``kıbrıs`ta svl toplum ve svl toplum kuruluşları`

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
GAZETECİLİK
ANABİLİM DALI
‘‘KIBRIS’TA SİVİL TOPLUM
VE
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI’’
Yüksek Lisans Tezi
Saadet Alpar
Ankara – 2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
GAZETECİLİK
ANABİLİM DALI
‘‘KIBRIS’TA SİVİL TOPLUM
VE
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
Yüksek Lisans Tezi
Saadet Alpar
Tez Danışmanı
Yrd.Doç.Dr. Halil Nalçaoğlu
Ankara – 2005
ÖZET
Bu çalışmada ‘sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşu’ ilişkisi Kıbrıs özelinde
incelenmiştir.
Özel ve kamusal alan etkileşiminden doğan sivil toplum ve STK’lar,
Kıbrıs’taki modernleşme sürecinde sosyo-politik yapıların ideolojik ve söylemsel
pratiklerini etkilemiştir. Bu etki, Ada’da modernizmin başlangıcı olarak kabul edilen
İngiliz Sömürge Dönemi’nde (1878 – 1959) şekillenmiş ardından Kıbrıs Cumhuriyeti
(KC, 1960 – 1963) ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC, 1983- )
kurulmasından sonrasına kadar devam etmiştir. Buna göre STK’ların karakteristiği
her dönemde yaşanan farklılıklar ve kazanılan değerler ile karakterizedir.
İngiliz Sömürge Dönemi’nde başlayan endüstrileşme, Ada’da bir yandan
burjuva sınıfı diğer yandan koşut olarak işçi sınıfını yaratmış bunun sonucunda
toplumsal yapılar komünizm ve milliyetçilik gibi iki temel olgu üzerine kanalize
olmuştur. Sınıf farklılıklarının hissedilmesi ile birlikte toplumsal örgütlenmeler
ağırlıklı olarak sınıfsal hak mücadelesi üzerinden tanımlanmış ve bu bağlamda
sendikalar örgütlenmeler bu dönemin ana modelini oluşturmuştur.
İngiliz Dönemi’nin sonlarına doğru güçlenen milliyetçi retorikler 1960 Kıbrıs
Cumhuriyeti sırasında en güçlü dönemini yaşayacak ve bu dönemin toplumsal arzı
kimlik edinimi dolayımında toplumlararası çatışmaya dönüşecekti. Bu durum sivil
toplum ve örgütleri politik olmaya zorlamıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti aşırı politize
edilmiş kamusal alanlar ve ilk kertede ideolojik örgütlerle tanımlanır.
KKTC’nin kurulmasının ardından ‘öteki’nin öznesi günlük pratiklerin dışına
çıkması, toplumlararası gerilimi toplum içi gerilim noktasına taşıyacak ve bu
bağlamda sosyal örgütler bir yandan grup haklarına diğer yandan toplumsal haklara
yönelecektir. Nitekim son dönemin başat kamusal alan karakteristiğini bu gerilim
oluşturmakta, sosyal örgütlerde dolaylı olarak bu gerilimden beslenmektedir.
Kısaca, Kıbrıs’ta sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları, Batı liberal
öğretisinin ortaya koyduğu liberalleşme, demokratikleşme, ilerleme ve bireyselleşme
gibi modernizmle birlikte düşünülen kavramlardan kendi öznel koşullarında
ayrılmakta ve tarihsel deneyimler esasında homojen grup kimliğinin egemen olduğu
kamusal alanlar ve bireysel haklar yerine grup haklarını öne çıkartan sosyal
örgütlerle tanımlanmaktadır.
ABSTRACT
In this thesis, the relationship between non-governmental organizations (NGO’s)
and civil society is tried to be studied and evaluated within Cyprus case.
Public and private space interaction which produces the data used in explanation
of modern definition of NGO’s is tried to analysed by studying how it reflects Cyprus’s
socio-political structure on which ideological and expressional practices shaped. This
effect is first appeared in British Colonial period (1878-1959) which Cyprus met with
‘modernism’. The Cyprus Republic period and the establishment of TRNC will be the
other periods that are concerned throughout the study.
Thus NGO’s tried to be characterised with the values and concerns of each period
under the context of how NGO’s occurred and activated throughout these periods.
In British period with the effect of industrialization, against new appeared
bourgeois’s class and intellectuals a new labour class is appeared and linked
organizations are canalised towards two main concerns. One is communism and the other
is the classification of community upon nationalism by intellectuals.
The class differentiations appeared in community such as between people having
different political view, or different approaches took place in the public space resulted
with the acceptance of NGO’s one of the values and ideas which appeared accordingly.
The values of communism or the values of the nationalism be the factors that shape the
NGO’s. As a result these organizations became political based organizations with in this
period.
In Cyprus republic period gained ideological values appeared as the ‘other’ with
the result of exclusion of each other with the pressure. This pressure created the two
community of the island to change their organizational frameworks structures and
practices. In 1960’s NGO’s started to become fully politicised in this resulted with the
social organization model instead of being defined as NGO.
After the establishment of TRNC, previous experiences started reshaped with the
public and private space. With politically defined ‘other’ started to define with the effect
of inner dynamics and adopted a new structure and definition under these circumstances.
Thus private space started to gain a new definition basing on abstract and
subjective way of
understanding in an isolated manner with the public space.
Experienced changes created instead of political based structure, the NGO’s content
expanded towards social areas providing a different values to the organizational culture
of the island.
Under this circumstances the new adopted structure of NGO’s dealing more with
social issues can be evaluated within the framework of western way of NGO’s model.
This can be summarised as the new content of NGO’s started to be adopted European
way of approach such as dealing with different interest based on social and political
issues and concentrating on improvement of social concerns and values.
1
İÇİNDEKİLER
Giriş
1- Konu Tanımı
4
2- Çalışmanın Amacı
6
3- Çalışmanın Yöntemi
6
4- Çalışmanın Kabulleri
8
5- Çalışmanın Sınırlılıkları
9
6- Çalışmanın Planı
9
Silinmiş: 7
Silinmiş: 8
Silinmiş: 7
Silinmiş: 8
Silinmiş: 0
Silinmiş: 9
Birinci Bölüm
Silinmiş: 4
Silinmiş: 3
Silinmiş: 0
1-Terminoloji Sorunu
11
Silinmiş: 19
Silinmiş: 2
Silinmiş: 1
2- Tanım Sorunu
15
2.1 Yerel STK
21
Silinmiş: 3
2.2 Ulusal STK
23
Silinmiş: 7
Silinmiş: 4
Silinmiş: 6
Silinmiş: 0
3- Sivil Toplum Kavramı
25
Silinmiş: 29
3.1 Sivil Toplum Kavramının Ortaya Çıkışı
28
Silinmiş: 9
3.2 Sivil Toplumun Düşünsel Tarihi
31
3.3 Sivil Toplum, STK ve Kamusal Alan Tartışması
40
Silinmiş: 8
Silinmiş: 3
Silinmiş: 2
Silinmiş: 8
Silinmiş: 7
4- Toplumsal Hareketler
45
Silinmiş: 3
4.1 Toplumsal Hareket Türleri
49
Silinmiş: 1
4.2 Toplumsal Hareketlerin Amaçları ve Sonuçları
54
Silinmiş: 6
Silinmiş: 5
Silinmiş: İnsan
5- Hak nosyonu ve STK ilişkisi
57
5.1 Haklar Bağlamında STK modelleri
64
5.1.1 İnsani Yardım Örgütleri
64
Silinmiş: ı
Silinmiş: 3
Silinmiş: 1
Silinmiş: 3
Silinmiş: 2
2
5.1.2 İnsan Hakları Örgütleri
70
5.1.3 Çevre Örgütleri
72
Silinmiş: 8
Silinmiş: 7
Silinmiş: 1
Silinmiş: 0
5.2 STK Modellerinin Değerlendirilmesi
78
6- İlerleme/Gelişme Söylemi ve STK ilişkisi
81
6.1 Yönetişim
92
6.2 Yerellik
96
Silinmiş: 7
Silinmiş: 85
Silinmiş: 0
Silinmiş: 78
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
Silinmiş: 1
Silinmiş: 89
Silinmiş: 5
Silinmiş: 3
İkinci Bölüm
Silinmiş: 0
1- Kıbrıs’ta Sivil Toplum Tartışması
101
2- Osmanlı Dönemi’nin Kıbrıs Kamusal Alanı Üzerine Etkisi
107
3- İngiliz Sömürge Dönemi 1878 – 1960
112
3.1.1 Rum Toplumu - Elenizm – Enosis
115
Silinmiş: 4
3.1.2 Türk Toplumu -Türkçülük – Taksim
124
Silinmiş: 12
Silinmiş: 98
Silinmiş: 6
Silinmiş: 4
Silinmiş: 1
Silinmiş: 09
Silinmiş: 3
Silinmiş: 1
4- Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi 1960- 1974
134
Silinmiş: 3
4.1 Kıbrıslılık
140
Silinmiş: 1
Silinmiş: 9
Silinmiş: 7
5- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dönemi (1983 - )
146
Silinmiş: 5
Silinmiş: 3
6- Kıbrıs’ta Örgütlenmelerin Genel Çerçevesi
152
6.1 Dernek ve Sendikaların Değerlendirmesi
169
Silinmiş: 1
Silinmiş: 49
Silinmiş: 8
Silinmiş: 6
7- KKTC’de STK’ların Genel Durumu
180
Silinmiş: 9
Silinmiş: 7
3
8- Kıbrıs’ta STK’lar ve
Uluslararası Örgütlerlerle
(IGO- Inter-Governmental Organizations) İlişkileri
Sonuç ve Değerlendirme
194
196
Silinmiş: 3
Silinmiş: 2
Silinmiş: ¶
9.
Silinmiş: 5
Kaynakça
202
Silinmiş: 3
Silinmiş: ¶
Silinmiş: 10.
Silinmiş: 1
Silinmiş: 198
4
GİRİŞ
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
1. Konun Tanımlanması:
Silinmiş: T
‘Sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşları’ sosyal bilimler içerisinde her
Silinmiş: S
Silinmiş: T
geçen gün daha fazla önem kazanmaya başlayan kavramlardır.
Silinmiş: K
Uluslararası dinamiklerin ulus-devlet sınırlarını belirsizleştirdiği bir dönemde
kaçınılmaz olarak toplumlar, ulus-devlet çatısı altında yaklaşık bir asırdır
edindikleri özel deneyimlerini yaşatma kaygısı duymaktadır. Bu kaygının bir
sonucu olarak reel sosyo-ekonomik düzende özlenen demokrasi ve barışçıl
Silinmiş: l
arayışlar entelektüel disiplinleri farklı olgular üzerine kanaliz edecektir. ‘Sivil
toplum’ kavramı bu arayışa yanıt veren işlevsel niteliğe sahip bir olgu olarak
günümüzde yeniden hatırlandı. ‘Bugün global sivil toplum terimini kullananların
bir kısmı onu uluslararası STK’lar, diğer bir kısmı, demokrasi ve kalkınma
idealinin yayılması için ihtiyaç duyulan alt yapı unsuru olarak görür’ (Tosun,
2003; 60).
Silinmiş: e
Küreselleşmeye paralel modern toplumun yalnızlığa sürüklediği bireye
toplumsallaşmayı getirecek olan ‘sivil toplumun’ ürettiği sosyo-ekonomik
Silinmiş: T
kurumlar olmuştur. Sivil toplum kuruluşları, bir yandan sivil toplumla yeniden
anlamlandırılmaya çalışılan demokrasi ve ulusal sistem paradigmalarına ihtiyaç
duyduğu vizyonu sağlarken diğer yandan ‘birey’ için gittikçe uzaklaşan siyasal,
Silinmiş: K
5
kültürel ve ekonomik alanlara katılımını sağlayabilecek alternatif mekanlar
yaratmaktadır.
Silinmiş: tok
Küresel dünyada sivil toplum ve aktörleri STK’lar dönemselleştirmeye tabi
Silinmiş: u,
olduğundan bulunduğu dönem içerisinde özne ve aktörlerin ilişkilerinin kapsamlı
analizini gerektirmektedir. İdealize edildiği bağlamı dışında sivil toplum ve
Silinmiş: olanla
STK’lar yerelle evrensel olan arasındaki paradoksal çelişkide varlık bulur. Global
Silinmiş: nin
Silinmiş: sin
sivil toplum, ulus-devlet paradigmalarını revize etmeyi önerirken, evrensel olanın
azgelişmiş öğeleri dışlayıcı potansiyeli göz ardı edilmektedir. Bu durum sivil
Silinmiş: ,
Silinmiş: nin
toplum ve STK ilişkisi üzerine yoğunlaşan teorisyenler arasındaki tartışma
unsurlarından birini oluşturur.
Silinmiş: ,
Kıbrıs gibi ‘sui-generis’ bir toplumun, alternatif siyaset kanallarına ve
demokrasiye duyduğu ihtiyaç, ‘sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşlarına’
araştırma konusu olarak belli bir önem atfeder. Kıbrıs’ta sivil toplum ve sivil
toplum kuruluşları kavramlarının popülerleşmesine iki önemli gelişme ivme
kazandırmaktadır. İlki dışsal diye tanımlayabileceğimiz Avrupa Birliği (AB) ve
Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası yapıların sivil toplum tezini ‘Kıbrıs
Silinmiş: s
Sorunu’ çözümünün kriteri olarak görmesi, ikincisi ise içsel dinamik
Silinmiş: un
nitelendirilmesi kapsamında daha demokratik bir toplum yönünde ‘Bu Memleket
Silinmiş: demokrası paydasında
Bizim Platformu’ ile başlayan toplumsal talebin artmasıdır. Kavramın içsel
Silinmiş: gibi içsel
dinamiklerdir.
görünümünde ortaya çıkan sonuçlardan biri sivil toplumun hem politik bir
Silinmiş:
Silinmiş: ,
söylem hem de aslında bir kimlik arayışına tekabül etmesidir. Bu açıdan
bakıldığında sivil toplum analitik bir inceleme süjesi olarak okunabilir. Kabaca
6
Silinmiş: Y
yoğun milliyetçi odakların kamusal alan üzerindeki hegemonyasının aşılması için
sivil toplum uluslararası alandan da destek bulan alternatif güçlü bir demokrasiye
denk gelir. Çünkü, bireysel hakları hukuk (yasal düzenlemeler), toplumsal
hakları devlet, grup haklarını ise en basit düzeyde STK’lar korur. Bu nedenle
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
‘ulusal çıkar’ veya Kıbrıs sorunu gibi ‘ulusal hasasiyetler’ çoğunlukla toplumsal
haklar ve birey/grup hakları ile gerilim oluşturur. Ada’da STK’lara demokrasi
adına duyulan ihtiyaç bir anlamda bu gerilimi azaltma diğer yandan ortaya
çıkacak sorunların önlenmesi için ihtiyaç duyulur. Böylece gruplar ve hükümetler
arasında temsilcilik düzleminde müzakere ortamı yaratılır. STK’lar bugün için
sadece hakların korunmasına yönelik birer enstürman ve alternatif siyasi ve
ideolojik kanallar açarlar.
Silinmiş: Nitekim sivil toplum
tartışmalarının sürdürüldüğü süre
zarfında en azından Ada’nın
Kuzey tarafı için iktidar dahil
olmak üzere minimal alanlara
kadar yeniden yapılanma sürecine
girildiği görülür.
2. Çalışmanın Amacı:
Silinmiş:
¶
¶
Silinmiş: ¶
Silinmiş: ¶
Çalışmanın amacı; ‘sivil toplum’ olgusu ve ‘sivil toplum kuruluşlarının’
Silinmiş:
Kıbrıs’taki varlığını ve gelişmişliğini tanımlamaktır.
3. Çalışmanın Yöntemi:
Çalışmanın yönteminde, Avrupa’daki örneklerine dayanarak, siyasal ve
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,63 cm
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,61 cm
kültürel toplumsal dönüşümlerin STK’ların yapısal değişimine neden olduğu
Silinmiş: a
önermesinden hareket edildi. Bu önerme kapsamında metodolojik olarak
7
kullanılan belli başlı yöntemlerden biri literatür taraması, kronolojik inceleme
Silinmiş: inde
gibi dokümanter analizdir. Böyle bir analiz çalışma içerisinde, örgütlenme
pratikleri gözönünde tutularak, öncelikle Ada’da kamusal alanın yapısal
Silinmiş: ¶
¶
Silinmiş: Ö
özelliklerinin belirlenmesi için tarihsel bir değerlendirme yapabilmeye olanak
Silinmiş: ıldı
tanımakta aynı zamanda bugüne dair önemli açılımlar sağlamaktadır. Buna göre
Silinmiş: D
değerlendirme sonucunda özel yapısal dönüşümlerin sivil toplum kuruluşlarına
Silinmiş: S
yansıması ve STK’ların yaşanan değişimlerdeki rolü ele alınmıştır.
Kullanılan ikinci bir yöntem ise veri toplama aşamasında gerek sivil toplum
kuruluşları temsilcileri gerekse konuya vakıf olan diğer kişilerle kayıt dışı
yapılan konuşmalardan elde edilen izlenimlerdir. Örneğin Kıbrıs Türk Ticaret
Odası Genel Sekreteri Mustafa Damdelen, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası
Başkanı Ahmet Barçın, Kıbrıs Türk Orta Öğretmenler Sendikası Genel Sekreteri
Şener Elcil, Halk Sanatları Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi Hüseyin Gürşan
(sosyolog), Yöneticilik Merkezi Sorumlusu Kani Kanol görüşülen kişilerden
bazılarıdır. Toplum içerisinde önemli ve değerli kişilerin görüş ve saptamaları,
sivil toplum kuruluşlarını analiz etmekte oldukça yararlı veriler sağlamıştır.
Ayrıca kişisel deneyimler ve gözlemler, STK’ların toplum tarafından nasıl
algılandığına yönelik derinlemesine inceleme yapabilmeyi kolaylaştırmıştır.
Birincil ilişkilerin sivil toplum hareketi ve kamusal alan içinde merkezi konumda
bulunduğu önermesi bu deneyimin bir sonucudur. Yine buna bağlı olarak İngiliz
Sömürge Dönemi’nin son yılları, Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluşu ve sonrası,
KKTC’nin kurulması gibi üç önemli yönetim değişikliği bugünün vatandaşlarının
Silinmiş: ş
birçoğunun tanıklığında gerçekleşmiş olması, toplumun genelinde sivil toplum ve
STK’lar üzerine bireysel deneyimler sonucu kazanılan resmi kaynaklar dışında
Silinmiş: un
8
güçlü bir yorum elde etmeyi sağlamaktadır. Bu nedenle çalışmanın son kısmında
gayrı-resmi görüşlere ağırlıklı olarak yer verilmiştir.
Silinmiş: ¶
4. Çalışmanın Kabulleri:
-
Sivil toplum kuruluşlarının
yapısal ve söylemsel özelliği kamusal alana
içkindir. STK’lar, kültürel ve sosyal olmakla birlikte, savunulan hakların
korunması veya temin edilmesi için son kertede politik bir duruşa sahip
olmayı da kapsar.
-
Sivil toplum ve STK ilişkisi durumsal ve ilişkiseldir. STK’lar, özel alan ve
kamusal alan arasındaki iktidar ilişkileri ve çatışma merkezlerine göre kendi
özel şartlarını ortaya koyar.
-
STK’lar ‘demokratik sivil toplum’ anlayışına hizmet edebildiği gibi, siyasi ve
Silinmiş: a
kültürel hegemonyanın inşasına da hizmet edebilir; bu çerçevede ideolojik
boyutuyla ele alınmalıdır.
-
STK’lar asgari düzeyde belli bir ‘hak’ kümesine atıfla meşruluk sağlar;
hakların
belirlenmesi
STK’ları
kuramsal
tanımlayabilmenin yöntemlerinden biridir.
ve
söylemsel
olarak
9
5. Çalışmanın Sınırlılıkları:
Çalışma içerisinde iki sınırlılıktan bahsedilebilir. İlki Kıbrıs’ta 1974 öncesi
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,61 cm
dönemde Rum ve Türk’lerin oluşturdukları örgütlere dair sınırlı sayıda veriye
ulaşılabilmesidir. Varlığından haberdar olunan bir çok örgütün yazılı belgeleri
çeşitli nedenlerden dolayı günümüze gelmemiştir.
İkinci neden ise, 1974’ten sonrası dönem için ‘dil’ problemi nedeniyle,
örgütlenme pratikleri üzerine iki toplum arasında kıyas yapılamamasıdır.
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm
Silinmiş: ¶
¶
6. Çalışma Planı:
Biçimlendirilmiş: Girinti:
Asılı: 0,63 cm
Çalışma iki ana bölüm ve bir sonuçtan oluşmaktadır. İlk bölümde Sivil
toplum kuruluşları, ‘sivil toplum’ ve ‘toplumsal hareketler’ ve ilgili kavramlar
Silinmiş: i
yer almaktadır. İlk bölümde sayılan kavramlara yaklaşımlarla birlikte genel bir
çerçeve oluşturulmuştur. İkinci bölüm Kıbrıs’ta kamusal alan ve sivil toplumla
Silinmiş: b
ilgili
yapısal
ve
söylemsel
unsurları
tespit
edebilmek
için
üç
ayrı
dönemselleştirme yapılmıştır. Ana argümanı ortaya koyması açısından İngiliz
Dönemi (1878 – 1959), Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi (1960 – 1968) ve KKTC
Silinmiş: l
(1983-). Ancak bu dönemlere referans oluşturması adına kısaca genel entelektüel
yaklaşımlara da yer verilmiştir.
Yukarıda sayılan dönemlere paralel Kıbrıs’ta sivil toplum kuruluşları ve
Silinmiş: ne
örgütlenme pratiğine yine belli dönemler arasında sergiledikleri özellikleri göz
önünde buldurularak yer verilmiştir. İngiliz Sömürge Dönemi’nde başlayan
Silinmiş: ki
10
‘kooperatif hareket (1909)’ ve devamında gelen ‘sendikal hareket (1932)’
bugünkü sivil toplum kuruluşlarının altyapısını oluşturmaktadır. Bu nedenle bu
Silinmiş: nın merkezinde
çalışmada her iki hareket merkezi konumda bulunmaktadır.
Sonuç kısmında ise Kıbrıs’ta sivil toplum ve STK’larla ilgili kısa bir
değerlendirme yapılmıştır.
Silinmiş: ¶
Biçimlendirilmiş: Ortadan
11
BİRİNCİ BÖLÜM
1. Terminoloji Sorunu:
Sivil toplum kuruluşları (STK) tanımının kelime anlamı ile ne ifade ettiğine
yönelik
uluslararası
ve
ulusal
literatürde
belirgin
bir
kavram
kargaşası
yaşanmaktadır. Bu karışıklığın temel sebebi sosyal örgütlerin ve gönüllü
kuruluşların, ülkelerin kendi özgün sosyo-ekonomik koşullarında ortaya çıkması ve
genellikle bulundukları alanın kültürel ve yerel değerleri etrafında adlandırılmasıdır.
Bu nedenle kamusal örgütlenmelerin ne olduğuna yönelik uluslararası ilişkilerde,
ulusal sistemde ve teoride kullanılan STK tanımları anlam bakımından birbiri ile
çatışma halindedir. Bu çatışmaya rağmen fiilen kullanılan her tanım da aslında
paradoksal biçimde STK’ların ayrı bir karakteristiğini yansıtır.
ABD’de sosyal örgütleri, Non-Profit Organizations (NPO) – kar amacı
olmayan kuruluşlar - ve Private Volunteer Organizations (PVO) – gönüllü özel
kuruluşlar terimleri anlamlandırır. Amerikan değer sisteminde sivil toplum
kuruluşları genellikle dinsel kurumlarla özdeştir. ‘Amerika’da bir çok insan için
dinler siyasal katılım konusunda her birinin ön plana çıkardığı duyarlılık bağlamında
bir çeşit örgütsel alt-yapı işlevi görmektedir’ (Aktay 2003; 31). Amerika’nın
kuruluşunda rol oynayan göçmen kolonilerinin dinsel değerlerini daha özgür bir
alanda yaşama düşüncesi Amerikan cemaatlerinin yapı taşlarını oluşturduğu gibi
Amerikan kamusal hayatının baş aktörlerini kiliseler olarak tayin etmiştir. ‘Buna
karşılık bugün Amerika’nın siyasal değerlerinin kühnünü oluşturan bir çok unsur,
12
örneğin demokrasi ve özgürlük veya bağımsızlık fikirleri Protestanların Katoliklerle
yaşadıkları müsabakalarla hatta bir ölçüde Protestanların anti-Katolik tavırlarından
beslenerek şekillenmiştir’ (Aktay 2003; 32).
Genel olarak Amerika’da NPO ve
PVO’ların asli işlevi (ya da asli işlevi olması varsayılan) devletin yetersiz kaldığı
altyapı problemleri vb. sorunların giderilmesinde dışarıdan kaynak sağlamak ve diğer
sosyal aktiviteleri düzenlemektir. Başka bir ifadeyle PVO’lar devletin birer
uzantısıdırlar ve bu şekilde işlevselleşirler.
İngiltere, Fransa ve Avrupa genelinde Non-governmental Organizations
(NGO) – devlet/hükümet dışı örgütler terimi gönüllü kuruluşları tanımlamada
belirleyicidir, çünkü her iki toplumun kültürel ve siyasal deneyimleri sonucu devlet
bürokrasisi dışında yer alması gereken kurumların varlığına dikkat çekmek
istenmektedir. Amerika’daki örneklerinden farklı olarak Avrupa’da NGO’lar
anlamını devlet karşısında kazanır. Buna göre NGO’ların fonksiyonu sosyo-politik
alanda iktidarın gücünü denetlemek ve dengelemektir. Aynı zamanda Batı’da
modernite ile birlikte bireyler ve toplum arasında oluşan kopukluk aracı kurumlar
üzerinden giderilebilmesinden dolayı kamusal yapılanmalarında NGO’lara atfedilen
misyonlardan biri olan iletişim mekanları yaratabilme potansiyeli açısından sosyal
örgütler özel bir öneme kavuşur.
Üçüncü dünya ülkeleri veya Batı modeline kıyasla ekonomi ve demokrasinin
toplumsal yönetimde etkin ve aktif yerleşmediği bölgelerde birincil önemdeki açlık
ve artan hastalıklar karşısında tıbbi yardım, konaklama, gıda vb. yaşamsal değerdeki
ihtiyaçları karşılayabilecek kurumlara olan gereksinim nedeniyle kavram People
13
Help Organizations (PHO) – İnsani Yardım Örgütleri ve/ya People Organizations
(PO) – İnsancıl Örgütler olarak geçmektedir.
Türkiye’de 1980-90 arası dönemde sosyal örgütler ‘Demokratik Kitle
Örgütleri (DKÖ)’ olarak adlandırılmaktaydı. Uluslararası diyaloğun artması ve yeni
sağ ideolojileri çerçevesinde yükselen değer olarak sivil toplumu işaret etmek için
yeni bir tanımlamaya ve buna bağlı yeni bir isime ihtiyaç duyuldu. Ancak 12 Eylül
gölgesindeki dönemde ‘örgüt’ kelimesinin farklı çağırışımlar yapacağı ve devlet
dışılığın ise suç teşkil edeceği endişesi sebebiyle Avrupa ve Amerika’daki
örneklerinden farklı olarak daha mütevazı olduğu düşünülen ‘Sivil Toplum
Kuruluşları’ kavramını kullanmak tercih edildi. Son zamanlarda ise sosyal örgütlerin
sektörel alanının genişlemesi STK yerine ‘üçüncü sektör’ tanımının kullanılmasını
yaygınlaştırmıştır.
Kıbrıs’ta ise geçtiğimiz 10 yıllık döneme kadar coğrafya ve nüfusun az
olması sosyal örgütleri belli bir tema altında toplamak yerine kuruluşlarında yer alan
biçimsel özelliklerine göre adlandırılmasına sağlamıştır. Buna göre herhangi bir
örgüt dernek, birlik veya sendika olarak tanımlanmıştı. Daha sonraları özellikle
Kıbrıs sorunun Birleşmiş Milletler (BM) dışında Avrupa Birliği’nin (AB)
gündeminde de ağırlık kazanmasıyla birlikte uluslar arası resmi söylem
benimsenerek
gönüllü
kurumlar
değerlendirilmeye başlanmıştır.
‘Sivil
toplum
örgütleri’
çerçevesinde
14
Uluslararası resmi yazınında kavramın kullanımı bölgesel düzeyden
farklılaşmaktadır. Yine de genel olarak kamu örgütlülüğünü adlandırmada en yaygın
kullanılan terim NGO’dur ve terim diğer kullanım biçimlerine de yön vermektedir.
Bu bağlamda NGO’lar bir çok alternatif kullanıma ev sahipliği yapar bunlar; resmi
(official), bağımsız sektör (independent sector), gönüllü sektör (volunteer sector),
yurttaş toplumu (civic society), sıradan/tabandan gelen örgütler (grassroot
organizations), özel gönüllü örgütler (private voluntary organizations), ulus-aşırı
toplumsal hareket örgütleri (transnational social movements organizations),
toplumsal taban değişim örgütleri (grassroot social change organizations) ve devlet
dışı aktörler (non-state actors) (Gordenker- Weiss 1996; 20). Sözü edilen kavramlar
kimi zaman birbiriyle eş anlamlı kimi zamansa birbirini tamamlar nitelikte
kullanılmasına rağmen ‘non-state actors’ kavramı kapsamı bakımından kamu veya
sosyal örgütlenme dışındaki olguları da içermesinden dolayı anlam kaymalarına
Silinmiş: D
neden olmaktadır. Çünkü devlet-dışı aktörler yerel ve ulusaşırı devlet bürokrasisinde
olmayan tüm kurum ve faaliyetleri bir kavram altına toplar. Bankalar, terör grupları,
özel şirketler, dini kurumlar, etnik hareketler, çok uluslu şirketler vb. Kegly ve
Wittkopf devlet dışı aktörlerle NGO ve IO (international organizations) arasındaki
ayrımı devlet faktörünü göz önünde tutarak farklı değerlendirmektedir; ‘etnik
azınlıklar bir veya birden fazla ülkede devlet otoritesine meydan okuyarak
bağımsızlık için çabalamakta (Irak, İran, Türkiye’de Kürtler, İspanya’da Bask,
Srilanka’da Tamil), dinsel gruplar (Ortodoks Hıristiyan Kilisesi) ve çok uluslu
şirketlerse (Exxon, IBM) devletin ulusal çıkarlarıyla çatışma halinde olmalarından
dolayı non-governmental olarak nitelendirilmemektedir’ (Kegley – Wittkopf 1997;
174). Farklılık üzerine yürütülen tartışmaların temel çıkışı sivil toplum kurumlarının
15
devleti yıkmak veya devlete muhalefet etmek değil tersine devletin zayıflıklarını
düzeltici muhalif alanda olmaları önerisine dayanan Batı tezleri kaynaklık
etmektedir. Buna bağlı olarak ‘non-governmental’ ifadesi devlet-dışı yerine
hükümet-dışılığı vurgulamak için kullanılan argümanlardan biridir.
2. Tanım Sorunu:
Tanım sorunu, terminoloji sorunu dışında geç kapitalist toplumların parçalı,
dağınık ve çok katmanlı yapılarında giderek farklılaşan/çeşitlenen çıkar, talep ve
beklentiler doğrultusunda oluşan örgütlenme biçimlerinin ve örgütlenme amaçlarının
aynı oranda fazlalaşması ve farklılaşmasından ileri gelir. Tanıl Bora örgütlenmeyi;
‘somut tanımlanabilir (dolayısıyla sınırlı) bir ihtiyacı- çıkarı – talebi (veya bunların
nesnel olarak biraraya getirilebilir bir öbeğini) karşılamak amacıyla gerçekleştirilen
bir iş ve güç birliği’ (Bora 1997; 28) olarak tanımlamaktadır. Böylelikle geç –
kapitalist toplumların karmaşıklaşan ihtiyaçları oranında belli bir örgüt modelinden
bahsetmek giderek zorlaşmaktadır. Negri ve Hardt’ın belirttiği gibi STK terimi
muazzam sayıda ve heterojen örgütler dizisini bir kavram altına toplamaktadır
(Negri-Hardt 2003; 323).
Buradaki esas sorun belli ihtiyaç/sorunların çözümüne veya giderilmesine
yönelik kurulan örgütlerin hangi sistem içinde ne gibi bir dinamizme sahip olup
olmadığıdır. Örneğin STK’ların ‘devlet dışılık’ özelliğinden dolayı devletlerle veya
hükümetlerle aralarında mesafe olması gerektiği en yaygın görüşlerden biridir; ancak
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm
16
Collas’ında belirttiği gibi devlet-dışı demek politika-dışı demek değildir. Ghinst’de
‘hükümet dışılık’ sadece ‘hükümet dışılıktır’ derken aynı şeyi vurgulamaktadır. Yine
de STK’ların temel özellikleri, bazı itiraz noktaları belirtilerek şu şekilde
sıralanabilir; birincisi iktidar otoritesi dışında yer almak, ikincisi gönüllülük esasına
dayanmak, üçüncüsü herhangi bir kar amacı beklememek ve son olarak hareket
alanlarını kamu yararına göre biçimlendirmek. Ancak bu özelliklerin hepsinin bir
arada olması ne bir kurumu STK yapar, ne de olmaması herhangi bir kurumu STK
olmaktan çıkartır. Buna göre denilebilir ki Sivil Toplum Kuruluşları; derneklerden
vakıflara, okul aile birliklerinden sendikalara, sivil insiyatiflerden yurttaş
platformlarına kadar çok geniş bir açılıma sahiptir.
Bu bağlamda akademik
literatürde STK nasıl tanımlanabilir tartışması ‘gerçek STK nedir?’ sorusu üzerinden
yürütülmektedir.
Sendika, baro ve meslek odalarını merkeze alarak parlemento/partiler dışında
yönetime yön veren STK’ları bir alt siyaset alanında konumlandıranlar olduğu gibi
devlet
dışılık
özelliğini
yeterince
taşımadığı
gerekçesiyle
bunların
STK
sayılamayacağını iddia edenler de yoğunluktadır. Örneğin Atar, gerçek STK’ların,
girilmesi zorunlu yarı-kamusal nitelikteki baro ve meslek odalarının değil kadın,
gençlik, çevre, özürlü, hayır ve yardım, kentleşme, bilim ve teknoloji, tüketici,
çalışma hayatı
insan hakları gibi alanlarda ortaya çıkan sorunlar ve bunların
çözümüne yönelik çalışmaları amaç edinen oluşumlar olduğunu savunmaktadır (Atar
1997; 98). Ghinst, eylem biçimlerini dikkate alarak sendikaların grev yapabildiğine
buna karşılık klasik STK’ların grev yapamadığını belirtirken (Ghinst 1998; 220),
finansman açısından değerlendirenler sendika ve baroların kar amacı taşıdığı
17
gerekçesiyle ikinci sektör alanı dahilinde yer almalarını, üçüncü sektörün sınırlarının
ise vakıf ve dernekler bağlamında çizilmesini gerektiği iddiasındadırlar. Hatta
STK’ları demokrasi ile ilişkilendirenler için bu tarz örgütlerin parlamenter sistem
içinde hükümet olmadıkça ‘sivil toplum kuruluşu’ olarak değerlendirilebileceğini
savunmaktadırlar.
Örneğin
Başoğlu;
‘gerçek
bir
demokrasi,
sivil
toplum
kuruluşlarına, medyaya ve öteki kurum ve kuruluşlara dayanır; bu açıdan siyasi
partiler de sivil toplum kuruluşu sayılmasını’ (Başoğlu 1997; 42) önermiştir. Ne var
ki STK’ların teorik olarak iktidarda olmayan siyasi partilerle benzeştirilebileceği
düşüncesi STK tartışması içerisinde yeterli ve sağlıklı bir tanıma ulaşmaz. Öncellikle
STK ideolojik birlikteliklerde anlam bulmaz, politik partilerse spesifik bir dünya
görüşünün savunuculuğunu üstlenmelerinden dolayı ideolojik kurumlardır. Farklı bir
ifade ile herhangi bir gönüllü kuruluşun yapısını tamamladıktan sonra belli bir
ideolojiyi desteklemesi olası iken kurumsal kimlik ediniminde ideolojik tutum ilk
kertede belirleyici değildir. Bunun örgütlenme üzerindeki önemli sonuçlarından biri
grup ve birey katılımlarına açık örgüt yapılarına sahip olmayan siyasi parti ve
organlarından farklı olarak STK’ların her türlü katılımı olanaklı kılan geniş, esnek ve
örgüt içi iktidarı aşağıdan yukarıya oluşmasını sağlayan yapısal özellik
sergilemeleridir. Politik partiler ve STK arasındaki ayırıcı değerlerden bir diğeri
STK’ların iktidara sahip olmayı hedeflememesi aksine iktidarın yakınında veya
uzağında demokrasi adına daha çok dışarıdan parlamento üzerinde bağımsız bir
sosyal denetim mekanizmasında yer almalarıdır. ‘Bu bağımsızlığın gereği ya da
sonucu olarak, sivil toplum kuruluşlarının yalnızca eleştirel bakış açılarını ve
kurumsal mesafelerini korudukları ve söylemlerinde ‘sivri dilli’ olarak kaldıkları
sürece gerçek anlamda ‘STK’ niteliği taşıdıkları, buna karşılık uzlaşmacı bir tutum
18
benimsedikçe ve düzene uyum sağladıkça bu yaftalarını yitirdikleri yönündeki bakış
açısı, oldukça yaygındır’ (Emeralp 1998; 42). Buna göre demokrasinin gereği olarak
siyasi partiler ve STK’lar işbirliğine gidebilmekte ancak aynı disipliner sahada yer
almamaktadır. Bu görüşlerin yanında toplumsal hareketler, sivil girişimler vb.
oluşumların örgütsüz gelişebildikleri için STK sayılamayacağı önerisine karşı bu tarz
bağımsız hareketlerin demokrasi ve sivil toplumun geliştirilmesinde önemli bir rol
oynadığını bu nedenle STK sınıflandırılmasına dahil edilmesi gerekliliği genel kabul
gören görüşler arasındadır.
Uluslararası ilişkiler çerçevesinde STK’lar daha şematik bir açılımda
değerlendirilmekte ve teorik tanımlamaların dışında kavrama belli birtakım
sınırlılıklar getirilmektedir. Avrupa Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin 2003 yılında
hazırladığı rapora göre (CES 291/99 fin rev. I/KH/ht-E/o); Sivil Toplum Kuruluşları
(Civil Society Organization) şu oluşumları içerir;
1- Emek pazarında yer alan aktörler; Avrupa Birliği içerisinde sosyal ortaklar
olarak kabul edilen sendika, işveren ve meslek örgütleri,
2- Sosyal ve ekonomik aktörleri temsilen- sosyal ortaklar kadar katı kurallara
bağlı kalınmayan: gençlik ve aile dernekleri, CBO (community based
organizations – topluluk temelli organizasyonlar),
3- Non-governmental organizations (NGO); insanların ortak bir neden altında
bir araya getiren, çevre örgütleri, insan hakları örgütleri, tüketici örgütleri,
hayır cemiyetleri, eğitim örgütleri ve,
4- Dini birlikler.
19
Bu kategorik yapıya rağmen uluslararası alanda STK’lar (NGO) anlamını
Intergovernmental Organizations (IGO) – hükümetlerarası kurumlar kavramı
karşısında kazanır. IGO ve NGO’ların temel farklı; ‘IGO devlet tarafından
kurulan ve yönetilen devlete bağımlı kurumlar’ (Beigber 1999; 80), NGO’lar ise
özel bireyler tarafından yönetilen, devletten otonom ve bağımsız, kendi
varlıklarına dair tüzük ve karar organları bulunan özerk kurumlardır. Bu ayrım
birçok uluslar arası örgütün aldığı kararlarla somutlaştırılmıştır. Örneğin Avrupa
Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin 1968 yılında aldığı kararla hükümetlerarası
anlaşmayla kurulmayan her kurum NGO olarak kabul edilmektedir. Kabaca IGO
ve NGO arasındaki ayrım yasal zemindedir ve 2 kategori arasında pek de açık
olmayan bir sınır vardır. ‘Buna göre NGO’ların görevi haksızlığa uğramış veya
ihmal edilmiş nüfusa hizmet etmek, insanların özgürlüklerini ve yetkilerini
genişletmek, sosyal değişimi müdafaa etmek ve hizmet üretmektir’ (WeissGordenker 1997; 19). Ancak yerel nitelikli NGO tanımlarının devlet otoritesine
karşı eleştirel tutumundan ziyade uluslararası tanımında IGO ve NGO arasında
belli bir dayanışma söz konusudur. ‘IGO ve NGO dayanışması 1- ticaret ve
finans, 2- teknoloji ve ekoloji, 3- güvenlik, 4- yeni toplumsal hareketlerin yerel
ve uluslararası bilinçlendirmedeki aciliyeti gibi 4 alanda gerçekleşir’ (WeisGordenker 1997; 20) .
Buna göre uluslararası alanda NGO’ların karakteristikleri şu şekilde
sıralanmaktadır;
1- resmi olmaları,
2- kendi kurumsal düzenlemeleriyle kendilerini yönetebilmeleri,
20
3- hükümetlerden bağımsız olmaları,
4- kar amaçlı olmamaları,
5- ulus-aşırı amaçları olması ve United Nations (UN) – Birleşmiş Milletler’le
(BM) aktif ilişki içinde olmaları.
Ancak bu karakteristiklerin yeterli olmadığı kimi durumlarda bazı istisnalarla
karşılaşılmakta ve bu durum 3 farklı alt kategoriyi doğurmaktadır;
GONGO/GRİNGO
(Government-
organized
Nongovernmental
organizations, Government run/spire non-governmental organizations):
‘hukuksal statüleri itibariyle belli
bir devlete bağlı olmamakla beraber,
faaliyetleri nedeniyle devlet güdümünde veya paralelinde olan örgütler için
kullanılmaktadır’ (Sancar 2000; 21). GONGO, Soğuk Savaş döneminin özel
şartlarında özellikle Sovyet Bloğu hükümetlerinin NGO’lara finansman
sağlamasıyla ortaya çıkan bir sınıflandırmadır.
QUANGO’s
(Quasi-nongovernmental
organizations):
devlete
bağlı
olmamakla birlikte; genel olarak faaliyet alanları evrensel değerler üzerine
kurulduğundan devletler tarafından ayrıcalıklı önem verilen kuruluşları olarak
tanımlanabilir. QUANGO’s, devletler tarafından çok geniş politikalar ve bağış
desteğini kabul etmekte ve bütçelerinin çoğunluğunu hizbe kaynaklarla
oluşturmaktadır. Bu kurumlar arasında Kızılhaç/Kızılay vb. insani yardım
örgütleri öncelikli sırayı alır.
21
DONGO (Donor-organized non-governmental organizations): NGO’ların
artan önemi karşısında uluslararası kurumların fonlar aracılığıyla NGO’ları
desteklemesi olarak kabul edilir. Son dönemde UNDP, UNOPS vb. BM ve AB
gibi kurumların desteği yanında uluslararası özel şirketler ve Dünya Bankası,
IMF
gibi
örgütlerden
de
destek
alan
NGO’lar
bu
kategori
altında
değerlendirilmektedir.
Terminoloji ve tanım sorunlarından anlaşıldığı gibi Sivil Toplum Kuruluşu
tartışması nitelik ve nicelik olarak çok boyutlu bir zeminde yükselmektedir. Bu
nedenle amaçları, hedefleri, mali bütçeleri-harcamaları, üye sayıları ve
özellikleri,
faaliyet alanları,
yaklaşımları
vb.
değişkenler
göz
önünde
bulundurularak, STK alanları her yönden incelenebilen ancak saptama
yapabilmeyi zorlaştıran bir konumdadır. Bunu göz önüne alarak ve tartışma
boyutunu yaklaşım ve yönelimler içerisinde değerlendirmek ve bu çalışma
kapsamında işlevsel bir tanıma ulaşabilmek için burada kısaca yerel ve ulusal
STK’ların özelliklerine değinilecektir.
2.1. Yerel STK’lar:
Ulusal ve uluslararası STK’ların yanı sıra yerel sivil toplum kuruluşları daha
çok bulundukları bölgenin ihtiyaçlarını karşılamak ve varolan somut sorunlar
etrafında toplanabilme özelliği taşır. Faaliyet alanları mikro kamusal alanlar
oluşturmaktadır. Keane; mikro kamusal alanları yeni deneyimlerin üretildiği ve
popülerleştirildiği laboratuarlar olarak tanımlamakta ve toplumsal hareketlerin
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,61 cm
22
oluşumunun ve etkinliğinin mikro kamusal alanların sağladığı ayrıcalık olduğunu
vurgulamaktadır, ‘çünkü mevcut iktidar dağılımına meydan okumalarının etkili
olmasının nedeni, sivil toplumun haber değeri taşımayan kenar ve köşelerinde
engellenmeden faaliyet göstermeleridir’ (Keane 1997; 313). Bu nedenle esasında
Silinmiş: S
sivil toplum ve demokrasi tartışmalarının mahalli idarelerle birlikte en önemli
ayağında konumlanılar. Çünkü küçük ölçekli örgütlerin geliştirdiği dayanışma
ağları, sorunlara hakimiyet gücü ve üyelerin birbiriyle olan etkileşimleri ve
iletişimleri ulusal ve uluslararası STK’lara oranla daha dayanıklı ve hızlıdır. Bu
bağlamda tabanın siyasi ve ekonomik prosedürlere katılımını sağlayabilecek
önemli bir güç olarak kabul görürler. Bu saptama son yıllarda küresel
politikaların yerel STK’lara artan ilgisini de kısmen anlatmaktadır. Ne var ki
yerel STK’ların devletle olan ilişkisi incelendiğinde mikro kamusal alanların
iktidar karşısında bu kadar izole olmadığı ortaya çıkar. ‘Lissner’a göre devlet ve
STK ilişkisi altı farklı biçimde gerçekleşmektedir; ilk olarak gönüllü kulluk
(subservient), ortaklık (partnership), karşılayıcı (compensatory), ıslah edici
(corrective), itaatsiz (disobedient) ve yıkıcı (subversive) olabilir’ (Beigber 1998;
87). Yine benzer bir kategoriyi Şenatalar yapmakta; ‘devlet ve STK’lar arasında
hasmane bir ilişki olabilir; patronluk ilişkisi olabilir, STK’lar özgür ama devlet
ilgisiz olabilir ve yönetişim ilişkisi olabilmektedir’ (Şenatar 2001;11). Lissener’ın
şematik tanımında daha çok STK’ların devlete karşı tutumu, ikinci anlatımda ise
devletin STK’lara yönelik tutumu anlaşılabilir. Yerel STK’ları ekonomik
gelişmeler açısından değerlendiren Bryce, bu tarz örgütlerin; 1- kendi kendini
finanse edebilme, 2- toplumun genel refahını misyon alma, 3- kesin kararlarda
kalıcılık, 4- kararlarda halkın bakışına önem verme, 5- en düşük fiyat
Silinmiş: T
23
şekillendirmesi, 6- ürün ve servislerin düşük ücretle ve sübvansiyonla
desteklenmesi, 7- orta vadeden uzun vadeye daha düşün sermaye akışı
sağlanması, 8- ortaklar ve müttefiklerle kurulan ilişkilerle kurumun kapasitesini
ve etkisini artırabilmek’ (Bryce 2002; 50) gibi özelliklerinden dolayı
ayrıcalıklarını vurgulamaktadır.
2.2. Ulusal STK’lar:
Ulusal STK’lar, yapısal olarak bölgesel STK’lardan pek bir farklılık
göstermese de söylemsel olarak daha farklı kavramları gündeme taşır. Örneğin
üçüncü sektör tartışmaları geniş olarak ulusal STK’ların bir yönünü ortaya koyar,
ikinci olarak yurttaşlık ve sivil insiyatif gibi olgular ulusal STK’ların çalışma
sahasına aittir.
Üçüncü sektör tanımı devlet ve pazar ekonomisi tarafından belirlenen özel bir
konuma atıfta bulunur, bu nedenle genellikle üçüncü sektör tartışmaları, sivil
toplum tartışmasının ekonomi ayağında yükselir. Üçüncü sektör diğer
yaklaşımların dışladığı sendikalar, barolar, meslek odaları gibi yarı-kamusal
örgütlenmeleri tümüyle içine alır ve siyasal açıdan ekonomi politikalarını
etkileyebilecek, yönlendirebilecek ve bu doğrultuda sosyal politika üretebilecek
bir STK anlayışını ifade eder. Kabaca üçüncü sektör, STK’ların sosyal yönünü
arka plana alınarak ekonomik parametreleri öne çıkarmak için başvurulan bir
ifade tarzıdır.
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,61 cm
24
Yerel STK’lara karşı ulusal STK’ların kurumsal bazda daha geniş kitleleri
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
Silinmiş: ¶
temsil edebilme potansiyeline ek olarak ekonomik uygulamaların ‘ortak ulusal
çıkarı’
da
ilgilendirmesi
genelleştirmektedir.
açısından
Genellikle,
üçüncü
‘üçüncü
sektör
sektör
aşırı
‘kamu
yararını’
bireyselleşme
ve
globalleşme karşısında bir ağırlık’ (Doğan 2002;244) olarak görülür. Buna
rağmen üçüncü sektörün savunucusu ve aktörleri STK dünyası içinde işadamları
ve benzeri sermaye odaklı kuruluşların gönüllü faaliyetler oluşturmaktadır.
Üçüncü sektör tanımından uzaklaşan ve ulusal diye nitelendirilebilecek diğer
STK’lar büyük oranda yurttaş insiyatifi çerçevesinde oluşur. ‘Yurttaş girişimi
bireylerin bir araya gelerek kamu yararına dönük veya politik bir hedefe ulaşmak
amacıyla işbirliği içerisine girmeleri olarak nitelendirilebilir’ (Doğan 2002; 216).
Demokrasinin çoğulcu mantığı gereği sivil/yurttaş insiyatifini geliştirmek görevi
son kertede ulusal STK’lara düşer, çünkü devlet karşısında bireyin tekilliğini
aşabilme ve bireyin sosyo-politik katılımını sağlayabilmek için sivil insiyatiflerin
kurumsallaşması bir nevi zorunluluktur. Böylece yerel STK’ların mikro kamusal
alanlarda oluşturdukları tekil girişimlerin sınırlı kamuoyu ve desteği ulusal
STK’lar tarafından genişletilebilir.
Yerel
ve
Üstlendikleri
ulusal
STK’lar
misyonlar
çok
bakımından
söylemsel
pratiklerle
demokrasiyle
ayrışmaktadır.
ilişkilendirildiğinde
işlevlerinin aynı düzlemde yer aldığı görülür. Buna göre STK başlıca görevi
kamuoyu oluşturmaktır, ikinci olarak çoğulcu bir toplum yapısını temin etme,
üçüncü olarak proje üretebilme ve uygulayabilme, dördüncü olarak pazar
25
ekonomisinde bir denge oluşturmak ve son olarak uzmanlaşmaya bağlı insan
kaynağı yetiştirmektir.
3. Sivil Toplum Kavramı:
Bu bölümde ‘sivil toplum’ kavramının içeriği ve tarihsel dönüşümü
açıklanacaktır. STK’ların toplumla, devletle, demokrasiyle, ekonomiyle kurduğu
ilişkiler toplamının kökenleri ‘sivil toplum’ teorisi içinde aranmalıdır. Bu nedenle
sivil toplum, STK tartışmasının kuramsal çerçevesini oluşturmakla birlikte bugünkü
sosyo-politik yapılarda ki artan önemini ve yerini belirleyebilen önemli bir araçtır.
Sivil toplum birbiri ile ilişkilendirilen kavramlar bütününe odaklanan genel bir
felsefi yaklaşım olarak kabul görür. Terimin kullanımının çağrıştırdığı belli başlı
olgulardan bazıları kısaca özetlenirse değerler (values), topluluk ismi (collective
noun), alan (space), tarihsel hareket (historical moment), hegomonya (anti
hegomony) ve devlet (anti-state) karşıtlığıdır (Rooy 1998). Kavram ise demokrasi,
devlet-toplum iletişimi, pazar – devlet – STK ilişkisi, sosyal hareketlilik gibi
olgularla ilgilenir. Bu olgularda bağımsız bir sivil toplum kavrayışı ise gerçekte
toplumun kendisine denk düşer. Chandran Kukathas bunu şöyle ifade etmektedir;
‘sivil toplum ne tür bir toplumdur ve onu toplumdan farklı kılan şey nedir? Bunun
cevaplarından biri basitçe ‘hiçbir şey’dir. Sivil toplum açıkça toplumdur...’
(Kukathas 1999; 22). Ancak toplumların durağan bir olgu olmadığı gerçeğinden
hareketle Batı siyasal düşünce sisteminden doğan ‘sivil toplum’ antik toplumun
26
feodal topluma, feodal toplumunsa modern topluma dönüşme evresinde gerek
düşünsel gerekse siyasal süreçlerde biçim değiştirerek ilk ortaya atıldığı dönemden
farklı anlamlar kazanmıştır.
Bugün sivil toplum tartışması genellikle çağdaş toplum teorisinden gelen liberal
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0,63 cm
öğreti üzerine inşa edilmiştir. Sanayi ve Fransız Devrileri’nin önünü açtığı
Aydınlanma felsefesi bireysel kimliklerin kazanımlarıyla ortaya çıkan özgürleşme
projeksiyonu; devlet ve toplum farklılaşması sonucu devlete karşı alternatif bir sivil
toplum varlığını somutlaştırmıştır.
Liberal yaklaşımda sivil toplum; zora değil rızaya dayalı bir toplumda
özgürlükleri genişletmenin yolunun, formel devlet örgütü biçimine
dönüşen otoritenin alanının mümkün olduğu kadar daraltılması ve
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
2,22 cm, Sağ: 1,8 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
hukukun sınırları içine hapsedilmesi, buna karşılık toplumun farklı
ekonomik, mesleki, sosyal, etnik veya dinsel grupların kendi kimliklerini
özgürce sergileyebilmelerine imkan sağlamasıyla mümkün olabileceğini
ifade etmektedir (Demir 1999; 8).
Silinmiş: ’
Silinmiş: ¶
Aynı zamanda liberal öğretide
kavram özgürlük, sivil haklar, yurttaşlık gibi
kavramlarla birlikte düşünülmesi açısından demokrasi kuramcıları için de iyi bir
toplum modelini idaelize eder. Çünkü sivil toplum devlet ve pazar dışında yer alan
ve her iki alanı düzenleyebilen en olası güçtür. ‘Bu fikre göre sivil toplumu ortak
ilginin yer aldığı sosyal hayatın yönlerini desteklemek amacıyla devlet ve pazar
dışında vatandaşlar tarafından kurulmuş örgütlerin tamamı olarak tanımlayabiliriz’
(Rojas 1999; 88). Sivil toplumu özgürlük ve demokrasi paydasında aktif bir söylem
haline getiren süreç ulus-devlet ve refah devlet anlayışlarının sosyo-ekonomik çıkar
ve beklentileri tatmininde yetersiz kalmasıyla sürüklendikleri bunalımdır. Özellikle
27
toplum içinde yer alan etnik ve sosyal grupların (eşcinsel, çevreciler vb.) eşit hak
talepleri doğrultusunda seslerini yükseltmesi Avrupa siyasi ve sosyal dinamiklerini
Silinmiş: i
yeni bir arayışa itmiştir. Toplumsal hareket diye nitelendirilen taban insiyatiflerinin
yarattığı değişim sürecine küreselleşme ve yeni enformasyon teknolojilerinin
gelişiminin eklenmesi ulusal konuların uluslararası niteliğe dönüşmesine neden oldu.
Bunun sonucunda yeni dünya düzeni içinde temsili demokrasi bir yöne doğru
zayıflarken yerine tüm toplumsal grupların dahil olduğu katılımcı demokrasi istemi
geldi. Ancak sivil toplumun etkinliğinde rol oynayan en önemli gelişme Batı’nın
tersine Doğu’da yaşanan radikal değişiklikler olacaktı. Doğu Bloku’u ülkelerinin
komünist felsefesinin yıkılmasının ardından (SSCB’nin dağılması), Batı gibi
Doğu’da da yeni sistem arayışlarının pratik bir gerekliklilik olarak ortaya çıkması
sivil toplumun yeniden hatırlanmasına ivme kazandırdı. Böylelikle kapitalizm ve
komünizm gibi ciddi sıkıntılar yaşayan iki farklı sistem, çıkış yolunu farklı
açılımlarla olsa bile demokrasi ve sivil toplum anlayışının evrensel yayılımında
buldular. Norman Barry sivil toplumun ortaya çıkışını şöyle özetlemektedir;
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Kavramın fikri kökleri Avrupa liberal düşüncesinin tarihinde yatmakla
Silinmiş: ‘
beraber, komünizmden kurtulmak için çabalayan ama belki Amerika’nın ve
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
belki bir dereceye kadar da İngiltere’nin aşırı bireyciliğini bütün kalbiyle
benimsemekte isteksiz olan ülkelerin sivilliği teşvik ve Anglo-Amerikan
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
kapitalizmin bir özelliği olan sağ ekonomik liberalizmden ayrı bir özgürlük
kavramını tecessüm ettiren bir sosyal düzen peşindeki Doğu Avrupa’da
gelişmiştir (Barry 1999; 1).
Yeni sağ ve yeni sol ideolojilerin tekrardan inşa edilmesi sivil toplumun işlevine
yönelik üç farklı yaklaşım getirmiştir. ‘Bunlardan ilki devlet (siyasal toplum) ile sivil
toplumun (yurttaşlar topluluğu) birbirinden tamamen ‘ayrı’ iki oluşum olduğu
Silinmiş: ’
28
varsayımında hareketle’ (Dağtaş, 1999); ‘Çoğulcu Sivil Toplum’ kuramıdır. Çoğulcu
sivil toplum kuramı, sivil toplumun devlet karşısında genişleyerek sosyal haklar
doğrultusunda devletin denetlenmesini öngörmektedir. İkinci olarak ‘Asgari Devletçi
Sivil Toplum’ kuramı – ki çoğulcu sivil toplum kuramında olduğu gibi yeni sağ
liberal düşüncenin geliştirdiği bir kuramdır – devlet görev ve yetkilerinin daraltılarak
sivil inisiyatifin girişimciliğini artırma ve tüm pazar değişkenlerinin birey/özel
girişimin denetimine geçirilmesi iddiası taşımaktadır. Bu kuram özellikle
Thatcherizm ve Özalizm gibi 1980’lerin etkin politikalarının temsili olarak gündeme
geldi. Son olarak ‘Katılımcı Sivil Toplum’ kuramı, neo-marksist düşünceden doğan;
sivil toplum ve devlet arasındaki dengelerin korunarak birey ve grupların yönetime
aktif katılımını öngörmektedir. ‘Bu üç kuramdan genel olarak sivil toplum kavramı,
devlet denetimi ve baskısının ulaşamadığı veya belirleyici olmadığı alanlarda,
bireylerin/grupların devletten izin almadan kavuşturmaya uğrama korkusu taşımadan
ve ekonomik ilişkilerin baskısından da büyük ölçüde bağımsız olarak hareket ederek
tutum belirleyebildikleri, sosyo-kültürel etkinliklerde bulunabildikleri, gönüllü rızaya
dayalı ilişkilerin, etkinliklerin ve kurumların oluşturulabildiği bir toplumu ifade eder’
(Atar 1997; 98).
3.1 Sivil Toplum Kavramının Ortaya Çıkışı:
Sivil toplum kavramının epistemolojik kökeni latinceden gelen ‘civitate’
(devlet, site, şehir) kelimesidir. Daha sonra fransızcaya civil (medeni, uygar, kibar)
şeklinde aktarılmıştır. Kavram ilk kez Aristo’nun ‘Politika’ adlı eserinde ‘koinonia
29
politike’ şeklinde kullanılmıştı. ‘Bu kavramdan (1) bir devlet daha doğrusu site
devleti çatısı altında, site devleti sayesinde ulaşılan en yüksek iylik ve amaç, (2) polis
sınırları içerisinde yaşayan bütün diğer insan toplulukları anlaşılmaktaydı’ (Doğan
2002; 9). Antik toplum diye nitelendirilen önce Yunan ardından Roma
medeniyetlerinin siyasi yapısında bugün anladığımız vatandaşlık/yurttaşlık ancak site
içerisinde yer alan polisle bir anlam kazanmaktaydı. ‘Böyle bir toplumda birey
kayıtsız şartsız topluma adanmış bir varlıktı’ (Doğan 2002; 9). Burada söz konusu
olan devlette birey ve topluma ait özel tercihler ve beklentiler olmadığı gibi esas
önemli olan ‘polis’in devamlılığını sağlamaktı.
Roma uygarlığında ise Çiçero ‘republica’ terimi ile sivil topluma Aristo’ya
benzer bir yaklaşımla değinmiştir. Ancak Roma uygarlığında societas civilis bütün
bir devletten ziyade aile ve devlet gibi farklı iki alanın altını çizmekte buna rağmen
devletin varlığının aileye karşı üstünlüğü kabul edilmekteydi. Yine de Roma
geleneğinde sivil toplum devletin karşında değil, devlet sivil toplumun enstürmanı
olarak kurgulanmıştır. ‘Eski Yunan’da şehrin gelişmesi ve vatandaşın oluşması
sürecinde ‘polis’in varolması ile bir gelişme ve uygarlık süreci olarak ortaya çıkan
gelişmelere Roma hukukuyla ‘tüzel kişilik’ kavramı eklenmiş ve bu oluşumlar sivil
toplum alanının gelişmesine katkı sağlamıştır’ (Yılmaz 1997; 87).
Societas civilis, respublica, koinonia politike, conciliato, comminita gibi
birbirine yakın anlamlı kullanılan sözcüklerin hepsi şehir, şehirleşme devlet ve site
anlamlarını içerdiği gibi sivil toplumun gelişmesinde devlet-şehir ilişkisini açıkça
ortaya koymaktadır. Böylelikle sivil toplumun yapısal dönüşümü ortaçağda ortaya
30
çıkan burjuvazinin ticarette etkinliğini genişlemesi ve bunu takiben kentleşme ve
sanayinin artmasıyla meydana geldiği söylenebilir. Burjuvazinin feodaliteye karşı
geliştirdiği mücadele kısmen de olsa Krallık otoritesinin devamını sağlayan feodal
beylerin yönetim alanı dışına çıkarak toplum içerisinde farklı bir grubun kendine ait
özerk bir alan yaratmasına neden olmuştu. Burjuva ticaretinin gelişimi ve kentleşme,
yönetim dışında özerk alanlar yaratmakla kalmaz aynı zamanda geleneksel tarım
toplumunun yapısını da değişime zorlar ve sanayi devrimine bağlı gelişen kapitalist
ilişkiler sonucu geleneksel toplumun sahip olduğu cemaat içerisindeki birincil
ilişkiler, cemiyet içerisindeki ikincil ilişkilere dönüşecekti.
Dönüşümün ortaya
çıkardığı sonuçlardan biri, bireylerin aileye ait özel alanı aşıp aile ve devlet dışında
farklı bir mekan yaratması ile gerçekleşmiş ve sivil toplumun çekirdeği ‘kamusal
alanların’ oluşmasına sağlamıştır. ‘Aristokratların malikanelerinde, cemaatlerin
kapalı duvarları arasında, kiliselerin arka bahçelerinde, emekçi sınıfın izbe
mahallelerinde dışa kapalı dünyalar net biçimde aleniyet kazanmakta ve sır perdesi
aralanan açık bir toplum ortaya çıkarmaktaydı’ (Çaha 1998; 76). Özellikle 17.
yüzyılda matbaayla birlikte gazeteciliğin gelişimi yeni oluşan kamusal alanın iletişim
formasyonunu ve bilgi aktarımını sağlayarak grupların ve bireylerin farklı
kamusallarla ilişki kurup daha da yaygınlaşmasına neden olmuştur. ‘Böylelikle,
kamuoyu basın yoluyla kendi bilincine varırken burjuva toplumundaki özel alanın ve
kamusal çıkarların sadece hükümet tarafından değil uyruklar tarafından da takdir
edebileceği görüşü doğdu’ (Doğan 2002; 23).
Rönesans ve Reformlarla birlikte Avrupa’da ekonomik anlamda güçlenen bir
orta sınıf, siyasal alanda devlet ve tanrı figürlerinin kırılması, ulus devlet, yurttaşlık
31
haklarının doğması ve kamuoyu, kültürel alanda ise bireylerin aile ve devlet arasında
etkileşim ve iletişim kurabildikleri kamusal alanların ortaya çıkması sivil toplumun
gelişim temellerini oluşturmaktadır.
Silinmiş: ¶
Silinmiş: ¶
3.2. Sivil Toplumun Düşünsel Tarihi:
Sivil toplum kavramının formülasyonunda ve geliştirilmesinde J. Bodin,
T.Hobbes, J.locke, A.Ferguson, T. Paine, A.De Tocqueville, J.J. Roussoue, K.Marx,
Hengel, Hegel etkin rol oynayan düşünürlerdir. ‘Bu düşünürlerden bazıları için bu
kavram, gücü sınırlandırılması gereken toplumsal kesmi (çünkü paylaşılan egoist
tutukuları dile getirdiği – ki Hengel’in teziydi – ya da sınıfsal sömürü kesmini teşkil
ettiği için – Marx’ın inandığı gibi) dile getirirken, düşünürlerin çoğu ve özellikle de
liberalizmle kucaklaşanlar için, sivil toplum kavramı olumlu anlam taşıyıp siyasi ve
kişisel özgürlüklerle doğrudan bağlantılıdır’ (Mavratsas 2000; 98). Burada sözü
edilen düşünürlerden, devlet ve toplum ayrımının nasıl geliştiğinin izlenmesi
açısından Hobbes ve Locke, hem liberalizm hem de sivil toplumun bu gün sahip
olduğu anlamının temelini attığı için A.de Tocqueville, sosyal demokratların sivil
toplum değerlendirmesi için A.Gramsci, ve sivil toplumun genel bir eleştirisi için
Marx ve Hegel’in görüşleri önem kazanır.
17. ve 18. yüzyıl Kıta Avrupası’nda yaşanan gelişmelerle, devlet ve toplum
ilişkisinin sistematik biçimde siyasal ve toplumsal teorilerin tartışma alanlarına
32
taşınması, sivil toplumu geçerli bir toplumsal yapıyı temsil eder bir anlamlılığa
ulaştırdı. Çiçero’dan itibaren Devlet ve toplum farklılaşması Aydınlanma dönemine
gelindiğinde kimi zaman devlete karşı alternatif bir güç, kimi zaman da devlet
ideolojisiyle paralel ilerleyen, siyasal alandan bağımsız, toplumun özel yaşamına ve
ekonomik pazara ayrılmış burjuva sınıfına ait bir sosyal alan, yani sivil toplum
kavramsallaştırmasını doğurmuştur. Bu yüzden sözleşmeci diye adlandırılan
düşünürler, devlet ve toplum ayrımının sivil toplumla (kamusal alan) çözümlenen
evrimini takip etmek için önemli bir şablon oluşturmaktadırlar.
Sözleşmeci düşünürlerin ortak noktası, ‘devleti’, toplumun çıkarlarını, hak ve
özgürlüklerini korumak üzere yine toplum tarafından yapılan bir sözleşme olduğu
varsayımıdır. Bu nedenle, devlet ve sivil toplumu birbiriyle eş anlamlı
kullanmışlardı. Sözleşmeciler, devletten önceki geleneksel yapıların yani doğa
durumunda olan insanların devleti yaratmalarıyla doğa durumundan feragat edip yeni
bir siyasal toplum yarattıkları görüşünde kesişirler. Onlara göre devlet sözleşmesinin
gerçekleşmesi doğa durumunda ortaya çıkan eşitlikten doğan rekabet ortamının
yarattığı karışıklığı önleyebilmek için kontrol edici bir otoriteye ihtiyaçtan
doğmuştur. ‘Thomas Hobbes, doğal halde insanların birbirinin kurdu (homi homini
lupus) olduğunu bunun anarşi ve kaos anlamına geldiğini, bunu aşmak için insanların
devleti (Leviathan) meydana getirdiklerini, bir kez devleti oluşturduktan sonra tüm
hak ve yetkilerini devlete devrettiklerini belirtmekteydi’ (Yılmaz 1997; 87).
‘Hobbes’un ortaya koyduğu devlet yakından incelendiğinde iradelerin, yani
bireylerin rızasının bir araya gelmesi, birleşmesi sonucu oluşan suni bir varlık olduğu
görülür’ (Doğan 2002). Ancak Hobbes’un düşüncesinde devlet dışında bir sivil
iradenin olduğu yönünde herhangi bir ipucu yoktur fakat buna rağmen tüm toplum
33
iradesi yanında topumu/devleti oluşturan bireylerin iradesi olduğunun altı
çizilmektedir. Hobbes’un ve ileride bahsedileceği gibi Locke’un devlet ve toplum
ayrımına yönelik sergiledikleri tutum, Çiçero ve Aristo’nun sivil toplumdan
anladıklarına yakın bir çizgide yer alır. Buna göre sivil toplum belli bir hukuk
düzenine sahip, hak ve haksızlıkların iyi vatandaşlıkla belli bir ahlaki düzen
yaratabileceği görüşüdür.
Hobbes’un ve dönemin diğer düşünürleri gibi doğa durumu ve siyasal durum
karşıtlığına farklı bir yaklaşımı John Locke’da görürüz. Hobbes’dan farklı olarak
Locke, devlet sözleşmesi yanında bir başka sözleşmeden söz eder – ki bu kamusal
alanın açık bir ifadesidir.
John Locke tıpkı Hobbes’da olduğu gibi bir kurgu oluşturdu; devlet doğal
halden toplum haline geçilirken oluşturulan bir otoriteydi; ancak doğal
halde iyi olan insanın tüm haklarını devlete devretmesi gerekmiyordu,
sadece cezalandırma hakkını devretmesi kafiydi; doğumla kazanılan yaşam,
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 2,22 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
hürriyet ve mülkiyet hakları üzerinde devletin dahi söz hakkı olamazdı
(Bostancı 1997;183).
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
‘Locke’un 1690 tarihli ‘Hükümet Üzerine İkinci Deneme’ adlı kitabında yazdığına
göre, insanlar hayatlarının, hürriyetlerinin, genel olarak mülkiyet diye adlandırdığım
malvarlıklarının müşterek korunması için birleştikleri’ zaman bir sivil toplum
kurulmuş olur’ (Doering 1999;46). Buna göre doğa sözleşmesinin sona erdiği
noktada sivil toplumun varlığı ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle devletin
cezalandırma yetkisi dışında söz ettiği alan kamunun alanını yani ‘kamusal alanı’
oluşturmaktadır. ‘Locke siyasal otoritenin temelinin atıldığı sosyal sözleşmenin aile
dışındaki sosyal yaşamda gerçekleştiği yolundaki argümanından hareketle; özel
yaşamı duygusallığın, aşkın, duygunun, merhametin, özverinin sembolü olarak
kadının alanı olarak tanımlarken; kamusal alanı rasyonelliğin, sözleşmenin,
34
mübadelenin gerçekleştiği bir erkek alanı olarak kabul etmekteydi’ (Çaha 1998; 77).
Böylelikle sivil toplum – devlet ayrıştırması yapılmadığı halde sözleşmeci
düşünürlerle birlikte sivil toplum ve devlet ayrımının düşünsel temelleri atılmıştı.
Devleti bir sözleşme ürünü olarak kabul eden düşünürlerin kamusal alan
üzerine başlattıkları tartışmalara 1821 yılında ‘Philosophy of Right’ eserinde ki
eleştirel bakış açısıyla sivil toplum açılımına önemli bir ivme kazandıran Hegel’de
katılır. Hegel için sivil toplum kavramının taşıdığı mana yalnızca toplumlarla sınırlı,
ahlaksal değerlerin yozlaşması sonucu, bireylerin bir çıkar ortaklığı üzerine bir araya
geldiği ve mutlak denetim altında tutulması gereken kamusal alanların ifadesinden
öteye gitmemiştir.
Bu nedenle Hobbes ve Locke’un çalışmalarında yer alan sivil toplum için
doğa durumu ve sanayi sonrası durum çözümlemesi, Hegel’de farklı olarak sanayi
devrimi sonrası toplumlarda yaşanan yapısal dönüşümlerle ilgiliydi. Sözleşmeci
düşünürlerin bir çoğunda olduğunun tersine Hegel, devlet ve toplum ayrımını
irdelemek yerine sivil toplumun modern toplumlarda zaten somutlaşan devlet ve
toplum çerçevesinde ekonomik ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin devamını ve/ya
kurulmasını sağlamak üzere suni olarak yaratılan farklı bir alan olduğu görüşündedir.
Hegel, bu noktada yalnızca klasik liberal sözleşmeci düşünürlerle değil hem bu gün
için hem de 18. yüzyıl demokrasi bağlamında yer alan düşünürlerle de radikal
biçimde çatışır. ‘Hegel’e göre sivil toplum, liberal sözleşmeci Aydınlanma
filozoflarının aksine önceden verili ve değişmez bir yaşam kaynağı değildir’ (Doğan
2002; 114). Hegel’in bu görüşüne aileye ait ahlaksal alanla (Hegel’in aileye
yüklediği anlam bireylerin hukuki bir sözleşmeyle bir araya geldikleri sevgiye dayalı,
35
feshedilmesi mümkün olmayan ahlaki bir kurum olduğudur) devlete ait siyasal alan
(Hegel’e göre devlet, kamusal iradenin somut bir varlık kazanması halidir) arasında
konumlandırılan maddi alan üzerine yaptığı açık vurguda görülür. ‘Ancak devlet tek
tek iradelerin toplamı değil akıllı canlı bir bütündür’ (Doğan 2000; 25).
Aydınlanmayla birlikte bireylerin kendi gereksinimlerini sağlamak için aileden
bağımsız ilişki kurmaları, işbölümü, meta üretimi gibi burjuva toplumlarının temel
dinamiklerinin varlığı bireylerin doğal olandan kopuşunun sivil toplumu yarattığı
görüşünün altı çizilmektedir. Bireyler arasında, bağımsız menfaate dayalı olarak
kurulan ilişki örgüsü, burjuva toplumunun iki prensibini, yani bireysel çıkarın amaç
haline dönüşmesi ve çıkarcılığın genelliği, Hegel tarafından da ortaya konmuştur
(Doğan 2002; 116).
Hegel’in tezinde sivil toplum ekonomik ilişkilerin aileden ayrılan bir
bütünüdür. Buna göre devlet, aile ve sivil toplum sosyal ahlakın (sittlichkeit) üç
aşamasını oluşturmaktadır. Aile ve devlet arasında oluşan sivil toplum apolitik
olmakla beraber ailenin ahlaksal değerleri için bir tehdit oluşturarak (-ki çoğu yazar,
buradaki sivil toplumun ailenin anti-tezi olduğu yönünde hemfikirdir-) ekonomik
ilişkilerin varlığını idame ettirmektir. Hegel’in sivil topluma bakışı en özet biçimiyle
burjuva toplumunu karşılar. ‘Hegel’in ortaya koyduğu şekliyle burjuva toplumunda
dikkati çeken nokta, bireylerin her yönden karşılıklı bağımlılık içinde ve onun
bağlantı zincirinin devletten farklı olarak gereksinim ve iş esası üzerinde büyüyen bir
yapısal özelliği olmasıdır’ (Doğan 2002; 117). Sosyal ahlak oluşumunun üç aşaması
olarak varsaydığı aile, devlet ve sivil toplum ilişkisi ancak evrensel devlette
devamlılığı sağlanabilecektir. Bu nedenle Hegel mutlak ve evrensel bir devlet
otoritesinin varlığını şiddetle savunmaktadır.
36
Sivil toplum kavramına bir başka olumsuz eleştiri ise, Hegel’in devlet ve
toplum arasında kurduğu diyalektik ilişkiyi alabildiğine yadsıyan Karl Marx’tan
gelmiştir. ‘Hegel ve Marx’ın sivil toplumu ele alışlarında ki temel farklılık sivil
toplum-devlet ilişkisinin belirleyen-belirlenen ilişkisinin işleyiş yönü konusunda
ortaya çıkar’ (Doğan 2002; 163).
Marx her ne kadar Hegel’in sivil toplum yaklaşımını eleştirse de, o da tıpkı
Hegel gibi sivil toplumu burjuva toplumuyla eş anlamda kullanmıştır, ancak
Hegel’den farklı olarak Marx feodal toplumlarda sivil toplum varlığını kabul etmekte
böylelikle sivil toplumu yalnızca modern toplumlarla sınırlı tutmamaktadır. Hegel ise
feodal toplumlarda bir burjuva toplumunun olduğunu kabul etmesine rağmen sivil
toplumun ancak modern toplumlarda oluşabildiğini vurgular. Bu yüzden Marx’ın
sivil topluma yaptığı atıf, sivil toplum kavramının tarihsel süreç içindeki
değişimlerine ve uygulanımlarına göre olmuştur. Marx’ın sivil topluma yaklaşımı
genel Marxsist ideolojide olduğu gibi üstyapı ve altyapı ilişkisi çerçevesinde
ekonomik bağımlılık ilişkilerinin üretim formasyonunda gerçekleştiği bir aşama
olarak kabulüdür. ‘Marx’ın kavramsallaştırmasında sivil toplum (Bürgerliche
Gesselshaft) – burjuva toplumu – pazar toplumuydu; bu alana hakim ilişkilerde kendi
çıkar ve ekonomik hesaplardan doğan ilişkilerdi’ (Kukathas 1999; 26). Bu noktada
Hegel’in sivil toplum kavramsallaştırmasında devlet ve aile arasına konumlandırılan,
hukuksal ve ahlaki değerlerin çöküşünün yansıması olan burjuva toplumunu temsil
eden konumda bulunan sivil toplum, Marx’ta sadece ekonomik ilişkilerin organize
olduğu özel mülkiyete dayalı bir altyapı türevi olarak sabitlenmiştir. Bu nedenledir ki
Marx’ın sivil topluma bakışı liberal düşünürlerin tam aksine bir özgürlük alanı olarak
37
değil, özgürlüklerin ekonomik çıkarlar için yitirildiği, sınıf çatışmalarının üretildiği
bir alandır. Hegel’in iddia ettiği gibi aile-devlet ve sivil toplum ilişkisinin sosyal
ahlakı oluşturabilmek için bir evrensel devlet denetiminde uzlaştırılması düşüncesini
Marx tümden reddeder. ‘Marx, devletin kısmiyetçi iradesine işaret etti; devlet
egemen sınıfın tahakküm aracıydı; sınıflı toplumu muhafaza ederek devleti herkesin
kılmak mümkün olamazdı; devlete ilişkin önermede bulunmak yerine toplumu
değiştirmek gerekti; sınıfların ortadan kalkacağı, insanın maddi şartlardan
özgürleşeceği bir toplumda devlete de gerek kalmayacaktı’ (Bostancı 1997; 184).
Böylece Marx, Hegel gibi bir çözüm sunmaktan çok burjuva toplumunda sivil
toplumun varolduğu özel alanların öznelliğinin kaldırılması yönündedir.
Marx’ın toplumsal yapılar içinde ekonomiyi belirleyici tutması önemli bir
ölçek olarak kabul edilse de, toplumsal ilişkilerin ve sosyal yapının diğer
değişkenlerinin yok sayılması hem toplumların geçirdiği evrimlerin takibini hem de
sosyal hayatı anlamlandırmayı güçleştirmektedir. Bu nedenle sivil toplum
teorisyenleri için, devletin varlığı, ailenin varlığı, doğa ve cemaat ilişkilerinin
birbiriyle olan etkileşimlerini açıklamada yani sivil toplumun kendini açıklamakta
gerek Hegel gerekse Marx tek taraflı bir olumsuzlamaya gitmiştir.
Marx ve Hegel’in çözümlemeleri üzerine, ikisinin kesiştiği yerden sivil
toplum kavramına ilk sistematik görüşü dile getiren Antonio Gramsci olmuştur.
Gramsci’nin sivil toplum üzerine yaptığı çalışmalar, bu gün Marksist sosyal teoriyi
savunanlar ve sivil toplum üzerine çalışanlar için Marx’tan daha yaratıcı bir kaynak
oluşturmaktadır. Gramsci, sivil toplumu ne Marx’ta olduğu gibi sadece ekonomik
ilişkiler alanı ne de Hegel’de olduğu gibi gayri-ahlaki maddi alan olarak kabul
38
etmektedir. Ona göre sivil toplum, hegemonyanın işlevsellik kazandığı hem devletin
müdahale alanında hem de devletten ayrı bir kültürel alanın ifadesi olarak üstyapısal
bir bütünlük sistemidir. Gramsci sivil toplumu konsensus sağlayan bir hegemonya
aracı olarak görüyordu. Gramsci sivil toplumun, sosyalistlerin kendi ideolojik
hegemonyalarını oluşturarak kurumsal kimliklerini bu sistem içerisine yerleştirmeleri
ile sosyalizmin genişleyebilmesine ve yaygınlaştırılmasına hizmet edeceği fikrini
savunmaktaydı. Böyle bir öngörü sivil toplumun işlevi açısından post-marxistler için
Marx ve diğerlerinden daha gerçekçi ve daha somut bir çözümü ifade eder.
Gramsci’nin savından, genel sosyalist eğilim içerisinde devletin olmadığı eşitlikçi bir
toplum projesi idealinin sivil toplumun devleti aşarak onu denetleyici hatta devlete
egemen olması durumunda sağlanabileceği, bunun içinde zorunlu bir sivil toplum
varlığına ihtiyaç duyduğu görüşü çıkartılabilir. Gramsci egemen ideolojinin
yayılması için gereken araçları ki bunları egemenlik araçları diye tanımlamakta;
eğitim, basın, sendika ve kiliselerdi. Böylelikle devletin elinde bulundurduğu
ideolojik güç bu aracılarla yayılarak toplumsal rıza üretebilecektir. Bu noktada
Gramsci’nin bir başka dikkat çektiği unsurlardan biri de kültürel hegemonya
mücadelesinde sosyalizmin yaygınlaştırılması için siyasi ve kültürel önderlerin halkı
eğitmek ve yeni bir dünya görüşü yaratabilmeleri için organik olarak nitelendirdiği
aydınların gerekliliğidir.
Alexis Tocqueville diğerlerinden farklı olarak Avrupa’nın toplumsal yapısı
yerine Amerikan toplumunun etkileşim ve dönüşümlerini anlamlandırma çabasına
girmiştir. Tocqueville, Amerikan sosyo-ekonomik yapısı üzerinden hareketle sivil
toplum için örgütlü bir toplumun gerekliliği saptamasıyla sivil toplum kavramının
39
bugün sahip olduğu anlamına benzer bir yaklaşım sunan ilk düşünürdür. Bu nedenle
bazılarınca sivil toplumun babası olarak kabul edilir. Tocqueville’nin çalışmalarının
önemi, sivil toplumu sözleşmeci liberal düşünürlerin klasik liberalizm içinde yer alan
kamusal alan çözümlemeleri veya Marx gibi ekonomik belirleyiciliğin ön plana
çıktığı düşünsel alanda, sivil toplumun modern toplumun alt yapıları tarafından
üretilen bir alan olduğu görüşlerinin tersine yurttaşlık, halk bilinci ve halk insiyatifi
gibi tabandan tavana yayılan ve demokrasi bilincinin gelişmesini sağlayıcı bir etken
olarak bugünün dünyasındaki anahtar sözcükleri siyasal ve sosyal teoriler içinde
işlevsel kılmasından gelmektedir. Modern toplumların sahip olduğu birey portresi
Tocqueville’ye göre teknoloji ve rasyonelleşmeyle gittikçe homojenleşen toplum
yapısında yabancılaşmaktadır. Bu yabancılaşma içerisinde bireylerin diğerleriyle
eşitlikten doğan özgürlük talepleri ve bunun sonucunda oluşan tektipleşme devlet
otoritesini bireyler ve dolaylı olarak toplum üzerindeki yönetimini besler nitelikte
olmaktaydı. ‘Başka bir ifadeyle, toplumsal ayrıcalıkların yer almadığı demokrasiye
dayalı bir siyasal yapıda halk arasında egemen hale gelen yaygın eşitliğin siyasal
otorite lehine ve birey aleyhine bir üstünlük sağlayacağına dikkat çekmektedir’
(Doğan 2002; 90). Yalnızlaşan ve küçülen bireyin çıkış yolu Tocqueville’ye göre
ancak çoğulcu ve örgütlü bir toplum yapısıyla olabilecektir, çünkü çoğulcu ve
örgütlü bir toplum demokrasinin pekişmesine yardımcı olacak zorunlu bir
önkoşuldur. Bireylerin hak olarak kabul ettiği özgürlüklerin keyfi ve bencil niteliği
özgürlüklerin korunması açısından risk taşır. Bu yüzden bu durumu demokratik
despotizmin başlangıcı olarak kabul eder. Ancak örgütlü bir toplumda insan haklarını
devlet karşısında ve aynı zamanda dağınık bir çoğunluğun baskısı karşısında
korunabilir. Örgütlü sivil toplumun taşıyıcılığını ise yerel yönetimler ve mahalli
40
idareler yapmaktadır. Böylece çoğulculuğun ayrı bir baskı biçimi oluşturabileceği
tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktır. Bunun sonucunda farklı kimlikler ifade
özgürlüğü bulmakla beraber devlet otoritesi başka bir anlamda devlet tekeli kırılarak
demokrasi bilinci bir yaşam tarzı haline gelecektir. Yerel yönetimlerin dışında
gönüllü faaliyetler sürdüren ve azınlıkların seslerini duyurabilmek için politik
olmayan gönüllü kuruluşlara da ihtiyaç vardır. Böylece bireylerin eşitlik ve
özgürlüğü devletin merkeziyetçiliğinin karşısında, bireyler tarafından oluşturulacak
örgütler sayesinde devlet nezrinde hakkını güvence altına alabileceklerdir.
Tocqueville, bugünkü demokrasi ve liberal düşüncenin temel yapı taşı olan
sivil toplum örgütlerinin gerekliliğini açıkça savunmakta siyasal iktidarın denetim ve
kontrolünün ancak bu şekilde sağlanarak demokrasinin gelişeceğinin altını
çizmektedir. ‘Böylece, o, kendi kuramını oluştururken dönemin Amerikan
toplumundan esinlenerek modern yeni kurumlarla ve daha doğrusu gönüllü
örgütlenmeyi temel alarak geleneksel toplum yapısının çözülmesinin neden olduğu
boşluğu doldurmanın yanında, iktidara karşı sosyolojik setler kurarak, günümüzdeki
sivil toplum anlayışının mimarı olarak adlandırılmayı hak etmiştir’ (Doğan 2002;
95).
3.3 Sivil Toplum, Kamusal Alan ve STK Tartışması:
Son dönem çalışmalarında sivil toplum kavramını açıklamak için kamusal alan
kavramına başvurulmaktadır. Nitekim bunun sonucu olarak kamusal alan ve sivil
toplum kavramlarına belli bir eşdeğerlilik atfedilmektedir. Buna bağlı olarak bu
başlık altında amaçlanan, kamusal alanın tarihini açıklamak değil (çünkü genel bir
41
kamusal alan görüngüsü 18. yüzyıl düşünürlerinin sivil toplumla anlatmaya
çalıştıklarının üstüne oturmaktadır) daha çok sivil toplum ve kamusal alanın birbirini
tamamlayan ancak ayrılan noktalara da sahip olabileceğidir.
18. yüzyılda kamusal alan özel alan ayrımı üzerine inşa edilen ‘sivil toplum’
modeli 21. yüzyıla gelindiğinde kamusal alanın yapısal değişimi üzerine yeniden
tartışılmaya başlandı. Kamusal alanın modern yorumunu Jürgen Habermas’da
görürüz. Habermas kamusal alanı, tek tek bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan
‘ortak yarar’ doğrultusunda tüm toplumun iletişim ve müzakere ortamı şeklinde
formüle etmiştir. ‘Özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her
konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur’ (Habermas
2004; 95). Habermas için iletişim araçlarının yer aldığı ve kamuoyu oluşturmayı
sağlayan kamusal alan net bir biçimde devlet otoritesinden ayrılmaktadır. Çünkü,
‘kamuoyu ifadesi, yurttaşların oluşturduğu kamusal gövdenin devlet biçiminde
örgütlenmiş egemen yapıya karşı, enformel olarak (ve tabii seçim dönemlerinde de
formel olarak) yürüttüğü eleştiri yapma ve onu kontrol edebilme görevlerine işaret
Silinmiş: s
eder’ (Habermas 2004; 96). Buna göre kamusal alanın temel işlevlerinden biri
denetim ilkesinden gelmektedir. Denetim ise ortak yarardan doğan rasyonel mantık
içerisinde bir sonuca ulaşabilir. Bu noktada Habermas için sivil toplum, özel
bireylerin irade toplamı ve iletişim araçları bütününden oluşmaktadır.
Her halükarda ‘sivil toplumun’ kurumsal çekirdeğini, sistematik olamayan
birkaç örnek vermek gerekirse, kiliselerden, kültür derneklerine ve
akademilerden bağımsız medyaya, spor ve boş zaman derneklerine, tartışma
kulüplerinden, vatandaş formlarına ve yurttaş insiyatiflerinden meslek
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0,63 cm, Asılı: 1,27 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
birliklerine, siyasal partilere sendikalara ve alternatif kurumlara dek uzanan
devlet-dışı ve ekonomi dışı gönüllü birliktelikler oluşturuyor
2002; 52).
(Habermas
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
42
Silinmiş: ¶
Habermas’ın teorisinde kamusal alanın genel görünümü ortak yarar ve ortak ilgi ile
ilişkilendirilmiş tek bir kamu varsayımından türetilmiştir. Buna göre, ortak
kamusalda gerçekleşecek müzakereler liberal demokrasi için en ideal yöntem olarak
da formüle edilmiştir.
Nancy Frazer, toplumsal yapılar içinde farklı kamusalların olduğu gerçeğini
temel alarak, kamusal alanların dışlama potansiyelinin gözden kaçırılmaması
gerekliliğini öne çıkartmaktadır. ‘Burjuva kavrayışının aksine, kamusal alanlar
yalnızca söylemsel fikirlerin oluşum ortamları değil, ama aynı zamanda toplumsal
kimliklerin oluşum ve gerçekleşme alanlarıdır’ (Frazer 2004; 120). Bu nedenle
müzakere sürecine her bir bireyin eşit katılımını içeren tek bir kamu modelinden
bahsetmek olanaksızdır. ‘Tabakalaşmış toplumlarda, eşitsiz biçimde güçlenmiş olan
toplumsal gruplar, eşitsiz biçimde değer biçilen kültürel üsluplar geliştirirler’ (Frazer
2004; 114). Eşitsiz ilişkilerin üstesinden gelmenin ancak ortak yarar doğrultusunda
yürütülen müzakere tarafından aşılacak olduğu düşüncesi, farklılıkların yadsınması
anlamına gelecektir. Versraeten, liberal demokrasinin kamusal alan anlayışına
kuşkuyla yaklaşır. Ona göre; ‘Habermas’ın kamusal alanı kamu yararı anlayışıyla
sınırlandırılmıştı; oysa tam tersine, toplumsal gruplar kendi ‘özel grup çıkarları’
hakkında açık bir fikre sahip olana ve bu çıkarları kamusal alanda açığa vurma
olanağı bulana kadar ‘kamu yararı’ anlayışı başlayamaz’ (Verstraeten 2002; 345).
Ortak ilgi söz konusu olmadığı gibi tersi biçimde farklı ilgilerin yaratacağı farklı
kamular arası çatışma demokratik müzakerenin niteliğini oluşturmaktadır. Eşcinsel,
kadın, işçi hareketi gibi söylemsel pratikler eşliğinde oluşturdukları özerk kamusal
alanlar bu müzakere sürecini örneklendirir. ‘Bu alternatif kamular bağımlı toplumsal
grup üyelerinin kendi kimlik çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif yorumlar formüle
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
43
etmelerine izin veren karşıt-söylemler türeterek yaydıkları, birbirine paralel
söylemsel alanlara işaret ettiği için, madun karşı-kamusal alanlar (subaltern
counterpublics) olarak adlandırmayı öneriyorum’ (Frazer 2004; 118). Madun karşıkamusal alanlar diğer kamuları etkileme potansiyeli açısından hem egemen
toplumsal iktidarı dönüştürebilme hem de dengeleme işlevine sahiptir.
Çünkü,
‘birbirinden farklı ve daha sınırlı kamulara ait bireylerin kültürel çeşitliliği ortadan
kesen çizgilerde konuşmaya girmelerini sağlayacak ilave ve daha kapsayıcı bir
kamusal alan bulunması olasılığını dışlamaz’ (Frazer 2004; 121).
Keane bu bağlamda üç farklı kamusal alan biçiminden bahseder. Ona göre;
bireylerin ulus-altı düzeyde etkileşime girdikleri mikro kamusal alan, ulus-devlet
Silinmiş: yer alan
düzeyinde yer alan orta kamusal alan ve ulusötesi ve küresel düzeyde faaliyet
gösteren makro kamusal alanlar. Keane, mikro kamusal alanları Habermas ve diğer
teorisyenlerin özel alan olarak işaret ettiği yerde konumlandırmaktadır; ‘her ne kadar
bunlar resmi, kamusal yaşamın, parti politikasının ve medyanın şaşaalı dünyasının
dışında işleyen ‘özel’ alanlar gibi görünüyorsa da, kamusal yaşamdaki küçük grup
çabalarının tüm özelliklerini sergilerler’ (Keane 1997, 313).
Liberal gelenekte sivil toplum, aile ve devlet arasına konumlanmış sivil
birliklerden oluşan kamusal alan düşüncesi üzerinden tartışmaya açılmaktadır. Bu
bağlamda sivil toplum ve kamusal alan kapsamı Habermas gibi teorisyenlerin
Silinmiş:
çalışmalarından anlaşıldığı gibi, gönüllü sivil birliklere indirgenmiştir;
Ancak biliniyor ki modern sivil toplumlar kapitalist ekonomileri ve haneleri,
toplumsal hareketleri ve serbest kamusal alanları (kiliseleri,meslek örgütlerini
ve bağımsız iletişim araçları ile kültürel kurumları); siyasal partileri, seçmen
birliklerini ve devlet-sivil toplum ayrımının diğer bekçilerini içine aldıkları
Silinmiş: .
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0,63 cm, Asılı: 1,27 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
44
gibi okullar, hastaneler, tımarhaneler ve hapishaneler gibi ‘disiplin
kurumlarını da içermişlerdir (Keane 1997;32).
Bu bağlamda devlet karşıtlığında kurulan sivil toplum ilişkisi de belirsizleşmektedir.
Liberal gelenekte iyi işleyen bir kamusal alan devlet iktidarı dışında, politik
meseleleri denetlemekle yükümlüdür. Böyle bir yaklaşım devletin kendi içinde bir
kamusal alana sahip olabileceği fikrini yok sayar. Frazer’a göre parlamenter
egemenliğin ortaya çıkması 18. yüzyıldaki devlet sivil toplum ikililiğini
belirsizleştirmiştir. ‘Kamusal alanın tarihinde dönüm noktası yaratan bu gelişmeyle
birlikte temel bir yapısal dönüşümle karşı karşıya kalırız, çünkü egemen parlamento
devletin içinde bir kamusal alan olarak işlevde bulunur’ (Frazer 2004; 129). Buna
göre büyük oranda denetim içeren bir kamu modeliyle idealleştirilen bir kamu
modeli arasındaki ayrım sanıldığı gibi net değildir. Çünkü kamu aslında saldırıya
fazlasıyla açık sık sık müdahale edilen soyut yapısal özellik taşır. ‘Buna göre;
kamusal alan, hem devlet – sivil toplum ilişkilerinin karşılıklılığını, karmaşıklığını ve
çok boyutluluğunu simgeleyerek, hem de felsefi düzeyde üretilen normatif savların
ve önerilerin demokratik yönetim için değerini vurgulayarak, modern siyasal kuram
içinde devlet-sivil toplum arasında çizilen karşıtlığın gerisinde bir ‘düşünme ve
(varolan iktidar ilişkilerini) sorgulama mekanı yaratır’ (Cohen Arato 1992; Keyman
1998; 61).
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
45
4. Toplumsal Hareketler:
Toplumsal hareketler (social movements) sivil toplumun kurumsal olmayan
ancak kolektif iradenin devlet – toplum arasında görünür olduğu kuramsal bir söylem
ve bu söylemin yansıdığı eylem biçimlerini tanımlar. Buna göre toplumsal hareketler
sivil
toplumla
paydaş
teoriden
türeyen
kamusal
alanın
oluşmasında
ve
geliştirilmesinde önemli açılımlar sağlar. Bu bölümde toplumsal hareketlerin kökeni
ve nitelikleri tartışılacaktır.
1848 devrimleri’nden itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı tarihlerde
meydana gelen halk hareketleri ‘toplumsal hareketin’ başlangıcı olarak kabul edilir.
1910 Meksika devrimi, 1911-1949 Çin devrimi, 1945 İngiltere İşçi Partisi’nin seçimi
kazanması, Hindistan ve Endonezya’daki milliyetçi hareketlerin tümü toplumsal
hareket olarak düşünülmüştür. Toplumsal hareketler farklı dönemlerde çeşitli
coğrafyalarda ortaya çıkmasından dolayı belli bir kronolojik sıra izlemez. 1960 1970 arası yine çeşitli coğrafyalarda meydan gelen kitlesel hareketler ilk dönemde ki
örneklerinden yapısal farklılıklar taşıması nedeniyle ‘toplumsal hareket’ fikrinin
‘yeni toplumsal hareketler’ altında tekrardan gözden geçirilmesini sağladı. Temelde
eski toplumsal hareket düşüncesi o güne kadar varlığını koruyan egemen iktidara
karşı gerçekleştirilen ve bunun sonucunda sistemin de değişmesine neden olan halk
Silinmiş: .
hareketi olarak kabul edilir.
Sanayi kapitalizmi evresinde, işçi sınıfı eylemleri bir yandan, üretim
sisteminin içinde yer alan sınıf ilişkilerini, diğer yandan da devlet iktidarını
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
elde etme ve siyasal hakların genişletilmesi talebini ilgilendiren, iç içe geçmiş
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,25 cm, Asılı: 0,66 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
bir dizi mücadeleyi kapsamıştır (ayrıca, işçi sınıfı eyleminin gözlenmesi,
Silinmiş: ‘
kollektif eylemin çözümlemesine ilişkin kuram ve yöntemlerin inşasına da yol
Silinmiş: ’
açmıştır) (Melluci 2004; 268).
Silinmiş: ¶
46
Bu bağlamda; toplumsal hareketler ilksel olarak sosyalist partiler ve
sendikalar olarak kavranıyorlardı. Böylelikle sendikaların ve işçi sınıfının
yürütücülüğünü üstlendiği Marksizm ve Anarşizmde hayat bulan devrimci mücadele
toplumsal hareketlerin ilk örnekleri arasında sayılmaktadır. Marksist sınıf mücadelesi
dışında eski toplumsal hareketleri örneklendiren ikinci argüman ise tüm dünyayı
etkisi altına alan milliyetçilik ve ulus kimlik mitleriyle bugün merkez ülke
sınıflandırmasında yer alan devletlerin iç politik yapılarını bütünleştirme çabası ve
yine bugün çevre ülke denilen devletlerin aynı görüş doğrultusunda sömürgeciliğe
karşı giriştikleri bağımsızlık mücadeleleridir. Her iki hareket niteliksel olarak
farklılıklara sahip olsa da temelde amaçlanan egemen iktidar üzerinde baskı
oluşturarak sistemin istenilen biçime dönüşmesini sağlamaktı. ‘Sınıf temelli
toplumsal hareket baskıyı, işverenlerin ücretliler, burjuvazinin proleterya üzerindeki
baskısı olarak, ulusal hareket ise baskıyı, bir etnik-ulusal grubun bir diğeri üzerindeki
baskısı olarak tanımlıyordu’ (Arrighi, vd, 2004; 36). Burada toplumsal hareketler
kavramının merkezinde yer alan toplumsal çatışma fikri öne çıkmaktadır. ‘Siyasal
ideolojilerin çoğu sadece eylemin her zaman özel kalacak isteklere genel bir önem
kazandırabileceğini kesinlerken, toplumsal hareket düşüncesi her toplumsal
yapılanmanın merkezinde temel bir çatışma olduğunu kanıtlamaya çalışır’ (Touraine
2002; 124). Kavramın ana fikrini oluşturan çatışma düşüncesi bir yandan tarihsel ve
analitik bakımdan kolektif eylemlerin bütünsel bir yapı sergileyememesini
açıklarken, diğer yandan toplumsal hareketlerin her ne kadar protesto kültürünün bir
parçası olsa da diğer tepkisel oluşumlardan ayrışmasına kaynak oluşturmaktadır.
‘Zaten bu ‘yüzden toplumsal hareketler’ sözü toplumbilimciler arasında yeni yeni
47
kabul görüyor; hem toplumsal karşı çıkışı hem de siyasal eylemi kapsadığı için
toplumsal hareket kavramını kullanmayı yeğliyoruz’ (Touraine 2002; 136).
Silinmiş:
Buna göre; toplumsal hareketler kabaca toplumsal yapılar arasında süregelen
çatışma ortamlarında taban insiyatiflerine dayalı oluşan kolektif eylem biçimleri
olarak tanımlanabilir. Sosyo-politik karşı çıkış toplumsal hareketlerin tanımlayıcı
öğelerinden biri iken ikinci tanımlayıcı unsur kolektif eylemi gerçekleştiren
araçlarının değişimi üzerinden sağlanır – ki özellikle son dönem çalışmalarında
toplumsal hareketlerin iletişimsel eylem boyutu ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Collas,
toplumsal hareketleri bu yönüyle ele almakta ve hareketlerin karakteristiklerini premodern döneme kıyasla gerçekleşen dört farklı değişim üzerinden belirlemektedir.
Pre-modern dönemde hareketlerin yapısal modeli vaiz (preachers) ve vaaz verme
(preaching) idi. Buna göre, ‘politik mesajın yayılımın enstürmanları karizmatik
önderler ve sözel (oral)
iletişim oluşturmaktadır’ (Collas 2002; 69). ‘Modern
toplumsal hareketlerin’ karakteristiği ise feodalitenin hakim olduğu pre-modern
dönemden farklı olarak sekülerizm, üyelere açık olmak (open membership),
evrensellik (universalizm) ve basınla (publicity) belirlenmektedir (Collas 2002; 69).
Bu bağlamda modernite özelliklerinin kurumsallaştığı bir toplumsal hareket fikriyle
karşılaşılmaktadır. Modernite sürecini Avrupa’ya göre farklı yaşayan Amerika’da
toplumsal hareketlerin varlığı Avrupa’nın aksine sınıf ve ulus yaklaşımlarıyla değil
19. yüzyılda ve sonrasında gelişen köleciliğe ve ırkçılığa karşı ‘kimlik’
mücadeleleriyle anılmaktadır. Amerikan kamusal hayatının şekillenmesinde rol
oynayan farklı kimlikler (farklı kimliklerin biraradalığına olanak tanıyan daha önce
de bahsedildiği gibi Amerika’nın göçmenlerden oluşan altyapısıdır) aynı zamanda
ulus anlayışının şekillenmesine de eşlik etmişti. Bu nedenle; ‘Avrupa entelijensiyası
48
‘eski toplumsal hareketleri’ işçi ve sosyalist hareketlere indirgemişti’ (Cohen-Rai
2000; 6) görüşü destek bulmaktadır.
Eski toplumsal hareketlerin idealize ettiği eşitlik, evrensellik, özgürlük gibi
dünya görüşlerinin ve eylemlerin göreli başarısızlığı, diğer yandan karşıt egemen
devlet söyleminin faşizm ve totaliter rejimlerle sosyo-politik yapılar üzerinde
yarattığı yıkım, 1968 öğrenci protestolarının doğuşunu hazırlamıştı. Kabaca yeni
toplumsal hareketler, eski toplumsal hareketlerin ve devlet politikalarının
gölgesindeki krize yanıt niteliğindeydi. Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışını
hızlandıran nedenlerin arasında öncelikli sırayı ekonomik bunalım almaktadır. II.
Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılandırılmaya çalışılan refah devlet anlayışı sosyal
haklara karşı tam istihdamlı kalkınmayı ve özel sektörü desteklemişti. Uluslararası
alanda bunun doğurduğu sonuç; Amerika ve Sovyet hegemonyasının altına giren
çevre ülkelerin rahatsızlığını artırmaya, ulus içinde ise maddi gelirlerdeki artışın
toplumun tabanına doğru yayılmaması, tersine alt tabakaları sosyal ve ekonomik
olanaksızlıklarla karşı karşıya bırakmasıydı. Siyasetin bu konudaki yetersizliği ya da
farklı şekilde söylenirse iktidarın belli grupları korumaya yönelmesi modernitenin
sivil toplum devlet dualitesindeki uçurumunu artırmaya yaradı. Öte yandan taban
insiyatifinin desteklediği sivil toplumun pazarlık gücünü oluşturan sendikaların da
mutlak
ideolojiler
çerçevesinde
merkezileşmesi,
tabanın
güvensizliğini
ve
Silinmiş: .
karamsarlığını tetiklemişti;
1960’lı yıllardaki ve 1970’li yılların başlarındaki hareketlerin anti-bürokratik
ivmesi başlıca üç eğilime bağlanabilir: Önceki sistem karşıtı hareketler
dalgasının bir sonucu olarak, bürokratik örgütlerin gücünün muazzam ölçüde
genişlemesi ve derinleşmesi; bu örgütlerin ortaya çıkıp genişlemelerini
sağlayan beklentileri yerine getirme yeteneklerinin azalması; ve bürokratik
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
49
örgütlerin dolayımına girmeyen doğrudan eylem biçimlerinin etkisinin artması
Silinmiş: ’
(Arrighi, vd, 2004; 43).
Bu dönemde eski sol çözümün değil, sorunun bir parçası olmakla suçlanıyordu.
Böylelikle siyasi, kültürel ve ekonomik tüm yerleşik kodlar sorgulanmaya ve siyasi
aktörlerin uygulamaya koyduğu politikalarla hesaplaşılmaya başlandı. Bunun sonucu
olarak toplumsal çatışmanın enstürmanları farklılaşmış, modernizmin ulus miti yerini
farklı kimlik mücadelesine, sosyalizmin ve eski toplumsal hareketlerin evrensel
eşitliği de farklılıkların temsiline doğru yön değiştirmeye başladı. ‘Eski solu
kurumsallaştıran 1848’di, yeni toplumsal hareketleri kurumsallaştıran ise 1968 oldu’
(Arrighi, vd, 2004:96).
Yeni toplumsal hareketlerin çerçevesini oluşturan esas kriterlerler sosyopolitik yapıların revizyon sürecinde şekillendi ve aynı zamanda arzulanan değişim
toplumsal hareketlerin bizzat kendisin de biçim değiştirmesi sonucunda gerçekleşti.
‘Eski toplumsal hareketler sisteme çaresizce bağlıyken yeni toplumsal hareketler
sosyal değerleri ve yaşam tarzını değiştirmeyi amaçlamaktadır’ (Cohen – Rai 2000;
Silinmiş:
6).
4.1. Toplumsal Hareket Türleri:
Toplumsal hareketler veya genel olarak hareketler, sosyo-politik yapılar
üzerinde deformasyon sağlayarak mevcut düzeni revize etme amacıyla gerçekleşir.
‘Bu değişim ilerici, gerici, reformist ve devrimsel, kısa zamanlı ve sürekli olabilir’
(Collas 2002; 68).
50
Hareketlerin erken dönem analizlerinde Aberle ve Wilson’un ortaya koyduğu
tipolojinin temel aldığı problematiğin altında, istenilen değişim niteliği ve seçilen
araçların kullanımı yer almaktadır (Cohen-Rai 2000; 6). Buna göre hareketler,
‘transformative’ (dönüşümcü), ‘reformative’ (düzeltici), ‘redemptive’ (kurtarıcı) ve
‘alternatif’ olmak üzere 4 farklı modelde tanımlanır. Fundamentalist dini hareketler
‘transformatif hareketlerin’ örnekleri arasında gösterilmektedir. Bu tarz hareketlerin
çoğunlukla yarattıkları değişim tüm siyasal ve sosyal yapıların zaman zaman şiddete
dayanarak parçalanması ve yeniden inşasıdır. ‘Reformatif hareketlerin’ amacı ise
güncel adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri dengelemek kısmen değiştirmektir. Genellikle
bu tarz hareketler spesifik konular üzerinde yoğunlaşıp, değişimi ilgili konu
dahilinde gerçekleşmesini sağlamaktadır. Yurttaş hakları, kadın hakları, eşcinsel
hakları gibi yeni toplumsal hareketlere dönüşümü sağlayan kolektif mücadeleler
‘reformatif’ niteliktedir. ‘Redemptive’ diye tanımlanan hareketler ise toplumsal
bağlamdan dışlanan veya ayrılan olguların ve bireysel yaşam tarzlarının yeniden
toplumsal değerlere dahil edilme çabası olarak düşünülebilir, ‘transformatif
hareketlerdeki’ gibi radikal değişimlerden ziyade sayıca az olan bireylerin sahip
olduğu değerlerin önemsenmesini öngörmektedir. Örneğin tek tanrılı dinler dışında
yer alan dinsel öğretiler ve inançlar bu tarz içerisindedir. 1960 sonrası dönemde
materyalizm reddi ve karşı kültürel olguların öncülüğünde ortaya çıkan kolektif
eylemlerde alternatif hareketler olarak tanımlanmaktadır. Bu noktada alternatif
hareketler
tanımının
görülmektedir.
yeni
toplumsal
hareketler
formasyonuyla
örtüştüğü
51
Dünya düzenin yeni siyasal yapılanmaları benimsemesi toplumsal çatışma
fikrini temel alarak, toplumsal hareketlerin türlerinin saptanmasında sadece mikro
ölçekteki kolektif eylemlerin tanımlanmasıyla oluşturulamayacağını göstermektedir.
1968 protestolarından 1990’lara kadar dünya siyasetinde yaşan değişimler - belki de
en önemlisi ulus-üstü örgütlenmelerin küreselleşme söylemiyle yerlerini ve
konumlarını sağlamlaştırmasıdır – toplumsal hareketlerin uluslararası sisteme karşı
uluslararası muhalefet ayağında yeniden biçimlenmesini sağladı. Toplumsal
hareketler geçmiş dönemlere göre sadece siyasi ekole veya ideolojik yönelime karşı
değil siyasetin beslendiği ekonomik ve kültürel kanallara da itiraz etmektedir. Kısaca
küresel düzen ve toplusal hareket düşüncesi karşılıklı etkileşim sürecinde toplumsal
çatışmanın aktörlerinin yeniden tanımlamasını gerektirmektedir.
Hareketler uluslararası arenada iletişim, danışma, işbirliği ve kaynakların
kullanımına göre farklılaşmaktadır. Cohen ve Rai küresel ölçekte toplumsal
hareketlerin özelliklerini tartışırken küresel çağın küresel sorumluluklar getireceği
gerçeğini vurgulamaktadır (Cohen ve Rai 2000; 8). Küresel sorumluluk fikri esasen
uluslararası toplumsal hareketler olarak tanımlanan kolektif eylemlerin ayırdedici
özelliğini de işaret eder. ‘Yerel şikayetlere odaklanan forumlar, ‘uluslararası organize
olan toplumsal hareketleri’ içeren kolektif eylemler olsa da ‘uluslararası toplumsal
hareket’ olamazlar’ (Collas 2002; 76). Çünkü uluslararası toplumsal hareket fikrinin
altında yatan önemli bir unsur bu tarz hareketlerin çeşitli coğrafi bölgeleri ve
yönetimleri aynı ölçüde etkileyen küresel sorunlara yönelmeleridir. Özellikle çevre
konusunda tüm dünyada yükselen hassasiyet küresel sorumluluk fikriyle paydaştır.
52
Toplumsal hareketlerin küresel ölçeğe taşınmasında rol oynayan etkenlerden
bazıları ucuz eş zamanlı (real time) iletişim ağlarının gelişmesi, maliyeti düşük
ulaşım
imkanları
ve
ülkelerin
gerek
ticari
gerekse
siyasal
ilişkilerinin
yoğunlaşmasıdır. Aynı zamanda bu gelişmeler küresel bilinçlenmeyi tetikleyici rol
oynamakta, ulus-altı, ulusal ve bölgesel olguların ortak bir zeminde evrensel
standartlara ulaşmasını sağlamaya yönelik motivasyon da yaratmaktadır. Örneğin
işgücü ve çalışma koşullarında sendikalar ve diğer kurumlarca yürütülen mücadeleler
(bir çoğu toplumsal hareket diye kabul edilmekte), kadınlara çalışma hakkı
tanınması, çocukların çalıştırılmaması vb. bir çok gelişme bu sürecin birer ürünü
Silinmiş: ir
olarak kabul edilmektedir.
Toplumsal hareketlerin küresel bağlamında türlerinin ve aktörlerinin
saptanması oldukça karmaşık ve ideolojik süreçlerin çözümlenebilmesine bağımlıdır.
Kolektif eylemlerin küreselleşme içinde formüle edilen ‘retçi’ tutumları önemli bir
değişken olarak düşünülebilir, karşı çıkış veya reddetme tavrı entelektüel alanda
kolektif eylemlerin kavramsallaştırılmasında da önemli bir tartışma alanı
oluşturmaktadır. Sistemin dışına çıkarak sistemin eleştirilemeyeceğine inanlar ve
küreselleşmeyi olumlayanlar için kolektif eylemler ‘aşağıdan küreselleşme’,
küreselleşmenin topyekün reddini savunanlar ise ‘anti-globalization’, ‘antiemperyalist’, ‘anti-kapitalist’, ‘anti-cooparete’ gibi kavramlar kullanmayı tercih
emektedir. Ancak bu kavramlar daha çok eylemde bulunanların/aktivistlerin dışında
toplumsal hareket gözlemcileri tarafından kullanılmaktadır.
53
Toplumsal hareketler, uluslararası boyutta küreselleşmeye paralel analiz
edilirken ideolojik ve araçsal olgular küreselleşme haricinde devletlerin toplumsal
hareketlerle kurduğu ilişki üzerinden yapılır. ‘International social movements’,
‘transnational social movements’ ve ‘global social movements’ ayrıştırmasında rol
oynayan kurulan iletişimin yapısal özellikleridir. Transnasyonel ve küresel kolektif
eylemlerin adresi, devlet ve hükümet politikaları dışında diğer ulus-üstü örgütler ve
özel sektörün ulus-aşırı kurumlarıdır. Transnasyonalizm kavramında anlatılmak
istenen kabaca, bir ülkenin içinden bir diğer ülkenin sınırları dahiline etki
edebilendir. Aşağıdan küreselleşme hareketlerinde özellikle son 10 yıllık dilimde
Dünya Sosyal Forumu gibi koalisyonların kolektif eylemlerindeki Dünya Ticaret
Örgütü, IMF politikalarına yönelik açık hedefleri yukardaki özelliği tanımlamaktadır.
‘Uluslararası toplumsal hareketler gönüllü grupların mobilizasyonuyla ulusal ya da
devlet sınırlarında, sosyal ve politik değişimlerinin uluslararası takibini içermektedir’
(Collas 2002; 80). Bu tarz kolektif eylemler çoğunlukla uluslararası sistemin ikili
yapısında arabulucu görevi üstlenir. Arabuluculuk misyonuna kaynaklık eden
ideolojik açılım, transnasyonal hareketlerin ‘multi-centric’ yapısının tersine, ‘statecentric’ nosyonun gerekli gördüğü patronaj ilişkilerinin verileridir. Bir başka
ifadeyle bu tarz hareketlere yönelik genel iddia ulus-devletin dolaylı sponsorluğunda
Silinmiş: u
gerçekleştirilen hareketlerin enstürmanları olan BONGO (business organize-NGO),
INGO (intergovernmental-NGO), GONGO (government organized-NGO), QUANGO
(quasi-NGO) gibi uluslararası sivil toplum idealini paylaşan aktörlerce uluslararası
dengenin
sağlanabileceğidir.
Collas,
makro-milliyetçilik
içeren
‘klasik
enternasyonalizm’, III. Dünya liberizasyonun sağlanma süreci ve karşı mücadeleleri
Silinmiş: i
54
ve son olarak küreselleşme karşıtı hareketleri ‘uluslararası toplumsal hareketlerin’
jenerasyon modeline yerleştirmektedir.
Toplumsal çatışmanın ekonomik, kültürel ve siyasi oluşumlara göre
farklılaşması toplumsal hareket türlerinin de aynı oranda çeşitlenmesi sonucunu
doğurur. Entelektüel yazın açısından ‘sosyal hareketler’, ‘kültürel hareketler’,
‘kimlik hareketleri’, ‘ekonomik hareketler’ gibi bölümlenerek ilerlemektedir. Burada
toplumsal hareketlerle ilgili söz konusu olan tartışma daha çok değişimin hedeflediği
genel pratiklerini açıklayabilmekti.
4.2. Toplumsal Hareketlerin Amaçları ve Sonuçları:
Yeni toplumsal hareketler tek sesli bir eksenden hareket etmez. Toplumsal
çatışmanın biçim değiştirmesinin etkisiyle kamusal alan dahilinde olan aktörlerin
amaçları ve talepleri çeşitlenmiş ve merkezsizleşmişti. ‘Veri olarak kabul edilen şey
– yani kollektif aktörün varlığı – aslında büyük ölçüde farklılaşmış toplumsal
süreçlerin, eylem yönelimlerinin, yapı ve güdülenme öğelerinin ürünüdür’ (Melluci
2004; 269). Bu durumda toplumsal hareketlerin öznesi ya da bir özne olarak
toplumsal hareketler varolan sosyo-politik yapılarla karşılıklı bağımlılık içerisinde
kurulur, neden ve sonuç ilişkisi kurumsal ve kolektif aktörlerin iletişiminde
oluşturulmaktadır. Yani toplumsal hareketler sistemin dışına çıkarak sistemin
karşında değil, sistemin elemanları olarak iktidarın altındaki muhalif alanda
konumlandırılır. Poul Wapner’a göre toplumsal hareketlerin amacı, ne hükümet
organlarını kurmak ne de herhangi birini yıkmaktı, sadece devlet aygıtlarını aşağıdan
55
yukarıya ve devlet seviyesinde kullanılır kılmaktı (Collas 2002; 90). Melluci’de
toplumsal hareketlerin amacının iktidarı ele geçirmek ve sistemi tümden değiştirmek
olmadığını açıkça vurgulamakta, ancak bu saptamanın Avrupa’daki eski toplumsal
hareketler için geçerli olmadığını eklemektedirler. Wapner ve Melluci’nin tersine
Arrighi, Hopkins ve Wallerstein toplumsal hareketlerin (eski veya yeni) ilk kertede
amaçlarının iktidar organlarını ele geçirmek olmadığını ancak böyle bir potansiyeli
Silinmiş: klarını
her zaman içinde barındırdığını anlatmaktadırlar.
Toplumsal hareketler içindeki toplumsal karşı çıkış ve siyasal eylem
birleşenleri, kolektif eylemlerin sonuçlarının kesinlemesi zorlaştıran unsurların
başında yer alır. ‘Bunun nedeni, çatışmanın esas olarak, toplumsal ilişkilerin yüksek
yoğunluklu enformasyon sistemleri içinde kurulduğu egemen kodlara meydan
okunması ve bu kodların altüst edilmesiyle, simgesel bir temelde ceryan etmesidir’
(Melluci 2004; 272). Toplumsal hareketlerin çeşitliliği ve farklılıklarını eylemin
yönelimlerine göre değerlendiren Touraine’e göre hak istekleri, karşı çıkış ve
engellemelerden oluşan karmaşık bir bütünlük içinde farklı ulamlar söz konusudur
(Touraine 2002; 106). Bu ulamlar; varolan çıkarların korunmasına yönelik, siyasal
bilinçlilikle karşı bir siyasal karar alma becerisinin kazanılmasına ve geliştirilmesine
yönelik ve son olarak özgürlüklere yönelik özneye yapılan çağrıdan oluşmaktadır.
Touraine göre bir toplum hareketinin düşülküsel ve ideolojik iki yönü vardır ve bir
hareketin toplumsal hareket olarak işlevselleşmesi ancak bu iki unsurun birleşimiyle
olmaktadır. Touraine’nin çözümlemesi toplumsal hareketlerin sonuçlarına yönelik
bir takım ipuçları sağlar. Buna göre hareketin ideolojik yönü muhalefeti görünür
kılmakta, düşülküsel yönüyle de eyleyen öznenin haklarıyla özdeşleşmektedir.
56
Daha çok toplumsal hareketlerin sonuçlarını kamusal alanda varolan yapısal
dönüşümle ve bu dönüşüm sonucu elde edilen kazanımlarla ilişkilendiren Melluci’ye
göre, ‘kolektif eylemler; siyasal reform veya örgütsel kültür ve pratiklerin yeniden
tanımlanması yoluyla, modernleşmeye ve kurumsal değişime yol açarlar’ (Melluci
2004; 272). Örgütsel oluşumlar ve kullanılan araçlar nedeniyle kolektif eylemler yeni
elitlerin seçilmesine de etki etmektedir ve son olarak kolektif eylemler, toplumsal
alışkanlıkların değişimi ve yeni davranış modellerinin benimsenmesiyle kültürel
yenilenmeye de neden olmaktadır.
Silinmiş: s
Siyasal kazanımları demokrasi bağlamında ele alanlara (Habermas, Touraine)
göre
kolektif
eylemler
demokrasinin
işlevselliği
açısından
gereken
gücü
sağlamaktadır. Çünkü kolektif eylemler çelişik gibi görünse de ancak demokrasi
kültürüne sahip ülkelerde gerçekleşebilmektedir. Demokrasi ve toplumsal hareketler
arasındaki içsel bağ, demokrasinin tanımıyla sağlanabildiği gibi temsili demokrasinin
katılımcı demokrasiyle yer değiştirmesinde rol oynayan kolektif eylemler üzerinden
de kurulabilmektedir. 1968 protestolarıyla başlayan farklılıkların içerilmesine
yönelik mücadeleler buna verilebilecek en iyi örneklerdendir. Ayrıca toplumsal
hareketlerin karakteristik özellikleri yanında yöntemsel pratikleri de her ne kadar bir
paradoks üzerine kurulmuş olsa da demokrasi kültürünün ve diğer sosyo-politik
değerlerin geliştirilmesine dolaylı katkı sağlayan unsurlardandır. Touraine’nin
deyimiyle eylemin muhalifini tanımlaması, Melluıci’ninse iktidarın görünür
kılınması tespitleri dolayımında, şiddetin stratejik olmayan anacak taktiksel
kullanımı bu yöntemlerden biridir. ‘Eylemle gerçekleştirilen ve polisin de içine
çekildiği çatışma ortamlarıyla, iki şey hedeflenmektedir: bir yandan, kapitalist
57
toplumun sanıldığı gibi uyum içinde barışçıl bir toplum olmadığı gerçeğini ve polisin
şiddet eğilimini teşhir etmek’ (Şensever 2003;178).
Eski toplumsal hareketlerin anarşist mantığı yeni toplumsal hareketlerin ise
post-yapısalcı ve postmodern tutumları söyleme verilen özel önem kolektif eylemin
sonuçlarını doğrudan etkiler. Melluci’nin paradoks olarak tanımladığı pratiksel
eylem; ‘egemen iktidar söylemini abartarak veya son noktasına dek zorlayarak,
‘hareket’, bu iktidar söyleminin ‘gerekçeler’inin kendisiyle çelişkili olan doğasını
açığa çıkarır veya tersine, başat aygıtlar tarafından ‘akıldışı’ olarak nitelenen şeyin
dramatik bir biçimde doğru olduğunu gösterir’ (Melluci 2004; 273)’. Pardaoksal
karşı çıkış dışında çelişkilerle harmanlanan olgulardan biride eyleyenin kendini
tanımlamasında başvurduğu ve çoğunlukla karşı olunan dışsallaştırma eğilimine
dayanarak gerçekleştirmesidir. Kadın hareketi bu bağlamda kendi çelişkisini ortaya
koyar. Melluci; ‘bireyin yaşamını etkileyen deneyimlere dayanarak, alternatif anlam
çerçevelerini mümkün olduğunu ve iktidar aygıtlarının işlenim mantığının mümkün
tek ‘rasyonalite’ olmadığını ilan etme’ eylemini kehanet olarak tanımlamaktadır
(Melluci 2004; 273).
5. ‘Hak’ nosyonu ve STK ilişkisi:
Silinmiş: ¶
¶
¶
Silinmiş: ¶
Toplumsal değerler arasından yer alan olguların yasalar tarafından tanınması
doğrultusunda elde edilen hakların korunması çok yapılı kurumsal aktörlere meşru
bir hareket zemini yaratır. Sivil toplum kuruluşlarının da en temelde amaçladığı şey
karmaşıklaşan toplum ihtiyaçlarının hukuksal boyutta somutlaştırılmasıyla bireysel
58
fikirlerden genel toplum çıkarlarına göre iç ve dış kamu politikalarına geçerlilik
kazandırabilmek ve sağlıklı yürütülmesine olanak sağlamaktır. İnsan hakları
evriminin son dönemini kavramsallaştıran ‘hakların uluslararasılaşması’ süreci
yasaların taraflarını ve muhataplarını devletler ve temsilci kurumu parlamentolar
olarak betimler. Bu nedenle kişilerin maruz kaldığı olaylar karşısında sosyoekonomik ve hukuk kanallarında bireysel mücadelelerin yetersiz ve etkisiz
olacağından, özellikle son yarım asırda örgütlü aktiviteler özel bir anlam kazanmakta
ve en genel düzeyde bir zorunluluk haline gelmektedir. Bu bağlamda STK’ların
amaçları, hedefleri, yöntemlerini belirleyen değişkenlerin başında benimsenen
hakların niteliksel ve hukuksal içerikleri yer alır. Yurttaş, çalışma, insan, çocuk,
çevre, barış, yaşam, eşcinsel ve bunlar gibi birçok konu içinde bulundukları öznel
koşullar ve ayrıcalıklı düzenlemeler gereği örgütsel yapılara en üst düzeyde
gereksinim duymakta, aynı zamanda STK’ların karakteristiğini de belirlemektedir.
Haklar kavramlarını konularına göre çeşitlendirmek mümkün ancak temel prensipleri
ve yasal düzenlemeler göz önüne alındığına ‘insan hakları’, ‘gelişme’, ‘insani
yardım’ ve ‘çevre’ gibi 4 farklı kategori altında toplanırlar (en küçük ölçekte yer alan
ve STK olup olmadığı tartışılan mahalli dernekler de - ağaçlandırma, güzelleştirme,
meslek birimleri gibi - ana fikirleri bağlamında yukarıda sayılan olgulara atıfta
bulunarak çalışmalarını sürdürür). Bu kategorilere ek olarak son yıllarda tedavisi
mümkün olamayan veya kısmi olan Kanser ve AİDS gibi hastalıkların kitlesel
tehdide dönüşmesi aynı zamanda uyuşturucu kullanımın hızlı artışı nedeniyle
STK’ların ulusal ve uluslararası düzeydeki denetimlerinin sağlık alanına yönelttiği
görülmektedir. Bu konular dolayımında STK’lar kendi içlerinde farklılaşma gösterir.
Örneğin insan hakları üzerine çalışan STK’larla çevre üzerine faaliyet gösteren
59
STK’lar kıyaslandığında, insan hakları örgütlerinin kitlesel kamuoyuna son çare
olarak başvurmayı ve daha çok iletişim kanalları aracılığıyla kamuoyunu
bilgilendirmeyi amaçlarken, çevre örgütleri tüm gücünü ve desteği süreli ve etkili
iletişim metotlarını kullanarak kamuoyundan alır, insani yardım örgütlerinin açık
amacı ise varolan sorunların en kısa sürede çözümleyebilmektir. Bu nedenler
etrafında ‘haklar’ STK’larla teoride ve pratikte direkt ilişki içerisindedir.
Haklar ve STK ilişkisinde önemli olan hangi hakların hangi koşullarda hangi
yasal bağlayıcılık sınırlarında STK fenomenini beslediğini ve STK’ların da ne
doğrultuda hakların korunmasını desteklediğidir. Bu başlık altında bu ilişkinin
niteliksel bağlamı tartışılmaya çalışılacaktır.
Silinmiş: ¶
Haklar nosyonu altında yatan temel felsefi görüş doğal hukukun öngördüğü
yaşamla kazanılan, değiştirilemeyen ve devredilmeyen ‘haklar’ kısaca insan
haklarının tarihsel süreç içerisindeki dönüşümü yatmaktadır. Bu nedenle insan
haklarının fikri kökleri eski medeniyetlere kadar geri götürülebilir. Ancak bugünkü
dünya düzenine yön vermesi açısından doğal hukukun pozitif hukukla yer
değiştirerek insan haklarının sistemleştirilmesine neden olan 17. ve 18. yüzyıl özel
dönüşümleri başlangıç olarak kabul edilmektedir. 17. ve 18. yüzyıllarda insan
haklarının pozitif hukuk tarafından yasal belgelerce tanınması, doğal hukukun
öngördüğü etik çerçevede sadece bir değer olarak değil beraberinde toplum içinde
yer alan diğer olguların da hak olarak benimsenmesini sağlayacak ve ilerlemenin
önünü açan bir ilke biçimine gelmiştir. Doğal hukukun pozitif hukukla yer
değiştirmesi salt bir hukuk öğretisinin ortaya çıkması değil aynı zamanda
modernizmin vurgu yaptığı öznenin değişmesi de demekti. Doğal hukukun atıfta
60
bulunduğu ve hakların kaynağı olarak işaret edilen tanrı yerini pozitif hukukta aklın
üstünlüğüne yani bireye devretti. Bu nedenle insan haklarının doğuşu esasında
öznenin yeniden tanımlandığı modernizmin doğuşuna denk gelir. Merkezi insan olan
bir felsefenin birbirinden çok farklı kültürel yapılara sahip olan toplumların
uzlaşmasına zemin oluşturabilecek evrensel bir değer yarattığı savunulmaktadır.
Ancak insan haklarının bir uzlaşma yaratıp yaratmaması aşkın bir tarihsel önselliğe
dayanmaktadır, çünkü kurulan özne ‘Avrupalı’ öznedir. Batı’da 17 - 18. yüzyıllarda
yaşanan kırılmayı takiben özellikle 19. ve 20. yüzyıllardaki farklılaşma bugünkü
haklar sisteminin kronolojisini oluşturmuştur. ‘Bunlar insan haklarının 3 kuşağı
olarak adlandırılır’ (Kaboğlu 1996; 9). İnsan haklarının ilk kuşağında 1776 Amerikan
ve 1789 Fransa Hak Bildirgeleri, insan haklarının felsefi düşünce sisteminden hukuk
sistemine geçişini sağlayan iki önemli belgedir. Marshall’ın medeni haklar olarak
tanımladığı çalışma hakkı, kişi özgürlükleri hakları bu dönem oluşmuştu. Aynı
zamanda örgütlenme hakkı da medeni haklarla birlikte bu dönemde ortaya çıkacaktı.
‘Medeni haklar doğaları itibariyle bireysel olduklarından, kapitalizmin bireysel olan
yanıyla ilişkilendirilmişlerdir’ (Marshall 2000; 49). Böylelikle Fransız ve Amerikan
bildirgeleriyle
kişi özgürlükleri güvence altına alınmış oluyordu. Her iki belge
bireyci değer sistemleri nedeniyle kişilerin özel alanlarına ait olguları öne
çıkartmalarından dolayı kamusal – özel alan ayrımını da formüle etmekteydi.
19. yüzyıla gelindiğinde Amerikan ve Fransız Hak Bildirgeleri’nin vaadettiği
yeterli eşitlik ve özgürlüklerin tatmin edici olmaması ve kapitalizmin yükselişiyle
çözülen toplumsal yapılar ikinci kuşak hakların tanınması sonucunu doğurdu. İkinci
kuşak hakların en önemli vurgusu yurttaşlık haklarına paralel siyasal hakların
61
kazanılmasıdır. Seçme ve seçilme, grev hakkı gibi siyasi nitelikteki haklar ikinci
kuşağın kapsamında yer alır. ‘Siyasal haklar, herkesin sahip olduğu hakların
genişletilmesi şeklinde değil, sivil toplumun yeni kesimlerine eski hakların verilmesi
şeklinde tezahür etmiştir’ (Marshall 2000; 29). Özetle siyasal hakların yapısal
bağlamının medeni hakların genişletilmesi şeklinde olması, medeni hakların
kazanılmasından siyasal haklara uzanan süreçte kendini gösteren sakıncaların bir kez
daha tekrarlanmasını sağlamıştır. ‘Medeni haklarda süreç, grupların temsilinden
bireylerin temsiline doğru değil, bireylerin temsilinden grupların temsiline doğru
işlemiştir’ (Marshall 2000; 51). Buna göre bireyin siyasal haklara sahip olması
toplumsal sınıflar içinde yer aldığı statüye göre belirlenmekteydi. ‘Bilindiği üzere,
feodal toplumlarda statü, bireyin dahil olduğu sınıfı ifade ederken, aynı zamanda,
varolan toplumsal eşitsizliğin anlaşılmasında da önemli bir unsur olagelmiştir’
(Marshall 2000; 22). Marshall sakınca olarak gösterdiği kaynak aktarımının
toplumsal sınıflar arasında eşit ilkeler bağlamında gerçekleşmemesi,
toplumsal
sınıflar içinde kadın, işçi gibi gruplara diğer gruplara tanınan seçme ve seçilme
hakkı ve diğer hakların tanzim edilmemesi sonucunu doğurdu. Bu nedenle medeni ve
siyasal haklar evrensel olma iddiası taşımasına rağmen pratikte oldukça göreli
kalmıştır.
İkinci kuşak haklarının 19. yüzyılda izlediği rota uluslararası hukukun revize
edilmesinde itici gücü oynadı. Değişimin ilk sinyallerini azınlıkların korunmasına
yönelik çabalar vermiş olmasına rağmen insan haklarının uluslararası hukukta
bağlayıcı olma gibi bir özelliği olamadı. ‘Uluslararası hukuk bu dönemde kişiyi
(bireyi), henüz hak süjesi olarak kabul etmiyordu’ (Kapani 1996; 29). 20. yüzyıla
kadar insan hakları devletlerin iç hukuk sorunu olmaktan öteye gidemedi. Bunun
62
yanında uluslararası hukuk insancıl müdahaleyi istisnai durumlarda kabul etmekteydi
fakat biçimsel olarak insancıl müdahale kavramsallaştırıldığı gibi insancıl
nedenlerden çok güçsüzler üzerinde hegemonya kurmanın bahanesi olarak algılandı.
Eşitsizlikleri önlemek için yola çıkan hak bildirgeleri siyasal eşitsizliği daha da
pekiştirirken bugüne de özel bir anlam kazandırdılar. ‘Ne var ki; yurttaşlık
kurumunun getirdiği siyasal haklar, medeni haklardan farklı olarak kapitalist sisteme
karşı potansiyel bir tehdit oluşturmuştur’ (Marshall 2000; 49)
II Dünya Savaşı’nın ardından medeni ve siyasal hakların totaliter rejimlerin
neden olduğu yıkıma karşı göreli soyut tanımı ve ulus içi düzenlemelerden
uluslararası örgütlenmelere gidilmesiyle birlikte bugün tartışılan insan haklarını –
üçüncü kuşak hakları – ortaya çıkardı. Özellikle İngiltere ve Amerika’nın insan hak
ve özgürlüklerini demokrasi çerçevesinde uluslararası hukuk tarafından korunması
yönünde çabası bu süreci hızlandıran etkenlerin başında gelir. Bu dönemde II. Dünya
Savaşının yarattığı sorunların tüm ulusların sorunu olduğu fikri yükselen bir anlayış
olarak kabul edildi ve 1945 yılında BM kuruluşunu sağlayan Birleşmiş Milletler Tek
Şartı’nda tekrar tekrar insan haklarına, temel özgürlüklere, inanç özgürlüğüne saygı
duyulması gerekliliğine yer verilerek uluslararası hukukta insan haklarına meşru bir
kimlik kazandırıldı. ‘İşte bu dönem özellikle sömürgeden çıkan III. Dünya
Devletleri’nin de baskısıyla ‘dayanışma’ adı verilen hakları ortaya çıkartacak olan
uluslararasılaşma çağıdır’ (Kaboğlu 1996;11). Bu dönemden sonra uluslararası
antlaşma ve bildirgelerin hemen hepsinde insan hakları ve türevleri öncelikli olarak
yer bulmuştur. Bu belgeler içerisinde en önemlisi bugün insan hakları günü olarak da
kutlanan 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’
metnidir. Evrensel Bildirgenin önemi BM kurucu antlaşmasında değinilen insan
63
haklarına somut bir tanım getirilmemesinden doğan eksiklikleri giderici bir misyon
üstlenmesinden ileri gelir. Bildirgede medeni haklar, ekonomik haklar, kültürel
haklar birbirinden ayrı tanımlamıştır. ‘Evrensel Bildiri, insanın özgür ve bağımsız
oluşunun, sadece klasik özgürlüklerin tanınması ile gerçekleşmeyeceği, bunun tam
olarak sağlanabilmesi için, kişinin ekonomik ve sosyal baskılardan kurtarılmasının
gerekli olduğu yolundaki çağdaş görüşü benimsemiştir’ (Kapani1996; 26). 1966
kabul edilen ‘Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı’ ve ‘İktisadi, Sosyal ve
Kültürel Haklar Uluslararası Paktı’ gibi önemli metinler özgürlüklerin korunması ile
birlikte farklı yeni hakları da tanımaya başlıyordu. Bu gelişmelerin sonucunda verili
hakların korunmasında devlet tekeli kırılarak uluslararası hukuk bağlamında bireyler
hak öznesi olarak kabul ediliyordu. ‘Bireylere, birey kümelerine, ulusal ya da
uluslararası sivil toplum örgütlerine – örneğin sendikal örgütler ile ilgili hükümet dışı
kuruluşlara uluslararası hukukta ‘ hak öznesi’ niteliği kazandıran bu gelişmeyi,
yaygın biçimde hükümetlerce gönderilen dönemsel raporlara dayalı olarak işletilen
uluslararası koruma yöntemlerinin sivilleşmesi olarak nitelemek olanaklıdır’
(Gülmez 2004; 23). STK açısından değerlendirildiğinde 3. kuşak hakların
uluslararası boyutta benimsenmesinde en önemli gelişme, geçerli hakların
uluslararası koruma mekanizmasına sahip olmasıydı. I. ve II. dönemde geçerli olan
hakların yer aldığı ulus içi ve uluslararası düzenlemelerde hakların korunmasına
yönelik herhangi bir yöntem yer almamaktaydı. Böylelikle verili hakların korunması
STK’ların farklı bir düzleme taşınmasında itici gücü oluşturan gelişmelerin başında
yer alır. STK tarihsel değişimi dikkate alındığına ‘insan haklarının’ geçirdiği evrimle
paralel ilerlediği görülecektir. Doğal hukukun egemenliğinde tanımlanan ve
kimilerince ilk STK olarak kabul edilen örgütler insani amaçlarla hizmet ettiği
64
varsayılan kiliseler ve misyoner gruplarından oluşmaktaydı. İkinci dönemde yer alan
sendikalar ise daha çok grup çıkarlarından hareket eden yerel ölçekteki kurumlar
olup
nihai
koşullarda
yaptırım
gücüne
sahip
değillerdi.
Haklarının
uluslararasılaşması ya da üçüncü kuşak hakların evrensel ölçüde benimsenmesinden
ve korunmasına yönelik çabalardan sonra STK’lar hem bireylere hem de grupların
temsiline yönelerek hukuk dolayımında yetki kazanmıştır. Bu nedenle sivil toplum
kuruluşları için günümüzde yapılan yorumlardan en önemlisi gönüllü/sosyal
grupların artık ‘yetki devri’nde olduğudur.
5.1. Haklar Bağlamında STK modelleri:
Bu kısımda, haklar nosyonu altında yer alan alt başlıklar bağlamında
STK’ların karakteristikleri uluslararası çerçevede detaylı olarak ele alınacaktır. Bu
nedenle haklar bağlamında farklılaşan örgüt modelleri Birleşmiş Milletler (BM)
paralelinde değerlendirilecek böylelikle hem uluslararası sistemin yapısını hem de
STK’ların ayrışmasının (eylem boyutu ve diğer önemli kurumsal ayrıntılar dahil
olmak üzere) nedenlerinin açıklamasında yardımcı olacak bir model oluşturulacaktır.
5.1.1 İnsani Yardım Örgütleri:
Uzmanlığı insani yardım sağlamak olan örgütlerin esas amacı insan hakları
çerçevesinde zor durumda kalan insan topluluklarına hizmet götürmektir. Bu
çerçevede insan hakları örgütlerinden farklı olarak hizmet sunumları bireylere
65
yönelik değil çoğunlukla kitlelere ve/ya topluluklara yöneliktir. Öncelikli hedefleri
insanların yaşamlarını sürdürebilmesi için temel ihtiyaçlarını – gıda, su, ilaç, doktor,
konaklama vb.- karşılamaktır. Bu nedenle
diğer örgütlerin tersine hukuksal ve
ekonomik mücadeleyi dolaylı olarak içerirler. En önemli karakteristikleri görev
alanlarının hiçbir STK’nın sahip olmadığı kadar aciliyet teşkil etmesidir. Natsios’un
özetlediği şekilde insani yardımın gerekliliği; merkezi devlet otoritesinin zayıflaması,
etnik yada dini kargaşa ve insan haklarının kötüye kullanılması, makro ekonominin
çökmesiyle enflasyonun yükselmesi, GSMH düşmesi, işsizlik, kitle popülasyon
hareketleri, yer değiştirme ve açlık gibi nedenlerle ortaya çıkar (Natsios 1996; 67).
Sıralanan gerekçeler aynı zamanda uluslararası kuruluşların diğer ülkelere
müdahalesinin nedenlerini de kapsamaktadır. İnsani yardımın ortaya çıkışında ek
sebepler de gösterilebilir ki en başta doğal felaketlerin yol açtığı yıkımlar, salgın
hastalıklar gibi kitlelerin tehdit altında kaldığı olgular STK’nın sorumluluklarını
artıran etmenlerden bazılarıdır. Bu bağlamda insani yardım örgütleri diğer
STK’lardan çok farklı bir yerde ve daha fazla sorumluluk gerektiren bir alanda
varlıklarını sürdürmektedirler. Özellikle müdahale gerektiren olayların aciliyeti
onların diğerlerinden ayrıştırmayı zorunlu hale getirmektedir. Bu şartlar altında
insani yardımın üç önemli kuramsal aktörü BM, Kızılhaç/Ay ve STK’dır.
İnsani yardım üzerine çalışan sivil toplum kuruluşları sayısı diğer konularda
uzmanlaşmış STK’lardan niceliksel olarak daha azdır. Buna rağmen bölgesel ve
yerel STK’larla, acil durumlarda lojistik desteğe duyulan ihtiyaç nedeniyle, insan
hakları ve çevre örgütlerinden niceliksel ve niteliksel olarak çok daha fazla
işbirliğine girmektedirler. ‘Bazı gözlemciler, dünya çapındaki STÖ’ler aracılığıyla
66
yapılan toplam yardımın yılda 8.5 milyar dolardan fazla olduğunu tahmin etmekteler’
(Sollis 1996; 194)1. Bunun yanında BM, diğer uluslararası kurumlarla ve özel
sektörle STK dünyasında diyalogları ve finansal ilişkileri en iyi olan STK modeli
olarak kabul edilir. Genel olarak insani yardım örgütleri finansmanlarının büyük
bölümünü devletlerden, az bir oranını ise toplumsal kaynaklardan edinilir. ‘Bunların
içinde çok azı özel bağış kabul etmez geri kalanı gelirlerinin %60 - %70’ini donor
hükümetlerden temin ederler’ (Natsios 1996; 69).
BM ve diğer uluslararası kuruluşlar genellikle dikkatlerini hükümetler üzerine
odaklamaktadırlar, STK açısından ise çoğunlukla birimlere, kişilere ve kişiler
nezdinde olgulara yönelik bir algılama söz konusudur. Hükümetler ve birimler
arasındaki ikililik durumu sivil toplumu temsilen STK ve hükümetleri temsilen
uluslararası kuruluşlar arasında çok katmanlı bir ideoloji sorunu oluşturmaktadır.
Basit anlamda iktidarda olanlar her ne kadar felsefi olarak tersi savunulsa da
(özellikle liberal demokrasi içinde) toplumsal problemlerin giderilmesinde veya
diğer siyasalarda kendilerini toplum kesimlerinin üstünde varsaydığı genel tartışma
1
BM sistemi içerisinde 4 hükümetlerarası kurum – ki Big Four olarak adlandırılır – UNDP (United
Nations Development Program), WFP (World Food Program), UNICEF ve UNCHR insani yardıma
ve ilgili STK kuruluşlarıyla ilişkilere yoğunlaşmıştır. WFP’nin görevi gıda ve ürün denetimi ve
yardımı sağlamaktır. ‘1.8 milyar dolarlık dev bütçesiyle ‘big four’un en büyüğüdür’ (Natsios 1996;
72). Buna karşılık WFP’i, STK ilişkilerini kısıtlı tutması nedeniyle açık bir örgüt olarak nitelemek
zorlaşmaktadır. UNICEF'in gelirleri, 138 ülkeden gelen bağışlar ile özel kaynaklardan gelen bağış ve
yardımlardan oluşmaktadır. Tüm gelirinin %68'i hükümet kuruluşlarından, %32'si hükümet dışı
kaynaklardan (tebrik kartları, oyuncaklar, kitaplar, bağışlar, vb) sağlanmaktadır(www.unicef.com).
UNİCEF’te yerel ölçekte örgütlerle sınırlı bir iletişim içerisindedirler.
67
konularından biridir. Ulusal çıkar olarak meşrulaştırılan bir çok eylem de benzer bir
varsayımdan türetilmiş. Sermayeye sahip olmanın sağladığı gayri-resmi gücün de
sosyal aktiviteleri yönlendirme ve planlamada devletlerin bazı yetkilerini devrettiği
uluslararası kurumlara yapısal bir üstünlük temin ettiği bu bakış açısına eklenebilir.
Uluslararası ilişkilerde yaşanan ideoloji savaşı insani yardım olsun, insan hakları
konuları olsun büyük oranda STK dünyasına yansımakta, ve bilinçli veya bilinçsiz
bu karmaşık ilişkiler ağı sürdürülmektedir. ‘Bu geleneksel paradigma altında, BM
kurumları STK’ları özellikle insancıl yardım operasyonlarında eşit partnerler olarak
değil – hizmet performansına göre ödeme – emir altında olan taşeronlar olarak
görmektedir’ (Natsios 1996; 74). STK’lara son derece şüpheyle yaklaşan Petras ve
Veltmeyer’e göre; tarih boyunca iktidar sınıfı zorlayıcı devlet aygıtına ve sosyal
enstitülere bağımlı küçük grupları, kendi güçlerini, karlarını ve ayrıcalıklarını
sunmak için savunmaktadır (Petras – Veltmeyer 2000; 128)’. Geçmişte dinsel
kurumların insanları kontrol etmek ve hoşnutsuzlukların, dinsel ve toplumsal
rekabete ve karışıklığa doğru yönünü değiştirmek için destekleyen ve finanse eden
egemen iktidar, günümüzde dinsel kurumların bu misyonunu STK’lara yüklemiştir.
Petras ve Veltmeyer, STK’ların büyümesiyle yaşam standartlarının düşmesi arasında
direkt bir ilişki kurarak; STK’ların yapısal sorunların giderilmesinde rolünü
tartışmaktadırlar. Onlara göre ‘sivil toplum tek erdemli varlık değildir, ‘milyonlar
işini kaybedip yoksulluk nüfusun kayda değer kısmına yayılırken, onlar ‘hayatta
kalma
stratejilerine’
odaklanmakta,
neoliberal
politikalara
ve
Amerikan
emperyalizmine kitlesel başkaldırı düzenlemek yerine, aşevi ve yemek saklanmasını
organize etmektedirler’ (Petras – Veltmeyer 2000; 131).
68
İnsani yardım alanında ikinci bir tartışma konusu ise Amerikan yardım
modeli ve sekülerleşmedir. Konuya felsefi açıdan yaklaşan Whaits’a göre dinsel
ideoloji,
birliğin
mücadelesi
açısından
güçlü
bir
motivasyon
kaynağı
oluşturmaktadır, çünkü STK’nın altında yatan temel felsefi görüş hümanizmadır
(Whaits 1999; 410). Daha öncede bahsedildiği gibi Amerika’da genelde sivil toplum
özelde ise Amerikan yardım sisteminin başat aktörleri Protestan geleneğine sahip
sosyal örgütlerdir. Bu oluşum içinde ‘hümanist’ tutum asgari düzeyde dinsel unsurlar
taşıdığı gibi STK’ların konu/olaylara müdahil olmasındaki motivasyonu sağlar.
Huddock ise, Whaits’ın tersine STK’lar açısından en zayıf yönün bu olduğunu ortaya
koyar; ‘STK’ları literatüründe esas zayıflıklarından biri de, STK’nın alturistik
motivasyonla hareket etmelerini sağlayan değerlere sahip olduğu önerisidir’
(Huddock 1999; 20).
İnsani yardımda uluslararası kurumlar ve STK ilişkisi dışında STK – STK
ilişkisinde de kurumsal bazda ayrı bir analitik inceleme konusunu oluşturur.
Uluslararası STK’ların yerel STK’lara karşı tutumları genelleme yapılmamakla
birlikte çoğu zaman BM’in STK’lara yönelik tutumlarıyla örtüşmektedir. Davranışsal
öğeleri doğu-batı ikilemi üzerinden tartışmaya açanlar olduğu gibi, olumlu bakanlar
için, yerel STK’larının taşeron görevi üstlenmesinin kar ve risk denkleminin doğal
bir sonucu olarak böyle bir misyonun gerekliliği şartını ileri sürmektedirler, çünkü
yerel STK’lar tam da yerel oldukları için sorunun çözümünde başarı yüzdelikleri
uluslararası STK’lara göre fazladır. Başarının kaynaklarının bir kaç neden altında
toplamak mümkün, ilkin ilişki düzeyleri kişisel boyutta olmasından hem daha fazla
risk almaya istekli hem de daha fazla motivasyona sahiptirler, bu da onlara mücadele
69
gücü ve sahası kazandırır, buna bağlı olarak yerel ve bölgesel STK’lar acil
durumlarda halk ve kurumlar arasında gerekli güvenin sağlanabilmesi açısından
kişisel ilişkileri nedeniyle kilit öneme sahiptirler ki onları güçlü kılan
karakteristiklerin başında yer alır. Burada öne çıkan kavram politik güven olgusudur.
‘Güven konusunda ileri sürülen görüşlerin farklılığına rağmen hem kültürel, hem de
kuramsal teorilerin ortak paydası, güvenin belli oranda bir ‘deneyime’ bağlı olduğu
ve ‘öğrenilmiş’ bir değer olarak karşımıza çıktığıdır’ (Gökırmak 2002; 240).
Uluslararası kurumlardan ve STK halka akan bilgi ve karşılığında halktan kurumlara
akan bilginin özünde politik güven olgusu yer alır. Doğu-batı tartışmalarında sıklıkla
gündeme gelmesi de aslında oluşturulamayan ya da tarihsel olarak politik güvenin
inşa
edilememesinden
dolayı
merkezi
konumda
bulunmayanların
temkinli
yaklaşımlarından ileri gelir.
Uluslararası kurumların ekonomik ve politik davranış modellerinin STK
dünyasına aynen aktarılması temkinli yaklaşanlar için sistemin tekerrürü anlamına
gelir. Bu nedenledir ki STK’ları eleştirenlerde savunanlarda yeni jenerasyon STK 18.
19. yüzyıl muhalif kimliklerini terk ederek sistem içinde katalizör görevi
üstlendiklerini ve artık uluslararası aktörler olarak sistemin devamlılığı açısından
varoldukları konusunda ısrarcıdırlar. ‘Bu durumda karşımıza, toplumsal örgütlerden
oluşan sivil insiyatifler ağı yerine, güçleri oranında hükümetlere ve diğer kamu
kurumlarıyla lobi faaliyetleri yürüten, sınırlı profesyonel örgüt düzeni çıkmaktadır’
(Çelebi 2004; 262).
Silinmiş: 5.1.1.1. İnsani Yardım
Örgütleri; Kızıl Haç/ Ay
Örneği:¶
Kızıl-Haç dünyanın en eski sivil
toplum kuruluşlarından biri olarak
kabul edilmektedir. 1863 yılında
Henry Dunant ve dört kişiyle
birlikte İsviçre’de ‘İnternational
Comitee For Relief To The
Wounded’ adıyla kuruldu. 1875’te
ise bugün bilinen ismini ‘The
International Comittie of Red
Cross (ICRC)’ aldı. Kızıl Haç
kuruluş amacında da yer aldığı gibi
temel görevi savaş nedeniyle
mağdur insanları korumak ve
yardım sağlamaktır. Örgüt temelde
1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ve
ilerleyen yıllarda imzalanan ilgili
sözleşmelerin uluslararası
uygulamaları denetlenmesiyle
yükümlüdür. ‘Kısaca, Kızılhaç
aslında uluslararası insancıl
hukukun tanıtımcısı (promoter),
garantörü (guarantor), muhafızı
(custodian) ve gözlemcisidir
(monitor)’ (Beigbeder 1991; 64). ¶
Kızılhaç bağımsız , tarafsız ve
önayrgısız olarak kurulmasına
rağmen ileriki zamanlarda mali
bütçesinin büyük çoğunluğunun –
ki yaklaşık %97’sini oluşturmakta
– devletler tarafından karşılanması,
dünya çapında ulusal ve
uluslararası spesifik bir yardım
sistemi oluşturulması ve
devletlerin kendi özerk
Kızılay/Haç’larına tüzük ve
yasalarla bağlayıcılığı olması
nedeniyle tam bir sivil toplum
kuruluşu olarak tanımlanmamakta
ve son yıllarda STK’ların
çeşitlenmesiyle ‘quasinongovernmental organization
(QUANGOs)’ kategorisine göre
nitelendirilmektedir. Ancak
Kızılhaç/Ay bir STK olmamasına
rağmen BM sisteminin de dışında
yer alır. Oldukça özgün ve bir o
kadar disiplinli örgütsel ağları
nedeniyle dünyanın hiç bir
hükümet dışı aktörün olamayacağı
kadar aktif ve söz sahibidir.
‘Kızılhaç ve Kızılay 7 temel
prensip üzerinden hareket
etmektedir; insanlık için
(humanity), tarafsızlık
(impartiality), yansızlık
(neutrality), bağımsız
(independence), gönüllü hizmet
(voluntary service), dayanışma
(unity) ve son olarak evrensellik
(universality)’ (Beigbeder 1991;
62). Verilen 7 prensip uluslararası
yardım sisteminin oluşturulmasına
da örnek oluşturacak everensel
değerlerin net bir çerçevesini
oluşturur. Uluslararası insancıl
hukukun insan haklarında atıfta
bulunduğu yasalar da özünde
kısmen bu 7 prensip üzerinden
... [1]
tanımlanır. Her ne kadar Kızılhaç
Biçimlendirilmiş: Altı çizgisiz
70
Silinmiş: ¶
5.1.2. İnsan Hakları Örgütleri:
Genelde insan hakları örgütleri STK dünyasında en önemli pozisyona sahip
örgütler olarak değerlendirilir. Bunun başlıca sebebi şiddet, kadın – çocuk suistimali,
konuşma özgürlüğü, din özgürlükleri, eğitim, sosyal güvenlik, keyfi tutuklamaya
kadar oldukça geniş bir alanda konumlanmaları ve genellikle savunulan konuların
tamamen siyasi olmasından ileri gelir. Özellikle insan hakları örgütlerinin karşı
duruşu, çevre ve diğer konuların sözcülüğünü yapan örgütlerin hedeflediği özel ve
çok yapılı şirketlerden ziyade hükümetlere hatta çoğu zaman devletlere yöneliktir.
‘Günümüzde genel olarak devletler – demokratik olsun ya da olmasın – dünya
kamuoyunda insan haklarına saygılı görünmek konusunda oldukça hassas
davranmaktadırlar, çünkü insan hakları eğilip bükülemeyen insanlığın varlığına
yönelik nazik sorunları içermesinden dolayı herhangi bir insan hakkı ihlalinin
gündeme taşınması (spekülatif bile olsa) her zaman iktidarları zan altında
bırakacaktır’ (Kapani 1996; 81). Diğer örgütlere kıyasla devletlerin imaj kaygısı
nedeniyle insan hakları kuruluşlarının daha fazla ciddiye alındığı aynı zamanda da
daha fazla baskı altına alınmaya çalışıldığı görünür bir gerçektir. Kabaca insan
hakları politiktir ve tüm baskı gücünü siyasi yapıların hassaslığından kazanmakla
birlikte hukukun üstünlüğü ilkesine en sadık STK modelidir. ‘Bu alanda STK’ların
politik başarısı pratikte temelleri sağlam olmayan ve değerlendirilmesi zor olmakta,
yürütmeyi korumak genellikle sürekli politik baskı gerektirmektedir’ (Nelson 2000;
478).
İnsan hakları örgütleri alanında esas sorun ya da sorunsallaştırılan öğe bu tarz
örgütlerin ‘sivil toplum’ adına konuşma iddiasında olmalarıdır. Şematik düzeyde
71
sivil toplum devlet olmayan olarak tanımlanmakta ve insan hakları örgütleri
geliştirdikleri sivil toplum temsilciliği misyonuyla sivil toplum devlet arasındaki
ayrımın, aydınlanmış bir seçkinler sınıfının hegomonyasına dönüştürmekte olduğu
kısmen tekrarlanan bir savdır. ‘Bu kurumlar sonsuz sayıda çıkar grubu, ‘uzman’
kamuoyu ve bu kamuoylarına ait profesyonel kodlardan oluşmaktadır’ (Çelebi 2004;
263). İnsan hakları siyasal bir sorun temeline oturtulduğundan, sorun etrafında
toplanan örgütsel ağlar en basit düzeyde kendi sosyo-politik bağlarını yeniden
üretecek benzer retorikler geliştirmek durumundadır. Burada paradoksal olan bir
yandan faaliyet alanları dahilinde muhatap kabul edilen hükümetler için siyasal
iletişimi kullanırken diğer yandan marjinal toplumsal grupların veya bireylerin
çıkarlarını
korumak
mevcut
politik
kamusal
alandan
optimum
almayı
engellemektedir.
‘İnsan hakları örgütleri çoğunlukla birincil görevleri olan hükümetlerin insan
hakları üzerine tutumlarını - özellikle şiddet üzerine - izleme ve raporlama, baskı
kurmak ve şiddetin sonlanması için uluslararası mekanizmalar yaratmaktır’ (Gaer
1996; 56). Tüm bu mücadele siyasi kanallardan sürdürülmekte, bu nedenle anaakım
medya yerine tercih edilen alternatif medya kanalları ve aktiviteler magazinsel değer
taşımayacak biçimde gerçekleşmektedir. Diğer örgütler gibi insan hakları örgütleri
de kendi yöntem ve metotlarını geliştirmiştir. Örneğin STK’ların Arjantin’deki şiddet
olaylarını raporlarına taşıması ve bu doğrultudaki uluslararası girişimleri, ‘tematik
mekanizma’ (thematic mechanizm) diye tanımlanan aktivite biçimini yaratmıştır.
Tematik mekanizma’da amaçlanan tüm kanallardan devletler, kurbanlar, medya, özel
kurumlardan sağlanan ve toplanan bilgilerle belli bir yargı mekanizmasını harekete
geçirerek sorunun giderilmesidir. 1945 San Francisco Konferans’ında insan hakları
72
örgütleri BM sistemine dahil edilmiş ve ‘San Francisco Konferansına 42 Amerikan
örgütü danışman olarak davet edilmişti’ (Gaer 1996; 51). Konferansın sonucunda
insan hakları örgütlerinin sundukları raporlar nedeniyle BM İnsan Hakları
Komisyonu’nu harekete geçirme gereksinimi duyacak ve böylelikle ilk şiddeti
Silinmiş:
Silinmiş:
soruşturma grupları 1967 Güney Afrika, 1968 İsrail ve 1975 Şili’de oluşturulacaktı.
BM Ekonomik ve Sosyal Komite ‘tematik mekanizma’ mantığıyla insan hakları
komisyonunu hükümetlerden, özel kurumlardan, hükümetlerarası örgütlerden ve
hükümet dışı örgütlerden güvenilir ve sağlam bilgi edinebilmek için yetkilendirmişti.
Bu nedenle insan hakları örgütleri insan haklarını izleme ve raporlama
üzerinden tanımlanırlar. Bu bağlamda Gaer, uluslararası sistem içinde yer alan insan
hakları örgütlerini iki ayrı grup üzerinden tanımlamaktadır. İlk grupta yer alanlar
tamamen kendilerini insan haklarına adamış (dedicated), diğer grup ise özelde kendi
üyelerine açık olan ancak çoğunlukla tüm bireylere hizmet veren (exculusive)
gruplardan oluşmaktadır.
5.1.3. Çevre Örgütleri:
Çevre, insan haklarından sonra uluslararası sistem içerisinde en kapsayıcı
sahaya sahiptir. II. Dünya Savaşı’nın ardından sınai ilerleme, savaşın yarattığı
tahribat, nükleer çalışmaların kitlesel tehdidi ve yaşanan diğer gelişmeler çevre ve
Silinmiş: 5.1.2.1 İnsan Hakları
Örgütleri; ‘Uluslararası Af
Örgütü’ Örneği:¶
Uluslararası Af Örgütü (Amnesty
International) tüm dünyada en çok
bilinen ve BM danışman statüsüne
sahip insan hakları örgütlerinden
biridir2. 1961 yılında Londra’da
kurulan örgüt ‘İnsan haklarını
genel bir platformda savunmak
yerine, çalışmalarını belirli
alanlarda yoğunlaştıran dünya
çapında bir hareket olarak ortaya
çıktı’ (Kapani 1996;86). 2004 yılı
verilerine göre örgüt 1 milyonu
aşkın üye ve destekçiyle 140’tan
fazla ülkede konumlanmıştır.
UAÖ, STK’ların genel
prensiplerinden finansal
bağımsızlığına uygun olarak, mali
kaynaklarını halktan toplanan
bağışlar oluşturulmakta ve
tarafsızlığın muhafazası adına
devlet ve hükümetlerden herhangi
bir maddi destek kabul
edilmemektedir. Uluslararası Af
örgütü eylem planı çerçevesinde
diğer STK farklı olarak belirlenen
düşünce suçlularının bırakılmasına
yönelik geliştirdiği yöntemlerden
biri; üyeler tarafından hükümetlere
sürekli mektup gönderilmesidir.
Böylelikle İnsan hakların
örgütlerinin ortak özelliği olan
hükümetlerle ilişkiye geçme
alternatif medya kanalları
aracılığıyla sağlanmaktadır. Aynı
zamanda uzun süreli kampanyalar
ve yıllık raporlarla kamuoyunun
dikkati sürekli canlı tutulmaya ve
ilgili mağdurların kurtarılmasına
yönelik oldukça güçlü bir sistem
oluşturulmuştur. İnsan hakları
örgütleri daha önce bahsedildiği
gibi siyasi oluşumlardır, bu
nedenle devletlerle ilişkileri sürekli
bir gerilim hattında gelişmektedir.
UAÖ tüzüğüne göre, düşünce
mahkumu siyasi, dini veya diğer
vicdani inançları veya etnik köken,
cinsiyet, renk, dil, uyruk veya
sosyal köken, ekonomik statü,
doğum veya diğer statüleri
nedeniyle gözaltına alınmış, şiddet
kullanmamış veya şiddeti
savunmamış kişilerdir (Amensty
International 2001). UAÖ için
önem teşkil eden hukuk üstünlüğü
ve yasal kararların uluslararası
anlaşmalar ve sözleşmeler
çerçevesindeki bağlayıcılığıdır. ¶
73
ekoloji sorunlarının küresel ölçekte bir hak istemine dönüşmesine neden oldu.
Gelişme ve çevre arasında ortaya çıkan gerilim bir yandan karşıt çevreci hareketleri
tetiklerken diğer yandan devletler bazında kalkınmayı öngören politikaların
uygulanabilirliğini tehdit etmekteydi. Böylelikle BM’in 1972 yılında Stocholm
Birldirgesi ile ‘çevre hakkı’ uluslararası anlaşmalarla yeniden tanımlandı. Stockholm
Bildirgesi çevre hakkını tanıyan uluslararası anlaşmaların ilki olmasının dışında
gerek STK dünyası için gerekse ekoloji felsefesi açısından bir dönüm noktası
niteliğindedir. Stockholm zirvesi sırasında 134 sivil toplum kuruluşu resmi süreçte,
diğer STK’ların ise çeşitli eylem ve aktivitelerle zirveye görülmemiş oranda katılımı
dolaylı da olsa STK’ların BM sistemine dahil edilmesini ve siyasi alanda da bir aktör
olarak gündeme gelmesini sağladı. Böylece, FAO UNESCO gibi BM organları doğal
kaynakların kullanımına yönelik faaliyetleri çevre sorunlarının hak olarak
tanınmasına yardımcı olurken United Nations Environment Programme (UNEP) gibi
alt organlarsa hükümet dışı örgütlere yönelik desteğini genişleterek çevre STK’ların
uluslararası sistemde bugünkü yerini almasını sağlayan süreci başlatmış oldu. Bu
nedenle UNEP, STK ve BM ilişkisi içerisinde kritik rol oynayan organların başında
yer almaktadır.
Stockholm sürecinde STK, çevreci hareketler, FAO, UNESCO gibi örgütlerin
çalışmaları sayesinde o güne kadar durağan olarak algılanan ‘doğa’nın dinamik bir
süreç olduğu, Bildirgede yer alan gelişme kavramına yapılan açık vurguyla kabul
edilmiş olmaktaydı. Böylelikle ekoloji ve çevre arasındaki disipliner problemler bu
süreçte benimsenen ‘yeni çevrecilik’ (new-environmentalizm) felsefesi ile belli bir
uzlaşma zeminine doğru kaydı. Çevre ve ekoloji kavramları oldukça tartışmalı
74
olmasından, kabaca ekolojinin doğa merkezli, çevreciliğin ise insan merkezli olduğu
söylenebilir. Ekolojik mantık doğayı insanın üzerinde konumlarken, çevrecilikte esas
olan doğanın insan yaşamını devam ettirmesini sağlayacak bir araç olmasıdır.
Kalkınma, Çevreci ve ekolojist kavrayış yeni-çevrecilik paradigması altında yeniden
yorumlandı. Buna göre, yeni çevreciliğin önerdiği - ki sürdürülebilir gelişme
kavramında önemle vurgulanmış ve yerindenlik, merkezsizleşme ve yönetişimle bu
felsefe ileriki dönemlerde beslenmektedir- ortak bütünlükçü bir yaşamdı.
Stockholm Bildirgesi’nin ardından 1982 Dünya Doğa Şartı, 1981 Afrika
İnsan ve Halklar Hakları Şartı ve 1992 yılında Rio Çevre ve Gelişme Bildirgesi
bugün çevre haklarının yasal temellerini oluşturmaktadır. Bu antlaşmalar içerisinde
Stockholm’den sonra en önemlisi ‘Rio Deklarasyonu’ dur. ‘Dünya Şartı olarak ta
anılan belge ‘sürdürülebilir gelişme’ felsefesini özetler’ (Kaboğlu 1996; 151).
Hukuksal açıdan Rio Deklarasyonu çevre hakkını tam güvencesini sağlamak üzere
hazırlanmış en kapsamlı metinlerden biri olmasının yanı sıra sivil toplum
kuruluşlarına BM sistemi içerisinde yetki tanıyan ilk belgedir. Stockholm
Bildirgesi’nden Rio’ya kadar tüm anlaşma ve zirvelerde STK’lar sadece gözlemci
statüsündeyken, Rio sürecinde sivil toplum kuruluşlarının UNEP’in farklı
toplantılarında araştırma, kaynak ve bilgi sağlama konularında oynadığı aktif rol esas
tutularak BM çatısı altında resmi organlara karılım ve katkı sağlayabilecek kadar
geniş biçimde yetkilendirildiler. 2000’li yılların genel politikasını oluşturan
sürdürülebilir kalkınma kavramı da bu etkileşim ışığında gerçekleşti. Örneğin
‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramını gündeme taşıyan ilk belge Dünya Doğayı
Koruma Birliği’nin (IUCN) Birleşmiş Milletler’e verdiği rapordur. 1983 yılında ise
75
Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu’nun (United Nations
Conference on Environment and Development - UNCED), kurulmasıyla birlikte
STK’ların uluslararası sistem içerisinde önemi daha da arttı3. UNCED içerisinde
Brundtland Komisyonun aktiviteleri, global forum ve hazırlık komisyonu
toplantılarında
(PrepCom
-
Preparatory
Committee),
IUCN,
Greenpeace,
Environment and Development Action in the Third World, Conservation Foundation
ve Environmental Defense Fund gibi 5 farklı uluslararası STK aktif rol üstlenmiş ve
sürdürülebilir gelişme kavramının anlam kazanmasını sağlamışlardır. Özellikle
Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansının sonucu olarak ‘Rio Bildirgesi’,
‘Gündem 21’, ‘Orman İlkleri’, ‘İklim Değişimi ve Biyolojik Çeşitlilik’
sözleşmelerinde sürdürülebilir gelişme açık biçimde yer almıştır. STK’lar için ise
‘Gündem 21’ ayrı bir öneme sahiptir. Eylem planı niteliğinde olan ‘Gündem 21’ sivil
toplum kuruluşlarının yapması gerekenler ve misyonları ne olduğu konusunda detaylı
bir plan ortaya koymakta ve açık biçimde global bir sivil toplumun gerekliliğine ve
varlığına işaret etmektedir.
Gündem 21, ‘sürekli gelişmenin partnerleri NGO rolünün güçlendirilmesi’
başlığı altında, BM Örgütü’nün ve Devletlerin gelecekteki sorumlulukları konusunda
çok açıktır (Kaboğlu 1996; 156):
Birleşmiş Milletler sistemi, - buna uluslararası mali ve gelişme kurumları
dahildir-, mevcut usul ve mekanizmaları güçlendirme araçlarını incelemek
amacıyla ortak önlemler almak zorunluluğu duyacaklar; böylece NGO’lar,
3
‘Birleşmiş Milletler Çevre Programı (BMÇP)’nın 1982 yılında yapılan 11. Yönetim Konseyi
toplantısında alınan bir kararın Birleşmiş Milletler genel kurulunda onaylanmasından sonra, 1983
yılında Norveç Başbakanı G.H Brundtland’ın başbakanlığından bağımsız bir komisyon olarak kurulan
Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu’un çevre ve gelişme arasındaki karşılıklı
bağımlılığı ve etkileşimi ortaya koyan bir yaklaşımla gündeme getirdiği sürdürülebilir gelişme
kavramı, uluslararası kuruluşların çevre politikalarının yönlendirilmesinde temel çerçeveyi çizerek,
çevre gerçeğinin bugünkü içeriğini kazanmasında etkili olmuştur’ (Mengi – Algan2003; 20).
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
76
karar alınmasına ve yürürlüğe konmasına ilişkin politikaların oluşumuna
katılacaklar.
Hükümetlerde,
Gündem
21
programının
uygulamaya
konmasında, ulusal prosedürlerle NGO’ları katmak için gerekli önlemleri
alacaklardır.... (alıntılayan Kaboğlu 1996; 156)
Silinmiş: ’
Silinmiş:
Uluslararası alanda, yasal belgeler ve kurulan etkileşimli ilişkiye rağmen STK
gözlemcileri sistemin STK’ları bu kadar geniş oranda kapsamasının hem STK’lar
için hem de sivil insiyatifler açısından bazı sakıncalara sahip olduğuna dikkat
çekmektedirler. Onlara göre, STK’ların özellikle uluslararası sistem dahilinde yetki
gücü artarken diğer yandan etki gücü aynı oranda azalmaktadır. Ken Conca’nın
yorumunda, çevre ve diğer faktörler arasındaki ilişkinin belirsiz ve sınırsız olması
STK’ların konumu belirleyebilmeyi güçleştirmektedir. Zorluğun başlıca nedeni,
STK’ların etkili olanların hepsi olmamakla birlikte bir çoğunun kendilerini çevre
(environmental) gibi dar terimlerle tanımlamış olması ve STK’nın ulusaşırı olup
olmadığının göreli kalmasıdır (Cona 1996; 106). Conca’nın merkez daire
çözümlemesi STK’ların konumu bakımından detaylı bir açılım sağlar. Buna göre
sistem içinde Greenpeace, World fund of Nature, Friends of the Earth International,
IUCN gibi örgütler merkezde yer alan küresel ölçekte yayılmış milyon dolarlık
bütçeleri ve yine milyonu aşkın üyeleriyle en güçlü STK’lardır. Rio öncesi ve sonrası
karar alma süreçlerine katılım yetkisi geniş oranda bu STK verilmiştir. Merkezin
biraz dışında yer alanlar ise – merkez daire tarafından içerilen - think-thanks, STK
ağları (network) ve bilgilendirme grupları, daha çok yardımcı konumda bulunan
STK’larından, en dış dairede ise grassroot diye adlandırılan; gözlemci statüsünde
bulunan ve sayıları tam bilinmemekle birlikte 200 binden fazla olduğu tahmin edilen
küçük ve çoğu yerel STK’lardan oluşmaktadır. Merkez daire ilişkisi dikkate
alındığında Sistem içerisinde yer alan çevreci STK’ların dikkat çekici oranda
77
Amerikan kökenli olması ya da önemli ekonomik bütçelere sahip olmaları ulus-aşırı
donor kuruluşların da buna destek vermesi, atıl kaynaklara ulaşmakta sıkıntı yaşayan
küçük ölçekteki STK’ların dışarılanması tehlikesini yaratabilecek önemli bir gelişme
olarak nitelendirilir. STK’ların yardımlara, bağışlara ulaşmasındaki güçlükler bir
yana uluslararası kurumlar ve STK’lar arasındaki muhalif ilişki de kurulacak
ilişkileri etkileyen unsurlardan biridir. Buna göre, ‘BM ve STK’ların işbirliği,
müdahale anlarında mainstream STK’lar Amerikan patentli, güneydekiler politik,
diğerleri ise bilgi esnasında tutulmaktadır’ (Conca 1996; 112). Bu durum kuzey
STK’lar ve güney STK’lar arasında güç birliğine dönüşebileceği gibi her türlü ortak
ilişkiyi
güç hiyerarşisi çemberini de sokabilir. Sistem hiyerarşisinin nedeni ve
sonucu olarak STK dünyası içinde temsili üstelenilen çevre konusunda temel ve
klasik problemlerin şekil değiştirerek sürdürülebilir gelişme felsefesi merkezde
olmak üzere ilgilenilen olguların; global finans, ticaret, kalkınma, özel şirket
politikaları gibi karışık ve dolaylı alanlara kaymakta olduğunu işaret edilir. Bu
nedenle çevreciliğin insan merkezli doğası ve çevrenin insana hizmet adına
iyileştirilmesi düşüncesi ‘gelişme’ yazını da su yüzüne çıkan mantığın çevresel
olgulara uyarlanması olarak kabul görür. Buna göre aslında çevreci hareketler
sorunun doğasıyla değil sistem içerisinde yumuşatılmasıyla ilgilidir. Çünkü gerek
Stockholm’de gerek Rio’da ve diğer tüm zirvelerde çevre farklı boyutlarda ve
tutumlarla gelişmeye katkıda bulunan bir değer olarak algılanmıştır. Böylelikle
özellikle 1980’lerde refah devleti gölgesi altında uluslararası kurumların kalkınma
hamlelerinde çevresel değerleri fark edip STK’lara yönelmesi süpriz bir gelişme
olarak düşünülmemektedir.
78
5.2. STK Modellerinin Değerlendirilmesi:
Bu başlık altında amaçlanan yukarda bahsedilen konuların kısa bir özetini
sunabilmektir. Genel bir değerlendirme yapılırsa, sivil toplum kuruluşları,
farklılaşması, çeşitlenmesi ve özgünlüğü bütünsel bir bakış açısı gerektiren ve
oldukça karmaşık ilişkiler sistemlerini içinde barındıran ayrı bir evren gibidir. Sivil
toplum kuruluşu dünyasına yön veren şeyleri sınırlandırmak belki de STK’ları
tanımlamaktan çok daha zordur. Her bir sivil toplum kuruluşu kendi içinde
bulundukları coğrafyaya, toplumsal ilişkilere, sivil topluma (burada sivil toplumu
entellektüel düzeyde yeni bir dönem fomulasyonu olarak kullanmamakla birlikte son
dönemlerde siyasetin gerektirdiği popülerlikten de ayrı biçimde yani askeriyle,
parlementosuyla, eğitim sistemiyle, etnik gruplarıyla bireyleriyle vb. özetle bir
toplum için gerekli olan ne varsa tümünü dahil ederek kullanılmaktadır) ait özgün
koşullarda doğar ve yönetmelerini, taktiklerini, hedeflerini durumun yarattığı şartlar
bağlamında sürdürür. Buna göre aslında STK değerlendirmenin bir yolu da içinde
yer aldıkları konjonktürel aşamaları ve direnç noktalarını ilişki ve iletişim
denkleminde anlatabilmekten geçer. Bu nedenle sivil topum kuruluşlarının her hangi
bir disiplin içerisine sıkıştırılmaması gerekir.
İnsan hakları örgütlerinde belirleyici olgu devlet – birey ikililiğinin yaratmış
olduğu sistematik sorunların üstesinden gelebilme ve düzenleyebilmektir. Kabaca
insan hakları örgütleri siyasaldır ve tüm çaba bu dualitteden politik kazançlara
ulaşabilmektir. Hukuksal dayanağı en kuvvetli olan sivil toplum kuruluşu diye
tanımlanabilir.
Silinmiş: 5.1.3.1. Çevre
Örgütleri; ‘Greenpeace’ Örneği:¶
¶
Greenpeace hem çevreci sivil
toplum kuruluşları hem de
kamuoyu önünde en popüler ve en
mücadeleci örgütlerdendir. Örgüt
kurulduğu 1971 yılından bu güne
kadar bir çok eylem, bilimsel
çalışma ve çeşitli aktivitelerle
kendini kabul ettirmiştir. 2004
verilerine göre 24 ulusal ve 4
bölgesel ofis, 101 ülkede 2 milyon
800 bin destekçisiyle küresel
ölçekte faaliyetlerini
sürdürmektedir. Greenpeace’in bu
kadar önemli bir örgüt haline
gelmesinde savunduğu konuların
dışında STK dolayımında
aktivizime getirdiği yeniliklerdir.
Yeniliklerden biri kuşkusuz yeni
enformasyon ve iletişim
teknolojilerini en üst düzeyde
kullanmaları ve bu alanı muhalif
kanattan geliştirmeleri olmuştur.
Belli başlı örneklerden birisi özel
şirketlerin müşteri memnuniyeti
odaklı pazar stratejilerinde kurulan
interaktif bilgi ağını ters yüz
edilmesini sağlayan ‘eloktronik
aktivizm’dir. Greenpeace’in
karakteriyle özdeşleşen bir diğer
yöntem ise ‘doğrudan eylemdir’.
Doğrudan eylemle amaç sorundan
sorumlu olanı hedeflemektir.
Doğrudan eylemin yanında
faaliyetin yürütüldüğü mekanda
bulunmayı içeren ‘pasif direniş’
modelleri de sıklıkla
kullanılmaktadır. ‘Tanıklık etme
eylemi’ yine Greanpeace’in geniş
eylem repertuarının bir parçasını
oluşturmaktadır. Tanıklık etme
esasen pasif direniş modeli olarak
da kabul edilebilir, çünkü tanıklık
eylemi sırasında olaya sözel veya
fiziksel bir müdahale söz konusu
değildir.¶
¶
¶
79
Çevre örgütlerinde ise durum farklı olarak özel sektör – gruplar arasındaki
mücadele alanlarını işaret etmektedir ve çevre konunun kendisi de ilgili kurumları da
en basit düzeyde reel ekonomik değerler çerçevesinde, bireyler, devletler ve
hükümetlerarası kuruluşların ikinci planda kaldığı bir portreyi anlamdırmaktadır ve
belki de en önemli karakteristiği bölgesel kısıtlamaları dışlamalarıdır.
İnsani yardım örgütleri etik değeri en yüksek ve bir o kadarda siyasi yapısal
değerlere sahip olandır. Eğer bir ilişki formülasyonu yapmak gerekirse gerek
felsefesi gerekse aktiviteleri devlet – devlet arasında dönen ilişkiler sistemi üzerine
inşa edilir. İnsanı yardım örgütlerinin yer aldığı düzlem politiktir, çözümleri ve
metotları ve hareketleri de politik sisteme bağımlıdır ancak bu bağımlı ilişkilerden
paradoksal biçimde kendini sıyırmayı başarabilen örgüt modelleri de yine insani
yardım kurumlarıdır.
Gelişme veya kalkınma örgütlerinde ise biraz daha çeşitlilik arz eden
analizler gereksinim vardır. Buna göre devlet - özel sektör – gruplar – yerel
yönetimler arasından gelişen düşünsel ve çıkar çatışmalarının yükseldiği ve ötekilere
göre daha bölgesel kalabilen ve yine ötekilerine göre daha fazla koalisyon gerektiren
saha çalışmalarıdır.
Yazılı ve görsel medyanın kullanımı ve diğer iletişim araçlarından
yararlanabilme yukarıdaki ilişkiler bağlamında gerçekleşmektedir. Örneğin çevre
örgütleri out-door diye tanımlananan dış alan iletişimine, doğrudan eylem
80
biçimlerini, publicity gibi haber değeri taşıyan eylem ve aktiviteleri yoğun olarak
kullanmaktadır.
İnsan hakları örgütleri belli bir haber değeri ifade eden aktivitelerden ziyade
magazinden uzak programlardan yararlanmaktadır. Bu yöntemin etkin kullanımında
Silinmiş: ciddiyet gerektiren
haber
Silinmiş: ın
önemli olan daha uzun süreli ve bilgilendirme düzeyi yüksek olması ve olası hedef
kitlenin birebir muhattap alınmasıdır Bunun yanında hedefi oluşturan hükümetlere
karşı mektup/mail/telefon vb. her türlü kanalın sürekli iletişime imkan tanıması
nedeniyle iletişimsel eylemi boyutunu bu tarz araçlardan oluşturmaktadırlar.
İnsani yardım örgütlerinde konular medyaya götürülmez, çünkü ilgili
konuların haber değeri yüksektir. Bu da onları halkla ilişkiler ve reklam
tekniklerinden uzaklaştırmaktadır.
Kalkınma örgütlerinde ise durum biraz daha farklıdır seçilen yöntem daha
çok magazinsel değerdedir ve bölgesel olduğu için yerel iletişim kanalları ve yüzyüze
iletişim en üst düzeyde geçerliliğini korumaktadır.
Yukarda ki çözümlemeler farklılıkları yansıtır. Benzerlikleri ise nerdeyse
klişeleşen söylemlere paralel ilerler. En başta tarafsız ve önyargısızdırlar, tam
bağımsız ya da özerktirler, genelde tüm toplumu özelde ise üyelerinin çıkarlarını
korumayı amaçlamaktadır, ancak çevre ve insani yardım örgütleri bu noktada
ayrışmaktadır, çünkü çevre fenomeninin insan merkezli olduğu vurgulansa da
çıkarlara değil korumaya öncelik verilir ki bu noktada birey ve grup çıkarları arka
81
plandadır (bunlar en azından görünen düzeyde değildir), insani yardım örgütleri ise
kitlesel yardıma öncelik tanıdığından üyelerinin çıkarlarını tanımlamak söz konusu
değildir. Rapor, teknik araştırma, gözlemleme ve çözüm üretme ortak özellikleridir.
Gelişeme/kalkınma örgütlerine NGDO (nongovermental devolopment organizatons)
kalkınma söylemiyle paralel ilerleyen bir perspektife sahip olması nedeniyle bir
sonraki kısımda açıklanmaya çalışılacak olguların kendini tekrarlamaması adına bu
bölümde yer verilmemiştir.
6. İlerleme/Gelişme Söylemi ve STK ilişkisi:
Sivil Toplum Kuruluşları bir çok nedenle gelişme politikalarıyla yakından
ilgilidir. Bunlardan ilki STK’ların uluslararası örgütlerin kalkınma politikalarının
yeni yerel aktörleri olarak görülmesi, ikincisi sivil toplum ve STK’ların daha önce de
söz edildiği gibi varlığının veya yokluğunun gelişme sorunu olarak ortaya konması,
üçüncü neden ise STK’ların (sendikalar dışarıda tutularak) her türlü özel ve genel
amaçlarının gelişim etrafında şekillenmesidir. STK’lardan beklenen ve onlarında
büyük
oranda
benimsediği
hizmet
sektörü
dolayımında
çoğulculuk,
demokratikleşme, proje yaratma ve uygulama gibi görev ve misyonlar gelişmenin
yayılımcı karakteristiğinden beslendiği gibi aynı biçimde bu süreci ve politikaları
destekleyici bir role büründükleri varsayılmaktadır. Bu nedenler göz önüne alınarak
burada sivil toplum kuruluşlarına yönelik yaklaşım ve politikalar gelişmeyi
kavramsallaştıran ‘kalkınma’ üzerinden değerlendirmeye çalışılacaktır.
82
Kalkınma
kavramı
II.
Dünya
Savaşı
sonrası
gelişmiş-azgelişmiş
dikotomisinde çevre ülkelerin merkez ülkeler seviyesine getirilmesini öngören
iktisadi bir terim olarak ortaya çıktı. ‘Aslında kavram yeni olmakla birlikte, evrim
teorisinin, modernleşme teorisinin, etnosantrist ilerleme ideolojisinin yeni koşullarda
aldığı biçimdi’ (Başkaya 2000; 15). Bu nedenle ‘gelişme’ yönünden ‘kalkınma’
insanlık açısından bir değerlendirmeden ziyade kapitalist ilişkiler çerçevesinde
kurulan bir süreci ve bu süreç sırasında ve sonucunda sermayeyi elinde bulunduran
ülkelerin kendi öz kimliklerini tanımlama ve geçirmiş oldukları değişimleri işaret
etmek için kullandıkları bir strateji olarak görülmektedir. ‘Evrim kuramı bu anlamda
tarihin yeniden disipline edilmesi, yeniden anlamlandırılmasıdır’ (Ercan 2001; 58).
Evrim teorilerinin temel prensiplerinden mantık merkezli düşünme biçimi
sömürgeleştirilen ülkeler hakkında yeniden bilgi üretimini sağladığı gibi aynı
zamanda barbar ve ilkel olarak tanımlanan Doğu’nun doğrudan ilerleme
paradigmasıyla Batı uygarlığı seviyesine geleceği, uygarlaşacağı iddiasında
bulunmaktaydı. ‘Bu söylem bütün ülkelerin ekonomik tarihini, her biri farklı
zamanlarda farklı hızlarda, tek bir gelişme kalıbını izleyen bir tarih olarak kavrar’
(Hardt & Negri 2003; 295). Bir çok teorisyene göre özellikle Aydınlanma
felsefesinin yarattığı bu dikotomik davranış modeli Batı’nın temel karakteristiği
olmakla birlikte bu süreçte belirleyici olanın Batı sermayesinin genişleme ihtiyacı
olduğudur. Bu bağlamda hem modernizmi olumlayanlar hem de eleştirenler için
değişim ve gelişim sermayenin kimin elinde bulunduğuyla yakından ilgilidir.
Toplumların disipline edilmesi ise gelişmenin formülünde yer alan sermayenin
yayılımına neden olabilecek engellerin ortadan kaldırılması veya bu risklerin
minimalize edilmesini içerir. ‘Toplumun disiplin altına alınması için ilk adım,
83
uzmanlaşma ve işbölümü ile birlikte bürokrasinin gelişmesi olmuştur’ (Ercan2001;
37).
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik ve politik değişimlerle gelişme
yazının sermaye açısından farklı bir boyutta algılanmasına neden oldu. Avrupa’nın
elinde
bulundurduğu
sermayenin
Amerika’ya
kayması,
sömürgelerin
bağımsızlıklarını kazanması, yeni kurulan devletlerin kendi iç dinamiklerinin dolaylı
dış müdahaleye açık olması ve geniş oranda bu ülkeler tarafından dış müdahalenin
bizzat talep edilmesi, sanayileşmenin artması, beşeri faktörlerin öne çıkması gibi bir
çok nedenden ötürü gerek kapitalist sermaye gerekse toplumsal yapılar açısından
yeni politikalar yaratılmasını sağladı. Bu noktada gelişme teorisyenlerine göre
evrimci gelişme yazını modernleşme kalkınmasıyla yer değiştirdi. ‘II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde, kalkınma kavramı yeni dönemin eşitsiz ilişkileri ve hiyerarşiyi
meşrulaştıran bir kavram olarak ortaya çıktı’ (Başkaya 2000;16) ve kalkınma yeni bir
tür bağımlılık ilişkisi yaratılmasının yolu olarak görüldü. Özellikle kalkınma yerine
‘kalkındırmanın’ popülerleşmesi çok büyük bir genelleştirmeyle tarihsel literatürde
ayrıcalığı bulunan azgelişmişlerin dünyasına bir müdahale olarak kabul edildi. Ancak
‘müdahale’ parçalanan toplum yapısı ve emeğin enformasyona dönüşümü nedeniyle
ekonomik olarak kolonileştirme sürecinde görüldüğü gibi askeri ve zoraki değil ikna
ve inandırma olarak farklı biçimde oluşturuldu. Buna göre kolonileştirme biçimsel
olarak son buldu ancak söylem olarak varlığını daha da somutlaştırdı; artık sermaye
için gerekli olan tektipleştirici seri üretim – fordist üretim – yerine esnek ve her bir
toplumsal yapının ayrı pazar olarak algılanması gerekliliğiydi, böylelikle aşağıdan
yukarı ve halkın beklenti ve isteklerinin öne çıktığı, merkezsizleştirmenin ayrı bir
84
önem kazandığı, yerelleşme eğilimi ve farklılık vurgusuyla küresel sermayeyi farklı
bir karakteristiğe taşıdı.
Üç evreli bir süreç izleyen gelişme yazını önce doğu-batı, arkasından
gelişmiş-azgelişmiş ve küreselleşme sürecinde ise güney-kuzey ilişkilerinin en basit
düzeyde nasıl okunduğunu ve kurulduğunu anlatan bir temsiller sistemini
anlamlandırmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte kuzey – güney diyaloğunun
pekiştirilmesi için; gelişim/kalkınma yeni, farklı ve temelde sürdürülebilir ve katılımı
gerekli kılan biçime dönüştü. Ancak küreselleşmenin nedenleri ve sonuçlarının,
gelişme yazını açısından doğru okunup okunmadığı konusu oldukça tartışmalı bir
alanda yürütülmektedir. Öncelikle evrimci teorinin ikili düşünce sisteminin tüm bir
tarihe genelleştirilmesi
ülkelerin etkileşim sürecini oldukça basitleştirmiş ve
karmaşık ilişkiler döngüsünü yalın bir söyleme indirgeyerek ekonomi dışındaki
iktidar nosyonlarının gizlenmesi tehlikesini yaratmıştır. Aynı zamanda Avrupamerkezli tarih anlayışını tek taraflı eleştirel yorumları Avrupa dışında yer alan diğer
toplum ve devletleri yine Batı’nın tarif ettiği metin üzerinden yapılması istenmeden
aynı ideolojinin bir kez daha üretilmesine neden olabilecek bir unsur olarak kabul
edilmelidir- ki bu yaklaşım oryantalizm eleştirilerinin ilk dönem çalışmalarına
yöneltilen indirgemeci tarzına yakın durmaktadır. Bu durumda merkez ülkeler
‘değişken ve etkileyen’, çevre ülkeler ise ‘durağan ve sürekli saldırıya uğrayan
masumlar’ olarak tanımlanabilmektedir. Ne var ki küreselleşme söz konusu
olduğunda merkez ülkeler çevre ülkelere onların bağımlılığından belki de daha fazla
bağımlı konumda bulunduğu gerçeği yeterince tartışılmamaktadır. ‘Bugün hakim
ülkeler bile küresel sisteme bağımlıdır; dünya piyasasının etkileşimleri sonucunda
85
bütün ekonomilerin eklemleri genel olarak çözülmektedir’ (Hardt & Negri 2003;
297). Yine de gelişme her zaman için sermayeyle birlikte düşünülmektedir.
Modernist-gelişmeci bir kuramcı kabul edilen Huntigton, yukarda bahsedilen
evrimci mantığa uygun olarak ‘Üç Dalga’ teorisinde ortaya koyduğu dünyanın
demokratikleşme açısından gelişimini anlatan düz ve ters dalgaların liberalleşmeyle
doğru bir çizgide ilerlediği görülmektedir. Ona göre demokratlaşmanın ölçümü
kısmen de olsa liberalleşmedir, özellikle son dönem analizinde 1990 sonrası
demokratik olmayan ülke klasmanında liberalleşmenin bir boyut olarak sadece
ekonomi alanında Marksist-Leninist rejimlerin değil, siyasal ve kültürel açıdan da
serbest
piyasa
ekonomisini
benimsemeyen
ülkeleri
yerleştirmiş
olmasıdır.
Huntington’ın Batı kültür tezine dayanarak belirttiği gibi; ‘kısacası demokrasi,
sadece Kuzey Batı ve belki Orta Avrupa ülkeleri ve bunlardan türeyen göçmen
kolonileri
için
uygundur’
(Huntigton
1996;
293).
Çünkü
İslamiyet
ve
Konfüçyüsçülük gibi kültürel yapılar büyük oranda demokrasinin önünde engel
olduğu gibi Batı Avrupa’nın geçirmiş olduğu özel tarihsel dönüşümlerden uzak
kalmışlardır. Buradan anlaşıldığı gibi modernist araştırmacılara göre de kalkınma ve
gelişme içkin ve evrensel değil bir takım verili normlar sonucu gelişen bir süreçtir.
Buna rağmen kalkınma ve sivil toplum kuruluşlarının aktif ilişkisinin sorunsalı
katılımcı ve sürdürülebilir kalkınma politikalarının taşıyıcı öğelerinin – proje
üretebilme, yerel bilgi vb. – gerçekte bölgelerde nasıl ve ne ölçüde uyarlanabildiği
paradoksunda düğümlenir.
Sivil toplum kuruluşlarının kalkınma/gelişmede oynadığı rol ise 1990’lardan
sonra belirginleşen sürdürülebilir kalkınma ve katılımcı kalkınma politikalarıyla
86
değişen dünya konjonktürü içinde aşağıdan yukarıya oluşturulan yeni düzenin,
yerelin temsili ve merkezsizleşen siyasi yapıda uyum sağlamayı kolaylaştıran ve
tabanın temsil edilmesine aracı olmasından dolayı ilişkilidir. Bir anlamda kalkınma
literatürünün yoğun olarak kurumsalcı çözümlemesinin bir parçasıdır. ‘Toplumsal
sermaye ve sivil toplum hakkındaki fikirlerde, çoğunlukla muğlak olmalarına rağmen
kuvvetle kurumsalcıdırlar’ (Cleaver 2002; 67). Bu açıdan kalkınma STK’yla ve
kalkınma kuruluşlarınca desteklenen bir sistemdir. Kalkınma teorisyenleri, devlet ve
egemen ideolojilerin büyük bir çoğunluğu STK’ların ‘gelişme’ için alternatif bir
dengeleyici olarak rol oynamasını olumlama eğilimindedirler. Çünkü STK’lar özelde
bireylerin genelde kamunun yararına çalışır ve her biçimde kamunun çıkarlarını
koruyacağı düşüncesine dayanan genel bir fenomen haline dönüşmüştür. Ayrıca
halkın geneli tarafından sempati ve güven duyulması açısından, planlama ve
projelerin yürürlüğe girme hızını ve gücünü artıracak önemde olduğu gibi bir genel
izlenime sahiptirler. ‘Kalkınmaya katılımcı yaklaşımların açık amacı, kendilerini
etkileyen ve daha önceden sınırlı denetim ve etkileri olan müdahalelerindeki
yararlanıcı dahlini cesaretlendirerek ‘halkı’ gelişmenin merkezi kılmaktı’ (Cooke&
Kothari 2002; 20). Özellikle son dönem politikalarında gelişme kişi başına düşen
gayri safi milli hasılanın (GSHM) oransal yorumundan ziyade, dış sermayenin ülke
sınırlarına girme ve kabul görme oranıyla da yakından ilgilidir. Bu bağlamda artık
önemli olan her hangi bir ülkenin sadece ekonomik refaha kavuşmasından ziyade
tüm toplumun ve her bir bireyin gelişimi arzulayabilir kılınmasıydı. Gelen eleştiriler
ise hakim iktidarların aşağı doğru genişleyerek STK’ları da en baştaki radikal
söylemden kopartarak sisteme dahil edildiği görüşünde birleşmektedir. STK’ları bu
yaklaşımla ele alan Hardt ve Negri benzer bir vurgu yapmakta, onlara göre artık
87
müdahale askeri değil, ahlaki ve yasal müdahale olarak da gerçekleşmekte ve biyopolitik toplum yapısının sürekliliğine hizmet etmektedir. STK’larda bu yönelimin
Silinmiş: .
önemli bir ayağında konumlanmaktadır;
Ahlaki müdahale dediğimiz şey bugün, haber medyası ve dinsel örgütler dahil
çeşitli organlar tarafından hayata geçirilir, ama bunlar içinde en önemlisi
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
hükümet dışı örgütlerin bazılarıdır; söz konusu örgütlerin doğrudan
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
hükümetlerin güdümünde olmadıkları için etik ya da ahlaki buyruklar
Silinmiş: ‘
temelinde faaliyet yürütüldüğü varsayılır (Hardt & Negri 2003; 61).
Silinmiş: ’
Çünkü; ‘aslında bu müdahale aşağıdan gelecek istisnai durumu haber verir ve bu da
sınır tanımaksızın, en etkili iletişim araçlarını kullanarak ve bunları simgesel düşman
üretimine yönlendirerek yapar’ (Hardt & Negri 2003; 62).
Silinmiş:
Gelişmenin sürekliliğini, güçlenmesini ve katılımı sağlayabilecek yerel bilginin
temin edilmesi, uzmanlaşma, proje üretebilme ve istihdam gibi paradigmalarla bu
sürece hizmet etmesi gereken en olası kurumlardır. ‘Kalkınmaya katılımcı
yaklaşımlar,
(yerel)
bilginin
temsili/sunumlanması,
analizi,
yorumlanması,
toplanması ve özdeşleştirilmesiyle ilgilidir’ (Cooke Kothari 2002; 106). Kalkınma
politikalarında yerel bilgi insan merkezli doğası gereği en temelde halkın bilgisi
çerçevesinde değerlendirmekte ve edinilen bilginin tamamen yerleşik toplumun istek,
çıkar ve beklentilerini yansıttığı gibi bir ön kabule sahiptir. David Moose
kalkınmanın yerel bilgi üretim sürecinde oynadığı role dikkat çekerek aktif katılım
stratejisiyle yerel bilgiyle elde edilen ve halkın bilgisi olarak sunulan şeyin gerçekte
projeci ve uygulayıcılar tarafından toplumları kurgusal bir metine dönüştürdüğünü
söylemekte ve son dönemde kalkınmanın katılımla insanı merkeze çeken yapısı
toplumsal ilişkileri planlama bağlamında yeniden inşa ettiğini vurgulamaktadır.
‘Buradaki önemli nokta halkın bilgisi olarak alınan şeyin, kendisinin planlama
¶
88
bağlamında inşa edildiği ve planlı sistemlerin içerdiği toplumsal ilişkileri
yansıttığıdır’ (Moose 2002; 35). Planlama aşamasında yer alan uygulayıcılar ve
planlayıcılar yerel bilginin planlama programına göre katılımcıların ihtiyaçlarını
örtük bir şekilde belirlemektedir. ‘En temel düzeyde proje personeli araştırma
araçlarının ‘malikidir’, konuları seçer, enformasyonu kaydeder ve proje ilgisine göre
özetler’ (Moose 2002; 39). Bu açıdan değerlendirildiğinde kalkınmaya katılımcı
yaklaşımda aktif ve belirleyici olanın halkın istemi değil, planlayan ve uygulayan
için neyin önemli olduğudur. Kolonileştirme sürecinde ortaya çıkan Doğu’nun
ihtiyaçlarının Batı tarafından belirlenmesine dayanarak ‘öteki’nin hayali bir varlık
olarak kurgulandığı iddiasının bu yönde hala sürdüğü görüşü yinelenebilir. Yerel
bilgi ve projelerin gerçekte radikal muhalif seslerin belli oranlarda azaltılması ve
halk tarafından benimsenmesini kolaylaştırmakta, böylelikle denetim ve güç
yukardan aşağıya olmak yerine tek bir iktidar mekanizmasından geniş kesimlere
yayılma anlamına gelmektedir. ‘Sözgelimi bir durumda ‘yerel ihtiyaç olarak ifade
edilen, gerçekte ilgili aracı kuruluşun meşru ve gerçekçi bir biçimde sürmesi
beklentisinden yerel algılar tarafından biçimlendirilmesidir’ (Cooke & Kothari 2002;
24). Aynı zamanda bu saptama kalkınmanın/gelişmenin halk katılımına ihtiyaç
duymasının gerekçesini de oluşturmaktadır, görünürde varolan şey dış politikaların
yerel halkla güçlü bir mutabakata giderek ihtiyaçların giderilmesine imkan sağlayan
geniş ve edilgen bir eylem yerine, arka planda halka başvurulmadan zaten planlı ve
programlı olan yaptırımların halkın temsil kurumlarıyla uygulama evresini
yansıtmaktadır. ‘Projeler açıkça insanların kendi ihtiyaçlarını belirleme yolunu
etkilemektedir’ (Moose 2002; 40).
89
Henkel ve Stirrat’ta benzer görüşü paylaşarak katılımcı kalkınmanın yeni bir
ortodoksi silahı olarak görülmesi gerekliliği üzerinde durmaktadır. ‘Kalkınma
endüstrisinde katılımcı yaklaşımın çekim noktalarından birisi, bu projelerin
sonuçlarının sorumluluğunu aracı kuruluşlardan ve kalkınma çalışmalarından alarak
katılan halka yüklenmesidir’ (Henkel & Stirrat 2002; 260). Çünkü onlara göre
gelişme, kültürmerkezci yönelimle modernizme içkin bir süreçtir ve hala bu süreç
Silinmiş:
devam etmektedir. Bilginin biçimlenmesinde bir diğer önemli unsur ise ihtiyaçların
sadece proje aktörlerince değil aynı zamanda yerel iktidar tarafından da aynı biçimde
etkilenebileceğidir. Toplumsal sınıfların geleneksel toplum modellerinde olduğu gibi
baskın kültürel değerler etrafında şekillenmekte olması diğer toplumsal sınıfların
dışlanması tehlikesini içermektedir. Farklı ifade etmek gerekirse yerel kültürün
hakim söylemi göreli marjinal grupların kalkınma planlamasında yer alma olasılığını
azaltmaktadır. ‘Kalkınma yaklaşımında birey genellikle projenin işlevsel doğasının
terimleri içinde tanımlanmıştır’ (Cleaver 2002; 79). Bir toplumda veya yerel bir
toplulukta kadın, çocuk, eşcinsel, yoksul vb. bir grup kültürel olarak dışlanıyorsa bu
grupların temsili ve gelişmeye katılımı ve aynı zamanda bilgi edinme sürecinde
ihtiyaçlarının belirlenmesi zor ve problemlidir. Böyle bir durumda gelişmenin
farklılık vurgusuyla bu grupların temsil edilmesi gerekliliği belirgin bir yanılsamaya
yol açar. Eğer kadın kültürel bağlamda söz söyleme hakkına sahip değilse onun
ihtiyacı kimin tarafından nasıl belirlendiği meçhuldür. ‘Sınıflandırma ve sınırların
korunması, katılımcı kalkınmanın karakteristiği ve böylece farklılığın sapkın olma ve
sapkın birey ve grupların takip eden dışarılanması potansiyelidir’ (Kothari 2002;
213).
90
Bill Cooke ise sosyal psikolojik açıdan kalkınmanın ve katılımın grup
psikolojisini ne şekilde ürettiğinin altını çizmektedir. ‘Özgül olarak, katılım, çok
daha riskli, kimsenin gerçekten katılmadığı ya da rasyonalize etmenin diğerlerine
zarar vereceği kararların alınmasına yol açabilir ve bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde
grup üyelerinin ideolojik inançlarını manipüle etmekte kullanılabilir’ (Cooke 2002;
151). Planlama, güçlendirme ve katılım süreçlerinde bireyler aracı kurumlar
eşliğinde ve/ya kollektif olarak dahil olmaları bireysel tatmin ve beklentilerin arka
plana itilip genel görüşe uzlaşıcı olarak yanıt vermeleri ya da bağlı bulundukları
kurumun kimliği altında ihtiyaç arz etmeyen konuları istem dışı katılma biçiminde
görülebilir. Özellikle Negri ve Hardt’ın ileri sürdüğü ahlaki müdahale alanlarından
gelebilecek dış yaptırımların kurumun proje muhatapları tarafından yeterince
tartışılamaması, aktarılamaması ve uzun dönemde sonuçlarının hesaplanamaması
bireylerin konuya yaklaşımını yüzeysel tutabilmekte ve genellikle de olumlu olduğu
ön yargısıyla karar alma sürecinde yanılgıya neden olabilmektedir. Bir başka önemli
nokta ise kalkınmaya katılımın bireysel düzeyde değil, bireylerin STK aracılığıyla bu
sürece gerçekte dolaylı olarak katılmasıdır. Temsiliyet başlı başına bir problem
olmasına rağmen kimin ne kadar temsil edildiği sorusu kalkınmayı destekleyenler
açısından da yanıtlanmış değildir.
Kalkınmanın sürdürülebilirlik boyutu ise yaratılan politikaların uzun vadede
geçerli
uygulanabilirliğini
tartışmaya
açmaktadır.
‘Sürdürülebilir
kalkınma,
‘bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşaklarında karşılayabilme olanağından ödün
vermeksizin karşılamak’ olarak tanımlanıyor’ (Başkaya 2000; 212). Sürdürülebilir
kalkınma katılımcı kalkınmayla aynı prensipleri paylaşarak daha çok ekonomik
91
olarak refah düzeyini artırmayı hedeflemektedir. En temel amaç ise yoksulluğun
önüne geçmek ve gelir seviyesini yaşanabilir düzeye çekmektir. ‘Küresel kapitalizm
geniş piyasa ilişkilerinin genişlemesine ve hem kalkınmış merkezi ‘metropol’lerde
hem de daha az kalkınmış çeper ülkelerdeki ‘üretim’ alanlarının tamamında artı
değer elde edilmesine gereksinir’ (Taylor 2002; 179). Neo-liberal politikalar ve
fordist üretim tarzının benimsediği üretim için üretim mantığı çevre faktörleri
üzerine yarattığı tahribatın 1992 Rio deklarasyonundan sonra gerektiği kadar üretim
Silinmiş: .
ve gerektiği kadar tüketim açılımına getirdi;
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Bu teze göre, yoksulluk sorununu çözemeyen bir büyümenin, son analizde
kalkınmayla özdeş sayılamayacağı gelir dağılımı üzerine odaklaşmak
gerektiği, bu arada gıda maddeleri açısından bağımlılıktan kurtulma, uygun
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
teknolojileri geliştirme, azgelişmiş ülkeler arasında ticareti artırma, gibi tezler
Silinmiş: ‘
içeren ‘temel ihtiyaçlar’ paradigması tartışma gündemine getirdi (Başkaya
Silinmiş: ’
2000; 191).
Yaklaşımda belirleyici olan temel ihtiyaçlar, bireylerin yaşaması için gereken
fizyolojik ihtiyaçlar ve sağlık, eğitim gibi hizmet sektöründe yer alan ihtiyaçlardı.
Sürdürülebilir
kalkınmanın
temel
ihtiyaçlara
odaklanması
önceki
gelişme
politikalarından bir kopuşu yansıttığı şeklinde yorumlanmıştır.
İlerleme ve STK ilişkisine paralel iki ayrı politikadan daha bahsedilebilir.
Bunlar yerellik ve yönetişimdir. İleriki bölümde yönetişim ve yerelliği hem ilerleme
açısından hem de somut politikalar bağlamında tamamlayıcı olacağı düşüncesiyle,
incelenmeye çalışılacaktır.
92
6.1. Yönetişim:
Soğuk savaşın bitiminden sonra gelişme ve kalkınma politikalarındaki
değişim beraberinde yönetim yapısını da değişime zorladı. Sürdürülebilir kalkınma
ve katılımcı kalkınma yaklaşımlarında görüldüğü gibi klasik gelişme sorunsalının
temeli olan ekonomik geri kalmışlık yerini sosyal adaletsizliğin neden gösterildiği
daha geniş ve problemli bir alana bıraktı. Bu sorunların giderilmesi veya
azaltılabilmesi için kalkınma politikalarının da kolay uygulanabilirliği göz önüne
alınarak ‘yönetim’; birey, kurumlar ve devlet arasında karşılıklı etkileşim sürecinin
temel tutulduğu ‘yönetişime’ dönüştürüldü. ‘Postmodern toplum düşüncesinde,
hiyerarşik olmayan, daha çok informel, dayanışmalı, göreceli olarak esnek ve
süreksiz ve hükümet dışı yapılarla yönetişimin alt yapısı oluşturularak toplumsal
gelişmenin sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır’ (Yıldırım 2004; 19). Siyasi alanda
yönetişim Avrupa bütünleşmesinde ortaya çıkan sorunların aşılması olarak gündeme
gelirken ekonomik boyutta liberal ekonominin küreselleşmesinin bir sonucu olarak
görülmektedir.
Yönetimden
paradigmasının
yönetişime
geçiş
merkezsizleştirilmesini
merkezi
otoriteye
öngörmektedir.
sahip
Böylelikle,
ulus-devlet
demokrasi
açısından alt birimlerin belli bir etkileşim sürecinden geçerek çoğulculuğun ve
katılımın sağlanabileceği ekonomik olarak da sermayenin uluslararası dolaşıma
sokulmasını engelleyici olan ulus devletin geniş yetkilerinin sınırlandırılmasını
sağlanacaktı. Ancak yönetimin yönetişime dönüşmesi tek başına yeterli bir olgu
93
olamayacağı endişesi ‘yönetişimin’ de ‘iyi yönetişime’ (good governance)
dönüşmesine neden oldu.
Türkçe’ye iyi yönetişim olarak çevrilen good governance kavramı; kamunun
tümünü veya bazı kesimlerini yakından ilgilendiren hususlarda alınacak
kararlarda yetkilerin nasıl kullanılacağı ve yurttaşların kendi görüş, fikir ve
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
yararlarını kararlara dahil edebilmeleri için neler yapmaları gerektiğiyle ilgili
olan kurum, kural, süreç ve davranışlarıda göz önüne alarak, sorumlu
(responsible) ve duyarlı (responsive) bir biçimde güç kullanımıdır
(http://www.deltur.cec.eu.int/bilgi-genel.html.).
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Silinmiş:
Yönetişim veya iyi yönetişim kavramları kurumsal bazda düşünülebilir ancak daha
çok siyasal sistemlerin ve gelişme politikalarının kapsayıcı sınırları bağlamında ve
STK’yla ilişkisi açısından küresel yönetişimin işaret ettiği noktadan uluslararası
sistemdeki karşılığıyla ele alınması gerekir. ‘Küresel yönetişimi devletin tek başına
üstlendiği sorumluluğun ötesinde sosyal ve politik meselelerde daha düzenli ve
güvenilir sorumluluk alma çabası olarak tanımlayabiliriz’ (Gordenker & Weiss 1996,
17). Yönetişim sürdürülebilir gelişmenin yerel düzeye aktarılmasını öngören 1990
sonrası dönemde Birleşmiş Milletler’in çok boyutlu ve çok taraflı kalkınma
politikalarının uygulanması için dünya konferansları serisinde özellikle ‘Gündem 21’
sürecinde geniş oranda yer bulmuştu. Uluslararası ve ulusüstü kurumlar azgelişmiş
ülkelere yönelik yardım ve politikaların sürekliliğini sağlayabilmek için bölgelerde
aktif ve etkin bir yönetişim ve sivil toplumun varlığını şart olarak öne sürmektedirler.
‘Çünkü zayıf yönetimler kalkınmayı bastırır ve engeller’ (Yıldırım 2003; 206). Bu
nedenle yönetişim bir takım siyasi ve ekonomik kriterlere dayandırılmaktadır. Siyasi
olarak yönetişim, kamu politikalarının yaratılması ve uygulanmaya konulabilmesi
için güçlü ve çoğulcu bir sivil topluma, şeffaf ve hesap verebilir hükümetlere,
94
hukukun üstünlüğüne, etkin katılıma, ekonomik açıdan ise ağırlıklı olarak serbest
piyasa ekonomisi, insan kaynakları ve rekabet gibi kriterlere dayandırılmaktadır.
Küresel yönetişim teorisyenleri için bu kriterler evrensel nitelikte olup
karşılıklı dayanışma ve yatay ilişkilerle geçerli olabilecek en iyi yönetim
modellerinden biridir. Ancak bu siyasi ve ekonomik kriterlerin Dünya Bankası ve
diğer müdahale gücü olan kurumların denetiminde ve bağımlılığında olmasından
dolayı bir gelişme sorunu olarak kabul edilmesi güç görünmektedir. Çünkü genel
olarak yönetişim ve yerindenlik gibi uygulama ve prensipler ülkelerin gelişmesine
hizmet etmek yerine uluslararası sermayenin yayılımını sağlayabilecek birer meta
olarak algılanma riskini taşımaktadırlar. Yönetişim gibi çok ortaklı yapılanmalar dış
müdahaleleri merkezsiz ve katılımcılıkla meşrulaştırma eğiliminde olabilmektedir.
Özellikle küresel yönetişim teorisyenlerinin savunduğu geniş biçimde uzlaşmanın
demokratik sistemler kurulması için gerekliliği fazlasıyla iyimser bir değerlendirme
Silinmiş: ‘
olarak yorumlanır. Böyle bir yorumu doğuran nedenlerin başında geniş uzlaşma
zeminin ve diğer kriterlerin bir sistem kurmak için değil ulus-üstü kurulu olan
sistemin diğerlerine ödünç olarak verilmesi gelmektedir. ‘Bu eleştirilerin temelini,
yönetişimin/çok ortaklı yönetimin esas olarak, özel sektörün ve özelliklede çok
uluslu şirketlerin küresel, ulusal ve yerel düzeylerde karar alma süreçlerine katılımını
kurumsallaştırıp, resmileştiren bir amaca hizmet ettiği görüşü oluşturmaktadır’
(Mengi & Algan 2003; 164).
Yine BM öncülüğünde sürdürülebilir kalkınma yaklaşımlarında varsayımsal
bir global sivil toplumun genel ihtiyaçlarının evrensel ve pozitif haklar üzerine inşa
95
edilmesi yönetişimin amacını belirsizleştirmektedir. Ulus-devletin ara yapılarının
sistematik olarak çevre/insan hakları gibi değerlere kanalize edilmesi ülke içi
demokrasinin güçlenmesini engelleyici bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. ‘Bu
yoruma göre küresel sivil toplum temsilcileri çok taraflı kurumların küresel
yönetişim içerisinde işlevsel (functional) ve işlemsel (operational) rol taban
partnerleri olarak yer alır’ (Collas 2002; 145).
Sürdürülebilir kalkınma ve ulus-aşırı kurumların geldiği yeni aşamayı
olumlayıp genel olarak neo-liberal politikalardan radikal bir kopuş olduğunu
değerlendirenlerin aksine Hardt ve Negri bu karşılıklı etkileşim sürecini ortaçağ
feodal beylikler ve monarşik iktidar yapılarıyla, modern zamanda mafya ve devlet
arasında karşılıklı yönetim ilişkileri üzerinden tanımlamaktadır. ‘İki durumda da
işlemsel otonomluk, farklı uygulamalar; nüfusun çeşitli kesimlerinin toprak temelli
bağları, özgül ve sınırlı meşru güç kullanımıyla birlikte, genel olarak tutarlı ve
birleşik bir düzen ilkesiyle çelişki içinde değildi’ (Hardt & Negri 2003; 349). Gerek
mafya gerekse feodal beyler bölgesel bir iktidara sahipti ve devlet/kral’ın gerekli
gördüğü üzere onların sahip olduğu yerel güç kullanılmaktaydı. ‘Bu ortaçağ ve
mafya örneklerinde olduğu gibi, yerelleşmiş yönetsel organların otonomluğu
emperyal yönetimle çelişmek şöyle durusun, bu yönetimin küresel etkinliğini artırır
ve yaygınlaştırır’ (Hardt & Negri 2003; 349). Bu bağlamda küresel yönetişim
kalkınma dolayımında sivil toplumu geliştirmektense tam tersine sivil toplumu
parçalamaktadır.
96
6.2. Yerellik:
Yerellik de tıpkı yönetişim gibi Soğuk Savaşın ardından Avrupa’nın yeniden
yapılanma ve bütünleşme sürecinde ortaya çıkan mevcut sorunların giderilmesine
yönelik geliştirilen bir metot olarak kabul edilmektedir. Bu açıdan yerellik ve
yönetişim sistemin devamlılığı açısından birbirini destekleyen teknik ve yapısal bir
yönetim biçimi olarak anlaşılabilir. Ancak paradoksal olarak yönetişim liberal
ekonominin küreselleşmesinin etkisindeyken, yerellik veya yerindenlik Avrupa
Birliği özelinde yatan anlayışa daha yakın durmaktadır. Aynı zamanda yerellik üniter
devletin ‘yerelleşme’ önerisinden de ayrılmaktadır. ‘Yerelleşme, yerel topluluklara
ait işlerin o topluluk tarafından şekillendirilen ve denetlenen yerel yönetimler eliyle
görülmesini öngören ve bu doğrultuda merkezi yönetimden yerel yönetimlere yetki
ve kaynak aktarımıyla yerel yönetimlerin özerkliğini korumaya amaçlayan bir
ilkedir’ (Canatan 2001; 43). Bu tanıma göre yerelleşmede önemli olan merkez
otoritenin yetersiz kaldığı veya müdahale edemediği bölgelerde, o bölgede bulunan
kurumlara yetkilerin belli bir kısmının devredilmesidir. Yerellikte ise yerel birimler
merkez otoritenin müdahalesini beklemeksizin kullanabilecekleri geniş yetkiye
sahiptirler. ‘Yerelleşmede devletin öncelliği vardır, yerellikte ise bireye en yakın
yerel yönetimlerin öncelliği esasdır’ (Canatan 2001; 44).
Türkçe’ye yerellik olarak aktarılan terim ingilizcede ‘subsidiarty’ olarak
kullanılmakta, ancak kimi kaynaklarda yerelliğin yönetim boyutunu vurgulamak için
yerindenlik şeklinde de aktarmaktadır. ‘Subsidarity’ temelde siyasi yapıların
öncelliğinin bireye/halka en yakın düzeyden başlaması prensibiyle hareket eder.
Avrupa ve Avrupa uluslararası kurumlarında kullanım biçimiyle de kavramın esas
97
vurguladığı anlam ‘bireye yakınlık’tır. Yerellik, merkezi otoriteye ait yetkilerin alt
toplumsal birimlere yayarak bireylerin ve toplumsal kurumların demokrasi ve
çoğulculuk adına yönetime katılmasını öngörmektedir. Bu bağlamada yerellik
Silinmiş:
yönetişime pararlel
‘yerinden
yönetim’
(decentralisation)
kavramını işaret
etmektedir. ‘Yerindenlik ilkesi, her hangi bir sorunun ortaya çıktığı noktaya en yakın
yönetim biriminin eliyle ve o birimin gerekli mali kaynaklarla donatılması suretiyle
çözülmesi anlamında kullanılmaktadır’ (Uğur 2000; 77 ). Bireye yakınlık liberal
öğretinin birey devlet tekil ilişkisi yerine bireyi devlet karşısına konumlandırmaktan
daha çok bireyin kurumlar aracılığıyla yönetime dahil olmasını böyleliklede ortak
yönetim anlayışını benimsenmektedir.
Yerellik ilkesi en basit düzeyde federatif yapıdaki ülkelerin Avrupa’yla
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
bütünleşme sürecinde özerk yetkilerinin ulus-üstü bir kuruma devredilip federal
oluşumların merkezi yönetime dönüşmesinin yarattığı olumsuzlukları dengelemekti.
Bunun nedenleri Avrupa Birliği’nde Avrupa Toplulukları’nda olduğu gibi
yetkilerini geniş yorumlayarak aşırı müdahaleci bir tavır takınmasından
endişe edilmesi, Avrupa Birliği organlarının demokrasi zaafıyla ve
bürokratik bir mekanizma olmakla suçlanması ve üye devletlerde devlet-altı
Silinmiş: ‘
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
yönetsel ve siyasal birimlerin Avrupa Bütünleşmesi sürecinde yetki
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 2,22 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
alanlarının Birlik düzeyine kaymasından endişe etmeleridir (Canatan 2001;
Silinmiş: ’
79).
Yerellik, bütünleşme sürecinde özellikle Almanya tarafından Alman eyaletlerinin
sosyo-politik yetkilerinin daralıtılması nedeniyle en üst düzeyde savunulmuştu. AB
içindeki bu yetki paylaşımı pazarlığı, yeni kalkınma politikalarından da beslenerek
sadece Avrupa’nın değil tüm dünya devletlerinin öncelikli gündem maddesini
Silinmiş: B
oluşturmaya başladı. Özellikle sürdürülebilir bölgesel kalkınma modeli AB dışında
98
ülkeler için kimi zaman yerelikle eş anlamlı kullanılan bölgeselleştirmeye de ayrı bir
önem kazandırmıştı.
‘Bölgeselleştirme daha çok yönetsel bir anlam taşır ve merkezi yönetim
karşısında bölgesel birimlerin yetkilerinin akçal kaynaklara aktarılmasını bir başka
deyişle yönetsel açıdan güçlendirimini ifade eder’ (Mengi &Algan 2003; 84). Avrupa
ülkeleri için yerelliğin ulus-devletin alt birimlerini korumaya yönelik kullanımı
uluslarası ilişkiler göz önüne alınarak gelişmekte olan ülkeler açısından paradoksal
bir yanılgıya neden olmaktadır. Öncellikle yerellik ahlaki ve siyasal boyutta olup
normatif bir tanımlama yapılamadığından oldukça yoruma açık bir noktada
durmaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri için yerellik daha çok siyasal bir kullanıma
sahipken, Avrupa Birliği’ne aday ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler açısından çoğu
zaman pazar-piyasa ilişkileri içerisinde düşünülmektedir. ‘Özellikle Avrupa
Birliği’nde üye devletlerle bölgeler arasındaki gelişmişlik farklarını ortadan
kaldırabilmek, Avrupa’nın bütünleşmesini sağlamak ve Birlik düzeyindeki
merkeziyetçi eğilimleri kırmak için yerel yönetimler ve bölgeler ön plana
çıkartılmakta, yerinden yönetim politikaları teşvik edilmektedir’ (Mengi & Algan
2003, 154).
Bu noktada görünen fedaralizmin getirisi olan yerelliğin diğer ülkeler söz
konusu olduğunda uluslarası sermayenin dolaşımı kolaylaştırmak adına ulus-devlet
sınırlarının parçalanması öngören liberalizme kaymaktadır. Yine de, gelişmekte olan
ve azgelişmiş ülkeler için de yerellik özünde AB’yle bütünleşmenin ve
konsensususun yolu olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle AB içerisinde tartışılan
99
yerellik ve uluslar içinde tartışılan yerellik bir biriyle çelişik görülse de amaçlanan
şey bir bütünleşme sorunun üstesinden gelebilmektir. Ancak bu etkileşim sürecinde
uluslararası alanda ortaya çıkan fotoğrafta yerellik ve yönetişim Avrupa merkezci
anlayışla gelişme yazınını tekrarlamaktadır. ‘Yerellik ilkesini aslında Avrupa Birliği
müdahalelerine zemin teşkil ederek Avrupa üst-devletinin güçlenmesi sonucunu
doğuracak, dolayısıyla kimi ülkelerde kuşkuyla karşılanan ‘Avrupa Federalizmi’ni
kamufle eden bir kavram olarak değerlendirenler de vardır’ (Canatan 2001; 138).
Yerellikle ilgili ikinci paradoksal durum ise genel küresel sivil toplum
eleştirilerinin yoğunlaştığı noktadan yükselmektedir. Yerellik kavramının fikri
kökleri Katolik Kilisesi öğretisine daynır. Kavram ilk kez 1931 yılında totaliter
rejimlerin baskısına karşı kilisenin ‘Quadragesimo Anno’ bildirgesinde yer almıştı.
Bu totaliter rejimler karşısında kendi varlığını da tehdit altında gören Kilise
siyasal yönden komünizme ve faşizme karşı bireysel özgürlükleri ve ara
toplumsal yapıların var olma haklarını savunan, ekonomik yönden de gelir
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
dengesizliğine ve sefalete karşı birey onurunu korumayı öngören ve sömürüyü
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
önlemeyi amaçlayan bir söylemi Quadragessimo Anno ile ortaya koymuştu
Silinmiş: ’
(Canatan 2002, 27).
Kilisenin sistemleştirdiği ve Avrupa’nın güncelleştirdiği yerellik bugün tartışılan
demokrasi için yeterince seküler bir alt yapı oluşturamadığına yönelik ciddi
suçlamalar yapılmakta ve buna bağlı olarak kalkınma retoriği tartışmaya açıldığında
dinsel öğretilerin doğal hukuka dayanarak ortaya koyduğu kavramların Avrupa
tarafından evrensel doğru olarak olumlamaya gidilmesi
ve yine bu evrensel
doğruların bizzat Avrupa tarafından tanımlanması, gelişmekte olan devletler için –
özellikle Hıristiyan olmayan – büyük bir sorun olarak kabul edilmektedir. Sadece
yerellik olarak değil katılım, sosyal dayanışma gibi prensiplerinde dinsel öğretilerde
yer alması bu eleştirileri güçlendirmektedir.
100
Silinmiş: ¶
Henkell ve Strirrat’ın katılım tartışmasını dinsel reformlar üzerinden
yürütmesi bu yaklaşıma benzer bir açılım sağlamaktadır. Protestan reforumu vekalet
ilkesi uyarınca merkez dışındakilere karar alma yetkisi tanımasıyla yani yetki
aktarımıyla alt birimlerin yönetime katılmasına olanak tanımıştı. ‘Vekalet ilkesi,
sözgelimi, son yıllarda mümkün en yüksek derecede ademi merkeziliği garanti
etmek üzere Avrupa Birliği’nde idari bir ilke olarak yeniden önem kazanmıştır’
(Henkell & Stirrat 2002; 248). Aynı zamanda dinsel öğretilerin kavramlara ahlaki
yüklemleri STK’lara yönelik örtük ahlaki varsayımları da onaylamaktadır.
Silinmiş: ¶
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: ¶
Silinmiş: ¶
101
Silinmiş: ¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
İKİNCİ BÖLÜM
1.Kıbrıs’ta Sivil Toplum Tartışması:
Kıbrıs’ta sivil toplum üzerine yeterli analitik çalışma olmamasına rağmen
tarihsel, kültürel ve siyasi parametreler eşliğinde 3 farklı yaklaşımla karşılaşılır.
Tarihsel olarak Kıbrıs Türk tarihini Osmanlı öncesi dönemden ele alarak bugünkü
verilere ulaşan (Beratlı) kültürel yaklaşım, Ada’nın yaşanmışlıklarını Osmanlı
döneminden itibaren oluşan süreç içerisinde değerlendiren (Kızılyürek, An,
Mavratsas) sosyo-politik yaklaşım ve Kıbrıs tarihini İngiliz dönemi kapsayıcılığında
sınırlandıran (Tombazos, Servas) konjonktürel yaklaşım. Analitik farklılıklar direkt
olarak sivil topluma yönelik olmamakla birlikte çoğunlukla ‘kimlik’, ‘vatandaşlık’,
‘kamusal alan’ gibi sivil toplumla özdeş kavramları ‘Kıbrıs sorunu’ üzerinden
tartışmaya açmaktadır. Bu başlık altında özellikle Kıbrıslı aydınların Kıbrıs sorunu
ekseninde adanın sivil toplumu üzerine düşüncelerine yer verilecektir. Burada
amaçlanan şey, Kıbrıs gibi yüz yıllık bir tarihe oldukça farklı yönetim biçimlerini
sığdırmış bir bölgede sivil toplumun varlığının açıklanabilmesini sağlayan
argümanların adanın özgün teorisine nasıl yansıdığı açıklayabilmektir.
Niyazi Kızılyürek çalışmalarında Kıbrıs’ta Batı liberal demokrasilerine göre
azgelişmiş bir sivil toplumun varlığına işaret etmektedir. Ada’da sivil toplumun
azgelişmişliğinin
nedenlerini
milliyetçiliğin
gelişiminin
nedenleri
arasında
aramaktadır. Kızılyürek’in ortaya koyduğu temel sorunlardan biri, Kıbrıs’ta çeşitli
etnik grupları kaynaştıran bir modernleşme sürecinin yaşanmamasının doğurduğu
102
sonuçlardır (Kızılyürek 2003;14). Buradan hareketle, Batı modernitesinin yurttaşlığa
dayalı ‘devlet-ulus’ (staatsnation) olgusundan farklı olarak, kültürün organik ulus
anlayışını temel tutan doğu milliyetçiliği etkisinde, Ada’daki toplumların etnik
aidiyetlerinin siyasallaşarak toplumsal birimleri etnisite içinde erittiği sonucuna
ulaşmaktadır.
‘Benzer
etno-kültürel
gerekçelerle,
birleşmeci
milliyetçiliğe
(Anschluss Nationalismus) yönelen etnik toplumlar, kendilerini Türk ve Helen
uluslarının ‘organik bir parçası’ olarak kurguladılar ve iki kutuplu milliyetçi bir
çatışma içine girdiler’ (Kızılyürek 2003; 27). Bu noktada Gellner’in tezinden
yararlanan Kızılyürek; Avrupa’da milliyetçilik öncesi dönemin ‘Kokoschaka’
resmine benzeyen farklı renk ve şekillerin iç içe yer aldığı bir haritadan geçerek
renkler ve şekillerin birbirinden keskin fırça darbeleriyle ayrıldığı ‘Modigliani’
resmine dönüştüğünü, bu bağlamada genel olarak Kıbrıs’ın toplumsal yapısının
soydaşlık bilinci esasında bir ‘Modigliani’ resmini andırdığının altını çizmektedir.
Silinmiş: ’e göre
Kızılyürek buradaki sorunu, Avrupa’daki örneklerinden farklı olarak, ‘Ortak devlete
rağmen, ortak bir yurttaşlık anlayışının gelişimine fırsat tanınmadığı gibi, iki
toplumdan oluşan ve devlete bağlılık gösteren siyasi bir toplum olarak Kıbrıs
halkının (staatsvolk) da’ (Kızılyürek 2003; 336) gelişmemesine bağlamaktadır.
Gelinen son noktada Kızılyürek sorunun çözümüne yönelik siyasi çerçevede
‘ortak yarar’, hukuksal çerçevede ise Habermass’ın ‘anayasal yurtseverlik’
kavramının Kıbrıs için kısmen uygulanabilir olduğu fikrine dayanarak ‘asimetrik
federalizmi’ önermektedir. Çünkü ‘ortak yarar’ ve ‘ortak rıza’ farklılıkların
biraradalığına somut bir siyasi irade çerçevesinde imkan tanımaktadır. Kıbrıs’ın reelekonomi politiğinde etnisitenin yapısallaşmış olması kendi öznel koşullarında
uyarlanmasını gerekli kılmaktadır. ‘Etnik kimliklerin kamusal alana taşınmış olması
103
ve siyasetin evrensel haklar ve özgürlükler değil, etnik kimlikler temelinde
meşrulaştırıldığı dikkate alındığında, Kıbrıs’ta oluşması olası postnasyonal siyasi
birliğin birey-yurttaş kadar etnik grupları da siyasi özne olarak konumlandıran bir
yapıya kavuşturulması gerekecek’ (Kızılyürek 2003; 319).
Caesar Mavratsas, Kızılyürek gibi azgelişmiş sivil toplum önermesinden
hareketle azgelişmişliğinin nedenlerini milliyetçilikle bağdaştırmaktadır. Ancak,
Kızılyürek’in ‘farklı yaşanan modernizme’ milliyetçiliğin eklemlenmesinin yaratmış
olduğu azgelişmişlik çözümlemesine karşı Mavratsas’ın azgelişmişlik kriteri ‘eksik
Silinmiş: .
yaşanan moderniteye’ denk gelmektedir;
Milliyetçiliğin ideolojik egemenliğinin sivil toplumun gelişmemişliğini
yansıttığı noktada, toplum bilimciler milliyetçi dünya görüşünün aşılmasının,
sivil toplumun güçlenmesi ve Kıbrıs toplumunun ipso facto (fiilen)
modernleşmesi anlamına geldiğini varsayabilirler (Mavratsas 2000; 144).
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ’
Bu açıdan Kızılyürek milliyetçilik ve sivil toplum ilişkisini verili bir değer olarak
görmekte, Mavratsas ise kavramlar arası ilişkiye içkin bir değer atfetmektedir.
‘Milliyetçilik ve sivil toplum, aynı prosedürlerin sonucudur ve en azından prensip
olarak uyum içinde birlikte yaşayarak birbirilerini besleyip güçlendiriyorlar’
(Mavratsas 2000; 109).
Mavratsas’ın öne çıkardığı, Kıbrıs’taki
milliyetçiliğin liberalleşmeyi
Silinmiş: .
dışlayarak, irrasyonalitenin sivil topluma olan etkisidir;
Sivil toplumun Kıbrıs’taki zayıflığı; çeşitli tarihi nedenlerle (Kıbrıs Elen
kapitalizminin kompradorcu-ticari karakteri, Osmanlı geçmişi ve İngiliz
sömürge dönemi, milliyetçi ideolojinin egemenliği, Kıbrıs Elen anti
sömürgecilik mücadelesinin niteliği ve geç ekonomik kalkınma) adada
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
yenilikçi rasyonalist zihniyete sahip bir burjuva sınıfının gelişmemiş olması
gerçeğiyle doğrudan bağlantılıdır (Mavratsas 2000; 111).
Silinmiş: ’
104
Batı liberal öğretisinin karakteristiği liberalleşme ve bireyselleşmenin yeterli
oranda içselleştirilmemesi Mavratsas’ın çözümlemesinde ikili bir fonksiyona
sahiptir, bir yandan milliyetçilik sivil toplumun gelişmesini engellerken diğer yandan
da sivil toplumun kendisi bireyselliğe izin vermeyerek milliyetçi aksiyomları
güçlendirme işlevi görmektedir. Mavratsas irrasyonalite temelinde birey karşısında
devletin odaklanmış olmasını bunun sonuçlarından biri olarak kabul etmektedir;
‘Kıbrıs’taki sivil toplumun zayıflığının çok önemli sonuçlarından biri; bağımsız
düşünce eleştirisini baskılayan ve – bireyin saygınlığını en yüksek sosyopolitik değer
olduğu inancı olarak ifade etmek istediğim – bireyselliğe düşman olan bir atmosfer
doğmuş olmasıdır’ (Mavratsas 2000; 111). Buradaki ana argüman, toplumsal kritiğin
kamusal alandan tasviye edilerek milliyetçi egemen ideolojinin varlığına meşruiyet
kazandırılmasıdır. Tasviye işleminde kulanılan araç ise çoğunlukla ‘Kıbrıs sorunu’
ve ‘ulusal çıkar’ olduğunu Mavratsas bir başka yazısında dile getirmektedir. Bu
bağlamda ‘Kıbrıs sorunun’ bir sorun olarak sürekli canlı tutulması esasında çokişlevli bir dinamiği anlamlandırır. Mavratsas modern liberal bireyciliğin baskı altında
tutulmasına verdiği örnek, ideolojik yansımanın günlük pratikte görünür olması
açısından önemlidir;
Homoseksüel eylemci A.Modinos, Kıbrıs yönetimini, homoseksüelliği bir suç
kabul edip cezalandırıldığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verdiği
zaman, toplumda eşcinsellere karşı oldukça olumsuz tepkiler oluşmuştur.
Toplumun bu konu üzerindeki temel kanaati, Kıbrıs’ın öncelikli sorunlarının
ulusal sorunlar olduğu, homoseksüellik gibi saçma konular üzerinde
yoğunlaşarak boşu boşuna enerji ve zaman kaybedildiği olmuştur (Mavratsas
2003; 156).
Kullanılan örnekten hareketle Mavratsas, Weber’e yaptığı atıfla Ada’da sivil
toplumun esasında modernleşmenin rasyonel içeriğinde yer alan ‘sorumluluk
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: h
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Silinmiş: ’
105
ahlakından’ öte ‘kanaat ahlakına’ dayanan bir irrasyonalite ile temellendirdiğinin
altını çizmektedir. Çünkü Kıbrıs olayında kaçınılmaz olarak ulusun önemini, kişilerin
üzerinde tutan milliyetçilik ile ‘sivil toplum’ arasındaki ilişki nettir. ‘Daha güçlü
ifadelerle söylenecek olursa, Kıbrıs Elen milliyetçiliği medeni olmayan (uncivil) bir
toplum yaratmıştır’ (Mavratsas 2000; 37).
Sorunun
çözümüne
yönelik
Kızılyürek
gibi
Mavratsas’ta
‘anayasal
yurtseverlik’ kavramını ileri sürmekte ve bunun için gerekli olan sivil toplum
araçlarının geliştirilmesi gerekliliğini savunmaktadır. Bu bağlamda sivil toplum
kuruluşları, vatandaş grupları ve sosyal diyalog artı öneme sahip oluşumlar olarak ön
plana çıkar. ‘Bu tür gönüllü ve gayri ihtiyarı kurumların varlığı; bireyin,
vatandaşlarının yaşam ve mutluluklarına karışmadığı sürece, merkezi iktidar
makamlarından herhangi biri tarafından engellenmeden, hem fiziki hem fikirsel
çıkarlarını gözetebileceği bir ‘özgür saha’ zırhı oluşturuyor’ (Mavratsas 1999; 37).
Kıbrıs’taki tarihsel olguları kimlik üzerinden analiz eden Nazım Beratlı,
milliyetçiliğin sosyo-politik yapılar üzerindeki olumsuz etkilerini kabul etmekle
birlikte, Ada’daki kimlik formasyonunu modernizm paralelinde gelişen verili bir
değerden çok tarihsel süreklilik içinde aşama kaydeden doğal bir fraksiyon olduğunu
savunmaktadır; ‘Kıbrıslı kimliği, bana göre ortaçağdan gelip, uluslararası bir kimliğe
doğru seyreden kültür gemisinin uğradığı bir arakonaktan başka bişey değildir’
(Beratlı 1997; 15). Bu noktada kültürel kimlikle siyasal kimliği özdeşleştiren
araştırmacı, Kıbrıs’ta öteki ilişkisinde inşa edilmiş olan kimlik tezini kabul etmez.
Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin Elen milliyetçiliği karşında tepkisel değil doğal bir
yapılanma olduğu iddiasıyla şunu yazmaktadır; ‘Elen ulusalcılığı, Osmanlı
106
yönetiminde filizlenmiş olup, yapısının temelinde ister istemez anti-Türk olmak
bulunduğu gibi, Türk ulusalcılığı da Anadolu savaşı’nın ateşleri içinde gelişmiş olup,
onun temeli de doğal olarak anti-Elendir’ (Beratlı 1997; 16). Bu bağlamda Beratlı
Mavratsas’ın irrasyonel toplumsal tutunumuna ve Kızılyürek’in muhayyel cemaat
(tasarlanmış toplum) düşüncesini kısmen reddetmekte ve teorik karşı çıkışını
kültüralisit açıdan yapmaktadır. Ona göre;
Adanın, kendi iç pazarı ve bu pazara sahip çıkmaya uğraşacak bir egemen
burjuvazisi bulunmamasına rağmen, bir tek ulusal kimlik yaratacak ne nesnel
ne de öznel koşullar olmadığından, uluslaşma çağı geldiğinden, bu iki halk,
söz konusu pazarın bağlayıcı gücü de çok zayıf olduğu için, nesnelliği göz
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
ardı etmek zorunda kalarak, ulusçuluğu kendi mensubu bulundukları kültür
içinde aradılar (Beratlı 1999; 60).
Beratlı’nın kültüralist yaklaşımı neticesinde sivil toplum bağlamında ortaya çıkan
sonuç, ulus-devletin soyut bir kavram olduğu ve sivil toplumun özünde kamusal –
özel ayrımına dayanmayan subjektif toplumsal varlıkla eş tutulabileceğidir.
Ümit İnatçı’nın çalışmalarında toplumsal yapının analizinden ziyade siyasal
ve sosyal aktörlerin konumu ağırlıklı bir yer tutar. İnatçı, kimlik tartışmalarına
tarihsel olgulardan bağımsız bir yorum getirmektedir. Ona göre ‘Kıbrıs Türk
toplumunun sorunu, tarihi bulgularla kendini bulma sorunu değil, kendileşerek bir
tarih yaratma sorunudur’ (2003; 111). Çünkü Ada’da farklı dönemlerinde görünür
olan kimlik arayışı toplumsal yabancılaşmayı da beraberinde getirmişti. İnatçı,
bireyin toplumla ve toplumların birbiriyle kurduğu ilişkinin sorunsalını skolostik
düşünce geleneğinde yer alan ‘elindenlik’ ve ‘eksik neden’le açıklamaya çalışır.
Buna göre ‘elindenlik’ dilediğini seçme özgürlüğünden çok dilediğini seçme gücünü
ifade eder. ‘Bu tanrılıkla yani ‘ben ne dersem o olur’ anlayışıyla bağdaşan bir
Silinmiş: ’
107
tanımdır’ (İnatçı 2003; 114). Seçme gücünü elinde bulundurduğunu varsayan siyasi
aktörlerin kolektif iradeyi dışlayarak kendi etnosantrik yönelimlerini meşru kılma
çabasına girmesi sorunun giderilmesindeki engelleyici etkenlerden biri olarak
düşünülmektedir.
Eksik
neden
ise,
elinde
yönlendirilmesi üzerine etki eden nedendir.
bulundurulan
gücün
sonuca
‘Skolastiklere göre de yokluğun
(olmayanın) tam nedeni olamaz; çünkü olmayan şey bir neden eksikliğinden dolayı
olmamıştır; eksik neden, sonucu tek başına bağlayamayan nedendir’ (İnatçı 2003;
114). İnatçı’nın dikkat çektiği nokta, aktörler kendi mitoslarından yola çıkarak,
nesnel tartışmayı karşıtlık ilişkisinde oluşturmakta ve toplumsal kritiği savunmacı
pozisyona getirerek, sivil insiyatifin alternatif üretebilmesine engel olduğudur.
2. Osmanlı Dönemi’nin Kıbrıs Kamusal Alanı Üzerine Etkisi:
Sivil toplumun kurucu unsuru olarak kamusal alan, Kıbrıs’ta Batı
modernitesinin öne sürdüğü iletişim alanından çok siyasetin cemaatlere yöneldiği bir
çatışma alanı olarak görülebilir. Çatışmanın temelini oluşturan yapısal düzen adaya
Osmanlı döneminde taşınmış ve zamanla diğer ideolojilerin de eklemlenmesiyle sivil
toplumun tanımlayıcı unsurlarını şekillendirmiştir. Özellikle Kıbrıs söz konusu
olduğunda sıklıkla tartışılan ‘iki toplum’ söylemi, Osmanlı’nın dini merkeze alıp
ayrımlaştırdığı cemaatçiliğin, ileriki dönemlerde iç ve dış iktidarların kendi varlığını
meşrulaştırmak adına kullandığı ana argümanlardan biri olacaktır. Nitekim İngiliz
Kolonyal döneminde modernizmle tanışan Ada’nın kamusal alanı bu ayrım üzerinde
inşa edilmiş ve siyasallaşarak adayı ‘toplumsallaşamadan’ uluslaşmayı getirecek
108
sağlıksız bir sürece götürmüştür. Bu başlık altında Osmanlı İmparatorluğu döneminin
ayrıntılı analizinden ziyade, İmparatorluğun temel felsefesi ve yapılanmasının,
toplumsallaşmadan uluslaşmaya geçiş sürecinde Ada’nın kamusal alanı üzerindeki
etkileri tartışılacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu 1571 yılında adayı Venedik hakimiyetinden
çıkartarak kendi İmparatorluk sınırlarına dahil etmiştir∗. 21 Eylül 1571 tarihinde II.
Selim tarafından verilen ‘Sürgün Fermanı’ ile adaya Anadolu’dan ilk kitlesel Türk
göçü yaşandı. Ardından 1696, 1701 ve 1712 yıllarında çeşitli fermanlarla yeniden
Türkler Kıbrıs’a yerleştirildi. Bu tarihe kadar adanın etnolojik yapısı çoğunluk
Hristiyan Rum5 olmakla birlikte, Maronit6, Ermeni7 ve Latinler’den oluşmaktaydı.
Etnik bir topluluk olarak Türklerin adaya gelmesi kültürel bir sentez oluşturmak
haricinde yapısal bir değişim yaratmadı. Adadaki en büyük yapısal değişim Osmanlı
İmparatorluğu’nun uygulamaları sonucunda gerçekleşecektir. Nitekim ilk toplumsal
değişim adada bulunan Katolik ve Yahudi’lerden oluşan Ermeni, Maronit ve
Latinler’in birtakım baskı ve uygulamalardan kaçmak, ya da vergi yükümlülüğünü
hafifletmek adına din değiştirerek Müslümanlığa geçmiş veyahut göç etmek zorunda
kalmış olmasıdır. Ada’da din değiştiren yabancılara ‘Kripto-Hristiyan’ veya
‘Linobombaki8’ denilmekteydi ve kendi köylerini oluşturmuşlardı. Her ne kadar
Kripto-hristiyanlar din değiştirmiş görünse de kendi kliselerine bağlılıklarını
∗
Millattan Önce Kıbrıs’a hakim olan diğer devletler; XIV.yy Mısırlılar, IX.yy Fenikeliler, VIII.yy
Asurlular, VI.yy Mısırlılar, V.yy Persler, IV.yy Büyük İskender ve sonrasında kumandanları
Ptolemiler ve Antiğon, I.yy Romalılar (Hasan Behçet 1969; 9), Millattan sonra; 630-960 Müslüman
Araplar ve Hala Sultan, 1184-1191 Kıbrıs İmparatorluğu, 1191 Arslan Yürekli Richard, 1193-1489
Lüzinyanlar, 1439-1570 Kıbrıs Kraliçesi Katerin Kornaro ve Venedikliler (Hasan Behçet 1969; 9-10)
5
MS.25 tarihinde ada Romalılar tarafından hristiyanlaştırılmıştır,
Maronitler adaya ilk kez 8.yy’da gelmiştir,
7
Ermeniler ms. 591 yılında adaya yerleşmiştir.
8
Linobombaki, hem keten ve hem pamuk anlamına gelmektedir.
6
109
sürdürmüş oldukları kayıtlara geçmiştir. Din değiştirmeler ve göçler sonucu Ada da
Müslüman Türkler ve Hırıstiyan Rumlar olmak üzere iki ana etnik cemaat yapısı
Silinmiş: tı
ortaya çıkacaktı.
Osmanlı’da ‘din’ toplumsal grupların, İmparatorluk içindeki rolünü ayrıştıran
bir gerçeklikti. Buna göre söz konusu olan etnik formasyon değil ‘Müslimlik’ ve
Gayrı-müslimlikti’. Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımı ataerkil zihniyeti en üst
noktaya taşıyor ve kamusal alanı cemaatselliğin gerektirdiği biçimde yeniden
tanımlıyordu. ‘Gayrı-müslimler ‘millet’, yani dini toplum olarak örgütlenip, ‘Millet-i
Mahkume’, yani ‘yönetilen millet’ olarak tanımlanırken, Müslümanlar ‘Millet-i
Hakime’ yani ‘yöneten, hükümran millet’ olarak adlandırılıyordu’ (Kızılyürek 2003;
143). Literatüre ‘Millet Sistemi’ olarak geçen bu yapı, İmparatorluk içinde yer alan
farklı grupların hem devletle hem de birbiriyle olan ilişkilerinde temeldi. Devlet
kendi meşruiyetini İslamiyet’le kazanırken, inanç sistemi alt siyasal yapıda
işlevselleştiriliyordu.
Cemaatler üstü bir konumda bulunan devlet, grupları kendi sosyal çevresinde
İmparatorluğun sürekliliği için özerk bırakmıştı. ‘Böylece hem kendi enerjisini dış
dünyaya doğru tasrif etmekte, hem cemaatlerin doğrudan ihtiyaçlarına cevap
vermeyerek bir tür hakemlik müessesi olarak saygınlığını korumakta, hem de kendi
iç düzenlerinde serbest kalan cemaatlerin uzun vadeli istikrarlı biçimde aynı devlet
yapısına razı gelerek yaşamaları mümkün olmaktaydı’ (Mahçupyan 1998; 28). Bu
durumda özellikle yönetimden uzak tutulan Gayri-müslim cemaatlere kendi
farklılıklarını ve değerlerini koruyacak alternatif siyaset üretme imkanı sağlanmış
oluyordu. Dolayısıyla devletin kendi kamusal alanı dışında, grupların devletle
110
kurduğu kamusal alan, cemaatlerin kendi kimlikleri etrafında oluşturdukları kamusal
Silinmiş: di
alanlar ve cemaatler arası oluşan kamusal alanlar biçimlenmişti.
Kıbrıs’taki vergilendirme sistemi de Osmanlı sınırlarında olan her bölge gibi
cemaate göre düzenlenecekti. ‘Buna göre Müslüman reaya (bu tabirden geçen
yüzyıla kadar tüm toprakla uğraşan köylü anlaşılmakta iken, 19. yy başlarından
itibaren, Gayri-müslimler anlaşılmaya başlandı) sadece ürünün %10 kadar Öşür ve
tüm gelirin 1/40’ı oranında zekat vergisi verirken, Gayri-müslim reaya önceleri
ürünün /50’si oranında Haraç ve kişi başına da ayrıca kafa vergisi olarak Cizye
ödemekte idi’ (Beratlı 1997;220). Vergilendirmedeki farklılık toplumsal yapıyı hem
yatay hem de dikey olarak kesmekteydi. Öncelikli olarak toplumsal formu oluşturan
cemaatçilik geleneksel toplumlara özgü kapalı kamusal alanlar yaratmakta ancak
Batı’dan farklı olarak ortak kültürel alanın sınırlarını aynı ölçüde genişletmekteydi.
Devlet en üst noktada bulunmakla birlikte, yatay olarak Gayrı-müslim cemaat feodal
toplumun mülkiyet esaslı toprak işçiliğinden uzaklaşarak ticarette yoğunlaşmış ve
kendi kimliklerini korumak ve asimilasyona karşı eğitim kurumlarını güçlendirmeye
çaba harcamışlardı. Diğer taraftan Müslüman cemaat vergi yükümlülüğünün
sağladığı imkanlar dahilinde tarımla uğraşmayı sürdürmüştür. Böylelikle ilerki
dönemlerde sınıfsal dengesizlik yaratacak olan küçük burjuva Rum cemaatin
karakteristiği olarak belirmeye başlıyordu.
Silinmiş: ¶
Ekonomik farklılıklar dışında Osmanlı bürokrasisi Kıbrıs’ta ilerki dönemlerde
hayati rol oynayacak önemli bir faktöre ivme kazandırmıştı. Osmanlı hükümeti
tarafından 1660 yılında Rum Başpiskoposuna Etnarh’lık (millet başı) verilmiş aynı
zamanda toplanan vergiden %12’lik bir payla yönetime katılımı sağlanmıştır. Bunun
111
anlamı Kilise’nin Ada’da ilk kez politik bir güce sahip olmasıdır. Kilise topladığı
vergilerle bir yandan devletin destekçisi pozisyonunu koruyarak yönetimdeki yerini
sağlamlaştırıyor, diğer yandan kendi cemaatinin kamusal alanını denetleme yetkisini
kendinde görüyordu. ‘Diğer bir deyişle Osmanlı devleti ile genelde Rum Ortodoks
cemaat arasındaki ilişkinin küçük bir kopyası, Rum ortodoks cemaat içinde merkezle
taşra arasında kurulmuştu’ (Mahçupyan 1998; 35). Türkler ise müslüman
olduklarından
dolayı
üst-yapı’da
temsil
edilme
gibi
bir
gayrete
ihtiyaç
duymamaktaydı. Yine de Rum ve Türkler arasındaki farklılaşmaya rağmen yönetime
karşı gerçekleştirilen ayaklanmaların bazılarını Türkler bazılarını ise Rumlar
çıkartmakta, bu ayaklanmalar bazen Kilise bazense İmparatorluk tarafından
bastırılmaktaydı. Çünkü adada cemaatler üzerinde ki iktidar esasında Kilise ve
Osmanlı arasında, hakimiyetin Osmanlı elinde olmasına rağmen, bölüşülmüştü.
Silinmiş: Çünkü
Otosefal Ortodoks Kilise’sini Katolik Venedik baskısından kurtaranın Osmanlı
Silinmiş: ’nin
olması nedeniyle Kilise kendi gücünün ve meşruluğunu Osmanlı idaresinden
almaktaydı. Bu nedenle bir çok olayda Kilise halka karşı İmparatorluğun yanında
hatta işbirlikçisi olarak yer almaktaydı. Örneğin 1765 ve 1766 yıllarında Türk ve
Rumlar’ın birlikte gerçekleştirdikleri Halil Ağa İsyanı, Kilise ve Osmanlı İdaresinin
ortak çabası sonucu bastırılmıştır. ‘Gerek Türk gerekse Rum Kıbrıslılar boyunduruk
altında yaşamaktan kurtulmak için çaba gösterip isyan ediyorlarsa da, adadaki gerçek
iktidar ve egemenliği elinde bulunduran Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu,
büyük miktarda para harcayarak, İstanbul’da ki Osmanlı Hükümetinden askeri destek
ve istediği hükmün çıkartılmasını sağlayabiliyordu’ (An1996; 36). Bir başka ifadeyle
Kilise Ada’da siyasi bir aktördü.
112
Fazla ayrıntıya gerek duymadan özet şekilde söylenebilecek şey; Osmanlı
dönemi, Ada’nın kamusal alanı üzerinde iki önemli etki yaratmıştır. Bunlardan ilki
ekonomi alanında Rum cemaatin ticarette güçlü bir sınıf olarak belirmeye başlaması,
ikinci ise Ada’da bulunan Otosefal Ortodoks Kilisesi’nin siyasi bir aktör olarak hem
kamusal alanda hem de devletin resmi alanında otoriter bir güç elde etmesidir.
3. İngiliz Sömürge Dönemi 1878 - 1960:
Silinmiş: a
Kıbrıs Adası’nın 22 temmuz 1878 tarihinde İngiltere tarafından Osmanlı
İmparatorluğundan kiralanması9, adada cemaatçiliği etnisiteye dönüştüren ve bu
dönüşümü kurumsallaştıran bir süreci başlatıyordu. 14 Eylül 1878 tarihli Krallık
Konsey Emri’yle (Order in Council) Kavanin Meclisi (Yasama Kurulu) kurulması
kararlaştırıldı ve Meclis’te adanın etnik nüfusu göz önünde tutularak cemaatlere 9’a
3 oranınca temsil edilme hakkı tanındı. 1882 yasasına göre Kavanin Meclisi üye
sayısı 9’u Rum ve 3’ü Türk olmak üzere, 12 seçilmiş ve 6 atanmış üye ile birlikte
toplam 18 kişi olarak belirlenmiştir. ‘İngiltere, Osmanlı’dan adayı devraldığında;
adanın toplam nüfusu 185.630 olarak tespit edilmiş, bu sayı içinde 137.631
Rum/Ortodoks, 45.458 Müslüman ve 2.458 diğerleri olarak kayıtlara geçmiştir’
(Kızılyürek 2003; 213).
Kıbrıs’ta geleneksel toplumdan modernleşmeye geçiş sürecine denk gelen
sömürge yönetimi adaya kendi aydınlanmasının unsurlarını taşırken aynı zamanda bu
unsurların adada bulunan etnik grupların bütünleşmesini sağlayacak şekilde dizayn
9 İlk başta kira bedeli 87,676 İngiliz Lirası olarak belirlendi. Bu rakam daha sonra 92,799 sterline
çıkartılmıştır. (Kızılyürek 2003; 214)
113
etmeyecekti. Böylelikle Osmanlı kamusal alanını oluşturan cemaatçilik, İngiliz
döneminde yavaş yavaş etnik yapılanmaya dönüşmüştü. Yine de sömürge dönemiyle
birlikte ada, hızlı bir kapitalistleşme sürecine girecekti. Her ne kadar eğitim sistemi
ayrı cemaatlerin ayrı programlarına göre tasarlansa da okul sayısı hızla artmış ve
hükümet tarafından yardım sağlanmasına rağmen okullara özerklik verilmişti. Ticaret
ve şehirleşme, ekonomik pazarda yeni dengeler ve ekonomik birimler yaratıyor ve bu
gelişmelere paralel modernleşmenin taşıyıcısı orta sınıflar oluşuyordu. ‘Giderek
‘modern agora’, yani kamusal alan ortaya çıkıyordu’ (Kızılyürek 2003; 17).
Modernleşme ve sivil toplumun önemli karakteristiği basın-yayın yine bu
dönemde ortaya çıkacaktır. ‘Kıbrıs’ta ilk basımevi, adanın İngiliz Yönetimine
girmesinin hemen ardından, Larnaka’da ‘Henry S.King and Co.’ tarafından
kurulmuştur’ (An 1999; 37). Basımevinin ilk yayını haftalık bir gazete olan ‘CyprusKypros’tur.
Yunan aydınlanmasının etkisi ve Osmanlı’nın millet sistemindeki
‘millet-i mahkume’ statüsünün getirdiği şartlar referanslığında, Rum toplumunun
modernizmi Türk toplumuna göre çok daha erken kavramasına yol açtığı gibi,
cemaatçilikten toplumsallaşmaya geçişte Rum’ların hızlı seyrini Türk’ler geriden
takip ve belki bir ölçüde taklit etmekle yetinecektir. Örneğin Kıbrıs’ta ilk Rumca
gazete 4 haziran 1879 tarihinde yayınlanan ‘Neos Kition’du. ‘Neos Kition’un
ardından, Alitha – 1880, Stasinos – 1884, Enosis-1885, Foni tis Kipru – 1887’de
yayınlanmaya başlandı. ‘Gazetelerin içeriğini belirleyen temel konular, Helen
milliyetçiliği ve ‘Anavatan özlemi’ idi' (Kızılyürek 2003; 79). Türkler tarafından
Silinmiş: t
basılan ilk Türkçe gazete ise 10 yıl sonra 11 Temmuz 1889 tarihinde ‘Saded’,
ardından ikinci gazete olarak kabul edilen ‘Zaman’ 1891 yılında yayınlamıştır. Bu
bağlamda ulusal bilinç süreci bir toplum üzerinden – ki o toplumda bir diğer
114
toplumun organik parçası olarak kurgulanmaya çalışılıyordu – evrilmeye başladı.
Sosyal alanda tek toplum bilincine yönelik dönüşümü siyasal alanda kural koyucu
olan İngiliz yönetimi meşrulaştırıyordu. Yeni oluşmaya başlayan kamusal alanlar,
oluşurken kamusal alanın bütünleştirici potansiyeli yasal uygulamalarla elimine
edilecekti. Düzenleyici yasalar sadece devlet ve toplum arasındaki iletişim dinamiği
açısından değil, Osmanlı’nın mirası cemaatler arası kamusal alanların biraradalığını
sağlayacak ortak siyasal iletişim alanının zayıflatılması şeklinde tezahür etmiştir.
1930’lı yılların başlarında kapitalistleşmeye bağlı ortaya çıkan yeni üretim
ilişkileri sonucu yeni düşünce akımları siyasal ve sosyal hayatta belirmeye
başlıyordu. Nitekim bu yıllarda küçük burjuvazi ve bağlamında ‘işçi sınıfı’ kamusal
alanın yeni sosyal aktörleri olarak ortaya çıkacaktır. İngiliz yönetimi başlarında,
Ada’daki Osmanlı etkisi henüz toplumsal gruplar üzerinden kalkmadığı için,
Müslümanlar siyaset, Hıristiyan Rumlar ise ekonomi üzerinden toplumsal varlıklarını
idame ettiriyordu. ‘Belli ticaret alanları, inşaat ve marangozluk sadece Rumlar
tarafından, ebelik, halk hekimliği, yorgancılık ve dokumacılık da sadece Türkler
tarafından yapılıyordu’ (An 1999; 30). Bu bağlamda Ada’da feodaliteden
moderniteye geçiş sürecinde katalizör görevi gören burjuvazi ve aydınlar ağırlıklı
olarak Rum toplumu arasında yer almaktaydı. Kıbrıs’taki ticaret dili Rumca, ticari
erk de Rumlardı. Ancak 1950’lere kadar ticaret tüm olumsuz koşullara rağmen
Türkler ve Rumlar arasında etnik ayrım gözetmeksizin ortak olarak sürdürülecektir.
115
3.1.1- Rum Toplumu - Elenizm – Enosis:
Kıbrıs’ta Elenizm10, Yunan aydınlanma geleneğinin ortaya koyduğu
medeniyet tezinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyordu. Yunan Aydınlanması, Kıta
Avrupa’sının aydınlanma projesine eşlik eden Hümanizmanın etkisi altında
kavramsallaştırılmıştı. Yunan aydınlanmasının ilk evresi de hümanizmanın etkisinde
yurttaşlık ve sekülerleşmenin eşlik ettiği süreçte gerçekleşecekti. 1821 Mora İsyanı
sonucunda kazanılan bağımsızlıkla elde edilen yeni devlet, ulus ve devlet ilişkisinde
yeni tarih tezlerine dayandırılarak revize edilmesini gerektirdi. Elenizm kendi
‘mitoslarını’ yaratarak eski Elen medeniyetini kapsayan ontolojik bir tarih anlayışına
yöneldi. ‘Yeni dünyadaki egemen entellektüel etkiler çok geçmeden, Aydınlanmanın
özerk bireye karşı halkın öncelliğini vurgulayan, (Volk), romantizmine kaydılar’
(Mavratsas 2000; 44). Romantizmin etkisi altına aldığı Yunanistan’da güçlü bir milli
ideoloji ‘Megali İdea11’ doğuyordu. Megali İdea, yani büyük ülkü, çeşitli bölgelerde
yaşayan Elen-Ortodoks tüm halkları birarada yaşamasını öngörüyor bir anlamda
Enosis’i sistemleştiriyordu. ‘Siyasi bir program olarak ortaya çıkan Megali İdea,
milliyetçi aydınların geliştirdiği ‘Helenlerin zaman içindeki kesintisiz sürekliliği ve
birliğini’, ‘mekan içinde birliğe’ dönüştürmeyi hedefliyordu’ (Kızılyürek 2003; 51).
Bu hedefle birlikte siyasi ve ideolojik tüm yönelimler Yunanistan dışında kalan
soydaşları, merkeze dahil etmek üzere kanalize edilmişti. Bu noktadan sonra
Elenizmin irredantalist eğilimi kimlik politikasına dönüştü ve
Elen devleti’ni,
Elenizmin merkezi olarak işlevselleştirdi. İrredentalizmin nedeni ve sonucu olarak
10
Bazı kaynaklar kavramı ‘Helenizm’, bazıları ise ‘Elenizm’ olarak kullanmaktadır.
Megali İdea, ilk kez İoanni Koletti tarafından, 1844 yılında, Parlemento’da, Kurucu Meclis’in
hazırladığı Anayasa’nın, Yunan yurttaşlarının kimliği ve haklarını belirleyen 3. maddesinin tartışıldığı
ve Heteroktonlar (devlet sınırları dışında yaşayan Yunanlılar) ve Otoktonlara (devlet sınırları içinde
yaşayan Yunanlılar) dair görüşünü dile getirirken kullanmıştır (Kızılyürek 2003; 49).
11
116
temel kaygı merkez dışında bulunan Elenler’i yani kurtarılmamış soydaşların büyük
Elen ulusunun parçaları olarak algılanmasını sağlamaktı. ‘Kurtarılmamışlar için
Megali İdea; adaletsiz ve despot bir boyunduruktan kurtarılmaları vaadini de
içeriyordu’ (Mavratsas 2000; 51). İç siyasi oluşumda ise ‘büyük ülkü’, kimlik ve
siyaseti birbiriyle örtüştüren bir denkleme oturttu. ‘Çağdaş Yunanistan olayında
milliyetçi ideoloji, Yunan devleti tarafından nüfusu homojenleştirip, entegre etmek
ve merkezden uzaklaşmaya meyilli çeşitli özel çıkarlar üzerinde iktidarını empoze
etmek için kullanılan temel bir araçtı’ (Mavratsas 2000; 46).
Kıbrıs Rumları Elenizmle, Megali İdea’nın propagandasını üstlenen ve Yunan
ayaklanmasını da örgütleyen ‘Filiki Eteria’ (Dostluk Birliği) örgütünün lobiciliğiyle
tanıştı. 1780 yılında Rihagas Ferros tarafından Bükreş’te kurulan örgüt, 1796 yılında
Viyana’da basılan ve 16 yapraktan oluşan Megali İdea haritasını hazırlamıştır. ‘Başta
Yunanistan olmak üzere Kıbrıs, Ege adaları ve Anadolu bu haritaya dahil bölgeler
arasında idi’ (An 1996; 39). Filiki Eteria’nın Kıbrıs’taki girişimleri 1818 yılında
başlamış ve Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Kiprianos derneğin üyeleri
arasında yer almıştır. Ancak Kıbrıs’ta 1850’li yıllardan 1920’li yıllara kadar Enosis,
Elen irredantalizmin bir uzantısı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu nedenle niteliksel
bağlamı etnik duyarlılık olarak kabul edilir. Bu bağlamda, Mavratsas 1850 – 1920
yılları arasındaki dönemi Helen yayılmacılığının ve ‘ulusal yeniden doğuş’ teorisinin
bir dalı olarak okumaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında Kıbrıs’ta Rum toplumu, kendi
aydınlanma tecrübesini yaşamadan, Elen milli değerlerinde şekillenen ‘ulusal
yeniden doğuş’ tezine tabi olmuştu.
117
‘1830 yılında Kıbrıs’tan Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanan ilk bölgesinin
başkanı John Kapodistra’ya gönderilen Poul Vondiziano adındaki bir elçi, Kıbrıs’ın
Yunanistan’a bağlanması için onu ikna etmeye çalışacaktı’ (An 1996; 49). Bu girişim
Enosis’in pratiğini haber veren ilk olay olarak kabul edilmektedir. Elenizmin ilk
dönemlerinde eğitim, uzak mesafe Elenlerini bütünleştirmek ve ‘ulus’u tüm Elenlere
genişletebilmek adına araçsal bir değer olarak kullanıldı. Kıbrıs’taki kişiler yüksek
tahsil için
Atina’ya gitmekte ve edindikleri yeni Elen milli değerleri ile geri
dönmekteydi. Nitekim siyasi bir programın parçası olarak kurgulanan etnisite siyasal
bir kimlik edinimini en başından itibaren eğitim aracılığıyla inşa etmekteydi.
‘Eğitime paralel, bu süreçte; ‘özellikle sonuç alıcı olduğu kanıtlanan diğer faktörler,
Elen konsoloslukları ile temsilcikleri kurulması yanında, milliyetçi örgüt ve
derneklerin faaliyetiydi’ (Mavratsas 2000; 51).
Rum toplumunun Enosis’e siyasi anlamda yönelmeleri etnisiteden ayrılarak
daha geniş bir politik isteme dönüşmesiyle başlayacaktı. Gellner’in tezine dayanarak;
‘örtüşen kültürel özellikler tanımladığı etnik grup, kendi varlığından emin olmanın
ötesinde kendine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman etnisite politikleşir ve
milliyetçiliği doğurur’ (Gelner 1998; 59). Nitekim Gellner bunun sadece
‘yönetilenlerle yönetenlerin aynı etnik kökenden’ olduğu ulus-devlet için geçerli
olduğunu vurgulasa da Elenizm ve Kıbrıs Rum’larının konumu itibariyle, tam ulusdevlet çerçevesinde olmasa bile, Yunan ulus-devleti’nin parçası olma itisi, Rum’ların
toplumsal dönüşümünü bölgesel kimliklerinin dışında ki bir politik sınırlılık talebine
bağlamakta
ve
etnik
kimliğin
milli
kimliğe
dönüşmesindeki
aşamayı
tanımlamaktadır. Çünkü Enosis’in Kıbrıslı Rumlar için anlamı siyasal kimliğin
gereksinim duyduğu politik sınırı kazandırmaktı. Bu amaç çoğu zaman kendi
118
çelişkisini merkezin çıkarlarıyla çevre çıkarlarının kesiştiği ve örtüştüğü noktada
ortaya koyacaktır. ‘Yine de Megali İdea, milli kültür ve kimlik formasyonunda
oldukça başarılı olmuş ve hem ulusal kimliğin Helen-Ortodoks sentezi temelinde
şekillenmesini hem de irredantist Helen milliyetçiliğinin yayılmasını sağlamıştı’
(Kızılyürek 2003;83). Örneğin, ilk kez 1904 – 1931 yılları arasında Liselerde ki
müfredatta Rum Hıristiyan terimi ayırt edici bir özellik olarak kullanılmaya başlandı.
Osmanlı döneminden itibaren sosyal bir aktör olarak güçlenen Kilise, Rum
toplumunu içinde Enosis fikrinin yaygınlaşmasını sağlayacak en önemli kurum
Silinmiş: ’
olacaktır. Dinin kültüralist yapısı ‘ortodoksluğun’ diğer bölgesel pratikten ayırdedici,
kendi büyük ulusuyla da birleştirici bir unsur olması, Kilisenin kendini milli
değerlerin doğal koruyucusu atfetmesinin ana mantığını oluşturur. İngiliz Sömürge
idaresinin başladığı ilk yıllardan itibaren Kilise Rum toplumunu temsil eden siyaset
dışı ancak siyasi bir güçtü. Bu gücü ona sağlayan Din dışında Osmanlı sistemindeki
ekonomik alan hakimiyetiydi. Yine de Enosis’in yavaş yavaş Ada’da yaygınlaşması
Kilise’nin kendi içinde birtakım görüş farklılıklarının doğmasına neden olacaktır.
‘Kıbrıs Tarihinde ‘Kilise Krizi’ olarak adlandırılan tartışmanın odağında geleneksel
Ortodoks anlayışına sahip olan piskoposlar ile Enosis’i daha militan savunulması
gerektiğine inanan burjuvazi ve aydınlarında desteğini görecek yenilikçi piskoposlar
arasında oldu’ (Kızılyürek 2003; 80). 1920’li yıllara kadar Enosis’in tek savunucu
Kilise ve küçük bir aydın topluluğuydu. 14 Ağustos 1926 tarihinde kurulan Kıbrıs
Komünist Partisi (KKP), Enosis’i reddeden bir politikayla siyasi sahneye ve
Kilise’nin karşısına çıkacaktı. Sosyalist ve ılımlı bir çizgide yer alan partinin genel
politikası emperyalizme karşı Kıbrıs halkının birlik ve beraberliğiydi. KKP,
119
‘milliyetçi liderler ve onların ‘karşı devrimci sloganı’ olan Enosis’e karşı olduğunu
dile getirerek, emekçi Türk ve Rumların emperyalizme karşı ortak bir cephe kurma
çağrısında bulundu ve nihai hedefi, ‘özgür işçi ve köylülerin Kıbrıs Sovyet
Cumhuriyeti’ni’ kurma olarak belirledi’ (An 1999; 63). Kıbrıs Komunist Partisi
kurulmadan önce 1 Mayıs 1919’da kurulan ilk sosyalist öğrenci birliği sayılan
‘NAZAREOS’, KKP’yi önceleyen bir dili benimsemişti. ‘Bu, İsa’nın buyruğu
olduğu gibi, Kıbrıs’ın yeni karışıklığına bir hedef teşkil edecek, sıcak bağlılık ve
hoşgörünün hakim olacağı bir sosyalizm sembolü olacaktı’ (Servas 1999; 72).
Dönemin şartlarında önce Nazereos ardından KKP Enosis’e karşı ilk tepki
niteliğindeydi. KKP’yle birlikte bazı gazete ve dergilerin yer aldığı komünist cephe
Enosis ve Elen milliyetçiliğine karşı söylemlerini ağırlaştırıyordu. 1921 Pyrsos
(Meşale)12, 1925 Neos Antropos (Yeni İnsan)13, Avgi (Tan) Enosis’e karşı olan yayın
organlarıydı. ‘Avgi bir felsefe dergisi olmasından dolayı Rus, Fransız, Yunan ve
Kıbrıslı yazarlara ve şairlere yer vermekteydi’ (Servas 1999; 72). Neos Anthropos ise
bağımsızlık fikrini öne çıkartıyordu. Neos Anthropos ayrıca, ülkede egemen olan
sosyal sınıf ayrımlarının altını çizerek, şunları vurgulamaktaydı: ‘Halk artık birbirine
karşı mücadele eden Rumlar ve Türkler olarak ayrılmış değildir... ayrım, fakir ve
zengin olarak vardır’(Mihiliadis 2003; 305).
Tüm bunlara rağmen 1930 seçimlerinde ‘otonomi’ sloganını kullanan KKP
seçimi kaybedecekti. 1931 yılında yasaklanan örgütlenme ve siyasi parti kurma
hakkı, İngiliz yönetimi tarafından izin verilmesinin ardından kurulan ve KKP devamı
niteliğinde olan AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi – Anorthotikon Komma tu
12
1921 yılında Leymosun’lu bazı memur ve işçiler, Marksist-Lenisist ilkeleri benimseyen bir işçi
kulubü kurmuş ve Pyrsos adlı gazeteyi çıkartmışlardır (An 2003, 169).
13
Rumca’dan Türkçe’ye çevirilerde farklılık olduğu için bazı özel isimler ve kelimeler farklı
yazılabiliyor. Örneğin Yeni İnsan, kimi kaynaklarda ‘Antropos’ kimi kaynaklarda ise Anthropos
şeklinde yer alır.
120
Ergazomenu
Lau) kurulur. AKEL’in siyasi politikasında Enosis’i, sosyal
politikasında ise Elen kimliği üst-kimlik formasyonu olarak benimsemişti. Bu
nedenle AKEL’in kurulması Elenizme farklı bir açı kazandırmak dışında önemli bir
yenilik kazandırdığını söylemek çok zordur. AKEL’in programı Elenizm’in bir
parçasıdır ve 1974’e kadar elen-üst kimliği ‘tek halk’ söylemi doğrultusunda Kıbrıslı
Türkleri’de kapsayacak bir siyasetti. 1943’te Londra’da düzenlenen konferansta
AKEL’in aldığı kararlardan dördüncüsü şöyledir;
4. ENOSİS; Biz, Kıbrıs halkının Yunanistanla birleşme yolundaki haklı
isteğini
destekler,
bunun
Yunanistan’ın
kuruluşundan
hemen
sonra
gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtir ve İngiltere hükümetini Atlantik
Bildirgesi ilkelerini, Kıbrıs’ta uygulamaya davet ederiz. Kıbrıslıların beşte
dördü Rum, beşte biri Türk’tür. Enosis, Türklerin çıkarlarını zedelemeycektir,
çünkü biz, onlarında eşit siyasal haklara sahip bulunduklarını kabul ediyoruz.
Kıbrıs’ın ulusal sorunu ancak ada Halkının büyük çoğunluğunun anavatanı
olan Yunanistan’la Birleşme gerçekleştirilerek çözülebilir (Beratlı 1999; 135).
AKEL ve Kilise’nin sıklıkla başvurduğu
‘tek halk’ kavramı çok yönlü bir
işlevselliğe sahipti. Burada öne çıkartılan temel tez, ‘Kıbrıs adasında tek halk
yaşamaktadır ve bu halk kendi kaderini tayin hakkını kullanmak istemektedir’
(Kızılyürek 2004; 61). Böylelikle tek halk demokrasinin çoğunluğun istediği olur
mantığından hareketle, Elen siyasi programını haklılaştırmış olmaktaydı. Nitekim bu
yıllarda Kilise ve AKEL arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı daha çok Enosis’in
gerçekleşmesini sağlayabilecek yöntem farklılığından ileri geliyordu. ‘Siyasi yaşamı
belirleyen temel slogan ‘Enosis sadece Enosis’ olarak kalacaktı’ (Kızılyürek 2003;
89).
AKEL, Kiliseden farklı olarak siyasi vurgusunu Elen etnisitesine değil ortak
işçi mücadelesine yapmakta böylelikle öteki olarak kurgulanan İngilizler olmaktaydı.
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
121
‘AKEL’in 1940’lı yıllarda geliştirdiği ulus anlayışı her ne kadar Stalin’in ulus
kuramına dayansa da, (belki de sırf bu yüzden) sonuçta sağ kesimin ulus anlayışı ile
aynı noktada buluşuyordu’ (Kızılyürek 2003;94). AKEL’in etkinliğini artırması
Kilise’yi rahatsız edecek ve Kilise AKEL’in karşısına dışardan destek vererek Kıbrıs
Ulusal Partisi/Hareketi14 (KEK) kurdurtacaktı. 1950’lerde ise parti ve Kilise
arasındaki mücadele yansımasını tüm adanın sosyo-politik yapısını değiştirecek
ölçüde hissettirmeye başladı. ‘AKEL 23 Kasım 1949 tarihinde, BM Sekreterliği’ne
‘Kıbrıs Halkı Büyük Britanya’yı İtham Ediyor’ başlıklı bir mektup gönderdi ve
Kıbrıs’ın bir ‘Helen adası’ olduğunu ileri sürerek, Enosis’in gerçekleşmesi için
Kıbrıs’ta BM örgütünün gözetiminde bir referandum yapılmasını önerdi’ (Kızılyürek
2003; 92). AKEL’in mektubu Kilise’nin sorunu uluslararasılaştırma politikası
ekseninde faaliyetlerini hızlandırmasına neden yaratır ve Kitium Piskoposu Mihail
Muskos (III. Makarios) liderliğinde Kilise 15 Ocak 1950 tarihinde Kıbrıs’ta Enosis’e
yönelik Halk oylaması gerçekleştirilir ve oylamada %95,73 oranında Enosis’e evet
kararı çıkartılır. Ne var ki bu oylamaya Kıbrıslı Türkler katılmadığı gibi Kıbrıslı
Rumlar’da açık oy kullanmaya mecbur bırakılmıştı. Halk oylaması fikri ilk kez
AKEL’in yayın organı Demokratis tarafından 1948’te ortaya atılmıştı. Kilise ve
AKEL mücadelenin öznesini belirlemede tam bir rekabet havasında olması nedeniyle
Kilise AKEL’den önce davranmak için halk oylamasını kendisi gerçekleştirmiştir.
Aynı dönemlerde toplumsal yapı içinde yerini sağlama alan işçi ve meslek
sendikalarını ayırmak için yine Kilise devreye girecek ve PEO’nun karşısına Kıbrıs
İşçileri Konfederasyonu (SEK)’i kurdurtacaktır. Tam bu sıralar Türklerin countermilli tepkilerinin gelmeye başlaması AKEL’in siyasi tarzını yumuşatmasını
14
Bazı kaynaklar Ulusal Kıbrıs Hareketi, bazıları ise Ulusal Kıbrıs Partisi olarak kullanmaktadır.
122
sağlayacaktı. ‘1949 yılıyla beraber parti, tekrar 1940’lı yılların ortasında sahip
olduğu enosis fikrinden, Orta Doğu Bölgesindeki sömürge karşıtı hareketlerle uyuşan
bir çizgiye geri döner’ (Panayiotou 2003; 233). 1950’den sonra hem toplumların
kendi kamuoyları (her ne kadar ortak hedef belirlense de) hem de geniş ölçekte
kamusal alan dört bir koldan parçalanmaya doğru sürüklendi. Gelinen son noktada
Kıbrıslı Rumların karşıtlığında Kıbrıs Türk kimliği somut bir söylem halini almıştı.
AKEL’in tek halkına karşı Türkler’in iki halkı vardı ve her ikisi de ilk kertede
ideolojikti. Bu nedenle AKEL ve PEO’nun çalışmaları gerektiği kadar uzlaştırıcı
olamadı.
Yine bu dönemde Kilise’nin çabasıyla kurulan EOKA (Kıbrıs Savaşçılarının
Ulusal Birliği - National Organization of Cypriot Fighters ) silahlı eyleme geçmesi
(1 Nisan 1955) AKEL tarafından tepkiyle karşılanmıştı ancak kullanılan slogan hala
‘Enosis sadece Enosis’ti. ‘Bu nedenle AKEL’in konumu silahlı mücadeleye
muhalefet ederken pragmatik bir yapıdaydı ve AKEL Türk Kıbrıslılarla
bütünleşmeye giden yolda tedrici bir dönüşüm yapmaya razıydı’ (An 1999; 66).
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (KC) kurulmasına Kıbrıs Rum toplumundaki
bakış açısı yine Enosis çerçevesindeydi. AKEL Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sui-generis
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik
yapısını emperyalizmin dayatması olarak okumaktaydı. Kilise ise kendi soydaşlarının
Silinmiş: ’un
mutlak egemenliği yerine Makarios kendi deyimiyle ‘Siniko İstihio’ yani aynı
mekanda ikamet eden komşularıyla ortak bir devleti kabul etmeyecekti. Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Kilise’nin tedhişçi örgütleri siyasal alana dahil
etmesi, merkezin yani Yunanistan’ın uluslararası çıkarlarını tehlikeye sokacaktı.
Merkez ve çevre gerilimi Kıbrıslı Rumlar’ı kendi kimliklerini oluşturmaya ve
yeniden Kıbrıs Cumhuriyetine sahip çıkmaya yönlendirmişti. Bu kırılma başta Kilise
123
olmak üzere siyasi aktörleri yeni bir söylemsel pratiğe itecektir. ‘İki arada bir derede
kalan
Makarios,
siyasetini,
‘Efkteon’
(arzulanan,
itenen)
ve
‘Efikton’
(gerçekleştirilebilir olan) olarak farklılaştıracak ve ‘gönlümüzde yatan Enosis’ten
başka bir şey değildir (Efkteon), ama şimdilik, ne yazık ki, Enosis mümkün değildir’,
dolayısıyla, ‘bağımsız Kıbrıs’a yönelmeliyiz (Efikton)’ diyecekti’ (Kızılyürek 2003;
123). Bağımsız bir devlet beraberinde siyasal bir kimliği de zorunlu kıldığından
Enosis
politika
üstü
bir
konuma
yerleştirilerek,
Ortodoks-Elen
sentezi
yumuşatılmıştı. Yine de özellikle milliyetçiler için Enosis her zaman meşru çıkış
zemini olageldi. Çünkü ilk başlarda bir utku olan Enosis, KC’nin ardından günlük
pratikleri düzenleyen hegemonik güç halini almıştı. ‘Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin
giderek artan bir şekilde ibadet kurumu olarak kısıtlı kaldığı, laikliğin yükseldiği bir
dönemde milliyetçi söylev kilise hiyerarşisine, kaybettiği egemen pozisyonu yeniden
kazanıp, ulusal ittifak ve birlik kurumu olarak fonksiyon görme mükemmel fırsatını
veriyor’ (Mavratsas 1999; 83).
Kıbrıs Rum’larının aydınlanma deneyimi bağımsız ve öz-bilince dayalı bir
anlayışla gerçekleşmemesi iki toplumun kamusal alanını ayırmakla birlikte, kendi
özel alanlarını da etnisiteye bağımlı kılmıştır. Bu nedenle Kıbrıslı Rum’ların
Ortodoks-Elen kimliği siyasi ve ideolojik açılımla batı liberal demokrasisinin
önerdiği sivil toplumu dışlayıcı bir nitelik taşımaktadır.
124
3.1.2. Türk Toplumu -Türkçülük - Taksim:
Kıbrıs’ta İmparatorluk çatısı altında başlayan uluslaşma sürecinde, Rum
cemaatin etnik, kültürel ve yerel değerleri Enosis fikriyle siyasallaşırken, Enosis
ideolojisinin söylemsel olarak dışladığı Müslüman cemaat kendi kimliğini ve
geleceğini dayandırabileceği farklı bir arayışa yöneldi. Bu arayış Kıbrıs’taki dünya
algılamasının, ve Türk kimliğinin ortaya çıkışı, gelişimi ve bugününde rol oynayan
temel etkendir. Çünkü Müslüman cemaatten ‘Türk’lüğe geçiş, ‘uluslaşma’, adadaki
Türkler için bir varoluş sorunsalı olarak kurgulanmıştır. Varoluş sorununun telkiniyle
toplumsal özbilinç, ifadesini, kendi coğrafyası dışında bulacak ve süreç içerisinde
kendi öznel argümanlarını, referansından farklı bir retorikte kuracaktır. Bu nedenle
Kıbrıs Türk toplumunun kendi aydınlanma deneyiminden bahsedebilmek çok zordur.
Osmanlı’nın çöküş döneminde başta Yunanlılar olmak üzere, alt grupların
bağımsızlığını kazanması, İmparatorluğun revizyonunu öneren Batı kaynaklı
düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden oldu. ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda
ortaya çıkan ilk aydın hareketini oluşturan Genç Osmanlılar da, din ve etnik
kökenden bağımsız olarak herkesin yurttaşı olacağı bir ‘Osmanlı vatanı’ndan ve bir
üst kimlik olarak ‘Osmanlılıktan’ söz ediyorlardı’ (Kızılyürek 2003;150). 1912
Balkan yenilgisiyle birlikte Genç Osmalılar’ın mirasını, soybilincini merkeze alan
‘Türkçülük’15 ideali devraldı. Jön - Türkler’in yürütücülüğünü üstlendiği ‘Türkçülük’
esas olarak Batı modernleşme ilkelerini benimseyen bir aydın hareketiydi ve
15
‘Türkçülük’ ilk kez, Yusuf Akçura’nn 1904 yılında yayınlanan ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ adlı makalesinde
yer almıştır.
125
Osmanlı’nın yeniden toparlanmasını ‘Türk topluluklarının ulusal birliğiyle’
Silinmiş: .
gerçekleşeceği önermesine dayanıyordu;
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Siyasal ve toplumsal örgütlenme konusunda Jön-Türkler’in düşüncelerine
egemen olan öğeler, pozitivist bir akılcılık, anayasal bir rejim (meşruiyet)
isteği ve halkçılık olarak görülmektedir: Toplumu ilerletmek ve ‘devleti
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48
cm, Satır aralığı: 1.5 satır
kurtarmak’ için, Batı bilim ve teknolojisini örnek alan, bu bilim ve teknolojide
Silinmiş: ‘
ifade edilen akılcı esaslara göre belirlenmiş yeni bir düzenlemenin gerekliliği;
bu düzenleme içinde anayasal parlamenter bir siyasal örgütlenmenin
yerleştirilmesi ve ‘iyi’nin ne olduğunu bilen eğitimli ‘aydınlar’ın ‘halka
Silinmiş: ’
doğru’ giderek aydınlatması (Baydur 1997; 197).
Bu bağlamda Türkçülüğün siyasal programı, etnisite merkezli bir ‘Türkleştirme’
politikasıydı, ve bu politika sadece soydaşların ‘Türkleştirilmesini’ içermekteydi.
Genel mantığında toplumsal homojenleştirmeye denk düşen Türkçülük; ‘hürriyetle
bir ilgisi olmayan uzmanlık teorileriyle vatanperverlik ve aktivizmin birleştiği bir
ideoloji oluşturmuştu’ (Baybur 1997; 200). Osmanılıcılık ve Türkçülük, ilk
başlardaki
aydınlanma
fraksiyonunu,
Gellner’in
(1998;115)
belirttiği
gibi
‘batılılaşmayı ondokuzuncu yüzyıldaki anlamıyla kavraması’ nedeniyle kaybetmiş,
ve daha sonra uygulanan pragmatist, elitist ve son derece merkezi yaklaşımların sivil
toplumdaki yansıması siyasal katılımcılığın (kamusal alanın) ve toplumsal rızanın
Silinmiş: dı
tasfiye edilmesi ile sonuçlanmıştır. ‘Bu nedenle 19. yüzyıl modernleşme çabaları bir
yandan mesleki ve ekonomik açıdan farklılaşmayı sağlayarak sivil topluma zemin
hazırlarken, bir yandan da toplum yaşamının tümüne hükmedici elit politikalar ve
bunun ajanı olan aydın tipleri üreterek zamanla diğer sivil toplum unsurlarını yok
edecek bir süreci başlatıyordu’ (Çaha 1997; 35)*.
*
Türk aydınlaması ve batılılılaşma çok geniş akademik analiz gerektiren konular olmasından dolayı,
burada sadece Kıbrıs Türk toplumunda yaşanan ‘kimlik ve ulus’ inşa sürecine bir çerçeve oluşturması
açısından ana hatlarıyla değinilmiştir.
126
Kıbrıs’taki Türkçülük, merkezde yer alan Türkçülüğün ana siyasal felsefesini
içermesine rağmen pratikte kaçınılmaz olarak zaman içerisinde farklılaşmıştır.
Farklılaşmanın belli başlı nedenleri adanın kolonyal statüsü ve küçük bir coğrafyada
nerdeyse eş zamanlı yaşanan üç ayrı ilerleme söyleminin (Kolonyalizm, Elenezim
ve Türkçülük) birbirinden beslenerek ideolojik bir çatışma altında gerçekleşmesidir.
Kıbrıs’taki Müslüman cemaatin ‘Türkçülük’le tanışması II. Meşruiyetin
ilanında sonra gerçekleşecektir. Bu döneme kadar adada bulunan Müslümanlar
Osmanlı İmparatorluğu’nun getirisi olarak cemaat temelli yapıyı büyük ölçüde
korumaya çalışmışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan hakim
millet olarak tanımlamışlardır. O dönem için Müslümanların ‘Osmanlı kimliği’
yorumu dar anlamda milliet-i hakime statüsünün muhafazasıyla ilgiliydi. Bu nedenle
adanın İngiltere’ye kiralanması, adanın gerçek sahibi Osmanlı İmparatorluğu olduğu
göz önünde bulundurularak
Müslümanlarca tepkiyle karşılanmadı. İngiltere’nin
varlığı, Müslümanlar açısından Osmanlı kimliğinin Enosis’e karşı korunması
anlamına gelmekteydi, ki bunun sonucunda Kıbrıslı Müslüman aydınlar gelişen
Elenizme koşut olarak İngiliz yönetimiyle iyi ilişkiler kurmuştu. Güvenlik ihtiyacına
yönelik pragmantik tutum ileriki dönemlerde devam edecek ve adanın İngiltere
tarafından ilhak edilmesi de Yunan irredantalizmine karşı bir korunma olarak kabul
görecektir. Yine de, bu yıllar arasında belli bir bilinç ve kimlik düzeyinden söz etmek
mümkün olmadığı gibi proto-nasyonel tepkiler şekillenmeye başlıyordu. Abdülhamit
rejiminden kaçan bazı Jön-Türklerin adaya gelmesi küçük bir aydın grubunu etkisi
altına alacak ve Enosis diyalektiğinde ilk kez Osmanlılık haricinde ki birtakım
olgular dile getirilecektir. 1891 yılında kurulan Kıraathane-i Osmaniye (Osmanlı
127
Kıraathanesi), daha önce kurulup kısmen siyasal bir işleve sahip Kipriagos Silagos’a
(Kıbrıs Kahvehanesi) karşı ortaya çıkmıştı. Kiraathane-i Osmaniye siyasal nitelik
taşımamasına rağmen Kıbrıslı aydınların fikir alışverişinde bulundukları dolayısıyla
siyaset üretebilmeye açık, sosyal içerikli bir kulüptü. Bu mizaçta kurulan ilk örgüt ve
Türklere ait ikinci gazete olan ‘Zaman’ gazetesini yayınlaması açısından ayrıcalıklı
bir öneme sahiptir. İlk başlarda padişah yanlısı yayın yapan gazete, yazarlarından
Kufizade Asım Bey, Muzaferiddün Galip Bey (başyazardır), Mehmet Faik Bey,
Mehmet İrfan Bey’in Jöntürklüğü benimsemesiyle, Jön Türkçü bir çizgiden
‘’hürriyet’ ve ‘meşruiyet’ kavramlarını kullanmaya başlıyordu. İlke olarak
benimsenen ve ilk sayısında yayınlanan konulardan bazıları; ‘ENOSİS’e karşı
durmak’, ‘Ulusal bilinci ayakta tutup, anavatana güvenin devamını sağlamak’tı
(Beratlı 1999; 38). Zaman gazetesinin Osmanlı Sarayına karşı muhalif tavrı,
Osmanlıcılığı savunan yazarları ve sarayı rahatsız etmesinden dolayı, 22 Ağustos
1892 tarihinde, ‘Zaman’dan ayrılan Jöntürkçü ekip ‘Yeni Zaman’ adında başka bir
gazete çıkartır. Ardından 3 Mart 1893’te Kıbrıs gazetesi kapatılan ‘Yeni Zaman’ın
yerine yayına başlar. 1893’ü takip eden yıllarda yayın hayatına giren Kokonoz
(1896), Feryat (1899), Mir’at-ı Zaman (1900) gazeteleri Jöntürkçülüğü desteklemeye
devam etmiştir.
II. Meşruiyetin ilanıyla birlikte Müslüman cemaat’in sosyal ve siyasal hayatı
da canlanmaya başlıyordu. Nitekim bu yıllarda adada İttihad ve Terakki
Cemiyeti’nin faaliyetleri artmaya başlamıştı. ‘İttihad ve Terakki’nin etkisiyle 1908
yılında adında ‘Türk’ kelimesini içeren ilk örgüt Türk Teavün Cemiyeti kurulur’
(Evre 2004; 48). Ancak derneğin adında kullanılan ‘Türk’ kelimesi toplum içindeki
128
siyasi veya sosyal bir değeri işaret etmekten öte derneğin Jöntürkçü bakışıyla
ilgiliydi. Hemen arkasından 1909 yılında sonradan ‘ Hürriyet ve Terraki Cemiyeti’
adını alacak Terraki Kulubü ve Hürriyet Kulüp’leri açılmıştı. Dönemin gazeteleri
Sünuhat ve Seyf’de yayın politikasında Jöntürkçülüğe destek veriyordu. Bu yıllara
kadar halktan çok fazla kabul görmeyen Jöntürklük basın ve dernek faaliyetleri, ve
Enosis’in iteklemesiyle yavaş yavaş taraftar desteğini artıracaktı. İlk kurulan kulüp
Enosis yanlısı bir başka kulübe karşı kurulduğu gibi ilk sahnelenen tiyatro oyunu da
oldukça manidardı, 3 Şubat 1908’de Mağusa’da ‘Vatan Yahut Silistre’, hem o sıralar
Rumlar’ın gerçekleştirdiği bir eyleme tepki vermek hem de yardım toplamak
amacıyla sergilenir. Müslüman cemaat arasında Jöntürklerin etkisiyle başlayan
‘Osmanlılıktan’ farklılaşma süreci Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlamasının
ardından hız kazanacak ve savaşa destek vermek için yürütülen yardım kampanyaları
ve basının mücadeleyi destekleyici politikaları doğrultusunda, Müslümanlar arasında
‘anadolu’ ve ‘vatan’ kavramları anlam kazanmaya başlayacaktı. Bu dönemde kurulan
derneklerin ana teması milli mücadele’yi desteklemek ve yardım toplamaktı.
Genellikle hayır cemiyeti niteliğinde olan bu gönüllü kuruluşların birkaçının ismi
şöyledir; Neşr-i Maarif Cemiyeti, Muhacirin-i İslamiye’ye Yardım Cemiyeti, Maarifi
Geliştirme Cemiyeti, Maarifi Himaye Cemiyeti, Himaye-i Mekatip Cemiyeti
(Gazioğlu 1996;189; Evre 2004;53 ).
Aynı dönemlerde sosyal alanda Jöntürkçülüğün aydınlar arasından halka
doğru yayılması, ikinci bir alternatif aktör olarak siyasal alanda da yer edinmesi
sonucunu doğuruyordu. Kavanin Meclisi ve Evkaf İdaresinde bulunan ve Osmanlı
geleneğinden gelen aydınlar karşılarında ‘halkçı’ söylemi öne çıkartan ‘yenilikçileri’
129
bulacaktı. Anadolu kurtuluş mücadelesi sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulması Elenizm ve Sömürge yönetimi arasında sıkışan Kıbrıslı Türklerin milli
bilincinin gelişmesinde önemli rol oynamıştı. ‘1939’lı yıllarda güçlenen Türkiye ve
Atatürk hayranlığı, Kıbrıs Türk toplumunun önde gelen aydınları için, bir kimlik ve
şahsiyet arayışına tekabül ediyordu’ (Kızılyürek 2003; 220). Nitekim kurtuluş savaşı
boyunca basın ve dernekler bir yandan mücadeleye destek verirken diğer yandan iç
siyasi dengeyi anadolu söylemine doğru kaydırıyordu. Böylelikle evkafçılara karşı
halkçılar kitleler nezrinde ağırlık kazanıyor ve Enosis diyalektiğinde yeni bir
milliyetçilik anlayışı doğuyordu. ‘Dönemin gazetelerinden Söz, Doğru Yol, Vatan ve
İrşad dergisi ‘anadolu’ söylemini benimseten yayın organlarının başında yer
almaktaydı’ (Evre 2004;53). Tüm bu gelişmelere rağmen adada hakim söylem
Osmanlı ve Türk kimliği sentezi üzerine odaklanmıştı. Nitekim 1924 yılında kurulan
Kıbrıs Türk Cemaat-i İslamiyesi adındaki örgüt evkafçıları ve halkçıları OsmanlıTürk sentezinde aynı çatı altında uzlaştıracaktı. Lozan’la birlikte Türkiye’nin
İngiltere’nin ilhakı’nı tanıdığını açıklamasının ardından 1925 yılında Türkiye’ye
doğru başlayan göçü düzenlemek için Larnaka’da Türk konsolosluğu açılmış ve
konsolos olarak A.Asaf Güvenir atanmıştır. Asaf Güvenir’in göreve başlamasıyla
birlikte Türkiye’de gerçekleştirilen devrimlerin bir çoğu aydınların da desteğiyle,
halk arasında uygulanmaya konuldu. Örneğin Latin harfleriyle eğitim, şapka devrimi,
29 Ekim’in milli gün olarak kutlanması vb. Yaşanan bu gelişmelere paralel 1930
Kavanin Meclisi seçimlerinde, konsolosluğun desteğini alan Necati Özkan ve
Mehmet Zeka halkçılar grubundan, Dr. Eyyüp evkafçılar grubundan seçimi
kazanacaktı. Kavanin Meclisi seçimlerinin ardından 1 Mayıs 1931’de Necati Özkan
Silinmiş: ve
önderliğinde gelenekselcilerin karşı olduğu bir Milli Kongre toplanmış Müftülük,
130
Evkaf İdaresi ve Şer’i mahkemelerin revize edilmesi yönünde kararlar alınmıştır.
Kongre sonrası yenilikçi ve gelenekselciler arasındaki çekişme basına’da yansıyacak;
Söz ve Masum Millet Kongreyi desteklerken, evkafçıların yayın organı Hakikat
eleştirmekten geri durmayacaktır. ‘Söz gazetesi alınan kararları, ‘Ada Türkü’nün
Milli Misakı’ olarak yorumlarken’ (Evre 2004; 76), ‘Hakikat kongre için, ‘Bu gibi
hareketler, bu memlekette hükümetten başka dayanağı olmayan, İslam azınlığını
vahim akibetlere sürüklemek eğilimi gösteriyor’ demekteydi’ (Beratlı 1999; 103).
Nitekim sömürge yönetimi kongre ve kararlarını tanımadığını açıklamış hemen
ardından 1931 İsyanı nedeniyle Rumlar’la birlikte Türkler’inde milli içerikli
simgeleri kullanması ve örgütlenmesi yasaklanmıştı.
Silinmiş: (Dr. Küçük)
1943 yılında Dr. Küçük başkanlığındaki Halkçı Parti’si ve Necati Özkan
Silinmiş: (Necati Özkan)
başkanlığındaki Avukat Fadıl Partisi’nin biraraya gelmesiyle Kıbrıs Türk Adası
Azınlıklar Kurumu (KATAK) kurulmuştur. KATAK’ın kurulmasının altında yatan
gerekçelerden biri İngiltere’nin 1943 yılında adaya kendi-yönetimi (self-government)
verilebileceğini dile getirmesinin yarattığı hayal kırıklığıdır. Kendini-yönetme
Rumlar’ın uzun süreden beri istedikleri konuların başında yer aldığı gerçeği,
Türkler’i örgütlü mücadeleye teşvik edici bir unsurdu. Nitekim İngiltere’de böyle bir
mücadeleyi açıkça
desteklemekteydi. KATAK, hem Enosis’e karşı ilk kitlesel
hareket hem de bu zamana kadar anavatana yönelik sentimental tutumun siyasal
talebe dönüştürecek bir kırılma noktası niteliği taşır. Özünde KATAK aslında çift
yönlü bir fonksiyona sahipti, ilkinde Türkler’in Rumlar’la birlikte grev vb. toplum
girişimlere girmesini önleyerek Türk sosyalist hareketin gelişimini engellemek,
diğeri ise Rumlar’ın Enosis’ine karşı olmak. ‘Buna göre; ‘temel amaç Enosis’i
131
engellemek, temel strateji ise, Türkiye’yi Kıbrıs sorununa taraf olmaya teşvik
etmekti’ (Kızılyürek 2003; 225). KATAK’in amacı; tüzüğünün üçüncü maddesinde
şu şekilde ifade edilmiştir; ‘Kıbrıs Türk azınlığının haklarını aramak ve korumak.
İlmi iktisadi ve sinai seviyelerini yükseltmek ve umumiyetle Kıbrıs Türkleri’nin
menfaatlerini temine çalışmaktır’ (Rifat 1977; 46; Evre 2004; 105). KATAK’ın
ardından, 1943 yılında Türk İşçiler Birliği, 23 Aralık 1945 tarihinde Kıbrıs Türk
Kurumlar Birliği16, 1949 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu (KTKF)17
Enosis’e karşı olma paydasından hareketle kurulur.
1950’lili yıllarda artık Kıbrıs’ta söz konusu olan bir kimlik edinim
mücadelesi değil, tüm varlığını öteki üzerine kuran bir ideolojiyi meşrulaştırma
çabasıydı. ‘Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliğinin ‘Kıbrıs Türk’tür’ sloganında vurgu,
‘Kıbrıs Yunan olamaz’ noktasında yoğunlaşıyordu ve İngilizlerin adada kalmasıyla
Kıbrıs’ın ‘Yunan’ olmasının engellenebileceğine inanılıyordu’ (Kızılyürek 2003;
232). Bu nedenle İngiltere’nin kendini-yönetme önerilerinin tümü reddedilmekteydi.
1956 yılında İngiltere’nin bir taktik olarak ileri sürdüğü Taksim tezi bu sıralarda
gerekli olan meşru zemini yaratacaktır18. ‘Kıbrıs Türktür’de başlayıp ‘Kıbrıs Yunan
olamaz’dan geçerek ‘Ya Taksim Ya ölüm’e gelinmiş oluyordu. Kızılyürek'in
16
Kıbrıs Türk Kurumlar Birliği, KATAK’tan anlaşmazlıklar nedeniyle ayrılan; Kıbrıs Türk Çiftçi
Birliği, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri, Kıbrıs Milli Halk Partisi’nin oluşturduğu ‘Kıbrıs Milli Türk Halk
Partisi’ ile KATAK’ın yeniden bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Ancak o sıralarda işçiler
tarafından sol eğilimlerin benimsenmesi nedeniyle 29 Ekim kutlamarına işçi birlikleri davet edilmez
ve 1947 yılında birlik dağılır.
17
Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu’nu oluşturan örgütler: KATAK, Milli Parti, Çiftçiler Birliği,
Lefkoşa Türk Spor Kulübu, Lise Mezunları Kurumu, Viktorya Kız Lisesi (Beratlı 1999;175)
18
Kıbrıs’taki EOKA eylemlerinin artmaya başlaması sonucunda İngiltere yine bir politika
değişikliğine giderek Türkiye’ninde aktif olarak konuya mudahil olması yönünde gayret gösterecektir.
1956 yılında Radcliffe önerilerinin tartışılmaya başladığı günlerde İngiliz Sömürge Bakanı Lenox
Byod - Menderes görüşmesi esnasında ilk kez ‘Taksim’ tezi Türkiye politikası olarak şekillendi.
İngiltere’nin taktik olarak ileri sürdüğü Taksim tezi ilk başta çok benimsenmese de kısa bir süre içinde
Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin ‘Enosis sadece Enosis’ sloganına ‘Taksim sadece Taksim’ şeklinde
yanıt verilen devlet doktrini halini alacaktır.
132
özetlediği gibi; ‘Önceleri anavatanla özdeşleşme’ itisi olarak ortaya çıkan etnik Türk
kimliğine sarılma eğilimi, 1940’lı yıllarda ‘Anavatan’a bağlanma’ tutkusu olarak
tezahür eden milliyetçi refleksler izledi. 1950’li yıllarda ise, Kıbrıs’ta Türk
milliyetçiliği, siyasi bir programı olan, kitleselleşen aksiyoner bir ideoloji olarak
tarih sahnesinde yerini aldı’ (Kızılyürek 2003; 244).
Bu dönem içerisinde zaman zaman iktidar mücadelesi halinde seyreden
Kıbrıs Türk toplumunun anti-Elen tutumu, EOKA ve TMT’nin kurulmasıyla birlikte
kendi içinde radikal dönüşümler yaratacaktır. Çünkü değişen konjonktürde soğuk
savaş mantığından hareketle artık adada hissedilir değerde bir komünizm rüzgarı
esecek ve buna göre artık sağ kanat giderek muhafazakarlaşacak, öteki karşıtlığında
olan anti-Elenezim, kendi içinde anti-komünizm kılığına bürünecektir.
EOKA’ya karşı 20 Aralık 1955’te TMT’yi önceleyen ‘Volkan’ adında bir yer
Silinmiş: k
altı örgütü kurulur ve örgüt 29 Kasım 1957’de yerini Türk Mukavemet Teşkilatı19
(TMT)’na devreder. ‘Teşkilatın ambleminde arka fonda Kıbrıs, onun üzerinde panTürkizmin önemli simgelerinden biri olan bozkurt ve hilal yer almaktaydı’ (Evre
2004; 131). TMT, EOKA’ya karşı kontrgerilla işlevi görme amacıyla kurulduğu
iddiasına sahip olmakla birlikte, TMT’nin kuruluş amacının savunma olmadığını,
gerçekte Rumlar ve Türkler’in bir arada yaşamasının olanaksızlığını şiddet ve tedhiş
eylemleriyle görünür kılmak olduğu genel kabul gören tezlerden biridir (EOKA’nın
kuruluşu da benzer bir önermeye sahipti). Bu bağlamda ortak mücadele veren işçi ve
meslek birlikleri, bu ortaklığa bir ölçüde imkan sağlayan sosyalizm baskı altına
19
TMT 1957 kurulmuş olmasına rağmen resmi kuruluş tarihi olarak 1 Ağustos 1958 gösterilmektedir.
133
alınmak durumundaydı. TMT anayasasında yer alan şu ibare dikkat çekicidir; ‘Kıbrıs
Türk cemaati aleyhine faaliyet gösterdiği kat’i olarak tespit edilen her şahıs Türk,
Rum veya İngiliz olsun teşkilat tarafından cezalandırılacaktır’ (Evre 2004;133).
TMT’nin yayın organı; ‘‘her eve bir nacak’ sloganıyla evlere giren Nacak aslında
hem bir silahın hem de bir örgütlenmenin sembolüydü’ (Nesim 1999; 11). Gazete 21
Ağustos 1959 tarihli nüshasında, Kıbrıslı Türk işçilere yönelik şu uyarıyı yapıyordu:
‘Türk işçisi! Hakkını korumasını bil. Sana ‘komunist olmadan işçi sınıfı hakkını
koruyamaz’ diyen alçaklara Atatürk’ün cevabını ver: ‘Türklük ve komünistlik bir
arada yürüyemez. Ben Türküm de’ (Evre 2004; 134). TMT’nin kurulmasının
ardından, Rumlarla ortak olan işçi sendikaları ve meslek örgütlerinde yer alan Türk
üyelerin gazeteye ilan vererek ayrılması talimatı verildi. Ardından ‘Vatandaş Türkçe
Konuş’ kampanyası düzenlendi. Kampanyaya göre Rumca konuşan biri yüksek
miktarda ceza ödemek durumundaydı, aksi gerçekleşirse farklı yollardan ceza
uygulanımına gidilecekti, ne var ki kültürel bağlar birbirinden henüz kopmadığı için
Türk olup Türkçe konuşamayan kişiler, Maronit ve Ermeni gibi sayıca az grupların
konuşma özgürlüğü tamamen yasaklanmış oluyordu. Yine TMT’nin ‘Türk’ten
Türk’e’ kampanyası ve ayrı bir Türk çarşısı kurulmasına yönelik faaliyetleri,
ekonomik açıdan Türk toplumun çökmesine neden oldu. ‘Bir Kıbrıs Türk burjuvazisi
oluşturmayı amaçlayan ‘Türk’ten Türk’e’ kampanyası da, ‘Ya Taksim Ya Ölüm’
politikasının ekonomik temelini oluşturmayı amaçlıyordu’ (An 1999;31). Bu
kampanyalarla birlikte Türklere ve Rumlara yönelik silahlı eylemler başlayacaktı. O
dönemde yayınlanan ve Kıbrıslılığı savunan Cumhuriyet gazetesi yazarlarından
avukat Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan 23 Nisan 1962 tarihinde
öldürüldü. PEO Türk İşleri Bürosu Başkanı Ahmet Sadi ve diğer komitelerde
134
bulunan bir çok sendikacıya karşı silahlı eylem düzenlendi. ‘Burada örgütlü şiddet
kadar, milliyetçi ve karşı milliyetçi formasyonlar da, işçi-köylü sınıfının ‘kendi
elitlerinin’, arkasından yürüyerek, ‘ayrı ayrı kapılardan’ kendi etnik toplumlarına
katılmasını sağlamıştır’ (Kızılyürek 2003; 253).
Bu gelişmeler neticesinde gerek Rum toplumu gerekse Türk toplumu kendi
öz eleştiri kültürünü, kamusal alan ve uzlaşmaya dayalı sivil toplum anlayışını
tümüyle toplumsal yapıdan tasfiye etti. Kolonyal İktidar döneminde yapısallaştırılan
kamusal alan, KKTC’nin kurulmasından, yani ulus-devlet elde edildikten sonra da
aynı karakteristği koruyacaktır.
4. Kıbrıs Cumhuriyeti (KC) Dönemi 1960- 1974:
Adada baş gösteren toplumsal çatışmalar, uluslararası siyasetin dengesini de
tehdit eder nitelikteydi. NATO ittifakı içinde yer alan Yunanistan ve Türkiye’nin
Kıbrıs’ta taraf olması sorunu iki ülkenin özel ilişkileri bağlamından çıkartıyordu.
Başta Amerika olmak üzere uluslararası örgütlere üye diğer devletler de durumdan
rahatsızdı. NATO, ABD, ve BM’in ikna girişimleriyle taraflar, Zürich ve Londra’da
biraraya gelecek ve 11 Şubat 1959 Zürich ve 19 Şubat 1959 Londra’da imzalanan
anlaşmalara dayanarak 16 Ağustos 1960’da
kuracaklardır.
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (KC)
135
Kıbrıs cumhuriyeti özü itibariyle bağımsız bir devletten çok, uluslararası
alanda Yunanistan, Türkiye ve İngiltere arasında bir uzlaşma zemini olarak
doğmuştur. Siyaset bilimciler kurulan devleti ‘consensual state’ (anlaşmalı devlet),
uluslararası hukukçular ise ‘sui-generis’ (kendine özgü) olarak tanımlamaktadır.
Milliyetçi sloganların en üst noktaya taşındığı bir dönemde neredeyse uluslararası
antlaşma niteliği taşıyan Kıbrıs Cumhuriyeti ne Kıbrıs halkı ne de imzalayanlar için
tatmin edici olmuştur. ‘Makarios, ‘Londra Anlaşması ile yeni bir devlet yaratılmış,
fakat yeni bir millet yaratılmamıştır’’ (An 1999; 50) diyerek, Elen kimliğinden ve
Enosis’ten vazgeçmediğini göstermiştir. Türk tarafının tepkisi de Makarios’unkinden
farklı olmayacak,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sakıncaları sıklıkla dile getirilecektir.
Kıbrıs devletinin kurulması kendi iç çelişkileri dışında ada tarihinde ilk kez devlet ve
vatandaş sorunsalını görünür kılıyordu. Modernizmi kendi çapında yaşayan, ve bu
aşamaları kolonyalizm söylemi üzerinde kateden toplumsal ilişkiler, sömürge
iktidarının kurumsallaştırdığı etnik ayrılığı bizzat kendileri yeni kurulan devletin
anayasasıyla hukuka bağlıyordu. Artık olası bir ortak Kıbrıs vatandaşlığı değil
(Kıbrısçıların
savunduğu,
komünistlerin
kısmen
savunduğu,
muhafazakar
milliyetçilerin tümden reddettiği), Elen ve Türk olan Kıbrıs vatandaşlığı söz
konusuydu.
Londra ve Zürich anlaşmaları doğrultusunda hazırlanan Kıbrıs Cumhuriyeti
anayasası’na göre; ‘Kıbrıs Devleti, bu Anayasa gereğince, Cumhur Başkanı Kıbrıs
Elen Cemaatı tarafından seçilen bir Elen ve Cumhur Başkan Muavini Kıbrıs Türk
Cemaatı tarafından seçilen bir Türk olan, başkanlık rejimine sahip bağımsız ve
egemen bir Cumhuriyettir’. Devlet’in anayasasında üniterlik ve bağımsızlık
belirtildiği gibi Londra ve Zürich anlaşmalarında da yeni kurulan devletin egemen
136
olduğu tanınıyordu. Yine de daha önce bahsedildiği Cumhuriyetin sui-generis yapısı
bağımsız ulus-devlet modelini yansıtmamıştır. Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu
anlaşmalarına göre Kıbrıs’ta İngiltere’nin egemenliği altında olacak olan 2 bölge
(Dikelya ve Akrotiri) söz konusuydu ve Garantör Devletler ada üzerinde karargah
kurma hakkına sahipti. Buna ek olarak uluslararası antlaşmalar kararlarıyla Kıbrıs
Devleti anayasasında herhangi bir değişiklik yapılamazdı. Egemenliğin içerdiği
toprak bütünlüğü ve bağımsızlığın içerdiği kendi yönetme ilkeleri, alınan kararlar
doğrultusunda en baştan çelişmiştir.
Ulus-devlet nosyonundan yoksun olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Sivil
Toplum açısından değerlendirildiğinde, bağımsız, demokratik ve yurttaşlığa dayalı
bir devlet olmadığı gibi kolektif iradeyi oluşturabilecek potansiyele de sahip değildi.
Tam tersine iki toplumluluk anlayışını ve etnik bölünmeyi hukuk nezrinde
yasallaştırıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasındaki vatandaşlık soy bilincine
göre düzenlenmiş olup anayasanın 2. maddesinde20 2 ayrı fıkra ile tanımlanmıştır.
Buna göre 2. madde’nin 1. fıkrası: Elen Cemaatı, Elen aslından ve ana dili Elence
olan veya Yunan kültür ananelerini paylaşan veya Elen-Ortodoks Kilisesine mensup
bulunan bütün Cumhuriyet vatandaşlarını içine alır’, 2. fıkrası; ‘Türk Cemaatı, Türk
aslından ve ana dili Türkçe olan veya Türk kültür ananelerini paylaşan veya
Müslüman olan bütün Cumhuriyet vatandaşlarını içine alır’ şeklindedir. Anayasayla
tanımlanan vatandaşlığın toplumsal pratikteki izdüşümü Batı liberal sivil toplum
formülünde özne olan bireyin, etnik kimlik altında eritilmesi anlamına gelmektedir.
20
2. madde’nin 3. fıkrası ile; Elen ve Türk soyundan olmayan vatandaşlığa tanım getirilmektedir.
137
Sivil toplum açısından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir diğer sorunlu yönü
kamusal alan düzenlemeleri ile ilgiliydi. Kamu idarelerinde benimsenen ve hukuka
bağlanan 70/30 oranı kendi içinde problemli olmasının yanı sıra, kamusal alanın
birleştirici demokratik potansiyelini dışlamıştır. Tüm düzenlemelere bakıldığında
ayrı belediyeler, ayrı okullar, ayrı cemiyetler, ayrı meclis vb. uygulamalarından iki
toplumu kendi kültürel alanları içine hapsettiği anlamı çıkartılır. Teorik olarak devlet
ve sivil toplumun müzakere alanı olarak kurgulanan kamusal alan, yeni devletle
birlikte katmanlar arası geçişliliğe imkan vermeyen yarı-kapalı işlevsiz bir modelini
andırmaktadır.
Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu günden 1974’e kadar halk
desteğinden muzdarip, kolonyal statüden post-kolonyal statüye atlayan bir yönetim
olarak yorumlandı. ‘İç ve dış ilişkiler açısından sınırlı bir bağımsızlığa sahip olan bu
yeni devlet, Kıbrıslı Rum milliyetçileri için Enosis’e giden yolda bir durak, Kıbrıslı
Türk milliyetçiler içinde adanın Taksim’ine giden yolda bir durak olarak görülmüştü’
(An 1999; 49). Tıpkı imzalayanlar gibi geniş halk kitleleri tarafından Cumhuriyetin
ilanı heyecanla karşılanmadı. Yeni devletin yeni bayrağı’nın kullanımı ancak 1974
sonrasına rastlayacaktır. Sosyo-politik açıdan vatandaşlığın kesinlediği iki ayrı
toplumun kolektif bilincini geliştirici düzenlemeler olmaması, iki toplumdan birinin
iktidarda yer almasının devletin meşruluğunun sorgulanmasına aynı zamanda yeni
çatışma merkezleri üretilmesine neden olacaktır. Çünkü devlet meşruluğunu sivil
toplumdan almadığı gibi ‘iktidar’, erkini ( nicel olarak azınlık veya çoğunluk fark
etmez) kanıtlama kaygısından kamusal alanda yer alan ikinci grubu sindirmeyi
kendine öncül belirmişti. Bu irrasyonel tepkime yalnızca Kıbrıs Cumhuriyeti için
138
değil, ilerde de kullanılacak olan siyasi – sosyal yapıyı da geleneğe bağlayacaktır.
Devleti oluşturan ‘sözleşme’ hiç gerçekleşmeyecek hatta düşünülmesine bile imkan
tanınmayacak bir süzgeçten geçirilmiştir. Lanitis’in yorumuyla ‘Zürich Anlaşması,
onu uygulamak isteyen insanlar kadar iyiydi’ (Lanitis 1960)21. İnsiyatif anayasaya
değil tamamen onu uygulayacak kişilerin iyi niyetiyle sınırlandırıldı. Gerek Rumlar
gerekse
Türkler
Kıbrıs
devletine
ait
sembolleri
kullanmamakta
ısrarcı
davranmışlardır. Adadaki aşırı milliyetçi sağ kanat parçası olduklarını düşündükleri
‘anavatanlarının’ bayrağı kullanıp marşını söylemeye devam etti, sol kanattakiler ise
tepeden inme devletin emperyal nimetlerinden yararlanmamayı tercih etti. ‘Kıbrıs
bayrağı Kliridis’in sözleriyle ‘dünyanın en iyi bayrağıydı, çünkü hiç kimse uğrunda
ölmeye hazır değildi’ (Kızılyürek 2003; 105).
1960 Aralık ayında yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanlığına Makarios,
Cumhurbaşkanlığı yardımcılığına Dr. Fazıl Küçük seçildi. Böylelikle milliyetçi sağ
kesimin iki lideri devletin zirvesine oturmuş ve ilk günden itibaren analaşmazlıklar
ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu tartışmaların asıl döngüsü, Rumların Enosis istemi,
Türklerin ise Taksim politikasıydı. ‘Devletin kurulduğu ilk günden itibaren onu
geçici bir çözüm olarak düşünen Makarios, sürekli anayasa değişikliği talep
ediyordu. Temel dürtü, devleti yaşatmak değil, Enosis’e gidecek yolu yeniden
açmaktı’ (Kızılyürek 2003; 110). Bu bağlamda Enosis ve self-determinasyon için
siyaset dışı kanallardan çıkış yolu bulmaya çalışmaktaydılar. Bu arayış Rum
milliyetçilerini EOKA’yı yeniden oluşturacak gizli bir örgüt kurmaya kadar götürdü.
‘Örgütün adı ‘Ulusal Kıbrıs Örgütü’ydü’ ama sadece örgüt olarak anılıyordu’
(Kızılyürek 2003;113) ve Örgütün başında İçişleri bakanı Polikarpos Yorgacis yer
21
Ahmet An’ın Kıbrıslılık Bilincinin geliştirilmesi’ çalışmasında yer alan, Nicos C. Lanitis’in 1960
yılında yayınlanan ‘Birliğin Önemi’ makalesinin tam metninden alınmıştır.
139
almaktaydı. Örgütün kurulmasındaki amaç Makarios tarafından hazırlanan Akritas
Planı’nı uygulanması ve Enosis’i gerçekleştirmekti. Bu doğrultuda 30 Kasım 1963
tarihinde Makarios 13 maddelik anayasa değişikliği önerecekti. Önerdiği maddeler,
Türkiye, ve Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilmediği gibi son derce sert tepkilere
neden oldu. Bunun arkasından 1963’te Türklere yönelik saldırılar başladı. ‘Nitekim
çatışma, Makarios hükümeti tarafından (Akritas planı) planlanmıştı ve ’13
maddenin’ darbeci bir biçimde ortaya konması, Kıbrıslı Türklerin haklarından
arındırılması hedefini taşıyan politikanın bir parçasıydı’ (Kalodukas 2003; 75). Bir
başka ifadeyle Akritas Planı’nın ana mantığı kabaca, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
kuruluşuyla tanınmadığı varsayılan self-determinasyon hakkının verilmesi ve
sorunun uluslararası alanda bu temelden yeniden düşünülmesini sağlamaktı.
Makarios 1 Ocak 1964’te anayasayı tek taraflı feshettiğini açıklamasıyla birlikte
Kıbrıs Cumhuriyeti 3 yıllık serüvenini de tamamlanmış oldu. Bu arada 1963
çatışmaları ertesinde Türk Yunan uçakları Kıbrıs üzerinde uçuşlar gerçekleştirecek
hemen arkasından ‘Mason-Dixon’ hattı genişletilerek 30 Aralık 1963’te ‘Yeşil Hat’
çizilecektir22. 4 Mart 1964 tarihinde ise BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla BM
Barış Gücü adada görev almaya başlayacaktır.
NATO ve BM adada yeniden başlayan çatışmalara bir çözüm bulmak için
1964 yılında ABD başkanı Johnson’un özel temsilcisi Dean Acheson kendi adıyla
anılan Acheson çözüm planını taraflara sunar. Nitekim Türkiye ve Yunanistan’ın
ılımlı tavrına rağmen, Makarios planı reddetmiştir. Planın içeriğine göre Meis adası
ve Karpaz yarımadası Türkiye’ye verilecek, adadaki Türklere azınlık hakkı
22
Mason – Dixon Hattı 1958 toplumsal çatışmaların ardından Lefkoşa’yı ikiye ayıran sınıra verilen
isimdir. Hattın çizilmesinden sonra belediyeler ve çeşitli kamu kurumları ayrılmaya başlamıştır.
140
tanınacak, ve ada Yunanistan’la birleşecekti. Planın reddedilmesinin ardından 28
Silinmiş: T
Aralık 1967’de Kıbrıslı Türkler ‘Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ (KGTY) kurmuştur.
Ancak tüm girişimlere rağmen çatışmalar 1968 sonuna kadar devam edecekti.
Yunanistan’da 21 Haziran 1967 tarihinde gerçekleşen darbe sonrası
benimsenen yeni siyaset doğrultusunda, çözüme bir türlü yanaşmayan Makarios’a
karşı Yunan Cunta subayı Grivas’ın önderliğinde EOKA B örgütü kuruldu. EOKA
B, 1974 Temmuz 15’de Makarios’a karşı darbe gerçekleştirmiş ve bu darbenin
arkasından 20 Temmuz 1974’te Birinci Barış Harekatı ve 14 Ağustos 1974 ikinci
Barış Harekatı gerçekleştirildi.
4.1. Kıbrıslılık:
1974’ten sonra özellikle Rum toplumu açısında radikal sosyo-politik
değişimler yaşanacaktı. Bunlardan en önemlisi o güne kadar sosyalist aydınların
bazıları tarafından savunulan ve geniş kitleler için Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
kurulmasında dahi reddedilen ‘Kıbrıslılık’ retoriğinin, çıkartmanın ardından
benimsenmeye başlamış olmasıdır. Kabaca, ‘Kıbrıslılık’, Rum toplumunda 1960
Kıbrıs Cumhuriyeti, Türk toplumunda 1983 KKTC’nin kuruluşunun ardından ‘ulusinşa’ konteksinde ortaya çıkan ideolojik bir olgudur. ‘Genel hatlarıyla ‘Kıbrıslılık’,
Kıbrıs’ın onu adanın iki büyük etnik grubunun ‘anavatanlarından’ farklı ve bağımsız
bir varlık kılan kendine özgü karakteristikleri olduğu fikrine dayanıyor’ (Mavratsas
2000; 60).
141
1920’lerin sonlarında ‘yerel özerklik’ (local self gevernment) önerisine
paralel bir düşünce modeli olarak ortaya çıkan ‘Kıbrıslılık’ kavram ilk kez 9 Haziran
1932 tarihli sömürge yönetimi raporunda kullanıldı. ‘Zamanın İngiliz sömürge valisi
Ronald Storrs, hükümet dairelerindeki resmi işlemlerde, itibar kırıcı olarak gördüğü
‘native’ (yerli) kelimesi yerine ‘Cypriot’ (Kıbrıslı) kelimesinin kullanılmasını
istemiştir’ (An 1998; 135). Storrs ve yönetimi ‘Kıbrıslılığı’, Enosis’te kimlik bulan
Rum milliyetçiliğine karşı bir alternatif olarak öne sürüyordu. İlk başlarda
modernizm ve aydınlanma ile yeni tanışan ada halkı için fazla anlam ifade etmeyen
‘Kıbrıslılık’, sosyalist aydınların öncülüğünde Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP)
kurulmasıyla birlikte ideolojik bir kimlik kazanmaya başlayacaktı. O dönemde yeni
oluşan sol hareket için Kıbrıslılığın anlamı, Ekim devrimi’nin tetiklemesiyle işçilerin
evrensel biriliğini öneren sosyalizme ulaşabilmek için savunulması gereken bir
fenomen olmasıyla sınırlıydı. Kıbrıslılık, Ada’nın siyasal ve sosyal konjonktüründe
yükselen diğer düşünce (Elenezim ve Türkçülük) biçimlerinden farklı olarak etnik
aidiyetle değil sınıf farklılıkları temelindeki mücadeleyi anlamladırmaktaydı.
1930’dan 1940’lara kadar Kıbrıslılık sosyalistler arasında salınıp duran bir düşünce
iken, ‘İlerleme Partisi’ (The Party Of Pogress) kurucularından Nicos Lanitis gibi
isimlerden destek bulacak ve ‘liberal modernist Kıbrısçılık’ anlayışı Kıbrıslılığın bir
başka boyutu olarak siyasi kültüre eklemlenecektir. Sosyalist kanadın Kıbrıslılık
yorumu ‘ortak vatan’ için gerekli sınıfsal mücadele üzerine iken, liberal modernist
Kıbrıslılığın vurgusu; kalkınma ve ilerleme için, toplumsal işbirliği üzerinedir.
Ancak farklılık sadece bununla sınırlı değildi. Sosyalistler Kıbrıslılığı, evrensel işçi
birliği adına ‘tek halk’ kavramına, liberal modernistçiler ise iki ayrı toplum olduğu
ön kabulüne dayandırmaktaydı. Daha öncede bahsedildiği gibi 1960’tan önce KKP
142
ardından devamı niteliğinde olan AKEL tek halk olduğu görüşünü sonuna kadar
Silinmiş: d
savunmuştu. Bu nedenle ilk başlarda sosyalist Kıbrısçılık Enosis ve kolonyalizmle
çatışma halinde olmasına rağmen bu akımların karşısında ‘Kıbrıs merkezli’
(cyprocentrizm) milliyet söylemiyle durmaya çalışmıştır. ‘Kıbrısçılık, Elen ulusu
yerine, dikkatinin odak noktasına Kıbrıs’ı koyarak, güçlü siyasi unsurlarla coğrafik
bir milliyetçilik fonksiyonu gören siyasi bir ideoloji ve kültürel bir söylevdir’
(Mavratsas 1999; 29).
Kıbrıs Türk toplumu içinde ise, Kıbrıslılık düşüncesini ilk defa siyasal olarak
gündeme
getiren 1960-63 yılları arasında yayınlanan ‘Cumhuriyet’ gazetesi
olmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 16 Ağustos 1960 tarihinde ilk sayısı
yayınlan gazetenin başlığı yeni kurulan devlete destek vermek adına ‘Kıbrıs
Kıbrıslılarındır’ şeklindeydi ve yayınlan makalelerde iki ayrı topluma dayalı ‘Kıbrıs
yurttaşlığı’ sıklıkla dile getirilmişti.
Gerek Rumlar gerekse Türkler’in Kıbrıslılık anlayışına yönelmelerinin altında
yatan önemli hususlardan biri her iki toplumunda hakim milliyetçi söylemlerine
gösterilen reaksiyondur. Bu nedenle Kıbrıslılık üzerine genel kanı iç-tepkisel bir
dinamiğin kavramsallaştırılması olduğu noktasında yoğunlaşır. Ada’da ‘Elenizm’
diyalektik olarak ‘Türklük’ bilincini artırırken kendi içindeki diyalektikte
‘Kıbrıslılığa’ ivme kazandırmıştı. Benzer biçimde ‘Türkçülük’te’ Kıbrıs Türk
toplumunda ‘Kıbrıslılığa’ güç kazandırmaktadır. Buna göre Kıbrıslılık fikri sırtını
belli ölçüde Elenizm, Türkçülük ve kolonyalizme dayayan bir bilinç düzeyi şeklinde
anlam bulur.
‘Kıbrıs Rum toplumunda, 1974 öncesi oluşan ‘Kıbrıslılık bilinci’, ‘Kıbrıs
merkezciliği’ veya bağımsızlık iradesi’, Helen milliyetçiliği kapsayıcılığına ve
143
Cunta’nın Kıbrıslı Rumların iradesini yadsımasına karşı yükselen bir Kıbrıs Rum
Silinmiş:
milliyetçiliğiydi’ (Kızılyürek 2003; 124). 1974’ten sonra ise Rum toplumunda
Kıbrıslılık tarihsel yaşanmışlıklara tepki olarak yeniden gündeme getirildi. Bu
noktada tarihin yeniden okunmasını içeren yeni bir ‘Kıbrıs’ algılayışı olarak
‘Kıbrıslılık’ revize edildi. 19 Mart 1975’te ‘Yeni Kıbrıs Derneği’ bu mantıktan
hareketle kurulmuştu. Kıbrıslılık fikrine de ilk metadolojik tanımı liberal modernist
gelenekten gelen aydınların oluşturduğu bu dernek sayesinde yapılıyordu. Derneği
1975 yılında yaptığı açıklama şu şekildeydi;
Gözyaşlarımızın dindiği, kızgınlıkların ve ümitsizliğin artık sona erdiği
şu anda düşünmek gerek; Mutlu, dürüst, özgürlüğü seven, kin
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik Değil
beslemeyen insanlardık. Herşeyden uzak huzur içinde yaşayıp
susuyorduk. Şimdi susmamızın cezasını çekiyoruz..... son ayların acılı
günlerinde şunu öğrenmeliyiz; bu adada yaşayan Rum, Türk, Ermeni,
Maronit olarak bizler, bu adanın sakinleri olarak birbirimizi
anlayabiliriz, çıkarlarımızı koruyabiliriz. Bugünkü toplumun en önemli
nedeni, iki büyük toplumun tam bir ayrılık yaşayarak, yek diğerine karşı
yanlış inanç ve düşünce beslemeleri, yek diğeriyle temastan kaçınmaları
ve toplumsal yapının ayrımcı ilkelere dayanmasıdır. Hangi millete
mensup olduğumuzu ve kültürel bağlarımızı unutmamakla beraber,
hayata tek bir halk kitlesi olarak bakmalıyız. Herşeyden önce Kıbrıslı
olarak düşünmeli, sonra Rum veya Türk olarak. Bu güzel adamızın
yeniden mutluluk ve refaha ulaşması için bu şarttır.23...
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik Değil
Yeni Kıbrıs Derneği, Kıbrıslılık bilincini yaygınlaştırmayı ve iki toplumlu diyaloğu
geliştirmeyi kendine misyon ve hedef belirlemiştir. Bu nedenle Rum Toplumu’nda
Kıbrıslılık anlayışının benimsenmesinde Yeni Kıbrıs Derneği’nin öncü bir yanı
vardır. Derneğin ortaya koyduğu anafikir kültürel kimlikle siyasi kimliğin
birbirinden ayrılması gerekliliğiydi. Bu görüş ileriki yıllarda her iki kesimin aydınları
23
Burada, Ahmet An’ın ‘Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi’ kitabında tam metnini yayınladığı (s.9798-99-100) Derneğin ilkeleri, amaçları ve hedeflerini içeren bültenin giriş bölümüne ait bir kısım
kullanılmıştır.
Silinmiş:
144
tarafından sıklıkla dile getirilen söylemlerin başında yer alacaktır. Bu bağlamda
Kıbrıslılık, birbirini tamamlayan iki argümanı vatandaşlık ve kimliği tartışmaya
açmakta ve bunu tarihsel bir hesaplaşmanın ürünü olarak didakte etmektedir. Liberal,
sosyalist, Türk Kıbrıslılığı, Rum Kıbrıslılığı gibi kendi içinde çeşitli aksiyomlara
sahip olmasına rağmen ortak dile getirilen görüşlerden biri, milliyetçi kanatların
izlediği ayrılık siyasasına ‘bütünleşme’ siyasasıyla yanıt verebilmektir. Adadaki fiili
durumun muhakemesini milliyetçiler karşıtlık içinde yorumlarken, Kıbrıslılık
görüşünü savunanlar sorumluluğu bir diğerinin üstüne atmadan bizzat her iki
toplumun kendi hatalarından kaynaklandığını ileri sürer. Kıbrısçılık düşüncesinin
babası sayılan Pulitis Servas ‘Ortak Vatan’ çalışmasında (1999; 123); ‘Kıbrıs
meselesinde 1878’den Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar, sorumlu olan
başkalarıydı’ demekte ve asıl suçlunun bir zamanlar yöneticiliğini yaptığı AKEL
olduğunu vurgulamaktadır.
Kıbrıslılıkta genel düzeyde amaçlanan irrasyonel milliyetçi akımların
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm
karşısına rasyonel hedefler koymak ve böylelikle milliyetçilik ile yurtseverlik
arasındaki ayrımın altını çizmektir. Kültürel kimliği içerdiği varsayılan yurtseverlik,
siyasi kimliği içeren milliyetçilikten ayrıştırılmaktadır. ‘Milliyetçi söylemde
kullanılan ‘Kıbrıs Elenizm’i’ ile Kıbrısçılık söylevinde kullanılan ‘Kıbrıs Halkı’
kavramları arasındaki fark söz konusu iki ideolojik ayrılığın kanıtıdır’ (Mavratsas
2000; 65). Her ne kadar ilk başlarda tek halk kavramı dışlayıcı potansiyeliyle birlikte
kullanılsa da özellikle son dönemlerde sivil insiyatifin de gelişimiyle birlikte iki
toplumu içeren yurtseverlik anlayşı tek halk söylemini geri planda bırakmıştır.
Tombazos konuyla ilgili olarak; ‘tuhaf bir şekilde Kıbrıslı Türkleri 1974’te Ada’nın
Silinmiş: ¶
bölünmesinden sonra keşfederler’( Tombazos 2003; 54) saptamasını yapmaktadır.
145
Kıbrıs Türk Toplumunda Kıbrıslılık fikrinin, gerçekten benimsenmesi ise
1983 KKTC’nin ilanından sonraki döneme rastlar. Mardin’in belirttiği gibi; ‘ideoloji
önemli toplumsal ayrımların belirmeye başladığı çağdaş toplumun kendine bir yaşam
çerçevesi bulma çabasıdır’ (Mardin 2000; 135). Kıbrıs Türk toplumu için fiilen sahip
olduğu ancak uluslararası bir kimlik getirmeyen devlet karşınında ve ağır milliyetçi
propagandanın baskısı altında, Kıbrıslılık toplumsal bir savunma biçimi olarak
Silinmiş: ir
belirdi. Kıbrıs Türk toplumunda Kıbrıslılığın taraftarları sol ve aydın sınıftır.
İktidara karşı toplumsal muhalefetin yükseldiği noktada Kıbrıslılık görüşü
gayri ihtiyari bir siyasal program içine dahil edilmiştir. ‘Çünkü siyaset; tabiatıyla
toplumsal yaşamın proteorikten çok, net şekilde teorik bilinçten etkilenmiş bir alanını
oluşturuyor’ (Mavratsas 2000; 115). Bu nedenle Kıbrıslılık teorik temellere sahip bir
görüş olmanın uzağında günlük pratikler üzerine inşa edilmektedir. ‘Bu yüzden
milliyetçiler üstün bir miras üzerine yoğunlaşırken; Kıbrıslılığı savunanlar, popüler
kültür, taşra gelenekleri ve daha gerçekçi bir tarih ve kimlik anlayışı geliştiren
günlük pratikler üzerinde durmaktadırlar’ (Mavratsas 2003; 156). Her iki tarafta
Kıbrıslılığı savunanlar adaya özgü değerleri, simgeleştirme yoluna gitmiştir. Siyasal
ve sosyal oluşumlarda mutlaka adanın bitki dokusundan öğeler (zeytin dalı ve
yasemin gibi) kullanılır. Kıbrıs halk oyunları ve Kıbrıs şarkılarına ayrı bir değer ve
önem verilir. İki toplumlu etkinliklerde beyaz bayrak kullanılır. Özetle Kıbrıslılık
‘yerel’ olana sahip çıkmayı içermektedir ve genellikle iktidar çemberinin dışından
dolaşarak sosyal diyaloğu geliştirmeyi amaçlar.
Özetle ‘Kıbrıslılık’ esasında bir aydın hareketidir ve uluslararası tezlerin
benimsediği bir sivil toplum anlayışı ortaya koyar. Uzlaşmaya dayalı, farklılıkların
146
muhafaza edildiği, her türlü diyaloğa ve işbirliğine açık bir kamusal alan idealini
savunmaktadır.
5. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dönemi (1983 - ):
15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Kıbrıs
Türk Federe Devleti (KTFD) meclisinin kararıyla ilan edilir24. ‘Meclis’te onaylanan
Bağımsızlık bildirisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Birleşmiş Milletler
ilkelerine bağlı olduğu, dış politikasının bağlantısızlık dışında bir politika
olmayacağı vurgulandı’ (Cahit 1988; 503). Ancak BM, KKTC’nin ilanını 541 sayılı
kararla; kurulan devletin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ve 1960 Garanti anlaşmasına
aykırı bularak geçersiz olduğunu ve tanımadığını açıklar, diğer devletleri de Kıbrıs
Cumhuriyeti’nden başka hiç bir Kıbrıs devletini tanımamaya davet eder.
Cumhuriyetin ilanından 1 ay sonra 2 Aralık 1983 yılında kurucu meclis
oluşturulur. Kurucun Meclis’e toplumun çeşitli alanlarında söz sahibi olan
kurumların 50 kişilik kontenjanla katılımı sağlanmıştı. Buna göre; Cumhurbaşkanlığı
24
KKTC kurulmadan önce Kıbrıs Türk toplumu iki yönetim modeli denemişti. 28 Aralık 1967
tarihinde Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi (KGTY), 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına bağlı kalmayı
taahhüt ederek ilan edildi. KGTY başkanlığını Dr. Fazıl Küçük yardımcılığını Rauf Raif Denktaş
üstlendi. Ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) ilan edildi. KTFD'nin
139 maddeden oluşan anayasası 18 Haziran 1975’te yürürlüğe girdi ve 20 Haziran 1975 tarihinde ilk
genel seçimler yapıldı. KTFD anayasasının ilk maddesinde ‘Türk Federe devleti, demokrasi, sosyal
adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Cumhuriyettir’ ifadesi yer alsa da, KTFD iki
bölgeli federasyon temelinde yeniden birleşmeyi nihai amaç olarak kabul etmişti. 20 Temmuz 1974’te
gerçekleştirilen Barış Harekatı’ndan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 367 sayılı kararıyla
toplumlararası görüşmelerin yeniden başlatılmasını sağladı. 12 Şubat 1977 tarihinde Denktaş ve
Makarios arasında Dört İlke (Doruk) anlaşması imzalanır. Makarios'un ölümünden sonra Rum
kesiminde başkanlık görevini devralan Kiprianu karşılıklı politik çatışma ve tartışmalardan sonra 18 –
19 Mayıs 1979 tarihinde Denktaş ile biraraya gelerek, hem Denktaş-Makarios anlaşmasını
onayladılar hem de ‘On Nokta’ anlaşmasını imzaladılar.
147
10 kontenjan, Mücahitler Derneği, Türk-Sen ve Çiftçiler Birliği 3’er kontenjan,
Hayvan Besleyiciler ve Yetiştiricileri Birliği, Hekimler Birliği, Barolar Birliği, Türk
Birliği Partisi, Sosyal Demokrat Parti, Gazeteciler Birliği, Ticaret Odası, Sanayi
Odası, Orta Öğretmenler Sendikası, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası, Şehit ve
Malul Gaziler Derneği, Gaziler Derneği, Dr. Fazıl Küçük 1’er kontenjana sahipti.
Kurucu Meclis şeklen bir kolektif irade totalitesini yansıtmasına rağmen, karar alma
mekanizmasına sivil irade aynı şekilde yansımayacaktır. Bunun somut örneği 1985
yılı anayasa tartışmalarında görülmektedir. 1985’de referanduma sunulan KKTC
anayasası özellikle Kurucu Meclis içinde yer alan sendikalar tarafından hazırlanma
aşamasında ve sonrasında tepkiyle karşılanmış, ve referandum aşamasında sendikalar
tarafından ‘anayasaya hayır’ kampanyası düzenlenmişti. İtiraz edilen konuların
başında; egemenlik ve demokrasiyi kısıtlayıcı maddeler, ekonomik bağlayıcılıkların
tekelde toplanması ve sosyal hakların verilmemesi gelmekteydi. Yine de 5 Mayıs
1985 tarihinde yapılan halk oylamasına %78.35’lik katılım sağlanmış ve seçmenler
%70.18 evet, % 29.82 oranında hayır oyu kullanmıştır25.
KKTC anayasası’na gösterilen tepkilerin çeşitli gerekçeleri arasında en
önemlisi; giriş kısmında yer alan ‘Büyük Türk Ulusu’nun bir parçası bulunan...’
ifadesinin uluslararası literatürde kullanılan ulusal azınlık tanımıyla eş bir nitelik
taşıması gerekçesine dayanıyordu. Anayasa’nın başlangıç kısmı şu şekildedir;
Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve özgürlükleri için savaşım
vermiş büyük Türk Ulusunun ayrılmaz bir parçası bulunan;
Anavatanından koparıldığı 1878 yılından bu yana ulusal varlığına ve
yaşam hakkına yöneltilen ve özellikle 1955 yılından sonra silahlı
25
Anayasa Referandumu resmi sonuçları: seçmen sayısı: 91,810, oy kullanan seçmen sayısı: 71,933;
seçime katılma oranı: %78,35, geçerli oy sayısı: 70,459, evet oylarının sayısı: 49,447 (%70,18), hayır
oylarının sayısı: 21,012 (%29,82).
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik Değil
148
tedhiş, saldırı ve sindirme biçiminde yoğunlaştırılan olaylar
karşısında, birlik ve bütünlük içinde, yetkin bir toplum olarak
direnişini örgütlemiş olan;
Toplumsal hak ve özgürlüklere sahip olmadan, bireysel hak ve
özgürlüklerin sözkonusu olamayacağını, Anavatanın doğal, tarihsel
ve andlaşmalardan doğan yasal
garantörlük hakkını kullanması
suretiyle Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin sonuçlandırdığı ve
Kıbrıs Türklüğüne huzur, barış, güvenlik ve özgürlük ortamı içinde
yaşama imkanı sağlayan Barış Harekatının yapıldığı 1974 yılına
kadar süren acı deneyimlerle saptamış bulunan; ve
Tarihten, uluslararası andlaşmalardan, insan hakları beyanname ve
sözleşmelerinden doğan bütün hakları elinden alınmak ve Kıbrıs'taki
varlığı tamamen yok edilmek istenen; 21 Aralık 1963 tarihinden
sonra bütün organları, yasa dışı yollarla Kıbrıs Rumlarının tekeline
giren, oluşum biçimi yanında, izlediği politikalarla da sadece Kıbrıs
Rumlarının devleti haline gelen, Pan-Helenist yayılmacılığa hizmet
eden, ırkçı ve ayırımcı düşünce ve eylemlerle andlaşmalardan ve
Anayasa esaslarından tamamıyla ayrılarak meşruluğunu yitirmiş
bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında, kendi kaderini tayin etme hak
ve özgürlüğünü kullanarak, dünya ve tarih önünde, Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti Devletini ilan etmiş bulunan...
Silinmiş:
BM Örgütüne bağlı Ekonomik ve Sosyal konularla ilgili alt komisyonda (ECOSOC),
ulusal azınlıkların korunması ve ayrımcılığın yasaklanması için yapılan çalışmalarla
ilgili olarak 1977 yılında bir rapor sunan Capotorti ‘azınlık’ kavramını şu şekilde
tanımlamıştır (An 1998 55);
Bir devlet nüfusunun geriye kalan bölümüne kıyasla sayıca az olan ve bir
yandan nüfusun çoğunluğu ile aynı haklara sahip olmak isterken, öte yandan
da dolaylı olsa bile, çoğunluktan farklı olan kültür, gelenek, din veya dil gibi
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
etnik özelliklerini korumaya yönelik bir topluluk anlayışını sürdürmek isteyen
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
insan gruplarına azınlık denir(UNO Document E/CN4/Sub 2/384 Add.5).
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Sivil toplum açısından değerlendirildiğinde KKTC’nin hukuksal düzenlemesi
Kıbrıslı Türk kimliğinin ‘Kıbrıslılık’ boyutunun, başka bir anlamda kültürel kimliğin
Silinmiş:
149
dışlanması anlamına geliyordu. Bu nedenle KKTC’nin kurulması yeni ideolojik
açılımlar yaratmak yerine eski ideolojiyi kesinledi. Kimlik, ulus-devlet vatandaşlığı
anlayışına göre değil etnisiteyi merkeze alan bir siyasayla düzenlenmişti. Nitekim
buradaki en önemli kırılma KKTC ile birlikte artık etnik aidiyet bir devlet politikası
ve bir devlet doktrini halini almasında yaşandı. Bu kırılmanın ardından toplumsal
farklılaşmaya tek yönlü olarak siyasal kimliğin eşlik etmesi ‘ötekinin’ toplumun
kendi paradigmalarında aranması sonucunu doğuracaktı. Daha önce bahsedildiği gibi
kültürel kimliği sahiplenmeyi içeren Kıbrıslılık anlayışı toplumun yeni değeri olarak
yükselişe geçerken, buna karşılık egemen milliyetçi söylem 1974’te yaşananları
yeniden üretmek görevini üstlendi. Mikro düzeyde Şehitler haftası, Kanlı Noel vb.
retorikler yeni devletin söylemsel pratiğinde hayat buluyordu. Makro düzeyde ise
‘ulusal mesele’ özel alan ve kamusal alan arasındaki ilişkileri tek bir olgu üzerine
kanalize ederek, sivil toplumun siyasal toplum düzlemine çekiyordu. Bunun sonucu
olarak zaman ve mekan algılamasının kriterlerini oluşturduğu özel alanlar sosyoekonomik açılımda değişime adapte olamayacaktı. Çünkü 1960’tan beri güvenlik
ihtiyacının sürekli canlı olması toplumsal kimlikleri türdeşleştirirken KKTC’nin
kurulması güvenliği minimize etmek yerine ürettiği yeni retoriklerle toplumsal
belleği yeni bir güvenlik algılayışı içine hapsetmişti. Toplumsal güvenlik talebi
1983’e kadar somut bir tehdide karşıyken 1983’ten sonra varsayımsal bir tehdit
karşısında kurumsallaştırıldı. Bu bağlamda milliyetçi muhafazakar iktidar için
‘anavatan’ türdeş kimliklerin çözülmesini engellemek adına bağımsızlıkla oluşan
‘güvensizlik’ boşluğunu ortadan kaldırmak için eski ideolojik paradigmalarla uyumlu
olarak işlevselleştirildi. 1985 yılında ‘anayasaya hayır’ kampanyasının bir parçası
olarak Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın (KTÖS) hazıladığı bildiride Anayasa
150
nedir?, Cumhuriyet nedir?, Devlet nedir?, Demokrasi ve temel prensipleri?,
Cumhuriyet ne zaman ilan edildi?, 1983’te ilan edilen nedir? soruları üzerinden
açıklayıcı bilgiler yer almasının yanında ön plana alınan konu anayasaya hayır
demekle ‘anavatanın’ sağladığı ‘güvenceden’ vazgeçilmiş olmayacağıydı. Bildiride
büyük puntolarla şöyle deniliyordu;
... ya teslim olacağız ya da onurumuzu koruyacağız vurguncu sermayeye
karşıysak, mafia babalarına karşıysak, kendi kendimizi yönetmek istiyorsak
5 mayıs 1985 günü ‘hayır hayır hayır’ diyelim ve bilelimki bu anayasaya
hayır demek Türkiye’nin güvencesine hayır demek değildir ....
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
2,22 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
Silinmiş: ’.
Daha büyük bir ulusun organik bir parçası olduğu iddiası bir yandan toplumsal
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
muhalefeti disipline etmek diğer taraftan iktidarın meşruluğunu tanımlamak için
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
araçsallaştırıldı. Böylece özel alan tümüyle sivil toplum içinden dışlandı ve siyasal
yönetim mekanizmasının odağına oturtuldu. ‘Nitekim, Kıbrıs halk oyunları oynayan
folklor ekipleri uyarılarak, Türkiye’de oynanan ‘milli oyunları’ oynamaları
istenebiliyordu’ (Kızılyürek 2003; 295). 1986 yılı Milli Eğitim Bakanı Salih Coşar,
Kıbrıs Postası gazetesine, düzenlenmesi planlanan halk oyunları yarışmasıyla ilgili
yaptığı yorum;
Hiçbir zaman bir Kıbrıslılık veya Kıbrıs kültürünü ben şahsen kabul
etmem. Çünkü böyle birşey yoktur. Biz gerek çocukluğumuzda, gerek
ilkokuldan başlamak üzere bütün tahsil hayatımızda Türk dili, Türk
kültürü, İslam dini esasları içerisinde yetiştirildik. Biz kendimizi
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11
nk, İtalik Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
ezelden beri bu memlekette Türk olarak biliriz...(Kıbrıs Postası 28
Ocak 1986; An 1998; 54).
Silinmiş: ’
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11
nk
Silinmiş:
Sivil toplumun ana hatlarının belirlendiği Batı demokrasisine kıyasla Kıbrıs’ta
siyasal ve kültürel içerilmeye dayanan farklılık politikaları egemen milliyetçi söylem
eşliğinde dışlayıcı bir potansiyele sahip olmuştur. ‘Bu bakışın doğal sonucu ise, yerel
151
ve özgün olanı kamusal tartışmalardan ve muteber kamusal ifade tarzlarından
dışlayıp önemsizleştirme de temel kimlik politikası olur’ (Bizden 2003; 44). Objektif
bir tanımlama ile Kıbrıs Türk toplumunun kimliği edinilmiş olan ontolojik
güvensizlikle tanımlandığı gibi kültürel ve siyasi kullanımına göre de ikilidir. ‘Kıbrıs
Türk kimliği, Türklük ve Kıbrıslılık uç ve zıt noktaları arasında sürekli bir uzam
olarak tanımlanabilir’ (Mavratsas 2000; 126). Güvenlik tabanından hareketle ki bu
bir nevi siyasi duruşu da anlamlandırır, eğer Rum kesiminden olası bir tehdit geldiği
algılanırsa vurgu ‘Türk’lük’ üzerine, eğer merkezden yani Türkiye’den herhangi bir
uyarı alınırsa o zaman vurgu ‘Kıbrıslılık’ üzerinedir. Kültürel ve ideolojik olarak
farklı tetikleyici dinamikler eşliğinde durum yine aynı olur. ‘Yani sonuçta,
milliyetçilik, ideoloji ile siyasal bilinç düzeyinde egemen faktörken proteorik bilinç
düzeyinde farklılaşıyor’ (Mavratsas 2000; 121). Mavratsas’ın ‘çift dillilik’ diye
tanımladığı kimlik ikileminin fenomenik tutarsızlıkları, toplumsal yapılanmada
doğuştan mevcut stresi ve simgesel yapılanışı göstermektedir.
Kıbrıs’ta sivil toplumun çelişkisi bu noktada görünürdür. Özel olanla kamusal
olan arasındaki zıtlaşma kendi öznel koşullarını üreterek ortaya demokrasi ve haklar
sorununu koymaktadır. Bir toplumda güvenlik ihtiyacının artması demokrasi ve
insan haklarının bir yöne doğru zayıflaması sonucunu doğurur ki bu nedenle sivil
toplum adına kadın haklarından, çocuk haklarından, işçi haklarından, kalkınmadan
‘sözde’ bahsedilir. Benzer açıdan günlük bilinç düzeyindeki kimlik ve siyasal
zorlamaya dayalı kimlik arası geçişler Kıbrıs’ta bulunan diğer kimliklerle çatışma
biçimine dönüşür. Örneğin, Tükiye’den gelen göçmenlerin kendi kültürel
deneyimleri bir tarafa konularak uzlaşmaya dayalı bir kamusal alan kurgusunu
152
ziyade iktidar ve sivil toplum arasındaki çatışmanın özneleri konumunda
tutulmalarıdır. Diğer bir örnek ise Kıbrıs’ta Osmanlı’dan çok önce yerleşik olan
Maronit toplumunun (nüfusu çok azalmış olup, Kuzeyde sadece küçük bir köyde
ikamet etmektedirler) varlığının görmezden gelinmesidir26.
Bu durumda ortaya çıkan tabloda sivil toplum kavramının ilerlemeci özü
paradoksal bir yapının içinde tek sesliliğe indirgenerek ne demokrasinin unsurları ne
de diğer uzlaşmacı paradigmaların genişlemesine izin verilmektedir. Kıbrıs’taki sivil
toplumun azgelişmişliğinin dayandığı sorunsal aslında içselleştirilen pragmatik bir
dünya algılayışı ilgilidir.
Silinmiş: Dönemsel Analizi
6. Kıbrıs’ta Örgütlenmelerin Genel Çerçevesi:
Bu bölümde, dernekler, sendikalar ve diğer örgütler, bir önceki bölümde
tarihsel olaylarla anlatılmaya çalışılan Ada’nın kamusal alanının yapısal özelliklerine
paralel incelenecektir. Ada tarihinde yaklaşık yüz yıllık bir dönem içinde kısa
aralıklarla üç farklı yönetim biçimi denenmesi ve her iktidarın kendi doktrinine
toplumsal sınıflar arasında kimi zaman baskıyla (1931 İsyanından sonra örgüt kurma
ve her türlü simge/sembolün kullanımının yasaklanması, TMT ve EOKA faaliyetleri)
kimi zaman ortak rızayla (1940’larda komünizmin zemin oluşturduğu işçiler
arasındaki ortak dayanışma, Türk toplumu için 1974 harekatı) geçerlilik
kazandırması şüphesiz örgütlenme kültürünü derinden etkilemiştir. Buna göre
toplumsal yapı içinde yer alan her kırılma dernek ve sendikaları değişime zorlayacak
ve bu değişim çoğunlukla asgari düzeyde siyasal olacaktır. Sivil toplum basit
26
Maronit nüfusa ilk kez 2005 yılında kendi muhtarlık seçimlerini yapmaları için izin verilmiştir.
153
anlamda vatandaşlar toplamı biçiminde düşünüldüğünde Ada nüfusunun az olması
toplumun her bir kişisinin politik çatışmaya dolaysız katılımına neden olduğu gibi,
toplumsal çıkar (ya da ‘ortak iyi’) aynı şekilde toplam nüfusun birincil derecede
gündemini oluşturacaktı. ‘Kamusal alanın konusu devlet etkinliğine ilişkin meseleleri
hedeflediğinde (örneğin edebi kamusal alandan farklı olarak) politik kamusal alandan
bahsetmeye başlarız’ (Habermas 2004; 95). Bu nedenle Kıbrıs’ta tarih içinde yer alan
tüm dernekler (hatta toplumsal hadiseler sırasında spor kulüpleri bile) çoğunlukla
politik kamusal alanın aktif aktörleri olmuştur. Buna ek olarak, dernek ve sendikalar
bir yandan siyasal mücadelenin aktörü konumundayken, diğer yandan iktidarın
meşru çıkış arayışında özellikle politikaları haklılaştırmak ya da doğruluğunu
kanıtlama sürecinde araçsal konumda kullanılmışlardı. Bu görüşü örneklendirmek
gerekirse, Ada’daki ilk derneklerin (Kıraathane-i Osmaniye, Kipriagos Silagos gibi)
kuruluş amacı Rum toplumu için Enosis Türk toplumu için Türkçülüğü tabana ve
geniş halk kitlelerine yaymak ve anlaşılmasını sağlamaktı. Ada’daki milliyetçi
görüşlerin yaygınlaşmasında bu tarz örgütlerin rolü ve önemi küçümsenemez. Benzer
şekilde EOKA ve TMT faaliyetlerinde iki toplumun bir arada yaşamayacağını
kanıtlamak adına tedhiş eylemlerinin öncelikli hedefi iki toplumun ortak kurumları
olmuştur. Suçlama ve karşı-suçlama döngüsünde dernek ve sendikalar ideolojik
çatışmanın tarafı olmak durumunda kalmıştır, bunun sonucu geçmişte ve bugünde
örgütlerin siyasi olandan soyutlanamaması olacaktır.
Nitekim burada söz konusu olan Kıbrıs’taki tüm örgüt, dernek ve birlikleri
tek tek incelemek değil daha çok belli örnekler eşliğinde tarihsel süreci takip
edebilmeye imkan sağlayacak bir yöntem oluşturmaktır. Böyle bir analiz kamusal
alanda yaşanan tarihsel olayların örgütlenme üzerindeki etkilerini ve örgütlerin de
154
yaşananlarda nasıl bir etkide bulunduğunun daha anlaşılır kılması açısından
önemlidir. Aynı zamanda örgütlerin kendi içindeki kurumsal değişimlerini de ortaya
koyabilecek tarihsel bir çerçeve olarak da düşünülebilir.
Kıbrıs’ta örgütlenme üzerine en radikal değişim 1909 yılında ortaya çıkan
kooperatif harekettir. Kooperatif hareketin referanslığını Osmanlı döneminde görülen
köylü seferberliği yapmaktadır. Bu bağlamda örgütlenmelerin çoğunluğu tamamen
dayanışmanın hakim olduğu ortak çalışma şartlarını içeren küçük birimler şeklinde
gerçekleşmekteydi. ‘Bu köylü hareketi, aynı dönemlerde, milliyetçi entelektüellerin
liderliği altındaki şehirli fakirlerin seferberliği ve ayrıca yüzyılın bitiminde (18901910) orta sınıfın geleneksel elite karşı duruşu önemlidir’ (Panayiotou 2003; 238).
Çünkü İngiliz Kolonyal İdaresi’nin başlangıcından (1878) itibaren 30 yıllık bir süre
zarfında kapitalistleşme hızlı bir yol katederek elit sınıfın yanına bir yandan burjuva
sınıfını diğer yandan koşut olarak işçi sınıfını yaratmıştı. 1914’te ilk kooperatif
yasası 1916 yılında ise ilk yasal kooperatif kurulur (Annual Report of the
Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961; 1). Kıbrıs’ta ilk
sendikal örgütlenmeler ise işçi hakları üzerine 3 Mayıs 1919 tarihinde kurulan,
‘Limasol Yol İnşaatı İşçileri Birliği’ ve Limasol konfeksiyon işçilerinin oluşturduğu
‘Terzi Klubü’dür27.
Aynı yıllarda yükselen sınıf bilinci sonucu tütün işçileri, berberler, dülgerler,
ekmekçiler ve çeşitli meslek kollarında örgütlenmeler oluşmaya başlamış ve üye
sayıları giderek artmıştır. ‘İnşaat İşçileri Birliği’ne üye Türk işçiler, hem kendi işçi
birliklerinin yeniden yapılanmasında, hem de 1924’de Leymosun’daki bütün işçi
kuruluşlarını tek bir tüzük altında toplayan Leymosun İşçi Merkezi’nin
27
PEO 2000 yılında yayınlanan raporunda ilk sendikaları 1918 yılında kurulan İşçi Birliği
(Workmen’s Association) ve İşçi Kulübü ( Labour Clubs) olarak vermektedir.
155
oluşturulmasında rol almışlardır’ (Mihailidis 2003; 302). Mihailidis’in belirttiğine
göre; ‘Leymosun İşçi Merkezi’nin tüzüğünde; ‘işçi ücretlerindeki artışlar, 8 saatlik
çalışma günü, çalışma yasalarının çıkartılması, sınıf bilincini geliştirmeyi hedefleyen
sosyalist işçilere yönelik kitaplarla, işçilere yapılacak konuşmalara kaynaklık edecek
bir kitaplık kurulması’ gibi amaçlar yer almaktaydı. Hızla sayıları artan mesleki
birliklerin altında ise sınıf bilincine paralel daha farklı bir gerekçe yatıyordu; 1914
Kooperatifler Yasası’nın sağladığı kolaylıklar neticesinde köylü ve çiftçi kesim
büyük sermayeye karşı (çoğunlukla tefeci ve faizci) kendi koruyabilecek imkanlara
sahip olması. ‘Yukarıda’ devam eden elitlerarası siyasi gerginlik ve Ada’nın
geleceğine dair sürtüşmelere karşın ‘aşağıdan’ köylüler ortak çıkarlara dayalı işbirliği
yapıyorlardı’ (Kızılyürek 2003; 256).
1923’te Kredisiz Kooperatifler (Co-operative non-credit societies) yasası
çıkartılır ardından 1937’de Kooperatif Merkez Bankası kurulur28 (Annual Report of
the Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961;1). Cyprus Blue
Book verilerine göre 1932 yılında Ada’dadaki toplam kooperatif sayısı 5’i banka
olmak üzere toplam 308, bir sonraki yıl ise yine 5’i banka olmak üzere 317 idi
(Cyprus Blue Book 1932 – 1933). Kooperatiflerin sektörel dağılımını ağırlıklı olarak
tarım ve inşaat oluşturmaktaydı.
Kooperatif hareketin öncülüğünde ortaya çıkan işçi dayanışması ve işçi sınıfı
bilincinin bir sonucu olarak 1920’li yılların sonlarında Ada’da ilk kez toplu grevler
başlayacaktı. Kıbrıs’ta ilk grevler kimi kaynaklara göre 1927 yılında Trodos
Dağındaki Amyanto (asbest) ocaklarında (spontane ve örgütsüz gerçekleştiği için bir
28
1959 yılında Zürich ve Londra antlaşmalarına dayanarak Kooperatif merkez Bankası iki ayrı
topluma göre düzenlenir, buna göre ‘Kıbrıs Türk Kooperatif Merkez Bankası’ ve ‘Kıbrıs Rum
Kooperatif Bankası’ temeli esas alınır.
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: tek
156
çok kaynak tarafından ilk grev olarak kabul edilmiyor) 1000 kadar Rum ve Türk’ün
ortak katılımıyla, kimilerine göre ise yine 2000’den fazla Rum ve Türk’ün ortak
katılımıyla (3 gün sürmüştü) 1936 yılında Mavrovuni madeninde yapıldı29.
1930’lu yıllarda Ada’da işçi hareketi dışında farklı sosyal örgütler de
oluşmaya başlıyordu. Aralık 1931 ‘Lefkoşa Türk Hanımları Cemiyet-i Hayriyesi (ilk
kadın derneği)’ ve 1932 yılında ‘Lapta Şefkat Yurdu’ kurulan sosyal içerikli
derneklerdir. Ancak daha önce de bahsedildiği gibi kooperatif hareketin öncelediği
bu tarz örgütler çok geçmeden kooperatif niteliği kazanacaktır. Örneğin Lapta Şefkat
Yurdu, 1938 yılında vakıf, 1945 yılında ise kooperatif niteliği kazanır (İnan1998;
23). 18 Haziran 1925 tarihinde ‘Kıbrıs Türk Muallimin Cemiyeti’ adındaki ilkokul
öğretmenleri tarafından kurulan ilk öğretmen kurumu 1936’dan 1959’a kadar Rum
Öğretmenler Kooperatifi ile müşterek bir kooperatif sandığına sahip olacaktır. 1959
yılında ayrılarak ‘Türk İlkokullar Kooperatifi’ ile ‘Öğretmenler Bankası’
kurulmuştur.
İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından 21 Mayıs 1930 tarihinde ‘Kulüplerin
Kaydını Öngören Yasa’ ve 1932 yılında ‘Sendikalar Kanunun’ yayınlanmasından
sonra kooperatif ve birlikler hızlı bir sendikalaşma sürecine girecektir. Örneğin artık
kurumlar özellikle Rum toplumundaki örgütler kendilerini tanımlarken ‘sendika’
sözcüğünü kullanmaya başlayacaktı. 1932 yılından itibaren kamusal alanda
kooperatif birlikleri artık yerini kooperatif yapı korunarak sendikalara devretmeye
başlıyordu. Bu nedenle tarihçilerin bir çoğu 1932 yılını Kıbrıs’taki sendikal hareketin
başlangıcı olarak kabul eder. Bu noktadan sonra, gerek İngiliz Kolonyal Yönetimi,
gerekse milliyetçiler için kooperatif hareketle başlayıp, sendikal hareketle doruğa
29
Pantelis Varnava (1997; 11); Kıbrıslı Rum ve Türklerin Ortak mücadeleleri adlı kitabında; ilk grev
olarak; 1936 yılında Skuriotissa ocağında maaşların ödenmesine yönelik düzenleme talebiyle örgütsüz
olarak gerçekleştirilen ve 32 saat süren grevi göstermektedir.
157
çıkan sosyalizm bir tehdit olarak algılanmaya başlıyordu. Pulitis Servas, ada da
sosyalizmin oluşmasına yönelik; ‘kimsenin beklemediği bir anda sosyalist hareket
ansızın ortaya çıktı’ değerlendirmesini yapmaktadır (Servas 1999; 68). 1931’e yol
açan
toplumsal
ve
siyasal
gelişmeler,
Sömürge
Yönetimi’nin Kıbrıs’taki
politikasında da önemli değişimler meydana getirecekti. İronik biçimde ilk kez
İngiliz Sömürge Valisi tarafından Enosis’e alternatif olarak öne sürülen ‘Kıbrıslılık’
ve Türk-Rum yakınlaşması artık yönetime karşı bir tehdit olarak yorumlanacaktı. Bu
dönem içinde Türk Rum yakınlaşması bir yandan sosyalist işçiler arasında
gerçekleşirken, öte yandan aydınlar arasında yeni kabul görmeye başlayan ‘Türklük’
ve zaten varolan ‘Elenlik’ olgularının, İngiliz yönetimini ortak düşman görmesi
neticesinde gerçekleşmekteydi. Sömürge yönetimi belgelerinde açıkça görüldüğü
gibi ne yöne doğru baskı uygulayacağı tartışması dönem içerisinde ağırlıklı yer işgal
etmekteydi. 1933 yılında Kıbrıs’ta görev yapan Stubbs, 16 Ekim 1933 tarihli
raporunda; ‘Kıbrıs’taki iki önemli tehlikeli odak Kilise ve komünistlerdir’ diye
yazmakta ve Kilise’nin otoritesini azaltılması yönünde fikirlerini belirtmekteydi,
Dönemin İngiliz valisi Richmond Palmer’ın yanıtı ise;
Benim şimdiki izlenimlerime göre Kiliseye, başımıza dert olmasına izin
vermenin bir adım gerisinde güç kazandırmak yerinde olacaktır...Şu anda
Kilise, bütün çürümüşlüğüne karşın, anti-komünisttir ve bu Kiliseye bir
ölçüde halk desteğine mal olmasına karşın, bu kurum için önemli bir niteliktir’
diyecektir (An 1998;42).
Değişen siyasal tutum neticesinde 1933 yılında, komünizmin temsilcisi Kıbrıs
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, İlk satır: 0 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Silinmiş: ’
Komünist Partisi, Kıbrıs İşçilere Yardım Derneği ve 8 örgüt 16 Ağustos 1933’de
yasa dışı ilan edilmiş, Türkler’in ve Rumlar’ın tüm örgütlenme faaliyetleri
durdurulmuş, eğitim sistemi bir takım yaptırımlarla kontrol altına alınmıştı. Buna
rağmen yasanın çıkmasının ardından, baskı rejimin hafifletildiği ve yeniden siyasi
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
158
örgütlenmelere izin verildiği 1941 yılına kadar toplam 46 sendika kayıt yaptırmıştı.
‘Lefkoşa Ayakabıcılar Sendikası’ ilk kaydolan sendika olmakla birlikte, kayıt
yaptıran ilk Türk sendikası ‘Marangozlar Sendikası’ydı.
Yönetimin uyguladığı yaptırımlar hiçbir sonuç getirmeyecek ve 1940’lar
sendikaların en güçlü olduğu yıllar olacaktı. Yaklaşık 7500 kişiyi temsil eden 46
sendika 1939 yılında Mağusa’da ve 1941 yılında Lefkoşa’da bir araya gelir ve 1946
yılında Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) adını alacak olan ‘Kıbrıs Sendikaları
Komitesi’ni (PTUC) kurarlar. 16 Kasım 1941 tarihinde Tüm-Kıbrıs İşçi Birlikleri
Komitesi (TİBK) geçici bir komite niteliğinde oluşturulur. Bunu ‘Telefon Dairesi
Müstahdemleri Sendikası’, ‘Lefke Maden İşçileri Sendikası’ (1943) takip eder (Ulaş
1999; 161). 1944 yılında ise Kıbrıs İşçi Sendikaları Konfederasyonu (SEK) ve aynı
yıl Kıbrıs Adası Türk Azınlıkları Kurumu (KATAK) kurulacaktı. Türk İşçilerinin
ayrı örgütlenmelere gittiği bu yıllarda PEO’nun karşısına 1945 yılında Kıbrıs Türk
İşçi Birlikleri Kurumu (KTİBK) kurulur. Ancak PEO’nun Genel Kurulu ve Alt
kurullarında, ve çeşitli meslek kollarındaki Komitelerinde Türk’ler görev almaya
devam etmiştir. 1948 yılında PEO ve Kıbrıs Türk Sendikaları Birliği’nin
müzakereleri sonucu bir ‘İşbirliği Protokolü’ imzalanır. ‘Bir ay süren müzakereler
sonrası 8 Ocak 1948’de PEO Genel Sekreteri Andreas Jartidis ve Kıbrıs Sendikalar
Merkez Yönetimi Genel Sekreteri Aziz Tuncay tarafından imzalanan Protokol sadece
Kıbrıs İşçi Sınıfı ile Sendikal Hareket’in değil genel olarak Kıbrıs’ın en önemli ve
tarihsel belgelerinden biridir’ (Varnava 1997; 27). Ayrı örgütlenmelere gidilmesine
rağmen daha önce de belirtildiği gibi 1940’lar işçi hakları üzerinden sendikal
dayanışmanın en yüksek olduğu yıllardır.
159
Bu yıllarda sendikal dayanışma eylem boyutunda da kendini göstermiştir.
1939 yılında ilk toplu iş sözleşmesinin imzalandığı ‘İnşaat İşçileri’ grevi, 1941
yılında ‘Limni Ocağı’ ve ‘demiryolu işçilerinin’ grevleri gerçekleşecekti. Limni
Ocağı’nda gerçekleştirilen ve 200 kişinin katıldığı grev 53 gün sürmüş ve ‘günde
sekiz saatlik çalışma, yevmiyelere zam, ve dehlizleri ışıklandırma masraflarının
şirket tarafından karşılanması talepleri’ (Varnava 1997;13) ilgililer tarafınca kabul
edilmiştir. 240 kişinin katıldığı ‘Demiryolu İşçileri’ grevi, Limni grevine göre çok
daha olaylı geçmişti. Hükümet’in ‘demiryollarını kamu yararına hizmet eden’ bir
kuruluş olarak ileri sürmesi grevciler ve hükümet arasında sonu tutuklanmaya varan
bir gerilim yaşanmasına neden oldu. ‘Taleplerin öne sürülüş şekli, grevin
gerçekleştiği şartlar, grevcilerin birlik ve kararlılığı, grevcilerin yasa ve
kararnameleri hiçe sayarak Demiryolu ile Sömürge Hükümetinin bölücü eylemlerine
karşı koyma şekli ve diğer bir takım unsurlar, grevin tarihe o dönemin en önemli işçi
eylemi olarak geçmesine yol açtı’ (Varnava 1997; 15). 1942 yılında ise hükümet ve
Silinmiş: ’
askeri işlerde çalışan işçilerin seri grevleri başlar; 1944 Ağustos’unda 6 ay sürecek
olan Kalavason maden grevi gerçekleştirilir. Ekim 1945’te, bu defa greve çıkan
Lefkoşa İnşaat İşçileriydi greve aynı ayın içinde mobilya işçileri de katıldı
Silinmiş: I
(Mihailidis 2003; 315) . 1947 yılında 1 Mayıs Rum ve Türk işçilerin aileleri ile
birlikte ortak gerçekleştirilir ve gün boyu iş boykot edilerek 1 günlük grev yapılır.
Kıbrıs Tarihinin en büyük ve en uzun süren grevi 1948 Lefke Maden grevi’dir ve
nedenleriyle birlikte sonuçları da oldukça önemlidir. PEO ve Kıbrıs Türk Maden
Sendikası 13 Ocak 1948 tarihinde Cyprus Mines Cooperation (CMC) şirketine ait ve
2000 kişinin çalıştığı Lefke Madeninde grev ilan ederler. 13 Ocakta başlayan grev
yerel halkında desteğini kazanarak 3 ay boyunca silahlı saldırılara ve tutuklamalara
160
rağmen sürdürülür, grev 16 Mayısta sona erer. Ancak grev sonrası 76 grevci ve
grevci eşi (17 Kıbrıslı Türk) 2 yıllık hapis ve para cezasına mahkum edilirler. 1948
grevi işverene karşı bir mücadele olmasının yanı sıra nerdeyse bir toplumsal hareket
niteliğindeydi. Yaklaşık 15 civar köyün halkı, grevcilerin eşleri ve çocuklarının
katılması dışında 3 ay içinde onlarca gösteri ve miting gerçekleştirildi. ‘16 Mart
1948’de bir grup kadın, şirket trenini Gemikonağı ile Karadağ arasında durdurup
kuşatırlar ve İngiliz tren sürücüsüyle birlikte vagonlarda bulunan 5-6 grev kırıcısını
da dövdüler’ (Mihailidis 2003;323). Lefke Maden grevinin yaratmış olduğu
değişimlerin başında kadınların ilk kez bu kadar öne çıkmış olması ve gençlerle
birlikte işçi hareketi tabanının genişlemesidir. Diğer önemli bir gelişme ise
Hükümete karşı siyasal eylemler dışında alternatif bir siyasi hareket alanı doğmuş
olmasıdır. Bundan sonra gerçekleşen grev ve eylemler özel teşebbüsün yanında
direkt olarak hükümetleri de hedefleyecektir.
1945’ten sonra sadece sendikal hareket değil başta kulüpler olmak üzere bir
çok kültür derneği de sosyal yapıda yerini alıyordu. Bunlar arasında daha sonra
KATAK içerisinde önemli bir yere sahip olacak olan 1940 yılında kurulan ‘Viktorya
Kız Lisesi’ ve ‘Kıbrıs Türk Lisesi Mezunlar Birliği’ özellikle kültür ve sanat
etkinliklerinde son derece aktif bir misyon üstlenmişlerdir. Ne var ki adadaki hiçbir
derneğin uzak kalamadığı siyasal mücadeleye bu dernekler de kuruluşlarından
itibaren ayak uydurmuştu. ‘Esas amaçları koloni yönetimine tepki göstermek, ada
Türkleri arasında Atatürk devrimlerini daha bir yaygınlaştırmak, Türk ulusçuluğunu
güçlendirmek, topluma umut ve güven vererek onu sosyo-kültürel yönden
geliştirmek, bilinçlendirmekti’ (İnan 1998; 45). ‘Liseye ve Viktorya Kız Okuluna
161
İngiliz müdürler atanması için bu iki dernek, KATAK ile büyük çaba harcamışlardır’
(Nesim 1999; 8).
1950’den sonraki dönemde işçi ve meslek kuruluşlarından oluşan
dernek/birlik yelpazesine gençlik dernekleri de eklenmeye başlıyordu. 29 Eylül 1953
tarihinde ‘Lefkoşa Türk Milli Gençlik Birliği’ kurulur. ‘Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu içerisinde de yer alan örgüt kabul ettiği ilkeler arasında; ‘‘milli günlerin
kutlanması, Atatürk büstünün dikilmesi, sosyal yardım faaliyetleri, Kıbrıs’ın
Silinmiş: a
Türkiye’ye ilhakı’’ (Nesim 1999; 10) yer almaktaydı. Lefkoşa Türk Milli Gençlik
Teşkilatı daha çok KTKF’nin gençlik kolu niteliğindeydi. KTKF’nin daha önce
bahsedildiği gibi düzenlediği, ‘Türk’ten Türk’e’, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’, gibi
kampanyaların, yürütülmesi ve denetlenmesinde görev üstlenmiş ancak halk üzerinde
uygulanan baskılar neticesinde KTKF ile arasında ki işbirliğine son verilmiştir.
Nitekim KTKF yetkilerini Türk Cemaat Meclis’ine devretmesinden sonra Kurum
dahilinde yer alan diğer örgütlerde işlevsizleşmiştir. 1950-1960 döneminin öne çıkan
milli değerlerin yükseltilmesi retoriğinin kültürel ayağı bu dönemde ortaya çıkan
gençlik hareketi ile tamamlanmıştı.
Kıbrıs Türk Gençlik Teşkilatı’ içinde oluşturulan ‘Halk Eğitim Dairesi’nin
amaçları şu şekilde verilmektedir; Okuma yazma öğretmek, sanat, nakış, dikiş,
ev idaresi kursları açmak, Türkçe konuşamayanlara konuşmayı öğretmek,
Hazırlanan konferansları okumak veya banttan dinletmek, film göstermek,
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, İlk satır: 0 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Broşür, kütüphane ve ilkyardım dolaplarını köylere dağıtmak (Nacak 1957;
Nesim 1999; 11).
Lefkoşa Türk Milli Gençlik Teşkilatı’nın kapatılmasından sonra benzer içerikte
Kıbrıs Türk Milli Gençlik Konseyi oluşturulur. ‘Kurum ‘Temmuz 1964’te Avrupa
Milli Gençlik Teşekkülleri Konsey’ine (CENCY) müşahit üye olarak kabul
edilmiştir’ (Nesim 1999; 14). Aynı dönem içerisinde Güzel Sanatlar Derneği - 1958,
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
162
Lefke Bayanları Yardım Sevenler Kurumu - 1952, Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği 1953 yılında, 14 Aralık 1954’te ise Türk sendikalarını bir araya toplamak için TürkSen kurulur. Tür-Sen her daim sağda ve tutucu bir sendikalar birliği olarak
görülmektedir.
1950 – 1963 arası dönemde artan sosyal ve siyasal baskılara rağmen Türk ve
Rum sendikalar arasında toplumların nabzını düşürmeye yönelik yine ‘işbirliği’
temelinde bazı girişimler de gözlemlenmektedir. Örneğin, Kıbrıs Türk Sendikası,
PEO ve SEK 1952 yılında 96 gün süren Liman İşçileri grevini düzenlerler; ücret
zammı, sendikal özgürlük ve liman işçilerinin küçük düşürüldüğü ‘hamal başı’
sisteme son verilmesi gibi bir takım sosyal ve ekonomik haklar elde edilir. 1954
yılında ise PEO, Türk ve Rum işçiler arasındaki bölünmeleri engellemek ve
Silinmiş: 1954 yılında
Türk’lerin Federasyon içindeki varlığını artırmak üzere Türk Bürosu açmış ve yine
aynı yıl içinde ‘PEO Türk Bülteni’ yayınlanmaya başlamıştı. Ancak PEO Türk
Bürosu üyelerine yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırılar neticesinde 1958 yılında
önce Türk Bülteni arkasından Türk Bürosu kapatılmak zorunda kalınır30. PEO Türk
Bürosu sorumlusu Ahmet Sadi 1958 yılında silahlı saldırıya uğramış, (eşi Leman
hanım ağır olmak üzere) yaralanmış, ardından adayı terk etmiştir. Kostas Mişaulis ve
Derviş Kavazoğlu, Ahmet Yahya ve İnkilapçı gazetesi sahibi Fazıl Önder öldürülür.
İnşaat İşçiler Sendikası yönetim Kurulu üyesi Hasan Ali silahlı saldırıya uğrar,
Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu kurucularından Niyazi Dağlı ve bir çok kişi
PEO ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırılır. Yine aynı dönemde
cinayetler dışında çok sayıda kurum ve kuruluş bombalanır ve provakatif eylemler
30
PEO Türk Bürosu Üyeleri; başkan Ahmet Sadi, Ferit Uray, Kamil Tuncel, Hulusi Çağlar, Kamil
Şükrü, Mehmet Ali Ramadan, Recvan Mustafa, Hasan İbrahim, Mustafa Ali, Ali Mehmet, Ali Hasan,
Dilaver Nasir.
163
sonucu karşılıklı şiddet olayları meydana gelir. Yalnızca 1958 yılında yüzlerce insan
hayatlarını kaybeder.
13 Ağustos 1958 tarihinde PEO, SEK, POAS ve KİF
toplumsal çatışmaların şiddetlenmesi üzerine bir araya gelerek ortak bir bildiri
yayınlarlar;
Toplantıda, son 10 haftada meydana gelen toplumlararası gerginliğin
her iki toplumun işçileri ile genel olarak tüm Kıbrıs için zarar getirdiği
Silinmiş:
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik Değil
sonucuna görüş birliği ile varıldı. Tüm sendikal örgütlerin birbirileri ile
işbirliği içinde ve de ayrı ayrı, sükunetin ve Kıbrıs halkı ile işçilerin
arasında barışçıl ilişkilerin yeniden tesis edilmesi için ellerinden gelen
tüm gayreti sarf etmeleri gerekecek. Toplantıya katılan örgütler görüş
birliğiyle, tüm Kıbrıslı işçileri, toplumlararası gerginliğin yeniden
körüklenmesine yol açacak tahrik ve eylemlerden kaçınmaya davet
eder…31
Silinmiş: ..
Silinmiş: .’
Silinmiş:
Federasyonlar arası çabalar hiçbir sonuç getirmeyecek ve 1958’den 1968’e kadar
sendika, işçi ve meslek örgütlerine ve üyelerine yönelik saldırılar, sosyal ve siyasi
yaptırımlar devam edecektir.
1955 yılında EOKA akabinde TMT’nin silahlı eyleme geçmesi, Kilise
tarafından gerçekleştirilen Plebisit, Komünizmin sadece ada için değil soğuk savaş
nedeniyle uluslararası alanda da tehlike arz etmesi ve bu gibi gelişmelerin sonuçları
Ada’daki dernekleşme ve sendikalaşma hareketi üzerinde ciddi deformasyona neden
oldu. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kurulması ve 1963 hadiselerinin ardından
1968’te itibaren yine dernekleşme ve sendikalaşma hareketlerinde artış yaşanır.
Dernek/birlik/sendika vb. örgütlerde, merkezi federasyonlardan ayrılarak
özerk yapılarını yeniden kazanmak için bir revizyon ve re-konstraksiyon hareket
göze çarpar. Bu hareketin belli başlı nedenleri özetlenirse eğer, Kıbrıs
31
Varnava (1997); tarafından yayınlan orjinal metninden giriş kısmı alınmıştır.
164
Cumhuriyeti’nin işlevini yitirmesine rağmen örgütler açısından yasal ve hukuksal
meşru bir zemin oluşmuş olması öncelikli sıradadır. Kıbrıs tarihinde sendika ve
derneklere yönelik 1930-1932 ve 1961-1971’de toplam iki kez anayasal düzenleme
yapılmıştır- şu anda KKTC’de yürürlükte olan 1961 dernekler ve 1971 sendikalar
kanunlarıdır. İkinci neden hak olarak görülen olguların niteliksel olarak değişmesi
gösterilebilir, örneğin sendika ve derneklerde bu dönemde öne çıkan kavramlar
‘sosyal adalet’ ve ‘sosyal güvenlikti’. Üçüncü olarak kurum içi yapıların yeni yasal
konjonktüre
uyarlanması
ve
işlevselleştirilmesi
gerekliliğidir.
Federasyon,
konfederasyonlar ve komiteler bu dönemden sonra da sıklıkla başvurulan çatı
oluşumlar olmasına rağmen, kurum içi ve kurumlar arası ilişkilerde yeni kanallar
uluslararası örneklerden yararlanılarak oluşturulmuştu. Örneğin Kongre sistemi öne
çıkan yeniliklerden biri iken yaklaşık 20 yıllık bir aradan sonra kooperatifçilik
1970’lerde tekrar gündeme geliyordu. Bu sebepler dahilinde isimlerinden amaçlarına
kadar her şey tekrardan planlanmış ve Türk Cemaat Meclisi kurulmasının ardından
tek çatı altında birleştirilen sendika ve dernekler bağlı bulundukları federasyonlardan
ayrılarak bugün hala etkinliğini sürdüren sendikaları, dernekleri
kurmuşlardır.
Ancak milliyetçiliğin ya da sağ kesimin aşırı baskısı nedeniyle daha kurulma
aşamasında bir çok zorluk yaşanmış ve devamında da sürekli olarak sağ ve sol
çatışmasının merkezinde yer almışlardır. 16 Eylül 1968’te tarihinde Kıbrıs Türk
Öğretmenler Sendikasının kuruluşunda yaşanan ilginç tartışmalardan biri kurumun
Silinmiş: .
adında ‘sendika’ kelimesinin geçip geçmemesiydi;
Sendikayı kurarken en önemli tartışma isminde oldu. O
günlerin askeri havasında ‘Sendika’ sözcüğü konacak isimde
kullanılsın mı yoksa ‘Birlik’ mi diyelim diye tartışıyorduk;
çünkü o günlerde Türk-Sen’in adı bile – ki daha önce kurulmuş
Silinmiş: ‘
Silinmiş: s
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
İtalik Değil
165
bir sendika idi - - Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu idiVe o güne kadar ki Türk tarafında tüm sendika adı Birlik
olarak geçiyordu. Nitekim Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası
ayni günlerde kurulurken ‘Orta Eğitim Öğretmenler Birliği
olarak
tescil
edilmişti.
O
günlerde
Sendika-Sendikacı
sözcükleri komunistlik çağırışım yapıyordu. Bunun nedeni ise
1958’de horlananlar gazetelere ilan verip ‘komunistlikten istifa
ettim’ diyenler sendika sözcüğünün antipatikliğini de birlikte
getirmişlerdi... Neticede tartışmaları bir noktada keserek, bu
topluma
sendikal
hareketi
yerleştirmeli,
sözcüklerden
korkmamalı sonucuna vararak kuruluşumuzun ismini ‘Kıbrıs
Türk İlkokul Öğretmenler Sendikası’ olarak tescil ettirdik
(Cahit 1988; 12).
Kıbrıs Türk İlkokul Öğretmenler Sendikası, Orta Öğretmenler sendikası gibi
sendikaların dışında bu dönemlerde kurulan diğer sendikalar veya aktif hale gelen
diğer sendikalardan bazıları; Kıbrıs Türk Memurin Cemiyeti, Kıbrıs Hükümeti Türk
Memurları Kurumu (KHTMK), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Birliği
(KTOEÖ), Bank-Sen, Mağusa Türk Esnaf Birliği, Kıbrıs Türk Göçmenler Birliği,
Esnaf Müstahdemleri Sendikası, Kıbrıs Su Encümenleri Türk Müstahdemleri Birliği,
Kıbrıs Elektrik İdaresi Türk Müstahdemleri Birliği, Türk Cemaat Meclisi Memurin
Sendikası. Özelikle 1974’ten sonra örgütler isimlerindeki ‘birlik’ kelimesini atarak
yerine ‘sendika’ tanımını kullanmaya başlamıştır.
Kooperatifçilik, Kıbrıs Türk toplumunun içine düştüğü ekonomik ve sosyal
zorluklar nedeniyle sıkı bir dayanışma ağının ürünü olarak özelde sendikalar
bağlamında genelde ise dernek ve birliklerin açık desteğiyle tekrardan oluşturulmaya
başlandı. Ancak bu girişimler özel sektör ve devletin (Geçici Türk Yönetimi) ağır
eleştirileri ile karşılandı. Bu nedenle 1970’lerin ana tartışma konularının başında
‘kooperatifçilik’ yer almaktadır. 1971 tarihinde ‘Öğretmenler Kitap – Kırtasiye ve
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
166
Okul Araçları alım-satım kooperatifi Ltd.’ Kıbrıs Öğretmenler Sendikası
öncülüğünde kurulmuştu. KTAMS’ın 1970’de Kıbrıs Türk Pazarlama Ltd.
Kooperatifi kurma girişimleri gözlenir ancak başarılı olamazlar. Yapı Kooperatifi
1971’de kurulur. Özel Sektörün, kooperatifçiliğin sektörel daralmaya ve serbest
ticareti engelleyeceği iddasına karşı sendikaların çoğunluğu kooperatifçiliği
kalkınma için bir zorunluluk olarak görmekteydi. Bunların yanı sıra 1981 yılında
Lefkoşa Türk Belediyesi, Belediye Emekçileri Sendikası, Kıbrıs Türk Amme
Memurlar Sendikası ve Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası ‘sendikaların gücü,
sadece üretimden gelmez; ‘tüketimde de gelir’ (KTÖS 2001; 33) mantığıyla ortak bir
alışveriş merkezi ‘BELÇA’yı kurarlar. BELÇA’ya mal sağlamak ve ithalat için
SENKO isimli şirket kurulur. Kıbrıs Türk Vakıflar Bankası, MEBANK, Peyak,
Vipkop, Kıbrıs Türk Öğretmenler Bankası, KTAMS Bankası, Türk-Sen Bankası gibi
kurumlar sendikalara ait kamu iştiraklerinden bazılarıdır.
1970’lerin sonunda yenilenen yapıların yerleşmesiyle uluslararası kuruluşlara
üyelikler de başlamıştır. Uluslararası alanda siyasi olmayan alternatif kanallar ileride
çok önemli işlevlere sahip olacaktır. Örneğin KTÖS 4-8 haziran 1979’da Prag’da 30
ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen konferansta Dünya Öğretmenler Sendikası
Federasyonu (FİSE) üye olmuştur, Kıbrıs Türk Ticaret Odası 1959’dan beri
Uluslararası Ticaret Odası’na (UTO) üyedir. Hemen hemen bütün sendika, dernek ve
birlikler konumlandıkları amaçlarla ilgili olan uluslararası kurumlara ya aktif
üyedirler ya da yakın ilişki içerisindedirler.
Yine bu dönemde gençlik hareketi kendini yenileyerek milli söylemi terk edip
tüm dünyada etkin olan 1968 ruhuyla özdeşleşiyor ve gençlik hareketi içinde
‘üniversiteli gençlik hareketi’ bir adım öne çıkıyordu. Özellikle Türkiye’de okuyan
Biçimlendirilmiş: Sağ: -0,11
cm
167
Kıbrıslı öğrenciler ilk başta Türkiye’de örgütlenmeyi tercih etmişlerdi. Ancak
1960’larda Türkiye’de yabancı uyruklulara dernek kurma hakkı tanınmadığından
Kıbrıs Türk Kültür Derneği ve çeşitli kültür derneklerine bağlı olarak faaliyet
göstermekteydiler. 1963 yılında Erenköy direnişi tam bir öğrenci hareketi
niteliğindeydi. Rumlar’ın 1963 yılında Türk bölgesi olan Erenköy’e (bugün güneyde
kalmasına rağmen hala Türk bölgesidir) saldırması üzerine İngiltere ve Türkiye’de
Silinmiş: Erenköye’e
okuyan 530 kadar öğrenci bir araya gelerek kendi imkanları dahilinde çıkartma
yapmışlardır. Çıkartmaya öğrenciler ve yerli halk dışında hiçbir katılım ve destek
sağlanmadığından gençlik hareketinin özellikle Türkiye’ye karşı güveni büyük ölçüde
Silinmiş: ‘
azalmıştır. Nesim, bu yıllardaki öğrenci profilini şu şekilde özetlemekte;
Mücahit
öğrenciler
Türkiye’ye
varışlarında
Erenköy’den
dönen
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
ve
kendilerinden daha yoğun bir yaşam deneyimi kazanmış öğrencilerle
birleşince, yeni bir öğrenci tipi ortaya çıkmış oldu. Bunların tümü silahlı
eğitim görmüş, savaşmış ve burslu öğrencilerdi...bu öğrencilerin kurdukları
cemiyetler kısa sürede toplumsal amaçlı derneklere dönüştü’ (Nesim 1999;
38) .
Türkiye’de kurulan bazı öğrenci dernekleri 1974’e kadar Kıbrıs Türk Ulusal Öğrenci
Federasyonu (KTUÖF), 1974 sonrasında ise Kıbrıslı Öğrenciler Gençlik ve Eğitim
Federasyonu (KÖGEF) adı altında faaliyetlerini sürdürdüler. KTUÖF, KÖGEF
yurtdışındaki öğrencilerin sorunlarına yönelik çeşitli talepleri bir çoğunu Kıbrıs’ta ki
sendika ve örgütlerin de desteğini de kazanarak elde etmiştir. Türkiye dışında
İngiltere’de Kıbrıslı öğrenciler örgütlenmişler ve oradaki sorunları 1978 yılında
‘İngiltere Kıbrıslı Türk Öğrenci Federasyonu’ çatısı altından dile getirmeye
başlamışlardı.
1970’ler sadece kurumsal bir yapılanma değildi aynı zamanda söylemsel
olarak da yeni bir yapılanma dönemiydi. Taban ve tavan arası ilişkiler düzleminde
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,25 cm, Asılı: 0,66 cm, Sağ:
1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır,
Sekmeler: 13,02 cm, Sola
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
168
‘öteki’nin öznesi günlük pratiklerin dışına çıkınca iktidar meşruiyet boşluğuna, taban
insiyatifleri de hareket daralmasına girmişti. Nitekim uzun yıllar boyunca karşıtlık
bağlamında kurgulanan ilişkiler bütünü, kendi içindeki sağcı - solcu çatışmasını
tasfiye ederek, ana argümanı toplumun iç dinamizmine uyarlayacaktı. Bu noktadan
sonra dernek ve sendikaları ayıran iki temel argümandan ‘komünist’ ve ‘milli’ ikilisi
yerini ‘Rumcu’ ‘Türkçü’ ikilisine devredecekti. Artık muhalefet ‘Rumcu’ydu’,
iktidar ise ‘Türkçü’. Bu nedenle sendika ve dernekler yaşanan bu değişimin ardından
politik alana kaymaya başlayarak, suçlama ve karşı-suçlama bağlamında toplumsal
arzın karşılanmasına yönelmek yerine kişisel stressin etrafından hak üretme çabasına
gireceklerdir.
169
Silinmiş: 1983’e Kadar
6.1 Dernek ve Sendikaların Değerlendirmesi:
Bu başlık altında amaçlanan belli istatistik veriler eşliğinde kamusal alanda
bağımsız örgütlenme yapılarını açıklayabilmektir. İstatiksel bilgiler 1970’e kadar
olan süreyi kapsamaktadır. 1970’ten sonra sağlıklı bilgilere ulaşılamadığı için,
verimli sonuç alınan en son tarihli metinler ve tablolar kullanılmıştır.
Kooperatif hareket çalışma içinde sıklıkla dile getirildiği gibi Ada’nın
örgütlenme kültürü üzerinde radikal değişimlere neden olmuştur. Tablo 1, toplumsal
çatışmalar başlamadan hemen önce 1961 yılında kooperatiflerin bölgelere göre
dağılımını ve üye sayısını yansıtmaktadır. Kooperatif hareket güçlenmeye başladığı
1930’lu yıllarda 317 olan kooperatif sayısı 1961 yılı sonunda 792’ye ulaşmıştır. 170
bin kişi –ki bu sayı tüm Ada nüfusunun üçte birini oluşturmaktadır – kooperatiflere
üyeydi (Tablonun derlendiği kaynak; Annual Report of the Department of Cooperative Devolopment For The Year 1961)32 .
Silinmiş: :
Tablo 1: Kooperatiflerin Bölgelere Göre Dağılımı
Lefkoşa
Mağusa
Larnaka
Limasol
Baf
Girne
32
Kooperatif sayısı
225
140
70
190
129
55
809
Üye sayısı
55.730
29.790
13.774
37.886
29.758
12.400
170.338
Toplumsal çatışmaların başladığı 1963 yılından sonra kooperatifler hakkında düzenlemiş toplu bir
kaynağa ulaşılamadığı için burada söz konusu kurumların son veri sağlandığı yıl içindeki bilgiler
hareketin önemini göstermek adına kullanılmıştır.
... [2]
Biçimlendirilmiş Tablo
170
Kıbrıs’taki kooperatif sayısı; 792 özel, 14 ikinci derecede (secondary), 2
üçüncü derecede (tertiary) ve 1 konfederasyon olmak üzere toplam 809’du. İkinci ve
üçüncü derece kooperatifler diye tanımlanan toplam 16 kredi kuruluşundan ikinci
derecede olanlar birlikler (unions) ve üçüncü derecede olanlar federasyonlardan
oluşmaktaydı. İngiliz sömürge dönemi ve Kıbrıs Cumhuriyeti kooperatif hareket için
toplumun ekonomi ve sosyal standartlarını yükselten kırsal kesimi istismar
edilmesine, sömürülmesine ve tefecilere karşı karuyan sağlıklı bir hareket
değerlendirilmesi yapılmıştır (Cyprus Blue Book 1933 - 1946, Annual Report of the
Department of Co-operative Development for the Year 1961).
Kooperatifler dışında, 1909’dan 1983’e kadar sendika ve derneklerin yapısal
özelliklerini özetlemek gerekirse şöyle bir sonuç çıkartılabilir. İlkin çoğulcudurlar,
birlik dayanışma ve beraberlik her koşulda esastır. Federasyonlar bu görüşü
destekleyebilecek kurumsal yapılar iken geniş ve çok katılımlı grevlerde eylemsel
boyutta dayanışma ve birliği örneklendirmektedir. Kurum içlerinde ve kurumlararası
ilişkiler de kimi zaman bölünmeler yaşanmasına rağmen çoğu zaman ideolojik
olmayan kişisel bölünmeler şeklinde tezahür etmiştir. O dönemlerde ve bugün dahi
mutlaka eylem ve protestolar en az 2 ve genellikle çok daha fazla sendika ve
derneğin katılımı ya da ortak çabası ile gerçekleştirilmektedir. Tablo 2’de 1932 –
1970 arası üye sayıları ile birlikte federasyonlar içindeki sendikalar, ve federatif
kolları gösterilmektedir. Veriler ışığında 6 büyük federasyonun içine aldığı toplam
sendika sayısı 1970 yılında 104 iken, 1968 yılında rakam 123, 1958 çatışmaları
başlamadan önce ise 284’dü. 1932’de başlayan sendikal hareket daha önce de
bahsedildiği gibi 1940’lı yıllarda doruk noktasına ulaştı. 1940’larda yakalanan çıkış
171
kesintisiz yükselerek ve çeşitlenerek devam etti. Sendikal hareket içine 1950’lili
yılların sonlarında işveren sendikalarıda katılmıştır. 1962 yılı verilerine göre 553
üyeye sahip 17 işveren sendikası sendikalar kanunu altında kurulmuştur. İşveren
sendikaları ‘Kıbrıs İşveren İstişare Birliği’ (Cyprus Employers Consultative
Association) üye olup bu kurum altında toplanmıştır. Yine bu dönemlerde yoğun
milliyetçi yönelimlerin başlamasıyla Türk sendika federasyonları da oluşmaya
başlamıştır.
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
Tablo 2: İşçi Federasyonlarının Sendikalara ve Gruplara Göre Dağılımı 1932 - 1970
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Toplumsal
1970
1968
1958
1948
1938
1932
Grup
•RC,
İşçi
Kıbrıs
Bağımsız
Kıbrıs
Kıbrıs Türk
Hizmet
Federasyonu
İşçi
Sendikalar
Demokrotik
Sendikaları
Grupları (ilk –
(Panaccyprian
Federasyonu
Federasyonu
İşçi
Federasyonu
orta
Federation of
(Cyprus
(Panaccyprian
Federasyonu
(Cyprus
öğretmenlerini
Labour) –
Workers
Federation
(Cyprus
Turkish
içermektedir
Confederation
İndependent
Democratic
Trade
(Public
trade Union
Labour
Unions
Servants
Federation)
Federation)
Graoup)
Diğerleri
Biçimlendirilmiş Tablo
Toplam
Send.
-
-
-
-
-
-
1
1
Kol.
-
-
-
-
-
-
-
-
Üye
-
-
-
-
-
-
84
84
Send.
-
-
-
-
-
14
14
Kol
-
-
-
-
-
-
-
Üye
-
-
-
-
-
722
722
Send.
33
36
-
-
9
-
11
89
Kol.
99
2
-
-
-
-
4
105
Üye.
9.604
2.641
-
-
190
695
13.130
Send.
38
190
12
-
8
8
28
284
Kol.
213
9
12
-
1
12
6
253
Üye
31.723
12.850
2.036
-
1.137
6.256
2.538
56.542
Send.
17
40
7
13
21
3
22
123
Kol.
241
23
3
-
1
6
25
299
Üye
34.664
17.767
1.116
1.095
2.591
4.431
5.449
67.113
Send.
17
42
7
4
13
8
13
104
Kol.
223
13
-
-
-
13
5
254
Üye
36..902
21.332
1.151
452
3.687
8.019
3.131
74.674
Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1970
172
Silinmiş: Ş
Bu dönemde ortaya çıkan federasyonlar ve sendikalar şeklen demokratiktirler,
çünkü ilk örgütlenmelerden itibaren yönetim kademelerinde yer alacak kişiler seçim,
oybirliği veya oydaşma esasıyla belirlenmiştir. Aynı zamanda üyelikler bazı
federasyonlarda ‘doğal üyelik’ diye tanımlanan - örneğin bir tarım işçisi herhangi bir
müracaat yapmaksızın Tarım birliğinin doğal üyesi sayılabilmekte – üyelik biçimi
veya müracaatla, ancak her hangi bir koşul ve sınırlama getirilmeden üye kabul
edilmekteydi. Her hangi bir sendikaya bir kez üye olduktan sonra kooperatiflerin
Silinmiş: a
sağladığı kredi, burs vb.imkanlardan yararlanılabiliyordu.
Silinmiş: ¶
Bir diğer ortak özellikleri kökleşmiştirler, yani bir gelenek ve kültürden
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
gelmektedirler ve bizzahatinde bu geleneği sürdürmeyi görev edinmişlerdir. Bunun
kazanımı tecrübedir. 1909 yılındaki kooperatif hareketle başlayan sendikalaşma ve
dernekleşme 1983’e kadar 74 yıl boyunca her türlü şiddet, baskı ve olumsuz koşula
Silinmiş: m
rağmen kesintisiz sürdürülmüştür. Bugün kullanılan Anayasalarda (KC-KKTC) toplu
iş sözleşmesi, işçi – işveren hakları, referandum hakkı ve diğer tüm kanunlar sendika
ve derneklerin özgün mücadelesi sonucunda kazanılmıştır. Buna bağlı olarak
deneyimleriyle birlikte hızlı, aktif ve mücadelecidirler. Bu mücadele içerisinde üye
sayılarının her geçen yıl katlanarak artması toplumun her kesiminden açık destek
Silinmiş: .
gördüklerini ve güven kazandıkları sonucu çıkartılabilir (Tablo 1, 2, 3 ve 5’de üyelik
Silinmiş: müş
artışı takip edilebilir).
Silinmiş: ve özellikle sendika ve
kooperatiflerin üye sayısı her
geçen biraz daha artmıştır.
Silinmiş: 3
Silinmiş: 4,
Kooperatif ve sendikal hareket gerek eylem gerek katılım konusunda
kadınları da kapsamıştır. Tablo 3 sendikaların tarihsel gelişmi içinde kadın ve erken
dağılımını göstermektedir. Bu tablonun burada kullanılmasının sebebi kadınları
sendikal ve örgütlü mücadele konumlarının daha iyi anlaşılabilir olmasını
173
sağlamaktır. Aşağıdaki tabloda görülebileceği gibi sendikalar içinde hareketin
yükseldiği yıllarda kadın üye sayısı da artmıştır.
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 0 cm
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Tablo 3: Cinsiyet Gruplarına göre Sendikaların Üye Dağılımı
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
İşçi
1932
1942
1952
1962
1969
1
73
114
179
114
-
43
97
363
278
84
9.124
14.206
51.620
54.038
-
867
1,888
13, 150
17. 575
84
9.991
16.094
64.770
71.613
Biçimlendirilmiş Tablo
sendikaları
(Unions Of
Employees)
Kol.
(Branches)
Üye Sayısı
(Membership)
Erkek
Biçimlendirilmiş Tablo
(Males)
Kadın
(Females)
Toplam
(Total)
••RC, Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1969
Bir diğer özellikleri partizan olmalarıdır, genellikle ister kültür derneği olsun
ister sendika olsun mutlak suretle bir veya daha fazla partinin sempazitanı veya açık
Silinmiş: kooperatif ve
sendikaların üye sayıları
gösterilmektedir. Buna göre 1961
yılında 170 bin kişi sırf
kooperatiflere, üye iken 1962 yılı
sonunda sendikaların temsil ettiği
kişi sayısı 65.400, 1970 yılında ise
74.674 kişiydi. ¶
destekçisidirler. 1930’larda KKP, 1940’larda AKEL’e, 1950’lerde ise Türk
toplumunda KATAK’a verilen destek iyi birer örnektir. Çok yönlüdürler ki bu çok
Silinmiş: nın
güçlü bir özellikleridir, çünkü çeşitli kurumlarla farklı iletişim metotları
174
Silinmiş: ve ciddi anlamda k
geliştirmelerini sağlamaktadır. Kurumsal uzlaşı kültürünü içselleştirmişlerdir.
Özellikle PEO ve Türk sendikalarının toplum üzerindeki baskının arttığı yıllarda
işbirliği protokolleri imzalaması, kendi üyelerini birlikteliğe davet eden bültenleri bu
görüşü kanıtlamaktadır. Son olarak en temel karakteristikleri ‘baskı grubu’
olmalarıdır. Aşırı politize edilmiş kamusal alanlardan gelen örgütler taleplerini
kamuoyunda haklılaştımak yerine çoğunlukla iktidar çemberi dışından çemberin
merkezine doğru baskı oluşturarak isteklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu noktada çok
sık aralıklarla gerçekleştirilen eylemler ve deneyimlenen protesto çeşitleri çok
önemli bir açılım sağlamaktadır.
Gönüllü kurumlar, sendikal ve siyasal mücadeleye çoğu zaman taraf
olmalarına rağmen kısıtlı da olsa kendi alanlarını oluşturmayı başarmışlardır. Sosyal
aktivitelerde sendika ve kooperatif hareketin özelliklerinden olan ‘ortak mücadele’
gönüllü kurumlarda ‘karşılıklı ortaklık’ biçiminde yer alır. Burada kastedilen şey
gönüllü aktiviteleri Rum ve Türk toplumlarında ayrı toplumsal grupların üstlenmiş
olmasıdır. İngiliz Kolonyal İdaresi raporlarından yararlanılarak Rum toplumunda
gönüllü aktivitileri çoğu yaşlı ve yoksul nüfusa yardım götürmek olan ‘yardım’
(Philoptohos - charity) birlikleri, Türk toplumunda ise ağırlıklı olarak çocuklara
yardım götüren bayan cemiyetleri oluşturmuştur (Republic of Cyprus, Annual Report
Of Welfare Department For the Year 1961). Tablo 2 çeşitli alanlardaki kurum
sayısını ve hizmetlerinden yararlan kişi sayısını göstermektedir. Sendika ve diğer
derneklerin gönüllü aktiviteleri bu tabloda yer almamaktadır.
Silinmiş: ¶
175
Silinmiş: 2
Tablo 4: Gönüllü Kuruluş ve Yararlanan Kişi Sayısı
Hizmet Çeşidi
Kurum Sayısı
Yararlanan Kişi Sayısı
(Type of Sercice)
Nnumber of Organizations)
(Number of Benefited)
Çocuk Sağlık Merkezi
22
4,700
35
1,678
3
69
2
84
10
923
6
210
(İnfant Welfare Centers)
Kreş
(Day-Care Centers)
Çocuk Evleri
(Homes for Childeren)
Kimsesizler Yurdu
(Orphaneges)
Yaz Kampı
(Summer Campes)
Huzurevi
(Old People’s Home)
Anti-T.B. Lig33
6
375
Yardım Kurumları
30
3.127
114
11.166
(Material-Relief Organizations)
Total
•••RC, Ministery Labour and Social Insurance and Department of Welfare Services; Annual Report of the Department Social
Welfare Services for the Year 1970.
Aşağıda yer alan tablo 1932 yılından 1970 yılına kadar tüm sendikaları ve
üye sayılarını vermektedir. Böyle bir tablonun burada yer almasının nedeni
sendikaların tarihsel süreç içindeki gelişminin daha kolay takip edilebilmesine ve
anlaşılmasına imkan tanımasıdır. Amaçlanan tüm bu anlatılanların kronolojik özetini
sunmaktır.
Silinmiş: Tablo 3 sendikaların
tarihsel gelişmi içinde kadın ve
erken dağılımını göstermektedir.
Bu tablonun burada
kullanılmasının sebebi kadınları
sendikal ve örgütlü mücadele
konumlarının daha iyi anlaşılabilir
olmasını sağlamaktır. Aşağıdaki
tabloda görülebileceği sendikalar
içinde kadın sayısı 1942 yılından
sonra hızla artmıştır.bunun sebebi
olarak çalışan kadın sayısındaki
artış ve sendikal mücadelenin
toplumda çok aktif olmasıdır.¶
Tablo 3:¶
¶
... [3]
Biçimlendirilmiş: İki Yana
Yasla
Silinmiş: ¶
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Silinmiş: ¶
¶
¶
33
Raporda Anti-T.B Leaque diye geçmekte ancak kavramın içeriğine yönelik her hangi bir açıklama
yer almamaktadır.
Tablo 5:
KIBRIS’TA SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ
1932 – 1962
Yıl
(year)
‘Eski’
Sendikalar
(‘Old’ Trade
Unions)
‘Yeni’ Sendikalar
(New’ Trade
Unions)
Türk Sendikaları
(Turkish Trade
Union)
Bağımsız Sendikalar
Federasyonu
(Fed. Of Independent
Trade Union)
Demokratik İşçi
Federasyonu
(Democratic Labour
Fed.-)
D.E.O.K)
Diğerleri
(Others)
Toplam
(total)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
1
84
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
1
84
1933
1
84
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
1
84
1934
1
84
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
1
84
1935
2
99
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
2
99
1936
5
285
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
5
285
1937
6
367
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
6
367
1938
14
772
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
14
772
176
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
1932
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: İ
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş Tablo
Yıl
(year)
‘Eski’
Sendikalar
(‘Old’ Trade
Unions)
‘Yeni’ Sendikalar
(New’ Trade
Unions)
Türk Sendikaları
(Turkish Trade
Union)
Bağımsız Sendikalar
Federasyonu
(Fed. of Independent
Trade Union)
Demokratik İşçi
Federasyonu
(Democratic Labour
Fed.-)
D.E.O.K)
Diğerleri
(Others)
Toplam
(total)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
46
2.544
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
46
2.544
1940
62
3.389
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
62
3.389
1941
68
3.854
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
68
3.854
1942
73
9.991
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
73
9.991
1943
82
9.507
-
-
1
43
-
-
-
-
1
78
84
9.628
1944
89
10.596
25
758
7
436
-
-
-
-
1
75
122
11.865
1945
91
12.961
31
1..032
13
843
-
-
-
-
8
644
143
15.480
1946
87
11.101
30
991
19
681
-
-
-
-
8
641
144
13.414
177
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Birlik
(Unions)
1939
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: İ
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Yıl
(year)
‘Eski’ Sendikalar
(‘Old’ Trade
Unions)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
Birlik
(Unions)
Üye
(member)
‘Yeni’ Sendikalar
(New’ Trade
Unions)
Türk Sendikaları Bağımsız Sendikalar Demokratik İşçi
(Turkish Trade
Federasyonu
Federasyonu
Union)
(Fed. Of
(Democratic Labour
Independent)
Fed.-)
Trade Union)
D.E.O.K)
Diğerleri
(Others)
Toplam
(total)
1947
51
11.259
31
1.145
15
640
-
-
-
-
10
792
107
13.836
1948
33
9.604
36
2.641
9
190
-
-
-
-
11
695
89
13.130
1949
31
9.447
61
3.599
7
160
-
-
-
-
9
1.368
108
14.574
1950
32
8.924
52
2.625
5
131
-
-
-
-
9
1.886
98
13.566
1951
39
10.281
54
2.270
6
130
-
-
-
-
10
2.027
89
14.708
1952
42
12.540
56
2.702
8
444
-
-
-
-
12
2.368
118
18.054
1953
47
14.427
54
2.123
9
477
-
-
-
-
16
4.253
126
21.280
1954
48
18.085
56
2.882
10
740
-
-
-
-
15
4.959
129
26.666
1955
43
22.925
67
5.374
16
2.214
-
-
-
-
31
8.502
156
39.015
1956
45
27.143
69
5.129
16
1.813
12
2.954
-
-
25
5.889
167
42.928
178
Biçimlendirilmiş Tablo
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş:
Silinmiş: İ
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Yıl
(year)
‘Eski’
Sendikalar
(‘Old’ Trade
Unions)
‘Yeni’ Sendikalar
(New’ Trade
Unions)
Türk Sendikaları
(Turkish Trade
Union)
Bağımsız Sendikalar
Federasyonu
(Fed. Of Independent
Trade Union)
Demokratik İşçi
Federasyonu
(Democratic Labour
Fed.-)
D.E.O.K)
Diğerleri
(Others)
Toplam
(total)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Birlik
(Unions)
Üye
(members)
Üye
(members)
Birlik
(Unions)
Birlik
(Unions)
1957
40
30.375
130
9.767
15
1.268
13
2.506
-
-
30
8.540
228
52.465
1958
38
31.723
190
12.852
8
1.137
12
2.036
-
-
36
8.794
284
56.542
1959
34
33.723
236
16.867
36
4.829
15
2.591
-
-
21
7.324
342
65.381
1960
30
35.544
246
15.587
38
4.381
16
2.416
-
-
24
7.452
354
65.380
1961
25
36.442
323
13.321
37
4.288
14
2.211
-
-
26
7.919
334
64.181
1962
24
36.500
57
14.000
38
4.200
13
1.800
19
1.000
28
7.900
179
65.400
179
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: İ
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: ¶
180
Silinmiş: ¶
7. KKTC’de STK’ların Genel Durumu:
Bu başlık altında KKTC’de son yıllarda STK’ların kurum ve içeriklerine
yönelik genel bir değerlendirme yapılacaktır.
1996 nüfus sayımına göre KKTC; kentlerde 113.540, köylerde 87.047 toplam
200.587 nüfusa sahiptir. 14 Aralık 2003 seçimlerinde oy kullanabilecek seçmen
sayısı ise 140.832 olarak açıklanmıştır. KKTC’de devlet sektöründe çalışan personel
sayısı 13.660, sendikaların toplam üye sayısı ise 21.485’dir.
Tablo 6:
Devlet Sektöründe Çalışan Personel Sayısı:
Kadın
Erkek
Toplam
5417
8243
13660
2001
Silinmiş: ¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
Silinmiş: ¶
... [4]
Silinmiş:
Silinmiş: 2001
... [5]
Biçimlendirilmiş Tablo
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Biçimlendirilmiş: Ortadan
Silinmiş: ¶
181
Silinmiş: ¶
¶
Tablo 7:
Silinmiş: ¶
KKTC Sendikaların Üye Sayısının Yıllara Göre Dağılımı:
Tarih
1999
2000
2001
1685
1740
1729
2.736
2.683
2.690
4.884
5.185
5.334
13.225
12.148
11.732
22.530
21.756
21.485
Devrimci İş Sendikaları
Federasyonu
(Dev-İş)
KT İşçi Sendikaları
Federasyonu
(Turk-Sen)
Hür İşçi Sendikaları
Federasyonu
(Hür-İş)Avrasya
Hiçbir Federasyona
Bağlı Bulunmayan
Sendikalar
Toplam
Bu rakamlara bakıldığında genel olarak söylenebilecek şey yalnızca
sendikaların toplumun %10’a yakın bir kesimini aktif olarak temsil ettiğidir.
Uluslararası standartlarla karşılaştırıldığında ve Kıbrıs’ın nüfusu göz önünde
tutulduğunda bu rakamın oldukça yüksek olduğu söylenebilir. Ancak yıllar itibariyle
sendikaların üye sayısının gittikçe azaldığı görülmektedir. Bunun nedenleri arasında
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm
182
dıştan gelen göçün yarattığı kaçak işgücü gösterilebilir. Sendikalar bugünkü sistemde
her ne kadar Sivil Toplum Kuruluşu (STK) içerisinde farklı bir kategoride yer alsa da
Kıbrıs tarihinde geçirdikleri süreç neticesinde kazandıkları örgütlenme kültürünün
sendikal ağırlıklı olması ve dernek-birliklerin bu sendikal geleneği üstü örtük
biçimde devam ettirmesi, sendikaları bu çalışmanın konusuna dahil edilmesini
zorunlu kılmaktadır. Buna ek olarak Kıbrıs’ın iş ve çalışma koşulları içerisinde
çalışan kesimin büyük bir çoğunluğunun devlet sektöründe olması sosyal hak ve
güvencelerin toplumun temel ihtiyaç talebini oluşturması nedeniyle örgütlenmelerin
sendikalar altında gerçekleşebildiği bir diğer önermedir.
KKTC Çalışma Bakanlığı ve bölge kaymakamlıklarından alınan listelere göre
KKTC’de 5 bölgede toplam 1059 kuruluş ve 41 sendika yer almaktadır. Bunların
503’ünü dernek, 235’ini birlik, 293’ünü kulüp, 2’sini vakıf, 11’ini kurum, 8’ini ocak
ve 7’sini tanımlanamayan kuruluş oluşturmaktadır. Listelerde bulunan kurumların
kuruluş
tarihleri
belli
bir
kronoloji
izlememekte
ve
faaliyet
alanları
belirtilmemektedir. Bu yüzden elde edilen veriler kurum adlarından varsayımsal
olarak elde edilmiştir.
183
Tablo 8:
K.K.T.C SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
DERNEK
BİRLİK
KULÜB
VAKIF
KURUM
OCAK
DİĞER
T.
LEFKOŞA
291
133
120
1
11
3
2F
561
GİRNE
73
26
55
1
0
1
3
159
MAGOSA
75
36
55
0
0
3
1
170
GÜZELYURT
34
28
32
0
0
0
1
95
İSKELE
30
12
31
0
0
1
0
74
TOPLAM
503
235
293
2
11
8
7
1059
STK’ların
ayrıntılı
olarak
incelenmesine
geçildiğinde
293
kulüp
(çoğunluğunu spor kulüpleri oluşturmaktadır) bu araştırmaya dahil edilmemiştir.
Ancak KKTC anayasasında yer alan ve şu anda anayasadan çıkartılan ‘fasıl 112
kulüpler yasası’ altında kurulan Dış Basın Birliği gibi benzeri kuruluşlar bu çalışma
dahilinde yer almış ve toplam 746 örgüt STK olarak değerlendirilmiştir. Bu sayı
içerisinde yaklaşık 150 örgüt aktif, 90’a yakın örgüt yarı-aktif konumda
bulunmaktadır.
Gerek
aktif
–
pasif
ayrıştırmasında
gerekse
STK’ların
tanımlanmasında belirleyici olan özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz; gönüllülük
prensibine dayanması – faaliyet alanlarının özelde üyelere genelde toplumun
ihtiyaçlarına yanıt verebilmesi – kendi finansmanlarını sağlayabilmeleri – kamuoyu
oluşturabilmesi – proje üretebilmesi ve uygulayabilmesi – siyasi alan dışı özerk
184
alanlar olması – vb. Yarı aktif diye kabul edilen örgütler ise balo, kermes, toplantı,
gibi sosyal aktiviteler düzenleyen fakat bunun haricinde ortak kamu yararı için her
hangi bir girişimde bulunmayan örgütler sınıflandırmasıdır. Pasif örgütler diye
tanımlananlar ise belli bir süre faaliyet gösterip artık etkinliğini kaybetmiş,
misyonunu tamamlamış ve halk tarafından tabela örgütü diye isimlendirilen
örgütlerdir.
Silinmiş: ¶
¶
¶
¶
¶
¶
Tablo 9:
K.K.T.C Sivil Toplum Örgütlerinin Faaliyetlerine Göre Dağılımı:
KURUM
LEFKOŞA
GİRNE
MAĞUSA
GÜZELYURT
İSKELE
T.
VAKIF
1
1
0
0
0
2
KADIN
8
2
6
4
2
22
SAĞLIK
36
6
3
1
0
46
MESLEK
154
24
19
24
7
228
SPOR
32
9
18
8
7
74
KÜLTÜR -SANAT VE
61
16
23
7
6
113
VE YARDIMLAŞMA
55
20
8
2
1
86
ÇEVRE – ÇEVRE
14
2
3
2
1
22
DÜŞÜNCE
SOSYAL DAYANIŞMA
DÜZENLEME
185
CAMİ/OKUL/HASTANE
12
9
16
8
12
57
GENÇLİK
7
3
2
1
4
17
YARDIM
12
2
2
1
0
17
İNSAN HAKLARI
6
0
0
0
0
6
DİN VE İSLAM
4
0
0
0
1
5
MEZUNİYET
8
0
2
0
0
10
MÜCAHİT/GAZİ/ŞEHİT
14
10
8
3
1
36
DİĞER
5
0
0
0
0
5
TOPLAM
429
104
110
61
42
746
KORUMA
GELİŞTİRME VE
KALKINDIRMA
VE SUBAY
KKTC’de STK’ların faaliyet alanlarına bakıldığında en fazla STK’nın daha
önce bahsedildiği gibi sendikal tutunum neticesinde 228 kuruluşla meslek ve meslek
dayanışma örgütlerinin oluşturduğu, ikinci sırada 113 örgütle kültür sanat (kültür
sanat örgütlerinin sayıca fazla olması toplumun genel eğitim düzeyinin yüksekliğiyle
ilişkilendirilebilir), üçüncü sırada 86 kuruluşla sosyal dayanışma (bu örgütlerin
çoğunluğunu göçmen ve mağdur dernekleri oluşturmaktadır) örgütlerinin geldiği
görülmektedir. Aktif olan örgütler yine bu sıralama dahilindedir.
186
Sendikal kültür, toplum tarafından içselleştirilmiştir. Bu bağlamda toplumsal
katılım ve güvenin sendika ve meslek dayanışma örgütleri lehinde olduğu
görülmektedir. Bir önceki bölümde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaya çalışıldığı gibi
KKTC’de faaliyet gösteren STK’ların kökleri kooperatif ve sendikal harekete
dayanmaktadır. Sendikalar, insan hakları, çevre örgütleri gibi dıştan sosyal alana
eklemlenmekten ziyade tarihsel süreç içerisinde belli bir takım ihtiyaçlardan
kendiliğinden oluşan bir yapılanma izlemesi kamuoyu önünde her türlü sendika ve
sendikal faaliyetin fazla sorgulanmadan kabul edilebilir olmasına neden olmaktadır.
Daha farklı ifade edilirse, yaklaşık 100 yıllık bir geçmişe sahip olan sendika ve
meslek örgütlerinin kökleşmiş kurumsal yapıları ve her daim toplumsal mücadelenin
merkezinde yer almaları diğer örgüt biçimleri arasında ayrıcalıklı bir yer
edinmelerini sağlar. Bunun dışında toplumun yaklaşık %10’u, çalışan nüfusun
(devlet dairesinde) ise tamamının sendika ve meslek odalarına üye olması sendika ve
meslek örgütlerini her zaman için bir değer olarak görülmesini sağlamaktadır.
Sendikaların yan kurumları olan Belça (süper market), PEYAK (alışveriş merkezi ve
banka idi, ancak ekonomik krizle kapanmıştır), KTÖS Bankası, KTAMS Bankası,
SENKO gibi ve diğer sendikalara ait bir çok banka ve marketle, sahip oldukları
üyelerin
alım
gücünü
yükselterek,
tüketim
potansiyelini
örgütsel
ağlarla
desteklemektedirler. Yan kurumların sağladığı örgütsel doku Kıbrıs’ta bulunan
STK’lar için çok güçlü bir avantaj sağlamaktadır. Bankaların kendi sendikalarına ait
üyelerine sağladığı kolaylıklar ve ayrıcalıklar kuruma olan güveni ve bağlılığı
artırırken, aynı anda yine sendikalara ait alışveriş noktalarının piyasa ekonomisine
göre daha ucuz imkanlar sağlaması STK dışındaki özel sermayenin ülke içindeki
dengelenmesini sağlamaktadır. Ekonomi dışında, demokrasinin geliştirilmesinde
187
üstlendikleri roller açısından
sendika ve meslek birlikleri önemli konumlarını
korumaktadırlar. Batı liberal demokratik toplumlarında insan hakları, düşünce
özgürlüğü gibi demokrasi adına şart koşulan bir çok olgunun savunuculuğunu
Kıbrıs’ta sendika ve meslek birlikleri üstlenmiştir. Bu durumun temel gerekçesi yine
tarihe dayandırılabilir, ancak burada çok daha önemli bir neden olarak ‘Kıbrıs
sorunun’ siyasal bağlamı dışına çıkarak kamusal alan üzerinde politik veya toplumsal
denetimi meşru kılmak adına iktidar odaklarınca kullanılması gösterilebilir. Nitekim
bu durumun en somut örneği 10 sendikanın bir araya gelmesi ile 10 Haziran 2000
tarihinde kurulan ‘Bu Memleket Bizim Platformu’nun (BMBP) ortaya çıkış
nedenlerinde görülmektedir. BMBP, 1990’ların sonlarına doğru uygulamaya konulan
ekonomik paketlerin neden olduğu mali gerileme, gazeteci ve yazarlara karşı artan
baskılar – gazeteci yazar Kutlu Adalı’nın öldürülmesi ve Avrupa gazetesi
yazarlarının casuslukla suçlanması –
düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, Rum
Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerinin başlaması gibi gelişmelere
duyulan tepkinin kurumsallaşması olarak kabul edilmektedir. BMBP örneği
sendikaların merkezi konumlarını ve taban inisiyatifini harekete geçirebilme
potansiyelleri görünür kılma açısından da iyi bir örnektir. Kuruluşundan bir ay sonra
18 Temmuz 2000 tarihinde İnönü Meydanın’da gerçekleştirilen ‘Bu Memleket
Bizim’ mitingine 10 bin kişinin katılımı sağlanmıştır. 11 Kasım 2002 BM Genel
Sekreteri Kofi Annan’ın adıyla anılan ‘Birleşmiş Milletler Çözüm Planı’nın
sunulmasından sonra BMBP’na dışarıdan destek sağlayan ve toplam üye sayısı 80
bin olan 90 STK ile birlikte KKTC tarihinin en geniş katılımlı platformu olan ‘Kıbrıs
Türk Sivil Toplumunun Ortak Vizyonu’ oluştururlar. Sendikalar uluslararası
kurumlarla çok boyutlu br ilişki içerisindedirler. ILO, FISE, Uluslararası Ticaret
188
Odası (ICC), Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu (WFTU), Uluslararası İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu
(ETUC), İngiliz Uluslar Topluluğu İşçi Sendikaları Konseyi (CTUC), Türkiye İşçi
Sendikaları Federasyonu, Uluslararası Ticaret Odası (UTO), Uluslararası İslamik
Ticaret Odası, Sanayi ve Borsa Odası, İngiliz Uluslar Topluluğu Ticaret Odaları
Federasyonu ve AB Ticaret ve Sanayi Odaları Daimi Konferansı Kıbrıs’taki sendika
ve meslek birliklerini üyesi oldukları ve yakın ilişki içinde bulundukları uluslararası
kurumlardan bazılarıdır.
Tüm bu olumlu ve güçlü etkileri dışında sivil toplum teorisinin idealize ettiği
demokratik unsurları özelde sendikalar genelde Ada’da bulunan diğer STK’ların
yerine getirip getirmediği tartışmalıdır. Çünkü, Kıbrıs’ta güçlü mesleki dayanışma
bağlarının, toplumsal yapıda yer alan diğer sosyal hakların korunması ve
geliştirilmesine yansımadığı görülür. Örneğin KKTC’de 1059 kurum arasında tek bir
eşcinsel derneği yoktur. Hatta basın-yayın ve toplumun günlük söylemsel
pratiklerinde de ‘eşcinsellik’ veya herhangi bir marjinal grubun temsiline yer
verilmez. Bu çalışma içerisinde sıklıkla bahsedildiği gibi ‘Kıbrıs sorunu’ toplumsal
ilişkilerin bir parçasıdır ve Ada’da her şey öncellikli olarak ulusal sorunun
giderilmesine kanalize edilmektedir. Bu nedenle, bu tarz göreli marjinal girişimler
kendi içinde oluşmaz, toplumun kolektif bilinç düzeyine de yansımaz. Belki buna
bağlı ikinci bir neden, örgütlenme kültüründe bireysel tercihler ikincil planda olması
gösterilebilir. Sendikal anlayış temelinde ilk amaç grupların çıkarlarını maksimize
etmektir. Bu nedenle marjinal olgular ve bireysel tercihler sivil toplum içerisinde
ifadesini bulmaz.
189
Kıbrıs’ta mevcut Kadın derneği sayısı 22’dir. Ancak kadın dernekleri tam
anlamıyla kadın haklarını savunmaktan çok, kadınların sosyal hayattaki çalışma
sahalarını genişletmek bir anlamda ‘kadın kolu’ gibi düşünülmekte ve kadın
dolayımında çocuk ve gençlerin eğitilmesine yönelmektedirler. Faaliyetleri
çoğunlukla kültürel araştırma üzerinedir. Örneğin Kadından Yaşama Destek
Derneği’nin (KAYAD) amaçları şu şekilde belirtilmekte;
Genelde insan hakları özelde kadın hakları için çalışmak, Kadının toplumdaki
konumunu güçlendirmek, Uluslararası barış ve anlayışın gelişmesi için
çalışmak, toplumdaki ahlaki değerlerin gelişmesine yardımcı olmak,
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
Toplumda ‘çeşitlilik içinde birlik’ kavramının yerleşmesini sağlamak’.
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
Derneğin faaliyetleri ise; ‘KAYAD toplum merkezi, kadın aile ve gençlerin
Silinmiş:
güçlendirilmesi yoluyla, sivil toplumu dinamikleştirmeyi amaçlamaktadır.
Silinmiş: .
Toplum merkezi, hedef gruplarının ihtiyaçlarını eğitim danışmanlık ve sosyal
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
aktiviteler aracılığıyla gidermektir.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
Silinmiş: ’
Derneğin amaçları ve ilkelerinden de anlaşıldığı gibi, kurum ‘eleştirel feminist
düşünceden’ hareket etmez. Çünkü en başından kendilerini ‘toplum merkezi’ olarak
sınıflandırmaktadırlar. KAYAD bu bakış açısının tek örneği değildir. Diğer kadın
derneklerinin bir çoğu ya partilerin kadın kolları veya kadın kulüpleridir. Bu duruma
varsayımsal olarak iki neden sayılabilir. İlki, Kıbrıs tarihinde kadınlar sendika ve
diğer hareketlerin yönetim kademelerinde ve aktivist olarak, erkek nüfusa göre az,
ama aktif biçimde özellikle sol mücadeleye katılmış olmaları, ikinci bir neden ise
toplumun eğitim düzeyinin yüksek olması ve ailenin yapısal özelliği gösterilebilir.
Kısaca ‘kadın hakları’ Kıbrıs tarihinin hiçbir döneminde sorunsallaştırılmadı. Başka
bir ifade ile ‘kadının sorunları’ feminist eleştirel kuramın sorunsallaştırdığı şekliyle
algılanmadığı söylenebilir.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
190
Kültür, sanat ve düşünce dernekleri meslek birliklerinden sonra en geniş
örgütlenme alanına sahip olan kurumlardır. Kültür ve sanat dernekleri ‘kıbrıslılık’
olgusundan hareketle yerel değerleri yaşatmak ve korumayı amaç belirlemişlerdir.
Folklor, yazın – edebiyat, müzik gibi farklı alanlarda çalışmaktadırlar. Kabaca
‘kültüralist’ bir çizgidedirler. Halk Sanatları Vakfı (Has-Der, 1977’de kurulan dernek
1 Ocak 2002 tarihinden itibaren çalışmalarını Halk Sanatları Vakfı altında
Silinmiş: çalışmalarını
sürdürmektedir) amaçlarını şu şekilde belirtmekte;
Halk Sanatları, El Sanatları, Kültür-Sanat, Folklor ve Turizm konularında
çalışmalar, araştırmalar ve etkinlikler yapmak ve/veya yaptırmak; İlgili
bakanlıkların ve bağlı kurumların ihtiyacı olan araç-gereç vb. Sağlamak;
Eğitim, üretim merkezleri ve enstitüler açarak, işletmek ve eğitim vermek; Bu
Silinmiş: ‘
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
alanlarda eğitim gören KKTC vatandaşı gençlere burs vermek’, ‘Yurtiçi ve
yurtdışında fuar, festival, şenlik vb organizasyonlar, etkinlikler düzenlemek,
düzenlenmesine katkıda bulunmak ve bu tip etkinliklere katılmak…
Kadın dernekleri ve kültür dernekleri genellikle toplum içinde politik partilerin yan
kolları olarak algılanmaktadır. Kıbrıs’ın nüfusunun az olması nedeniyle mesleki
katılımı değil daha çok bireysel katılımı gerekli kılan STK’lara yönelik bu tutumun
altında, birincil ilişkilerin profesyonel hayattan soyutlanamaması yatmaktadır. En
basit düzeyde bireysel kimlikler
ve ilişkiler (özel alan olara da düşünülebilir)
örgütün karakteristiğinin kamusal alana nasıl yansıdığı konusunda belirleyicidir.
Örneğin KAYAD (Kadından Yaşama Destek Derneği) başkanı Meral Akıncı, BDH
(Barış ve Demokrasi Hareketi) genel başkanı Mustafa Akıncı’nın eşidir. KAYAD
son derece aktif bir örgüt olmasına rağmen başkanın siyasal bir partiyle dolaylı
ilişkisi nedeniyle dernek aktivitelerine katılıma farklı partiyi/görüşü destekleyenler
mesafeli yaklaşmaktadır. Aynı zamanda devletle olan ilişkilerde de talep edilen bir
Silinmiş: ’
191
takım hakların temininde zorluklar yaşanabilmektedir. Bu durum sadece KAYAD
için geçerli değil bütün STK’ların başlıca sorunudur. Benzer bir örnek Has-Der’de
görülmekte; Has-Der Kıbrıs’ın en eski folklor derneği olması, kültürel yayınlara
önem vermesi ve bir çok yarışmada ödül kazanmasına rağmen merkez binasının
(tarihi eser olan Kilise), CTP’ye (Cumhuriyetçi Türk Partisi) bazı sosyal
aktivitelerinin düzenlenmesi için kiralandığından toplum tarafından ‘CTP’ci’ olarak
tanımlanabiliyor.
Birincil ilişkiler sadece örgütlerin algılanmasına yönelik bir uyarıcı değildir.
Özellikle meslek birlikleri üyeleri arasında yaşanan bireysel farklılıkların örgütlerin
kendi iç yapılanmasına dolaysız etkileri söz konusudur. Kıbrıs’ta en sık görülen
örneklerinden biri örgüt içi seçimlerde önerilen başkanla kişisel sorunu olanın istifa
edip aynı konsepte farklı bir örgüt kurabilmesi veya seçimleri kaybeden kesimin yeni
örgütlenmelere gidebilmesidir. Örneğin Kıbrıs Ticaret Odası seçimlerinde seçimi
kaybeden grup; Kıbrıs Türk İşadamları Derneğini kurmuştu. Bu bölünmeler
sayesinde; ‘Kıbrıs Türk İşadamları Derneği’, ‘K.T Genç İşadamları Derneği’ ve
‘KKTC Genç İşadamları Derneği’ gibi 4 farklı başlıkta ancak aynı amaç ve hedefler
doğrultusunda kurulan çok sayıda dernek vardır. Üye olmak istenildiğinde ise hangi
derneğin seçileceği aktivite alanlarıyla veya güven teşkil etmesiyle değil tamamen
yanlı ve özellikle siyasi tercihlere göre seçim yapılmasına neden olmaktadır.
Üyelerin bireysel tercihleri STK’ların görüş açısını daraltmakta ve demokrasi adına
yola çıkan bir çok kurumu sosyo-politik geleneğe hapsetmektedir.
Sağlık alanında ki örgütlenmeler, tanımlanan hastalıklarla baş etmeye çalışan
grup oluşumlarıdır. Örneğin ‘Thalasamia’lılar Derneği’ gibi, hastalığın mağdurları ve
192
uzman kişilerin bir araya gelmesine olanak tanıyan kurumlardır. Özetle ‘sağlık’,
hastalıklarla tanımlanmakta, toplumsal sağlıkla ilgili küçük çaplı çabalar dışında bir
girişime rastlanmamaktadır. Sağlık alanında faaliyet gösteren STK sayısı 46’dır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, özellikle herhangi bir hastanın acil ihtiyaç duyduğu
- organ, ilik vb. – gereksinimlere yönelik seri biçimde kampanya düzenleyip sorunu
çözümleyebilme kapasiteleri oldukça yüksektir. Kampanyaların hemen hemen hepsi
toplumsal ve toplumlararası duyarlılık bağlamında geniş katılımlı ve yasal sınırlılık
tanımadan gerçekleştirilmiştir. Elbetteki, kamuoyu oluşturmada ki başarılarında
insani unsurlar ve konuların hassasiyeti etkisinin gözden kaçırılmaması gerekir.
22 çevre örgütünden çoğu ‘ağaçlandırma ve çevre düzenlemesini’ amaç
edinmiştir. Ada’da köklü bir çevre hareketinden bahsetmek oldukça zordur. Yine de
‘ağaçlandırma’ dernekleri mikro ölçekte bir çevre sorumluluğu olarak okunabilir.
İnsan hakları derneklerinin sayısı 6’dır, ve hepsi merkezde (Lefkoşa) yer
almaktadır. Bunların arasında 2 tanesi tüketici hakları üzerine faaliyet gösterir.
Tüketici hakları derneklerinin ortak bir özelliği kuruluşlarından itibaren Avrupa
Birliği standartlarını öncelikli hedef belirlemeleridir. Örneğin Kıbrıs Türk Tüketici
Hakları Derneği (TÜHAK) amaçlarını şu şekilde belirtmekte;
Silinmiş: ‘
Ülkemizde tüketicinin korunmasını Avrupa Birliği ortak standartları düzeyine
yükseltecek tüketiciyi korumaya yönelik kuralların yasallaşmasını ve etkin
biçimde uygulanmasını sağlamak, Bağımsız bir tüketici ve sivil toplum örgütü
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk, İtalik Değil
oluşması sürecinde aktif biçimde dahil olmak, Güçlü ve etkili bir tüketici
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır
aralığı: 1.5 satır
hareketi için gerekli altyapıyı oluşturacak bilinçlendirme, bilgilendirme ve
Silinmiş: ’
eğitim programları geliştirmek ve yürütmek.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10
nk
olarak, ülkemizde ve Avrupa Birliği’nde tüketiciyi ilgilendiren politikalarının
193
İnsan hakları dernekleri ise fazlasıyla çelişkili ve belirsiz amaçlar etrafında
toplanmıştır. Örneğin insan haklarını korumayı amaç edinmelerine rağmen
tüzüklerinde yer verdikleri maddeler, referans olarak kullanılan insan haklarına
yönelik uluslararası anlaşmalarla aynı söylemi içermemektedir. KKTC İnsan Hakları
Silinmiş: yı
Derneği tüzüğünde yer alan 1. madde;
KKTC. Yurttaşları arasında ayrım
gözetmeksizin bir birlik oluşturmak, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamaktır’
şeklinde açıklanmaktadır. Dernek tüzüğünde 1. maddesinde açıkça görüldüğü gibi,
insan hakları kavramının atıfta bulunduğu bireysel haklar KKTC yurttaşlığıyla
sınırlandırılmıştır. Buna göre insan hakları retoriğinin tam tersine ‘dayanışma’
grupsal kimliğe atfedilmektedir. Nitekim insan hakları veya tüketici hakları gibi
derneklere katılım oranı çok azdır. TÜHAK’ın 170, KKTC-İHD’nin ise 100 üyesi
bulunmaktadır.
Kıbrıs’ta son yıllarda ‘hemşeri’ derneklerindeki hızlı artış, ülkenin göç
dalgasından ne kadar etkilendiğini dışa vurmaktadır. Hemşeri dernekleri çoğunlukla
Türkiye’deki
örneklerine
benzer
bir
yapıdadır.
Rutin
davranış
biçimleri
sergilenmekte ve aynı bölgeye ait kişilerin bir araya gelmesine imkan tanıyan
mekanlar olarak işlevselleşmektedir. Bu tarz dernekler folklorik unsurlarla
karakterizedir. 86 örgütle birlikte ‘sosyal dayanışma ve yardımlaşma dernekleri’
örgüt dağılımda 3. sırada yer alır. Türkiye’den gelen göçmenler yanında yerel halk
ile İngiliz vatandaşı olup Ada’da ikamet eden kişilerinin derneklerini de
kapsamaktadır. Her durumda hemşeri dernekleri Kıbrıs’ta yer alan diğer örgüt
modelleri içerisinde en kapalı yapıya sahip olanlardır. Çünkü hemşerilik bağı cemaat
anlayışını içinde barındırır ve bireyleri sosyo-kültürel kimlikleri içine hapseder.
194
Kıbrıs’ın demografik özellikleri, bu özelliklerin topluma sağladığı davranış
modelleri ve tarihsel deneyimler Kıbrıs sivil toplum kuruluşu dünyası içinde temel
belirleyici olmaktadır. Şehirler arası mesafenin az olması örgütsel iletişimin ve
katılımın önünü açarken, nüfusun az olması birebir ilişkileri pekiştirmekte böylelikle
bireylerin sosyal düzen içinde edindiği roller kalabalık ülkelere göre daha fazla önem
kazanmaktadır. Coğrafi şartlar ve popülasyonun azlığı bilgi üretim süreci üzerinde de
oldukça önemlidir. Mekan ve nüfus darlığı nedeniyle bireylerin birbirini tanıma ve
ilişki kurma süreleri hızlı, kolay ve süreklidir. Bu nedenle bilginin üretiminde ve
uygulanımında yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya formülasyonun saptanması
oldukça güçtür. Böyle bir durum ise bilginin belli bir tekelde toplanmasını
engelleyici bir unsurdur. Bu durumun bir sonucu olarak STK’ların kendi denetleme
ve disiplin kurumları dışında, toplumun genelinde kendiliğinden oluşan doğal bir
yargı mekanizması hemen her durumda devreye girmesidir.
8. Kıbrıs’ta STK’lar ve Uluslararası Örgütlerlerle (IGO- Inter-Governmental
Organizations) İlişkileri:
Bu başlık altında Kıbrıs’ta STK ve IGO ilişkisine kısaca değinilecektir.
Bir çok uluslararası yardım kuruluşu Kıbrıs’ta görev almaktadır. Ancak
bunlardan üçü, UNDP (United Nations Development Program -Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı), UNOPS (United Nations Office for Project Services
Programme - Birleşmiş Milletler Proje Hizmetleri Ofisi) ve USAID (United State
American International Development - Amerika Uluslararası Kalkınma Dairesi) sivil
Biçimlendirilmiş: Sekmeler:
1,9 cm, Sola + 3,49 cm, Sola
+ 3,81 cm, Sola + 4,13 cm,
Sola + 5,71 cm, Sola + 6,03
cm, Sola + 6,98 cm, Sola +
7,3 cm, Sola + 11,11 cm, Sola
+ 11,43 cm, Sola
195
toplum ve STK’larla sürekli bir diyalog içerisindedir. IGO ve STK’lar arasındaki
diyalog kültürel ve sosyal süreli projelerin uygulanmasına yönelik finansal destek
verilmesi ve planlanması aşamasında oluşturulmaktadır. Projelerin yürütülmesini
ağırlıklı olarak UNOPS üstlenmekte, USAID ve UNDP hibe kaynaklarla projeleri
finanse etmektedir. Diyaloğun temel kriterlerin başında Ada’nın Güney ve Kuzey’ini
ilgilendiren ortak konulara yardım sağlanması olduğundan dolayı Ada’nın bir
bölgesine tek taraflı bir yardım söz konusu değildir. UNOPS tarafından iki toplumlu
kalkınma programı
(bi-communal development programme) 1998 yılında
başlatılmıştır. Programın amacı, Kıbrıs’ta iki toplum arasında barış ve işbirliğini
geliştirmek olarak belirtilmektedir. Bu program altında çevre, altyapı, ekonomik
kalkınma, eğitim ve kültür, sağlık, bilgi ve iletişim teknolojileri, yönetişim ve sivil
topluma yönelik çalışmalar yürütülmektedir. İki toplumlu kalkınma programı’na
2004 yılı için toplam 60,182, 858 $ bütçe sağlanmıştır. Bütçenin %74’ü STK ve sivil
Silinmiş: k
girişimlere ait projelere, %6’sı Kızılhaç ve Kızılay’a, %11’i yerel birimlere, %9’u ise
Silinmiş:
UNOPS/UNDPbirimleri arasında dağıltılmıştır (www.unopspmpu.orgoverview.htm).
Silinmiş:
Kıbrıs’ta IGO ve STK ilişkisi proje bazlı, çok boyutlu ve etkileşimlidir.
KKTC tanımdağı için uluslararası yardım çoğunlukla BM gözlemciliğinde alternatif
kanallardan sağlanmaktadır. Bu nedenle uluslararası alanda KKTC’de yer alan STK,
sivil girişimler ve yerel idareler geliştirilmesi oldukça önemlidir.
Silinmiş: ¶
Biçimlendirilmiş: Ortadan
196
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
‘Sivil toplum’ kavramı, 18. yüzyılda modernist aydınlanmacı teorisyenler
tarafından, feodal toplumun sanayileşmesine paralel oluşan yeni sınıfların ve yeni
işbölümlerinin ayrıştırmaya başladığı toplumsal ilişkiler sistemini tanımlamak için
kullanıldı. Epistemolojik olarak sivil toplum, çok daha eskilere dayanmaktadır.
Kavram ilk kez Aristo ve Çiçero’nun Antik Yunan ve Roma medeniyetlerine ait
eserlerinde kullanıldı. Sivil toplum ilk kavramsallaştırıldığı biçimiyle site ve polis’in
devamlılığına hizmet eden vatandaşlar bütününü ifade etmekteydi. Ancak, kavramın
bugünkü
kullanımına
kaynaklık
eden
modernizm
sürecinin
özel
yapısal
dönüşümüdür. Bu nedenle sivil toplum özelde modern toplumdur. Modern toplumu
ise feodal toplumdan ayıran iki önemli olgu, sivil toplum teorisyenleri açısından
araştırmaya değer bulunmuştur. Bunlardan ilki siyasal toplumu ve sınıf çatışmalarını
içeren ‘kamusal alan’ ve diğeri bireyin özel ilişkilerini yürütebildiği aileye ait ahlaki
alan yani ‘özel alan’dır. Sivil toplum bu açıdan iki önemli değişkeni politik ve
kültürel olanın ayrı ayrı kapılardan içeri girdiği modernizme içkin bir süreçtir. Marx
ve Hegel için ‘sivil toplum’ burjuva toplumunun egemenliğinde olan özel ilişkileri
betimler. Marx’a göre yeni bir sömürü biçimi, Hegel’e göre ise ahlaksal değerlerin
yozlaştığı ve egoist tutukuları dile getiren bir toplum modeliydi. Her ikisi için sivil
toplum kapitalistleşmenin tüm olumsuz değerlerini kapsamaktaydı.
Aynı dönemlerde liberal düşünürlerin bir çoğu için ‘sivil toplum’ özgürlükleri
genişletilmesinin yeni bir yöntemi olarak kabul edildi. Bu nedenle kavram son derece
olumlu bir anlam taşıyıp, ilerlemenin önünü açacak bir olgu olarak algılandı. Sivil
Silinmiş: ¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
¶
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
197
toplumun aktörü, liberal düşünürlere göre de burjuva sınıfıydı. Gramsci ve
Tocqueville’nin sivil topluma yönelik çözümlemeleri ise kavramın bugünkü
kullanımını öncellemekteydi. Gramsci için sivil toplum, devleti denetim altına almak
için gerekli üst-yapısal bütünlük sistemidir. Tocqueville’e göre ise sivil toplum,
örgütlülüğe ve çoğulculuğa dayanan ideal demokratik toplum modelidir. Pre-modern
dönemde ‘devlet’ sivil toplumun enstürmanlarından biri iken, modern dönemde sivil
toplum devlete karşı alternatif bir güçtü.
21. yüzyıl başlarında Tocqueville’nin kuramına dayanarak yeni bir sivil
toplum anlayışı ‘yeni dünya düzeni’ içerisinde yerini aldı. Sivil toplum; sivil toplum
kuruluşları, bireyler, ulusüstü özel ve hükümetlerarası örgütleriyle çok boyutlu bir
sistemin bütünü ifade eden katılımcı, çoğulcu ve gelişmeci özellik taşıyan toplumsal
bir yapıdır. 21. yüzyılın sivil toplumu, Antik medeniyetlerde olduğu gibi devleti
içeren ya da modern dönemdeki gibi devlet karşısında olmakla sınıflandırılmıyor,
küresel ölçekte devletin yanında konumlandırılıyor. Kabaca sivil toplum Batı
toplumuyla karakterizedir. Buna göre sivil toplum farklı retoriklerle üç temel unsur
ortaya koyar; ilerleme, demokratikleşme, liberalleşme ve bunların öznesi
bireyselleşme.
Bu olguların türevleri ise sivil toplum kuruluşları’nın (STK) sosyo-politik
yapısal özelliklerini betimlemek adına her biri ayrı ayrı birer ölçek oluşturur. Özetle
STK, sivil toplum
içinde araçsal değerdedir. STK’ların hedefi sivil toplum
parametrelerinin işlerliğini tabandan tavana uygulanabilir kılmaktır. Basit tanımıyla
sivil toplum kuruluşları bireylerin ortak bir amaç için biraraya gelerek oluşturdukları
198
özel gönüllü girişimlerdir. Bu tarz girişimlerin nihai amacı kendi üyelerinin
taleplerine yanıt verebilmek, bunu yaparken de kamu yararını gözetmektir. STK’ların
kapsamı bakımından ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı mevcut hakların
Silinmiş: l
müdafaası önemli bir dayanak noktasıdır. STK’ların kamu yararı ilkesinin altında
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
yatan ana mantık, optimal almayı sağlayan verili hakların korunması ve
geliştirilmesi, geri kalan marjinal grupları toplumsal uzlaşı zeminine dahil edileceği
önermesidir. Bu nedenle sivil toplumu temsilen STK’lar hak olarak kabul edilen
olgulara atıfla çalışmalarını sürdürebilir. Sivil toplum teorisyenleri için bu bir nevi
Silinmiş:
zorunluluk bir anlamda da kamusal ahlakın yerleştirilmesi için gerekliliktir. Sivil
toplumun birimler halinde hareket etmesi iktidarla toplum arasındaki mesafenin
kısaltılması, katılımcı demokrasinin atırılması gibi etkenler karar sürecini grup
hegemonyasından çıkartıp kollektif iradeni hakimiyetine devredilmesi anlamına
gelir.
Kollektif irade taban insiyatifine dayalı dinamik bir süreçtir. Politik veya
kültürel iktidarın bu sürece herhangi bir müdahalesi tepkisel oluşumları gündeme
Silinmiş: tepkimenin
getirmektedir ki ‘toplumsal hareket’ bu geri dönüşümün kurumsallaşmasıdır.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
Toplumsal hareket düşüncesi ve eylemi sivil toplumla devlet arasında veya toplumsal
gruplar arasındaki çatışmayı görünür kılar. Bu bağlamda toplumsal hareketler sivil
Silinmiş: a
toplum ve devleti aynı oranda denetleyebilen kollektif bilinç düzeyidir.
Sivil toplum en asgari düzeyde bile modernizmden bağımsız düşünülemez.
Bu nedenle modernizmin unsurlarının Kıbrıs’taki yansımaları, Kıbrıs’ta sivil
toplumu tartışabilmenin bir yöntemidir. Kıbrıs, modernite sürecine kolonyal iktidar
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
199
altında girmiş ve kendi öznel koşullarını, Batı modernitesinden farklı kurmuştur. Bu
süreçte sivil toplum, Batı modernitesini karakterize eden rasyonalite, kapitalistleşme,
pozitivizm gibi unsurlardan bazıları dışlanarak, toplumsal dönüşümler ‘uluslaşma’
Silinmiş: a
bağlamında kimlik edinimleri üzerine inşa edilmişti. Kıbrıs’ta sivil toplumun
belirleyici özelliği azgelişmiş modernizme bağlı olarak azgelişmiş bir sivil toplum
Silinmiş: söylemidir
retoriğidir.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
Sivil toplumun pratiği sivil toplum kuruluşları ve toplumsal hareketlerin
Kıbrıs’taki önemi ise homojen grup kimliğinin başat olduğu kamusal alanları
şeklindiren temel unsurlar olmalarıdır.
Kıbrıs’ta yaşananlar, sivil toplum açısından ister milliyetçilik bağlamında
olsun ister sosyalizm bağlamında yer alsın tüm fraksiyonlarıyla birer toplumsal
harekettir. Kıbrıs’ta ‘kimlik’ sorunsalı altında toplumlararası yaşanan mücadele,
toplumun merkezinde yer alan çatışmalardan doğarak simgesel bir temelde ceryan
etmiştir. Elen ve Türk milliyetçilikleri kendi retoriklerini bu çatışma üzerine
kurmuşlardı. Toplumsal hareket bağlamında düşünebilmeyi sağlayan ikinci bir
özellik ise Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin ve Kıbrıs Türk solunun mücadelesinde ilk
Silinmiş: nin
kertede iktidarı değiştirmeyi hedeflememiş olmasıdır. İngiliz döneminde Türk
cemaatin tutumu ‘Taksim’ politikasına kadar, nitekim Taksim isteminin başlarında
da iktidarı hedefleyen bir politika değildi. Çünkü sorun İngiletere’nin iktidarı değildi,
sorun karşı söylemde tüm Kıbrıs Türk ulus-kimliğin dayandırıldığı ‘ötekinin’ iktidarı
yani Elenizmin iktidarıydı.
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
200
Kıbrıs’ta toplumsal dönüşümler kurulan karşıtlık ilişkileri sonucunda
gerçekleşmişti. Buna göre Kıbrıs için Avrupa’daki örneklerinden yola çıkarak makro
düzeyde (Aberle ve Wilson’un tanımladığı) iki tür toplumsal hareketin gerçekleştiği
söylenebilir. Söylemsel pratiğini milli değerler etrafında şekillendiren kanadın yol
açtığı değişim ‘transformatif’ nitelikte olmuştur. EOKA ve TMT örneği bunu
karşılayan iki dönüşümcü hareketti. EOAKA ve TMT zaman zaman şiddete ve
Silinmiş: a
baskıya dayanarak toplumsal yapıları yeniden inşa etmeyi amaçlamışlardı. Collas’ın
toplumsal hareket çözümlemesine göre ise bu tarz girişimleri gerici olarak
nitelendirmek yanlış olmaz. Ada’da komunist hareket ise reformatif nitelikte olup
günlük pratikler üzerine yoğunlaşmıştı. Komunist hareketin amacı basitçe
tanımlanırsa sınıfsal farklılıkları ve dengesizlikleri eşitleme çabasıydı. Evrensel
sosyalizm iddasında bulunmakla birlikte fazlasıyla endojendi.
Son yıllarda özellikle ‘Bu Memleket Bizim Platformu’, ‘Ortak Vizyon’
örneklediği hareketler ise ‘yeni toplumsal hareket’ özelliğini taşıyan eylemlerdi ve
‘alternatif hareketlere’ yakın olmaktadır. Melluci’nin toplumsal hareketlerin
sonuçlarına yönelik çözümlemesinden yararlanarak, son yıllarda kollektif iradenin
ortaya çıkardığı sonuçlardan bazıları kültürel yenilenme olmuştur. Kıbrıslılık böyle
bir kültürel revizyonun ideolojik yönüdür. İkinci bir sonucu yine Melluci ve
Touraine dayanarak iktidarın görünür kılınmasıdır. Bulara ek olarak Melluci’nin
kehanet ve paradoksal karşı çıkış tanımı Kıbrıs’ta yaşananların özelliklerindendir.
Kıbrıs’ta sivil toplum kuruluşları, toplumsal hareketleri kurumsallaşması
olarak kabul edilebilir. STK’lar Ada’da, toplumsal çatışma merkezlerinin odağından
Silinmiş: Kıbrıs’ta son
yaşananlar bir kehanetti, çünkü
uluslararası ve merkez konumda
bulunan komuoyları için tek
rasyonalitenin iktidarın işlenim
mantığı olmadığı gösterildi.
Paradoksal bir karşı çıkıştı, karşı
olunan birçok olgu ters yüz
edilerek savunan kişiler ve
gruplarca fiili olarak temsil
edilmiştir.¶
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk
201
yer almıştır. Bu nedenle yapısal olarak kamusal ve özel alanlarla hiyerarşik ve ‘tripartial’ diye tanımlanan ilişkiler bütünüyla hareket etmektedirler. Üçlü yapı kurum
içi ve kurumlar arası, siyasal temsilin yanında sosyal temsile de olanak tanıyan bir
yapılanma öğesidir. Sivil toplum açısından ele alındığında, Kıbrıs’ta sivil toplum
kuruluşları, siyasi ve kültürel bir geleneğin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Çoğunlukla,
liberal sivil toplum söyleminin idealize ettiği gibi olmamasına rağmen yerleşik bir
demokrasi kültürünün ve katılımın sağlanabilmesi açısından önemli kazanımlara
sahiptirler.
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
202
KAYNAKÇA:
Aktay, Yasin. (2003); ‘Amerika’da Sivil Toplum ve Sivil Dinin Temelleri’, Sivil
Toplum Düşünce veAraştırma Dergisi, S.4, s.25-44
An, Ahmet. (1996) Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi (15711948). Mez-Koop Yayınları:Lefkoşa
An, Ahmet. (1998) Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi. Galeri Kültür:Lefkoşa
An, Ahmet. (1999) Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar. Kıvılcım:Lefkoşa
Arrighi Giovanni., et al, (2004) Sistem Karşıtı Hareketler. Metis İstanbul
Atalay, Mürrüvet. İnan, Bahire Uzman. (1998) Kıbrıs Türkünün Değişim ve Gelişiminde
Kıbrıs Türk Kadın Dernekleri. I. Cilt.DAÜ:Gazimoğusa
Atalay, Mürrüvet. İnan, Bahire Uzman. (1998a) Kıbrıs Türkünün Değişim ve Gelişiminde
Kıbrıs Türk Kadın Dernekleri. II. Cilt.DAÜ:Gazimoğusa
Atar, Yavuz. (1997) ‘Demokratik Sistemde Sivil Toplum Fonksiyonu ve Sivil
Toplum-Devlet Dualizmi’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.98-102
Baryy, Norman. (1999) ‘Sivil Toplum, Din ve İslam’, İslam, Sivil Toplum Piyasa
Ekonomisi.der. Demir, Ömer. Liberte Yayınları: Ankara
Başkaya, Fikret. (2000) Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü. İmge:Ankara
Başoğlu, Mustafa. (1997) ‘Demokrasi ve Sivil Toplum Kuruluşları’. Türkiye; Sivil
Toplum Özel Sayısı. S.18, s.113-122
Bayhan, Vehbi. (2002) ‘Risk Toplumu’. Doğu-Batı, S19. s.188-201
Behçet, Hasan. (1969) Kıbrıs Türk Maarif Tarihi. (belirsiz) Lefkoşa-Kıbrıs
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
203
Beigbeder, Yves. (1999) The Role and Status of International Humanitarian
Volunteers
and
Organizations
The
Right
and
Duty
Humanitarian
Assistance. Martinus Nijhoff Publishers: London
Belge, Murat. (1998) ‘Sivil Toplum Örgütleri’, Merhaba Sivil Toplum. der. Ulaş,
Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği
Beratlı, Nazım. (1997) Kıbrıslı Türklerin Tarihi: I. Galeri Kültür: Lefkoşa
Beratlı Nazım. (1999a) Kıbrıslı Türklerin Tarihi: III. Galeri Kültür:Lefkoşa
Bizden, Ali. (2003) ‘Reddi Miras’, Birikim S.167, s. 44 - 47
Bostancı, Naci. (1997) ‘Sivil Toplum, Devlet ve Türkiye’. Yeni Türkiye; Sivil Toplum
Özel Sayısı. S.18, s.181-188
Bozkurt, Enver.
Demirel, Havva. (2004) Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği
Kapsamında Kıbrıs Sorunu. Nobel:Ankara
Bryce, Herrington J. (2002) ‘Organizing and Managing Nonprofits For Local
Economic Development’. Management In the Non-Profit Sector, First International
Symposium 22-24 November. Management Center; Lefkoşa
Cahit, Neriman. (1988) Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Mücadele Tarihi. I.Cilt
KTÖS: Lefkoşa
Cahit, Neriman. (1988a) Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Mücadele Tarihi.II.Cilt
KTÖS: Lefkoşa
Canatan, Bilal. (2001) Düşünce Tarihinde Kamu Hukukunda Avrupa Birliğinde
Yerellik İlkesi. Galeri Kültür Yayınevi: Ankara
Cohen, Robin. Rai, Shirin M. (2000) Global Social Movements. The Athlone Press:
London and New Brunswick
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
204
Collas, Alejandro. (2002) International Civil Society Movements in World Politics. Polity
Press:Cambridge
Conca, Ken. (1996) ‘Greening The UN:Environmental Organizations and The UN System’.
NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon.
Lynne Rienner Publishers, London.
Cooke, Bill. (2002) ‘Katılımın Sosyal Psikolojik Sınırları’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık
mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi:
İstanbul
Çaha, Ömer. (1997) ‘1980 sonrası Türkiye’sinde Sivil Toplum Arayışları’. Yeni
Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.28-65
Çaha, Ömer. (1998) ‘İdeolojik Kamusalın Sivil Kamusala Dönüşümü’. Doğu-Batı, S.5,
s.74-
97
Çelebi, Aykut. (2002) Avrupa: Halkların Siyasal Birliği. Metis: İstanbul
Dağtaş, Erdal. (1999) ‘Yeni Sağ ve Yeni Sol İdeolojilerde Sivil Toplum, Medya ve
Demokrasi. İletişim, S.3, s.36 – 59
Doğan, İlyas. (2002) Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum.
Alfa:İstanbul
Donini, Antonio. (1996)
‘The Bureaucracy and The Free Spirits: Stagnation and
Innovation in The Relationship Between The UN and NGOs’. NGOs, the UN, and
Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner
Publishers, London.
Ercan, Fuat. (2001) Modernizm Kapitalizm Azgelişmişlik. Bağlam Yayıncılık:İstanbul
Emeralp, Sadun. (1998) ‘YerelYönetimler ile Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki
İşbirliği’. Merhaba Sivil Toplum.der. Ulaş, Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği.
205
Erdözen, Ozan. (1998) ‘STK’lar Hukuki Çerçevede Yenilik Talepleri Üzerine Notlar’.
Merhaba Sivil Toplum.der. Ulaş, Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği
Evre, Bülent. (2004) Kıbrıs Türk Milliyetçiliği: Oluşumu Gelişimi. Işık Kitabevi
Yayınlar: Lefkoşa
Fraser, Nancy. (2004) ‘Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan
Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı’ Kamusal Alan ed. Meral Özbek Hil
Yayınları: İstanbul
Gellner, Ernest. (1998) Milliyetçiliğe Bakmak. (çev.Çoşar, S.-Özertürk, S. –
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Soyarık,N.).
İletişim: İstanbul
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Gençkaya, Ömer Faruk. (1997) ‘Demokratikleşme ve Sivil Toplum İlişkisi Üzerine Bir
Not’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.102 – 106
Ghinst, Jill Van Der. (1998) ‘ABD ve Avrupa’da Sivil Toplum Kuruluşları Arası
İletişimin Dünü ve Bugünü’. Üç Sempozyum. Tarih Vakfı:İstanbul
Göle, Nilüfer. (1998) ‘Yurtdışı İlişkilere Kuramsal Bir Bakış’. Üç Sempozyum Sivil
Toplum Kuruluşları. Tarih Vakfı:İstanbul
Gülmez, Mesut. (2004) Birleşmiş Milletler Sisteminde İnsan Haklarının Korunması.
Türkiye Barolar Birliği:Ankara
Habermass, Jürgen. (2004) ‘Kamusal Alan’ Kamusal Alan, ed. Özbek Meral, Hil yayınları:
İstanbul
Habermas, Jürgen. (2002) Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. (çev. Bora, T. – Sancar, M.).
İletişim: İstanbul
Hardt, Michael. Negri, Antonio (2003) İmparatorluk. Ayrıntı:İstanbul
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
206
Henkell, Heiko. Stirrat, Roderick (2002) ‘Manevi Görev Olarak Katılım; Güçlendirim ve
Seküler Tabiyet’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev.
Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul
Huddock, Ann C. (1999) NGO’s and Civil Society Democracy or Proxy. Polity
Press: London
Huntington,
Samuel.
(1996)
Üçüncü
Dalga
Yirminci
Yüzyılın
Sonlarında
Demokratlaşma. (çev.Özbudun, E.). Yetkin Yayınları
İnatçı, Ümit. (2003) ‘Kıbrıslı Türklerin Kuşatılmışlık Hali’, Kıbrıs’ın Turuncusu. ed.
Hasgüler, M. İnatçı, Ü. Anka:İstanbul
Kaboğlu, İbrahim. (1996) Çevre Hakkı. İmge Kitabevi Yayınları
Kapani, Münci. (1996) İnsan Haklarının Uluslararası Boyutu. Bilgi Yayınevi:Ankara
Keane, John (2002) ‘Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’. Medya Kültür Siyaset.
der.İrvan, S. Alp Yayınevi: Ankara
Kegley, Charles W., Wittkopf, Eugene R. (1997) World Politics, Trend and
Transformation, St.Martin’s Press, New York.
Kızılyürek, Niyazi. (2003) ‘Birinci Cumhuriyet’ten Yeni Kıbrıs’a’, Kıbrıs Dün ve
Bugün. der.Kürkçügil, Masis. İthaki: İstanbul
Kızılyürek, Niyazi . (2003) Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs. İletişim:İstanbul
Kalodukas, Angelos. (2003) II. Dünya Savaşından Annan Planına. Kıbrıs Dün ve
Bugün. der. Kürkçügil, M.İthaki:İstanbul
Kothari, Uma. (2002) ‘Katılımcı Kalkınmada İktidar, Bilgi ve Sosyal Denetim’,
Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem,A.).
Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul
207
Kuçuradi, İonna (1998) ‘Sivil Toplum Kuruluşları: Kavramlar’. Üç Sempozyum Sivil
Toplum Kuruluşları. Tarih Vakfı:İstanbul
Kukathas, Chandran. (1999) ‘İslam, Demokrasi ve Sivil Ttoplum’ İslam, Sivil Toplum
Piyasa Ekonomisi. der. Demir, Ömer. Liberte Yayınları:
Ankara
Mahçupyan, Etyen (1998) ‘Osmanlıdan Günümüze Parçalı Kamusal Alan’. Doğu-Batı.
S.5, s.21-49
Marshall, T.H (2000) ‘Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar’. Yurttaşlık ve Toplumsal
Sınıflar. Gündoğan:Ankara
Mavratsas, Kayras V. (2002) Elen Milliyetçiliğinin Kıbrıs’taki Yönleri. Galeri
Kültür; Lefkoşa
Mavratsas, Caesar. (2003) ‘Kıbrıs Rum Kimliği ve Kıbrıs Sorunu Hakkındaki
İhtilaflar’.
Kıbrısın Turuncusu. ed. Hasgüler, M. – İnatçı,Ü. Anka:İstanbul
Melluci, Alberto. (2004) ‘Toplumsal Hareketler ve Günlük Hayatın Demokratikleşmesi’.
Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar. der. Keane, John
(çev.Köker,
L. Çiğdem, A. Küçük, M.
Akın, E., Bora, A. Nur, A.) Yedikıta
Yayınları:Ankara
Mengi, Ayşegül. Algan, Nesrin. (2003) Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel
Sürdürülebilir Gelişme AB ve Türkiye Örneği. Siyasal Kitabevi: Ankara
Mihailidis, Mihalis. (2003) ‘Kıbrıs Türk İşçi Sınıfı ve Kıbrıs İşçi Hareketi 19201963’. Kıbrıs Dün ve Bugün. der. Kürkçügil M. İthaki: İstanbul
Moose, David (2002) ‘Halkın Bilgisi’ Katılım ve Patronaj: Kırsal Kalkınmada Eylemler
ve Temsiller’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev.
Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul
Natsios, Andrew S. (1996) NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss,
Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner Publishers: London.
208
Nelson, Paul. (2000) ‘Heroism and Ambiguity: NGO Advocacy in International Policy’.
Development in Practice, Volume 10, Number 3-4: August
Nesim, Ali. (1999) Kıbrıs Türk Gençlik Hareketi. Ada-M Basın Yayın: Lefkoşa
Ökçesiz, Hayrettin. (1997) ‘ Sivil İtiaatsizlik Hakkı’. Türkiye; Sivil Toplum Özel
Sayısı. S.18,
s. 159-169
Panayiotou, Andreas (2003) ‘Sınır Tecrübeleri: Kıbrıs Sorunu Vatanseverlik Anlayışını
Açıklamak’.
Kıbrıs’ın
Turuncusu.
der.
Hasgüler,
M.
–
İnatçı,
Ü.
Anka:İstanbul
Petras,James. Veltmeyer, Henry. (2001) Globalization Unmasked: Imperialism in the
21st Century. Fernwood Publishing-Zed Book
Rojas, Oscar. (1999) The Role of Civil Society Organizations in Sustainable
Development Civil Society at The Millenium: Kumarian Press.
Rooy, Alison Van. (1998) ‘Civil Society as Idea: An Analaytical Hatstand’ Civil Society
and The Aid Industry: The Politics and Promise. London
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Sancar, Mithat. (2000) ‘Global Sivil Toplum mu?’. Birikim. S.130, s.19-32
Senillosa. Ignacio de. (1998) ‘A new Age of Social Movements: a Fifth Generation of
Non- Governmental Organization In The Making’. Development in Practice,
Volume 8, Number 1, February.
Servas, Pulitis. (1999) Ortak Vatan. (çev. Irkad, Aysel – Irkad, Ulus). Galeri
Kültür:Lefkoşa
Şenatalar, Burhan. (2001) ‘STK Devlet İlişkilerine Kuramsal Bakış’. Avrupa Birliği Devlet
STK’lar. Tarih Vakfı:İstanbul
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
209
Şensever, Levent. (2003) Dünya Sosyal Formu Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve
Küresel Direniş. Metis:İstanbul
Tanıl Bora. (1990) ‘Yeni Toplumsal Muhalefet Biçimleri ve Demokratik Kitle Meslek
Örgütleri
İçin
Yeni
Mecralar’.
Demokratik
Kitle
Meslek
Örgütleri
Perspektifler/Sorunlar. Sağlık ve Toplum Yayınları:İstanbul
Tombazos, Stavros. (2003) ‘Kıbrıs Milliyetçilikleri’. Kıbrıs Dün ve Bugün. der.
Kürkçügil, M.İthaki:İstanbul
Tosun, Gülgün. (2003) ‘Global Sivil Toplum, Siyaset ve Yurttaşlık’. Sivil Toplum
Düşünce ve Araştırma Dergisi. ed. Çaha, Ömer. Aktay, Yasin. S.4, s.59-73
Touraine,
Alain.
(2002)
Eşitliklerimiz
ve
Farklılıklarımızla
Birlikte
Yaşayabilecekmiyiz. (çev.Kunal, O.), YKY:İstanbul
Uvin, Peter (1996) Scaling Up The Grassroots and Scalling Down the Summit; The
Relations Between Third World NGOs and The UN’. NGOs, the UN, and
Global Governance,
ed.
Weiss,
Thomas
G.,
Gordenker,
Leon.
Lynne
Rienner Publishers, London.
Uzun, Ahmet. Uğural, Çetin. et al. (1999) ‘1956-60 İngiliz Dönemi ve Geçici Dönem’
KTAMS Bilelim Yürüyelim. KTAMS Yayınları; Lefkoşa
Varnava, Pantelis. (1997) Kıbrıslı Rum ve Türklerin Ortak İşçi Mücadeleleri
Tarihten Olaylar. (çev. Haranas, Thanasis) (belirsiz):Lefkoşa
Yıldırım, İbrahim (2004) Demokrasi Sivil Toplum Kuruluşları ve Yönetişim.
Seçkin: Ankara
Yılmaz, Aytekin. (1997) ‘Sivil Toplum Demokrasi ve Türkiye’ Türkiye; Sivil Toplum
Özel
Sayısı. S.18, s.86-98
210
Weiss, Thomas
G., Gordenker, Leon. (1996);
Governance,
NGOs, the UN, and Global
Lynne Rienner Publishers, London.
Whaites, Alan (1999) Pursuing Partnership: World Vision and The Ideology of
Development – a case study. Development in Practice, Volume 9, Number 4,
August
Raporlar:
- Anual Report of the Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
- The Pancyprian Federation of Labour, Evolution- Achievements of the Trade Union
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Movement of Peo – Historicals Devolopment – Social Security Benefits –
Industrial Relations – The Cyprus Economy – The Cyprus Problem – General
Information. February 2000
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın
- Information Report of the the Section for External Relations on The Economic and Social
Situation and The Role of The Socio-Professional Oraganizations in Cyprus.
Rapporteur: Cassina. European Communities, Economic and Social Committe:
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Brussels, 1 February 2000; CES 291/99 fin. Rev. I/KH/ht-E/o
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
- Kıbrıs Sorunu Görüşler Öneriler Belgeler. Dev-İş, KTAMS, KTÖS, Koop-Sen, Emekİş, Devrimci Genel-İş Sendikaları Ortak Yayını: Kıbrıs
- KTÖS, 34. Dönem Çalışma Raporu, 2001 – 2003
- Kıbrıs Türk Ticaret Odası 39. ve 40. Dönem Faaliyet Raporu, 2001 – 2003
- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İstatistik Yıllığı 2001
- KKTC Anayasası
- KC Anayasası
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11
nk
211
- Republic Of Cyprus, Annual Report Of The Social Welfare Department For
The Year 1961
- Republic of Cyprus Ministery of Labour And Social Insurance, Annual Report On
Trade Unions For The Year 1969
- Republic Of Cyprus Ministery Labour And Social Insurance Department Of Social
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Welfare Services, Annual Report Of Department The Social Welfare
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Services For The Year 1970
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
- Republic Of Cyprus Ministery Labour And Social Insurance, Annual Report On
Trade Unions For The Year 1970
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Resmi Gazete:
Cyprus Blue Book 1932
Cyprus Blue Book 1933
Cyprus Blue Book 1946
The Cyprus Gazete 1960
Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 29 Haziran 1961
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
Kalın Değil
Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk
satır: 1,25 cm, Satır aralığı:
1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12
nk, Kalın
Biçimlendirilmiş: Satır
aralığı: 1.5 satır
Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 16 Ekim 1971
Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 8 Kasım 1971
Web-Site:
www.unicef.org
www.unopspmpu.org
www. deltur.cec.eu.int
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11
nk
Biçimlendirilmiş: Varsayılan
Paragraf Yazı Tipi
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11
nk
Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol:
0 cm, Satır aralığı: 1.5 satır
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
(Varsayılan) Times New
Roman, 11 nk, Yazı tipi rengi:
Biçimlendirilmiş: Yazı tipi:
(Varsayılan) Times New
Roman, 11 nk
212
Sayfa 69: [1] Silinmiş
Musti
30.06.2005 03:31:00
5.1.1.1. İnsani Yardım Örgütleri; Kızıl Haç/ Ay Örneği:
Kızıl-Haç dünyanın en eski sivil toplum kuruluşlarından biri olarak kabul
edilmektedir. 1863 yılında Henry Dunant ve dört kişiyle birlikte İsviçre’de ‘İnternational
Comitee For Relief To The Wounded’ adıyla kuruldu. 1875’te ise bugün bilinen ismini ‘The
International Comittie of Red Cross (ICRC)’ aldı. Kızıl Haç kuruluş amacında da yer aldığı
gibi temel görevi savaş nedeniyle mağdur insanları korumak ve yardım sağlamaktır. Örgüt
temelde 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ve ilerleyen yıllarda imzalanan ilgili sözleşmelerin
uluslararası uygulamaları denetlenmesiyle yükümlüdür. ‘Kısaca, Kızılhaç aslında uluslararası
insancıl hukukun tanıtımcısı (promoter), garantörü (guarantor), muhafızı (custodian) ve
gözlemcisidir (monitor)’ (Beigbeder 1991; 64).
Kızılhaç bağımsız , tarafsız ve önayrgısız olarak kurulmasına rağmen ileriki
zamanlarda mali bütçesinin büyük çoğunluğunun – ki yaklaşık %97’sini oluşturmakta –
devletler tarafından karşılanması, dünya çapında ulusal ve uluslararası spesifik bir yardım
sistemi oluşturulması ve devletlerin kendi özerk Kızılay/Haç’larına tüzük ve yasalarla
bağlayıcılığı olması nedeniyle tam bir sivil toplum kuruluşu olarak tanımlanmamakta ve son
yıllarda STK’ların çeşitlenmesiyle ‘quasi-nongovernmental organization (QUANGOs)’
kategorisine göre nitelendirilmektedir. Ancak Kızılhaç/Ay bir STK olmamasına rağmen BM
sisteminin de dışında yer alır. Oldukça özgün ve bir o kadar disiplinli örgütsel ağları
nedeniyle dünyanın hiç bir hükümet dışı aktörün olamayacağı kadar aktif ve söz sahibidir.
‘Kızılhaç ve Kızılay 7 temel prensip üzerinden hareket etmektedir; insanlık için (humanity),
tarafsızlık (impartiality), yansızlık (neutrality), bağımsız (independence), gönüllü hizmet
(voluntary service), dayanışma (unity) ve son olarak evrensellik (universality)’ (Beigbeder
1991; 62). Verilen 7 prensip uluslararası yardım sisteminin oluşturulmasına da örnek
oluşturacak everensel değerlerin net bir çerçevesini oluşturur. Uluslararası insancıl hukukun
insan haklarında atıfta bulunduğu yasalar da özünde kısmen bu 7 prensip üzerinden
tanımlanır. Her ne kadar Kızılhaç başarmış oldukları ve insani değerleriyle tüm dünya da
benzersiz bir saygınlık kazansa da yine de Kızılhaç’ın uluslararası sahnede statüsüyle ilgili
ciddi kaygılar bugün bile ağırlığını korumaktadır. Temel kaygıların başında Kızılhaç’ın bir
İsviçre kurumu olmasının uluslararası ilişkiler bağlamında İsviçre ile birlikte sembiyotik
davaranış kalıbı oluşturduğu yönündedir. İddiaların çoğu Kızılhaç’ın yansızlığının İsviçre
lehine deforme edildiğini ileri sürmekte ya da tersi biçimde İsviçre’nin Kızılhaç’a karşı
tarafgil tutumunu iredelemektedir.
Bu tartışmaları çoğaltmak mümkün anacak burada önemli olmasının nedeni insancıl
yardım hareketlerinin STK devlet denkleminden değil gerçekte ‘devlet-devlet’ ilişkileri
içinde değerlendirildiğini gösterebilmekti.
Kızılhaç genel olarak insani yardım örgütlerinin izlediği tutuma örnek oluşturur ve
diğer alanlarda faaliyet gösteren STK’lardan uyguladıkları yöntemlerle farklılaşırlar. En başta
Kızılhaç ve insani yardım örgütlerinin büyük bir çoğunluğu iletişim kanallarını, özellikle
yazılı ve görsel medyayı diğer kurumların aksine kamuoyu üzerinde baskı aracı olarak
konumlandırmak için değil, bağış toplayabilmek adına kullanır. Devletlerle olan ilişkilerinde,
öteki devlet dışı kuruluşlarından farklı olarak kamuoyu baskısı oluşturma yöntemine
başvurmaz ve <sesiz diplomasi> yolunu tercih eder. Sessiz diplomasi yöntemi Kızılhaç
tarafından hazırlanan raporlar ve araştırmaların ilgili hükümetlere iletilmesi ve uyarı taşıyan
konular için gerekli düzenlemelerin ve uygulamaların hayata geçirilmesini sağlamaktır. Buna
göre özelde Kızılhaç’ın genelde ise insani yardım örgütlerinin teknikleri; raporlama, izleme,
lobi çalışmaları, hukuksal denetim vb. oluşmaktadır. ‘Ancak, bu devletin raporu kısmen ve
sadece kendi işine gelen bölümlerini yayınlaması halinde, raporu tümüyle dünya kamuoyuna
açıklar’ (Kapani 1996; 83). Kabaca Kızılhaç’ın (insani yardımın) ayrıcalıklı konumundan
dolayı halkla ilişkiler faaliyetlerine gerek duyulmaz öncelikli amaç son kertede kamuoyunu
bilgilendirmektir.
Sayfa 169: [2] Silinmiş
Lefkoşa
Mağusa
Larnaka
Limasol
Baf
Girne
Doğa
Kooperatif sayısı
225
140
70
190
129
55
809
Sayfa 175: [3] Silinmiş
12.07.2005 23:38:00
Üye sayısı
55. 730
29. 790
13. 774
37. 886
29. 758
12. 400
170. 338
Musti
30.06.2005 00:08:00
Tablo 3 sendikaların tarihsel gelişmi içinde kadın ve erken dağılımını göstermektedir.
Bu tablonun burada kullanılmasının sebebi kadınları sendikal ve örgütlü mücadele
konumlarının daha iyi anlaşılabilir olmasını sağlamaktır. Aşağıdaki tabloda görülebileceği
sendikalar içinde kadın sayısı 1942 yılından sonra hızla artmıştır.bunun sebebi olarak çalışan
kadın sayısındaki artış ve sendikal mücadelenin toplumda çok aktif olmasıdır.
Tablo 3:
İşçi
1932
1
1942
73
1952
114
1962
179
1969
114
-
43
97
363
278
84
9,124
14 206
51,620
54, 038
-
867
1,888
13, 150
17, 575
84
9,991
16,094
64,770
71,613
sendikaları
(Unions Of
Employees)
Kolları
(Branches)
Üye Sayısı
(Membership
Erkek
(Males)
Kadın
(Females)
Toplam
(Total)
••RC, Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1969
Sayfa 180: [4] Silinmiş
Musti
30.06.2005 01:00:00
Sayfa 180: [5] Silinmiş
2001
Musti
Kadın
Erkek
Toplam
5417
8243
13660
30.06.2005 03:54:00
Download