Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri 8-10 Mayıs 2015 Yüzüncü Yıl Üniversitesi İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Van İlim ve Kültür Vakfı tarafından ortaklaşa düzenlenmiştir. © Van, 2016 Tüm yayın hakları anlaşmalı olarak Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayınları’na aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz. ISBN: 978-975-7616-60-3 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayınları - 60 Yayıncı Sertifika No: 21307 Kitabın Adı: Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri Editör: Prof. Dr. İshak Özgel, Yrd. Doç. Dr. Rahmi Tekin Metin Editörü: Özlem Başboğa Yayına Hazırlayanlar: Hakan Gülerce, Celil Taşkın, İhsan Altıntaş Kapak Tasarım: Abdullah Kul İç Tasarım: Abdullah Kul Baskı Yeri ve Tarihi: İstanbul, Baskı ve Cilt: Mega Basım Sertifika No:12026 Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 339 SAHABE MESLEĞİ EKSENİNİNDE İMAM-I RABBANİ İLE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN MUKAYESELİ İNCELENMESİ Alaattin TAŞKIN İmam-i Rabbani Ahmed-i Farukî Serhendi (d. 1564- ö. 1624) yaşadığı dönemde Hindistan bölgesi Müslümanlarının ve genel olarak tüm ümmetin önemli bir sorunu olan aşırı mistisizm ve buna paralel olarak tasavvufun su-i istimal edilmesine karşı çıkmıştır. Bütün çaba ve gayretleriyle tasavvufu sahih İslami öğretinin kurumsal temsili olan Ehl-i Sünnet akaidi çerçevesine oturtmaya çalışmıştır. Bu konuda azımsanmayacak başarılar sağlamıştır. Kendisinden sonra tasavvufun ana damarlarından biri olan Nakşibendîliği bu minvalde şekillendirmeye muvaffak olmuştur. Bu bağlamda velayetnübüvvet, şeriat- tarikat-hakikat, vahdet-i vücud - vahdet-i şuhud gibi tasavvufun temel konu ve kavramlarını Ehl-i Sünnet çizgisinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmıştır. (Karaman, 2013: 11; Durgun, 2003: 105) Bu bağlamda Rabbani'nin en büyük başarısı tasavvufun su-i istimal edilmesini yine tasavvufla engellemiş olmasıdır. ( Nedvi, 2005: 317) İmam Serhendi bu çalışmalarının bir sonucu olarak Hz. Peygamber tarafından getirilen şeriatın her şeyi kuşatıcı tabiatı ve dolayısıyla tarikata üstünlüğünü ortaya koymuştur.( Hamid Algar, 2000: 196) Böylece, Rabbani tasavvufu Ehl-i Sünnet akaidi çerçevesinde tamamen İslami bir zemine oturtmuştur. (Durgun, 2003: 105) İmam-ı Rabbani Nakşibendî tarikatına mensub olmuş, bu tarikat içinde müridler yetiştirmiştir. Kendisinden sonra Nakşibendî tarikatı içinde Rabbani'nin sistemleştirdiği ekole “Müceddidiye” denilmiştir. (Tosun, 2007: 14) İmam-i Rabbani Serhendi yukarıda genel olarak çerçevesini belirlediğimiz konularda fikirlerini belirtmiş, çevresindeki insanları aydınlatmış, müridlerinin ya da diğer insanların sorularına bu minvalde cevaplar vermek için mektuplar kaleme almıştır. Aynı zamanda kendi tasavvufi tecrübelerini, seyr-ü sülûkunun aşamalarını bu mektuplarda dile getirmiştir. Zaten temel eseri olan “Mektubat” Serhendi’nin bu mektuplarının oğulları ve yakın müridleri tarafından derlemesinden oluşmuştur. (Tosun, 2007: 46) 340 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri Bediüzzaman Said Nursi (d. 1878- ö. 1960) de Serhendi gibi yaşadığı çağın İslam’a ve ümmete saldırılarını analiz etmiştir. Bu saldırıların bir Müslüman'ın yaşamında, İslam ümmetinde ve insanlık âlemindeki yol açtığı krizleri tahlil etmiştir. Bunun sonucunda Kur’an’ı esas alarak bu saldırılara cevap vermeye, bu krizlere çözümler sunmaya çalışmıştır. Bu çalışmalarıyla eş zamanlı olarak modern insanın temel ontolojik soru ve sorunlarına Kur’anî reçeteler sunmuştur. Bu bağlamda Said Nursi’nin çalışmalarını modern sekülarizme, dünyevileşmeye ve maddeciliğe karşı bir “tahkiki iman” hamulesi olarak ifade edebiliriz.(www.iikv.com, 20.04.2015) Said Nursi yaşamış olduğu modern çağdaki bilim ve toplumda hüküm süren materyalist ve ateist paradigma karşısında insanların imanlarını koruma görevini en güzel şekilde üstlenmiştir. Bu çalışmalarıyla Said Nursi modern çağ insanına, kendisini ve dünyayı tahrip etme tehlikesinden korumak maksadıyla, İslam’ı şümullü bir şekilde anlama imkânı sunmuştur. (Durgun, 2003: 108-109) Bediüzzaman'ın, modernitenin yol açtığı bu krizlerle hesaplaşmasında başarı sağlamasının belirleyici unsurlarından biri ve belki de en önemlisi Kur’anî usûlü fark ederek akıl - kalb ittifakını sağlamış olmasıdır. (Nursi, 1994: 1277; Açıkgenc, 2008: 568) Bediüzzaman Said Nursi Ku’ran’dan ders alarak, akıl - kalb ittifakıyla ‘tahkiki imanı’ tesis etmek için kaleme aldığı ve Risale-i Nur ismini verdiği eserleri, Kur’an’ın tüm insanlığa hitap eden mesajından süzülmüş evrensel bir rahmet ve hikmet sofrasıdır. Risale-i Nur, müellifinin ifadesi ile medreseden çıkan, ilim içinde hakikate bir yol açan, ama bunu yaparken de ‘tasavvufu elfazına lübb yapan bir üsluba sahiptir.’ (Nursi, 1994: 1730; Yıldız, www.karaklem.net//seminerler, 20.04.2015) Said Nursi Kur’an ve Sünnet-i seniyyeden ders alarak geliştirdiği bu modele “Sahabe Mesleği” ismini vermiştir. (Nursi, 1994: 1704) İmam Rabbani Ahmed-i Farukî Serhendi de metodunu, tarikatını 'sahabe yolu' olarak tarif etmiştir. ( Rabbani, 2013: 516, no.229, 622, no.260) Biz bu çalışmamızda İmam-i Rabbani Ahmed-i Farukî Serhendi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin ‘Sahabe Mesleği/yolu’ bağlamında fikir ve görüşlerini mukayese edeceğiz. A- Sahabe Mesleğinin Temel Kavramları Açısından Mukayese 1- Abdiyet/Ubudiyet- Mahbubiyet İmam- Rabbani eserlerinde velayet mertebelerinin en üstünü, Allah'a Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 341 ulaşmanın en kolay ve sağlam yolu olarak "abdiyet" yani kulluk yolunu bulup fark etmiş ve bunu pek çok mektubunda insanlara anlatmıştır. Aynı minvalde Bediüzzaman Said Nursi de üstadı İmam-i Rabbani’den ders alarak en üstün velayet ve insanı Allah yaklaştıran en kestirme yol olarak Sahabe mesleğinin en önemli özelliğini “abdiyet/ubudiyet” olarak ifade etmiştir. Kısaca abdiyet ve ubudiyet kavramlarının tariflerine bakalım. Abdiyet ve ubudiyet kavramları a-b-d kökünden türetilmiştir. Abdiyet, kendini ibadete adamış olan, devamlı Allah'a kulluk etme bilincinde olan; ubudiyet ise kendini alçak tutup veya kendi kibrini, gururunu kırıp bunu izhar etmek anlamlarına gelir. (İsfahani: 2010: 963-964). Büyük Sûfi müellif Kuşeyri ubudiyeti şöyle tarif etmiştir: “Ubudiyet bütün şartlarını yerine getirerek takatlerin hakkini vermek, senden meydana gelen her şeyi kusurlu görmek ve başına gelen her şeyin İlahi takdirle gerçekleştiğini müşahede etmektir” (Kuşeyri, 2009: 234) Hem Rabbani hem de Nursi abdiyet/ubudiyeti “mahbubiyet” ile birlikte ele almıştır. “iş bu mana icabıdır ki, velayet mertebelerinin en üstünü abdiyet[kulluk] makamı olmuştur. Velayet derecelerinde abdiyet makamının üstünde bir makam yoktur.”(Rabbani, 2013: 120 no.30) Rabbani manevi yolculuğunda önce vahdet-i vücuda kail olmuş ve bu anlayış kemal mertebe zannetmiş. Bunda babasının ve içinde yetiştiği tasavvuf muhitinin de etkisi olmuştur. Ancak Rabbani İlahi inayetle vahdet i vücudun kemal mertebe olmadığını süfli bir mertebe olup daha yukarılara, “makam-i zılliyete (âlemi esma-i hüsnanın ve sıfat-i İlahiyenin gölgesi görme) makamına çıkması gerektiği işaretini alıyor. Kendisi istememesine rağmen - tasavvufun büyük şeyhleri vahdet-i vücudda karar kıldıkları için- bulunduğu makamdan daha yukarıya çıkarılmış yani makam-i zılliyete ulaşmış ve kendisini ve sair âlemi ‘zıll’ olarak bulmuş. İmam Rabbani’nin urucu ve sülûku bu makamda da nihayet bulmamış ve bir üst makama doğru çekilmeye ve yükseltilmeye devam etmiş. “Kendisini bu makamdan yükselttiler. Hem de ittifakla. Tam manası ile inayet, sonsuz lütuf olarak âlâsına çıkardılar. Kulluk [abdiyet] makamına ulaştırdılar.” İşte Rabbani bu yüce makama çıkınca bu makamın kemalini görmüş ve gerçekten üstün mertebenin bu makam olduğuna tatmin olmuştur.” (Rabbani, 2013: 365,no.160) Rabbani abdiyet ile mahbubiyet yani Allah’ın sevgilisi kul olma arasında doğrudan bir ilişki kurar ve abdiyet makamını “murad” olma, yani seçilmiş olma ve “mahbubiyet”, yani Allah'ın sevgilisi kul olma olarak açıklar. Abdiyet makamının altındaki velayet mertebelerini ise murad olmaya bedel 342 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri “müridlik”, yani ‘Allah yolunu seçen’ kişi olarak ve mahbubiyete bedel ‘muhibbiyet’, yani Allah’ı seven kişi olarak değerlendirir. Bu değerlendirmeyi aynı şekilde Said Nursi’de de göreceğiz. Rabbani kulluk [abdiyet] makamının bütün makamlardan üstün olduğunu söylüyor. Çünkü Allah'ın kemal sıfatlarına en güzel şekilde ayna olacak ancak abdiyet/kulluk idraki içindeki insanın acizlik, noksanlık ve şerle yoğrulmuş hamuru olduğunu belirtiyor. Bu makama da ancak sevilen zatlara /mahbubiyet ehlinin sahip olabileceğini soyluyor. (Rabbani, 2013: 61 no.9) İmam Serhendi yine bir başka mektubunda abdiyet ve mahbubiyeti daha da açarak Hz. Peygamber'e tâbi olmaya bağlar. Cenab-ı Hakk’ın mahbubiyeti makamına ancak Rasulullah'a tabi olmakla çıkılabilir. Bu vesile ile [Allah’ın] zati tecellisi hâsıl olur. Bütün mertebelerin en üstününde olan abdiyet (kulluk) makamına Hz. Peygamber'e mütabaat (tabi olma) yolu ile bir imtiyaz elde edilir. Bu abdiyet (kulluk) makamı mahbubiyet makamının husulünden sonradır. (Rabbani,2013: 562 no.249) Şimdi de Bediuzzaman Said Nursi’nin abdiyet/ubudiyet ve mahbubiyet üzerine değerlendirmelerini inceleyelim. Nursi tasavvufun hakikatine dair kaleme aldığı “Telvihat-ı Tis’a” risalesinde en yüksek mertebe olarak “ubudiyet-i Muhammediye olduğunu belirtiyor ve bu yüce abdiyet/kulluk makamına “mahbubiyet” denilmiş olduğunu belirtiyor(Nursi, 1994: 568). Bediuzzaman Mektubat kitabının bir başka risalesinde ise en yüce ve en yüksek tarikatı “ubudiyet ve mahbubiyet” olarak değerlendirir. (Nursi, 1994: 522) Nursi başka yerde de ibadete sabır göstermenin insanı ‘makam-i mahbubiyete’ çıkaracağını belirtirken bu makamı “en büyük makam olan ubudiyet-i kâmile” makamı olarak tarif eder.( Nursi, 1994: 478) 2- Akrebiyet Akrebiyet kavram olarak hem Rabbani'nin hem de Nursi’nin çok kullandıkları ve kavramsal derinliğine çok önem atfettikleri bir ifadedir. k-r-b kökünden türetilmiş olan “kurb” yakınlık anlamına gelirken yine aynı kökten türetilmiş olan “akreb” ise ‘daha yakın’ anlamına gelir. (İsfehani, 2009: 1194) “Akrebiyet” ise Allah'ın insana şah damarından daha yakın olduğunu belirten ayetten(Kaf, 16) ahzedilerek hem Rabbani hem de Nursi tarafından kavramlaştırılmıştır. Her iki âlim de akrebiyete ‘Allah'ın kuluna olan en yakınlığını hissettirmesi’ şeklinde anlamışlardır. Tasavvuf literatüründe ise “Allah'ın kuluna yakınlığı bu dünyada kendisine özel olarak ihsan ettiği Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 343 marifet ile olur. Ahirette ise kendine ikram ettiği cemalini müşahede ve Zatini görme ile gerçekleşir.”(Kuşeyri, 2009: 135) Tasavvuf klasiklerinden en önemlilerinden birinin müellifi olan Kelabazi Taarruf adlı eserinde akrebiyeti şu özlü ifade ile tarif eder “Sana [Allah'a] seninle yaklaşmaktan başka çare yok.(Kelabazi, 2014: 162) Tasavvuf tarihinde “Şeyhuş Şeyh” olarak tanınan Şihabeddin Ömer Sühreverdi ise meşhur “Avarif-ül Maarif” adlı eserinde kurbiyete en güzel şekilde “edeb” ile ulaşılabileceğini belirtir (Sühreverdi, 2004: 360) Şimdi İmam- Rabbani'nin akrebiyeti nasıl kullandığına bakalım. Öncelikle şunu belirtelim ki hem İmam-i Rabbani hem de Bediüzzaman Said Nursi birbirine paralel bir şekilde ‘kurbiyeti’ evliya velayetinin bir özelliği olarak ele alırlarken akrebiyeti ise nübüvvet mesleğinin varisleri olan asfiyaya has görürler. Rabbani Mektubat’ın 182. Mektubunda kurbiyeti iman ve yakîn ilişkisi içinde tanımlayarak nefis bir tarif getirir. Buna göre imanın kemal bulması yakînin kemal bulmasına bağlıdır. Yakînin kemal bulması ise kurbiyetin kemal bulmasına bağlıdır. (Rabbani, 2010: 404) İmam Serhendi kurbiyeti/ Allah'a yakınlığını evliyanın velayeti olarak görürken, akrebiyeti /Allah'ın pek yakın oluşunu ise enbiyanın velayeti olarak değerlendirir.(Rabbani, 2010: 620, no: 260) Rabbani 290. mektubunda ise akrebiyeti “murad” olana yani Allah'ın seçtiği kullarına bir ihsanı olarak ele alır ve burada akrebiyeti mahbubiyete, mahbubiyeti ise Allah'ın cezbesine, özel ikramına inayetine bağlar. Yani bu inayet ve ikram hâsıl olunca kişi kendisine Allah'ın en yakın oluşunu/ akrebiyeti hissedecektir ( Rabbani, 2010: 807) Serhendi 316. mektubunda ise akrebiyeti seyr-ü sülûk mertebelerinde ele alır. Bu, dış âlemde ve iç dünyada yapılan seyirden sonra Allah'ın akrebiyetinde hâsıl olan seyirdir.(Rabbani, 2010: 951) İmam-ı Rabbani bir başka yerde ise çok ilginç bir şekilde akrebiyeti “gaybî imanla” ilişkilendirerek ele alır. Buna göre Allah'a tam iman etmek ancak şuhudi imanın üstünde olan gaybî imanla hâsıl olur. Bu gaybi iman da akrebiyette tahakkuk eder, gerçekleşir. (Rabbani, 2010: 967) Not: Gaybî iman konusunu Said Nursi de ele alır ve Rabbani ile aynı minvalde şuhudi imanın üstünde olan gaybi imanla Allah'a tam iman hâsıl olacağını belirtir. (Nursi, 1994: 384) İmam Rabbani başka bir mektubunda kurbiyeti Allah'a karşı 'vehmin' 344 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri etkili olduğu perdeli bir yakınlık olarak görürken akrebiyette ise böyle bir vehim ve perdelemenin olmayacağına vurgu yapar. (Rabbani, 2010: 1302) Şimdi Said Nursi’de akrebiyet kavramını inceleyelim. Nursi akrebiyeti güneş misali ile açıklar. ‘Kurbiyet’ bizim güneşe yaklaşmaya çalışmamızdır ki arada 150 milyon km gibi azim bir mesafe var. Ancak akrebiyet ise, güneş bize bizden daha yakındır. Çünkü ışığı, ısısı ve misali ile aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. İşte eğer biz güneşin bize olan yakınlığını anlasak onun akrebiyeti/ en yakın oluşu bize inkişaf eder, daha bir anlaşılır. Nursi’ye göre veraset-i nübüvvet velayeti (bu velayete Nursi ve Rabbani ‘asfiya’ demektedirler. Özellikle bazı temel tasavvuf eserlerinde geçen “asfiya” ifadesi her nedense İslami ilimler içinde bir kavram olarak gerektiği gibi incelenmemiş. Mesela Diyanet Vakfı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisinde “asfiya” maddesine yer verilmemiştir.) akrebiyetin/ Allah'ın en yakın oluşunun inkişafına bakar. Diğer velayetler ise Kurbiyet esasına bakar ki ‘seyr-ü sülûk’ ile Allah'a yakınlaşma esasına dayalıdır (Nursi, 1994: 369) Nursi Sahabeye dair yazdığı bir risalede Sahabenin ‘Nübüvvet veraseti ve sohbeti’ ile akrebiyete mazhar olduklarını ondan dolayı sahabeye yetişilemeyeceğini belirtir. Ayrıca bu akrebiyet yolu Allah'ın seçtiği kullarına (murad) özel bir inayetidir, bir ‘incizabıdır’ yani kendine çekmesidir. Bundan dolayı akrebiyet yolu vehbîdir, Allah vergisidir. Rahman olan Allah'ın özel çekimidir ve mahbubiyetidir, yani sevgilisi kul olmaktır ( Nursi, 1994: 218) İmam-i Rabbani Serhendi de pek çok mektubunda en büyük bir velinin en küçük bir sahabeye yetişemeyeceğini söyler ( Rabbani, 2010: 208) 3- Veraset-i Nübüvvet (Velayet-i Kübra) Veraset-i Nübüvvet kavramı bir hadisten mülhemdir. Ebu Derda’nın rivayet ettiği hadisin bir bölümünde Hz. Nebi şöyle buyuruyor: “... Âlimler hiç şüphesiz peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinarı, ne dirhemi miras bırakır. Onlar miras olarak ilim bırakmışlardır. Kim o ilmi alırsa çok büyük bir nasib almış olur. (Rudani, 2010: 49) Tasavvuf klasiklerinden Avarifül Maarif müellifi Şeyhuş-şeyh olarak anılan Şihabeddin Ömer Sühreverdi peygamberlerden varis kalan ilmi şöyle tarif eder: “veraset ilmi dini gerçek mana ve muhtevasıyla anlamaktır.” (Sühreverdi, 2014: 33) Şimdi İmam-ı Rabbani'de veraset-i Nübüvvet kavramını inceleyelim. Öncelikle şunu belirtelim ki, veraset-i nübüvveti hem Rabbani hem de Nursi Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 345 'velayet-i kübra'/ büyük-mükemmel velayet, Allah'a ulaştıran en kısa ve keskin velayet yolu olarak ele almışlardır. Rabbani velayeti iki gruba ayırır (bu ayrımı ayni şekilde Nursi'de de göreceğiz). Birinci grup velayet mertebelerini, seyr-u sülûk makamlarını tek tek aşmaya bağlıdır. "Tecelli-i zılliyet" ve "marifet-i sekriye" husulüne, devşirilmesine göre bu velayette ilerlenilir. Bu velayet kurbiyet yoludur. İkinci grup ise, bu yolda velayet mertebelerini ve seyr- u sülûk makamlarını aşmaya gerek kalmadan çok kolay bir şekilde nübüvvet kemalatına ulaşılır. İşte bu ikinci yol özeldir, hem maksada ulaşmak için daha yakındır. Nübüvvet kemâlatına vâsıl olanların hemen hepsi bu yolda vâsıl olmuşlardır. Peygamberlerden olsun, onların tebaiyeti ile Sahabe-i Kiramdan olsun. Birinci grup velayet yani kurbiyet velayeti, velayet kemâlatının kabuğunu elde etmiştir. İkinci grupta yani veraset-i nübüvvete vâsıl olan kimse ise onun(velayet kemâlatının) özünü elde etmiştir. Rabbani bu konuya devamla çok ilginç bir tespitte bulunur: “öyle sanıyorum ki bu nimet [veraset-i nübüvvet nimeti] tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiininden en büyüklerine nasib olmuştur. Bundan sonra da gizlenmiştir. Ta ikinci bin yila nöbet ulaşıncaya kadar...” [ Rabbani burda kendisinin zuhurunu kasdediyor]. ( Rabbani, 2010: 856859) Rabbani başka bir mektubunda ise veraset-i nübüvvet kemalatının Sahabeden sonra Mehdi’de görüleceğini söylüyor: “Bu makama bağlılık ashab-i kiramdan sonra inşaallah tam bir şekilde Mehdi aleyhisselamda zuhur edecektir. Bu makamdan haber veren meşayih azaldı. O makamın ilim ve marifetlerinden kelâm şöyle dursun..” Rabbani, 2010: 130) İmam Serhendi veraset-i nübüvvet yolunu "sıddıkiyet" olarak yorumlar. Sıddıkiyet tabiri, sıdk masdarından türetilmiş bir isim olan ve doğruluktan hiç ayrılmayan anlamına gelen "sadık" isminden türetilmiş ve mübalağa ifade eden bir isimdir. Bu bağlamda şöyle de denilmiştir, “sıdk, özün söze( için dışa) uymasıdır.” (Kuşeyri, 2009: 246- 247) Rabbani sıddıkiyeti yorumlarken şöyle der, “bir sâlik, sıddıkiyet makamı sayılan nihayetlerin nihayetine ulaşmadıktan sonra bu hakiki ilimlerden, yakîn hâline dayalı marifetlerden yana nasibi olamaz.” (Rabbani, 2010: 88) Bediüzzaman Said Nursi de aynı şekilde üstadı İmam Serhendi gibi veraset-i nübüvveti “sıddıkiyet” olarak tanımlar. Nursi Sahabeye dair yazdığı bur risalesinde şöyle der: “velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki sahabelerin velayetidir...”( Nursi, 1994: 218) 346 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri Bediüzzaman, Risale-i Nur ile tasavvuf ilişkisini konu edindiği “Beşinci Mektub” adlı eserinde İmam-i Rabbani'den yaptığı bir nakilde velayetin üç kısım olduğunu, bunların ise “velayet-i suğra” ki bildiğimiz velayettir ve Rabbani’nin bu velayete yukarıda ‘evliya velayeti’ dediğini gördük. İkincisi ise “velayet-i vusta”dir. Üçüncüsü ise velayet-i kübradır ki büyük velayet veya mükemmel velayet anlamına gelir. Velayet- kübra ‘veraset-i nübüvvet yoluyla tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır’ şeklinde tarifini yapar. (Nursi, 1994: 355; Rabbani, 201) Nursi de Rabbani gibi veraset-i nübüvveti akrebiyet kavramı içinde ele alır. Bu bağlamda Sahabeye yetişilemeyeceğini veraset-i nübüvvet ve akrebiyet kavramları üzerinden temellendirir. Buna göre Allah'ın kurbiyetini/yakınlığını kazanmak iki şekilde olur. Birisi, akrebiyetin inkişafıyladır ki nübüvvetteki kurbiyet ona bakar. Nübüvvet veraseti ve sohbeti ile Sahabe o sırra (akrebiyete) mazhardır. İkinci şekilde ise üstte akrebiyet bahsinde incelediğimiz gibi ve Rabbani'nin üzerinde durduğu gibi güneşe yaklaşmak için 150 milyon km mesafeyi kat etmek gerektiği gibi manevi olarak Allah'a yaklaşmamız için de - bizim O'na uzaklığımızdan dolayı- velayet mertebeleri ve seyr-u sülûk makamları olarak tabir edilen uzun mesafeleri aşmak gerekir. Bu yolun harikaları çok ise de kıymetçe ve kurbiyetçe (Allah'a yakınlık elde etme açısından) birinci şekilde yani velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvette hâsıl olan akrebiyete yetişemez. Nursi bu bahsin devamında akrebiyet ile kurbiyetin yani veraset-i nübüvvet velayeti ile evliya velayetinin farkını bir misalle açıklamaya çalışır. Bu misalde zamanı ele alır ve şöyle bir analojide bulunur, dünkü güne yetişmek için iki yol vardır. Birincisi, özel yeteneklerle zamanın üzerine çıkmak dünü bugün gibi hazır görmektir. İkinci yol ise düne ulaşmak için bir sene gidip dönüp dolaşıp düne gelmektir. İşte bu misalde olduğu gibi hakikate ulaşmak için iki yol vardır. Ya tarikat berzahına girmeden eşyanın zahirinde hakikati bulmaktır ki veraset-i nübüvvet yolunda akrebiyetle hâsıl olur. Ya da çok mertebeleri seyr-u sülûk ile aşarak hakikate geçmektir. (Nursi, 1994: 218) (Bir sonraki alt başlıkta inceleyeceğimiz “Nursi’nin Sahabe Mesleğine Dair Kavramlaştırmaları” bölümünde ele alacağımız kavramlar kanaatimizce eşyanın zahirinden hakikate direk geçmeyi sağlayan temel noktalardır.) Nursi başka bir risalesinde meseleyi aynı şekilde ele alarak şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Nübüvvet ve veraset-i nübüvvet velayeti sırr-i akrebiyete inkişafına bakar. Velayet-i saire [diğer velayetler] ise ekseri kurbiyet esasına göre gider, birçok meratibde seyr-u sulûka mecbur olurlar.” (Nursi, 1994: 369) Bediüzzaman, İbnul Arabi’nin Fahruddin-i Razi’ye yazdığı mektupta “Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” ifadesindeki derinliği açıklarken meseleyi veraset-i nübüvvete getirerek şöyle der: Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 347 “Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.” (Nursi, 1994: 503) Bediüzzaman Said Nursi Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde bu meseleyi kendi tecrübesi üzerinden ifade eder: “Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’an’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum. Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.” (Nursi, 1994: 1354) 3- Bediüzzaman Said Nursi’nin Sahabe Mesleği Bağlamında Orijinal Kavramlaştırmaları 1- Tevhid-i Hakiki/ Tevhid-i Rububiyet Bediüzzaman ‘marifet-i kâmile’ ve ‘huzur-u tam’ veriyor diye tarif ve tavsif ettiği Kur’anî usûldeki varlık ve kâinat okumasından kazanılan tevhidin ‘hakiki tevhid’ olduğunu söylüyor. Tevhid-i Rububiyet olarak da isimlendirdiği “tevhid-i hakiki” ile hakkalyakîn derecesinde bir ilmelyakîn ile Allah'ın varlığı ve birliği, sıfat ve esması tasdik edilir. Nursi Risale-i Nur’un pek çok yerinde bu tevhid okumasını açıklar, izah ve isbat eder. Biz burada sadece bu tevhid okumasının temel umdelerini nazara vereceğiz. Kur’anî usûle göre her bir şey tevhid deliline ve marifet penceresine dönüşür. Nursi’nin argümanları şöyledir: Bir şeyi yapamayan her şeyi yapamaz. Her şeyi yapamayan bir şeyi yapamaz. Bir şeyi yapan ancak her şeyi yapandır. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz (Nursi, 1994: 122-128). Bediüzzaman’ın kendi ifadesinden takip edecek olursak “her şeyi bir şey yapmak, bir şeyi her şey yapmak her şeyin Hâlıkına has bir ayettir.” (Nursi, 1994: 14) Bu tevhid okumasını biraz daha açacak olursak, her şey her şeyle bağlıdır, der Said Nursi. Bundan dolayı eğer her şey birinin olmazsa o zaman her bir şey bütün her şey kadar zor ve ve ağır olur. Eğer bütün varlıklar birinin olsa bu sefer bütün varlıklar bir varlık kadar kolay ve rahat olur. (Nursi, 1994: 209) Nursi tevhid okumasını sorulan bir soru üzerine şu şekilden temellendirip ispatlıyor: “Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir. Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı kendi müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinatta herbir fiil-i icadî, bütün 348 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri ef’al-i icadiyeyi kendi fâilinin fiilleri olduğunu isbat eder. Ve mevcudata tecelli eden herbir isim, bütün esmayı kendi müsemmasının isimleri ve unvanları olduğuna işaret eder. Demek herbir şey, doğrudan doğruya bir bürhan-ı vahdaniyettir ve marifet-i İlahiyenin bir penceresidir.” ( Nursi, 1994: 504) Bu ifadelere göre Bedüzzaman’ın tevhid-i hakiki veya tevhid-i rububiyet dediği şey kâinatta herhangi bir varlığa, bir şeye baktığımızda onu yaratanın ancak tüm kâinatı yaratan olduğunu bize anlatmasıdır. 2- Ehadiyet Nursi’nin özel anlamlar yükleyerek kavramlaştırdığı bir kelime olan ‘ehadiyet’ Said Nursi’nin tevhid okumasında çok önemli bir yere sahiptir. Biz makam gereği çok fazla detaya girmeden Nursi’nin ehadiyete yüklediği temel manaları ortaya koyamaya çalışacağız. Allah'ın Ehad (Tek, Biricik) isminden türetilen ehadiyet kavramı Allah'ın bütün sıfat ve esmasının içkin olduğu Yüce Zat'ını mülahaza için serdedilen bir kavramdır. Tasavvuf geleneğinde üzerinde çok durulmuştur. Ancak bize göre Nursi ehadiyeti geleneğin ötesinde kendine has bir şekilde kullanmıştır. Böylece hem tevhid okumalarında, hem de hakaik-i İlahiye’ye dair tahkikatında en sağlam, en yüksek marifet mertebesine çıkmıştır. Nursi ehadiyeti Allah'ın tüm sıfat ve esmasının içkin olduğu Zatının kâinatta her bir noktada tecelli etmesi olarak yorumlar. Bundan dolayı ehadiyet manasını ve sırrını keşfedip kavrayan bir mümin, kendini her an her yerde tüm âlemlerin Rabbi olan -Zatına içkin olan bütün esma ve sıfatlarıyla- Allah'ın huzurunda olduğunu en güçlü bir şekilde hissedecek ve Yaratıcı'sına karşı en sağlam argümanlarla kapsamlı marifetler devşirecektir. Burada sözü Bediüzzaman bırakalım: "Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyeti..." ( Nursi, 1994: 278) Bediuzzaman Said Nursi Kur’an’ın tarzı dediği ve veraset-i nübüvvetten gelen bir ilimle elde ettiği tevhid okuması “tevhid-i kusûdi” olarak da tabir edilir ve “la mabude illa hu”, “la maksude illa hu” kelamlarıyla ifade edilir. Bu tevhid okumasında tüm varlık, bütün kâinat Allah'a ulaşmaya engel değil aksine Allah’ı tanımanın vasıtası ve zemini olur. (Nursi, 1994: 504; Çelik, 2009: 151) Nursi Kur’an’dan ders alarak sistemleştirmesini yaptığı acz- fakr- şefkat ve tefekkür metodu bir bütün olarak bu tevhid anlayışını ve yukarda incelenen Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 349 abdiyet/kulluk hâlini hayata geçirmek için ileri sürülen temel kavramlardır. (Nursi, 1994: 210) 3- Nefis/ Ene Bediüzzaman Said Nursi’nin en önemli keşiflerinden biri de ‘ene’ ve nefis okumasıdır. Ene yani ‘ben’ bilincinin ve enenin de içinde olarak ‘nefis’ okuması ile Said Nursi marifetullaha çok etkin bir pencere açmıştır. Nursi insan nefsinin bu özelliğine şöylece vurgu yapar: “İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır[kapsamlı nüsha, tüm varlığın özeti olan numune] ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.”( Nursi, 1994: 315-316) Buradan hareketle Nursi nefsin ortaya çıkan özelliklerinden dört noktaya dikkati çeker. Bu dört nokta ile insan Cenab-ı Hakk’ın esmasına ve sıfatına en kapsamlı bir ayna olur. a- Zıddiyet noktasında yani yok- var ilişkisi üzerinden insan yok olan, olumsuz olan özellikleriyle Allah’ın mutlak kemal/mükemmel ve aşkın sıfatlarını anlar. Mesela güçsüzlüğünde Allah'ın kudretini, acıkmasıyla Allah'ın acıkmaktan ve yemekten münezzeh oluşunu anlar. İşte bu şekilde insan Yaratıcı'sının pek çok sıfat ve esmasına ayna olur. b- İnsan Yaratıcı'sını tanıması için numuneler ve yansımalar şeklinde kendisine verilen cüz’î ilim, güç, görme, işitme vb. sıfat ve özellikleriyle bunların külli, mutlak asıllarının Yüce Yaratıcı'da olduğunu hisseder ve anlar. c- İnsanın kapsamlı yapısında, mahiyetinde işleyen, nakışları görünen yetmişten fazla esma vardır. İnsan üzerinde tecellileri ve nakışları tezahür eden bu esma ile Cenab- Hakk'a ayna olur. Nasıl esmanın içinde bir “ism-i âzam” var ve bütün esmanın özelliklerini ve nakışlarını kendi içinde barındırır. Öyle de esmanın nakışlarında, tecelli yerlerinde bir nakş-ı âzam ve bir mazhar-ı kübra vardır ki bu insandır. Yani insan esmanın en kapsamlı ve kuşatıcı bir mazharıdır, bir nakşıdır ki hemen hemen bütün esmanın nakışlarını üzerinde barındırır. d- Bu noktayı bizzat Bediüzzaman’dan dinleyelim: “Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pekçok esma ve şuunat-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-u Kayyum’un şuunat-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. (Nursi, 1994: 315-316) 350 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri 4- Şeriat- Tarikat- Hakikat Maalesef bazı sufiler ve bazı tarikat ekolleri şöyle yanlış bir anlayışa sahip olmuşlar: Şeriat hakikatin kabuğu ve kışırıdır. Hakikat o kabuğun özüdür. Tarikat ise bizi kabuktan öze ulaştıran yoldur. Bu konuda değişik misaller de getirmişlerdir. Ancak bir mümin böyle inandığında dinin temel esasları, farzlar, Hz. Peygamber'in uygulamaları ile gelen şer’i emirler sanki resmi, özsüz ve içeriği olmayan bedenle yapılan ‘angarya’ işlermiş gibi bir algı oluşuyor. İşte hem İmam-i Rabbani hem de Bediüzzaman Said Nursi bu algıya şiddetle karşı çıkmışlar, şeriatı kabuk gibi hakikatsiz bırakan bu anlayışı şiddetle reddetmişlerdir. Aslında sahih tasavvufun temel metinlerinde bu konu gayet nettir. Ancak zamanla tablo oldukça flulaşmış maalesef. Örneğin Kuşeyri Risalesi’nde Rabbani ve Nursi gibi hakikati şeriatın bir cüz’ü gösteremese de buna yakın değerlendirmelerde bulunur: “Hakikat tarafından desteklenmeyen hiçbir şeriat makbul değildir. Şeriat tarafından kayıt altına alınmayan hiçbir hakikat de makbul değildir. “ Şunu bil ki Allah'ın emirleri ile herkese gerekli olduğu için şeriat aynı zamanda hakikattır. Aynı şekilde yuce Allah'ı tanıtan ilimleri elde etmek de Onun emri ile vacib olduğu için her hakikat aynı zamanda şeriattır. (Kuşeyri, 2009: 137) Rabbani itikad ve amel iki kanadını elde ettikten sonra tarikata sülûk etmek gerektiğini söyler. Ancak tarikat, itikad ve amel üzerine fazladan bir şey yapmak için değildir. Böyle algılanırsa çok hatalara giriftar olunur. Kesin olan şudur ki bu tarikata girmekten gaye itikad esaslarına, iman hakikatlerine ‘yakîn’ ve itminan elde etmek içindir. O derece ki hiçbir şek ve şüphe onu sarsamayacak bir kesinlikte iman hakikatlerine yakîn elde etmektir. ( Rabbani, 2010: 678) Rabbani şöyle der, “şeriatı kabuk, hakikati de öz sanırlar ama bu muamelenin hakikatini bilmezler. (Rabbani, 2010: 150) İmam Serhendi'ye göre tarikat ve hakikat ‘şeriatın hakikatinden’ ibarettir. Yine şöyle demeyi ihmal etmez, “işin nihayetinde şeriatın hakikatine geçerler..”( Rabbani, 2010: 613) Rabbani devam eder, “ tarikat ve hakikat şeriatın hakikatinden ibarettir. Yoksa şeriat ayrı bir iş, tarikat ve hakikat ayrı bir iş değildir. Böyle itikad etmek ilhad ve zındıklıktır.( Rabbani, 2010: 187) İmam Serhendi şeriatı üç kısım olarak görür. Bunlar ilim, amel ve ihlâstır. İlim, iman hakikatleri konu edinir; amel fıkıhla kural ve kaideleri belirlenen ibadetleri ele alır; ihlâs ise dini yaşantıda aslında bütün emirlerin özü olan niyeti ele alır ve işler. İste tarikat ve tasavvuf ihlâsı elde etmede ve nefsi Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 351 manevi arizalardan kurtarmada insana katkı sağlaması için belli riyazetler ve ruhani seyr-u sülûktan ibarettir. İşte bu üç kısım tamam olmadıkça şeriat tahakkuk etmez, gerçekleşmez. Ancak şeriat tahakkuk ettiği takdirde Cenab-ı Hakk'ın rızası da tahakkuk etmiş olur. (Rabbani, 2010: 142) Rabbani Maarif-i Ledunniye adlı eserinde bu meseleyi net bir şekilde şöylece ortaya koyar: “ Hakikat şeriatın hakikatinden ibarettir. Yoksa hakikat şeriattan ayrı bir şey değildir. Tarikat, şeriatın hakikatine ulaşma yoldur, yoksa o, şeriat ve hakikatten ayrı bir şey değildir.” (Rabbani, Maarif-i Ledunniye, 2013: 214) Bediüzzaman’ın Şeriat-Tarikat-Hakikat tartışmaları bağlamında görüşlerini incelemeye geçebiliriz. Nursi, Şeriatın rabb-ul âlemin olan Allah'ın bütün her şeyin yaratıcısı olarak perdesiz direk zatından gelen İlahi hitabının neticesidir, der. Tarikat ve hakikatin en yüksek, en son mertebeleri bile şeriatın içinde, şeriatın cüzleri/kısımları hükmüne geçer. Onların neticesi şeriatın içeriğinin güçlendirilmesidir, manasının yaşanmasıdır. Yani şeriat dışında ayrı bir içerik, bir öz ve bir manevi derinlik yok. Bütün içerik, öz ve derinlik şeriatın içindedir. Tarikat ve hakikat dedikleri bundan dolayı olsa olsa sadece şeriata hizmetkâr olur, şeriatın deruni manasının, içeriğindeki feyzinin yaşanmasına ve hissedilmesine katkı sağlar. Tarikat ve hakikat ‘şeriatın hakikatine’ yetişmek için birer vesile ve birer aracı hükmündedirler. Tarikat ve hakikatten amaç şeriatın kendinde, özünde zaten var olan manayı, feyzi ve derinliği hissettirmektir. Şeriat insanların bütün tabakalarına, sınıflarına ve kesimlerine hitap eder. Yoksa bazı ehl-i tarikatın yaptığı gibi sadece sıradan âvâm halkın şeriattan anladığı zahiri manayı şeriatın kendisi zannedip bunun dışında ayrıca tarikat ve hakikat var demek ve bunu da üst düzey insanlara, ‘havassa’ has olduğunu düşünmek büyük hatadır. Vahiy ne derece ilhamdan üstünse vahiy ürünü olan şeriat, o derece ilham ürünü olan tarikattan üstündür. (Nursi, 1994: 566) Sonuç Bu çalışmada İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin ‘Sahabe Mesleği’ ekseninde görüşlerini temel kavramlar üzerinden mukayesesi yapıldı. Bunda amacımız başta Türkiye’de olmak üzere İslam dünyasındaki hemen bütün tarikatların üstad makamında kabul ettiği İmam-ı Rabbani ile telif ettiği Risale-i Nur'la milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına ve kuvvetlenmesine vesile olan Bediüzzaman Said Nursi’nin görüşlerini 352 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri mukayese etmekti. Bu mukayesede de amaçlanan iki âlimin hedeflenen konu bağlamında tespit edebildiğimiz temel kavramlar çerçevesinde fikir ve görüşlerindeki benzerliği, uyumu ve örtüşmeyi gün yüzüne çıkarmaktı. Bu amaçla temel kavramlar olarak abdiyet/ubudiyet- mahbubiyet, akrebiyet, veraset-i nübüvvet tespit ettik ve karşılıklı incelemesini yaptık. Ayrıca Said Nursi’nin Sahabe Mesleği ekseninde geliştirmiş olduğu – tespitlerimize göre- tevhid-i hakiki, ehadiyet ve ene- nefis kavramlarını da konumuz gereği inceledik. Son olarak da İmam-ı Rabbani ile Said Nursi’nin şeriat- tarikat- hakikat tartışmaları bağlamında görüşlerini mukayese ettik. Mukayesesini yaptığımız kavramlar çerçevesinde iki âlimin bizi hayrette bırakacak şekilde paralel düşündüklerini, fikirlerinin ne kadar da benzeştiklerini ve görüşlerinin nasıl da örtüştüğünü ortaya koyduk. Umarız bu çalışma hedeflenen amaçlara hizmet eder. Kaynaklar Açıkgenç, Alparslan, “Said Nursi” maddesi, DİB İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2008. Algar, Hamid, “İmam-ı Rabbani” maddesi, DİB İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2000. Çelik, İsa, İmam Rabbânî Perspektifinden İbnül- Arabîye Tenkidî Bir Yaklaşım, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l Arabî özel Sayısı-2), 2009, sayı: 23, ss. 149-179. İsfehani, Râğıb el-, Müfredat, Çev. Yusuf Türker, Pınar yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010. Karaman, Hayrettin, İmam-ı Rabbânî ve İslam Tasavvufu, İz Yay. 3. Baskı, İstanbul, 2013. Kelabazi, Ebubekir Muhammed bin İshak Buhari, Doğuş Devrinde Tasavvuf: Ta’arruf, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay. 4. Baskı, 2014. Kuşeyri, Abdulkerim, Kuşeyri Risalesi, Çev. Dilaver Selvi, Semerkand Yay. İstanbul, 2009. Nedvi, Ebul Hasan Ali en-, Müceddit-i Elfisâni İmam-ı Rabbâni, Çev. Yusuf Karaca, Kayıhan Yay. İstanbul, 2005. Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Yani Asya yayınları, İstanbu, 1994. Rabbânî, Ahmed-i Farukî Serhendi, Mektubat-ı Rabbânî, Çev. Abdulkadir Akçiçek, Çelik Yay. İstanbul, 2013. Sahabe Mesleği Eksenininde İmam-ı Rabbani ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mukayeseli İncelenmesi 353 --------, Maarif-i Ledünniye, Çev. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbâni Risaleleri içinde, Sufi Kitap, İstanbul, 2013. Rûdânî, Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî, Büyük Hadis Külliyatı, Çev. Naim Erdoğan, İz Yay., İstanbul, 2010 Tosun, Necdet, İmâm-ı rabbânî, Kaynak Yay. İstanbul, 2007 Yusuf, İmtiyaz, Müceddid-i Elf-i Sâni Şeyh Ahmed Sirhindî ve Bediüzzaman Said Nursi, Gelenek Yay. Bediüzzaman ve Tecdit içinde, 2. Baskı, 2003 Yıldız, Ahmet, www.karakalem.net//seminerler. 20.04.2015. http://www.iikv. org/bediüzzaman-said-nursi, 20.04.2015