ve hastalık arasındaki sınırı çizen en önemli
kıstas, bireyin söz konusu durumu ve bu durumun bağlı olduğu koşulları, özellikle de
dahili koşulları kontrol edebilme kapasitesidir. Dolayısıyla, her ne kadar birçok
insan birçok konuda “bilgisiz” ise de yeterli zekâya sahipseler, “motive” olurlarsa
ve fırsat sağlanırsa, öğrenme yoluyla bilgisizliklerini azaltma şansına sahiptirler.
Günün birinde cinayet işleme eğilimine kapılan biri ahlaki standartlarını mobilize
ederek bu eğilimini bastırabilir, ancak bakteriyel bir enfeksiyona yakalanmışsa hasta
olmamaya karar veremez. Bu kıstas hem organik hem zihinsel hastalık durumu için
aynı derecede geçerlidir” (Parsons, 2001: 101).
1.6.3. Fonksiyonalist Yaklaşım ve Sağlık- Hastalık
Fonksiyonalist yaklaşıma göre sağlıklı olma, bireylerin toplumsal yaşam
içindeki rol ve sorumluluklarını tam olarak ve bağımsız bir şekilde yerine
getirebilmesi durumudur (Tekin, 2007: 27). Fonksiyonalist Parsons’a göre hastalık
kişilerin sosyal sistem içinde bir dereceye kadar, toplum içinde yerine getirmekle
yükümlü olduğu rolleri oynama yeteneğini azaltmaktadır. Bireyin içinde bulunduğu
gruba fonksiyonel yönde katkıda bulunması gerekirken, hasta kişi bu grubun
kaynaklarını gereksiz yere tüketmektedir. Bu nedenle hastalık, sosyal olarak kontrol
altında tutulmak zorundadır. Eğer kontrol altında tutulmazsa sosyal düzen, sosyal
denge ve genel olarak sosyal sistem için tehdit oluşturmaya devam edecektir
(Kızılçelik, 1996: 82).
Hastalığın kontrol altında tutulması için hekimlere büyük görev düşmektedir.
Çünkü hastalığı meşrulaştıran ve hastaları sağlıklarına kavuşturan kişi hekimdir.
Hasta bireyin eski rollerine kavuşması ve sosyal denge ve düzenin tekrar sağlanması
için hasta ve hekimin çeşitli davranış kalıplarını içeren rolleri bulunmaktadır. Hasta
sağlıklı günlerindeki rollerine kavuşmak için belirli davranışları göstermek
zorundadır. Yine hekim de hastayı sağlıklı günlerine kavuşturmak için çeşitli rol
davranışları sergilemek zorundadır.
24
Fonksiyonalist görüşe göre toplumda görev yapan doktorlar iyi yetişmiş ve
prensip sahibi olmalıdırlar. Hastalar ise hasta rolünü kabul edip, tedaviye uyum
sağlayarak iyileşmek için mücadele etmek zorundadırlar. Ancak bazı hastalar
tedaviye uymazlar ve dolayısıyla iyileşmezler ki bunlar sapkın bireyler olarak
nitelendirilir (Adak, 2004: 425).
Fonksiyonalistlere göre insanlar kendilerini hasta hissettikleri zaman, tekrar
eski sağlığına kavuşmak için medikal yardıma başvurmaktadırlar. Ancak eleştirel
olarak ele alındığında çoğu zaman, pek çok insan hasta olmadan ya da hastalık
belirtilerinin çoğu ortaya çıkmadan medikal uzmanlara başvurmazlar (Nettleton,
2008). Bu nedenle hasta bireylerin rollerini tam anlamıyla icra etmeleri her zaman
mümkün değildir.
1.6.4. Yapısalcı Yaklaşım ve Sağlık-Hastalık
Yapısalcı paradigmada, insanların sosyal gruplara ait olduğu ve ait olunan
grupların insanların davranışlarını az ya da çok etkilediğine dair görüş
bulunmaktadır. Bu düşünceye göre toplum, sosyal sınıflara, cinsiyete, etnisiteye,
yaşa, coğrafi bölgelere, farklı derecelerde yoksulluk ve zenginliğe, hastalık ve
sağlıklılığa bölünmüştür (Morrall, 2009). Yapısalcı görüşe göre toplumu oluşturan
bazı gruplar ayrıcalıklı pozisyondadır ve bu kişiler ya da gruplar, diğerlerine göre
daha sağlıklıdırlar. Bu yüzden sağlık veya hastalık bireysel olduğu kadar toplumsal
ve yapısaldır. Yapısalcı yaklaşım, sağlık ve toplum yapısı arasındaki ilişkiyi ön plana
çıkarmaktadır (Özçelik Adak, 2002: 186).
Sağlık ve hastalık açısından iki tür yapısalcı yaklaşımdan söz edilebilir
(Özçelik Adak, 2002: 187). Bu yaklaşımlardan ilki, sağlık eşitsizliğini yaratmada
kapitalizmin etkisini vurgulayan Marksist sosyologlar tarafından dile getirilen
görüştür. İkincisi ise ataerkil ya da erkek egemen gücün sağlıktaki etkisini konu
edinen feminist sosyologların geliştirdiği yapısalcı görüştür. Marksist sosyologlara
göre ekonomik sistem kişilerin sağlıkları üzerinde oldukça etkili bir konumdadır.
Doyal ve Pennell’a göre kapitalizm direk ya da indirekt olarak hastalık nedenidir.
Aynı zamanda, kapitalizmin insanları yabancılaşmaya itmesi, bireyi ve ilgilerini
dışlayan iş, hoşnutsuzluk, genel duyumsamazlık hali kişilerin mental sağlığını
25
bozarak hastalanmalarına neden olmaktadır. Bütün bunların yanı sıra kapitalizm için,
hem evde ev işlerini yerine getirecek, hem de iş yaşamında çalışacak kadınlara
ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak bu konumda bulunan kadınlarda yüksek düzeyde
anksiyete ve depresyon gözlenmekte, evde kaza ve incinmelere sebep olan stres
ortaya çıkmaktadır. İkinci tür yapısalcı yaklaşımda bulunan feminist sosyologlar ise
erkeğin güçlü olduğu ataerkil toplumlarda kadın sağlığının geliştirilmesi ve
sürdürülmesinin mümkün olmadığını dile getiren görüşlere sahiptirler.
Sağlık ve hastalıkla ilgili yapısalcı yaklaşıma sahip kişilerden biri de Foucault’
dur. Foucault’ ya göre hastalık, ortaya çıkmış olan doğal bir olgu değil, toplumdaki
egemen düşünme biçimini yansıtan tıbbi söylemlerin ürünüdür. Örneğin eşcinsellik,
Hıristiyan tedavide bir günah olarak, psikolojinin kuruluş döneminde bir davranış
bozukluğu olarak, çağdaş tıpta ise cinsel bir tercih olarak görülmüştür. Ona göre
devlet, ehliyetli profesyoneller vasıtasıyla kişilerin normal davranışlarının, normale
uygunluğunu meşrulaştırmakla görevlidir (Baloğlu, 2006: 14).
1.6.5. Sembolik Etkileşimcilik ve Sağlık- Hastalık
Sembolik etkileşimcilere göre hasta olma, toplumsal bir süreçtir ve bu süreç
hasta kişiyi ve diğer kişileri, aralarındaki etkileşimin ve bu etkileşimi yönlendiren
değer ve normları veya tüm toplumsal- kültürel normları içerir (Adak, 2004: 427).
Bu yönüyle sağlık ve hastalık, farklı oyuncular arasında oynanan bir oyundur.
Hastalık özellikle, özel hasta olma deneyiminin doktor- hasta değişimiyle nasıl inşa
edildiği üzerinedir (Bilton, 2009: 357).
Sembolik etkileşimci yaklaşım içerisinde bulunan Gochman’a göre (Ö. Adak,
2002: 182) hastalık, sosyal bir durum olarak bireyin toplumsallaşma sürecinde
edindiği algıları yansıtmaktadır. Böylece kültürel yapılanma ile göreli olan bu
sürecin içerdiği etkileşimler doğrultusunda, semptomların hangisinin normal
olmadığı belirlendiği gibi, fiziksel, ruhsal ve duygusal düzeylerde ortaya çıkan
değişimlerin, hasta kişi ve çevresindeki kişilerin kabullenebileceği bir semptom
kalıbı içerisinde bilinçlenmelerine neden olmaktadır.
Goffman’a göre hastaneye yatan hastaya yapılan ilk şey, onu eski kişiliğinden
sıyırmaktadır. Hastaneye yatma, hastalık öncesi durumdan hastalık durumuna geçişi
26
temsil eden dramatik bir değişimdir. Goffman’a göre hastalık öncesi durum, en
azından bir parça hak, özgürlük ve kişinin doyumunu içerirken, hastalıkla birlikte
kişi kendisini psikiyatrik bir korumaya bırakır. Böylece hasta kuruluşla birlikte
tanımlanır, kısmen yapı ile özdeşleşir ve kısmen de ona karşı davranır (Poloma,
1993: 208-209).
1.6.6. Sosyal İnşa Kuramı ve Sağlık- Hastalık
Sosyal inşa kuramının temsilcileri Berger ve Luckmann’dır. Sağlık sosyolojisi
açısından sosyal inşa kuramının amacı, hastalığın dışsal nedenleri ile ağrının
anlamını ortaya koymak, sadece fiziksel olarak değil, sosyolojik olarak da ağrıya
ilişkin duygu ve düşünceleri ele almaktır. Sosyal inşa kuramına göre insanların
çevrede olup bitenleri anlamlandırmaları, olay ve objelere değer yüklemeleri
sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böylece hastalığın bireylerin toplumsallaşma
sürecindeki algılarını yansıttığı sonucuna varılabilir. Kültürel yapıya bağlı olarak
değişen toplumsallaşma süreci ile birlikte birey, hangi hastalık belirtisinin normal,
hangisinin anormal olduğunu belirleyebilir (Baloğlu, 2006: 13).
Sosyal inşa teorisi, doktor- hasta ilişkilerinde doktorların gerçekleri basitçe
açığa vurmadan, hastaları ve kendilerini nasıl inşa ettiklerini ve yeniden inşa
ettiklerini de konu edinmektedir. Bu anlamda doktor- hasta ilişkisi içinde doktorun
seçtiği jestler, kelimeler ve mimikler oldukça önemlidir. Aynı şekilde konuşarak ya
da konuşmayarak kendisini ifade eden hastanın, anlama gücü ve sosyal alt yapısı da
doktoru etkilemektedir. Bu şekilde karşılıklı ilişki sonucunda doktor ve hasta sürekli
birbirini etkileme durumundadır (Ö. Adak, 2002: 185). Sosyal inşa teorisi özetle
kişiler arası ilişkilerin ve toplumsallaşmanın sağlık ve hastalık algılamasına nasıl etki
ettiğini ortaya koymaktadır.
1.6.7. Sosyal Sistem Yaklaşımı ve Sağlık- Hastalık
Sosyal sistem kavramıyla ilgili olarak birden fazla tanımlama yapmak
mümkündür. Ancak genel bir tanım yapılacak olunursa sistem, kendisini oluşturan
unsurlar içindeki ilişkileri ve karşılıklı iç bağımlılığı kapsayan bir bütündür. Son
zamanlarda toplumsal olgu ve olaylara uygulanmaya çalışılan sistem kavramı
temellerini, 1920’li yıllarda Berthalanffy’in attığı genel sistem teorisinden almaktadır
27
(Kızılçelik, 1996: 72-73). Berthalanffy’ye göre sistem, karşılıklı ilişki halinde
bulunan elemanlar topluluğudur. Karşılıklı ilişkilerden oluşan sistemde, sistemi
oluşturan unsurlardan birine meydana gelen değişiklik, diğer unsurların da
değişmesine neden olmaktadır (Dinçkol, 2009: 169).
Sosyal sistemin başlıca özellikleri, sistemlerde birçok alt sistemin bulunması,
sistemin unsurlarının birbiriyle işlevsel bir ilişki içinde olması, sistemi oluşturan
unsurların birbirinden bağımsız olmayıp dayanışma içinde olması, sistemlerin kendi
düzenlerini devam ettirme ve dengelerini koruma eğiliminde olması, her sistemin bir
çevresi olması ve sistemle çevresi arasında dinamik ilişkilerin olmasıdır (Kızılçelik,
1996: 72-73).
Sosyal sistem içinde hastalık ise biyolojik bir sisteme sahip olan canlının
durumu ile şahsi ve sosyal intibakını temin eden normal görevin bozulma durumudur
(Türkdoğan, 1991: 30). Bu yaklaşıma göre insanlar sağlık sistemi içerisinde
doğumdan ölüme kadar bir takım süreçlerden geçerken, sağlık sistemi içinde yer alan
tutum ve davranışları, ekonomi, aile, eğitim, siyaset ve din gibi sosyal sistemin
kurumlarından etkilenmektedir (Adak, 2004: 430).
HASTALIK İLE SAĞLIĞIN KÜLTÜREL TEMELLERİ VE
1.7.
TOPLUMSAL KURUMLARLA İLİŞKİSİ
Capra’ya göre sağlık “bir insanın canlı organizmaya ve onun çevresiyle
ilişkisine bakış açısına bağlıdır. Bu bakış bir kültürden diğerine, bir çağdan öbürüne
değiştikçe, sağlık anlayışları da değişir” (Akt. Adak, 2004: 419). Her toplum, doğum
hastalık ve ölümün sonuçlarına karşı, toplumsal inanç ve pratikler yardımı ile baş
etme davranışı göstermektedir. Sağlık durumunun korunması ve hastalığın
iyileşmesinde sosyal, ekonomik ve kültürel kurumlar oldukça önemli bir yere
sahiptir. Bu nedenle sağlık bilgilerinin tıp okullarının yanı sıra folklor ve kuşaktan
kuşağa aktarılan bilgi yolu ile de öğrenildiği söylenebilir (Stacey, 1988).
Sağlık ve hastalık kavramları fiziksel olduğu kadar toplumsaldır ve kültüre
göre değişiklik göstermektedir. Toplumun hastalığa karşı tutumu, inanışı, değer
yargıları, kültürel özelliklerden etkilenmektedir. Sağlık, tıp ve doğadan daha çok
28
toplumun bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Hastalık ve sağlığın zaman içinde
ekonomik ve sosyal yapıya göre değişim göstermesi bunun bir örneğidir (Walsh,
2004; Adak, 2004: 417).
Tıptaki gelişmelerle birlikte hastalık modelleri de zamanla değişim gösterirken,
sağlık ve hastalık örüntüleri de toplumlara göre farklılıklar göstermiştir. Bunun
sonucunda ise toplum ve sağlık arasında sıkı bir ilişkinin varlığı ortaya konulmuştur.
Araştırmacılar sağlık faktörünün, neden bazı gruplar açısından dezavantaj konumda
olduğuna dair çalışmalar yapmış ve bunları fiziksel, toplumsal ve psikolojik
temellere dayandırmışlardır (Tekin, 2007: 5).
Bireylerin içinde yaşadıkları kültür sağlık durumuna ilişkin olarak, kimi zaman
olumlu yönde katkılar yapmakta, kimi zaman da engeller koymaktadır. Örneğin
geçmiş toplumlarda şişmanlık bir sağlık göstergesi olarak görülüp ve istenilir bir
durumdayken, günümüzde şişmanlığın pek çok hastalığı beraberinde getirdiği ortaya
çıkmış ve bu nedenle obezite sağlıksızlığın bir göstergesi konumuna gelmiştir
(Baltaş, 2008: 83).Günümüzün sağlık göstergesi ise geçmişin tam tersine zayıflık
olarak görülmektedir ve toplumun bazı kesimleri tarafından bu yönde davranış
eğilimleri söz konusudur. Ancak aşırı zayıflığın da sağlığı olumsuz yönde etkilediği
gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Farklı kültüre sahip kişilerin hastalığa karşı tepkileri de farklıdır. Amerika’da
yapılan bir araştırmaya göre İngiliz ve İrlandalılar gibi Anglo-Sakson kültürüne sahip
kişiler hastaneye başvurduklarında, Yahudi, İtalyan, İspanyollar gibi Akdeniz
ülkelerinden gelenlere göre daha soğukkanlı ve sakin tutum sergilemektedirler.
Ancak Akdeniz ülkelerinin kültürüne sahip olanlar, Anglo- Saksonlara göre daha
saldırgan, bağırıp çağıran, hizmetleri sorgulamaya giden tepkilere sahiptirler
(Cirhinlioğlu, 2010: 308). Görüldüğü üzere insanların sahip oldukları kültürel
kalıplar, sağlık kuruluşuna başvurma sürecinde de etkisini göstermektedir. Bu
konuyla ilgili olarak kentte ve kırsal kesimde yaşayan kişilerin, hastalığa karşı
tepkilerindeki farklılığı da örnek olarak gösterebiliriz.
Kültürel yapıya göre sağlığı değerlendirdiğimiz zaman, doğal dünyanın da
hastalık nedeni olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Sıcak, soğuk, rüzgâr, nem gibi
29
iklimle ilgili faktörler kişilerin hastalığının kaynağı olarak gösterilebilmektedir. Bu
anlayışa göre güneş baş ağrısına, rüzgâr üşütmeye, nem de eklem ağrılarına neden
olmaktadır. Astrolojinin geliştiği ve bu gelişmenin sosyal yapıya etki ettiği
toplumlarda ise güneş, ay ve gök cisimlerinin insanların sağlığını olumlu ya da
olumsuz olarak etkilendiğine inanılmaktadır (Baltaş, 2001: 79).
Farklı kültürlerde yaşayan insanlar, hastalığın kaynağını da farklı nedenlere
dayandırmışlardır. Örneğin, geçmişte yaşayan toplumlarda kültürel davranış kalıp
farklılığına bağlı olarak hastalıklar, büyü, cadı, kötü ruh gibi çeşitli nedenlere
dayandırılmışlardır. Ancak modern toplumların kültürel kalıplarına göre hastalıkların
nedenleri mikrop kaynaklıdır (Cirhinlioğlu, 2010). Bununla ilgili bir diğer örnek de
Anadolu’nun geçmişte sahip olduğu kültürel yapısına dair verilebilir.
Bu
dönemlerde var olan mistik, animistik ve büyüsel nedensellik düşünceleri hastalıkla
ilgili farklı faktörlere eğilmiştir. Mistik nedensellikte hastalığın nedeni kader,
uğursuzluk ve bir çeşit cezalandırma şeklinde kendisini göstermektedir. Animistik
nedensellikte ise rahatsızlıklar insanlaştırılmakta ve doğaüstü bir gücün davranışları
tarafından açıklanmaktadır. Son olarak büyüsel nedensellikle açıklanan hastalıkların
kaynağı da yapılan büyülerdir (Güleç, 2000).
Sağlık ve hastalık kültürel yapıdan etkilendiği gibi toplumsal değişim
süreçlerinden de etkilenmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Fransız sosyolog
Durkheim’ın ve Marks’ın görüşlerini örnek olarak gösterebiliriz. Durkheim,
intiharları konu edindiği çalışmasında, intiharların nedeni olarak sanayileşme
sürecini ve bunun yarattığı toplumsal bunalımları göstermiştir. Ona göre intiharların
nedeni sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsaldır. Bu konuyla ilgili olarak bir
diğer örnekte de Marks’ın yabancılaşma kuramıdır. Bu kurama göre sanayileşme
süreci ile birey kendisine, topluma ve doğaya uzaklaşmış ve yabancılaşmıştır
(Cirhinlioğlu, 2010: 305). İnsanların kendisinden ve doğadan uzaklaşması ise sağlık
durumlarını kötü yönde etkilemiştir.
Görüldüğü gibi hastalık ve sağlık, toplumlara, kültürlere ve zamana göre
değişiklik göstermektedir. Farklı kültürlerde, hastalıkların türü, nedenleri, tedavi
biçimleri, insanların hastalık algılayışı, hastalığa karşı tepkileri farklıdır. İnsanlar
30
hastalıkla ilgili davranışları toplumsallaşma sayesinde, bulunduğu toplumdan
öğrenmekte ve ona göre tepki göstermektedir.
1.7.1. Din ve Sağlık- Hastalık
Din genel olarak, insanların Tanrı ile ilişki kurma ihtiyacını karşılayan ve bunu
dua ve ibadet gibi formlarla ifade eden kurumdur. Din kurumu dışsal ve kavramsal
davranış örüntülerinin doğruluk ve yanlışlığını göstermekte ve bununla birlikte ahlak
ve değer sistemlerini de içermektedir. Din, toplumda yaşayan bireylerin bütün
eylemlerine az ya da çok etki eden bir yapıya sahiptir. Bu nedenle bir taraftan
bağımsız kültürel bir kurumken, diğer taraftan tüm kültürlere kaynaklık eden bir olgu
niteliği taşımaktadır (Aydın, 2000: 99-100). Din kurumu diğer kurumları etkilediği
ve kaynaklık ettiği gibi sağlık kurumunu da etkilemektedir.
Türkdoğan’a göre din (Türkdoğan: 2006: 147-148), toplumsal bir sistem olarak
sosyokültürel yapının bir parçasıdır. Bu nedenle sağlık ve hastalık yönelimi, dini
hayat görüşü ile iç içe geçmiş durumdadır. Bir grubun dini tutumu belirli bir davranış
biçimi olarak kendisini göstermektedir. Bir birey olarak hastanın şahsiyeti ise bir
yandan kişisel davranışları yöneltmekte, diğer yandan da grup şahsiyetindeki ortak
kişiliği ortaya koymaktadır. Hasta ve hasta olmayan kişinin içe ve dışa ait davranış
modelleri ise dinin etkisi altındaki cemaat örgütlenmesini teşkil etmektedir.
Dini değer ve inançlarla sağlık ve hastalık arasında, sağlığın sürdürülmesi ile
hastalıkların teşhis ve tedavisi sürecinde yakın bir ilişki bulunmaktadır. Din kişilerin
hastalık ve ölümle ilgili tutumları açısından oldukça önemli bir pozisyondadır.
İnsanlar yüzyıllar boyunca hastalıklarını Allah’ın kendilerine verdiği bir ceza olarak
kabul etmişler ve kendilerini kurtaracak olanın yine Allah olduğunu dile
getirmişlerdir.
Bu
nedenle
de
tedavilerini
dini
inançları
doğrultusunda
düzenlemişlerdir (Baltaş, 2008: 77). Dinin hasta davranışı üzerindeki etkisine ilişkin
olarak intihar ya da ötenaziyi örnek olarak gösterebiliriz. Hastalıklarının çaresi
olmayan hastalar, zaman zaman intihar ya da ötenaziyi aklından geçirse de inandığı
dinin koyduğu yasaklar nedeniyle, bu tür teşebbüslerde bulunmamaktadırlar.
Kimi zaman hastalık tedavilerinde de dini öğelerin kullanıldığı görülmektedir.
Bazı fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtulmak amacı ile dinsel olarak dualar
31
okutulmakta ve çeşitli dinsel törenler yapılmaktadır. Geleneksel iyileştiricilerin
büyük bir kısmında dinsel bir uygulama bulunmaktadır. Ancak dinsel grupların
marjinal ve güçsüz bireyler için tedavi edici bir işleve sahip olunduğunun ispatı için
işlevselci bir din anlayışını kabul etmek gerekmektedir. Fakat din bu şekilde
kullanıldığında, dinin suçluluk mekanizması aracılığıyla tıbbi karakterde bazı
sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır (Ö.Adak, 2002: 79).
Baloğlu (Baloğlu, 2006), din kurumunun sağlık ve hastalığa karşı manevi etkisi
bulunduğunu, hastalıklara karşı teslimiyet haline neden olduğunu ve kimi zaman
ruhsal çatışmaları beraberinde getirdiğini ifade etmiştir. Din manevi olarak insanların
iç huzurunu sağlama etkisine sahiptir. Bu nedenle de hastalıklar karşısında çaresiz
kalan insanların maneviyatını yükselterek, üzerlerinde pozitif bir etki yaratmaktadır.
Bireylerin din sayesinde, hayatta karşılaştığı zorluklar ve engeller karşısında,
sabretmesi gerektiğine, öldükten sonra tekrar dirileceğine ve ödüllendirileceğine
inanması, ruhsal açıdan rahatlamasına ve dolayısıyla da hastalıklara karşı daha
dirençli olmasına neden olmaktadır. Dinin özünde bulunan yardımlaşma, paylaşma,
kardeşlik, dostluk, sevgi ve merhamet gibi duygular, toplum içinde oluşan olumsuz
duyguları ortadan kaldırmakta, insan yaşamının kutsallığı düşüncesi kişinin kendi
vücuduna daha iyi bakmasına ve huzurlu bir yaşam sürdürmesine neden olmaktadır.
Din kimi zaman hastalıklara karşı teslimiyet halini ortaya çıkarmaktadır. Bazen
toplum tarafından kader ve tevekkül ile hastalık arasında kurulan bağ, bilimsel
gerçekliklerle hastalık arasındaki bağdan daha fazla kabul görmektedir. Hastalıkları
kader ve tevekkül anlayışı ile karşılamak da hastalığa karşı teslimiyeti beraberinde
getirmektedir. Bunun sonucunda da kimi zaman toplumun hastalıklar karşısında
duyarlılığı azalmakta ve negatif etki yapabilmektedir. Ancak İslam dininde tedbirler
de kadere dâhildir (Baloğlu, 2006). Bu nedenle bireylerin, hastalandıklarında
bilimsel yollara başvurması gerektiği kabul edilmektedir.
1.7.2. Ekonomi ve Sağlık- Hastalık
Ekonomi kurumunu konu edinen sosyolojik disipline ekonomi sosyolojisi adı
verilmiştir. Ekonomi sosyolojisinin konu alanı, ekonomik olguların sosyal niteliğidir.
Ekonomik
olgu
ise
maddi
türden
ihtiyaçların
32
üretimini,
dağıtımını
ve
değerlendirilmesini ifade etmektedir. Ekonomi kurumunun işlevleri ise mal ve
hizmet üretimi, dağıtımı, değişimi ve tüketimi ile ilgili işlemlerdir. Geçmişten
günümüze kadar geçim (ihtiyaç) ekonomisi, piyasa ekonomisi ve kapitalist ekonomi
şeklinde üç türlü temel ekonomik sistemden bahsedilebilir (Aydın, 2000).
Ekonomik olarak kalkınmışlık düzeyi ile sağlık ve hastalık arasında da oldukça
yakın bir ilişki bulunmaktadır. Dengeli ve düzenli beslenme, sağlık kurumlarına
ulaşabilme, sağlık açısından elverişli barınma koşulları gibi etmenlere sahip olan
insanlar sahip olmayanlara göre daha sağlıklıdırlar. Dolayısıyla varlıklı olanlar,
yoksul olanlara göre sağlıklılığa daha yakın görünmektedirler. Ekonomik bakımdan
az gelire sahip olan kimselerin yaşam koşulları kötüdür ve hastalandıklarında
tedaviye ulaşma olanakları da varlıklılara göre daha düşük durumdadır (Adak, 2004:
432-433; Giddens, 2000: 133). Bir ülkede kişi başına düşen milli gelir yükseldikçe
sağlıklı insan sayısında da artış görülmektedir. Türkiye’de resmi istatistiklere
baktığımızda kır-kent ve merkez- gecekondu arasında sağlık açısından da
farklılıkların bulunduğu görülmektedir. Kırda ve gecekondu bölgesinde yaşayanlar,
diğerlerine göre sosyal güvenceden daha mahrum durumda bulunmaktadırlar
(Yıldız, 2008: 33). Dolayısıyla da hastalığa yakalanma olasılıkları daha yüksek
düzeydedir.
Kişilerin oturdukları konut biçimiyle sağlıkları arasında ilişki söz konusudur.
Kişi başına düşen oda sayısı, evin bahçeli veya apartman dairesi olması, kişilerin
sağlığını fiziksel ve psikolojik olarak etkilemektedir. Küçük bir evde çok sayıda
kişinin yaşadığı ailelerde bulaşıcı hastalıklar daha fazla yayılmakta, yine çok katlı ve
çok daireli apartmanlarda yaşayanların ruh sağlığı kötü yönde etkilenmektedir
(Bolsoy ve Sevil, 2006: 84). Yaşadığı eve sahip olma durumu ile sağlık ve hastalık
arasında da ilişki bulunmaktadır. Kendine ait evlerinde ikamet eden kişiler, kiralık
evde oturanlara göre hastalıklara daha az maruz kalmaktadırlar (Jones ve Moon,
1987: 198). Kişilerin yaşamlarını sürdürdükleri konut yapısı ile ekonomik durumu
arasında da doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Bu bakımdan yüksek ekonomik gelire
sahip olanlar kendi konutlarında ve sağlıklı koşullarda yaşamakta ve dolayısıyla da
daha az hastalanmaktadırlar.
33
Yapılan bazı araştırmalarda, hastalık ile ekonomik güçlükler arasında çeşitli
ilişkilerin var olduğu ortaya konulmuştur. Buna göre, ekonomik gerileme
dönemlerinde kalp hastalıklarının artış gösterdiği gözlenmiştir. Yine işsiz ev
reisleriyle yapılan bir çalışmada, bu kişilerin daha çok strese girdikleri ve depresyon
geçirdikleri tespit edilmiştir (Cirhinlioğlu, 2001: 57). Dolayısıyla ekonomik anlamda
zorluklar yaşayan bireylerin, psikolojik olarak bu durumdan etkilendikleri ve bu
nedenle çeşitli hastalıklara maruz kaldıkları söylenebilir.
Ekonomik düzey, insanların hastalıklara bakış açısında da farklılıklar
yaratmaktadır. Sosyoekonomik açıdan güçlü insanlar hastalıklarının sorumluluklarını
üzerlerine
almaktadır,
ancak
sosyoekonomik
düzeyi
zayıf
olan
kişiler
hastalıklarından dolayı kendilerini daha az sorumlu tutmakta ve kontrol edemedikleri
durumlardan dolayı hastalandıklarını düşünmektedirler (Baltaş, 2001: 78). Bu
nedenle de daha fazla hastalığa maruz kalmakta ve sağlığına tekrar kavuşmak için
daha az çaba sarf etmektedirler.
Çalışma koşulları da sağlığa veya hastalığa etki edebilmektedir. Örneğin
büroda veya evde çalışan bir kişinin yaralanma ve zararlı maddelere maruz kalma
olasılığı
daha
düşüktür.
Sanayi
temelli
hastalıklar
çalışma
koşullarından
etkilenebilmektedir. Örneğin madencilikle uğraşan işçilerde akciğer hastalıkları diğer
işçilere göre daha yaygın olarak görülmektedir (Giddens, 2000: 133).
Ülkelerin ekonomik seviyesi ve kalkınmışlık durumu halkın sağlık ve hastalık
durumunu da doğrudan etkilemektedir. Güçlü ekonomiye sahip ülkeler, daha
donanımlı ve herkese ulaşabilen yapıda sağlık kuruluşlarına sahiptir. Bu nedenle
vatandaşlar hastalandıkları
zaman,
her türlü teknik imkândan
ve sağlık
hizmetlerinden faydalanabilmektedirler. Ancak ekonomik olarak gelişmemiş ülkeler,
sağlık alanına çok fazla yatırım yapamamaktadırlar, dolayısıyla da bu ülkelerde
yaşayan insanlar sağlık hizmetlerinden ve sağlık teknolojilerinden yeterli ve kaliteli
bir şekilde faydalanamamaktadırlar.
1.7.3. Aile ve Sağlık- Hastalık
Aile genel olarak nüfusu yenileme, milli kültürü taşıma, çocukları
sosyalleştirme, ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin fonksiyonlarını yerine
34
getiren toplumsal bir kurumdur. Aile kurumu çeşitli işlevlere ve yapıya sahiptir.
Günümüzde aile yerleşim yeri esas alınarak, büyük kent ailesi, kasaba ailesi,
gecekondu ailesi, köy ailesi ve göçebe ailesi olarak beşe ayrılmaktadır.
Sosyoekonomik aşamalara göre, sanayi öncesi aile, sanayi ailesi ve sanayi ötesi
toplum ailesi olarak üçe ayrılmaktadır. Üye yoğunluğu ve işlevleri bakımındansa
geleneksel ve çekirdek, yani modern aile olarak iki şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Aile üye yoğunluğu, ilişkiler düzeni ve işlevleri bakımından ise geniş aile ve küçük
aile olarak ikiye ayrılabilir (Aydın, 2000: 44-46). Ailenin değişen işlevleri ve yapısı,
aile üyesi konumunda bulunan bireyin sağlık ve hastalık durumunu ya da sağlık ve
hastalık kavramlarını algılama şeklini etkilemektedir.
Ailelerin yapısına göre sağlık ve hastalık türleri ile sağlık kuruluşuna başvurma
düzeyi de değişmektedir. Ailede üye sayısı fazla ve temizlik yetersizse bulaşıcı
hastalıklar artış göstermektedir. Geniş ailelerde bazı sağlık sorunları gizlenebildiği
için sağlık kuruluşlarına başvurma düzeyi düşmektedir. Çekirdek aileler geniş
ailelere göre daha fazla sağlık kuruluşlarından faydalanmaktadır (Adak, 2004: 434).
Geleneksel geniş aile yapısında aile üyeleri sağlık hizmetlerini nereden ve nasıl
alacaklarına dair kararları genellikle tek başına verememektedirler. Bunun yanı sıra
sağlık personelinin vereceği tedavi yönteminin uygulanmasında da bazı problemler
yaşanmaktadır. Bu tür ailelerde sağlık personelinin direktiflerine diğer aile üyeleri de
karışabilmekte ve hasta olan bireyi yanlış yönlendirebilmektedirler. Çekirdek aile
yapısında bireyler, geniş aile yapısına göre, akrabalardan çok etkilenmemektedir ve
tıbbi uygulamaları bireysel olarak kabul etmekte ya da reddetmektedirler (Bolsoy ve
Sevil, 2006: 82).
Aile üyelerinin fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak sağlıklı olmaları ailelerine de
bağlıdır. Aileler, üyelerine uygun barınak temin etmek, sağlıklı ve dengeli beslemek,
iyi hijyen koşullar sağlamak durumundadırlar (Adak, 2004: 434). Bütün bu koşulları
yerine getiremeyen ailelerin üyesi konumundaki kişiler hastalığa karşı dezavantajlı
konomdadırlar.
Sosyal dayanışma ve özellikle aile dayanışmasının yeterli olmaması da çeşitli
sosyal problemlere yol açmakta, dolayısıyla kişiler hastalığa yatkın hale
35
gelmektedirler. Yine aile içinde sevgi ve güven ortamının bozulması, aile içi iletişim
bozukluları, birtakım ruhsal hastalıkların çıkmasına neden olabilmektedir (Güler ve
Çobanoğlu, 1994). Aile içinde ortaya çıkan olumsuz durumlarının da çeşitli sebepleri
bulunmaktadır.
Türkdoğan’a göre (Türkdoğan, 2006: 19) cemaat (gemeinschaft) özelliği
gösteren toplumlarda aile üyeleri kuvvetli dayanışma içinde olmaları nedeni ile
sağlam bir yapıya sahiptirler. Bu tür ailelerde sosyal görev uyumsuzluğu da
görülmemektedir. Bu nedenle aile üyeleri, ruhsal şokların ve depresyonun etkisi
altına girmemektedir. Ancak cemiyet (gesellschaft) özelliği gösteren aileler yapı
olarak bir ya da birkaç kişiden oluşmaktadır. Bu nedenle yaşamlarının büyük kısmını
yalnızlık içinde geçirmekte ve sonucunda da psikolojik hastalıklara maruz
kalabilmektedirler.
Evlilik örüntüleri ile sağlık ve hastalık arasında da ilişki mevcuttur. Tek eşlilik,
çok eşlilik, endogami ve egzogami sağlık durumuna etki etmektedir. Örneğin akraba
evlilikleri talasemi, hemofili gibi hastalıklara yatkınlığı artırabilmektedir (Bolsoy ve
Sevil, 2006: 82). Bu nedenle birçok çalışmada, akraba evliliğinin yapılmasının uygun
görülmediği belirtilmiştir.
Sonuç olarak ailenin yapısı, geniş veya çekirdek biçimde olması, aile içi
dayanışma, aile içi iletişim, evlilik örüntüleri, ailenin işlevlerini gerçekleştirme
düzeyi, aile üyelerini sosyal, psikolojik ve fizyolojik olarak etkilemekte ve
dolayısıyla sağlık ve hastalık durumlarına etki etmektedir.
1.7.4. Eğitim ve Sağlık-Hastalık
Eğitim kurumu da sağlık ve hastalık ile yakından ilişkilidir. Kişilerin sağlıklı
davranışlar içinde olması veya olmaması eğitimleriyle alakalıdır. Eğitim, bireylerin
analitik düşünme ve iletişim kurma becerilerini artırarak, karşılarına çıkabilecek
olası problemleri çözmelerini olumlu yönde etkilemektedir. Eğitim düzeyi yüksek
olanlar, eğitim seviyesi düşük olanlara göre daha fazla sosyal desteğe sahiptirler.
Aynı zamanda eğitimli kişiler koruyucu sağlık hizmetlerinden daha fazla
faydalanmaktadırlar.
Bununla
birlikte
eğitim,
sağlıklı
yaşam
tarzını
desteklemektedir. Dolayısıyla eğitimli kişiler, diğerlerine oranla daha fazla spor
36
yaptıkları, daha düzenli ve dengeli bir şekilde beslendikleri için eğitimsiz kişilere
göre daha sağlıklı konumdadırlar (Adak, 2004: 435).
Özellikle kentlerde sağlık kurumu ve eğitim kurumu arasında karşılıklı ilişki
gözlemlendiğinde, eğitim kurumunun sağlık kurumu üzerindeki etkisi daha bariz bir
şekilde görülmektedir. Kentlerde okur- yazarlık, okullaşmanın oranı ve eğitim
olanaklarından faydalanmanın daha üst düzeyde olması, insanların bilinçlenme
düzeylerinin de yüksek olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla sağlık konularında
kentte yaşayan kişiler, kırsal yerleşim bölgesinde yaşayan kişilere göre daha
bilinçlilerdir (Kızılçelik, 1996: 37). Kentte yaşayan insanların sağlıkları açısından
bilgi ve bilince sahip olmaları, buradaki hastalık oranının azalmasına neden
olmuştur.
Eğitim, kişilerin sağlığını yükseltici ve toplumsal eşitsizlikleri azaltıcı bir rol
oynamaktadır. Bu nedenle toplumda sağlık düzeyinin yükseltilmesi için eğitime daha
fazla bütçe ayrılmalı ve koruyucu sağlık hizmeti eğitimleri verilmelidir (Dikmetaş,
2006: 9). Bir toplumda eğitim düzeyinin yükseltilmesi, hastalık oranının düşmesi
anlamına geldiği için hem kentlerde, hem de kırsal kesimlerde halka sağlık eğitimi
verilmelidir.
1.7.5. Siyaset Kurumu ve Sağlık- Hastalık
Sağlık ve hastalık ile siyaset arasında da ilişki bulunmaktadır. Toplumlar
yapılarına ve özelliklerine göre sağlık politikaları belirlerler. Sağlık politikalarının
etkinliği ve başarısı ise siyaset kurumuyla ilişkilidir. Yani bu konuda politikacılar ve
siyaset bilimcilerin, toplumun önceliklerine göre sağlık politikası oluşturmaları
beklenmektedir. Her toplumun sağlık politikası birbirinden farklıdır. Kimi
toplumlarda liberal bir sağlık politikası izlenirken, kimisinde sosyalist sağlık
politikaları göze çarpar. Yine bazı ülkelerde tedavi edici sağlık politikaları
öncelikliyken, diğerlerinde koruyucu sağlık politikaları önceliklidir (Adak, 2004:
436). Sağlık politikalarındaki öncelik, toplumun yapısıyla alakalıdır. Örneğin
gelişmiş bir toplumda koruyucu sağlık hizmetleri ön planda tutulurken, gelişmekte
olan ya da gelişmemiş ülkelerde tedavi edici sağlık hizmetleri ön planda
tutulmaktadır.
37
Sağlık üzerinde çeşitli risk faktörleri bulunmaktadır, bu riskler sadece bireysel
düzlemde değil, sağlıkla ilgili sınıf, sağlık sistemi, politika gibi düzlemler içinde de
ele alınmalıdır. Böylece bir taraftan sağlık için bireylere yönelik çalışmalar, diğer
taraftan toplumsal ve kuramsal çalışmalar yapılacak ve çözüm yolları üretilecektir
(Erbaydar, 2009: 252). Bütün bunları yerine getirecek olan kurumlardan bir tanesi de
siyaset kurumudur.
Toplumdaki sosyal ilişkiler, evlenme, çocuk sahibi olma, çocuk yetiştirme,
ekonomik ilişkiler de politik düzenlemelerle ilişkilidir (Stacey, 1988). Bu nedenle
bireylerin yaşam tarzı, davranışları, sağlık ve hastalığa karşı tutumlarında siyasetin
büyük bir rolünün bulunduğu söylenebilir.
1.7.6. Boş Zamanlar Kurumu ve Sağlık- Hastalık
Boş zamanlar kurumu insanların dinlendikleri, eğlendikleri ve zevk aldıkları
çeşitli günü birlik faaliyetleri içermektedir. İnsanların bu tür etkinlikleri, hayatlarının
büyük bir bölümünü kapsamaktadır. Boş zaman etkinlikleri bireylerin fiziksel,
zihinsel ve ruhsal olarak dinlenmelerine neden olmaktadır. Boş zamanlar kurumu,
aile, din, ekonomi, eğitim kurumları ile yakından ilişkilidir. Aynı zamanda da spor,
sinema, televizyon, tiyatro, müzik dinleme, el sanatları, okuma gibi alt kurumlardan
oluşmaktadır (Aydın, 2000).
Bireylerin boş zamanlarını nasıl geçirdikleri de sağlık ve hastalık durumlarını
etkilemektedir. Spor ve eğlence faaliyetleri kimi zaman kişileri sağlıklı yaparken
kimi zaman da hastalık açısından risk içerebilmektedir (Bolsoy ve Sevil, 2006: 85).
Görüldüğü üzere, kişilerin boş zamanlarında yaptığı faaliyetler, onların sağlık
ve hastalık durumunu etkilemektedir. Örneğin boş zamanlarını spor yaparak
değerlendiren bir kişi, elbette ki daha sağlıklı olacaktır veya boş zamanlarında el
sanatlarıyla ilgilenen ya da müzik dinleyen kişi ruhsal olarak kendini daha iyi
hissedecektir. Yine boş zamanlarını arkadaşları ile çeşitli faaliyetlerle geçiren bir kişi
sosyal anlamda daha sağlıklı olabilecektir. Ancak boş zamanlarını kötü alışkanlıkları
ile geçiren kişi, hastalığa daha yatkın hale gelecektir.
38
FARKLI SOSYAL DEĞİŞKENLERE GÖRE SAĞLIK-
1.8.
HASTALIK
1.8.1. Sosyal Yaşantı Biçimi ve Sağlık- Hastalık
Sağlık ve hastalıkla yaşam biçimi arasında, beslenme alışkanlıkları, sigara ve
alkol kullanım alışkanlığı, boş zamanları değerlendirme şekli faktörlerine bağlı
olarak bir ilişkinin varlığından bahsedilebilir. Bunun yanında kişilerin yaşam
biçimleri ekonomik ve kültürel bir temele sahiptir ve şehirden şehire, ülkeden ülkeye,
medeni duruma, ekonomik gelire, iş yaşamına, fiziksel ve sosyal çevreye göre
değişiklik göstermektedir (Blaxter, 1990).
Toplumsal faktörlerle hastalığın ilişkisi iki model tarafından açıklanmaktadır
fakat iki modele de çeşitli eleştiriler getirilmiştir. İlk model stres modelidir ve buna
göre yoğun stres altında kalan kişiler hastalığa daha çok yakalanmaktadır. İkinci
model ise davranışsal- çevresel modeldir, bu modelde çevresel etkenlerin sağlığı
etkilediği vurgulanmaktadır. Buna göre alkol ve sigara kullanımı, yeme ve içme
alışkanlıkları, ev ve iş hayatı, toplumsal hayat, diyet yapılması, sportif faaliyetler
kişilerin sağlığı üzerinde önemli rol oynamaktadır (Bradby, 2009). İlk modele
yöneltilen eleştiri stresin hastalıklara neden olmasının yanı sıra hastalık durumunun
da strese yol açtığı şeklindedir. Öyle ki alkol ve sigara kullanımının en yaygın
olduğu iş yerleri, stresin en çok yaşandığı iş yerleridir (Cirhinlioğlu, 2001: 40).
Bütün bunlara bağlı olarak stresli bir yaşamın hastalığa yatkınlığı artırdığını
söyleyebiliriz.
Kişilerin sosyal yaşantıları sağlık ve hastalık durumlarını etkilediği gibi
ortalama yaşam sürelerini de etkileyebilmektedir. Arkadaşlık, dostluk, gönüllü
kuruluşlara üyelik gibi toplumsal bütünleşme sağlayacak aktivitelerde bulunmak ya
da zaman ayırmak değişken olmak üzere, sekiz yıl süren bir araştırma yapılmıştır. Bu
araştırmanın sonucuna göre araştırmaya katılanlardan toplumla bütünleşenler ya da
toplumsal ilişki ağında bulunanların ölümlülük oranları, diğerlerinden daha düşük
düzeyde çıkmıştır (Kasapoğlu, 1999: 4). Bu nedenle sağlıklı bir yaşam ve uzun bir
ömür için sosyal ilişkilerin var olduğu bir yaşam biçimi önerilmektedir.
39
Daha öncede bahsedildiği gibi beslenme ile sağlık arasında doğrudan bir ilişki
bulunmaktadır. Yemeklerin nasıl hazırlandığı, nasıl korunduğu, yemek pişirme
şekilleri, kullanılan araç-gereç, besin değerine ilişkin anlayışlar, et yeme veya
yememe alışkanlıkları yani vejetaryenlik ile sağlık ya da hastalık durumu arasında
bağlantı bulunmaktadır (Bolsoy ve Sevil, 2006: 84; Türkdoğan, 2006: 153). Bu
konuyla ilgili olarak yemek yeme kültürü ile sağlık ve hastalık durumu arasında da
ilişkinin var olduğu söylenebilir. Beslenme alışkanlıkları bir taraftan bireysel, diğer
taraftan toplumsal ve kültürel bir boyuta sahiptir.
Kişilerin içinde bulundukları kültürel yapıları onların giyiniş biçimlerini de
etkilemektedir. Kişilerin giyinme biçimi de hastalık veya sağlık durumlarını
etkileyebilmektedir. Örneğin, bazı yörelerde yaygın olarak kullanılan uzun giysiler
giyme ve peçe takılması kemik hastalıklarına neden olabilmektedir (Bolsoy ve Sevil,
2006: 84). Yine düşük bel pantolonların dünya çapında moda olması nedeniyle, geniş
kitlelerce tercih edilmektedir. Ancak yapılan bazı çalışmalarda bu tür pantolonların
çeşitli böbrek hastalıklarına neden olduğu ortaya çıkarılmıştır.
1.8.2. Meslekler ve Sağlık-Hastalık
Kişilerin sahip olduğu meslekler, sağlık durumlarını etkileyebilmektedir. Bir
toplumda kadın ve erkeğin aynı iş kolunda çalışıp çalışmaması, belirli mesleklerin
belirli gruplara ait olması (örneğin kast sistemi), sanayileşme ile ortaya çıkan çeşitli
hastalıklar (örneğin boya işinde çalışanların kanser hastalığına yakalanma riskinin
yüksek olması), meslek ile sağlık durumunun ilişkisini gösteren örneklerdir (Bolsoy
ve Sevil, 2006: 84). Çalışılan yerin koşulları, iş yükü miktarı, monoton, uygunsuz ve
az kontrol edilen işler hastalık riskini artırmaktadır. Düşük eğitim düzeyine sahip,
düşük ücretle çalışan, ölüm riski yüksek işlerde çalışan kişilerin sağlık durumları
diğerlerine oranla daha kötü durumdadır (Dikmetaş, 2006: 12).
Bazı hastalık türlerinin kişilerin mesleklerine bağlı olarak ortaya çıkması
“meslek hastalıkları” nı gündeme getirmiştir. Meslek hastalıkları eski çağlardan bu
yana görülmekte olup, sanayileşme ile hız kazanmıştır (Özçelik Adak, 2002: 56).
Özellikle sanayide kullanılan kimyasal maddeler, çalışanların meslek hastalıklarına
maruz kalmalarına neden olmaktadır (Bradby, 2009). Bu konuyla ilgili olarak kot
40
kumaş taşlama biriminde çalışanların, kanser hastalığına yakalanmalarını örnek
olarak gösterebiliriz.
Hastalığa yatkınlığın nedenlerinden biri de işsizliktir. Çünkü işsizlik durumda
insanların yaşam standartları düşmekte ve toplumsal rollerini yerine getirememeleri
nedeniyle ortaya çıkan kronik stres, onları hastalığa yatkın hale getirmektedir
(Cirhinlioğlu, 2001: 33-34). Aynı zamanda işsizlik, ekonomik güçsüzlüğe de neden
olmaktadır. Yeterli ekonomik kaynağa sahip olmayan kişiler daha fazla
hastalanmakta ve sağlık kuruluşlarından daha az oranda yararlanmaktadırlar.
İşe sahip olma ve sağlık arasındaki ilişki, iki farklı bakış açısıyla ele alınabilir,
iş bireyleri bir taraftan daha sağlıklı ve mutlu yaparken, diğer taraftan sağlık
açısından çeşitli riskleri de taşıyabilmektedir. Çalışan kadınlar üzerinde yapılan
araştırmaya göre stresli ve tehlikeli çalışma şartları çalışanların sağlığını kötü yönde
etkilese de çalışmayan kadınlara oranla çalışan kadınlar daha sağlıklıdır (Özçelik
Adak, 2002: 54). Dolayısıyla iş koşulları insanların sağlıklarını kötü yönde etkilese
de, bir işe sahip olmanın sağlıklı olmaya önemli katkıda bulunduğu söylenebilir.
Sonuç olarak kişilerin yaptığı işlere bağlı olarak fiziksel, ruhsal ve sosyal
olarak çeşitli problemler yaşamaları sonucunda bazı hastalıklara daha yatkın hale
geldiklerini ve sağlıklarını kaybettiklerini görmekteyiz. Ancak işe sahip insanların,
ekonomik olarak daha rahat olduklarını, bu sebeple de daha sağlıklı olduklarını
söyleyebiliriz.
1.8.3. Sosyal Tabakalaşma ve Sağlık- Hastalık
Kişilerin sağlık ve hastalık durumları ile bulundukları toplumsal tabaka
arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bir toplumda alt tabakalara inildikçe
sağlıksızlık artarken, yukarı çıkıldıkça sağlık durumunda bir yükselme söz
konusudur. Tabakalar arasında sağlıktan beklenti durumu da farklıdır. Örneğin orta
sınıf mensubu birey zinde olmayı tercih ederken, alt sınıftaki bir birey güçlü,
kuvvetli olmayı tercih edebilmektedir (Baloğlu, 2006: 79). Çünkü alt tabakadaki
kişinin işi çoğu zaman fiziksel güce dayanmaktadır.
41
Alt, orta ve üst tabakadaki kimseler hayatlarını farklı koşullarda devam
ettirdiğinden sağlıkları da farklı faktörlerden etkilenmektedir. Alt sınıfa tabi olan
kimseler günübirlik ve orta ile üst sınıfa göre daha ağır işlerde çalışmakta,
dolayısıyla da iş kazalarına daha fazla maruz kalmaktadırlar. Alt sınıfa mensup
kişilerin çocukları da sağlıklı olmayan koşullarda büyümekte, rutubetli evlerde
yaşamakta,
yetersiz
ve
dengesiz
beslenme
neticesinde
kolayca
hastalanabilmektedirler. Oysa üst sınıftaki insanlar, alt sınıfın tam tersine daha
sağlıklı
koşullarda
çalışmakta,
iş
kazalarına
maruz
kalmamakta
ve
iyi
beslenebilmektedirler. Dolayısıyla üst sınıftaki bireyler alt sınıftaki bireylere göre
sağlık yönünden oldukça avantajlı konumdadırlar (Blaxter, 1990; Cirhinlioğlu, 2010:
304).
Toplumsal hiyerarşinin en alt basamağında bulunan kimseler, zamanla
kendilerine karşı sevgilerini ve saygılarını yitirmekte, kendileri ile ilgili kontrol
görevlerini üstlenememektedir. Buna bağlı olarak da toplumdan uzak bir şekilde
yaşamlarını sürdürmektedirler. Toplumdan izole olmuş kişilerde de şizofreni,
tüberküloz, alkolizm ve travmalara daha fazla rastlanılmaktadır. Bu problemler de
kişileri yoğun strese sürüklemekte ve bu insanların ölüm oranları diğerlerine göre
dört kat daha fazla olmaktadır (Cirhinlioğlu, 2001: 36). Sağlık düzeyinin alt sınıflara
inildikçe azalması, düşük gelire sahip olma, eğitim seviyesinin düşüklüğü, sağlığa
uygun olmayan konutlarda ve çevrede yaşama, yetersiz ve dengesiz beslenmeyle
açıklanabilir.
1.8.4. Cinsiyet ve Hastalık- Sağlık
Diğer sosyal etmenlerde olduğu gibi, cinsiyet faktörü de kişilerin sağlık ve
hastalık durumlarını etkilemektedir. Bilindiği üzere kadın ve erkek arasında
biyolojik, sosyal ve psikolojik anlamda farklılıklar bulunmaktadır. Biyolojik farklılık
nedeniyle hastalık türleri cinsiyetler arasında değişiklik gösterebilmektedir, bu
anlamda sadece kadınlara özgü ya da erkeklere özgü hastalık türlerinden
bahsedilebilir. Hastalığa karşı tepkiler, hastalıktan korunma biçimleri, hastalık
durumunda sağlık kuruluşlarına başvurma gibi değişkenler de cinsiyetler arasında
farklılık göstermektedir.
42
Daha çok geleneksel toplumlarda yaşayan kadınlar dini inanç ve toplumun
kültürel yapısına dayalı olarak, erkeklere oranla geleneksel tıbba daha bağlı
durumdadırlar. Bunun sonucunda da kadınlar hastalıkların erken tanı ve tedaviden
yoksun kalmaktadırlar. Buna ilaveten ailelerde erkekler sağlık hizmeti alımı
konusunda kadınlara oranla daha fazla karar verici konumdadırlar (Tanrıverdi vd.,
2007: 435). Bu nedenle sağlık kuruluşuna başvurma bakımından erkekler kadınlara
göre daha avantajlıdırlar.
Ancak, Parsons’cu gelenek içinde yer alan çalışmalarda, kadınların erkeklere
göre hasta rolüne daha kolay bir şekilde girdiği ve kadınların hasta olmaları ve sağlık
kuruluşuna başvurmalarının kültürel olarak daha kabul edilebilir olduğu görüşü söz
konusudur (Özçelik Adak, 2002: 42). Bu nedenle çağdaş toplumlarda kadınlar kronik
hastalıklar hariç, erkeklere oranla daha fazla hastalanmakta ve buna bağlı olarak da
sağlık kuruluşlarına daha fazla müracaat etmektedirler (Cirhinlioğlu, 2001: 34).
Sağlık hizmetlerinden erkeklere göre daha fazla yararlanan kadınların ortalama
yaşam süresi de erkeklere göre daha fazladır.
1.8.5. Medeni Durum ve Sağlık- Hastalık
Sağlığı etkileyen faktörlerden bir tanesi de medeni durumdur. Kişilerin evli,
bekâr, dul veya boşanmış olmaları ya da çocuk sahibi olup olmamaları sağlıklarını
etkilemektedir. Bu durumun çeşitli nedenleri bulunmaktadır. İlk olarak evli kişilerde
sosyal bağlar, arkadaşlık ve sosyal destek daha kabul edilebilir bir durumdadır.
İkinci olarak evlilik içinde sosyal kontrol ve düzenlemeler, sosyal rol ve
sorumlulukların daha belirgin olmasına neden olmakta ve bu durum sağlıklı yaşamı
ve riskten kaçınmayı beraberinde getirmektedir. Üçüncü olarak da toplum evliliğe ve
evli olanlara yüksek statü vermektedir. Bütün bunların yanı sıra evli olanlar, bekâr
olanlara göre ekonomik olarak daha rahat bir yaşam sürmektedirler ve evli olmak
kadın sağlığı açısından da oldukça faydalıdır. Sonuçta da evliler bekârlara göre
sağlık açısından daha avantajlı konumdadırlar (Jones ve Moon, 1987: 198; Özçelik
Adak, 2002: 46).
Bekâr ve boşanmış kadınlar evli kadınlarla karşılaştırıldığında, hastalığa daha
yatkın oldukları gözlenmektedir. Bunun nedeni genel olarak evlilere göre ekonomik
43
durumunun daha kötü olması, sosyal bağlara daha az düzeyde sahip olmaları, sosyal
rol ve sorumluluklarının daha az olması, sosyal desteğin daha az sağlanmasıdır.
1.8.6. Boşanma ve Sağlık- Hastalık
Hastalığa yatkınlığa neden olan durumlardan bir tanesi de boşanmadır. Yapılan
araştırmalara göre boşanmışların ve dulların ölüm oranları, evli olanlardan daha
yüksek düzeydedir (Jones ve Moon, 1987: 198). Yine bu oran erkeklerde kadınlara
göre daha fazladır. Boşanmış kadınlar evli kadınlara göre daha fazla maddi sorunla
karşı karşıya gelmekte, buna bağlı olarak da daha fazla stres yaşamakta, alkol ve
sigaraya başvurabilmektedirler. Bütün bu faktörler de kişilerin sağlıklarını olumsuz
yönde etkilemektedir (Özçelik Adak, 2002: 47; Cirhinlioğlu, 2001: 33).
Toplumsallaşmanın evlilerde daha fazla olması sağlığı olumlu yönde etkilemektedir.
Yapılan araştırmalarda toplumdan ayrı yaşayan kişilerde ölüm oranlarının,
diğerlerine göre iki-üç kat fazla olduğu tespit edilmiştir.
Ancak eşlerin birbiri ile yoğun olarak çatışmaları, eşlerden birinin veya her
ikisinin yoğun stres altında kalmasına neden olabilmektedir. Yoğun stres altında
yaşamak da insanları hastalığa daha yatkın hale getirebilmektedir. Yine eşler
arasında yaşanan şiddet olayları da hastayı fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan kötü
yönde etkilemektedir.
1.8.7. Kentsel- Kırsal Yaşam ve Sağlık- Hastalık
Kırsal ve kentsel bölgelerde yaşayan kişilerin sağlık ve hastalık durumları, aile
yapısı, sosyoekonomik durum, eğitim düzeyi, çalışma biçimleri, dini inanışları gibi
pek çok etkene bağlı olarak değişim göstermektedir. Kırsal bölgelerin şehir
merkezine uzaklığı da sağlık ve hastalık durumuna etki etmektedir.
Kentte yaşayan insanlar kırsal kesimde yaşayan insanlara göre sağlık
kuruluşlarına daha kolay ulaşabilmektedirler. Ayrıca kentte yaşayan kişiler, hiçbir
hastalık belirtisi olmadan zaman zaman sağlık kontrolünden geçebilmelerine rağmen
kırsal kesimde yaşayanlar genellikle bir ağrı ya da rahatsızlıkları olmadığı sürece
sağlık kuruluşuna başvurmamaktadır. Kırsal kesimde yaşayan insanlar kentte
yaşayan
insanlara
göre
koruyucu
sağlık
hizmetlerinden
yeterince
yararlanamamaktadırlar. Kırsal bölgede ikamet eden kişilerin sağlık açısından en
44
önemli problemi ise sağlık güvencesinden yoksun bulunmalarıdır (Özçelik Adak,
2002: 62). Kentte yaşayan kişiler kırda yaşayanlara göre daha fazla oranda sağlık
güvencesine
sahip
olduğundan,
sağlık
kuruluşuna
başvurmada
engellerle
karşılamamaktadırlar.
Kentsel yaşam içinde iklim şartları, nüfus yoğunluğu, barınma olanakları, gelir
dağılımı, ulaşım, boş zamanları değerlendirme, ekonomik gelir gibi birçok faktör
insanların sağlığını etkilemektedir (Özçelik Adak, 2002: 62). Kentte yaşamanın
sağlığa katkısı olduğu gibi zararı da olabilmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda
şizofreni hastalığı ile kentleşme arasında bir ilişki bulunmuştur. Rosen’ e göre
(1968), ABD’de, 19. yy.’ da sömürgeci ve endüstri toplumunun başlangıcı ile birlikte
toplumda ‘delilik’ oranı artmıştır. Medikal coğrafyacılara göre de mental hastalıklar
kırsal bölgelere oranla kentlerde daha fazla görülmektedir (Jones ve Moon, 1987:
199). Yine kentlerde yaygın olarak kullanılan konut biçimi olan yüksek katlı binalar,
kişilerin psikolojik problemler yaşamalarına neden olmaktadır.
Kırsal kesimde yaşayanların, kentlerde yaşayanlara göre sağlık açısından daha
avantajlı olabildiği konular da bulunmaktadır. Kırsal kesimde yaşayanların
beslenmesinin kentlerdekilere göre daha doğal olması sağlıkları açısından olumlu
etki yapmaktadır. Yine kırsal kesimlerde yaşayanların büyük şehirlerin trafik,
gürültü, hava kirliliği, stresli yaşam biçiminden uzak olması sağlıklarını olumlu
yönde etkilemektedir. Sonuç olarak kişilerin yaşadığı yerleşim biriminin sağlık ve
hastalık durumlarına etki ettiğini, kentsel ve kırsal merkezlerde yaşamanın avantajlı
ve dezavantajlı noktalarının bulunduğunu söyleyebiliriz.
1.8.8. Göç ve Sağlık- Hastalık
Kişilerin mekânda yer değiştirmesi, yani göç insanların sağlık durumlarına etki
etmektedir. Bireyler içinde bulundukları çevreyle daima kalıcı ve uyumlu ilişkiler
kurmak isterler. Fakat göçle birlikte kişilerin ilişki kurduğu çevre diğer mekânda
kalır ve göç eden kişilerde bu durum kendisini, fiziksel veya ruhsal hastalık şeklinde
gösterebilir. Yapılan çeşitli araştırmalar, işlerini, oturduğu yeri ve hayat koşullarını
değiştiren insanların diğerlerine göre daha fazla hastalığa yakalandığını ortaya
çıkarmıştır (Cirhinlioğlu, 2001: 33).
45
Ancak yapılan bazı çalışmalarda, tam tersine göç ile sağlık ve hastalık arasında
herhangi bir ilişkinin bulunmadığı vurgulanmıştır. Örneğin 1975’te Marmot’un,
Kaliforniya’da yaşayan Japonlar üzerinde yaptığı çalışmada (Cirhinlioğlu, 2010: 30),
yer değiştirme ile kalp hastalıkları arasında bir ilişki olup olmadığı test edilmiştir. Bu
çalışmanın sonunda, göçün kalp hastalıklarını artırdığına dair çok büyük bir etkisi
bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Marmot’a göre Kaliforniya’ya göç edip yerleşen
Japonlarla, Japonya’da yaşayan Japonlar arasında kalp hastalıkları bakımından bir
fark söz konusu değildir. Burada önemli olan etken, işsizliğin kalp hastalıkları
üzerindeki etkisidir.
Göçler sonucunda kentlerin hızla büyümesi, aşırı kalabalık ve düşük
standartlarda yaşamlarını sürdüren kişilerin nüfusunun artış göstermesine, işsizlik,
yoksulluk, suç, çevre kirliliğinin artmasına neden olmaktadır. Kültürel değişim,
çatışma, yabancılaşma, yalnız kalma, çocukların çalışmak zorunda kalması, ailelerin
parçalanması, hızlı gecekondulaşma, kalitesiz evlerde yaşama, estetik yapının
bozulması, trafik sorunları, geleceğin giderek belirsizleşmesi endişe ve kaygılara yol
açarak, kişilerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir (Turan ve Beşirli, 2008:
239). Sayılan bu problemlerin neticesinde, hastalığa yatkınlık düzeyi artmaktadır.
1.8.9. Sağlık ve Hastalıkta Eşitsizlik
Sağlık problemleri ile ülkelerin gelişmişlik düzeyi ve toplumsal yapısı arasında
bir ilişki söz konusudur. Bazı kimselerin sağlık kuruluşlarından hiç yararlanamaması,
bazılarınınsa azami derecede yararlanması, sağlık alanındaki eşitsizliğin bir
göstergesidir (Cirhinlioğlu, 2001: 4). Sağlık alanındaki eşitsizliklerin analizi özellikle
cinsiyete dayalı iş bölümüne, sosyal sınıf problemleri, yaşlanma ve sağlık arasındaki
ilişkiye bağlıdır (Turner, 2011: 13). Bu tür eşitsizliklere neden olan pek çok faktör
bulunmaktadır.
Dünya nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan gelişmekte olan yoksul
ülkelerin yaygın hastalık biçimi bulaşıcı hastalıklardır. Gelişmekte olan ülkelerde
yaşayan insanların % 43’ü enfeksiyon ve paraziter hastalıklar sonucunda yaşamlarını
yitirmektedirler. Gelişmiş ülkelerde sık rastlanan hastalıklar ise bulaşıcı olmayan,
kronik hastalıklardır. Sağlıkta eşitsizlik konusuna gelindiğinde ise gelişmiş
46
ülkelerdeki sağlıkta eşitsizliğin giderek azaldığını, gelişmekte olan ülkelerdeki
eşitsizliğin ise şiddetini koruyarak devam ettiğini söyleyebiliriz (Belek, 1998).
Jake Najman’ ın sağlıkta ekonomik eşitsizlikler üzerine yaptığı bir çalışmada,
gelirleri bakımından en yoksul (%20) ve en yüksek (%20) düzeydeki kişileri
karşılaştırmış ve gelirleri düşük olanların, yüksek olanlara göre ölüm oranlarının 1,52,5 kat daha yüksek olduğu sonucunu çıkarmıştır. Najman’a göre sağlık eğitimi ve
hastalığı önleme programları ile bu problem çözülmeye çalışılmakta, fakat bu
çalışmalar yeteri kadar etkili olamamaktadır. Bu konu ile ilgili en etkili yöntem,
zenginle yoksul arasındaki gelir uçurumunu azaltmak için yoksullukla mücadele
etmektir (Giddens, 2000: 133). Sağlık vazgeçilmez bir insan hakkıdır ve sağlık
hizmetlerinin toplumun tüm kesimlerine eşit olarak dağıtılması gerekmektedir
(Yıldız, 2008).
Bir toplumun sağlık düzeyinin belirlenmesinde çeşitli risk faktörleri göz
önünde bulundurulmalıdır. Bebek ölüm oranları, ortalama yaşam süresi, doğum
ağırlık oranı, güvenli su kaynaklarının kullanımı, yetişkinlerin okuma ve yazma
oranları, kişi başına düşen milli gelir, kişi başına düşen sağlık harcamaları, milli
gelirden sağlığa ayrılan pay, insanların yaşam süresini ve kalitesini etkileyen
etmenlerdir (Baltaş, 2008: 20). Yine yoksulluk düzeyi, çocuklardaki beslenme
bozuklukları, anne ölüm hızı, yaşam umudu, enfeksiyon sıklığı, sağlık personeline
düşen nüfus, sağlık kaynaklarının birincil, ikincil ve üçüncül sağlık hizmetlerine
dağılımı, bağışıklama oranı, kişi başına düşen hekime gitme sıklığı sağlıkla ilgili
konularda bizlere fikir vermektedir (Belek, 2001: 61). Bu tür göstergeler aynı
zamanda sağlıkta eşitsizliğin var olup olmadığı ve eşitsizliğin derecesi konusunda da
bilgi vermektedir.
1.8.10. Küreselleşme ve Sağlık- Hastalık
Giddens’a göre küreselleşme (Giddens, 2000: 67), dünya toplumunun
birbirlerine artan bir şekilde bağlı olmasıdır. Küreselleşme nedeniyle dünya ülkeleri
arasında sınırları aşan bir biçimde ekonomik, toplumsal, politik bağlar oluşmakta ve
bu durum insanların kaderlerini önemli ölçüde etkilemektedir.
47
Küreselleşme ile sağlık arasında çeşitli faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan bir
ilişki söz konusudur. Bu faktörlerden birisi ekonomidir. Ekonominin küreselleşmesi
sebebi ile sağlık eşitsizliklerinde artış görülmektedir. Küreselleşmeyle birlikte zengin
ile fakir arasındaki fark gittikçe artmaktadır. Yoksulluk ile sağlık arasında da
doğrudan bir ilişki bulunduğu aşikârdır. Yoksullukla birlikte artış gösteren bulaşıcı
hastalıklar, güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğru yayılan gizli bir tehlike
oluşturmaktadır (Hayran, 2008).
Küreselleşmenin artması ile birlikte tüketim de artmakta ve buna bağlı olarak
çevre kirliliği yaşanmaktadır. Çevre kirliliği de sağlığın bozulmasına neden
olmaktadır.
Yine küreselleşmenin
sonuçlarından bir tanesi,
su
ve besin
güvenilirliğinin azalmasıdır. İlaç endüstrisinin gelişmesi, silahlı çatışmalar ve
şiddetin artması, sağlık politikalarının ve hizmetlerinin küreselleşmesi, toplumsal ve
kültürel değişimler küreselleşme vasıtasıyla sağlığa olumsuz etkilerde bulunmaktadır
(Hayran, 2008).
DSÖ sağlıkta küreselleşme ile ilgili olarak üçü direkt ve ikisi indirekt olmak
üzere beş tür riskten bahsetmektedir. Direkt etkiler, insanların sağlık sistemi ve
sağlık politikalarının etkileri ile bulaşıcı hastalıklar ve sigara pazarı gibi bazı zararlı
durumlara maruz kalmalarını içermektedir. İndirekt etkiler ise sağlık sektörünün
ulusal ekonomi aracılığıyla yönetimi ile besleme, yaşam koşulları gibi faktörlere
bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal risk faktörlerini içermektedir (Yıldız ve Turan,
2010: 40). Direkt ve indirekt etkilere maruz kalan kişiler de hastalığa daha yatkın
hale gelmektedirler.
1.8.11. Kronik Hastalıklar ve Birey
Geçmişten günümüze gelindiğinde birçok şeyin değiştiği gibi hastalık ve sağlık
problemlerinin de değişime uğradığını görmekteyiz. Özellikle modern öncesi
dönemde ve sanayileşmemiş ülkelerde yaygın olarak görülen sağlık problemi
bulaşıcı hastalıklarken, modernleşme ve sanayileşme ile birlikte kronik hastalıklar
yaygın hale gelmiştir. Kronik hastalıklar, insanların yaşam kalitesini, aile içi ve
çevreyle olan ilişkisini, aile içi rolleri, iş ve mesleki statüsünü, psikolojik ve fiziksel
durumlarını kötü yönde etkilemektedir.
48
Kronik hastalıklarla birlikte gündelik yaşamdaki alışıldık fiziksel ve sosyal
rutinler kesintiye uğramaktadır. Kronik hastalıklardaki kesintilerden başlangıçta
sadece kişinin fiziksel yıkımı ön plandayken, zamanla aile, arkadaşlıklar ve iş
yaşamıyla ilgili problemleri de gündeme gelmektedir. Kronik hastalığa sahip olan
bireyler ilk önce yeme, içme ve kişisel bakımla ilgili değişimler yaşamaktadır.
Yaşamlarındaki bu değişimden sadece kendileri değil, aile ve yakınları da
etkilenmektedir. Başlangıçta fiziksel kısıtlamaları ile kendisini gösteren kronik
hastalık, aile üyeleri ve eşler arasındaki ilişki biçiminin değişmesine neden
olmaktadır (P. Kelly ve Field, 2004). Kronik hastalıklar kişilerin benlik imajında,
toplumsal kimliğinde, sosyal ilişkilerinde ve geleceğe dair beklentilerindeki değişimi
beraberinde getirmektedir (Charmaz ve Rosenfeld, 2010).
Kronik hastalıklar, bireyin hayatındaki bazı işlevleri yerine getirmesini
engelleyerek, önceden kestirilemeyen doğası nedeniyle psikolojik, fiziksel, cinsel,
sosyal ve ekonomik yönden büyük bir baskı yaratmakta ve kişileri başkalarına
bağımlı hale getirmektedir. Bu nedenle hasta bireyde, yaşantılarıyla ilgili
denetimlerini kaybedecekleri düşüncesi ortaya çıkmaktadır (Tuncay, 2007).
Dolayısıyla da kronik hastalığa sahip kişiler çoğu zaman kendilerini büyük bir
çıkmazın içinde hissetmektedirler.
Kronik hastalıklar bahsedildiği üzere pek çok problemi beraberinde
getirmektedir. Tabii ki kronik hastalıkların getirmiş olduğu problemlerle başa çıkmak
hiç de kolay değildir. Hastalar kronik hastalık teşhisi konulmasıyla birlikte inkâr,
öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme gibi bir takım davranışlar sergilemektedirler.
Bu davranışlar kişinin yaşı, cinsiyeti, ekonomik durumu, kişilik yapısı, öz bakım
gücü, dini inancı gibi birçok değişkene göre farklılaşmaktadır (Ocak, 2002: 8).
1.8.12. Hastanın Hekime Başvurma Süreci
Hastalık kavramı sadece tıp bilimini ilgilendirmez. Çünkü hasta genellikle
hastalığının son aşamasında hekime başvurmuştur. Oysa hastalık süreci, hastanın
hekime başvurmasından çok daha önce başlamıştır (Cirhinlioğlu, 2001: 21). Hasta
birey çeşitli hastalık belirtilerini gösterse bile ilk olarak sağlık kuruluşlarına
başvurmayı tercih etmeyebilir. Zola’ya göre hasta bireyin hekime başvurmasına
49
neden olan bazı faktörler söz konusudur. Bunlardan ilki aileden birinin ölmesi
örneğinde olduğu gibi, kişinin bir krizle karşı karşıya kalmasıdır. İkincisi, kişinin
toplumsal ve çevresel ilişkilerinde bir kopukluğun yaşanmasıdır. Üçüncüsü,
çevresindeki kişilerin, örneğin ailesinin hekime başvurması gerektiğini söylemesi
örneğinde olduğu gibi, kişinin bir yaptırımla karşı karşıya kalmasıdır. Dördüncüsü,
hekime gitmek için bir zaman belirlenmesi, örneğin pazartesi gününe kadar belirti
geçmezse hekime başvurusunu gerçekleştireceği gibi, kişinin belirtileri dengeleme
yoluna gitmesidir. Beşinci olarak ise mesleksel ve fiziksel faaliyetlerde bozukluğun
ortaya çıkması, kişinin hekime başvurmasına neden olan etkenlerdir (Zola, 1973:
269, akt. Cirhinlioğlu, 2001: 47).
Bireyler hastalık belirtisi gösterse bile ilk olarak sağlık kuruluşuna başvurmak
yerine, başlangıçta kendi kendilerine tedavi yöntemi denemektedirler. Bu yöntemle
hastalık belirtisi geçmediyse durumu, tıp alanıyla ilişkisi olmayan ancak
tecrübelerinden faydalanabilecekleri yakınları ile paylaşmakta ve onlardan tedaviye
yönelik akıl almaktadırlar. İkinci olarak tıp alanında uzman olmayan fakat
hastalıkları geleneksel anlamda tedavi ettikleri düşünülen, alternatif olarak ortaya
çıkan kimselere, son olarak da tıp eğitimi almış hekimlere başvurmaktadırlar
(Cirhinlioğlu, 2001: 49). Örneğin bir kişi başı ağrıdığında ilk olarak kendine has
tedavi edici özelliği bulunduğuna inandığı bir yöntemi denemekte, eğer ağrı hala
geçmediyse daha önce baş ağrısı çeken birisine danışarak, onun bu rahatsızlıktan
kurtaran tedavi yöntemlerini denemektedir. Bunlara rağmen ağrı geçmezse üçüncü
aşamada tıp dışı tedavi hizmeti sunan kimselere, son aşamada ise modern tıp
uygulayıcılarına başvurmaktadırlar.
Hastanın hekime başvurana kadar geçirdiği aşamalar, kişilerin yaşadığı
topluma, kültüre, yaşam biçimine, ekonomik gelirine, cinsiyetine, eğitim düzeyine,
hastalık ve sağlık kavramlarıyla ilgili düşüncesine, geçmiş yaşantısına,
hastalık
çeşidine, hastalık belirtilerinin hastadaki yansımasına, bir başka deyişle belirtilerin
şiddetine bağlı olarak değişiklik göstermektedir.
Kişilerin kendisini hasta olarak algılaması ve tedaviye başvurmasında hastalık
belirtilerinin ve hastalık çeşidinin önemi büyüktür. Birden bire ortaya çıkan ve fazla
50
şiddet gösteren hastalıklara karşı bireyler daha fazla tıbbi yardım ararken, yavaş
yavaş ve daha az şiddetle ortaya çıkan kronik hastalıklarda daha az tıbbi yardıma
ulaşma gereksinimi duyarlar. Çünkü ani ve şiddetli bir şekilde ortaya çıkan hastalık
günlük yaşamı tamamen etkisi altına alırken, yavaş ve düşük şiddetli kronik
hastalıklar, kişilerin gündelik yaşamlarını birden bire tamamen değiştirmezler
(Tekin, 2007: 34). Kronik hastalığın seyri yavaş ilerlediğinden, hastalar sağlık
kuruluşuna başvurmayı erteleyebilirler.
51
BÖLÜM II
TOPLUMSAL ROL ve HASTALIK-SAĞLIK İLİŞKİSİ
2.1. TOPLUMSAL ROL NEDİR?
Toplumsal rol için çeşitli tanımlamalar yapmak mümkündür. Bunlardan
bazıları şu şekildedir: “rol, belirli bir statünün gerektirdiği görevleri yapma ve onun
ayrıcalıklarından ve haklarından yararlanma biçimi” dir (Doğan, 2008: 137-138;
İçli, 2002: 75). Toplumsal rol, toplumda kişilerin bulundukları sosyal statü ile gelen
ve elde edilen, hak ve ödevlerdir. Bu tanımlamaya göre toplum, farklı oyunları
oynayan oyuncuların toplamından ibarettir. Topluma ait olan kültür bir piyestir ve bu
piyeste kişiler kendilerine verilen rolleri oynamakla yükümlüdürler (E. Erkal, 2009:
15). Bir başka tanımlamaya göre ise rol, belirli bir statüyü işgal eden kişiden
beklenen davranış biçimidir (Bozkurt, 2009: 147).
Roller mesleki ve toplumsal rol olmak üzere ikiye ayrılabilir. Askerlik,
öğretmenlik, öğretim üyeliği, doktorluk, hemşirelik, inşaat ustalığı mesleki rol
örneklerindendir. Anne-babalık, çocukluk, akrabalık, arkadaşlık, komşuluk, kentlilik
gibi örnekler ise toplumsal rol ile alakalıdır. Mesleki roller mevzuat ve
yönetmeliklerle tanımlanmıştır. Oysa toplumsal role ilişkin beklentiler yazılı
değildir. Bireyin birden fazla gösterdiği rol toplamı kişinin genel rolünü belirler ve
kişiler genel rollerine göre davranış sergilerler (Doğan, 2008: 137-138; İçli, 2002:
75; Aslan, 1997).
Rol, sosyoloji kuramlarında anahtar kavram niteliğindedir. Rol, belirli bir statü
veya toplumsal konuma atfedilen beklentileri ortaya koyarak, bu beklentilerin
gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini kontrol eden sürece sahiptir. Rol kuramı
içerisinde iki farklı yaklaşım söz konusudur. İlk yaklaşımda roller kurumsallaşmış
normatif hak ve yükümlülükler kümesi halindedirler. Bu yaklaşımın en iyi örneği,
Parsons’un “hasta rolü” değerlendirmesidir. Parsons’a göre toplumsal rol bireyin
kişiliği ve sosyal sistemin yapısı arasındaki ana eklemlenme noktasıdır (Giddens,
2005: 117). Parsons’ın da içinde bulunduğu işlevselci yaklaşımında rol kavramı daha
52
çok kişilik gelişimi ve toplumun kurumsallaşmış özellikleri arasındaki bağlantıyı
kurmaktadır (Giddens, 2004). Role ilişkin ikinci yaklaşım ise sembolik etkileşim ve
dramaturji geleneklerinden gelmektedir. Bu yaklaşım ilkinden çok daha fazla
toplumsal ve psikolojik niteliğe sahip olup, rol yapma, rol üstlenme, rol oynama gibi
aktif süreçleri de ihtiva etmektedir (Marshall, 1999: 624).
Dramaturji geleneğinin önemli temsilcilerinden biri Goffman’dır. Goffman
toplumsal
durumdaki
katılımcıların
etkinliklerini
performans
olarak
adlandırmaktadır. Performansın amacı genellikle oyuncunun özellikleri değil,
sahnelenen görevin özellikleridir (Goffman, 2009: 82). Performans esnasında
görülen ve belki de diğer durumlarda da sergilenecek olan, önceden belirlenmiş
eylem kalıpları da rutin olarak tanımlanmaktadır. Kişiler gündelik yaşamda rutin
rollerini sergilerken, kendi idealleşmiş görüntülerini de sergilemektedirler. Kişilerin
toplumsal yaşamda pek çok rolü olmasına karşın, o an sergilemekte oldukları rol en
önemlisiymiş gibi davranırlar. Ayrıca rollerin sergilenmesi için bir grup insana da
ihtiyaç duyulmaktadır (M. Poloma, 1993: 202). Bu anlamda tek başınayken oynanan
rol değil, insanların içinde oynanan rol önemlidir.
Goffman, bireylerin kendilerini ve etkinliklerini gündelik yaşamda nasıl ifade
ettiklerini ele almaktadır. Buna yönelik olarak da kişilerin, başkalarının kendisiyle
ilgili izlenimlerini yönetme ve kontrol etme biçimi olan izlenim yönetimi üzerinde
odaklanmıştır. Ona göre kişilerin gündelik hayatında ön ve arka bölgeler vardır. Ön
bölge bireyin yapıp ettiklerinin görülebildiği bölgedir. Bu bölgede görev ya da rütbe,
giyim, cinsiyet, yaş, yüz ifadeleri gibi faktörler ön plandadır. Arka bölge ise izlenim
yönetimi tekniklerinin uygulandığı, seyircilerden gizlenmiş kapalı yerlerdir. Arka
bölge kişinin rahatlayacağı bir alandır ve kişiler bu alana geçtiklerinde sadece
kendileri olurlar (Wallace ve Wolf, 2004: 269-271). Örneğin, hasta karşısında hekim
ve hemşire rollerini tam olarak sergileyen bireyler, poliklinik saati bittiğinde,
hemşire ve hekim rollerini bir yana bırakıp, arkadaşlık rollerini sergileyebilirler.
Goffman, bütün bunların dışında rol mesafesi ve rol benimsenmesi
kavramlarından da bahsetmiştir. Rol mesafesi, bireysel ve yerleşik rol arasındaki
kesin ayrılıktır. Rol benimsemesi ise role ilişkin kabul edilmiş ifade şeklidir. Role
53
bağlılık ve rol mesafesi yaş, cinsiyet ve eğitim gibi faktörlere göre değişiklik
göstermektedir. Örneğin evli bir kadın profesör eş rolüne, çalışmayan bir kadına
oranla daha uzak olabilir veya dört çocuğa sahip bir kadın eş rolüne, evlendiği ilk
zamanlara oranla daha uzak olabilir (M. Poloma, 1993: 210). Bu nedenle farklı
kişilerden eşit derecede rol benimsemesine sahip olmaları beklenemez.
Yapısalcı bakış açısına göre rol, toplumsal temeli olan beklentilerden
oluşmaktadır. Bu görüşe göre bir kişi, anne, öğretmen, müdür gibi çeşitli statülere
sahip olur ve bu statülerin hepsi kendi rolünü içinde taşıyarak statü kümesini
meydana getirir. Bireylerin sahip olduğu her rol, farklı kişilere göre değişen rol
beklentilerini de beraberinde getirmektedir (Marshall, 1999: 625). Örneğin bir
öğretmen toplumda statü sahibidir ve insanların ondan statülerine yönelik beklentisi
bulunmaktadır. Ancak öğretmenden, öğrencinin, çocuğunun, müdürün veya bir
velinin beklentisi birbirinden farklıdır.
Nadel’a göre iki çeşit rol ya da aynı rolün bağımlı ve bağımsız olmak üzere iki
ayrı görüntüsü bulunmaktadır. Bazı roller diğer rollerle doğrudan ve simetrik bir
ilişkiye sahip olmadan, kolay bir şekilde kavranamazlar. Örneğin aile içi rollerde
baba rolü, çocuk sahibi olanlardan başka hiç kimse için geçerli değildir. Bir başka
deyişle çocuk olmadan baba rolünden bahsedilemez. Bu durumdan farklı olarak
yazar rolü, okuyucu olsa da olmasa da geçerliliğini sürdürebilir, yani, karşısında
kendini anlamlandıran bir role ihtiyaç duyulmaz (Mendras, 2009: 99-100).
Sosyal psikoloji ise sosyal rollerle ilgili olarak daha çok rollerin işleyişindeki
dinamik boyutlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu görüşte bireylerin oynadığı rollerin
toplumsal yapı içindeki yeri açıklanmaktan ziyade, bu rollerin yerine getirilmesi
sürecindeki etkileşimler incelenmektedir. Sosyal psikolojik görüş, insanların ötekinin
rolünü üstlenmesi, kendi rollerini inşa etmesi, kendi rollerine ilişkin beklentilere göre
davranması ve kişinin kendi rollerini oynamasına vurgu yapmaktadır (Marshall,
1999: 625).
54
2.2. ROL ÇEŞİTLERİ
2.2.1. Temel Roller
Temel roller biyolojik yapı doğrultusunda ortaya çıkan rollerdir. Bu roller yaş,
cinsiyet ve beden yapısına bağlıdırlar. Örneğin kişinin erkek, kadın ya da çocuk
olmasıyla edindiği roller temel rollere ilişkindir. Temel roller kişilerin bedeninde
oluşmasının yanında, kişilerin kendi iradelere dışında ortaya çıkan rollerdir (Eroğlu,
2009: 108). Kişilerin bu rollere sahip olması için çaba sarf etmelerine gerek yoktur.
2.2.2. Genel Roller
Genel roller toplum için özel bir önem taşıyan, sınırları davranış düzlemlerine
göre değişen ve sonuçları toplumu ya da grubu etkileyen rollerdir. Bu tür roller
toplum yapısı için oldukça önemlidir. Çünkü bu roller belli zamana ve düzene göre
işleyerek toplum yaşamını ayarlayan ve düzenleyen rollerdir. Mesleki roller genel
roller içerisindedir. Buna göre doktorluk, öğretmenlik de genel rolleri temsil eder.
Genel roller kaynağını hukuktan, örf ve adetlerden almaktadır (Eroğlu, 2009: 108).
2.2.3. Bağımsız Roller
Bireylerin kendi istek ve iradeleri doğrultusunda gerçekleştirdikleri roller
bağımsız rollerdir. Bu rollerin kazanılması ve yerine getirilmesi mecburi değildir.
Bağımsız roller bireylerin davranışlarının öznelliğini, iradesini ve özgürlüğünü
sergilemektedir. Kişinin tiyatroya gitmesi bir çeşit bağımsız rol davranışıdır. Çünkü
bu kişinin kendi tercihidir, kişinin üzerinde bu rolle ilgili herhangi bir baskı
bulunmamaktadır (Eroğlu, 2009: 108). Bağımsız roller edinilmiş rollerdir.
2.3.TOPLUMSAL ROLÜN ÖZELLİKLERİ
2.3.1. Rol Davranışı
Bireyler sahip oldukları toplumsal rollere uygun davranış sergilerler. Sosyal
sistem analizlerine göre sosyal hayat, çok sayıda alt sistemden oluşmaktadır.
Davranış düzlemleri ele alındığında bunların, statüler ağından meydana geldiği
görülür. Statü, davranış düzlemi içerisinde gerçekleştirilmesi gereken davranışlar
topluluğudur. Statüleri işgal eden kişilerden beklenen davranışı istenildiği şekilde
55
gerçekleştirilmesine de rol davranışı denilmektedir (Eroğlu, 2009: 105). Bir başka
deyişle statüye uygun rol sergilenmesine, rol davranışı denilir.
Horton ve Hunt’a göre (1976, Akt. Barlas vd., 1991: 231) rol beklendik bir
davranış biçimidir, rol davranışı ise rolün oynanışındaki gerçek davranıştır. Örneğin
bir öğretmenden öğrencileri iyi yetiştirmesi beklenir, ancak kimi zaman öğretmen,
kendisinden beklenmeyen davranışlar da sergileyebilmektedir. Bu durumda
kendisinden beklenen rol değil, sergilediği rol, gerçek rol davranışıdır.
2.3.2. Toplumsal Rol ve Sosyalizasyon
Toplumsal rol geçici ve kurgusal değildir. Rol, toplum içerisinde sosyalizasyon
sürecinde öğrenilir ve bireylerin sosyal kişiliğinde içselleştirilir. Sosyal rol, bir
süreliğine oynanıp bir kenara bırakılabilen yapıya sahip değildir. Herkes pek çok role
sahiptir ve bu roller kişilerin davranış ve düşüncelerini etkisi altına almıştır (Fichter,
2009: 110). Her toplumun çeşitli rol standartları vardır. Rol standartlarının olmaması
beraberinde korkuyu, düzensizliği, karmaşayı getirecektir (Birkök, 2004: 2). Bu
nedenle kendisinden beklenen rol standartlarını yerine getirmeyenler rol ihlalinde
bulunarak, toplumsal yapıyı olumsuz yönde etkileyecektirler.
Toplumdaki bireyler birçok gruba katılırlar ve her grupta kendi rollerini
oynarlar. Rollerini icra etmek için bir tarz veya rol keşfetmelerine gerek yoktur,
çünkü bu roller toplumda hazır halde bulunmaktadır. Roller pek çok kişinin aynı
anda paylaşabildiği tek biçimli hareketler vasıtasıyla temsil edilmektedir. Sosyal
roller tek başlarına var olamazlar, yani rolleri başka rollerle ilişkisi içinde ele almak
gerekmektedir (Fichter, 2009: 111-113). Örneğin anne rolünden bahsetmek için,
çocuk rolüne ihtiyaç duyulmaktadır.
Her kültürel yapıdaki roller standardize edilmiş ve az çok genelleştirilmiş olsa
da, sosyal rollerin alternatiflerinin seçimine izin vermeyecek derecede katı olduğu
söylenemez. Oldukça az değişen geleneksel kültürlerde bile rol davranışlarına
yönelik tüm beklentilere, her zaman tam anlamıyla uyum gösterilmesi beklenemez.
Bu nedenle bireyden beklenen, rol içindeki özel bir örüntüyü değil, toplam rolü
sergilemesidir. Roller giderek daha fazla kişi tarafından benzer tarzlarda
56
yinelendiklerinden toplumda yerleşirler ve bireylerden beklenen bir bütünlüğe
kavuşurlar (Fichter, 2009: 115).
Toplumsal rolün sosyalizasyon ile öğrenildiğine ilişkin bir başka görüş de
Goffman’a aittir (Goffman, 2009: 79). Goffman rollerin toplumsallaşma sonucu
öğrenildiğini, ancak bu öğrenmenin en ince detaylara kadar olmadığını dile
getirmiştir. Ona göre kişiler kendilerinden beklenen role ilişkin davranışları, bu rolle
baş edebilecek kadar ve gerektiğinde o rolü oynayacak kadar öğrenmektedir. Ayrıca
herkes oynadığı rol bilgisinden daha iyi rol sergilemektedir.
2.3.3. Toplumsal Yapı ve Rol
Bireylerin oynadıkları roller, toplumun sosyo-kültürel yapısı ve başat
kurumları ile alakalıdır. Sosyal roller tüm toplumlarda, nitelik ve nicelik bakımdan
farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İlkel toplumlarda sosyal roller sayı açısından
kentsel bölgelere göre daha az olmasına rağmen, beklenen roller açısından kentsel,
sanayileşmiş toplumlara göre daha sert ve katı bir yapıya sahiptirler (Fichter, 2009:
120). Örneğin bu tür toplumlarda kişiler cinsiyet, yaş ve yeteneklerine göre baba
veya anne, avcı veya ev hanımı, tarım işçisi ya da asker gibi sınırlı sayıda rollere
sahiptirler (Eroğlu, 2009: 106). Ancak kişilerden bu tür rollere ilişkin beklenen
davranışlar daha yüksek düzeydedir. Toplumlarda gelişmişlik derecesi arttıkça
toplumsal rol sayısı ve rolleri sergileme düzeyindeki esneklik artmaktadır.
Modern toplumlarda roller, geleneksel döneme göre oldukça değişmiştir.
Modern toplumlarda sosyal faaliyetlerin artmasıyla kişiler değişik davranış
düzlemlerinde yer almış ve günün değişik saatlerinde değişik davranış düzlemleri,
değişik statüler ve değişik rolleri ifa etmek durumunda kalmışlardır. Modern
toplumlarda meydana gelen sosyo-ekonomik yapı değişiklikleri, teknolojik ve politik
gelişmeler ve karşılıklı kültürel etkileşim sonucunda insanlar birçok statü ve buna
bağlı olarak birçok rol içerisinde kendilerini bulurlar (Eroğlu, 2009: 106). Örneğin
bir kişi okulda müdür ve öğretmenken, aynı zamanda doktora yapan bir öğrenci, bir
sivil toplum örgütü üyesi, bir baba ve eş olarak birden fazla toplumsal rolü aynı gün
içinde sergilemek durumundadır.
57
Nasıl toplum yapısı, roller ve statüler üzerinde etkili ise kişinin yaşam evresi de
rollerin niteliğini ve niceliğini etkilemektedir. İnsanların ilk olarak sosyalleşmeye
başladıkları bebeklik ve çocukluk evresinde rolleri nicelik olarak az sayıdadır. Ancak
kişilerin yaşı ilerledikçe rol sayısında da artış gözlenmektedir. Özellikle yetişkinlik
ve olgunluk dönemlerinde statülerin artması toplumsal rollerin de artmasına neden
olmaktadır (Eroğlu, 2009: 106). Yine bebeklik ve çocukluk dönemlerinde rollerin
niteliksel bağlamda tam anlamıyla sergilenmesi beklenilmezken, yaş ilerledikçe bu
anlamdaki beklenti giderek artmaktadır. Ancak yaşı çok ilerleyen birisinden de bu
rolleri tam olarak sergilemesi beklenemez.
Ayrıca rollerin bazıları kişilere başkaları tarafından tahsis edilirken, bazı rolleri
de kişiler üstlenirler. Her birey en az bir toplumda katıldığı grup sayısı kadar role
sahiptir. Toplumu oluşturan her birey, aile, ekonomi, siyaset, boş zamanlar gibi
değerlendirme gruplarında rol oynamaktadır ve oynamaya devam edecektir (Fichter,
2009: 120). Ancak bu rolleri sergilemeyi kısıtlayacak çeşitli etkenlerde
bulunmaktadır. Örneğin hastalıklar, toplumsal rolün tam olarak sergilenmesini
engelleyen nedenlerdendir.
2.3.4. Rol Dizileri
Rol dizisi, herhangi bir statünün birden fazla rolle yükümlü olduğu toplumsal
konumlardır. Bir kişinin birden fazla rolü olması, rol dizisini ya da rol kümesini
göstermektedir (Tolan vd., 1991: 230; Bozkurt, 2009: 148). Örneğin bir erkeğin
baba, evlat, müdür, komşu, eş gibi rolleri, rol dizisini oluşturmaktadır. Toplumda
yaşayan her birey, konumuna göre değişen sayıda rol dizisine sahiptir.
2.3.5. Rol Bütünleşmesi
Kişilerin belirli sosyal rolleri öğrenme ve uygulama aşamasında, teorik rol
beklentileri ile pratik rol davranışları arasında büyük bir uyumun gerçekleşmiş
olması rol bütünleşmesini ortaya çıkarmaktadır (Eroğlu, 2009: 110). Rol beklentisi
ile uygulamadaki rol davranışı arasında örtüşme söz konusu değilse, rol
bütünleşmesinde ve rolleri sergilemede problemler yaşanmaktadır.
Toplumsal roller bireylerin kişiliği ile uyumlu olarak gelişmektedir. Kişilik
özellikleri ile rol özelliklerinin birbiri ile çakışması sonucunda toplumsal beklentilere
58
uygun bir rol sergilenir (Tolan vd., 1991: 229). Örneğin çocuklarla ilgilenmeyi seven
bir genç, anaokulu öğretmeni olup, kendisinden beklenen rolü çok iyi bir şekilde
oynayabilir. Ancak çocukları hiç sevmeyen birisi anaokulu öğretmeni olduğunda,
işini severek yapmayacak, dolayısıyla da kendisinden beklenen rolü iyi bir şekilde
sergilemeyecektir.
2.3.6. Rol Çatışması
Bir kişinin sergilediği rol ile beklenilen role dair ciddi bir uzlaşmazlık ortaya
çıkıyorsa bir rol çatışmasından veya bir rol geriliminden bahsedilebilir.
Rol çatışması, kişinin birden fazla rolü aynı anda gerçekleştirmek zorunda
kalması, mevcut yetenek ve özellikleriyle rol gereklerinin uyumsuzluğu, kişinin
yerine getirmesi gerektiği rolünü veya davranış düzlemini sevmemesi sonucunda
ortaya çıkmaktadır. Bunun dışında bireyin davranış düzleminde bir değişme
olmasına rağmen, rol davranışının aynı sürede değiştirememesi durumu da önemli bir
rol uyumsuzluğu örneğidir (Eroğlu, 2009: 111).
Rol çatışması yaşayan bir kişi herhangi bir karar alma durumunda anahtar
rolüne uygun çözüm yolu geliştirir. Eğer çatışan roller bireyin yaşamını büyük
ölçüde olumsuz olarak etkiliyorsa, bir veya birkaç rolünü terk etmek zorunda
kalabilir. Aksi halde kişinin çeşitli kişilik bozukluğu problemleri yaşaması
kaçınılmaz olur (Aslan, 1997: 63). Örneğin hasta bir birey, hastalığından ötürü
mesleki ve annelik rollerini yeterince yerine getiremiyorsa, mesleki rolünü terk
edebilir.
2.3.7. Rol Gerilimi
Kişinin rol kişiliği ile gerçek kişiliği arasındaki çelişki, rol geriliminin
yaşanmasına neden olmaktadır. Rollere ilişkin beklentileri yerine getirmede kişilik
özelliklerinden kaynaklanan güçlükler, rol ve davranış arasındaki çatışmaya uygun
bir ortam hazırlamaktadırlar. Bu duruma ilaveten gerçek davranış ile rol davranışı
arasındaki çelişki de eklenirse, bireyin davranışında çeşitli tutarsızlıklar ve rol
gerilimi kaçınılmazdır (Tolan vd., 1991: 234).
59
Rol gerilimi, kişinin yanlış sosyalleşmesinden, rol geçişlerinin yetersiz
oluşundan, rol çelişkilerinden ve rolü yerine getirirken karşılaşılan zorluklardan
kaynaklanmaktadır. Herhangi bir davranışı yeterince edinmeden sosyalleştiği
düşünülen bir kişi, rol beklentisini yeterince karşılayamaz ve tutarsızlığa düşer
(Tolan vd., 1991: 235). Sonucunda da rol gerilimi yaşar.
2.3.8. Rol Beklentisi
Bireylerin rollerine ilişkin bir takım rol beklentileri bulunmaktadır. Bu rol
beklentileri zorunlu, gerekli ve ihtiyari beklentiler olmak üzere üç grupta ele
alınabilir. Zorunlu rol beklentileri, vatandaşları kanuna, jandarmaya ve mahkemeye
saygı duymaya zorlamak için kanun tarafından ortaya konulan beklentilerdir. Eğer
kişiler beklentilere uygun hareket etmiyorlarsa cezalandırılırlar ve rollerine son
verilir. Gerekli beklentiler ise bir grup içinde uygulanabilme ve bir ölçüde
değiştirilebilme özelliğine sahiptir. Örneğin avukat ve doktorlar meslek odalarına
kayıt olup, onların kabul ettiği meslek ahlakına uymak durumundadırlar. Fakat uyum
sağlamak istemezlerse bu örgütten ceza almadan da ayrılabilirler. İhtiyari
beklentilerde ise herhangi bir cezalandırma söz konusu değildir. Sadece grupta
bulunan diğer kişiler, kuralları çiğneyenlere karşı kötü davranış sergileyebilirler
(Mendras, 2009: 95-96).
Sosyal düzen içinde sosyal rollerin temel fonksiyonu, bireylerin diğer gruplar
ya da toplum tarafından beklenen ve kabul gören davranış kalıplarının neler
olduğunu ve nasıl gerçekleştirdiğini fiili olarak ortaya koymaktır (Tekaslan, 1989:
36, akt. Eroğlu, 2009: 105). Rol aynı zamanda davranışı da ifade etmektedir.
Davranış da rol de eş anlamlı olarak belirli statüye özgü ve uyulması gereken
kurallardan kaynaklanan fiillere işaret etmektedir. Annelik ve babalık statüsünden
beklenen davranışlar, aynı zamanda bu kişilerden beklenen rollerdir (Birkök, 2004:
2). Bu nedenle toplumsal davranış ve toplumsal rol arasında yakın bir ilişki
bulunmaktadır.
Daha önce de vurgulandığı gibi toplum, bireylerden çeşitli rolleri oynamasını
beklemektedir. Ancak burada kullanılan “beklenti” umut etmeden farklı bir anlam
taşımaktadır. Bireyler bir yandan sosyal işlevi gerçekleştirme gereksinimi içindeyken
60
diğer taraftan toplum bireyin rolünü oynadığını görmek istemekte, bu nedenle de
kişiye baskı uygulamaktadır (Fichter, 2009: 116). Örneğin kendisinden beklenen
rolleri gerçekleştirmeyen bir öğretmene karşı veliler, çeşitli tepkilerde bulunarak
baskı uygulayabilirler. Ya da hastalığı nedeni ile bir süre ev içindeki rollerini yerine
getiremeyen kişi, iyileştikten sonra da bu tür davranışları sergilemeye devam ederse,
ailesi tarafından tepki alacak ve rollerini tekrar yerine getirmesi için baskıya maruz
kalacaktır.
Roller toplumsal olarak belirlenmiş değerlerin yansıması olmasının yanında,
bireylerin yeteneklerinin ya da isteklerinin elverdiği ölçüde beklenen davranışlardır.
Örneğin çocuklar yetişkinlerden daha düşük statüdedir ve onlardan beklenen roller
yetişkinlerden daha esnek bir yapıdadır (Tolan vd, 1991: 227). Bu bakımdan rol
beklentileri topluma ve bireye uyumlu haldedir. Bir kişiden yerine getiremeyeceği rol
beklenmez.
Kişilerin sosyal rollerini sergilememeleri, bir takım yaptırımlara maruz
kalmalarına
neden
olmaktadır.
Yaptırımların
gücü
rolün
evrenselliğine,
zorlayıcılığına ve toplumdaki değerine bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Her
sosyal rol için bir de beklenen davranış bulunmaktadır. Bununla birlikte rol, izin
verilen davranışı da içermektedir. Rol düzleminde yasaklanan davranışlar da
bulunmaktadır. Toplum yasaklanan davranışları sergileyen bireylere ceza verir ya da
çeşitli yaptırımlar uygular (Fichter, 2009: 116-117).
2.4.TOPLUMSAL ROL VE SAĞLIK- HASTALIK
Toplumsal rol ile ilgili çeşitli tanımlamaları verdikten sonra sağlık
sosyolojisinin toplumsal rol ilişkisine değinmek yerinde olacaktır. Çünkü sağlık
sosyolojisi, toplumsal rolün sağlık ve hastalıkla birlikte değişme uğradığını
vurgulamaktadır.
Toplumsal rolü sergileme ile hastalık ve sağlık arasındaki ilişkiyi, toplumsal
yapı, kültür, toplumsal kurumlar ve toplum içindeki önem dereceleri, kişilerin
hastalık türü, hastalık algılamaları, geçmiş yaşantı, sosyoekonomik durum gibi pek
çok faktör etkilemektedir. Bu noktada genel olarak toplumsal, fizyolojik ve
61
psikolojik durumun toplumsal rol ile sağlık ve hastalık arasındaki ilişkiyi etkilediğini
söyleyebiliriz. Çalışmamızda temel konu kronik hastalıkların toplumsal rolü etkileme
düzeyi olduğundan, bu konulardaki değerlendirmelere daha fazla yer verilecektir.
Kronik hastalığa sahip kişilerin toplumsal rolleri yerine getirme düzeyleri ile
akut hastalığa sahip kişilerin toplumsal rolleri yerine getirme düzeyleri aynı seviyede
değildir. Kronik hastalığa sahip kişiler fiziksel, psikolojik ve sosyal anlamda diğer
hastalardan çok daha yüksek oranda problem yaşamaktadırlar ve bu problemleri uzun
süre devam etmektedir. Oysa akut hastalıklar kısa sürede tedaviye cevap
verdiklerinden, bu tür hastalıklara maruz kalan kişiler çok daha kısa bir süre problem
yaşarlar ve ardından eski rutin yaşamlarına dönerler.
Kronik hastalıklar, bir ya da birkaç organın işlevini kısmen ya da tamamen
yerine getiremediği hastalıklardır. Bu nedenle kronik hastalığa sahip kişiler, bir
taraftan işlev probleminin fizyolojik yansımasına yaşamakta, diğer taraftan da
tedaviye ve tedavi sürecinde ilaçlara, teknik uygulamalara bağımlı olarak yaşamlarını
sürdürmeye çalışmaktadırlar. Örneğin hastalığı sonucunda bacaklarını kaybeden bir
kişi yürüyememekte, dolayısıyla arkadaşlık ve dostluk rollerini yerine getirmede
çeşitli sıkıntılar yaşayabilmektedir. Ya da hastalığına bağlı olarak cinsel işlev
fonksiyonlarında azalma olan bir hasta, eş olarak karı ya da koca rollerini yeterince
yerine getiremeyebilmektedir.
Kronik hastalığa sahip birey, rol dizilerinin birini veya bir kaçını hastalığa
bağlı olarak ya hiç yerine getirememekte ya da kısmen yerine getirebilmektedir. Bu
nedenle kendisi ve çevresi için daha önemli ve yerine getirebileceği düzeyde olan
rolleri öncelemektedir. Örneğin bir hasta, hastalandıktan sonra okul müdürlüğü
rolünü yerine getiremeyebilir. Ancak kendisi ve ailesi için önemli olan ve aynı
zamanda yerine getirmekte mesleki rol kadar zorlanmadığı baba rolünü yerine
getirebilir. Ya da bir diyaliz tedavisi gören bir KBY hastası, tedavisi çok zaman
aldığı için komşuluk rollerini yeterince yerine getiremeyebilir ancak annelik rolünü
tamamen yerine getirebilir.
Kronik hastalığa sahip kişilerin fizyolojik olduğu gibi sosyal anlamda da
sağlıklı olduğu söylenemez. Çünkü hastalanmadan önceki sosyal yaşantısı ile
62
hastalandıktan sonraki sosyal yaşantısı birbirinden oldukça farklıdır. Bilindiği üzere
kronik hastalıklar kişileri, sağlık kuruluşlarına, ilaçlara ya da çeşitli aletlere bağımlı
olarak yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Hastalanmadan önceki yaşantısında istediği her
zaman sosyal faaliyetlerde bulunabilen bir kişi, hastalandıktan sonra hastalığa bağlı
bazı sınırlandırmalarla karşı karşıya kalmaktadır. Örneğin arkadaşları ile birlikte
tiyatroya gitmek isteyen bir hasta, o süreyi sağlık kuruluşunda geçirmesi
gerektiğinden bu isteğinden vazgeçmek zorunda kalabilmektedir. Bu örnekte de
görüldüğü gibi kronik hastalığa sahip birey, hasta rolünü, sosyal rolünden daha ön
planda tutması beklenir. Ancak bireysel farklılıklardan kaynaklanan istisnalar da
bulunabilir.
Hasta rolünü zorunlu olarak sosyal rollerinden önde tutmak zorunda olan birey,
zamanla sosyal rolünü yeterince yerine getirmemeye başlar. Çünkü hasta rolünü
sergilemek onun için hayati bir önem taşımaktadır. Bu yüzden de sosyal rollerinden
taviz vermesi gerekmektedir. Zaten toplumda da hastanın sosyal rolünü tam olarak
gerçekleştirilmesine ilişkin bir dayatma söz konusu değildir. Aksine, hasta olan bir
kişiden daha çok bu role ilişkin davranışlar beklenir. Hastalığı ile ilgili davranışları
bir kenara bırakıp, sadece sosyal rollerine devam eden bir hasta toplum tarafından
hoş karşılanmaz.
Mesleki rol ve sağlık hastalık ilişkisine baktığımızda, kronik hastalığa sahip
bireylerin bu rollerini yerine getirmede problemler yaşadığını görmekteyiz.
Fizyolojik, psikolojik ve sosyal yönlerden etkileri olan kronik hastalıklar, hastaların
mesleki ve işle ilgili rollerini yerine getirmesine engel teşkil etmektedir. Fiziksel
olarak vücudunda eksik ya da işlevini tam olarak yerine getiremeyen bir organa sahip
olan hastanın, fiziksel güce dayalı bir işte çalışması söz konusu olamaz. Örneğin
hastalığı sonucunda bacağını kaybeden birinin postanede çalışıp, adreslere dağıtım
yapması mümkün değildir. Bu nedenle böyle bir kişi ya emekli olacak, ya iş yerinde
pozisyonu değişecek ya da işveren tarafından işine son verilecektir.
Mesleki rolle hastalık arasındaki ilişki, kişilerin sadece fiziksel değil, sosyal ve
psikolojik sorunlarına bağlı olarak da değişmektedir. Bilindiği gibi kronik hastalıklar
kişilerin sosyal anlamda da problemler yaşamasına neden olmaktadır. Sosyal
63
anlamda problemleri olan hastanın, mesleki ve iş yaşamında da sorunlar çıkmaktadır.
Yine bu hastaların psikolojilerinde, hastalıklarına bağlı olarak çeşitli bozukluklar
ortaya çıkabilmektedir. Hastaların psikolojilerindeki bu bozulma, mesleki rollerini
yeteri kadar yerine getirmelerine engel olabilmektedir. Bütün bu nedenlere bağlı
olarak hasta kişiler, mesleki ve iş yaşamlarında çeşitli değişimlere maruz
kalabilmektedirler.
Genel olarak toplumsal rol ve sağlık ve hastalık arasındaki ilişkiye
baktığımızda, hasta kişilerin toplumsal rollerini yeterince yerine getiremediğini,
toplumun kendisinden beklediği rol beklentilerini karşılayamadığını, rol dizilerinden
hepsini tam olarak sergileyemediğini, rol bütünleşmesinde ve mesleki rollerini
gerçekleştirmede problemler yaşadığını, bu nedenle rol çatışması ve rol gerilimine
maruz kaldığını söyleyebiliriz. Ancak kişilerin yaşadığı toplum ve kültürel yapı,
hastalardan beklenen toplumsal rolleri etkilemektedir. Bu anlamda bazen hastalar
kimi rollerden muaf tutulabilmektedir. Toplumsal rollerini gerçekleştiremeyen
hastanın aile üyeleri, bu rolleri yerine getirerek, ona en büyük desteği
sağlamaktadırlar.
2.5. TOPLUMSAL ROL VE HASTALIK- SAĞLIK İLİŞKİSİNDE
GOFFMAN’IN DAMGA TEORİSİ ÖRNEĞİ
Amerikan sosyolog Goffman’ın damgalanma çalışması, 1960 ve 1970’lerde
“Benliğin
Sunulması”
araştırmasının
bir
parçası
niteliğindedir.
Goffman
çalışmalarında genel olarak, gündelik hayatta ve özellikle kamusal ortamlarda
kişilerin kendilerini nasıl sunduklarına ilişkin analizlerde bulunmaktadır. Benlik
imajı, bu imajın yaratılması, sürdürülmesi ve korunması, damga kuramının konusunu
oluşturmaktadır. Goffman bu çalışmasında toplum tarafından normal olarak kabul
edilen kişilerin gündelik yaşamda kendilerini sunmalarıyla, çirkinler, akıl hastaları,
alkolikler, suçlular ve sakatlar gibi normal hayata girmeleri engellenen, bozulmuş
kimliğe sahip olan ya da toplum tarafından anormal olarak kabul edilen kişilerin
gündelik hayatta kendilerini sunmalarıyla ilgili analizler yapmaktadır (Goffman,
2007: 189).
64
Damga kavramı, görselliğin görünüş üzerinde çok etkili olduğu Eski Yunan’a
dayanmaktadır. Damga, bedenle ilgili olağandışı ya da kötü bir ahlaki duruma işaret
etmektedir. Damga terimi günümüzde orijinal anlamına yakın olarak kullanılsa da
bedensel bir kanıttan çok, rezillik anlamında da kullanılmaktadır. Bir damgaya sahip
olan insanların ortak özellikleri gözden düşmeleri, saygınlıklarının azalması,
itibarlarının sarsılması, başarısız olmaları, bedensel bir eksiğin, özrün, engelin ya da
yetersizliğin bulunmasıdır (Goffman, 1963: 1-3). Bu anlamda damgalama kavramı,
etiketlemeye de benzemektedir.
2.5.1. Kimler Toplum Tarafından Damgalanmaktadır?
Goffman, damgalanmış kişileri üç kategori altında ele almaktadır. Bunlardan
ilki kötürüm, cüce ve sağırlık gibi fiziksel olarak özürlü olanlardır. İkinci kategoride
kişilik zayıflığı bulunanlar, hüküm giymiş olanlar ve işsizlik gibi bir geçmişe sahip
olanlar bulunmaktadır. Üçüncü kategori ise bireyin arkadaş grubu, ait olduğu ırksal
ya da dinsel gruplarla ilgili olarak damgalanmış kişilerden oluşmaktadır.
Kategorilere bakıldığında damgalanma sebebinin doğuştan gelebildiği gibi sonradan
kazanılabildiği de görülmektedir (Goffman, 2007: 189).
Genel
olarak
baktığımızda
ise
vücutlarında
deformasyonu
olanlar,
karakterlerinde lekeler bulunanlar, zayıf karakterliler, otoriteye uymayan ya da doğal
olmayan tutkuları bulunanlar, toplum tarafından kabul görmeyen inançlara sahip
olanlar, sahtekârlar, mental bozukluğu olanlar, suçlular, uyuşturucu bağımlıları,
alkolikler, homoseksüeller, işsizler, intihara girişmiş olanlar, radikal politik davranışa
sahip olanlar damgalanmaya maruz kalmaktadır. Yine bunların dışında gündelik
yaşamda orijinal anlamıyla damgalanma terimi, evlilik dışı doğan çocuklar ve düşük
zekâya sahip olan kişiler için de kullanılmaktadır (Goffman, 1963:4). Dolayısıyla
sosyal, psikolojik ve fiziksel anlamda kusurları bulunan insanların toplum tarafından
damgalanmaya maruz kaldığını söyleyebiliriz.
2.5.2. Görünürlük ve Damga
Görünürlük
damgalanma
açısından
oldukça
önemlidir.
Damganın
görülebilirliği, damgalanmış kişinin diğer insanlar tarafından kolayca fark edilmesine
65
neden olmaktadır. İnsanlar tarafından kolayca görünen bir kusur, damgalanan kişi ile
diğer insanlar arasındaki ilişkiyi kolayca etkileyebilmektedir (Goffman, 1963: 49).
Damgalanmış kişiler toplumda yaşayan insanlar tarafından kimi durumlarda
kolayca görülememektedir. Bir başka deyişle damgalanma her zaman herkes
tarafından fark edilmeyebilir. Örneğin toplum tarafından damgalanmış bulunan bir
eşcinsel, bu özelliğini saklayarak toplumda yaşamaya devam edebilir, ancak cüzzam
hastalığına maruz kalan bir hasta, burnunun olmadığını çoğu zaman toplumdan
gizleyemez. Fiziksel bir kusur, toplumsal kusura göre daha az saklanabilir
durumdadır (Goffman, 2007: 190). Bu nedenle de görülme olasılığı çok yüksektir.
2.5.3. Damgalanmış Kişilerin Geliştirdikleri Çözüm Yolları
Damgalanmış kişilerin, bu durumdan kurtulmaları için öncelikle toplumun
kendilerini damgalamış olduğunu ve bir damgaya sahip olduklarını kabullenmeleri
gerekmektedir. Bu kabullenme sonucunda kendilerine tekrar saygı duymaya ve
sosyal kimliklerini sergileme konusunda daha başarılı olmaya başlarlar (Goffman,
1963: 8).
Damgalanma
neticesinde
toplum
tarafından
etiketlenen
insanlar,
bu
etiketlemeyi önlemek için çeşitli çözüm yolları geliştirmektedirler. Bu çözüm yolları
toplum tarafından damgalanan kusurun niteliğine ve ne kadar görünür olduğuna
bağlıdır. Damgalanmış kişilerin bazıları kusurlarını tamamen yok etmek için estetik
ameliyat olmayı tercih edebilir, bazıları bu kusurlarını gizlemek için çeşitli özel
giysiler, koyu renkli gözlükler kullanabilir, bazıları toplumun gözünden bu kusurları
nasıl kaçıracağını öğrenerek o şekilde davranabilir, bazıları ise kusurlarının normal
karşılandığı güvenli ortamlarda bulunmak isterler. Kusurlarının normal kabul edildiği
güvenli ortamlarda yaşamayı tercih eden gruptaki kişiler ya evlerine kapanırlar ya da
uyuşturucu ve alkol kullananların dünyasına karışırlar. Damgalanmış kişilerin bir
kısmı ise haklarını, diğer insanların hakları ile eşitlemek için baskı gruplarına
katılarak mücadele verirler (Goffman, 2007: 190). Ancak damgalanmış bir insanın
kendisini topluma kabullendirmesi oldukça zordur ve bunu öğrenmesi zaman
almaktadır.
66
Damgalanmış kişilerden bazıları toplumda yaşayan insanlarla, damgaları ilgili
paylaşımlarda bulunup, aynı zamanda bunu bir değer olarak görebilirken bazıları da
bu durumu gizleme eğilimi içerisindedirler. Damgalarını gizleme eğiliminde olanlar
daha çok homoseksüellerdir. Bu duruma uygun olarak AİDS hastalarını da örnek
verebiliriz. Bu hastalar da yaşadıkları toplum tarafından damgalanmaya maruz
kalmamak için hastalıklarını gizleyebilmektedirler.
Damgalanmış kişiler, bu damgaları üzerlerinden atmak için bazı davranışlar da
sergilemektedirler. Örneğin, topal bir insan bu damgayı üzerinden kaldırmak için
yüzer, ata biner, tenis oynar, paraşütle uçar. Yine görme engeline sahip olan bir kişi
kayak yapabilir, dağa tırmanabilir. Sonuç olarak damgalanan kişiler yaptıkları çeşitli
faaliyetlerle diğer insanlarla farklılığını azaltarak sosyal kimliklerini daha başarılı
olarak sergilemeyi tercih edebilirler (Goffman, 1963: 18).
Bazı sosyolojik çalışmalarda, damgalanmış kişilerin özel bir grup tarafından
kabul edildiği de ortaya konulmuştur. Bu veriye göre dâhil olunan gruba ait bir grup
formasyonu ve grup fonksiyonu bulunmaktadır. Örneğin eskiden mental bir hastalığı
olanlar, nispeten az sayıda gönüllü kimseler tarafından oluşturulmuş mental sağlık
kulüplerine katılıp, damgalanmış olmaktan kaynaklanan hislerini, duygularını
diğerleriyle paylaşabilmektedirler. Bu kulüplerde, boşanmışlar, yaşlılar, şişmanlar,
fiziksel özrü bulunanlar gibi damgalanmış kişiler bir araya gelerek kendi kendilerine
bakım faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Bu kulübe kimi zaman eski alkolikler ve
bağımlılar da katılabilmektedir. Damgalanmış kişilerden oluşan bu kulüpler
üyelerine çeşitli faydalar sağlamaktadır. Örneğin kulüp üyeleri birlikte hareket
ederek, hükümete baskı uygulayabilmekte ve kendileri için çeşitli haklar tanınmasını
talep edebilmektedirler. Bu sayede de körlerin, alkoliklerin, sağırların şikâyetleri,
istekleri
ve
arzuları
yetkililere
bildirilebilmektedir
(Goffman,
1963:
24).
Damgalanmış kişilerden oluşan bu gruplar kişilerin, sosyal ve psikolojik
problemlerini azaltıcı yönde etkilemektedir.
2.5.4. Damgalanmış Kişilerin Toplumsal İlişkileri
Damgalanmış insanlar, sosyalizasyonlarının ilk evresinde, toplumun normal
hakkındaki bakış açısını ve toplumun geneli tarafından kabul edilen özel bir damgaya
67
sahip olduklarını fark ederler. Bir sonraki evrede ise bu damgaya sahip olmanın
sonuçlarını detaylı bir şekilde düşünürler (Goffman, 1963). Damgalanmış olmanın
sonuçları, onların sosyal yaşamdan kopmalarına neden olabilmektedir.
Kişinin damgalanmasına yönelik farklı modellerden söz edilebilir. Doğuşundan
damgalanmaya sahip olan kişiler, sosyalizasyon konusunda tamamen dezajantajlı
konumdadırlar (Goffman, 1963: 32). Daha sonraki dönemlerde damgalanmaya
maruz kalanlar ise doğuştan damgalanmışlara göre avantajlıdırlar. Çünkü
yaşamlarının bir süresini normal bir insan olarak geçirmiş ve sosyalleşebilmişlerdir.
Damgalandıktan sonra dışlanmaya maruz kalsalar da geçmişten gelen bazı insanlar
yanlarında kalabilmekte ve onlarla ilişki kurmaya devam etmektedirler.
Damgalanmış kişiler toplumsal ilişkilerinde birbirinden farklı davranışlar
sergilemektedirler. Bu durum iyimser olarak ele alındığında yukarıda değinildiği gibi
diğer insanlarla farklılıklarını azaltacak faaliyetlerde bulunabilirler. Ancak, kimi
zaman da davranışlarında korkma ve meydan okuma arasında bir bocalamaya
düşebilmektedirler. Bu kişiler bazen toplumsal ilişkilerden korkma neticesinde
uzaklaşırlarken, bazen de yakınlaşarak meydan okurlar. Bu nedenle damgalanmış
kişilerin sıradan yüz yüze ilişkisi uygar olmayan bir yapıya sahiptir (Goffman, 1963).
Goffman (Goffman, 1963: 18), damgalanmış kişilerden bazılarının çevresiyle
iletişim durumuna geçtiklerinde endişeli bir tavır sergilediklerini dile getirmiştir.
Çünkü onlar iletişim kurduğu diğer insanlara göre daha zayıf bir yapıdadırlar. Bu
kişiler kimi zaman da agresif ya da utangaç bir tavır da sergilerler, dolayısıyla da
toplum içinde kolayca iletişime geçemezler. Sonuç olarak zayıf, endişeli, utangaç ve
agresif tavırları sosyal ilişkilerinin azalmasına neden olur.
Damgalanmış kişilerin iletişim problemlerine neden olan faktörlerden birisi de
ön yargılardır. Toplumda yaşayan ve “normal” olarak kabul edilen insanlar,
damgaladıkları kişilere karşı bir önyargı içerisindedirler. Damgalanmış kişilere karşı
oluşturulan bu önyargı onların, toplumda rahat bir şekilde iletişime geçmesine engel
olmaktadır.
68
Damgalanmış kişiler psikolojik olarak da bir duygu karmaşası içindedirler. Bu
karmaşa ilişkilerinde tereddütlü olmalarına ve asosyal bir kişilik geliştirmelerine
neden olmaktadır. Damgalanmış bireyin sosyal davranışları, damganın gücüne, bir
başka deyişle eksikliğin derecesine bağlıdır. Örneğin kulağı az duyan birisi ile
tamamen duymayan birisinin toplumsal ilişkilerindeki sorunlar aynı düzeyde
olmayacaktır. Ancak sonuç olarak damgalanmış insanlar sosyal birliktelikleri
problemli olan insanlardır. Bu insanlar eş seçiminde, arkadaş seçiminde, flört edeceği
kişi seçiminde utangaç ve mahcup durumlarından dolayı zorluk yaşarlar (Goffman,
1963: 107).
2.5.5. Damgalanmaya Neden Olan Faktörler: Toplumsal Olarak
“Normal” ve “Anormal”
Damgalanma kavramına baktığımızda, damgalanan ve damgalayan olmak
üzere iki tarafın olduğunu görmekteyiz. Hasta, sakat ya da işsiz kişileri damgalayan
unsur toplumun normallik ve anormallik algılamasıdır. Toplumda damgalanmamış
kişiler, damgalanmış kişileri izleyerek, onları anormal ve sapkın davranışa doğru
itmektedir. Bu kişiler bu davranışlarında kendilerini haklı göstermek için de
damgalanmış kişileri aşağılamakta ve onları toplumsal bir tehdit olarak
görmektedirler (Goffman, 2007: 190).
Toplumda ortaya çıkan normal ve anormallik insanlara, yere, zamana ve içinde
bulunulan duruma göre değişiklik göstermektedir (Goffman, 2007: 190). Bir kişiye
anormal gelen şey, bir başka kişiye göre normal gelebilmektedir. Ya da geçmişte
anormal olan bir şey günümüzde normal olarak karşılanabilir. Bu nedenle Goffman
toplumda yaşayan tüm bireyleri normal sapkınlar olarak nitelemektedir.
Toplum tarafından anormal olarak kabul edilen kişilerin damgaları, vücudu ya
da karakterinden kaynaklanan bir zayıflık değildir. Bunun temeli toplumun bu kişiyi
damgalı olarak etiketlemesidir. Damgalanmış kişiler toplum tarafından tam
anlamıyla kabul görmezler. Anormal olarak etiketlenen kişiler, bir sosyal kontrole
tabi tutularak toplumdan dışlanırlar. Bu şekilde yaşayan kişiler de toplumun tepkileri
sonucunda tuhaf davranışlar sergiler. Ancak damgalanmış insanlar yine de damgalı
olmayan bir yaşamı arzu ederek yaşar ve bir gün normal yaşamlarına döneceklerini
69
umut ederler. Bu nedenle de damgalarını kabullenerek, normal yaşamlarına dönmek
için tedavi ve rehabilitasyon hizmetleri alırlar. Damgalarını kabul etmeleriyle de
doktorla ya da cezaevi müdürüyle daha rahat bir ilişkide bulunurlar (Goffman, 2007:
191).
Goffman, damgalayıcılara, suçlayıcılara, profesyonel ahlak hocalarına karşı
damgalanmış ve sapkın zihinsel hastanın yanında bulunmaktadır. Goffman’a göre
herkes insandır ve dolayısıyla herkesin sapmakla suçlanması muhtemeldir (Fisher ve
Strauss, 1997: 480). Örneğin bacağı olmadığı için bir kişiyi damgalayan birey,
geçirdiği bir trafik kazası sonucunda bacağını kaybedebilir. Böylece bir zamanlar
başkalarını damgalayan kişinin kendisi damgalanmaya maruz kalabilir. Dolayısıyla
Goffman’ın deyimiyle toplumdaki tüm bireyler normal sapkınlardır.
2.6. PARSONS VE HASTA ROLÜ
Talcott Parsons, hasta rolü kavramıyla sağlık sosyolojisine katkı yapan önemli
isimlerindendir. Parsons genel olarak toplumun nasıl denge içinde kalabileceğine
ilişkin çalışmalar yapmıştır. Ona göre toplumların ahenk ve huzur içinde dengede
kalabilmesi, bireyler doğmadan önce, toplum tarafından konulan davranış kalıplarına
uygun olarak hareket etmesi ile sağlanabilir. Nasıl bir toplumda birey daha dünyaya
gelmeden önce sahip olacağı rol kalıpları var ve insanlar zamanla bu rollere uyum
gösteriyorlarsa, hekim ve hastanın da önceden belirlenmiş davranış kalıpları ve
uymak zorunda oldukları rolleri bulunmaktadır. Parsons’a göre hasta ve hekim
arasındaki eşitsizlikler, uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar, önceden belirlenmiş bu
davranış kalıplarının sergilenmesi sonucunda ortadan kalkacaktır (Cirhinlioğlu,
2010: 302).
Sosyolojinin konularından birisi de sapan davranışlardır ve bu kavram sağlık
sosyolojisi tarafından hastalığı anlamlandırmak için kullanılmaktadır. Parsons hasta
kişinin rol ve statüsünü, kasti olmayan bir sapma olarak görmektedir. Parsons’a göre
hasta statüsünü işgal eden kişi, sıradan sosyal rolleri yerine getiremediği için sapkın
olarak görülür. Kişi hasta olur fakat hastalıkla ilgili hislerine aldırmayıp gündelik
rollerini aksatmazsa bu durum, içinde yaşadığı grup tarafından sapkınlık olarak
nitelendirilmez. Ancak bu insanlar günlük görevlerinden muaf tutulmak için normal
70
rollerini yerine getirmezlerse sapkın bir davranış göstermiş olurlar. Hasta rolü
toplumsal sapmayı meşru kılmaktadır. Tıbbın da amacı hasta bireyleri eski toplumsal
rollerine döndürmektir (Özçelik Adak, 2002: 30). Buna bağlı olarak da hasta,
gündelik görevlerine devam etmek için tedavi alır ve böylece sapma davranışından
kurtulmuş olur.
2.6.1. Hasta Rolünün Meşrulaştırılması
Hastalık sıklıkla, sosyal yükümlülükleri yerine getirme düzeyi ve çalışma
kapasitesi ile ilişkilidir. Bu nedenle hasta rolünün kötü amaçla kullanılmaması için
resmi bir makamca meşrulaştırılması gerekmektedir. Hastalığın meşrulaştırılmasında
cinsiyet, yaş, etnik yapı gibi yapısal farklılıklar oldukça önemlidir. Yine ahlâki
değerlendirme de hasta rolünün meşrulaştırılmasını etkileyen etmenlerden birisidir
(Nettleton, 2006).
Parsons, doktorları hasta rolüne girişi denetleyen bir sosyal kontrol memuru
olarak görmektedir. Doktorlar temel olarak hasta rolüne geçişi denetleyen
konumdadır,
hastalık
durumunun
doğruluğunu
onaylamaktan
sorumludur.
Doktorların onaylama işlemleri resmi veya gayri resmi olabilmektedir. Örneğin
çekirdek aile ortamında bir özel hekimin, bir kişiye hasta olduğunu sözel olarak ifade
etmesi, kişinin hasta rolüne geçmesi için yeterli olabilir. Ancak, sanayide, askeriyede
ya da bir başka iş kolunda çalışanlar hastalıklarını ispatlamak için doktor tarafından
onaylanan resmi bir belgeye ihtiyaç duymaktadırlar (Demirci, 2000: 20).
2.6.2. Hasta Rolüne İlişkin Beklentiler
Parsons’a göre kişiler, hasta rollerine ilişkin çeşitli normatif beklenti
içindedirler (Parsons, 2001: 104).
Beklentilerden ilki hastalık durumunun şiddetine ve türüne bağlı olarak, hasta
bireyin sosyal sorumluluklardan muaf tutulmasıdır. Bu durumun en belirgin örneği,
kişinin hastalandıktan sonra bir süreliğine ailevi ve mesleki görevlerden çekilmesi ve
kendilerine tıbbi otoriteler tarafından onaylanacak bir şekilde yatak istirahatı
verilmesidir.
Bu aşamada kronik hastalığa sahip olan bazı kişiler kendisinden
beklenen performansların sergilenmesi esnasında çeşitli engellerle karşılaşabilirler.
71
Hastalar karşılaştıkları bu engellerle yaşamayı kabul edebilirler ya da kendi
koşullarını minimum performans kaybına uğrayacak şekilde düzenleyebilirler.
Hastalıklar nedeniyle toplumsal sorumluluklardan muaf tutulma ile bilinçli ve
kasıtlı olarak sosyal sorumluluklardan kaytarma birbirinden ayrılmalıdır. Kişinin
kasti bir motivasyonla kendisini hasta olarak göstermesi işten kaytarma olarak
değerlendirilmektedir. Fakat bu durum gerçekten hasta olanlar için söz konusu
değildir. Kişi gerçekten hasta ise hastalığını sosyal sorumluluklardan kurtarma aracı
olarak kullanmaz ve bu nedenle hiçbir zaman suçlu sayılamaz.
Hasta rollerine ilişkin ikinci normatif beklentide ise, terapötik aktör
konumunda olan hekim ve hasta rolündeki hasta, sağlığın olumlu, hastalığınsa
olumsuz
olduğu
fikrini
paylaşmaktadırlar.
Hasta
kişinin
ailesinin
ve
çevresindekilerin bu konudaki değerlendirmeleri de oldukça önemlidir. Sağlık ve
hastalığın olumlu veya olumsuzluklarına ilişkin düşünceleri paylaşmak, sağlıklı
duruma yeniden dönmek için çaba harcamayı da kapsamaktadır. Bu aşamada mevcut
bulunan ya da gelecekte ortaya çıkabilecek olan riskleri en aza indirmeye yönelik
uygulamalar da kendisini göstermektedir.
Hasta rolü, üçüncü olarak hasta kişinin terapötik aktörlerle iş birliği yapmasını
gerektirmektedir. Hastanın iyileşerek tekrar eski rollerine sahip olması için, hekimle
iş birliği yapma hususunda istekli olması gerekmektedir. Hasta ve hekim arasındaki
işbirliği, hasta rolünün somutlaşmasını da beraberinde getirmektedir.
Toplumsal kontrol işlevlerini yerine getiren rollerin dört temel özelliği
bulunmaktadır (Parsons, 2001: 105). İlki kontrol eden aktörün, kontrol ettiği nesne
ya da özneye belli bir müsamaha ile yaklaşma eğilimi içinde olmasıdır. Müsamaha,
terapötik rolün duygusal olarak nötr olmasının bir sonucu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Toplumsal kontrol paradigmasının ikinci unsuru, kontrol eden aktörün
hastayı desteklemek zorunda olmasıdır. Bu durum ister kişi engelli olsun, ister
bilgisiz olsun başının dertte olduğunun bilinmesidir. Böyle bir durumda hastaya göre
hekim, hastanın ızdırap dolu olduğunun ya da tehlikeli bir durumla karşı karşıya
geldiğinin bilincindedir, bu sebeple ona karşı koruyucu ve kollayıcı bir davranış
geliştirerek elinden geleni yapacaktır. Paradigmanın üçüncü unsuru ilk iki unsura
72
dayanmaktadır. Buna göre kontrol edilecek kişinin daha acil ve zaruri kaygılarına
karşı belirli bir mesafenin korunması gerekmektedir. Psikoterapik boyutta bu mesafe,
hastanın kontrol edici kişiyi, gerçeklik ve profesyonellik dışı ve bağlayıcı bir ilişki
içine, bir aşk nesnesi veya düşmanlık hedefi olarak tanımlama çabalarına karşı
konulmasıdır. Toplumsal kontrol mekanizmanın son özelliği, ödüllerle, ödüllerin
manipülasyonuyla, esirgenmesiyle ve ödül verilen durumla ilgilidir. Psikoterapide
ödül, hastanın kendiyle ilgili öngörülerini ve bu öngörülerinin dayandığı motivasyon
zeminini teşvik etmek için kullanılmaktadır. Bu tür manipülasyonun en güçlü aracı
psikoanalitik yorum tepkisidir.
2.6.3. Hasta Rolünün Kötü Amaçla Kullanılması
Hastalık, insanları sosyal rollerden muaf tutması ve diğer insanlardan ayırması
bakımından
oldukça
yükümlülüklerini
önemlidir.
Parsons’a
göre
hastalık
insanları
sosyal
yerine getirmesine engel olurken, aynı zamanda sosyal
sorumluluklardan kaçınma ve boş zaman yaratmak için bir fırsat olarak da
görülebilmektedir.
sorumluluklardan
Bu
nedenle
insanlar
kaçabilmekte,
hasta
yeni
rolünü
sosyal
kullanarak
yükümlülükleri
sosyal
de
engelleyebilmektedirler. (Özer, 2007: 10).
Bazı kişiler hastalık statüsünü, çaba gerektirmeyen bir yaşam tarzını sürdürmek
ya
da
başarısızlıklarının
nedenini
hastalıklarına
yüklemek
için
devam
ettirebilmektedirler. Bir toplumda pek çok kişinin aynı anda hasta rolünü
benimsemesi, gündelik hayatın devamıyla ilgili çeşitli olumsuzluklara neden
olmaktadır. Bu nedenle toplum, kişilerin hasta rollerini kötü amaçla kullanamaması
için çeşitli kontrol mekanizmaları geliştirmiştir. Bu sayede hasta rolleri uzun süreli
olarak sergilenemezler (Özçelik Adak, 2002: 30).
2.6.4. Parsons ve Hasta Rolü Kavramı Eleştirisi
Parsons’ın geliştirdiği hasta rolü kavramı, sağlık sosyolojisi açısından oldukça
önemlidir. Ancak Parsons’ın görüşlerine kimi çevreler tarafından çeşitli eleştiriler
getirilmiştir.
Bilindiği üzere Parsons hasta ve hekim arasındaki ilişkiye işlevselci bir bakış
açısıyla bakarak, uyum ve güvene dayalı bir model ortaya koymuştur. Ancak
73
çatışmacılar onun bu yaklaşımına karşı çıkmıştır. Çatışmacı sosyolog Freidson,
Parsons’ın hasta ve hekimin rollerini açıklarken aynı zamanda hekimlerin
hâkimiyetlerini de meşrulaştırıldığını dile getirmiştir. Hekimin hastaya yaklaşımı
çeşitli faktörlere göre de değişiklik göstermektedir. Örneğin hekimler alt sınıftaki
hastalarla, üst sınıftaki hastalara oranla daha az ilgilenmektedirler. Yine hekimlerin
cinsiyetler arasında ayrım yapma olasılıkları da bulunmaktadırlar (Cirhinlioğlu,
2001: 66; Mangan, 2006). Bu bakımdan doktorların ve hastaların birbirlerine karşı
objektif bir tavır sergilemelerinin her zaman mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
Freidson’un Parsons’a yönelik bir başka eleştirisi de, Parsons’ın hastalığı
geçici bir rol olarak değerlendirmesidir. Geçmiş dönemlerde akut hastalıkların
yaygın olması hasta rolünün de geçici olmasına neden olmaktadır. Fakat günümüzde
hastalıklar kronik bir yapıdadır ve daha yaygın olarak görülmektedir. Bu nedenle
hasta rolü geçici değil, kalıcı bir yapıdadır. Kronik hastalıklarda da hekim ve hasta
arasındaki ilişkinin sürekli devam etmesi, rollerin de devam etmesine neden
olmaktadır (Cirhinlioğlu, 2001: 63).
Etkileşimcilere göre hekim ile hasta arasındaki ilişki hem uzlaşmayı hem de
çatışmayı getirebilir. Hasta ile hekim arasında bir müzakere söz konusudur ve iki
taraf arasındaki ilişki, hastalığın çeşidi, hastanenin yapısı, hastanın cinsiyeti, yaşı,
eğitim durumu gibi pek çok faktöre göre değişiklik göstermektedir. Burada önemli
olan çatışma veya uzlaşma değil ilişkinin nasıl şekillendiği ve nasıl devam ettiğidir
(Cirhinlioğlu, 2001: 67).
2.7. HASTA- HEKİM İLİŞKİSİNDE ROLLER
Stewart ve Roter (1989, Akt.; Cirhinlioğlu, 201: 69) hasta ve hekim arasındaki
ilişkiyi paternal, karşılıklı, ticari ve kaçınma ilişkisi olarak dörde ayırmaktadır. Bu
iletişim tiplerinde hekim ve hastanın rolleri de değişiklik göstermektedir.
Paternal ilişkide, hekim ve hasta arasındaki ilişkinin hâkimi hekimdir, hasta
pasif durumdadır ve doktorun önerilerini karşı çıkmadan yerine getirmekle
yükümlüdür. Hekim bu konuda hasta için baba rolünü üstlenmiştir. Başka bir deyişle
hasta doktora, babasına güvendiği şekilde güven beslemektedir ve doktorun her
74
dediğini kabul edecek bir konumdadır. Bu ilişki biçiminde sorumluluk sahibi olan
hekimdir. Hekim ve hasta arasında en çok rastlanılan ilişki biçimi paternal ilişkidir.
Karşılıklı ilişki şeklinde ise doktorlar hastalıkla ilgili bilgilerini ortaya
koyarken, hastalar da kendi tecrübe, duygu ve beklentilerini dile getirmektedir. Bu
ilişki türünde hasta da hekim de aktif konumdadır.
Hasta ve hekim arasındaki ticari ilişki biçiminde ise hasta aktif, hekim pasif
durumdadır. Hekim hastaların isteklerini yerine getirmeye çalışmakta ve ona boyun
eğmektedir. Bu tarz ilişki şekli en çok özel hastanelerde görülmektedir.
Kaçınma ilişkisi ise hastanın hekimle yeterinde ilişki kurmaması ve katılımcı
bir ilişki sağlayamaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu ilişki türünde hasta ve
hekim arasında neredeyse hiçbir ilişki bulunmamaktadır.
Hasta ve hekim için ideal ilişki türü karşılıklı ilişki olmasına rağmen
uygulamada çok sık rastlanılmamaktadır. Karşılıklı ilişki daha çok tedavi için en
uygun yöntemin belirlenemediği durumlarda, hastanın tedavisi için yaşam biçimi ve
davranışlarında değişiklik yapması gereken durumlarda, multipl skleroz (MS),
epilepsi gibi yetersizlik ya da sakatlıkları kabullenip, birlikte yaşanması gerektiği
hastalıklarda önem kazanmaktadır. Bu tür durumlarda hasta ile hekim arasında
karşılıklı ilişki kullanılıyorsa, tedavinin sonucu da daha olumlu olacaktır (Baltaş,
2008: 122).
2.7.1. Hasta- Hekim İlişkisini Etkileyen Faktörler
Hastanın hekimle işbirliği yapma ve tedavisine katkıda bulunma amacıyla
iletişim kurması, cinsiyet, eğitim durumu, etnik köken ve hekime başvuru sayısı gibi
pek çok etkene göre değişim göstermektedir. Hekimle ilk kez ilişki kuran hasta ile
birden daha çok kez ilişki kuran hastanın aynı düzeyde iletişim kurması beklenmez.
Yapılan araştırmalarda hekime ilk kez başvuran kişinin, hekimin söylediklerini peşin
olarak kabul ettiği gözlenmektedir. Hasta, daha sonraki görüşmelerinde hastalıkla
ilgili tecrübelerini de artırdığından hekimle daha fazla iletişim kurma eğilimi
göstermektedir (Cirhinlioğlu, 2001: 74).
75
Hasta ve hekim arasındaki ilişkiyi etkileyen bir diğer faktörse hekimin tutum
ve davranışlarıdır. Hekim ile hasta arasındaki ilişkide hasta merkezci ve hekim
merkezci bir yapı söz konusudur. İngiltere’de yapılan bir araştırmada hekimlerin üçte
ikisin hastalarıyla ilişkilerinde hekim merkezli bir model izlediği ve buna bağlı
olarak da hastalara çok fazla söz hakkı tanımadıkları ortaya çıkmıştır. Araştırmada
hekimlerin üçte birinin ise hasta merkezli bir iletişim modeli izledikleri, bu yüzden
hastalarını daha çok dinleyip, onlara daha fazla zaman ayırdıkları sonucu çıkmıştır.
Bu noktada doktorların hastalığı algılama biçimi oldukça önemlidir. Hastalığı
mikroplardan kaynaklanan bir durum olarak kabul eden doktor hastaya çok zaman
ayırmayıp, onu dinlememekte, fakat hastalığı kültürel ve toplumsal yönleriyle de ele
alan hekimler hastalarını dinleyip, onlara daha fazla zaman ayırmaktadırlar
(Cirhinlioğlu, 2001: 71).
Szasz ve Hollander’e göre (1956) ise hekim ve hasta arasındaki ilişki,
hastalığın aciliyeti ve kronik hastalık olup olmaması gibi durumlarla bağlantılıdır.
Acil durumlarda, kazalarda, hastanın bilincinin yerinde olmadığı durumlarda hasta ve
hekim arasındaki ilişkide hekim aktif, hasta pasif durumdadır. Bu tür durumlarda
hasta neler olduğunu bilir, hekimin tavsiyelerine uyar ve karar verici olan hekimdir.
Bu tür ilişki şekli daha çok akut hastalıklarda ortaya çıkmaktadır. Karşılıklı katılım
modeli ise daha çok kronik hastalıklarda gözlenmektedir (Mangan, 2006: 19). Çünkü
bu tür hastalığa sahip hastalarla doktorlar birbirleri ile daha çok ilişki içindedirler.
Hasta ile hekim arasındaki ilişkide psiko-kültürel faktörler de oldukça
önemlidir. Bu bağlamda hekim hastasına tedavi uygularken, hasta kişinin
psikolojisini ve kültürel yapısını bilmesi gerekmektedir. Bu yüzden hekimler
hastaları ile karşılıklı iletişim kurmak zorundadırlar. Yine hekim ve hasta arasındaki
ilişki, hekimin dindarlık derecesi, yaşama tarzı, cinsiyeti, yaşı, bilimsel yeterliliği,
uzmanlık derecesi gibi etkenlere göre değişmektedir (Türkdoğan, 2006: 98-108).
76
BÖLÜM III
SAĞLIK SOSYOLOJİSİNDE UYGULAMALI BİR ÖRNEK ÇALIŞMA
OLARAK KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ
3.1. KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİNİN TANIMI VE TEDAVİ
YÖNTEMLERİ
Kronik böbrek yetmezliği (KBY), böbrek işlevlerinin ilerleyici bir şekilde,
geriye dönüşü olmaksızın kaybedilmesidir (Özçürümez vd., 2003: 73).
Kronik böbrek yetmezliğinin tedavisinde organ nakli, hemodiyaliz ve periton
diyalizi yöntemlerine başvurulmaktadır.
3.1.1. ORGAN NAKLİ
Organ nakli, vücutta görevini yerine getiremeyen organın alınıp, yerine canlı
bir vericiden ya da ölüden alınan sağlam bir organın nakledilmesidir. Organ nakliyle
ilgili bilgilere mitolojik dönemdeki gravürlerde rastlamak mümkünse de organ
naklinin tedavi edici amaçla uygulanmasına 19. yüzyılda başlanmıştır. İlk önce
hayvanlar üzerinde deney amaçlı bir takım organ nakilleri uygulanmış, daha sonra da
bu uygulamalar hasta insanlar üzerinde gerçekleştirilmiştir (Özdağ, 2001, akt. Özkan
ve Yılmaz, 2009: 19).
KBY tedavisinde kullanılan organ nakli şekli böbrek naklidir. Böbrek nakli,
hastaların yaşam süresini uzatması ve kalitesini artırması nedeniyle, KBY
hastalarında en çok tercih edilen tedavi yöntemidir. Böbrek nakli için daha çok
hastayla kan bağı bulunan kişiler ve kadavralar tercih edilmektedir. Kan bağı
bulunmadan nakil yapılanlar ise eş, arkadaş gibi duygusal yakınlığı olanlar, karşılık
beklemeyen fedakâr donörler, hediyesi ödüllendirilen donörler ve organlarını satan
donörlerdir (Sever, 1995: 1). Ülkemizde böbrek nakli %90 oranında hasta ile kan
bağı olan kişilerden yapılmaktayken, batı ülkelerinde ise bu amaçla 2/3 lük oranda
kadavralar kullanılmaktadır (Şahin, 2007: 8).
77
Ülkemizde 2009 yılı Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2362, Türk Nefroloji
Derneğine kayıt sistemi verilerine göre 1790 hasta böbrek nakli yaptırmıştır.
Alıcıların %60,4’ü erkektir ve olguların yaş dağılımı 20-44 yaş aralığında
yoğunlaşmaktadır. Yapılan nakillerden % 78,9’u canlı vericilerden yapılmıştır.
Akraba olan canlı vericiler içinde annelerin oranı % 41, kardeşlerin oranı % 23,
babaların oranı %22, diğer akrabaların oranı % 9 ve çocukların oranı % 5’tir.
Genellikle %25-30 dolaylarında olan kadavradan organ naklinin 2009 yılında
%21,1’e gerilediği görülmektedir (Süleymanlar vd., 2011: 5). Bu sonuç bizlere
ülkemizdeki insanların çeşitli nedenlerle, organ nakli konusunda bilinçsiz ve
duyarsız olduklarını göstermektedir.
3.1.2. PERİTON DİYALİZİ
Periton diyalizi, böbreğin bazı işlevlerini sürdürmeye devam ettiği KBY
hastalarında uygulanan bir tedavi yöntemidir. Hemodiyalizden farkı, yarı geçirgen
zar olarak peritonun kullanılmasıdır (Bakoğlu vd., 2009). Periton diyalizi daha çok
sürekli ayaktan periton diyalizi şeklinde, hastanın kendisinin yaptığı günde dört kez
değişimle ya da evde aletli periton diyaliz şeklinde uygulanmaktadır. Bu tedavi
yöntemi, hastanın yaşadığı yerde hemodiyaliz imkânı olmaması durumunda,
yaşamını sürdürmede bir hastaneye ya da makineye bağlı olduğunu hissetmek
istemeyen genç ve hareketli hastalarda daha çok tercih edilmektedir (Ersoy, 2005).
3.1.3. HEMODİYALİZ
Hemodiyaliz, ilk olarak Willem Koff tarafından akut böbrek yetmezliği
hastalarında, 1960’dan sonra ise kronik böbrek yetmezliği hastalarında uygulanan bir
tedavi yöntemidir (U.Yıldız, 2010: 13). Hemodiyaliz, hastadan alınan kanın,
pıhtılaşmasına engel olunacak bir şekilde vücut dışında makine yardımı ile yarı
geçirgen membrandan geçirilerek, sıvı içeriğinin yeniden düzenlenip hastaya
verilmesi işlemidir (Gürbüz, 2009: 23).
Kronik böbrek yetmezliği, 1960’ların başlarında diyaliz tedavisinin yetersizliği
ve uygulamanın yaygın olmaması nedeniyle sonu ölümle biten hastalıklardandı.
Ancak, daha sonraki dönemde diyaliz tedavisinin daha güvenilir hale gelmesi ve
78
yaygınlaşması ile birlikte kronik böbrek yetmezliği hastalarının yaşam süresi uzamış
ve yaşam kaliteleri artmıştır (Aydemir vd., 2002: 30). Günümüzde HD tedavisi gören
KBY hastalarının ortalama yaşam süreleri ile ilgili hiçbir teorik limit bulunmamasına
rağmen, yüzlerce diyaliz hastası 10 yıldan fazla, önemli bir kısmı da 15 yıldan fazla
yaşayabilmektedir (Y. Bakioğlu, 1995: 70).
Türkiye’de KBY tedavisi gören hastalara ilişkin istatistiklere baktığımızda,
hasta sayısının her geçen yıl arttığını görmekteyiz. Türk Nefroloji Derneği’nin
Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı verilerine dayanarak verdiği bilgilere göre,
1997 yılında KBY tedavisi gören hasta sayısı 9658, 2000 yılında 18019, 2005 yılında
35983, 2008 yılında 54034 ve 2009 yılında 59443’dır. 2009 yılı verilerine göre
hemodiyaliz % 78,5 oranla en sık kullanılan tedavi yöntemi olup, bunu organ nakli %
12,4 oranla ve periton diyaliz %9,1 oranla izlemektedir. 2009 yılı itibariyle KBY
hastalığının yaygınlığı milyon nüfus başına 819, insidansı yani yeni çıkan hasta
sayısı ise milyon nüfus başına 197’dir. Hemodiyaliz tedavisi gören toplam hasta
sayısı ise 46650’dir (Süleymanlar vd., 2011: 1-2). Görüldüğü üzere KBY hasta sayısı
gün geçtikçe artmaktadır, dolayısıyla hemodiyaliz tedavisi gören hastaların sayısında
da artış görülmektedir.
3.1.3.1.Hemodiyaliz Tedavisi Alan Kronik Böbrek Yetmezliği Hastalarının
Hastalıklarına İlişkin Tepkileri
Kronik böbrek yetmezliği, hastaları fiziksel, psikolojik ve sosyal yönden
oldukça etkileyen bir hastalıktır. Hastalar hemodiyaliz tedavisi almalarıyla birlikte
hayatlarında bir dönüm noktası yaşamaktadırlar. Böyle bir hastalığa ve hemodiyaliz
tedavisine uyum süreci eğitim, yaşanılan yerleşim birimi, cinsiyet, dini yaşam, yaş,
aile yapısı gibi pek çok faktöre bağlı olarak değişmektedir. Dolayısıyla da hastalar bu
faktörlere göre tepkiler geliştirerek, hastalıklarına uyum sağlamaktadırlar.
Kronik hastalığa sahip hastalar, hastalığa uyum sağlama aşamasında gerileme,
yadsıma, yansıtma gibi çeşitli savunma mekanizmalarını sergileyebilmektedirler.
Gerileme savunma mekanizmasını kullanan hastalar bir çocuk gibi davranıp sağlık
personeline aşırı şekilde bağlanabilir veya ailesinden hiç ayrılmak istemeyebilirler.
Yadsıma savunma mekanizmasını kullanan hastalar tanıya inanmayabilir, tedaviyi
79
reddedebilir, kontrollerini aksatabilir, hekimin verdiği ilaçları kullanmayıp, tıp dışı
tedavi yöntemlerine başvurabilirler. Yansıtma savunma mekanizmasını kullanan
hastalar ise hastalığın verdiği endişe ve korku nedeniyle, yakınları tarafından
hastalığın çok abartıldığından, hiç ilgilenilmediğinden ya da çok aşırı şekilde
ilgilenildiğinden yakınabilirler (Mete, 2008: 3). Bütün bu tepkilerin yanı sıra bazı
hastalar ise hastalıklarına karşı mizah duygusu geliştirip, hastalıklarıyla cesaretle
yüzleşebilmektedirler (Kocaman, 2008: 102).
Abraham’a göre kronik böbrek yetmezliği tanısı konulan hasta hemodiyaliz
tedavisiyle karşı karşıya geldiğinde bir uyum sağlama sürecine girmektedir. Bu uyum
süreci dört aşamada gerçekleşmektedir. İlk dönem üremik dönemdir. Bu dönemde
hasta, böbrek hastalığından diyaliz hastalığına geçecek ve yeni problemlerle
karşılaşacaktır. Dönem içinde hastalar sıklıkla çökkünlük, bitkinlik, halsizlik gibi
belirtiler göstererek yaşamlarının tehdit altında olduğunu düşünecektirler. İkinci
dönemde hastalar, tedaviyle birlikte ölümden döndüklerini hissetmektedirler. Üçüncü
dönemde hastalar makineye bağlı bir şekilde yaşamak zorunda olduklarını ve bu
durumun bir takım psikososyal problemleri de beraberinde getireceğini fark ederler.
Bu dönem hastaya göre değişmekle birlikte 3 ila12 ay sürebilmektedir. Dördüncü
dönem ise normale dönüş dönemidir. Bu dönemde hastalar ölümden kurtulmuş
olduklarını ve hemodiyalizin yaşam biçimlerini değiştirdiğini fark etmelerinin yanı
sıra, yaşam kalitelerini artıracak çeşitli faktörleri de gün yüzüne çıkarmaları
gerektiğini algılarlar. Bu aşamada hastalar böbrek nakli konusunda da planlamalar
yapmaktadırlar (Asan, 2007: 12).
Böbrek yetmezliği hastaları tepkilerini, hasta olduklarını öğrendikleri ilk
zamanlarda daha yoğun bir şekilde göstermektedirler. Bu dönemde hastalar daha
baskıcı ve katı tutumlar sergileyerek, hastalığı kabullenmekte de zorlamaktadırlar
(Güler vd., 2007). Hastalığı kabullenme yaş faktörüyle de alakalıdır. Ergenlik
çağındaki hastalar diyaliz ve diyete bağımlı olarak yaşamaya karşı daha çok direnç
gösterirlerken, erişkin hastalar destekleyici bir aile çevreleri de mevcutsa, uyum
konusunda çok fazla zorluk yaşamamaktadırlar (Y. Bakioğlu, 1995: 72). Ancak yaşlı
hastalarda da fiziksel ve mental aktivitelerin azalması, genç hastalardan daha fazla
görülmektedir. Bu nedenle yaşamsal aktivitelerini yerine getirmekte zorlanan yaşlı
80
hastalar genç hastalara göre daha fazla oranda başkalarına bağımlı durumdadırlar
(Levendoğlu vd., 2004: 196).
Lipowski’ye göre (Lipowski, 1983, akt. Kocaman, 2008: 104) meydan okuyan,
düşman, ceza, zayıflık, rahatlama, strateji, zarar ve değer olmak üzere sekiz çeşit
hastalık kavramından bahsedilebilir. Lipowski daha sonra bu kavramsallaştırmayı
meydan okuyan ve tehdit eden, kayıp, ceza ve kazanç veya rahatlama olmak üzere
dört kategoriye indirmiştir. Ona göre bir hasta hastalığını, mücadele edilmesi ve
meydan okunması gereken bir durum olarak algılarsa, hastalığa karşı direnç gösterir
ve hastalıkla başa çıkma davranışlarında bulunur. Bu tür tepkiler gösteren hastalar
çeşitli fiziksel aktivitelerde bulunmak, öneri ve tedaviye uyum sağlamak gibi
işbirliğine dayalı davranışlar sergileyerek, tedavilerine katkıda bulunurlar. Kimi
zaman da hastalar hastalığını, bedenine, benliğine zarar veren, tehdit eden bir durum
olarak algılayabilir ve bunun sonucunda öfke, korku ve endişe gibi duygulara sahip
olabilirler. Bu hastalar için hastalık rahatsız edici, hatta aşağılayıcı veya alçaltıcı bir
anlam taşıyabilmektedir. Bazı hastalarsa hastalığı ele geçirilmesi gereken bir düşman
olarak görürler ve onu fethetmeye çalışırlar. Birçok hasta da sembolik ya da somut
olarak veya duygusal ya da eylemsel olarak hastalığı bir kayıp olarak algılarlar.
Burada söz edilen somut kayıplar, fonksiyon veya parça kayıplarıyken, sembolik
anlamda güvenlik, memnuniyet, benlik saygısı gibi kişisel değer ve gereksinim
kayıplarıdır. Bu tür hastalarda hastalıklarıyla birlikte bir yas süreci başlar ve bu
dönemde depresyon belirtileri sıklıkla gözlenir. Hastalıklar, kimi hastalar tarafından
da hak ettiği ya da hak etmediği bir ceza olarak algılanabilirler. Bu tür inanca sahip
olan hastalar kendilerini suçluluk duygusu içinde bularak, cezalandıran tarafından
sevilmediğini düşünürler. Hastalığı bir kayıp, ceza ya da zarar verici tehdit olarak
algılayan hastalar, tedavi süreçleri boyunca çeşitli problemler yaşayabilmektedirler.
Yine bazı hastalar için ise hastalık, ekonomik zorluklardan, sosyal rollere ilişkin
sorumluluklardan muaf tutulmayla birlikte dinlenmeyi de getiren bir durum olarak
algılanabilir. Bu tür hastalar hasta rollerine sıkı sıkıya bağlanıp tedaviyi
reddedebilirler.
81
3.1.3.2. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Problemleri
Kronik böbrek yetmezliği hastalığında kullanılan tedavi yöntemlerinden biri
olan hemodiyaliz, hastaları ölümden kurtarmaktadır. Ancak hastaların haftada iki
veya üç kez ortalama 4-6 saat süren diyaliz uygulamasına tabi olması hastaları,
makineye, sağlık çalışanlarına, ailelerine ve yakınlarına bağımlı hale getirmektedir.
Fizyolojik olarak ürenin kandaki değerinin artmasıyla, uyku hali, kas krampları,
bulantı, yorgunluk ve halsizlik gibi belirtilerin ortaya çıkması, sıvı ve gıda
kısıtlamasını içeren diyet zorunluluğu, uzun süren diyaliz sırasında kişisel işlevlerin
yerine getirilememesi, hemodiyalize bağlı başka hastalıkların da ortaya çıkması,
tedavinin uzun sürmesi neticesinde yaşanılan ekonomik güçlükler, ailesel problemler
ve yoksulluk hemodiyaliz hastalarını olumsuz yönde etkileyen faktörlerdendir (U.
Yıldız, 2010: 18; Erdem vd., 2004:3; Güler vd., 2007; Hacıhasanoğlu ve Yıldırım,
2009).
Bütün bunların yanı sıra hayati bir önem taşıyan organın işlev görmemesi,
bireyin gelecekle ilgili plan yapmasını engellemekte ve planların anlamsızlığına dair
görüşlerinin artmasına sebep olmaktadır (Ünsar, 2006: 71). Dolayısıyla da hastalar
geleceğe güvensiz bir şekilde bakarak umutsuzluğa kapılmaktadırlar.
Hemodiyaliz
tedavisi
gören
kronik
böbrek
yetmezliği
hastaları,
hastalanmalarıyla birlikte pek çok problem yaşamaktadırlar. Bu problemler,
fizyolojik, psikolojik ve sosyal olmak üzere üç gruba ayrılabilir.
3.1.3.2.1. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Fizyolojik Problemleri
Hemodiyaliz tedavisi gören hastalarda en sık görülen fizyolojik rahatsızlıklar,
%20-30 oranında tansiyon düşmesi, %5-15 oranında kramplar, %5-15 oranında
bulantı ve kusma, %5 oranında baş ağrısı, %2-5 oranında göğüs ağrısı, %2-5
oranında sırt ağrısı, %5 oranında kaşıntı ve %1 ve daha az oranda titreme ve ateştir
(Bregman vd., 1997: 149). Yapılan bazı çalışmalara göre hemodiyaliz hastalarını en
yüksek oranda ölüme götüren sebep ise kalp damar problemleridir (Oygar vd., 2003:
57).
Hemodiyalizle birlikte ortaya çıkabilen bir hastalık da organik beyin
sendromudur. Bu sendrom,
özellikle diyaliz günü gelmeye başlayınca, zihinsel
82
işlevlerde yavaşlama ve karışıklık, unutkanlık, dikkat dağınıklığı, sinirlilik belirtileri
ile kendisini göstermektedir (Küçük, 2005: 167; Erol, 2010: 31).
3.1.3.2.2. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Psikolojik Problemleri
Diyaliz hastalarının sık olarak yaşadıkları psikolojik bozukluklar, depresyon,
anksiyete, uyumsuz davranışlar, cinsel fonksiyon bozuklukları, iş ve rehabilitasyon
esnasında yaşanılan problemler, intihar ya da intihar eğilimidir.
Bu hastalarda depresyon, önceden var olan, var olması mümkün olan ya da
hayal edilen bir takım kayıplara karşı ortaya çıkmaktadır. Depresyonun belirtileri
arasında sürekli depresif bir durum, hoşnutsuzluk, güvensizlik, umutsuzluk, uyku
bozuklukları, iştah ve kilo durumunda değişiklikler, cinsel istekte azalma, çökkünlük
ve bunaltı, genel olarak isteksizlik, hastalanmadan önce zevk aldığı şeylerden zevk
alamama, enerjide azalma ve çabuk yorulma, dikkat toplamada güçlük, dalgınlık,
yetersizlik, değersizlik, suçluluk düşüncesi, uykuda azalma ya da artma, iştah ve
kiloda değişiklikler, ölüm düşüncesi, psikomotor yavaşlama ve ajitasyon
bulunmaktadır (Levy, 1997: 369; Çelik ve Acar, 2007: 23; Özgür vd., 2003: 101;
Baktıroğlu, 2010: 25).
Anksiyete bir başka deyişle kaygı da makineye bağımlılık, otonominin
sınırlanması, fiziksel durum ve aile düzenindeki bozulmalarla birlikte artmaktadır
(Küçük, 2005: 168). Diyaliz hastalarında görülen, suçluluk ve işe yaramazlık hissi,
psikomotor ajitasyon ve gerginlik sonucunda, her 500 diyaliz hastasından biri intihar
etmektedir. Bunun dışında büyük bir grup da bir veya birden çok kez intihara
teşebbüs etmiştir (Levy, 1997: 369; Çelik ve Acar, 2007: 23; Özgür vd., 2003: 101).
İntihar en çok kişinin kendisine yüksek dozda uyuşturucu madde vermesi ve gazlı bir
fırına kafasına sokması şeklinde görülmektedir (Harris, 1998). Hastanın tedaviyi
reddetmesi de bir tür intihar şeklidir.
Hemodiyaliz
tedavisi
alan
hastaların
problemlerinden
biriside
uyku
bozukluklarıdır. Hastaların normal yaşantısındaki değişiklikler, tıbbi, psikiyatrik ve
psikososyal problemleri uyku şekillerini ve uyku kalitelerini değiştirmektedir.
Yapılan çeşitli çalışmalarda son dönem böbrek yetmezliği hastalarının %50-80’inde
uyku düzensizlikleri olduğu görülmektedir. Uyku kalitesinin düşük olması, yaşam
83
kalitesini de doğrudan etkilemektedir (K.Yıldırım vd., 2004: 36). Uzun ve
arkadaşlarının hemodiyaliz tedavisi gören hastalar üzerinde yaptıkları araştırmanın
sonuçlarına göre (Uzun vd., 2003: 61) hastaların %30.8’i uykuya dalmakta güçlük
çekmekte, %28.2’si solunum sıkıntısı ile uyanmakta, %23’ü sık uyanmakta ve
%15.4’ü gündüz uyumaktadırlar.
Hemodiyaliz hastalarının stres kaynakları, ekonomik ve sosyal ilişkilerin kaybı,
fiziksel sağlık ve etkinlik kısıtlamaları, bedensel işlev kaybı ve beden bütünlüğünün
bozulması imgesi, bağımlılığın artması ve ölüm tehlikesi, ailedeki rollerin değişmesi,
iş işlevinde ve ekonomik güvencede bozulma, boş vakit ve sosyal etkinliklere
katılımın azalması, diyet kısıtlaması, diyaliz seanslarının gün içinde uzun zaman
alması, işlevsel kısıtlamalar, cinsel işlevlerdeki değişim ve rol kaybıdır (Bahar vd.,
2007: 288; Kimmel, 2002, akt. Baydoğan ve Dağ, 2008: 20).
Diyaliz hastalarının karşılaştığı problemlerden biri ise tedavileri esnasında kol
ve boyunlarında oluşan yara izlerinin, diğer insanlar tarafından yanlış algılanmasıdır.
Bu yaraları gören kişiler, bulaşıcı bir hastalığa sahip olunduğu düşüncesiyle diyaliz
hastalarından uzaklaşarak, onları yalnızlığa itilmektedirler (Kocaman, 2008: 164).
Hemodiyaliz hastalarında yalnızlık düzeyi yaş, medeni durum, cinsiyet, sosyoekonomik düzey, eğitim düzeyi, meslek ve çalışma hayatı ile hastaneye yatma ve
sosyal destek alıp almama durumuna göre değişiklik göstermektedir. Hemodiyaliz
hastaların yanı sıra genel olarak kronik hastalığa sahip olan kişiler kendilerini diğer
insanlara oranla duygusal olarak farklı hissetmekte ve buna bağlı olarak da
kendilerini diğer insanlardan uzak tutmaktadırlar (Ocak, 2002: 4).
Diyaliz hastalarında ortaya çıkan olumsuz tutumlardan bir diğeri ise uyumsuz
davranışlardır ve bu davranışlar kendisini en çok öfke şeklinde göstermektedir. Öfke
duygusu hastalar tarafından diyaliz personeline ve diğer hastalara karşı
gösterilebilmektedir. Bu öfkenin sebebini bulmak için hastaların iş ve aile içi
ilişkilerine bakmak yerinde olacaktır (Levy, 1997: 369). Çünkü iş ve aile içindeki rol
kayıplarına karşı hastalar, tepki olarak öfke gösterebilmektedirler.
Hemodiyaliz tedavisi gören hastalar yaşadıkları diğer streslerin dışında,
kendilerini daima tıbbi bir işleme, tıbbi bir kuruma ya da sağlık personeline bağlı
84
olarak yaşamanın zorluğuyla karşı karşıyadırlar. Diyaliz hastalarının psikolojileri
kişiliklerine, ailesi ve yakın çevresinden aldığı destek düzeyi ile hastalığın seyrine
göre değişiklik göstermektedir (Levy, 1997: 369; Erdem vd., 2004: 3). Bu nedenle
hasta kişinin ailesi, yakın çevresi ve sağlık personeli hastaya karşı duyarlı bir
davranış sergilemelidirler. Gerekirse hastalara uzman desteği de sağlanmanmalıdır.
3.1.3.2.3.Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Sosyal Problemleri
Kronik böbrek yetmezliği teşhisi konulan hastalar ilk olarak bir dönüşümle
karşı karşıya kalırlar. Bu dönüşümde sağlıklı bir bireyden hasta bir bireye geçiş söz
konusudur. Kronik böbrek yetmezliği hastalığı geri dönüşü olmayan bir hastalıktır.
Kişinin hasta olduğu hekim tarafından bildirilir, kimi hasta hastalığını kabullenirken,
kimisi hastalığı inkâr eder. Ancak sonucunda hasta birey hastalığı ile ilgili bir ittifaka
kavuşur ve kendisini yeni bir ilişkiler ağının içinde bulur (Kocaman, 2008: 141).
Hemodiyaliz tedavisinin başlamasıyla, hastanın yaşam kalitesinde bazı
değişiklikler olmaktadır. İlk olarak yorgunlukta artma, güçsüzlük ve bunların neden
olduğu bazı kayıplar ortaya çıkmaktadır. Hemodiyaliz tedavisi kısa dönemde fiziksel
kısıtlamalara bağlı olarak rol güçlüklerine ve genel sağlık algılamasında bozulmalara
neden olmaktadır. Bu problemler de fiziksel ve emosyonel problemleri beraberinde
getirmektedir (Erol, 2010: 31). Acaray ve Pınar’ın yaptığı bir araştırmaya göre
(Acaray ve Pınar, 2004:8) yaşam kalitesi, hastalık süresi arttıkça kötüleşmektedir.
Bunun sonucunda da hastaların sosyal destek gereksinimleri artmaktadır.
Hemodiyaliz tedavisi gören hastalar, yaşam sınırlılığı nedeni ile yaşam alanı
bulmakta zorlanmaktadırlar. Bu hastalar tedavi süresince kendilerini olumsuz
etkileyen incinebilirlik duygusu, duygusal mesafelilik duygusu ve tedavi durumuna
bağlı duygular yaşamaktadırlar. Sınırlandırılmış hayatı sürdürebilme çabası da
hastaların yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir (Annak, 2005: 74). Kronik
hastalığa sahip kişiler, tanı konulduktan sonra daha önce de değinildiği gibi ilişkiler
açısından bir dönüm noktası yaşamaktadır. Diğer insanların onlara acıyarak
bakmaları ve onlarla ilişkileri reddetme durumları, hastaları yalnızlığa itmektedir
(Mutlu, 2007: 12).
85
Hastalığın özellikleri, hastanın özellikleri ve sosyal çevre de hastanın hastalığa
uyumuna etki eden önemli faktörlerdendir. Hastalık özellikleri: tanı, hastanın genel
durumunu bozma düzeyi, hastalığın bulunduğu yer, uygulanan tedavi ve ağrı
durumunun var olup olmamasıdır. Hastanın özellikleri, yaş, cinsiyet, eğitim, kültürel
yapı, kişilik yapısı, savunma mekanizmaları ve hastalıktan önceki uyum durumudur.
Sosyal çevre ise aile ve arkadaş desteği, desteklerin ulaşılabilirliği, rol işlevlerinde
bozulma ve bozulan işlevlerin ne derecede tamamlandığıdır (Mete, 2008: 4).
Kronik böbrek yetmezliği teşhisi konulan hastaların, hastalıkla baş etmesinde
etkili olan çeşitli faktörler vardır. Bu faktörler, izolasyon, aile düzensizliği ve
ailedeki diğer stres faktörleri, stresle baş etme ve hastalığa uyum konusunda
yeteneksizlik, hastalıktan önce var olan evlilik stresleri, aile gelirinin düşük olması,
hastanın ve eşinin düşük statüde olması ile birlikte eğitim seviyesinin düşük olması,
hemodiyaliz tedavisine bağlı yaşama konusunun ciddiyetinin farkında olmama ve
aile üyelerinin diyalize az ilgi göstermeleridir (Fur, 1998: 109, akt. Mutlu, 2007:
13).Yapılan bazı çalışmalarda hasta kişinin bir eşe sahip olması veya arkadaş, dost ya
da akrabalarla sıkı iletişim içinde olması, hastaların ömür sürelerini artırdığı ortaya
konulmuştur (Göker, 2008: 16). Yine eğitim düzeyinin yüksek olması, yüksek gelir
ve statüye sahip olunması, hastaların hastalıkla baş etme gücünü arttırmaktadır.
Kronik böbrek yetmezliği hastaları, diyalizde geçirdikleri zamanın uzunluğu
nedeni ile sosyal yaşama fazla zaman ayırmamakta ve bu nedenle de sosyal
ilişkilerinde etkinliklerini yitirmektedirler. Özellikle hastanın yakınları kendilerinden
böbrek istenebilir düşüncesi ile hastadan uzaklaşmaktadırlar. Bu durum, diyaliz
hastaları açısından oldukça zordur ve onları olumsuz anlamda etkilemektedir.
Özellikle organ bağışının yaygınlaşmadığı ülkemizde bu tür problemler sıklıkla
karşımıza çıkmaktadır (Kocaman, 2008: 141).
3.1.3.3. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastalarda Rol Değişimi
Hasta kişi sosyolojik olarak ele alındığında, fert olarak toplumun bir üyesi
konumundadır. Hastalanmadan önce sosyal sistem içerisinde belirli rol ve görevlere
sahip olan bireylerin, hastalandıktan sonra sosyal ilişkileri daralmakta, rol ve
görevlerinde sorumsuzlukları artmaktadır. Bu nedenle hastalık, sağlığın zıddı olarak
86
insanlar arası sosyal ilişkilerin azalması, hastanın sosyal statüsünde işgal ettiği rol ve
görevleri ifa edememesi ve kendi iradesi dışında, başka bir deyişle kendi hatası
olmadan bir sorumsuzluk ortamında yaşamasına neden olmaktadır. Kişiler
hastalandıktan sonra belirli faktörlerin etkisi altında kalarak sağlıklı durumlarındaki
sosyal yetkilerini kullanamaz hale gelirler. Ancak iyileşme neticesinde tekrar eski
konumlarına da dönebilme imkânları bulabilmektedirler (Türkdoğan, 2006: 18).
Bireylerin hastalanmaları sonucunda eski statülerinin getirmiş olduğu rolleri
yerine getirmesine engel olan hastalıklardan birisi de kronik böbrek yetmezliğidir.
Kronik böbrek yetmezliğinin tedavisinde kullanılan yöntemler organ nakli, periton
diyalizi ve hemodiyalizdir. Hemodiyalize bağlı olarak yaşayan hastalar, toplumsal
rollerini yerine getirme konusunda çeşitli problemlerle karşılaşmaktadırlar.
Hemodiyaliz hastaları tedavi almaya başladığı ilk dönemlerde fiziksel
sorunlara bağlı olarak sağlık algılamalarında problemler yaşamakta ve toplumsal
rollerini sergilemekte güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Uzun dönemde ise fiziksel
işlevlerde ve sağlık algılamasında bozuklukla birlikte fiziksel ve duygusal
problemlere bağlı olarak rol güçlükleri de ortaya çıkmaktadır (Göker, 2008: 15).
Rol dediğimizde aklımıza annelik- babalık, arkadaşlık ve dostluk, cinsel açıdan
karı ve koca rolleri, evlatlık rolü, iş ve mesleki roller, öğrencilik rolleri, günlük
kişisel bakım rolleri, dini roller gibi pek çok toplumsal rol aklımıza gelmektedir.
Kronik böbrek yetmezliği tedavisi gören hemodiyaliz hastaları, hastalanmadan
önceki
yaşamlarına
göre
bu
tür
rollerini
sergileme
düzeyinde
değişim
yaşamaktadırlar.
Hemodiyaliz tedavisi gören hastalar daha önce değinildiği gibi fiziksel,
psikolojik ve sosyal açıdan birçok problemle karşı karşıya kalmaktadır. Ancak bu
sıkıntılarla yaşayan sadece hasta bireyin kendisi değildir. Hastanın bakımını üstlenen
kimseler (ki bunlar genellikle aileleridir), birçok problem yaşamaktadırlar. En yaygın
olarak görülen problemler, fiziksel, psikolojik, emosyonel, sosyal ve mali problemler
olmakla birlikte, yorgunluk, sosyal izolasyon, kişiler arası iletişimdeki problemler de
sıklıkla görülmektedir (A. İlaslan, 2009: 20).
87
Hemodiyaliz uygulaması, hastaların tıbbi ve psikolojik durumu ve bunlara
uyumu dışında da tüm yaşantısına etki etmektedir. Birçok hasta eski işine geri
dönememekte ve yine birçok hastanın aile içi ilişkileri ve rolleri değişmektedir. Aile
dinamikleri ve ev içindeki sosyal ortamın kültürel yapısı, hastanın ilişkilerini ve
beklentilerini etkilemektedir. Eşe bağımlılığın artması ve hastanın değişen rollerine
uyum sağlaması yeni sorunları beraberinde getirmektedir. Birçok erkek hasta için
evde eskisinden daha fazla zaman geçirmesi ve ev içi işlerle daha fazla meşgul
olması kaygı yaratmaktadır (Küçük, 2005: 169).
Hemodiyaliz hastalarını aileleri açısından ele aldığımızda, sağlıklı aile
üyelerinin de rollerini olumsuz etkilediğini, yaşam düzenlerini ve ruhsal durumlarını
da bozduğu görülmektedir. Özellikle aile reisi konumunda bulunan babanın ya da
annenin uzun süre hastalanması, ailenin ekonomisinin kötüye gitmesine, küçük
çocukların bakımsız kalmasına neden olmakta, diğerinin okuldaki başarısını ya da iş
yerindeki çalışma performansını kötü yönde etkilemektedir (D. Hacımusalar, 2005:
10). Bütün bunların sonucu olarak da aile içi dengeler yeni bir hal almaktadır.
Yapılan çeşitli araştırmalarda kronik böbrek hastalarına en büyük desteği veren
grubun aileleri olduğu sonucuna varılmıştır. KBY hastaları da en çok ailelerini
etkilemektedirler. KBY hastalığına sahip bir hasta bulunan bir ailenin yapısı, hasta
olmayan süreçtekinden farklı bir yapıya bürünmektedir. Hastanın hastalık
sürecindeki her değişim ailesini de etkilemektedir. Aile içi uyum, iletişime, ailenin
gelişim evresine, kültürel yapıya, inançlara, ekonomik duruma ve teknolojiden
yararlanmaya kadar pek çok faktörden etkilenmektedir (Aydemir vd., 2002: 30-31;
Gordon ve Edwards, 1997: 274). Foucault’ya göre de hastalığın ve yaşamın doğal
mekânı ailedir, içten bakımın yumuşaklığı, bağlılık gösterilmesi ve herkesin hastanın
iyileşmesi konusundaki arzusu hastalığın yenilmesi açısından son derecede
önemlidir. Hastanın en doğal, en ilksel, yapı olarak en sağlam, hem kendi içine
dönük hem de tamamen saydam, hastalığın kendisi ile baş başa kalınan yer aile
ocağıdır (Foucault, 2002: 34).
Gürbüz’ün 2009’da Kayseri’de diyalize giren çocuklar ve ebeveynleri üzerine
yaptığı araştırma, aile kurumunun hasta açısından önemini bir kez daha ortaya
88
koymaktadır. Yapılan çalışmada hastanın bakıcı rolünün %67. 3 oranında anneler
tarafından üstlenildiği ortaya konulmuştur. Annenin refakatçi olarak kaldığı
durumlarda diğer çocukların bakımı ve ev işleri rolünün anneanne, babaanne, hala
gibi yakın akrabalar tarafından yürütüldüğü bildirilmektedir (Gürbüz, 2009: 33).
Görüldüğü üzere hastalık durumunda aile arasında bir bütünleşme ortaya
çıkmaktadır.
Diğer kronik hastalıklarda görüldüğü gibi kronik böbrek yetmezliğinde de
ortaya çıkan ağrı, yorgunluk ve sosyal etkinliklerden uzaklaşma kişilerin iş, aile ve
sosyal yaşamlarında rol değişimine neden olmaktadır (Kocaman, 2008: 143). Bu
rollerini kendi başlarına yerine getiremeyen hastalar ise depresyon ve kontrolü
yitirme korkusuyla yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Diyaliz
hastalarının
üçte
ikisi,
hastalıklarından
önceki
iş
yaşamına
dönememektedir. Hastaların iş yaşamına dönmesi sosyoekonomik durumlarına ve
çalıştıkları iş koluna bağlıdır. Örneğin tamamen fiziksel güce dayalı bir işte çalışan
işçiye göre, bir öğretmenin işe dönme olasılığı daha fazladır. Erkeklik kavramını
doğrudan doğruya yaptıkları işle bağlantılı olarak düşünen erkek hastaların yaşadığı
iş kaybı, psikolojilerini olumsuz yönde etkilemektedir (Levy, 1997: 370). Bu sebeple
hastalıktan kaynaklanan iş kaybının kadınlardan çok erkekleri etkilediği söylenebilir.
Normal iş yaşamına dönmek veya rutin olarak iş yaşamını sürdürmek, diyaliz
hastaları için sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir ihtiyaçtır. Bu konu
ile ilgili olarak Bakioğlu’nun yaptığı çalışmada (Y. Bakioğlu, 1995: 72) diyaliz
hastalarının %60’ının yarım ya da tam gün iş yaşamına geri dönebileceği, evde
tedavi görenlerde de bu oranın %80’e çıkacağını söylemiştir. Ki bu hastaların %20’si
zaten emeklilik yaşına gelmiştir.
3.1.3.4. Hemodiyaliz Tedavisi Alan Hastaların Tıp Dışı Tedavi Arayışları
Hemodiyalize bağlı olarak ortaya çıkan fiziksel problemlere karşı hastalar
özellikle makineye bağlı olarak yaşamaya başladıkları ilk dönemlerde çeşitli doğal
çareler arayarak alternatif tıbba başvurmaktadırlar. Bu anlamda da daha çok bitkisel
ürünleri tercih etmektedirler. Hastalar, bitkisel tedavi ile uyum sağlayamadığı
89
zamanlarda bile, sağlık personelinden gizli olarak bu yöntemi kullanmaya devam
etmektedirler (Uçan vd., 2007).
Yapılan bazı araştırmalarda kronik hastalıklarla başa çıkmak için modern tıp ve
alternatif tıbbın yanı sıra özellikle dini inançlara sıkça başvurulduğu ortaya
çıkarılmıştır. Koenig’in yapmış olduğu bir çalışmada medikal hastalığı olanlarda dini
inancın, fiziksel yakınmalardan çok benlik saygısı, ümitsizlik ve kontrol kaybı gibi
duyguları iyimserleştirdiğini ve aynı zamanda da depresyon, anksiyete gibi
psikolojik rahatsızlıklarda düzelmeye neden olduğunu belirtmiştir. Bu anlamda dua
etmek hastalıkta sıkça kullanılan uygulamalardandır (Güz ve Özkan, 2002: 713).
3.1.3.5. Hemodiyaliz Hastalarının Beklentileri
Hemodiyaliz tedavisi gören hastaların beklentilerini gerçekleştirebilmek için
fizyolojik, psikolojik ve sosyal problemlerine çareler bulunmaktadır. Bu anlamda
hemodiyaliz tedavisi gören hastada ortaya çıkabilecek problemleri çözmek için, her
hastaya özel bir metot kullanılmalıdır. Hastanın yaşam tarzına ve kişiliğine uyan bir
diyaliz şekli düzenlenmelidir. Bağımsızlığına düşkün hastalara erken transplantasyon
ve kendilerinin yapabilecekleri diyaliz şekilleri önerilmelidir. Psikolojik bozukluğa
meyilli hastalar daha yakından izlenmelidir. Özellikle erkek hastalar cinsel
fonksiyonların bozulması konusunda bilgilendirilmelidir. Bu noktada hastaya ilaç
tedavisi veya kişisel psikoterapi, grup psikoterapisi, seksüel davranış terapisi ve
çeşitli egzersizler önerilmelidir (Levy, 1997: 370-371; Ünlüoğlu vd., 1997: 126).
İyimserlik ve umut vermenin hastalığın fizyolojik belirtilerini azaltan ve kimi
zaman yaşamı uzatan yönü bulunduğuna ilişkin bazı kanıtlar vardır. Bu yüzden
doktor, hemşire ve diğer sağlık personeli ile hasta yakınları, hastaya karşı iyimser bir
tutum sergilemeli ve onlara umut vermelidirler (Gordon ve Edwards, 1997: 228). Bu
davranış sadece sağlık personeli ile sınırlı kalmamalıdır. Başta ailesi olmak üzere
tüm toplum hastaya karşı olumlu bir tutum sergilemelidir.
Özet olarak hemodiyaliz tedavi hastalarının pek çok problemi vardır ve bunları
en aza indirgemek için organ bağışı, psikolojik destek, sosyal destek, hastalıkları
hakkında bilgi verilmelidir. Bu kişiler hastalıklarından dolayı dışlanmamalı ve
90
yalnızlaşmasına engel olunmalıdır. Hastanın ailesinin, çevresindeki insanların ve
sağlık personeli, hastaya ilgili ve duyarlı davranmalıdır.
91
BÖLÜM IV
HEMODİYALİZ HASTALARIYLA İLGİLİ BİR ALAN ARAŞTIRMASI:
KONYA ÖRNEĞİ
4.1. Araştırmanın Metodolojisi
4.1.1. Araştırmanın Amaçları
Araştırmanın amacı hemodiyaliz tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği
hastalarının hastalığa bağlı toplumsal rol değişimlerini, beklenti ve sorunlarını ortaya
koymaktır.
4.1.2. Araştırmanın Yöntemi
Bu araştırma, durumu belirlemeye yönelik (betimsel) bir alan araştırmasıdır.
4.1.3. Evren ve Örneklem
Araştırmanın evrenini, Konya il merkezinde bulunan diyaliz merkezlerinde
tedavi gören tüm hemodiyaliz hastaları oluşturmaktadır. Konya il merkezine bağlı
Meram, Selçuklu ve Karatay olmak üzere üç ilçe bulunmaktadır. Araştırmada her
ilçede bulunan hemodiyaliz merkezlerine yer verilmiştir. Aynı zamanda hemodiyaliz
merkezleri içinde Tıp Fakültesi, Devlet Hastanesi ve Özel Diyaliz merkezleri ile
ilgili de bir ayrım yapmak mümkündür. Bu nedenle çalışma bu üç merkezi de
kapsayacak bir şekilde planlanmıştır.
Konya İl Sağlık Müdürlüğünden alınan bilgilere göre 2010 yılında Konya’da
toplam 1228 kronik böbrek yetmezliği hastası hemodiyaliz tedavisi görmektedir. Bu
hastaların 985’i Konya’nın merkez ilçelerinde tedavi görmektedirler.
Konya’da KBY tedavisi gören HD hastaları, devlet hastanelerinde, vakıf ve
devlete bağlı olan tıp fakültelerinde ve özel diyaliz merkezlerinde tedavi
alabilmektedir. Özel diyaliz merkezleri Sağlık Bakanlığı ile anlaşmalı olduğu için,
devlet hastanelerindeki giderle eşit şekilde hastalara hizmet sunmaktadırlar. Ayrıca
devlete bağlı ya da özel olan bütün diyaliz merkezlerinin servis araçları
bulunmaktadır. Dolayısıyla hastaların ikamet ettikleri adres çok uzak bile olsa
92
hastalar diyaliz merkezinin servis aracı vasıtasıyla, istedikleri merkezden tedavilerini
alabilmektedirler.
Meram ilçesinde bulunan Meram Tıp Fakültesi Hemodiyaliz Kliniği ve Özel
Ölmez Diyaliz Merkezi, Selçuklu ilçesinde bulunan Konya Numune Hastanesi
Hemodiyaliz Kliniği, Başkent Üniversitesi Hastanesi Hemodiyaliz Kliniği, Özel
Nefrotrans Selçuklu Diyaliz Merkezi, Özel Huzur Diyaliz Merkezi, Özel Konya
Diyaliz Merkezi ve Karatay ilçesinde bulunan Özel Fresenius Diyaliz Merkezinde
tedavi gören hastalardan, psikiyatrik bir hastalığı bulunmayan, işitme kaybı olmayan,
iletişim kurma problemi yaşamayan ve anket yapılmasını kabul eden bütün gönüllü
hastalar araştırmanın örneklemini oluşturmaktadır.
Meram Tıp Fakültesi Hemodiyaliz Kliniği’nden 30, Özel Ölmez Diyaliz
Merkezinden 46, Konya Numune Hastanesi Hemodiyaliz Kliniğinden 46, Başkent
Üniversitesi Hastanesi Hemodiyaliz Kliniğinden 55, Özel Nefrotrans Selçuklu
Diyaliz Merkezinden 31, Özel Huzur Diyaliz Merkezinden 42, Özel Konya Diyaliz
Merkezinden 47, Özel Fresenius Diyaliz Merkezinden 125 hasta olmak üzere toplam
422 hasta araştırmaya katılmıştır.
4.1.4. Verilerin Toplanması
Araştırmada verilerin sağlanması için Doç. Dr. Ramazan Yelken’in
hemodiyaliz tedavisi gören hastalar için geliştirdiği “ Hastalığa Bağlı Toplumsal Rol
Değişimi, Beklenti ve Sorunlar” isimli anket formu kullanılmıştır.
Adı geçen anket formu 69 sorudan oluşmaktadır. Anketin ilk kısmında genel ve
kişisel sorular bulunmaktadır. Anketin diğer soruları ise hastaların, hastalığa bağlı
toplumsal rol değişimi, beklentileri ve sorunlarıyla ilişkilidir.
4.1.5. Saha Uygulaması
Araştırmanın
saha
uygulaması,
adı
geçen
diyaliz
merkezlerinin
yöneticilerinden izin alınmasının ardından 7 Şubat-25 Mart 2011 tarihleri arasında,
güvenilir on kişi tarafından gerçekleştirilmiştir.
93
Saha uygulamasında kullanılan anket formu, hastalar diyaliz makinesine
bağlandıktan sonra, hastanın tedavisine engel olunmayacak bir şekilde, mülakat yolu
ile toplam 422 hastaya uygulanmıştır.
4.1.6. İstatistiksel Yöntem ve Çözümleme
Araştırmadan elde edilen veriler SPSS15,0 istatistik programı kullanılarak
değerlendirilmiştir. Ankette kullanılan betimleyici soruların analizinde frekans
analizi yapılmıştır. İstatistiksel analizlerde gruplar arası farklılıklar araştırılırken de
Ki-kare tekniği kullanılmıştır.
4.1.7. Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları
Bu araştırma Konya merkez ilçelerinde bulunan toplam 1 Sağlık Bakanlığı’na
bağlı Üniversite Hastanesi Hemodiyaliz Kliniği, 1 Vakıf Üniversitesine bağlı
Hemodiyaliz Kliniği, 1 Sağlık Bakanlığı’na bağlı Devlet Hastanesi Hemodiyaliz
Kliniği ve 5 özel diyaliz merkezinde gerçekleştirilmiştir.
Araştırmaya katılan denekler psikiyatrik bozukluğu olmayan, işitme kaybı
bulunmayan, iletişim kurmakta güçlük çekilmeyen anket yapmayı kabul eden
gönüllü hastalardır.
94
BÖLÜM V
ARAŞTIRMANIN BULGULARI VE YORUM
Bu bölümde araştırmanın bulguları farklı sosyolojik teorilere ve daha önce bu
konuyla ilgili olarak yapılmış çalışmalardan alınan verilere göre karşılaştırmalar
yapılarak yorumlanmıştır. Teorik düzlemde özellikle Goffman’ın damga teorisi ile
Parsons’ın hasta rolü kavramı kullanılmıştır.
5.1. SOSYO-EKONOMİK VE DEMOGRAFİK DEĞİŞKENLER
Tablo 5.1.1. Cinsiyet Dağılımı
Cinsiyet
Sayı
Yüzde
Kadın
187
44,3
Erkek
235
55,7
Toplam
422
100,0
Anketimize katılan deneklerin cinsiyet dağılımına baktığımızda, %44,3
oranıyla 187 “kadın” ve %55,7 oranıyla 235 “erkek” ten oluştuğunu görmekteyiz.
Tablo 5.1.2.Yaş Dağılımı
Yaş
Sayı
Yüzde
0-19
4
0,9
20-44
100
23,7
45-64
172
40,8
65-74
111
26,3
75 ve Üstü
35
8,3
Toplam
422
100,0
95
Örneklemimize dâhil olan HD tedavisi gören KBY hastalarının yaş dağılımına
bakarsak, % 0,9 oranla 4 kişinin 0-19 yaş arasında, % 23,7 oranla 100 kişinin 20-44
yaş arasında, % 40,8 oranla 172 kişinin 45-64 yaş arasında, %26,3 oranla 111 kişinin
65-74 yaş arasında, %8,3 oranla 35 kişininse 75 yaş ve üzerinde olduğunu
görmekteyiz.
Tablo 5.1.3. Medeni Durum
Medeni Durum
Sayı
Yüzde
Evli
320
75,8
Bekâr
35
8,3
Dul, Boşanmış, Eşi
Ölmüş
67
15,9
Toplam
422
100,0
Örneklemimizi oluşturan deneklerin medeni durumlarına ilişkin verilere göre
%75,8 oranıyla 320 kişi evli, %8,3 oranıyla 35 kişi bekâr ve %15,9 oranıyla 67 kişi
dul, boşanmış ya da eşi ölmüş durumdadır. Hastaların yaş ortalamalarına bakacak
olursak medeni durumlarının dağılımının normal olduğunu görürüz.
Tablo 5.1.4. Eğitim Durumu
Eğitim Durumu
Sayı
Yüzde
Okur-Yazar Değil
64
15,2
İlkokul
250
59,2
Ortaokul
25
5,9
Lise
64
15,2
Üniversite
18
4,3
Toplam
422
100,0
96
Örneklemimizi oluşturan deneklerin eğitim durumuna baktığımızda, %15,2
oranıyla 64 kişinin okuryazar olmadığını, %59,2 oranıyla 250 kişinin ilkokul mezunu
olduğunu, %5,9 oranıyla 25 kişinin ortaokul mezunu olduğunu, %15,2 oranıyla 64
kişinin lise mezunu olduğunu, %4,3 oranıyla 18 kişinin üniversite mezunu olduğunu
görmekteyiz.
2001 yılında Konya ili ve ilçelerindeki 511 hemodiyaliz hastası üzerinde
yapılan çalışmada hastaların eğitim durumlarıyla ilgili olarak % 19,6 oranla okur
yazar olmadıkları, % 67,7 oranla ilköğretim mezunu, % 8,6 oranla lise mezunu, %
4,1 oranla da üniversite mezunu olduklarına ilişkin veri bulunmaktadır (Güney vd.,
2005: 27). Araştırmalar arasında on yıl gibi bir fark bulunmasına rağmen, hastaların
eğitim düzeyinde çok az oranda artış olduğu söylenebilir.
Verilere baktığımızda hastaların en fazla oranla ilkokul mezunu olduğunu
görmekteyiz. İkinci sırada okuryazar olmayanlar ve lise mezunları, üçüncü sırada
ortaokul ve son olarak da üniversite mezunları bulunmaktadır. Verilere dayalı olarak
anketimize katılan deneklerin genel olarak eğitim seviyesinin düşük düzeyde
olduğunu söyleyebiliriz.
Hastaların sağlık ve hastalık algılaması ile eğitim düzeyi arasında sıkı bir ilişki
bulunmaktadır. Eğitim düzeyi yükseldikçe hastalıklar konusunda bilgi ve bilinç
düzeyi de artmaktadır. Yaptığımız anket çalışmasında hastaların genel olarak eğitim
düzeyinin düşük olması, onları dezavantajlı hale getirmiştir.
97
Tablo 5.1.5. Meslek Dağılımı
Meslek
Sayı
Yüzde
İşçi
92
21,8
Memur
24
5,7
Esnaf
75
17,8
Çiftçi
25
5,9
Ev Hanımı
174
41,2
Diğerleri
32
7,6
Toplam
422
100,0
Örneklemimizde yer alan deneklerin meslek dağılımına baktığımızda, %21,8
oranıyla 92 kişinin işçi, %5,7 oranıyla 24 kişinin memur, %17,8 oranıyla 75 kişinin
esnaf, % 5,9 oranıyla 25 kişinin çiftçi, % 41,2 oranıyla 174 kişinin ev hanımı, % 7,6
oranıyla 32 kişinin ise diğer meslek gruplarına dâhil olduğunu görmekteyiz.
Tablo 5.1.1’de ankete katılan hastaların %44,3 oranla 187’sinin kadın, % 55,7
oranla 235 kişinin erkek olduğunu görmekteyiz. Cinsiyet dağılımı ile meslek
dağılımını karşılaştıracak olursak kadınlardan sadece 13’ünün bir mesleğe sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle ankete katılan kadınların büyük oranı bir
mesleğe sahip değildir ve kendilerini ev hanımı olarak nitelendirmektedirler. Bu
nedenle bir mesleğe sahip olanlar daha çok erkeklerdir. Meslek dağılımlarına
bakacak olursak en fazla oranla işçiler, daha sonra esnaflar ve diğer meslek türleri
gelmekte ve üst düzeyde meslek grupları çok görülmemektedir. Bu nedenle
hastaların alt tabakada bulunmaları nedeni ile hastalığa maruz kaldıkları akla
gelebilmektedir.
98
Tablo 5.1.6. Şu Anda Geçimlerini Sağladıkları İş Dağılımı
İşler
Sayı
Yüzde
İşçi
17
4,0
Esnaf
26
6,1
Çiftçi
15
3,6
Emekli
152
36,0
Eşinin Geliri
139
33,0
Anne/Baba Geliri
25
6,0
Çocuğunun Geliri
25
6,0
Diğerleri
23
5,3
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin şu anda geçimlerini sağladıkları iş
konusunda verdikleri bilgilere göre % 4 oranla 17 kişi işçilik, % 6,1 oranla 26 kişi
esnaflık, %3,6 oranla 15 kişi çiftçilik yapmaktadır. Geriye kalan deneklerden % 36
oranla 152 kişi emeklilik geliri ile, % 33 oranla 139 kişi eşinin geliri, % 6 oranla 25
kişi anne/baba geliri, % 6 oranla 25 kişi çocuğunun geliri, %5,3 oranla 23 kişi ise
diğer işlerden elde ettiği gelir ile geçimini sağlamaktadır.
Verilere baktığımızda eşlerinin geliri ile geçinenlerin ev hanımları olduğunu,
anne/baba geliri ile geçinenlerin çalışmayan gençlerden ya da öğrencilerden
oluştuğunu, çocuğunu geliri ile geçinenlerin ise eşi ölmüş ya da boşanmış kişilerden
oluştuğunu söyleyebiliriz.
Verilere göre eşinin, çocuğunun, anne ve babasının geliri ile geçinenlerle
emeklilik geliri ile geçinenlerin aktif bir şekilde iş yaşamında bulunmadıkları
düşünülürse, bu oranın toplamda %81oranla 341 kişi olduğu görülmektedir. Sonuç
olarak da ankete katılan hastaların çoğunlukla aktif çalışma hayatı dışında
bunduğunu söyleyebiliriz.
99
Tablo 5.1.7. Hastanın Evine Giren Ortalama Aylık Gelir Düzeyi
Sayı
Yüzde
266
63,0
125
29,6
1500-2999
(Orta)
26
6,2
3000-4999
(Orta Üst)
4
0,9
1
0,2
422
100,0
Gelir
749 ve Altı
(Alt Gelir)
750-1499
(Orta Alt)
5000 ve Üzeri
(Üst Gelir)
Toplam
Ankete katılan hastaların evlerine giren ortalama gelire baktığımızda, % 63
oranla 266 kişinin 749 TL ve altında, % 29,6 oranla 125 kişinin 750-1499 TL
arasında, % 6,2 oranla 26 kişinin 1500- 2999 TL arasında, % 0,9 oranla 4 kişinin
3000-4999 TL arasında, % 0,2 oranla 1 kişinin 5000 TL ve üzerinde gelire sahip
olduklarını görmekteyiz. Verilere göre çalışmaya katılan hastaların çoğunun alt gelir
seviyesinde bulunduğu dikkati çekmektedir.
Hastaların gelir düzeyinin genellikle düşük olması, kişilerin hastalıklarından
kaynaklanan nedenlerden dolayı gelir kaybına uğrayabileceklerini ya da gelir
seviyelerinin
düşüklüğü
nedeniyle
hastalığa
düşündürmektedir.
100
yakalanmış
olabileceklerini
Tablo 5.1.8. Hastaların Şu Andaki Gelirlerinin Geçimlerini Sağlamaya
Yetip/Yetmediği Durumu
Gelir
Sayı
Yüzde
Yeterli
81
19,2
İdare eder
174
41,2
Yetersiz
167
39,6
Toplam
422
100,0
Tabloya baktığımızda deneklerin toplam gelirlerinin geçimlerini sağlamaya
yeterli olup olmadığına ilişkin olarak, %19,2 oranıyla 81 kişi yeterli olduğunu,
%41,2 oranıyla 174 kişi idare ettiğini, %39,6 oranıyla 167 kişi ise yetmediğini dile
getirmiştir.
Tablo 5.1.7’ye baktığımızda ankete katılan hastaların çoğunun alt gelir
seviyesinde bulunduğunu görmekteyiz. Bu nedenle de hastaların toplam gelirlerinin
geçimlerini sağlamayacağı sonucu oldukça normaldir. Verilere baktığımızda bu
sonuç doğrulanacaktır. Çünkü hastalar sadece %20 oranında gelirlerinin geçimlerini
sağladığını belirtmişlerdir.
101
Tablo 5.1.9. Hastaların Sosyal Güvence Durumu
Sosyal
Güvenceler
Sayı
Bağ-Kur
143
33,9
Emekli Sandığı
46
10,9
Yeşil Kart
50
11,8
SSK
181
42,9
Hayır Yok
2
0,5
Toplam
422
100,0
Yüzde
Yapılan ankete göre örneklemimizi oluşturan deneklerden %0,5 oranıyla 2
kişinin sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Sosyal güvencesi olanların %33,9
oranıyla 143 kişi Bağ-Kur, %10,9 oranıyla 46 kişi emekli sandığı, %11,8 oranıyla 50
kişi yeşil kart ve %42,9 oranıyla 181 kişi SSK’dan faydalanmaktadır.
Sosyal güvencesi Bağ-Kur olanlar esnaf, emekli sandığı olanlar memur, SSK
olanlar işçi grupları içinde bulunmaktadır. Herhangi bir işte çalışmayanlarsa yeşil
karttan faydalanmaktadırlar. Hastalar kendileri çalışarak ailelerini geçindirdikleri
gibi, kendileri çalışmayıp, eşlerinin ya da çocuklarının geliri ile de yaşamlarını
sürdürebilmektedirler. Bu nedenle ailenin geçimini sağlayan işi tespit etmek için
sosyal güvence durumuna bakmak yerinde olacaktır. Tabloya bakacak olursak
hastanın yaşadığı ailenin büyük oranda işçi ailesi olduğunu görmekteyiz. İkinci
sırada esnaf ve üçüncü sırada memur ailesi gelmektedir. Bu veriye dayanarak da
hastaların daha çok alt tabakada bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sonuç bizlere alt
gelir seviyesine sahip olan kişilerin, hastalıklara daha çok maruz kaldıklarını
gösterebilmektedir.
102
Tablo 5.1.10. Hastaların Tedavi Masraflarını Karşılama Şekli
Masrafı Karşılama
Sayı
Yüzde
Kendim
6
1,4
Bir Yakınım Vasıtasıyla
11
2,6
Sosyal Güvencem
Vasıtasıyla
405
96
Toplam
422
100,0
Örneklemimizi oluşturan deneklerin tedavi masraflarını nasıl karşıladığına
ilişkin verilere baktığımızda %1,4 oranıyla 6 kişinin kendisinin karşıladığını, %2,6
oranıyla 11 kişinin bir yakını vasıtasıyla, %96 oranıyla 405 kişinin ise sosyal
güvencesi vasıtasıyla karşıladığını görmekteyiz.
Tablo 5.1.9’a baktığımızda hastaların büyük bir oranda sosyal güvenceye sahip
olduğunu görmekteyiz. Tablo 5.1.10’a da bu sonuç yansımaktadır. Yani ankete
katılan hastaların çoğu masraflarını sosyal güvencesi sayesinde karşılamaktadır.
Hastaların
tedavi
masraflarının
sosyal
güvencesi
sayesinde
karşılaması,
hastalıklarından dolayı daha da yoksullaşmasına engel olmaktadır.
Tablo 5.1.11. Hastaların Haftada Toplam Kaç Gün Diyalize Girdiği
Gün
Sayı
Yüzde
2
13
3,1
3
404
95,7
4
5
1,2
Toplam
422
100,0
Ankete katılan örneklem grubunda, %3,1 oranla 13 kişi haftada 2 gün, %95,7
oranla 404 kişi 3 gün ve %1,2 oranla 5 kişinin 4 gün hemodiyaliz tedavisi aldığını
103
görmekteyiz. Hastaların neredeyse tamamına yakını (%95,7) hemodiyaliz tedavisi
almak amacıyla haftada 3 gün hemodiyaliz merkezlerine gitmektedirler.
Tablo 5.1.12. Hastaların Haftada Toplam Kaç Saat Diyalize Girdikleri
Saat
Sayı
Yüzde
8
13
3,1
12
405
96
16
5
1,2
Toplam
422
100,0
Örneklemi oluşturan deneklerin haftada kaç saat hemodiyaliz tedavisi
gördüğüne ilişkin verilere göre, %3,1 oranıyla 13 kişi haftada 8 saat, %96 oranıyla
405 kişi 12 saat ve %1,2 oranıyla 5 kişi toplam 16 saat tedavi almaktadırlar. Bu
verilere göre hastaların neredeyse tamamı (%96)
haftada 12 saat hemodiyaliz
tedavisi almaktadırlar.
Tablo 5.1.13. Hastaların Kaç Yıldır Diyaliz Tedavisi Gördükleri
Yıl
Sayı
Yüzde
0-2
130
30,8
3-5
120
28,4
6-8
76
18,0
9-11
55
13,0
12-14
23
5,5
15 ve Üzeri
18
4,3
Toplam
422
100,0
104
Ankete katılan HD tedavisi gören hastaların, kaç yıldır diyaliz tedavisi
gördüğüne ilişkin verilere baktığımızda, %30,8 oranla 130 kişi 0-2 yıl, %28,4 oranla
120 kişi 3-5 yıl, % 18 oranla 76 kişi 6-8 yıl, % 13 oranla 55 kişi 9-11 yıl, % 5,5
oranla 23 kişi 12-14 yıl arasında, % 4,3 oranla 18 kişi ise 15 yıl ve üzerinde
hemodiyaliz tedavisi aldıklarını belirtmişlerdir.
Verilere göre tedavi olunan yıl azaldıkça hasta sayısının arttığını görmekteyiz.
Bu sonuç bizlere hemodiyaliz tedavisi alan hasta sayısının her geçen yıl arttığını
göstermektedir. Bu anlamda literatürle uyumlu bir sonuç ortaya çıkmıştır.
Tablo 5.1.14. Hastaların Yaşadıkları Yerleşim Birimi
Yerleşim Birimi
Sayı
Yüzde
Köy
30
7,1
İlçe
76
18,0
Şehir Merkezi
316
74,9
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin verdiği bilgilere göre, %7,1oranıyla 30 kişi köyde,
%18,0 oranıyla 76 kişi ilçede ve %74,9 oranıyla 316 kişi şehir merkezinde
yaşamaktadır. Verilere baktığımızda hastaların büyük kısmının şehir merkezinde
yaşadığını görmekteyiz. Şehir merkezinde yaşamak, sağlık hizmetlerinden daha fazla
oranda yararlanmayı da getirmektedir. Bu nedenle şehir merkezinde yaşayan
hastalar, kırsal kesinlerde yaşayan hastalara göre daha avantajlı konumdadırlar.
105
Tablo 5.1.15. Hastaların Aynı Evde Kimlerle Yaşadığı Durumu
Kişiler
Sayı
Yüzde
Eş
133
31,5
Eş ve Çocuklar
160
37,9
Anne-Baba ve Kardeşler
34
8,1
Yalnız
15
3,6
Çocuklar
27
6,4
Eş-Çocuk ve Aile Büyüğü
53
12,5
Toplam
422
100,0
Örneklemi oluşturan deneklerin aynı evde kimlerle birlikte yaşadığı ile ilgili
verilere göre, %31,5 oranla 133 kişi eşiyle, % 37,9 oranla 160 kişi eş ve çocuklarıyla,
% 8,1 oranla 34 kişi anne, baba ve kardeşleriyle, % 3,6 oranla 15 kişi yalnız, % 6,4
oranla 27 kişi çocuklarıyla, % 12,5 oranla 53 kişi ise eşi, çocukları ve aile büyüğü ile
birlikte yaşamaktadır.
Verilere baktığımızda eşiyle, eşi ve çocuklarıyla, anne, baba ve kardeşleriyle
ve çocuklarıyla yaşayan % 83,9 oranıyla 354 kişinin çekirdek aile yapısına, % 12,5
oranla 53 kişinin ise geniş aile yapısına sahip olduğunu görmekteyiz. Geniş ile
çekirdek aile tipleri işlevleri ve üye yoğunlukları bakımından birbirlerinden
ayrılmaktadır. Çekirdek aile aynı zamanda modern aile biçimi olarak da
bilinmektedir. Ankete katılan hastalar daha çok çekirdek aile yapısına sahip
olduklarından, tedavi yöntemlerinin doğru bir şekilde uygulanması ve sağlık
hizmetlerinden faydalanma bakımından avantajlı konumdadırlar.
106
Tablo 5.1.16. Hastaların Ailesinde Başka Böbrek Hastası Olup/Olmama
Durumu
Başka Böbrek
Hastasının Varlığı
Sayı
Yüzde
Evet
77
18,2
Hayır
345
81,8
Toplam
422
100,0
Örneklemi oluşturan deneklerden alınan bilgilere göre, %18,2 oranla 77 kişinin
ailesinde bir başka böbrek hastası bulunmaktayken, %81,8 oranla 345 kişinin
ailesinde kendisinden başka böbrek hastası bulunmamaktadır.
Ailede bir başkasında böbrek hastasının olması, hastalığın kalıtsallığı
konusunda bilgi verebilmektedir. Verilere baktığımızda hastaların sadece %18,2’
sinin ailesinde böbrek hastalığı olduğunu görmekteyiz.
Tablo 5.1.17. Hastanın Ailesinde Başka Böbrek Hastası Varsa Kim Olduğu
Böbrek Hastası Kişi
Sayı
Yüzde
Kardeş
21
5,0
Anne/Baba
16
3,8
Yakın Akraba
40
9,4
Ailesinde Böbrek
Hastası Olmayan
345
81,8
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan deneklerden, % 81,8 oranla 345 kişinin ailesinde böbrek
hastası bulunmamaktadır. Geriye kalan % 9,4 oranla 40 kişinin yakın akrabalarında,
% 5 oranla 21 kişinin kardeşinde ve %3,8 oranla 16 kişinin anne/babasında böbrek
hastalığı bulunmaktadır.
107
Verilere göre hastaların birinci ve ikinci dereceden yakınlarında böbrek
hastalığı olma düzeyi birbirine yakındır.
5.2. HASTALIK ALGILAMASI
Tablo 5.2.1. Hastaların Hayatlarından Memnuniyet Düzeyleri
Memnuniyet Düzeyi
Sayı
Yüzde
Çok Memnunum
43
10,2
Memnunum
329
78,0
Memnun Değilim
35
8,3
Hiç Memnun Değilim
15
3,6
Toplam
422
100,0
Örneklem grubunun hayattan memnuniyet durumuna ilişkin alınan verilere
göre, %10,2 oranıyla 43 kişi hayatından çok memnun, %78 oranıyla 329 kişi
hayatından memnun, % 8,3oranıyla 35 kişi hayatından memnun değil ve %3,6
oranıyla 15 kişi hayatından hiç memnun değildir. Bu veriler ışığında örneklemimize
dâhil olan HD tedavisi alan KBY hastaları genel olarak hayatlarından memnun
görünmektedirler.
Hastaların hayatlarından memnun olmaları, hastalıklarına uyum sağladıklarının
bir göstergesidir. Hastalığına uyum sağlayan hastalar ise tedavi süreçlerine önemli
katkılarda bulunacaklardır.
108
Tablo 5.2.2. Hastaların Kendilerini Bedensel Engelli/Özürlü Hissetme
Durumları
Verilen Cevaplar
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Tamamen
32
7,5
7,7
Kısmen
153
36,3
37,1
Hiç
227
53,8
55,1
Toplam
412
97,6
100,0
Cevapsız
10
2,4
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin, kendilerini bedensel engelli/özürlü hissetme
durumlarına ilişkin sorulan soruya % 2,4 oranla 10 kişi cevap vermemiştir. Geriye
kalan 412 hastadan % 7,7 oranla 32 kişi kedisini tamamen engelli/özürlü olarak
hissettiğini, % 37,1 oranla 153 kişi kendisini kısmen engelli/özürlü hissettiğini,
%55,1 oranla 227 kişi ise hiç engelli ya da özürlü hissetmediğini ifade etmiştir.
Verilere baktığımızda hastaların daha çok (%55,1) engelli ya da özürlü
hissetmediğini belirtse de yine de önemli bir kısmın (%44,8) kendisini kısmen veya
tamamen özürlü/engelli olarak hissettiğini görmekteyiz.
Parsons’un hasta rolü kavramında hastalar tekrar sağlıklı günlere dönebilmeleri
ve Goffman’ın damga kuramında damgalanmış kişilerin sosyal kimliklerini tekrar
kazanabilmeleri
için
öncelikle
içinde
bulundukları
durumu
kabullenmeleri
gerekmektedir. Hasta olduğunu kabullenmeyen birisi sağlığına kavuşmak için çaba
göstermez, bu yüzden Parsons’a göre hasta rolünü kabullenmeyen kişi sapkındır.
Yine Goffman’a göre damgalanmış kişilerin sosyal kimliklerine sahip olmaları için
öncelikle kendilerinin damgalanmış olduğunu kabul etmeleri gerekmektedir. Böylece
diğer kişilerle daha iyi bir şekilde ilişki kurarak bir telafi süreci içerisine girerler.
Yaptığımız çalışmada hastaların yaklaşık yarısının kendisini tam veya kısmen engelli
109
ya da özürlü olarak hissettiğini görmekteyiz. Bu sonuç Parsons ve Goffman’ın
kuramlarıyla paralellik göstermektedir. Ancak kendisini sürekli olarak bu şekilde
gören kişiler toplumsal rollerinden ya da toplumsal ilişkilerden tamamen çekilirse
problemlerle karşı karşıya kalırlar. Çünkü bu durumu kabul ettikten sonraki aşamada
hastalar, engele neden olan bu durumu aşmak ya da etkilerini en az duruma getirmek
zorundadırlar. Böylece ellerinden geldiğince toplumsal rollerini yerine getirmeye
başlarlar ve geliştirdikleri toplumsal ilişkiler neticesinde sosyal kimliklerini yeniden
kazanırlar.
Tablo 5.2.3. Hastaların, Diyaliz Makinesine Bağlı Oldukları İçin Kendilerini
Diğer İnsanlara Göre Nasıl Değerlendirdikleri
Kendini Nasıl Değerlendirdiği
Sayı
Yüzde
Kendimi Onlardan Eksik Görüyorum
147
34,8
Hiçbir Eksiklik Hissetmiyorum
185
43,8
Kendimi Diğer İnsanlarla Kıyaslamam
52
12,3
Fikrim Yok, Bunu Hiç Düşünmedim
38
9,0
Toplam
422
100,0
Örneklemi oluşturan HD tedavisi gören KBY hastalarına yöneltilen, diyaliz
makinesine bağlı olmalarından dolayı kendilerini diğer insanlara göre nasıl
değerlendirdiğine ilişkin soruya deneklerden %34,8 oranıyla 147 kişi kendini diğer
insanlardan eksik gördüğünü, % 43,8 oranla 185 kişi kendisinde hiçbir eksiklik
hissetmediğini, % 12,3 oranla 52 kişi kendisini diğer insanlarla kıyaslamadığını ve
%9 oranla 38 kişi bu konuda hiçbir fikri olmadığını, daha önce hiç düşünmediğini
belirtmiştir.
HD tedavisi ile yaşamlarını sürdüren kronik hastalığa sahip kişiler bir taraftan
fizyolojik rahatsızlıklar, bir taraftan psikolojik ve diğer yandan sosyal problemler
yaşamaları kendilerini algılama biçimlerini değiştirmektedir. Goffman’ın damga
kuramında damgalanan kişilerin bu durumla baş edebilmek için öncelikle
110
damgalarını kabul ettiklerini görmekteyiz. Yani herhangi bir konuda eksikliğe sahip
olan hasta bu durumuyla baş edebilmek için öncelikle bu eksikliği kabul etmelidir.
Bu kuramla bağlantılı olarak ankete katılan hastalar çoğunlukla (%43,8) eksiklik
hissetmediğini söylese de, bir kısmının (%34,8) kendisini diğer insanlardan eksik
hissettiğini görmekteyiz. Ancak bu eksik hissetme iyi anlamda olduğu kadar, hasta
psikolojisini kötü yönde etkileyerek çeşitli olumsuzluklara da neden olabilmektedir.
Eksikliği hisseden ve eksikliğini tamamlamak için mücadele eden kişilerde olumu
sonuçlar çıkabilirken, eksikliği kabul eden ancak bunu telafi etmek herhangi bir çaba
harcamayarak hayata küsen kişiler için olumsuz etkilerde bulunabileceği
söylenebilir.
Tablo 5.2.4. Hastaların, Hastalıklarını Doktorların Söylediği Tıbbi Nedenler
Dışında Hangi Nedenlere Bağladıkları
Bağladığı Nedenler
Sayı
Yüzde
Yanlış Beslenme
7
1,7
Bilgisizlik ve Cehalet
14
3,3
Allah’ın Takdiri ve İmtihanı
131
31
Ailemin İlgisizliği ve Hataları
3
0,7
Yoksulluk ve Fakirlik
8
1,9
Ülkemizdeki Yanlış Sağlık Politikası ve
İnsana Değer Verilmemesi
13
3,1
Kalıtımsal Olduğunu Düşünüyorum
29
6,9
Tamamen Kendi Hatalarımdan
Kaynaklandığını Düşünüyorum
49
11,6
Tıbbı Gerekçeler Dışında Her Hangi Bir
Nedene Bağlamıyorum
168
39,8
Toplam
422
100,0
111
Anketimize katılan HD tedavisi gören KBY hastalarının, hastalıklarını tıbbi
nedenler dışında neye dayandırdıklarına ilişkin verilere baktığımızda, %1,7 oranla 7
kişinin yanlış beslenmeye, % 3,3 oranla 14 kişinin bilgisizlik ve cehalete, % 31
oranla 131 kişinin Allah’ın takdiri ve imtihanına, %0,7 oranla 3 kişinin ailesinin
ilgisizliğine ve hatalarına, % 1,9 oranında 8 kişinin yoksulluk ve fakirliğe, % 3,1
oranla 13 kişinin ülkemizdeki yanlış sağlık politikası ve insana değer verilmemesine,
%6,9 oranla 29 kişinin kalıtımsal olduğuna, % 11,6 oranla 49 kişinin tamamen kendi
hatalarından kaynaklandığına, %39,8 oranla 168 kişinin ise tıbbi gerekçeler dışında
herhangi bir nedene bağlamadığını görmekteyiz.
Modern tıpta hastalıkların nedeni tıbbi gerekçelere dayandırılmaktadır. Bu
nedenle ankete katılan hastaların hastalıklarının nedenleri bakımından modern tıbbı
öncelikli tuttukları söylenebilir. İkinci olarak ise din kurumu ön plandadır. Çünkü
hastalar hastalıkların nedenini Allah’ın takdiri ve imtihanı şeklinde görmektedirler.
Bu durum aynı zamanda bizlere geleneksel bir yapıyı da göstermektedir. Çünkü
modern insanlardan hastalıklarını Allah’ın takdiri ve imtihanına dayandırması değil,
tıbbi gerekçelere dayandırması beklenir. Bu nedenle hastaların bir taraftan modern,
diğer taraftan ise geleneksel bir yapıda oldukları görülmektedir.
112
Tablo 5.2.5. Hastaların, Hastalıklarına Neden Olarak Kimleri ve Neleri
Sorumlu Tuttuğu
Neyi ve Kimi Sorumlu Tuttuğu
Sayı
Yüzde
Ailemi ve Yakınlarımı Sorumlu Tutuyorum
12
2,8
Kendimi Sorumlu Tutuyorum
30
7,1
Ülke Yönetimini ve Yanlış Sağlık Politikalarını Sorumlu
Tutuyorum
11
2,6
Eğitim Kurumlarını ve Öğretmenleri Sorumlu Tutuyorum
1
0,2
İş ve Mesleğimi Sorumlu Tutuyorum
2
0,5
Allah’ın Takdiri ve Kaderim Olarak Algılıyorum
109
25,8
Kimseyi Sorumlu Tutmuyorum
231
54,7
Ailemi, Yakınlarımı ve Kendimi Sorumlu Tutuyorum
1
0,2
Ailemi, Yakınlarımı Sorumlu Tutuyorum ve Aynı
Zamanda da Allah’ın Takdiri ve İmtihanı Olarak
Düşünüyorum
1
0,2
İş ve Mesleki Yaşantımla Kendimi Sorumlu Tutuyorum
1
0,2
Ülke Yönetimini ve Yanlış Sağlık Politikalarının Dışında
Allah’ın Takdiri ve İmtihanı Olarak Düşünüyorum
1
0,2
Allah’ın Takdiri ve Kaderim Dışında Hiç Kimseyi
Sorumlu Tutmuyorum
22
5,2
Toplam
422
100,0
Örnekleme alınan deneklerin hastalıklarına ilişkin olarak kimleri ve neleri
sorumlu tuttuklarına ilişkin olarak, %2,8 oranında 12 kişinin ailesini ve yakınlarını
sorumlu tuttuğunu, %7,1 oranla 30 kişinin kendisini, %2,6 oranla 11 kişinin ülke
yönetimi ve yanlış sağlık politikalarını, % 0,2 oranla 1 kişinin eğitim kurumlarını ve
öğretmenleri, %0,5 oranla 2 kişinin iş ve mesleğini sorumlu tuttuğunu, %25,8 oranla
109 kişinin hastalığını Allah’ın takdiri ve kaderi olarak algıladığını, %54,7 oranla
231 kişinin ise kimseyi sorumlu tutmadığını görmekteyiz. Yine 0,2 orana 1 kişinin
113
ailesini, yakınlarını ve kendisini, %0,2 oranla 1 kişinin iş ve mesleki yaşantısıyla
kendisini, % 0,2 oranla 1 kişinin ailesini ve yakınlarını sorumlu tutarken aynı
zamanda da Allah’ın takdiri ve kaderi olarak algıladığını, %0,2 oranla 1 kişinin ülke
yönetimi ve yanlış sağlık politikaları dışında Allah’ın takdiri ve kaderi olarak
düşündüğünü, son olarak da %5,2 oranla 22 kişinin Allah’ın takdiri ve kaderi dışında
hiç kimseyi sorumlu tutmadığını görmekteyiz.
Genel olarak baktığımızda hastalar ilk olarak hastalıklarına ilişkin kimseyi
sorumlu tutmazken, ikinci olarak hastalıklarını daha çok Allah’ın takdiri ve kaderi
olarak görmektedirler. Bu sonuç bizlere din kurumunun sağlık ve hastalıkla ilgili
algılamalarda etkin bir yapıda olduğunu göstermektedir. Hastaların hastalıklarını
kaderleri olarak görmesi, onların manevi olarak rahatlamasına neden olmakta ve
hastalığa karşı direncini arttırmaktadır. Din kurumunun bu şekilde kullanımı
hastalığa karşı pozitif bir etki yapmaktadır. Ancak yanlış algılanan kader inancı,
tedavi konusunda negatif etkiye neden olabilmektedir.
Tablo 5.2.6. Hastaların Hastalıkları ile İlgili Yeterli Bilgi ve Bilince Sahip Olma
Durumları
Bilgi ve Bilinç Durumu
Sayı
Yüzde
Pek Bilgili Değilim Ne Denilirse
Yapıyorum
106
25,1
Bilinçli ve Bilgili Olduğumu
Düşünüyorum
285
67,5
Bu Konuda Eğitilmem ve
Bilinçlendirilmem Gerektiğini
Düşünüyorum
20
4,7
Hastaların Bilgili Olması Gerekmez,
Tedavi Merkezleri Gerekeni Yapar
11
2,6
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin hastalıklarıyla ilgili yeterli bilgi ve bilince sahip
olmalarına ilişkin verilere göre, % 25,1 oranla 106 kişi pek bilgili olmadığını, ne
114
denilirse yaptığını, % 67,5 oranla 285 kişi bilinçli ve bilgili olduğunu, % 4,7 oranla
20 kişi bu konuda eğitilmeleri gerektiğini, % 2,6 oranla 11 kişi de hastaların bilgili
ve bilinçli olmasının gerekmediğini, tedavi merkezlerinin gerekeni yapacağını ifade
etmiştir.
Verilere göre hastalıkla ilgili bilgili ve bilinçli olma durumuna ilişkin en
yüksek oran olan %67,5’lik kısım yeterince bilgili olduğunu düşünmekteyken, ikinci
sırada gelen %25,1’lik kısım pek bilgili olmadığını, ne denilirse yaptığını ifade
etmektedir.
Günümüzde geçmişe oranla tıptaki gelişmelerin artması, bilgilerin artması ve
yaygınlaşması hekimlerin tıp alanındaki hâkimiyetlerini azaltmıştır (Cirhinlioğlu,
2001).
Geçmişte sağlık ve hastalık konusunda bilgiye sahip olan tek kişi
doktorlarken, günümüzde hastalar da hastalıkları ile bilgileri edinebilmekte ve
doktorun bu konudaki otoritesine karşı çıkabilmektedir. Yapığımız çalışmada da bu
durumu destekleyen bir sonuç görmekteyiz. Ankete katılan hastaların % 67,5’lik
kısmı hastalıkları ile ilgili yeterince bilgiye sahip olduklarını belirtmektedirler. Bu tür
hastaların doktorlarıyla karşılıklı bir ilişki içinde olduğu düşünülebilir. Ancak
hastalığı ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmayan, ne denilirse yapan % 25,1’lik
kısımdaki hastalar kendilerini tamamen hekimin otoritesine bırakmışlardır ve bu tür
hastaların hekimle ilişkisi doktorun daha aktif pozisyonda olduğu paternal ilişki
türüdür. Hasta hekim ilişkilerine dair yapılan diğer araştırmalarda yaygın olarak
paternal ilişki gözlenmesine rağmen yaptığımız çalışmada söz konusu hastalar kronik
hastalığa sahip olduğundan ve doktorlarıyla çok daha fazla ilişki kurmak zorunda
olduklarından karşılıklı ilişki türü daha yaygın olarak görülebilmektedir. Hastaların
hastalıklarıyla ilgili yeterli bilince sahip olması oldukça olumlu bir sonuçtur.
115
Tablo 5.2.7. Hastaların Hastalıkla Birlikte Mutlu Yaşamak Mümkün mü
Sorusuna Verdiği Cevaplar
Cevaplar
Sayı
Yüzde
Evet
275
65,2
Hayır
50
11,8
Kısmen
70
16,6
Fikrim yok
27
6,4
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan deneklere yöneltilen hastalığı kabullenip tedaviye bilinçli
bir şekilde uyum sağlayarak, hastalıkla birlikte elden geldiğince mutlu yaşamak
mümkün mü sorusuna % 65,2 oranla 275 kişi mümkün, % 11,8 oranla 50 kişi
mümkün değil, % 16,6 oranla 70 kişi kısmen mümkün olduğu şeklinde cevap
verirken, % 6,4 oranla 27 kişi ise bu konuda fikri olmadığını söylemiştir.
Verilere göre hastalıkla birlikte mutlu bir şekilde yaşanabileceğini söyleyenler
çoğunluktadır (%65,2), ancak kısmen mutlu bir şekilde yaşanabileceğini söyleyenler
% 16,6 oranla ikinci sıradadır. Üçüncü sırada ise %11,8 oranla hiçbir şekilde mutlu
olarak yaşanamayacağını söyleyenler bulunmaktadır.
Parsons’un hasta rolü kavramında hastaların, hastalıklarına bağlı olarak bazı
rolleri yerine getirmesi gerekmektedir. Ona göre kendisinden beklenen rolleri yerine
getirmeyenler sapkın olarak nitelendirilmektedirler. Hasta rollerinden birisi, hastanın
kendisini hasta olarak nitelendirmesi ve doktorla işbirliği yaparak tedavi olmasıdır.
Bu şekilde davranan hasta eski sağlıklı günlerine dönebilecektir. Goffman’ın damga
kuramında da damgalanmış kişinin öncelikle damgasını kabullenmesi gerekmektedir.
Anketten edinilen bilgiye göre hastaların çoğunun (%65,2) hastalıkla birlikte mutlu
bir şekilde yaşamanın mümkün olduğunu belirttiğini görmekteyiz. Bu sonuç
hastaların çoğunun hastalıklarını kabullendiğinin göstergesi niteliğindedir ve bu
anlamda Parsons ve Goffman’ın kuramları ile de paralellik arz etmektedir.
116
Tablo 5.2.8. Hastalıkla Birlikte Mutlu Bir Şekilde Yaşamak Mümkün Diyen
Hastalarda, Bu Mutluluğu Sağlayan En Önemli Etkenler
Mutluluğu Sağlayan Etkenler
Sayı
Yüzde
Bilgili ve Eğitim Düzeyinin Yüksek
Olması
19
4,5
Dini İnancının Güçlü Olması
142
33,6
Ekonomik Durumunun İyi Olması
8
1,9
Ailesinin İlgi ve Desteğini Almış Olması
166
39,3
İyi Bir Uzman Psikolog ya da
Danışmandan Destek Alması
4
0,9
Başka
6
1,5
Mümkün Olmadığını Söyleyenler ve Bu
Konuda Fikri Olmayanlar
77
18,1
Toplam
422
100,0
Tablo 5.2.7’de de görüleceği üzere örneklemimize katılan deneklerin 50’si
hastalığı kabullenip tedaviye bilinçli bir şekilde uyum sağlayıp, hastalıkla birlikte
elden geldiğince mutlu yaşamanın mümkün olmadığını, 27 kişi ise bu konuda fikri
olmadığını söylemiştir. Hastalığı kabullenip tedaviye bilinçli bir şekilde uyum
sağlayıp hastalıkla birlikte elden geldiğince mutlu yaşamak mümkündür diyenler,
bunu sağlayacak etkenlere ilişkin görüşlerini bildirmişlerdir. Buna göre % 4,5 oranla
19 kişi hastanın bilgili ve eğitim düzeyinin yüksek olmasıyla, % 33,6 oranla 142 kişi
dini inancının güçlü olmasıyla, % 1,9 oranla 8 kişi ekonomik durumunun iyi
olmasıyla, % 39,3 oranla 166 kişi ailesinin ilgi ve desteğini almış olmasıyla, % 0,9
oranla 4 kişi iyi bir uzman psikolog ya da danışmandan destek almasıyla, % 1,5
oranla 8 kişi ise bunlardan başka sebeplere dayalı olarak hastalıkla birlikte mutlu bir
şekilde yaşamanın mümkün olabileceğini belirtmişlerdir.
Verilere göre hastaların, hastalıkla birlikte mutlu bir şekilde yaşaması için en
önemli koşul ailesinin ilgi ve desteğini almış olmasıdır. İkinci sırada dini inancının
117
güçlü olması, üçüncü sırada ise bilgili ve eğitim düzeyinin yüksek olması
gelmektedir.
Görüldüğü üzere kişinin mutluluğunu sağlayan etkenler aileleri ve dini
inançlarının güçlü olmasıdır. Bu sonuç bizlere toplumumuzda geleneksel yapının
etkinliğini göstermektedir. Çünkü aile ve din kurumları geleneksel toplum
yapılarında büyük önem taşırlar. Modernleşme yolunda bir ülke de olsak da
insanların sağlık ve hastalığa karşı bakış açısından, ailenin ve dinin gücü etkisini
korumaya devam ettiği görülmektedir.
Kronik hastalığa sahip hastalar çevresindeki insanlara ve özellikle ailelerine
muhtaçtırlar. Bu anlamda ailelerin hastalara karşı ilgili ve duyarlı olması, hastaların
hastalık süreçlerini daha rahat geçirmelerine neden olacaktır. Hastaların rahat ve
huzurlu olmaları ise onları daha mutlu bir hale getirecektir. Bu nedenle anketten
çıkarılan sonuç hastalar açısından oldukça olumludur.
Tablo 5.2.9. Hastaların Tedavi Sürecinden Vazgeçmeyi Düşünüp/Düşünmediği
Durumu
Düşünme Durumları
Sayı
Yüzde
Zaman Zaman Düşündüğüm Oluyor
24
5,7
Hayır, Hiç Düşünmedim
398
94,3
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD tedavisi alan KBY hastalarının tedavi sürecinden
vazgeçmeyi düşünüp düşünmediğine ilişkin soruya % 5,7 oranla 24 kişi zaman
zaman düşündüğü, % 94,3 oranla 398 kişi ise hiç düşünmediği şeklinde cevap
vermiştir. Buna göre hastaların çoğu (%94,3) tedavi sürecinden vazgeçmeyi
düşünmemektedir.
Parsons’ın hasta rolü kavramına göre hastanın toplumsal işlevlerini sağlıklı
günlerindeki gibi devam ettirebilmesi için öncelikle hastalığını kabullenmesi ve
tedavi olması gerekmektedir. Yaptığımız çalışmada da hastaların büyük bir oranla
118
(%94,3) tedavi sürecinden vazgeçmeyi hiç düşünmediğini belirttiğini görmekteyiz.
Bu şekildeki davranış biçimi hastanın, hasta rolünü kabullendiğini göstermektedir.
Bu bakımdan Parsons’ın hasta rolü kavramı ve çalışmamızın bu sonucu arasında
paralellik bulunmaktadır.
Tablo 5.2.10. Hastaların Tıp Dışı Tedavi Yöntemlerine Başvurma Durumu
Başvurma Durumu
Sayı
Yüzde
Evet
60
14,2
Hayır
361
85,5
Cevapsız
1
0,2
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD hastalarının tıp dışı tedavi yöntemlerine
başvurmalarına ilişkin verilere göre %0,2 oranla 1 kişinin bu soruya cevap
vermediğini görmekteyiz. Bunun dışında % 14,2 oranla 60 kişi tıp dışı tedavi
yöntemlerine başvurduğunu, % 85,5 oranla 361 kişi ise başvurmadığını ifade
etmiştir.
Modern tıbbın tam olarak çare bulamadığı kronik hastalığa sahip kişiler
alternatif tıbba başvurabilmektedir. Alternatif tıbba başvurma ile eğitim, hastalığın
türü, dini inanış, sosyokültürel yapı gibi değişkenler arasında bağlantı bulunmaktadır.
Modern tıbbı benimseyenlerin alternatif tıbba başvurmaları söz konusu değildir. Bu
bakımdan alternatif tıbba başvurma aynı zamanda modern tıbba meydan okuma
anlamına gelmektedir ve bu anlamda postmoderndir. Yapılan çalışmadan elde edilen
verilere
göre
hastaların
çoğu
(%85,5)
alternatif
tıp
yöntemlerine
başvurmamaktadırlar. Bu sebeple çalışmaya katılanların daha çok modern tıbba
teslim olduklarını söyleyebiliriz.
119
Tablo 5.2.11. Hastaların Başvurdukları Tıp Dışı Tedavi Yöntemleri
Başvurulan Yöntemler
Sayı
Yüzde
Şifalı Su ve Bitkiler Kullanıyorum
38
63,3
Hoca, Şifacı Gibi Kişilere Başvuruyorum
ve Onlardan Destek Alıyorum
2
3,3
Diğerleri
1
1,7
Şifalı Su ve Bitkilerle Muska vb. Araçlar
Kullanıyorum
1
1,7
Şifalı Su ile Bitkiler Kullanıyorum ve Hoca,
Şifacı Gibi Kişilere Başvuruyorum
2
3,3
Muska vb. Araçlara ve Hoca, Şifacı Gibi
Kişilere Başvuruyorum
7
11,7
Şifalı Su ve Bitkiler Kullanıyorum, Muska
vb. Araçlara ile Hoca, Şifacı Gibi Kişilere
Başvuruyorum
9
15,0
Toplam
60
100,0
Ankete katılan deneklerden toplam 60 kişi tıp dışı tedavi tekniklerine
başvurduklarını ifade etmişlerdir. Tıp dışı tedavi tekniklerine başvuran hastalara
ikinci olarak hangi yöntemleri tercih ettikleri sorulmuştur. Hastalara bu sorular için
birden fazla seçeneği tercih edebilecekleri bildirilmiştir. Alınan verilere göre
deneklerden % 63,3 oranıyla 38 kişi şifalı su ve bitkileri kullandığını, % 3,3 oranla 2
kişi hoca, şifacı gibi kişilere başvurarak onlardan destek aldığını, % 1,7 oranla 1 kişi
seçeneklerin dışında tıp dışı tedavi yöntemlerine başvurduğunu, % 1,7 oranla 1 kişi
şifalı su ve bitkilerin yanında muska vb. araçlar kullandığını, % 3,3 oranla 2 kişi
şifalı su ve bitkilerle hoca, şifacı gibi kimselere başvurduğunu, % 11,7 oranla 7 kişi
muska vb araçlarla birlikte hoca ve şifacı gibi kimselere başvurduğunu, % 15 oranla
9 kişi ise şifalı su ve bitkiler kullandığını, aynı zamanda da muska vb. araçlarla hoca
ve şifacı gibi kişilere başvurduğunu söylemiştir.
120
Verilere göre tıp dışı tedavi yöntemlerine başvuran hastalar çoğunlukla
(%63,3) şifalı su ve bitkileri tercih etmektedirler. İkinci sırada ise % 15 oranla şifalı
su ve bitkilerin yanında muska ve benzeri araçlar kullandığını ve hoca ve şifacı
kişilere başvurduğunu belirtenler bulunmaktadır. Üçüncü sırada ise % 11,7 oranla
muska vb. araçlar kullananlarla hoca ve şifacılara başvuranlar bulunmaktadır.
Hastaların alternatif tıpta tercih ettikleri yöntem ile sosyokültürel yapı, eğitim,
coğrafi faktörler gibi pek çok etken arasında ilişki bulunmaktadır. Bu bağlamda
medya ile alternatif tıp yöntemlerine başvurma hakkında bağlantı kurmak yanlış
olmayacaktır. Medya aracılığıyla yapılan pek çok şifalı su ve bitki reklamı, hastaların
bu yönde tercih yapmalarına neden olmaktadır. Yine hastaların hoca, şifacı gibi
kişilere düşük oranla başvurmaları, modern tıbbı öncelemeleriyle açıklanabilir.
5.3. SOSYAL DESTEK VE BEKLENTİ
Tablo 5.3.1. Hastanın Evdeki Bakımını Üstlenen Kişiler
Bakımı Üstlenen Kişi
Sayı
Yüzde
Özel Bir Bakım ve Desteğe
İhtiyaç Duymayan
151
35,8
Anne/ Baba
28
6,6
Eş
158
37,4
Çocuklar
54
12,8
Gelin/Damat
24
5,7
Diğerleri
7
1,7
Toplam
422
100,0
Ankete katılan hastaların evdeki bakımını kimin üstlendiğine dair verilere göre,
% 35,8 oranıyla 151 kişi özel bir bakım ve desteğe ihtiyaç duymadığını ifade
etmekte, %6,6 oranla 28 kişi anne/babasının, % 37,4 oranla 158 kişi eşinin, % 12,8
oranla 54 kişi çocuklarının, % 5,7 oranla 24 kişi gelin/damadının, % 1,7 oranla 7 kişi
ise bunların dışında başka kişilerin evdeki kişisel bakımlarını üstlendiğini
121
belirtmiştir. Diğerleri kısmında yer alan 7 kişilerden 4’ü ücretli özel bakıcı, 1’i torun,
2’si kardeşleri tarafından bakıldığını ifade etmiştir.
Bu verilere göre hastaların evde bakımını en çok üstlenen kişi %37,4 oranıyla
eşleridir. %35,8’i özel bakım ve desteğe ihtiyaç duymazken, ikinci sırada hastaların
evde bakımlarını üstlenen kişiler %12,8’lik oranla çocuklarıdır.
K. Akça ve Doğan’ın 2007 yılında hemodiyaliz hastaları üzerinde yaptıkları
araştırmada hastaların gündelik işlerde en büyük destekçisi %58,1 oranında eşleri ve
çocukları olarak tespit edilmiştir. Anne ve babalarından destek alanların oranı %32,3,
arkadaşlarından ve komşularından destek alanların oranı % 9,7, evde kendi
ihtiyaçlarını karşılayanların oranı ise % 54,9’dur (K. Akça ve Doğan, 2011: 18-19).
Yaptığımız çalışmada ise evde özel bir bakıma ihtiyacı olanların oranı daha yüksek
çıkmıştır, ancak bakımın daha çok eş ve çocuklar tarafından sağlanması bakımından
iki çalışma arasında paralellik bulunmaktadır.
Verilere baktığımızda, hastaların evdeki bakımının sağlanması rolünü daha çok
ailenin üstlendiğini görmekteyiz. Bu noktada en çok bakım sağlayan kişi eş, daha
sonra çocuklar ve gelin/damattır. Bu veri bizlere ailenin hasta bakımındaki rolünün
güçlü olduğunu göstermektedir. Örneğin daha bireyselleşmiş bir toplumda, hasta
bakımını üstlenen kişi daha çok ücretli
özel bakıcılar olabilmekteyken,
araştırmamızda ücretli özel bakıcının bakım sağladığı hasta sayısı sadece 4’tür.
Sonuç olarak araştırmamızda hasta bakımında ailenin etkin rolü olduğunu
görmekteyiz. Yine gelinin ve damadın hastalın bakıcılığını üstlenmesi, geleneksel
aile yapısının varlığını koruduğunu göstermektedir.
122
Tablo 5.3.2. Hastanın Hastalığından Olumsuz Yönde Etkilenen Kişiler
Hastalıktan Olumsuz
Etkilenen Kişi
Sayı
Yüzde
Eş
131
31
Anne
29
6,9
Kardeşler
10
2,4
Çocuklar
134
31,8
Torunlar
46
10,9
Diğerleri
10
2,4
Hiç kimse
62
14,7
Toplam
422
100,0
Örneklem grubuna dâhil olan deneklerden alınan, kendileri dışında
hastalıklarından olumsuz anlamda en çok kimin etkilendiğine ilişkin verilere göre,
%31 oranıyla 131 kişi eşinin, %6,9 oranıyla 29 kişi annesinin, %2,4 oranıyla 10 kişi
kardeşlerinin, %31,8 oranıyla 134 kişi çocuklarının, %10,9 oranıyla 46 kişi
torunlarının, %2,4 oranla 10 kişi ise bunların dışındaki kişilerin hastalığından dolayı
olumsuz anlamda etkilendiğini belirtmiştir. Diğerleri kısmında bulunanlardan %1,2
oranla 5 kişi babasının,%0,5 oranıyla 2 kişi dostlarının,%0,7 oranıyla 3 kişi
gelin/damadının hastalığından etkilendiğini belirtmişlerdir.
Deneklerden %14,7 oranıyla 62 kişi ise hastalıklarından dolayı hiç kimsenin
olumsuz anlamda etkilenmediğini ifade etmiştir.
Verilere göre hastalıktan olumsuz yönde etkilenen grup ilk olarak hastanın
çocuklarıdır, ikinci sırada ise neredeyse çocuklara eşit düzeyde etkilenen eşleri
gelmektedir. Üçüncü sırada ise hastalar kendileri dışında olumsuz anlamda hiç
kimsenin etkilenmediğini söylemişlerdir. Bu sonuca göre hastalığın en çok kişinin
ailesini etkilediğini söyleyebiliriz. Hastalıktan etkilenen kimsenin olmaması da
bireyselliğin daha yaygın olduğu aile biçimlerinde görülmektedir. Hastaların
123
hastalığından etkilenen kişilerin yüksek oranda aileleri olması, geleneksel yapının bir
göstergesidir.
Tablo 5.3.3. Hastaların, İnsanların Kendilerine İlgili ve Duyarlı Davranması
Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
34
8,1
8,5
Kısmen Katılıyorum
84
19,9
21,0
Tamamen Katılıyorum
282
66,8
70,5
Toplam
400
94,8
100,0
Cevapsız
22
5,2
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin hastalıklarını bilen insanlar tarafından ilgili ve
duyarlı davranılma durumlarına ilişkin soruya %5,2 oranla 22 kişi cevap
vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında, deneklerden %8,5 oranla 34 kişi kendilerine
duyarlı davranılmadığını, % 21 oranla 84 kişi kendilerine kısmen ilgili ve duyarlı
davranıldığını, % 70,5 oranla 282 kişi ise duyarlı davranıldığını belirtmiştir.
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmış kişiler toplumun ön yargılı
davranışlarına maruz kalmakta ve toplum tarafından dışlanmaktadır. Bu kuramda
toplum tarafından damgalanan kişiye ilgili ve duyarlı davranılması söz konusu
değildir. Genel olarak ilgi ve duyarlılık görmeyen bu kişiler aileleri ya da kendisine
benzeyen damgalanmış kişilerle iletişim kurarlar ve yeniden toplumsal kimliklerini
kazanırlar. Yaptığımız çalışmada da hastaların çoğu (%70,5) çevresindeki insanların
kendisine ilgili ve duyarlı davrandığını belirtse de bir kısmı buna katılmamaktadır.
Bu nedenle kendilerine ilgili ve duyarlı davranılmadığını belirten hastaların, toplum
tarafından damgalandığını söyleyebiliriz.
124
Tablo 5.3.4. Hastaların, İnsanlar Bizi Dışlıyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
331
78,4
87,8
Kısmen Katılıyorum
31
7,3
8,2
Tamamen Katılıyorum
15
3,6
4,0
Toplam
377
89,3
100,0
Cevapsız
45
10,7
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan hastalara sorulan, insanların kendilerini dışlayıp
dışlamadıklarına ilişkin soruya %10,7 oranla 45 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer
çıkartıldığında %87,8 oranla 331 kişi insanların kendilerini hastalıklarından dolayı
hiç dışlamadığını, % 8,2 oranla 31 kişi kısmen dışlandığını, % 4 oranla 15 kişi ise
tamamen dışlandığını belirtmiştir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Goffman’ın damga kuramında damgalanan
kişiler toplum tarafından dışlanmaktadır. Yaptığımız araştırmada hastaların çoğu
toplum tarafından dışlanmadığını dile getirse de bir kısmı (%12,2) dışlandığını ifade
etmiştir. Çevresindeki insanlar tarafından dışlandığını dile getiren hastaların, toplum
tarafından damgalandığını söyleyebiliriz. Ancak bu noktada kültürel yapı da oldukça
önemlidir. Özellikle geleneksel yapı içerisinde dinin önemli bir kurum olması,
hastaların dışlanmasına engel olmaktadır.
125
Tablo 5.3.5. Hastaların, İnsanlar Bizden Kaçıyorlar Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
334
79,1
89,3
Kısmen Katılıyorum
30
7,1
8,0
Tamamen Katılıyorum
10
2,4
2,7
Toplam
374
88,6
100,0
Cevapsız
48
11,4
Toplam
422
100,0
Anketimize katılan HD tedavisi gören KBY hastalarına yöneltilen insanların
kendilerinden kaçma durumlarına ilişkin olarak sorulan soruya %11,4 oranıyla 48
kişi cevap vermemiştir. Kayıp değerin analiz dışına çıkarılmasıyla, % 89,3 oranla
334 kişi bu düşünceye hiç katılmadığını, %8 oranla 30 kişi kısmen katıldığını, %2,7
oranla 10 kişi ise tamamen katıldığını ifade etmiştir.
Goffman’ın damga kuramında toplumu oluşturan insanlar damgalanmış
kişiyle önyargıları nedeniyle ilişki kurmaktan kaçmaktadır. Yaptığımız çalışmada
hastaların büyük kısmı çevresindeki insanların kendilerinden kaçmadığını ifade
etmiştir. Ancak hastaların bir kısmı çevresindeki kişilerin kendisinden kaçtığını
söylemektedirler ki bu hastaların toplum tarafından damgalandıkları söylenebilir.
İnsanların büyük oranda hastalardan kaçmaması ise duyarlılığın bir göstergesi
niteliğindedir.
126
Tablo 5.3.6. Hastaların İnsanlar Bizden Utanmaktadırlar Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
340
80,6
91,4
Kısmen Katılıyorum
24
5,7
6,5
Tamamen Katılıyorum
8
1,9
2,2
Toplam
372
88,2
100,0
Cevapsız
50
11,8
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan hastalara yöneltilen, insanlar bizden utanmaktadır
düşüncesine ilişkin soruya %11,8 oranla 50 kişi cevap vermemiştir. Cevapsız veriler
analiz dışına çıkarıldığında %9,4 oranla 340 kişi insanların kendisinden utanma
durumlarına hiç katılmadığını, % 6,5 oranla 24 kişi kısmen katıldığını, % 2,2 oranla
8 kişi ise tamamen katıldığını ifade etmiştir.
HD tedavisi gören hastalar genellikle, sağlıklı insanlar kadar toplumsal rol ve
görevlerini yerine getirememekte ve zaman zaman toplum tarafından eksik
görülebilmektedirler. Bu gibi durumlar ise diğer insanların hastalardan utanmalarına
neden olabilmektedir. Anket sonucunda genel olarak çevredeki insanların hastalardan
utanmadığı sonucu çıkmıştır. Bu durum, hastaların olduğu gibi kabul edildiğini ve
duyarlılık gösterildiğini göstermektedir.
127
Tablo 5.3.7. Hastaların İnsanlar Bizlere Mecburen Katlanıyorlar Düşüncesine
Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
317
75,1
84,8
Kısmen Katılıyorum
44
10,4
11,8
Tamamen Katılıyorum
13
3,1
3,5
Toplam
374
88,6
100,0
Cevapsız
48
11,4
Toplam
422
100,0
Örneklemimize
katılan
deneklerin
insanların
kendilerine
mecburen
katlandıklarına dair sorulan soruya, % 11,4 oranıyla 48 kişi cevap vermemiştir.
Geriye kalan 374 kişiden, % 84,8 oranla 317 kişi bu düşünceye hiç katılmadığını,
%11,8 oranla 44 kişi kısmen katıldığını, % 3,5 oranla 13 kişi ise tamamen katıldığını
söylemiştir.
Kronik hastalığa sahip bireylerin çeşitli toplumsal rolleri gerçekleştiremediği
ve bu rollerin başkaları tarafından telafi edildiği bilinmektedir. Bu nedenle hastanın
çevresindeki insanlar kimi zaman hastalara mecburen katlandıkları imajını
verebilirler. Verilere baktığımızda hastaların büyük kısmı (%84,8) çevresindeki
insanların kendilerine mecburen katlandıkları hissini oluşturmadığını belirtmiştir. Bu
sebeple insanların çoğunlukla hastalara karşı duyarlı davranış sergilediklerini
söyleyebiliriz.
Hastalara
gösterilen
bu
kaynaklanmaktadır.
128
davranış
kültürel
yapıdan
da
Tablo 5.3.8. Hastaların İnsanlar Bizlere Acıyarak Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
306
72,5
82,7
Kısmen Katılıyorum
54
12,8
14,6
Tamamen Katılıyorum
10
2,4
2,7
Toplam
370
87,7
100,0
Cevapsız
52
12,3
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan hastalara sorulan, insanların kendilerine acıyarak
bakma düşüncelerine ilişkin soruya % 12,3 oranla 52 kişi cevap vermemiştir. Geriye
kalan 370 kişiden % 82,7 oranla 306 kişi bu düşünceye hiç katılmadığını, % 14,6
oranla 54 kişi kısmen katıldığını, % 2,7 oranla 10 kişinin ise tamamen katıldığını
ifade etmişlerdir.
Anketten elde edilen sonuca göre hastaların çoğu çevresindeki insanların
kendilerine acıyarak bakmadıklarını ifade etmişlerdir. Ancak yaptığım gözlemler
sonucunda insanların genel olarak bu hastalara acıyarak baktıklarını ama bu hislerini
genellikle hastalardan gizlediklerini söyleyebilirim.
Kronik hastalığa sahip bireyler kimi toplumsal rollerini tam olarak yerine
getiremeyebilirler. Kendisinden beklenen bu rolleri yerine getiremediklerinden diğer
insanlar tarafından eksik olarak görülebilirler. Bunun neticesinde de çevresindeki
insanlar bu kişilere acıyarak bakabilirler. Ancak yapılan ankete göre hastaların çoğu
kendisine acıyarak bakılmadığını bildirmiştir. Hastalara acınarak bakılmaması,
onların ruh sağlığını da önemli ölçüde etkilemektedir. Çünkü acıyarak bakılan kişiler
kendilerini daha fazla hasta olarak hissedecekler ve ruhsal bir çöküntü haline
gireceklerdir.
129
Tablo 5.3.9. Hastaların, İnsanlar Bize Yakında Ölecek Gözüyle Bakıyorlar
Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
327
77,5
89,1
Kısmen Katılıyorum
26
6,2
7,1
Tamamen Katılıyorum
14
3,3
3,8
Toplam
367
87,0
100,0
Cevapsız
55
13,0
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD tedavisi gören hastalara yöneltilen, insanların kendilerine
yakında ölecek gözüyle bakmaları yönündeki soruya % 13 oranıyla 55 kişi cevap
vermemiştir. Kayıp değer çıkartıldığında, % 89,1 oranıyla 327 kişinin bu duruma hiç
katılmadığını, % 7,1 oranla 26 kişinin kısmen katıldığını, % 3,8 oranla 14 kişinin ise
tamamen katıldığını görmekteyiz.
Ülkemizde organ bağışında bulunma oranı düşük olduğundan hastalar, sürekli
olarak tedavi görmek zorundadırlar. Kronik hastalığın sürekli olarak devam etmesi
çevresindeki kişilerde hastanın öleceği yönünde beklenti geliştirmelerine neden
olabilmektedir. Çünkü bu hastalar diğer hastalar gibi bir süre tedavi görüp daha sonra
iyileşmezler. Anket sonucuna baktığımızda hastaların çoğu çevresindeki insanların
kendisine yakında ölecek gözüyle bakmadığını söylemiştir. Bu durum hastalar
açısından oldukça olumludur. Hastalara bu gözle bakılması, çevredeki insanların
acıyarak bakmalarında olduğu gibi, onların ruh sağlıklarını kötü etkileyebilmekte ve
tedavi süreçlerini kötü yönde etkileyebilmektedir.
130
Tablo 5.3.10. Hastaların İnsanlar Bizi Yük Olarak Görüyorlar Düşüncesine
Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
333
78,9
90,5
Kısmen Katılıyorum
24
5,7
6,5
Tamamen Katılıyorum
11
2,6
3,0
Toplam
368
87,2
100,0
Cevapsız
54
12,8
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklere yöneltilen, insanların kendilerini yük olarak
görüp görmemelerine ilişkin soruya % 12,8 oranla 54 kişi cevap vermemiştir. Geriye
kalan 368 kişiden % 90,5 oranında 333 kişi insanların böyle bir düşünce içinde
olduklarına hiç katılmadıklarını, % 6,5 oranında 24 kişi kısmen katıldıklarını, %3
oranla 11 kişi ise tamamen katıldıklarını ifade etmişlerdir
Hemodiyaliz tedavisi gören hastalar daha önce de ifade edildiği gibi toplumsal
rollerini tam anlamıyla yerine getirememektedirler. Örneğin mesleki ve işle ilgili
rollerini tam anlamıyla yerine getiremeyenler malulen emekli olabilmekte, emekli
olmayanların ise çalışma şartlarında değişiklikler yapılmaktadır. Bu durum sadece
HD tedavisi gören hastalarla sınırlandırılamaz, kronik hastalığa sahip olan tüm
hastalar toplumsal rollerini yerine getirmekte problem yaşarlar ve bu roller
başkalarına yüklenebilir. Bunun neticesinde de hastanın dışındaki insanlar hastayı
yük olarak görebilirler. Ancak yaptığımız çalışmada hastaların çoğu çevresindeki
insanların kendisini yük olarak görmediğini belirtmiştir. Bu sonuç aynı zamanda
insanların hastalara karşı duyarlı davrandıklarının bir göstergesidir.
131
Tablo 5.3.11. Hastaların İnsanlar Bizi İşe Yaramaz ve Değersiz Olarak
Görüyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
324
76,8
88,5
Kısmen Katılıyorum
30
7,1
8,2
Tamamen Katılıyorum
12
2,8
3,3
Toplam
366
86,7
100,0
Cevapsız
56
13,3
Toplam
422
100,0
Ankete katılan hastaların, insanların kendilerini işe yaramaz ve değersiz olarak
görüp görmediklerine ilişkin soruya % 13,3 oranla 56 kişi cevap vermemiştir. Kayıp
değer çıkartıldığında, % 88,5 oranla 324 kişi buna hiç katılmadığını, % 8,2 oranla 30
kişi kısmen katıldığını, % 3,3 oranla 12 kişi ise tamamen katıldığını belirtmiştir.
Tabloya genel olarak bakıldığında örneklemimizi oluşturan HD tedavisi gören
hastaların çoğunun (%88,5) insanların kendilerini işe yaramaz ve değersiz olarak
gördükleri düşüncesine katılmadıklarını görmekteyiz.
Hemodiyaliz tedavisi gören KBY hastaları yaşadıkları fiziksel, psikolojik ve
sosyal problemlerden dolayı kendilerinden beklenen rolleri tam olarak yerine
getiremeyebilirler. Bu nedenle de çevredeki kişiler tarafından işe yaramaz ve
değersiz olarak görülebilirler. Bu durum Goffman’ın damgalama kuramında da
bulunmaktadır. Damgalanmış kişiler, toplum tarafından değersiz olarak kabul
edilebilirler. Toplum tarafından işe yaramaz ve değersiz olarak görülme, kişileri
sosyal ve psikolojik olarak kötü yönde etkilemektedir. Ancak yaptığımız çalışmada
hastaların çoğunun çevresindeki kişiler tarafından işe yaramaz ve değersiz olarak
nitelendirilmediklerini görmekteyiz. Bu sonuç geleneksel bir toplum yapısında
olduğumuzu da göstermektedir.
132
Tablo 5.3.12. Hastaların, İnsanlar Üreden Meydana Gelen Koku Nedeniyle
Bizden Uzaklaşıyorlar Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
239
56,7
65,1
Kısmen Katılıyorum
106
25,1
28,9
Tamamen Katılıyorum
22
5,2
6,0
Toplam
367
87,0
100,0
Cevapsız
55
13,0
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin, insanların üreden meydana gelen koku nedeniyle
kendilerinden uzaklaşıp uzaklaşmadıklarına dair olarak sorulan soruya, %13 oranıyla
55 kişi cevapsız vermemiştir. Geriye kalan 367 kişiden % 65,1 oranıyla 239 kişi bu
düşünceye hiç katılmadığını, % 28,9 oranıyla 106 kişi kısmen katıldığını, % 6 oranla
22 kişi tamamen katıldığını belirtmiştir.
Hemodiyaliz tedavisi gören KBY hastalarında üreden kaynaklanan bir koku
görülmektedir. Bu koku diğer insanları rahatsız edebilmekte ve hasta ile ilişkilerinde
azalmaya neden olabilmektedir. Ankete katılan hastaların yarıdan fazlası (%65,1)
çevresindeki insanların üreden meydana gelen kokudan dolayı insanların
kendilerinden uzaklaşmadıklarını söylese de diğer hastalar böyle bir durumla
karşılaştıklarını ifade etmektedirler. Damga kuramında, damganın görünür olması,
damgalanmış kişilerin toplumsal ilişkilerini etkilemektedir. Hastalıktan kaynaklanan
üre kokusu da bir bakıma damganın görünür olmasıdır. Çünkü koku sayesinde
toplum hastayı kolayca fark edebilecek ve hastalar dışlanmaya maruz kalacaklardır.
Bu anlamda anketten alınan bu veri ile damga teorisi arasında bağlantı kurulabilir.
133
Tablo 5.3.13. Hastaların İnsanların Kendilerine Bulaşıcı Bir Hastalığa
Sahiplermiş Gibi Çekinceli Yaklaştıklarına Dair Düşünceye Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
189
44,8
51,5
Kısmen Katılıyorum
105
24,9
28,6
Tamamen Katılıyorum
73
17,3
19,9
Toplam
367
87,0
100,0
Cevapsız
55
13,0
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD tedavisi alan KBY hastalarının, insanların
kendilerine bulaşıcı hastalık sahiplermiş gibi çekinceli davranmalarına ilişkin olarak
sorulan soruya, %13 oranla 55 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında,
%51,5 oranla 189 kişi bu düşünceye hiç katılmadığını, % 28,6 oranla 105 kişi kısmen
katıldığını, %19,9 oranla 73 kişi ise tamamen katıldığını söylemektedir.
Anket sonucunda hastaların yaklaşık yarısı çevresindeki insanların kendilerine
bulaşıcı hastalığa sahiplermiş gibi çekinceli davrandıklarına ilişkin düşünceye
katılmadıklarını ifade etseler de yaptığım gözlemler sonucunda özellikle eğitim
düzeyi düşük insanların bu hastalar için böyle bir yaklaşıma sahip olduklarını
söyleyebilirim.
Bulaşıcı hastalıklar insandan insana çeşitli yollarla bulaşabilen hastalıklardır.
Oysa KBY hastalığında bulaşma söz konusu değildir. Anket sonucunda hastaların
yaklaşık yarısı kısmen veya tamamen katılsa da insanların kendilerine bulaşıcı
hastalık sahibiymiş gibi çekinceli davrandıklarını belirtmişlerdir. Bu sonuç toplumun
hastalıklar konusunda yeterince bilgiye sahip olmadığını göstermektedir. Goffman’ın
damga kuramında da insanlar damgalanmış kişiye önyargılı yaklaşmakta ve onlarla
134
ilişki kurmaktan kaçınmaktadırlar. Bu bakımdan damga kuramı ile anket sonucu
arasında paralellik olduğu söylenebilir.
Tablo 5.3.14. Hastaların Ailem Bana İlgili ve Duyarlı Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
41
9,7
10,4
Kısmen Katılıyorum
36
8,5
9,1
Tamamen Katılıyorum
319
75,6
80,6
Toplam
396
93,8
100,0
Cevapsız
26
6,2
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklere yöneltilen ailelerinin kendilerine ilgili ve duyarlı
davranıp davranmadıklarına ilişkin soruya % 6,2 oranla 26 kişi cevap vermemiştir.
Kayıp değer çıkarıldığında % 10,4 oranla 41 kişi bu düşünceye hiç katılmadığını, %
9,1 oranla 36 kişi kısmen katıldığını, % 80,6 oranla 319 kişi ise tamamen katıldığını
ifade etmiştir.
Verilere göre hastaların çoğu (%80,6) ailelerinin kendilerine karşı duyarlı ve
ilgili
davrandığını
düşünmektedir. Aynı
deneklere, çevresindeki
insanların
kendilerine ilgili ve duyarlı davranıp davranmadıklarına ilişkin soruya
%70,5
oranında tamamen katıldıklarını görmekteyiz. İki veri arasında bir karşılaştırma
yaptığımızda, ailelerin çevreye göre daha duyarlı ve ilgili davrandıklarını
söyleyebiliriz.
Goffman’ın damga kuramında damgalanan kişiler çeşitli telafi yollarına
gitmektedir. Bunlardan bir tanesi de kendilerini dışlayan sosyal çevreden uzaklaşıp
kendilerini normal olarak kabul eden kişilerle ilişkilerine devam etmeleridir.
Damgalanmış kişileri normal olarak kabul eden kişilerse, kendileri gibi damgalanmış
135
olanlar ya da aileleridir. Yapılan anket sonucuna göre de HD tedavisi gören
hastaların ailelerinin, çevredeki insanlardan daha duyarlı ve ilgili olduğunu
görmekteyiz. Çünkü hastanın ailesi hastayı normal olarak kabul etmiştir ve
damgalamamıştır.
Tablo 5.3.15. Hastaların Ailem Beni Dışlıyor Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
358
84,8
95,2
Kısmen Katılıyorum
7
1,7
1,9
Tamamen Katılıyorum
11
2,6
2,9
Toplam
376
89,1
100,0
Cevapsız
46
10,9
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD hastalarının ailelerinin kendilerini dışlama
durumlarına ilişkin soruya % 10,9 oranıyla 46 kişi cevap vermemiştir. Geriye kalan
376 kişiden % 95,2 oranla 358 kişi bu duruma hiç katılmadığını, % 1,9 oranla 7 kişi
kısmen katıldığını, % 2,9 oranla 11 kişi ise tamamen katıldığını belirtmiştir.
Tablo 5.3.14.’ün analizinde de belirtildiği üzere damgalanmış kişinin ailesi onu
normal olarak kabul etmektedir. Bu nedenle damgalanmış kişinin çevresinden çok
ailesi ile ilişki içinde olması beklenir. Aile damgalanmış kişiye karşı daha fazla
duyarlı davranır. Duyarlı bir şekilde davranan aileden dışlama davranışı beklenmez.
Tablo 5.3.15’e baktığımızda da bu sonucu görmekteyiz. Hastaların çoğu (%95,2)
ailelerinin kendisini dışlamadığını belirtmiştir ki bu sonuç hastalar açısından oldukça
olumludur.
136
Tablo 5.3.16. Hastaların Ailem Benden Kaçıyor Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
362
85,8
96,3
Kısmen Katılıyorum
9
2,1
2,4
Tamamen Katılıyorum
5
1,2
1,3
Toplam
376
89,1
100,0
Cevapsız
46
10,9
Toplam
422
100,0
Yapılan ankete göre, araştırmaya katılan deneklere sorulan ailelerinin
kendilerinden kaçtığıma durumlarına ilişkin soruya %10,9 oranla 46 kişi cevap
vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında deneklerin %96,3 oranla 362’si bu
düşünceye hiç katılmadığını, %2,4 oranla 9’u kısmen katıldığını, %1,3 oranla 5’i ise
tamamen katıldığını ifade etmiştir.
Genel olarak baktığımızda hastaların büyük kısmının (%96,3) ailelerinin
kendilerinden kaçmadığını düşündüğünü görmekteyiz. Aynı denekler tablo 5.3.5’te
görüleceği üzere %89,3 oranında insanların kendilerinden kaçmadıklarını ifade
etmişlerdir. Bu verilere göre hastaların ailelerinin diğer insanlara oranla daha az
düzeyde hastalardan kaçtıkları söylenebilir.
Kronik hastalığa sahip olan HD hastaları başka insanlara bağımlı olarak
yaşamlarını devam ettirmektedirler. Modernliğin hâkim olduğu toplumlarda kişinin
bakımını üstlenenler daha çok bakıcılarken, gelenekselliğin hâkim olduğu
toplumlarda bakıcı konumunda bulunanlar daha çok hastanın aileleridir. Geleneksel
toplumlarda aile üyeleri birbirine yabancılaşmış değildir. Bu nedenle kendisinden
beklenen rolleri yerine getiremeyen hasta birey dışlanmaz ve onun sergileyemediği
rolleri diğer üyeler tarafından telafi edilir. Anket verilerine göre hasta ailelerinin
büyük oranda (%96,3) hastadan kaçmadığını görmekteyiz. Bu sonuç ailelerin
137
geleneksel bir yapıda olduğunu göstermektedir ve hastalar açısından oldukça
olumludur.
Tablo 5.3.17. Hastaların Ailem Benden Utanmaktadır Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
359
85,1
95,7
Kısmen Katılıyorum
11
2,6
2,9
Tamamen Katılıyorum
5
1,2
1,3
Toplam
375
88,9
100,0
Cevapsız
47
11,1
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerden %11,1 oranla 47 kişi ailelerinin
kendilerinden utanma durumlarına ilişkin soruya cevap vermemiştir. Geriye kalan
375 kişiden % 95,7 oranla 359 kişi ailelerinin kendilerinden utanmadıklarını, % 2,9
oranla 11 kişi kısmen utandıklarını, % 1,3 oranla 5 kişi de utandıklarını ifade
etmişlerdir.
Goffman’ın damga kuramında damgalanan kişilerin sığındığı gruplardan birisi
aileleridir.
Aileler
toplum
tarafından
damgalanan
kişiyi
normal
olarak
görmektedirler. Utanma, eksik ve anormal olarak görme neticesinde ortaya çıkan bir
duygudur. Anket sonucuna baktığımızda hasta ailelerinin çoğunun (%95,7) hastadan
utanmadığını görmekteyiz. Bu sonuç onları eksik ve anormal olarak görmedikleri
anlamına da gelmektedir. Aileler çoğunlukla hasta üyelerini olduğu gibi kabul edip
bu şekilde benimsemişlerdir.
138
Tablo 5.3.18. Hastaların Ailem Bana Mecburen Katlanıyor Düşüncesine
Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
341
80,8
91,2
Kısmen Katılıyorum
26
6,2
7,0
Tamamen Katılıyorum
7
1,7
1,9
Toplam
374
88,6
100,0
Cevapsız
48
11,4
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD tedavisi gören KBY hastalara yöneltilen, ailelerinin
kendilerine mecburen katlanma durumlarına ilişkin soruya, % 11,4 oranla 48 kişi
cevap vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında, % 91,2 oranla 341 kişini bu
düşünceye katılmadığını, % 7 oranla 26 kişi kısmen katıldığını ve % 1,9 oranla 7 kişi
tamamen katıldığını belirtmiştir.
Verilere göre hastaların büyük bir kısmı (%91,2) ailelerinin kendisine
mecburen katlandığını düşünmemektedir. Hastanın
genel olarak insanların
kendilerine mecburen katlandıklarına ilişkin soruya, Tablo 5.3.7.’de görüleceği üzere
%84,8 oranla kesinlikle katılmıyorum şeklinde cevap vermişlerdir. Bu verilere göre
ailelerin, çevredeki insanlara göre daha az oranda mecburen katlanma davranışı
sergiledikleri görülmektedir. Başka bir deyişle aileleri, topluma göre hastalara daha
duyarlı davranmaktadırlar.
Hastanın ailesinin ve çevresindeki insanların hastalara, kendilerine mecburen
katlandıkları hissini vermemeleri onları oldukları gibi kabul ettikleri anlamına da
gelmektedir. Bu sonuç da bizlere ailelerin hastaları yük olarak görmediklerini
göstermektedir.
139
Tablo 5.3.19. Hastaların Ailem Bana Acıyarak Bakıyor Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
349
82,7
94,3
Kısmen Katılıyorum
15
3,6
4,1
Tamamen Katılıyorum
6
1,4
1,6
Toplam
370
87,7
100,0
Cevapsız
52
12,3
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklere yöneltilen, ailelerinin kendilerine acıyarak
bakma durumlarına ilişkin olan soruya % 12,3 oranla 52 kişi cevap vermemiştir.
Geriye kalan 370 kişiden %94,3 oranla 349 kişi buna hiç katılmadığını, % 4,1 oranla
15 kişi kısmen katıldığını, % 1,6 oranla 6 kişi ise tamamen katıldığını ifade etmiştir.
Verilere baktığımızda hastalarının ailelerinin kendilerine acıyarak bakma
durumlarını, % 94,3 oranla reddettiklerini görmekteyiz. Tablo 5.3.8’ e baktığımızda
da hastaların çevresindeki insanların kendilerine acıyarak bakma durumlarına %82,7
oranla hiç katılmadıklarını görmekteyiz. Bu sebeple hastanın çevresindeki kişilerin,
ailelerine göre daha fazla acıyarak baktıklarını söyleyebiliriz.
Hastaya acıyarak bakma ile onu eksik ve anormal görme arasında bir paralellik
bulunmaktadır. Başka bir deyişle hastaya acıyarak bakan kişi onu eksik, anormal ve
yetersiz olarak görmektedir. Yapılan ankette hastaların çoğu (%94,3) ailelerinin
kendisine acıyarak bakmadığını söylemiştir. Bu nedenle ailelerinin hastaları eksik ve
yetersiz olarak görmediklerini söyleyebiliriz. Hastanın çevresi açısından da genel
olarak (%82,7) bu durum söz konusuysa da, aileleri hastayı çevredeki insanlara göre
daha normal görmektedir.
140
Tablo 5.3.20. Hastaların Ailem Bana Yakında Ölecek Gözüyle Bakıyor
Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç katılmıyorum
355
84,1
96,5
Kısmen katılıyorum
8
1,9
2,2
Tamamen katılıyorum
5
1,2
1,4
Toplam
368
87,2
100,0
Cevapsız
54
12,8
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan deneklere yöneltilen ailelerinin kendilerine yakında ölecek
gözüyle bakmalarına ilişkin sorulan soruya %12,8 oranla 54 kişi cevap vermemiştir.
Kayıp değer çıkarıldığında % 96,5 oranla 355 kişinin ailesinin kendisine yakında
ölecek gözüyle baktığı düşüncesine hiç katılmadığını, % 2,2 oranla 8 kişi kısmen
katıldığını, % 1,4 oranla 5 kişi ise tamamen katıldığını belirtmiştir.
Verilere göre örnekleme katılan HD tedavisi gören hastaların çoğu (% 96,5)
ailelerinin kendisine yakında ölecek gözüyle bakmadığını dile getirmiştir. Aynı soru
insanlar size yakında ölecek gözüyle bakıyorlar mı şeklinde sorulduğunda Tablo
5.3.9’da da görüleceği üzere hastaların %89,1’i bu düşünceyi reddetmiştir. Buna göre
ankete katılanların ailelerinin, diğer insanlara oranla az da olsa hastaya daha az
oranda ölecek gözüyle baktığını söyleyebiliriz.
Ailelerinin hastaya yakında ölecek gözüyle bakmaması, hastaların ruh sağlığı,
sosyal yaşamı ve tedavi süreci bakımından oldukça olumlu bir sonuçtur. Çünkü bu
şekilde hasta geleceğe daha güven ve umutla bakacak, psikolojik bir çöküntüye
girmeyecek ve sosyal açıdan daha sağlıklı ilişkiler kuracaktır.
141
Tablo 5.3.21. Hastaların Ailem Beni Yük Olarak Görüyor Düşüncesine Katılma
Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
350
82,9
94,9
Kısmen Katılıyorum
14
3,3
3,8
Tamamen Katılıyorum
5
1,2
1,4
Toplam
369
87,4
100,0
Cevapsız
53
12,6
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklere sorulan, ailelerinin kendilerini yük olarak görme
durumlarına ilişkin soruya % 12,6 oranla 53 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değeri
çıkardığımızda, % 94,9 oranla 350 kişinin böyle bir düşünceye hiç katılmadığını,
%3,8 oranla 14 kişinin kısmen katıldığını, % 1,4 oranla 5 kişinin de tamamen
katıldığını görmekteyiz.
Anket sonucunda hastalar büyük oranda ailelerinin kendilerini yük olarak
görmediklerini ifade etmişlerdir. Ancak gözlemlerime göre aileler hastaları yük
olarak görmemesine rağmen, hastalar kendilerini aileleri için bir yük olarak
görmektedirler.
Goffman’ın damga kuramında damgalanmış kişileri normal olarak kabul eden
gruplardan bir tanesi aileleridir. Bu nedenle damgalanmış kişiyi olduğu kabul eder ve
yük olarak görmezler. Geleneksel aile yapısında da Goffman’ın kuramındaki
damgalanmış kişiler ya da hastalar yük olarak görülmezler, onların tam olarak yerine
getiremedikleri görev ve sorumluluklar diğer aile üyeleri tarafından üstlenilir. Bu
bağlamda ankete dair bu verilerle damga kuramı ve geleneksellik bakımından
bağlantı kurulabilir.
142
Tablo 5.3.22. Hastaların Ailem Beni İşe Yaramaz ve Değersiz Olarak Görüyor
Düşüncesine Katılma Düzeyi
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
353
83,6
95,1
Kısmen Katılıyorum
10
2,4
2,7
Tamamen Katılıyorum
8
1,9
2,2
Toplam
371
87,9
100,0
Cevapsız
51
12,1
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklere sorulan ailelerinin kendilerini işe yaramaz ve değersiz
olarak görmelerine ilişkin olarak sorulan soruya %12,1 oranla 51 kişi cevap
vermemiştir. Geriye kalan 371 kişiden, % 95,1 oranla 353 kişi bu düşünceye hiç
katılmadığını, % 2,7 oranla 10 kişi kısmen katıldığını, % 2,2 oranla 8 kişi tamamen
katıldığını ifade etmiştir.
Verilere bakıldığında, anketimize katılan HD tedavisi alan hastaların ailelerinin
büyük oranda (% 95,1) hastaları işe yaramaz ve değersiz olarak görmediklerini
söyleyebiliriz. Bu sonuç hastaların ailelerinin onları normal olarak gördüklerini ve bu
şekilde benimsediklerini göstermektedir. Böyle bir ortamda yaşayan hastalar da
psikolojik ve sosyal yönden daha sağlıklı olacaklardır. Ancak gözlemlerime göre
aileler hastaları işe yaramaz ve değersiz olarak görmese de hastalar kendilerini bu
şekilde görmektedirler. Bu nedenle hangi şekille olursa olsun hastalıklarından
kurtulmayı istemektedirler.
143
Tablo 5.3.23. Hastaların Tedavi Sürecinde Psikolog vb. Danışmanlara İhtiyaç
Duyma Durumu
İhtiyaç Durumu
Sayı
Yüzde
Evet, İhtiyaç Duyuyorum ve
Görüşüyorum
45
10,7
Evet, İhtiyaç Duyuyorum Fakat Hiç
Görüşmedim
81
19,2
Hayır, İhtiyaç Duymuyorum
277
65,6
Ben İhtiyaç Duymuyorum, Fakat
Bazı Hastalar için Gerekli Olduğunu
Düşünüyorum
19
4,5
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD hastalarının tedavi sürecinde psikolog, sosyal hizmet
uzmanı gibi danışmanlara ihtiyaç duyma durumlarına ilişkin soruya, % 10,7 oranla
45 kişi ihtiyaç duyduğunu ve görüştüğünü, % 19,2 oranla 81 kişi ihtiyaç duyduğunu
ancak hiç görüşmediğini, % 65,6 oranla 277 kişi ihtiyaç duymadığını, % 4,5 oranla
19 kişi ise kendisinin ihtiyaç duymadığını ancak bazı hastalar için gerekli olduğunu
düşündüğünü söylemiştir.
Hemodiyaliz tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği hastaları, hastalıklarıyla
ilgili psikolojik problemlerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu hastalarda yaygın
olarak depresyon ve anksiyete hastalıkları görülmektedir. Yaptığımız çalışmada
hastaların çoğu (%65,6) psikolog ya da sosyal hizmet uzmanına ihtiyaç
duymadıklarını belirtmişlerdir. Ancak % 19,2’lik oranda da bu tür uzmanlara ihtiyacı
olduğunu söyleyenler ama henüz başvurmayanlar bulunmaktadır. Sonuç olarak
hastaların çoğu psikolojik problemleri olmadığını belirtse de önemli oranda
psikolojik bozuklukları olanlar da bulunmaktadır.
Bu nedenle, hastaların bu tür
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla uzman desteği sağlanmalıdır.
144
Tablo 5.3.24. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili En Çok Hangi Konuda
Bilgilendirmek İstediği
Bilgilendirme Konuları
Sayı
Yüzde
Hastalığın Nedenleri
24
5,7
Tedavi Yöntemleri
34
8,1
Cinsel Sorunlar
2
0,5
Diyet
7
1,7
Organ Nakli
53
12,6
Psikolojik Sorunlar
3
0,7
İnsanlarla Daha İyi İlişki Kurmaya
Yardımcı Olacak Konular
19
4,5
Bilgiye Pek İhtiyacımın Olduğunu
Düşünmüyorum
169
40,0
Diğer
4
0,9
Hastalığın Nedenleri ve Tedavi
Yöntemleri
24
5,7
Hastalığın Nedenleri ve Organ
Nakli İle İlgili Sorunlar
8
1,9
Tedavi Yöntemleri ve Organ Nakli
İle İlgili Sorunlar
9
2,1
Hastalığın Nedenleri, Tedavi
Yöntemleri ve Diyet
7
1,7
Hastalığın Nedenleri, Tedavi
Yöntemleri ve Organ Nakli İle
İlgili Sorunlar
11
2,6
4 ve Altında Kişi Tarafından
Tercih Edilen Çoklu Seçenekler
48
11,4
Toplam
422
100,0
145
Örneklemimize
bilgilendirilmek
katılan
istedikleri
hastaların,
konularla
hastalıkları
ilgili
olarak
ve
tedavileriyle
birden
fazla
ilgili
seçeneği
işaretleyebilecekleri söylenmiştir. Bu şekilde karşımıza 43 farklı türde istek
çıkmıştır. Bu nedenle 4 ve altında kişinin tercih ettiği seçenekler tabloda ayrıntılı bir
şekilde gösterilmeyip, 4 ve altında kişi tarafından tercih edilen çoklu seçenekler
şeklinde ifade edilmiştir. Bu şekilde tercih yapan denekler %11,4 oranıyla 48 kişidir.
Bunun dışında %5,7 oranla 24 kişi hastalığın nedenleriyle, % 8,1 oranla 34 kişi
tedavi yöntemleriyle, % 0,5 oranla 2 kişi cinsel sorunlarıyla, % 1,7 oranla 7 kişi
diyetleriyle, % 12,6 oranıyla 53 kişi organ nakliyle ilgili sorunlarıyla, % 0,7 oranla 3
kişi psikolojik sorunlarının çözümüyle, % 4,5 oranla 19 kişi insanlarla daha iyi
ilişkiler kurmalarına yardımcı olacak konularla, % 0,9 oranla 4 kişi bunlardan başka
konularla ilgili konularda bilgilendirilmek isterken, % 40 oranla 169 kişi bilgiye pek
ihtiyacı olmadığını ifade etmektedir. Yine % 5,7 oranla 24 kişi hastalıklarının nedeni
ve tedavi yöntemleri hakkında, % 1,9 oranla 8 kişi hastalığın nedenleri ile organ
nakli konusunda, % 2,1 oranla 9 kişi tedavi yöntemleri ve organ nakliyle ilgili, % 1,7
oranla 7 kişi hastalığın nedenleri, tedavi yöntemleri ve diyet hakkında, %2,6 oranıyla
11 kişi hastalığın nedenleri, tedavi yöntemleri ve organ nakliyle ilgili konularında
bilgilendirilmek istemektedirler.
Verilere göre ankete katılanlar birinci sırada %40 oranıyla bilgiye ihtiyacı
olduğunu düşünmemektedir, ikinci olarak %12,6 oranıyla organ nakli konusunda
bilgilendirilmek istemektedir. Üçüncü olarak % 8,1 oranıyla tedavi yöntemleri
hakkında bilgilendirilmek istemektedirler. Genel olarak baktığımızda da hastaların
%60’lık kısmının hastalıkları ve tedavileriyle ilgili farklı konularda bilgilendirilmeye
ihtiyaçları olduğunu söyleyebiliriz. Ankete katılan hastaların yarıya yakınının
bilgilendirilmeye ihtiyacı olmaması, yeterli bilgiye sahip olduklarını akla
getirmektedir. Bu sonuç kronik hastalığa sahip olan bireyler için oldukça normaldir.
Ancak hastaların yarısından fazlasının hastalıklarıyla ilgili bilgilere ihtiyacı olduğunu
ifade etmesi, bu konuda eğitim verilmesini gerektirmektedir.
146
Tablo 5.3.25. Hastaların, Hastalıklarıyla İlgili Bir Derneğe Üyelik Durumu
Üyelik Durumu
Sayı
Yüzde
Evet, Üyeyim
10
2,4
Hayır, Üye Değilim
412
97,6
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD hastalarının herhangi bir derneğe üye olup
olmadığına ilişkin verilere göre deneklerden %2,4 oranla 10 kişi üye olduğunu,
%97,6 oranla 412 kişi ise üye olmadığını bildirmiştir.
Verilere bakıldığında örneklemimize katılan hastalarının büyük bir kısmının
(%97,6) herhangi bir derneğe üye olmadığını görmekteyiz. Hastaların neredeyse
tamamının bu tür kuruluşlara üye olmaması, ülkemizdeki sivilleşme sorununun bir
göstergesi niteliğindedir.
Özer ve Kasapoğlu’nun hemodiyaliz hastaları üzerinde yaptıkları çalışmada da
hastaların % 96,8’inin bu tür kuruluşlara üye olmadığı sonucu çıkarılmıştır (Özer ve
Kasapoğlu, 2002: 43). Bu nedenle iki çalışmada bu sonuç paralellik göstermektedir.
Diyaliz hastalarının sivil toplum kuruluşlarına, vakfa ya da derneğe üye olması
kendileri açısından faydalı olabilmektedir. Hastaların bu tür kuruluşlara üye
olmalarıyla birlikte, yaşamlarını kötü yönde etkileyen fiziksel, psikolojik ve sosyal
problemlerini dernek yetkililerine bildirecek, dernek ise hükümetten istekler
doğrultusunda taleplerde bulunacak ve böylece çeşitli çözüm yolları aranacaktır.
Yaptığımız çalışmada ankete katılan hastaların %97,6’sının bu kuruluşlara üye
olmadığını görmekteyiz. Hastaların sadece %2,4’ ünün bu kuruluşlara üye olması
hastalarının neredeyse tamamının kendilerini dışındaki unsurlara teslim ettiklerinin
göstergesi niteliğindedir. Sorunlarını çeşitli vasıtalarla yetkililere iletmeyen kişiler de
sadece yetkilerinin kendilerine verdikleri ile yetinmek zorundadırlar.
147
Tablo 5.3.26. Hastaların Sivil Toplum Kuruluşlarına Üye Olmamalarının
Sebepleri
Sebepler
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Bizlere Yararlı Olacağına
İnanmıyorum
38
9,2
9,2
Bu Tür Kuruluşlar Bizden Çok
Kendi Çıkarlarını Gözetiyorlar
32
7,8
7,8
Bu Tür Kuruluşlardan Haberim Yok
325
78,9
79,1
Başka
16
3,7
3,7
Toplam
411
99,8
100.0
Cevapsız
1
0,2
Toplam
412
100,0
Örneklemimize katılan hastaların 10’u sivil toplum kuruluşuna üye iken, 412’si
üye değildir. Hastaların, sivil toplum kuruluşlarına üye olmamalarının nedenlerine
ilişkin olarak sorulan soruya %0,2 oranla 1 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer
çıkarıldığında % 9,2 oranla 38 kişi bu tür sivil toplum kuruluşlarının kendisine
yararlı olmayacağını düşündüğü için, % 7,8 oranla 32 kişi bu tür kuruluşların,
kendilerinden çok kendi çıkarlarını gözettiği için, % 79,1 oranla 325 kişi ise bu tür
kuruluşlardan haberi olmadığı için üye olmadıklarını ifade etmişlerdir. % 3,7 oranla
16 kişi ise bunların dışındaki sebeplerden dolayı, bu tür kuruluşlara üye
olmadıklarını belirtmişlerdir.
Verilere baktığımızda örneklemimize katılan hastalarının ilk sırada (%79,1) bu
tür kuruluşlardan haberi olmadığı görülmektedir. İkinci sırada ise % 9,2 oranla bu
kuruluşların kendilerine yararlı olmayacağı düşüncesi bulunmakta, üçüncü sırada ise
% 7,8 oranla bu tür kuruluşların kendi çıkarlarını daha ön planda tutmasına yönelik
sebep bulunmaktadır. Hastaların büyük oranda bu kuruluşlardan haberdar olmaması
bu tür derneklerin veya vakıfların niceliksel ve niteliksel düzeyde eksikliğini
148
göstermektedir. Bununla birlikte hastaların bu tür kuruluşların kendi çıkarlarını ön
planda tuttuğu ve kendilerine yararlı olmayacağı yönündeki düşünceleri, dernek veya
vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarının olumsuz bir imaja sahip olduklarını
göstermektedir.
Tablo 5.3.27. Hastaların Diyaliz Personeli Dışındaki En Önemli Yardımcıları
Yardımcı Olan Kişiler
Sayı
Yüzde
Eş
267
63,3
Anne
31
7,3
Baba
3
0,7
Kardeşler
3
0,7
Arkadaşlar
1
0,2
Çocuklar
79
18,7
Akrabalar
2
0,5
Diğer
20
4,7
Hiç Kimse
13
3,1
Özel Bakıcı
3
0,7
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD hastalarının, diyaliz merkezi personeli dışında en önemli
yardımcılarının kim olduğu sorusuna, % 63,3 oranla 267 kişi eşleri, %7,3 oranla 31
kişi anneleri, % 0,7 oranla 3 kişi babaları, %0,7 oranla 3 kişi kardeşleri, % 0,2 oranla
1 kişi arkadaşları, % 18,7 oranla 79 kişi çocukları, % 0,5 oranla 2 kişi akrabaları,
%0,7 oranla 3 kişi özel bakıcıları, % 4,7 oranla 20 kişi bunlar dışındaki kişiler ve son
olarak %3,1 oranla 13 kişi hiç kimse şeklinde cevap vermiştir.
Verilere baktığımızda, ankete katılanların çoğunun (%63,3) diyaliz personeli
dışındaki en büyük yardımcısı eşleridir. İkinci sırada % 18,7 oranla çocukları,
üçüncü sırada ise % 7,3 oranla anneleri bulunmaktadır.
149
Tablo 5.3.1’e baktığımızda da hastanın evdeki en büyük yardımcısı % 37,4
oranla eşleri ve % 12,8 oranla çocukları olduğunu görmekteyiz. Bu açıdan Tablo
5.3.1 ve Tablo 5.3.27 arasında bir paralellik bulunmaktadır. Bu iki sonuç bizlere
hastalık sürecinde ailenin önemini bir kez daha göstermiştir. Hastaya psikolojik ve
sosyal anlamda destek olan en önemli unsur aileleridir. Aile üyeleri kendi rol ve
sorumluluklarını arttırarak, hastanın eksik ve yetersiz yönlerini telafi etmektedir.
Ailelerin hastalar için en büyük yardımcı konumda bulunması, gelenekselliğin de bir
göstergesidir. Geleneksel aile yapılarında hastanın bakımını üstlenen kişiler daha çok
aile üyeleriyken, modern toplumlarda hastanın bakıcılığını üstlenen kişiler daha çok
özel ücretli bakıcılardır.
Tablo 5.3.28. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili Devletten Yeterli Desteği
Alıp/Almadıklarına İlişkin Cevapları
Cevaplar
Sayı
Yüzde
Evet, Devletten Her Türlü Desteği
Alıyorum
134
31,8
Alıyorum Fakat Yeterli Değil
140
33,2
Hayır, Devletten Beklediğim Desteği
Alamıyorum
148
35,1
Toplam
422
100,0
Örneklemi oluşturan HD hastalarının hastalıklarıyla ilgili olarak devletten
yeterli desteği alıp almadıklarına ilişkin verilere göre % 31,8 oranla 134 kişi
devletten her türlü desteği aldığını, % 33,2 oranla 140 kişini aldığının fakat bunun
yeterli olmadığını, % 35,1 oranla 148 kişi ise devletten beklediği desteği alamadığını
belirtmiştir.
Hemodiyaliz hastaları, hastalıkları nedeniyle iş ve mesleki rollerini yerine
getirmede zorluklar yaşamaktadırlar. Bu nedenle işte verimleri düşmekte, işten
çıkarılmakta ya da malulen emekli olmaktadırlar. Bütün bu sebepler ekonomik gelir
150
düzeylerinde düşüşlere neden olmaktadır. Ankete katılan hastaların %68,3 oranda
devlet desteğini yeterli bulmamaları, bu nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Tablo 5.3.29. Hastaların Hastalıklarıyla İlgili En Önemli Beklentileri
Hastaların Beklentileri
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Organ Nakli
66
15,6
15,9
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış
9
2,1
2,2
Yaşam Kalitemde Artış
7
1,7
1,7
Diyetten Kurtulma
9
2,1
2,2
Ekonomik Destek
13
3,1
3,1
Mucizevî Bir Kurtuluş
13
3,1
3,1
Başka
2
0,5
0,5
Huzur İçinde Ölmek
1
0,2
0,2
Yapay Böbrek
1
0,2
0,2
Organ Nakli ile Yakınlarımdan İlgi ve
Anlayış
7
1,7
1,7
Organ Nakli ve Yaşam Kalitemde Artış
6
1,4
1,4
Organ Nakli ve Diyetten Kurtulma
13
3,1
3,1
Organ Nakli ve Mucizevi Bir Kurtuluş
11
2,6
2,6
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış İle
Mucizevî Bir Kurtuluş
6
1,4
1,4
Yaşam Kalitemde Artış ve Diyetten
Kurtulma
8
1,9
1,9
Yaşam Kalitemde Artış ve Ekonomik
Destek
5
1,2
1,2
Yaşam Kalitemde Artış ve Mucizevî Bir
Kurtuluş
5
1,2
1,2
151
Organ Nakli, Yakınlarımdan İlgi ve
Anlayış ile Yaşam Kalitemde Artış
27
6,4
6,5
Organ Nakli, Yakınlarımdan İlgi ve
Anlayış ile Diyetten Kurtulma
15
3,6
3,6
Organ Nakli, Yakınlarımdan İlgi ve
Anlayış ile Ekonomik Destek
7
1,7
1,7
Organ Nakli, Yakınlarımdan İlgi ve
Anlayış ile Mucizevi Bir Kurtuluş
5
1,2
1,2
Organ Nakli, Yaşam Kalitemde Artış ve
Diyetten Kurtulmak
14
3,3
3,4
Organ Nakli, Yaşam Kalitemde Artış ve
Ekonomik Destek
11
2,6
2,6
Organ Nakli, Yaşam Kalitemde Artış ve
Mucizevi Bir Kurtuluş
7
1,7
1,7
Organ Nakli, Diyetten Kurtulma ve
Ekonomik Destek
10
2,4
2,4
Organ Nakli, Diyetten Kurtulma ve
Mucizevi Bir Kurtuluş
16
3,8
3,8
Organ Nakli, Ekonomik Destek ve
Mucizevi Bir Kurtuluş
6
1,4
1,4
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış, Yaşam
Kalitemde Artış ile Diyetten Kurtulma
20
4,7
4,8
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış, Yaşam
Kalitemde Artış ile Ekonomik Destek
8
1,9
1,9
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış, Yaşam
Kalitemde Artış ile Mucizevî Bir Kurtuluş
5
1,2
1,2
Yakınlarımdan İlgi ve Anlayış, Ekonomik
Destek ve Mucizevî Bir Kurtuluş
5
1,2
1,2
Yaşam Kalitemde Artış, Diyetten
Kurtulma ve Ekonomik Destek
19
4,5
4,6
152
Yaşam Kalitemde Artış, Diyetten
Kurtulma ve Mucizevî Bir Kurtuluş
9
2,1
2,2
Yaşam Kalitemde Artış, Ekonomik
Destek ve Mucizevî Bir Kurtuluş
11
2,6
2,6
Diyetten Kurtulma, Ekonomik Destek ve
Mucizevî Bir Kurtuluş
18
4,3
4,3
4 ve Altında Kişi Tarafından Tercih
Edilen Çoklu Seçenekler
21
5,0
5,0
Toplam
416
98,6
100,0
Cevapsız
6
1,4
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD tedavisi gören hastaların hayatları ile ilgili şu
andaki en önemli beklentileri sorulmuş ve kendileri için en önemli üç cevabı
vermeleri istenmiştir. Sorulan soruya %1,4 oranla 6 kişi cevap vermemiştir. Kayıp
değer çıkarıldığında % 15,9 oranla 66 kişi sadece organ nakli, % 2,2 oranla 9 kişi
sadece yakınlarından ilgi ve anlayış, % 1,7 oranla 7 kişi yaşam kalitelerinde artış,
%2,2 oranla 9 kişi diyetten kurtulma, % 3,1 oranla 13 kişi sadece ekonomik destek,
%3,1 oranla 13 kişi sadece mucizevî bir kurtuluş, % 0,9 oranla 4 kişi bunların
dışındaki beklentiler içerisindedirler. Bunun dışında % 1,7 oranla 7 kişi organ nakli
ve yakınlarından ilgi ve anlayış, % 1,4 oranla 6 kişi organ nakli ve yaşam
kalitelerinde artış, %3,1 oranla 13 kişi organ nakli ve yaşam kalitelerinde artış, % 2,6
oranla 11 kişi organ nakli ve mucizevî bir kurtuluş, % 1,4 oranla 6 kişi yakınlarından
ilgi ve anlayış ile mucizevî bir kurtuluş, % 1,9 oranla 8 kişi yaşam kalitelerinde artış
ve diyetten kurtulma, % 1,2 oranla 5 kişi yaşam kalitelerinde artış ve ekonomik
destek, %1,2 oranla 5 kişi yaşam kalitelerinde artış ve mucizevî bir kurtuluş, % 6,5
oranla 27 kişi organ nakli, yakınlarından ilgi ve anlayış ile yaşam kalitelerinde artış,
% 3,6 oranla 15 kişi organ nakli, yakınlarından ilgi ve anlayış ile diyetten kurtulma,
% 1,7 oranla 7 kişi organ nakli, yakınlarından ilgi ve anlayış ile ekonomik destek,
%1,2 oranla 5 kişi organ nakli, yakınlarından ilgi ve anlayış ile mucizevî bir kurtuluş,
153
% 3,4 oranla 14 kişi organ nakli, yaşam kalitelerinde artış ve diyetten kurtulma, %2,6
oranla 11 kişi organ nakli, yaşam kalitelerinde artış ve ekonomik destek, % 1,7
oranla 7 kişi organ nakli, yaşam kalitelerinde artış ve mucizevî bir kurtuluş, % 2,4
oranla 10 kişi organ nakli, diyetten kurtulma ve ekonomik destek, % 3,8 oranla 16
kişi organ nakli, diyetten kurtulma ve mucizevî bir kurtuluş, % 1,4 oranla 6 kişi
organ nakli, ekonomik destek ve mucizevî bir kurtuluş, % 4,8 oranla 20 kişi
yakınlarından ilgi ve anlayış, yaşam kalitelerinde artış ile diyetten kurtulma, % 1,9
oranla 8 kişi yakınlarından ilgi ve anlayış, yaşam kalitelerinde artış ile ekonomik
destek, % 1,2 oranla 5 kişi yakınlarından ilgi ve anlayış, yaşam kalitelerinde artış ile
mucizevi bir kurtuluş, % 1,2 oranla 5 kişi yakınlarından ilgi ve anlayış, ekonomik
destek ve mucizevi bir kurtuluş, % 4,6 oranla 19 kişi yaşam kalitelerinde artış,
diyetten kurtulma ve ekonomik destek, % 2,2 oranla 9 kişi yaşam kalitelerinde artış,
diyetten kurtulma ve mucizevi bir kurtuluş, % 2,6 oranla 11 kişi yaşam kalitelerinde
artış, ekonomik destek ve mucizevi bir kurtuluş, % 4,3 oranla 18 kişi diyetten
kurtulma, ekonomik destek ve mucizevi bir kurtuluş beklentisi içindedir. Son olarak
da %5 oranla 21 kişi tabloda göstermediğimiz 4 ve altında kişi tarafından seçilen
beklentilere sahiptir.
Bilindiği üzere KBY hastalığının periton diyaliz, hemodiyaliz ve organ nakli
olmak üzere üç türlü tedavisi bulunmaktadır. Periton diyaliz ve hemodiyaliz
devamlılık gerektirirken, hastalıktan tamamen kurtulmanın tek yolu organ naklidir.
Doğal olarak ankette de hastaların, hastalıklarıyla ilgili en önemli beklentileri organ
nakli olduğunu görmekteyiz. Çünkü hastalar hastalıktan tamamen kurtulmak
istemektedirler. Ancak ülkemizde organ bağışının istenilen düzeyde olmadığı
bilinmektedir. Bu nedenle organ bağışını arttıracak girişimlerde bulunulmalıdır.
154
Tablo 5.3.30. Hastaların Diyaliz Merkezinden Tedavi Sürecinin Dışındaki
Beklentileri
Hastaların Beklentileri
Sayı
Yüzde
Beklentim Yok
391
92,7
Psikolojik Sorunlarımızla Daha Çok
İlgilensinler
29
6,9
Ailevi Sorunlarımızın Çözümünde
Destek Olsunlar
1
0,2
Ekonomik Sorunlarımızın
Çözümünde Destek Olsunlar
1
0,2
Toplam
422
100,0
Yapılan ankete katılan HD tedavisi gören hastaların diyaliz merkezinden tedavi
sürecinin dışında beklentilerine ilişkin olarak sorulan soruya cevap olarak, % 92,7
oranla 391 kişinin beklentisi olmadığını, % 6,9 oranla 29 kişinin psikolojik
sorunlarıyla ilgili daha fazla ilgilenilmesini istediğini, % 0,2 oranla 1kişinin ailevi
sorunlarının çözümüne ilişkin destek istediğini, % 0,2 oranla 1 kişinin ise ekonomik
sorunlarının çözümüne destek olunmasını istediğini görmekteyiz.
Verilere göre hastaların büyük kısmının (%92,7) diyaliz merkezlerinden, tedavi
süreci dışında bir beklentisi bulunmamaktadır. Bu sonuç bizlere diyaliz
merkezlerinin hastaya yeterli desteği verdiğini göstermektedir. Ancak % 6,9 oranla
da olsa psikolojik sorunlarla ilgilenilmesinin istenmesi, bu konudaki eksikliği
göstermektedir. Bu nedenle ihtiyacı olan hastalara psikolojik uzman desteği
sağlanmalıdır.
155
Tablo 5.3.31. Hastaların Organ Nakli ile İlgili Beklenti Durumları
Hastaların Beklentileri
Sayı
Yüzde
Organ Nakli Olacağına İnanıyorum
ve Bekliyorum
194
46,0
Bu Konuda Umudum ve Beklentim
Yok
140
33,2
Nakil Olsa Bile Faydası Olacağına
İnanmıyorum
48
11,4
Kesinlikle Organ Nakli Olmak
İstemiyorum
40
9,5
Toplam
422
100,0
Anketimize katılan HD hastalarının organ nakli ile ilgili beklentilerine ilişkin
verilere göre %46 oranla 194 kişi organ nakli olacağına inanmakta ve beklemekte,
%33,2 oranla 140 kişi bu konuda umudu ve beklentisi olmadığını belirtmekte, %11,4
oranla 48 kişi nakil olsa bile faydası olmayacağına inanmakta ve % 9,5 oranla 40 kişi
kesinlikle organ nakli olmak istememektedir.
Verilere baktığımızda hastalarının çoğunun (%46) organ nakli olacağına
inandığını ve bunu beklediğini görmekteyiz. İkinci olarak ise %33,2 oranla bu
konuda umudu ve beklentisi olmayan kişiler gelmektedir. Üçüncü sırayı ise nakil
olsa bile faydası olmayacağına inananlar almaktadır.
Ülkemizde organ bağışı ile ilgili yeterli bilinç ve duyarlılık mevcut değildir.
Organ bağışının oldukça düşük düzeyde gerçekleşmesi hastaların bu yöndeki
beklentilerini azaltmalarına neden olmaktadır. Yaptığımız anket sonucunda da,
hastaların
yarıdan
fazlasının
organ
nakline
ilişkin
olumlu
düşünceleri
bulunmamaktadır. Bu nedenle hastalar, diyalizle birlikte yaşamlarına devam etmeyi
kabullenmiş görünmektedirler.
156
Tablo 5.3.32. Hastaların Organ Nakline Müracaat Durumu
Müracaat Durumu
Sayı
Yüzde
Müracaat Etmedim
190
45,0
Müracaat Ettim, Bekliyorum
182
43,1
Yakınımdan Talebim Var,
Bekliyorum
7
1,7
Müracaat Edeceğim
43
10,2
Toplam
422
100,0
Tabloya baktığımızda örneklemimize katılan HD hastalarının organ nakline
müracaat etmeleriyle ilgili olarak % 45 oranla 190 kişinin müracaat etmediğini,
%43,1 oranla 182 kişinin müracaat ettiğini ve beklediğini, % 1,7 oranla 7 kişinin
yakınından talebi olduğunu ve beklediğini, % 10,2 oranla 43 kişinin de müracaat
edeceğini belirttiğini görmekteyiz.
Bir önceki tabloya baktığımızda hastaların toplamda % 54’ünün organ nakliyle
ilgili umudu ve beklentisi olmadığını, nakil olsa da faydası olmayacağını ve
kesinlikle organ nakli olmak istemediğini görmekteyiz. Bu nedenle ikinci aşamada
organ nakli ile müracaat durumuyla ilgili olarak ilk sırada hastaların %45’inin organ
nakline başvurmadığını görmekteyiz. İkinci sırada ise %43,1 oranla müracaat edenler
ve bekleyenler bulunmaktadır. Üçüncü sırada %10,2 oranla henüz müracaatı
olmayanlar ama müracaat edecek olanlar bulunmaktadır. Son sırada ise, %1,7 oranla
bir yakınından talebi olan ve bekleyenler bulunmaktadır. Bu veriler organ bağışı
konusunda ne kadar geride olduğumuzun göstergesidir. Hastaların yaklaşık yarısının
böyle bir umudu yoktur ve çok azının organ nakli yapılma durumu kesinleşmiştir.
Bu tablodan çıkaracağımız sonuçlardan bir tanesi hastaların ve toplumun organ
bağışı konusunda bilgisiz ve bilinçsiz olduğudur. Bu nedenle hastalara, hasta
yakınlarına ve topluma organ nakli ve bağışı konularında eğitimler verilerek, organ
bağış oranı arttırılmalıdır.
157
Tablo 5.3.33. Hastaların İnsanların Organ Bağışlamamasının Nedeni
Hususundaki Düşünceleri
Düşünceler
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Ameliyattan Korkmaları
46
10,9
11,0
Bu Konuda Bilgisiz ve Yanlış
Bilgilendirilmiş Olmaları
168
39,8
41,1
Duyarsız ve Bencil Olmaları
95
22,5
22,7
Yanlış Dini İnanç İçinde Olmaları
98
23,2
23,4
Özendirici Kampanyaların
Yapılmaması
12
2,8
2,9
Toplam
419
99,3
100,0
Cevapsız
3
0,7
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklere yöneltilen, insanların neden organlarını
bağışlamadıkları hususunda düşüncelerini öğrenmek için sorulan soruya, % 0,7
oranla 3 kişi cevap vermemiştir. Geriye kalan 419 kişiden % 11 oranla 46 kişi
ameliyattan korkmalarından, % 41,1 oranla 168 kişi bu konuda bilgisiz ve yanlış
bilgilendirmiş olmalarından, % 22,7 oranla 95 kişi duyarsız ve bencil olmalarından,
% 23,4 oranla 98 kişi yanlış dini inanış içinde olmalarından, % 2,9 oranla 12 kişi ise
özendirici
kampanyaların
yapılmamış
olmasından
dolayı
organlarını
bağışlamadıklarını düşünmektedirler.
Ülkemizde organ nakli için gereken organın temininde yetersizlikler
görülmektedir. Organ bağışlamanın az olması eğitimsel, dini ve yasal nedenler başta
olmak üzere pek çok etkene dayanmaktadır (Özkan ve Yılmaz, 2009). Yaptığımız
çalışmada da hastaların organ bağışlama oranının düşük olmasına neden olarak
%41,1 oranla bu konuda bilgisiz ya da yanlış bilgilendirilmiş olduklarını
söylemişlerdir. Bu oran eğitimsizliğin bir göstergesidir. Hastalar ikinci olarak bu
158
durumu %23,4 oranla yanlış dini inanç içinde olmasına bağlamıştır. Ancak organ
nakli yapılmasında sakınca bulunmadığına dair Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kararı
bulunmaktadır. Üçüncü olarak ise hastalar % 22,7 oranla insanların duyarsız ve
bencil olmaları nedeniyle organlarını bağışlamadıklarını dile getirmişlerdir.
Hastaların aileleri ve çevrelerindeki insanlar, hastalara karşı yüksek oranda duyarlı
ve ilgili davransa da, organ bağışı konusunda aynı hassasiyeti göstermemektedirler.
Tablo 5.3.34. Hastaların Organ Bağışında Bulunma Durumları
Hastaların Düşünceleri
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Evet, düşünüyorum
164
38,9
39,0
Hayır, düşünmüyorum
217
51,4
51,5
Organlarımı bağışladım
4
0,9
0,9
Kararsızım
36
8,5
8,6
Toplam
421
99,8
100,0
Cevapsız
1
0,2
Toplam
422
100,0
Yaptığımız ankete katılan deneklerin organ bağışında bulunma konusundaki
düşüncelerine ilişkin soruya % 0,2 oranla 1 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer
çıkarıldığında, % 39 oranla 164 kişi organ bağışında bulunmayı düşündüğünü, %51,5
oranla 217 kişi organ bağışında bulunmayı düşünmediğini, % 0,9 oranla 4 kişi
organlarını bağışladığını, % 8,6 oranla 36 kişi ise bu konuda kararsız olduğunu
belirtmiştir.
Verilere göre HD hastalarının organ nakline ilişkin görüşlerinde ilk sırayı
(%51,5) organ bağışını düşünmeyenler, ikinci sırayı %39 oranıyla organ bağışında
bulunmayı düşünenler almaktadır. Üçüncü sırada % 8,6 oranla bu konuda kararsız
olanlar bulunmaktadır. En son sırada ise %1 oranla organlarını bağışlayanlar vardır.
Organ nakline ihtiyacı hastalardan sadece %1’nin organ bağışında bulunması ve %
159
51,1 gibi büyük bir oranının organ bağışını düşünmemesi oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü
kendisi organ nakline ihtiyaç kişilerin bu konuda daha duyarlı olmaları beklenir.
Ancak hastalar bu tarzda bir davranış sergilememektedirler. Hastaların bu
davranışlarının sebebi diğer insanların gerekçelerine benzeyeceği gibi, hasta olan
organa sahip olmanın yanı sıra, bir başka organını da kaybetmek istememeklerinden
de kaynaklanabilmektedir.
160
5.4. TOPLUMSAL ROL VE STATÜ
Tablo 5.4.1. Hastaların Babalık/Annelik Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu
Görevi Yerine Getirebilme Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine getirebiliyorum
185
43,9
50,7
Kısmen yerine getirebiliyorum
148
35,2
40,5
Hiç yerine getiremiyorum
32
7,4
8,8
Toplam
385
86,4
100,0
Anne ve babalık rolüne sahip olmayan
21
5,0
Cevapsız
36
8,6
Toplam
422
100,0
Yapılan ankete katılan deneklerin hastalandıktan sonra anne ve babalık
görevlerini yerine getirme durumlarına ilişkin verilere göre, %8,6 oranıyla 36 kişi
soruyu cevapsız bırakmış, %5 oranla 21 kişi ise böyle bir role sahip olmadığı
yönünde cevap vermiştir. Kayıp değerler çıkarıldığında, deneklerden %50,7 oranıyla
185 kişi annelik/babalık görevini yerine getirebildiğini, %40,5 oranıyla 148 kişi
kısmen yerine getirebildiğini ve %8,8 oranıyla 32 kişi ise bu görevlerini hiç yerine
getiremediğini ifade etmiştir.
Hastalanmadan önce annelik/babalık rollerini tam olarak yerine getiren kişiler,
hastalıklarından sonra bu rolleri sergilemede çeşitli aksaklıklar yaşayabilmektedirler.
Yapılan anket çalışmasında da hastaların yaklaşık yarısının anne ve baba rolünü
yerine getirmede problem yaşadığını görmekteyiz. Yerine yeterince getirilemeyen bu
roller, bir başkası tarafından telafi edilmeye çalışılmaktadır. Ancak kimi zaman da bu
rolleri üstlenecek kimse bulunamayabilmektedir. Bu durumda da çocuklar anne ya da
baba rolünden mahrum olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ederler. Ki bu durum
birçok olumsuzluğa davetiye çıkaracaktır.
161
Tablo 5.4.2. Hastaların Arkadaşlık ve Dostluk Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu
Arkadaşlık ve Dostluk
Görevlerini Yerine Getirebilme
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
164
39,0
40,5
Kısmen Yerine Getirebiliyorum
188
44,7
46,4
Hiç Yerine Getiremiyorum
53
12,4
13,1
Toplam
405
96,0
100,0
Cevapsız
17
4,0
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan deneklerden hastalandıktan sonra arkadaşlık ve dostluk
görevlerini yerine getirebilme durumlarına ilişkin olarak sorulan soruya, %4
oranında 17 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değerin çıkarılması sonucunda %40,5
oranıyla 164 kişi hastalandıktan sonra arkadaşlık ve dostluk görevlerini yerine
getirebildiğini, %46,4 oranıyla 188 kişi bu görevleri kısmen yerine getirebildiğini ve
%13,1 oranıyla 53 kişi hiç yerine getiremediğini belirtmiştir. Verilere göre hastaların
yarıdan
fazlasının
hastalığa
bağlı
olarak
arkadaşlık
ve
dostluk
rollerini
gerçekleştirmede zorluk yaşadığını söyleyebiliriz.
Ankete katılan hastaların anne ve baba rolünü gerçekleştirme oranlarının
arkadaşlık ve dostluk rollerinin oranından daha yüksek olması bizlere bir önceliği
göstermektedir. Hastalar anne/baba rolünü arkadaşlık/dostluk rollerinden daha üstün
tutulmaktadırlar. Bu da bize aileye daha fazla önem verildiğini göstermektedir.
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmış kişiler toplumsal ilişkilerden
uzaklaşmışlardır. Bu kişiler vakitlerini daha çok kendilerini normal olarak kabul eden
162
aileleriyle geçirirler. Bu nedenle hastaların ailevi rollerini, arkadaşlık rollerinden
üstün tutması oldukça doğaldır ve bu bağlamda ankete dair bu veri ve damga kuramı
arasında bağlantı kurmak mümkündür.
Tablo 5.4.3. Hastaların İş ve Mesleki Görevlerini Yerine Getirebilme Durumu
İş ve Mesleki Görevlerini
Yerine Getirebilme Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
51
12,1
18,5
Kısmen Yerine
Getirebiliyorum
97
23,0
35,1
Hiç Yerine Getiremiyorum
128
30,3
46,4
Toplam
276
65,4
100.0
İş ve Mesleki Rolü
Bulunmayan
98
23,2
Cevapsız
48
11,4
Toplam
422
100,0
Yapılan anket çalışmasına göre deneklerin hastalandıktan sonra iş ve mesleki
görevleri yerine getirmeyle ilgili olarak sorulan soruya %11,4 oranıyla 48 kişi cevap
vermemiş, %23,2 oranında 98 kişi ise böyle bir rolünün bulunmadığını ifade etmiştir.
Kayıp değerleri çıkardığımızda, % 18,5 oranıyla 51 kişi hastalandıktan sonra iş ve
mesleki görevleri yerine getirebildiğini, %35,1 oranıyla 97 kişi bu görevleri kısmen
yerine getirebildiğini, %46,4 oranıyla 128 kişi ise iş ve mesleki görevlerini
hastalandıktan sonra hiç yerine getiremediğini söylemiştir. Bu verilere göre
örneklemimizi oluşturan HD tedavisi gören KBY hastalarının, hastalıklarına ilişkin
olarak büyük ölçüde iş ve mesleki görevlerini kısmen veya hiç yerine getiremediğini
görmekteyiz.
163
HD tedavisi gören hastalar fiziksel, psikolojik ve sosyal anlamda bir takım
problemler yaşamaktadırlar. KBY hastalığına bağlı olarak fizyolojik açıdan bulantı,
kusma, tansiyon düşmesi, baş ağrısı, kramplar, psikolojik olarak en yaygın olarak
depresyon ve çeşitli sosyal problemlerin yaşanması, diyaliz tedavisinin uzun süre
alması ve sürekli devam etmesi hastaların iş yaşamlarını olumsuz yönde
etkilemektedir. Yapılan anket sonuçlarına baktığımızda da hastaların sadece % 12,1
oranla iş ve mesleki rollerini yerine getirebildiklerini görmekteyiz. Hastalar büyük
oranda iş ve mesleki rollerini hiç yerine getirememekte ya da kısmen yerine
getirebilmektedir. Kronik hastalık ve tedavi süreci hastanın birçok rolünü etkilediği
gibi iş ve mesleki rollerini de etkilemiştir. İş ve mesleki rollerini yerine getiremeyen
hastalar da ekonomik zorluklarla karşı karşıya gelebilmektedirler.
Tablo 5.4.4. Hastaların Cinsel Açıdan Eş Rollerini Yerine Getirebilme Durumu
Cinsel Açıdan Eş Rollerini
Yerine Getirebilme
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
106
25,1
41,0
Kısmen Yerine
Getirebiliyorum
116
27,5
Hiç Yerine Getiremiyorum
36
8,5
14,0
Toplam
298
70,9
100,0
Cinsel Açıdan Eş Rolü
Olmayan
41
9,7
Cevapsız
123
29,1
Toplam
422
100,0
45,0
Örneklemimize katılanların hastalandıktan sonra cinsel açıdan eş rollerini
yerine getirme durumlarına ilişkin olarak, %9,7 oranıyla 41 kişi böyle bir rolü
bulunmadığını belirtmiş, %29,1 oranıyla 123 kişi ise bu soruyu cevapsız bırakmıştır.
164
Kayıp değerler göz ardı edildiğinde %41 oranıyla 106 kişi hastalandıktan sonra
cinsel açıdan karı/koca rollerini yerine getirebildiğini, %45 oranıyla 116 kişi kısmen
yerine getirebildiğini, %14 oranıyla 36 kişi ise bu rollerini hiç yerine getiremediğini
dile getirmiştir. Alınan verilere göre örneklemimize dâhil olan HD tedavisi gören
KBY hastalarının hastalıklarına bağlı olarak daha çok (%45) cinsel rollerini kısmen
yerine getirebildiğini görmekteyiz.
KBY hastalığına sahip kişilerin cinsel rollerini tam olarak yerine getirememesi
fizyolojik nedenlerden kaynaklandığı gibi, tıbbi duruma veya tedaviye psikolojik bir
tepki olarak da gelişebilmektedir. Diyaliz tedavisi gören erkek hastaların yaklaşık
%70’inde cinsel işlev bozukluğu görülmektedir. Bunların nedeni hormonal
değişiklikler, kullanılan ilaçlar, genel tıbbi durum, aile içi sosyal rollerdeki değişim,
psikososyal faktörler ve depresyondur
(Şahin ve Doğan, 2009: 75). Ateş’in
hemodiyaliz tedavisi gören hastalarda yaptığı çalışmada, hastaların yaklaşık yarısı
cinsellik işlevlerini yerine getiremediklerini bildirmişlerdir (Ateş, 2010). Sağduyu ve
arkadaşlarının 2003 yılında HD tedavisi alan hastalar üzerinde yaptıkları bir diğer
araştırmada ise hastaların % 26,5’inin cinsel yaşamla ilgili sorunları olduğu sonucu
ortaya çıkarılmıştır (Sağduyu vd., 2006: 27).
Yaptığımız çalışmada da daha önce yapılan çalışmalara paralel bir sonuç elde
edilmiştir.
Hastaların
yaklaşık
%60’ı
cinsel
rollerini
yeterince
yerine
getirememektedir. Bunun sonucunda da hastalar kimi zaman yetersizlik duygusuna
kapılmaktadır. Hastaların yetersizlik duygusuna kapılması ise psikolojik bir takım
problemleri beraberinde getirmekte ve hastanın yaşam kalitesi olumsuz yönde
etkilenmektedir.
165
Tablo 5.4.5. Hastaların Evlatlık Vazifelerini Yerine Getirebilme Durumu
Evlatlık Vazifelerini Yerine
Getirebilme Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
59
14,0
42,4
Kısmen Yerine Getirebiliyorum
66
15,6
47,5
Hiç Yerine Getiremiyorum
14
3,3
10,1
Toplam
139
33,0
100.0
Evlatlık Rolü Olmayan
93
22.0
Cevapsız
190
45,5
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklere yöneltilen hastalandıktan sonra evlatlık vazifelerini
yerine getirmelerine ilişkin soruya karşılık, %22 oranıyla 93 kişi evlatlık rolü
bulunmadığını belirtirken, %45,5 oranıyla 190 kişi bu soruyu cevapsız bırakmıştır.
Kayıp değerler çıkarıldığında %42,4 oranıyla 59 kişi hastalandıktan sonra evlatlık
vazifelerini yerine getirebildiğini, %47,5 oranıyla 66 kişi kısmen yerine
getirebildiğini, %10,1 oranıyla 14 kişi ise bu görevleri hiç yerine getiremediğini
belirtmişlerdir. Verilere göre örneklemimize dâhil olan HD tedavisi gören KBY
hastaları, hastalandıktan sonra evlatlık rollerini yerine getirme problemini kısmen
yerine getirebilseler de bu konuda sorun yaşamaktadırlar.
Kronik hastalığa sahip olup sürekli makineye bağımlı yaşamak diğer toplumsal
rollerde olduğu gibi evlatlık rollerini yerine getirmekte de sorunlar yaratmaktadır.
Sağlıklı insanlar bu rollerini rahatlıkla yerine getirebilirken, HD tedavisi görenler
hastalıklarından dolayı bu rollerini yeterince yerine getirememektedir. Hastaların
evlatlık rollerini yeterince yerine getirememesi de aile içinde ve çevresinde çeşitli
problemlerin yaşanmasına neden olabilmektedir.
166
Tablo 5.4.6. Hastaların Öğrenci Olarak Eğitim Görevlerini Yerine Getirebilme
Durumu
Öğrenci Olarak Eğitim Görevini
Yerine Getirebilme Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
8
1,9
36,4
Kısmen Yerine Getirebiliyorum
9
2,1
40,9
Hiç Yerine Getiremiyorum
5
1,2
22,7
Toplam
22
5,2
100,0
Öğrencilik Rolü Olmayan
400
94,8
Toplam
422
100,0
Örnekleminize katılan HD tedavisi gören KBY hastalarının öğrenci olarak
eğitim görevlerini yerine getirme durumlarına ilişkin verilere baktığımızda, %94,8
oranıyla 400 kişinin öğrencilik rolüne sahip olmadığını görmekteyiz. Geriye kalan 22
kişi öğrencilik rolüne sahiptir ve bu gruptan alınan verilere göre %36,4 oranıyla 8
kişi öğrenci olarak eğitim görevlerini yerine getirebildiklerini, %40,9 oranıyla 9 kişi
kısmen yerine getirebildiklerini ve %22,7 oranıyla 5 kişi bu rollerini hiç yerine
getiremediklerini söylemişlerdir.
Bir öğrenciden okula sürekli bir şekilde giderek derslere katılımı beklenirken
HD tedavisi gören hasta öğrenciler bu rollerini yerine getirmekte problem
yaşamaktadırlar. Çünkü bir taraftan hastalıktan kaynaklanan fizyolojik, psikolojik ve
sosyal problemler, diğer yandan diyaliz tedavisinin zaman alması, onların rollerini
yerine getirebilmesine engel olmaktadır. Yapılan anket sonucunda oluşturulan
tabloya da baktığımızda öğrencilerin yarısından fazlasının öğrencilik rollerini tam
anlamıyla yerine getiremediği görülmektedir. Tam anlamıyla eğitim alamayan
öğrenciler de ileriki dönemlerde çeşitli problemlerle karşılaşmaya mahkûm
bulunmaktadırlar.
167
Tablo 5.4.7. Hastaların Günlük Kişisel Bakımlarını Yerine Getirebilme
Durumu
Günlük Kişisel Bakımı Yerine
Getirebilme Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
287
68
68,3
Kısmen Yerine Getirebiliyorum
105
24,9
25,0
Hiç Yerine Getiremiyorum
28
6,6
6,7
Toplam
420
99,5
100,0
Cevapsız
2
0,5
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin hastalandıktan sonra günlük kişisel bakımını yerine
getirebilmelerine ilişkin sorulan soruya, %0,5 oranla 2 kişi cevap vermemiştir. Kayıp
değer çıkartıldığında %68,3 oranla 287 kişi günlük kişisel bakımını yerine
getirebildiğini, %25 oranla 105 kişi bu rolü kısmen yerine getirebildiğini ve %6,7
oranla 28 kişi bu rolünü hiç yerine getiremediğini ifade etmiştir. Verilere
baktığımızda örneklemimize katılan bu hastaların büyük oranda günlük kişisel
bakımlarını yerine getirebildiklerini görmekteyiz.
Verilere baktığımızda hastaların çoğu günlük kişisel bakımını yerine getirebilse
de bir kısmının yeterince yerine getiremediği görülmektedir. Yani sağlıklı
durumdayken kişisel bakımlarını yerine getirebilen kişiler, hastalandıktan sonra
hastalığa bağlı olarak günlük kişisel bakımlarını yerine getirebilmekte kimi zaman
sorun yaşamakta ve başkalarından destek almaktadır. Başkalarından destek alma da
hastaları başkalarına muhtaç hale getirebilmektedir. Bu nedenle hastalar, başkalarına
yük haline gelmemek için günlük kişisel bakımlarını olabildiğince yerine getirmeye
çalışmaktadırlar.
168
Tablo 5.4.8. Hastaların Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme Durumu
Dini Vecibeleri Yerine Getirme
Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Yerine Getirebiliyorum
244
57,8
61,2
Kısmen Yerine Getirebiliyorum
122
28,9
30,6
Hiç Yerine Getiremiyorum
33
7,8
8,3
Toplam
399
94,5
100,0
Cevapsız
23
5,5
Toplam
422
100,0
Yapılan çalışmada ankete katılan kişilerin hastalandıktan sonra dini
vecibelerini yerine getirmelerine ilişkin olarak sorulan soruya %5,5 oranla 23 kişi
cevap vermemiştir. Cevapsız veriler analiz dışında bırakıldığında %61,2 oranıyla 244
kişinin hastalandıktan sonra dini vecibelerini yerine getirebildiğini, %30,6 oranıyla
122 kişinin kısmen yerine getirebildiğini ve %8,3 oranıyla 33 kişinin bu rollerini hiç
yerine getiremediğini görmekteyiz. Verilere bakıldığında ankete katılan kişilerin
hastalandıktan sonra da genel olarak dini vecibelerini yerine getirebildiklerini
görmekteyiz.
Baloğlu’nun belirttiği gibi (2006), dinin hastalık ve sağlık durumuna karşı
manevi bir etkisi bulunmaktadır. Din manevi olarak insanlarda iç huzurunu
sağlamaktadır ve hasta insanlar bu durumda maneviyatlarını yükselterek hastalıkları
karşısında pozitif bir etki oluşturmaktadırlar. Hastalar dinleri vasıtasıyla bulundukları
duruma sabretmeleri gerektiğini bilmekte ve bu yönde davranarak daha dirençli hale
gelmektedirler. Anketimize katılan hastalarının dini vecibelerini yerine getirmesi
bütün bu unsurlara bağlanabilir. Çünkü kronik bir hastalığa yakalanan ve makineye
bağlı yaşamak zorunda olan kişilerin sabra ve manevi huzura ihtiyaçları vardır, bu
nedenle dine sığınırlar ve hastalığa karşı daha dirençli bir pozisyon alırlar. Hastaların
169
yüksek oranda dini vecibelerini yerine getirmeleri, din kurumuna verdikleri önemi ve
gelenekselliği göstermektedir.
Tablo 5.4.9. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde İş Yaşamlarındaki
Değişiklikler
İş Yaşamındaki Değişiklikler
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Değişiklik Olmadı
165
39,1
50,6
İşten Çıkarıldım
15
3,6
4,6
İş Değiştirdim
4
0,9
1,2
İşte Verimim Çok Düştü
30
7,1
9,2
İşyerinde Pozisyonum Değişti
1
0,2
0,3
İş Saatlerim Diyalize Göre Düzenlendi
13
3,1
4,0
İşimi Kaybetmekten Korkuyorum
1
0,2
0,3
Normal Süresinde Emekli Oldum
57
13,5
17,5
Malulen Emekli Oldum
40
9,5
12,3
Toplam
326
77,2
100,0
İş Yaşamına Sahip Olmayan
86
20,4
Cevapsız
10
2,4
Toplam
422
100,0
Örnekleme dâhil olan deneklere hastalandıktan sonra iş yaşamında ne gibi
değişiklikler yaşadıkları konusunda sorulan soruya %2,4 oranla 10 kişi cevap
vermemiş, %20,4 oranıyla 86 kişi ise iş yaşamına sahip olmadığını belirtmiştir.
Kayıp değerler çıkartıldığında %50,6 oranla 165 kişi hastalandıktan sonra iş
yaşamında herhangi bir değişikliğin olmadığını, %4,6 oranla 15 kişi işten
çıkarıldığını, %1,2 oranla 4 kişi iş değiştirdiğini, %9,2 oranla 30 kişi işte veriminin
çok düştüğünü, %0,3 oranla 1 kişi işyerinde pozisyonunun değiştiğini, %4 oranla 13
170
kişi iş saatlerinin diyalize göre düzenlendiğini, % 0,3 oranla 1 kişi işini
kaybetmekten korktuğunu, %17,5 oranla 57 kişi hastalandıktan sonra normal
süresinde emekli olduğunu ve %12,3 oranla 40 kişi malulen emekli olduğunu ifade
etmiştir.
Verilere baktığımızda hastaların yarıya yakınının geçmiştekine oranla iş
yaşamında değişimle karşı karşıya geldiğini görmekteyiz. Hastaların iş yaşamında
karşılaştıkları bu problemler onların sosyal yaşamlarına ve psikolojik durumlarına da
yansıyabilmektedir. İş yaşamında değişikliklerle karşılaşan hastaların kendilerini
tanımlama biçimleri ve sosyal kimlikleri de değişebilmektedir. Ayrıca hastaların
işten çıkarılması hastaları ekonomik bir çıkmaza sokmakta, iş yerinde pozisyon
değişmesi ve emekli olunması gibi durumlar da gelirin azalmasına neden
olabilmektedir.
Tablo 5.4.10. Hastaların Diyaliz Hastaların Evlenmemelidir Görüşüne Katılma
Durumu
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
239
56,6
64,4
Kısmen Katılıyorum
84
19,9
22,6
Tamamen Katılıyorum
48
11,4
12,9
Toplam
371
87,9
100,0
Cevapsız
51
12,1
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD tedavisi gören KBY hastalarının diyaliz hastaları
evlenmemelidir görüşüne katılma durumlarına ilişkin soruya % 12,1 oranla 51 kişi
cevap vermemiştir. Kayıp değerin çıkarılmasıyla, % 64,4 oranla 239 kişi diyaliz
hastaları evlenmemeli görüşüne hiç katılmadıklarını, %22,6 oranla 84 kişi bu
düşünceye kısmen katıldıklarını, % 12,9 oranla 48 kişi ise tamamen katıldıklarını
ifade etmektedirler.
171
Verilere göre HD hastalarının, diyaliz hastalarının evlenmelerine ilişkin olarak
çoğunluk (%64,4) herhangi bir problem görmese de azımsanmayacak oranda bir
kesim (% 35,5), diyaliz hastalarının evlenmemeleri gerektiğine ilişkin görüş beyan
etmiştir.
Toplum içinde yaşayan kişilerin çeşitli rol ve sorumlulukları bulunmaktadır.
Evlilikle birlikte bu rollere yeni roller eklemektedir. Örneğin annelik ve babalık rolü,
cinsel olarak karı- koca rolü evlendikten sonra ortaya çıkan başlıca rollerdir.
Hemodiyaliz tedavisi gören KBY hastaları hastalıklarına bağlı olarak toplumsal
rollerini sürdürmekte zorluklar yaşamaktadırlar. Bu nedenle henüz evlenmemiş olan
hastaların evlendikten sonra kendisinden beklenen rolleri yerine getirilmesi
problemli olabilmektedir. Anket verilerine baktığımızda hastaların çoğunun diyaliz
hastalarının evlenmelerinde sakınca görmediklerini ifade etse de %35,4’inin bu
düşünceye katılmadıklarını görmekteyiz. Goffman’ın damga kuramında da
damgalanmış kişilerin evlilik, nişanlılık, flört gibi ilişkilerde çeşitli problemler
yaşadıkları vurgulanmıştır. Bu bakımdan damga kuramı ile evlenme durumuyla ilgili
veriler arasında paralellik bulunduğu söylenebilir.
Tablo 5.4.11. Hastaların, Kadın Diyaliz Hastaların Hamile Kalmaktan
Kaçınmalı Görüşüne Katılma Durumu
Katılma Durumu
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hiç Katılmıyorum
208
49,3
56,4
Kısmen Katılıyorum
102
24,2
27,6
Tamamen Katılıyorum
59
14,0
16,0
Toplam
369
87,4
100,0
Cevapsız
53
12,6
Toplam
422
100,0
172
Örnekleme katılan deneklere yöneltilen, kadın diyaliz hastaları hamile
kalmaktan kaçınmalı görüşüne dair soruya %12,6 oranıyla 53 kişi cevap vermemiştir.
Kayıp değer çıkarıldığında % 56,4 oranla 208 kişi bu görüşe katılmadığını, % 27,6
oranla 102 kişi kısmen katıldığını, % 16 oranla 59 kişi de tamamen katıldığını
belirtmiştir.
Verilere göre ankete katılan HD hastalarının daha çoğu (%56,4) kadın diyaliz
hastalarının hamile kalmasında bir sakınca bulmazken, %44,6’lık kısım bu konuda
kısmen veya tam olarak sakınca görmektedir. Tıbbi olarak bakıldığında da KBY
hastalığına
sahip
olan
kadınların
hamile
kalmalarında
çeşitli
sakıncalar
görülmektedir (Ecder, 2008).
Hamilelik, kadında fiziksel, ruhsal ve kimi zaman sosyal değişimleri
beraberinde getiren bir süreçtir. Bu sürecin sonunda da annelik gibi birçok
sorumluluğun üstlenilmesini gerektiren bir rol ortaya çıkarmaktadır. Bir süreç olarak
hamilelik ve anne olma birçok kadın için dönüm noktası niteliği taşımaktadır.
Bilindiği üzere HD tedavisi gören kronik hastalar toplumsal rollerini yerine
getirmede problem yaşarlar. Tablo 5.4.1.’de de görüldüğü gibi hastaların % 49,3’lük
kısmı anne/babalık rollerini yerine getirmede hastalıklarına bağlı olarak problem
yaşamaktadır. Bu nedenle HD tedavisi alan hastaların çocuk sahibi olmasına ilişkin
olarak sakıncalar bulunduğu söylenebilir.
173
Tablo 5.4.12. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Medeni Durumlarında
Meydana Gelen Değişiklikler
Medeni Durumdaki Değişiklikler
Sayı
Yüzde
Evlendim
7
1,7
Eşimden Boşandım
8
1,9
Eşimden Boşanma Aşamasına Geldim
2
0,5
Nişanlımdan/Sözlümden Ayrıldım
2
0,5
Herhangi Bir Değişiklik Olmadı
403
95,5
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin hastalandıktan sonra medeni durumlarında
herhangi bir değişikliğin olup olmadığına ilişkin soruya %1,7 oranıyla 7 kişi
hastalandıktan sonra evlendiği, %1,9 oranıyla 8 kişi eşiyle boşandığı, %0,5 oranıyla
2 kişi eşiyle boşanma aşamasına geldiği, %0,5 oranıyla 2 kişi eşinden ya da
sözlüsünden ayrıldığı, % 95,5 oranıyla 403 kişi ise hastalandıktan sonra medeni
durumunda değişiklik olmadığı şeklinde cevap vermiştir. Yapılan ankette
deneklerden hiç birisi sözlendiğini ya da nişanlandığını ifade etmemiştir.
HD tedavisi alan hastalar daha öncede çok kez belirtildiği gibi pek çok sorunla
karşı karşıya kalmaktadırlar. Anne/baba rollerini, iş ve mesleki rollerini, cinsel
açıdan karı/koca rollerini, günlük kişisel bakım rollerini yeterince yerine
getirememeleri aile içinde bir takım problemlere yol açmaktadır. Hasta kişinin
sergileyemediği bu roller genellikle eşleri tarafından telafi edilmektedir. Hastalıkla
birlikte aile içinde denge probleminin oluşması evlilik ilişkilerinde sorunlara yol
açmakta ve boşanmaya ya da çeşitli ayrılıklara neden olabilmektedir.
Yaptığımız bu çalışmada hastaların çoğunun hastalandıktan sonra medeni
durumlarında herhangi bir değişiklik yaşamadığını görmekteyiz. Bu sonuç bizlere,
ankete katılan kişilerin genel olarak aile kurumuna verdiği önemi göstermektedir.
Aile üyelerinden birisi aile içindeki rollerini tam anlamıyla yerine getirmese de bu
174
durum aile içinde telafi edilmekte, ailenin bütünlüğü bozulmamaktadır. Eğer aile
kurumuna bu derecede önem verilmeseydi, rollerini yeterince yerine getiremeyen
kişi ailenin dengesini bozduğu gerekçesiyle ailenin dışına itilebilecekti. Çalışmaya
dair bu sonuç aile kurumuna verilen önemi ve geleneksel yapının gücünü
koruduğunu bir kez daha göstermektedir.
Ankete katılan hastalara, bütün bu toplumsal görev ve sorumluluklarını
sergileme düzeylerinin yanı sıra hastalandıktan sonra araba kullanma düzeyleri
hakkında da soru sorulmuştur. Ancak hastaların çoğu bu soruya cevap
vermediğinden, çalışmada tablo olarak gösterilmemiştir.
5.5. HASTALARIN PROBLEMLERİ
Tablo 5.5.1. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Evdeki Olağan
Düzenlerindeki Değişiklikler
Ev Düzenindeki Değişiklikler
Sayı
Yüzde
Olmadı, Her Şey Eskisi Gibi Devam
Ediyor
214
50,7
Hastalığa Bağlı Olarak Oturma ve
Yatma Düzeninde Değişiklikler Var
187
44,3
Büyük Oranda Değişiklikler Var
21
5,0
Toplam
422
100,0
Örnekleme dâhil olan hastalara yöneltilen hastalandıktan sonra evdeki olağan
düzenlerinde ne gibi değişikliklerin olduğu sorusuna karşılık, %50,7 oranla 214 kişi
herhangi bir değişikliğin olmadığını, her şeyin eskisi gibi devam ettiğini, % 44,3
oranla 187 kişi hastalıklarına bağlı olarak oturma ve yatma düzenlerinde
değişikliklerin olduğunu, %5 oranla 21 kişi ise evdeki olağan düzenlerinde büyük
ölçüde değişiklikler yaptıklarını ifade etmişlerdir.
Kronik bir hastalıkla birlikte yaşayan HD hastaları, hastalıklarına bağlı olarak
evdeki
düzenlerinde
değişiklik
yaşayabilmektedirler.
175
Araştırmamıza
katılan
hastaların yaklaşık yarısı evlerinde hastalandıktan sonra çeşitli düzenlemeler
yapmıştır. Hastaları düzen değişikliğine iten temel neden fizyolojik ortaya çıkan
problemler ve bunların yansımalarıdır.
Tablo 5.5.2. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Günlük Rutin İşlerinde
Meydana Gelen Değişiklikler
Günlük Rutin İşlerde Meydana
Gelen Değişiklikler
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Olmadı Eskisi Gibi Kendim
Yürütüyorum
276
65,4
65,6
Kişisel Bakımım İçin Destek
Alıyorum
118
28,0
28,0
Hemen Hemen Her İşim İçin
Yoğun Bir Destek Alıyorum
27
6,4
6,4
Toplam
421
99,8
100,0
Cevapsız
1
0,2
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin, hastalandıktan sonra günlük rutin işlerinde meydana
gelen değişiklikleri belirlemeye yönelik olarak sorulan soruya %0,2 oranla 1 kişi
cevap vermemiştir. Geriye kalan 421 kişiden %65,6 oranla 276 kişi günlük rutin
işlerinde değişikliğin olmadığını, eskisi gibi kendisi yürüttüğünü, % 28 oranla 118
kişi kişisel bakımı için destek aldığını, % 6,4 oranla 27 kişi hemen hemen her işinde
yoğun bir destek aldığını ifade etmiştir.
Kronik hastalığa sahip HD tedavisi alan hastalar hastalıklarına bağlı olarak
ortaya çıkan problemlerinden dolayı kimi zaman gündelik rutin işlerini tam
anlamıyla yerine getirmede zorlanmakta, bu nedenle başka de kişilerden destek
almaktadırlar. Yaptığımız çalışmada hastaların çoğu günlük rutin işlerini yerine
getirebilse de yine azımsanmayacak bir oranı bu işlerini tam olarak yerine
getirememektedir. Günlük rutin işlerini yerine getiremeyen hastalar ise başkalarına
176
bağımlı olarak yaşamak zorundadırlar. Hastaların günlük rutin işlerini yerine
getirebilmesi yaş, hastalığın derecesi ve sosyal destek düzeyi gibi çeşitli faktörlere
göre değişiklik göstermektedir. Hastalarının bu rollerinin telafisi için özellikle
ailelerine büyük görevler düşmektedir.
Tablo 5.5.3. Hastaların, Hastalıktan Sonraki Dönemde Evdeki Yemek
Düzenlerinde Meydana Gelen Değişiklikler
Evdeki Yemek Düzenindeki
Değişiklikler
Sayı
Yüzde
Olmadı Her Şey Eskisi Gibi
Devam Ediyor
83
19,7
Diyetime Bağlı Olarak Bazı
Değişiklikler Oldu
301
71,3
Diyetim Nedeniyle Büyük
Oranda Değişiklikler Yaptık
38
9,0
Toplam
422
100,0
Örneklemimizi oluşturan deneklerin hastalandıktan sonra evdeki yemek
düzenlerinde değişiklik olup olmadığına ilişkin soruya %19,7 oranla 83 kişi herhangi
bir değişikliğin olmadığı, her şeyin eskisi gibi devam ettiği, %71,3 oranla 301 kişi
diyetlerine bağlı olarak bazı değişiklikler olduğu, % 9 oranla 38 kişi de diyetlerinde
büyük ölçüde değişiklik yapıldığı şeklinde cevap vermiştir. Verilere baktığımızda
örneklemimizi oluşturan hastaların, hastalandıktan sonra genellikle evdeki yemek
düzenlerinde değişiklik olduğunu görmekteyiz.
Sağduyu ve arkadaşlarının 2003 yılında HD hastaları üzerinde yaptıkları
araştırmada, hastaların % 60 civarında diyetlerine uyduğu tespit edilmiştir (Sağduyu
vd., 2006). Yaptığımız çalışmada ise bu oran çok daha yüksek düzeyde
görülmektedir.
Parsons’ın hasta rolü kavramına baktığımızda, bir kişi hastalandığında
onlardan çeşitli davranışları sergilemeleri beklenmektedir. Bu davranışlardan birisi
177
de tedaviye uyum sağlamasıdır. KBY hastalığı gerekçesiyle HD tedavisi gören
hastalar hayatlarını diyet yaparak geçirmek zorundadırlar. Eğer diyetlerine dikkat
etmezlerse tedavileri aksamakta ve hastalıkları kötüye gidebilmektedir. Konuya hasta
rolü kavramı açısından bakacak olursak, hastaların hasta rollerine uygun
davrandıklarını söyleyebiliriz. Ancak diyete uymayan hastalar, Parsons’a göre sapkın
olarak nitelendirilir. Çünkü hasta rollerine uygun davranış izleyip tedavilerini tam
anlamıyla gerçekleştirmemektedirler.
178
Tablo 5.5.4. Hastaların Hastalıktan Sonra Yaşamlarında Meydana Gelen
Kısıtlamalardan Hangisini Önemsedikleri
Hastalıktan Sonraki Kısıtlamalar
Sayı
Yüzde
Diyet
Cinsel Yaşam
İş Yaşamı
Spor
Tatil
Boş Zaman Faaliyetleri
Aile İçi İlişkiler
Arkadaşlık Dostluk İlişkileri
Başka
Diyet ve İş Yaşamı
Diyet ve Boş Zaman Faaliyetleri
Diyet ve Aile İçi İlişkiler
Diyet ve Arkadaşlık-Dostluk
İlişkileri
Aile İçi İlişkiler ve ArkadaşlıkDostluk İlişkileri
Diyet, Aile İçi İlişkiler ve
Arkadaşlık- Dostluk İlişkileri
Cinsel Yaşam, Aile İçi İlişkiler
ve Arkadaşlık- Dostluk İlişkileri
İş Yaşamı, Aile İçi İlişkiler ve
Arkadaşlık- Dostluk İlişkileri
Eğlence, Aile İçi İlişkiler ve
Arkadaşlık- Dostluk İlişkileri
Tatil, Aile İçi İlişkiler ve
Arkadaşlık- Dostluk İlişkileri
Boş Zaman Faaliyetleri, Aile İçi
İlişkiler ve Arkadaşlık- Dostluk
İlişkileri
5’den Az Kişinin Cevap
Verdiği Diğer Çoklu Seçenekler
Cevapsız
98
4
10
5
4
10
14
8
6
6
11
10
23,3
1,0
2,4
1,2
1,0
2,4
3,3
1,9
1,4
1,4
2,6
2,4
6
1,4
45
10,7
27
6,4
23
5,5
12
2,8
8
1,9
16
3,8
15
3,6
82
19,5
2
0,5
Toplam
422
100,0
Örneklemimize dâhil olan deneklere hastalandıktan sonra yaşamlarında
meydana gelen değişikliklerden hangilerini önemsediklerine dair soru sorulmuştur.
Bu sorunun cevabı olarak diyet, cinsel yaşam, iş yaşamı, spor, eğlence, tatil, boş
179
zaman faaliyetleri, aile içi ilişkileri, arkadaşlık dostluk ilişkileri ve başka seçeneği
bulunmaktadır. Denekler bu seçeneklerden sadece bir tanesini tercih edebileceği gibi
birden çok tercih de yapabileceklerdir. Bu durumda da karşımıza 79 farklı seçenek
listesi çıkmıştır. Bu nedenle en az 5 kişinin tercih ettiği seçeneklere tabloda yer
verilmiş, geriye kalan %19,5 oranıyla 82 kişilik kısım, 5 kişiden az sayıda kişinin
tercih ettiği seçenekler şeklinde belirtilmiştir.
Ankete katılan deneklerden %0,5 oranına sahip 2 kişi ise hastalıklarının
yaşamlarına getirdiği kısıtlamalardan hangisini ya da hangilerini önemsiyorsunuz
sorusuna cevap vermemiştir. Kayıp değer çıkartıldığı zaman, % 23,3 oranla 98 kişi
hastalığın yaşamına getirdiği kısıtlamalardan en çok sadece diyeti önemsediğini, %1
oranla 4 kişi sadece cinsel yaşamını önemsediğini, %2,4 oranında 10 kişi sadece iş
yaşamını önemsediğini, % 1,2 oranı ile 5 kişi sadece sporunu önemsediğini, %1
oranıyla 4 kişi sadece tatilini önemsediğini, %2,4 oranıyla 10 kişi sadece boş zaman
faaliyetlerini önemsediğini, % 3,3 oranla 14 kişi sadece aile içi ilişkilerini
önemsediğini, %1,9 oranıyla 8 kişi sadece arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini
önemsediğini, %1,4 oranıyla 6 kişi bunlardan başka kısıtlamaları önemsediklerini
ifade etmişlerdir.
Bunların dışında %1,4 oranıyla 6 kişi diyet ve iş yaşamını, %2,6 oranıyla 11
kişi diyet ve boş zaman faaliyetlerini, %2,4 oranla 10 kişi diyet ve aile içi ilişkilerini,
%1,4 oranla 6 kişi diyet, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini, %10,7 oranıyla 45 kişi aile
içi ilişkilerini ve arkadaşlık dostluk ilişkilerini, % 6,4 oranla 27 kişi diyet, aile içi
ilişkiler ve arkadaşlık dostluk ilişkilerini, %5,5 oranıyla 23 kişi cinsel yaşam, aile içi
ilişkiler ve arkadaşlık dostluk ilişkilerini, %2,8 oranıyla 12 kişi iş yaşamı, aile içi
ilişkilerle arkadaşlık dostluk ilişkilerini, %1,9 oranla 8 kişi eğlence ile aile içi ve
arkadaşlık dostluk ilişkilerini, % 3,8 oranla 16 kişi tatil, aile içi ilişkiler ve arkadaşlık
dostluk ilişkilerini, %3,6 oranla 15 kişi boş zaman faaliyetleri ile aile içi ve
arkadaşlık dostluk ilişkilerini önemsemektedirler.
Verilere
baktığımızda
hastaların
çoğunun
diyet
kısıtlamasından
memnuniyetsizliğini görmekteyiz. Ancak bu memnuniyetsizliğe rağmen hastaların
büyük oranda diyete uyulması oldukça olumlu bir sonuçtur. İkinci sırada ise aile içi
180
ilişkiler ve arkadaşlık dostluk ilişkilerdeki kısıtlamalar önemsenmektedir. Buna göre
hastaların ilk olarak fiziksel bir kısıtlamayı, ikinci olarak da sosyal bir kısıtlamayı
önemsediğini görmekteyiz.
Tablo 5.5.5. Hastaların, Hastalıkları Sonucunda Psikolojilerinde Meydana
Gelen Değişiklikler
Psikolojik Sorunlar
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Evet, Psikolojim Çok Bozuldu
Uzman Desteğine İhtiyacım Var
152
36,0
36,2
Psikolojimi Kötü Etkiledi Fakat
Yardım Aldığım Uzman
Sayesinde Kurtuldum
27
6,4
6,4
Hayır, Psikolojimi Hiç
Etkilemedi
171
40,5
40,7
Bu Konuda Fikrim Yok
70
16,6
16,7
Toplam
420
99,5
100,0
Cevapsız
2
0,5
Toplam
422
100,0
Tabloya baktığımızda, hastaların hastalıklarıyla birlikte psikolojilerinde
meydana gelen değişikliğe ilişkin soruya %0,5 oranla 2 kişinin cevap vermediğini
görmekteyiz. Kayıp değer çıkarıldığında, %36,2 oranla 152 kişi hastalıkla birlikte
psikolojisinin bozulduğunu ve uzman desteğine ihtiyacı olduğunu, %6,4 oranla 27
kişi psikolojisinin kötü etkilendiğini, ancak aldığı yardım aldığı uzman sayesinde
kurtulduğunu, %40,7 oranla 171 kişi hastalığın psikolojisini hiç etkilemediğini,
%16,7 oranla 70 kişi ise bu konuda fikri olmadığını ifade etmiştir.
Bahar ve Arkadaşlarının 2007 yılında HD tedavisi gören hastalar üzerinde
yaptıkları araştırmada (Bahar vd., 2007) ankete katılan hastaların %30,4’ünde
anksiyete, %54,3’ünde depresyon görüldüğü ifade edilmiştir. Baktıroğlu’nun 2010
181
yılında hemodiyaliz hastaları üzerinde yaptığı çalışmada, hastaların %12,08’inde
depresyon, % 11,6’sında anksiyete olduğu belirtilmiştir (Baktıroğlu, 2010).
Kızılcık’ın 2009 yılında HD tedavisi gören hastalar üzerinde yaptığı çalışmada
hastaların %54.42’sinde depresyon belirtileri olduğu saptanmıştır (Kızılcık, 2009).
Sağduyu ve arkadaşlarının 2003 yılında gerçekleştirdikleri araştırmada ise
anketlerine katılan HD hastalarının %41,2’sinin depresyon, % 11,8’inin ise anksiyete
belirtileri bulunduğu sonucu çıkarılmıştır (Sağduyu vd., 2006: 27).
Yaptığımız çalışmada yer alan deneklerin yaklaşık yarısı da hastalandıktan
sonra psikolojik problemlerin ortaya çıktığını dile getirmişlerdir. Bu bakımdan daha
önce yapılan araştırmaların sonuçlarıyla, çalışmamızın sonuçları arasında paralellik
bulunmaktadır. Kronik hastalığa sahip bireyler, psikolojik problemlerle karşı karşıya
gelmişlerdir.
182
Tablo 5.5.6. Hastaların Yaşadığı En Önemli Duygusal Reaksiyonlar
Önemli Duygusal Reaksiyonlar
Sayı
Yüzde
Ölüm Korkusu
10
2,4
Özgüven Eksikliği
2
0,5
Yalnızlık ve İlgisizlik
11
2,6
Yetersizlik Duygusu
2
0,5
Ümitsizlik ve Bıkkınlık
7
1,7
İsyan ve Kızgınlık
2
0,5
Kaderine Razı Olmak
34
8,1
Sabretmek
56
13,3
Özgüven Eksikliği ve Sabretmek
6
1,4
Kaderine Razı Olmak ve Sabretmek
211
50,0
Ölüm Korkusu, Kaderine Razı Olmak
ve Sabretmek
9
2,1
Yalnızlık ve İlgisizlik, Kaderine Razı
Olmak ve Sabretmek
10
2,4
Ümitsizlik ve Bıkkınlık, Kaderine Razı
Olmak ve Sabretmek
5
1,2
Tercih Sayısı 4 ve Altı Olan Çoklu
Seçenekler
113
26
Toplam
422
100,0
Örneklemimize dâhil olan deneklere yöneltilen yaşadıkları en önemli duygusal
reaksiyonlara ilişkin soruya birden fazla seçeneği tercih edebilecekleri söylenmiştir.
Bu nedenle 51 tane çoklu seçenek karşımıza çıkmıştır. Seçeneklerin içinde sayısı 4
ve altında olan grup tabloda gösterilmemiş olup, genel olarak tercih sayısı 4 ve
altında olan çoklu seçenekler adı altında gösterilmiştir. Bu gruba dâhil olan %26
oranla 113 kişi bulunmaktadır. Bunun dışında %2,4 oranla 10 kişi sadece ölüm
183
korkusu yaşadığını, % 0,5 oranla 2 kişi özgüven eksikliği yaşadığını, %2,6 oranla 11
kişi yalnızlık ve ilgisizlik duygusu yaşadığını, % 0,5 oranla 2 kişi yetersizlik duygusu
yaşadığını, % 1,7 oranla 7 kişi ümitsizlik ve bıkkınlık, %0,5 oranla 2 kişi isyan ve
kızgınlık, % 8,1 oranla 34 kişi kaderine razı olma, % 13,3 oranla 56 kişi sabretme
duygusal reaksiyonlarını yaşadığını ifade etmektedir. Bunların dışında %1,4 oranla 6
kişi özgüven eksikliği ile birlikte sabretme, %50 oranla 251 kişi kaderine razı olma
ve sabretme, % 2,1 oranla 9 kişi ölüm korkusu, kaderine razı olma ve sabretme, %2,4
oranla 10 kişi yalnızlık ve ilgisizlikle birlikte kaderine razı olma ve sabretme, %1,2
oranla 5 kişi ümitsizlik ve bıkkınlığın yanı sıra kaderine razı olma ve sabretme
duygusal reaksiyonlarını yaşamaktadır.
Okanlı ve arkadaşlarının 2005 yılında HD hastaları üzerinde yaptığı çalışmada
hastaların
çoğunun
duygularını
bastırdığı
ve
ifade
etmekten
çekindiği
belirtilmektedir. Bu çalışmada aynı zamanda kadınların erkeklerden daha fazla
oranda duygularını bastırdığı sonucu ortaya konulmuştur (Okanlı vd., 2008).
Yaptığımız çalışmada ise hastaların hastalıklarına dair duygusal reaksiyonların
yüksek oranda öfke, yetersizlik, ümitsizlik ve bıkkınlık, ölüm korkusu, özgüven
eksikliği olmadığını görmekteyiz. Hastaların en fazla oranda duygusal reaksiyonu
kaderine razı olmak ve sabretmek şeklindedir. Bu cevap bize hastaların, hastalıklarını
algılama düzeyinde dini görüşlerinin önem taşıdığını göstermektedir. Bu nedenle
dinin sağlık ve hastalık kavramlarıyla ilişkili olduğunu bir kez daha söyleyebiliriz.
Baloğlu’nun da belirttiği gibi (Baloğlu, 2006) din, sağlık ve hastalığa karşı manevi
bir etkide bulunmakta, hastalığa karşı teslimiyet haline neden olmakta ve pozitif bir
etki oluşturmaktadır. Kişiler din sayesinde, hayatta karşılaştıkları zorluklar ve
engeller karşısında sabretmesi gerektiğine, öldükten sonra tekrar dirileceğine ve
ödüllendirileceğine inanması ruhsal açıdan rahatlamasına ve hastalığa karşı dirençli
olmasına neden olmaktadır. Yaptığımız çalışmada bu görüşler doğrulanmaktadır.
Çünkü ankete katılan hastaların yarısından fazlasının hastalığa karşı gösterdiği en
fazla reaksiyon kaderine razı olmak ve sabretmek şeklindedir. Sonuç olarak hastalık
algılamasında din kurumunun önemini ve geleneksel yapının güçlülüğünü bir kez
daha görmekteyiz.
184
Tablo 5.5.7. Hastaları Tedavi Sürecinin Dışında Mutsuz Edebilecek Diğer
Sorunlar
Sorunlar
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Ailesinin İlgisizliği ve Duyarsızlığı
365
86,5
86,9
Yakınlarının İlgisizliği ve
Duyarsızlığı
29
6,9
6,9
Arkadaşlarının İlgisizliği ve
Duyarsızlığı
3
0,7
0,7
Yetkililerin İlgisizliği ve
Duyarsızlığı
12
2,8
2,9
Diğer
11
2,6
2,6
Toplam
420
99,5
100,0
Cevapsız
2
0,5
Toplam
422
100,0
Anketimize katılan deneklere yöneltilen, diyaliz hastasını tedavi sürecindeki
sorunlar dışında nelerin mutsuz edeceğine ilişkin soruya % 0,5 oranla 2 kişi cevap
vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında % 86,9 oranla 365 kişi ailesinin ilgisizliği ve
duyarsızlığının, % 6,9 oranla 29 kişi yakınlarının ilgisizliğinin ve duyarsızlığının,
%0,7 oranla 3 kişi arkadaşlarının ilgisizliğinin ve duyarsızlığının, % 2,9 oranla 12
kişi yetkililerin ilgisizliği ve duyarsızlığının, %2,6 oranla 11 kişi ise bunların
dışındaki başka etkenlerin onları mutsuz edeceğini ifade etmişlerdir.
Verilere baktığımızda hastaların büyük kısmının (%86,9) tedavi sürecinin
dışında, ailesinin ilgisizliği ve duyarsızlığının mutsuz edeceğini belirttiğini
görmekteyiz. Bu sonuç bizlere aile kurumunun hastaların yaşamında ne kadar önemli
bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Goffman’ın damga kuramında da olduğu
gibi damgalanmış kişinin normal olarak kabul edilip eksik ve yetersiz görülmediği
mekânlardan bir tanesi aileleridir. HD tedavisi gören diyaliz hastaların toplumsal
185
rollerindeki eksiklikleri kapatan ve telafi edenler aileleridir. Bunun dışında aileler
kişiye psikolojik destek vermekte ve tedavi sürecinde yardımcı olmaktadır. Bütün bu
nedenlerle ailelerin ilgisiz ve duyarsız olmaları, hastaları kötü yönde etkileyecek olan
en büyük unsurdur.
Tablo 5.5.8. Hastaları En Çok Rahatsız Eden Şikâyetler
Şikâyetler
Sayı
Yüzde
Herhangi Bir Şikâyetim Yok
148
35,1
Ağrılar
28
6,6
Diyet
3
0,7
Ölüm Korkusu
1
0,2
Psikolojik Sorunlar
1
0,2
Makineye Bağımlı Yaşamak
14
3,3
Cinsel Yaşamla İlgili Sorunlar
1
0,2
İş ve Ekonomik Yaşamla İlgili Sorunlar
5
1,2
Ağrılar ve Diyet
6
1,4
Ağrılar ve Psikolojik Sorunlar
5
1,2
Ağrılar ve Makineye Bağımlı Yaşamak
22
5,2
Diyet ve Makineye Bağımlı Yaşamak
5
1,2
Psikolojik Sorunlar ve Makineye Bağımlı
Yaşamak
5
1,2
Ağrılar, Diyet ve Psikolojik Sorunlar
5
1,2
Ağrılar, Diyet ve Yakınların İlgisizliği
6
1,4
Ağrılar, Diyet ve Makineye Bağımlı
Yaşamak
32
7,6
Ağrılar, Psikolojik Sorunlar ve Makineye
Bağımlı Yaşamak
12
2,8
186
Ağrılar, Yakınların İlgisizliği ve Makineye
Bağımlı Yaşamak
14
3,3
Ağrılar, Makineye Bağlı Yaşamak, İş ve
Ekonomik Yaşamla İlgili Sorunlar
13
3,1
Yakınların İlgisizliği, Makineye Bağımlı
Yaşamak ve Cinsel Yaşamla İlgili Sorunlar
13
3,1
Yakınların İlgisizliği, Makineye Bağımlı
Yaşamak, İş ve Ekonomik Yaşamla İlgili
Sorunlar
6
1,4
Makineye Bağımlı Yaşamak, Cinsel Yaşamla
İlgili Sorunlar, İş ve Ekonomik Yaşamla
İlgili Sorunlar
7
1,7
4 ve Altında Kişinin Cevap Verdiği Çoklu
Seçenekler
70
16,6
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin hastalıklarıyla ilgili olarak kendilerini en
çok neyin rahatsız ettiğine ilişkin soruya cevap olarak en önemli üç seçeneği
belirtmeleri istenmiştir. Bu durumda karşımıza 41 farklı seçenek biçimi çıkmıştır.
Ancak 41 seçeneğin hepsi tabloda gösterilmemiştir. Tabloda 4 ve daha fazla kişinin
tercihte bulunduğu seçeneklere yer verilmiştir.
Buna göre ankete katılan deneklerden %35,1 oranla 148 kişi herhangi bir
şikâyeti olmadığını belirtmiş, % 6,6 oranla 28 kişi sadece ağrılardan, % 0,7 oranla 3
kişi sadece diyetten, % 0,2 oranla 1 kişi sadece ölüm korkusundan, % 0,2 oranla 1
kişi sadece psikolojik sorunlardan, % 3,3 oranla 14 kişi sadece makineye bağımlı
yaşamaktan, %0,2 oranla 1 kişi de sadece cinsel yaşamla ilgili sorunlardan, %1,2
oranla 5 kişi sadece iş ve ekonomik yaşamla ilgili sorunlardan şikâyetçidir. Yine
deneklerden % 1,4 oranla 6 kişi ağrılar ve diyetten, %1,2 oranla 5 kişi ağrılar ve
psikolojik sorunlardan, % 5,2 oranla 22 kişi ağrılar ve makineye bağımlı yaşamaktan,
% 1,2 oranla 5 kişi diyet ve makineye bağımlı yaşamaktan, % 1,2 oranla 5 kişi
psikolojik sorunlar ve makineye bağımlı yaşamaktan, %1,2 oranla 5 kişi ağrılar,
187
diyet ve psikolojik sorunlardan, % 1,4 oranla 6 kişi ağrılar, diyet ve yakınların
ilgisizliğinden, % 7,6 oranla 32 kişi ağrılar, diyet ve makineye bağımlı yaşamak,
%2,8 oranla 12 kişi ağrılar, psikolojik sorunlar ve makineye bağımlı yaşamaktan,
%3,3 oranla 14 kişi ağrılar, yakınların ilgisizliği ve makineye bağımlı yaşamaktan,
%3,1 oranla 13 kişi ağrılar, makineye bağlı yaşamak ve iş ve ekonomik yaşamla ilgili
sorunlardan, % 3,1 oranla 13 kişi yakınların ilgisizliği, makineye bağımlı yaşamak ve
cinsel yaşamla ilgili sorunlardan, % 1,4 oranla 6 kişi yakınların ilgisizliği, makineye
bağımlı yaşamak ve iş ve ekonomik yaşamla ilgili sorunlardan, % 1,7 oranla 7 kişi
ise makineye bağımlı yaşamak, cinsel yaşamla ilgili sorunlar ve iş ve ekonomik
yaşamla ilgili sorunlardan şikâyetçidir. Geriye kalan deneklerden % 16,6 oranla 70
kişi ise bunların dışındaki çoklu seçenekleri tercih ettiklerini belirtmişlerdir.
Verilere göre ankete katılan hemodiyaliz hastalarının %35,1 oranla herhangi
bir şikâyeti yoktur. Hastaların en çok şikâyette bulunduğu unsurlar, ağrılar, diyet ve
makineye bağımlı yaşamaktır. Bu tür problemler hastaların yaşam kalitelerini kötü
yönde etkilediğinden, şikâyetçi olmalarına neden olmuştur. Hastaların %35,1’inin
herhangi bir şikâyeti olmaması da tedavinin etkinliğini göstermektedir.
188
Tablo 5.5.9. Hastaların Hastalığından Dolayı Ölme İsteği (Ötenazi) Hakkındaki
Fikirleri
Ölme İsteğinin Nasıl Karşılandığı
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Diyaliz Hastalarına Böyle Bir Hak
Verilmeli
8
1,9
2,5
Böyle Bir Talebe Kesinlikle
Karşıyım
66
15,6
20,7
Dinen Yasak Olduğu İçin Buna
Karşıyım
61
14,5
19,1
Bu Konuda Fikrim Yok
184
43,6
57,7
Toplam
319
75,6
100,0
Cevapsız
103
24,4
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan hastaların, hastalıklarından dolayı ölme isteğiyle bir
başka deyişle ötenaziyle ilgili düşüncelerini öğrenmek için sorulan soruya % 24,4
oranla 103 kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında % 2,5 oranla 8 kişinin
diyaliz hastalarına böyle bir hakkın verilmesi gerektiğini, % 20,7 oranla 66 kişinin
böyle bir talebe kesinlikle karşı olduğunu, % 19,1 oranla 61 kişinin dinen yasak
olduğu için böyle bir talebe karşı olduğunu, % 57,7 oranla 184 kişinin de bu konuda
fikri olmadığını söylediğini görmekteyiz.
Verilere baktığımızda hastaların çoğunun (%57,7)
ötenazi hakkında fikri
olmadığını ve bu konuda fikri olmayan hastalar dışında, hastaların çoğunun bu
görüşe karşı olduğunu görmekteyiz. Ötenaziye karşı olmayan denek sayısı % 2,5
oranında oldukça düşük düzeydedir. Ötenazinin de bir tür intihar olduğu
düşünülürse, anket sonucunda din kurumunun etkinliğinden ve geleneksel yapının
güçlülüğünden kaynaklanan sebeplerle, hastaların ötenaziye karşı oldukları
söylenebilir.
189
Tablo 5.5.10. Hastaların Hastalıktan Dolayı İntihar Etmek Hiç Aklınıza Geldi
mi? Sorusuna Verdikleri Cevaplar
Cevaplar
Sayı
Yüzde
Geçerli
Yüzde
Hayır, Hiçbir Zaman Düşünmedim
318
75,4
95,5
Zaman Zaman Aklıma Geldi
13
3,1
3,9
Birkaç Kez Teşebbüs Ettim
2
0,5
0,6
Toplam
333
78,9
100,0
Cevapsız
89
21,1
Toplam
422
100,0
Yapılan ankete katılan HD hastalarına yöneltilen, hastalıklarından dolayı
intihar etmenin akıllarına gelip gelmediğine ilişkin sorulan soruya % 21,1 oranla 89
kişi cevap vermemiştir. Kayıp değer çıkarıldığında, % 95,5 oranla 318 kişi intihar
etmeyi hiçbir zaman düşünmediğini, % 3,9 oranla 13 kişi intiharın zaman zaman
aklına geldiğini, % 0,6 oranla 2 kişi ise birkaç kez intihara teşebbüs ettiğini
söylemiştir.
Diyaliz tedavisi gören hastalarda intihar olgularına sağlıklı insanlara oranla
daha fazla rastlanılmaktadır. Hatta her 500 diyaliz hastasından birinin intihar ettiğine
ve bunun dışında büyük bir grubun bir veya birden çok kez intihara teşebbüs ettiğine
ilişkin veriler bulunmaktadır (Levy, 1997: 369; Çelik ve Acar, 2007: 23; Özgür vd.,
2003: 101). Yaptığımız çalışmada hastaların büyük oranda (%95,5) intiharı hiç
düşünmediğini belirttiğini görmekteyiz. Ancak veri toplanılması esnasında görüşülen
doktorlar, hastaların çoğunun intiharı düşündüğünü, fakat bunu dile getirmek
istemediklerini ifade etmişlerdir. Doktorlara göre hastaların intihar etmemelerinin
sebebi İslamiyet’te yasaklanmış olmasıdır. Buna göre hastalar yaşadıkları problemler
nedeniyle intihar etmeyi düşünmekte, ancak dini yönlerinin ağır basması nedeniyle
bu düşünceden vazgeçmektedirler.
190
Tablo 5.5.11. Hastaların Hastalıkları ile İlgili Talep ve Şikâyetlerini Ulaştırdığı
Yerler
Ulaştırdığı Yer
Sayı
Yüzde
Diyaliz Merkezi
37
8,8
Sağlık Bakanlığı
1
0,2
Dernek/Vakıf
1
0,2
Doktor
370
87,7
Hiçbir Yer
11
2,6
Diğer
2
0,5
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin, hastalıklarıyla ile ilgili talep ve şikâyetlerini
nereye veya kime ulaştırdıklarına dair verilere baktığımızda, % 8,8 oranla 37 kişinin
diyaliz merkezine, % 0,2 oranla 1 kişinin Sağlık Bakanlığı’na, % 0,2 oranla 1 kişinin
derneğe ya da vakfa, % 87,7 oranla 370 kişinin doktoruna, % 2,6 oranla 11 kişinin
hiçbir yere, % 0,5 oranla 2 kişinin ise bunların dışındaki diğer yerlere ulaştırdıklarını
görmekteyiz.
Tablo 5.3.25’te görüleceği üzere ankete katılan diyaliz hastaların % 97,6’sı
sivil toplum kuruluşuna, derneğe ya da bir vakfa üye değildir. Bu nedenle
hastalıklarıyla ilgili şikâyet ve taleplerini, haftada en az iki gün gördükleri
doktorlarına iletmekteler. Hastaların talep ve şikâyetlerini doktorlarına iletmeleri,
onlara güvendiklerini ve onlardan memnun olduklarını da göstermektedir.
191
5.6. SOSYAL FAALİYET VE İLİŞKİ
Tablo 5.6.1. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Televizyon İzleme
Düzeyleri
Hastanın Televizyon İzleme
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
45
10,7
Değişmedi
157
37,2
Arttı
215
50,9
Cevapsız
5
1,2
Toplam
422
100,0
Örneklemimizi
oluşturan
deneklerin
hastalandıktan
televizyon izleme durumlarına ilişkin soruya
sonraki
dönemde
%1,2 oranıyla 5 kişi cevap
vermemiştir. Geriye kalan 417 kişiden % 10,7 oranıyla 45 kişi TV izleme oranının
azaldığını, % 37,2 oranıyla 157 kişi değişmediğini, % 50,9 oranıyla 215 kişi ise TV
izleme oranının arttığını ifade etmiştir.
Kronik hastalığa sahip bireyler hastalıklarından kaynaklanan problemlerden
dolayı sosyal yaşamdan uzaklaşmaktadırlar. Arkadaş ve dost çevresi ile akrabalarla
iletişimin azalması onları yalnızlığa itmektedir. Yalnızlığı telafi etmek için de başka
faaliyetlere daha fazla zaman harcamaktadırlar. Hastaların bu yalnızlığı telafi
etmesini sağlayan faaliyetlerden birisi TV izlemedir. TV izlemedeki artışın
nedenlerinden birisi de hastaların herhangi bir fiziksel aktiviteye ihtiyacı
olmamasıdır. Kronik hastalar yatağa ve istirahata bağlı yaşamaları ve yaşamlarının
büyük kısmını hastane ya da evlerinde geçirmeleri onları TV izlemeye itmiştir. TV
izleme fiziksel olarak yük getirmediği için tercih edilmektedir.
192
Tablo 5.6.2. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Kitap, Dergi, Gazete
Okuma Düzeyleri
Kitap, Dergi, Gazete Okuma
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
34
8,1
Değişmedi
85
20,1
Arttı
23
5,5
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
280
66,4
Toplam
422
100,0
Örneklem grubumuzda bulunan deneklerin hastalandıktan sonra kitap, dergi,
gazete okuma durumlarıyla ilgili olarak, %8,1 oranıyla 34 kişi kitap, dergi ve gazete
okuma faaliyetlerinin azaldığını, %20,1 oranıyla 85 kişi değişmediğini, %5,5
oranıyla 23 kişi bu faaliyetlerinin arttığını söylemiştir. Ankete katılanların %66,4
oranında 280 kişi ise hastalanmadan önce de, kitap, dergi ve gazete okuma
faaliyetlerinde bulunmadığını dile getirmişlerdir.
Tabloya baktığımız zaman ankete katılan hastaların çok fazla oranda okuma
faaliyetinde bulunmadıklarını görmekteyiz. Araştırmaya katılan hastaların çoğu
hastalanmadan önce de okuma alışkanlığına sahip değildir. Okuma oranının az
olması çeşitli faktörlere dayandırılabilir. Bu faktörlerden ilki okuma yazma
bilmeyenlerin Tablo 5.1.4.’te görüldüğü gibi %15,2 oranında olmasıdır. Eğitim
düzeyi arttıkça okuma alışkanlıkları da artmaktadır. Araştırmamıza katılan
deneklerin
çoğunun
düşük
eğitim
seviyesinde
olmaları
onların
okuma
alışkanlıklarının da düşük düzeyde olmasına neden olmuştur. Hastalanmadan önce de
okuma alışkanlıklarına sahip olan hastaların, hastalandıktan sonra da bu
faaliyetlerinin değişmemesi, okumanın fiziksel aktiviteye dayanmamasından
kaynaklanmaktadır.
193
Tablo 5.6.3. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Tiyatroya Gitme
Düzeyleri
Hastanın Tiyatroya Gitme
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
20
4,7
Değişmedi
36
8,5
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
366
86,7
Toplam
422
100,0
Yapılan ankete göre hastaların, hastalandıktan sonra tiyatroya gitme
faaliyetiyle ilgili olarak sorulan soruya karşılık olarak %86,7 oranla 366 kişi
hastalanmadan önce de bu faaliyetlerde bulunmadığını belirtmiş, %4,7 oranla 20 kişi
hastalandıktan sonra tiyatroya gitme faaliyetlerinin azaldığını, %8,5 oranla 36 kişi ise
bu faaliyetinin hastalandıktan sonra değişmediğini ifade etmiştir. Örneklemimiz
içinde
hastalandıktan
sonra
tiyatroya
gitme
faaliyetinde
artış
olan
kişi
bulunmamaktadır.
Verilere
baktığımızda
ankete
katılanların
çoğunun
tiyatroya
gitme
alışkanlığının olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle hastalıkları sonrasında bu
faaliyetlerin gerçekleştirilme durumu da çok etkilenmemiştir. Ankete katılanların
sadece %4,7’lik kısmı tiyatroya gitme faaliyetlerinin hastalandıktan sonra azaldığını
belirtmişlerdir. Bu durum da hastaların tedavilerinin fazla zaman almasından, sosyal
yaşamdan
uzaklaşmalarından,
fiziksel
olarak
uygun
olmamalarından
kaynaklanabilmektedir. Hastaların çoğunlukla hastalanmadan önceki dönemde de bu
tür faaliyetlerde bulunmaması, eğitim düzeyleriyle, sosyoekonomik durumlarıyla ve
kültürel yapılarıyla alakalı olarak açıklanabilir.
194
Tablo 5.6.4. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Sinemaya Gitme
Düzeyleri
Hastanın Sinemaya Gitme
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
31
7,3
Değişmedi
41
9,7
Arttı
1
0,2
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
349
82,8
Toplam
422
100,0
HD tedavisi alan KBY hastaları üzerinde yapılan araştırmamıza göre
örneklemimizi oluşturan hastaların hastalandıktan sonraki dönemde sinemaya gitme
faaliyetleriyle ilgili olarak sorulan soruya %82,8 oranla 349 kişi hastalanmadan önce
de sinemaya gitme faaliyetinde bulunmadıkları şeklinde cevap vermişlerdir. Yine
hastaların %7,3 oranla 31’i hastalandıktan sonra sinemaya gitme faaliyetinin
azaldığını, %9,7 oranla 41’i bu faaliyetinin sayısında bir değişikliğin olmadığını,
%0,2 oranla 1’i ise sinemaya gitme faaliyetinin arttığını belirtmiştir.
Tabloya baktığımızda tiyatroya gitme faaliyetinde olduğu gibi sinemaya gitme
faaliyetinde de çok fazla bulunulmadığını görmekteyiz. Ancak sinemaya gitme oranı
az da olsa tiyatroya gitme oranından fazladır. Bu nedenle hastalıktan ötürü sinemaya
gidemeyen hastaların oranı da daha fazladır. Ancak genel olarak ankete katılan
hastaların çok fazla kültürel etkinliklere katıldıklarını söyleyemeyiz. Bu nedenle de
hastalanmaları bu tür faaliyetlerde bulunmalarına büyük oranda etki etmemiştir.
195
Tablo 5.6.5. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Gezip Dolaşma Düzeyleri
Gezip Dolaşma Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
197
46,7
Değişmedi
89
21,1
Arttı
11
2,6
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
125
29,6
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerden alınan, hastalandıktan sonra gezip dolaşma
faaliyetlerindeki değişikliklere ilişkin verilere göre,
%29,6 oranıyla 125 kişi
hastalanmadan önce de gezip dolaşma faaliyetinde bulunmadığını, %46,7 oranıyla
197 kişi hastalandıktan sonra gezip dolaşma faaliyetinin azaldığını, %21,1 oranıyla
89 kişi bu faaliyetlerinin değişmediğini, %2,6 oranıyla 11 kişi ise arttığını
belirtmiştir.
Toplumun yapısı, boş zamanları değerlendirme faaliyetlerini de etkilemektedir.
Verilere baktığımızda hastaların çoğunun hastalandıktan sonra gezip dolaşma
faaliyetlerinin azaldığını belirttiğini görmekteyiz. Bu azalmanın çeşitli sebepleri
bulunmaktadır. İlki kronik hastalığa sahip bireyin fiziksel yetersizlikten dolayı
kendilerini yoracak faaliyetlerde bulunmamalarıdır. Kronik hastalıkların kişilerin
fiziksel, psikolojik ve sosyal engellerle karşılaşmasına neden olması, gezip dolaşma
faaliyetlerini de etkisi altına almıştır. Bu nedenle hastalar evlerine ve diyaliz
merkezlerine hapsolmaktadırlar.
196
Tablo 5.6.6. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Egzersiz ve Spor Yapma
Düzeyleri
Egzersiz ve Spor Yapma Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
70
16,6
Değişmedi
56
13,3
Arttı
1
0,2
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
294
69,8
Cevapsız
1
0,2
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin hastalandıktan sonra spor ve egzersiz yapma
durumlarına ilişkin olarak sorulan soruya %0,2 oranıyla 1 kişi cevap vermemiş, %
69,8 oranıyla 294 kişi daha önce de bu tür faaliyetlerde bulunmadığını, %16,6
oranıyla 70 kişi bu tür faaliyetlerinin azaldığını, %13,3 oranıyla 56 kişi
değişmediğini, %0,2 oranıyla 1 kişi ise arttığını ifade etmiştir.
Verilere baktığımızda ankete katılan hastaların çoğunun hastalanmadan önce
de egzersiz ve spor alışkanlığının bulunmadığını görmekteyiz. Ancak hastalanmadan
önce bu faaliyetlerde bulunanlardan çoğu, hastalandıktan sonra bu tür faaliyetlerinde
azalma yaşadıklarını belirtmişlerdir. Hastalandıktan sonra egzersiz ve spor
faaliyetlerini arttıranlar oldukça az sayıdadırlar. Hastaların hastalandıktan sonraki
dönemde egzersiz ve spor yapma faaliyetlerinin azalması, fiziksel yetersizliklerinden
kaynaklanmaktadır. Hastaların çoğunun hastalanmadan önce de bu tür faaliyetlerde
bulunmaması ise, sağlığı koruyucu önlemler almadıklarını göstermektedir.
197
Tablo 5.6.7. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Seyahat Etme Düzeyleri
Seyahat Etme Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
119
28,9
Değişmedi
50
11,8
Arttı
2
0,5
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
250
59,2
Cevapsız
1
0,2
Toplam
422
100,0
Yapılan çalışmaya göre deneklerin hastalandıktan sonra seyahat etme
durumlarıyla ilişkili olarak sorulan soruya %0,2 oranla 1 kişi cevap vermemiş, %59,2
oranıyla 250 kişi hastalanmadan önce seyahat etme faaliyetlerinde bulunmadığını,
%28,9 oranla 119 kişi bu faaliyetinin azaldığını, % 11,8 oranla 50 kişi değişmediğini,
% 0,5 oranla 2 kişi ise arttığını belirtmiştir.
Verilere
baktığımızda
deneklerin
hastalandıktan
sonra
diğer
fiziksel
aktivitelere göre seyahat etme faaliyetinden daha çok etkilendiğini söyleyebiliriz.
Çünkü hastalanmadan önceki zamanda seyahat etme faaliyetinde bulunanların oranı
diğer faaliyetlere göre daha yüksektir. Veriler ışığında hastalanmadan önce seyahat
etme faaliyetinde bulunanların hastalandıktan sonra bu türdeki faaliyetlerinin
azaldığını belirttiğini görmekteyiz. Krespi ve arkadaşlarının HD hastaları üzerinde
yapmış olduğu çalışmada hastalar, hastalanmadan önce pek çok yere seyahat ettiğini,
ancak hastalıkla birlikte bu faaliyetlerinin azaldığını, çünkü tedavi süresince
bulunduğu yerden ayrılmaması gerektiğini söylemişlerdir (Krespi vd., 2008:
368).Yaptığımız ankettin bu sonucu ile Krepsi ve arkadaşlarının yaptığı çalışmanın
sonucu arasında paralellik bulunmaktadır. Hastalar, hastalıklarının fiziksel düzeyde
engeller koymasından ve diyaliz tedavisinin sürekli olmasından dolayı seyahat
edememe
problemiyle
karşılaşmaktadırlar.
etkinliklerini etkisi altına almıştır.
198
Hastalık,
hastaların
boş
zaman
Tablo 5.6.8. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konserlere Gitme
Düzeyleri
Konsere Gitme Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
20
4,7
Değişmedi
39
9,2
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
363
86,0
Toplam
422
100,0
Örnekleme katılan kişilerin hastalandıktan sonra konsere gitme faaliyetinde
bulunma durumlarına ilişkin verilere göre, %86 oranla 363 kişi hastalanmadan önce
de bu faaliyetlerde bulunmadıklarını, %9,2 oranla 39 kişi bu faaliyetlerinin sayısının
değişmediğini, %4,7 oranla 20 kişi konsere gitme faaliyetlerinin azaldığını
belirtmiştir. Yapılan ankete göre deneklerden hiçbirisi konsere gitme sayısının
arttığını ifade etmemiştir.
Verilere göre ankete katılan HD hastalarının diğer sosyal faaliyetlerde de
olduğu gibi, hastalanmadan önce de konsere gitme faaliyetinde bulunmadığı
görülmektedir. Konsere hastalanmadan önce de giden hastaların, bu durumdan
etkilenme düzeyleri az orandadır. Ancak, hastalandıktan sonra bu faaliyetlerinin
azaldığını ifade eden hastalar da bulunmaktadır. Hastaların tedavi süreci ve sosyal
yaşamdan uzaklaşması bu sonucu doğurmuştur. Hastaların, hastalanmadan önceki
dönemlerde de bu tür faaliyetlerde bulunmamaları, kültürel yapıları ile alakalıdır.
199
Tablo 5.6.9. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Kahve/ Kafelere Gitme
Düzeyleri
Kahve ve Kafelere Gitme Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
74
17,5
Değişmedi
81
19,2
Arttı
3
0,7
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
264
62,6
Toplam
422
100,0
Yapılan anketten deneklerin hastalandıktan sonra kahve ve kafelere gitme
durumlarına ilişkin alınan verilere göre, %62,6 oranla 264 kişi hastalanmadan önce
de bu faaliyetlerde bulunmadıkları, %17,5 oranla 74 kişi kahve ve kafelere gitme
sayısının hastalandıktan sonra azaldığı, %19,2 oranla 81 kişi değişmediği, %0,7
oranla 3 kişi ise bu faaliyetlerinin arttığı şeklinde cevap vermiştir.
Kahve ve kafelere gitme faaliyeti cinsiyet farklılığından, fiziksel, psikolojik ve
sosyokültürel yapıdan etkilenmektedir. Bir başka deyişle kahve ve kafelere gitmek
toplumumuzda daha çok erkekler tarafından gerçekleştirilmekle birlikte sosyal,
kültürel yapıya bağlı olarak da farklılıklar gösterebilmektedir. Yapılan ankete göre
hastalanmadan önce bu tür faaliyette bulunanların oranında da bir azalma
görülmektedir. Kronik hastalığa bağlı olup makineye bağımlı yaşamak, hastaları
sosyal yaşamdan ve boş zaman faaliyetlerinden mahrum bırakmaktadır.
200
Tablo 5.6.10. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Arkadaş Ziyaretleri
Yapma Düzeyleri
Arkadaş Ziyaretleri Yapma
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
258
61,1
Değişmedi
134
31,8
Arttı
13
3,1
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
17
4,0
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin hastalandıktan sonra arkadaş ziyareti
yapmalarıyla ilgili olarak sorulan soruya %4 oranla 17 kişi hastalanmadan önce de
arkadaş ziyareti yapmadığı, %61,1 oranla 258 kişi arkadaş ziyaretlerinin azaldığı,
%31,8 oranla 134 kişi değişmediği, %3,1 oranla 13 kişi ise bu faaliyetlerinin arttığı
şeklinde cevap vermiştir.
Anketten edindiğimiz verilere göre diğer sosyal aktivitelere kıyasla hastalıktan
önce de arkadaş ziyareti yapma düzeyi oldukça yüksek orandadır. Ancak
hastalandıktan sonra arkadaş ziyaret etme faaliyeti büyük oranda düşmüştür.
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmış kişiler sosyal ortamlardan
uzaklaşmaktadırlar. Elde ettiğimiz verilere göre de bu kuram desteklenmektedir.
Hastalar, hastalıklarına bağlı olarak arkadaş ilişkilerinde azalma yaşamışlardır.
Ancak hastalıktan sonraki dönemde arkadaş ilişkilerindeki azalma, sadece damga
teorisine göre açıklanamaz. Hastalar, fiziksel yetersizlikler ve tedavinin uzun sürmesi
gibi nedenlerden dolayı da arkadaşlarıyla görüşme faaliyetlerinde azalma
yaşamaktadırlar.
201
Tablo 5.6.11. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Akraba Ziyaretleri
Yapma Düzeyleri
Akraba Ziyaretleri Yapma
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
264
62,6
Değişmedi
139
32,9
Arttı
14
3,3
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
5
1,2
Toplam
422
100,0
Örnekleme dâhil olan deneklerin hastalandıktan sonra akraba ziyareti
yapmasıyla ilgili olarak alınan verilere göre, %1,2 oranla 5 kişi hastalanmadan önce
de bu faaliyette bulunmadığını, % 62,6 oranla 264 kişi hastalandıktan sonra akraba
ziyareti faaliyetinin azaldığını, % 32,9 oranla 139 kişi değişmediğini ve %3,3 oranla
14 kişi arttığını ise ifade etmiştir.
Ankete katılan hastaların verdiği bilgilere göre hastaların, hastalanmadan önce
hemen hemen tamamına yakınının akraba ziyaret etme faaliyetinde bulunduğunu
görmekteyiz. Dolayısıyla da hastalandıktan sonra bu faaliyetin değişme daha yüksek
düzeyde gözlenmiştir. Hastaların çoğu akraba ziyaretlerinin azaldığını belirtmiştir.
Bu durum Goffman’ın damga kuramını destekler düzeydedir. Hasta olan kişi bir
başka deyişle toplum tarafından damgalanan kişi sosyal ilişkilerden soyutlanmıştır.
Bu durumu sadece damga kuramıyla açıklamamız mümkün değildir. Çünkü çevresi
tarafından dışlanan hastalar olduğu gibi, yeterli zamanı ya da enerjisi olmayan
hastalar da sosyal ilişkilerden uzaklaşmaktadırlar.
202
Tablo 5.6.12. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konu Komşu
Ziyaretleri Yapma Düzeyleri
Konu Komşu Ziyaretleri Yapma
Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
259
61,4
Değişmedi
128
30,3
Arttı
15
3,6
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
20
4,7
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin hastalandıktan sonra konu komşu ziyaretlerini
yapmalarıyla
ilgili
olarak
verilere
baktığımızda
%4,7
oranla
20
kişinin
hastalanmadan önce de bu faaliyette bulunmadığını, %61,4 oranla 259 kişinin
hastalandıktan sonra konu komşu ziyaretlerinin azaldığını, %30,3 oranla 128 kişinin
değişmediğini, % 3,6 oranla 15 kişinin ise arttığını belirttiğini görmekteyiz.
Tabloya baktığımızda hastaların arkadaşlarında ve akrabalarında olduğu gibi
komşularıyla da ilişkilerinin azaldığını görmekteyiz. Bu sonuç hastaların
hastalandıktan sonra sosyal faaliyet ve ilişkilerinde azalma yaşadıklarının
göstergelerindendir. Sosyal faaliyet ve ilişkilerinde azalma yaşayan kişilerse daha
çok yalnız kalmaktadır ve bu nedenle psikolojik yönden problemler yaşamaktadır.
203
Tablo 5.6.13. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Konferans ve
Toplantılara Katılma Düzeyleri
Konferans ve Toplantılara
Katılma Düzeyi
Sayı
Yüzde
Azaldı
15
3,6
Değişmedi
25
5,9
Arttı
1
0,2
Hastalanmadan Önce de Bu
Faaliyette Bulunmayan
381
90,3
Toplam
422
100,0
Ankete katılan deneklerin hastalandıktan sonra konferans ve toplantılara
katılmalarına ilişkin verilere baktığımızda, % 90,3 oranla 381 kişinin hastalanmadan
önce de konferans ve toplantılara katılmadığını, %3,6 oranla 15 kişinin bu
faaliyetlerinin azaldığını, %5,9 oranla 25 kişinin değişmediğini, %0,2 oranla 1
kişinin ise arttığını ifade ettiğini görmekteyiz.
Tabloya baktığımızda hastaların çoğunun hastalanmadan önce de çeşitli
toplantı, konferans gibi faaliyetlere katılmadığını görmekteyiz. Hastaların eğitim
seviyesi ve meslek dağılımı gibi faktörlere baktığımızda bu verinin çok şaşırtıcı
olmadığını görürüz. Çünkü bu tür faaliyetlerde bulunan kişilerin eğitim düzeyinin ve
toplumsal statüsünün yüksek olması beklenmektedir. Hastalar hastalanmadan öncede
de bu tür faaliyetlerde bulunmadıklarından, hastalandıktan sonra da etkilenme
oranları daha düşük düzeyde gerçekleşmiştir.
204
Tablo 5.6.14. Hastaların Çevresinde En Çok Kiminle İletişim Güçlüğü Yaşadığı
İletişim Sıkıntısı Yaşadığı Kişiler
Sayı
Yüzde
Eş
23
5,5
Çocuklar
31
7,3
Anne-Baba
6
1,4
Arkadaşlar
15
3,6
Yakın Çevre
33
7,8
İletişim Sıkıntısı Yaşamayan
314
74,4
Toplam
422
100,0
Örneklem grubuna dâhil olan deneklerin çevresindeki kişilerden en çok
kiminle iletişim güçlüğü yaşadığına dair verdiği cevaplara göre, % 5,5 oranla 23 kişi
eşiyle, % 7,3 oranla 31 kişi çocuklarıyla, % 1,4 oranla 6 kişi anne babasıyla, % 3,6
oranla 15 kişi arkadaşlarıyla, %7,8 oranla 33 kişi yakın çevresiyle iletişim güçlüğü
yaşadığını bildirirken, %74,4 oranla 314 kişi çevresindekilerle iletişim güçlüğü
yaşamadığını ifade etmiştir.
Verilere göre hastaların çoğu iletişim güçlüğü yaşamamaktadır. İletişim
güçlüğü yaşayanlar en fazla oranda yakın çevresiyle, çocuklarıyla ve eşleriyle
yaşamaktadırlar. Hastaların en çok aileleriyle ilişki içinde olmalarından ve hastalığın
en çok aileleri etkilemesinden dolayı, aile üyeleriyle iletişim sorunlarını daha yüksek
düzeyde yaşamaları oldukça doğaldır. Hastalarının çoğunun iletişim güçlüğü
çekmemesi de hastalar açısından olumlu sonuçlardandır.
205
Tablo 5.6.15. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Görüştüğü Kişi
Sayısının Durumu
Kişi Sayısının Durumu
Sayı
Yüzde
Eskiye Oranla Azaldı
236
55,9
Eskiye Oranla Arttı
19
4,5
Herhangi Bir Değişme Olmadı
167
39,6
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan deneklerin hastalandıktan sonra görüştüğü kişi sayısının
değişip değişmediğine dair verilere göre deneklerden %55,9 oranla 236 kişi,
görüştüğü kişi sayısında azalma olduğunu, % 4,5 oranla 19 kişi eskiye göre artma
olduğunu ve %39,6 oranla 167 kişi görüştüğü kişi sayısında hastalandıktan sonra bir
değişikliğin olmadığını söylemiştir.
Verilere göre ankete katılan HD tedavisi gören KBY hastalarının yarısından
fazlasının (%55,9) hastalandıktan sonra iletişim kurduğu kişi sayısında azalma
olduğunu görmekteyiz. Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmış kişiler
toplumun
önyargılarıyla
karşı
karşıyadırlar.
Bu
nedenle
toplumsal
ilişki
kuracaklarında endişeli bir tavır sergilerler ve psikolojik olarak da bir karmaşa
içerisindedirler. Bu karmaşa toplumsal ilişkilerinde tereddütlü olmalarına ve asosyal
olmalarına neden olmaktadır. Yaptığımız araştırmada deneklerin hastalandıktan
sonra ilişkilerin de azalma olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle damga teorisi ile
anketten aldığımız bu sonuç arasında bağlantı kurulabilir. Ancak hastanın fizyolojik
sorunlar yaşaması ve diyaliz tedavisinin uzun zaman alması da ilişki kurulan kişi
sayısında azalmaya neden olabilmektedir.
206
Tablo 5.6.16. Hastaların Görüştüğü Kişi Sayısındaki Azalmanın Nedeni
Azalmanın Nedenleri
Sayı
Yüzde
Kendim İlişkilerimi Azalttım
33
14,0
İnsanlar Benden Kaçındığı İçin
26
11,0
Diyaliz Tedavisi Çok Vakit Aldığı
İçin
173
73,3
Diğer
4
1,7
Toplam
236
100,0
Örneklemimize katılan HD hastalarının görüştüğü kişilerde azalma olanların
sayısı 236’dir. Hastalardan %14 oranla 33’ü kendisinin ilişkilerini azalttığını, %11
oranla 26’sı insanların kendisinden kaçtığı için, %73,3 oranla 173’ü diyaliz tedavisi
çok zaman aldığı için ilişki kurduğu kişi sayısında azalma olduğunu söylemişlerdir.
%1,7 oranla 4 kişi ise bu azalmanın nedenini başka faktörlere bağlamıştır.
Verilere göre ankete katılan hastaların ilişkide bulunduğu kişilerin sayısındaki
azalmanın sebebi ilk olarak diyaliz tedavisinin çok vakit alması şeklindedir. İkinci
sırada kendilerinin ilişkileri azaltması, üçüncü sırada insanların kendilerinden
kaçmaları nedeniyle ilişkilerin azalması nedenleri bulunmaktadır. Diyaliz tedavisi
çok zaman aldığı için ilişkilerin azalması oldukça doğal bir durumdur. Ancak diğer
insanların hasta kişiden kaçması Goffman’ın damga kuramı ile açıklanabilir. Kişinin
kendi isteği ile ilişkilerini azaltması da toplumsal ilişkileri sağlıklı olan bir kişinin
sergileyeceği bir davranış biçimi değildir.
207
Tablo 5.6.17. Hastaların En Çok Hangi Kesimle İlişkilerinin Azaldığı
Azalmanın Olduğu Kesimler
Sayı
Yüzde
Yakın Akrabalar
66
28,0
Arkadaş Ve Dost Çevresi
158
66,9
İş Arkadaşları
6
2,5
Komşular
5
2,1
Diğerleri
1
0,4
Toplam
236
100,0
Örneklemimize katılan kişilerden aldığımız verilere göre hastalandıktan sonra
görüştükleri ve ilişki içinde oldukları kişi oranında azalma olanların sayısı 236’dır.
Bu nedenle hastanın ilişkilerdeki azalmanın en çok hangi kesimle olduğu sorusuna
236 kişi cevap vermiştir. Buna göre, % 28 oranla 66 kişi ilişkilerindeki azalmanın en
çok yakın akrabalarıyla, % 66,9 oranıyla 158 kişi arkadaş dost ve çevresiyle, % 2,5
oranıyla 6 kişi iş arkadaşlarıyla, %2,1 oranıyla 5 kişi komşularıyla, %0,4 oranıyla 1
kişide bunların dışında başka kişilerle gerçekleştirdiğini söylemiştir.
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmış kişilerin bu durumla başa
çıkma yöntemleri bulunmaktadır. Bu yöntemlerden bir tanesi kendisini sosyal
ilişkilerden soyutlayıp ailelerine sığınmalarıdır. Yaptığımız çalışmada hastaların en
fazla arkadaş ve dostlarıyla ilişkisinde azalma olduğunu görmekteyiz. Arkadaş ve
dost çevresine göre, yakın akrabalarla olan ilişkisi daha az düzeyde etkilenmiştir. Bir
başka deyişle önce kendisine daha uzak olanlarla ilişkilerini azaltmıştır. Yakın
akrabalarla daha fazla iletişim zorunluluğunun bulunması, onlarla ilişkilerinin devam
etmesine neden olmuştur.
208
Tablo 5.6.18. Hastaların Görüştüğü Kişi Sayısındaki Azalmanın, Onları Nasıl
Etkilediği
Azalmanın Hastayı Etkileme
Derecesi
Sayı
Yüzde
Hiç Etkilemedi, Önemsemiyorum
73
30,9
Çok Etkilendi, Kendimi Yalnız
Hissediyorum
129
54,7
Çok Etkiledi, Bu Konuda Uzman
Yardımına İhtiyacım Olduğunu
Düşünüyorum
4
1,7
Fikrim Yok, Hiç Düşünmedim
30
12,7
Toplam
236
100,0
Örneklemimize katılan kişilerin hastalandıktan sonra görüştükleri ve ilişkide
bulundukları kişi sayısında azalma olan 236 kişiyi, görüştüğü kişi sayısındaki
azalmanın nasıl etkilediğine ilişkin verilere göre, %30,9 oranla 73 kişi bu durumun
kendisini hiç etkilemediğini ve önemsemediğini, % 54,7 oranla 129 kişi bu
durumdan dolayı çok etkilendiğini ve kendisini yalnız hissettiğini, %1,7 oranla 4 kişi
çok etkilendiğini, bu konuda uzman desteğine ihtiyacı olduğunu, %12,7 oranla 30
kişi ise bu durumla ilgili olarak hiçbir fikri olmadığını, daha önce düşünmediğini dile
getirmiştir.
Kronik hastalığa sahip olan HD hastaları, hastalıklarına bağlı olarak sosyal
problemlerde karşı karşıyadırlar. Yaşadıkları sosyal problemlerden birisi de sosyal
ilişkilerinin çeşitli nedenlere bağlı olarak azalmasıdır. Hastanın kişiler arası
ilişkilerinin azalması çeşitli duygusal reaksiyonlar yaşamalarına neden olmaktadır.
Bu reaksiyonlardan birisi de yalnızlık duygusudur. Ankete katılan hastaların yarıdan
fazlası da toplumsal ilişkilerinin azalması sonucunda yalnızlık hissine kapılmışlardır.
Goffman’ın damga kuramına göre de damgalanmış kişiler toplum tarafından
dışlanmakta, önyargılı yaklaşılmakta ve yalnızlığa itilmektedir. Bu nedenle damga
kuramı ile anketin bu sonucu arasında paralellik bulunduğu söylenebilir.
209
Tablo 5.6.19. Hastaların Hastalıktan Dolayı Yalnızlık Duygusuna Kapılma
Durumu
Yalnızlık Duygusuna Kapılma
Durumu
Sayı
Yüzde
Hiç Olmadı
177
41,9
Zaman-Zaman Oldu
187
44,3
Çok Sık Yaşarım
58
13,7
Toplam
422
100,0
Anketimize katılan deneklerin hastalıktan dolayı yalnızlık duygusuna kapılma
durumlarına ilişkin olarak verdikleri cevaplara göre, %41,9 oranla 177 kişinin
yalnızlık duygusu yaşamadığını, %44,3 oranla 187 kişinin zaman zaman yalnızlık
duygusuna kapıldığını ve % 13,7 oranla 58 kişinin yalnızlık duygusunu çok sık
yaşadığını görmekteyiz.
Verilere göre örneklem grubumuza dâhil olan denekler çoğunlukla yalnızlık
duygusu yaşamaktadırlar. Tablo 5.6.18’de de hastaların hastalandıktan sonra
ilişkilerinin azalması sonucunda kendilerini yalnız hissettiklerini görmekteyiz. Anket
verilerinden elde edilen bu sonuçla damga kuramındaki damgalanan kişinin
yalnızlaşması arasında paralellik bulunmaktadır. Hastaların yalnızlık duygusu
yaşamamaları için aile, arkadaş ve akrabalarına büyük görev düşmektedir. Bu kişiler
hasta ile ilişkilerini devam ettirerek, yalnız kalmalarına engel olmalı ve böylece
psikolojik bir çöküntü yaşamalarına engel olmalıdırlar.
210
Tablo 5.6.20. Hastaların Yalnızlık Duygularını Telafi Etmek İçin Başvurduğu
Tedbirler
Başvurduğu Tedbirler
Sayı
Yüzde
Yeni Dostluklar ve İlişkiler Kurmaya
Çalışıyorum
21
5,0
Aile Bağlarımı Daha da Güçlendiriyorum
83
19,7
44
10,4
54
12,8
1
0,2
Başka
3
0,7
Yeni Dostluklar, İlişkiler Kurmaya Çalışıyorum
ve Aile Bağlarımı Daha da Güçlendiriyorum
24
5,7
Yeni Dostluklar, İlişkiler Kurmaya Çalışıyorum
ve Kendimi Başka Faaliyetlere Verdim
2
0,5
Aile Bağlarımı Daha da Güçlendiriyorum ve
Kendimi Başka Faaliyetlere Verdim
6
1,4
Aile Bağlarımı Daha da Güçlendiriyorum ve Ne
Yapacağımı Bilmiyorum Çaresizim
1
0,2
Aile Bağlarımı Daha da Güçlendiriyorum ve
Bir Uzman Desteği Alıyorum
1
0,2
Bir Uzman Desteği Alıyorum ve Başka
Faaliyetlerde Bulunuyorum
1
0,2
Yeni Dostluklar, İlişkiler Kurmaya
Çalışıyorum, Kendimi Başka Faaliyetlere
Verdim ve Aile Bağlarımı Daha da
Güçlendiriyorum
4
0,9
Yalnızlık Duygusu Yaşamayan
177
41,7
Toplam
422
100,0
Kendimi Başka Faaliyetlere Verdim
(Okuma, TV Seyretme vb.)
Ne Yapacağımı Bilmiyorum Çaresizim
Bir Uzman Desteği Alıyorum
( Psikolog, Danışman vb.)
211
Yapılan ankete göre hastalıklarından dolayı yalnızlık duygusu yaşamayanların
sayısı %41,7 oranla 177 kişidir. Hastaların yalnızlık duygusunu telafi etmek için
başvurduğu tedbirleri öğrenmek için sorduğumuz soruya cevap veren hastalar, birden
fazla seçeneği tercih edebilmektedirler. Buna göre, %5 oranla 21 kişi yalnızlık
duygusunu telafi etmek için sadece yeni dostluklar ve ilişkiler kurmaya çalışmakta,
%19,7 oranla 83 kişi sadece aile bağlarını daha da güçlendirmeye çalışmakta, %10,4
oranla 44 kişi ne yapacağını bilmez ve çaresiz durumda, %12,8 oranla 54 kişi
kendisini okuma, TV seyretme gibi başka faaliyetlere vermekte, %0,2 oranla 1 kişi
yalnızlığını telafi etmek için psikolog, danışman gibi birinden uzman desteği
almakta, %0,7 oranla 3 kişi bu seçeneklerin dışında telafi yolunu tercih etmekte,
%5,7 oranla 24 kişi yeni dostluklar ve arkadaşlıklar kurmakla birlikte aile bağlarını
da güçlendirmekte, %0,5 oranla 2 kişi yeni dostluklar ve ilişkiler kurmakla birlikte
kendisini okuma, TV izleme gibi faaliyetlere vermekte, %1,4 oranla 6 kişi bir yandan
aile bağlarını güçlendirirken diğer yandan kendisini başka faaliyetlere vermekte,
%0,2 oranla 1 kişi aile bağlarını daha da güçlendirmekte ama yine de kendisini
çaresiz hissetmekte, %0,2 oranla 1 kişi aile bağlarını güçlendirmekte ve uzman
desteği almakta, %0,2 oranla 1 kişi bir uzman desteği almakta ve kendisini başka
faaliyetlere vermekte, %0,9 oranla 4 kişi ise yeni dostluk ve ilişkiler kurmaya
çalışırken bir taraftan da aile içi bağlarını güçlendirmekte ve kendini başka
faaliyetlere vermektedir.
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanmaya maruz kalan kişiler duygusal
bir karmaşa içerisindedirler. Bir taraftan toplumsal ilişkilerini geliştirerek yalnızlık
duygularını telafi etmek isterlerken, diğer taraftan endişeli ve utangaç tavırlarıyla
toplumsal ilişkilerden kaçınmaktadırlar. Aynı zamanda bu kişilerin toplum tarafından
dışlanması da tam anlamıyla bir karmaşa içerisinde olmalarına sebebiyet
vermektedir. Yaptığımız çalışmada da hastaların %12,8 oranla kendilerini ne
yapacağını bilmeyen ve çaresiz bir durumda hissettiklerini görmekteyiz. Bu
bakımdan damga kuramının değindiğimiz yönüyle bir paralellik söz konusudur.
Damga kuramında damgalanmış kişilerin yaşadıkları problemler nedeniyle bazı
çözüm yolları geliştirdiğini görmekteyiz. Bu çözüm yollarından bir tanesi kendini
normal kabul eden grupla ilişkilerini arttırmaktır. Ki bu grup daha çok damgalanmış
212
kişinin ailesidir. Yaptığımız çalışmada da hastaların yalnızlık duygusunu telafi etmek
için daha çok aile bağlarını güçlendirdiklerini görmekteyiz. Bu anlamda Goffman’ın
kuramı ile çalışmamızın bir ortak yanı daha ortaya çıkmaktadır.
Goffman’ın kuramında damgalanmış tüm kişilerin toplumsal ilişkilerden
kaçınması ve yalnızlık duygusuna kapılması genellenmemektedir. Toplum tarafından
damgalanan kişilerin bazıları utangaç olmaları ve endişeli tavırları nedeniyle
toplumsal ilişkilerden uzaklaşırken bazıları meydan okuma durumundadırlar. Bu
nedenle de hiç kimseden kaçmazlar. Yapmış olduğumuz çalışmada da hastaların
%41,7’sinin yalnızlık hissetmediğini görmekteyiz. Yalnızlık hissetmeyen bu hastalar
toplumsal ilişkilerden kaçınmayanlardır.
Tablo 5.6.21. Hastaların Diyalizde Geçirdikleri Süreyi Nasıl Değerlendirdikleri
Aktiviteler
Sayı
Yüzde
Hiçbir Şey Yapmıyorum
32
7,6
TV. İzleyerek
98
23,2
Sohbet Ederek
9
2,1
Dua Ederek
19
4,5
Kitap, Dergi, Gazete Okuyarak
8
1,9
Başka
3
0,7
Uyuyarak
19
4,5
TV İzleyerek ve Sohbet Ederek
41
9,7
TV İzleyerek ve Dua Ederek
46
10,9
TV İzleyerek ve Kitap, Dergi Gazete
Okuyarak
10
2,4
TV İzleyerek ve Uyuyarak
26
6,2
Sohbet Ederek ve Dua Ederek
9
2,1
Dua Ederek ve Uyuyarak
7
1,7
213
TV İzleyerek, Sohbet Ederek ve Dua
Ederek
40
9,5
TV İzleyerek, Sohbet Ederek ve
Kitap, Dergi, Gazete Okuyarak
9
2,1
TV İzleyerek, Sohbet Ederek ve
Uyuyarak
5
1,2
TV İzleyerek, Dua Ederek ve Kitap,
Dergi, Gazete Okuyarak
8
1,9
TV İzleyerek, Dua Ederek ve
Uyuyarak
5
1,2
TV İzleyerek, Sohbet Ederek, Dua
Ederek ve Kitap, Dergi, Gazete
Okuyarak
9
2,1
4 ve Daha Az Kişi Tarafından Tercih
Edilen Çoklu Seçenekler
10
2,4
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD tedavisi gören hastalar, diyalizde kaldıkları süreyi
nasıl geçirdiklerine ilişkin soruya birden fazla seçeneği tercih ederek cevap
verebilmektedirler. Bu nedenle karşımıza 30 farklı seçenek çıkmış, ancak tabloda her
birine yer verilmemiştir. Tabloda, 4 ve daha az kişi tarafından tercih edilen çoklu
seçenekler “4 ve daha az kişi tarafından tercih edilen çoklu seçenekler” şeklinde
gösterilmiştir. Bu şekilde cevap veren % 2,4 oranla 10 kişi bulunmaktadır. Bunun
dışında % 7,6 oranla 32 kişi hiç bir şey yapmadığını, % 23,2 oranla 98 kişi TV
izleyerek, % 2,1 oranla 9 kişi sohbet ederek, % 4,5 oranla 19 kişi dua ederek, % 1,9
oranla 8 kişi kitap, dergi, gazete okuyarak, % 4,5 oranla 19 kişi uyuyarak, % 0,7
oranla 3 kişi bunların dışındaki faaliyetlerde bulunarak, % 9,7 oranla 41 kişi TV
izleyerek ve sohbet ederek, %10,9 oranla 46 kişi TV izleyerek ve dua ederek, % 2,4
oranla 10 kişi TV izleyerek ve kitap, dergi gazete okuyarak, %2,6 oranla 26 kişi TV
izleyerek ve uyuyarak, % 2,1 oranla 9 kişi sohbet ederek ve dua ederek, % 1,2 oranla
5 kişi TV izleyerek, sohbet ederek ve uyuyarak, % 1,9 oranla 8 kişi TV izleyerek,
214
dua ederek ve kitap, dergi, gazete okuyarak, % 1,2 oranla 5 kişi TV izleyerek, dua
ederek ve uyuyarak, % 2,1 oranla 9 kişi TV izleyerek, sohbet, dua ederek ve kitap,
dergi, gazete okuyarak diyalizde kaldıkları süreyi geçirdiklerini ifade etmişlerdir.
Verilere baktığımızda hastaların diyaliz sırasında zamanını en fazla oranla
(%23,2) TV izleyerek geçirdiğini görmekteyiz. İkinci olarak da hastalar TV izleyerek
ve dua ederek, üçüncü olarak ise TV izleyerek, sohbet ederek ve dua ederek
zamanlarını geçirmektedirler. Burada dikkatimizi çeken nokta hastaların diyaliz
sırasında büyük oranda TV izleyerek zamanlarını geçirmeleridir. TV izlemek pasif
olarak yapılabilmektedir. Başka bir deyişle televizyon izlerken fiziksel bir güce
ihtiyaç duyulmamaktadır, bu nedenle hastalar diyalizde geçirdikleri süreyi TV
izleyerek geçirmektedirler. Hastaların ikinci olarak da dua ederek zamanlarını
geçirdiklerini görmekteyiz. Bu veri de bizleri din kurumunun önceliğine
götürmektedir. İnsanlar tedavi sürecinde de dine sığınmaktadırlar.
Tablo 5.6.22. Hastaların Kendilerini Diğer Diyaliz Hastalarıyla Kıyasladığında
Neler Hissettiği
Hissettikleri
Sayı
Yüzde
Kendimi Daha Kötü Hissediyorum
39
9,2
Kendimi Daha İyi Hissediyorum
254
60,2
Kendimi Çok Farklı Görmüyorum
129
30,6
Toplam
422
100,0
Örnekleme
katılan
deneklerin
kendilerini
diğer
diyaliz
hastalarıyla
kıyasladıklarında neler hissettiğine dair soruya karşılık olarak, %9,2 oranla 39 kişi
kendisini daha kötü hissettiği, % 60,2 oranla 254 kişi kendini daha iyi hissettiği,
%30,6 oranla 129 kişi ise kendisini onlardan çok farklı görmediği şeklinde cevap
vermiştir.
Damga kuramında toplum tarafından damgalanmış kişilerin başvurdukları
telafi yollarından birisi diğer damgalanmış kişilerle ilişki kurmaktır. Çünkü
kendilerini eksik olarak kabul etmeyen ve dışlamayan gruplardan bir tanesi
215
damgalanmış kişilerden oluşan gruplardır. Anket sonucuna baktığımızda hastaların
çoğunun (%60,2) diğer hastalara baktığında kendisini daha iyi hissettiğini belirttiğini
görmekteyiz. Kendileri gibi damgalanmış kişileri görmek dünyada yalnız olmadıkları
anlamına gelmektedir ve bu nedenle kendilerini daha iyi hissetmektedirler. İkinci
olarak da (%30,6) hastalar kendilerini onlardan çok farklı görmediklerini ifade
etmektedirler. Çünkü her iki tarafın da hastalıkları aynıdır ve benzer problemler
yaşamaktadırlar. Üçüncü olarak ise hastalar %9,2 oranla kendilerini kötü
hissettiklerini ifade etmişlerdir. Bu gruptaki insanların hastalıklarını tam anlamıyla
kabullenmedikleri söylenebilir.
Tablo 5.6.23. Hastaların Diğer Diyaliz Hastaları Hakkındaki Düşünceleri
Düşünceler
Sayı
Yüzde
Onları Kader Arkadaşım Olarak
Görüyorum
286
67,8
Onları En Yakın Dostlarım Olarak
Görüyorum
74
17,5
Onlarla Fazla Vakit Geçirmek, Fazla
İlişki Kurmak İstemiyorum
21
5,0
Hepimizin Talihsiz ve Kadersiz
Olduğunu Düşünüyorum
31
7,3
Diğer
10
2,4
Toplam
422
100,0
Ankete katılan HD tedavisi gören KBY hastalarının diğer diyaliz hastaları
hakkındaki düşüncelerine ilişkin verilere göre, % 67,8 oranla 286 kişi diğer diyaliz
hastalarını kader arkadaşı olarak gördüğünü, % 17,5 oranla 74 kişi onları en yakın
dostları olarak gördüğünü, % 5 oranla 21 kişi onlarla fazla vakit geçirmek ve fazla
ilişki kurmak istemediğini, % 7,3 oranla 31 kişi kendilerini ve diğer diyaliz
hastalarının hepsinin talihsiz ve kadersiz olduğunu, %2,4 oranla 10 kişi ise bunların
dışında görüşleri olduğunu ifade etmişlerdir.
216
Goffman’ın damga teorisinde damgalanmış kişilerin bir araya gelerek çeşitli
gruplar oluşturma eğiliminde olduğu vurgulanmıştır. Ankete katılan hastaların diğer
diyaliz hastaları ile olan ilişkilerine baktığımızda sadece %5’inin diğer hastalarla
fazla ilişki içinde olmak istemediğini görmekteyiz. Geriye kalan hastaların büyük
kısmı ise onları kader arkadaşı olarak görmekte, %17,5’ i ise onları en yakın dostları
olarak görmektedir. Çünkü bu hastalar birbirleri ile aynı ya da benzer problemlere
sahiptirler. Bu nedenle de Tablo 5.6.23’te de görüldüğü gibi hastaların %60,2’si
onlara baktıklarında kendilerini daha iyi hissetmektedirler. Ankete katılan hastaların
diğer hastaları çoğunlukla (%67,8) kader arkadaşı olarak görmesi, dini öğeye vurgu
yapmaktadır. Bu seçeneği işaretleyen hastalar hastalıklarını kadere bağlamaktadırlar.
Tablo 5.6.24. Hastaların Diyaliz Merkezinde En Çok Hangi Personeli
Kendilerine Yakın Hissettikleri
Personeller
Sayı
Yüzde
Doktor
178
42,4
Hemşire
196
46,4
Sosyal Hizmet Uzmanı
1
0,2
Psikolog
2
0,5
Şoför
3
0,7
Diğer
31
7,3
Hiç kimseyi yakın hissetmiyorum
6
1,4
Toplam
422
100,0
Tabloya baktığımızda, örneklemimize katılan HD hastalarının diyaliz
merkezinde kendilerini en çok hangi personele yakın hissettiğiyle ilgili olarak, %42,4
oranla 178 kişinin kendisini doktora, % 46,4 oranla 196 kişinin hemşireye, %0,2
oranla 1 kişinin sosyal hizmet uzmanına, % 0,5 oranla 2 kişinin psikoloğa, % 0,7
oranla 3 kişinin şoföre, %7,3 oranla 31 kişinin bunun dışındaki kişilere yakın
hissettiğini, %1,4 oranla 6 kişinin ise kimseye yakın hissetmediğini görmekteyiz.
217
Hastaların tedavi sürecinde en fazla iletişim kurdukları kişiler doktor ve
hemşirelerdir. Bu nedenle hastalar diyaliz merkezinde kendilerini doktora ve
hemşireye yakın hissetmeleri oldukça doğal bir sonuçtur.
Tablo 5.6.25. Hastaların Hastalıktan Sonraki Dönemde Herhangi Bir Sanatsal
veya Yetenek Kursu Alıp/Almadığı
Alıp/Almama Durumu
Sayı
Yüzde
Hayır Almadım
407
96,4
Evet Aldım
15
3,6
Toplam
422
100,0
Örneklemimize katılan HD hastalarının hastalandıktan sonra sanatsal ya da
yetenek kursu alıp almadığına ilişkin verilere göre %96,4 oranla 407 kişi böyle bir
kurs almamış, %3,6 oranla 15 kişi ise bu tür bir kursa katılmıştır.
HD tedavisi gören KBY hastaları, hastalıkları nedeniyle fiziksel, psikolojik ve
sosyal anlamda pek çok problem yaşamaktadırlar. Yaşadıkları bu problemler
gündelik
faaliyetlerini,
yaşam
biçimlerini,
gelecekle
ilgili
beklentilerini
etkilemektedir. Aynı zamanda bu hastalar Goffman’ın damga kuramında da
belirtildiği gibi sosyal yaşamdan uzaklaşmaktadır. Yaptığımız ankete katılan
hastaların neredeyse tamamının (%96,4), hastalandıktan sonra sanatsal ve yetenek
kursu almadığını görmekteyiz. Dolayısıyla, hastaların hastalıklarına bağlı olarak
sanatsal faaliyetlerde ve yeteneklerini geliştirme konusunda engellemeler ile karşı
karşıya geldiğini söyleyebiliriz.
218
5.7. ÇAPRAZ TABLOLAR
Tablo 5.7.1. Hastaların Cinsiyeti ile Seyahat Etme Faaliyetleri Arasındaki İlişki
Seyahat Etme
Hastalanmadan Önce
Bu Tür Faaliyette
Azaldı Değişmedi Arttı
Bulunmayanlar
Toplam
Cinsiyet
Kadın N
%
Erkek N
%
Toplam N
%
X²= 16,960
44
12
1
130
187
23,5%
6,4%
,5%
69,5%
100,0%
75
38
1
120
234
32,1%
16,2%
,4%
51,3%
100,0%
119
50
2
250
421
28,3%
11,9%
,5%
59,4%
100,0%
sd=3 p=0,001
Hastaların cinsiyeti ve hastalandıktan sonra seyahat etme faaliyetleri arasındaki
ilişkiye baktığımızda, kadınların %23,5’inin, erkeklerin ise %32,1’inin seyahat etme
sayısının azaldığını belirttiğini görmekteyiz. Seyahat etme sayısının değişmediğini
ifade eden kadınların oranı %6,4, erkeklerin oranı da %16,2’dir. Bu faaliyetlerinin
arttığını belirten kadınların oranı %0,5, erkeklerin oranı ise %0,1’dir. Kadınların
%69,5’i, erkeklerin ise %51,3’ü hastalanmadan önce de bu tür faaliyetlerde
bulunmadıklarını bildirmişlerdir.
Verilere baktığımızda hastaların seyahat etme faaliyetleri ile cinsiyetleri
arasında bir ilişkinin var olduğunu görmekteyiz. Kadınlar hastalanmadan önce
erkeklerden daha düşük oranda seyahat etme faaliyetinde bulunmaktadırlar.
Dolayısıyla kadın hastalar, hastalandıktan sonraki dönemde seyahat etme
faaliyetindeki azalmadan daha düşük oranda etkilenmektedirler. Erkek hastalar,
hastalandıktan sonra bu tür faaliyetlerinde daha fazla oranda azalma yaşamaktadırlar.
219
Bu sonuç ile toplum yapımız arasında bir bağlantı bulunmaktadır. Kadınların daha
çok ev hanımı olarak yaşamlarını sürdürdüğü göz önüne alınırsa, seyahat etme
faaliyetlerinde bulunmadıkları sonucunun çıkması da oldukça doğaldır. Kadınlar
daha çok ev içinde yaşamlarını geçirirlerken, erkekler ev dışındaki bir yaşama da
sahiptirler.
Tablo 5.7.2. Hastaların Cinsiyetleri ile Hastalandıktan Sonraki Dönemde
Kitap, Dergi, Gazete Okuma Alışkanlıkları Arasındaki İlişki
Hastalandıktan Sonraki Dönemde Kitap, Dergi,
Gazete Okuma Alışkanlığı
Arttı
Hastalanmadan Önce
Bu Tür Faaliyette
Bulunmayanlar
Toplam
Cinsiyet
Azaldı Değişmedi
Kadın
Erkek
N
8
20
3
156
187
%
4,3%
10,7%
1,6%
83,4%
100,0%
N
26
65
20
124
235
%
11,1%
27,7%
8,5%
52,8%
100,0%
34
85
23
280
422
8,1%
20,1%
5,5%
66,4%
100,0%
Toplam N
%
X²= 44,694 sd=3 p=0,000
Hastaların cinsiyeti ile hastalandıktan sonraki dönemde kitap, dergi, gazete vb.
okuma faaliyetleri arasındaki ilişkiye baktığımızda, kadınların %4,3’ü, erkeklerinse
%11,1’i bu tür faaliyete bulunma alışkanlıklarının hastalıkla birlikte azaldığını,
kadınların %10,7’si, erkeklerin %27,7’si değişmediğini, kadınların %1,6’sı
erkeklerin %8,5’i arttığını belirtmiştir. Hastalanmadan önce de kitap, dergi, gazete
vb. alışkanlığı olmayan kadınların oranı %83,4 iken, erkeklerin oranı %52,8’dir.
Verilere baktığımızda her iki cinsiyette bulunanların da okuma alışkanlıklarına
genel olarak sahip olmadıklarını söyleyebiliriz. Ancak tabloda da görüldüğü gibi,
220
kadınların okuma alışkanlığı oranı, erkeklerin okuma alışkanlığı oranından çok daha
düşük düzeydedir.
Bu nedenle erkek hastaların, hastalıklarıyla birlikte okuma
alışkanlıklarının da değişme uğraması kadınlardan daha yüksek düzeydedir.
Kadınların okuma alışkanlığını kazanmamış olması, okuryazarlık oranları ile de
ilgilidir. Ankete kadınların %27,4’ü okuma ve yazma bilmediğinden dolayı okuma
alışkanlıklarına da sahip değildirler.
Tablo 5.7.3. Hastaların Cinsiyetleri ile Eğitim Düzeyleri Arasındaki İlişki
Eğitim Düzeyi
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Okur-yazar
değil
İlkokul
Ortaokul
Lise
Üniversite Toplam
N
51
114
4
16
1
186
%
27,4%
61,3%
2,2%
8,6%
,5%
100,0%
N
13
136
21
48
17
235
%
5,5%
57,9%
8,9%
20,4%
7,2%
100,0%
N
64
250
25
64
18
421
%
15,2%
59,4%
5,9%
15,2%
4,3%
100,0%
Toplam
X²= 61,410
sd=4
p=0,000
Ankete katılan deneklerin cinsiyetleriyle eğitim düzeyleri karşılaştırıldığında,
kadınlarının %27,4’ünün, erkeklerin ise %5,5’inin okuryazar olmadığını, kadınların
%61,3’ünün,
erkeklerin
%57,9’unun
ilkokul
mezunu
olduğunu, kadınların
%2,2’sinin, erkeklerin %8,9’unun ortaokul mezunu olduğunu, kadınların %8,6’sının,
erkeklerinse %20,4’ünün lise mezunu olduğunu, kadınların %0,5, erkeklerin
%7,2’sinin üniversite mezunu olduğunu görmekteyiz.
Verilere göre genel olarak erkek ve kadının eğitim seviyesinin düşük olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak kadınların eğitim düzeyi erkeklerin eğitim düzeyinden çok
daha düşük düzeydedir. Kadınların %27,4 oranla okuryazar olmaması oldukça
221
olumsuz bir sonuçtur. Çünkü eğitim düzeyi yükseldikçe sağlıklı olma oranının da
yükseldiği ve eğitim düzeyi yüksek kişilerin sağlığa daha çok önem verdiği
bilinmektedir. Ülkemizde kadın ve erkek arasında eğitim düzeyinin farklı olması
sosyokültürel yapı ile açıklanabilir. Yaşadığımız toplumda özellikle geçmiş
dönemlerde kadınlara oranla erkeklerin eğitimine daha fazla önem verildiyse de, bu
fark giderek azalmaktadır.
222
Tablo 5.7.4. Hastaların Eğitim Düzeyleri ile Tıp Dışı Tedavilere Başvurma
Durumları Arasındaki İlişki
Eğitim
Tıp Dışı Tedavi Tekniklerine
Başvurma Durumu
Düzeyi
Okur
Yazar
Değil
Evet
Hayır
Toplam
N
3
61
64
%
4,7%
95,3%
100,0%
N
30
220
250
%
12,0%
88,0%
100,0%
N
7
18
25
%
28,0%
72,0%
100,0%
N
13
51
64
%
20,3%
79,7%
100,0%
N
7
11
18
%
38,9%
61,1%
100,0%
N
60
361
421
%
14,3%
85,7%
100,0%
İlkokul
Ortaokul
Lise
Üniversite
Toplam
X²= 20,559
sd=4
p=0,000
Hastaların eğitim düzeyi ile tıp dışı tedavilere başvurma durumları arasındaki
ilişkiye baktığımızda, okuryazar olmayanların %4,7’sinin, ilkokul mezunlarının
%12’sinin, ortaokul mezunlarının %28’inin, lise mezunlarının %20,3’ünün,
üniversite mezunlarının %38,9’unun tıp dışı tedavilere başvurduğunu, okuryazar
olmayanların %95,3’ünün, ilkokul mezunlarının %88’inin, ortaokul mezunlarının
223
%72’sinin, lise mezunlarının % 79,7’sinin, üniversite mezunlarınınsa % 61,1’inin tıp
dışı tedavilere başvurmadığını görmekteyiz.
Verilere göre eğitim düzeyi arttıkça tıp dışı tedavi yöntemlerine başvurma
düzeyi artmaktadır. Tıp dışı tedavi yöntemlerine en yüksek düzeyde başvuranlar
%38,9 oranla üniversite mezunlarıdır. Özer ve Kasapoğlu’nun hemodiyaliz hastaları
üzerinde yaptıkları çalışmada da konuyla ilgili olarak hastaların eğitim seviyesi
yükseldikçe tıp dışı tedavi yollarına başvurma oranının arttığı sonucu çıkarılmıştır.
Bu çalışmaya göre ilkokul mezunları %13, yüksekokul mezunları ise %40 oranla tıp
dışı tedavi yöntemlerine başvurmuştur (Özer ve Kasapoğlu, 2002: 43). Bu nedenle
her iki çalışmanın sonuçlarında paralellik görülmektedir.
Cirhinlioğluna göre (Cirhinlioğlu, 2001: 30) modern zamanda yaşayan çağdaş
insanlar modern tıbbı ve tıp tedavisini tamamen reddetmeseler de tıbba karşı
güvenlerini yitirmeye başlamışlardır. Bu nedenle de alternatif tıbba yönelimleri
olmaktadır. Bizim üzerlerinde araştırma yaptığımız hemodiyaliz tedavisi gören
hastalarda da eğitim düzeyi arttıkça tıp dışı tedavi yöntemlerine başvurunun artışı bu
şekilde açıklanabilir. Eğitim düzeyi daha düşük olan kişiler kendilerinin daha çok
modern tıbbın otoritesine bırakırlarken, eğitim seviyesi yüksek olan kişiler modern
tıbbın yanı sıra alternatif tıbba da başvurmaktadırlar.
224
Tablo 5.7.5. Diyaliz Hastası Olmanın Psikolojide Yarattığı Etki ile Yalnızlık
Duygusu Arasındaki İlişki
Yalnızlık Duygusu
Hastalığın Psikolojik
Duruma Etkileri
Hiç olmadı
Evet, Psikolojim Çok
N
Bozuldu Uzman
Desteğine İhtiyacım Var %
Psikolojimi Kötü
Etkiledi Fakat Yardım
Aldığım Uzman
Sayesinde Kurtuldum
Hayır, Psikolojimi Hiç
Etkilemedi
Zaman zaman Çok sık
oldu
yaşarım
Toplam
47
71
34
152
30,9%
46,7%
22,4%
100,0%
N
15
10
2
27
%
55,6%
37,0%
7,4%
100,0%
N
89
71
11
171
%
52,0%
41,5%
6,4%
100,0%
N
25
34
11
70
%
35,7%
48,6%
15,7%
100,0%
N
176
186
58
420
%
41,9%
44,3%
13,8%
100,0%
Bu Konuda Fikrim Yok
Toplam
X²= 27,309
sd=6
p=0,000
Diyaliz hastası olmanın psikolojide yarattığı etki ile yalnızlık duygusu
arasındaki ilişkiye bakıldığında, psikolojik durumunun hastalığa bağlı olarak
bozulduğunu ve uzman desteğine ihtiyacı olduğunu söyleyenlerin %30,9’u,
psikolojisinin kötü etkilendiğini, ancak yardım aldığı uzman sayesinde kurtulduğunu
söyleyenlerin %55,6’sı, psikolojilerinin etkilenmediğini söyleyenlerin %52’si, bu
konuda fikri olmayanların %35,7’si yalnızlık duygusu yaşamadıklarını ifade
etmişlerdir. Psikolojik durumunun hastalıkla birlikte bozulduğunu ve uzman
desteğine ihtiyacı olduğunu belirtenlerin %46,7’si, psikolojisinin kötü etkilendiğini
fakat
yardım
aldığı
uzman
sayesinde
225
kurtulduğunu
belirtenlerin
%37’si,
psikolojilerinin bozulmadığını belirtenlerin % 41,5’i, bu konuda fikri olmayanların %
48,6’sı zaman zaman yalnızlık duygusu hissettiklerini söylemişlerdir. Son olarak
hastalığın psikolojisini kötü yönde etkilediğini, bu nedenle uzman desteğine ihtiyacı
olduğunu belirtenlerin %22,4’ü, psikolojisinin kötü etkilendiğini, ancak aldığı uzman
sayesinde kurtulduğunu belirtenlerin % 7,4’ü, psikolojisini hiç etkilemediğini
belirtenlerin % 6,4’ü, bu konuda fikri olmayanların % 15,7’si çok sık yalnızlık
duygusu hissettiklerini ifade etmişlerdir.
Verilere baktığımızda hastaların hastalıklarına bağlı olarak psikolojilerinde
meydana gelen değişme ile yalnızlık duyguları arasında bir ilişkinin var olduğunu
görmekteyiz. Hastaların psikolojik durumu hastalıkla beraber kötüye gittikçe,
yalnızlık duygusu da artmaktadır. Kişilerin psikolojilerindeki bozukluklar sosyal
ilişkilerini de kötü yönde etkilemekte ve buna bağlı olarak yalnızlık duygusu
yaşamaktadırlar. Uzman desteği alan hastaların yüksek oranda yalnızlık duygusuna
kapılmadıkları göz önüne alınırsa, hastalara uzman desteği verilmesi gerektiği
söylenebilir.
Goffman’ın damga kuramında da damgalanmış kişiler sosyal yaşamdan
uzaklaşmakta ve sosyal kimliklerini kaybetmektedir. Bu duruma bağlı olarak da
yalnızlık duygusu yaşamaktadırlar. Bu nedenle Goffman’ın kuramı ve anket sonucu
arasında paralellik bulunduğu söylenebilir.
226
Tablo 5.7.6. Hastaların Cinsiyeti ile İş ve Mesleki Rolleri Yerine Getirme
Düzeyleri Arasındaki İlişki
İş ve Mesleki Görev
İş ve
Toplam
Yerine
Kısmen Yerine
Hiç Yerine
Mesleki
Getirebiliyorum Getirebiliyorum Getiremiyorum Role Sahip
Olmayan
Cinsiyet
N
19
42
35
69
165
%
11,5%
25,5%
21,2%
41,8%
100,0%
N
32
55
93
29
209
%
15,3%
26,3%
44,5%
13,9%
100,0%
N
51
97
128
98
374
%
13,6%
25,9%
34,2%
26,2%
100,0%
Kadın
Erkek
Toplam
X²= 43,084
sd=3
p=0,000
Hastaların cinsiyeti ile mesleki rol ve görevleri yerine getirebilme durumları
arasındaki ilişkiye baktığımızda kadınların %11,5’inin erkeklerinse % 15,3’ünün iş
ve mesleki görevlerini yerine getirebildiğini, kadınların % 25,5’inin, erkeklerin
%26,3’ünün iş ve mesleki rollerini kısmen yerine getirebildiğini, kadınların
%21,2’sinin, erkeklerin % 44,5’inin bu rollerini hiç yerine getiremediğini, kadınların
%41,8’inin, erkeklerinse %13,9’unun böyle bir role sahip olmadığını görmekteyiz.
Verilere baktığımızda hastalıkları nedeniyle iş ve mesleki rollerini yerine
getirme konusunda probleme sahip olanların daha çok erkekler olduğunu
görmekteyiz. Kadınlar genel olarak iş ve mesleki rollere sahip olmadıklarından, iş ve
mesleki rolleri yerine getirme konusunda erkeklere oranla daha az düzeyde
etkilenmektedir. Erkek hastaların iş ve mesleki rollerini yerine getirememeleri
psikolojilerini kötü yönde etkilemektedir. Çünkü toplumumuzda erkekler kendilerini
daha çok meslekleriyle ve işleriyle ifade etmektedirler.
227
Tablo 5.7.7. Hastaların Cinsiyeti ile Cinsel Açıdan Karı- Koca Rollerini Yerine
Getirme Durumları Arasındaki İlişkisi
Cinsel Açıdan Karı-Koca Rolü
Cinsiyete
Yerine
Kısmen yerine Hiç yerine Böyle Bir Role
getirebiliyorum getirebiliyorum getiremiyorum Sahip Olmayan
Toplam
N
35
45
19
26
125
%
28,0%
36,0%
15,2%
20,8%
100,0%
N
71
71
17
15
174
%
40,8%
40,8%
9,8%
8,6%
100,0%
N
106
116
36
41
299
%
35,5%
38,8%
12,0%
13,7%
100,0%
Kadın
Erkek
Toplam
X²= 13,447
sd=3
p=0,004
Hastaların cinsiyeti ile cinsel açıdan karı/koca rollerini yerine getirebilme
durumları arasındaki ilişkiye baktığımızda, kadınların %28’inin, erkeklerin
%40,8’inin bu rollerini yerine getirebildiğini, kadınların %36’sının, erkeklerin
%40,8’inin kısmen yerine getirebildiğini, kadınların %15,2’sinin ve erkeklerin
%9,8’inin hiç yerine getiremediğini, kadınların %20,8’inin ve erkeklerin %8,6’sının
böyle bir role sahip olmadığını ifade ettiğini görmekteyiz.
Verilere göre ankete katılan hastaların genel olarak kısmen de olsa cinsel
olarak karı/koca rollerini yerine getirebildiğini görmekteyiz. Ancak kadınlar
erkeklere göre bu rollerini daha düşük oranla yerine getirebildiklerini ifade
etmişlerdir. Bu durumda kadın hastalara oranla erkek hastaların cinsel olarak
karı/koca rolünü daha çok önemsediğini ve kadınların hastalıktan cinsel işlevler
yönünden daha fazla etkilendiği söylenebilir.
228
Tablo 5.7.8. Hastaların Cinsiyeti ve Evde Bakımlarını Üstlenen Kişiler
Arasındaki İlişki
Bakımı Üstlenen Kişi
Özel bir bakım
ve desteğe Anne/
Diğerleri
ihtiyaç
Baba
duymayan
Cinsiyet
Eş
Çocuklar
Gelin/
Damat
43
38
19
N
69
13
5
%
36,9%
7,0%
2,7%
N
82
15
2
115
16
%
34,9%
6,4%
,9%
48,9%
6,8%
N
151
28
7
158
54
%
35,8%
6,6%
1,7%
Toplam
187
Kadın
23,0% 20,3% 10,2% 100,0%
5
235
Erkek
2,1% 100,0%
24
422
Toplam
X²= 47,644
sd=3
37,4% 12,8%
5,7% 100,0%
p=0,000
Hastaların cinsiyeti ile evde bakımlarını üstlenen kişiler arasındaki ilişkiye
baktığımızda, kadınların %36,9’u ve erkeklerin %34,9’u özel bir bakım ve desteğe
ihtiyaç duymadığını, kadınların %7’si ve erkeklerin %6,4’ü anne/babasının,
kadınların %2,7’si ve erkeklerin %0,9’u diğerlerinin, kadınların % 23’ü ve erkeklerin
%48,9’u eşlerinin, kadınların %20,3’ü ile erkeklerin %6,8’i çocuklarının, kadınların
%10,2’si ile erkeklerin %2,1’i damat/gelinlerinin evdeki bakımlarını üstlendiklerini
söylemişlerdir.
Verilere baktığımızda erkeklerin evdeki bakımlarını üstlenen kişilerin yüksek
oranda eşleri olduğunu ve eşlerine bakan kadınların oranının, eşlerine bakan
erkeklerin oranının iki katından daha fazla olduğunu görmekteyiz. Ancak her iki
koşulda da birbirlerinin bakımını en çok üstlenen kişiler eşler olarak görülmektedir.
Çocuklar ise annelerinin bakımını, babalarının bakımına göre daha fazla oranda
229
üstlenmektedirler. Gelin/damat’da kadınların bakımını erkeklere oranla daha fazla
üstlenmektedir.
Ankete katılan deneklerden alınan veriler ışığında kadınların eşleri için daha
çok bakıcı rolünü üstlendiğini, çocukların annelerine daha çok baktığını,
gelin/damadın da kadınlara daha çok baktığını görmekteyiz. Bu durum bizlere
kültürel
yapının
hastalara
verilen
bakım
hizmetlerini
şekillendirdiğini
göstermektedir. Toplumumuzda kadınlara erkeklere oranla daha fazla bakıcı rolü
verilmektedir. Eğer iki cinsiyetin de hasta bakıcı rolü eşit olsaydı, oranların da eşit
çıkması gerekirdi.
230
Tablo 5.7.9. Hastaların İletişim Düzeyi ve Yalnızlık Durumları Arasındaki İlişki
Yalnızlık Duygusu
İletişim Durumu
Eskiye Oranla
Azaldı
Hiç olmadı
Zaman-zaman
oldu
Çok sık
yaşarım
Toplam
N
66
123
47
236
%
28,0%
52,1%
19,9%
100,0%
9
9
1
19
%
47,4%
47,4%
5,3%
100,0%
N
102
55
10
167
%
61,1%
32,9%
6,0%
100,0%
N
177
187
58
422
%
41,9%
44,3%
13,7%
100,0%
Eskiye Oranla Arttı N
Herhangi Bir
Değişme Olmadı
Toplam
X²= 48,711
sd=4
p=0,000
Hastaların hastalandıktan sonraki dönemdeki iletişim durumlarıyla yalnızlık
duyguları arasındaki ilişkiye baktığımızda, iletişim durumlarının eskiye göre
azaldığını belirtenlerin %28’i, eskiye göre artanların % 47,4’ü, herhangi bir değişme
olmayanların %61,1’i yalnızlık duygusunu hiç hissetmediklerini, iletişimleri eskiye
göre azalanların %52,1’i, iletişimleri eskiye göre artanların % 47,4’ü, iletişimlerinde
herhangi bir değişimleri olmayanların %32,9’u zaman zaman yalnızlık hissine
kapıldıklarını, iletişimleri eskiye göre azalanların %19,9’u, iletişimleri eskiye göre
artanların %5,3’ü, iletişimlerinde herhangi bir değişim yaşamayanların % 6’sı
yalnızlık duygusunu çok sık yaşadıklarını ifade etmişlerdir.
Tabloya baktığımızda hastaların iletişim düzeyleri ile yalnızlık hisleri arasında
ters orantı olduğunu görmekteyiz. Yani iletişimleri azaldıkça yalnızlık hisleri
artmaktadır. İletişim azaldıkça yalnızlık hissinin artması oldukça doğaldır. Çünkü
iletişim kurulan kişilerin azalması insanları yalnızlığa itmektedir. Hemodiyaliz
231
tedavisi gören hastaların iletişim düzeyi ve yalnızlık ilişkisini ele aldığımızda, bu
hastaların hastalıklarının neden olduğu problemler neticesinde sosyal ortamlardan
uzaklaştıklarını görmekteyiz. HD tedavisi gören hastaları sosyal yaşamdan kopartan
bir diğer etken de diyaliz tedavisinin uzun zaman almasıdır. Hastalıklarından
kaynaklanan problemler ve tedavinin uzun zaman alması hastaların iletişimlerinin
azalmasına ve dolayısıyla da hastaların yalnızlaşmasına neden olmaktadır.
232
Tablo 5.7.10. Hastanın Kendisini Diğer İnsanlarla Kıyasladığında Hissettikleri
ve Yalnızlık Duygusu Arasındaki İlişki
Yalnızlık Duygusu
Kendisini Diğer İnsanlarla
Karşılaştırdığında
Hissettikleri
Kendimi Onlardan Eksik
Görüyorum
Hiç
ZamanÇok Sık
Olmadı Zaman Oldu Yaşarım
N
42
% 28,6%
Hiçbir Eksiklik
Hissetmiyorum
N
97
% 52,4%
Kendimi Diğer İnsanlarla
Kıyaslamam
N
23
% 44,2%
Fikrim Yok, Bunu Hiç
Düşünmedim
N
15
% 39,5%
Toplam
N
177
% 41,9%
X²= 21,658
sd=6
Toplam
77
28
147
52,4%
19,0%
100,0%
70
18
185
37,8%
9,7%
100,0%
24
5
52
46,2%
9,6%
100,0%
16
7
38
42,1%
18,4%
100,0%
187
58
422
44,3%
13,7%
100,0%
p=0,001
Hastaların kendilerini diğer insanlarla kıyasladığında neler hissettikleri ile
yalnızlık duygusuna kapılma düzeyleri arasındaki ilişkiye bakıldığında, kendisini
diğer insanlardan eksik hissedenlerin %28,6’sı, eksiklik hissetmeyenlerin %52,4’ü,
kendisini diğer insanlarla kıyaslamayanların %44,2’si, bu konuda fikri olmayanların
%39,5’i yalnızlık duygusunu hiç yaşamadıklarını, kendisini diğer insanlarla
kıyasladığında eksik hissettiğini söyleyenlerin %52,4’ü, eksiklik hissetmeyenlerin
%37,8’i, kendisini diğer insanlarla kıyaslamayanların %46,2’si, bu konuda fikri
olmayanların %42,1’i zaman zaman yalnızlık hissine kapıldıklarını, kendisini diğer
insanlardan eksik hissedenlerin %19’u, eksik hissetmeyenlerin %9,7’si, kendisini
233
diğer insanlarla kıyaslamayanların %9,6’sı ve bu konuda fikri olmayanların %18,4’ü
yalnızlık duygusunu çok sık yaşadığını ifade etmiştir.
Verilere baktığımızda kendilerini diğer insanlardan eksik hissedenlerin
yalnızlık hissine daha çok kapıldıklarını görmekteyiz. Goffman’ın damga kuramına
göre de damgalanmış kişiler kendilerini diğer insanlardan eksik hissetmektedirler. Bu
nedenle de kendilerini sosyal ilişkilerden soyutlamaktadırlar. Tabii ki bunu tercih
eden sadece damgalanmış kişi değildir. Toplum, kişinin eksiğini, kusurunu ortaya
çıkararak damgalamakta ve dışlamaktadır. Toplumdan uzaklaşan kişilerse yalnızlık
hissine kapılmaktadırlar. Tabloda da görüldüğü üzere, kendisinde herhangi bir
eksikliğin olduğunu düşünmeyenlerse kendilerini toplumdan soyutlamayacak ve
yalnızlık hissetmeyeceklerdir. Bu bağlamda anketten aldığımız bu sonuç ile damga
kuramı arasında paralellik bulunduğunu söyleyebiliriz.
234
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Hemodiyaliz tedavisi gören kronik böbrek yetmezliği hastalarının, hastalığa
bağlı rol değişimi, beklenti ve sorunlarını ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada
örneklemi oluşturan hastaların sosyoekonomik ve demografik olarak % 44,3’ü kadın
ve % 55,7’si erkek, % 40,8’i 45-64, % 26,3’ü 65-74, % 23,7’si 20-44 yaş aralığında,
% 75,8’i evli, % 15,9’u dul, % 8,3’ü bekar, % 59,2’si ilkokul, % 15,2’si okur-yazar
değil ve % 15,2’si lise mezunu, % 41,2’si ev hanımı, % 21,8’i işçi, %17,8’i esnaftır.
Ankete katılan hastaların şu anda geçimlerini % 36 oranla emeklilikten ve % 33
oranla eşlerinin geliri ile sağlamaktalar. Hastaların büyük bir oranı (%63) alt gelir
seviyesindedir. Hastaların şu anda gelirlerinin geçimlerini sağlama oranı % 41,2
oranla idare eder ve % 39,6 oranla yetersiz düzeydedir. Hastalar sosyal güvencelerini
% 42,9 oranla SSK’dan ve % 33,9 oranla BAĞ-KUR’dan sağlamakta ve % 96’sı
tedavi masraflarını sosyal güvencesi vasıtasıyla karşılamaktadır. Hastaların % 95,7’si
haftada 3 gün ve % 96’sı haftada 12 saat diyaliz tedavisi görmektedirler. Hastaların
%30,8’i 0-2 yıl arasında, %28,4’ü 3-5 yıl arasında, %18’i 6-8 yıl arasında
hemodiyaliz tedavisi görmektedirler. Yıl sayısı azaldıkça hasta sayısının artması
dikkat çekmektedir. Örnekleme katılan hastalar %74,9 oranla şehir merkezinde, %18
oranla ilçede yaşamlarını sürdürmekte, %37,9’u eş ve çocuklarıyla, %31,5’i eşleriyle
birlikte yaşamaktadır. Bu nedenle hastaların çoğunun çekirdek aile yapısına sahip
olduğu söylenebilir. Hastaların % 81,8’inin ailesinde böbrek hastalığına sahip kişi
bulunmamakta, % 9,4’ünün yakın akrabasında, % 5’inin kardeşinde böbrek hastalığı
bulunmaktadır.
Örnekleme katılan hastaların hastalık algılamalarına ilişkin olarak, %78’i
hayatından memnun , % 10,2’si hayatından çok memnun durumdalar. Verilere göre
hastaların % 55,1’i kendisini bedensel engelli ya da özürlü olarak görmezken,
%37,1’i kısmen bu şekilde görmekte, % 7,7’si ise kendisini tamamen engelli ya da
özürlü olarak görmektedirler. Kişilerin kendilerini bu şekilde görmelerinin olumlu ve
olumsuz sonuçları bulunmaktadır. Kendilerini engelli ya da özürlü gören kişilerin
sağlıklı günlerine tekrar dönmek için çaba sarf etmeleri olumlu bir sonuçken,
kendilerini bu şekilde görüp psikolojik bir yıkım içine girmeleri olumsuz bir
235
sonuçtur. Hastaların kendisini engelli ya da sakat görmesi ile Parsons’ın hasta rolü ve
Goffman’ın damga kuramı arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Ankete katılan hastaların %34,8’i diyaliz makinesine bağlı olduğu için
kendisini diğer insanlara göre eksik hissetmekte, %43,8’i hiçbir eksiklik
hissetmemektedir. Goffman’ın damga kuramına göre, damgalanmış kişilerin sosyal
kimliklerine tekrar kavuşmaları ve toplumla ilişki kurabilmeleri için öncelikle
damgalarını kabul etmeleri gerekmektedir. Anket sonucuna baktığımızda hastalarının
% 34,8’inin kendisini diğer insanlardan eksik hissetmesi Goffman’ın kuramı ile
açıklanabilir.
Hastalar, hastalıklarını %39,8 oranla tıbbi nedenler dışında herhangi bir nedene
bağlamamakta, %31 oranda ise Allah’ın takdiri ve imtihanı olarak görmektedirler.
Bu sonuç bizlere hastaların modern tıbba uymalarının dışında, dini inançların da
etkisi altında olduklarını göstermektedir. Hastaların, hastalıklarına neden olarak
kimleri ve neleri sorumlu tuttuğuna ilişkin soruya %54,7 oranla kimseyi sorumlu
tutmadıkları ve %25,8 oranla hastalıklarını Allah’ın takdiri ve kaderi olarak
gördükleri şeklinde cevap verilmiştir. Bu sonuç da hastalar açısından dinin önemini
bir kez daha vurgulamaktadır.
Ankete katılan hastaların %67,5’i hastalıklarıyla ilgili yeterli bilgi ve bilince
sahip olduğunu dile getirirken, %25,1’i hastalıklarıyla ilgili pek bilince sahip
olmadıklarını, ne denilirse yaptıklarını ifade etmişlerdir. Hastaların çoğunun
hastalıklarıyla ilgili yeterli bilgi ve bilince sahip olması oldukça olumlu bir sonuçtur.
Ancak hastaların ikinci olarak yeterli bilgi ve bilince sahip olmadıklarını düşünmesi,
bu konudaki eksikliklere işaret etmektedir.
Hastalar %65,2 oranla hastalıkla birlikte mutlu bir şekilde yaşanılabileceğini
ifade etmişlerdir. Bu sonuç hastaların, hasta rollerine uyum sağladıklarının göstergesi
niteliğindedir ve bu bağlamda Parsons’ın hasta rolü kavramı ve Goffman’ın damga
kuramıyla paralellik göstermektedir. Hastaların, hastalıkla birlikte mutlu bir şekilde
yaşamalarını sağlayacak en büyük etken %39,3 oranla ailelerinin ilgi ve desteğini
almış olması ve %33,6 oranla dini inançlarının güçlü olmasıdır. Bu sonuç da aile ve
din kurumunun hasta açısından önemini göstermektedir.
236
Ankete katılan hastaların %94,3’ü tedavi sürecinden vazgeçmeyi hiç
düşünmediklerini ifade etmişlerdir. Bu sonuç Parsons’ın hasta rolü kavramı ile
paralellik göstermektedir. Hasta rolü kavramına göre, hasta kişilerin tekrar sağlıklı
günlerine dönmeleri için tedavi olmayı tercih etmeleri gerekmektedir. Tedaviyi
reddeden kişiler ise sapkın olarak nitelendirilirler.
Hastaların %85,5 oranıyla tıp dışı tedavi tekniklerine başvurmamaları modern
tıbba olan güvenlerini göstermektedir. Modern tıp dışında tedavi yöntemlerini tercih
eden hastalar yüksek oranda (%63,3) şifalı su ve bitkileri kullanmaktadırlar.
Hastaların sosyal destek ve beklenti düzeylerine ilişkin verilere baktığımızda,
evdeki bakımını üstlenen kişiler % 37,4 oranla eşleri ve % 12,8 oranla çocuklarıdır.
Özel bir bakım ve desteğe ihtiyacı olmayanların oranı ise % 35,8’dir. Hastaların
bakımlarını sağlayan kişilerin daha çok eş ve çocukları olması, aile kurumunun
gücünü ve geleneksel aile yapısının korunduğunu bizlere göstermektedir. Hastanın
hastalığından %31,8 oranla çocukları ve % 31 oranla eşleri etkilenmektedir. Bu
sonuç da ailenin hastaya karşı duyarlı olduğunun göstergesi niteliğindedir.
Ankete katılan hastaların %70,5’i insanların kendilerine ilgili duyarlı
davrandıklarını, %87,8’i insanların kendilerini dışlamadıklarını, %89,3’ü insanların
kendilerinden kaçmadıklarını, %91,4’ü insanların kendilerinden utanmadıklarını,
%84,8’i insanların kendilerine mecburen katlanmadıklarını, %82,7’si insanların
kendilerine acıyarak bakmadıklarını, %89,1’i insanların kendilerine yakında ölecek
gözüyle bakmadıklarını, %90,5’i insanların kendilerini yük olarak görmediklerini,
%88,5’i insanların kendilerini işe yaramaz ve değersiz olarak görmediklerini,
%65,1’i
insanların
üreden
kaynaklanan
koku
nedeniyle
kendilerinden
uzaklaşmadıklarını, %51,5’i insanların kendilerine bulaşıcı hastalıklıymış gibi
çekinceli bir yaklaşıma sahip olmadıklarını ifade etmişlerdir. Verilere göre çevredeki
insanlar hastalara büyük oranda duyarlı ve ilgili davranmaktadır. Ancak hastaların,
insanların kendilerine bulaşıcı hastalık sahipleriymiş gibi çekinceli davranmaları
hususuyla üreden meydana gelen kokular nedeniyle uzaklaşmaları konusunda
problemleri olduğu söylenebilir.
237
Hastalar, %80,6 oranla ailelerinin kendilerine ilgili ve duyarlı davrandıklarını,
%95,2 oranla aileleri tarafından dışlanmadıklarını, %96,3 oranla ailelerinin
kendilerinden kaçmadığını, %95,7 oranla ailelerinin kendisinden utanmadığını,
%91,2 oranla ailelerinin kendilerine mecburen katlanmadığını, %94,3 oranla
ailelerinin kendilerine acıyarak bakmadığını, %96,5 oranla ailelerinin kendilerine
yakında ölecek gözüyle bakmadığını, %94,9 oranla ailelerinin kendilerini yük olarak
görmediğini, %95,1 oranla ailelerinin kendilerini işe yaramaz ve değersiz olarak
görmediğini ifade etmişlerdir. Bu sonuçlar ailelerin hasta bireye karşı oldukça
duyarlı bir davranış sergilediklerini göstermektedir. Hastaların çevrendeki insanların
tavırlarıyla aileleri karşılaştırıldığında, ailelerin hastaya karşı daha duyarlı davrandığı
dikkati çekmektedir.
Yapılan ankete göre hastaların %65,6’sı tedavi sürecinde psikolog gibi
danışmanlara ihtiyaç duymadığını, %19,2’si ise bu tür danışmanlara ihtiyacı
olduğunu fakat hiç görüşmediğini ifade etmiştir. Hastaların çoğunun danışmana
ihtiyaç duymaması oldukça olumlu bir sonuçtur. Ancak danışmana ihtiyaç duyan
ama henüz görüşmeyen hastalara böyle bir hizmet sağlanmalıdır.
Ankete katılan hastaların %40’ı hastalıklarıyla ilgili bilgiye ihtiyacı olmadığını,
%12,6’sı ise organ nakli konusunda bilgilendirilmek istediğini dile getirmiştir.
Hastaların bilgiye ihtiyacı olmadığını söylemesi, yeterli bilgiye sahip olduğunu
gösterebilmektedir. Hastaların organ nakli konusunda bilgilendirilmek istemesindeki
temel
neden
de,
hastalığın
kesin
tedavisinin
bu
yolla
sağlanmasından
kaynaklanmaktadır.
Anket verilerine göre hastaların %97,6’sının herhangi bir derneğe ya da vakfa
üyeliği söz konusu değildir. Hastaların bu tür kuruluşlara üye olması, problemlerini
yetkililere iletmesini sağlayacaktır. Ancak hastaların bu tür kuruluşlardan
faydalanmaması, sadece kendilerine verilenle yetinmelerine neden olacaktır.
Hastaların %79,1’inin bu tür kuruluşlara üye olmamasının nedeni, bu tür
kuruluşlardan haberi olmamasıdır. Bu sonuç diyalizle ilgili dernek ve vakıf gibi
kuruluşların sayı olarak azlığını ya da yeterli faaliyetlerde bulunmadıklarını
göstermektedir.
238
Hastaların diyaliz personeli dışında en büyük yardımcıları ise %63,3 oranla
eşleri ve %18,7 oranla çocuklarıdır. Aile kurumuna verilen önem neticesinde aile
üyeleri hastanın yardımcılığını üstlenmişlerdir.
Hastaların %35,1’i devlet tarafından beklediği desteği alamadığını, %33,2’si
aldığını fakat bunun yeterli olmadığını, %31,8’i ise devletten her türlü desteği
aldığını ifade etmiştir. Bilindiği üzere kronik hastalıklar kişilerin iş yaşamlarına etki
etmekte, dolayısıyla da ekonomik bir gerilemeye sebep olmaktadır. Bu nedenle
hastalar devletten gelen desteği çoğunlukla yeterli bulmamaktadırlar. Hastaların
hastalıklarıyla ilgili en büyük beklentisi ise %15,9 oranla organ naklidir. Organ
naklinin KBY hastalığından tamamen kurtulmanın tek yolu olması bu sonucu ortaya
çıkarmıştır.
Ankete katılan hastaların %92,7 oranında diyaliz merkezlerinden bir beklentisi
bulunmamaktadır. Bu sonuç diyaliz merkezlerinin hasta ile yeteri kadar ilgilendiğini
göstermektedir. Hastalar %46 oranla organ nakli olacağına inanmakta ve beklemekte,
%33,2 oranla bu konuda ümidi ve beklentisi olmadığını ifade etmektedir. Hastaların
bu konuda ümidi ve beklentisi olması oldukça olumludur. Ancak organ bağışlarının
oldukça az sayıda olması, hastaların bu konuda ümitsizliğe kapılmalarına neden
olmaktadır. Hastaların %45’i organ nakline müracaat etmemiş, %43,1’i müracaat
etmiş ve beklemektedir. Hastaların organ nakline müracaat etmemelerinin nedeni
organ bağışının düşük düzeyde olmasıdır. Hastaların %41,1’i insanların organlarını
bağışlamama nedenini bu konuda bilinçsiz ya da yanlış bilgilendirilmiş olmalarına,
%23,4’ü ise yanlış dini inanç içinde olmalarına bağlamışlardır. İslam dini, organ
bağışını yasaklamaması ve hatta desteklemesine rağmen, insanlar bu konuda gereken
duyarlılığı göstermemektedirler. Ankete katılan hastalar ise %51,5 oranla organ
bağışında bulunmayı düşünmemektedir. Hastalardan sadece %1’i organlarını
bağışlamış durumdadırlar. Organ nakline ihtiyacı olan hastaların da organ bağışında
bulunmayı istememesi oldukça şaşırtıcı bir sonuçtur.
239
Hastaların, hastalandıktan sonraki dönemde toplumsal rollerini yerine
getirmeleriyle ilgili olarak sorulan sorulara, yerine getirebiliyorum, kısmen yerine
getirebiliyorum ve hiç yerine getiremiyorum şeklinde cevaplar verilmiştir. Buna göre
hastaların %40,5’i annelik babalık rollerini kısmen yerine getirebilmekte, %50,7’si
yerine getirebilmekte, %46,4 oranla arkadaşlık ve dostluk görevlerini kısmen yerine
getirirken %40,5’i yerine getirebilmekte, %46,4’ü iş ve mesleki rollerini hiç yerine
getirememekte, %35,1’i kısmen yerine getirebilmekte, %45’i cinsel açıdan karı/koca
rollerini kısmen yerine getirmekteyken, %41’i yerine getirebilmekte, %47,5’i evlatlık
rollerini kısmen yerine getirebilmekteyken, %42,4’ü yerine getirebilmekte, %40,9’u
eğitim görevlerini kısmen yerine getirebilmekteyken %36,4’ü yerine getirebilmekte,
%68,3’ü günlük kişisel bakımını yerine getirebilmekteyken %25’i kısmen yerine
getirebilmekte, %61,2’si dini vecibelerini yerine getirebilmekteyken %30,6’sı
kısmen yerine getirebilmektedir. Hastaların hastalandıktan sonra toplumsal rolleri
yerine getirmesiyle ilgili olarak anne ve baba, günlük kişisel bakım ve dini rollerini
diğerlerine oranla daha fazla yerine getirdiğini görmekteyiz. Hastaların bu tür rolleri
yerine getirmeleri, daha çok önemsediklerini akla getirmektedir. Hastaların yerine
getirmede en çok problem yaşadığı roller ise ilk olarak iş ve mesleki rolleri, ikinci
olarak öğrencilerin eğitim görevleri ve üçüncü olarak cinsel açıdan karı/koca
rolleridir. Ancak sonuç olarak baktığımızda hastaların bütün toplumsal rollerini
sergilerken az ya da çok problem yaşadıklarını görmekteyiz.
Ankete katılan hastaların %50,6’sı hastalandıktan sonra iş yaşamında herhangi
bir değişiklik yaşamadığını, %17,5’i normal süresinde emekli olduğunu %12,3’ü
malulen emekli olduğunu belirtmiştir. Ankete katılan hastalardan daha çok kadınlar
iş yaşamı konusunda etkilenmemektedir. Çünkü kadınlar çok az oranda bir işe ya da
mesleğe sahiptirler. Hastalandıktan sonra iş yaşamında değişikliklere maruz kalanlar
genellikle erkek hastalardır.
Hastaların evlilik ile ilgili düşüncelerini öğrenmek için sorulan soruya, %64,4
oranında hastaların evlenmesinde bir sakınca görülmediği sonucu çıkmıştır.
Hastaların %56,4’ü ise diyaliz hastalarının hamile kalmasında bir sakınca
görmemektedir. Bu nedenle hastaların yaklaşık olarak yarıdan fazlasının ailedeki
rolleriyle ilgili çok fazla sorun yaşamadıkları söylenebilir. Yine aile kurumu ve
240
çocuğa sahip olma toplumumuzda o kadar önemlidir ki, hasta rolü geri plana
itilebilmektedir.
Ankete katılan hastaların %95,5’i hastalandıktan sonra medeni durumlarında
herhangi bir değişiklik yaşamadıklarını ifade etmişlerdir. Bu sonuç bizlere hasta
kişinin ailesi tarafından benimsendiğini, yerine getiremediği rollerin telafi edildiğini
ve aile kurumunun gücünü göstermektedir.
Ankete katılan hastaların problemlerine ilişkin olarak, hastaların %50,7’si
hastalandıktan sonra evdeki olağan düzeninde herhangi bir değişiklik yaşamadığını,
%44,3’ü hastalığa bağlı olarak oturma ve yatma düzenlerinde değişiklikler
yaşadığını, %65,6’sı hastalandıktan sonra günlük rutin işlerinde değişim olmadığını
ve %28’i kişisel bakımı için destek aldığını söylemiştir. Hastaların %71,3’ünün
yemek düzeninde diyete bağlı bazı değişiklikler olmuştur, %19,7’sinin ise yemek
düzeninde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Hastaların genel olarak diyetine
uyması, hasta rolünü benimsediklerini göstermektedir. Parsons’ın hasta rolü
kuramına göre hastadan tedaviye uygun davranışlarda bulunması beklenir. Bu
davranışı sergilemeyenler sağlıklarına kavuşamazlar. Hastaların genel olarak diyete
uyması oldukça olumlu bir sonuçtur.
Hastalar, hastalandıktan sonra yaşamlarında meydana gelen kısıtlamalardan
%23,3 oranla diyeti, %10,7 oranla aile içi ilişkilerle ve arkadaşlık dostluk ilişkilerini
önemsemektedirler. Bu sonuç da bizlere hastaların ilk olarak fiziksel, ikinci olarak
sosyal kısıtlamayı önemsediğini göstermektedir.
Bilindiği üzere kronik hastalığa sahip olan HD hastaları hastalıklarına bağlı
olarak çeşitli psikolojik problemler yaşamaktadır. Yaptığımız çalışmada hastaların
%40,7’si hastalıklarının psikolojilerini etkilemediğini, %36,2’si hastalık nedeniyle
psikolojilerinin etkilendiğini ve psikolojik yardıma gereksinim duyduklarını
söylemiştir. Bu sonuca göre hastalığa bağlı olarak, hastaların psikolojilerinin
azımsanmayacak derecede etkilendiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle de hastalara
psikolojik uzman desteği sağlanması önerilebilir.
241
Hastaların, hastalıklarına bağlı olarak yaşadıkları en önemli duygusal reaksiyon
%50 oranla kaderine razı olmak ve sabretmektir. Bu veriye göre din kurumunun
sağlık ve hastalık algılamalarına etki ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü hastalar tıbbi bir
kuruma başvurmuşlar ve arkasından dine sığınmışlardır. Hastaların dine sığınması
maneviyatlarını arttırarak geleceğe daha umutla bakmalarına neden olmaktadır.
Hastanın tedavi süreci dışında kendisini mutsuz edebilecek en büyük etken
%86,9 oranla ailesinin ilgisizliği ve duyarsızlığıdır. Bu veri de ailenin hasta açısından
önemini göstermektedir. Hastalık sürecinde hastaların en önemli yardımcıları
konumunda bulunan ailelerin ilgili ve duyarlı davranışları, hastalar için oldukça
önemlidir.
Ankete katılan hastaların %35,1’inde kendilerini rahatsız eden şikâyetleri
bulunmamaktadır. Hastaların %7,6’ sı ise ağrıdan, diyet ve makineye bağımlı
yaşamadan şikâyetçidir. Hastaların şikâyetlerinin olmaması, tedavinin etkinliğini
göstermektedir.
Anketten elde ettiğimiz verilere göre hastaların %57,7’ sinin ötenazi hakkında
bir fikri bulunmamakta, %20,7’si böyle bir talebe karşı olduğunu, %19,1’i ise dinen
yasak olduğu için böyle bir talebe karşı olduğunu dile getirmektedir. Yine hastaların
%95,5’i hastalıklarından dolayı intihar etmeyi hiç düşünmediklerini ifade etmektedir.
Ancak araştırma esnasında görüşülen hekimler bu konuyla ilişkili olarak hastaların
zaman zaman ölmeyi istediklerini, ancak dini inançlarının bu düşünceye engel
olduğunu söylemişlerdir.
Hastaların, hastalıklarıyla ilgili şikâyetlerini ulaştırdıkları kişi %87,7 oranla
doktorlarıdır. Hastaların herhangi bir sivil toplum kuruluşlarına üye olmamaları,
şikâyetlerini bu yolla iletmelerine engel olmuştur. Bu nedenle hastalar şikâyetlerini
haftada en az iki kez gördükleri doktorlarına iletmektedirler.
Hastaların hastalanmadan önce yaptıkları çeşitli sosyal faaliyetlerin düzeyinde
ve ilişkilerinde, hastalandıktan sonra bir değişim olup olmama durumuna ilişkin
sorulara azaldı, değişmedi ve arttı yönünde seçenekler sunulmuştur. Buna göre
hastaların % 50,9’u hastalandıktan sonra TV izleme faaliyetinin arttığını, %37,2’si
242
değişmediğini ifade etmişlerdir. TV izlemenin artması, hastaların fiziksel bir çaba
gerekmeden bu faaliyette bulunmasına bağlanabilir. Yine hastaların %64’ü
hastalanmadan önce kitap, dergi ve gazete okuma alışkanlığının olmadığını, %20,1’i
okuma alışkanlığının hastalandıktan sonra da değişmediğini, %86,7’si hastalanmadan
önce tiyatroya gitme faaliyetinde bulunmadığını ve %8,5’i bu faaliyetinin hastalıkla
birlikte değişmediğini, %82,8’i hastalanmadan önce de sinemaya gitmediğini ve
%9,7’si bu faaliyeti gerçekleştirme düzeyinin değişmediğini ifade etmiştir.
Hastaların %46,7’si hastalandıktan sonra gezip dolaşma faaliyetinin azaldığını ve
%29,6’sı hastalanmadan önce bu faaliyette bulunmadığını, %69,8’i hastalanmadan
önce egzersiz ve spor yapma faaliyetinde bulunmadığını ve %16,6’sı bu
faaliyetlerinin azaldığını, %59,2’si hastalanmadan önce seyahat etme faaliyetinde
bulunmadığını
ve
%28,9’u
seyahat
etme
faaliyetinin
azaldığını,
%86’sı
hastalanmadan önce konsere gitme faaliyetinde bulunmadığını ve % 9,2’si bu
faaliyeti gerçekleştirme düzeyinin değişmediğini, %62,6’sı kahve ve kafelere gitme
gibi faaliyetlerde hastalanmadan önce de bulunmadığını ve %19,2’si bu tür
faaliyetleri yapma düzeyinin değişmediğini, %61,1’i hastalandıktan sonra arkadaş
ziyareti yapma faaliyetinin azaldığını ve %31,8’i değişmediğini, %62,6’sı
hastalandıktan sonra akraba ziyareti yapma faaliyetlerinin azaldığını ve %32,9’u
değişmediğini, %61,4’ü hastalandıktan sonra konu komşu ziyareti yapma faaliyetinin
azaldığını ve %30,3’ü değişmediğini, %90,3’ü hastalanmadan önce de konferans ve
toplantılara katılmadığını ve %5,9’u bu tür faaliyetlerinin değişmediğini belirtmiştir.
Verilere göre hastaların büyük oranda kitap, dergi ve gazete okuma alışkanlığına
sahip olmadığını, tiyatroya, sinemaya, konserlere, kahve/kafelere ve çeşitli
konferanslara gitme faaliyetlerde bulunmadığını görmekteyiz. Bu sonuç bizlere hasta
kişilerin hastalanmadan önce de kültürel faaliyetlerde bulunmadığını göstermektedir.
Hastaların hastalandıktan sonra azalma yaşadıkları sosyal faaliyetler arkadaş ziyareti,
akraba ziyareti ve konu komşu ziyaretleridir. Hastaların, hastalanmadan önce de daha
çok bu tür faaliyetlerde bulunması, onların geleneksel bir yapıda olduğunu
göstermektedir. Ancak hastalandıktan sonra bu tür faaliyetlerde azalma yaşamaları
yalnızlaşmalarına neden olmaktadır. Goffman’ın damga kuramına göre bir
değerlendirme yaptığımızda da bu tür hastaların damgalanmaları nedeniyle toplumsal
ilişkilerden uzaklaştıklarını söyleyebiliriz.
243
Hastaların %74,4’ü çevresiyle iletişim sıkıntısı yaşamadığını, %7,8’i ise
yakın çevresiyle iletişim güçlüğü çektiğini ifade etmektedir. Hastaların çoğunun
çevresindeki kişilerle iletişim problemi yaşamaması oldukça olumludur. Yine
hastaların %55,9’u hastalandıktan sonra görüştüğü kişi sayısında azalma olduğunu,
%39,6’sı ise herhangi bir değişiklik yaşamadığını ifade etmiştir. Goffman’ın damga
kuramına göre de damgalanmış kişilerin çevresiyle iletişimi azalmaktadır. Bu
nedenle kuramla ile anket sonucu arasında bir bağlantı kurulabilir. Hastaların
görüştüğü kişi sayısında azalma olması, yalnızlık duygusunu da beraberinde
getirmektedir. Hastaların görüştükleri kişi sayısında azalma olmasının nedeni büyük
oranla
(%73,3) diyaliz tedavisi uzun zaman almasıdır. Hastaların ilişkilerinde
azalma yaşadığı en büyük kesim % 66,9 oranla arkadaş ve dost çevresi, %28 oranla
yakın akrabalarıdır. Bu sonuç bizlere akrabaların, arkadaşlara oranla kişiye daha
yakın olduğunu göstermektedir. Hastaların %54,7’si görüştüğü kişi sayısındaki
azalmanın kendisini yalnızlığa ittiğini, %30,9’u ise bu durumun kendisini
etkilemediğini ve önemsemediğini dile getirmiştir. Goffman’ın damga kuramında
damgalanmış insanlar toplumsal ilişkilerde azalma yaşamakta ve kendilerini yalnız
hissetmektedirler. Bu nedenle anket sonucu ile damga kuramı arasında bağlantı
kurulabilir. Yine hastaların %44,3’ü hastalıktan dolayı zaman zaman yalnızlık
duygusuna kapılmakta, %41,9’u ise hiç yalnızlık duygusuna kapılmamaktadır.
Hastaların yarıya yakınının yalnızlık duygusu içinde olması, onların psikolojilerini
olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Yalnızlık duygusuna kapılan hastalar bunu telafi
etmek için %19,7 oranla aile bağlarını daha da güçlendirmekte, %12,8’i ne
yapacağını bilmeyen, çaresiz bir durumdadır. Hastaların ilk olarak aile bağlarını
güçlendirmeye çalışması, aile kurumuna verdiği önemi göstermektedir. Ayrıca
Goffman’ın damga kuramına göre damgalanan bireyin, bulunduğu durumla baş
etmede kullandıkları yöntemlerden biri kendisini normal kabul eden bir gruba
sığınmaktır. Ki bu grup genellikle kişinin ailesidir. Bu bakımdan da anket sonucu ile
damga kuramı arasında bir paralellik bulunmaktadır. Yalnızlık duygusuna kapılan
hastaların ikinci olarak ne yapacağını bilmez ve çaresiz durumda bulunmaları
psikolojik bir desteğe ihtiyaçları olduğunu göstermektedir.
244
Hastalar diyalizde geçirdikleri süreyi %23,2 oranda televizyon izleyerek
geçirmektedir. Herhangi bir fiziksel aktivite gerektirmemesi, TV izleme oranının
yüksek olmasına neden olmaktadır.
Örneklemimizi oluşturan hemodiyaliz hastaları kendilerini diğer hastalarla
kıyasladıklarında %60,2 oranda kendilerini daha iyi hissetmekte, %30,6 oranla da
kendilerini onlardan çok farklı görmemektedirler. Goffman’ın damga kuramında,
kişilerin damgalarıyla baş etmelerinin bir yolu kendilerine benzeyen insanlarla
iletişim kurmalarıdır. Çünkü toplum tarafından dışlanan damgalanmış kişiler, sadece
yakınları ve kendileri gibi damgalanmış kişiler tarafından normal görülmektedir.
Anketten çıkan sonuçta da hastaların diğer hastalara karşı olumlu bir tutum
takındığını görmekteyiz. Bu sebeple damga kuramı ile anket sonucu arasında
bağlantı kurulabilir. Yine hastalar diğer hastaları %67,8 oranla kader arkadaşı olarak
görmektedirler. Bu sonuç da damga kuramına uygundur ve aynı zamanda din
kurumuna da vurgu yapmaktadır.
Hastalar diyaliz merkezinde kendilerini %46,4 oranla hemşirelere, %42,4
oranla hekimlere yakın hissetmektedirler. Çünkü hastaların diyaliz merkezinde en sık
iletişimde bulunduğu kişiler doktor ve hemşirelerdir.
Örneklemimize dahil olan hastaların %96,4’ü hastalandıktan sonra herhangi bir
sanatsal ya da yetenek kursu almadığını ifade etmişlerdir. Bu veriye dayalı olarak
hastaların yaşadığı fiziksel, psikolojik ve sosyal problemler neticesinde kendilerini
geliştirme ve yetiştirme faaliyetlerinde bulunamadıklarını söyleyebiliriz.
Yapılan ki-kare analizleri sonucunda da seyahat etme ve cinsiyet arasındaki
ilişkiye bakıldığında, erkeklerin hastalanmadan önce de seyahat etme faaliyetlerinde
daha çok bulunduklarını, hastalandıktan sonra da bu faaliyeti yerine getirme
düzeyinde kadınlara oranla daha fazla düzeyde azalma yaşadıklarını söyleyebiliriz.
Cinsiyet ile kitap, dergi ve gazete okuma alışkanlığı arasındaki ilişkiye
baktığımızda her iki cinsiyette de okuma alışkanlığının çok olmamasına rağmen, bu
durumdan erkekler kadınlara oranla daha fazla düzeyde etkilenmektedir. Özellikle
kadınların %83,3’ünün bu tür faaliyette bulunmaması oldukça olumsuz bir sonuçtur.
245
Ancak ankete katılan kadınların %27,4’ünün okuma yazma bilmediği hesaba
katılırsa böyle bir sonuç kaçınılmazdır.
Hastaların cinsiyetleriyle eğitim düzeyleri arasındaki ilişkiye bakıldığında, her
iki cinsiyette de eğitim düzeyi düşük olmakla beraber, kadın hastaların erkeklere
oranla eğitim düzeylerinin daha düşük olduğu görülmektedir. Kadın hastaların eğitim
düzeyinin daha düşük olması toplum yapımızdan kaynaklanmaktadır, geçmişte daha
bariz olan bu fark, giderek azalmaktadır.
Eğitim düzeyi ile tıp dışı tedavilere başvurma arasındaki ilişkiye bakıldığında,
eğitim düzeyi yükseldikçe tıp dışı tedavilere başvurma düzeyinin arttığı
görülmektedir. Modern zamanlarda çağdaş insanlar tıbbı ve tıp tedavisini tamamen
reddetmeseler de tıbba karşı güvenlerini yitirmektedirler. Bu nedenle de tıp dışı
tedavi tekniklerine başvurmaktadırlar. Ancak eğitim düzeyi düştükçe, kişiler
kendilerini modern tıbbın temsilcisi konumunda bulunan hekimlerin otoritelerine
teslim etmektedirler.
Ankete katılan hastaların psikolojik durumları ile yalnızlık duyguları arasındaki
ilişkiye bakıldığında, psikolojileri hastalıktan dolayı kötü etkilenen kişilerin
kendilerini yalnız hissettiklerini görmekteyiz. Psikolojik problemler yaşayan hastalar
zamanla sosyal yaşamdan uzaklaşmakta ve dolayısıyla yalnızlık duygusuyla baş başa
kalmaktadırlar. Bu durum her zaman sadece bireylerin kendi tercihleri değildir.
Bazen de psikolojisi bozuk olan hastaların toplum tarafından dışlanması, onların
yalnızlık duygusu yaşamalarına neden olmaktadır. Bu sonuç, Goffman’ın damga
kuramıyla da paralellik göstermektedir.
Cinsiyet ile iş ve mesleki rolleri yerine getirme durumu arasındaki ilişkiye
baktığımızda erkeklerin bu rolleri yerine getireme konusunda kadınlara göre daha
fazla problem yaşadığı söylenebilir. Kadınlar iş ve mesleki rollere büyük oranda
sahip olmadıklarından, iş ve mesleki rolleri yerine getirme konusunda da çeşitli
problemlerle karşı karşıya kalmamaktadırlar. Ancak erkek hastaların bu tür
problemler yaşamaları, onların psikolojik ve sosyal açıdan daha çok etkilenmelerine
neden olmaktadır.
246
Cinsiyet ve karı/koca rollerini yerine getirebilme düzeyi arasındaki ilişki
değerlendirildiğinde, genel olarak kadınların erkeklere oranla bu rollerini daha az
düzeyde yerine getirebildiklerini görmekteyiz. Ancak ankete katılan hastalar çoğu
kısmen de olsa bu rollerini yerine getirmekte olduklarını ifade etmektedirler.
Cinsiyet ve hastanın evde bakımını üstlenen kişiler arasındaki ilişkiye dair
yaptığımız analiz sonucuna göre erkek hastaların evdeki bakımlarını üstlenenler daha
çok eşleridir. Kadınların bakımını sağlayan da eşleridir ancak bu oran yarı yarıyadır.
Yani kadınlar kocalarına daha fazla oranla bakmaktadırlar. Çocuklar ise annelerinin
bakımlarını, babalarına göre daha fazla üstlenmektedirler. Genel olarak kadınların
eşlerine daha çok baktığını, çocukların da annelerine daha çok baktığını, gelin ve
damadın da kadın hastalara daha çok baktığını söyleyebiliriz. Bakıcılık rollerinin bu
şekilde kendisini göstermesi sosyokültürel yapı ile alakalıdır.
Hastaların iletişim düzeyi ve yalnızlık durumları arasındaki ilişkiyi gösteren
analize göre
hastaların
çevreleriyle
olan
iletişiminin
azaldıkça,
yalnızlık
duygularının arttığını söyleyebiliriz. Bu oldukça doğal bir sonuçtur. Çevresiyle
ilişkileri azalan bir kişi sosyal yaşamdan uzaklaşması neticesinde yalnız kalacaktır.
Hastaların yalnızlık duygusuna kapılmaması için, çevresiyle iletişim kurması
gerekmektedir. Bu noktada da hastanın ailesine, akrabalarına ve çevresine büyük
görev düşmektedir.
Hastanın kendisini diğer insanlarla kıyasladığında hissettikleri ve yalnızlık
duygusu arasındaki ilişkiye baktığımızda, kendisini diğer kişilerden eksik
hissedenlerin daha çok yalnızlık hissine kapıldığını görmekteyiz. Bu sonuç
Goffman’ın damga kuramı ile açıklanabilir. Bu kurama göre damgalanan kişiler
toplum tarafından eksik görülerek dışlanırlar. Dışlanan kişiler ise toplumsal
ilişkilerinden kaçınırlar. Dolayısıyla da yalnızlaşırlar.
Araştırmanın bulgularında görüldüğü üzere, hemodiyaliz tedavisi gören
hastalar fiziksel, ruhsal ve sosyal anlamda bir takım problemler yaşamaktadırlar. Bu
problemleri ortadan kaldırmak ya da etkilerini en aza indirmek için bazı önlemler
alınmalıdır. Anketten elde ettiğimiz veriler ışığında çeşitli önerilerde bulunabiliriz.
247
Bu öneriler:
Ekonomik geliri yeterli olmayan hasta ve ailelerine maddi destek sağlanmalıdır
Öğrencilik görevlerini tam olarak yerine getiremeyen hastalar için yeni
düzenlemeler yapılmalıdır.
Hastalara,
hastalıklarından kaynaklanan problemlerden olan diyet, cinsel
yaşam gibi konularda eğitim verilmelidir.
Hastaların
sosyal
ilişkilerini
arttırmak
için
çeşitli
sosyal
faaliyetler
düzenlenmelidir.
Çevresindeki kişilerle ve aileleriyle iletişim problemleri yaşayan hastalara ve
özellikle aile üyelerine, problemleri çözmeye yönelik eğitimler verilmelidir.
Özellikle kadın diyaliz hastalarına hamilelik ile ilgili eğitimler verilmelidir.
Tedavi süresince psikolog ve sosyal hizmet uzmanına ihtiyaç duyan hastalara
bu tür hizmetler verilmelidir. Hatta tüm hastalar belirli periyotlarla psikolog ve
sosyal hizmet uzmanıyla görüştürülmelidir.
Hastaların diyalizle ilgili dernek ya da vakıf gibi kuruluşlara üye olmaları için,
bu tür kuruluşların sayı olarak arttırılması ve hastalara tanıtılması gerekmektedir.
Hastaların
yaşam
kalitelerini
arttırmaya
yönelik
önlemlerin
alınması
gerekmektedir.
Hastanın, hasta yakınlarının ve tüm toplumun organ bağışı konusunda
bilgilendirilmesi
ve
bağışı
arttıracak
çeşitli
kampanyaların
düzenlenmesi
gerekmektedir.
Çalışmada kullanılan anket formu oldukça kapsamlı bir yapıya sahiptir.
Ankette herhangi bir boşluğun bulunmaması için sorular ve seçenekler ayrıntılı
olarak hazırlanmıştır. Anket sorularının çok sayıda seçeneğe sahip olması ise frekans
ve ki-kare dışındaki analizlerin yapılmasına engel olmuştur. Bu nedenle nicel olarak
kullanılan anket formunun nitel bir çalışmada kullanılması da önerilebilir.
248
249
KAYNAKÇA
A. İLASLAN, Emine, (2009), Hemodiyaliz Hastalarından Sorumlu Hasta
Yakınlarının Sorunları ve Tükenmişlik Düzeylerinin Belirlenmesi, İstanbul
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul.
ACARAY Arzu, PINAR, Rukiye, (2004), Kronik Hemodiyaliz Hastalarının Yaşam
Kalitelerinin Değerlendirilmesi, C.Ü. Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi, Cilt:8, Sayı:
1.
ADAK, Nurşen, (2005), “Sosyal Bir Kurum Olarak Sağlık”, Kurumlara Sosyolojik
Bakış, Ed. Sevinç Güçlü, İstanbul: Birey Yayıncılık.
AKBAL, Alev, (2008), “Sağlığın Değişen Anlamı”, Ed. Aytül Kasapoğlu,
Madalyonun İki Yüzü: Sağlık ve Hastalık, Ankara: Phoenix Yayınevi.
ANNAK, Binay Bilge, (2005), Sosyal Destek, Sosyal Ağ, Yaşam Kalitesi ve Yaşam
Doyumu: Duygu-durum ve Anksiyete Bozukluğu Tanısı Alan Kişiler ve Düzenli
Hemodiyaliz Tedavisi Gören Hastalar Açısından Bir Karşılaştırma, Mersin
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Anabilim Dalı (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Mersin.
ANNANDALE, Ellen, (1998), The Sociology of Health Medicine, Cambridge: Polity
Press.
ASAN, Tülay, (2007), Kronik Böbrek Yetmezliği Tanısı Alan Hastaların Ailelerinin
Değerlendirilmesi, Haliç Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
ASLAN, Cahit, (1997), Sosyoloji Kavramlar ve Kuramları, Adana: Baki Kitap ve
Yayınevi.
ATEŞ, Ferhat, (2010), “Kronik Böbrek Yetmezliği, Diyaliz ve Böbrek Naklinin
Cinsel ve Üreme İşlevleri Üzerindeki Etkileri”, Gülhane Tıp Dergisi, Sayı:52,
Ankara.
250
AYDEMİR, Ç., KASIM İ., CEBECİ, İ., GÖKA, E., TÜZER, O., (2002), Kronik
Börek Yetmezliği Hastalarının Yakınlarında Yaşam Kalitesi ve Psikiyatrik
Semptomlar, Kriz Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 2.
AYDIN, Mustafa, (2000), Kurumlar Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yayınları.
BACKETT, Kathryn, (1990), “Studying Health in Families: A Qualitative
Approach”, Readings in Medical Sociology, Ed. Sarah Cunningham Burley and Neil
P. McKeganey, London: Routledge.
BAHAR, Aynur, SAVAŞ, A. Haluk, YILDIZGÖRDÜ, Emine, BARLIOĞLU,
Halide, (2007), Hemodiyaliz Hastalarında Anksiyete, Depresyon ve Cinsel Yaşam,
Anadolu Psikiyatri Dergisi, Sayı:8.
BAKOĞLU, Emine, ŞEKERCİ, Kamile, YAMAN, Seyhan, ÇEVİK, Mine, (2009),
Periton Diyalizli Hastalarda Öz-Bakım Gücü, Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, Cilt:4,
Sayı: 11.
BAKTIROĞLU, Gülçin, (2010), Hemodiyalize Giren ve Girmeyen Kronik Böbrek
Hastalarının Depresyon ve Anksiyete Düzeylerinin Karşılaştırılması, Maltepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Anabilim Dalı (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
BALCIOĞLU, İbrahim, (1997), Sosyoloji ve Psikiyatri, Yeni Symposium: 35(4).
BALOĞLU, Burhan, (2006), Ekonomik ve Sosyolojik Bakış Açısıyla Sağlık ve
Hastalık, İstanbul: Der Yayınları.
BALTAŞ, Zuhal, (2008), Sağlık Psikolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
BAYDOĞAN, Misli, DAĞ, İhsan, (2008), Hemodiyaliz Hastalarındaki Depresiflik
Düzeyinin Yordanmasında Kontrol Odağı, Öğrenilmiş Güçlülük ve SosyotropiOtonomi, Türk Psikiyatri Dergisi, Cilt:19, Sayı: 1.
BELEK,
İlker,
(2001), “Sağlıkta Eşitsizlik Kavramlar, Nedenler, Çözüm
Politikaları”, Toplumbilim Sağlık Sosyolojisi Özel Sayısı, Sayı: 13, Ankara.
251
BELEK, İlker, (1998), Sınıf Sağlık Eşitsizlik, İstanbul: Sorun Yayınları.
BİLİR, Nazmi, (2006), Değişen Sağlık Örüntülerinde Halk Sağlığı Çalışanlarının
Rolü: Kronik Hastalıklar ve Yaşlılık Sorunları, Toplum Hekimliği Bülteni, Cilt: 25,
Sayı:3.
BİLTON, Tony,
BONNET, Kevin, JONES, Pip, LAWSON, Tony, SKINNER,
David, STANFORTH, Michelle, WEBSTER, Andrew, (2009), Sosyoloji, 2. Baskı,
(Çev. Kasım Toraman, Yağmur Özkan, A. Rıza Güngen), Ankara: Siyasal Kitabevi.
BİRKÖK, M. Cüneyt, (2004), Sosyal Rol ve İş Bölümü, Uluslararası İnsan Bilimleri
Dergisi, Cilt:1, Sayı:1, Sakarya.
BLAXTER, Mildred, (1990), Health and Lifestyle, London: Routledge.
BOLSOY, Nursen, SEVİL, Ümran, (2006), Sağlık- Hastalık ve Kültür Etkileşimi,
Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, Cilt: 9, Sayı:3, Erzurum.
BOND, John, BOND, Senga, (1994), Sociology and Health Care, Philadelphia :
Churchill Livingstone.
BOZKURT, Veysel, (2009), Değişen Dünyada Sosyoloji, Bursa: Ekin Yayınevi.
BRADBY, Hannah, (2009), Medical Sociology, London: SAGE Publications.
BREGMAN, Harold, DAUGİRDAS, JOHN, T., İNG, Todd S., (1997),
“Hemodiyaliz Sonrasında Oluşan Komplikasyonlar”, (Çev. Reha Erkoç), Diyaliz El
Kitabı, John T. Daugirdas & Todd S. Ing, Çev. Ed. Semra Bozfakıoğlu, İstanbul:
Nobel Tıp Kitabevi.
BURY, Michael, (1998), “Postmodernity and Health”, Modernity, Medicine and
Health, Ed. Graham Scambler ve Paul Higgs, London: Routledge.
BÜLBÜL, Elif, (2010), Hasta, Hasta Yakınları ve Sağlık Profesyonelleri Gözüyle
Hemodiyaliz Hastalarının Yaşam Kalitesi, Haliç Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü (Yayımlamamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
252
CHARMAZ, Kathy, ROSENFELD, Dana, (2010), “Chronic Illness”, Medical
Sosciology, Ed. William C. Cockerham, United Kingdom: Blackwell Publishing Ltd.
CİRHİNLİOĞLU, Zafer, (2001), Sağlık Sosyolojisi, Ankara: Nobel Yayınevi.
CİRHİNLİOĞLU, Zafer, (2010), “Toplum ve Sağlık”, İhsan Sezal, Sosyolojiye Giriş,
İstanbul: Beta Yayıncılık.
ÇELİK, H. Coşkun, ACAR, Tarık, (2007), “Hemodiyaliz Hastalarında Depresyon ve
Anksiyete Düzeylerinin Çeşitli Değişkenlere Göre İncelenmesi”, Fırat Tıp Dergisi,
Cilt: 12, Sayı:1, Elazığ.
DEMİR HACIMUSALAR, Göknur, (2005), Hemodiyaliz Uygulanan Bireylerin
Bakım Sorumluluğunu Üstlenen Yakınlarının Yaşadığı Sorunlarının Belirlenmesi,
Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sağlık Bilimler Enstitüsü,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri.
DEMİRCİ, Senai, (2000), Modern Tıbbın Ötesi, İstanbul: İnsan Yayınları.
DİKMETAŞ, Elif, (2006), “Sağlıkta Eşitlik/ Eşitsizlik”, Fırat Sağlık Hizmetleri
Dergisi, Cilt:1, Sayı: 2, Elazığ.
DİNÇKOL, Abdullah, (2009), Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları.
DOĞAN, İsmail, (2008), Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, Ankara: Pegem Akademi
Yayınları.
E. ERKAL, Mustafa, (2009), Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları.
ECDER, Tevfik, (2008), Böbrek Hastalıkları ve Gebelik, Onuncu Ulusal İç
Hastalıkları Kongresi, Antalya.
ERBAYDAR, Tuğrul, (2001), “Sağlık; Kimin İçin?”, Toplumbilim Sağlık Sosyolojisi
Özel Sayısı, Sayı: 13, Ankara.
ERBAYDAR, Tuğrul, (2009), “Tıbbın Nesnesinden Sağlığın Öznesine”, Methodos:
Kuram ve Yöntem Kenarından, (Ed. Dilek Hattatoğlu ve Gökçen Ertuğrul), İstanbul:
Anahtar Kitaplar Yayınevi.
253
ERÇİN, Melih, (2008), “Tıbbı Farklı Açılardan Görebilmek: Tıpta İnsan Bilimleri”,
Hacettepe Tıp Dergisi, Cilt: 39, Sayı: 2, Ankara.
ERDEM, Neşe, KARABULUT, Elanur, OKANLI, Ayşe, TAN, Mehtap, (2004),
Hemodiyaliz Hastalarında Umutsuzluk ve Yaşam Doyumu, Uluslararası İnsan
Bilimleri Dergisi, Cilt:1, Sayı:1, Sakarya.
EROĞLU, Feyzullah, (2009), Davranış Bilimleri, İstanbul: Beta Basım Yayım.
EROL, Nilgün, (2010), Diyaliz Tedavisine Başlamayan Kronik Böbrek Yetmezliği
Hastaları ile Hemodiyaliz Tedavileri Olan Hastaların Yaşam Kalitelerinin
Karşılaştırılması, Haliç Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
ERSOY, F. Fevzi, (2005), “Son Dönem Böbrek Yetmezliğinde Uygun Diyaliz
Yönteminin Seçimi”, Türkiye Klinikleri Tıp Bilimleri Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 1,
Ankara.
FİCHTER, Joseph, (2009), Sosyoloji Nedir?, (Çev. Nilgün Çelebi), Ankara: Anı
Yayıncılık.
FİSHER, M. Berenice, L. STRAUSS, Anselm, (1997), “Etkileşimcilik”, Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, Ed. Bottomore Tom, Nisbet Robert, (Çev. Kurtuluş Dinçer),
Ankara: Ayraç Yayınevi.
FOUCAULT, Michel, (2002), Kliniğin Doğuşu, (Çev. Temel Keşoğlu), Ankara:
Doruk Yayınları.
GABE, Jonathan, BURY, Mike, ELSTON, Mary A., (2004), Key Concepts in
Medical Sociology, London: SAGE.
GİDDENS, Anthony, (2000), Sosyoloji, (Yay. Haz. Hüseyin Özel ve Cemal Güzel),
Ankara: Ayraç Yayınevi.
GİDDENS, Anthony, (2005), Sosyal Teorinin Temel Problemleri, (Çev. Ümit
Tatlıcan), İstanbul: Paradigma Yayıncılık.
254
GOFFMAN, Erving, (1963), Stigma: Notes on the Management of Spoiled Identity.
New York: Engelwood Cliffs, NJ: Prentice-Hall.
GOFFMAN, Erving, (2008), “Damga”, Sosyolojide Temel Fikirler, Martin Slattery,
Yay. Haz. Ümit Tatlıcan ve Gülhan Demiriz, (Çev. Özlem Balkız vd.), İstanbul:
Sentez Yayınları.
GOFFMAN, Erving, (2009), Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, (Çev. Barış Cezar),
İstanbul: Metis Yayınları.
GORDON, Thomas, EDWARDS, W. Sterling, (1997), Doktor- Hasta İşbirliği,
İstanbul: Sistem Yayıncılık.
GÖKER, Ceren, (2008), Hemodiyaliz Hastaları ve Eşlerinde Psikiyatrik Morbidite
ve Yaşam Kalitesi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı,
(Yayımlanmamış Tıpta Uzmanlık Tezi), Ankara.
GÜLEÇ, Cengiz, (2000), “Anadolu Kültüründe Hastalık Sağlık Kavramlarına
Transkültürel Bakış”, Klinik Psikiyatri Dergisi, Cilt:3, Sayı: 1, Ankara.
GÜLER, Çağatay, ÇOBANOĞLU, Zakir, (1994), Sosyal Çevre, T.C. Sağlık
Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
GÜLER, Özkan, YÜKSEL, Şeref, ACARTÜRK, Gürsel, EMÜK, H. Murat,
ÖZBULUT, Ömer, ÇÖLBAY, Mehmet, USLAN İhsan, KARAMAN, Özcan,
GEÇİCİ, Ömer, (2007), “Hemodiyaliz Tedavisi Alan Son Dönem Böbrek Yetmezliği
Hastalarında Psikososyal Değerlendirme”, Anadolu Psikiyatri Dergisi, Sayı:8,
GÜNEY, İbrahim, ALTINTEPE, Lütfullah, TÜRK, Süleyman, ATALAY H.,
TONBUL H. Zeki, YEKSAN M., (2005), “Konya İli ve
İlçelerinde Hemodiyalize
Giren Hastaların Demografik, Klinik ve Laboratuvar Özellikleri ile Sağlıkla İlgili
Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi”, Türk Nefroloji Diyaliz ve
Transplantasyon Dergisi, Cilt. 14, Sayı: 1, Ankara.
255
GÜR, Hatice, ÖZKAN, Aysen, (2002), “Kronik Böbrek Yetmezliği Olan Diyaliz
Hastaları İle Psikiyatri Hastalarında Tıp Dışı Tedavi Arayışları”, Fırat Tıp Dergisi,
Cilt:7, Sayı: 2, Elazığ.
GÜRBÜZ,
Emine,
(2009),
Kronik
Böbrek
Yetmezliği
Olan
Çocukların
Ebeveynlerinin Depresyon Düzeyleri ve Stresle Başa Çıkma Tarzları, Erciyes
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Kayseri.
HACIHASANOĞLU, Rabia, YILDIRIM, Arzu, (2009), “Hemodiyaliz Hastalarında
Yaşam Kalitesi ve Öz- Bakım Gücünün Değerlendirilmesi”, Ege Üniversitesi Sağlık
Yüksek Okulu Dergisi, Cilt:21, Sayı:1, İzmir.
HARRİS, John, (1998), Hayatın Değeri, (Çev. Süha Sertabiboğlu), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
HAYRAN, Osman Erol, (2008), Küreselleşme, Yoksulluk ve Sağlık, Kronik
Hastalıklar Risk Faktörleri Sağlığın Teşviki ve Geliştirilmesi Sempozyumu, T.C.
Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
ILLİCH, İvan, (1995), Sağlığın Gaspı, (Çev. Süha Serthabiboğlu), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
İÇLİ, Gönül, (2002), Sosyolojiye Giriş, Ankara: Anı Yayıncılık.
J. ARMELAGOS, George, N. HARPER, Kristin, (2010), “Emerging Infectious
Diseases, Urbanization, and Globalization in the Time of Global Warming”, Medical
Sosciology, Ed. William C. Cockerham, United Kingdom: Blackwell Publishing Ltd.
JONES, Kelvyn, MOON, Graham, (1987), Health, Disease and Society, New York:
Routledge & Paul Inc.
K. AKÇA, Nazan, DOĞAN, Aydan, (2011), “Hemodiyaliz Hastalarının Diyaliz
Sonrası Yaşadığı Sorunlar ve Evde Bakım Gereksinimleri”, Bozok Tıp Dergisi,
Cilt:1, Sayı:1.
256
K.YILDIRIM, Yasemin, FADILOĞLU, Çiçek, A. DURMAZ, Asiye, ÜNAL, Betül,
(2004), Diyaliz Hastalarında Uyku Kalitesi ve Yaşam Kalitesi Arasındaki İlişki, Ege
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, Cilt:20, Sayı: 1, İzmir.
KASAPOĞLU, Aytül, (2001), “Güncel Sosyal Sorunlar ve Sağlık”, Toplumbilim
Sağlık Sosyolojisi Özel Sayısı, Sayı: 13, Ankara.
KASAPOĞLU, Aytül, (2008), Madalyonun İki Yüzü: Sağlık ve Hastalık, Ankara:
Phoenix Yayınevi.
KASAPOĞLU, M. Aytül, (1999), Sağlık Sosyolojisi, (Yay. Haz. Mehmet C. Ecevit),
Ankara: Sosyoloji Derneği Yayınları.
KIZILCIK, Zeynep, (2009), Hemodiyaliz Hastalarında Depresyon Sıklığı ve Yaşam
Kalitesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik
Anabilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Eskişehir.
KIZILÇELİK, Sezgin, (1996), Türkiye’nin Sağlık Sistemi, İzmir: Saray Kitabevleri.
KOCAMAN, F. Özlem, (2008), “Kronik Böbrek Yetmezliği: Böbrek Hastalarının
Yalnızlaşması ve Sosyal Yaşamdan İzole Olması Üzerine”, (Ed. Aytül Kasapoğlu),
Madalyonun İki Yüzü: Sağlık ve Hastalık, Ankara: Phoenix Yayınevi.
KOCAMAN, Nazmiye, (2008), “Hastaların Psikososyal Tepkilerini Etkileyen
Faktörler”, Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi Cilt:11, Sayı: 1,
Erzurum.
KRESPİ, M. Rita, BONE, Mike, AHMAD, Rashid, WORTHİNGTON, Breeda,
SALMON, Peter, (2008), “Hemodiyaliz Hastalarının Yaşamlarını Değerlendirmesi”,
Türk Psikiyatri Dergisi (19)4.
KÜÇÜK, Leyla, (2005), “Diyaliz Hastalarında Sık Karşılaşılan Ruhsal Sorunlar”,
Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 4.
LEVENDOĞLU, Funda, ALTINTEPE, Lütfullah, UĞURLU, Hatice, (2004), “Yaşlı
Hemodiyaliz Hastalarında Disabilite, Depresyon ve Yaşam Kalitesi”, Türk Geriatri
Dergisi, Cilt:7, Sayı: 4.
257
LEVY, Norman B., (1997), “Psikoloji ve Rehabilitasyon”, (Çev. Mehmet Şükrü
Sever), Diyaliz El Kitabı, John T. Daugirdas, Todd S. Ing, (Çev. Ed. Semra
Bozfakıoğlu), İstanbul: Nobel Tıp Kitabevi.
M. POLOMA, Margaret, (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (Çev. Hayriye Erbaş),
Ankara: Gündoğan Yayınları.
MANGAN, Songül, (2006), Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Hasta Hakları
Uygulamalarının Sosyolojik Açıdan İncelenmesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul.
MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. Osman Akınhay, Derya
Kömürcü), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
MENDRAS, Henri, (2009), Sosyolojini İlkeleri, (Çev. Buket Yılmaz), İstanbul:
İletişim Yayınları.
METE, Elbi Hayriye, (2008), “Kronik Hastalık ve Depresyon”, Klinik Psikiyatri
Dergisi, Cilt:11, Ek: 3, Ankara.
MOLLAHALİLOĞLU, Salih, HÜLÜR, Ünal, YARDIM, Nazan, ÖZBAY, Hüseyin,
ÇAYLAN, A. Kemal, ÜNÜVAR, Necdet, AYDIN, Sabahattin, (2007), Türkiye’de
Sağlığa Bakış 2007, Ankara: Sağlık Bakanlığı Yayınları.
MORRALL, Peter, (2009), Sociology and Health, London: Routledge.
MUTLU, Ercan, (2007), Hemodiyaliz Hastalarının Sosyo-Demografik Özellikleri,
Sosyal Destek Kaynakları ve Hastalık Sürecinin Benlik Saygısına Etkisi, Hacettepe
Üniversitesi
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü
Sosyal
Hizmet
Anabilim
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara.
NETTLETON, Sarah, (2006), The Sociology of Healty and İllness, Cambridge:
Polity Press.
258
Dalı
OCAK, Züleyha, (2002), Hemodiyaliz Hastalarında Yalnızlık ve Hemşirelik
Yaklaşımının Belirlenmesi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü (Yayımlamamış Yüksek Lisans Tezi), Bolu.
OKANLI, Ayşe, ERDEM, Neşe, K.YILMAZ, Elanur, (2008), “Hemodiyaliz
Hastalarında Duygu Kontrolü ve Etkileyen Aktörler”, Anatolian Journal of
Psychiatry, Sayı: 9.
OKAY, Ayla, (2009), Sağlık İletişimi, İstanbul: Mediacat Kitapları.
OYGAR, D.D., ALTIPARMAK, M.R., APAYDIN S., PEKPAK M., EREK E.,
SERDENGEÇTİ K., (2003), “Hemodiyaliz Hastalarında Yaşam Süresi ve Yaşam
Süresini Etkileyen Faktörler”, Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi,
Cilt: 12, Sayı:1.
ÖZÇELİK ADAK, Nurşen, (2002), Sağlık Sosyolojisi Kadın ve Kentleşme, İstanbul:
Birey Yayıncılık.
ÖZÇÜRÜMEZ, Gamze, TANRIVERDİ, Nilgün, ZİLELİ, Leyla, (2003), “Kronik
Böbrek Yetmezliğinin Psikiyatrik ve Psikososyal Yönleri”, Türk Psikiyatri Dergisi,
Cilt:14, Sayı: 1.
ÖZER, Nazan, KASAPOĞLU, Aytül, (2002), “Hastalık Durumunda Toplumsal
İlişki Ağının Yapısı ve İşlevi: Ankara Üniversitesi İbn-i Sina Hastanesi Hemodiyaliz
Ünitesi Hastalarına Toplumsa İlişkiler Ağı-Evreler Modeli Uygulaması”, Sağlık ve
Toplum, Yıl:12, Sayı:1.
ÖZER, Onur, (2007), Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Polikliniklerine
Başvuran Hastalarla Yapılan Anket Çalışması İle Hasta- Hekim İletişiminin
İncelenilmesi, Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği
Koordinatörlüğü (Yayımlanmamış Uzmanlık Tezi), İstanbul.
ÖZGÜR, Bülent, KÜRŞAT, Seyhun, AYDEMİR, Ömer, (2003), “Hemodiyaliz
Hastalarında Yaşam Kalitesi ile Anksiyete ve Depresyon Düzeyleri Yönünden
Değerlendirilmesi”, Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi, Cilt:12, Sayı:
2.
259
ÖZKAN, Sultan, YILMAZ, Emel, (2009), “Hasta Yakınlarının Organ Nakli ile İlgili
Bilgi ve Tutumları”, Aile ve Toplum Dergisi, Cilt:5, Sayı: 17.
ÖZSAN, Gül, (2001), “ Geleneksel ve Modern Tıp Üzerine”, Toplumbilim Sağlık
Sosyolojisi Özel Sayısı, (Ed. Ali Akay ve Aylin Dikmen), Sayı: 13, Ankara.
P. KELLY, Michael, FİELD, David, (2004), “ Medical Sociology, Chronic Ilness
and The Body”, The Sociology Health and İllness, (Ed. Michael Bury ve Jonathan
Gabe), London: Routledge.
PARSONS, Talcott, (2001), “Sağlık ve Hastalık Sosyolojik Bir Eylem Perspektifi”,
(Çev. Tülin Kurtarıcı), Toplumbilim Sağlık Sosyolojisi Özel Sayısı, Sayı: 13, Ankara.
SAĞDUYU, Afşin, ŞENTÜRK, Vesile, SEZER, Siren, EMİROĞLU, Remzi, ÖZEL,
Sevgi, (2006), “Hemodiyalize Giren ve Böbrek Nakli Yapılan Hastalarda Ruhsal
Sorunlar, Yaşam Kalitesi ve Tedaviye Uyum”, Türk Psikiyatri Dergisi:17(1).
SEVER, Mehmet Şükrü, (1995), “Akraba Olmayan Canlı Donörlerden Böbrek
Transplantasyonu”, Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi, Cilt:1,
Sayı:1-5.
STACEY, Margaret, (1988), The Sociology of Health and Healing, New York:
Routledge.
SULTAN, Özkan, YILMAZ, Emel, (2009), “Hasta Yakınlarının Organ Bağışı ile
İlgili Bilgi ve Tutumları”, Aile ve Toplum Dergisi, Cilt:5, Sayı:17.
SÜLEYMANLAR G., SEYAHİ, N., ALTIPARMAK, M.R., SERDENGEÇTİ, K.,
(2011), “Türkiye’de Renal Replasman Tedavilerinin Güncel Durumu: Türk Nefroloji
Derneği Kayıt Sistemi 2009 Yılı Rapor Özeti”, Türk Nefroloji Diyaliz ve
Transplantasyon Dergisi, Cilt:20, Sayı: 1.
SÜLEYMANLAR, Gültekin, SERDENGEÇTİ, Kamil, ALTIPARMAK, M. Rıza,
SEYAHİ, Nurhan, (2010), “Türkiye’de Nefroloji- Diyaliz ve Transplantasyon”,
İstanbul: Türk Nefroloji Derneği Yayınları.
260
ŞAHİN, Doğan, ERTEKİN, Erhan, (2009), “Fiziksel Hastalıklar ve Cinsel İşlev
Bozukluğu”, Klinik Gelişim, Sayı:4, Cilt. 22.
ŞAHİN, Sevil, (2007), Diyaliz Tedavisi Alan Bireylerin Umut- Umutsuzluk ve Sosyal
Destek Düzeyleri, Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Kayseri.
TANRIVERDİ, Gülbu, BEDİR, Erol, SEVİĞ, Ümit, (2007), “Cinsiyetin Sağlıkla
İlgili Bazı Davranış ve Görüşler Üzerindeki Etkisi”,TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni:
6(6).
TEKİN, Ayşe, (2007), Sağlık- Hastalık Olgusu ve Toplumsal Kökenleri (Burdur
Örneği), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Isparta.
TOLAN, Barlas, İSEN, Galip, BATMAZ, Veysel, (1991), Sosyal Psikoloji, Ankara:
Adım Yayıncılık.
TUNCAY, Tarık, (2007), “Kronik Hastalıklarla Başetmede Tinsellik”, Sağlık ve
Toplum Dergisi, Sayı:2.
TURAN, M. Tayfun, BEŞİRLİ, Aslı, (2008), “Kentleşme Sürecinin Ruh Sağlığına
Etkileri”, Anadolu Psikiyatri Dergisi, Cilt: 9, Sayı:4.
TURNER, Bryan S., (2011), Tıbbi Güç ve İktidar, (Çev. Ümit Tatlıcan), Bursa:
Sentez Yayıncılık.
TURNER, Bryan S., (2001), “Kapitalizm, Sınıf ve Hastalık”, (Çev. Aylin Dikmen),
Toplumbilim Sağlık Sosyolojisi Özel Sayısı, Sayı: 13, Ankara.
TÜRKDOĞAN, Orhan, (2006), Toplumsal Yapı ve Sağlık- Hastalık Sistemi,
İstanbul: IQ Kültür- Sanat Yayıncılık.
UÇAN, Özlem, OVAOĞLU, Nimet, PEHLİVAN, Seda, (2007), “Hemodiyaliz
Hastalarının Alternatif Yöntem Kullanımına İlişkin Bilgi ve Uygulamaları”, Sağlık
ve Toplum Dergisi, Sayı: 3.
261
UĞURLU YILDIZ, Asuman, (2010), Kronik Böbrek Yetmezliği Hastalarında Yaşam
Tarzı Değişikliği Müdahalesinin Yaşam Kalitesine Etkisi, Zonguldak Karaelmas
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Halk Sağlığı Anabilim Dalı (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Zonguldak.
UZUN, Şenay, KARA, Belgüzar, İŞCAN, Bahar, (2003), “Hemodiyalize Giren
Kronik Böbrek Yetmezliği Olan Hastalarda Uyku Sorunları”, Türk Nefroloji Diyaliz
ve Transplantasyon Dergisi, Cilt:12, Sayı: 1.
ÜNLÜOĞLU, Gülören, ÖZDEN, Aykut, İNCE, Elmas, (1997), “Diyaliz Hastalarının
Bilgilendirilme Gereksinimleri”, Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi,
Cilt:3, Sayı:4.
ÜNSAR, Serap, DİNDAR, İlknur, ZAFER, Refiye, KUMAŞOĞLU, Çiğdem,
(2006), “Hemodiyaliz Tedavisi Gören Hastaların Öz- Bakım Gücü ve Etkileyen
Etmenler”, Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, Elazığ.
WALLACE, Ruth A., WOLF, Alison, (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (Çev.
Leyla Elburuz ve M. Sami Ayas), İzmir: Punto Yayıncılık.
WALSH, Mark, (2004), Introduction to Sociology for Health Carers, United
Kingdom: Nelson Thomas Ltd.
WHİTE, Kevin, (2009), An Introduction to the Sociology of Health and Illness,
London: SAGE Publications.
Y. BAKİOĞLU, Itır, (1995), Hemodiyalizin Esasları, İstanbul: Nobel Tıp Kitabevi.
YAĞBASAN, Mustafa, ÇAKAR, Fatih, (2006), “Doktor- Hasta İlişkisinde Dile ve
Davranışa Dayalı İletişimsel Sorunları Belirlemeye Yönelik Bir Alan Araştırması”,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 15, Konya.
YILDIZ, Hicran, TURAN, Mustafa, (2010), “Küreselleşme ve Sağlık”, Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi: (36) 1, Bursa.
YILDIZ, Özkan, (2008), “Küreselleşme, Sağlık ve Toplum”, Gaziantep Tıp Dergisi,
Cilt: 14, Sayı:1, Gaziantep.
262
263
EK: 1 Anket Formu
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİMDALI
Bu anket “kronik böbrek yetmezliği” rahatsızlığı nedeniyle diyaliz tedavisi gören sizlerin “hastalığa
bağlı toplumsal rol değişimi beklenti ve sorunlarınızı” belirlemek amacıyla, Doç. Dr. Ramazan Yelken
danışmanlığında yüksek lisans tez çalışmasında kullanılacaktır. Sorularda kimlik bilgilerinize yer
verilmeyecektir. Vereceğiniz samimi cevaplar araştırmanın bulgularının sağlıklı olması için çok önemlidir.
Araştırma sonucunda tespit edilen sorunlar ilgili mercilere iletileceğinden çözümüne katkıda bulunacağına
inanıyoruz. Sorularımızı cevaplamayı kabul ettiğiniz için şimdiden teşekkür ederiz.
Oya ERYİĞİT GÜNLER
1. Kadın 2. Erkek
S.1.Cinsiyetiniz
S.2.Yaşınız
….…………….
S.3.Medeni durumunuz
…………………
S.4.Eğitim düzeyiniz
….…………………..
S.5.Mesleğiniz (varsa)
.....……………………..
S.11.Haftada toplam kaç gün – toplam kaç saat
diyalize giriyorsunuz?
Gün ……………Saat…………….
S.12.Kaç yıldır diyaliz tedavisi görüyorsunuz?
..........................
S.6. Şu anda geçiminizi sağladığınız iş…………
S.13. Diyalize nereden geliyorsunuz?
S.7.Evinize giren ortalama aylık gelir kaç
YTL’dir ?
1) Köy 2) Kasaba
3) İlçe
4) Şehir Merkezi
1. Sizinki………………..2. Toplam……………
S.8. Şu andaki toplam geliriniz geçiminizi
sağlamaya yeterli mi?
1) Yeterli
2) İdare eder
S.14. Şu anda aynı evde kimlerle beraber
yaşıyorsunuz?
……………………………………….
3) Yetersiz
S.15. Ailenizde sizden başka böbrek hastası olan
var mı?
S.9.Herhangi bir sosyal güvenceniz var mı?
Varsa hangisidir?
1)Var
1) Evet (Lütfen belirtiniz)…………..……….
2)Yok
2) Hayır
S. 16. Varsa kim/kimler?
S.10. Tedavinizle ilgili masraflarınızı nasıl
karşılıyorsunuz?
...........................................................................
1) Kendim
S.17. Genel olarak hayatınızdan ne kadar
memnunsunuz?
2) Bir yakınım vasıtasıyla
3) Sosyal güvencem( SSK-BAĞ-KUR vs)
1. Çok memnunum
2. Memnunum
4) Diğer…
3. Memnun Değilim
4. Hiç memnun değilim
264
S.18. Evde bakımınızı kim üstlenmektedir? (tek
cevap)
S.19. Sizin dışınızda hastalığınızdan en çok kim
(olumsuz anlamda) etkilenmektedir? (Tek
cevap)
1. Özel bir bakım ve desteğe ihtiyaç duymuyorum.
2. Annem/ babam
1. Eşim
3. Kardeşlerim
4. Eşim
5. Çocuklarım
6. Ücretli özel bakıcı
7. Diğer……
2. Annem
3. Babam
4. Kardeşlerim
5. İş Arkadaşlarım
6. Dostlarım
7. Çocuklarım
8. Başka….
S.20. Hastalıktan sonra aşağıdaki görev ve çeşitli faaliyetleri ne ölçüde yerine getirebiliyorsunuz?
20.1
Babalık/annelik
Hiç yerine
Yerine
Kısmen yerine
getirebiliyorum
getirebiliyorum
1
2
3
1
2
3
1
2
3
1
2
3
getiremiyoru
m
görevlerimi
20.2
Arkadaşlık/dostluk
görevlerimi
20.3
İş ve mesleki
görevlerimi
20.4
Cinsel açıdan
karı/koca (eş)
rollerimi
20.5
Evlatlık vazifelerimi
1
2
3
20.6
Öğrenci olarak
1
2
3
1
2
3
eğitim görevlerimi
20.7
Günlük kişisel
bakımımım
20.8
Dini vecibelerimi
1
2
3
20.9
Araba kullanmak
1
2
3
20.10
Diğer
1
2
3
(Belirtiniz)…………
……………
265
S.21. Hastalığınızdan sonra iş yaşamınızda ne
S.25. Hastalığınızdan sonra medeni
gibi değişikler oldu?(tek cevap)
hayatınızda bir değişiklik oldu mu?
1. Değişiklik olmadı
1. Evlendim
2. İşten çıkarıldım
2. Eşimden boşandım
3. İş değiştirdim
3. Eşimden boşanma aşamasına geldim
4. İşte verimim çok düştü
4. Nişanlandım/sözlendim
5. İşyerinde pozisyonum değişti
5. Nişanlımdan/sözlümden ayrıldım
6. İş saatlerim diyalize göre düzenlendi
6. Herhangi bir değişiklik olmadı
7. İşimi kaybetmekten korkuyorum
S.26. Hastalığınızın yaşamınıza getirdiği
kısıtlamalardan en çok hangi/hangilerini
8. Emekli oldum
1. Normal süresinde
önemsiyorsunuz? (birden fazla
cevaplayabilirsiniz)
2. Malulen
1. Diyet
S.22. Hastalığınızdan sonra evinizdeki olağan
düzeninizde bir değişiklik oldu mu?(tek
2. Cinsel Yaşamımı
cevap)
3. İş Yaşamımı
1. Olmadı her şey eskisi gibi devam ediyor
4. Sporumu
2. Hastalığıma bağlı olarak oturma ve yatma
düzenimizde değişiklikler oldu
5. Eğlencemi
3. Büyük oranda değişiklikler yaptık.
6. Tatilimi
S.23. Hastalığınızdan sonra “günlük rutin”
7. Boş zaman faaliyetlerimi
işlerinizde değişikler oldu mu?(tek cevap)
8. Aile içi ilişkilerimi
1. Olmadı eskisi gibi kendim yürütüyorum
9. Arkadaşlık dostluk ilişkilerimi
10. Başka………………
2. Kişisel bakımım için destek alıyorum
3. Hemen her işim için yoğun bir destek
S.27. Diyaliz hastası olmanız psikolojinizde
alıyorum
değişmeler yarattı mı? (Tek cevap)
S.24. Hastalığınızdan sonra evdeki “yemek”
1. Evet psikolojim çok bozuldu uzman
düzeninde değişiklik oldu mu?(tek cevap)
desteğine ihtiyacım var
1. Olmadı her şey eskisi gibi devam ediyor
2. Psikolojimi kötü etkiledi fakat yardım
aldığım uzman sayesinde kurtuldum
2. Diyetime bağlı olarak bazı değişiklikler oldu
3. Hayır psikolojimi hiç etkilemedi
3. Diyetim nedeniyle büyük oranda
4. Bu konuda fikrim yok
değişiklikler yaptık.
266
S.28. Hastalıktan sonra aşağıdaki sosyal faaliyetleri yapma durumunuzda her hangi bir
değişme oldu mu? Bu faaliyetleri hastalanmadan öncede yapmıyorsanız cevaplamayınız.
Azaldı
Değişmedi
Arttı
28.1
TV izlemek
1
2
3
28.2
Kitap, dergi, gazete okumak
1
2
3
28.3
Tiyatroya gitmek
1
2
3
28.4
Sinemaya gitmek
1
2
3
28.5
Gezip dolaşmak
1
2
3
28.6
Egzersiz ve spor yapmak
1
2
3
28.7
Seyahat etmek
1
2
3
28.8
Konserlere gitmek
1
2
3
28.9
Kahve ve kafelere gitmek
1
2
3
28.10
Arkadaş ziyaretleri yapmak
1
2
3
28.11
Akraba ziyaretleri yapmak
1
2
3
28.12
Konu komşu ziyaretleri
1
2
3
1
2
3
yapmak
28.13
Konferans ve toplantılara
katılmak
S.29. Diyaliz makinesine bağlı olduğunuz
S.30. Çevrenizde iletişim güçlüğünü en çok
için kendinizi diğer insanlara göre nasıl
kiminle yaşıyorsunuz? (tek cevap)
değerlendiriyorsunuz?(tek cevap)
1. Kendimi onlardan eksik görüyorum
2. Hiçbir eksiklik hissetmiyorum
3. Kendimi diğer insanlarla kıyaslamam
1. Eşimle
2. Çocuklarımla
3. Anne-babamla
4. Arkadaşlarımla
5. Akrabalarımla
6. Diğer……………
7. İletişim sıkıntısı yaşamıyorum
4. Fikrim yok, bunu hiç düşünmedim
267
S.31. Hastalığınızdan sonra görüştüğünüz ve
S. 35. Hastalığınızdan dolayı hiç yalnızlık
ilişkide olduğunuz insan sayısında azalma ya
duygusuna kapıldığınız oldu mu?
da artma oldu mu?
1. Hiç olmadı
1. Eskiye oranla azaldı
2. Zaman-zaman oldu
2. Eskiye oranla arttı (soru 33’e geç)
3. Çok sık yaşarım
3. Herhangi bir değişme olmadı (soru 33’e geç)
S.36. Bu yalnızlık duygusunun telafi etmek
için en çok başvurduğunuz tedbir
nedir?(birden fazla cevaplayabilirsiniz)
S.32. İlişkilerinizdeki azalmanın nedeni sizce
neye bağlıdır?(tek cevap)
1. Yeni dostluklar ve ilişkiler kurmaya
çalışıyorum
1. Kendim ilişkilerimi azalttım
2. İnsanlar benden kaçındığı için
2. Aile bağlarımı daha da güçlendiriyorum
3. Diyaliz ve tedavi çok vakit aldığı için
3. Kendimi başka faaliyetlere verdim( okuma,
4. Diğer……………………………………
tv seyretme vb)
4. Ne yapacağımı bilmiyorum çaresizim
S.33. Görüşme ve ilişkilerinizdeki azalma en
çok hangi kesimde oldu?(tek cevap)
5. Bir uzman desteği alıyorum ( psikolog,
danışman vb)
1. Yakın akrabalarımda
6. Başka…………………………
2. Arkadaş ve dost çevremde
3. İş arkadaşlarımda
S.37. Yaşadığınız en önemli duygusal
4. Komşularımda
reaksiyonlar nelerdirdir?(birden fazla
cevaplayabilirsiniz)
5. Diğer…
1. Ölüm korkusu
S.34. Bu azalma sizi nasıl etkiledi?(tek cevap)
2. Özgüven eksikliği
3. Yalnızlık ve ilgisizlik 4. Yetersizlik duygusu
1. Hiç etkilemedi, önemsemiyorum
5. Ümitsizlik ve bıkkınlık
2. Çok etkilendi, kendimi yalnız hissediyorum
6. İsyan ve kızgınlık
3. Çok etkiledi, bu konuda uzman yardımına
7. Kaderime razı olmak
ihtiyacım olduğunu düşünüyorum
9. Diğer………….
4. Fikrim yok, hiç düşünmedim
268
8. Sabretmek
S.38. Doktorların açıkladığı tıbbi nedenlerin
S.39. Hastalığınıza neden olarak kimleri ve
dışında siz hastalığınızı hangi nedene
neleri sorumlu tutuyorsunuz?(birden fazla
bağlıyorsunuz? (tek cevap)
cevaplayabilirsiniz)
1. Yanlış beslenme
1. Ailemi ve yakınlarımı sorumlu tutuyorum
2. Bilgisizlik ve cehalet
2. Kendimi sorumlu tutuyorum
3. Allahın takdiri ve imtihanı
3. Ülke yönetimini ve yanlış sağlık
politikalarını sorumlu tutuyorum
4. Ailemin ilgisizliği ve hataları
4. Eğitim kurumlarını ve öğretmenleri sorumlu
5. Yoksulluk ve fakirlik
tutuyorum
6. Ülkemizdeki yanlış sağlık politikası ve
5. İş ve mesleğimi sorumlu tutuyorum
insana değer verilmemesi
6. Allahın takdiri ve kaderim olarak
7. Kalıtımsal olduğunu düşünüyorum
algılıyorum
8. Tamamen kendi hatalarımdan
7. Kimseyi sorumlu tutmuyorum
kaynaklandığını düşünüyorum
9. Tıbbı gerekçeler dışında her hangi bir
nedene bağlamıyorum
269
S.40. Hastalığınızla ilgili çevrenizdeki hastalığınızı bilen insanlar ve ailenizin tutumları hakkında
bazı ifadeler verilmiştir bu ifadelere ne ölçüde katılırsınız?
Hiç
Kısmen
Tamamen
katılmıyorum
katılıyorum
katılıyorum
40.1
İnsanlar bizlere ilgili ve duyarlı davranıyorlar
1
2
3
40.2
İnsanlar bizi dışlıyorlar
1
2
3
40.3
İnsanlar bizden kaçıyorlar
1
2
3
40.4
İnsanlar bizden utanmaktadırlar
1
2
3
40.5
İnsanlar bizlere mecburen katlanıyorlar
1
2
3
40.6
İnsanlar bizlere acıyarak bakıyorlar
1
2
3
40.7
İnsanlar bize yakında ölecek gözüyle bakıyorlar
1
2
3
40.8
İnsanlar bizi yük olarak görüyorlar
1
2
3
40.9
İnsanlar bizleri işe yaramaz ve değersiz olarak görüyorlar
1
2
3
40.10
İnsanlar üreden meydana gelen koku nedeniyle bizden
1
2
3
uzaklaşıyorlar
40.11
İnsanlar bulaşıcı bir hastalık gibi bize çekinceli yaklaşıyorlar
1
2
3
40.12
Ailem bana ilgili ve duyarlı davranıyor
1
2
3
40.13
Ailem beni dışlıyor
1
2
3
40.14
Ailem benden kaçıyor
1
2
3
40.15
Ailem benden utanmaktadır
1
2
3
40.16
Ailem bana mecburen katlanıyor
1
2
3
40.17
Ailem bana acıyarak bakıyor
1
2
3
40.18
Ailem bana yakında ölecek gözüyle bakıyor
1
2
3
40.19
Ailem beni yük olarak görüyor
1
2
3
40.20
Ailem beni işe yaramaz ve değersiz olarak görüyor
1
2
3
40.21
Diyaliz hastaları evlenmemeli
1
2
3
40.22
Kadın diyaliz hastaları hamile kalmaktan kaçınmalı
1
2
3
270
S.41. Hastalığınız ile ilgili yeterli bilgi ve bilince sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?
(tek cevap)
1. Pek bilgili değilim ne denilirse yapıyorum.
2. Bilinçli ve bilgili olduğumu düşünüyorum
3. Bu konuda eğitilmem ve bilinçlendirilmem gerektiğini düşünüyorum
4. Hastaların bilgili olması gerekmez. Tedavi merkezleri gerekeni yaparlar
S.42. Tedavi sürecinde psikolog, sosyal hizmet uzmanı vb. danışmanlara ihtiyaç duyuyor
musunuz?(tek cevap)
1. Evet ihtiyaç duyuyorum ve görüşüyorum
2. Evet ihtiyaç duyuyorum fakat hiç görüşmedim.
3. Hayır ihtiyaç duymuyorum.
4. Ben ihtiyaç duymuyorum, fakat bazı hastalar için gerekli olduğuna inanıyorum
S.43. Hastalığınız ve tedavinizle ilgili en çok hangi konularda bilgilendirilmek istersiniz? (birden
fazla cevaplayabilirsiniz)
1. Hastalığın nedenleri2. Tedavi yöntemleri
3. Cinsel sorunlarımın çözümü ile ilgili4. Diyet hakkında
5. Organ nakli ile ilgili sorunlar
6. Psikolojik sorunlarım çözümü ile ilgili
7. İnsanlarla daha iyi ilişki kurmama yardımcı olacak konularla ilgili
8. Bilgiye pek ihtiyacımın olduğunu düşünmüyorum
9. Diğer………….
S.44. Hiç tıp dışı tedavi tekniklerine başvurdunuz mu?
1. Evet
2. Hayır
271
S.45. (Evet cevabı verenlere) Buradaki tedavinin dışında yardımcı olacağına inandığınız ve
başvurduğunuz tedavi teknikleri var mı? ( birden fazla işaretleyebilirsiniz)
1. Buradaki tedaviyi yeterli görüyorum
2. Şifalı su ve bitkiler kullanıyorum
3. Muska vb.araçlara başvuruyorum
4. Hocaya şifacı gibi kişilere başvuruyorum ve onlardan destek alıyorum
5. Diğer………………………….
S.46. Sizce hastalığı kabullenip, tedaviye bilinçli bir şekilde uyum sağlayıp, hastalıkla birlikte
elden geldiğince mutlu yaşamak mümkün müdür?
1. Evet
2. hayır
3. Kısmen
4. Fikrim yok
S.47. Evet mümkün diyorsanız bunu sağlayacak en önemli etken hangisidir?
(en önemli tek cevap)
1. Bilgili ve eğitim düzeyinin yüksek olması
2. Dini inancının güçlü olması
3. Ekonomik durumunun iyi olması
4. Ailesinin ilgi ve desteğini almış olması
5. İyi bir uzman psikolog ya da danışmandan destek alması
6. Başka……………………
S.48. Diyaliz hastasını tedavi sürecindeki sorunların dışında aşağıdakilerden hangisi mutsuz
eder?(en önemli tek cevap)
272
1. Ailesinin ilgisizliği ve duyarsızlığı
2. Yakınlarının ilgisizliği ve duyarsızlığı
3. Arkadaşlarının ilgisizliği ve duyarsızlığı
4. Yetkililerin ilgisizliği ve duyarsızlığı
5. Diğer……………
S.49. Hastalığınız ile ilgili sizi en çok rahatsız eden şikâyetiniz nedir?(en önemli üç cevap)
1. Herhangi bir şikâyetim yok
2. Ağrılar
3. Diyet
4. Ölüm korkusu
5. Psikolojik sorunlar
6. Yakınlarımın ilgisizliği
7. Makineye bağımlı yaşamak
8. Cinsel yaşamımla ilgili sorunlar
9. İş ve ekonomik yaşamla ilgili sorunlar
10. Çevreyi rahatsız ettiğini düşündüğüm üreden meydana gelen kokular
11. Diğer…………
S.50. Diyalizde kaldığınız süreyi genellikle nasıl değerlendiriyorsunuz? (birden fazla
cevaplayabilirsiniz)
1. Hiçbir şey yapmıyorum
2. Tv. İzleyerek
3. Sohbet ederek
4. Dua ederek
5. Kitap, dergi, gazete okuyarak
6. Başka…………………
S.51. Diğer diyaliz hastalarıyla kendinizi karşılaştırdığınızda ne düşünüyorsunuz?
1. Kendimi daha kötü hissediyorum
2. Kendimi daha iyi hissediyorum
3. Kendimi çok farklı görmüyorum
S.52. Diğer diyaliz hastaları hakkında ne düşünüyorsunuz?(en önemli tek cevap)
1. Onları kader arkadaşım olarak görüyorum
2. Onları en yakın dostlarım olarak görüyorum
273
3. Onlarla fazla vakit geçirmek fazla ilişki kurmak istemiyorum
4. Hepimizin talihsiz ve kadersiz olduğunu düşünüyorum
5. Diğer…………
S.53. Diyaliz hastaları ile ilgili dernek vakıf gibi bir sivil toplum kuruluşuna üye misiniz?
1. Evet üyeyim
2. Hayır üye değilim
S. 54. Bu tür kuruluşlara üye değilseniz sebebi nedir?(en önemli tek cevap)
1. Bizlere yararlı olacağına inanmıyorum
2. Bu tür kuruluşlar bizden çok kendi çıkarlarını gözetiyorlar
3. Bu tür kuruluşlardan haberim yok
4. Başka………
S.55. Kendinizi özürlü ya da bedensel engelli olarak görüyor musunuz?
1. Tamamen
2. Kısmen
3. Hayır
S.56. Bir hastanın hastalığından dolayı ölme isteğini ( ötenazi) nasıl karşılıyorsunuz?(cevaplamak
istemiyorsanız geçiniz)
1. Diyaliz hastalarına böyle bir hak verilmeli
2. Böyle bir talebe kesinlikle karşıyım
3. Dinen yasak olduğu için buna karşıyım
4. Bu konuda fikrim yok
S.57. Hastalığınızdan dolayı intihar etmek hiç aklınıza geldi mi?(cevaplamak istemiyorsanız
geçiniz)
1. Hayır hiçbir zaman düşünmedim
2. Zaman zaman aklıma geldi
3. Birkaç kez teşebbüs ettim
S.58. Kendinizi Diyaliz merkezinde en çok hangi personele yakın hissediyorsunuz?
1. Doktor
2. Hemşire
5. S.Hizmet Uzmanı
6. Psikolog
3. Diyaliz Teknisyeni
274
4. Diyetisyen
7. Şoför
8. Diğer………..
9. Hiç kimseyi yakın hissetmiyorum
S.59. Tedavi sürecindeki personel dışında en önemli yardımcınız kimdir?
1. Eşim
2. Annem
3. Babam
5. Arkadaşlarım
6. Çocuklarım
7. Akrabalarım
4. Kardeşlerim
8. Diğer………….
S.60. Hastalığınız ile ilgili devletten gerekli desteği aldığınızı düşünüyor musunuz?
1. Evet devletten her türlü desteği alıyorum
2. Alıyorum fakat yeterli değil
3. Hayır devletten beklediğim desteği alamıyorum
S.61. Hastalığınızla ilgili şu anda en önemli beklentiniz nedir?(en önemli üç cevap)
1. Organ nakli
2. Yakınlarımdan ilgi ve anlayış
3. Yaşam kalitemde artış
4. Diyetten kurtulma
5. Ekonomik destek
6. Mucizevî bir kurtuluş
7. Başka…………………..
S.62. Diyaliz merkezinden tedavi süreci dışında beklentileriniz var mı?(en önemli tek cevap)
1. Beklentim yok
2. Psikolojik sorunlarımızla daha çok ilgilensinler
3. Ailevi sorunlarımızın çözümünde destek olsunlar
4. Ekonomik sorunlarımızın çözümünde destek olsunlar
5. Başka……………..
S.63. Hastalığınız ile ilgili talep ve şikâyetlerinizi nereye ulaştırıyorsunuz? (tek cevap)
1. Diyaliz merkezine
5. Doktoruma
2. Sağlık Bakanlığına
6. Hiçbir Yere
3. İl Sağlık Müdürlüğüne
7. Başka
275
4. Derneğe/Vakfa
S.64. Organ nakli ile ilgili beklentiniz nedir?
1. Organ nakli olacağına inanıyorum ve bekliyorum
2. Bu konuda umudum ve beklentim yok
3. Nakil olsa bile faydası olacağına inanmıyorum
4. Kesinlikle organ nakli olmak istemiyorum
S.65. Organ nakli için şu ana kadar müracaat ettiniz mi?
1. Müracaat etmedim.
2. Müracaat ettim. Bekliyorum.
3. Yakınım……………………………………’den talebim var. Bekliyorum.
4. Müracaat edeceğim
S.66. Sizce insanlar neden organlarını bağışlamıyorlar?
1. Ameliyattan korktukları için
2. Bu konuda bilgisiz ve yanlış bilgilendirilmiş olmaları
3. Duyarsız ve bencil olmaları
4. Yanlış dini inanç içinde olmaları
5. Özendirici kampanyaların yapılmaması
S.67. Siz organ bağışında bulunmayı düşünüyor musunuz?
1. Evet düşünüyorum
2. Hayır düşünmüyorum
3. Organlarımı bağışladım
4. Kararsızım
S.68. Tedavi sürecinden vazgeçmeyi hiç düşündünüz mü?
1. Zaman zaman düşündüğüm oluyor
1. Hayır hiç düşünmedim
S. 69. Hastalandıktan sonra her hangi bir yetenek veya sanatsal kurs aldınız mı?
276
1. Hayır almadım
2. Evet aldım (belirtiniz)
277
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
ÖZGEÇMİŞ
Adı Soyadı:
Oya ERYİĞİT GÜNLER
Doğum Yeri:
KARAMAN
Doğum Tarihi:
10.05.1980
Medeni Durumu:
EVLİ
Öğrenim Durumu
Okulun Adı
Program
Yer
19 Mayıs
-
KARAMAN
1987-1992
Yunus Emre
-
KARAMAN
1992-1995
Sağlık Meslek
Hemşirelik
KARAMAN
1995-1999
Lisans
Selçuk
Sosyoloji
KONYA
2000-2004
Yüksek Lisans
Selçuk
Sosyoloji
KONYA
2009-2011
Derece
İlköğretim
Ortaöğretim
Lise
Yıl
Becerileri:
Bilgisayar İşlemleri
İlgi Alanları:
Sosyoloji, Psikoloji.
İş Deneyimi:
Arş. Gör. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi/ Edebiyat Fakültesi/Sosyoloji
Bölümü
Aldığı Ödüller:
Hakkımda bilgi
almak için
önerebileceğim
şahıslar:
Prof. Dr. Abdullah TOPÇUOĞLU, Prof. Dr. Mustafa AYDIN, Doç. Dr. Ramazan
YELKEN, Doç. Dr. Aliye ÇINAR, Yrd. Doç. Dr. A. Zeki ÜNAL.
Tel:
E-Posta:
Adres
0536 8940297
oya_eryigit@windowslive.com
KMÜ Edebiyat Fakültesi/ Karaman/Türkiye
278
Download