T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI ‘‘KIBRIS’TA SİVİL TOPLUM VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI’’ Yüksek Lisans Tezi Saadet Alpar Ankara – 2005 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI ‘‘KIBRIS’TA SİVİL TOPLUM VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI Yüksek Lisans Tezi Saadet Alpar Tez Danışmanı Yrd.Doç.Dr. Halil Nalçaoğlu Ankara – 2005 ÖZET Bu çalışmada ‘sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşu’ ilişkisi Kıbrıs özelinde incelenmiştir. Özel ve kamusal alan etkileşiminden doğan sivil toplum ve STK’lar, Kıbrıs’taki modernleşme sürecinde sosyo-politik yapıların ideolojik ve söylemsel pratiklerini etkilemiştir. Bu etki, Ada’da modernizmin başlangıcı olarak kabul edilen İngiliz Sömürge Dönemi’nde (1878 – 1959) şekillenmiş ardından Kıbrıs Cumhuriyeti (KC, 1960 – 1963) ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC, 1983- ) kurulmasından sonrasına kadar devam etmiştir. Buna göre STK’ların karakteristiği her dönemde yaşanan farklılıklar ve kazanılan değerler ile karakterizedir. İngiliz Sömürge Dönemi’nde başlayan endüstrileşme, Ada’da bir yandan burjuva sınıfı diğer yandan koşut olarak işçi sınıfını yaratmış bunun sonucunda toplumsal yapılar komünizm ve milliyetçilik gibi iki temel olgu üzerine kanalize olmuştur. Sınıf farklılıklarının hissedilmesi ile birlikte toplumsal örgütlenmeler ağırlıklı olarak sınıfsal hak mücadelesi üzerinden tanımlanmış ve bu bağlamda sendikalar örgütlenmeler bu dönemin ana modelini oluşturmuştur. İngiliz Dönemi’nin sonlarına doğru güçlenen milliyetçi retorikler 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sırasında en güçlü dönemini yaşayacak ve bu dönemin toplumsal arzı kimlik edinimi dolayımında toplumlararası çatışmaya dönüşecekti. Bu durum sivil toplum ve örgütleri politik olmaya zorlamıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti aşırı politize edilmiş kamusal alanlar ve ilk kertede ideolojik örgütlerle tanımlanır. KKTC’nin kurulmasının ardından ‘öteki’nin öznesi günlük pratiklerin dışına çıkması, toplumlararası gerilimi toplum içi gerilim noktasına taşıyacak ve bu bağlamda sosyal örgütler bir yandan grup haklarına diğer yandan toplumsal haklara yönelecektir. Nitekim son dönemin başat kamusal alan karakteristiğini bu gerilim oluşturmakta, sosyal örgütlerde dolaylı olarak bu gerilimden beslenmektedir. Kısaca, Kıbrıs’ta sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları, Batı liberal öğretisinin ortaya koyduğu liberalleşme, demokratikleşme, ilerleme ve bireyselleşme gibi modernizmle birlikte düşünülen kavramlardan kendi öznel koşullarında ayrılmakta ve tarihsel deneyimler esasında homojen grup kimliğinin egemen olduğu kamusal alanlar ve bireysel haklar yerine grup haklarını öne çıkartan sosyal örgütlerle tanımlanmaktadır. ABSTRACT In this thesis, the relationship between non-governmental organizations (NGO’s) and civil society is tried to be studied and evaluated within Cyprus case. Public and private space interaction which produces the data used in explanation of modern definition of NGO’s is tried to analysed by studying how it reflects Cyprus’s socio-political structure on which ideological and expressional practices shaped. This effect is first appeared in British Colonial period (1878-1959) which Cyprus met with ‘modernism’. The Cyprus Republic period and the establishment of TRNC will be the other periods that are concerned throughout the study. Thus NGO’s tried to be characterised with the values and concerns of each period under the context of how NGO’s occurred and activated throughout these periods. In British period with the effect of industrialization, against new appeared bourgeois’s class and intellectuals a new labour class is appeared and linked organizations are canalised towards two main concerns. One is communism and the other is the classification of community upon nationalism by intellectuals. The class differentiations appeared in community such as between people having different political view, or different approaches took place in the public space resulted with the acceptance of NGO’s one of the values and ideas which appeared accordingly. The values of communism or the values of the nationalism be the factors that shape the NGO’s. As a result these organizations became political based organizations with in this period. In Cyprus republic period gained ideological values appeared as the ‘other’ with the result of exclusion of each other with the pressure. This pressure created the two community of the island to change their organizational frameworks structures and practices. In 1960’s NGO’s started to become fully politicised in this resulted with the social organization model instead of being defined as NGO. After the establishment of TRNC, previous experiences started reshaped with the public and private space. With politically defined ‘other’ started to define with the effect of inner dynamics and adopted a new structure and definition under these circumstances. Thus private space started to gain a new definition basing on abstract and subjective way of understanding in an isolated manner with the public space. Experienced changes created instead of political based structure, the NGO’s content expanded towards social areas providing a different values to the organizational culture of the island. Under this circumstances the new adopted structure of NGO’s dealing more with social issues can be evaluated within the framework of western way of NGO’s model. This can be summarised as the new content of NGO’s started to be adopted European way of approach such as dealing with different interest based on social and political issues and concentrating on improvement of social concerns and values. 1 İÇİNDEKİLER Giriş 1- Konu Tanımı 4 2- Çalışmanın Amacı 6 3- Çalışmanın Yöntemi 6 4- Çalışmanın Kabulleri 8 5- Çalışmanın Sınırlılıkları 9 6- Çalışmanın Planı 9 Silinmiş: 7 Silinmiş: 8 Silinmiş: 7 Silinmiş: 8 Silinmiş: 0 Silinmiş: 9 Birinci Bölüm Silinmiş: 4 Silinmiş: 3 Silinmiş: 0 1-Terminoloji Sorunu 11 Silinmiş: 19 Silinmiş: 2 Silinmiş: 1 2- Tanım Sorunu 15 2.1 Yerel STK 21 Silinmiş: 3 2.2 Ulusal STK 23 Silinmiş: 7 Silinmiş: 4 Silinmiş: 6 Silinmiş: 0 3- Sivil Toplum Kavramı 25 Silinmiş: 29 3.1 Sivil Toplum Kavramının Ortaya Çıkışı 28 Silinmiş: 9 3.2 Sivil Toplumun Düşünsel Tarihi 31 3.3 Sivil Toplum, STK ve Kamusal Alan Tartışması 40 Silinmiş: 8 Silinmiş: 3 Silinmiş: 2 Silinmiş: 8 Silinmiş: 7 4- Toplumsal Hareketler 45 Silinmiş: 3 4.1 Toplumsal Hareket Türleri 49 Silinmiş: 1 4.2 Toplumsal Hareketlerin Amaçları ve Sonuçları 54 Silinmiş: 6 Silinmiş: 5 Silinmiş: İnsan 5- Hak nosyonu ve STK ilişkisi 57 5.1 Haklar Bağlamında STK modelleri 64 5.1.1 İnsani Yardım Örgütleri 64 Silinmiş: ı Silinmiş: 3 Silinmiş: 1 Silinmiş: 3 Silinmiş: 2 2 5.1.2 İnsan Hakları Örgütleri 70 5.1.3 Çevre Örgütleri 72 Silinmiş: 8 Silinmiş: 7 Silinmiş: 1 Silinmiş: 0 5.2 STK Modellerinin Değerlendirilmesi 78 6- İlerleme/Gelişme Söylemi ve STK ilişkisi 81 6.1 Yönetişim 92 6.2 Yerellik 96 Silinmiş: 7 Silinmiş: 85 Silinmiş: 0 Silinmiş: 78 Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm Silinmiş: 1 Silinmiş: 89 Silinmiş: 5 Silinmiş: 3 İkinci Bölüm Silinmiş: 0 1- Kıbrıs’ta Sivil Toplum Tartışması 101 2- Osmanlı Dönemi’nin Kıbrıs Kamusal Alanı Üzerine Etkisi 107 3- İngiliz Sömürge Dönemi 1878 – 1960 112 3.1.1 Rum Toplumu - Elenizm – Enosis 115 Silinmiş: 4 3.1.2 Türk Toplumu -Türkçülük – Taksim 124 Silinmiş: 12 Silinmiş: 98 Silinmiş: 6 Silinmiş: 4 Silinmiş: 1 Silinmiş: 09 Silinmiş: 3 Silinmiş: 1 4- Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi 1960- 1974 134 Silinmiş: 3 4.1 Kıbrıslılık 140 Silinmiş: 1 Silinmiş: 9 Silinmiş: 7 5- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dönemi (1983 - ) 146 Silinmiş: 5 Silinmiş: 3 6- Kıbrıs’ta Örgütlenmelerin Genel Çerçevesi 152 6.1 Dernek ve Sendikaların Değerlendirmesi 169 Silinmiş: 1 Silinmiş: 49 Silinmiş: 8 Silinmiş: 6 7- KKTC’de STK’ların Genel Durumu 180 Silinmiş: 9 Silinmiş: 7 3 8- Kıbrıs’ta STK’lar ve Uluslararası Örgütlerlerle (IGO- Inter-Governmental Organizations) İlişkileri Sonuç ve Değerlendirme 194 196 Silinmiş: 3 Silinmiş: 2 Silinmiş: ¶ 9. Silinmiş: 5 Kaynakça 202 Silinmiş: 3 Silinmiş: ¶ Silinmiş: 10. Silinmiş: 1 Silinmiş: 198 4 GİRİŞ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk 1. Konun Tanımlanması: Silinmiş: T ‘Sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşları’ sosyal bilimler içerisinde her Silinmiş: S Silinmiş: T geçen gün daha fazla önem kazanmaya başlayan kavramlardır. Silinmiş: K Uluslararası dinamiklerin ulus-devlet sınırlarını belirsizleştirdiği bir dönemde kaçınılmaz olarak toplumlar, ulus-devlet çatısı altında yaklaşık bir asırdır edindikleri özel deneyimlerini yaşatma kaygısı duymaktadır. Bu kaygının bir sonucu olarak reel sosyo-ekonomik düzende özlenen demokrasi ve barışçıl Silinmiş: l arayışlar entelektüel disiplinleri farklı olgular üzerine kanaliz edecektir. ‘Sivil toplum’ kavramı bu arayışa yanıt veren işlevsel niteliğe sahip bir olgu olarak günümüzde yeniden hatırlandı. ‘Bugün global sivil toplum terimini kullananların bir kısmı onu uluslararası STK’lar, diğer bir kısmı, demokrasi ve kalkınma idealinin yayılması için ihtiyaç duyulan alt yapı unsuru olarak görür’ (Tosun, 2003; 60). Silinmiş: e Küreselleşmeye paralel modern toplumun yalnızlığa sürüklediği bireye toplumsallaşmayı getirecek olan ‘sivil toplumun’ ürettiği sosyo-ekonomik Silinmiş: T kurumlar olmuştur. Sivil toplum kuruluşları, bir yandan sivil toplumla yeniden anlamlandırılmaya çalışılan demokrasi ve ulusal sistem paradigmalarına ihtiyaç duyduğu vizyonu sağlarken diğer yandan ‘birey’ için gittikçe uzaklaşan siyasal, Silinmiş: K 5 kültürel ve ekonomik alanlara katılımını sağlayabilecek alternatif mekanlar yaratmaktadır. Silinmiş: tok Küresel dünyada sivil toplum ve aktörleri STK’lar dönemselleştirmeye tabi Silinmiş: u, olduğundan bulunduğu dönem içerisinde özne ve aktörlerin ilişkilerinin kapsamlı analizini gerektirmektedir. İdealize edildiği bağlamı dışında sivil toplum ve Silinmiş: olanla STK’lar yerelle evrensel olan arasındaki paradoksal çelişkide varlık bulur. Global Silinmiş: nin Silinmiş: sin sivil toplum, ulus-devlet paradigmalarını revize etmeyi önerirken, evrensel olanın azgelişmiş öğeleri dışlayıcı potansiyeli göz ardı edilmektedir. Bu durum sivil Silinmiş: , Silinmiş: nin toplum ve STK ilişkisi üzerine yoğunlaşan teorisyenler arasındaki tartışma unsurlarından birini oluşturur. Silinmiş: , Kıbrıs gibi ‘sui-generis’ bir toplumun, alternatif siyaset kanallarına ve demokrasiye duyduğu ihtiyaç, ‘sivil toplum’ ve ‘sivil toplum kuruluşlarına’ araştırma konusu olarak belli bir önem atfeder. Kıbrıs’ta sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları kavramlarının popülerleşmesine iki önemli gelişme ivme kazandırmaktadır. İlki dışsal diye tanımlayabileceğimiz Avrupa Birliği (AB) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası yapıların sivil toplum tezini ‘Kıbrıs Silinmiş: s Sorunu’ çözümünün kriteri olarak görmesi, ikincisi ise içsel dinamik Silinmiş: un nitelendirilmesi kapsamında daha demokratik bir toplum yönünde ‘Bu Memleket Silinmiş: demokrası paydasında Bizim Platformu’ ile başlayan toplumsal talebin artmasıdır. Kavramın içsel Silinmiş: gibi içsel dinamiklerdir. görünümünde ortaya çıkan sonuçlardan biri sivil toplumun hem politik bir Silinmiş: Silinmiş: , söylem hem de aslında bir kimlik arayışına tekabül etmesidir. Bu açıdan bakıldığında sivil toplum analitik bir inceleme süjesi olarak okunabilir. Kabaca 6 Silinmiş: Y yoğun milliyetçi odakların kamusal alan üzerindeki hegemonyasının aşılması için sivil toplum uluslararası alandan da destek bulan alternatif güçlü bir demokrasiye denk gelir. Çünkü, bireysel hakları hukuk (yasal düzenlemeler), toplumsal hakları devlet, grup haklarını ise en basit düzeyde STK’lar korur. Bu nedenle Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın ‘ulusal çıkar’ veya Kıbrıs sorunu gibi ‘ulusal hasasiyetler’ çoğunlukla toplumsal haklar ve birey/grup hakları ile gerilim oluşturur. Ada’da STK’lara demokrasi adına duyulan ihtiyaç bir anlamda bu gerilimi azaltma diğer yandan ortaya çıkacak sorunların önlenmesi için ihtiyaç duyulur. Böylece gruplar ve hükümetler arasında temsilcilik düzleminde müzakere ortamı yaratılır. STK’lar bugün için sadece hakların korunmasına yönelik birer enstürman ve alternatif siyasi ve ideolojik kanallar açarlar. Silinmiş: Nitekim sivil toplum tartışmalarının sürdürüldüğü süre zarfında en azından Ada’nın Kuzey tarafı için iktidar dahil olmak üzere minimal alanlara kadar yeniden yapılanma sürecine girildiği görülür. 2. Çalışmanın Amacı: Silinmiş: ¶ ¶ Silinmiş: ¶ Silinmiş: ¶ Çalışmanın amacı; ‘sivil toplum’ olgusu ve ‘sivil toplum kuruluşlarının’ Silinmiş: Kıbrıs’taki varlığını ve gelişmişliğini tanımlamaktır. 3. Çalışmanın Yöntemi: Çalışmanın yönteminde, Avrupa’daki örneklerine dayanarak, siyasal ve Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,63 cm Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,61 cm kültürel toplumsal dönüşümlerin STK’ların yapısal değişimine neden olduğu Silinmiş: a önermesinden hareket edildi. Bu önerme kapsamında metodolojik olarak 7 kullanılan belli başlı yöntemlerden biri literatür taraması, kronolojik inceleme Silinmiş: inde gibi dokümanter analizdir. Böyle bir analiz çalışma içerisinde, örgütlenme pratikleri gözönünde tutularak, öncelikle Ada’da kamusal alanın yapısal Silinmiş: ¶ ¶ Silinmiş: Ö özelliklerinin belirlenmesi için tarihsel bir değerlendirme yapabilmeye olanak Silinmiş: ıldı tanımakta aynı zamanda bugüne dair önemli açılımlar sağlamaktadır. Buna göre Silinmiş: D değerlendirme sonucunda özel yapısal dönüşümlerin sivil toplum kuruluşlarına Silinmiş: S yansıması ve STK’ların yaşanan değişimlerdeki rolü ele alınmıştır. Kullanılan ikinci bir yöntem ise veri toplama aşamasında gerek sivil toplum kuruluşları temsilcileri gerekse konuya vakıf olan diğer kişilerle kayıt dışı yapılan konuşmalardan elde edilen izlenimlerdir. Örneğin Kıbrıs Türk Ticaret Odası Genel Sekreteri Mustafa Damdelen, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Başkanı Ahmet Barçın, Kıbrıs Türk Orta Öğretmenler Sendikası Genel Sekreteri Şener Elcil, Halk Sanatları Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi Hüseyin Gürşan (sosyolog), Yöneticilik Merkezi Sorumlusu Kani Kanol görüşülen kişilerden bazılarıdır. Toplum içerisinde önemli ve değerli kişilerin görüş ve saptamaları, sivil toplum kuruluşlarını analiz etmekte oldukça yararlı veriler sağlamıştır. Ayrıca kişisel deneyimler ve gözlemler, STK’ların toplum tarafından nasıl algılandığına yönelik derinlemesine inceleme yapabilmeyi kolaylaştırmıştır. Birincil ilişkilerin sivil toplum hareketi ve kamusal alan içinde merkezi konumda bulunduğu önermesi bu deneyimin bir sonucudur. Yine buna bağlı olarak İngiliz Sömürge Dönemi’nin son yılları, Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluşu ve sonrası, KKTC’nin kurulması gibi üç önemli yönetim değişikliği bugünün vatandaşlarının Silinmiş: ş birçoğunun tanıklığında gerçekleşmiş olması, toplumun genelinde sivil toplum ve STK’lar üzerine bireysel deneyimler sonucu kazanılan resmi kaynaklar dışında Silinmiş: un 8 güçlü bir yorum elde etmeyi sağlamaktadır. Bu nedenle çalışmanın son kısmında gayrı-resmi görüşlere ağırlıklı olarak yer verilmiştir. Silinmiş: ¶ 4. Çalışmanın Kabulleri: - Sivil toplum kuruluşlarının yapısal ve söylemsel özelliği kamusal alana içkindir. STK’lar, kültürel ve sosyal olmakla birlikte, savunulan hakların korunması veya temin edilmesi için son kertede politik bir duruşa sahip olmayı da kapsar. - Sivil toplum ve STK ilişkisi durumsal ve ilişkiseldir. STK’lar, özel alan ve kamusal alan arasındaki iktidar ilişkileri ve çatışma merkezlerine göre kendi özel şartlarını ortaya koyar. - STK’lar ‘demokratik sivil toplum’ anlayışına hizmet edebildiği gibi, siyasi ve Silinmiş: a kültürel hegemonyanın inşasına da hizmet edebilir; bu çerçevede ideolojik boyutuyla ele alınmalıdır. - STK’lar asgari düzeyde belli bir ‘hak’ kümesine atıfla meşruluk sağlar; hakların belirlenmesi STK’ları kuramsal tanımlayabilmenin yöntemlerinden biridir. ve söylemsel olarak 9 5. Çalışmanın Sınırlılıkları: Çalışma içerisinde iki sınırlılıktan bahsedilebilir. İlki Kıbrıs’ta 1974 öncesi Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,61 cm dönemde Rum ve Türk’lerin oluşturdukları örgütlere dair sınırlı sayıda veriye ulaşılabilmesidir. Varlığından haberdar olunan bir çok örgütün yazılı belgeleri çeşitli nedenlerden dolayı günümüze gelmemiştir. İkinci neden ise, 1974’ten sonrası dönem için ‘dil’ problemi nedeniyle, örgütlenme pratikleri üzerine iki toplum arasında kıyas yapılamamasıdır. Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm Silinmiş: ¶ ¶ 6. Çalışma Planı: Biçimlendirilmiş: Girinti: Asılı: 0,63 cm Çalışma iki ana bölüm ve bir sonuçtan oluşmaktadır. İlk bölümde Sivil toplum kuruluşları, ‘sivil toplum’ ve ‘toplumsal hareketler’ ve ilgili kavramlar Silinmiş: i yer almaktadır. İlk bölümde sayılan kavramlara yaklaşımlarla birlikte genel bir çerçeve oluşturulmuştur. İkinci bölüm Kıbrıs’ta kamusal alan ve sivil toplumla Silinmiş: b ilgili yapısal ve söylemsel unsurları tespit edebilmek için üç ayrı dönemselleştirme yapılmıştır. Ana argümanı ortaya koyması açısından İngiliz Dönemi (1878 – 1959), Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi (1960 – 1968) ve KKTC Silinmiş: l (1983-). Ancak bu dönemlere referans oluşturması adına kısaca genel entelektüel yaklaşımlara da yer verilmiştir. Yukarıda sayılan dönemlere paralel Kıbrıs’ta sivil toplum kuruluşları ve Silinmiş: ne örgütlenme pratiğine yine belli dönemler arasında sergiledikleri özellikleri göz önünde buldurularak yer verilmiştir. İngiliz Sömürge Dönemi’nde başlayan Silinmiş: ki 10 ‘kooperatif hareket (1909)’ ve devamında gelen ‘sendikal hareket (1932)’ bugünkü sivil toplum kuruluşlarının altyapısını oluşturmaktadır. Bu nedenle bu Silinmiş: nın merkezinde çalışmada her iki hareket merkezi konumda bulunmaktadır. Sonuç kısmında ise Kıbrıs’ta sivil toplum ve STK’larla ilgili kısa bir değerlendirme yapılmıştır. Silinmiş: ¶ Biçimlendirilmiş: Ortadan 11 BİRİNCİ BÖLÜM 1. Terminoloji Sorunu: Sivil toplum kuruluşları (STK) tanımının kelime anlamı ile ne ifade ettiğine yönelik uluslararası ve ulusal literatürde belirgin bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu karışıklığın temel sebebi sosyal örgütlerin ve gönüllü kuruluşların, ülkelerin kendi özgün sosyo-ekonomik koşullarında ortaya çıkması ve genellikle bulundukları alanın kültürel ve yerel değerleri etrafında adlandırılmasıdır. Bu nedenle kamusal örgütlenmelerin ne olduğuna yönelik uluslararası ilişkilerde, ulusal sistemde ve teoride kullanılan STK tanımları anlam bakımından birbiri ile çatışma halindedir. Bu çatışmaya rağmen fiilen kullanılan her tanım da aslında paradoksal biçimde STK’ların ayrı bir karakteristiğini yansıtır. ABD’de sosyal örgütleri, Non-Profit Organizations (NPO) – kar amacı olmayan kuruluşlar - ve Private Volunteer Organizations (PVO) – gönüllü özel kuruluşlar terimleri anlamlandırır. Amerikan değer sisteminde sivil toplum kuruluşları genellikle dinsel kurumlarla özdeştir. ‘Amerika’da bir çok insan için dinler siyasal katılım konusunda her birinin ön plana çıkardığı duyarlılık bağlamında bir çeşit örgütsel alt-yapı işlevi görmektedir’ (Aktay 2003; 31). Amerika’nın kuruluşunda rol oynayan göçmen kolonilerinin dinsel değerlerini daha özgür bir alanda yaşama düşüncesi Amerikan cemaatlerinin yapı taşlarını oluşturduğu gibi Amerikan kamusal hayatının baş aktörlerini kiliseler olarak tayin etmiştir. ‘Buna karşılık bugün Amerika’nın siyasal değerlerinin kühnünü oluşturan bir çok unsur, 12 örneğin demokrasi ve özgürlük veya bağımsızlık fikirleri Protestanların Katoliklerle yaşadıkları müsabakalarla hatta bir ölçüde Protestanların anti-Katolik tavırlarından beslenerek şekillenmiştir’ (Aktay 2003; 32). Genel olarak Amerika’da NPO ve PVO’ların asli işlevi (ya da asli işlevi olması varsayılan) devletin yetersiz kaldığı altyapı problemleri vb. sorunların giderilmesinde dışarıdan kaynak sağlamak ve diğer sosyal aktiviteleri düzenlemektir. Başka bir ifadeyle PVO’lar devletin birer uzantısıdırlar ve bu şekilde işlevselleşirler. İngiltere, Fransa ve Avrupa genelinde Non-governmental Organizations (NGO) – devlet/hükümet dışı örgütler terimi gönüllü kuruluşları tanımlamada belirleyicidir, çünkü her iki toplumun kültürel ve siyasal deneyimleri sonucu devlet bürokrasisi dışında yer alması gereken kurumların varlığına dikkat çekmek istenmektedir. Amerika’daki örneklerinden farklı olarak Avrupa’da NGO’lar anlamını devlet karşısında kazanır. Buna göre NGO’ların fonksiyonu sosyo-politik alanda iktidarın gücünü denetlemek ve dengelemektir. Aynı zamanda Batı’da modernite ile birlikte bireyler ve toplum arasında oluşan kopukluk aracı kurumlar üzerinden giderilebilmesinden dolayı kamusal yapılanmalarında NGO’lara atfedilen misyonlardan biri olan iletişim mekanları yaratabilme potansiyeli açısından sosyal örgütler özel bir öneme kavuşur. Üçüncü dünya ülkeleri veya Batı modeline kıyasla ekonomi ve demokrasinin toplumsal yönetimde etkin ve aktif yerleşmediği bölgelerde birincil önemdeki açlık ve artan hastalıklar karşısında tıbbi yardım, konaklama, gıda vb. yaşamsal değerdeki ihtiyaçları karşılayabilecek kurumlara olan gereksinim nedeniyle kavram People 13 Help Organizations (PHO) – İnsani Yardım Örgütleri ve/ya People Organizations (PO) – İnsancıl Örgütler olarak geçmektedir. Türkiye’de 1980-90 arası dönemde sosyal örgütler ‘Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ)’ olarak adlandırılmaktaydı. Uluslararası diyaloğun artması ve yeni sağ ideolojileri çerçevesinde yükselen değer olarak sivil toplumu işaret etmek için yeni bir tanımlamaya ve buna bağlı yeni bir isime ihtiyaç duyuldu. Ancak 12 Eylül gölgesindeki dönemde ‘örgüt’ kelimesinin farklı çağırışımlar yapacağı ve devlet dışılığın ise suç teşkil edeceği endişesi sebebiyle Avrupa ve Amerika’daki örneklerinden farklı olarak daha mütevazı olduğu düşünülen ‘Sivil Toplum Kuruluşları’ kavramını kullanmak tercih edildi. Son zamanlarda ise sosyal örgütlerin sektörel alanının genişlemesi STK yerine ‘üçüncü sektör’ tanımının kullanılmasını yaygınlaştırmıştır. Kıbrıs’ta ise geçtiğimiz 10 yıllık döneme kadar coğrafya ve nüfusun az olması sosyal örgütleri belli bir tema altında toplamak yerine kuruluşlarında yer alan biçimsel özelliklerine göre adlandırılmasına sağlamıştır. Buna göre herhangi bir örgüt dernek, birlik veya sendika olarak tanımlanmıştı. Daha sonraları özellikle Kıbrıs sorunun Birleşmiş Milletler (BM) dışında Avrupa Birliği’nin (AB) gündeminde de ağırlık kazanmasıyla birlikte uluslar arası resmi söylem benimsenerek gönüllü kurumlar değerlendirilmeye başlanmıştır. ‘Sivil toplum örgütleri’ çerçevesinde 14 Uluslararası resmi yazınında kavramın kullanımı bölgesel düzeyden farklılaşmaktadır. Yine de genel olarak kamu örgütlülüğünü adlandırmada en yaygın kullanılan terim NGO’dur ve terim diğer kullanım biçimlerine de yön vermektedir. Bu bağlamda NGO’lar bir çok alternatif kullanıma ev sahipliği yapar bunlar; resmi (official), bağımsız sektör (independent sector), gönüllü sektör (volunteer sector), yurttaş toplumu (civic society), sıradan/tabandan gelen örgütler (grassroot organizations), özel gönüllü örgütler (private voluntary organizations), ulus-aşırı toplumsal hareket örgütleri (transnational social movements organizations), toplumsal taban değişim örgütleri (grassroot social change organizations) ve devlet dışı aktörler (non-state actors) (Gordenker- Weiss 1996; 20). Sözü edilen kavramlar kimi zaman birbiriyle eş anlamlı kimi zamansa birbirini tamamlar nitelikte kullanılmasına rağmen ‘non-state actors’ kavramı kapsamı bakımından kamu veya sosyal örgütlenme dışındaki olguları da içermesinden dolayı anlam kaymalarına Silinmiş: D neden olmaktadır. Çünkü devlet-dışı aktörler yerel ve ulusaşırı devlet bürokrasisinde olmayan tüm kurum ve faaliyetleri bir kavram altına toplar. Bankalar, terör grupları, özel şirketler, dini kurumlar, etnik hareketler, çok uluslu şirketler vb. Kegly ve Wittkopf devlet dışı aktörlerle NGO ve IO (international organizations) arasındaki ayrımı devlet faktörünü göz önünde tutarak farklı değerlendirmektedir; ‘etnik azınlıklar bir veya birden fazla ülkede devlet otoritesine meydan okuyarak bağımsızlık için çabalamakta (Irak, İran, Türkiye’de Kürtler, İspanya’da Bask, Srilanka’da Tamil), dinsel gruplar (Ortodoks Hıristiyan Kilisesi) ve çok uluslu şirketlerse (Exxon, IBM) devletin ulusal çıkarlarıyla çatışma halinde olmalarından dolayı non-governmental olarak nitelendirilmemektedir’ (Kegley – Wittkopf 1997; 174). Farklılık üzerine yürütülen tartışmaların temel çıkışı sivil toplum kurumlarının 15 devleti yıkmak veya devlete muhalefet etmek değil tersine devletin zayıflıklarını düzeltici muhalif alanda olmaları önerisine dayanan Batı tezleri kaynaklık etmektedir. Buna bağlı olarak ‘non-governmental’ ifadesi devlet-dışı yerine hükümet-dışılığı vurgulamak için kullanılan argümanlardan biridir. 2. Tanım Sorunu: Tanım sorunu, terminoloji sorunu dışında geç kapitalist toplumların parçalı, dağınık ve çok katmanlı yapılarında giderek farklılaşan/çeşitlenen çıkar, talep ve beklentiler doğrultusunda oluşan örgütlenme biçimlerinin ve örgütlenme amaçlarının aynı oranda fazlalaşması ve farklılaşmasından ileri gelir. Tanıl Bora örgütlenmeyi; ‘somut tanımlanabilir (dolayısıyla sınırlı) bir ihtiyacı- çıkarı – talebi (veya bunların nesnel olarak biraraya getirilebilir bir öbeğini) karşılamak amacıyla gerçekleştirilen bir iş ve güç birliği’ (Bora 1997; 28) olarak tanımlamaktadır. Böylelikle geç – kapitalist toplumların karmaşıklaşan ihtiyaçları oranında belli bir örgüt modelinden bahsetmek giderek zorlaşmaktadır. Negri ve Hardt’ın belirttiği gibi STK terimi muazzam sayıda ve heterojen örgütler dizisini bir kavram altına toplamaktadır (Negri-Hardt 2003; 323). Buradaki esas sorun belli ihtiyaç/sorunların çözümüne veya giderilmesine yönelik kurulan örgütlerin hangi sistem içinde ne gibi bir dinamizme sahip olup olmadığıdır. Örneğin STK’ların ‘devlet dışılık’ özelliğinden dolayı devletlerle veya hükümetlerle aralarında mesafe olması gerektiği en yaygın görüşlerden biridir; ancak Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm 16 Collas’ında belirttiği gibi devlet-dışı demek politika-dışı demek değildir. Ghinst’de ‘hükümet dışılık’ sadece ‘hükümet dışılıktır’ derken aynı şeyi vurgulamaktadır. Yine de STK’ların temel özellikleri, bazı itiraz noktaları belirtilerek şu şekilde sıralanabilir; birincisi iktidar otoritesi dışında yer almak, ikincisi gönüllülük esasına dayanmak, üçüncüsü herhangi bir kar amacı beklememek ve son olarak hareket alanlarını kamu yararına göre biçimlendirmek. Ancak bu özelliklerin hepsinin bir arada olması ne bir kurumu STK yapar, ne de olmaması herhangi bir kurumu STK olmaktan çıkartır. Buna göre denilebilir ki Sivil Toplum Kuruluşları; derneklerden vakıflara, okul aile birliklerinden sendikalara, sivil insiyatiflerden yurttaş platformlarına kadar çok geniş bir açılıma sahiptir. Bu bağlamda akademik literatürde STK nasıl tanımlanabilir tartışması ‘gerçek STK nedir?’ sorusu üzerinden yürütülmektedir. Sendika, baro ve meslek odalarını merkeze alarak parlemento/partiler dışında yönetime yön veren STK’ları bir alt siyaset alanında konumlandıranlar olduğu gibi devlet dışılık özelliğini yeterince taşımadığı gerekçesiyle bunların STK sayılamayacağını iddia edenler de yoğunluktadır. Örneğin Atar, gerçek STK’ların, girilmesi zorunlu yarı-kamusal nitelikteki baro ve meslek odalarının değil kadın, gençlik, çevre, özürlü, hayır ve yardım, kentleşme, bilim ve teknoloji, tüketici, çalışma hayatı insan hakları gibi alanlarda ortaya çıkan sorunlar ve bunların çözümüne yönelik çalışmaları amaç edinen oluşumlar olduğunu savunmaktadır (Atar 1997; 98). Ghinst, eylem biçimlerini dikkate alarak sendikaların grev yapabildiğine buna karşılık klasik STK’ların grev yapamadığını belirtirken (Ghinst 1998; 220), finansman açısından değerlendirenler sendika ve baroların kar amacı taşıdığı 17 gerekçesiyle ikinci sektör alanı dahilinde yer almalarını, üçüncü sektörün sınırlarının ise vakıf ve dernekler bağlamında çizilmesini gerektiği iddiasındadırlar. Hatta STK’ları demokrasi ile ilişkilendirenler için bu tarz örgütlerin parlamenter sistem içinde hükümet olmadıkça ‘sivil toplum kuruluşu’ olarak değerlendirilebileceğini savunmaktadırlar. Örneğin Başoğlu; ‘gerçek bir demokrasi, sivil toplum kuruluşlarına, medyaya ve öteki kurum ve kuruluşlara dayanır; bu açıdan siyasi partiler de sivil toplum kuruluşu sayılmasını’ (Başoğlu 1997; 42) önermiştir. Ne var ki STK’ların teorik olarak iktidarda olmayan siyasi partilerle benzeştirilebileceği düşüncesi STK tartışması içerisinde yeterli ve sağlıklı bir tanıma ulaşmaz. Öncellikle STK ideolojik birlikteliklerde anlam bulmaz, politik partilerse spesifik bir dünya görüşünün savunuculuğunu üstlenmelerinden dolayı ideolojik kurumlardır. Farklı bir ifade ile herhangi bir gönüllü kuruluşun yapısını tamamladıktan sonra belli bir ideolojiyi desteklemesi olası iken kurumsal kimlik ediniminde ideolojik tutum ilk kertede belirleyici değildir. Bunun örgütlenme üzerindeki önemli sonuçlarından biri grup ve birey katılımlarına açık örgüt yapılarına sahip olmayan siyasi parti ve organlarından farklı olarak STK’ların her türlü katılımı olanaklı kılan geniş, esnek ve örgüt içi iktidarı aşağıdan yukarıya oluşmasını sağlayan yapısal özellik sergilemeleridir. Politik partiler ve STK arasındaki ayırıcı değerlerden bir diğeri STK’ların iktidara sahip olmayı hedeflememesi aksine iktidarın yakınında veya uzağında demokrasi adına daha çok dışarıdan parlamento üzerinde bağımsız bir sosyal denetim mekanizmasında yer almalarıdır. ‘Bu bağımsızlığın gereği ya da sonucu olarak, sivil toplum kuruluşlarının yalnızca eleştirel bakış açılarını ve kurumsal mesafelerini korudukları ve söylemlerinde ‘sivri dilli’ olarak kaldıkları sürece gerçek anlamda ‘STK’ niteliği taşıdıkları, buna karşılık uzlaşmacı bir tutum 18 benimsedikçe ve düzene uyum sağladıkça bu yaftalarını yitirdikleri yönündeki bakış açısı, oldukça yaygındır’ (Emeralp 1998; 42). Buna göre demokrasinin gereği olarak siyasi partiler ve STK’lar işbirliğine gidebilmekte ancak aynı disipliner sahada yer almamaktadır. Bu görüşlerin yanında toplumsal hareketler, sivil girişimler vb. oluşumların örgütsüz gelişebildikleri için STK sayılamayacağı önerisine karşı bu tarz bağımsız hareketlerin demokrasi ve sivil toplumun geliştirilmesinde önemli bir rol oynadığını bu nedenle STK sınıflandırılmasına dahil edilmesi gerekliliği genel kabul gören görüşler arasındadır. Uluslararası ilişkiler çerçevesinde STK’lar daha şematik bir açılımda değerlendirilmekte ve teorik tanımlamaların dışında kavrama belli birtakım sınırlılıklar getirilmektedir. Avrupa Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin 2003 yılında hazırladığı rapora göre (CES 291/99 fin rev. I/KH/ht-E/o); Sivil Toplum Kuruluşları (Civil Society Organization) şu oluşumları içerir; 1- Emek pazarında yer alan aktörler; Avrupa Birliği içerisinde sosyal ortaklar olarak kabul edilen sendika, işveren ve meslek örgütleri, 2- Sosyal ve ekonomik aktörleri temsilen- sosyal ortaklar kadar katı kurallara bağlı kalınmayan: gençlik ve aile dernekleri, CBO (community based organizations – topluluk temelli organizasyonlar), 3- Non-governmental organizations (NGO); insanların ortak bir neden altında bir araya getiren, çevre örgütleri, insan hakları örgütleri, tüketici örgütleri, hayır cemiyetleri, eğitim örgütleri ve, 4- Dini birlikler. 19 Bu kategorik yapıya rağmen uluslararası alanda STK’lar (NGO) anlamını Intergovernmental Organizations (IGO) – hükümetlerarası kurumlar kavramı karşısında kazanır. IGO ve NGO’ların temel farklı; ‘IGO devlet tarafından kurulan ve yönetilen devlete bağımlı kurumlar’ (Beigber 1999; 80), NGO’lar ise özel bireyler tarafından yönetilen, devletten otonom ve bağımsız, kendi varlıklarına dair tüzük ve karar organları bulunan özerk kurumlardır. Bu ayrım birçok uluslar arası örgütün aldığı kararlarla somutlaştırılmıştır. Örneğin Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin 1968 yılında aldığı kararla hükümetlerarası anlaşmayla kurulmayan her kurum NGO olarak kabul edilmektedir. Kabaca IGO ve NGO arasındaki ayrım yasal zemindedir ve 2 kategori arasında pek de açık olmayan bir sınır vardır. ‘Buna göre NGO’ların görevi haksızlığa uğramış veya ihmal edilmiş nüfusa hizmet etmek, insanların özgürlüklerini ve yetkilerini genişletmek, sosyal değişimi müdafaa etmek ve hizmet üretmektir’ (WeissGordenker 1997; 19). Ancak yerel nitelikli NGO tanımlarının devlet otoritesine karşı eleştirel tutumundan ziyade uluslararası tanımında IGO ve NGO arasında belli bir dayanışma söz konusudur. ‘IGO ve NGO dayanışması 1- ticaret ve finans, 2- teknoloji ve ekoloji, 3- güvenlik, 4- yeni toplumsal hareketlerin yerel ve uluslararası bilinçlendirmedeki aciliyeti gibi 4 alanda gerçekleşir’ (WeisGordenker 1997; 20) . Buna göre uluslararası alanda NGO’ların karakteristikleri şu şekilde sıralanmaktadır; 1- resmi olmaları, 2- kendi kurumsal düzenlemeleriyle kendilerini yönetebilmeleri, 20 3- hükümetlerden bağımsız olmaları, 4- kar amaçlı olmamaları, 5- ulus-aşırı amaçları olması ve United Nations (UN) – Birleşmiş Milletler’le (BM) aktif ilişki içinde olmaları. Ancak bu karakteristiklerin yeterli olmadığı kimi durumlarda bazı istisnalarla karşılaşılmakta ve bu durum 3 farklı alt kategoriyi doğurmaktadır; GONGO/GRİNGO (Government- organized Nongovernmental organizations, Government run/spire non-governmental organizations): ‘hukuksal statüleri itibariyle belli bir devlete bağlı olmamakla beraber, faaliyetleri nedeniyle devlet güdümünde veya paralelinde olan örgütler için kullanılmaktadır’ (Sancar 2000; 21). GONGO, Soğuk Savaş döneminin özel şartlarında özellikle Sovyet Bloğu hükümetlerinin NGO’lara finansman sağlamasıyla ortaya çıkan bir sınıflandırmadır. QUANGO’s (Quasi-nongovernmental organizations): devlete bağlı olmamakla birlikte; genel olarak faaliyet alanları evrensel değerler üzerine kurulduğundan devletler tarafından ayrıcalıklı önem verilen kuruluşları olarak tanımlanabilir. QUANGO’s, devletler tarafından çok geniş politikalar ve bağış desteğini kabul etmekte ve bütçelerinin çoğunluğunu hizbe kaynaklarla oluşturmaktadır. Bu kurumlar arasında Kızılhaç/Kızılay vb. insani yardım örgütleri öncelikli sırayı alır. 21 DONGO (Donor-organized non-governmental organizations): NGO’ların artan önemi karşısında uluslararası kurumların fonlar aracılığıyla NGO’ları desteklemesi olarak kabul edilir. Son dönemde UNDP, UNOPS vb. BM ve AB gibi kurumların desteği yanında uluslararası özel şirketler ve Dünya Bankası, IMF gibi örgütlerden de destek alan NGO’lar bu kategori altında değerlendirilmektedir. Terminoloji ve tanım sorunlarından anlaşıldığı gibi Sivil Toplum Kuruluşu tartışması nitelik ve nicelik olarak çok boyutlu bir zeminde yükselmektedir. Bu nedenle amaçları, hedefleri, mali bütçeleri-harcamaları, üye sayıları ve özellikleri, faaliyet alanları, yaklaşımları vb. değişkenler göz önünde bulundurularak, STK alanları her yönden incelenebilen ancak saptama yapabilmeyi zorlaştıran bir konumdadır. Bunu göz önüne alarak ve tartışma boyutunu yaklaşım ve yönelimler içerisinde değerlendirmek ve bu çalışma kapsamında işlevsel bir tanıma ulaşabilmek için burada kısaca yerel ve ulusal STK’ların özelliklerine değinilecektir. 2.1. Yerel STK’lar: Ulusal ve uluslararası STK’ların yanı sıra yerel sivil toplum kuruluşları daha çok bulundukları bölgenin ihtiyaçlarını karşılamak ve varolan somut sorunlar etrafında toplanabilme özelliği taşır. Faaliyet alanları mikro kamusal alanlar oluşturmaktadır. Keane; mikro kamusal alanları yeni deneyimlerin üretildiği ve popülerleştirildiği laboratuarlar olarak tanımlamakta ve toplumsal hareketlerin Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,61 cm 22 oluşumunun ve etkinliğinin mikro kamusal alanların sağladığı ayrıcalık olduğunu vurgulamaktadır, ‘çünkü mevcut iktidar dağılımına meydan okumalarının etkili olmasının nedeni, sivil toplumun haber değeri taşımayan kenar ve köşelerinde engellenmeden faaliyet göstermeleridir’ (Keane 1997; 313). Bu nedenle esasında Silinmiş: S sivil toplum ve demokrasi tartışmalarının mahalli idarelerle birlikte en önemli ayağında konumlanılar. Çünkü küçük ölçekli örgütlerin geliştirdiği dayanışma ağları, sorunlara hakimiyet gücü ve üyelerin birbiriyle olan etkileşimleri ve iletişimleri ulusal ve uluslararası STK’lara oranla daha dayanıklı ve hızlıdır. Bu bağlamda tabanın siyasi ve ekonomik prosedürlere katılımını sağlayabilecek önemli bir güç olarak kabul görürler. Bu saptama son yıllarda küresel politikaların yerel STK’lara artan ilgisini de kısmen anlatmaktadır. Ne var ki yerel STK’ların devletle olan ilişkisi incelendiğinde mikro kamusal alanların iktidar karşısında bu kadar izole olmadığı ortaya çıkar. ‘Lissner’a göre devlet ve STK ilişkisi altı farklı biçimde gerçekleşmektedir; ilk olarak gönüllü kulluk (subservient), ortaklık (partnership), karşılayıcı (compensatory), ıslah edici (corrective), itaatsiz (disobedient) ve yıkıcı (subversive) olabilir’ (Beigber 1998; 87). Yine benzer bir kategoriyi Şenatalar yapmakta; ‘devlet ve STK’lar arasında hasmane bir ilişki olabilir; patronluk ilişkisi olabilir, STK’lar özgür ama devlet ilgisiz olabilir ve yönetişim ilişkisi olabilmektedir’ (Şenatar 2001;11). Lissener’ın şematik tanımında daha çok STK’ların devlete karşı tutumu, ikinci anlatımda ise devletin STK’lara yönelik tutumu anlaşılabilir. Yerel STK’ları ekonomik gelişmeler açısından değerlendiren Bryce, bu tarz örgütlerin; 1- kendi kendini finanse edebilme, 2- toplumun genel refahını misyon alma, 3- kesin kararlarda kalıcılık, 4- kararlarda halkın bakışına önem verme, 5- en düşük fiyat Silinmiş: T 23 şekillendirmesi, 6- ürün ve servislerin düşük ücretle ve sübvansiyonla desteklenmesi, 7- orta vadeden uzun vadeye daha düşün sermaye akışı sağlanması, 8- ortaklar ve müttefiklerle kurulan ilişkilerle kurumun kapasitesini ve etkisini artırabilmek’ (Bryce 2002; 50) gibi özelliklerinden dolayı ayrıcalıklarını vurgulamaktadır. 2.2. Ulusal STK’lar: Ulusal STK’lar, yapısal olarak bölgesel STK’lardan pek bir farklılık göstermese de söylemsel olarak daha farklı kavramları gündeme taşır. Örneğin üçüncü sektör tartışmaları geniş olarak ulusal STK’ların bir yönünü ortaya koyar, ikinci olarak yurttaşlık ve sivil insiyatif gibi olgular ulusal STK’ların çalışma sahasına aittir. Üçüncü sektör tanımı devlet ve pazar ekonomisi tarafından belirlenen özel bir konuma atıfta bulunur, bu nedenle genellikle üçüncü sektör tartışmaları, sivil toplum tartışmasının ekonomi ayağında yükselir. Üçüncü sektör diğer yaklaşımların dışladığı sendikalar, barolar, meslek odaları gibi yarı-kamusal örgütlenmeleri tümüyle içine alır ve siyasal açıdan ekonomi politikalarını etkileyebilecek, yönlendirebilecek ve bu doğrultuda sosyal politika üretebilecek bir STK anlayışını ifade eder. Kabaca üçüncü sektör, STK’ların sosyal yönünü arka plana alınarak ekonomik parametreleri öne çıkarmak için başvurulan bir ifade tarzıdır. Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,61 cm 24 Yerel STK’lara karşı ulusal STK’ların kurumsal bazda daha geniş kitleleri Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm Silinmiş: ¶ temsil edebilme potansiyeline ek olarak ekonomik uygulamaların ‘ortak ulusal çıkarı’ da ilgilendirmesi genelleştirmektedir. açısından Genellikle, üçüncü ‘üçüncü sektör sektör aşırı ‘kamu yararını’ bireyselleşme ve globalleşme karşısında bir ağırlık’ (Doğan 2002;244) olarak görülür. Buna rağmen üçüncü sektörün savunucusu ve aktörleri STK dünyası içinde işadamları ve benzeri sermaye odaklı kuruluşların gönüllü faaliyetler oluşturmaktadır. Üçüncü sektör tanımından uzaklaşan ve ulusal diye nitelendirilebilecek diğer STK’lar büyük oranda yurttaş insiyatifi çerçevesinde oluşur. ‘Yurttaş girişimi bireylerin bir araya gelerek kamu yararına dönük veya politik bir hedefe ulaşmak amacıyla işbirliği içerisine girmeleri olarak nitelendirilebilir’ (Doğan 2002; 216). Demokrasinin çoğulcu mantığı gereği sivil/yurttaş insiyatifini geliştirmek görevi son kertede ulusal STK’lara düşer, çünkü devlet karşısında bireyin tekilliğini aşabilme ve bireyin sosyo-politik katılımını sağlayabilmek için sivil insiyatiflerin kurumsallaşması bir nevi zorunluluktur. Böylece yerel STK’ların mikro kamusal alanlarda oluşturdukları tekil girişimlerin sınırlı kamuoyu ve desteği ulusal STK’lar tarafından genişletilebilir. Yerel ve Üstlendikleri ulusal STK’lar misyonlar çok bakımından söylemsel pratiklerle demokrasiyle ayrışmaktadır. ilişkilendirildiğinde işlevlerinin aynı düzlemde yer aldığı görülür. Buna göre STK başlıca görevi kamuoyu oluşturmaktır, ikinci olarak çoğulcu bir toplum yapısını temin etme, üçüncü olarak proje üretebilme ve uygulayabilme, dördüncü olarak pazar 25 ekonomisinde bir denge oluşturmak ve son olarak uzmanlaşmaya bağlı insan kaynağı yetiştirmektir. 3. Sivil Toplum Kavramı: Bu bölümde ‘sivil toplum’ kavramının içeriği ve tarihsel dönüşümü açıklanacaktır. STK’ların toplumla, devletle, demokrasiyle, ekonomiyle kurduğu ilişkiler toplamının kökenleri ‘sivil toplum’ teorisi içinde aranmalıdır. Bu nedenle sivil toplum, STK tartışmasının kuramsal çerçevesini oluşturmakla birlikte bugünkü sosyo-politik yapılarda ki artan önemini ve yerini belirleyebilen önemli bir araçtır. Sivil toplum birbiri ile ilişkilendirilen kavramlar bütününe odaklanan genel bir felsefi yaklaşım olarak kabul görür. Terimin kullanımının çağrıştırdığı belli başlı olgulardan bazıları kısaca özetlenirse değerler (values), topluluk ismi (collective noun), alan (space), tarihsel hareket (historical moment), hegomonya (anti hegomony) ve devlet (anti-state) karşıtlığıdır (Rooy 1998). Kavram ise demokrasi, devlet-toplum iletişimi, pazar – devlet – STK ilişkisi, sosyal hareketlilik gibi olgularla ilgilenir. Bu olgularda bağımsız bir sivil toplum kavrayışı ise gerçekte toplumun kendisine denk düşer. Chandran Kukathas bunu şöyle ifade etmektedir; ‘sivil toplum ne tür bir toplumdur ve onu toplumdan farklı kılan şey nedir? Bunun cevaplarından biri basitçe ‘hiçbir şey’dir. Sivil toplum açıkça toplumdur...’ (Kukathas 1999; 22). Ancak toplumların durağan bir olgu olmadığı gerçeğinden hareketle Batı siyasal düşünce sisteminden doğan ‘sivil toplum’ antik toplumun 26 feodal topluma, feodal toplumunsa modern topluma dönüşme evresinde gerek düşünsel gerekse siyasal süreçlerde biçim değiştirerek ilk ortaya atıldığı dönemden farklı anlamlar kazanmıştır. Bugün sivil toplum tartışması genellikle çağdaş toplum teorisinden gelen liberal Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0,63 cm öğreti üzerine inşa edilmiştir. Sanayi ve Fransız Devrileri’nin önünü açtığı Aydınlanma felsefesi bireysel kimliklerin kazanımlarıyla ortaya çıkan özgürleşme projeksiyonu; devlet ve toplum farklılaşması sonucu devlete karşı alternatif bir sivil toplum varlığını somutlaştırmıştır. Liberal yaklaşımda sivil toplum; zora değil rızaya dayalı bir toplumda özgürlükleri genişletmenin yolunun, formel devlet örgütü biçimine dönüşen otoritenin alanının mümkün olduğu kadar daraltılması ve Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 2,22 cm, Sağ: 1,8 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk hukukun sınırları içine hapsedilmesi, buna karşılık toplumun farklı ekonomik, mesleki, sosyal, etnik veya dinsel grupların kendi kimliklerini özgürce sergileyebilmelerine imkan sağlamasıyla mümkün olabileceğini ifade etmektedir (Demir 1999; 8). Silinmiş: ’ Silinmiş: ¶ Aynı zamanda liberal öğretide kavram özgürlük, sivil haklar, yurttaşlık gibi kavramlarla birlikte düşünülmesi açısından demokrasi kuramcıları için de iyi bir toplum modelini idaelize eder. Çünkü sivil toplum devlet ve pazar dışında yer alan ve her iki alanı düzenleyebilen en olası güçtür. ‘Bu fikre göre sivil toplumu ortak ilginin yer aldığı sosyal hayatın yönlerini desteklemek amacıyla devlet ve pazar dışında vatandaşlar tarafından kurulmuş örgütlerin tamamı olarak tanımlayabiliriz’ (Rojas 1999; 88). Sivil toplumu özgürlük ve demokrasi paydasında aktif bir söylem haline getiren süreç ulus-devlet ve refah devlet anlayışlarının sosyo-ekonomik çıkar ve beklentileri tatmininde yetersiz kalmasıyla sürüklendikleri bunalımdır. Özellikle 27 toplum içinde yer alan etnik ve sosyal grupların (eşcinsel, çevreciler vb.) eşit hak talepleri doğrultusunda seslerini yükseltmesi Avrupa siyasi ve sosyal dinamiklerini Silinmiş: i yeni bir arayışa itmiştir. Toplumsal hareket diye nitelendirilen taban insiyatiflerinin yarattığı değişim sürecine küreselleşme ve yeni enformasyon teknolojilerinin gelişiminin eklenmesi ulusal konuların uluslararası niteliğe dönüşmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni dünya düzeni içinde temsili demokrasi bir yöne doğru zayıflarken yerine tüm toplumsal grupların dahil olduğu katılımcı demokrasi istemi geldi. Ancak sivil toplumun etkinliğinde rol oynayan en önemli gelişme Batı’nın tersine Doğu’da yaşanan radikal değişiklikler olacaktı. Doğu Bloku’u ülkelerinin komünist felsefesinin yıkılmasının ardından (SSCB’nin dağılması), Batı gibi Doğu’da da yeni sistem arayışlarının pratik bir gerekliklilik olarak ortaya çıkması sivil toplumun yeniden hatırlanmasına ivme kazandırdı. Böylelikle kapitalizm ve komünizm gibi ciddi sıkıntılar yaşayan iki farklı sistem, çıkış yolunu farklı açılımlarla olsa bile demokrasi ve sivil toplum anlayışının evrensel yayılımında buldular. Norman Barry sivil toplumun ortaya çıkışını şöyle özetlemektedir; Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Kavramın fikri kökleri Avrupa liberal düşüncesinin tarihinde yatmakla Silinmiş: ‘ beraber, komünizmden kurtulmak için çabalayan ama belki Amerika’nın ve Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk belki bir dereceye kadar da İngiltere’nin aşırı bireyciliğini bütün kalbiyle benimsemekte isteksiz olan ülkelerin sivilliği teşvik ve Anglo-Amerikan Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır kapitalizmin bir özelliği olan sağ ekonomik liberalizmden ayrı bir özgürlük kavramını tecessüm ettiren bir sosyal düzen peşindeki Doğu Avrupa’da gelişmiştir (Barry 1999; 1). Yeni sağ ve yeni sol ideolojilerin tekrardan inşa edilmesi sivil toplumun işlevine yönelik üç farklı yaklaşım getirmiştir. ‘Bunlardan ilki devlet (siyasal toplum) ile sivil toplumun (yurttaşlar topluluğu) birbirinden tamamen ‘ayrı’ iki oluşum olduğu Silinmiş: ’ 28 varsayımında hareketle’ (Dağtaş, 1999); ‘Çoğulcu Sivil Toplum’ kuramıdır. Çoğulcu sivil toplum kuramı, sivil toplumun devlet karşısında genişleyerek sosyal haklar doğrultusunda devletin denetlenmesini öngörmektedir. İkinci olarak ‘Asgari Devletçi Sivil Toplum’ kuramı – ki çoğulcu sivil toplum kuramında olduğu gibi yeni sağ liberal düşüncenin geliştirdiği bir kuramdır – devlet görev ve yetkilerinin daraltılarak sivil inisiyatifin girişimciliğini artırma ve tüm pazar değişkenlerinin birey/özel girişimin denetimine geçirilmesi iddiası taşımaktadır. Bu kuram özellikle Thatcherizm ve Özalizm gibi 1980’lerin etkin politikalarının temsili olarak gündeme geldi. Son olarak ‘Katılımcı Sivil Toplum’ kuramı, neo-marksist düşünceden doğan; sivil toplum ve devlet arasındaki dengelerin korunarak birey ve grupların yönetime aktif katılımını öngörmektedir. ‘Bu üç kuramdan genel olarak sivil toplum kavramı, devlet denetimi ve baskısının ulaşamadığı veya belirleyici olmadığı alanlarda, bireylerin/grupların devletten izin almadan kavuşturmaya uğrama korkusu taşımadan ve ekonomik ilişkilerin baskısından da büyük ölçüde bağımsız olarak hareket ederek tutum belirleyebildikleri, sosyo-kültürel etkinliklerde bulunabildikleri, gönüllü rızaya dayalı ilişkilerin, etkinliklerin ve kurumların oluşturulabildiği bir toplumu ifade eder’ (Atar 1997; 98). 3.1 Sivil Toplum Kavramının Ortaya Çıkışı: Sivil toplum kavramının epistemolojik kökeni latinceden gelen ‘civitate’ (devlet, site, şehir) kelimesidir. Daha sonra fransızcaya civil (medeni, uygar, kibar) şeklinde aktarılmıştır. Kavram ilk kez Aristo’nun ‘Politika’ adlı eserinde ‘koinonia 29 politike’ şeklinde kullanılmıştı. ‘Bu kavramdan (1) bir devlet daha doğrusu site devleti çatısı altında, site devleti sayesinde ulaşılan en yüksek iylik ve amaç, (2) polis sınırları içerisinde yaşayan bütün diğer insan toplulukları anlaşılmaktaydı’ (Doğan 2002; 9). Antik toplum diye nitelendirilen önce Yunan ardından Roma medeniyetlerinin siyasi yapısında bugün anladığımız vatandaşlık/yurttaşlık ancak site içerisinde yer alan polisle bir anlam kazanmaktaydı. ‘Böyle bir toplumda birey kayıtsız şartsız topluma adanmış bir varlıktı’ (Doğan 2002; 9). Burada söz konusu olan devlette birey ve topluma ait özel tercihler ve beklentiler olmadığı gibi esas önemli olan ‘polis’in devamlılığını sağlamaktı. Roma uygarlığında ise Çiçero ‘republica’ terimi ile sivil topluma Aristo’ya benzer bir yaklaşımla değinmiştir. Ancak Roma uygarlığında societas civilis bütün bir devletten ziyade aile ve devlet gibi farklı iki alanın altını çizmekte buna rağmen devletin varlığının aileye karşı üstünlüğü kabul edilmekteydi. Yine de Roma geleneğinde sivil toplum devletin karşında değil, devlet sivil toplumun enstürmanı olarak kurgulanmıştır. ‘Eski Yunan’da şehrin gelişmesi ve vatandaşın oluşması sürecinde ‘polis’in varolması ile bir gelişme ve uygarlık süreci olarak ortaya çıkan gelişmelere Roma hukukuyla ‘tüzel kişilik’ kavramı eklenmiş ve bu oluşumlar sivil toplum alanının gelişmesine katkı sağlamıştır’ (Yılmaz 1997; 87). Societas civilis, respublica, koinonia politike, conciliato, comminita gibi birbirine yakın anlamlı kullanılan sözcüklerin hepsi şehir, şehirleşme devlet ve site anlamlarını içerdiği gibi sivil toplumun gelişmesinde devlet-şehir ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır. Böylelikle sivil toplumun yapısal dönüşümü ortaçağda ortaya 30 çıkan burjuvazinin ticarette etkinliğini genişlemesi ve bunu takiben kentleşme ve sanayinin artmasıyla meydana geldiği söylenebilir. Burjuvazinin feodaliteye karşı geliştirdiği mücadele kısmen de olsa Krallık otoritesinin devamını sağlayan feodal beylerin yönetim alanı dışına çıkarak toplum içerisinde farklı bir grubun kendine ait özerk bir alan yaratmasına neden olmuştu. Burjuva ticaretinin gelişimi ve kentleşme, yönetim dışında özerk alanlar yaratmakla kalmaz aynı zamanda geleneksel tarım toplumunun yapısını da değişime zorlar ve sanayi devrimine bağlı gelişen kapitalist ilişkiler sonucu geleneksel toplumun sahip olduğu cemaat içerisindeki birincil ilişkiler, cemiyet içerisindeki ikincil ilişkilere dönüşecekti. Dönüşümün ortaya çıkardığı sonuçlardan biri, bireylerin aileye ait özel alanı aşıp aile ve devlet dışında farklı bir mekan yaratması ile gerçekleşmiş ve sivil toplumun çekirdeği ‘kamusal alanların’ oluşmasına sağlamıştır. ‘Aristokratların malikanelerinde, cemaatlerin kapalı duvarları arasında, kiliselerin arka bahçelerinde, emekçi sınıfın izbe mahallelerinde dışa kapalı dünyalar net biçimde aleniyet kazanmakta ve sır perdesi aralanan açık bir toplum ortaya çıkarmaktaydı’ (Çaha 1998; 76). Özellikle 17. yüzyılda matbaayla birlikte gazeteciliğin gelişimi yeni oluşan kamusal alanın iletişim formasyonunu ve bilgi aktarımını sağlayarak grupların ve bireylerin farklı kamusallarla ilişki kurup daha da yaygınlaşmasına neden olmuştur. ‘Böylelikle, kamuoyu basın yoluyla kendi bilincine varırken burjuva toplumundaki özel alanın ve kamusal çıkarların sadece hükümet tarafından değil uyruklar tarafından da takdir edebileceği görüşü doğdu’ (Doğan 2002; 23). Rönesans ve Reformlarla birlikte Avrupa’da ekonomik anlamda güçlenen bir orta sınıf, siyasal alanda devlet ve tanrı figürlerinin kırılması, ulus devlet, yurttaşlık 31 haklarının doğması ve kamuoyu, kültürel alanda ise bireylerin aile ve devlet arasında etkileşim ve iletişim kurabildikleri kamusal alanların ortaya çıkması sivil toplumun gelişim temellerini oluşturmaktadır. Silinmiş: ¶ Silinmiş: ¶ 3.2. Sivil Toplumun Düşünsel Tarihi: Sivil toplum kavramının formülasyonunda ve geliştirilmesinde J. Bodin, T.Hobbes, J.locke, A.Ferguson, T. Paine, A.De Tocqueville, J.J. Roussoue, K.Marx, Hengel, Hegel etkin rol oynayan düşünürlerdir. ‘Bu düşünürlerden bazıları için bu kavram, gücü sınırlandırılması gereken toplumsal kesmi (çünkü paylaşılan egoist tutukuları dile getirdiği – ki Hengel’in teziydi – ya da sınıfsal sömürü kesmini teşkil ettiği için – Marx’ın inandığı gibi) dile getirirken, düşünürlerin çoğu ve özellikle de liberalizmle kucaklaşanlar için, sivil toplum kavramı olumlu anlam taşıyıp siyasi ve kişisel özgürlüklerle doğrudan bağlantılıdır’ (Mavratsas 2000; 98). Burada sözü edilen düşünürlerden, devlet ve toplum ayrımının nasıl geliştiğinin izlenmesi açısından Hobbes ve Locke, hem liberalizm hem de sivil toplumun bu gün sahip olduğu anlamının temelini attığı için A.de Tocqueville, sosyal demokratların sivil toplum değerlendirmesi için A.Gramsci, ve sivil toplumun genel bir eleştirisi için Marx ve Hegel’in görüşleri önem kazanır. 17. ve 18. yüzyıl Kıta Avrupası’nda yaşanan gelişmelerle, devlet ve toplum ilişkisinin sistematik biçimde siyasal ve toplumsal teorilerin tartışma alanlarına 32 taşınması, sivil toplumu geçerli bir toplumsal yapıyı temsil eder bir anlamlılığa ulaştırdı. Çiçero’dan itibaren Devlet ve toplum farklılaşması Aydınlanma dönemine gelindiğinde kimi zaman devlete karşı alternatif bir güç, kimi zaman da devlet ideolojisiyle paralel ilerleyen, siyasal alandan bağımsız, toplumun özel yaşamına ve ekonomik pazara ayrılmış burjuva sınıfına ait bir sosyal alan, yani sivil toplum kavramsallaştırmasını doğurmuştur. Bu yüzden sözleşmeci diye adlandırılan düşünürler, devlet ve toplum ayrımının sivil toplumla (kamusal alan) çözümlenen evrimini takip etmek için önemli bir şablon oluşturmaktadırlar. Sözleşmeci düşünürlerin ortak noktası, ‘devleti’, toplumun çıkarlarını, hak ve özgürlüklerini korumak üzere yine toplum tarafından yapılan bir sözleşme olduğu varsayımıdır. Bu nedenle, devlet ve sivil toplumu birbiriyle eş anlamlı kullanmışlardı. Sözleşmeciler, devletten önceki geleneksel yapıların yani doğa durumunda olan insanların devleti yaratmalarıyla doğa durumundan feragat edip yeni bir siyasal toplum yarattıkları görüşünde kesişirler. Onlara göre devlet sözleşmesinin gerçekleşmesi doğa durumunda ortaya çıkan eşitlikten doğan rekabet ortamının yarattığı karışıklığı önleyebilmek için kontrol edici bir otoriteye ihtiyaçtan doğmuştur. ‘Thomas Hobbes, doğal halde insanların birbirinin kurdu (homi homini lupus) olduğunu bunun anarşi ve kaos anlamına geldiğini, bunu aşmak için insanların devleti (Leviathan) meydana getirdiklerini, bir kez devleti oluşturduktan sonra tüm hak ve yetkilerini devlete devrettiklerini belirtmekteydi’ (Yılmaz 1997; 87). ‘Hobbes’un ortaya koyduğu devlet yakından incelendiğinde iradelerin, yani bireylerin rızasının bir araya gelmesi, birleşmesi sonucu oluşan suni bir varlık olduğu görülür’ (Doğan 2002). Ancak Hobbes’un düşüncesinde devlet dışında bir sivil iradenin olduğu yönünde herhangi bir ipucu yoktur fakat buna rağmen tüm toplum 33 iradesi yanında topumu/devleti oluşturan bireylerin iradesi olduğunun altı çizilmektedir. Hobbes’un ve ileride bahsedileceği gibi Locke’un devlet ve toplum ayrımına yönelik sergiledikleri tutum, Çiçero ve Aristo’nun sivil toplumdan anladıklarına yakın bir çizgide yer alır. Buna göre sivil toplum belli bir hukuk düzenine sahip, hak ve haksızlıkların iyi vatandaşlıkla belli bir ahlaki düzen yaratabileceği görüşüdür. Hobbes’un ve dönemin diğer düşünürleri gibi doğa durumu ve siyasal durum karşıtlığına farklı bir yaklaşımı John Locke’da görürüz. Hobbes’dan farklı olarak Locke, devlet sözleşmesi yanında bir başka sözleşmeden söz eder – ki bu kamusal alanın açık bir ifadesidir. John Locke tıpkı Hobbes’da olduğu gibi bir kurgu oluşturdu; devlet doğal halden toplum haline geçilirken oluşturulan bir otoriteydi; ancak doğal halde iyi olan insanın tüm haklarını devlete devretmesi gerekmiyordu, sadece cezalandırma hakkını devretmesi kafiydi; doğumla kazanılan yaşam, Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 2,22 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk hürriyet ve mülkiyet hakları üzerinde devletin dahi söz hakkı olamazdı (Bostancı 1997;183). Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk ‘Locke’un 1690 tarihli ‘Hükümet Üzerine İkinci Deneme’ adlı kitabında yazdığına göre, insanlar hayatlarının, hürriyetlerinin, genel olarak mülkiyet diye adlandırdığım malvarlıklarının müşterek korunması için birleştikleri’ zaman bir sivil toplum kurulmuş olur’ (Doering 1999;46). Buna göre doğa sözleşmesinin sona erdiği noktada sivil toplumun varlığı ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle devletin cezalandırma yetkisi dışında söz ettiği alan kamunun alanını yani ‘kamusal alanı’ oluşturmaktadır. ‘Locke siyasal otoritenin temelinin atıldığı sosyal sözleşmenin aile dışındaki sosyal yaşamda gerçekleştiği yolundaki argümanından hareketle; özel yaşamı duygusallığın, aşkın, duygunun, merhametin, özverinin sembolü olarak kadının alanı olarak tanımlarken; kamusal alanı rasyonelliğin, sözleşmenin, 34 mübadelenin gerçekleştiği bir erkek alanı olarak kabul etmekteydi’ (Çaha 1998; 77). Böylelikle sivil toplum – devlet ayrıştırması yapılmadığı halde sözleşmeci düşünürlerle birlikte sivil toplum ve devlet ayrımının düşünsel temelleri atılmıştı. Devleti bir sözleşme ürünü olarak kabul eden düşünürlerin kamusal alan üzerine başlattıkları tartışmalara 1821 yılında ‘Philosophy of Right’ eserinde ki eleştirel bakış açısıyla sivil toplum açılımına önemli bir ivme kazandıran Hegel’de katılır. Hegel için sivil toplum kavramının taşıdığı mana yalnızca toplumlarla sınırlı, ahlaksal değerlerin yozlaşması sonucu, bireylerin bir çıkar ortaklığı üzerine bir araya geldiği ve mutlak denetim altında tutulması gereken kamusal alanların ifadesinden öteye gitmemiştir. Bu nedenle Hobbes ve Locke’un çalışmalarında yer alan sivil toplum için doğa durumu ve sanayi sonrası durum çözümlemesi, Hegel’de farklı olarak sanayi devrimi sonrası toplumlarda yaşanan yapısal dönüşümlerle ilgiliydi. Sözleşmeci düşünürlerin bir çoğunda olduğunun tersine Hegel, devlet ve toplum ayrımını irdelemek yerine sivil toplumun modern toplumlarda zaten somutlaşan devlet ve toplum çerçevesinde ekonomik ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin devamını ve/ya kurulmasını sağlamak üzere suni olarak yaratılan farklı bir alan olduğu görüşündedir. Hegel, bu noktada yalnızca klasik liberal sözleşmeci düşünürlerle değil hem bu gün için hem de 18. yüzyıl demokrasi bağlamında yer alan düşünürlerle de radikal biçimde çatışır. ‘Hegel’e göre sivil toplum, liberal sözleşmeci Aydınlanma filozoflarının aksine önceden verili ve değişmez bir yaşam kaynağı değildir’ (Doğan 2002; 114). Hegel’in bu görüşüne aileye ait ahlaksal alanla (Hegel’in aileye yüklediği anlam bireylerin hukuki bir sözleşmeyle bir araya geldikleri sevgiye dayalı, 35 feshedilmesi mümkün olmayan ahlaki bir kurum olduğudur) devlete ait siyasal alan (Hegel’e göre devlet, kamusal iradenin somut bir varlık kazanması halidir) arasında konumlandırılan maddi alan üzerine yaptığı açık vurguda görülür. ‘Ancak devlet tek tek iradelerin toplamı değil akıllı canlı bir bütündür’ (Doğan 2000; 25). Aydınlanmayla birlikte bireylerin kendi gereksinimlerini sağlamak için aileden bağımsız ilişki kurmaları, işbölümü, meta üretimi gibi burjuva toplumlarının temel dinamiklerinin varlığı bireylerin doğal olandan kopuşunun sivil toplumu yarattığı görüşünün altı çizilmektedir. Bireyler arasında, bağımsız menfaate dayalı olarak kurulan ilişki örgüsü, burjuva toplumunun iki prensibini, yani bireysel çıkarın amaç haline dönüşmesi ve çıkarcılığın genelliği, Hegel tarafından da ortaya konmuştur (Doğan 2002; 116). Hegel’in tezinde sivil toplum ekonomik ilişkilerin aileden ayrılan bir bütünüdür. Buna göre devlet, aile ve sivil toplum sosyal ahlakın (sittlichkeit) üç aşamasını oluşturmaktadır. Aile ve devlet arasında oluşan sivil toplum apolitik olmakla beraber ailenin ahlaksal değerleri için bir tehdit oluşturarak (-ki çoğu yazar, buradaki sivil toplumun ailenin anti-tezi olduğu yönünde hemfikirdir-) ekonomik ilişkilerin varlığını idame ettirmektir. Hegel’in sivil topluma bakışı en özet biçimiyle burjuva toplumunu karşılar. ‘Hegel’in ortaya koyduğu şekliyle burjuva toplumunda dikkati çeken nokta, bireylerin her yönden karşılıklı bağımlılık içinde ve onun bağlantı zincirinin devletten farklı olarak gereksinim ve iş esası üzerinde büyüyen bir yapısal özelliği olmasıdır’ (Doğan 2002; 117). Sosyal ahlak oluşumunun üç aşaması olarak varsaydığı aile, devlet ve sivil toplum ilişkisi ancak evrensel devlette devamlılığı sağlanabilecektir. Bu nedenle Hegel mutlak ve evrensel bir devlet otoritesinin varlığını şiddetle savunmaktadır. 36 Sivil toplum kavramına bir başka olumsuz eleştiri ise, Hegel’in devlet ve toplum arasında kurduğu diyalektik ilişkiyi alabildiğine yadsıyan Karl Marx’tan gelmiştir. ‘Hegel ve Marx’ın sivil toplumu ele alışlarında ki temel farklılık sivil toplum-devlet ilişkisinin belirleyen-belirlenen ilişkisinin işleyiş yönü konusunda ortaya çıkar’ (Doğan 2002; 163). Marx her ne kadar Hegel’in sivil toplum yaklaşımını eleştirse de, o da tıpkı Hegel gibi sivil toplumu burjuva toplumuyla eş anlamda kullanmıştır, ancak Hegel’den farklı olarak Marx feodal toplumlarda sivil toplum varlığını kabul etmekte böylelikle sivil toplumu yalnızca modern toplumlarla sınırlı tutmamaktadır. Hegel ise feodal toplumlarda bir burjuva toplumunun olduğunu kabul etmesine rağmen sivil toplumun ancak modern toplumlarda oluşabildiğini vurgular. Bu yüzden Marx’ın sivil topluma yaptığı atıf, sivil toplum kavramının tarihsel süreç içindeki değişimlerine ve uygulanımlarına göre olmuştur. Marx’ın sivil topluma yaklaşımı genel Marxsist ideolojide olduğu gibi üstyapı ve altyapı ilişkisi çerçevesinde ekonomik bağımlılık ilişkilerinin üretim formasyonunda gerçekleştiği bir aşama olarak kabulüdür. ‘Marx’ın kavramsallaştırmasında sivil toplum (Bürgerliche Gesselshaft) – burjuva toplumu – pazar toplumuydu; bu alana hakim ilişkilerde kendi çıkar ve ekonomik hesaplardan doğan ilişkilerdi’ (Kukathas 1999; 26). Bu noktada Hegel’in sivil toplum kavramsallaştırmasında devlet ve aile arasına konumlandırılan, hukuksal ve ahlaki değerlerin çöküşünün yansıması olan burjuva toplumunu temsil eden konumda bulunan sivil toplum, Marx’ta sadece ekonomik ilişkilerin organize olduğu özel mülkiyete dayalı bir altyapı türevi olarak sabitlenmiştir. Bu nedenledir ki Marx’ın sivil topluma bakışı liberal düşünürlerin tam aksine bir özgürlük alanı olarak 37 değil, özgürlüklerin ekonomik çıkarlar için yitirildiği, sınıf çatışmalarının üretildiği bir alandır. Hegel’in iddia ettiği gibi aile-devlet ve sivil toplum ilişkisinin sosyal ahlakı oluşturabilmek için bir evrensel devlet denetiminde uzlaştırılması düşüncesini Marx tümden reddeder. ‘Marx, devletin kısmiyetçi iradesine işaret etti; devlet egemen sınıfın tahakküm aracıydı; sınıflı toplumu muhafaza ederek devleti herkesin kılmak mümkün olamazdı; devlete ilişkin önermede bulunmak yerine toplumu değiştirmek gerekti; sınıfların ortadan kalkacağı, insanın maddi şartlardan özgürleşeceği bir toplumda devlete de gerek kalmayacaktı’ (Bostancı 1997; 184). Böylece Marx, Hegel gibi bir çözüm sunmaktan çok burjuva toplumunda sivil toplumun varolduğu özel alanların öznelliğinin kaldırılması yönündedir. Marx’ın toplumsal yapılar içinde ekonomiyi belirleyici tutması önemli bir ölçek olarak kabul edilse de, toplumsal ilişkilerin ve sosyal yapının diğer değişkenlerinin yok sayılması hem toplumların geçirdiği evrimlerin takibini hem de sosyal hayatı anlamlandırmayı güçleştirmektedir. Bu nedenle sivil toplum teorisyenleri için, devletin varlığı, ailenin varlığı, doğa ve cemaat ilişkilerinin birbiriyle olan etkileşimlerini açıklamada yani sivil toplumun kendini açıklamakta gerek Hegel gerekse Marx tek taraflı bir olumsuzlamaya gitmiştir. Marx ve Hegel’in çözümlemeleri üzerine, ikisinin kesiştiği yerden sivil toplum kavramına ilk sistematik görüşü dile getiren Antonio Gramsci olmuştur. Gramsci’nin sivil toplum üzerine yaptığı çalışmalar, bu gün Marksist sosyal teoriyi savunanlar ve sivil toplum üzerine çalışanlar için Marx’tan daha yaratıcı bir kaynak oluşturmaktadır. Gramsci, sivil toplumu ne Marx’ta olduğu gibi sadece ekonomik ilişkiler alanı ne de Hegel’de olduğu gibi gayri-ahlaki maddi alan olarak kabul 38 etmektedir. Ona göre sivil toplum, hegemonyanın işlevsellik kazandığı hem devletin müdahale alanında hem de devletten ayrı bir kültürel alanın ifadesi olarak üstyapısal bir bütünlük sistemidir. Gramsci sivil toplumu konsensus sağlayan bir hegemonya aracı olarak görüyordu. Gramsci sivil toplumun, sosyalistlerin kendi ideolojik hegemonyalarını oluşturarak kurumsal kimliklerini bu sistem içerisine yerleştirmeleri ile sosyalizmin genişleyebilmesine ve yaygınlaştırılmasına hizmet edeceği fikrini savunmaktaydı. Böyle bir öngörü sivil toplumun işlevi açısından post-marxistler için Marx ve diğerlerinden daha gerçekçi ve daha somut bir çözümü ifade eder. Gramsci’nin savından, genel sosyalist eğilim içerisinde devletin olmadığı eşitlikçi bir toplum projesi idealinin sivil toplumun devleti aşarak onu denetleyici hatta devlete egemen olması durumunda sağlanabileceği, bunun içinde zorunlu bir sivil toplum varlığına ihtiyaç duyduğu görüşü çıkartılabilir. Gramsci egemen ideolojinin yayılması için gereken araçları ki bunları egemenlik araçları diye tanımlamakta; eğitim, basın, sendika ve kiliselerdi. Böylelikle devletin elinde bulundurduğu ideolojik güç bu aracılarla yayılarak toplumsal rıza üretebilecektir. Bu noktada Gramsci’nin bir başka dikkat çektiği unsurlardan biri de kültürel hegemonya mücadelesinde sosyalizmin yaygınlaştırılması için siyasi ve kültürel önderlerin halkı eğitmek ve yeni bir dünya görüşü yaratabilmeleri için organik olarak nitelendirdiği aydınların gerekliliğidir. Alexis Tocqueville diğerlerinden farklı olarak Avrupa’nın toplumsal yapısı yerine Amerikan toplumunun etkileşim ve dönüşümlerini anlamlandırma çabasına girmiştir. Tocqueville, Amerikan sosyo-ekonomik yapısı üzerinden hareketle sivil toplum için örgütlü bir toplumun gerekliliği saptamasıyla sivil toplum kavramının 39 bugün sahip olduğu anlamına benzer bir yaklaşım sunan ilk düşünürdür. Bu nedenle bazılarınca sivil toplumun babası olarak kabul edilir. Tocqueville’nin çalışmalarının önemi, sivil toplumu sözleşmeci liberal düşünürlerin klasik liberalizm içinde yer alan kamusal alan çözümlemeleri veya Marx gibi ekonomik belirleyiciliğin ön plana çıktığı düşünsel alanda, sivil toplumun modern toplumun alt yapıları tarafından üretilen bir alan olduğu görüşlerinin tersine yurttaşlık, halk bilinci ve halk insiyatifi gibi tabandan tavana yayılan ve demokrasi bilincinin gelişmesini sağlayıcı bir etken olarak bugünün dünyasındaki anahtar sözcükleri siyasal ve sosyal teoriler içinde işlevsel kılmasından gelmektedir. Modern toplumların sahip olduğu birey portresi Tocqueville’ye göre teknoloji ve rasyonelleşmeyle gittikçe homojenleşen toplum yapısında yabancılaşmaktadır. Bu yabancılaşma içerisinde bireylerin diğerleriyle eşitlikten doğan özgürlük talepleri ve bunun sonucunda oluşan tektipleşme devlet otoritesini bireyler ve dolaylı olarak toplum üzerindeki yönetimini besler nitelikte olmaktaydı. ‘Başka bir ifadeyle, toplumsal ayrıcalıkların yer almadığı demokrasiye dayalı bir siyasal yapıda halk arasında egemen hale gelen yaygın eşitliğin siyasal otorite lehine ve birey aleyhine bir üstünlük sağlayacağına dikkat çekmektedir’ (Doğan 2002; 90). Yalnızlaşan ve küçülen bireyin çıkış yolu Tocqueville’ye göre ancak çoğulcu ve örgütlü bir toplum yapısıyla olabilecektir, çünkü çoğulcu ve örgütlü bir toplum demokrasinin pekişmesine yardımcı olacak zorunlu bir önkoşuldur. Bireylerin hak olarak kabul ettiği özgürlüklerin keyfi ve bencil niteliği özgürlüklerin korunması açısından risk taşır. Bu yüzden bu durumu demokratik despotizmin başlangıcı olarak kabul eder. Ancak örgütlü bir toplumda insan haklarını devlet karşısında ve aynı zamanda dağınık bir çoğunluğun baskısı karşısında korunabilir. Örgütlü sivil toplumun taşıyıcılığını ise yerel yönetimler ve mahalli 40 idareler yapmaktadır. Böylece çoğulculuğun ayrı bir baskı biçimi oluşturabileceği tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktır. Bunun sonucunda farklı kimlikler ifade özgürlüğü bulmakla beraber devlet otoritesi başka bir anlamda devlet tekeli kırılarak demokrasi bilinci bir yaşam tarzı haline gelecektir. Yerel yönetimlerin dışında gönüllü faaliyetler sürdüren ve azınlıkların seslerini duyurabilmek için politik olmayan gönüllü kuruluşlara da ihtiyaç vardır. Böylece bireylerin eşitlik ve özgürlüğü devletin merkeziyetçiliğinin karşısında, bireyler tarafından oluşturulacak örgütler sayesinde devlet nezrinde hakkını güvence altına alabileceklerdir. Tocqueville, bugünkü demokrasi ve liberal düşüncenin temel yapı taşı olan sivil toplum örgütlerinin gerekliliğini açıkça savunmakta siyasal iktidarın denetim ve kontrolünün ancak bu şekilde sağlanarak demokrasinin gelişeceğinin altını çizmektedir. ‘Böylece, o, kendi kuramını oluştururken dönemin Amerikan toplumundan esinlenerek modern yeni kurumlarla ve daha doğrusu gönüllü örgütlenmeyi temel alarak geleneksel toplum yapısının çözülmesinin neden olduğu boşluğu doldurmanın yanında, iktidara karşı sosyolojik setler kurarak, günümüzdeki sivil toplum anlayışının mimarı olarak adlandırılmayı hak etmiştir’ (Doğan 2002; 95). 3.3 Sivil Toplum, Kamusal Alan ve STK Tartışması: Son dönem çalışmalarında sivil toplum kavramını açıklamak için kamusal alan kavramına başvurulmaktadır. Nitekim bunun sonucu olarak kamusal alan ve sivil toplum kavramlarına belli bir eşdeğerlilik atfedilmektedir. Buna bağlı olarak bu başlık altında amaçlanan, kamusal alanın tarihini açıklamak değil (çünkü genel bir 41 kamusal alan görüngüsü 18. yüzyıl düşünürlerinin sivil toplumla anlatmaya çalıştıklarının üstüne oturmaktadır) daha çok sivil toplum ve kamusal alanın birbirini tamamlayan ancak ayrılan noktalara da sahip olabileceğidir. 18. yüzyılda kamusal alan özel alan ayrımı üzerine inşa edilen ‘sivil toplum’ modeli 21. yüzyıla gelindiğinde kamusal alanın yapısal değişimi üzerine yeniden tartışılmaya başlandı. Kamusal alanın modern yorumunu Jürgen Habermas’da görürüz. Habermas kamusal alanı, tek tek bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan ‘ortak yarar’ doğrultusunda tüm toplumun iletişim ve müzakere ortamı şeklinde formüle etmiştir. ‘Özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur’ (Habermas 2004; 95). Habermas için iletişim araçlarının yer aldığı ve kamuoyu oluşturmayı sağlayan kamusal alan net bir biçimde devlet otoritesinden ayrılmaktadır. Çünkü, ‘kamuoyu ifadesi, yurttaşların oluşturduğu kamusal gövdenin devlet biçiminde örgütlenmiş egemen yapıya karşı, enformel olarak (ve tabii seçim dönemlerinde de formel olarak) yürüttüğü eleştiri yapma ve onu kontrol edebilme görevlerine işaret Silinmiş: s eder’ (Habermas 2004; 96). Buna göre kamusal alanın temel işlevlerinden biri denetim ilkesinden gelmektedir. Denetim ise ortak yarardan doğan rasyonel mantık içerisinde bir sonuca ulaşabilir. Bu noktada Habermas için sivil toplum, özel bireylerin irade toplamı ve iletişim araçları bütününden oluşmaktadır. Her halükarda ‘sivil toplumun’ kurumsal çekirdeğini, sistematik olamayan birkaç örnek vermek gerekirse, kiliselerden, kültür derneklerine ve akademilerden bağımsız medyaya, spor ve boş zaman derneklerine, tartışma kulüplerinden, vatandaş formlarına ve yurttaş insiyatiflerinden meslek Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0,63 cm, Asılı: 1,27 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ birliklerine, siyasal partilere sendikalara ve alternatif kurumlara dek uzanan devlet-dışı ve ekonomi dışı gönüllü birliktelikler oluşturuyor 2002; 52). (Habermas Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk 42 Silinmiş: ¶ Habermas’ın teorisinde kamusal alanın genel görünümü ortak yarar ve ortak ilgi ile ilişkilendirilmiş tek bir kamu varsayımından türetilmiştir. Buna göre, ortak kamusalda gerçekleşecek müzakereler liberal demokrasi için en ideal yöntem olarak da formüle edilmiştir. Nancy Frazer, toplumsal yapılar içinde farklı kamusalların olduğu gerçeğini temel alarak, kamusal alanların dışlama potansiyelinin gözden kaçırılmaması gerekliliğini öne çıkartmaktadır. ‘Burjuva kavrayışının aksine, kamusal alanlar yalnızca söylemsel fikirlerin oluşum ortamları değil, ama aynı zamanda toplumsal kimliklerin oluşum ve gerçekleşme alanlarıdır’ (Frazer 2004; 120). Bu nedenle müzakere sürecine her bir bireyin eşit katılımını içeren tek bir kamu modelinden bahsetmek olanaksızdır. ‘Tabakalaşmış toplumlarda, eşitsiz biçimde güçlenmiş olan toplumsal gruplar, eşitsiz biçimde değer biçilen kültürel üsluplar geliştirirler’ (Frazer 2004; 114). Eşitsiz ilişkilerin üstesinden gelmenin ancak ortak yarar doğrultusunda yürütülen müzakere tarafından aşılacak olduğu düşüncesi, farklılıkların yadsınması anlamına gelecektir. Versraeten, liberal demokrasinin kamusal alan anlayışına kuşkuyla yaklaşır. Ona göre; ‘Habermas’ın kamusal alanı kamu yararı anlayışıyla sınırlandırılmıştı; oysa tam tersine, toplumsal gruplar kendi ‘özel grup çıkarları’ hakkında açık bir fikre sahip olana ve bu çıkarları kamusal alanda açığa vurma olanağı bulana kadar ‘kamu yararı’ anlayışı başlayamaz’ (Verstraeten 2002; 345). Ortak ilgi söz konusu olmadığı gibi tersi biçimde farklı ilgilerin yaratacağı farklı kamular arası çatışma demokratik müzakerenin niteliğini oluşturmaktadır. Eşcinsel, kadın, işçi hareketi gibi söylemsel pratikler eşliğinde oluşturdukları özerk kamusal alanlar bu müzakere sürecini örneklendirir. ‘Bu alternatif kamular bağımlı toplumsal grup üyelerinin kendi kimlik çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif yorumlar formüle Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 43 etmelerine izin veren karşıt-söylemler türeterek yaydıkları, birbirine paralel söylemsel alanlara işaret ettiği için, madun karşı-kamusal alanlar (subaltern counterpublics) olarak adlandırmayı öneriyorum’ (Frazer 2004; 118). Madun karşıkamusal alanlar diğer kamuları etkileme potansiyeli açısından hem egemen toplumsal iktidarı dönüştürebilme hem de dengeleme işlevine sahiptir. Çünkü, ‘birbirinden farklı ve daha sınırlı kamulara ait bireylerin kültürel çeşitliliği ortadan kesen çizgilerde konuşmaya girmelerini sağlayacak ilave ve daha kapsayıcı bir kamusal alan bulunması olasılığını dışlamaz’ (Frazer 2004; 121). Keane bu bağlamda üç farklı kamusal alan biçiminden bahseder. Ona göre; bireylerin ulus-altı düzeyde etkileşime girdikleri mikro kamusal alan, ulus-devlet Silinmiş: yer alan düzeyinde yer alan orta kamusal alan ve ulusötesi ve küresel düzeyde faaliyet gösteren makro kamusal alanlar. Keane, mikro kamusal alanları Habermas ve diğer teorisyenlerin özel alan olarak işaret ettiği yerde konumlandırmaktadır; ‘her ne kadar bunlar resmi, kamusal yaşamın, parti politikasının ve medyanın şaşaalı dünyasının dışında işleyen ‘özel’ alanlar gibi görünüyorsa da, kamusal yaşamdaki küçük grup çabalarının tüm özelliklerini sergilerler’ (Keane 1997, 313). Liberal gelenekte sivil toplum, aile ve devlet arasına konumlanmış sivil birliklerden oluşan kamusal alan düşüncesi üzerinden tartışmaya açılmaktadır. Bu bağlamda sivil toplum ve kamusal alan kapsamı Habermas gibi teorisyenlerin Silinmiş: çalışmalarından anlaşıldığı gibi, gönüllü sivil birliklere indirgenmiştir; Ancak biliniyor ki modern sivil toplumlar kapitalist ekonomileri ve haneleri, toplumsal hareketleri ve serbest kamusal alanları (kiliseleri,meslek örgütlerini ve bağımsız iletişim araçları ile kültürel kurumları); siyasal partileri, seçmen birliklerini ve devlet-sivil toplum ayrımının diğer bekçilerini içine aldıkları Silinmiş: . Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0,63 cm, Asılı: 1,27 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk 44 gibi okullar, hastaneler, tımarhaneler ve hapishaneler gibi ‘disiplin kurumlarını da içermişlerdir (Keane 1997;32). Bu bağlamda devlet karşıtlığında kurulan sivil toplum ilişkisi de belirsizleşmektedir. Liberal gelenekte iyi işleyen bir kamusal alan devlet iktidarı dışında, politik meseleleri denetlemekle yükümlüdür. Böyle bir yaklaşım devletin kendi içinde bir kamusal alana sahip olabileceği fikrini yok sayar. Frazer’a göre parlamenter egemenliğin ortaya çıkması 18. yüzyıldaki devlet sivil toplum ikililiğini belirsizleştirmiştir. ‘Kamusal alanın tarihinde dönüm noktası yaratan bu gelişmeyle birlikte temel bir yapısal dönüşümle karşı karşıya kalırız, çünkü egemen parlamento devletin içinde bir kamusal alan olarak işlevde bulunur’ (Frazer 2004; 129). Buna göre büyük oranda denetim içeren bir kamu modeliyle idealleştirilen bir kamu modeli arasındaki ayrım sanıldığı gibi net değildir. Çünkü kamu aslında saldırıya fazlasıyla açık sık sık müdahale edilen soyut yapısal özellik taşır. ‘Buna göre; kamusal alan, hem devlet – sivil toplum ilişkilerinin karşılıklılığını, karmaşıklığını ve çok boyutluluğunu simgeleyerek, hem de felsefi düzeyde üretilen normatif savların ve önerilerin demokratik yönetim için değerini vurgulayarak, modern siyasal kuram içinde devlet-sivil toplum arasında çizilen karşıtlığın gerisinde bir ‘düşünme ve (varolan iktidar ilişkilerini) sorgulama mekanı yaratır’ (Cohen Arato 1992; Keyman 1998; 61). Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 45 4. Toplumsal Hareketler: Toplumsal hareketler (social movements) sivil toplumun kurumsal olmayan ancak kolektif iradenin devlet – toplum arasında görünür olduğu kuramsal bir söylem ve bu söylemin yansıdığı eylem biçimlerini tanımlar. Buna göre toplumsal hareketler sivil toplumla paydaş teoriden türeyen kamusal alanın oluşmasında ve geliştirilmesinde önemli açılımlar sağlar. Bu bölümde toplumsal hareketlerin kökeni ve nitelikleri tartışılacaktır. 1848 devrimleri’nden itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı tarihlerde meydana gelen halk hareketleri ‘toplumsal hareketin’ başlangıcı olarak kabul edilir. 1910 Meksika devrimi, 1911-1949 Çin devrimi, 1945 İngiltere İşçi Partisi’nin seçimi kazanması, Hindistan ve Endonezya’daki milliyetçi hareketlerin tümü toplumsal hareket olarak düşünülmüştür. Toplumsal hareketler farklı dönemlerde çeşitli coğrafyalarda ortaya çıkmasından dolayı belli bir kronolojik sıra izlemez. 1960 1970 arası yine çeşitli coğrafyalarda meydan gelen kitlesel hareketler ilk dönemde ki örneklerinden yapısal farklılıklar taşıması nedeniyle ‘toplumsal hareket’ fikrinin ‘yeni toplumsal hareketler’ altında tekrardan gözden geçirilmesini sağladı. Temelde eski toplumsal hareket düşüncesi o güne kadar varlığını koruyan egemen iktidara karşı gerçekleştirilen ve bunun sonucunda sistemin de değişmesine neden olan halk Silinmiş: . hareketi olarak kabul edilir. Sanayi kapitalizmi evresinde, işçi sınıfı eylemleri bir yandan, üretim sisteminin içinde yer alan sınıf ilişkilerini, diğer yandan da devlet iktidarını Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk elde etme ve siyasal hakların genişletilmesi talebini ilgilendiren, iç içe geçmiş Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,25 cm, Asılı: 0,66 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır bir dizi mücadeleyi kapsamıştır (ayrıca, işçi sınıfı eyleminin gözlenmesi, Silinmiş: ‘ kollektif eylemin çözümlemesine ilişkin kuram ve yöntemlerin inşasına da yol Silinmiş: ’ açmıştır) (Melluci 2004; 268). Silinmiş: ¶ 46 Bu bağlamda; toplumsal hareketler ilksel olarak sosyalist partiler ve sendikalar olarak kavranıyorlardı. Böylelikle sendikaların ve işçi sınıfının yürütücülüğünü üstlendiği Marksizm ve Anarşizmde hayat bulan devrimci mücadele toplumsal hareketlerin ilk örnekleri arasında sayılmaktadır. Marksist sınıf mücadelesi dışında eski toplumsal hareketleri örneklendiren ikinci argüman ise tüm dünyayı etkisi altına alan milliyetçilik ve ulus kimlik mitleriyle bugün merkez ülke sınıflandırmasında yer alan devletlerin iç politik yapılarını bütünleştirme çabası ve yine bugün çevre ülke denilen devletlerin aynı görüş doğrultusunda sömürgeciliğe karşı giriştikleri bağımsızlık mücadeleleridir. Her iki hareket niteliksel olarak farklılıklara sahip olsa da temelde amaçlanan egemen iktidar üzerinde baskı oluşturarak sistemin istenilen biçime dönüşmesini sağlamaktı. ‘Sınıf temelli toplumsal hareket baskıyı, işverenlerin ücretliler, burjuvazinin proleterya üzerindeki baskısı olarak, ulusal hareket ise baskıyı, bir etnik-ulusal grubun bir diğeri üzerindeki baskısı olarak tanımlıyordu’ (Arrighi, vd, 2004; 36). Burada toplumsal hareketler kavramının merkezinde yer alan toplumsal çatışma fikri öne çıkmaktadır. ‘Siyasal ideolojilerin çoğu sadece eylemin her zaman özel kalacak isteklere genel bir önem kazandırabileceğini kesinlerken, toplumsal hareket düşüncesi her toplumsal yapılanmanın merkezinde temel bir çatışma olduğunu kanıtlamaya çalışır’ (Touraine 2002; 124). Kavramın ana fikrini oluşturan çatışma düşüncesi bir yandan tarihsel ve analitik bakımdan kolektif eylemlerin bütünsel bir yapı sergileyememesini açıklarken, diğer yandan toplumsal hareketlerin her ne kadar protesto kültürünün bir parçası olsa da diğer tepkisel oluşumlardan ayrışmasına kaynak oluşturmaktadır. ‘Zaten bu ‘yüzden toplumsal hareketler’ sözü toplumbilimciler arasında yeni yeni 47 kabul görüyor; hem toplumsal karşı çıkışı hem de siyasal eylemi kapsadığı için toplumsal hareket kavramını kullanmayı yeğliyoruz’ (Touraine 2002; 136). Silinmiş: Buna göre; toplumsal hareketler kabaca toplumsal yapılar arasında süregelen çatışma ortamlarında taban insiyatiflerine dayalı oluşan kolektif eylem biçimleri olarak tanımlanabilir. Sosyo-politik karşı çıkış toplumsal hareketlerin tanımlayıcı öğelerinden biri iken ikinci tanımlayıcı unsur kolektif eylemi gerçekleştiren araçlarının değişimi üzerinden sağlanır – ki özellikle son dönem çalışmalarında toplumsal hareketlerin iletişimsel eylem boyutu ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Collas, toplumsal hareketleri bu yönüyle ele almakta ve hareketlerin karakteristiklerini premodern döneme kıyasla gerçekleşen dört farklı değişim üzerinden belirlemektedir. Pre-modern dönemde hareketlerin yapısal modeli vaiz (preachers) ve vaaz verme (preaching) idi. Buna göre, ‘politik mesajın yayılımın enstürmanları karizmatik önderler ve sözel (oral) iletişim oluşturmaktadır’ (Collas 2002; 69). ‘Modern toplumsal hareketlerin’ karakteristiği ise feodalitenin hakim olduğu pre-modern dönemden farklı olarak sekülerizm, üyelere açık olmak (open membership), evrensellik (universalizm) ve basınla (publicity) belirlenmektedir (Collas 2002; 69). Bu bağlamda modernite özelliklerinin kurumsallaştığı bir toplumsal hareket fikriyle karşılaşılmaktadır. Modernite sürecini Avrupa’ya göre farklı yaşayan Amerika’da toplumsal hareketlerin varlığı Avrupa’nın aksine sınıf ve ulus yaklaşımlarıyla değil 19. yüzyılda ve sonrasında gelişen köleciliğe ve ırkçılığa karşı ‘kimlik’ mücadeleleriyle anılmaktadır. Amerikan kamusal hayatının şekillenmesinde rol oynayan farklı kimlikler (farklı kimliklerin biraradalığına olanak tanıyan daha önce de bahsedildiği gibi Amerika’nın göçmenlerden oluşan altyapısıdır) aynı zamanda ulus anlayışının şekillenmesine de eşlik etmişti. Bu nedenle; ‘Avrupa entelijensiyası 48 ‘eski toplumsal hareketleri’ işçi ve sosyalist hareketlere indirgemişti’ (Cohen-Rai 2000; 6) görüşü destek bulmaktadır. Eski toplumsal hareketlerin idealize ettiği eşitlik, evrensellik, özgürlük gibi dünya görüşlerinin ve eylemlerin göreli başarısızlığı, diğer yandan karşıt egemen devlet söyleminin faşizm ve totaliter rejimlerle sosyo-politik yapılar üzerinde yarattığı yıkım, 1968 öğrenci protestolarının doğuşunu hazırlamıştı. Kabaca yeni toplumsal hareketler, eski toplumsal hareketlerin ve devlet politikalarının gölgesindeki krize yanıt niteliğindeydi. Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışını hızlandıran nedenlerin arasında öncelikli sırayı ekonomik bunalım almaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılandırılmaya çalışılan refah devlet anlayışı sosyal haklara karşı tam istihdamlı kalkınmayı ve özel sektörü desteklemişti. Uluslararası alanda bunun doğurduğu sonuç; Amerika ve Sovyet hegemonyasının altına giren çevre ülkelerin rahatsızlığını artırmaya, ulus içinde ise maddi gelirlerdeki artışın toplumun tabanına doğru yayılmaması, tersine alt tabakaları sosyal ve ekonomik olanaksızlıklarla karşı karşıya bırakmasıydı. Siyasetin bu konudaki yetersizliği ya da farklı şekilde söylenirse iktidarın belli grupları korumaya yönelmesi modernitenin sivil toplum devlet dualitesindeki uçurumunu artırmaya yaradı. Öte yandan taban insiyatifinin desteklediği sivil toplumun pazarlık gücünü oluşturan sendikaların da mutlak ideolojiler çerçevesinde merkezileşmesi, tabanın güvensizliğini ve Silinmiş: . karamsarlığını tetiklemişti; 1960’lı yıllardaki ve 1970’li yılların başlarındaki hareketlerin anti-bürokratik ivmesi başlıca üç eğilime bağlanabilir: Önceki sistem karşıtı hareketler dalgasının bir sonucu olarak, bürokratik örgütlerin gücünün muazzam ölçüde genişlemesi ve derinleşmesi; bu örgütlerin ortaya çıkıp genişlemelerini sağlayan beklentileri yerine getirme yeteneklerinin azalması; ve bürokratik Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk 49 örgütlerin dolayımına girmeyen doğrudan eylem biçimlerinin etkisinin artması Silinmiş: ’ (Arrighi, vd, 2004; 43). Bu dönemde eski sol çözümün değil, sorunun bir parçası olmakla suçlanıyordu. Böylelikle siyasi, kültürel ve ekonomik tüm yerleşik kodlar sorgulanmaya ve siyasi aktörlerin uygulamaya koyduğu politikalarla hesaplaşılmaya başlandı. Bunun sonucu olarak toplumsal çatışmanın enstürmanları farklılaşmış, modernizmin ulus miti yerini farklı kimlik mücadelesine, sosyalizmin ve eski toplumsal hareketlerin evrensel eşitliği de farklılıkların temsiline doğru yön değiştirmeye başladı. ‘Eski solu kurumsallaştıran 1848’di, yeni toplumsal hareketleri kurumsallaştıran ise 1968 oldu’ (Arrighi, vd, 2004:96). Yeni toplumsal hareketlerin çerçevesini oluşturan esas kriterlerler sosyopolitik yapıların revizyon sürecinde şekillendi ve aynı zamanda arzulanan değişim toplumsal hareketlerin bizzat kendisin de biçim değiştirmesi sonucunda gerçekleşti. ‘Eski toplumsal hareketler sisteme çaresizce bağlıyken yeni toplumsal hareketler sosyal değerleri ve yaşam tarzını değiştirmeyi amaçlamaktadır’ (Cohen – Rai 2000; Silinmiş: 6). 4.1. Toplumsal Hareket Türleri: Toplumsal hareketler veya genel olarak hareketler, sosyo-politik yapılar üzerinde deformasyon sağlayarak mevcut düzeni revize etme amacıyla gerçekleşir. ‘Bu değişim ilerici, gerici, reformist ve devrimsel, kısa zamanlı ve sürekli olabilir’ (Collas 2002; 68). 50 Hareketlerin erken dönem analizlerinde Aberle ve Wilson’un ortaya koyduğu tipolojinin temel aldığı problematiğin altında, istenilen değişim niteliği ve seçilen araçların kullanımı yer almaktadır (Cohen-Rai 2000; 6). Buna göre hareketler, ‘transformative’ (dönüşümcü), ‘reformative’ (düzeltici), ‘redemptive’ (kurtarıcı) ve ‘alternatif’ olmak üzere 4 farklı modelde tanımlanır. Fundamentalist dini hareketler ‘transformatif hareketlerin’ örnekleri arasında gösterilmektedir. Bu tarz hareketlerin çoğunlukla yarattıkları değişim tüm siyasal ve sosyal yapıların zaman zaman şiddete dayanarak parçalanması ve yeniden inşasıdır. ‘Reformatif hareketlerin’ amacı ise güncel adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri dengelemek kısmen değiştirmektir. Genellikle bu tarz hareketler spesifik konular üzerinde yoğunlaşıp, değişimi ilgili konu dahilinde gerçekleşmesini sağlamaktadır. Yurttaş hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları gibi yeni toplumsal hareketlere dönüşümü sağlayan kolektif mücadeleler ‘reformatif’ niteliktedir. ‘Redemptive’ diye tanımlanan hareketler ise toplumsal bağlamdan dışlanan veya ayrılan olguların ve bireysel yaşam tarzlarının yeniden toplumsal değerlere dahil edilme çabası olarak düşünülebilir, ‘transformatif hareketlerdeki’ gibi radikal değişimlerden ziyade sayıca az olan bireylerin sahip olduğu değerlerin önemsenmesini öngörmektedir. Örneğin tek tanrılı dinler dışında yer alan dinsel öğretiler ve inançlar bu tarz içerisindedir. 1960 sonrası dönemde materyalizm reddi ve karşı kültürel olguların öncülüğünde ortaya çıkan kolektif eylemlerde alternatif hareketler olarak tanımlanmaktadır. Bu noktada alternatif hareketler tanımının görülmektedir. yeni toplumsal hareketler formasyonuyla örtüştüğü 51 Dünya düzenin yeni siyasal yapılanmaları benimsemesi toplumsal çatışma fikrini temel alarak, toplumsal hareketlerin türlerinin saptanmasında sadece mikro ölçekteki kolektif eylemlerin tanımlanmasıyla oluşturulamayacağını göstermektedir. 1968 protestolarından 1990’lara kadar dünya siyasetinde yaşan değişimler - belki de en önemlisi ulus-üstü örgütlenmelerin küreselleşme söylemiyle yerlerini ve konumlarını sağlamlaştırmasıdır – toplumsal hareketlerin uluslararası sisteme karşı uluslararası muhalefet ayağında yeniden biçimlenmesini sağladı. Toplumsal hareketler geçmiş dönemlere göre sadece siyasi ekole veya ideolojik yönelime karşı değil siyasetin beslendiği ekonomik ve kültürel kanallara da itiraz etmektedir. Kısaca küresel düzen ve toplusal hareket düşüncesi karşılıklı etkileşim sürecinde toplumsal çatışmanın aktörlerinin yeniden tanımlamasını gerektirmektedir. Hareketler uluslararası arenada iletişim, danışma, işbirliği ve kaynakların kullanımına göre farklılaşmaktadır. Cohen ve Rai küresel ölçekte toplumsal hareketlerin özelliklerini tartışırken küresel çağın küresel sorumluluklar getireceği gerçeğini vurgulamaktadır (Cohen ve Rai 2000; 8). Küresel sorumluluk fikri esasen uluslararası toplumsal hareketler olarak tanımlanan kolektif eylemlerin ayırdedici özelliğini de işaret eder. ‘Yerel şikayetlere odaklanan forumlar, ‘uluslararası organize olan toplumsal hareketleri’ içeren kolektif eylemler olsa da ‘uluslararası toplumsal hareket’ olamazlar’ (Collas 2002; 76). Çünkü uluslararası toplumsal hareket fikrinin altında yatan önemli bir unsur bu tarz hareketlerin çeşitli coğrafi bölgeleri ve yönetimleri aynı ölçüde etkileyen küresel sorunlara yönelmeleridir. Özellikle çevre konusunda tüm dünyada yükselen hassasiyet küresel sorumluluk fikriyle paydaştır. 52 Toplumsal hareketlerin küresel ölçeğe taşınmasında rol oynayan etkenlerden bazıları ucuz eş zamanlı (real time) iletişim ağlarının gelişmesi, maliyeti düşük ulaşım imkanları ve ülkelerin gerek ticari gerekse siyasal ilişkilerinin yoğunlaşmasıdır. Aynı zamanda bu gelişmeler küresel bilinçlenmeyi tetikleyici rol oynamakta, ulus-altı, ulusal ve bölgesel olguların ortak bir zeminde evrensel standartlara ulaşmasını sağlamaya yönelik motivasyon da yaratmaktadır. Örneğin işgücü ve çalışma koşullarında sendikalar ve diğer kurumlarca yürütülen mücadeleler (bir çoğu toplumsal hareket diye kabul edilmekte), kadınlara çalışma hakkı tanınması, çocukların çalıştırılmaması vb. bir çok gelişme bu sürecin birer ürünü Silinmiş: ir olarak kabul edilmektedir. Toplumsal hareketlerin küresel bağlamında türlerinin ve aktörlerinin saptanması oldukça karmaşık ve ideolojik süreçlerin çözümlenebilmesine bağımlıdır. Kolektif eylemlerin küreselleşme içinde formüle edilen ‘retçi’ tutumları önemli bir değişken olarak düşünülebilir, karşı çıkış veya reddetme tavrı entelektüel alanda kolektif eylemlerin kavramsallaştırılmasında da önemli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Sistemin dışına çıkarak sistemin eleştirilemeyeceğine inanlar ve küreselleşmeyi olumlayanlar için kolektif eylemler ‘aşağıdan küreselleşme’, küreselleşmenin topyekün reddini savunanlar ise ‘anti-globalization’, ‘antiemperyalist’, ‘anti-kapitalist’, ‘anti-cooparete’ gibi kavramlar kullanmayı tercih emektedir. Ancak bu kavramlar daha çok eylemde bulunanların/aktivistlerin dışında toplumsal hareket gözlemcileri tarafından kullanılmaktadır. 53 Toplumsal hareketler, uluslararası boyutta küreselleşmeye paralel analiz edilirken ideolojik ve araçsal olgular küreselleşme haricinde devletlerin toplumsal hareketlerle kurduğu ilişki üzerinden yapılır. ‘International social movements’, ‘transnational social movements’ ve ‘global social movements’ ayrıştırmasında rol oynayan kurulan iletişimin yapısal özellikleridir. Transnasyonel ve küresel kolektif eylemlerin adresi, devlet ve hükümet politikaları dışında diğer ulus-üstü örgütler ve özel sektörün ulus-aşırı kurumlarıdır. Transnasyonalizm kavramında anlatılmak istenen kabaca, bir ülkenin içinden bir diğer ülkenin sınırları dahiline etki edebilendir. Aşağıdan küreselleşme hareketlerinde özellikle son 10 yıllık dilimde Dünya Sosyal Forumu gibi koalisyonların kolektif eylemlerindeki Dünya Ticaret Örgütü, IMF politikalarına yönelik açık hedefleri yukardaki özelliği tanımlamaktadır. ‘Uluslararası toplumsal hareketler gönüllü grupların mobilizasyonuyla ulusal ya da devlet sınırlarında, sosyal ve politik değişimlerinin uluslararası takibini içermektedir’ (Collas 2002; 80). Bu tarz kolektif eylemler çoğunlukla uluslararası sistemin ikili yapısında arabulucu görevi üstlenir. Arabuluculuk misyonuna kaynaklık eden ideolojik açılım, transnasyonal hareketlerin ‘multi-centric’ yapısının tersine, ‘statecentric’ nosyonun gerekli gördüğü patronaj ilişkilerinin verileridir. Bir başka ifadeyle bu tarz hareketlere yönelik genel iddia ulus-devletin dolaylı sponsorluğunda Silinmiş: u gerçekleştirilen hareketlerin enstürmanları olan BONGO (business organize-NGO), INGO (intergovernmental-NGO), GONGO (government organized-NGO), QUANGO (quasi-NGO) gibi uluslararası sivil toplum idealini paylaşan aktörlerce uluslararası dengenin sağlanabileceğidir. Collas, makro-milliyetçilik içeren ‘klasik enternasyonalizm’, III. Dünya liberizasyonun sağlanma süreci ve karşı mücadeleleri Silinmiş: i 54 ve son olarak küreselleşme karşıtı hareketleri ‘uluslararası toplumsal hareketlerin’ jenerasyon modeline yerleştirmektedir. Toplumsal çatışmanın ekonomik, kültürel ve siyasi oluşumlara göre farklılaşması toplumsal hareket türlerinin de aynı oranda çeşitlenmesi sonucunu doğurur. Entelektüel yazın açısından ‘sosyal hareketler’, ‘kültürel hareketler’, ‘kimlik hareketleri’, ‘ekonomik hareketler’ gibi bölümlenerek ilerlemektedir. Burada toplumsal hareketlerle ilgili söz konusu olan tartışma daha çok değişimin hedeflediği genel pratiklerini açıklayabilmekti. 4.2. Toplumsal Hareketlerin Amaçları ve Sonuçları: Yeni toplumsal hareketler tek sesli bir eksenden hareket etmez. Toplumsal çatışmanın biçim değiştirmesinin etkisiyle kamusal alan dahilinde olan aktörlerin amaçları ve talepleri çeşitlenmiş ve merkezsizleşmişti. ‘Veri olarak kabul edilen şey – yani kollektif aktörün varlığı – aslında büyük ölçüde farklılaşmış toplumsal süreçlerin, eylem yönelimlerinin, yapı ve güdülenme öğelerinin ürünüdür’ (Melluci 2004; 269). Bu durumda toplumsal hareketlerin öznesi ya da bir özne olarak toplumsal hareketler varolan sosyo-politik yapılarla karşılıklı bağımlılık içerisinde kurulur, neden ve sonuç ilişkisi kurumsal ve kolektif aktörlerin iletişiminde oluşturulmaktadır. Yani toplumsal hareketler sistemin dışına çıkarak sistemin karşında değil, sistemin elemanları olarak iktidarın altındaki muhalif alanda konumlandırılır. Poul Wapner’a göre toplumsal hareketlerin amacı, ne hükümet organlarını kurmak ne de herhangi birini yıkmaktı, sadece devlet aygıtlarını aşağıdan 55 yukarıya ve devlet seviyesinde kullanılır kılmaktı (Collas 2002; 90). Melluci’de toplumsal hareketlerin amacının iktidarı ele geçirmek ve sistemi tümden değiştirmek olmadığını açıkça vurgulamakta, ancak bu saptamanın Avrupa’daki eski toplumsal hareketler için geçerli olmadığını eklemektedirler. Wapner ve Melluci’nin tersine Arrighi, Hopkins ve Wallerstein toplumsal hareketlerin (eski veya yeni) ilk kertede amaçlarının iktidar organlarını ele geçirmek olmadığını ancak böyle bir potansiyeli Silinmiş: klarını her zaman içinde barındırdığını anlatmaktadırlar. Toplumsal hareketler içindeki toplumsal karşı çıkış ve siyasal eylem birleşenleri, kolektif eylemlerin sonuçlarının kesinlemesi zorlaştıran unsurların başında yer alır. ‘Bunun nedeni, çatışmanın esas olarak, toplumsal ilişkilerin yüksek yoğunluklu enformasyon sistemleri içinde kurulduğu egemen kodlara meydan okunması ve bu kodların altüst edilmesiyle, simgesel bir temelde ceryan etmesidir’ (Melluci 2004; 272). Toplumsal hareketlerin çeşitliliği ve farklılıklarını eylemin yönelimlerine göre değerlendiren Touraine’e göre hak istekleri, karşı çıkış ve engellemelerden oluşan karmaşık bir bütünlük içinde farklı ulamlar söz konusudur (Touraine 2002; 106). Bu ulamlar; varolan çıkarların korunmasına yönelik, siyasal bilinçlilikle karşı bir siyasal karar alma becerisinin kazanılmasına ve geliştirilmesine yönelik ve son olarak özgürlüklere yönelik özneye yapılan çağrıdan oluşmaktadır. Touraine göre bir toplum hareketinin düşülküsel ve ideolojik iki yönü vardır ve bir hareketin toplumsal hareket olarak işlevselleşmesi ancak bu iki unsurun birleşimiyle olmaktadır. Touraine’nin çözümlemesi toplumsal hareketlerin sonuçlarına yönelik bir takım ipuçları sağlar. Buna göre hareketin ideolojik yönü muhalefeti görünür kılmakta, düşülküsel yönüyle de eyleyen öznenin haklarıyla özdeşleşmektedir. 56 Daha çok toplumsal hareketlerin sonuçlarını kamusal alanda varolan yapısal dönüşümle ve bu dönüşüm sonucu elde edilen kazanımlarla ilişkilendiren Melluci’ye göre, ‘kolektif eylemler; siyasal reform veya örgütsel kültür ve pratiklerin yeniden tanımlanması yoluyla, modernleşmeye ve kurumsal değişime yol açarlar’ (Melluci 2004; 272). Örgütsel oluşumlar ve kullanılan araçlar nedeniyle kolektif eylemler yeni elitlerin seçilmesine de etki etmektedir ve son olarak kolektif eylemler, toplumsal alışkanlıkların değişimi ve yeni davranış modellerinin benimsenmesiyle kültürel yenilenmeye de neden olmaktadır. Silinmiş: s Siyasal kazanımları demokrasi bağlamında ele alanlara (Habermas, Touraine) göre kolektif eylemler demokrasinin işlevselliği açısından gereken gücü sağlamaktadır. Çünkü kolektif eylemler çelişik gibi görünse de ancak demokrasi kültürüne sahip ülkelerde gerçekleşebilmektedir. Demokrasi ve toplumsal hareketler arasındaki içsel bağ, demokrasinin tanımıyla sağlanabildiği gibi temsili demokrasinin katılımcı demokrasiyle yer değiştirmesinde rol oynayan kolektif eylemler üzerinden de kurulabilmektedir. 1968 protestolarıyla başlayan farklılıkların içerilmesine yönelik mücadeleler buna verilebilecek en iyi örneklerdendir. Ayrıca toplumsal hareketlerin karakteristik özellikleri yanında yöntemsel pratikleri de her ne kadar bir paradoks üzerine kurulmuş olsa da demokrasi kültürünün ve diğer sosyo-politik değerlerin geliştirilmesine dolaylı katkı sağlayan unsurlardandır. Touraine’nin deyimiyle eylemin muhalifini tanımlaması, Melluıci’ninse iktidarın görünür kılınması tespitleri dolayımında, şiddetin stratejik olmayan anacak taktiksel kullanımı bu yöntemlerden biridir. ‘Eylemle gerçekleştirilen ve polisin de içine çekildiği çatışma ortamlarıyla, iki şey hedeflenmektedir: bir yandan, kapitalist 57 toplumun sanıldığı gibi uyum içinde barışçıl bir toplum olmadığı gerçeğini ve polisin şiddet eğilimini teşhir etmek’ (Şensever 2003;178). Eski toplumsal hareketlerin anarşist mantığı yeni toplumsal hareketlerin ise post-yapısalcı ve postmodern tutumları söyleme verilen özel önem kolektif eylemin sonuçlarını doğrudan etkiler. Melluci’nin paradoks olarak tanımladığı pratiksel eylem; ‘egemen iktidar söylemini abartarak veya son noktasına dek zorlayarak, ‘hareket’, bu iktidar söyleminin ‘gerekçeler’inin kendisiyle çelişkili olan doğasını açığa çıkarır veya tersine, başat aygıtlar tarafından ‘akıldışı’ olarak nitelenen şeyin dramatik bir biçimde doğru olduğunu gösterir’ (Melluci 2004; 273)’. Pardaoksal karşı çıkış dışında çelişkilerle harmanlanan olgulardan biride eyleyenin kendini tanımlamasında başvurduğu ve çoğunlukla karşı olunan dışsallaştırma eğilimine dayanarak gerçekleştirmesidir. Kadın hareketi bu bağlamda kendi çelişkisini ortaya koyar. Melluci; ‘bireyin yaşamını etkileyen deneyimlere dayanarak, alternatif anlam çerçevelerini mümkün olduğunu ve iktidar aygıtlarının işlenim mantığının mümkün tek ‘rasyonalite’ olmadığını ilan etme’ eylemini kehanet olarak tanımlamaktadır (Melluci 2004; 273). 5. ‘Hak’ nosyonu ve STK ilişkisi: Silinmiş: ¶ ¶ ¶ Silinmiş: ¶ Toplumsal değerler arasından yer alan olguların yasalar tarafından tanınması doğrultusunda elde edilen hakların korunması çok yapılı kurumsal aktörlere meşru bir hareket zemini yaratır. Sivil toplum kuruluşlarının da en temelde amaçladığı şey karmaşıklaşan toplum ihtiyaçlarının hukuksal boyutta somutlaştırılmasıyla bireysel 58 fikirlerden genel toplum çıkarlarına göre iç ve dış kamu politikalarına geçerlilik kazandırabilmek ve sağlıklı yürütülmesine olanak sağlamaktır. İnsan hakları evriminin son dönemini kavramsallaştıran ‘hakların uluslararasılaşması’ süreci yasaların taraflarını ve muhataplarını devletler ve temsilci kurumu parlamentolar olarak betimler. Bu nedenle kişilerin maruz kaldığı olaylar karşısında sosyoekonomik ve hukuk kanallarında bireysel mücadelelerin yetersiz ve etkisiz olacağından, özellikle son yarım asırda örgütlü aktiviteler özel bir anlam kazanmakta ve en genel düzeyde bir zorunluluk haline gelmektedir. Bu bağlamda STK’ların amaçları, hedefleri, yöntemlerini belirleyen değişkenlerin başında benimsenen hakların niteliksel ve hukuksal içerikleri yer alır. Yurttaş, çalışma, insan, çocuk, çevre, barış, yaşam, eşcinsel ve bunlar gibi birçok konu içinde bulundukları öznel koşullar ve ayrıcalıklı düzenlemeler gereği örgütsel yapılara en üst düzeyde gereksinim duymakta, aynı zamanda STK’ların karakteristiğini de belirlemektedir. Haklar kavramlarını konularına göre çeşitlendirmek mümkün ancak temel prensipleri ve yasal düzenlemeler göz önüne alındığına ‘insan hakları’, ‘gelişme’, ‘insani yardım’ ve ‘çevre’ gibi 4 farklı kategori altında toplanırlar (en küçük ölçekte yer alan ve STK olup olmadığı tartışılan mahalli dernekler de - ağaçlandırma, güzelleştirme, meslek birimleri gibi - ana fikirleri bağlamında yukarıda sayılan olgulara atıfta bulunarak çalışmalarını sürdürür). Bu kategorilere ek olarak son yıllarda tedavisi mümkün olamayan veya kısmi olan Kanser ve AİDS gibi hastalıkların kitlesel tehdide dönüşmesi aynı zamanda uyuşturucu kullanımın hızlı artışı nedeniyle STK’ların ulusal ve uluslararası düzeydeki denetimlerinin sağlık alanına yönelttiği görülmektedir. Bu konular dolayımında STK’lar kendi içlerinde farklılaşma gösterir. Örneğin insan hakları üzerine çalışan STK’larla çevre üzerine faaliyet gösteren 59 STK’lar kıyaslandığında, insan hakları örgütlerinin kitlesel kamuoyuna son çare olarak başvurmayı ve daha çok iletişim kanalları aracılığıyla kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlarken, çevre örgütleri tüm gücünü ve desteği süreli ve etkili iletişim metotlarını kullanarak kamuoyundan alır, insani yardım örgütlerinin açık amacı ise varolan sorunların en kısa sürede çözümleyebilmektir. Bu nedenler etrafında ‘haklar’ STK’larla teoride ve pratikte direkt ilişki içerisindedir. Haklar ve STK ilişkisinde önemli olan hangi hakların hangi koşullarda hangi yasal bağlayıcılık sınırlarında STK fenomenini beslediğini ve STK’ların da ne doğrultuda hakların korunmasını desteklediğidir. Bu başlık altında bu ilişkinin niteliksel bağlamı tartışılmaya çalışılacaktır. Silinmiş: ¶ Haklar nosyonu altında yatan temel felsefi görüş doğal hukukun öngördüğü yaşamla kazanılan, değiştirilemeyen ve devredilmeyen ‘haklar’ kısaca insan haklarının tarihsel süreç içerisindeki dönüşümü yatmaktadır. Bu nedenle insan haklarının fikri kökleri eski medeniyetlere kadar geri götürülebilir. Ancak bugünkü dünya düzenine yön vermesi açısından doğal hukukun pozitif hukukla yer değiştirerek insan haklarının sistemleştirilmesine neden olan 17. ve 18. yüzyıl özel dönüşümleri başlangıç olarak kabul edilmektedir. 17. ve 18. yüzyıllarda insan haklarının pozitif hukuk tarafından yasal belgelerce tanınması, doğal hukukun öngördüğü etik çerçevede sadece bir değer olarak değil beraberinde toplum içinde yer alan diğer olguların da hak olarak benimsenmesini sağlayacak ve ilerlemenin önünü açan bir ilke biçimine gelmiştir. Doğal hukukun pozitif hukukla yer değiştirmesi salt bir hukuk öğretisinin ortaya çıkması değil aynı zamanda modernizmin vurgu yaptığı öznenin değişmesi de demekti. Doğal hukukun atıfta 60 bulunduğu ve hakların kaynağı olarak işaret edilen tanrı yerini pozitif hukukta aklın üstünlüğüne yani bireye devretti. Bu nedenle insan haklarının doğuşu esasında öznenin yeniden tanımlandığı modernizmin doğuşuna denk gelir. Merkezi insan olan bir felsefenin birbirinden çok farklı kültürel yapılara sahip olan toplumların uzlaşmasına zemin oluşturabilecek evrensel bir değer yarattığı savunulmaktadır. Ancak insan haklarının bir uzlaşma yaratıp yaratmaması aşkın bir tarihsel önselliğe dayanmaktadır, çünkü kurulan özne ‘Avrupalı’ öznedir. Batı’da 17 - 18. yüzyıllarda yaşanan kırılmayı takiben özellikle 19. ve 20. yüzyıllardaki farklılaşma bugünkü haklar sisteminin kronolojisini oluşturmuştur. ‘Bunlar insan haklarının 3 kuşağı olarak adlandırılır’ (Kaboğlu 1996; 9). İnsan haklarının ilk kuşağında 1776 Amerikan ve 1789 Fransa Hak Bildirgeleri, insan haklarının felsefi düşünce sisteminden hukuk sistemine geçişini sağlayan iki önemli belgedir. Marshall’ın medeni haklar olarak tanımladığı çalışma hakkı, kişi özgürlükleri hakları bu dönem oluşmuştu. Aynı zamanda örgütlenme hakkı da medeni haklarla birlikte bu dönemde ortaya çıkacaktı. ‘Medeni haklar doğaları itibariyle bireysel olduklarından, kapitalizmin bireysel olan yanıyla ilişkilendirilmişlerdir’ (Marshall 2000; 49). Böylelikle Fransız ve Amerikan bildirgeleriyle kişi özgürlükleri güvence altına alınmış oluyordu. Her iki belge bireyci değer sistemleri nedeniyle kişilerin özel alanlarına ait olguları öne çıkartmalarından dolayı kamusal – özel alan ayrımını da formüle etmekteydi. 19. yüzyıla gelindiğinde Amerikan ve Fransız Hak Bildirgeleri’nin vaadettiği yeterli eşitlik ve özgürlüklerin tatmin edici olmaması ve kapitalizmin yükselişiyle çözülen toplumsal yapılar ikinci kuşak hakların tanınması sonucunu doğurdu. İkinci kuşak hakların en önemli vurgusu yurttaşlık haklarına paralel siyasal hakların 61 kazanılmasıdır. Seçme ve seçilme, grev hakkı gibi siyasi nitelikteki haklar ikinci kuşağın kapsamında yer alır. ‘Siyasal haklar, herkesin sahip olduğu hakların genişletilmesi şeklinde değil, sivil toplumun yeni kesimlerine eski hakların verilmesi şeklinde tezahür etmiştir’ (Marshall 2000; 29). Özetle siyasal hakların yapısal bağlamının medeni hakların genişletilmesi şeklinde olması, medeni hakların kazanılmasından siyasal haklara uzanan süreçte kendini gösteren sakıncaların bir kez daha tekrarlanmasını sağlamıştır. ‘Medeni haklarda süreç, grupların temsilinden bireylerin temsiline doğru değil, bireylerin temsilinden grupların temsiline doğru işlemiştir’ (Marshall 2000; 51). Buna göre bireyin siyasal haklara sahip olması toplumsal sınıflar içinde yer aldığı statüye göre belirlenmekteydi. ‘Bilindiği üzere, feodal toplumlarda statü, bireyin dahil olduğu sınıfı ifade ederken, aynı zamanda, varolan toplumsal eşitsizliğin anlaşılmasında da önemli bir unsur olagelmiştir’ (Marshall 2000; 22). Marshall sakınca olarak gösterdiği kaynak aktarımının toplumsal sınıflar arasında eşit ilkeler bağlamında gerçekleşmemesi, toplumsal sınıflar içinde kadın, işçi gibi gruplara diğer gruplara tanınan seçme ve seçilme hakkı ve diğer hakların tanzim edilmemesi sonucunu doğurdu. Bu nedenle medeni ve siyasal haklar evrensel olma iddiası taşımasına rağmen pratikte oldukça göreli kalmıştır. İkinci kuşak haklarının 19. yüzyılda izlediği rota uluslararası hukukun revize edilmesinde itici gücü oynadı. Değişimin ilk sinyallerini azınlıkların korunmasına yönelik çabalar vermiş olmasına rağmen insan haklarının uluslararası hukukta bağlayıcı olma gibi bir özelliği olamadı. ‘Uluslararası hukuk bu dönemde kişiyi (bireyi), henüz hak süjesi olarak kabul etmiyordu’ (Kapani 1996; 29). 20. yüzyıla kadar insan hakları devletlerin iç hukuk sorunu olmaktan öteye gidemedi. Bunun 62 yanında uluslararası hukuk insancıl müdahaleyi istisnai durumlarda kabul etmekteydi fakat biçimsel olarak insancıl müdahale kavramsallaştırıldığı gibi insancıl nedenlerden çok güçsüzler üzerinde hegemonya kurmanın bahanesi olarak algılandı. Eşitsizlikleri önlemek için yola çıkan hak bildirgeleri siyasal eşitsizliği daha da pekiştirirken bugüne de özel bir anlam kazandırdılar. ‘Ne var ki; yurttaşlık kurumunun getirdiği siyasal haklar, medeni haklardan farklı olarak kapitalist sisteme karşı potansiyel bir tehdit oluşturmuştur’ (Marshall 2000; 49) II Dünya Savaşı’nın ardından medeni ve siyasal hakların totaliter rejimlerin neden olduğu yıkıma karşı göreli soyut tanımı ve ulus içi düzenlemelerden uluslararası örgütlenmelere gidilmesiyle birlikte bugün tartışılan insan haklarını – üçüncü kuşak hakları – ortaya çıkardı. Özellikle İngiltere ve Amerika’nın insan hak ve özgürlüklerini demokrasi çerçevesinde uluslararası hukuk tarafından korunması yönünde çabası bu süreci hızlandıran etkenlerin başında gelir. Bu dönemde II. Dünya Savaşının yarattığı sorunların tüm ulusların sorunu olduğu fikri yükselen bir anlayış olarak kabul edildi ve 1945 yılında BM kuruluşunu sağlayan Birleşmiş Milletler Tek Şartı’nda tekrar tekrar insan haklarına, temel özgürlüklere, inanç özgürlüğüne saygı duyulması gerekliliğine yer verilerek uluslararası hukukta insan haklarına meşru bir kimlik kazandırıldı. ‘İşte bu dönem özellikle sömürgeden çıkan III. Dünya Devletleri’nin de baskısıyla ‘dayanışma’ adı verilen hakları ortaya çıkartacak olan uluslararasılaşma çağıdır’ (Kaboğlu 1996;11). Bu dönemden sonra uluslararası antlaşma ve bildirgelerin hemen hepsinde insan hakları ve türevleri öncelikli olarak yer bulmuştur. Bu belgeler içerisinde en önemlisi bugün insan hakları günü olarak da kutlanan 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ metnidir. Evrensel Bildirgenin önemi BM kurucu antlaşmasında değinilen insan 63 haklarına somut bir tanım getirilmemesinden doğan eksiklikleri giderici bir misyon üstlenmesinden ileri gelir. Bildirgede medeni haklar, ekonomik haklar, kültürel haklar birbirinden ayrı tanımlamıştır. ‘Evrensel Bildiri, insanın özgür ve bağımsız oluşunun, sadece klasik özgürlüklerin tanınması ile gerçekleşmeyeceği, bunun tam olarak sağlanabilmesi için, kişinin ekonomik ve sosyal baskılardan kurtarılmasının gerekli olduğu yolundaki çağdaş görüşü benimsemiştir’ (Kapani1996; 26). 1966 kabul edilen ‘Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı’ ve ‘İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Paktı’ gibi önemli metinler özgürlüklerin korunması ile birlikte farklı yeni hakları da tanımaya başlıyordu. Bu gelişmelerin sonucunda verili hakların korunmasında devlet tekeli kırılarak uluslararası hukuk bağlamında bireyler hak öznesi olarak kabul ediliyordu. ‘Bireylere, birey kümelerine, ulusal ya da uluslararası sivil toplum örgütlerine – örneğin sendikal örgütler ile ilgili hükümet dışı kuruluşlara uluslararası hukukta ‘ hak öznesi’ niteliği kazandıran bu gelişmeyi, yaygın biçimde hükümetlerce gönderilen dönemsel raporlara dayalı olarak işletilen uluslararası koruma yöntemlerinin sivilleşmesi olarak nitelemek olanaklıdır’ (Gülmez 2004; 23). STK açısından değerlendirildiğinde 3. kuşak hakların uluslararası boyutta benimsenmesinde en önemli gelişme, geçerli hakların uluslararası koruma mekanizmasına sahip olmasıydı. I. ve II. dönemde geçerli olan hakların yer aldığı ulus içi ve uluslararası düzenlemelerde hakların korunmasına yönelik herhangi bir yöntem yer almamaktaydı. Böylelikle verili hakların korunması STK’ların farklı bir düzleme taşınmasında itici gücü oluşturan gelişmelerin başında yer alır. STK tarihsel değişimi dikkate alındığına ‘insan haklarının’ geçirdiği evrimle paralel ilerlediği görülecektir. Doğal hukukun egemenliğinde tanımlanan ve kimilerince ilk STK olarak kabul edilen örgütler insani amaçlarla hizmet ettiği 64 varsayılan kiliseler ve misyoner gruplarından oluşmaktaydı. İkinci dönemde yer alan sendikalar ise daha çok grup çıkarlarından hareket eden yerel ölçekteki kurumlar olup nihai koşullarda yaptırım gücüne sahip değillerdi. Haklarının uluslararasılaşması ya da üçüncü kuşak hakların evrensel ölçüde benimsenmesinden ve korunmasına yönelik çabalardan sonra STK’lar hem bireylere hem de grupların temsiline yönelerek hukuk dolayımında yetki kazanmıştır. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları için günümüzde yapılan yorumlardan en önemlisi gönüllü/sosyal grupların artık ‘yetki devri’nde olduğudur. 5.1. Haklar Bağlamında STK modelleri: Bu kısımda, haklar nosyonu altında yer alan alt başlıklar bağlamında STK’ların karakteristikleri uluslararası çerçevede detaylı olarak ele alınacaktır. Bu nedenle haklar bağlamında farklılaşan örgüt modelleri Birleşmiş Milletler (BM) paralelinde değerlendirilecek böylelikle hem uluslararası sistemin yapısını hem de STK’ların ayrışmasının (eylem boyutu ve diğer önemli kurumsal ayrıntılar dahil olmak üzere) nedenlerinin açıklamasında yardımcı olacak bir model oluşturulacaktır. 5.1.1 İnsani Yardım Örgütleri: Uzmanlığı insani yardım sağlamak olan örgütlerin esas amacı insan hakları çerçevesinde zor durumda kalan insan topluluklarına hizmet götürmektir. Bu çerçevede insan hakları örgütlerinden farklı olarak hizmet sunumları bireylere 65 yönelik değil çoğunlukla kitlelere ve/ya topluluklara yöneliktir. Öncelikli hedefleri insanların yaşamlarını sürdürebilmesi için temel ihtiyaçlarını – gıda, su, ilaç, doktor, konaklama vb.- karşılamaktır. Bu nedenle diğer örgütlerin tersine hukuksal ve ekonomik mücadeleyi dolaylı olarak içerirler. En önemli karakteristikleri görev alanlarının hiçbir STK’nın sahip olmadığı kadar aciliyet teşkil etmesidir. Natsios’un özetlediği şekilde insani yardımın gerekliliği; merkezi devlet otoritesinin zayıflaması, etnik yada dini kargaşa ve insan haklarının kötüye kullanılması, makro ekonominin çökmesiyle enflasyonun yükselmesi, GSMH düşmesi, işsizlik, kitle popülasyon hareketleri, yer değiştirme ve açlık gibi nedenlerle ortaya çıkar (Natsios 1996; 67). Sıralanan gerekçeler aynı zamanda uluslararası kuruluşların diğer ülkelere müdahalesinin nedenlerini de kapsamaktadır. İnsani yardımın ortaya çıkışında ek sebepler de gösterilebilir ki en başta doğal felaketlerin yol açtığı yıkımlar, salgın hastalıklar gibi kitlelerin tehdit altında kaldığı olgular STK’nın sorumluluklarını artıran etmenlerden bazılarıdır. Bu bağlamda insani yardım örgütleri diğer STK’lardan çok farklı bir yerde ve daha fazla sorumluluk gerektiren bir alanda varlıklarını sürdürmektedirler. Özellikle müdahale gerektiren olayların aciliyeti onların diğerlerinden ayrıştırmayı zorunlu hale getirmektedir. Bu şartlar altında insani yardımın üç önemli kuramsal aktörü BM, Kızılhaç/Ay ve STK’dır. İnsani yardım üzerine çalışan sivil toplum kuruluşları sayısı diğer konularda uzmanlaşmış STK’lardan niceliksel olarak daha azdır. Buna rağmen bölgesel ve yerel STK’larla, acil durumlarda lojistik desteğe duyulan ihtiyaç nedeniyle, insan hakları ve çevre örgütlerinden niceliksel ve niteliksel olarak çok daha fazla işbirliğine girmektedirler. ‘Bazı gözlemciler, dünya çapındaki STÖ’ler aracılığıyla 66 yapılan toplam yardımın yılda 8.5 milyar dolardan fazla olduğunu tahmin etmekteler’ (Sollis 1996; 194)1. Bunun yanında BM, diğer uluslararası kurumlarla ve özel sektörle STK dünyasında diyalogları ve finansal ilişkileri en iyi olan STK modeli olarak kabul edilir. Genel olarak insani yardım örgütleri finansmanlarının büyük bölümünü devletlerden, az bir oranını ise toplumsal kaynaklardan edinilir. ‘Bunların içinde çok azı özel bağış kabul etmez geri kalanı gelirlerinin %60 - %70’ini donor hükümetlerden temin ederler’ (Natsios 1996; 69). BM ve diğer uluslararası kuruluşlar genellikle dikkatlerini hükümetler üzerine odaklamaktadırlar, STK açısından ise çoğunlukla birimlere, kişilere ve kişiler nezdinde olgulara yönelik bir algılama söz konusudur. Hükümetler ve birimler arasındaki ikililik durumu sivil toplumu temsilen STK ve hükümetleri temsilen uluslararası kuruluşlar arasında çok katmanlı bir ideoloji sorunu oluşturmaktadır. Basit anlamda iktidarda olanlar her ne kadar felsefi olarak tersi savunulsa da (özellikle liberal demokrasi içinde) toplumsal problemlerin giderilmesinde veya diğer siyasalarda kendilerini toplum kesimlerinin üstünde varsaydığı genel tartışma 1 BM sistemi içerisinde 4 hükümetlerarası kurum – ki Big Four olarak adlandırılır – UNDP (United Nations Development Program), WFP (World Food Program), UNICEF ve UNCHR insani yardıma ve ilgili STK kuruluşlarıyla ilişkilere yoğunlaşmıştır. WFP’nin görevi gıda ve ürün denetimi ve yardımı sağlamaktır. ‘1.8 milyar dolarlık dev bütçesiyle ‘big four’un en büyüğüdür’ (Natsios 1996; 72). Buna karşılık WFP’i, STK ilişkilerini kısıtlı tutması nedeniyle açık bir örgüt olarak nitelemek zorlaşmaktadır. UNICEF'in gelirleri, 138 ülkeden gelen bağışlar ile özel kaynaklardan gelen bağış ve yardımlardan oluşmaktadır. Tüm gelirinin %68'i hükümet kuruluşlarından, %32'si hükümet dışı kaynaklardan (tebrik kartları, oyuncaklar, kitaplar, bağışlar, vb) sağlanmaktadır(www.unicef.com). UNİCEF’te yerel ölçekte örgütlerle sınırlı bir iletişim içerisindedirler. 67 konularından biridir. Ulusal çıkar olarak meşrulaştırılan bir çok eylem de benzer bir varsayımdan türetilmiş. Sermayeye sahip olmanın sağladığı gayri-resmi gücün de sosyal aktiviteleri yönlendirme ve planlamada devletlerin bazı yetkilerini devrettiği uluslararası kurumlara yapısal bir üstünlük temin ettiği bu bakış açısına eklenebilir. Uluslararası ilişkilerde yaşanan ideoloji savaşı insani yardım olsun, insan hakları konuları olsun büyük oranda STK dünyasına yansımakta, ve bilinçli veya bilinçsiz bu karmaşık ilişkiler ağı sürdürülmektedir. ‘Bu geleneksel paradigma altında, BM kurumları STK’ları özellikle insancıl yardım operasyonlarında eşit partnerler olarak değil – hizmet performansına göre ödeme – emir altında olan taşeronlar olarak görmektedir’ (Natsios 1996; 74). STK’lara son derece şüpheyle yaklaşan Petras ve Veltmeyer’e göre; tarih boyunca iktidar sınıfı zorlayıcı devlet aygıtına ve sosyal enstitülere bağımlı küçük grupları, kendi güçlerini, karlarını ve ayrıcalıklarını sunmak için savunmaktadır (Petras – Veltmeyer 2000; 128)’. Geçmişte dinsel kurumların insanları kontrol etmek ve hoşnutsuzlukların, dinsel ve toplumsal rekabete ve karışıklığa doğru yönünü değiştirmek için destekleyen ve finanse eden egemen iktidar, günümüzde dinsel kurumların bu misyonunu STK’lara yüklemiştir. Petras ve Veltmeyer, STK’ların büyümesiyle yaşam standartlarının düşmesi arasında direkt bir ilişki kurarak; STK’ların yapısal sorunların giderilmesinde rolünü tartışmaktadırlar. Onlara göre ‘sivil toplum tek erdemli varlık değildir, ‘milyonlar işini kaybedip yoksulluk nüfusun kayda değer kısmına yayılırken, onlar ‘hayatta kalma stratejilerine’ odaklanmakta, neoliberal politikalara ve Amerikan emperyalizmine kitlesel başkaldırı düzenlemek yerine, aşevi ve yemek saklanmasını organize etmektedirler’ (Petras – Veltmeyer 2000; 131). 68 İnsani yardım alanında ikinci bir tartışma konusu ise Amerikan yardım modeli ve sekülerleşmedir. Konuya felsefi açıdan yaklaşan Whaits’a göre dinsel ideoloji, birliğin mücadelesi açısından güçlü bir motivasyon kaynağı oluşturmaktadır, çünkü STK’nın altında yatan temel felsefi görüş hümanizmadır (Whaits 1999; 410). Daha öncede bahsedildiği gibi Amerika’da genelde sivil toplum özelde ise Amerikan yardım sisteminin başat aktörleri Protestan geleneğine sahip sosyal örgütlerdir. Bu oluşum içinde ‘hümanist’ tutum asgari düzeyde dinsel unsurlar taşıdığı gibi STK’ların konu/olaylara müdahil olmasındaki motivasyonu sağlar. Huddock ise, Whaits’ın tersine STK’lar açısından en zayıf yönün bu olduğunu ortaya koyar; ‘STK’ları literatüründe esas zayıflıklarından biri de, STK’nın alturistik motivasyonla hareket etmelerini sağlayan değerlere sahip olduğu önerisidir’ (Huddock 1999; 20). İnsani yardımda uluslararası kurumlar ve STK ilişkisi dışında STK – STK ilişkisinde de kurumsal bazda ayrı bir analitik inceleme konusunu oluşturur. Uluslararası STK’ların yerel STK’lara karşı tutumları genelleme yapılmamakla birlikte çoğu zaman BM’in STK’lara yönelik tutumlarıyla örtüşmektedir. Davranışsal öğeleri doğu-batı ikilemi üzerinden tartışmaya açanlar olduğu gibi, olumlu bakanlar için, yerel STK’larının taşeron görevi üstlenmesinin kar ve risk denkleminin doğal bir sonucu olarak böyle bir misyonun gerekliliği şartını ileri sürmektedirler, çünkü yerel STK’lar tam da yerel oldukları için sorunun çözümünde başarı yüzdelikleri uluslararası STK’lara göre fazladır. Başarının kaynaklarının bir kaç neden altında toplamak mümkün, ilkin ilişki düzeyleri kişisel boyutta olmasından hem daha fazla risk almaya istekli hem de daha fazla motivasyona sahiptirler, bu da onlara mücadele 69 gücü ve sahası kazandırır, buna bağlı olarak yerel ve bölgesel STK’lar acil durumlarda halk ve kurumlar arasında gerekli güvenin sağlanabilmesi açısından kişisel ilişkileri nedeniyle kilit öneme sahiptirler ki onları güçlü kılan karakteristiklerin başında yer alır. Burada öne çıkan kavram politik güven olgusudur. ‘Güven konusunda ileri sürülen görüşlerin farklılığına rağmen hem kültürel, hem de kuramsal teorilerin ortak paydası, güvenin belli oranda bir ‘deneyime’ bağlı olduğu ve ‘öğrenilmiş’ bir değer olarak karşımıza çıktığıdır’ (Gökırmak 2002; 240). Uluslararası kurumlardan ve STK halka akan bilgi ve karşılığında halktan kurumlara akan bilginin özünde politik güven olgusu yer alır. Doğu-batı tartışmalarında sıklıkla gündeme gelmesi de aslında oluşturulamayan ya da tarihsel olarak politik güvenin inşa edilememesinden dolayı merkezi konumda bulunmayanların temkinli yaklaşımlarından ileri gelir. Uluslararası kurumların ekonomik ve politik davranış modellerinin STK dünyasına aynen aktarılması temkinli yaklaşanlar için sistemin tekerrürü anlamına gelir. Bu nedenledir ki STK’ları eleştirenlerde savunanlarda yeni jenerasyon STK 18. 19. yüzyıl muhalif kimliklerini terk ederek sistem içinde katalizör görevi üstlendiklerini ve artık uluslararası aktörler olarak sistemin devamlılığı açısından varoldukları konusunda ısrarcıdırlar. ‘Bu durumda karşımıza, toplumsal örgütlerden oluşan sivil insiyatifler ağı yerine, güçleri oranında hükümetlere ve diğer kamu kurumlarıyla lobi faaliyetleri yürüten, sınırlı profesyonel örgüt düzeni çıkmaktadır’ (Çelebi 2004; 262). Silinmiş: 5.1.1.1. İnsani Yardım Örgütleri; Kızıl Haç/ Ay Örneği:¶ Kızıl-Haç dünyanın en eski sivil toplum kuruluşlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1863 yılında Henry Dunant ve dört kişiyle birlikte İsviçre’de ‘İnternational Comitee For Relief To The Wounded’ adıyla kuruldu. 1875’te ise bugün bilinen ismini ‘The International Comittie of Red Cross (ICRC)’ aldı. Kızıl Haç kuruluş amacında da yer aldığı gibi temel görevi savaş nedeniyle mağdur insanları korumak ve yardım sağlamaktır. Örgüt temelde 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ve ilerleyen yıllarda imzalanan ilgili sözleşmelerin uluslararası uygulamaları denetlenmesiyle yükümlüdür. ‘Kısaca, Kızılhaç aslında uluslararası insancıl hukukun tanıtımcısı (promoter), garantörü (guarantor), muhafızı (custodian) ve gözlemcisidir (monitor)’ (Beigbeder 1991; 64). ¶ Kızılhaç bağımsız , tarafsız ve önayrgısız olarak kurulmasına rağmen ileriki zamanlarda mali bütçesinin büyük çoğunluğunun – ki yaklaşık %97’sini oluşturmakta – devletler tarafından karşılanması, dünya çapında ulusal ve uluslararası spesifik bir yardım sistemi oluşturulması ve devletlerin kendi özerk Kızılay/Haç’larına tüzük ve yasalarla bağlayıcılığı olması nedeniyle tam bir sivil toplum kuruluşu olarak tanımlanmamakta ve son yıllarda STK’ların çeşitlenmesiyle ‘quasinongovernmental organization (QUANGOs)’ kategorisine göre nitelendirilmektedir. Ancak Kızılhaç/Ay bir STK olmamasına rağmen BM sisteminin de dışında yer alır. Oldukça özgün ve bir o kadar disiplinli örgütsel ağları nedeniyle dünyanın hiç bir hükümet dışı aktörün olamayacağı kadar aktif ve söz sahibidir. ‘Kızılhaç ve Kızılay 7 temel prensip üzerinden hareket etmektedir; insanlık için (humanity), tarafsızlık (impartiality), yansızlık (neutrality), bağımsız (independence), gönüllü hizmet (voluntary service), dayanışma (unity) ve son olarak evrensellik (universality)’ (Beigbeder 1991; 62). Verilen 7 prensip uluslararası yardım sisteminin oluşturulmasına da örnek oluşturacak everensel değerlerin net bir çerçevesini oluşturur. Uluslararası insancıl hukukun insan haklarında atıfta bulunduğu yasalar da özünde kısmen bu 7 prensip üzerinden ... [1] tanımlanır. Her ne kadar Kızılhaç Biçimlendirilmiş: Altı çizgisiz 70 Silinmiş: ¶ 5.1.2. İnsan Hakları Örgütleri: Genelde insan hakları örgütleri STK dünyasında en önemli pozisyona sahip örgütler olarak değerlendirilir. Bunun başlıca sebebi şiddet, kadın – çocuk suistimali, konuşma özgürlüğü, din özgürlükleri, eğitim, sosyal güvenlik, keyfi tutuklamaya kadar oldukça geniş bir alanda konumlanmaları ve genellikle savunulan konuların tamamen siyasi olmasından ileri gelir. Özellikle insan hakları örgütlerinin karşı duruşu, çevre ve diğer konuların sözcülüğünü yapan örgütlerin hedeflediği özel ve çok yapılı şirketlerden ziyade hükümetlere hatta çoğu zaman devletlere yöneliktir. ‘Günümüzde genel olarak devletler – demokratik olsun ya da olmasın – dünya kamuoyunda insan haklarına saygılı görünmek konusunda oldukça hassas davranmaktadırlar, çünkü insan hakları eğilip bükülemeyen insanlığın varlığına yönelik nazik sorunları içermesinden dolayı herhangi bir insan hakkı ihlalinin gündeme taşınması (spekülatif bile olsa) her zaman iktidarları zan altında bırakacaktır’ (Kapani 1996; 81). Diğer örgütlere kıyasla devletlerin imaj kaygısı nedeniyle insan hakları kuruluşlarının daha fazla ciddiye alındığı aynı zamanda da daha fazla baskı altına alınmaya çalışıldığı görünür bir gerçektir. Kabaca insan hakları politiktir ve tüm baskı gücünü siyasi yapıların hassaslığından kazanmakla birlikte hukukun üstünlüğü ilkesine en sadık STK modelidir. ‘Bu alanda STK’ların politik başarısı pratikte temelleri sağlam olmayan ve değerlendirilmesi zor olmakta, yürütmeyi korumak genellikle sürekli politik baskı gerektirmektedir’ (Nelson 2000; 478). İnsan hakları örgütleri alanında esas sorun ya da sorunsallaştırılan öğe bu tarz örgütlerin ‘sivil toplum’ adına konuşma iddiasında olmalarıdır. Şematik düzeyde 71 sivil toplum devlet olmayan olarak tanımlanmakta ve insan hakları örgütleri geliştirdikleri sivil toplum temsilciliği misyonuyla sivil toplum devlet arasındaki ayrımın, aydınlanmış bir seçkinler sınıfının hegomonyasına dönüştürmekte olduğu kısmen tekrarlanan bir savdır. ‘Bu kurumlar sonsuz sayıda çıkar grubu, ‘uzman’ kamuoyu ve bu kamuoylarına ait profesyonel kodlardan oluşmaktadır’ (Çelebi 2004; 263). İnsan hakları siyasal bir sorun temeline oturtulduğundan, sorun etrafında toplanan örgütsel ağlar en basit düzeyde kendi sosyo-politik bağlarını yeniden üretecek benzer retorikler geliştirmek durumundadır. Burada paradoksal olan bir yandan faaliyet alanları dahilinde muhatap kabul edilen hükümetler için siyasal iletişimi kullanırken diğer yandan marjinal toplumsal grupların veya bireylerin çıkarlarını korumak mevcut politik kamusal alandan optimum almayı engellemektedir. ‘İnsan hakları örgütleri çoğunlukla birincil görevleri olan hükümetlerin insan hakları üzerine tutumlarını - özellikle şiddet üzerine - izleme ve raporlama, baskı kurmak ve şiddetin sonlanması için uluslararası mekanizmalar yaratmaktır’ (Gaer 1996; 56). Tüm bu mücadele siyasi kanallardan sürdürülmekte, bu nedenle anaakım medya yerine tercih edilen alternatif medya kanalları ve aktiviteler magazinsel değer taşımayacak biçimde gerçekleşmektedir. Diğer örgütler gibi insan hakları örgütleri de kendi yöntem ve metotlarını geliştirmiştir. Örneğin STK’ların Arjantin’deki şiddet olaylarını raporlarına taşıması ve bu doğrultudaki uluslararası girişimleri, ‘tematik mekanizma’ (thematic mechanizm) diye tanımlanan aktivite biçimini yaratmıştır. Tematik mekanizma’da amaçlanan tüm kanallardan devletler, kurbanlar, medya, özel kurumlardan sağlanan ve toplanan bilgilerle belli bir yargı mekanizmasını harekete geçirerek sorunun giderilmesidir. 1945 San Francisco Konferans’ında insan hakları 72 örgütleri BM sistemine dahil edilmiş ve ‘San Francisco Konferansına 42 Amerikan örgütü danışman olarak davet edilmişti’ (Gaer 1996; 51). Konferansın sonucunda insan hakları örgütlerinin sundukları raporlar nedeniyle BM İnsan Hakları Komisyonu’nu harekete geçirme gereksinimi duyacak ve böylelikle ilk şiddeti Silinmiş: Silinmiş: soruşturma grupları 1967 Güney Afrika, 1968 İsrail ve 1975 Şili’de oluşturulacaktı. BM Ekonomik ve Sosyal Komite ‘tematik mekanizma’ mantığıyla insan hakları komisyonunu hükümetlerden, özel kurumlardan, hükümetlerarası örgütlerden ve hükümet dışı örgütlerden güvenilir ve sağlam bilgi edinebilmek için yetkilendirmişti. Bu nedenle insan hakları örgütleri insan haklarını izleme ve raporlama üzerinden tanımlanırlar. Bu bağlamda Gaer, uluslararası sistem içinde yer alan insan hakları örgütlerini iki ayrı grup üzerinden tanımlamaktadır. İlk grupta yer alanlar tamamen kendilerini insan haklarına adamış (dedicated), diğer grup ise özelde kendi üyelerine açık olan ancak çoğunlukla tüm bireylere hizmet veren (exculusive) gruplardan oluşmaktadır. 5.1.3. Çevre Örgütleri: Çevre, insan haklarından sonra uluslararası sistem içerisinde en kapsayıcı sahaya sahiptir. II. Dünya Savaşı’nın ardından sınai ilerleme, savaşın yarattığı tahribat, nükleer çalışmaların kitlesel tehdidi ve yaşanan diğer gelişmeler çevre ve Silinmiş: 5.1.2.1 İnsan Hakları Örgütleri; ‘Uluslararası Af Örgütü’ Örneği:¶ Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) tüm dünyada en çok bilinen ve BM danışman statüsüne sahip insan hakları örgütlerinden biridir2. 1961 yılında Londra’da kurulan örgüt ‘İnsan haklarını genel bir platformda savunmak yerine, çalışmalarını belirli alanlarda yoğunlaştıran dünya çapında bir hareket olarak ortaya çıktı’ (Kapani 1996;86). 2004 yılı verilerine göre örgüt 1 milyonu aşkın üye ve destekçiyle 140’tan fazla ülkede konumlanmıştır. UAÖ, STK’ların genel prensiplerinden finansal bağımsızlığına uygun olarak, mali kaynaklarını halktan toplanan bağışlar oluşturulmakta ve tarafsızlığın muhafazası adına devlet ve hükümetlerden herhangi bir maddi destek kabul edilmemektedir. Uluslararası Af örgütü eylem planı çerçevesinde diğer STK farklı olarak belirlenen düşünce suçlularının bırakılmasına yönelik geliştirdiği yöntemlerden biri; üyeler tarafından hükümetlere sürekli mektup gönderilmesidir. Böylelikle İnsan hakların örgütlerinin ortak özelliği olan hükümetlerle ilişkiye geçme alternatif medya kanalları aracılığıyla sağlanmaktadır. Aynı zamanda uzun süreli kampanyalar ve yıllık raporlarla kamuoyunun dikkati sürekli canlı tutulmaya ve ilgili mağdurların kurtarılmasına yönelik oldukça güçlü bir sistem oluşturulmuştur. İnsan hakları örgütleri daha önce bahsedildiği gibi siyasi oluşumlardır, bu nedenle devletlerle ilişkileri sürekli bir gerilim hattında gelişmektedir. UAÖ tüzüğüne göre, düşünce mahkumu siyasi, dini veya diğer vicdani inançları veya etnik köken, cinsiyet, renk, dil, uyruk veya sosyal köken, ekonomik statü, doğum veya diğer statüleri nedeniyle gözaltına alınmış, şiddet kullanmamış veya şiddeti savunmamış kişilerdir (Amensty International 2001). UAÖ için önem teşkil eden hukuk üstünlüğü ve yasal kararların uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler çerçevesindeki bağlayıcılığıdır. ¶ 73 ekoloji sorunlarının küresel ölçekte bir hak istemine dönüşmesine neden oldu. Gelişme ve çevre arasında ortaya çıkan gerilim bir yandan karşıt çevreci hareketleri tetiklerken diğer yandan devletler bazında kalkınmayı öngören politikaların uygulanabilirliğini tehdit etmekteydi. Böylelikle BM’in 1972 yılında Stocholm Birldirgesi ile ‘çevre hakkı’ uluslararası anlaşmalarla yeniden tanımlandı. Stockholm Bildirgesi çevre hakkını tanıyan uluslararası anlaşmaların ilki olmasının dışında gerek STK dünyası için gerekse ekoloji felsefesi açısından bir dönüm noktası niteliğindedir. Stockholm zirvesi sırasında 134 sivil toplum kuruluşu resmi süreçte, diğer STK’ların ise çeşitli eylem ve aktivitelerle zirveye görülmemiş oranda katılımı dolaylı da olsa STK’ların BM sistemine dahil edilmesini ve siyasi alanda da bir aktör olarak gündeme gelmesini sağladı. Böylece, FAO UNESCO gibi BM organları doğal kaynakların kullanımına yönelik faaliyetleri çevre sorunlarının hak olarak tanınmasına yardımcı olurken United Nations Environment Programme (UNEP) gibi alt organlarsa hükümet dışı örgütlere yönelik desteğini genişleterek çevre STK’ların uluslararası sistemde bugünkü yerini almasını sağlayan süreci başlatmış oldu. Bu nedenle UNEP, STK ve BM ilişkisi içerisinde kritik rol oynayan organların başında yer almaktadır. Stockholm sürecinde STK, çevreci hareketler, FAO, UNESCO gibi örgütlerin çalışmaları sayesinde o güne kadar durağan olarak algılanan ‘doğa’nın dinamik bir süreç olduğu, Bildirgede yer alan gelişme kavramına yapılan açık vurguyla kabul edilmiş olmaktaydı. Böylelikle ekoloji ve çevre arasındaki disipliner problemler bu süreçte benimsenen ‘yeni çevrecilik’ (new-environmentalizm) felsefesi ile belli bir uzlaşma zeminine doğru kaydı. Çevre ve ekoloji kavramları oldukça tartışmalı 74 olmasından, kabaca ekolojinin doğa merkezli, çevreciliğin ise insan merkezli olduğu söylenebilir. Ekolojik mantık doğayı insanın üzerinde konumlarken, çevrecilikte esas olan doğanın insan yaşamını devam ettirmesini sağlayacak bir araç olmasıdır. Kalkınma, Çevreci ve ekolojist kavrayış yeni-çevrecilik paradigması altında yeniden yorumlandı. Buna göre, yeni çevreciliğin önerdiği - ki sürdürülebilir gelişme kavramında önemle vurgulanmış ve yerindenlik, merkezsizleşme ve yönetişimle bu felsefe ileriki dönemlerde beslenmektedir- ortak bütünlükçü bir yaşamdı. Stockholm Bildirgesi’nin ardından 1982 Dünya Doğa Şartı, 1981 Afrika İnsan ve Halklar Hakları Şartı ve 1992 yılında Rio Çevre ve Gelişme Bildirgesi bugün çevre haklarının yasal temellerini oluşturmaktadır. Bu antlaşmalar içerisinde Stockholm’den sonra en önemlisi ‘Rio Deklarasyonu’ dur. ‘Dünya Şartı olarak ta anılan belge ‘sürdürülebilir gelişme’ felsefesini özetler’ (Kaboğlu 1996; 151). Hukuksal açıdan Rio Deklarasyonu çevre hakkını tam güvencesini sağlamak üzere hazırlanmış en kapsamlı metinlerden biri olmasının yanı sıra sivil toplum kuruluşlarına BM sistemi içerisinde yetki tanıyan ilk belgedir. Stockholm Bildirgesi’nden Rio’ya kadar tüm anlaşma ve zirvelerde STK’lar sadece gözlemci statüsündeyken, Rio sürecinde sivil toplum kuruluşlarının UNEP’in farklı toplantılarında araştırma, kaynak ve bilgi sağlama konularında oynadığı aktif rol esas tutularak BM çatısı altında resmi organlara karılım ve katkı sağlayabilecek kadar geniş biçimde yetkilendirildiler. 2000’li yılların genel politikasını oluşturan sürdürülebilir kalkınma kavramı da bu etkileşim ışığında gerçekleşti. Örneğin ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramını gündeme taşıyan ilk belge Dünya Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) Birleşmiş Milletler’e verdiği rapordur. 1983 yılında ise 75 Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu’nun (United Nations Conference on Environment and Development - UNCED), kurulmasıyla birlikte STK’ların uluslararası sistem içerisinde önemi daha da arttı3. UNCED içerisinde Brundtland Komisyonun aktiviteleri, global forum ve hazırlık komisyonu toplantılarında (PrepCom - Preparatory Committee), IUCN, Greenpeace, Environment and Development Action in the Third World, Conservation Foundation ve Environmental Defense Fund gibi 5 farklı uluslararası STK aktif rol üstlenmiş ve sürdürülebilir gelişme kavramının anlam kazanmasını sağlamışlardır. Özellikle Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansının sonucu olarak ‘Rio Bildirgesi’, ‘Gündem 21’, ‘Orman İlkleri’, ‘İklim Değişimi ve Biyolojik Çeşitlilik’ sözleşmelerinde sürdürülebilir gelişme açık biçimde yer almıştır. STK’lar için ise ‘Gündem 21’ ayrı bir öneme sahiptir. Eylem planı niteliğinde olan ‘Gündem 21’ sivil toplum kuruluşlarının yapması gerekenler ve misyonları ne olduğu konusunda detaylı bir plan ortaya koymakta ve açık biçimde global bir sivil toplumun gerekliliğine ve varlığına işaret etmektedir. Gündem 21, ‘sürekli gelişmenin partnerleri NGO rolünün güçlendirilmesi’ başlığı altında, BM Örgütü’nün ve Devletlerin gelecekteki sorumlulukları konusunda çok açıktır (Kaboğlu 1996; 156): Birleşmiş Milletler sistemi, - buna uluslararası mali ve gelişme kurumları dahildir-, mevcut usul ve mekanizmaları güçlendirme araçlarını incelemek amacıyla ortak önlemler almak zorunluluğu duyacaklar; böylece NGO’lar, 3 ‘Birleşmiş Milletler Çevre Programı (BMÇP)’nın 1982 yılında yapılan 11. Yönetim Konseyi toplantısında alınan bir kararın Birleşmiş Milletler genel kurulunda onaylanmasından sonra, 1983 yılında Norveç Başbakanı G.H Brundtland’ın başbakanlığından bağımsız bir komisyon olarak kurulan Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu’un çevre ve gelişme arasındaki karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimi ortaya koyan bir yaklaşımla gündeme getirdiği sürdürülebilir gelişme kavramı, uluslararası kuruluşların çevre politikalarının yönlendirilmesinde temel çerçeveyi çizerek, çevre gerçeğinin bugünkü içeriğini kazanmasında etkili olmuştur’ (Mengi – Algan2003; 20). Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 76 karar alınmasına ve yürürlüğe konmasına ilişkin politikaların oluşumuna katılacaklar. Hükümetlerde, Gündem 21 programının uygulamaya konmasında, ulusal prosedürlerle NGO’ları katmak için gerekli önlemleri alacaklardır.... (alıntılayan Kaboğlu 1996; 156) Silinmiş: ’ Silinmiş: Uluslararası alanda, yasal belgeler ve kurulan etkileşimli ilişkiye rağmen STK gözlemcileri sistemin STK’ları bu kadar geniş oranda kapsamasının hem STK’lar için hem de sivil insiyatifler açısından bazı sakıncalara sahip olduğuna dikkat çekmektedirler. Onlara göre, STK’ların özellikle uluslararası sistem dahilinde yetki gücü artarken diğer yandan etki gücü aynı oranda azalmaktadır. Ken Conca’nın yorumunda, çevre ve diğer faktörler arasındaki ilişkinin belirsiz ve sınırsız olması STK’ların konumu belirleyebilmeyi güçleştirmektedir. Zorluğun başlıca nedeni, STK’ların etkili olanların hepsi olmamakla birlikte bir çoğunun kendilerini çevre (environmental) gibi dar terimlerle tanımlamış olması ve STK’nın ulusaşırı olup olmadığının göreli kalmasıdır (Cona 1996; 106). Conca’nın merkez daire çözümlemesi STK’ların konumu bakımından detaylı bir açılım sağlar. Buna göre sistem içinde Greenpeace, World fund of Nature, Friends of the Earth International, IUCN gibi örgütler merkezde yer alan küresel ölçekte yayılmış milyon dolarlık bütçeleri ve yine milyonu aşkın üyeleriyle en güçlü STK’lardır. Rio öncesi ve sonrası karar alma süreçlerine katılım yetkisi geniş oranda bu STK verilmiştir. Merkezin biraz dışında yer alanlar ise – merkez daire tarafından içerilen - think-thanks, STK ağları (network) ve bilgilendirme grupları, daha çok yardımcı konumda bulunan STK’larından, en dış dairede ise grassroot diye adlandırılan; gözlemci statüsünde bulunan ve sayıları tam bilinmemekle birlikte 200 binden fazla olduğu tahmin edilen küçük ve çoğu yerel STK’lardan oluşmaktadır. Merkez daire ilişkisi dikkate alındığında Sistem içerisinde yer alan çevreci STK’ların dikkat çekici oranda 77 Amerikan kökenli olması ya da önemli ekonomik bütçelere sahip olmaları ulus-aşırı donor kuruluşların da buna destek vermesi, atıl kaynaklara ulaşmakta sıkıntı yaşayan küçük ölçekteki STK’ların dışarılanması tehlikesini yaratabilecek önemli bir gelişme olarak nitelendirilir. STK’ların yardımlara, bağışlara ulaşmasındaki güçlükler bir yana uluslararası kurumlar ve STK’lar arasındaki muhalif ilişki de kurulacak ilişkileri etkileyen unsurlardan biridir. Buna göre, ‘BM ve STK’ların işbirliği, müdahale anlarında mainstream STK’lar Amerikan patentli, güneydekiler politik, diğerleri ise bilgi esnasında tutulmaktadır’ (Conca 1996; 112). Bu durum kuzey STK’lar ve güney STK’lar arasında güç birliğine dönüşebileceği gibi her türlü ortak ilişkiyi güç hiyerarşisi çemberini de sokabilir. Sistem hiyerarşisinin nedeni ve sonucu olarak STK dünyası içinde temsili üstelenilen çevre konusunda temel ve klasik problemlerin şekil değiştirerek sürdürülebilir gelişme felsefesi merkezde olmak üzere ilgilenilen olguların; global finans, ticaret, kalkınma, özel şirket politikaları gibi karışık ve dolaylı alanlara kaymakta olduğunu işaret edilir. Bu nedenle çevreciliğin insan merkezli doğası ve çevrenin insana hizmet adına iyileştirilmesi düşüncesi ‘gelişme’ yazını da su yüzüne çıkan mantığın çevresel olgulara uyarlanması olarak kabul görür. Buna göre aslında çevreci hareketler sorunun doğasıyla değil sistem içerisinde yumuşatılmasıyla ilgilidir. Çünkü gerek Stockholm’de gerek Rio’da ve diğer tüm zirvelerde çevre farklı boyutlarda ve tutumlarla gelişmeye katkıda bulunan bir değer olarak algılanmıştır. Böylelikle özellikle 1980’lerde refah devleti gölgesi altında uluslararası kurumların kalkınma hamlelerinde çevresel değerleri fark edip STK’lara yönelmesi süpriz bir gelişme olarak düşünülmemektedir. 78 5.2. STK Modellerinin Değerlendirilmesi: Bu başlık altında amaçlanan yukarda bahsedilen konuların kısa bir özetini sunabilmektir. Genel bir değerlendirme yapılırsa, sivil toplum kuruluşları, farklılaşması, çeşitlenmesi ve özgünlüğü bütünsel bir bakış açısı gerektiren ve oldukça karmaşık ilişkiler sistemlerini içinde barındıran ayrı bir evren gibidir. Sivil toplum kuruluşu dünyasına yön veren şeyleri sınırlandırmak belki de STK’ları tanımlamaktan çok daha zordur. Her bir sivil toplum kuruluşu kendi içinde bulundukları coğrafyaya, toplumsal ilişkilere, sivil topluma (burada sivil toplumu entellektüel düzeyde yeni bir dönem fomulasyonu olarak kullanmamakla birlikte son dönemlerde siyasetin gerektirdiği popülerlikten de ayrı biçimde yani askeriyle, parlementosuyla, eğitim sistemiyle, etnik gruplarıyla bireyleriyle vb. özetle bir toplum için gerekli olan ne varsa tümünü dahil ederek kullanılmaktadır) ait özgün koşullarda doğar ve yönetmelerini, taktiklerini, hedeflerini durumun yarattığı şartlar bağlamında sürdürür. Buna göre aslında STK değerlendirmenin bir yolu da içinde yer aldıkları konjonktürel aşamaları ve direnç noktalarını ilişki ve iletişim denkleminde anlatabilmekten geçer. Bu nedenle sivil topum kuruluşlarının her hangi bir disiplin içerisine sıkıştırılmaması gerekir. İnsan hakları örgütlerinde belirleyici olgu devlet – birey ikililiğinin yaratmış olduğu sistematik sorunların üstesinden gelebilme ve düzenleyebilmektir. Kabaca insan hakları örgütleri siyasaldır ve tüm çaba bu dualitteden politik kazançlara ulaşabilmektir. Hukuksal dayanağı en kuvvetli olan sivil toplum kuruluşu diye tanımlanabilir. Silinmiş: 5.1.3.1. Çevre Örgütleri; ‘Greenpeace’ Örneği:¶ ¶ Greenpeace hem çevreci sivil toplum kuruluşları hem de kamuoyu önünde en popüler ve en mücadeleci örgütlerdendir. Örgüt kurulduğu 1971 yılından bu güne kadar bir çok eylem, bilimsel çalışma ve çeşitli aktivitelerle kendini kabul ettirmiştir. 2004 verilerine göre 24 ulusal ve 4 bölgesel ofis, 101 ülkede 2 milyon 800 bin destekçisiyle küresel ölçekte faaliyetlerini sürdürmektedir. Greenpeace’in bu kadar önemli bir örgüt haline gelmesinde savunduğu konuların dışında STK dolayımında aktivizime getirdiği yeniliklerdir. Yeniliklerden biri kuşkusuz yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerini en üst düzeyde kullanmaları ve bu alanı muhalif kanattan geliştirmeleri olmuştur. Belli başlı örneklerden birisi özel şirketlerin müşteri memnuniyeti odaklı pazar stratejilerinde kurulan interaktif bilgi ağını ters yüz edilmesini sağlayan ‘eloktronik aktivizm’dir. Greenpeace’in karakteriyle özdeşleşen bir diğer yöntem ise ‘doğrudan eylemdir’. Doğrudan eylemle amaç sorundan sorumlu olanı hedeflemektir. Doğrudan eylemin yanında faaliyetin yürütüldüğü mekanda bulunmayı içeren ‘pasif direniş’ modelleri de sıklıkla kullanılmaktadır. ‘Tanıklık etme eylemi’ yine Greanpeace’in geniş eylem repertuarının bir parçasını oluşturmaktadır. Tanıklık etme esasen pasif direniş modeli olarak da kabul edilebilir, çünkü tanıklık eylemi sırasında olaya sözel veya fiziksel bir müdahale söz konusu değildir.¶ ¶ ¶ 79 Çevre örgütlerinde ise durum farklı olarak özel sektör – gruplar arasındaki mücadele alanlarını işaret etmektedir ve çevre konunun kendisi de ilgili kurumları da en basit düzeyde reel ekonomik değerler çerçevesinde, bireyler, devletler ve hükümetlerarası kuruluşların ikinci planda kaldığı bir portreyi anlamdırmaktadır ve belki de en önemli karakteristiği bölgesel kısıtlamaları dışlamalarıdır. İnsani yardım örgütleri etik değeri en yüksek ve bir o kadarda siyasi yapısal değerlere sahip olandır. Eğer bir ilişki formülasyonu yapmak gerekirse gerek felsefesi gerekse aktiviteleri devlet – devlet arasında dönen ilişkiler sistemi üzerine inşa edilir. İnsanı yardım örgütlerinin yer aldığı düzlem politiktir, çözümleri ve metotları ve hareketleri de politik sisteme bağımlıdır ancak bu bağımlı ilişkilerden paradoksal biçimde kendini sıyırmayı başarabilen örgüt modelleri de yine insani yardım kurumlarıdır. Gelişme veya kalkınma örgütlerinde ise biraz daha çeşitlilik arz eden analizler gereksinim vardır. Buna göre devlet - özel sektör – gruplar – yerel yönetimler arasından gelişen düşünsel ve çıkar çatışmalarının yükseldiği ve ötekilere göre daha bölgesel kalabilen ve yine ötekilerine göre daha fazla koalisyon gerektiren saha çalışmalarıdır. Yazılı ve görsel medyanın kullanımı ve diğer iletişim araçlarından yararlanabilme yukarıdaki ilişkiler bağlamında gerçekleşmektedir. Örneğin çevre örgütleri out-door diye tanımlananan dış alan iletişimine, doğrudan eylem 80 biçimlerini, publicity gibi haber değeri taşıyan eylem ve aktiviteleri yoğun olarak kullanmaktadır. İnsan hakları örgütleri belli bir haber değeri ifade eden aktivitelerden ziyade magazinden uzak programlardan yararlanmaktadır. Bu yöntemin etkin kullanımında Silinmiş: ciddiyet gerektiren haber Silinmiş: ın önemli olan daha uzun süreli ve bilgilendirme düzeyi yüksek olması ve olası hedef kitlenin birebir muhattap alınmasıdır Bunun yanında hedefi oluşturan hükümetlere karşı mektup/mail/telefon vb. her türlü kanalın sürekli iletişime imkan tanıması nedeniyle iletişimsel eylemi boyutunu bu tarz araçlardan oluşturmaktadırlar. İnsani yardım örgütlerinde konular medyaya götürülmez, çünkü ilgili konuların haber değeri yüksektir. Bu da onları halkla ilişkiler ve reklam tekniklerinden uzaklaştırmaktadır. Kalkınma örgütlerinde ise durum biraz daha farklıdır seçilen yöntem daha çok magazinsel değerdedir ve bölgesel olduğu için yerel iletişim kanalları ve yüzyüze iletişim en üst düzeyde geçerliliğini korumaktadır. Yukarda ki çözümlemeler farklılıkları yansıtır. Benzerlikleri ise nerdeyse klişeleşen söylemlere paralel ilerler. En başta tarafsız ve önyargısızdırlar, tam bağımsız ya da özerktirler, genelde tüm toplumu özelde ise üyelerinin çıkarlarını korumayı amaçlamaktadır, ancak çevre ve insani yardım örgütleri bu noktada ayrışmaktadır, çünkü çevre fenomeninin insan merkezli olduğu vurgulansa da çıkarlara değil korumaya öncelik verilir ki bu noktada birey ve grup çıkarları arka 81 plandadır (bunlar en azından görünen düzeyde değildir), insani yardım örgütleri ise kitlesel yardıma öncelik tanıdığından üyelerinin çıkarlarını tanımlamak söz konusu değildir. Rapor, teknik araştırma, gözlemleme ve çözüm üretme ortak özellikleridir. Gelişeme/kalkınma örgütlerine NGDO (nongovermental devolopment organizatons) kalkınma söylemiyle paralel ilerleyen bir perspektife sahip olması nedeniyle bir sonraki kısımda açıklanmaya çalışılacak olguların kendini tekrarlamaması adına bu bölümde yer verilmemiştir. 6. İlerleme/Gelişme Söylemi ve STK ilişkisi: Sivil Toplum Kuruluşları bir çok nedenle gelişme politikalarıyla yakından ilgilidir. Bunlardan ilki STK’ların uluslararası örgütlerin kalkınma politikalarının yeni yerel aktörleri olarak görülmesi, ikincisi sivil toplum ve STK’ların daha önce de söz edildiği gibi varlığının veya yokluğunun gelişme sorunu olarak ortaya konması, üçüncü neden ise STK’ların (sendikalar dışarıda tutularak) her türlü özel ve genel amaçlarının gelişim etrafında şekillenmesidir. STK’lardan beklenen ve onlarında büyük oranda benimsediği hizmet sektörü dolayımında çoğulculuk, demokratikleşme, proje yaratma ve uygulama gibi görev ve misyonlar gelişmenin yayılımcı karakteristiğinden beslendiği gibi aynı biçimde bu süreci ve politikaları destekleyici bir role büründükleri varsayılmaktadır. Bu nedenler göz önüne alınarak burada sivil toplum kuruluşlarına yönelik yaklaşım ve politikalar gelişmeyi kavramsallaştıran ‘kalkınma’ üzerinden değerlendirmeye çalışılacaktır. 82 Kalkınma kavramı II. Dünya Savaşı sonrası gelişmiş-azgelişmiş dikotomisinde çevre ülkelerin merkez ülkeler seviyesine getirilmesini öngören iktisadi bir terim olarak ortaya çıktı. ‘Aslında kavram yeni olmakla birlikte, evrim teorisinin, modernleşme teorisinin, etnosantrist ilerleme ideolojisinin yeni koşullarda aldığı biçimdi’ (Başkaya 2000; 15). Bu nedenle ‘gelişme’ yönünden ‘kalkınma’ insanlık açısından bir değerlendirmeden ziyade kapitalist ilişkiler çerçevesinde kurulan bir süreci ve bu süreç sırasında ve sonucunda sermayeyi elinde bulunduran ülkelerin kendi öz kimliklerini tanımlama ve geçirmiş oldukları değişimleri işaret etmek için kullandıkları bir strateji olarak görülmektedir. ‘Evrim kuramı bu anlamda tarihin yeniden disipline edilmesi, yeniden anlamlandırılmasıdır’ (Ercan 2001; 58). Evrim teorilerinin temel prensiplerinden mantık merkezli düşünme biçimi sömürgeleştirilen ülkeler hakkında yeniden bilgi üretimini sağladığı gibi aynı zamanda barbar ve ilkel olarak tanımlanan Doğu’nun doğrudan ilerleme paradigmasıyla Batı uygarlığı seviyesine geleceği, uygarlaşacağı iddiasında bulunmaktaydı. ‘Bu söylem bütün ülkelerin ekonomik tarihini, her biri farklı zamanlarda farklı hızlarda, tek bir gelişme kalıbını izleyen bir tarih olarak kavrar’ (Hardt & Negri 2003; 295). Bir çok teorisyene göre özellikle Aydınlanma felsefesinin yarattığı bu dikotomik davranış modeli Batı’nın temel karakteristiği olmakla birlikte bu süreçte belirleyici olanın Batı sermayesinin genişleme ihtiyacı olduğudur. Bu bağlamda hem modernizmi olumlayanlar hem de eleştirenler için değişim ve gelişim sermayenin kimin elinde bulunduğuyla yakından ilgilidir. Toplumların disipline edilmesi ise gelişmenin formülünde yer alan sermayenin yayılımına neden olabilecek engellerin ortadan kaldırılması veya bu risklerin minimalize edilmesini içerir. ‘Toplumun disiplin altına alınması için ilk adım, 83 uzmanlaşma ve işbölümü ile birlikte bürokrasinin gelişmesi olmuştur’ (Ercan2001; 37). II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik ve politik değişimlerle gelişme yazının sermaye açısından farklı bir boyutta algılanmasına neden oldu. Avrupa’nın elinde bulundurduğu sermayenin Amerika’ya kayması, sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanması, yeni kurulan devletlerin kendi iç dinamiklerinin dolaylı dış müdahaleye açık olması ve geniş oranda bu ülkeler tarafından dış müdahalenin bizzat talep edilmesi, sanayileşmenin artması, beşeri faktörlerin öne çıkması gibi bir çok nedenden ötürü gerek kapitalist sermaye gerekse toplumsal yapılar açısından yeni politikalar yaratılmasını sağladı. Bu noktada gelişme teorisyenlerine göre evrimci gelişme yazını modernleşme kalkınmasıyla yer değiştirdi. ‘II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, kalkınma kavramı yeni dönemin eşitsiz ilişkileri ve hiyerarşiyi meşrulaştıran bir kavram olarak ortaya çıktı’ (Başkaya 2000;16) ve kalkınma yeni bir tür bağımlılık ilişkisi yaratılmasının yolu olarak görüldü. Özellikle kalkınma yerine ‘kalkındırmanın’ popülerleşmesi çok büyük bir genelleştirmeyle tarihsel literatürde ayrıcalığı bulunan azgelişmişlerin dünyasına bir müdahale olarak kabul edildi. Ancak ‘müdahale’ parçalanan toplum yapısı ve emeğin enformasyona dönüşümü nedeniyle ekonomik olarak kolonileştirme sürecinde görüldüğü gibi askeri ve zoraki değil ikna ve inandırma olarak farklı biçimde oluşturuldu. Buna göre kolonileştirme biçimsel olarak son buldu ancak söylem olarak varlığını daha da somutlaştırdı; artık sermaye için gerekli olan tektipleştirici seri üretim – fordist üretim – yerine esnek ve her bir toplumsal yapının ayrı pazar olarak algılanması gerekliliğiydi, böylelikle aşağıdan yukarı ve halkın beklenti ve isteklerinin öne çıktığı, merkezsizleştirmenin ayrı bir 84 önem kazandığı, yerelleşme eğilimi ve farklılık vurgusuyla küresel sermayeyi farklı bir karakteristiğe taşıdı. Üç evreli bir süreç izleyen gelişme yazını önce doğu-batı, arkasından gelişmiş-azgelişmiş ve küreselleşme sürecinde ise güney-kuzey ilişkilerinin en basit düzeyde nasıl okunduğunu ve kurulduğunu anlatan bir temsiller sistemini anlamlandırmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte kuzey – güney diyaloğunun pekiştirilmesi için; gelişim/kalkınma yeni, farklı ve temelde sürdürülebilir ve katılımı gerekli kılan biçime dönüştü. Ancak küreselleşmenin nedenleri ve sonuçlarının, gelişme yazını açısından doğru okunup okunmadığı konusu oldukça tartışmalı bir alanda yürütülmektedir. Öncelikle evrimci teorinin ikili düşünce sisteminin tüm bir tarihe genelleştirilmesi ülkelerin etkileşim sürecini oldukça basitleştirmiş ve karmaşık ilişkiler döngüsünü yalın bir söyleme indirgeyerek ekonomi dışındaki iktidar nosyonlarının gizlenmesi tehlikesini yaratmıştır. Aynı zamanda Avrupamerkezli tarih anlayışını tek taraflı eleştirel yorumları Avrupa dışında yer alan diğer toplum ve devletleri yine Batı’nın tarif ettiği metin üzerinden yapılması istenmeden aynı ideolojinin bir kez daha üretilmesine neden olabilecek bir unsur olarak kabul edilmelidir- ki bu yaklaşım oryantalizm eleştirilerinin ilk dönem çalışmalarına yöneltilen indirgemeci tarzına yakın durmaktadır. Bu durumda merkez ülkeler ‘değişken ve etkileyen’, çevre ülkeler ise ‘durağan ve sürekli saldırıya uğrayan masumlar’ olarak tanımlanabilmektedir. Ne var ki küreselleşme söz konusu olduğunda merkez ülkeler çevre ülkelere onların bağımlılığından belki de daha fazla bağımlı konumda bulunduğu gerçeği yeterince tartışılmamaktadır. ‘Bugün hakim ülkeler bile küresel sisteme bağımlıdır; dünya piyasasının etkileşimleri sonucunda 85 bütün ekonomilerin eklemleri genel olarak çözülmektedir’ (Hardt & Negri 2003; 297). Yine de gelişme her zaman için sermayeyle birlikte düşünülmektedir. Modernist-gelişmeci bir kuramcı kabul edilen Huntigton, yukarda bahsedilen evrimci mantığa uygun olarak ‘Üç Dalga’ teorisinde ortaya koyduğu dünyanın demokratikleşme açısından gelişimini anlatan düz ve ters dalgaların liberalleşmeyle doğru bir çizgide ilerlediği görülmektedir. Ona göre demokratlaşmanın ölçümü kısmen de olsa liberalleşmedir, özellikle son dönem analizinde 1990 sonrası demokratik olmayan ülke klasmanında liberalleşmenin bir boyut olarak sadece ekonomi alanında Marksist-Leninist rejimlerin değil, siyasal ve kültürel açıdan da serbest piyasa ekonomisini benimsemeyen ülkeleri yerleştirmiş olmasıdır. Huntington’ın Batı kültür tezine dayanarak belirttiği gibi; ‘kısacası demokrasi, sadece Kuzey Batı ve belki Orta Avrupa ülkeleri ve bunlardan türeyen göçmen kolonileri için uygundur’ (Huntigton 1996; 293). Çünkü İslamiyet ve Konfüçyüsçülük gibi kültürel yapılar büyük oranda demokrasinin önünde engel olduğu gibi Batı Avrupa’nın geçirmiş olduğu özel tarihsel dönüşümlerden uzak kalmışlardır. Buradan anlaşıldığı gibi modernist araştırmacılara göre de kalkınma ve gelişme içkin ve evrensel değil bir takım verili normlar sonucu gelişen bir süreçtir. Buna rağmen kalkınma ve sivil toplum kuruluşlarının aktif ilişkisinin sorunsalı katılımcı ve sürdürülebilir kalkınma politikalarının taşıyıcı öğelerinin – proje üretebilme, yerel bilgi vb. – gerçekte bölgelerde nasıl ve ne ölçüde uyarlanabildiği paradoksunda düğümlenir. Sivil toplum kuruluşlarının kalkınma/gelişmede oynadığı rol ise 1990’lardan sonra belirginleşen sürdürülebilir kalkınma ve katılımcı kalkınma politikalarıyla 86 değişen dünya konjonktürü içinde aşağıdan yukarıya oluşturulan yeni düzenin, yerelin temsili ve merkezsizleşen siyasi yapıda uyum sağlamayı kolaylaştıran ve tabanın temsil edilmesine aracı olmasından dolayı ilişkilidir. Bir anlamda kalkınma literatürünün yoğun olarak kurumsalcı çözümlemesinin bir parçasıdır. ‘Toplumsal sermaye ve sivil toplum hakkındaki fikirlerde, çoğunlukla muğlak olmalarına rağmen kuvvetle kurumsalcıdırlar’ (Cleaver 2002; 67). Bu açıdan kalkınma STK’yla ve kalkınma kuruluşlarınca desteklenen bir sistemdir. Kalkınma teorisyenleri, devlet ve egemen ideolojilerin büyük bir çoğunluğu STK’ların ‘gelişme’ için alternatif bir dengeleyici olarak rol oynamasını olumlama eğilimindedirler. Çünkü STK’lar özelde bireylerin genelde kamunun yararına çalışır ve her biçimde kamunun çıkarlarını koruyacağı düşüncesine dayanan genel bir fenomen haline dönüşmüştür. Ayrıca halkın geneli tarafından sempati ve güven duyulması açısından, planlama ve projelerin yürürlüğe girme hızını ve gücünü artıracak önemde olduğu gibi bir genel izlenime sahiptirler. ‘Kalkınmaya katılımcı yaklaşımların açık amacı, kendilerini etkileyen ve daha önceden sınırlı denetim ve etkileri olan müdahalelerindeki yararlanıcı dahlini cesaretlendirerek ‘halkı’ gelişmenin merkezi kılmaktı’ (Cooke& Kothari 2002; 20). Özellikle son dönem politikalarında gelişme kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın (GSHM) oransal yorumundan ziyade, dış sermayenin ülke sınırlarına girme ve kabul görme oranıyla da yakından ilgilidir. Bu bağlamda artık önemli olan her hangi bir ülkenin sadece ekonomik refaha kavuşmasından ziyade tüm toplumun ve her bir bireyin gelişimi arzulayabilir kılınmasıydı. Gelen eleştiriler ise hakim iktidarların aşağı doğru genişleyerek STK’ları da en baştaki radikal söylemden kopartarak sisteme dahil edildiği görüşünde birleşmektedir. STK’ları bu yaklaşımla ele alan Hardt ve Negri benzer bir vurgu yapmakta, onlara göre artık 87 müdahale askeri değil, ahlaki ve yasal müdahale olarak da gerçekleşmekte ve biyopolitik toplum yapısının sürekliliğine hizmet etmektedir. STK’larda bu yönelimin Silinmiş: . önemli bir ayağında konumlanmaktadır; Ahlaki müdahale dediğimiz şey bugün, haber medyası ve dinsel örgütler dahil çeşitli organlar tarafından hayata geçirilir, ama bunlar içinde en önemlisi Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk hükümet dışı örgütlerin bazılarıdır; söz konusu örgütlerin doğrudan Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır hükümetlerin güdümünde olmadıkları için etik ya da ahlaki buyruklar Silinmiş: ‘ temelinde faaliyet yürütüldüğü varsayılır (Hardt & Negri 2003; 61). Silinmiş: ’ Çünkü; ‘aslında bu müdahale aşağıdan gelecek istisnai durumu haber verir ve bu da sınır tanımaksızın, en etkili iletişim araçlarını kullanarak ve bunları simgesel düşman üretimine yönlendirerek yapar’ (Hardt & Negri 2003; 62). Silinmiş: Gelişmenin sürekliliğini, güçlenmesini ve katılımı sağlayabilecek yerel bilginin temin edilmesi, uzmanlaşma, proje üretebilme ve istihdam gibi paradigmalarla bu sürece hizmet etmesi gereken en olası kurumlardır. ‘Kalkınmaya katılımcı yaklaşımlar, (yerel) bilginin temsili/sunumlanması, analizi, yorumlanması, toplanması ve özdeşleştirilmesiyle ilgilidir’ (Cooke Kothari 2002; 106). Kalkınma politikalarında yerel bilgi insan merkezli doğası gereği en temelde halkın bilgisi çerçevesinde değerlendirmekte ve edinilen bilginin tamamen yerleşik toplumun istek, çıkar ve beklentilerini yansıttığı gibi bir ön kabule sahiptir. David Moose kalkınmanın yerel bilgi üretim sürecinde oynadığı role dikkat çekerek aktif katılım stratejisiyle yerel bilgiyle elde edilen ve halkın bilgisi olarak sunulan şeyin gerçekte projeci ve uygulayıcılar tarafından toplumları kurgusal bir metine dönüştürdüğünü söylemekte ve son dönemde kalkınmanın katılımla insanı merkeze çeken yapısı toplumsal ilişkileri planlama bağlamında yeniden inşa ettiğini vurgulamaktadır. ‘Buradaki önemli nokta halkın bilgisi olarak alınan şeyin, kendisinin planlama ¶ 88 bağlamında inşa edildiği ve planlı sistemlerin içerdiği toplumsal ilişkileri yansıttığıdır’ (Moose 2002; 35). Planlama aşamasında yer alan uygulayıcılar ve planlayıcılar yerel bilginin planlama programına göre katılımcıların ihtiyaçlarını örtük bir şekilde belirlemektedir. ‘En temel düzeyde proje personeli araştırma araçlarının ‘malikidir’, konuları seçer, enformasyonu kaydeder ve proje ilgisine göre özetler’ (Moose 2002; 39). Bu açıdan değerlendirildiğinde kalkınmaya katılımcı yaklaşımda aktif ve belirleyici olanın halkın istemi değil, planlayan ve uygulayan için neyin önemli olduğudur. Kolonileştirme sürecinde ortaya çıkan Doğu’nun ihtiyaçlarının Batı tarafından belirlenmesine dayanarak ‘öteki’nin hayali bir varlık olarak kurgulandığı iddiasının bu yönde hala sürdüğü görüşü yinelenebilir. Yerel bilgi ve projelerin gerçekte radikal muhalif seslerin belli oranlarda azaltılması ve halk tarafından benimsenmesini kolaylaştırmakta, böylelikle denetim ve güç yukardan aşağıya olmak yerine tek bir iktidar mekanizmasından geniş kesimlere yayılma anlamına gelmektedir. ‘Sözgelimi bir durumda ‘yerel ihtiyaç olarak ifade edilen, gerçekte ilgili aracı kuruluşun meşru ve gerçekçi bir biçimde sürmesi beklentisinden yerel algılar tarafından biçimlendirilmesidir’ (Cooke & Kothari 2002; 24). Aynı zamanda bu saptama kalkınmanın/gelişmenin halk katılımına ihtiyaç duymasının gerekçesini de oluşturmaktadır, görünürde varolan şey dış politikaların yerel halkla güçlü bir mutabakata giderek ihtiyaçların giderilmesine imkan sağlayan geniş ve edilgen bir eylem yerine, arka planda halka başvurulmadan zaten planlı ve programlı olan yaptırımların halkın temsil kurumlarıyla uygulama evresini yansıtmaktadır. ‘Projeler açıkça insanların kendi ihtiyaçlarını belirleme yolunu etkilemektedir’ (Moose 2002; 40). 89 Henkel ve Stirrat’ta benzer görüşü paylaşarak katılımcı kalkınmanın yeni bir ortodoksi silahı olarak görülmesi gerekliliği üzerinde durmaktadır. ‘Kalkınma endüstrisinde katılımcı yaklaşımın çekim noktalarından birisi, bu projelerin sonuçlarının sorumluluğunu aracı kuruluşlardan ve kalkınma çalışmalarından alarak katılan halka yüklenmesidir’ (Henkel & Stirrat 2002; 260). Çünkü onlara göre gelişme, kültürmerkezci yönelimle modernizme içkin bir süreçtir ve hala bu süreç Silinmiş: devam etmektedir. Bilginin biçimlenmesinde bir diğer önemli unsur ise ihtiyaçların sadece proje aktörlerince değil aynı zamanda yerel iktidar tarafından da aynı biçimde etkilenebileceğidir. Toplumsal sınıfların geleneksel toplum modellerinde olduğu gibi baskın kültürel değerler etrafında şekillenmekte olması diğer toplumsal sınıfların dışlanması tehlikesini içermektedir. Farklı ifade etmek gerekirse yerel kültürün hakim söylemi göreli marjinal grupların kalkınma planlamasında yer alma olasılığını azaltmaktadır. ‘Kalkınma yaklaşımında birey genellikle projenin işlevsel doğasının terimleri içinde tanımlanmıştır’ (Cleaver 2002; 79). Bir toplumda veya yerel bir toplulukta kadın, çocuk, eşcinsel, yoksul vb. bir grup kültürel olarak dışlanıyorsa bu grupların temsili ve gelişmeye katılımı ve aynı zamanda bilgi edinme sürecinde ihtiyaçlarının belirlenmesi zor ve problemlidir. Böyle bir durumda gelişmenin farklılık vurgusuyla bu grupların temsil edilmesi gerekliliği belirgin bir yanılsamaya yol açar. Eğer kadın kültürel bağlamda söz söyleme hakkına sahip değilse onun ihtiyacı kimin tarafından nasıl belirlendiği meçhuldür. ‘Sınıflandırma ve sınırların korunması, katılımcı kalkınmanın karakteristiği ve böylece farklılığın sapkın olma ve sapkın birey ve grupların takip eden dışarılanması potansiyelidir’ (Kothari 2002; 213). 90 Bill Cooke ise sosyal psikolojik açıdan kalkınmanın ve katılımın grup psikolojisini ne şekilde ürettiğinin altını çizmektedir. ‘Özgül olarak, katılım, çok daha riskli, kimsenin gerçekten katılmadığı ya da rasyonalize etmenin diğerlerine zarar vereceği kararların alınmasına yol açabilir ve bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde grup üyelerinin ideolojik inançlarını manipüle etmekte kullanılabilir’ (Cooke 2002; 151). Planlama, güçlendirme ve katılım süreçlerinde bireyler aracı kurumlar eşliğinde ve/ya kollektif olarak dahil olmaları bireysel tatmin ve beklentilerin arka plana itilip genel görüşe uzlaşıcı olarak yanıt vermeleri ya da bağlı bulundukları kurumun kimliği altında ihtiyaç arz etmeyen konuları istem dışı katılma biçiminde görülebilir. Özellikle Negri ve Hardt’ın ileri sürdüğü ahlaki müdahale alanlarından gelebilecek dış yaptırımların kurumun proje muhatapları tarafından yeterince tartışılamaması, aktarılamaması ve uzun dönemde sonuçlarının hesaplanamaması bireylerin konuya yaklaşımını yüzeysel tutabilmekte ve genellikle de olumlu olduğu ön yargısıyla karar alma sürecinde yanılgıya neden olabilmektedir. Bir başka önemli nokta ise kalkınmaya katılımın bireysel düzeyde değil, bireylerin STK aracılığıyla bu sürece gerçekte dolaylı olarak katılmasıdır. Temsiliyet başlı başına bir problem olmasına rağmen kimin ne kadar temsil edildiği sorusu kalkınmayı destekleyenler açısından da yanıtlanmış değildir. Kalkınmanın sürdürülebilirlik boyutu ise yaratılan politikaların uzun vadede geçerli uygulanabilirliğini tartışmaya açmaktadır. ‘Sürdürülebilir kalkınma, ‘bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşaklarında karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak’ olarak tanımlanıyor’ (Başkaya 2000; 212). Sürdürülebilir kalkınma katılımcı kalkınmayla aynı prensipleri paylaşarak daha çok ekonomik 91 olarak refah düzeyini artırmayı hedeflemektedir. En temel amaç ise yoksulluğun önüne geçmek ve gelir seviyesini yaşanabilir düzeye çekmektir. ‘Küresel kapitalizm geniş piyasa ilişkilerinin genişlemesine ve hem kalkınmış merkezi ‘metropol’lerde hem de daha az kalkınmış çeper ülkelerdeki ‘üretim’ alanlarının tamamında artı değer elde edilmesine gereksinir’ (Taylor 2002; 179). Neo-liberal politikalar ve fordist üretim tarzının benimsediği üretim için üretim mantığı çevre faktörleri üzerine yarattığı tahribatın 1992 Rio deklarasyonundan sonra gerektiği kadar üretim Silinmiş: . ve gerektiği kadar tüketim açılımına getirdi; Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Bu teze göre, yoksulluk sorununu çözemeyen bir büyümenin, son analizde kalkınmayla özdeş sayılamayacağı gelir dağılımı üzerine odaklaşmak gerektiği, bu arada gıda maddeleri açısından bağımlılıktan kurtulma, uygun Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır teknolojileri geliştirme, azgelişmiş ülkeler arasında ticareti artırma, gibi tezler Silinmiş: ‘ içeren ‘temel ihtiyaçlar’ paradigması tartışma gündemine getirdi (Başkaya Silinmiş: ’ 2000; 191). Yaklaşımda belirleyici olan temel ihtiyaçlar, bireylerin yaşaması için gereken fizyolojik ihtiyaçlar ve sağlık, eğitim gibi hizmet sektöründe yer alan ihtiyaçlardı. Sürdürülebilir kalkınmanın temel ihtiyaçlara odaklanması önceki gelişme politikalarından bir kopuşu yansıttığı şeklinde yorumlanmıştır. İlerleme ve STK ilişkisine paralel iki ayrı politikadan daha bahsedilebilir. Bunlar yerellik ve yönetişimdir. İleriki bölümde yönetişim ve yerelliği hem ilerleme açısından hem de somut politikalar bağlamında tamamlayıcı olacağı düşüncesiyle, incelenmeye çalışılacaktır. 92 6.1. Yönetişim: Soğuk savaşın bitiminden sonra gelişme ve kalkınma politikalarındaki değişim beraberinde yönetim yapısını da değişime zorladı. Sürdürülebilir kalkınma ve katılımcı kalkınma yaklaşımlarında görüldüğü gibi klasik gelişme sorunsalının temeli olan ekonomik geri kalmışlık yerini sosyal adaletsizliğin neden gösterildiği daha geniş ve problemli bir alana bıraktı. Bu sorunların giderilmesi veya azaltılabilmesi için kalkınma politikalarının da kolay uygulanabilirliği göz önüne alınarak ‘yönetim’; birey, kurumlar ve devlet arasında karşılıklı etkileşim sürecinin temel tutulduğu ‘yönetişime’ dönüştürüldü. ‘Postmodern toplum düşüncesinde, hiyerarşik olmayan, daha çok informel, dayanışmalı, göreceli olarak esnek ve süreksiz ve hükümet dışı yapılarla yönetişimin alt yapısı oluşturularak toplumsal gelişmenin sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır’ (Yıldırım 2004; 19). Siyasi alanda yönetişim Avrupa bütünleşmesinde ortaya çıkan sorunların aşılması olarak gündeme gelirken ekonomik boyutta liberal ekonominin küreselleşmesinin bir sonucu olarak görülmektedir. Yönetimden paradigmasının yönetişime geçiş merkezsizleştirilmesini merkezi otoriteye öngörmektedir. sahip Böylelikle, ulus-devlet demokrasi açısından alt birimlerin belli bir etkileşim sürecinden geçerek çoğulculuğun ve katılımın sağlanabileceği ekonomik olarak da sermayenin uluslararası dolaşıma sokulmasını engelleyici olan ulus devletin geniş yetkilerinin sınırlandırılmasını sağlanacaktı. Ancak yönetimin yönetişime dönüşmesi tek başına yeterli bir olgu 93 olamayacağı endişesi ‘yönetişimin’ de ‘iyi yönetişime’ (good governance) dönüşmesine neden oldu. Türkçe’ye iyi yönetişim olarak çevrilen good governance kavramı; kamunun tümünü veya bazı kesimlerini yakından ilgilendiren hususlarda alınacak kararlarda yetkilerin nasıl kullanılacağı ve yurttaşların kendi görüş, fikir ve Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk yararlarını kararlara dahil edebilmeleri için neler yapmaları gerektiğiyle ilgili olan kurum, kural, süreç ve davranışlarıda göz önüne alarak, sorumlu (responsible) ve duyarlı (responsive) bir biçimde güç kullanımıdır (http://www.deltur.cec.eu.int/bilgi-genel.html.). Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Silinmiş: Yönetişim veya iyi yönetişim kavramları kurumsal bazda düşünülebilir ancak daha çok siyasal sistemlerin ve gelişme politikalarının kapsayıcı sınırları bağlamında ve STK’yla ilişkisi açısından küresel yönetişimin işaret ettiği noktadan uluslararası sistemdeki karşılığıyla ele alınması gerekir. ‘Küresel yönetişimi devletin tek başına üstlendiği sorumluluğun ötesinde sosyal ve politik meselelerde daha düzenli ve güvenilir sorumluluk alma çabası olarak tanımlayabiliriz’ (Gordenker & Weiss 1996, 17). Yönetişim sürdürülebilir gelişmenin yerel düzeye aktarılmasını öngören 1990 sonrası dönemde Birleşmiş Milletler’in çok boyutlu ve çok taraflı kalkınma politikalarının uygulanması için dünya konferansları serisinde özellikle ‘Gündem 21’ sürecinde geniş oranda yer bulmuştu. Uluslararası ve ulusüstü kurumlar azgelişmiş ülkelere yönelik yardım ve politikaların sürekliliğini sağlayabilmek için bölgelerde aktif ve etkin bir yönetişim ve sivil toplumun varlığını şart olarak öne sürmektedirler. ‘Çünkü zayıf yönetimler kalkınmayı bastırır ve engeller’ (Yıldırım 2003; 206). Bu nedenle yönetişim bir takım siyasi ve ekonomik kriterlere dayandırılmaktadır. Siyasi olarak yönetişim, kamu politikalarının yaratılması ve uygulanmaya konulabilmesi için güçlü ve çoğulcu bir sivil topluma, şeffaf ve hesap verebilir hükümetlere, 94 hukukun üstünlüğüne, etkin katılıma, ekonomik açıdan ise ağırlıklı olarak serbest piyasa ekonomisi, insan kaynakları ve rekabet gibi kriterlere dayandırılmaktadır. Küresel yönetişim teorisyenleri için bu kriterler evrensel nitelikte olup karşılıklı dayanışma ve yatay ilişkilerle geçerli olabilecek en iyi yönetim modellerinden biridir. Ancak bu siyasi ve ekonomik kriterlerin Dünya Bankası ve diğer müdahale gücü olan kurumların denetiminde ve bağımlılığında olmasından dolayı bir gelişme sorunu olarak kabul edilmesi güç görünmektedir. Çünkü genel olarak yönetişim ve yerindenlik gibi uygulama ve prensipler ülkelerin gelişmesine hizmet etmek yerine uluslararası sermayenin yayılımını sağlayabilecek birer meta olarak algılanma riskini taşımaktadırlar. Yönetişim gibi çok ortaklı yapılanmalar dış müdahaleleri merkezsiz ve katılımcılıkla meşrulaştırma eğiliminde olabilmektedir. Özellikle küresel yönetişim teorisyenlerinin savunduğu geniş biçimde uzlaşmanın demokratik sistemler kurulması için gerekliliği fazlasıyla iyimser bir değerlendirme Silinmiş: ‘ olarak yorumlanır. Böyle bir yorumu doğuran nedenlerin başında geniş uzlaşma zeminin ve diğer kriterlerin bir sistem kurmak için değil ulus-üstü kurulu olan sistemin diğerlerine ödünç olarak verilmesi gelmektedir. ‘Bu eleştirilerin temelini, yönetişimin/çok ortaklı yönetimin esas olarak, özel sektörün ve özelliklede çok uluslu şirketlerin küresel, ulusal ve yerel düzeylerde karar alma süreçlerine katılımını kurumsallaştırıp, resmileştiren bir amaca hizmet ettiği görüşü oluşturmaktadır’ (Mengi & Algan 2003; 164). Yine BM öncülüğünde sürdürülebilir kalkınma yaklaşımlarında varsayımsal bir global sivil toplumun genel ihtiyaçlarının evrensel ve pozitif haklar üzerine inşa 95 edilmesi yönetişimin amacını belirsizleştirmektedir. Ulus-devletin ara yapılarının sistematik olarak çevre/insan hakları gibi değerlere kanalize edilmesi ülke içi demokrasinin güçlenmesini engelleyici bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. ‘Bu yoruma göre küresel sivil toplum temsilcileri çok taraflı kurumların küresel yönetişim içerisinde işlevsel (functional) ve işlemsel (operational) rol taban partnerleri olarak yer alır’ (Collas 2002; 145). Sürdürülebilir kalkınma ve ulus-aşırı kurumların geldiği yeni aşamayı olumlayıp genel olarak neo-liberal politikalardan radikal bir kopuş olduğunu değerlendirenlerin aksine Hardt ve Negri bu karşılıklı etkileşim sürecini ortaçağ feodal beylikler ve monarşik iktidar yapılarıyla, modern zamanda mafya ve devlet arasında karşılıklı yönetim ilişkileri üzerinden tanımlamaktadır. ‘İki durumda da işlemsel otonomluk, farklı uygulamalar; nüfusun çeşitli kesimlerinin toprak temelli bağları, özgül ve sınırlı meşru güç kullanımıyla birlikte, genel olarak tutarlı ve birleşik bir düzen ilkesiyle çelişki içinde değildi’ (Hardt & Negri 2003; 349). Gerek mafya gerekse feodal beyler bölgesel bir iktidara sahipti ve devlet/kral’ın gerekli gördüğü üzere onların sahip olduğu yerel güç kullanılmaktaydı. ‘Bu ortaçağ ve mafya örneklerinde olduğu gibi, yerelleşmiş yönetsel organların otonomluğu emperyal yönetimle çelişmek şöyle durusun, bu yönetimin küresel etkinliğini artırır ve yaygınlaştırır’ (Hardt & Negri 2003; 349). Bu bağlamda küresel yönetişim kalkınma dolayımında sivil toplumu geliştirmektense tam tersine sivil toplumu parçalamaktadır. 96 6.2. Yerellik: Yerellik de tıpkı yönetişim gibi Soğuk Savaşın ardından Avrupa’nın yeniden yapılanma ve bütünleşme sürecinde ortaya çıkan mevcut sorunların giderilmesine yönelik geliştirilen bir metot olarak kabul edilmektedir. Bu açıdan yerellik ve yönetişim sistemin devamlılığı açısından birbirini destekleyen teknik ve yapısal bir yönetim biçimi olarak anlaşılabilir. Ancak paradoksal olarak yönetişim liberal ekonominin küreselleşmesinin etkisindeyken, yerellik veya yerindenlik Avrupa Birliği özelinde yatan anlayışa daha yakın durmaktadır. Aynı zamanda yerellik üniter devletin ‘yerelleşme’ önerisinden de ayrılmaktadır. ‘Yerelleşme, yerel topluluklara ait işlerin o topluluk tarafından şekillendirilen ve denetlenen yerel yönetimler eliyle görülmesini öngören ve bu doğrultuda merkezi yönetimden yerel yönetimlere yetki ve kaynak aktarımıyla yerel yönetimlerin özerkliğini korumaya amaçlayan bir ilkedir’ (Canatan 2001; 43). Bu tanıma göre yerelleşmede önemli olan merkez otoritenin yetersiz kaldığı veya müdahale edemediği bölgelerde, o bölgede bulunan kurumlara yetkilerin belli bir kısmının devredilmesidir. Yerellikte ise yerel birimler merkez otoritenin müdahalesini beklemeksizin kullanabilecekleri geniş yetkiye sahiptirler. ‘Yerelleşmede devletin öncelliği vardır, yerellikte ise bireye en yakın yerel yönetimlerin öncelliği esasdır’ (Canatan 2001; 44). Türkçe’ye yerellik olarak aktarılan terim ingilizcede ‘subsidiarty’ olarak kullanılmakta, ancak kimi kaynaklarda yerelliğin yönetim boyutunu vurgulamak için yerindenlik şeklinde de aktarmaktadır. ‘Subsidarity’ temelde siyasi yapıların öncelliğinin bireye/halka en yakın düzeyden başlaması prensibiyle hareket eder. Avrupa ve Avrupa uluslararası kurumlarında kullanım biçimiyle de kavramın esas 97 vurguladığı anlam ‘bireye yakınlık’tır. Yerellik, merkezi otoriteye ait yetkilerin alt toplumsal birimlere yayarak bireylerin ve toplumsal kurumların demokrasi ve çoğulculuk adına yönetime katılmasını öngörmektedir. Bu bağlamada yerellik Silinmiş: yönetişime pararlel ‘yerinden yönetim’ (decentralisation) kavramını işaret etmektedir. ‘Yerindenlik ilkesi, her hangi bir sorunun ortaya çıktığı noktaya en yakın yönetim biriminin eliyle ve o birimin gerekli mali kaynaklarla donatılması suretiyle çözülmesi anlamında kullanılmaktadır’ (Uğur 2000; 77 ). Bireye yakınlık liberal öğretinin birey devlet tekil ilişkisi yerine bireyi devlet karşısına konumlandırmaktan daha çok bireyin kurumlar aracılığıyla yönetime dahil olmasını böyleliklede ortak yönetim anlayışını benimsenmektedir. Yerellik ilkesi en basit düzeyde federatif yapıdaki ülkelerin Avrupa’yla Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır bütünleşme sürecinde özerk yetkilerinin ulus-üstü bir kuruma devredilip federal oluşumların merkezi yönetime dönüşmesinin yarattığı olumsuzlukları dengelemekti. Bunun nedenleri Avrupa Birliği’nde Avrupa Toplulukları’nda olduğu gibi yetkilerini geniş yorumlayarak aşırı müdahaleci bir tavır takınmasından endişe edilmesi, Avrupa Birliği organlarının demokrasi zaafıyla ve bürokratik bir mekanizma olmakla suçlanması ve üye devletlerde devlet-altı Silinmiş: ‘ Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk yönetsel ve siyasal birimlerin Avrupa Bütünleşmesi sürecinde yetki Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 2,22 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır alanlarının Birlik düzeyine kaymasından endişe etmeleridir (Canatan 2001; Silinmiş: ’ 79). Yerellik, bütünleşme sürecinde özellikle Almanya tarafından Alman eyaletlerinin sosyo-politik yetkilerinin daralıtılması nedeniyle en üst düzeyde savunulmuştu. AB içindeki bu yetki paylaşımı pazarlığı, yeni kalkınma politikalarından da beslenerek sadece Avrupa’nın değil tüm dünya devletlerinin öncelikli gündem maddesini Silinmiş: B oluşturmaya başladı. Özellikle sürdürülebilir bölgesel kalkınma modeli AB dışında 98 ülkeler için kimi zaman yerelikle eş anlamlı kullanılan bölgeselleştirmeye de ayrı bir önem kazandırmıştı. ‘Bölgeselleştirme daha çok yönetsel bir anlam taşır ve merkezi yönetim karşısında bölgesel birimlerin yetkilerinin akçal kaynaklara aktarılmasını bir başka deyişle yönetsel açıdan güçlendirimini ifade eder’ (Mengi &Algan 2003; 84). Avrupa ülkeleri için yerelliğin ulus-devletin alt birimlerini korumaya yönelik kullanımı uluslarası ilişkiler göz önüne alınarak gelişmekte olan ülkeler açısından paradoksal bir yanılgıya neden olmaktadır. Öncellikle yerellik ahlaki ve siyasal boyutta olup normatif bir tanımlama yapılamadığından oldukça yoruma açık bir noktada durmaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri için yerellik daha çok siyasal bir kullanıma sahipken, Avrupa Birliği’ne aday ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler açısından çoğu zaman pazar-piyasa ilişkileri içerisinde düşünülmektedir. ‘Özellikle Avrupa Birliği’nde üye devletlerle bölgeler arasındaki gelişmişlik farklarını ortadan kaldırabilmek, Avrupa’nın bütünleşmesini sağlamak ve Birlik düzeyindeki merkeziyetçi eğilimleri kırmak için yerel yönetimler ve bölgeler ön plana çıkartılmakta, yerinden yönetim politikaları teşvik edilmektedir’ (Mengi & Algan 2003, 154). Bu noktada görünen fedaralizmin getirisi olan yerelliğin diğer ülkeler söz konusu olduğunda uluslarası sermayenin dolaşımı kolaylaştırmak adına ulus-devlet sınırlarının parçalanması öngören liberalizme kaymaktadır. Yine de, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler için de yerellik özünde AB’yle bütünleşmenin ve konsensususun yolu olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle AB içerisinde tartışılan 99 yerellik ve uluslar içinde tartışılan yerellik bir biriyle çelişik görülse de amaçlanan şey bir bütünleşme sorunun üstesinden gelebilmektir. Ancak bu etkileşim sürecinde uluslararası alanda ortaya çıkan fotoğrafta yerellik ve yönetişim Avrupa merkezci anlayışla gelişme yazınını tekrarlamaktadır. ‘Yerellik ilkesini aslında Avrupa Birliği müdahalelerine zemin teşkil ederek Avrupa üst-devletinin güçlenmesi sonucunu doğuracak, dolayısıyla kimi ülkelerde kuşkuyla karşılanan ‘Avrupa Federalizmi’ni kamufle eden bir kavram olarak değerlendirenler de vardır’ (Canatan 2001; 138). Yerellikle ilgili ikinci paradoksal durum ise genel küresel sivil toplum eleştirilerinin yoğunlaştığı noktadan yükselmektedir. Yerellik kavramının fikri kökleri Katolik Kilisesi öğretisine daynır. Kavram ilk kez 1931 yılında totaliter rejimlerin baskısına karşı kilisenin ‘Quadragesimo Anno’ bildirgesinde yer almıştı. Bu totaliter rejimler karşısında kendi varlığını da tehdit altında gören Kilise siyasal yönden komünizme ve faşizme karşı bireysel özgürlükleri ve ara toplumsal yapıların var olma haklarını savunan, ekonomik yönden de gelir Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ dengesizliğine ve sefalete karşı birey onurunu korumayı öngören ve sömürüyü Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk önlemeyi amaçlayan bir söylemi Quadragessimo Anno ile ortaya koymuştu Silinmiş: ’ (Canatan 2002, 27). Kilisenin sistemleştirdiği ve Avrupa’nın güncelleştirdiği yerellik bugün tartışılan demokrasi için yeterince seküler bir alt yapı oluşturamadığına yönelik ciddi suçlamalar yapılmakta ve buna bağlı olarak kalkınma retoriği tartışmaya açıldığında dinsel öğretilerin doğal hukuka dayanarak ortaya koyduğu kavramların Avrupa tarafından evrensel doğru olarak olumlamaya gidilmesi ve yine bu evrensel doğruların bizzat Avrupa tarafından tanımlanması, gelişmekte olan devletler için – özellikle Hıristiyan olmayan – büyük bir sorun olarak kabul edilmektedir. Sadece yerellik olarak değil katılım, sosyal dayanışma gibi prensiplerinde dinsel öğretilerde yer alması bu eleştirileri güçlendirmektedir. 100 Silinmiş: ¶ Henkell ve Strirrat’ın katılım tartışmasını dinsel reformlar üzerinden yürütmesi bu yaklaşıma benzer bir açılım sağlamaktadır. Protestan reforumu vekalet ilkesi uyarınca merkez dışındakilere karar alma yetkisi tanımasıyla yani yetki aktarımıyla alt birimlerin yönetime katılmasına olanak tanımıştı. ‘Vekalet ilkesi, sözgelimi, son yıllarda mümkün en yüksek derecede ademi merkeziliği garanti etmek üzere Avrupa Birliği’nde idari bir ilke olarak yeniden önem kazanmıştır’ (Henkell & Stirrat 2002; 248). Aynı zamanda dinsel öğretilerin kavramlara ahlaki yüklemleri STK’lara yönelik örtük ahlaki varsayımları da onaylamaktadır. Silinmiş: ¶ Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: ¶ Silinmiş: ¶ 101 Silinmiş: ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ İKİNCİ BÖLÜM 1.Kıbrıs’ta Sivil Toplum Tartışması: Kıbrıs’ta sivil toplum üzerine yeterli analitik çalışma olmamasına rağmen tarihsel, kültürel ve siyasi parametreler eşliğinde 3 farklı yaklaşımla karşılaşılır. Tarihsel olarak Kıbrıs Türk tarihini Osmanlı öncesi dönemden ele alarak bugünkü verilere ulaşan (Beratlı) kültürel yaklaşım, Ada’nın yaşanmışlıklarını Osmanlı döneminden itibaren oluşan süreç içerisinde değerlendiren (Kızılyürek, An, Mavratsas) sosyo-politik yaklaşım ve Kıbrıs tarihini İngiliz dönemi kapsayıcılığında sınırlandıran (Tombazos, Servas) konjonktürel yaklaşım. Analitik farklılıklar direkt olarak sivil topluma yönelik olmamakla birlikte çoğunlukla ‘kimlik’, ‘vatandaşlık’, ‘kamusal alan’ gibi sivil toplumla özdeş kavramları ‘Kıbrıs sorunu’ üzerinden tartışmaya açmaktadır. Bu başlık altında özellikle Kıbrıslı aydınların Kıbrıs sorunu ekseninde adanın sivil toplumu üzerine düşüncelerine yer verilecektir. Burada amaçlanan şey, Kıbrıs gibi yüz yıllık bir tarihe oldukça farklı yönetim biçimlerini sığdırmış bir bölgede sivil toplumun varlığının açıklanabilmesini sağlayan argümanların adanın özgün teorisine nasıl yansıdığı açıklayabilmektir. Niyazi Kızılyürek çalışmalarında Kıbrıs’ta Batı liberal demokrasilerine göre azgelişmiş bir sivil toplumun varlığına işaret etmektedir. Ada’da sivil toplumun azgelişmişliğinin nedenlerini milliyetçiliğin gelişiminin nedenleri arasında aramaktadır. Kızılyürek’in ortaya koyduğu temel sorunlardan biri, Kıbrıs’ta çeşitli etnik grupları kaynaştıran bir modernleşme sürecinin yaşanmamasının doğurduğu 102 sonuçlardır (Kızılyürek 2003;14). Buradan hareketle, Batı modernitesinin yurttaşlığa dayalı ‘devlet-ulus’ (staatsnation) olgusundan farklı olarak, kültürün organik ulus anlayışını temel tutan doğu milliyetçiliği etkisinde, Ada’daki toplumların etnik aidiyetlerinin siyasallaşarak toplumsal birimleri etnisite içinde erittiği sonucuna ulaşmaktadır. ‘Benzer etno-kültürel gerekçelerle, birleşmeci milliyetçiliğe (Anschluss Nationalismus) yönelen etnik toplumlar, kendilerini Türk ve Helen uluslarının ‘organik bir parçası’ olarak kurguladılar ve iki kutuplu milliyetçi bir çatışma içine girdiler’ (Kızılyürek 2003; 27). Bu noktada Gellner’in tezinden yararlanan Kızılyürek; Avrupa’da milliyetçilik öncesi dönemin ‘Kokoschaka’ resmine benzeyen farklı renk ve şekillerin iç içe yer aldığı bir haritadan geçerek renkler ve şekillerin birbirinden keskin fırça darbeleriyle ayrıldığı ‘Modigliani’ resmine dönüştüğünü, bu bağlamada genel olarak Kıbrıs’ın toplumsal yapısının soydaşlık bilinci esasında bir ‘Modigliani’ resmini andırdığının altını çizmektedir. Silinmiş: ’e göre Kızılyürek buradaki sorunu, Avrupa’daki örneklerinden farklı olarak, ‘Ortak devlete rağmen, ortak bir yurttaşlık anlayışının gelişimine fırsat tanınmadığı gibi, iki toplumdan oluşan ve devlete bağlılık gösteren siyasi bir toplum olarak Kıbrıs halkının (staatsvolk) da’ (Kızılyürek 2003; 336) gelişmemesine bağlamaktadır. Gelinen son noktada Kızılyürek sorunun çözümüne yönelik siyasi çerçevede ‘ortak yarar’, hukuksal çerçevede ise Habermass’ın ‘anayasal yurtseverlik’ kavramının Kıbrıs için kısmen uygulanabilir olduğu fikrine dayanarak ‘asimetrik federalizmi’ önermektedir. Çünkü ‘ortak yarar’ ve ‘ortak rıza’ farklılıkların biraradalığına somut bir siyasi irade çerçevesinde imkan tanımaktadır. Kıbrıs’ın reelekonomi politiğinde etnisitenin yapısallaşmış olması kendi öznel koşullarında uyarlanmasını gerekli kılmaktadır. ‘Etnik kimliklerin kamusal alana taşınmış olması 103 ve siyasetin evrensel haklar ve özgürlükler değil, etnik kimlikler temelinde meşrulaştırıldığı dikkate alındığında, Kıbrıs’ta oluşması olası postnasyonal siyasi birliğin birey-yurttaş kadar etnik grupları da siyasi özne olarak konumlandıran bir yapıya kavuşturulması gerekecek’ (Kızılyürek 2003; 319). Caesar Mavratsas, Kızılyürek gibi azgelişmiş sivil toplum önermesinden hareketle azgelişmişliğinin nedenlerini milliyetçilikle bağdaştırmaktadır. Ancak, Kızılyürek’in ‘farklı yaşanan modernizme’ milliyetçiliğin eklemlenmesinin yaratmış olduğu azgelişmişlik çözümlemesine karşı Mavratsas’ın azgelişmişlik kriteri ‘eksik Silinmiş: . yaşanan moderniteye’ denk gelmektedir; Milliyetçiliğin ideolojik egemenliğinin sivil toplumun gelişmemişliğini yansıttığı noktada, toplum bilimciler milliyetçi dünya görüşünün aşılmasının, sivil toplumun güçlenmesi ve Kıbrıs toplumunun ipso facto (fiilen) modernleşmesi anlamına geldiğini varsayabilirler (Mavratsas 2000; 144). Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ’ Bu açıdan Kızılyürek milliyetçilik ve sivil toplum ilişkisini verili bir değer olarak görmekte, Mavratsas ise kavramlar arası ilişkiye içkin bir değer atfetmektedir. ‘Milliyetçilik ve sivil toplum, aynı prosedürlerin sonucudur ve en azından prensip olarak uyum içinde birlikte yaşayarak birbirilerini besleyip güçlendiriyorlar’ (Mavratsas 2000; 109). Mavratsas’ın öne çıkardığı, Kıbrıs’taki milliyetçiliğin liberalleşmeyi Silinmiş: . dışlayarak, irrasyonalitenin sivil topluma olan etkisidir; Sivil toplumun Kıbrıs’taki zayıflığı; çeşitli tarihi nedenlerle (Kıbrıs Elen kapitalizminin kompradorcu-ticari karakteri, Osmanlı geçmişi ve İngiliz sömürge dönemi, milliyetçi ideolojinin egemenliği, Kıbrıs Elen anti sömürgecilik mücadelesinin niteliği ve geç ekonomik kalkınma) adada Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır yenilikçi rasyonalist zihniyete sahip bir burjuva sınıfının gelişmemiş olması gerçeğiyle doğrudan bağlantılıdır (Mavratsas 2000; 111). Silinmiş: ’ 104 Batı liberal öğretisinin karakteristiği liberalleşme ve bireyselleşmenin yeterli oranda içselleştirilmemesi Mavratsas’ın çözümlemesinde ikili bir fonksiyona sahiptir, bir yandan milliyetçilik sivil toplumun gelişmesini engellerken diğer yandan da sivil toplumun kendisi bireyselliğe izin vermeyerek milliyetçi aksiyomları güçlendirme işlevi görmektedir. Mavratsas irrasyonalite temelinde birey karşısında devletin odaklanmış olmasını bunun sonuçlarından biri olarak kabul etmektedir; ‘Kıbrıs’taki sivil toplumun zayıflığının çok önemli sonuçlarından biri; bağımsız düşünce eleştirisini baskılayan ve – bireyin saygınlığını en yüksek sosyopolitik değer olduğu inancı olarak ifade etmek istediğim – bireyselliğe düşman olan bir atmosfer doğmuş olmasıdır’ (Mavratsas 2000; 111). Buradaki ana argüman, toplumsal kritiğin kamusal alandan tasviye edilerek milliyetçi egemen ideolojinin varlığına meşruiyet kazandırılmasıdır. Tasviye işleminde kulanılan araç ise çoğunlukla ‘Kıbrıs sorunu’ ve ‘ulusal çıkar’ olduğunu Mavratsas bir başka yazısında dile getirmektedir. Bu bağlamda ‘Kıbrıs sorunun’ bir sorun olarak sürekli canlı tutulması esasında çokişlevli bir dinamiği anlamlandırır. Mavratsas modern liberal bireyciliğin baskı altında tutulmasına verdiği örnek, ideolojik yansımanın günlük pratikte görünür olması açısından önemlidir; Homoseksüel eylemci A.Modinos, Kıbrıs yönetimini, homoseksüelliği bir suç kabul edip cezalandırıldığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verdiği zaman, toplumda eşcinsellere karşı oldukça olumsuz tepkiler oluşmuştur. Toplumun bu konu üzerindeki temel kanaati, Kıbrıs’ın öncelikli sorunlarının ulusal sorunlar olduğu, homoseksüellik gibi saçma konular üzerinde yoğunlaşarak boşu boşuna enerji ve zaman kaybedildiği olmuştur (Mavratsas 2003; 156). Kullanılan örnekten hareketle Mavratsas, Weber’e yaptığı atıfla Ada’da sivil toplumun esasında modernleşmenin rasyonel içeriğinde yer alan ‘sorumluluk Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: h Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Silinmiş: ’ 105 ahlakından’ öte ‘kanaat ahlakına’ dayanan bir irrasyonalite ile temellendirdiğinin altını çizmektedir. Çünkü Kıbrıs olayında kaçınılmaz olarak ulusun önemini, kişilerin üzerinde tutan milliyetçilik ile ‘sivil toplum’ arasındaki ilişki nettir. ‘Daha güçlü ifadelerle söylenecek olursa, Kıbrıs Elen milliyetçiliği medeni olmayan (uncivil) bir toplum yaratmıştır’ (Mavratsas 2000; 37). Sorunun çözümüne yönelik Kızılyürek gibi Mavratsas’ta ‘anayasal yurtseverlik’ kavramını ileri sürmekte ve bunun için gerekli olan sivil toplum araçlarının geliştirilmesi gerekliliğini savunmaktadır. Bu bağlamda sivil toplum kuruluşları, vatandaş grupları ve sosyal diyalog artı öneme sahip oluşumlar olarak ön plana çıkar. ‘Bu tür gönüllü ve gayri ihtiyarı kurumların varlığı; bireyin, vatandaşlarının yaşam ve mutluluklarına karışmadığı sürece, merkezi iktidar makamlarından herhangi biri tarafından engellenmeden, hem fiziki hem fikirsel çıkarlarını gözetebileceği bir ‘özgür saha’ zırhı oluşturuyor’ (Mavratsas 1999; 37). Kıbrıs’taki tarihsel olguları kimlik üzerinden analiz eden Nazım Beratlı, milliyetçiliğin sosyo-politik yapılar üzerindeki olumsuz etkilerini kabul etmekle birlikte, Ada’daki kimlik formasyonunu modernizm paralelinde gelişen verili bir değerden çok tarihsel süreklilik içinde aşama kaydeden doğal bir fraksiyon olduğunu savunmaktadır; ‘Kıbrıslı kimliği, bana göre ortaçağdan gelip, uluslararası bir kimliğe doğru seyreden kültür gemisinin uğradığı bir arakonaktan başka bişey değildir’ (Beratlı 1997; 15). Bu noktada kültürel kimlikle siyasal kimliği özdeşleştiren araştırmacı, Kıbrıs’ta öteki ilişkisinde inşa edilmiş olan kimlik tezini kabul etmez. Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin Elen milliyetçiliği karşında tepkisel değil doğal bir yapılanma olduğu iddiasıyla şunu yazmaktadır; ‘Elen ulusalcılığı, Osmanlı 106 yönetiminde filizlenmiş olup, yapısının temelinde ister istemez anti-Türk olmak bulunduğu gibi, Türk ulusalcılığı da Anadolu savaşı’nın ateşleri içinde gelişmiş olup, onun temeli de doğal olarak anti-Elendir’ (Beratlı 1997; 16). Bu bağlamda Beratlı Mavratsas’ın irrasyonel toplumsal tutunumuna ve Kızılyürek’in muhayyel cemaat (tasarlanmış toplum) düşüncesini kısmen reddetmekte ve teorik karşı çıkışını kültüralisit açıdan yapmaktadır. Ona göre; Adanın, kendi iç pazarı ve bu pazara sahip çıkmaya uğraşacak bir egemen burjuvazisi bulunmamasına rağmen, bir tek ulusal kimlik yaratacak ne nesnel ne de öznel koşullar olmadığından, uluslaşma çağı geldiğinden, bu iki halk, söz konusu pazarın bağlayıcı gücü de çok zayıf olduğu için, nesnelliği göz Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk ardı etmek zorunda kalarak, ulusçuluğu kendi mensubu bulundukları kültür içinde aradılar (Beratlı 1999; 60). Beratlı’nın kültüralist yaklaşımı neticesinde sivil toplum bağlamında ortaya çıkan sonuç, ulus-devletin soyut bir kavram olduğu ve sivil toplumun özünde kamusal – özel ayrımına dayanmayan subjektif toplumsal varlıkla eş tutulabileceğidir. Ümit İnatçı’nın çalışmalarında toplumsal yapının analizinden ziyade siyasal ve sosyal aktörlerin konumu ağırlıklı bir yer tutar. İnatçı, kimlik tartışmalarına tarihsel olgulardan bağımsız bir yorum getirmektedir. Ona göre ‘Kıbrıs Türk toplumunun sorunu, tarihi bulgularla kendini bulma sorunu değil, kendileşerek bir tarih yaratma sorunudur’ (2003; 111). Çünkü Ada’da farklı dönemlerinde görünür olan kimlik arayışı toplumsal yabancılaşmayı da beraberinde getirmişti. İnatçı, bireyin toplumla ve toplumların birbiriyle kurduğu ilişkinin sorunsalını skolostik düşünce geleneğinde yer alan ‘elindenlik’ ve ‘eksik neden’le açıklamaya çalışır. Buna göre ‘elindenlik’ dilediğini seçme özgürlüğünden çok dilediğini seçme gücünü ifade eder. ‘Bu tanrılıkla yani ‘ben ne dersem o olur’ anlayışıyla bağdaşan bir Silinmiş: ’ 107 tanımdır’ (İnatçı 2003; 114). Seçme gücünü elinde bulundurduğunu varsayan siyasi aktörlerin kolektif iradeyi dışlayarak kendi etnosantrik yönelimlerini meşru kılma çabasına girmesi sorunun giderilmesindeki engelleyici etkenlerden biri olarak düşünülmektedir. Eksik neden ise, elinde yönlendirilmesi üzerine etki eden nedendir. bulundurulan gücün sonuca ‘Skolastiklere göre de yokluğun (olmayanın) tam nedeni olamaz; çünkü olmayan şey bir neden eksikliğinden dolayı olmamıştır; eksik neden, sonucu tek başına bağlayamayan nedendir’ (İnatçı 2003; 114). İnatçı’nın dikkat çektiği nokta, aktörler kendi mitoslarından yola çıkarak, nesnel tartışmayı karşıtlık ilişkisinde oluşturmakta ve toplumsal kritiği savunmacı pozisyona getirerek, sivil insiyatifin alternatif üretebilmesine engel olduğudur. 2. Osmanlı Dönemi’nin Kıbrıs Kamusal Alanı Üzerine Etkisi: Sivil toplumun kurucu unsuru olarak kamusal alan, Kıbrıs’ta Batı modernitesinin öne sürdüğü iletişim alanından çok siyasetin cemaatlere yöneldiği bir çatışma alanı olarak görülebilir. Çatışmanın temelini oluşturan yapısal düzen adaya Osmanlı döneminde taşınmış ve zamanla diğer ideolojilerin de eklemlenmesiyle sivil toplumun tanımlayıcı unsurlarını şekillendirmiştir. Özellikle Kıbrıs söz konusu olduğunda sıklıkla tartışılan ‘iki toplum’ söylemi, Osmanlı’nın dini merkeze alıp ayrımlaştırdığı cemaatçiliğin, ileriki dönemlerde iç ve dış iktidarların kendi varlığını meşrulaştırmak adına kullandığı ana argümanlardan biri olacaktır. Nitekim İngiliz Kolonyal döneminde modernizmle tanışan Ada’nın kamusal alanı bu ayrım üzerinde inşa edilmiş ve siyasallaşarak adayı ‘toplumsallaşamadan’ uluslaşmayı getirecek 108 sağlıksız bir sürece götürmüştür. Bu başlık altında Osmanlı İmparatorluğu döneminin ayrıntılı analizinden ziyade, İmparatorluğun temel felsefesi ve yapılanmasının, toplumsallaşmadan uluslaşmaya geçiş sürecinde Ada’nın kamusal alanı üzerindeki etkileri tartışılacaktır. Osmanlı İmparatorluğu 1571 yılında adayı Venedik hakimiyetinden çıkartarak kendi İmparatorluk sınırlarına dahil etmiştir∗. 21 Eylül 1571 tarihinde II. Selim tarafından verilen ‘Sürgün Fermanı’ ile adaya Anadolu’dan ilk kitlesel Türk göçü yaşandı. Ardından 1696, 1701 ve 1712 yıllarında çeşitli fermanlarla yeniden Türkler Kıbrıs’a yerleştirildi. Bu tarihe kadar adanın etnolojik yapısı çoğunluk Hristiyan Rum5 olmakla birlikte, Maronit6, Ermeni7 ve Latinler’den oluşmaktaydı. Etnik bir topluluk olarak Türklerin adaya gelmesi kültürel bir sentez oluşturmak haricinde yapısal bir değişim yaratmadı. Adadaki en büyük yapısal değişim Osmanlı İmparatorluğu’nun uygulamaları sonucunda gerçekleşecektir. Nitekim ilk toplumsal değişim adada bulunan Katolik ve Yahudi’lerden oluşan Ermeni, Maronit ve Latinler’in birtakım baskı ve uygulamalardan kaçmak, ya da vergi yükümlülüğünü hafifletmek adına din değiştirerek Müslümanlığa geçmiş veyahut göç etmek zorunda kalmış olmasıdır. Ada’da din değiştiren yabancılara ‘Kripto-Hristiyan’ veya ‘Linobombaki8’ denilmekteydi ve kendi köylerini oluşturmuşlardı. Her ne kadar Kripto-hristiyanlar din değiştirmiş görünse de kendi kliselerine bağlılıklarını ∗ Millattan Önce Kıbrıs’a hakim olan diğer devletler; XIV.yy Mısırlılar, IX.yy Fenikeliler, VIII.yy Asurlular, VI.yy Mısırlılar, V.yy Persler, IV.yy Büyük İskender ve sonrasında kumandanları Ptolemiler ve Antiğon, I.yy Romalılar (Hasan Behçet 1969; 9), Millattan sonra; 630-960 Müslüman Araplar ve Hala Sultan, 1184-1191 Kıbrıs İmparatorluğu, 1191 Arslan Yürekli Richard, 1193-1489 Lüzinyanlar, 1439-1570 Kıbrıs Kraliçesi Katerin Kornaro ve Venedikliler (Hasan Behçet 1969; 9-10) 5 MS.25 tarihinde ada Romalılar tarafından hristiyanlaştırılmıştır, Maronitler adaya ilk kez 8.yy’da gelmiştir, 7 Ermeniler ms. 591 yılında adaya yerleşmiştir. 8 Linobombaki, hem keten ve hem pamuk anlamına gelmektedir. 6 109 sürdürmüş oldukları kayıtlara geçmiştir. Din değiştirmeler ve göçler sonucu Ada da Müslüman Türkler ve Hırıstiyan Rumlar olmak üzere iki ana etnik cemaat yapısı Silinmiş: tı ortaya çıkacaktı. Osmanlı’da ‘din’ toplumsal grupların, İmparatorluk içindeki rolünü ayrıştıran bir gerçeklikti. Buna göre söz konusu olan etnik formasyon değil ‘Müslimlik’ ve Gayrı-müslimlikti’. Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımı ataerkil zihniyeti en üst noktaya taşıyor ve kamusal alanı cemaatselliğin gerektirdiği biçimde yeniden tanımlıyordu. ‘Gayrı-müslimler ‘millet’, yani dini toplum olarak örgütlenip, ‘Millet-i Mahkume’, yani ‘yönetilen millet’ olarak tanımlanırken, Müslümanlar ‘Millet-i Hakime’ yani ‘yöneten, hükümran millet’ olarak adlandırılıyordu’ (Kızılyürek 2003; 143). Literatüre ‘Millet Sistemi’ olarak geçen bu yapı, İmparatorluk içinde yer alan farklı grupların hem devletle hem de birbiriyle olan ilişkilerinde temeldi. Devlet kendi meşruiyetini İslamiyet’le kazanırken, inanç sistemi alt siyasal yapıda işlevselleştiriliyordu. Cemaatler üstü bir konumda bulunan devlet, grupları kendi sosyal çevresinde İmparatorluğun sürekliliği için özerk bırakmıştı. ‘Böylece hem kendi enerjisini dış dünyaya doğru tasrif etmekte, hem cemaatlerin doğrudan ihtiyaçlarına cevap vermeyerek bir tür hakemlik müessesi olarak saygınlığını korumakta, hem de kendi iç düzenlerinde serbest kalan cemaatlerin uzun vadeli istikrarlı biçimde aynı devlet yapısına razı gelerek yaşamaları mümkün olmaktaydı’ (Mahçupyan 1998; 28). Bu durumda özellikle yönetimden uzak tutulan Gayri-müslim cemaatlere kendi farklılıklarını ve değerlerini koruyacak alternatif siyaset üretme imkanı sağlanmış oluyordu. Dolayısıyla devletin kendi kamusal alanı dışında, grupların devletle 110 kurduğu kamusal alan, cemaatlerin kendi kimlikleri etrafında oluşturdukları kamusal Silinmiş: di alanlar ve cemaatler arası oluşan kamusal alanlar biçimlenmişti. Kıbrıs’taki vergilendirme sistemi de Osmanlı sınırlarında olan her bölge gibi cemaate göre düzenlenecekti. ‘Buna göre Müslüman reaya (bu tabirden geçen yüzyıla kadar tüm toprakla uğraşan köylü anlaşılmakta iken, 19. yy başlarından itibaren, Gayri-müslimler anlaşılmaya başlandı) sadece ürünün %10 kadar Öşür ve tüm gelirin 1/40’ı oranında zekat vergisi verirken, Gayri-müslim reaya önceleri ürünün /50’si oranında Haraç ve kişi başına da ayrıca kafa vergisi olarak Cizye ödemekte idi’ (Beratlı 1997;220). Vergilendirmedeki farklılık toplumsal yapıyı hem yatay hem de dikey olarak kesmekteydi. Öncelikli olarak toplumsal formu oluşturan cemaatçilik geleneksel toplumlara özgü kapalı kamusal alanlar yaratmakta ancak Batı’dan farklı olarak ortak kültürel alanın sınırlarını aynı ölçüde genişletmekteydi. Devlet en üst noktada bulunmakla birlikte, yatay olarak Gayrı-müslim cemaat feodal toplumun mülkiyet esaslı toprak işçiliğinden uzaklaşarak ticarette yoğunlaşmış ve kendi kimliklerini korumak ve asimilasyona karşı eğitim kurumlarını güçlendirmeye çaba harcamışlardı. Diğer taraftan Müslüman cemaat vergi yükümlülüğünün sağladığı imkanlar dahilinde tarımla uğraşmayı sürdürmüştür. Böylelikle ilerki dönemlerde sınıfsal dengesizlik yaratacak olan küçük burjuva Rum cemaatin karakteristiği olarak belirmeye başlıyordu. Silinmiş: ¶ Ekonomik farklılıklar dışında Osmanlı bürokrasisi Kıbrıs’ta ilerki dönemlerde hayati rol oynayacak önemli bir faktöre ivme kazandırmıştı. Osmanlı hükümeti tarafından 1660 yılında Rum Başpiskoposuna Etnarh’lık (millet başı) verilmiş aynı zamanda toplanan vergiden %12’lik bir payla yönetime katılımı sağlanmıştır. Bunun 111 anlamı Kilise’nin Ada’da ilk kez politik bir güce sahip olmasıdır. Kilise topladığı vergilerle bir yandan devletin destekçisi pozisyonunu koruyarak yönetimdeki yerini sağlamlaştırıyor, diğer yandan kendi cemaatinin kamusal alanını denetleme yetkisini kendinde görüyordu. ‘Diğer bir deyişle Osmanlı devleti ile genelde Rum Ortodoks cemaat arasındaki ilişkinin küçük bir kopyası, Rum ortodoks cemaat içinde merkezle taşra arasında kurulmuştu’ (Mahçupyan 1998; 35). Türkler ise müslüman olduklarından dolayı üst-yapı’da temsil edilme gibi bir gayrete ihtiyaç duymamaktaydı. Yine de Rum ve Türkler arasındaki farklılaşmaya rağmen yönetime karşı gerçekleştirilen ayaklanmaların bazılarını Türkler bazılarını ise Rumlar çıkartmakta, bu ayaklanmalar bazen Kilise bazense İmparatorluk tarafından bastırılmaktaydı. Çünkü adada cemaatler üzerinde ki iktidar esasında Kilise ve Osmanlı arasında, hakimiyetin Osmanlı elinde olmasına rağmen, bölüşülmüştü. Silinmiş: Çünkü Otosefal Ortodoks Kilise’sini Katolik Venedik baskısından kurtaranın Osmanlı Silinmiş: ’nin olması nedeniyle Kilise kendi gücünün ve meşruluğunu Osmanlı idaresinden almaktaydı. Bu nedenle bir çok olayda Kilise halka karşı İmparatorluğun yanında hatta işbirlikçisi olarak yer almaktaydı. Örneğin 1765 ve 1766 yıllarında Türk ve Rumlar’ın birlikte gerçekleştirdikleri Halil Ağa İsyanı, Kilise ve Osmanlı İdaresinin ortak çabası sonucu bastırılmıştır. ‘Gerek Türk gerekse Rum Kıbrıslılar boyunduruk altında yaşamaktan kurtulmak için çaba gösterip isyan ediyorlarsa da, adadaki gerçek iktidar ve egemenliği elinde bulunduran Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu, büyük miktarda para harcayarak, İstanbul’da ki Osmanlı Hükümetinden askeri destek ve istediği hükmün çıkartılmasını sağlayabiliyordu’ (An1996; 36). Bir başka ifadeyle Kilise Ada’da siyasi bir aktördü. 112 Fazla ayrıntıya gerek duymadan özet şekilde söylenebilecek şey; Osmanlı dönemi, Ada’nın kamusal alanı üzerinde iki önemli etki yaratmıştır. Bunlardan ilki ekonomi alanında Rum cemaatin ticarette güçlü bir sınıf olarak belirmeye başlaması, ikinci ise Ada’da bulunan Otosefal Ortodoks Kilisesi’nin siyasi bir aktör olarak hem kamusal alanda hem de devletin resmi alanında otoriter bir güç elde etmesidir. 3. İngiliz Sömürge Dönemi 1878 - 1960: Silinmiş: a Kıbrıs Adası’nın 22 temmuz 1878 tarihinde İngiltere tarafından Osmanlı İmparatorluğundan kiralanması9, adada cemaatçiliği etnisiteye dönüştüren ve bu dönüşümü kurumsallaştıran bir süreci başlatıyordu. 14 Eylül 1878 tarihli Krallık Konsey Emri’yle (Order in Council) Kavanin Meclisi (Yasama Kurulu) kurulması kararlaştırıldı ve Meclis’te adanın etnik nüfusu göz önünde tutularak cemaatlere 9’a 3 oranınca temsil edilme hakkı tanındı. 1882 yasasına göre Kavanin Meclisi üye sayısı 9’u Rum ve 3’ü Türk olmak üzere, 12 seçilmiş ve 6 atanmış üye ile birlikte toplam 18 kişi olarak belirlenmiştir. ‘İngiltere, Osmanlı’dan adayı devraldığında; adanın toplam nüfusu 185.630 olarak tespit edilmiş, bu sayı içinde 137.631 Rum/Ortodoks, 45.458 Müslüman ve 2.458 diğerleri olarak kayıtlara geçmiştir’ (Kızılyürek 2003; 213). Kıbrıs’ta geleneksel toplumdan modernleşmeye geçiş sürecine denk gelen sömürge yönetimi adaya kendi aydınlanmasının unsurlarını taşırken aynı zamanda bu unsurların adada bulunan etnik grupların bütünleşmesini sağlayacak şekilde dizayn 9 İlk başta kira bedeli 87,676 İngiliz Lirası olarak belirlendi. Bu rakam daha sonra 92,799 sterline çıkartılmıştır. (Kızılyürek 2003; 214) 113 etmeyecekti. Böylelikle Osmanlı kamusal alanını oluşturan cemaatçilik, İngiliz döneminde yavaş yavaş etnik yapılanmaya dönüşmüştü. Yine de sömürge dönemiyle birlikte ada, hızlı bir kapitalistleşme sürecine girecekti. Her ne kadar eğitim sistemi ayrı cemaatlerin ayrı programlarına göre tasarlansa da okul sayısı hızla artmış ve hükümet tarafından yardım sağlanmasına rağmen okullara özerklik verilmişti. Ticaret ve şehirleşme, ekonomik pazarda yeni dengeler ve ekonomik birimler yaratıyor ve bu gelişmelere paralel modernleşmenin taşıyıcısı orta sınıflar oluşuyordu. ‘Giderek ‘modern agora’, yani kamusal alan ortaya çıkıyordu’ (Kızılyürek 2003; 17). Modernleşme ve sivil toplumun önemli karakteristiği basın-yayın yine bu dönemde ortaya çıkacaktır. ‘Kıbrıs’ta ilk basımevi, adanın İngiliz Yönetimine girmesinin hemen ardından, Larnaka’da ‘Henry S.King and Co.’ tarafından kurulmuştur’ (An 1999; 37). Basımevinin ilk yayını haftalık bir gazete olan ‘CyprusKypros’tur. Yunan aydınlanmasının etkisi ve Osmanlı’nın millet sistemindeki ‘millet-i mahkume’ statüsünün getirdiği şartlar referanslığında, Rum toplumunun modernizmi Türk toplumuna göre çok daha erken kavramasına yol açtığı gibi, cemaatçilikten toplumsallaşmaya geçişte Rum’ların hızlı seyrini Türk’ler geriden takip ve belki bir ölçüde taklit etmekle yetinecektir. Örneğin Kıbrıs’ta ilk Rumca gazete 4 haziran 1879 tarihinde yayınlanan ‘Neos Kition’du. ‘Neos Kition’un ardından, Alitha – 1880, Stasinos – 1884, Enosis-1885, Foni tis Kipru – 1887’de yayınlanmaya başlandı. ‘Gazetelerin içeriğini belirleyen temel konular, Helen milliyetçiliği ve ‘Anavatan özlemi’ idi' (Kızılyürek 2003; 79). Türkler tarafından Silinmiş: t basılan ilk Türkçe gazete ise 10 yıl sonra 11 Temmuz 1889 tarihinde ‘Saded’, ardından ikinci gazete olarak kabul edilen ‘Zaman’ 1891 yılında yayınlamıştır. Bu bağlamda ulusal bilinç süreci bir toplum üzerinden – ki o toplumda bir diğer 114 toplumun organik parçası olarak kurgulanmaya çalışılıyordu – evrilmeye başladı. Sosyal alanda tek toplum bilincine yönelik dönüşümü siyasal alanda kural koyucu olan İngiliz yönetimi meşrulaştırıyordu. Yeni oluşmaya başlayan kamusal alanlar, oluşurken kamusal alanın bütünleştirici potansiyeli yasal uygulamalarla elimine edilecekti. Düzenleyici yasalar sadece devlet ve toplum arasındaki iletişim dinamiği açısından değil, Osmanlı’nın mirası cemaatler arası kamusal alanların biraradalığını sağlayacak ortak siyasal iletişim alanının zayıflatılması şeklinde tezahür etmiştir. 1930’lı yılların başlarında kapitalistleşmeye bağlı ortaya çıkan yeni üretim ilişkileri sonucu yeni düşünce akımları siyasal ve sosyal hayatta belirmeye başlıyordu. Nitekim bu yıllarda küçük burjuvazi ve bağlamında ‘işçi sınıfı’ kamusal alanın yeni sosyal aktörleri olarak ortaya çıkacaktır. İngiliz yönetimi başlarında, Ada’daki Osmanlı etkisi henüz toplumsal gruplar üzerinden kalkmadığı için, Müslümanlar siyaset, Hıristiyan Rumlar ise ekonomi üzerinden toplumsal varlıklarını idame ettiriyordu. ‘Belli ticaret alanları, inşaat ve marangozluk sadece Rumlar tarafından, ebelik, halk hekimliği, yorgancılık ve dokumacılık da sadece Türkler tarafından yapılıyordu’ (An 1999; 30). Bu bağlamda Ada’da feodaliteden moderniteye geçiş sürecinde katalizör görevi gören burjuvazi ve aydınlar ağırlıklı olarak Rum toplumu arasında yer almaktaydı. Kıbrıs’taki ticaret dili Rumca, ticari erk de Rumlardı. Ancak 1950’lere kadar ticaret tüm olumsuz koşullara rağmen Türkler ve Rumlar arasında etnik ayrım gözetmeksizin ortak olarak sürdürülecektir. 115 3.1.1- Rum Toplumu - Elenizm – Enosis: Kıbrıs’ta Elenizm10, Yunan aydınlanma geleneğinin ortaya koyduğu medeniyet tezinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyordu. Yunan Aydınlanması, Kıta Avrupa’sının aydınlanma projesine eşlik eden Hümanizmanın etkisi altında kavramsallaştırılmıştı. Yunan aydınlanmasının ilk evresi de hümanizmanın etkisinde yurttaşlık ve sekülerleşmenin eşlik ettiği süreçte gerçekleşecekti. 1821 Mora İsyanı sonucunda kazanılan bağımsızlıkla elde edilen yeni devlet, ulus ve devlet ilişkisinde yeni tarih tezlerine dayandırılarak revize edilmesini gerektirdi. Elenizm kendi ‘mitoslarını’ yaratarak eski Elen medeniyetini kapsayan ontolojik bir tarih anlayışına yöneldi. ‘Yeni dünyadaki egemen entellektüel etkiler çok geçmeden, Aydınlanmanın özerk bireye karşı halkın öncelliğini vurgulayan, (Volk), romantizmine kaydılar’ (Mavratsas 2000; 44). Romantizmin etkisi altına aldığı Yunanistan’da güçlü bir milli ideoloji ‘Megali İdea11’ doğuyordu. Megali İdea, yani büyük ülkü, çeşitli bölgelerde yaşayan Elen-Ortodoks tüm halkları birarada yaşamasını öngörüyor bir anlamda Enosis’i sistemleştiriyordu. ‘Siyasi bir program olarak ortaya çıkan Megali İdea, milliyetçi aydınların geliştirdiği ‘Helenlerin zaman içindeki kesintisiz sürekliliği ve birliğini’, ‘mekan içinde birliğe’ dönüştürmeyi hedefliyordu’ (Kızılyürek 2003; 51). Bu hedefle birlikte siyasi ve ideolojik tüm yönelimler Yunanistan dışında kalan soydaşları, merkeze dahil etmek üzere kanalize edilmişti. Bu noktadan sonra Elenizmin irredantalist eğilimi kimlik politikasına dönüştü ve Elen devleti’ni, Elenizmin merkezi olarak işlevselleştirdi. İrredentalizmin nedeni ve sonucu olarak 10 Bazı kaynaklar kavramı ‘Helenizm’, bazıları ise ‘Elenizm’ olarak kullanmaktadır. Megali İdea, ilk kez İoanni Koletti tarafından, 1844 yılında, Parlemento’da, Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa’nın, Yunan yurttaşlarının kimliği ve haklarını belirleyen 3. maddesinin tartışıldığı ve Heteroktonlar (devlet sınırları dışında yaşayan Yunanlılar) ve Otoktonlara (devlet sınırları içinde yaşayan Yunanlılar) dair görüşünü dile getirirken kullanmıştır (Kızılyürek 2003; 49). 11 116 temel kaygı merkez dışında bulunan Elenler’i yani kurtarılmamış soydaşların büyük Elen ulusunun parçaları olarak algılanmasını sağlamaktı. ‘Kurtarılmamışlar için Megali İdea; adaletsiz ve despot bir boyunduruktan kurtarılmaları vaadini de içeriyordu’ (Mavratsas 2000; 51). İç siyasi oluşumda ise ‘büyük ülkü’, kimlik ve siyaseti birbiriyle örtüştüren bir denkleme oturttu. ‘Çağdaş Yunanistan olayında milliyetçi ideoloji, Yunan devleti tarafından nüfusu homojenleştirip, entegre etmek ve merkezden uzaklaşmaya meyilli çeşitli özel çıkarlar üzerinde iktidarını empoze etmek için kullanılan temel bir araçtı’ (Mavratsas 2000; 46). Kıbrıs Rumları Elenizmle, Megali İdea’nın propagandasını üstlenen ve Yunan ayaklanmasını da örgütleyen ‘Filiki Eteria’ (Dostluk Birliği) örgütünün lobiciliğiyle tanıştı. 1780 yılında Rihagas Ferros tarafından Bükreş’te kurulan örgüt, 1796 yılında Viyana’da basılan ve 16 yapraktan oluşan Megali İdea haritasını hazırlamıştır. ‘Başta Yunanistan olmak üzere Kıbrıs, Ege adaları ve Anadolu bu haritaya dahil bölgeler arasında idi’ (An 1996; 39). Filiki Eteria’nın Kıbrıs’taki girişimleri 1818 yılında başlamış ve Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Kiprianos derneğin üyeleri arasında yer almıştır. Ancak Kıbrıs’ta 1850’li yıllardan 1920’li yıllara kadar Enosis, Elen irredantalizmin bir uzantısı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu nedenle niteliksel bağlamı etnik duyarlılık olarak kabul edilir. Bu bağlamda, Mavratsas 1850 – 1920 yılları arasındaki dönemi Helen yayılmacılığının ve ‘ulusal yeniden doğuş’ teorisinin bir dalı olarak okumaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında Kıbrıs’ta Rum toplumu, kendi aydınlanma tecrübesini yaşamadan, Elen milli değerlerinde şekillenen ‘ulusal yeniden doğuş’ tezine tabi olmuştu. 117 ‘1830 yılında Kıbrıs’tan Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanan ilk bölgesinin başkanı John Kapodistra’ya gönderilen Poul Vondiziano adındaki bir elçi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için onu ikna etmeye çalışacaktı’ (An 1996; 49). Bu girişim Enosis’in pratiğini haber veren ilk olay olarak kabul edilmektedir. Elenizmin ilk dönemlerinde eğitim, uzak mesafe Elenlerini bütünleştirmek ve ‘ulus’u tüm Elenlere genişletebilmek adına araçsal bir değer olarak kullanıldı. Kıbrıs’taki kişiler yüksek tahsil için Atina’ya gitmekte ve edindikleri yeni Elen milli değerleri ile geri dönmekteydi. Nitekim siyasi bir programın parçası olarak kurgulanan etnisite siyasal bir kimlik edinimini en başından itibaren eğitim aracılığıyla inşa etmekteydi. ‘Eğitime paralel, bu süreçte; ‘özellikle sonuç alıcı olduğu kanıtlanan diğer faktörler, Elen konsoloslukları ile temsilcikleri kurulması yanında, milliyetçi örgüt ve derneklerin faaliyetiydi’ (Mavratsas 2000; 51). Rum toplumunun Enosis’e siyasi anlamda yönelmeleri etnisiteden ayrılarak daha geniş bir politik isteme dönüşmesiyle başlayacaktı. Gellner’in tezine dayanarak; ‘örtüşen kültürel özellikler tanımladığı etnik grup, kendi varlığından emin olmanın ötesinde kendine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman etnisite politikleşir ve milliyetçiliği doğurur’ (Gelner 1998; 59). Nitekim Gellner bunun sadece ‘yönetilenlerle yönetenlerin aynı etnik kökenden’ olduğu ulus-devlet için geçerli olduğunu vurgulasa da Elenizm ve Kıbrıs Rum’larının konumu itibariyle, tam ulusdevlet çerçevesinde olmasa bile, Yunan ulus-devleti’nin parçası olma itisi, Rum’ların toplumsal dönüşümünü bölgesel kimliklerinin dışında ki bir politik sınırlılık talebine bağlamakta ve etnik kimliğin milli kimliğe dönüşmesindeki aşamayı tanımlamaktadır. Çünkü Enosis’in Kıbrıslı Rumlar için anlamı siyasal kimliğin gereksinim duyduğu politik sınırı kazandırmaktı. Bu amaç çoğu zaman kendi 118 çelişkisini merkezin çıkarlarıyla çevre çıkarlarının kesiştiği ve örtüştüğü noktada ortaya koyacaktır. ‘Yine de Megali İdea, milli kültür ve kimlik formasyonunda oldukça başarılı olmuş ve hem ulusal kimliğin Helen-Ortodoks sentezi temelinde şekillenmesini hem de irredantist Helen milliyetçiliğinin yayılmasını sağlamıştı’ (Kızılyürek 2003;83). Örneğin, ilk kez 1904 – 1931 yılları arasında Liselerde ki müfredatta Rum Hıristiyan terimi ayırt edici bir özellik olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı döneminden itibaren sosyal bir aktör olarak güçlenen Kilise, Rum toplumunu içinde Enosis fikrinin yaygınlaşmasını sağlayacak en önemli kurum Silinmiş: ’ olacaktır. Dinin kültüralist yapısı ‘ortodoksluğun’ diğer bölgesel pratikten ayırdedici, kendi büyük ulusuyla da birleştirici bir unsur olması, Kilisenin kendini milli değerlerin doğal koruyucusu atfetmesinin ana mantığını oluşturur. İngiliz Sömürge idaresinin başladığı ilk yıllardan itibaren Kilise Rum toplumunu temsil eden siyaset dışı ancak siyasi bir güçtü. Bu gücü ona sağlayan Din dışında Osmanlı sistemindeki ekonomik alan hakimiyetiydi. Yine de Enosis’in yavaş yavaş Ada’da yaygınlaşması Kilise’nin kendi içinde birtakım görüş farklılıklarının doğmasına neden olacaktır. ‘Kıbrıs Tarihinde ‘Kilise Krizi’ olarak adlandırılan tartışmanın odağında geleneksel Ortodoks anlayışına sahip olan piskoposlar ile Enosis’i daha militan savunulması gerektiğine inanan burjuvazi ve aydınlarında desteğini görecek yenilikçi piskoposlar arasında oldu’ (Kızılyürek 2003; 80). 1920’li yıllara kadar Enosis’in tek savunucu Kilise ve küçük bir aydın topluluğuydu. 14 Ağustos 1926 tarihinde kurulan Kıbrıs Komünist Partisi (KKP), Enosis’i reddeden bir politikayla siyasi sahneye ve Kilise’nin karşısına çıkacaktı. Sosyalist ve ılımlı bir çizgide yer alan partinin genel politikası emperyalizme karşı Kıbrıs halkının birlik ve beraberliğiydi. KKP, 119 ‘milliyetçi liderler ve onların ‘karşı devrimci sloganı’ olan Enosis’e karşı olduğunu dile getirerek, emekçi Türk ve Rumların emperyalizme karşı ortak bir cephe kurma çağrısında bulundu ve nihai hedefi, ‘özgür işçi ve köylülerin Kıbrıs Sovyet Cumhuriyeti’ni’ kurma olarak belirledi’ (An 1999; 63). Kıbrıs Komunist Partisi kurulmadan önce 1 Mayıs 1919’da kurulan ilk sosyalist öğrenci birliği sayılan ‘NAZAREOS’, KKP’yi önceleyen bir dili benimsemişti. ‘Bu, İsa’nın buyruğu olduğu gibi, Kıbrıs’ın yeni karışıklığına bir hedef teşkil edecek, sıcak bağlılık ve hoşgörünün hakim olacağı bir sosyalizm sembolü olacaktı’ (Servas 1999; 72). Dönemin şartlarında önce Nazereos ardından KKP Enosis’e karşı ilk tepki niteliğindeydi. KKP’yle birlikte bazı gazete ve dergilerin yer aldığı komünist cephe Enosis ve Elen milliyetçiliğine karşı söylemlerini ağırlaştırıyordu. 1921 Pyrsos (Meşale)12, 1925 Neos Antropos (Yeni İnsan)13, Avgi (Tan) Enosis’e karşı olan yayın organlarıydı. ‘Avgi bir felsefe dergisi olmasından dolayı Rus, Fransız, Yunan ve Kıbrıslı yazarlara ve şairlere yer vermekteydi’ (Servas 1999; 72). Neos Anthropos ise bağımsızlık fikrini öne çıkartıyordu. Neos Anthropos ayrıca, ülkede egemen olan sosyal sınıf ayrımlarının altını çizerek, şunları vurgulamaktaydı: ‘Halk artık birbirine karşı mücadele eden Rumlar ve Türkler olarak ayrılmış değildir... ayrım, fakir ve zengin olarak vardır’(Mihiliadis 2003; 305). Tüm bunlara rağmen 1930 seçimlerinde ‘otonomi’ sloganını kullanan KKP seçimi kaybedecekti. 1931 yılında yasaklanan örgütlenme ve siyasi parti kurma hakkı, İngiliz yönetimi tarafından izin verilmesinin ardından kurulan ve KKP devamı niteliğinde olan AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi – Anorthotikon Komma tu 12 1921 yılında Leymosun’lu bazı memur ve işçiler, Marksist-Lenisist ilkeleri benimseyen bir işçi kulubü kurmuş ve Pyrsos adlı gazeteyi çıkartmışlardır (An 2003, 169). 13 Rumca’dan Türkçe’ye çevirilerde farklılık olduğu için bazı özel isimler ve kelimeler farklı yazılabiliyor. Örneğin Yeni İnsan, kimi kaynaklarda ‘Antropos’ kimi kaynaklarda ise Anthropos şeklinde yer alır. 120 Ergazomenu Lau) kurulur. AKEL’in siyasi politikasında Enosis’i, sosyal politikasında ise Elen kimliği üst-kimlik formasyonu olarak benimsemişti. Bu nedenle AKEL’in kurulması Elenizme farklı bir açı kazandırmak dışında önemli bir yenilik kazandırdığını söylemek çok zordur. AKEL’in programı Elenizm’in bir parçasıdır ve 1974’e kadar elen-üst kimliği ‘tek halk’ söylemi doğrultusunda Kıbrıslı Türkleri’de kapsayacak bir siyasetti. 1943’te Londra’da düzenlenen konferansta AKEL’in aldığı kararlardan dördüncüsü şöyledir; 4. ENOSİS; Biz, Kıbrıs halkının Yunanistanla birleşme yolundaki haklı isteğini destekler, bunun Yunanistan’ın kuruluşundan hemen sonra gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtir ve İngiltere hükümetini Atlantik Bildirgesi ilkelerini, Kıbrıs’ta uygulamaya davet ederiz. Kıbrıslıların beşte dördü Rum, beşte biri Türk’tür. Enosis, Türklerin çıkarlarını zedelemeycektir, çünkü biz, onlarında eşit siyasal haklara sahip bulunduklarını kabul ediyoruz. Kıbrıs’ın ulusal sorunu ancak ada Halkının büyük çoğunluğunun anavatanı olan Yunanistan’la Birleşme gerçekleştirilerek çözülebilir (Beratlı 1999; 135). AKEL ve Kilise’nin sıklıkla başvurduğu ‘tek halk’ kavramı çok yönlü bir işlevselliğe sahipti. Burada öne çıkartılan temel tez, ‘Kıbrıs adasında tek halk yaşamaktadır ve bu halk kendi kaderini tayin hakkını kullanmak istemektedir’ (Kızılyürek 2004; 61). Böylelikle tek halk demokrasinin çoğunluğun istediği olur mantığından hareketle, Elen siyasi programını haklılaştırmış olmaktaydı. Nitekim bu yıllarda Kilise ve AKEL arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı daha çok Enosis’in gerçekleşmesini sağlayabilecek yöntem farklılığından ileri geliyordu. ‘Siyasi yaşamı belirleyen temel slogan ‘Enosis sadece Enosis’ olarak kalacaktı’ (Kızılyürek 2003; 89). AKEL, Kiliseden farklı olarak siyasi vurgusunu Elen etnisitesine değil ortak işçi mücadelesine yapmakta böylelikle öteki olarak kurgulanan İngilizler olmaktaydı. Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk 121 ‘AKEL’in 1940’lı yıllarda geliştirdiği ulus anlayışı her ne kadar Stalin’in ulus kuramına dayansa da, (belki de sırf bu yüzden) sonuçta sağ kesimin ulus anlayışı ile aynı noktada buluşuyordu’ (Kızılyürek 2003;94). AKEL’in etkinliğini artırması Kilise’yi rahatsız edecek ve Kilise AKEL’in karşısına dışardan destek vererek Kıbrıs Ulusal Partisi/Hareketi14 (KEK) kurdurtacaktı. 1950’lerde ise parti ve Kilise arasındaki mücadele yansımasını tüm adanın sosyo-politik yapısını değiştirecek ölçüde hissettirmeye başladı. ‘AKEL 23 Kasım 1949 tarihinde, BM Sekreterliği’ne ‘Kıbrıs Halkı Büyük Britanya’yı İtham Ediyor’ başlıklı bir mektup gönderdi ve Kıbrıs’ın bir ‘Helen adası’ olduğunu ileri sürerek, Enosis’in gerçekleşmesi için Kıbrıs’ta BM örgütünün gözetiminde bir referandum yapılmasını önerdi’ (Kızılyürek 2003; 92). AKEL’in mektubu Kilise’nin sorunu uluslararasılaştırma politikası ekseninde faaliyetlerini hızlandırmasına neden yaratır ve Kitium Piskoposu Mihail Muskos (III. Makarios) liderliğinde Kilise 15 Ocak 1950 tarihinde Kıbrıs’ta Enosis’e yönelik Halk oylaması gerçekleştirilir ve oylamada %95,73 oranında Enosis’e evet kararı çıkartılır. Ne var ki bu oylamaya Kıbrıslı Türkler katılmadığı gibi Kıbrıslı Rumlar’da açık oy kullanmaya mecbur bırakılmıştı. Halk oylaması fikri ilk kez AKEL’in yayın organı Demokratis tarafından 1948’te ortaya atılmıştı. Kilise ve AKEL mücadelenin öznesini belirlemede tam bir rekabet havasında olması nedeniyle Kilise AKEL’den önce davranmak için halk oylamasını kendisi gerçekleştirmiştir. Aynı dönemlerde toplumsal yapı içinde yerini sağlama alan işçi ve meslek sendikalarını ayırmak için yine Kilise devreye girecek ve PEO’nun karşısına Kıbrıs İşçileri Konfederasyonu (SEK)’i kurdurtacaktır. Tam bu sıralar Türklerin countermilli tepkilerinin gelmeye başlaması AKEL’in siyasi tarzını yumuşatmasını 14 Bazı kaynaklar Ulusal Kıbrıs Hareketi, bazıları ise Ulusal Kıbrıs Partisi olarak kullanmaktadır. 122 sağlayacaktı. ‘1949 yılıyla beraber parti, tekrar 1940’lı yılların ortasında sahip olduğu enosis fikrinden, Orta Doğu Bölgesindeki sömürge karşıtı hareketlerle uyuşan bir çizgiye geri döner’ (Panayiotou 2003; 233). 1950’den sonra hem toplumların kendi kamuoyları (her ne kadar ortak hedef belirlense de) hem de geniş ölçekte kamusal alan dört bir koldan parçalanmaya doğru sürüklendi. Gelinen son noktada Kıbrıslı Rumların karşıtlığında Kıbrıs Türk kimliği somut bir söylem halini almıştı. AKEL’in tek halkına karşı Türkler’in iki halkı vardı ve her ikisi de ilk kertede ideolojikti. Bu nedenle AKEL ve PEO’nun çalışmaları gerektiği kadar uzlaştırıcı olamadı. Yine bu dönemde Kilise’nin çabasıyla kurulan EOKA (Kıbrıs Savaşçılarının Ulusal Birliği - National Organization of Cypriot Fighters ) silahlı eyleme geçmesi (1 Nisan 1955) AKEL tarafından tepkiyle karşılanmıştı ancak kullanılan slogan hala ‘Enosis sadece Enosis’ti. ‘Bu nedenle AKEL’in konumu silahlı mücadeleye muhalefet ederken pragmatik bir yapıdaydı ve AKEL Türk Kıbrıslılarla bütünleşmeye giden yolda tedrici bir dönüşüm yapmaya razıydı’ (An 1999; 66). 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (KC) kurulmasına Kıbrıs Rum toplumundaki bakış açısı yine Enosis çerçevesindeydi. AKEL Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sui-generis Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik yapısını emperyalizmin dayatması olarak okumaktaydı. Kilise ise kendi soydaşlarının Silinmiş: ’un mutlak egemenliği yerine Makarios kendi deyimiyle ‘Siniko İstihio’ yani aynı mekanda ikamet eden komşularıyla ortak bir devleti kabul etmeyecekti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Kilise’nin tedhişçi örgütleri siyasal alana dahil etmesi, merkezin yani Yunanistan’ın uluslararası çıkarlarını tehlikeye sokacaktı. Merkez ve çevre gerilimi Kıbrıslı Rumlar’ı kendi kimliklerini oluşturmaya ve yeniden Kıbrıs Cumhuriyetine sahip çıkmaya yönlendirmişti. Bu kırılma başta Kilise 123 olmak üzere siyasi aktörleri yeni bir söylemsel pratiğe itecektir. ‘İki arada bir derede kalan Makarios, siyasetini, ‘Efkteon’ (arzulanan, itenen) ve ‘Efikton’ (gerçekleştirilebilir olan) olarak farklılaştıracak ve ‘gönlümüzde yatan Enosis’ten başka bir şey değildir (Efkteon), ama şimdilik, ne yazık ki, Enosis mümkün değildir’, dolayısıyla, ‘bağımsız Kıbrıs’a yönelmeliyiz (Efikton)’ diyecekti’ (Kızılyürek 2003; 123). Bağımsız bir devlet beraberinde siyasal bir kimliği de zorunlu kıldığından Enosis politika üstü bir konuma yerleştirilerek, Ortodoks-Elen sentezi yumuşatılmıştı. Yine de özellikle milliyetçiler için Enosis her zaman meşru çıkış zemini olageldi. Çünkü ilk başlarda bir utku olan Enosis, KC’nin ardından günlük pratikleri düzenleyen hegemonik güç halini almıştı. ‘Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin giderek artan bir şekilde ibadet kurumu olarak kısıtlı kaldığı, laikliğin yükseldiği bir dönemde milliyetçi söylev kilise hiyerarşisine, kaybettiği egemen pozisyonu yeniden kazanıp, ulusal ittifak ve birlik kurumu olarak fonksiyon görme mükemmel fırsatını veriyor’ (Mavratsas 1999; 83). Kıbrıs Rum’larının aydınlanma deneyimi bağımsız ve öz-bilince dayalı bir anlayışla gerçekleşmemesi iki toplumun kamusal alanını ayırmakla birlikte, kendi özel alanlarını da etnisiteye bağımlı kılmıştır. Bu nedenle Kıbrıslı Rum’ların Ortodoks-Elen kimliği siyasi ve ideolojik açılımla batı liberal demokrasisinin önerdiği sivil toplumu dışlayıcı bir nitelik taşımaktadır. 124 3.1.2. Türk Toplumu -Türkçülük - Taksim: Kıbrıs’ta İmparatorluk çatısı altında başlayan uluslaşma sürecinde, Rum cemaatin etnik, kültürel ve yerel değerleri Enosis fikriyle siyasallaşırken, Enosis ideolojisinin söylemsel olarak dışladığı Müslüman cemaat kendi kimliğini ve geleceğini dayandırabileceği farklı bir arayışa yöneldi. Bu arayış Kıbrıs’taki dünya algılamasının, ve Türk kimliğinin ortaya çıkışı, gelişimi ve bugününde rol oynayan temel etkendir. Çünkü Müslüman cemaatten ‘Türk’lüğe geçiş, ‘uluslaşma’, adadaki Türkler için bir varoluş sorunsalı olarak kurgulanmıştır. Varoluş sorununun telkiniyle toplumsal özbilinç, ifadesini, kendi coğrafyası dışında bulacak ve süreç içerisinde kendi öznel argümanlarını, referansından farklı bir retorikte kuracaktır. Bu nedenle Kıbrıs Türk toplumunun kendi aydınlanma deneyiminden bahsedebilmek çok zordur. Osmanlı’nın çöküş döneminde başta Yunanlılar olmak üzere, alt grupların bağımsızlığını kazanması, İmparatorluğun revizyonunu öneren Batı kaynaklı düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden oldu. ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan ilk aydın hareketini oluşturan Genç Osmanlılar da, din ve etnik kökenden bağımsız olarak herkesin yurttaşı olacağı bir ‘Osmanlı vatanı’ndan ve bir üst kimlik olarak ‘Osmanlılıktan’ söz ediyorlardı’ (Kızılyürek 2003;150). 1912 Balkan yenilgisiyle birlikte Genç Osmalılar’ın mirasını, soybilincini merkeze alan ‘Türkçülük’15 ideali devraldı. Jön - Türkler’in yürütücülüğünü üstlendiği ‘Türkçülük’ esas olarak Batı modernleşme ilkelerini benimseyen bir aydın hareketiydi ve 15 ‘Türkçülük’ ilk kez, Yusuf Akçura’nn 1904 yılında yayınlanan ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ adlı makalesinde yer almıştır. 125 Osmanlı’nın yeniden toparlanmasını ‘Türk topluluklarının ulusal birliğiyle’ Silinmiş: . gerçekleşeceği önermesine dayanıyordu; Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Siyasal ve toplumsal örgütlenme konusunda Jön-Türkler’in düşüncelerine egemen olan öğeler, pozitivist bir akılcılık, anayasal bir rejim (meşruiyet) isteği ve halkçılık olarak görülmektedir: Toplumu ilerletmek ve ‘devleti Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Asılı: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır kurtarmak’ için, Batı bilim ve teknolojisini örnek alan, bu bilim ve teknolojide Silinmiş: ‘ ifade edilen akılcı esaslara göre belirlenmiş yeni bir düzenlemenin gerekliliği; bu düzenleme içinde anayasal parlamenter bir siyasal örgütlenmenin yerleştirilmesi ve ‘iyi’nin ne olduğunu bilen eğitimli ‘aydınlar’ın ‘halka Silinmiş: ’ doğru’ giderek aydınlatması (Baydur 1997; 197). Bu bağlamda Türkçülüğün siyasal programı, etnisite merkezli bir ‘Türkleştirme’ politikasıydı, ve bu politika sadece soydaşların ‘Türkleştirilmesini’ içermekteydi. Genel mantığında toplumsal homojenleştirmeye denk düşen Türkçülük; ‘hürriyetle bir ilgisi olmayan uzmanlık teorileriyle vatanperverlik ve aktivizmin birleştiği bir ideoloji oluşturmuştu’ (Baybur 1997; 200). Osmanılıcılık ve Türkçülük, ilk başlardaki aydınlanma fraksiyonunu, Gellner’in (1998;115) belirttiği gibi ‘batılılaşmayı ondokuzuncu yüzyıldaki anlamıyla kavraması’ nedeniyle kaybetmiş, ve daha sonra uygulanan pragmatist, elitist ve son derece merkezi yaklaşımların sivil toplumdaki yansıması siyasal katılımcılığın (kamusal alanın) ve toplumsal rızanın Silinmiş: dı tasfiye edilmesi ile sonuçlanmıştır. ‘Bu nedenle 19. yüzyıl modernleşme çabaları bir yandan mesleki ve ekonomik açıdan farklılaşmayı sağlayarak sivil topluma zemin hazırlarken, bir yandan da toplum yaşamının tümüne hükmedici elit politikalar ve bunun ajanı olan aydın tipleri üreterek zamanla diğer sivil toplum unsurlarını yok edecek bir süreci başlatıyordu’ (Çaha 1997; 35)*. * Türk aydınlaması ve batılılılaşma çok geniş akademik analiz gerektiren konular olmasından dolayı, burada sadece Kıbrıs Türk toplumunda yaşanan ‘kimlik ve ulus’ inşa sürecine bir çerçeve oluşturması açısından ana hatlarıyla değinilmiştir. 126 Kıbrıs’taki Türkçülük, merkezde yer alan Türkçülüğün ana siyasal felsefesini içermesine rağmen pratikte kaçınılmaz olarak zaman içerisinde farklılaşmıştır. Farklılaşmanın belli başlı nedenleri adanın kolonyal statüsü ve küçük bir coğrafyada nerdeyse eş zamanlı yaşanan üç ayrı ilerleme söyleminin (Kolonyalizm, Elenezim ve Türkçülük) birbirinden beslenerek ideolojik bir çatışma altında gerçekleşmesidir. Kıbrıs’taki Müslüman cemaatin ‘Türkçülük’le tanışması II. Meşruiyetin ilanında sonra gerçekleşecektir. Bu döneme kadar adada bulunan Müslümanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun getirisi olarak cemaat temelli yapıyı büyük ölçüde korumaya çalışmışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan hakim millet olarak tanımlamışlardır. O dönem için Müslümanların ‘Osmanlı kimliği’ yorumu dar anlamda milliet-i hakime statüsünün muhafazasıyla ilgiliydi. Bu nedenle adanın İngiltere’ye kiralanması, adanın gerçek sahibi Osmanlı İmparatorluğu olduğu göz önünde bulundurularak Müslümanlarca tepkiyle karşılanmadı. İngiltere’nin varlığı, Müslümanlar açısından Osmanlı kimliğinin Enosis’e karşı korunması anlamına gelmekteydi, ki bunun sonucunda Kıbrıslı Müslüman aydınlar gelişen Elenizme koşut olarak İngiliz yönetimiyle iyi ilişkiler kurmuştu. Güvenlik ihtiyacına yönelik pragmantik tutum ileriki dönemlerde devam edecek ve adanın İngiltere tarafından ilhak edilmesi de Yunan irredantalizmine karşı bir korunma olarak kabul görecektir. Yine de, bu yıllar arasında belli bir bilinç ve kimlik düzeyinden söz etmek mümkün olmadığı gibi proto-nasyonel tepkiler şekillenmeye başlıyordu. Abdülhamit rejiminden kaçan bazı Jön-Türklerin adaya gelmesi küçük bir aydın grubunu etkisi altına alacak ve Enosis diyalektiğinde ilk kez Osmanlılık haricinde ki birtakım olgular dile getirilecektir. 1891 yılında kurulan Kıraathane-i Osmaniye (Osmanlı 127 Kıraathanesi), daha önce kurulup kısmen siyasal bir işleve sahip Kipriagos Silagos’a (Kıbrıs Kahvehanesi) karşı ortaya çıkmıştı. Kiraathane-i Osmaniye siyasal nitelik taşımamasına rağmen Kıbrıslı aydınların fikir alışverişinde bulundukları dolayısıyla siyaset üretebilmeye açık, sosyal içerikli bir kulüptü. Bu mizaçta kurulan ilk örgüt ve Türklere ait ikinci gazete olan ‘Zaman’ gazetesini yayınlaması açısından ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. İlk başlarda padişah yanlısı yayın yapan gazete, yazarlarından Kufizade Asım Bey, Muzaferiddün Galip Bey (başyazardır), Mehmet Faik Bey, Mehmet İrfan Bey’in Jöntürklüğü benimsemesiyle, Jön Türkçü bir çizgiden ‘’hürriyet’ ve ‘meşruiyet’ kavramlarını kullanmaya başlıyordu. İlke olarak benimsenen ve ilk sayısında yayınlanan konulardan bazıları; ‘ENOSİS’e karşı durmak’, ‘Ulusal bilinci ayakta tutup, anavatana güvenin devamını sağlamak’tı (Beratlı 1999; 38). Zaman gazetesinin Osmanlı Sarayına karşı muhalif tavrı, Osmanlıcılığı savunan yazarları ve sarayı rahatsız etmesinden dolayı, 22 Ağustos 1892 tarihinde, ‘Zaman’dan ayrılan Jöntürkçü ekip ‘Yeni Zaman’ adında başka bir gazete çıkartır. Ardından 3 Mart 1893’te Kıbrıs gazetesi kapatılan ‘Yeni Zaman’ın yerine yayına başlar. 1893’ü takip eden yıllarda yayın hayatına giren Kokonoz (1896), Feryat (1899), Mir’at-ı Zaman (1900) gazeteleri Jöntürkçülüğü desteklemeye devam etmiştir. II. Meşruiyetin ilanıyla birlikte Müslüman cemaat’in sosyal ve siyasal hayatı da canlanmaya başlıyordu. Nitekim bu yıllarda adada İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri artmaya başlamıştı. ‘İttihad ve Terakki’nin etkisiyle 1908 yılında adında ‘Türk’ kelimesini içeren ilk örgüt Türk Teavün Cemiyeti kurulur’ (Evre 2004; 48). Ancak derneğin adında kullanılan ‘Türk’ kelimesi toplum içindeki 128 siyasi veya sosyal bir değeri işaret etmekten öte derneğin Jöntürkçü bakışıyla ilgiliydi. Hemen arkasından 1909 yılında sonradan ‘ Hürriyet ve Terraki Cemiyeti’ adını alacak Terraki Kulubü ve Hürriyet Kulüp’leri açılmıştı. Dönemin gazeteleri Sünuhat ve Seyf’de yayın politikasında Jöntürkçülüğe destek veriyordu. Bu yıllara kadar halktan çok fazla kabul görmeyen Jöntürklük basın ve dernek faaliyetleri, ve Enosis’in iteklemesiyle yavaş yavaş taraftar desteğini artıracaktı. İlk kurulan kulüp Enosis yanlısı bir başka kulübe karşı kurulduğu gibi ilk sahnelenen tiyatro oyunu da oldukça manidardı, 3 Şubat 1908’de Mağusa’da ‘Vatan Yahut Silistre’, hem o sıralar Rumlar’ın gerçekleştirdiği bir eyleme tepki vermek hem de yardım toplamak amacıyla sergilenir. Müslüman cemaat arasında Jöntürklerin etkisiyle başlayan ‘Osmanlılıktan’ farklılaşma süreci Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlamasının ardından hız kazanacak ve savaşa destek vermek için yürütülen yardım kampanyaları ve basının mücadeleyi destekleyici politikaları doğrultusunda, Müslümanlar arasında ‘anadolu’ ve ‘vatan’ kavramları anlam kazanmaya başlayacaktı. Bu dönemde kurulan derneklerin ana teması milli mücadele’yi desteklemek ve yardım toplamaktı. Genellikle hayır cemiyeti niteliğinde olan bu gönüllü kuruluşların birkaçının ismi şöyledir; Neşr-i Maarif Cemiyeti, Muhacirin-i İslamiye’ye Yardım Cemiyeti, Maarifi Geliştirme Cemiyeti, Maarifi Himaye Cemiyeti, Himaye-i Mekatip Cemiyeti (Gazioğlu 1996;189; Evre 2004;53 ). Aynı dönemlerde sosyal alanda Jöntürkçülüğün aydınlar arasından halka doğru yayılması, ikinci bir alternatif aktör olarak siyasal alanda da yer edinmesi sonucunu doğuruyordu. Kavanin Meclisi ve Evkaf İdaresinde bulunan ve Osmanlı geleneğinden gelen aydınlar karşılarında ‘halkçı’ söylemi öne çıkartan ‘yenilikçileri’ 129 bulacaktı. Anadolu kurtuluş mücadelesi sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması Elenizm ve Sömürge yönetimi arasında sıkışan Kıbrıslı Türklerin milli bilincinin gelişmesinde önemli rol oynamıştı. ‘1939’lı yıllarda güçlenen Türkiye ve Atatürk hayranlığı, Kıbrıs Türk toplumunun önde gelen aydınları için, bir kimlik ve şahsiyet arayışına tekabül ediyordu’ (Kızılyürek 2003; 220). Nitekim kurtuluş savaşı boyunca basın ve dernekler bir yandan mücadeleye destek verirken diğer yandan iç siyasi dengeyi anadolu söylemine doğru kaydırıyordu. Böylelikle evkafçılara karşı halkçılar kitleler nezrinde ağırlık kazanıyor ve Enosis diyalektiğinde yeni bir milliyetçilik anlayışı doğuyordu. ‘Dönemin gazetelerinden Söz, Doğru Yol, Vatan ve İrşad dergisi ‘anadolu’ söylemini benimseten yayın organlarının başında yer almaktaydı’ (Evre 2004;53). Tüm bu gelişmelere rağmen adada hakim söylem Osmanlı ve Türk kimliği sentezi üzerine odaklanmıştı. Nitekim 1924 yılında kurulan Kıbrıs Türk Cemaat-i İslamiyesi adındaki örgüt evkafçıları ve halkçıları OsmanlıTürk sentezinde aynı çatı altında uzlaştıracaktı. Lozan’la birlikte Türkiye’nin İngiltere’nin ilhakı’nı tanıdığını açıklamasının ardından 1925 yılında Türkiye’ye doğru başlayan göçü düzenlemek için Larnaka’da Türk konsolosluğu açılmış ve konsolos olarak A.Asaf Güvenir atanmıştır. Asaf Güvenir’in göreve başlamasıyla birlikte Türkiye’de gerçekleştirilen devrimlerin bir çoğu aydınların da desteğiyle, halk arasında uygulanmaya konuldu. Örneğin Latin harfleriyle eğitim, şapka devrimi, 29 Ekim’in milli gün olarak kutlanması vb. Yaşanan bu gelişmelere paralel 1930 Kavanin Meclisi seçimlerinde, konsolosluğun desteğini alan Necati Özkan ve Mehmet Zeka halkçılar grubundan, Dr. Eyyüp evkafçılar grubundan seçimi kazanacaktı. Kavanin Meclisi seçimlerinin ardından 1 Mayıs 1931’de Necati Özkan Silinmiş: ve önderliğinde gelenekselcilerin karşı olduğu bir Milli Kongre toplanmış Müftülük, 130 Evkaf İdaresi ve Şer’i mahkemelerin revize edilmesi yönünde kararlar alınmıştır. Kongre sonrası yenilikçi ve gelenekselciler arasındaki çekişme basına’da yansıyacak; Söz ve Masum Millet Kongreyi desteklerken, evkafçıların yayın organı Hakikat eleştirmekten geri durmayacaktır. ‘Söz gazetesi alınan kararları, ‘Ada Türkü’nün Milli Misakı’ olarak yorumlarken’ (Evre 2004; 76), ‘Hakikat kongre için, ‘Bu gibi hareketler, bu memlekette hükümetten başka dayanağı olmayan, İslam azınlığını vahim akibetlere sürüklemek eğilimi gösteriyor’ demekteydi’ (Beratlı 1999; 103). Nitekim sömürge yönetimi kongre ve kararlarını tanımadığını açıklamış hemen ardından 1931 İsyanı nedeniyle Rumlar’la birlikte Türkler’inde milli içerikli simgeleri kullanması ve örgütlenmesi yasaklanmıştı. Silinmiş: (Dr. Küçük) 1943 yılında Dr. Küçük başkanlığındaki Halkçı Parti’si ve Necati Özkan Silinmiş: (Necati Özkan) başkanlığındaki Avukat Fadıl Partisi’nin biraraya gelmesiyle Kıbrıs Türk Adası Azınlıklar Kurumu (KATAK) kurulmuştur. KATAK’ın kurulmasının altında yatan gerekçelerden biri İngiltere’nin 1943 yılında adaya kendi-yönetimi (self-government) verilebileceğini dile getirmesinin yarattığı hayal kırıklığıdır. Kendini-yönetme Rumlar’ın uzun süreden beri istedikleri konuların başında yer aldığı gerçeği, Türkler’i örgütlü mücadeleye teşvik edici bir unsurdu. Nitekim İngiltere’de böyle bir mücadeleyi açıkça desteklemekteydi. KATAK, hem Enosis’e karşı ilk kitlesel hareket hem de bu zamana kadar anavatana yönelik sentimental tutumun siyasal talebe dönüştürecek bir kırılma noktası niteliği taşır. Özünde KATAK aslında çift yönlü bir fonksiyona sahipti, ilkinde Türkler’in Rumlar’la birlikte grev vb. toplum girişimlere girmesini önleyerek Türk sosyalist hareketin gelişimini engellemek, diğeri ise Rumlar’ın Enosis’ine karşı olmak. ‘Buna göre; ‘temel amaç Enosis’i 131 engellemek, temel strateji ise, Türkiye’yi Kıbrıs sorununa taraf olmaya teşvik etmekti’ (Kızılyürek 2003; 225). KATAK’in amacı; tüzüğünün üçüncü maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir; ‘Kıbrıs Türk azınlığının haklarını aramak ve korumak. İlmi iktisadi ve sinai seviyelerini yükseltmek ve umumiyetle Kıbrıs Türkleri’nin menfaatlerini temine çalışmaktır’ (Rifat 1977; 46; Evre 2004; 105). KATAK’ın ardından, 1943 yılında Türk İşçiler Birliği, 23 Aralık 1945 tarihinde Kıbrıs Türk Kurumlar Birliği16, 1949 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu (KTKF)17 Enosis’e karşı olma paydasından hareketle kurulur. 1950’lili yıllarda artık Kıbrıs’ta söz konusu olan bir kimlik edinim mücadelesi değil, tüm varlığını öteki üzerine kuran bir ideolojiyi meşrulaştırma çabasıydı. ‘Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliğinin ‘Kıbrıs Türk’tür’ sloganında vurgu, ‘Kıbrıs Yunan olamaz’ noktasında yoğunlaşıyordu ve İngilizlerin adada kalmasıyla Kıbrıs’ın ‘Yunan’ olmasının engellenebileceğine inanılıyordu’ (Kızılyürek 2003; 232). Bu nedenle İngiltere’nin kendini-yönetme önerilerinin tümü reddedilmekteydi. 1956 yılında İngiltere’nin bir taktik olarak ileri sürdüğü Taksim tezi bu sıralarda gerekli olan meşru zemini yaratacaktır18. ‘Kıbrıs Türktür’de başlayıp ‘Kıbrıs Yunan olamaz’dan geçerek ‘Ya Taksim Ya ölüm’e gelinmiş oluyordu. Kızılyürek'in 16 Kıbrıs Türk Kurumlar Birliği, KATAK’tan anlaşmazlıklar nedeniyle ayrılan; Kıbrıs Türk Çiftçi Birliği, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri, Kıbrıs Milli Halk Partisi’nin oluşturduğu ‘Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ ile KATAK’ın yeniden bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Ancak o sıralarda işçiler tarafından sol eğilimlerin benimsenmesi nedeniyle 29 Ekim kutlamarına işçi birlikleri davet edilmez ve 1947 yılında birlik dağılır. 17 Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu’nu oluşturan örgütler: KATAK, Milli Parti, Çiftçiler Birliği, Lefkoşa Türk Spor Kulübu, Lise Mezunları Kurumu, Viktorya Kız Lisesi (Beratlı 1999;175) 18 Kıbrıs’taki EOKA eylemlerinin artmaya başlaması sonucunda İngiltere yine bir politika değişikliğine giderek Türkiye’ninde aktif olarak konuya mudahil olması yönünde gayret gösterecektir. 1956 yılında Radcliffe önerilerinin tartışılmaya başladığı günlerde İngiliz Sömürge Bakanı Lenox Byod - Menderes görüşmesi esnasında ilk kez ‘Taksim’ tezi Türkiye politikası olarak şekillendi. İngiltere’nin taktik olarak ileri sürdüğü Taksim tezi ilk başta çok benimsenmese de kısa bir süre içinde Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin ‘Enosis sadece Enosis’ sloganına ‘Taksim sadece Taksim’ şeklinde yanıt verilen devlet doktrini halini alacaktır. 132 özetlediği gibi; ‘Önceleri anavatanla özdeşleşme’ itisi olarak ortaya çıkan etnik Türk kimliğine sarılma eğilimi, 1940’lı yıllarda ‘Anavatan’a bağlanma’ tutkusu olarak tezahür eden milliyetçi refleksler izledi. 1950’li yıllarda ise, Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliği, siyasi bir programı olan, kitleselleşen aksiyoner bir ideoloji olarak tarih sahnesinde yerini aldı’ (Kızılyürek 2003; 244). Bu dönem içerisinde zaman zaman iktidar mücadelesi halinde seyreden Kıbrıs Türk toplumunun anti-Elen tutumu, EOKA ve TMT’nin kurulmasıyla birlikte kendi içinde radikal dönüşümler yaratacaktır. Çünkü değişen konjonktürde soğuk savaş mantığından hareketle artık adada hissedilir değerde bir komünizm rüzgarı esecek ve buna göre artık sağ kanat giderek muhafazakarlaşacak, öteki karşıtlığında olan anti-Elenezim, kendi içinde anti-komünizm kılığına bürünecektir. EOKA’ya karşı 20 Aralık 1955’te TMT’yi önceleyen ‘Volkan’ adında bir yer Silinmiş: k altı örgütü kurulur ve örgüt 29 Kasım 1957’de yerini Türk Mukavemet Teşkilatı19 (TMT)’na devreder. ‘Teşkilatın ambleminde arka fonda Kıbrıs, onun üzerinde panTürkizmin önemli simgelerinden biri olan bozkurt ve hilal yer almaktaydı’ (Evre 2004; 131). TMT, EOKA’ya karşı kontrgerilla işlevi görme amacıyla kurulduğu iddiasına sahip olmakla birlikte, TMT’nin kuruluş amacının savunma olmadığını, gerçekte Rumlar ve Türkler’in bir arada yaşamasının olanaksızlığını şiddet ve tedhiş eylemleriyle görünür kılmak olduğu genel kabul gören tezlerden biridir (EOKA’nın kuruluşu da benzer bir önermeye sahipti). Bu bağlamda ortak mücadele veren işçi ve meslek birlikleri, bu ortaklığa bir ölçüde imkan sağlayan sosyalizm baskı altına 19 TMT 1957 kurulmuş olmasına rağmen resmi kuruluş tarihi olarak 1 Ağustos 1958 gösterilmektedir. 133 alınmak durumundaydı. TMT anayasasında yer alan şu ibare dikkat çekicidir; ‘Kıbrıs Türk cemaati aleyhine faaliyet gösterdiği kat’i olarak tespit edilen her şahıs Türk, Rum veya İngiliz olsun teşkilat tarafından cezalandırılacaktır’ (Evre 2004;133). TMT’nin yayın organı; ‘‘her eve bir nacak’ sloganıyla evlere giren Nacak aslında hem bir silahın hem de bir örgütlenmenin sembolüydü’ (Nesim 1999; 11). Gazete 21 Ağustos 1959 tarihli nüshasında, Kıbrıslı Türk işçilere yönelik şu uyarıyı yapıyordu: ‘Türk işçisi! Hakkını korumasını bil. Sana ‘komunist olmadan işçi sınıfı hakkını koruyamaz’ diyen alçaklara Atatürk’ün cevabını ver: ‘Türklük ve komünistlik bir arada yürüyemez. Ben Türküm de’ (Evre 2004; 134). TMT’nin kurulmasının ardından, Rumlarla ortak olan işçi sendikaları ve meslek örgütlerinde yer alan Türk üyelerin gazeteye ilan vererek ayrılması talimatı verildi. Ardından ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası düzenlendi. Kampanyaya göre Rumca konuşan biri yüksek miktarda ceza ödemek durumundaydı, aksi gerçekleşirse farklı yollardan ceza uygulanımına gidilecekti, ne var ki kültürel bağlar birbirinden henüz kopmadığı için Türk olup Türkçe konuşamayan kişiler, Maronit ve Ermeni gibi sayıca az grupların konuşma özgürlüğü tamamen yasaklanmış oluyordu. Yine TMT’nin ‘Türk’ten Türk’e’ kampanyası ve ayrı bir Türk çarşısı kurulmasına yönelik faaliyetleri, ekonomik açıdan Türk toplumun çökmesine neden oldu. ‘Bir Kıbrıs Türk burjuvazisi oluşturmayı amaçlayan ‘Türk’ten Türk’e’ kampanyası da, ‘Ya Taksim Ya Ölüm’ politikasının ekonomik temelini oluşturmayı amaçlıyordu’ (An 1999;31). Bu kampanyalarla birlikte Türklere ve Rumlara yönelik silahlı eylemler başlayacaktı. O dönemde yayınlanan ve Kıbrıslılığı savunan Cumhuriyet gazetesi yazarlarından avukat Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan 23 Nisan 1962 tarihinde öldürüldü. PEO Türk İşleri Bürosu Başkanı Ahmet Sadi ve diğer komitelerde 134 bulunan bir çok sendikacıya karşı silahlı eylem düzenlendi. ‘Burada örgütlü şiddet kadar, milliyetçi ve karşı milliyetçi formasyonlar da, işçi-köylü sınıfının ‘kendi elitlerinin’, arkasından yürüyerek, ‘ayrı ayrı kapılardan’ kendi etnik toplumlarına katılmasını sağlamıştır’ (Kızılyürek 2003; 253). Bu gelişmeler neticesinde gerek Rum toplumu gerekse Türk toplumu kendi öz eleştiri kültürünü, kamusal alan ve uzlaşmaya dayalı sivil toplum anlayışını tümüyle toplumsal yapıdan tasfiye etti. Kolonyal İktidar döneminde yapısallaştırılan kamusal alan, KKTC’nin kurulmasından, yani ulus-devlet elde edildikten sonra da aynı karakteristği koruyacaktır. 4. Kıbrıs Cumhuriyeti (KC) Dönemi 1960- 1974: Adada baş gösteren toplumsal çatışmalar, uluslararası siyasetin dengesini de tehdit eder nitelikteydi. NATO ittifakı içinde yer alan Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs’ta taraf olması sorunu iki ülkenin özel ilişkileri bağlamından çıkartıyordu. Başta Amerika olmak üzere uluslararası örgütlere üye diğer devletler de durumdan rahatsızdı. NATO, ABD, ve BM’in ikna girişimleriyle taraflar, Zürich ve Londra’da biraraya gelecek ve 11 Şubat 1959 Zürich ve 19 Şubat 1959 Londra’da imzalanan anlaşmalara dayanarak 16 Ağustos 1960’da kuracaklardır. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (KC) 135 Kıbrıs cumhuriyeti özü itibariyle bağımsız bir devletten çok, uluslararası alanda Yunanistan, Türkiye ve İngiltere arasında bir uzlaşma zemini olarak doğmuştur. Siyaset bilimciler kurulan devleti ‘consensual state’ (anlaşmalı devlet), uluslararası hukukçular ise ‘sui-generis’ (kendine özgü) olarak tanımlamaktadır. Milliyetçi sloganların en üst noktaya taşındığı bir dönemde neredeyse uluslararası antlaşma niteliği taşıyan Kıbrıs Cumhuriyeti ne Kıbrıs halkı ne de imzalayanlar için tatmin edici olmuştur. ‘Makarios, ‘Londra Anlaşması ile yeni bir devlet yaratılmış, fakat yeni bir millet yaratılmamıştır’’ (An 1999; 50) diyerek, Elen kimliğinden ve Enosis’ten vazgeçmediğini göstermiştir. Türk tarafının tepkisi de Makarios’unkinden farklı olmayacak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sakıncaları sıklıkla dile getirilecektir. Kıbrıs devletinin kurulması kendi iç çelişkileri dışında ada tarihinde ilk kez devlet ve vatandaş sorunsalını görünür kılıyordu. Modernizmi kendi çapında yaşayan, ve bu aşamaları kolonyalizm söylemi üzerinde kateden toplumsal ilişkiler, sömürge iktidarının kurumsallaştırdığı etnik ayrılığı bizzat kendileri yeni kurulan devletin anayasasıyla hukuka bağlıyordu. Artık olası bir ortak Kıbrıs vatandaşlığı değil (Kıbrısçıların savunduğu, komünistlerin kısmen savunduğu, muhafazakar milliyetçilerin tümden reddettiği), Elen ve Türk olan Kıbrıs vatandaşlığı söz konusuydu. Londra ve Zürich anlaşmaları doğrultusunda hazırlanan Kıbrıs Cumhuriyeti anayasası’na göre; ‘Kıbrıs Devleti, bu Anayasa gereğince, Cumhur Başkanı Kıbrıs Elen Cemaatı tarafından seçilen bir Elen ve Cumhur Başkan Muavini Kıbrıs Türk Cemaatı tarafından seçilen bir Türk olan, başkanlık rejimine sahip bağımsız ve egemen bir Cumhuriyettir’. Devlet’in anayasasında üniterlik ve bağımsızlık belirtildiği gibi Londra ve Zürich anlaşmalarında da yeni kurulan devletin egemen 136 olduğu tanınıyordu. Yine de daha önce bahsedildiği Cumhuriyetin sui-generis yapısı bağımsız ulus-devlet modelini yansıtmamıştır. Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşmalarına göre Kıbrıs’ta İngiltere’nin egemenliği altında olacak olan 2 bölge (Dikelya ve Akrotiri) söz konusuydu ve Garantör Devletler ada üzerinde karargah kurma hakkına sahipti. Buna ek olarak uluslararası antlaşmalar kararlarıyla Kıbrıs Devleti anayasasında herhangi bir değişiklik yapılamazdı. Egemenliğin içerdiği toprak bütünlüğü ve bağımsızlığın içerdiği kendi yönetme ilkeleri, alınan kararlar doğrultusunda en baştan çelişmiştir. Ulus-devlet nosyonundan yoksun olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Sivil Toplum açısından değerlendirildiğinde, bağımsız, demokratik ve yurttaşlığa dayalı bir devlet olmadığı gibi kolektif iradeyi oluşturabilecek potansiyele de sahip değildi. Tam tersine iki toplumluluk anlayışını ve etnik bölünmeyi hukuk nezrinde yasallaştırıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasındaki vatandaşlık soy bilincine göre düzenlenmiş olup anayasanın 2. maddesinde20 2 ayrı fıkra ile tanımlanmıştır. Buna göre 2. madde’nin 1. fıkrası: Elen Cemaatı, Elen aslından ve ana dili Elence olan veya Yunan kültür ananelerini paylaşan veya Elen-Ortodoks Kilisesine mensup bulunan bütün Cumhuriyet vatandaşlarını içine alır’, 2. fıkrası; ‘Türk Cemaatı, Türk aslından ve ana dili Türkçe olan veya Türk kültür ananelerini paylaşan veya Müslüman olan bütün Cumhuriyet vatandaşlarını içine alır’ şeklindedir. Anayasayla tanımlanan vatandaşlığın toplumsal pratikteki izdüşümü Batı liberal sivil toplum formülünde özne olan bireyin, etnik kimlik altında eritilmesi anlamına gelmektedir. 20 2. madde’nin 3. fıkrası ile; Elen ve Türk soyundan olmayan vatandaşlığa tanım getirilmektedir. 137 Sivil toplum açısından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir diğer sorunlu yönü kamusal alan düzenlemeleri ile ilgiliydi. Kamu idarelerinde benimsenen ve hukuka bağlanan 70/30 oranı kendi içinde problemli olmasının yanı sıra, kamusal alanın birleştirici demokratik potansiyelini dışlamıştır. Tüm düzenlemelere bakıldığında ayrı belediyeler, ayrı okullar, ayrı cemiyetler, ayrı meclis vb. uygulamalarından iki toplumu kendi kültürel alanları içine hapsettiği anlamı çıkartılır. Teorik olarak devlet ve sivil toplumun müzakere alanı olarak kurgulanan kamusal alan, yeni devletle birlikte katmanlar arası geçişliliğe imkan vermeyen yarı-kapalı işlevsiz bir modelini andırmaktadır. Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu günden 1974’e kadar halk desteğinden muzdarip, kolonyal statüden post-kolonyal statüye atlayan bir yönetim olarak yorumlandı. ‘İç ve dış ilişkiler açısından sınırlı bir bağımsızlığa sahip olan bu yeni devlet, Kıbrıslı Rum milliyetçileri için Enosis’e giden yolda bir durak, Kıbrıslı Türk milliyetçiler içinde adanın Taksim’ine giden yolda bir durak olarak görülmüştü’ (An 1999; 49). Tıpkı imzalayanlar gibi geniş halk kitleleri tarafından Cumhuriyetin ilanı heyecanla karşılanmadı. Yeni devletin yeni bayrağı’nın kullanımı ancak 1974 sonrasına rastlayacaktır. Sosyo-politik açıdan vatandaşlığın kesinlediği iki ayrı toplumun kolektif bilincini geliştirici düzenlemeler olmaması, iki toplumdan birinin iktidarda yer almasının devletin meşruluğunun sorgulanmasına aynı zamanda yeni çatışma merkezleri üretilmesine neden olacaktır. Çünkü devlet meşruluğunu sivil toplumdan almadığı gibi ‘iktidar’, erkini ( nicel olarak azınlık veya çoğunluk fark etmez) kanıtlama kaygısından kamusal alanda yer alan ikinci grubu sindirmeyi kendine öncül belirmişti. Bu irrasyonel tepkime yalnızca Kıbrıs Cumhuriyeti için 138 değil, ilerde de kullanılacak olan siyasi – sosyal yapıyı da geleneğe bağlayacaktır. Devleti oluşturan ‘sözleşme’ hiç gerçekleşmeyecek hatta düşünülmesine bile imkan tanınmayacak bir süzgeçten geçirilmiştir. Lanitis’in yorumuyla ‘Zürich Anlaşması, onu uygulamak isteyen insanlar kadar iyiydi’ (Lanitis 1960)21. İnsiyatif anayasaya değil tamamen onu uygulayacak kişilerin iyi niyetiyle sınırlandırıldı. Gerek Rumlar gerekse Türkler Kıbrıs devletine ait sembolleri kullanmamakta ısrarcı davranmışlardır. Adadaki aşırı milliyetçi sağ kanat parçası olduklarını düşündükleri ‘anavatanlarının’ bayrağı kullanıp marşını söylemeye devam etti, sol kanattakiler ise tepeden inme devletin emperyal nimetlerinden yararlanmamayı tercih etti. ‘Kıbrıs bayrağı Kliridis’in sözleriyle ‘dünyanın en iyi bayrağıydı, çünkü hiç kimse uğrunda ölmeye hazır değildi’ (Kızılyürek 2003; 105). 1960 Aralık ayında yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanlığına Makarios, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığına Dr. Fazıl Küçük seçildi. Böylelikle milliyetçi sağ kesimin iki lideri devletin zirvesine oturmuş ve ilk günden itibaren analaşmazlıklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu tartışmaların asıl döngüsü, Rumların Enosis istemi, Türklerin ise Taksim politikasıydı. ‘Devletin kurulduğu ilk günden itibaren onu geçici bir çözüm olarak düşünen Makarios, sürekli anayasa değişikliği talep ediyordu. Temel dürtü, devleti yaşatmak değil, Enosis’e gidecek yolu yeniden açmaktı’ (Kızılyürek 2003; 110). Bu bağlamda Enosis ve self-determinasyon için siyaset dışı kanallardan çıkış yolu bulmaya çalışmaktaydılar. Bu arayış Rum milliyetçilerini EOKA’yı yeniden oluşturacak gizli bir örgüt kurmaya kadar götürdü. ‘Örgütün adı ‘Ulusal Kıbrıs Örgütü’ydü’ ama sadece örgüt olarak anılıyordu’ (Kızılyürek 2003;113) ve Örgütün başında İçişleri bakanı Polikarpos Yorgacis yer 21 Ahmet An’ın Kıbrıslılık Bilincinin geliştirilmesi’ çalışmasında yer alan, Nicos C. Lanitis’in 1960 yılında yayınlanan ‘Birliğin Önemi’ makalesinin tam metninden alınmıştır. 139 almaktaydı. Örgütün kurulmasındaki amaç Makarios tarafından hazırlanan Akritas Planı’nı uygulanması ve Enosis’i gerçekleştirmekti. Bu doğrultuda 30 Kasım 1963 tarihinde Makarios 13 maddelik anayasa değişikliği önerecekti. Önerdiği maddeler, Türkiye, ve Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilmediği gibi son derce sert tepkilere neden oldu. Bunun arkasından 1963’te Türklere yönelik saldırılar başladı. ‘Nitekim çatışma, Makarios hükümeti tarafından (Akritas planı) planlanmıştı ve ’13 maddenin’ darbeci bir biçimde ortaya konması, Kıbrıslı Türklerin haklarından arındırılması hedefini taşıyan politikanın bir parçasıydı’ (Kalodukas 2003; 75). Bir başka ifadeyle Akritas Planı’nın ana mantığı kabaca, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla tanınmadığı varsayılan self-determinasyon hakkının verilmesi ve sorunun uluslararası alanda bu temelden yeniden düşünülmesini sağlamaktı. Makarios 1 Ocak 1964’te anayasayı tek taraflı feshettiğini açıklamasıyla birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti 3 yıllık serüvenini de tamamlanmış oldu. Bu arada 1963 çatışmaları ertesinde Türk Yunan uçakları Kıbrıs üzerinde uçuşlar gerçekleştirecek hemen arkasından ‘Mason-Dixon’ hattı genişletilerek 30 Aralık 1963’te ‘Yeşil Hat’ çizilecektir22. 4 Mart 1964 tarihinde ise BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla BM Barış Gücü adada görev almaya başlayacaktır. NATO ve BM adada yeniden başlayan çatışmalara bir çözüm bulmak için 1964 yılında ABD başkanı Johnson’un özel temsilcisi Dean Acheson kendi adıyla anılan Acheson çözüm planını taraflara sunar. Nitekim Türkiye ve Yunanistan’ın ılımlı tavrına rağmen, Makarios planı reddetmiştir. Planın içeriğine göre Meis adası ve Karpaz yarımadası Türkiye’ye verilecek, adadaki Türklere azınlık hakkı 22 Mason – Dixon Hattı 1958 toplumsal çatışmaların ardından Lefkoşa’yı ikiye ayıran sınıra verilen isimdir. Hattın çizilmesinden sonra belediyeler ve çeşitli kamu kurumları ayrılmaya başlamıştır. 140 tanınacak, ve ada Yunanistan’la birleşecekti. Planın reddedilmesinin ardından 28 Silinmiş: T Aralık 1967’de Kıbrıslı Türkler ‘Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ (KGTY) kurmuştur. Ancak tüm girişimlere rağmen çatışmalar 1968 sonuna kadar devam edecekti. Yunanistan’da 21 Haziran 1967 tarihinde gerçekleşen darbe sonrası benimsenen yeni siyaset doğrultusunda, çözüme bir türlü yanaşmayan Makarios’a karşı Yunan Cunta subayı Grivas’ın önderliğinde EOKA B örgütü kuruldu. EOKA B, 1974 Temmuz 15’de Makarios’a karşı darbe gerçekleştirmiş ve bu darbenin arkasından 20 Temmuz 1974’te Birinci Barış Harekatı ve 14 Ağustos 1974 ikinci Barış Harekatı gerçekleştirildi. 4.1. Kıbrıslılık: 1974’ten sonra özellikle Rum toplumu açısında radikal sosyo-politik değişimler yaşanacaktı. Bunlardan en önemlisi o güne kadar sosyalist aydınların bazıları tarafından savunulan ve geniş kitleler için Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasında dahi reddedilen ‘Kıbrıslılık’ retoriğinin, çıkartmanın ardından benimsenmeye başlamış olmasıdır. Kabaca, ‘Kıbrıslılık’, Rum toplumunda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Türk toplumunda 1983 KKTC’nin kuruluşunun ardından ‘ulusinşa’ konteksinde ortaya çıkan ideolojik bir olgudur. ‘Genel hatlarıyla ‘Kıbrıslılık’, Kıbrıs’ın onu adanın iki büyük etnik grubunun ‘anavatanlarından’ farklı ve bağımsız bir varlık kılan kendine özgü karakteristikleri olduğu fikrine dayanıyor’ (Mavratsas 2000; 60). 141 1920’lerin sonlarında ‘yerel özerklik’ (local self gevernment) önerisine paralel bir düşünce modeli olarak ortaya çıkan ‘Kıbrıslılık’ kavram ilk kez 9 Haziran 1932 tarihli sömürge yönetimi raporunda kullanıldı. ‘Zamanın İngiliz sömürge valisi Ronald Storrs, hükümet dairelerindeki resmi işlemlerde, itibar kırıcı olarak gördüğü ‘native’ (yerli) kelimesi yerine ‘Cypriot’ (Kıbrıslı) kelimesinin kullanılmasını istemiştir’ (An 1998; 135). Storrs ve yönetimi ‘Kıbrıslılığı’, Enosis’te kimlik bulan Rum milliyetçiliğine karşı bir alternatif olarak öne sürüyordu. İlk başlarda modernizm ve aydınlanma ile yeni tanışan ada halkı için fazla anlam ifade etmeyen ‘Kıbrıslılık’, sosyalist aydınların öncülüğünde Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) kurulmasıyla birlikte ideolojik bir kimlik kazanmaya başlayacaktı. O dönemde yeni oluşan sol hareket için Kıbrıslılığın anlamı, Ekim devrimi’nin tetiklemesiyle işçilerin evrensel biriliğini öneren sosyalizme ulaşabilmek için savunulması gereken bir fenomen olmasıyla sınırlıydı. Kıbrıslılık, Ada’nın siyasal ve sosyal konjonktüründe yükselen diğer düşünce (Elenezim ve Türkçülük) biçimlerinden farklı olarak etnik aidiyetle değil sınıf farklılıkları temelindeki mücadeleyi anlamladırmaktaydı. 1930’dan 1940’lara kadar Kıbrıslılık sosyalistler arasında salınıp duran bir düşünce iken, ‘İlerleme Partisi’ (The Party Of Pogress) kurucularından Nicos Lanitis gibi isimlerden destek bulacak ve ‘liberal modernist Kıbrısçılık’ anlayışı Kıbrıslılığın bir başka boyutu olarak siyasi kültüre eklemlenecektir. Sosyalist kanadın Kıbrıslılık yorumu ‘ortak vatan’ için gerekli sınıfsal mücadele üzerine iken, liberal modernist Kıbrıslılığın vurgusu; kalkınma ve ilerleme için, toplumsal işbirliği üzerinedir. Ancak farklılık sadece bununla sınırlı değildi. Sosyalistler Kıbrıslılığı, evrensel işçi birliği adına ‘tek halk’ kavramına, liberal modernistçiler ise iki ayrı toplum olduğu ön kabulüne dayandırmaktaydı. Daha öncede bahsedildiği gibi 1960’tan önce KKP 142 ardından devamı niteliğinde olan AKEL tek halk olduğu görüşünü sonuna kadar Silinmiş: d savunmuştu. Bu nedenle ilk başlarda sosyalist Kıbrısçılık Enosis ve kolonyalizmle çatışma halinde olmasına rağmen bu akımların karşısında ‘Kıbrıs merkezli’ (cyprocentrizm) milliyet söylemiyle durmaya çalışmıştır. ‘Kıbrısçılık, Elen ulusu yerine, dikkatinin odak noktasına Kıbrıs’ı koyarak, güçlü siyasi unsurlarla coğrafik bir milliyetçilik fonksiyonu gören siyasi bir ideoloji ve kültürel bir söylevdir’ (Mavratsas 1999; 29). Kıbrıs Türk toplumu içinde ise, Kıbrıslılık düşüncesini ilk defa siyasal olarak gündeme getiren 1960-63 yılları arasında yayınlanan ‘Cumhuriyet’ gazetesi olmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 16 Ağustos 1960 tarihinde ilk sayısı yayınlan gazetenin başlığı yeni kurulan devlete destek vermek adına ‘Kıbrıs Kıbrıslılarındır’ şeklindeydi ve yayınlan makalelerde iki ayrı topluma dayalı ‘Kıbrıs yurttaşlığı’ sıklıkla dile getirilmişti. Gerek Rumlar gerekse Türkler’in Kıbrıslılık anlayışına yönelmelerinin altında yatan önemli hususlardan biri her iki toplumunda hakim milliyetçi söylemlerine gösterilen reaksiyondur. Bu nedenle Kıbrıslılık üzerine genel kanı iç-tepkisel bir dinamiğin kavramsallaştırılması olduğu noktasında yoğunlaşır. Ada’da ‘Elenizm’ diyalektik olarak ‘Türklük’ bilincini artırırken kendi içindeki diyalektikte ‘Kıbrıslılığa’ ivme kazandırmıştı. Benzer biçimde ‘Türkçülük’te’ Kıbrıs Türk toplumunda ‘Kıbrıslılığa’ güç kazandırmaktadır. Buna göre Kıbrıslılık fikri sırtını belli ölçüde Elenizm, Türkçülük ve kolonyalizme dayayan bir bilinç düzeyi şeklinde anlam bulur. ‘Kıbrıs Rum toplumunda, 1974 öncesi oluşan ‘Kıbrıslılık bilinci’, ‘Kıbrıs merkezciliği’ veya bağımsızlık iradesi’, Helen milliyetçiliği kapsayıcılığına ve 143 Cunta’nın Kıbrıslı Rumların iradesini yadsımasına karşı yükselen bir Kıbrıs Rum Silinmiş: milliyetçiliğiydi’ (Kızılyürek 2003; 124). 1974’ten sonra ise Rum toplumunda Kıbrıslılık tarihsel yaşanmışlıklara tepki olarak yeniden gündeme getirildi. Bu noktada tarihin yeniden okunmasını içeren yeni bir ‘Kıbrıs’ algılayışı olarak ‘Kıbrıslılık’ revize edildi. 19 Mart 1975’te ‘Yeni Kıbrıs Derneği’ bu mantıktan hareketle kurulmuştu. Kıbrıslılık fikrine de ilk metadolojik tanımı liberal modernist gelenekten gelen aydınların oluşturduğu bu dernek sayesinde yapılıyordu. Derneği 1975 yılında yaptığı açıklama şu şekildeydi; Gözyaşlarımızın dindiği, kızgınlıkların ve ümitsizliğin artık sona erdiği şu anda düşünmek gerek; Mutlu, dürüst, özgürlüğü seven, kin Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik Değil beslemeyen insanlardık. Herşeyden uzak huzur içinde yaşayıp susuyorduk. Şimdi susmamızın cezasını çekiyoruz..... son ayların acılı günlerinde şunu öğrenmeliyiz; bu adada yaşayan Rum, Türk, Ermeni, Maronit olarak bizler, bu adanın sakinleri olarak birbirimizi anlayabiliriz, çıkarlarımızı koruyabiliriz. Bugünkü toplumun en önemli nedeni, iki büyük toplumun tam bir ayrılık yaşayarak, yek diğerine karşı yanlış inanç ve düşünce beslemeleri, yek diğeriyle temastan kaçınmaları ve toplumsal yapının ayrımcı ilkelere dayanmasıdır. Hangi millete mensup olduğumuzu ve kültürel bağlarımızı unutmamakla beraber, hayata tek bir halk kitlesi olarak bakmalıyız. Herşeyden önce Kıbrıslı olarak düşünmeli, sonra Rum veya Türk olarak. Bu güzel adamızın yeniden mutluluk ve refaha ulaşması için bu şarttır.23... Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik Değil Yeni Kıbrıs Derneği, Kıbrıslılık bilincini yaygınlaştırmayı ve iki toplumlu diyaloğu geliştirmeyi kendine misyon ve hedef belirlemiştir. Bu nedenle Rum Toplumu’nda Kıbrıslılık anlayışının benimsenmesinde Yeni Kıbrıs Derneği’nin öncü bir yanı vardır. Derneğin ortaya koyduğu anafikir kültürel kimlikle siyasi kimliğin birbirinden ayrılması gerekliliğiydi. Bu görüş ileriki yıllarda her iki kesimin aydınları 23 Burada, Ahmet An’ın ‘Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi’ kitabında tam metnini yayınladığı (s.9798-99-100) Derneğin ilkeleri, amaçları ve hedeflerini içeren bültenin giriş bölümüne ait bir kısım kullanılmıştır. Silinmiş: 144 tarafından sıklıkla dile getirilen söylemlerin başında yer alacaktır. Bu bağlamda Kıbrıslılık, birbirini tamamlayan iki argümanı vatandaşlık ve kimliği tartışmaya açmakta ve bunu tarihsel bir hesaplaşmanın ürünü olarak didakte etmektedir. Liberal, sosyalist, Türk Kıbrıslılığı, Rum Kıbrıslılığı gibi kendi içinde çeşitli aksiyomlara sahip olmasına rağmen ortak dile getirilen görüşlerden biri, milliyetçi kanatların izlediği ayrılık siyasasına ‘bütünleşme’ siyasasıyla yanıt verebilmektir. Adadaki fiili durumun muhakemesini milliyetçiler karşıtlık içinde yorumlarken, Kıbrıslılık görüşünü savunanlar sorumluluğu bir diğerinin üstüne atmadan bizzat her iki toplumun kendi hatalarından kaynaklandığını ileri sürer. Kıbrısçılık düşüncesinin babası sayılan Pulitis Servas ‘Ortak Vatan’ çalışmasında (1999; 123); ‘Kıbrıs meselesinde 1878’den Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar, sorumlu olan başkalarıydı’ demekte ve asıl suçlunun bir zamanlar yöneticiliğini yaptığı AKEL olduğunu vurgulamaktadır. Kıbrıslılıkta genel düzeyde amaçlanan irrasyonel milliyetçi akımların Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm karşısına rasyonel hedefler koymak ve böylelikle milliyetçilik ile yurtseverlik arasındaki ayrımın altını çizmektir. Kültürel kimliği içerdiği varsayılan yurtseverlik, siyasi kimliği içeren milliyetçilikten ayrıştırılmaktadır. ‘Milliyetçi söylemde kullanılan ‘Kıbrıs Elenizm’i’ ile Kıbrısçılık söylevinde kullanılan ‘Kıbrıs Halkı’ kavramları arasındaki fark söz konusu iki ideolojik ayrılığın kanıtıdır’ (Mavratsas 2000; 65). Her ne kadar ilk başlarda tek halk kavramı dışlayıcı potansiyeliyle birlikte kullanılsa da özellikle son dönemlerde sivil insiyatifin de gelişimiyle birlikte iki toplumu içeren yurtseverlik anlayşı tek halk söylemini geri planda bırakmıştır. Tombazos konuyla ilgili olarak; ‘tuhaf bir şekilde Kıbrıslı Türkleri 1974’te Ada’nın Silinmiş: ¶ bölünmesinden sonra keşfederler’( Tombazos 2003; 54) saptamasını yapmaktadır. 145 Kıbrıs Türk Toplumunda Kıbrıslılık fikrinin, gerçekten benimsenmesi ise 1983 KKTC’nin ilanından sonraki döneme rastlar. Mardin’in belirttiği gibi; ‘ideoloji önemli toplumsal ayrımların belirmeye başladığı çağdaş toplumun kendine bir yaşam çerçevesi bulma çabasıdır’ (Mardin 2000; 135). Kıbrıs Türk toplumu için fiilen sahip olduğu ancak uluslararası bir kimlik getirmeyen devlet karşınında ve ağır milliyetçi propagandanın baskısı altında, Kıbrıslılık toplumsal bir savunma biçimi olarak Silinmiş: ir belirdi. Kıbrıs Türk toplumunda Kıbrıslılığın taraftarları sol ve aydın sınıftır. İktidara karşı toplumsal muhalefetin yükseldiği noktada Kıbrıslılık görüşü gayri ihtiyari bir siyasal program içine dahil edilmiştir. ‘Çünkü siyaset; tabiatıyla toplumsal yaşamın proteorikten çok, net şekilde teorik bilinçten etkilenmiş bir alanını oluşturuyor’ (Mavratsas 2000; 115). Bu nedenle Kıbrıslılık teorik temellere sahip bir görüş olmanın uzağında günlük pratikler üzerine inşa edilmektedir. ‘Bu yüzden milliyetçiler üstün bir miras üzerine yoğunlaşırken; Kıbrıslılığı savunanlar, popüler kültür, taşra gelenekleri ve daha gerçekçi bir tarih ve kimlik anlayışı geliştiren günlük pratikler üzerinde durmaktadırlar’ (Mavratsas 2003; 156). Her iki tarafta Kıbrıslılığı savunanlar adaya özgü değerleri, simgeleştirme yoluna gitmiştir. Siyasal ve sosyal oluşumlarda mutlaka adanın bitki dokusundan öğeler (zeytin dalı ve yasemin gibi) kullanılır. Kıbrıs halk oyunları ve Kıbrıs şarkılarına ayrı bir değer ve önem verilir. İki toplumlu etkinliklerde beyaz bayrak kullanılır. Özetle Kıbrıslılık ‘yerel’ olana sahip çıkmayı içermektedir ve genellikle iktidar çemberinin dışından dolaşarak sosyal diyaloğu geliştirmeyi amaçlar. Özetle ‘Kıbrıslılık’ esasında bir aydın hareketidir ve uluslararası tezlerin benimsediği bir sivil toplum anlayışı ortaya koyar. Uzlaşmaya dayalı, farklılıkların 146 muhafaza edildiği, her türlü diyaloğa ve işbirliğine açık bir kamusal alan idealini savunmaktadır. 5. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dönemi (1983 - ): 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) meclisinin kararıyla ilan edilir24. ‘Meclis’te onaylanan Bağımsızlık bildirisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Birleşmiş Milletler ilkelerine bağlı olduğu, dış politikasının bağlantısızlık dışında bir politika olmayacağı vurgulandı’ (Cahit 1988; 503). Ancak BM, KKTC’nin ilanını 541 sayılı kararla; kurulan devletin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ve 1960 Garanti anlaşmasına aykırı bularak geçersiz olduğunu ve tanımadığını açıklar, diğer devletleri de Kıbrıs Cumhuriyeti’nden başka hiç bir Kıbrıs devletini tanımamaya davet eder. Cumhuriyetin ilanından 1 ay sonra 2 Aralık 1983 yılında kurucu meclis oluşturulur. Kurucun Meclis’e toplumun çeşitli alanlarında söz sahibi olan kurumların 50 kişilik kontenjanla katılımı sağlanmıştı. Buna göre; Cumhurbaşkanlığı 24 KKTC kurulmadan önce Kıbrıs Türk toplumu iki yönetim modeli denemişti. 28 Aralık 1967 tarihinde Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi (KGTY), 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına bağlı kalmayı taahhüt ederek ilan edildi. KGTY başkanlığını Dr. Fazıl Küçük yardımcılığını Rauf Raif Denktaş üstlendi. Ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) ilan edildi. KTFD'nin 139 maddeden oluşan anayasası 18 Haziran 1975’te yürürlüğe girdi ve 20 Haziran 1975 tarihinde ilk genel seçimler yapıldı. KTFD anayasasının ilk maddesinde ‘Türk Federe devleti, demokrasi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Cumhuriyettir’ ifadesi yer alsa da, KTFD iki bölgeli federasyon temelinde yeniden birleşmeyi nihai amaç olarak kabul etmişti. 20 Temmuz 1974’te gerçekleştirilen Barış Harekatı’ndan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 367 sayılı kararıyla toplumlararası görüşmelerin yeniden başlatılmasını sağladı. 12 Şubat 1977 tarihinde Denktaş ve Makarios arasında Dört İlke (Doruk) anlaşması imzalanır. Makarios'un ölümünden sonra Rum kesiminde başkanlık görevini devralan Kiprianu karşılıklı politik çatışma ve tartışmalardan sonra 18 – 19 Mayıs 1979 tarihinde Denktaş ile biraraya gelerek, hem Denktaş-Makarios anlaşmasını onayladılar hem de ‘On Nokta’ anlaşmasını imzaladılar. 147 10 kontenjan, Mücahitler Derneği, Türk-Sen ve Çiftçiler Birliği 3’er kontenjan, Hayvan Besleyiciler ve Yetiştiricileri Birliği, Hekimler Birliği, Barolar Birliği, Türk Birliği Partisi, Sosyal Demokrat Parti, Gazeteciler Birliği, Ticaret Odası, Sanayi Odası, Orta Öğretmenler Sendikası, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası, Şehit ve Malul Gaziler Derneği, Gaziler Derneği, Dr. Fazıl Küçük 1’er kontenjana sahipti. Kurucu Meclis şeklen bir kolektif irade totalitesini yansıtmasına rağmen, karar alma mekanizmasına sivil irade aynı şekilde yansımayacaktır. Bunun somut örneği 1985 yılı anayasa tartışmalarında görülmektedir. 1985’de referanduma sunulan KKTC anayasası özellikle Kurucu Meclis içinde yer alan sendikalar tarafından hazırlanma aşamasında ve sonrasında tepkiyle karşılanmış, ve referandum aşamasında sendikalar tarafından ‘anayasaya hayır’ kampanyası düzenlenmişti. İtiraz edilen konuların başında; egemenlik ve demokrasiyi kısıtlayıcı maddeler, ekonomik bağlayıcılıkların tekelde toplanması ve sosyal hakların verilmemesi gelmekteydi. Yine de 5 Mayıs 1985 tarihinde yapılan halk oylamasına %78.35’lik katılım sağlanmış ve seçmenler %70.18 evet, % 29.82 oranında hayır oyu kullanmıştır25. KKTC anayasası’na gösterilen tepkilerin çeşitli gerekçeleri arasında en önemlisi; giriş kısmında yer alan ‘Büyük Türk Ulusu’nun bir parçası bulunan...’ ifadesinin uluslararası literatürde kullanılan ulusal azınlık tanımıyla eş bir nitelik taşıması gerekçesine dayanıyordu. Anayasa’nın başlangıç kısmı şu şekildedir; Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve özgürlükleri için savaşım vermiş büyük Türk Ulusunun ayrılmaz bir parçası bulunan; Anavatanından koparıldığı 1878 yılından bu yana ulusal varlığına ve yaşam hakkına yöneltilen ve özellikle 1955 yılından sonra silahlı 25 Anayasa Referandumu resmi sonuçları: seçmen sayısı: 91,810, oy kullanan seçmen sayısı: 71,933; seçime katılma oranı: %78,35, geçerli oy sayısı: 70,459, evet oylarının sayısı: 49,447 (%70,18), hayır oylarının sayısı: 21,012 (%29,82). Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik Değil 148 tedhiş, saldırı ve sindirme biçiminde yoğunlaştırılan olaylar karşısında, birlik ve bütünlük içinde, yetkin bir toplum olarak direnişini örgütlemiş olan; Toplumsal hak ve özgürlüklere sahip olmadan, bireysel hak ve özgürlüklerin sözkonusu olamayacağını, Anavatanın doğal, tarihsel ve andlaşmalardan doğan yasal garantörlük hakkını kullanması suretiyle Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin sonuçlandırdığı ve Kıbrıs Türklüğüne huzur, barış, güvenlik ve özgürlük ortamı içinde yaşama imkanı sağlayan Barış Harekatının yapıldığı 1974 yılına kadar süren acı deneyimlerle saptamış bulunan; ve Tarihten, uluslararası andlaşmalardan, insan hakları beyanname ve sözleşmelerinden doğan bütün hakları elinden alınmak ve Kıbrıs'taki varlığı tamamen yok edilmek istenen; 21 Aralık 1963 tarihinden sonra bütün organları, yasa dışı yollarla Kıbrıs Rumlarının tekeline giren, oluşum biçimi yanında, izlediği politikalarla da sadece Kıbrıs Rumlarının devleti haline gelen, Pan-Helenist yayılmacılığa hizmet eden, ırkçı ve ayırımcı düşünce ve eylemlerle andlaşmalardan ve Anayasa esaslarından tamamıyla ayrılarak meşruluğunu yitirmiş bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında, kendi kaderini tayin etme hak ve özgürlüğünü kullanarak, dünya ve tarih önünde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devletini ilan etmiş bulunan... Silinmiş: BM Örgütüne bağlı Ekonomik ve Sosyal konularla ilgili alt komisyonda (ECOSOC), ulusal azınlıkların korunması ve ayrımcılığın yasaklanması için yapılan çalışmalarla ilgili olarak 1977 yılında bir rapor sunan Capotorti ‘azınlık’ kavramını şu şekilde tanımlamıştır (An 1998 55); Bir devlet nüfusunun geriye kalan bölümüne kıyasla sayıca az olan ve bir yandan nüfusun çoğunluğu ile aynı haklara sahip olmak isterken, öte yandan da dolaylı olsa bile, çoğunluktan farklı olan kültür, gelenek, din veya dil gibi Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil etnik özelliklerini korumaya yönelik bir topluluk anlayışını sürdürmek isteyen Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır insan gruplarına azınlık denir(UNO Document E/CN4/Sub 2/384 Add.5). Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Sivil toplum açısından değerlendirildiğinde KKTC’nin hukuksal düzenlemesi Kıbrıslı Türk kimliğinin ‘Kıbrıslılık’ boyutunun, başka bir anlamda kültürel kimliğin Silinmiş: 149 dışlanması anlamına geliyordu. Bu nedenle KKTC’nin kurulması yeni ideolojik açılımlar yaratmak yerine eski ideolojiyi kesinledi. Kimlik, ulus-devlet vatandaşlığı anlayışına göre değil etnisiteyi merkeze alan bir siyasayla düzenlenmişti. Nitekim buradaki en önemli kırılma KKTC ile birlikte artık etnik aidiyet bir devlet politikası ve bir devlet doktrini halini almasında yaşandı. Bu kırılmanın ardından toplumsal farklılaşmaya tek yönlü olarak siyasal kimliğin eşlik etmesi ‘ötekinin’ toplumun kendi paradigmalarında aranması sonucunu doğuracaktı. Daha önce bahsedildiği gibi kültürel kimliği sahiplenmeyi içeren Kıbrıslılık anlayışı toplumun yeni değeri olarak yükselişe geçerken, buna karşılık egemen milliyetçi söylem 1974’te yaşananları yeniden üretmek görevini üstlendi. Mikro düzeyde Şehitler haftası, Kanlı Noel vb. retorikler yeni devletin söylemsel pratiğinde hayat buluyordu. Makro düzeyde ise ‘ulusal mesele’ özel alan ve kamusal alan arasındaki ilişkileri tek bir olgu üzerine kanalize ederek, sivil toplumun siyasal toplum düzlemine çekiyordu. Bunun sonucu olarak zaman ve mekan algılamasının kriterlerini oluşturduğu özel alanlar sosyoekonomik açılımda değişime adapte olamayacaktı. Çünkü 1960’tan beri güvenlik ihtiyacının sürekli canlı olması toplumsal kimlikleri türdeşleştirirken KKTC’nin kurulması güvenliği minimize etmek yerine ürettiği yeni retoriklerle toplumsal belleği yeni bir güvenlik algılayışı içine hapsetmişti. Toplumsal güvenlik talebi 1983’e kadar somut bir tehdide karşıyken 1983’ten sonra varsayımsal bir tehdit karşısında kurumsallaştırıldı. Bu bağlamda milliyetçi muhafazakar iktidar için ‘anavatan’ türdeş kimliklerin çözülmesini engellemek adına bağımsızlıkla oluşan ‘güvensizlik’ boşluğunu ortadan kaldırmak için eski ideolojik paradigmalarla uyumlu olarak işlevselleştirildi. 1985 yılında ‘anayasaya hayır’ kampanyasının bir parçası olarak Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın (KTÖS) hazıladığı bildiride Anayasa 150 nedir?, Cumhuriyet nedir?, Devlet nedir?, Demokrasi ve temel prensipleri?, Cumhuriyet ne zaman ilan edildi?, 1983’te ilan edilen nedir? soruları üzerinden açıklayıcı bilgiler yer almasının yanında ön plana alınan konu anayasaya hayır demekle ‘anavatanın’ sağladığı ‘güvenceden’ vazgeçilmiş olmayacağıydı. Bildiride büyük puntolarla şöyle deniliyordu; ... ya teslim olacağız ya da onurumuzu koruyacağız vurguncu sermayeye karşıysak, mafia babalarına karşıysak, kendi kendimizi yönetmek istiyorsak 5 mayıs 1985 günü ‘hayır hayır hayır’ diyelim ve bilelimki bu anayasaya hayır demek Türkiye’nin güvencesine hayır demek değildir .... Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 2,22 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Silinmiş: ’. Daha büyük bir ulusun organik bir parçası olduğu iddiası bir yandan toplumsal Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk muhalefeti disipline etmek diğer taraftan iktidarın meşruluğunu tanımlamak için Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk araçsallaştırıldı. Böylece özel alan tümüyle sivil toplum içinden dışlandı ve siyasal yönetim mekanizmasının odağına oturtuldu. ‘Nitekim, Kıbrıs halk oyunları oynayan folklor ekipleri uyarılarak, Türkiye’de oynanan ‘milli oyunları’ oynamaları istenebiliyordu’ (Kızılyürek 2003; 295). 1986 yılı Milli Eğitim Bakanı Salih Coşar, Kıbrıs Postası gazetesine, düzenlenmesi planlanan halk oyunları yarışmasıyla ilgili yaptığı yorum; Hiçbir zaman bir Kıbrıslılık veya Kıbrıs kültürünü ben şahsen kabul etmem. Çünkü böyle birşey yoktur. Biz gerek çocukluğumuzda, gerek ilkokuldan başlamak üzere bütün tahsil hayatımızda Türk dili, Türk kültürü, İslam dini esasları içerisinde yetiştirildik. Biz kendimizi Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11 nk, İtalik Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır ezelden beri bu memlekette Türk olarak biliriz...(Kıbrıs Postası 28 Ocak 1986; An 1998; 54). Silinmiş: ’ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11 nk Silinmiş: Sivil toplumun ana hatlarının belirlendiği Batı demokrasisine kıyasla Kıbrıs’ta siyasal ve kültürel içerilmeye dayanan farklılık politikaları egemen milliyetçi söylem eşliğinde dışlayıcı bir potansiyele sahip olmuştur. ‘Bu bakışın doğal sonucu ise, yerel 151 ve özgün olanı kamusal tartışmalardan ve muteber kamusal ifade tarzlarından dışlayıp önemsizleştirme de temel kimlik politikası olur’ (Bizden 2003; 44). Objektif bir tanımlama ile Kıbrıs Türk toplumunun kimliği edinilmiş olan ontolojik güvensizlikle tanımlandığı gibi kültürel ve siyasi kullanımına göre de ikilidir. ‘Kıbrıs Türk kimliği, Türklük ve Kıbrıslılık uç ve zıt noktaları arasında sürekli bir uzam olarak tanımlanabilir’ (Mavratsas 2000; 126). Güvenlik tabanından hareketle ki bu bir nevi siyasi duruşu da anlamlandırır, eğer Rum kesiminden olası bir tehdit geldiği algılanırsa vurgu ‘Türk’lük’ üzerine, eğer merkezden yani Türkiye’den herhangi bir uyarı alınırsa o zaman vurgu ‘Kıbrıslılık’ üzerinedir. Kültürel ve ideolojik olarak farklı tetikleyici dinamikler eşliğinde durum yine aynı olur. ‘Yani sonuçta, milliyetçilik, ideoloji ile siyasal bilinç düzeyinde egemen faktörken proteorik bilinç düzeyinde farklılaşıyor’ (Mavratsas 2000; 121). Mavratsas’ın ‘çift dillilik’ diye tanımladığı kimlik ikileminin fenomenik tutarsızlıkları, toplumsal yapılanmada doğuştan mevcut stresi ve simgesel yapılanışı göstermektedir. Kıbrıs’ta sivil toplumun çelişkisi bu noktada görünürdür. Özel olanla kamusal olan arasındaki zıtlaşma kendi öznel koşullarını üreterek ortaya demokrasi ve haklar sorununu koymaktadır. Bir toplumda güvenlik ihtiyacının artması demokrasi ve insan haklarının bir yöne doğru zayıflaması sonucunu doğurur ki bu nedenle sivil toplum adına kadın haklarından, çocuk haklarından, işçi haklarından, kalkınmadan ‘sözde’ bahsedilir. Benzer açıdan günlük bilinç düzeyindeki kimlik ve siyasal zorlamaya dayalı kimlik arası geçişler Kıbrıs’ta bulunan diğer kimliklerle çatışma biçimine dönüşür. Örneğin, Tükiye’den gelen göçmenlerin kendi kültürel deneyimleri bir tarafa konularak uzlaşmaya dayalı bir kamusal alan kurgusunu 152 ziyade iktidar ve sivil toplum arasındaki çatışmanın özneleri konumunda tutulmalarıdır. Diğer bir örnek ise Kıbrıs’ta Osmanlı’dan çok önce yerleşik olan Maronit toplumunun (nüfusu çok azalmış olup, Kuzeyde sadece küçük bir köyde ikamet etmektedirler) varlığının görmezden gelinmesidir26. Bu durumda ortaya çıkan tabloda sivil toplum kavramının ilerlemeci özü paradoksal bir yapının içinde tek sesliliğe indirgenerek ne demokrasinin unsurları ne de diğer uzlaşmacı paradigmaların genişlemesine izin verilmektedir. Kıbrıs’taki sivil toplumun azgelişmişliğinin dayandığı sorunsal aslında içselleştirilen pragmatik bir dünya algılayışı ilgilidir. Silinmiş: Dönemsel Analizi 6. Kıbrıs’ta Örgütlenmelerin Genel Çerçevesi: Bu bölümde, dernekler, sendikalar ve diğer örgütler, bir önceki bölümde tarihsel olaylarla anlatılmaya çalışılan Ada’nın kamusal alanının yapısal özelliklerine paralel incelenecektir. Ada tarihinde yaklaşık yüz yıllık bir dönem içinde kısa aralıklarla üç farklı yönetim biçimi denenmesi ve her iktidarın kendi doktrinine toplumsal sınıflar arasında kimi zaman baskıyla (1931 İsyanından sonra örgüt kurma ve her türlü simge/sembolün kullanımının yasaklanması, TMT ve EOKA faaliyetleri) kimi zaman ortak rızayla (1940’larda komünizmin zemin oluşturduğu işçiler arasındaki ortak dayanışma, Türk toplumu için 1974 harekatı) geçerlilik kazandırması şüphesiz örgütlenme kültürünü derinden etkilemiştir. Buna göre toplumsal yapı içinde yer alan her kırılma dernek ve sendikaları değişime zorlayacak ve bu değişim çoğunlukla asgari düzeyde siyasal olacaktır. Sivil toplum basit 26 Maronit nüfusa ilk kez 2005 yılında kendi muhtarlık seçimlerini yapmaları için izin verilmiştir. 153 anlamda vatandaşlar toplamı biçiminde düşünüldüğünde Ada nüfusunun az olması toplumun her bir kişisinin politik çatışmaya dolaysız katılımına neden olduğu gibi, toplumsal çıkar (ya da ‘ortak iyi’) aynı şekilde toplam nüfusun birincil derecede gündemini oluşturacaktı. ‘Kamusal alanın konusu devlet etkinliğine ilişkin meseleleri hedeflediğinde (örneğin edebi kamusal alandan farklı olarak) politik kamusal alandan bahsetmeye başlarız’ (Habermas 2004; 95). Bu nedenle Kıbrıs’ta tarih içinde yer alan tüm dernekler (hatta toplumsal hadiseler sırasında spor kulüpleri bile) çoğunlukla politik kamusal alanın aktif aktörleri olmuştur. Buna ek olarak, dernek ve sendikalar bir yandan siyasal mücadelenin aktörü konumundayken, diğer yandan iktidarın meşru çıkış arayışında özellikle politikaları haklılaştırmak ya da doğruluğunu kanıtlama sürecinde araçsal konumda kullanılmışlardı. Bu görüşü örneklendirmek gerekirse, Ada’daki ilk derneklerin (Kıraathane-i Osmaniye, Kipriagos Silagos gibi) kuruluş amacı Rum toplumu için Enosis Türk toplumu için Türkçülüğü tabana ve geniş halk kitlelerine yaymak ve anlaşılmasını sağlamaktı. Ada’daki milliyetçi görüşlerin yaygınlaşmasında bu tarz örgütlerin rolü ve önemi küçümsenemez. Benzer şekilde EOKA ve TMT faaliyetlerinde iki toplumun bir arada yaşamayacağını kanıtlamak adına tedhiş eylemlerinin öncelikli hedefi iki toplumun ortak kurumları olmuştur. Suçlama ve karşı-suçlama döngüsünde dernek ve sendikalar ideolojik çatışmanın tarafı olmak durumunda kalmıştır, bunun sonucu geçmişte ve bugünde örgütlerin siyasi olandan soyutlanamaması olacaktır. Nitekim burada söz konusu olan Kıbrıs’taki tüm örgüt, dernek ve birlikleri tek tek incelemek değil daha çok belli örnekler eşliğinde tarihsel süreci takip edebilmeye imkan sağlayacak bir yöntem oluşturmaktır. Böyle bir analiz kamusal alanda yaşanan tarihsel olayların örgütlenme üzerindeki etkilerini ve örgütlerin de 154 yaşananlarda nasıl bir etkide bulunduğunun daha anlaşılır kılması açısından önemlidir. Aynı zamanda örgütlerin kendi içindeki kurumsal değişimlerini de ortaya koyabilecek tarihsel bir çerçeve olarak da düşünülebilir. Kıbrıs’ta örgütlenme üzerine en radikal değişim 1909 yılında ortaya çıkan kooperatif harekettir. Kooperatif hareketin referanslığını Osmanlı döneminde görülen köylü seferberliği yapmaktadır. Bu bağlamda örgütlenmelerin çoğunluğu tamamen dayanışmanın hakim olduğu ortak çalışma şartlarını içeren küçük birimler şeklinde gerçekleşmekteydi. ‘Bu köylü hareketi, aynı dönemlerde, milliyetçi entelektüellerin liderliği altındaki şehirli fakirlerin seferberliği ve ayrıca yüzyılın bitiminde (18901910) orta sınıfın geleneksel elite karşı duruşu önemlidir’ (Panayiotou 2003; 238). Çünkü İngiliz Kolonyal İdaresi’nin başlangıcından (1878) itibaren 30 yıllık bir süre zarfında kapitalistleşme hızlı bir yol katederek elit sınıfın yanına bir yandan burjuva sınıfını diğer yandan koşut olarak işçi sınıfını yaratmıştı. 1914’te ilk kooperatif yasası 1916 yılında ise ilk yasal kooperatif kurulur (Annual Report of the Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961; 1). Kıbrıs’ta ilk sendikal örgütlenmeler ise işçi hakları üzerine 3 Mayıs 1919 tarihinde kurulan, ‘Limasol Yol İnşaatı İşçileri Birliği’ ve Limasol konfeksiyon işçilerinin oluşturduğu ‘Terzi Klubü’dür27. Aynı yıllarda yükselen sınıf bilinci sonucu tütün işçileri, berberler, dülgerler, ekmekçiler ve çeşitli meslek kollarında örgütlenmeler oluşmaya başlamış ve üye sayıları giderek artmıştır. ‘İnşaat İşçileri Birliği’ne üye Türk işçiler, hem kendi işçi birliklerinin yeniden yapılanmasında, hem de 1924’de Leymosun’daki bütün işçi kuruluşlarını tek bir tüzük altında toplayan Leymosun İşçi Merkezi’nin 27 PEO 2000 yılında yayınlanan raporunda ilk sendikaları 1918 yılında kurulan İşçi Birliği (Workmen’s Association) ve İşçi Kulübü ( Labour Clubs) olarak vermektedir. 155 oluşturulmasında rol almışlardır’ (Mihailidis 2003; 302). Mihailidis’in belirttiğine göre; ‘Leymosun İşçi Merkezi’nin tüzüğünde; ‘işçi ücretlerindeki artışlar, 8 saatlik çalışma günü, çalışma yasalarının çıkartılması, sınıf bilincini geliştirmeyi hedefleyen sosyalist işçilere yönelik kitaplarla, işçilere yapılacak konuşmalara kaynaklık edecek bir kitaplık kurulması’ gibi amaçlar yer almaktaydı. Hızla sayıları artan mesleki birliklerin altında ise sınıf bilincine paralel daha farklı bir gerekçe yatıyordu; 1914 Kooperatifler Yasası’nın sağladığı kolaylıklar neticesinde köylü ve çiftçi kesim büyük sermayeye karşı (çoğunlukla tefeci ve faizci) kendi koruyabilecek imkanlara sahip olması. ‘Yukarıda’ devam eden elitlerarası siyasi gerginlik ve Ada’nın geleceğine dair sürtüşmelere karşın ‘aşağıdan’ köylüler ortak çıkarlara dayalı işbirliği yapıyorlardı’ (Kızılyürek 2003; 256). 1923’te Kredisiz Kooperatifler (Co-operative non-credit societies) yasası çıkartılır ardından 1937’de Kooperatif Merkez Bankası kurulur28 (Annual Report of the Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961;1). Cyprus Blue Book verilerine göre 1932 yılında Ada’dadaki toplam kooperatif sayısı 5’i banka olmak üzere toplam 308, bir sonraki yıl ise yine 5’i banka olmak üzere 317 idi (Cyprus Blue Book 1932 – 1933). Kooperatiflerin sektörel dağılımını ağırlıklı olarak tarım ve inşaat oluşturmaktaydı. Kooperatif hareketin öncülüğünde ortaya çıkan işçi dayanışması ve işçi sınıfı bilincinin bir sonucu olarak 1920’li yılların sonlarında Ada’da ilk kez toplu grevler başlayacaktı. Kıbrıs’ta ilk grevler kimi kaynaklara göre 1927 yılında Trodos Dağındaki Amyanto (asbest) ocaklarında (spontane ve örgütsüz gerçekleştiği için bir 28 1959 yılında Zürich ve Londra antlaşmalarına dayanarak Kooperatif merkez Bankası iki ayrı topluma göre düzenlenir, buna göre ‘Kıbrıs Türk Kooperatif Merkez Bankası’ ve ‘Kıbrıs Rum Kooperatif Bankası’ temeli esas alınır. Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: tek 156 çok kaynak tarafından ilk grev olarak kabul edilmiyor) 1000 kadar Rum ve Türk’ün ortak katılımıyla, kimilerine göre ise yine 2000’den fazla Rum ve Türk’ün ortak katılımıyla (3 gün sürmüştü) 1936 yılında Mavrovuni madeninde yapıldı29. 1930’lu yıllarda Ada’da işçi hareketi dışında farklı sosyal örgütler de oluşmaya başlıyordu. Aralık 1931 ‘Lefkoşa Türk Hanımları Cemiyet-i Hayriyesi (ilk kadın derneği)’ ve 1932 yılında ‘Lapta Şefkat Yurdu’ kurulan sosyal içerikli derneklerdir. Ancak daha önce de bahsedildiği gibi kooperatif hareketin öncelediği bu tarz örgütler çok geçmeden kooperatif niteliği kazanacaktır. Örneğin Lapta Şefkat Yurdu, 1938 yılında vakıf, 1945 yılında ise kooperatif niteliği kazanır (İnan1998; 23). 18 Haziran 1925 tarihinde ‘Kıbrıs Türk Muallimin Cemiyeti’ adındaki ilkokul öğretmenleri tarafından kurulan ilk öğretmen kurumu 1936’dan 1959’a kadar Rum Öğretmenler Kooperatifi ile müşterek bir kooperatif sandığına sahip olacaktır. 1959 yılında ayrılarak ‘Türk İlkokullar Kooperatifi’ ile ‘Öğretmenler Bankası’ kurulmuştur. İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından 21 Mayıs 1930 tarihinde ‘Kulüplerin Kaydını Öngören Yasa’ ve 1932 yılında ‘Sendikalar Kanunun’ yayınlanmasından sonra kooperatif ve birlikler hızlı bir sendikalaşma sürecine girecektir. Örneğin artık kurumlar özellikle Rum toplumundaki örgütler kendilerini tanımlarken ‘sendika’ sözcüğünü kullanmaya başlayacaktı. 1932 yılından itibaren kamusal alanda kooperatif birlikleri artık yerini kooperatif yapı korunarak sendikalara devretmeye başlıyordu. Bu nedenle tarihçilerin bir çoğu 1932 yılını Kıbrıs’taki sendikal hareketin başlangıcı olarak kabul eder. Bu noktadan sonra, gerek İngiliz Kolonyal Yönetimi, gerekse milliyetçiler için kooperatif hareketle başlayıp, sendikal hareketle doruğa 29 Pantelis Varnava (1997; 11); Kıbrıslı Rum ve Türklerin Ortak mücadeleleri adlı kitabında; ilk grev olarak; 1936 yılında Skuriotissa ocağında maaşların ödenmesine yönelik düzenleme talebiyle örgütsüz olarak gerçekleştirilen ve 32 saat süren grevi göstermektedir. 157 çıkan sosyalizm bir tehdit olarak algılanmaya başlıyordu. Pulitis Servas, ada da sosyalizmin oluşmasına yönelik; ‘kimsenin beklemediği bir anda sosyalist hareket ansızın ortaya çıktı’ değerlendirmesini yapmaktadır (Servas 1999; 68). 1931’e yol açan toplumsal ve siyasal gelişmeler, Sömürge Yönetimi’nin Kıbrıs’taki politikasında da önemli değişimler meydana getirecekti. İronik biçimde ilk kez İngiliz Sömürge Valisi tarafından Enosis’e alternatif olarak öne sürülen ‘Kıbrıslılık’ ve Türk-Rum yakınlaşması artık yönetime karşı bir tehdit olarak yorumlanacaktı. Bu dönem içinde Türk Rum yakınlaşması bir yandan sosyalist işçiler arasında gerçekleşirken, öte yandan aydınlar arasında yeni kabul görmeye başlayan ‘Türklük’ ve zaten varolan ‘Elenlik’ olgularının, İngiliz yönetimini ortak düşman görmesi neticesinde gerçekleşmekteydi. Sömürge yönetimi belgelerinde açıkça görüldüğü gibi ne yöne doğru baskı uygulayacağı tartışması dönem içerisinde ağırlıklı yer işgal etmekteydi. 1933 yılında Kıbrıs’ta görev yapan Stubbs, 16 Ekim 1933 tarihli raporunda; ‘Kıbrıs’taki iki önemli tehlikeli odak Kilise ve komünistlerdir’ diye yazmakta ve Kilise’nin otoritesini azaltılması yönünde fikirlerini belirtmekteydi, Dönemin İngiliz valisi Richmond Palmer’ın yanıtı ise; Benim şimdiki izlenimlerime göre Kiliseye, başımıza dert olmasına izin vermenin bir adım gerisinde güç kazandırmak yerinde olacaktır...Şu anda Kilise, bütün çürümüşlüğüne karşın, anti-komünisttir ve bu Kiliseye bir ölçüde halk desteğine mal olmasına karşın, bu kurum için önemli bir niteliktir’ diyecektir (An 1998;42). Değişen siyasal tutum neticesinde 1933 yılında, komünizmin temsilcisi Kıbrıs Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, İlk satır: 0 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Silinmiş: ’ Komünist Partisi, Kıbrıs İşçilere Yardım Derneği ve 8 örgüt 16 Ağustos 1933’de yasa dışı ilan edilmiş, Türkler’in ve Rumlar’ın tüm örgütlenme faaliyetleri durdurulmuş, eğitim sistemi bir takım yaptırımlarla kontrol altına alınmıştı. Buna rağmen yasanın çıkmasının ardından, baskı rejimin hafifletildiği ve yeniden siyasi Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 158 örgütlenmelere izin verildiği 1941 yılına kadar toplam 46 sendika kayıt yaptırmıştı. ‘Lefkoşa Ayakabıcılar Sendikası’ ilk kaydolan sendika olmakla birlikte, kayıt yaptıran ilk Türk sendikası ‘Marangozlar Sendikası’ydı. Yönetimin uyguladığı yaptırımlar hiçbir sonuç getirmeyecek ve 1940’lar sendikaların en güçlü olduğu yıllar olacaktı. Yaklaşık 7500 kişiyi temsil eden 46 sendika 1939 yılında Mağusa’da ve 1941 yılında Lefkoşa’da bir araya gelir ve 1946 yılında Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) adını alacak olan ‘Kıbrıs Sendikaları Komitesi’ni (PTUC) kurarlar. 16 Kasım 1941 tarihinde Tüm-Kıbrıs İşçi Birlikleri Komitesi (TİBK) geçici bir komite niteliğinde oluşturulur. Bunu ‘Telefon Dairesi Müstahdemleri Sendikası’, ‘Lefke Maden İşçileri Sendikası’ (1943) takip eder (Ulaş 1999; 161). 1944 yılında ise Kıbrıs İşçi Sendikaları Konfederasyonu (SEK) ve aynı yıl Kıbrıs Adası Türk Azınlıkları Kurumu (KATAK) kurulacaktı. Türk İşçilerinin ayrı örgütlenmelere gittiği bu yıllarda PEO’nun karşısına 1945 yılında Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu (KTİBK) kurulur. Ancak PEO’nun Genel Kurulu ve Alt kurullarında, ve çeşitli meslek kollarındaki Komitelerinde Türk’ler görev almaya devam etmiştir. 1948 yılında PEO ve Kıbrıs Türk Sendikaları Birliği’nin müzakereleri sonucu bir ‘İşbirliği Protokolü’ imzalanır. ‘Bir ay süren müzakereler sonrası 8 Ocak 1948’de PEO Genel Sekreteri Andreas Jartidis ve Kıbrıs Sendikalar Merkez Yönetimi Genel Sekreteri Aziz Tuncay tarafından imzalanan Protokol sadece Kıbrıs İşçi Sınıfı ile Sendikal Hareket’in değil genel olarak Kıbrıs’ın en önemli ve tarihsel belgelerinden biridir’ (Varnava 1997; 27). Ayrı örgütlenmelere gidilmesine rağmen daha önce de belirtildiği gibi 1940’lar işçi hakları üzerinden sendikal dayanışmanın en yüksek olduğu yıllardır. 159 Bu yıllarda sendikal dayanışma eylem boyutunda da kendini göstermiştir. 1939 yılında ilk toplu iş sözleşmesinin imzalandığı ‘İnşaat İşçileri’ grevi, 1941 yılında ‘Limni Ocağı’ ve ‘demiryolu işçilerinin’ grevleri gerçekleşecekti. Limni Ocağı’nda gerçekleştirilen ve 200 kişinin katıldığı grev 53 gün sürmüş ve ‘günde sekiz saatlik çalışma, yevmiyelere zam, ve dehlizleri ışıklandırma masraflarının şirket tarafından karşılanması talepleri’ (Varnava 1997;13) ilgililer tarafınca kabul edilmiştir. 240 kişinin katıldığı ‘Demiryolu İşçileri’ grevi, Limni grevine göre çok daha olaylı geçmişti. Hükümet’in ‘demiryollarını kamu yararına hizmet eden’ bir kuruluş olarak ileri sürmesi grevciler ve hükümet arasında sonu tutuklanmaya varan bir gerilim yaşanmasına neden oldu. ‘Taleplerin öne sürülüş şekli, grevin gerçekleştiği şartlar, grevcilerin birlik ve kararlılığı, grevcilerin yasa ve kararnameleri hiçe sayarak Demiryolu ile Sömürge Hükümetinin bölücü eylemlerine karşı koyma şekli ve diğer bir takım unsurlar, grevin tarihe o dönemin en önemli işçi eylemi olarak geçmesine yol açtı’ (Varnava 1997; 15). 1942 yılında ise hükümet ve Silinmiş: ’ askeri işlerde çalışan işçilerin seri grevleri başlar; 1944 Ağustos’unda 6 ay sürecek olan Kalavason maden grevi gerçekleştirilir. Ekim 1945’te, bu defa greve çıkan Lefkoşa İnşaat İşçileriydi greve aynı ayın içinde mobilya işçileri de katıldı Silinmiş: I (Mihailidis 2003; 315) . 1947 yılında 1 Mayıs Rum ve Türk işçilerin aileleri ile birlikte ortak gerçekleştirilir ve gün boyu iş boykot edilerek 1 günlük grev yapılır. Kıbrıs Tarihinin en büyük ve en uzun süren grevi 1948 Lefke Maden grevi’dir ve nedenleriyle birlikte sonuçları da oldukça önemlidir. PEO ve Kıbrıs Türk Maden Sendikası 13 Ocak 1948 tarihinde Cyprus Mines Cooperation (CMC) şirketine ait ve 2000 kişinin çalıştığı Lefke Madeninde grev ilan ederler. 13 Ocakta başlayan grev yerel halkında desteğini kazanarak 3 ay boyunca silahlı saldırılara ve tutuklamalara 160 rağmen sürdürülür, grev 16 Mayısta sona erer. Ancak grev sonrası 76 grevci ve grevci eşi (17 Kıbrıslı Türk) 2 yıllık hapis ve para cezasına mahkum edilirler. 1948 grevi işverene karşı bir mücadele olmasının yanı sıra nerdeyse bir toplumsal hareket niteliğindeydi. Yaklaşık 15 civar köyün halkı, grevcilerin eşleri ve çocuklarının katılması dışında 3 ay içinde onlarca gösteri ve miting gerçekleştirildi. ‘16 Mart 1948’de bir grup kadın, şirket trenini Gemikonağı ile Karadağ arasında durdurup kuşatırlar ve İngiliz tren sürücüsüyle birlikte vagonlarda bulunan 5-6 grev kırıcısını da dövdüler’ (Mihailidis 2003;323). Lefke Maden grevinin yaratmış olduğu değişimlerin başında kadınların ilk kez bu kadar öne çıkmış olması ve gençlerle birlikte işçi hareketi tabanının genişlemesidir. Diğer önemli bir gelişme ise Hükümete karşı siyasal eylemler dışında alternatif bir siyasi hareket alanı doğmuş olmasıdır. Bundan sonra gerçekleşen grev ve eylemler özel teşebbüsün yanında direkt olarak hükümetleri de hedefleyecektir. 1945’ten sonra sadece sendikal hareket değil başta kulüpler olmak üzere bir çok kültür derneği de sosyal yapıda yerini alıyordu. Bunlar arasında daha sonra KATAK içerisinde önemli bir yere sahip olacak olan 1940 yılında kurulan ‘Viktorya Kız Lisesi’ ve ‘Kıbrıs Türk Lisesi Mezunlar Birliği’ özellikle kültür ve sanat etkinliklerinde son derece aktif bir misyon üstlenmişlerdir. Ne var ki adadaki hiçbir derneğin uzak kalamadığı siyasal mücadeleye bu dernekler de kuruluşlarından itibaren ayak uydurmuştu. ‘Esas amaçları koloni yönetimine tepki göstermek, ada Türkleri arasında Atatürk devrimlerini daha bir yaygınlaştırmak, Türk ulusçuluğunu güçlendirmek, topluma umut ve güven vererek onu sosyo-kültürel yönden geliştirmek, bilinçlendirmekti’ (İnan 1998; 45). ‘Liseye ve Viktorya Kız Okuluna 161 İngiliz müdürler atanması için bu iki dernek, KATAK ile büyük çaba harcamışlardır’ (Nesim 1999; 8). 1950’den sonraki dönemde işçi ve meslek kuruluşlarından oluşan dernek/birlik yelpazesine gençlik dernekleri de eklenmeye başlıyordu. 29 Eylül 1953 tarihinde ‘Lefkoşa Türk Milli Gençlik Birliği’ kurulur. ‘Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu içerisinde de yer alan örgüt kabul ettiği ilkeler arasında; ‘‘milli günlerin kutlanması, Atatürk büstünün dikilmesi, sosyal yardım faaliyetleri, Kıbrıs’ın Silinmiş: a Türkiye’ye ilhakı’’ (Nesim 1999; 10) yer almaktaydı. Lefkoşa Türk Milli Gençlik Teşkilatı daha çok KTKF’nin gençlik kolu niteliğindeydi. KTKF’nin daha önce bahsedildiği gibi düzenlediği, ‘Türk’ten Türk’e’, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’, gibi kampanyaların, yürütülmesi ve denetlenmesinde görev üstlenmiş ancak halk üzerinde uygulanan baskılar neticesinde KTKF ile arasında ki işbirliğine son verilmiştir. Nitekim KTKF yetkilerini Türk Cemaat Meclis’ine devretmesinden sonra Kurum dahilinde yer alan diğer örgütlerde işlevsizleşmiştir. 1950-1960 döneminin öne çıkan milli değerlerin yükseltilmesi retoriğinin kültürel ayağı bu dönemde ortaya çıkan gençlik hareketi ile tamamlanmıştı. Kıbrıs Türk Gençlik Teşkilatı’ içinde oluşturulan ‘Halk Eğitim Dairesi’nin amaçları şu şekilde verilmektedir; Okuma yazma öğretmek, sanat, nakış, dikiş, ev idaresi kursları açmak, Türkçe konuşamayanlara konuşmayı öğretmek, Hazırlanan konferansları okumak veya banttan dinletmek, film göstermek, Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, İlk satır: 0 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Broşür, kütüphane ve ilkyardım dolaplarını köylere dağıtmak (Nacak 1957; Nesim 1999; 11). Lefkoşa Türk Milli Gençlik Teşkilatı’nın kapatılmasından sonra benzer içerikte Kıbrıs Türk Milli Gençlik Konseyi oluşturulur. ‘Kurum ‘Temmuz 1964’te Avrupa Milli Gençlik Teşekkülleri Konsey’ine (CENCY) müşahit üye olarak kabul edilmiştir’ (Nesim 1999; 14). Aynı dönem içerisinde Güzel Sanatlar Derneği - 1958, Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 162 Lefke Bayanları Yardım Sevenler Kurumu - 1952, Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği 1953 yılında, 14 Aralık 1954’te ise Türk sendikalarını bir araya toplamak için TürkSen kurulur. Tür-Sen her daim sağda ve tutucu bir sendikalar birliği olarak görülmektedir. 1950 – 1963 arası dönemde artan sosyal ve siyasal baskılara rağmen Türk ve Rum sendikalar arasında toplumların nabzını düşürmeye yönelik yine ‘işbirliği’ temelinde bazı girişimler de gözlemlenmektedir. Örneğin, Kıbrıs Türk Sendikası, PEO ve SEK 1952 yılında 96 gün süren Liman İşçileri grevini düzenlerler; ücret zammı, sendikal özgürlük ve liman işçilerinin küçük düşürüldüğü ‘hamal başı’ sisteme son verilmesi gibi bir takım sosyal ve ekonomik haklar elde edilir. 1954 yılında ise PEO, Türk ve Rum işçiler arasındaki bölünmeleri engellemek ve Silinmiş: 1954 yılında Türk’lerin Federasyon içindeki varlığını artırmak üzere Türk Bürosu açmış ve yine aynı yıl içinde ‘PEO Türk Bülteni’ yayınlanmaya başlamıştı. Ancak PEO Türk Bürosu üyelerine yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırılar neticesinde 1958 yılında önce Türk Bülteni arkasından Türk Bürosu kapatılmak zorunda kalınır30. PEO Türk Bürosu sorumlusu Ahmet Sadi 1958 yılında silahlı saldırıya uğramış, (eşi Leman hanım ağır olmak üzere) yaralanmış, ardından adayı terk etmiştir. Kostas Mişaulis ve Derviş Kavazoğlu, Ahmet Yahya ve İnkilapçı gazetesi sahibi Fazıl Önder öldürülür. İnşaat İşçiler Sendikası yönetim Kurulu üyesi Hasan Ali silahlı saldırıya uğrar, Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu kurucularından Niyazi Dağlı ve bir çok kişi PEO ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırılır. Yine aynı dönemde cinayetler dışında çok sayıda kurum ve kuruluş bombalanır ve provakatif eylemler 30 PEO Türk Bürosu Üyeleri; başkan Ahmet Sadi, Ferit Uray, Kamil Tuncel, Hulusi Çağlar, Kamil Şükrü, Mehmet Ali Ramadan, Recvan Mustafa, Hasan İbrahim, Mustafa Ali, Ali Mehmet, Ali Hasan, Dilaver Nasir. 163 sonucu karşılıklı şiddet olayları meydana gelir. Yalnızca 1958 yılında yüzlerce insan hayatlarını kaybeder. 13 Ağustos 1958 tarihinde PEO, SEK, POAS ve KİF toplumsal çatışmaların şiddetlenmesi üzerine bir araya gelerek ortak bir bildiri yayınlarlar; Toplantıda, son 10 haftada meydana gelen toplumlararası gerginliğin her iki toplumun işçileri ile genel olarak tüm Kıbrıs için zarar getirdiği Silinmiş: Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik Değil sonucuna görüş birliği ile varıldı. Tüm sendikal örgütlerin birbirileri ile işbirliği içinde ve de ayrı ayrı, sükunetin ve Kıbrıs halkı ile işçilerin arasında barışçıl ilişkilerin yeniden tesis edilmesi için ellerinden gelen tüm gayreti sarf etmeleri gerekecek. Toplantıya katılan örgütler görüş birliğiyle, tüm Kıbrıslı işçileri, toplumlararası gerginliğin yeniden körüklenmesine yol açacak tahrik ve eylemlerden kaçınmaya davet eder…31 Silinmiş: .. Silinmiş: .’ Silinmiş: Federasyonlar arası çabalar hiçbir sonuç getirmeyecek ve 1958’den 1968’e kadar sendika, işçi ve meslek örgütlerine ve üyelerine yönelik saldırılar, sosyal ve siyasi yaptırımlar devam edecektir. 1955 yılında EOKA akabinde TMT’nin silahlı eyleme geçmesi, Kilise tarafından gerçekleştirilen Plebisit, Komünizmin sadece ada için değil soğuk savaş nedeniyle uluslararası alanda da tehlike arz etmesi ve bu gibi gelişmelerin sonuçları Ada’daki dernekleşme ve sendikalaşma hareketi üzerinde ciddi deformasyona neden oldu. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kurulması ve 1963 hadiselerinin ardından 1968’te itibaren yine dernekleşme ve sendikalaşma hareketlerinde artış yaşanır. Dernek/birlik/sendika vb. örgütlerde, merkezi federasyonlardan ayrılarak özerk yapılarını yeniden kazanmak için bir revizyon ve re-konstraksiyon hareket göze çarpar. Bu hareketin belli başlı nedenleri özetlenirse eğer, Kıbrıs 31 Varnava (1997); tarafından yayınlan orjinal metninden giriş kısmı alınmıştır. 164 Cumhuriyeti’nin işlevini yitirmesine rağmen örgütler açısından yasal ve hukuksal meşru bir zemin oluşmuş olması öncelikli sıradadır. Kıbrıs tarihinde sendika ve derneklere yönelik 1930-1932 ve 1961-1971’de toplam iki kez anayasal düzenleme yapılmıştır- şu anda KKTC’de yürürlükte olan 1961 dernekler ve 1971 sendikalar kanunlarıdır. İkinci neden hak olarak görülen olguların niteliksel olarak değişmesi gösterilebilir, örneğin sendika ve derneklerde bu dönemde öne çıkan kavramlar ‘sosyal adalet’ ve ‘sosyal güvenlikti’. Üçüncü olarak kurum içi yapıların yeni yasal konjonktüre uyarlanması ve işlevselleştirilmesi gerekliliğidir. Federasyon, konfederasyonlar ve komiteler bu dönemden sonra da sıklıkla başvurulan çatı oluşumlar olmasına rağmen, kurum içi ve kurumlar arası ilişkilerde yeni kanallar uluslararası örneklerden yararlanılarak oluşturulmuştu. Örneğin Kongre sistemi öne çıkan yeniliklerden biri iken yaklaşık 20 yıllık bir aradan sonra kooperatifçilik 1970’lerde tekrar gündeme geliyordu. Bu sebepler dahilinde isimlerinden amaçlarına kadar her şey tekrardan planlanmış ve Türk Cemaat Meclisi kurulmasının ardından tek çatı altında birleştirilen sendika ve dernekler bağlı bulundukları federasyonlardan ayrılarak bugün hala etkinliğini sürdüren sendikaları, dernekleri kurmuşlardır. Ancak milliyetçiliğin ya da sağ kesimin aşırı baskısı nedeniyle daha kurulma aşamasında bir çok zorluk yaşanmış ve devamında da sürekli olarak sağ ve sol çatışmasının merkezinde yer almışlardır. 16 Eylül 1968’te tarihinde Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikasının kuruluşunda yaşanan ilginç tartışmalardan biri kurumun Silinmiş: . adında ‘sendika’ kelimesinin geçip geçmemesiydi; Sendikayı kurarken en önemli tartışma isminde oldu. O günlerin askeri havasında ‘Sendika’ sözcüğü konacak isimde kullanılsın mı yoksa ‘Birlik’ mi diyelim diye tartışıyorduk; çünkü o günlerde Türk-Sen’in adı bile – ki daha önce kurulmuş Silinmiş: ‘ Silinmiş: s Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: İtalik Değil 165 bir sendika idi - - Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu idiVe o güne kadar ki Türk tarafında tüm sendika adı Birlik olarak geçiyordu. Nitekim Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası ayni günlerde kurulurken ‘Orta Eğitim Öğretmenler Birliği olarak tescil edilmişti. O günlerde Sendika-Sendikacı sözcükleri komunistlik çağırışım yapıyordu. Bunun nedeni ise 1958’de horlananlar gazetelere ilan verip ‘komunistlikten istifa ettim’ diyenler sendika sözcüğünün antipatikliğini de birlikte getirmişlerdi... Neticede tartışmaları bir noktada keserek, bu topluma sendikal hareketi yerleştirmeli, sözcüklerden korkmamalı sonucuna vararak kuruluşumuzun ismini ‘Kıbrıs Türk İlkokul Öğretmenler Sendikası’ olarak tescil ettirdik (Cahit 1988; 12). Kıbrıs Türk İlkokul Öğretmenler Sendikası, Orta Öğretmenler sendikası gibi sendikaların dışında bu dönemlerde kurulan diğer sendikalar veya aktif hale gelen diğer sendikalardan bazıları; Kıbrıs Türk Memurin Cemiyeti, Kıbrıs Hükümeti Türk Memurları Kurumu (KHTMK), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Birliği (KTOEÖ), Bank-Sen, Mağusa Türk Esnaf Birliği, Kıbrıs Türk Göçmenler Birliği, Esnaf Müstahdemleri Sendikası, Kıbrıs Su Encümenleri Türk Müstahdemleri Birliği, Kıbrıs Elektrik İdaresi Türk Müstahdemleri Birliği, Türk Cemaat Meclisi Memurin Sendikası. Özelikle 1974’ten sonra örgütler isimlerindeki ‘birlik’ kelimesini atarak yerine ‘sendika’ tanımını kullanmaya başlamıştır. Kooperatifçilik, Kıbrıs Türk toplumunun içine düştüğü ekonomik ve sosyal zorluklar nedeniyle sıkı bir dayanışma ağının ürünü olarak özelde sendikalar bağlamında genelde ise dernek ve birliklerin açık desteğiyle tekrardan oluşturulmaya başlandı. Ancak bu girişimler özel sektör ve devletin (Geçici Türk Yönetimi) ağır eleştirileri ile karşılandı. Bu nedenle 1970’lerin ana tartışma konularının başında ‘kooperatifçilik’ yer almaktadır. 1971 tarihinde ‘Öğretmenler Kitap – Kırtasiye ve Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 166 Okul Araçları alım-satım kooperatifi Ltd.’ Kıbrıs Öğretmenler Sendikası öncülüğünde kurulmuştu. KTAMS’ın 1970’de Kıbrıs Türk Pazarlama Ltd. Kooperatifi kurma girişimleri gözlenir ancak başarılı olamazlar. Yapı Kooperatifi 1971’de kurulur. Özel Sektörün, kooperatifçiliğin sektörel daralmaya ve serbest ticareti engelleyeceği iddasına karşı sendikaların çoğunluğu kooperatifçiliği kalkınma için bir zorunluluk olarak görmekteydi. Bunların yanı sıra 1981 yılında Lefkoşa Türk Belediyesi, Belediye Emekçileri Sendikası, Kıbrıs Türk Amme Memurlar Sendikası ve Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası ‘sendikaların gücü, sadece üretimden gelmez; ‘tüketimde de gelir’ (KTÖS 2001; 33) mantığıyla ortak bir alışveriş merkezi ‘BELÇA’yı kurarlar. BELÇA’ya mal sağlamak ve ithalat için SENKO isimli şirket kurulur. Kıbrıs Türk Vakıflar Bankası, MEBANK, Peyak, Vipkop, Kıbrıs Türk Öğretmenler Bankası, KTAMS Bankası, Türk-Sen Bankası gibi kurumlar sendikalara ait kamu iştiraklerinden bazılarıdır. 1970’lerin sonunda yenilenen yapıların yerleşmesiyle uluslararası kuruluşlara üyelikler de başlamıştır. Uluslararası alanda siyasi olmayan alternatif kanallar ileride çok önemli işlevlere sahip olacaktır. Örneğin KTÖS 4-8 haziran 1979’da Prag’da 30 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen konferansta Dünya Öğretmenler Sendikası Federasyonu (FİSE) üye olmuştur, Kıbrıs Türk Ticaret Odası 1959’dan beri Uluslararası Ticaret Odası’na (UTO) üyedir. Hemen hemen bütün sendika, dernek ve birlikler konumlandıkları amaçlarla ilgili olan uluslararası kurumlara ya aktif üyedirler ya da yakın ilişki içerisindedirler. Yine bu dönemde gençlik hareketi kendini yenileyerek milli söylemi terk edip tüm dünyada etkin olan 1968 ruhuyla özdeşleşiyor ve gençlik hareketi içinde ‘üniversiteli gençlik hareketi’ bir adım öne çıkıyordu. Özellikle Türkiye’de okuyan Biçimlendirilmiş: Sağ: -0,11 cm 167 Kıbrıslı öğrenciler ilk başta Türkiye’de örgütlenmeyi tercih etmişlerdi. Ancak 1960’larda Türkiye’de yabancı uyruklulara dernek kurma hakkı tanınmadığından Kıbrıs Türk Kültür Derneği ve çeşitli kültür derneklerine bağlı olarak faaliyet göstermekteydiler. 1963 yılında Erenköy direnişi tam bir öğrenci hareketi niteliğindeydi. Rumlar’ın 1963 yılında Türk bölgesi olan Erenköy’e (bugün güneyde kalmasına rağmen hala Türk bölgesidir) saldırması üzerine İngiltere ve Türkiye’de Silinmiş: Erenköye’e okuyan 530 kadar öğrenci bir araya gelerek kendi imkanları dahilinde çıkartma yapmışlardır. Çıkartmaya öğrenciler ve yerli halk dışında hiçbir katılım ve destek sağlanmadığından gençlik hareketinin özellikle Türkiye’ye karşı güveni büyük ölçüde Silinmiş: ‘ azalmıştır. Nesim, bu yıllardaki öğrenci profilini şu şekilde özetlemekte; Mücahit öğrenciler Türkiye’ye varışlarında Erenköy’den dönen Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk ve kendilerinden daha yoğun bir yaşam deneyimi kazanmış öğrencilerle birleşince, yeni bir öğrenci tipi ortaya çıkmış oldu. Bunların tümü silahlı eğitim görmüş, savaşmış ve burslu öğrencilerdi...bu öğrencilerin kurdukları cemiyetler kısa sürede toplumsal amaçlı derneklere dönüştü’ (Nesim 1999; 38) . Türkiye’de kurulan bazı öğrenci dernekleri 1974’e kadar Kıbrıs Türk Ulusal Öğrenci Federasyonu (KTUÖF), 1974 sonrasında ise Kıbrıslı Öğrenciler Gençlik ve Eğitim Federasyonu (KÖGEF) adı altında faaliyetlerini sürdürdüler. KTUÖF, KÖGEF yurtdışındaki öğrencilerin sorunlarına yönelik çeşitli talepleri bir çoğunu Kıbrıs’ta ki sendika ve örgütlerin de desteğini de kazanarak elde etmiştir. Türkiye dışında İngiltere’de Kıbrıslı öğrenciler örgütlenmişler ve oradaki sorunları 1978 yılında ‘İngiltere Kıbrıslı Türk Öğrenci Federasyonu’ çatısı altından dile getirmeye başlamışlardı. 1970’ler sadece kurumsal bir yapılanma değildi aynı zamanda söylemsel olarak da yeni bir yapılanma dönemiydi. Taban ve tavan arası ilişkiler düzleminde Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,25 cm, Asılı: 0,66 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır, Sekmeler: 13,02 cm, Sola Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm 168 ‘öteki’nin öznesi günlük pratiklerin dışına çıkınca iktidar meşruiyet boşluğuna, taban insiyatifleri de hareket daralmasına girmişti. Nitekim uzun yıllar boyunca karşıtlık bağlamında kurgulanan ilişkiler bütünü, kendi içindeki sağcı - solcu çatışmasını tasfiye ederek, ana argümanı toplumun iç dinamizmine uyarlayacaktı. Bu noktadan sonra dernek ve sendikaları ayıran iki temel argümandan ‘komünist’ ve ‘milli’ ikilisi yerini ‘Rumcu’ ‘Türkçü’ ikilisine devredecekti. Artık muhalefet ‘Rumcu’ydu’, iktidar ise ‘Türkçü’. Bu nedenle sendika ve dernekler yaşanan bu değişimin ardından politik alana kaymaya başlayarak, suçlama ve karşı-suçlama bağlamında toplumsal arzın karşılanmasına yönelmek yerine kişisel stressin etrafından hak üretme çabasına gireceklerdir. 169 Silinmiş: 1983’e Kadar 6.1 Dernek ve Sendikaların Değerlendirmesi: Bu başlık altında amaçlanan belli istatistik veriler eşliğinde kamusal alanda bağımsız örgütlenme yapılarını açıklayabilmektir. İstatiksel bilgiler 1970’e kadar olan süreyi kapsamaktadır. 1970’ten sonra sağlıklı bilgilere ulaşılamadığı için, verimli sonuç alınan en son tarihli metinler ve tablolar kullanılmıştır. Kooperatif hareket çalışma içinde sıklıkla dile getirildiği gibi Ada’nın örgütlenme kültürü üzerinde radikal değişimlere neden olmuştur. Tablo 1, toplumsal çatışmalar başlamadan hemen önce 1961 yılında kooperatiflerin bölgelere göre dağılımını ve üye sayısını yansıtmaktadır. Kooperatif hareket güçlenmeye başladığı 1930’lu yıllarda 317 olan kooperatif sayısı 1961 yılı sonunda 792’ye ulaşmıştır. 170 bin kişi –ki bu sayı tüm Ada nüfusunun üçte birini oluşturmaktadır – kooperatiflere üyeydi (Tablonun derlendiği kaynak; Annual Report of the Department of Cooperative Devolopment For The Year 1961)32 . Silinmiş: : Tablo 1: Kooperatiflerin Bölgelere Göre Dağılımı Lefkoşa Mağusa Larnaka Limasol Baf Girne 32 Kooperatif sayısı 225 140 70 190 129 55 809 Üye sayısı 55.730 29.790 13.774 37.886 29.758 12.400 170.338 Toplumsal çatışmaların başladığı 1963 yılından sonra kooperatifler hakkında düzenlemiş toplu bir kaynağa ulaşılamadığı için burada söz konusu kurumların son veri sağlandığı yıl içindeki bilgiler hareketin önemini göstermek adına kullanılmıştır. ... [2] Biçimlendirilmiş Tablo 170 Kıbrıs’taki kooperatif sayısı; 792 özel, 14 ikinci derecede (secondary), 2 üçüncü derecede (tertiary) ve 1 konfederasyon olmak üzere toplam 809’du. İkinci ve üçüncü derece kooperatifler diye tanımlanan toplam 16 kredi kuruluşundan ikinci derecede olanlar birlikler (unions) ve üçüncü derecede olanlar federasyonlardan oluşmaktaydı. İngiliz sömürge dönemi ve Kıbrıs Cumhuriyeti kooperatif hareket için toplumun ekonomi ve sosyal standartlarını yükselten kırsal kesimi istismar edilmesine, sömürülmesine ve tefecilere karşı karuyan sağlıklı bir hareket değerlendirilmesi yapılmıştır (Cyprus Blue Book 1933 - 1946, Annual Report of the Department of Co-operative Development for the Year 1961). Kooperatifler dışında, 1909’dan 1983’e kadar sendika ve derneklerin yapısal özelliklerini özetlemek gerekirse şöyle bir sonuç çıkartılabilir. İlkin çoğulcudurlar, birlik dayanışma ve beraberlik her koşulda esastır. Federasyonlar bu görüşü destekleyebilecek kurumsal yapılar iken geniş ve çok katılımlı grevlerde eylemsel boyutta dayanışma ve birliği örneklendirmektedir. Kurum içlerinde ve kurumlararası ilişkiler de kimi zaman bölünmeler yaşanmasına rağmen çoğu zaman ideolojik olmayan kişisel bölünmeler şeklinde tezahür etmiştir. O dönemlerde ve bugün dahi mutlaka eylem ve protestolar en az 2 ve genellikle çok daha fazla sendika ve derneğin katılımı ya da ortak çabası ile gerçekleştirilmektedir. Tablo 2’de 1932 – 1970 arası üye sayıları ile birlikte federasyonlar içindeki sendikalar, ve federatif kolları gösterilmektedir. Veriler ışığında 6 büyük federasyonun içine aldığı toplam sendika sayısı 1970 yılında 104 iken, 1968 yılında rakam 123, 1958 çatışmaları başlamadan önce ise 284’dü. 1932’de başlayan sendikal hareket daha önce de bahsedildiği gibi 1940’lı yıllarda doruk noktasına ulaştı. 1940’larda yakalanan çıkış 171 kesintisiz yükselerek ve çeşitlenerek devam etti. Sendikal hareket içine 1950’lili yılların sonlarında işveren sendikalarıda katılmıştır. 1962 yılı verilerine göre 553 üyeye sahip 17 işveren sendikası sendikalar kanunu altında kurulmuştur. İşveren sendikaları ‘Kıbrıs İşveren İstişare Birliği’ (Cyprus Employers Consultative Association) üye olup bu kurum altında toplanmıştır. Yine bu dönemlerde yoğun milliyetçi yönelimlerin başlamasıyla Türk sendika federasyonları da oluşmaya başlamıştır. Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm Tablo 2: İşçi Federasyonlarının Sendikalara ve Gruplara Göre Dağılımı 1932 - 1970 Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Toplumsal 1970 1968 1958 1948 1938 1932 Grup •RC, İşçi Kıbrıs Bağımsız Kıbrıs Kıbrıs Türk Hizmet Federasyonu İşçi Sendikalar Demokrotik Sendikaları Grupları (ilk – (Panaccyprian Federasyonu Federasyonu İşçi Federasyonu orta Federation of (Cyprus (Panaccyprian Federasyonu (Cyprus öğretmenlerini Labour) – Workers Federation (Cyprus Turkish içermektedir Confederation İndependent Democratic Trade (Public trade Union Labour Unions Servants Federation) Federation) Graoup) Diğerleri Biçimlendirilmiş Tablo Toplam Send. - - - - - - 1 1 Kol. - - - - - - - - Üye - - - - - - 84 84 Send. - - - - - 14 14 Kol - - - - - - - Üye - - - - - 722 722 Send. 33 36 - - 9 - 11 89 Kol. 99 2 - - - - 4 105 Üye. 9.604 2.641 - - 190 695 13.130 Send. 38 190 12 - 8 8 28 284 Kol. 213 9 12 - 1 12 6 253 Üye 31.723 12.850 2.036 - 1.137 6.256 2.538 56.542 Send. 17 40 7 13 21 3 22 123 Kol. 241 23 3 - 1 6 25 299 Üye 34.664 17.767 1.116 1.095 2.591 4.431 5.449 67.113 Send. 17 42 7 4 13 8 13 104 Kol. 223 13 - - - 13 5 254 Üye 36..902 21.332 1.151 452 3.687 8.019 3.131 74.674 Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1970 172 Silinmiş: Ş Bu dönemde ortaya çıkan federasyonlar ve sendikalar şeklen demokratiktirler, çünkü ilk örgütlenmelerden itibaren yönetim kademelerinde yer alacak kişiler seçim, oybirliği veya oydaşma esasıyla belirlenmiştir. Aynı zamanda üyelikler bazı federasyonlarda ‘doğal üyelik’ diye tanımlanan - örneğin bir tarım işçisi herhangi bir müracaat yapmaksızın Tarım birliğinin doğal üyesi sayılabilmekte – üyelik biçimi veya müracaatla, ancak her hangi bir koşul ve sınırlama getirilmeden üye kabul edilmekteydi. Her hangi bir sendikaya bir kez üye olduktan sonra kooperatiflerin Silinmiş: a sağladığı kredi, burs vb.imkanlardan yararlanılabiliyordu. Silinmiş: ¶ Bir diğer ortak özellikleri kökleşmiştirler, yani bir gelenek ve kültürden Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm gelmektedirler ve bizzahatinde bu geleneği sürdürmeyi görev edinmişlerdir. Bunun kazanımı tecrübedir. 1909 yılındaki kooperatif hareketle başlayan sendikalaşma ve dernekleşme 1983’e kadar 74 yıl boyunca her türlü şiddet, baskı ve olumsuz koşula Silinmiş: m rağmen kesintisiz sürdürülmüştür. Bugün kullanılan Anayasalarda (KC-KKTC) toplu iş sözleşmesi, işçi – işveren hakları, referandum hakkı ve diğer tüm kanunlar sendika ve derneklerin özgün mücadelesi sonucunda kazanılmıştır. Buna bağlı olarak deneyimleriyle birlikte hızlı, aktif ve mücadelecidirler. Bu mücadele içerisinde üye sayılarının her geçen yıl katlanarak artması toplumun her kesiminden açık destek Silinmiş: . gördüklerini ve güven kazandıkları sonucu çıkartılabilir (Tablo 1, 2, 3 ve 5’de üyelik Silinmiş: müş artışı takip edilebilir). Silinmiş: ve özellikle sendika ve kooperatiflerin üye sayısı her geçen biraz daha artmıştır. Silinmiş: 3 Silinmiş: 4, Kooperatif ve sendikal hareket gerek eylem gerek katılım konusunda kadınları da kapsamıştır. Tablo 3 sendikaların tarihsel gelişmi içinde kadın ve erken dağılımını göstermektedir. Bu tablonun burada kullanılmasının sebebi kadınları sendikal ve örgütlü mücadele konumlarının daha iyi anlaşılabilir olmasını 173 sağlamaktır. Aşağıdaki tabloda görülebileceği gibi sendikalar içinde hareketin yükseldiği yıllarda kadın üye sayısı da artmıştır. Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 0 cm Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Tablo 3: Cinsiyet Gruplarına göre Sendikaların Üye Dağılımı Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil İşçi 1932 1942 1952 1962 1969 1 73 114 179 114 - 43 97 363 278 84 9.124 14.206 51.620 54.038 - 867 1,888 13, 150 17. 575 84 9.991 16.094 64.770 71.613 Biçimlendirilmiş Tablo sendikaları (Unions Of Employees) Kol. (Branches) Üye Sayısı (Membership) Erkek Biçimlendirilmiş Tablo (Males) Kadın (Females) Toplam (Total) ••RC, Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1969 Bir diğer özellikleri partizan olmalarıdır, genellikle ister kültür derneği olsun ister sendika olsun mutlak suretle bir veya daha fazla partinin sempazitanı veya açık Silinmiş: kooperatif ve sendikaların üye sayıları gösterilmektedir. Buna göre 1961 yılında 170 bin kişi sırf kooperatiflere, üye iken 1962 yılı sonunda sendikaların temsil ettiği kişi sayısı 65.400, 1970 yılında ise 74.674 kişiydi. ¶ destekçisidirler. 1930’larda KKP, 1940’larda AKEL’e, 1950’lerde ise Türk toplumunda KATAK’a verilen destek iyi birer örnektir. Çok yönlüdürler ki bu çok Silinmiş: nın güçlü bir özellikleridir, çünkü çeşitli kurumlarla farklı iletişim metotları 174 Silinmiş: ve ciddi anlamda k geliştirmelerini sağlamaktadır. Kurumsal uzlaşı kültürünü içselleştirmişlerdir. Özellikle PEO ve Türk sendikalarının toplum üzerindeki baskının arttığı yıllarda işbirliği protokolleri imzalaması, kendi üyelerini birlikteliğe davet eden bültenleri bu görüşü kanıtlamaktadır. Son olarak en temel karakteristikleri ‘baskı grubu’ olmalarıdır. Aşırı politize edilmiş kamusal alanlardan gelen örgütler taleplerini kamuoyunda haklılaştımak yerine çoğunlukla iktidar çemberi dışından çemberin merkezine doğru baskı oluşturarak isteklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu noktada çok sık aralıklarla gerçekleştirilen eylemler ve deneyimlenen protesto çeşitleri çok önemli bir açılım sağlamaktadır. Gönüllü kurumlar, sendikal ve siyasal mücadeleye çoğu zaman taraf olmalarına rağmen kısıtlı da olsa kendi alanlarını oluşturmayı başarmışlardır. Sosyal aktivitelerde sendika ve kooperatif hareketin özelliklerinden olan ‘ortak mücadele’ gönüllü kurumlarda ‘karşılıklı ortaklık’ biçiminde yer alır. Burada kastedilen şey gönüllü aktiviteleri Rum ve Türk toplumlarında ayrı toplumsal grupların üstlenmiş olmasıdır. İngiliz Kolonyal İdaresi raporlarından yararlanılarak Rum toplumunda gönüllü aktivitileri çoğu yaşlı ve yoksul nüfusa yardım götürmek olan ‘yardım’ (Philoptohos - charity) birlikleri, Türk toplumunda ise ağırlıklı olarak çocuklara yardım götüren bayan cemiyetleri oluşturmuştur (Republic of Cyprus, Annual Report Of Welfare Department For the Year 1961). Tablo 2 çeşitli alanlardaki kurum sayısını ve hizmetlerinden yararlan kişi sayısını göstermektedir. Sendika ve diğer derneklerin gönüllü aktiviteleri bu tabloda yer almamaktadır. Silinmiş: ¶ 175 Silinmiş: 2 Tablo 4: Gönüllü Kuruluş ve Yararlanan Kişi Sayısı Hizmet Çeşidi Kurum Sayısı Yararlanan Kişi Sayısı (Type of Sercice) Nnumber of Organizations) (Number of Benefited) Çocuk Sağlık Merkezi 22 4,700 35 1,678 3 69 2 84 10 923 6 210 (İnfant Welfare Centers) Kreş (Day-Care Centers) Çocuk Evleri (Homes for Childeren) Kimsesizler Yurdu (Orphaneges) Yaz Kampı (Summer Campes) Huzurevi (Old People’s Home) Anti-T.B. Lig33 6 375 Yardım Kurumları 30 3.127 114 11.166 (Material-Relief Organizations) Total •••RC, Ministery Labour and Social Insurance and Department of Welfare Services; Annual Report of the Department Social Welfare Services for the Year 1970. Aşağıda yer alan tablo 1932 yılından 1970 yılına kadar tüm sendikaları ve üye sayılarını vermektedir. Böyle bir tablonun burada yer almasının nedeni sendikaların tarihsel süreç içindeki gelişminin daha kolay takip edilebilmesine ve anlaşılmasına imkan tanımasıdır. Amaçlanan tüm bu anlatılanların kronolojik özetini sunmaktır. Silinmiş: Tablo 3 sendikaların tarihsel gelişmi içinde kadın ve erken dağılımını göstermektedir. Bu tablonun burada kullanılmasının sebebi kadınları sendikal ve örgütlü mücadele konumlarının daha iyi anlaşılabilir olmasını sağlamaktır. Aşağıdaki tabloda görülebileceği sendikalar içinde kadın sayısı 1942 yılından sonra hızla artmıştır.bunun sebebi olarak çalışan kadın sayısındaki artış ve sendikal mücadelenin toplumda çok aktif olmasıdır.¶ Tablo 3:¶ ¶ ... [3] Biçimlendirilmiş: İki Yana Yasla Silinmiş: ¶ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Silinmiş: ¶ ¶ ¶ 33 Raporda Anti-T.B Leaque diye geçmekte ancak kavramın içeriğine yönelik her hangi bir açıklama yer almamaktadır. Tablo 5: KIBRIS’TA SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ 1932 – 1962 Yıl (year) ‘Eski’ Sendikalar (‘Old’ Trade Unions) ‘Yeni’ Sendikalar (New’ Trade Unions) Türk Sendikaları (Turkish Trade Union) Bağımsız Sendikalar Federasyonu (Fed. Of Independent Trade Union) Demokratik İşçi Federasyonu (Democratic Labour Fed.-) D.E.O.K) Diğerleri (Others) Toplam (total) Birlik (Unions) Üye (members) 1 84 - - - - - - - - - - 1 84 1933 1 84 - - - - - - - - - - 1 84 1934 1 84 - - - - - - - - - - 1 84 1935 2 99 - - - - - - - - - - 2 99 1936 5 285 - - - - - - - - - - 5 285 1937 6 367 - - - - - - - - - - 6 367 1938 14 772 - - - - - - - - - - 14 772 176 Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Üye (members) Birlik (Unions) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) 1932 Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: İ Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş Tablo Yıl (year) ‘Eski’ Sendikalar (‘Old’ Trade Unions) ‘Yeni’ Sendikalar (New’ Trade Unions) Türk Sendikaları (Turkish Trade Union) Bağımsız Sendikalar Federasyonu (Fed. of Independent Trade Union) Demokratik İşçi Federasyonu (Democratic Labour Fed.-) D.E.O.K) Diğerleri (Others) Toplam (total) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) 46 2.544 - - - - - - - - - - 46 2.544 1940 62 3.389 - - - - - - - - - - 62 3.389 1941 68 3.854 - - - - - - - - - - 68 3.854 1942 73 9.991 - - - - - - - - - - 73 9.991 1943 82 9.507 - - 1 43 - - - - 1 78 84 9.628 1944 89 10.596 25 758 7 436 - - - - 1 75 122 11.865 1945 91 12.961 31 1..032 13 843 - - - - 8 644 143 15.480 1946 87 11.101 30 991 19 681 - - - - 8 641 144 13.414 177 Üye (members) Birlik (Unions) Birlik (Unions) 1939 Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: İ Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Yıl (year) ‘Eski’ Sendikalar (‘Old’ Trade Unions) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) Birlik (Unions) Üye (member) ‘Yeni’ Sendikalar (New’ Trade Unions) Türk Sendikaları Bağımsız Sendikalar Demokratik İşçi (Turkish Trade Federasyonu Federasyonu Union) (Fed. Of (Democratic Labour Independent) Fed.-) Trade Union) D.E.O.K) Diğerleri (Others) Toplam (total) 1947 51 11.259 31 1.145 15 640 - - - - 10 792 107 13.836 1948 33 9.604 36 2.641 9 190 - - - - 11 695 89 13.130 1949 31 9.447 61 3.599 7 160 - - - - 9 1.368 108 14.574 1950 32 8.924 52 2.625 5 131 - - - - 9 1.886 98 13.566 1951 39 10.281 54 2.270 6 130 - - - - 10 2.027 89 14.708 1952 42 12.540 56 2.702 8 444 - - - - 12 2.368 118 18.054 1953 47 14.427 54 2.123 9 477 - - - - 16 4.253 126 21.280 1954 48 18.085 56 2.882 10 740 - - - - 15 4.959 129 26.666 1955 43 22.925 67 5.374 16 2.214 - - - - 31 8.502 156 39.015 1956 45 27.143 69 5.129 16 1.813 12 2.954 - - 25 5.889 167 42.928 178 Biçimlendirilmiş Tablo Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: Silinmiş: İ Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Yıl (year) ‘Eski’ Sendikalar (‘Old’ Trade Unions) ‘Yeni’ Sendikalar (New’ Trade Unions) Türk Sendikaları (Turkish Trade Union) Bağımsız Sendikalar Federasyonu (Fed. Of Independent Trade Union) Demokratik İşçi Federasyonu (Democratic Labour Fed.-) D.E.O.K) Diğerleri (Others) Toplam (total) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Birlik (Unions) Üye (members) Üye (members) Birlik (Unions) Birlik (Unions) Üye (members) Üye (members) Birlik (Unions) Birlik (Unions) 1957 40 30.375 130 9.767 15 1.268 13 2.506 - - 30 8.540 228 52.465 1958 38 31.723 190 12.852 8 1.137 12 2.036 - - 36 8.794 284 56.542 1959 34 33.723 236 16.867 36 4.829 15 2.591 - - 21 7.324 342 65.381 1960 30 35.544 246 15.587 38 4.381 16 2.416 - - 24 7.452 354 65.380 1961 25 36.442 323 13.321 37 4.288 14 2.211 - - 26 7.919 334 64.181 1962 24 36.500 57 14.000 38 4.200 13 1.800 19 1.000 28 7.900 179 65.400 179 Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: İ Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: ¶ 180 Silinmiş: ¶ 7. KKTC’de STK’ların Genel Durumu: Bu başlık altında KKTC’de son yıllarda STK’ların kurum ve içeriklerine yönelik genel bir değerlendirme yapılacaktır. 1996 nüfus sayımına göre KKTC; kentlerde 113.540, köylerde 87.047 toplam 200.587 nüfusa sahiptir. 14 Aralık 2003 seçimlerinde oy kullanabilecek seçmen sayısı ise 140.832 olarak açıklanmıştır. KKTC’de devlet sektöründe çalışan personel sayısı 13.660, sendikaların toplam üye sayısı ise 21.485’dir. Tablo 6: Devlet Sektöründe Çalışan Personel Sayısı: Kadın Erkek Toplam 5417 8243 13660 2001 Silinmiş: ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ Silinmiş: ¶ ... [4] Silinmiş: Silinmiş: 2001 ... [5] Biçimlendirilmiş Tablo Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Biçimlendirilmiş: Ortadan Silinmiş: ¶ 181 Silinmiş: ¶ ¶ Tablo 7: Silinmiş: ¶ KKTC Sendikaların Üye Sayısının Yıllara Göre Dağılımı: Tarih 1999 2000 2001 1685 1740 1729 2.736 2.683 2.690 4.884 5.185 5.334 13.225 12.148 11.732 22.530 21.756 21.485 Devrimci İş Sendikaları Federasyonu (Dev-İş) KT İşçi Sendikaları Federasyonu (Turk-Sen) Hür İşçi Sendikaları Federasyonu (Hür-İş)Avrasya Hiçbir Federasyona Bağlı Bulunmayan Sendikalar Toplam Bu rakamlara bakıldığında genel olarak söylenebilecek şey yalnızca sendikaların toplumun %10’a yakın bir kesimini aktif olarak temsil ettiğidir. Uluslararası standartlarla karşılaştırıldığında ve Kıbrıs’ın nüfusu göz önünde tutulduğunda bu rakamın oldukça yüksek olduğu söylenebilir. Ancak yıllar itibariyle sendikaların üye sayısının gittikçe azaldığı görülmektedir. Bunun nedenleri arasında Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm 182 dıştan gelen göçün yarattığı kaçak işgücü gösterilebilir. Sendikalar bugünkü sistemde her ne kadar Sivil Toplum Kuruluşu (STK) içerisinde farklı bir kategoride yer alsa da Kıbrıs tarihinde geçirdikleri süreç neticesinde kazandıkları örgütlenme kültürünün sendikal ağırlıklı olması ve dernek-birliklerin bu sendikal geleneği üstü örtük biçimde devam ettirmesi, sendikaları bu çalışmanın konusuna dahil edilmesini zorunlu kılmaktadır. Buna ek olarak Kıbrıs’ın iş ve çalışma koşulları içerisinde çalışan kesimin büyük bir çoğunluğunun devlet sektöründe olması sosyal hak ve güvencelerin toplumun temel ihtiyaç talebini oluşturması nedeniyle örgütlenmelerin sendikalar altında gerçekleşebildiği bir diğer önermedir. KKTC Çalışma Bakanlığı ve bölge kaymakamlıklarından alınan listelere göre KKTC’de 5 bölgede toplam 1059 kuruluş ve 41 sendika yer almaktadır. Bunların 503’ünü dernek, 235’ini birlik, 293’ünü kulüp, 2’sini vakıf, 11’ini kurum, 8’ini ocak ve 7’sini tanımlanamayan kuruluş oluşturmaktadır. Listelerde bulunan kurumların kuruluş tarihleri belli bir kronoloji izlememekte ve faaliyet alanları belirtilmemektedir. Bu yüzden elde edilen veriler kurum adlarından varsayımsal olarak elde edilmiştir. 183 Tablo 8: K.K.T.C SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI DERNEK BİRLİK KULÜB VAKIF KURUM OCAK DİĞER T. LEFKOŞA 291 133 120 1 11 3 2F 561 GİRNE 73 26 55 1 0 1 3 159 MAGOSA 75 36 55 0 0 3 1 170 GÜZELYURT 34 28 32 0 0 0 1 95 İSKELE 30 12 31 0 0 1 0 74 TOPLAM 503 235 293 2 11 8 7 1059 STK’ların ayrıntılı olarak incelenmesine geçildiğinde 293 kulüp (çoğunluğunu spor kulüpleri oluşturmaktadır) bu araştırmaya dahil edilmemiştir. Ancak KKTC anayasasında yer alan ve şu anda anayasadan çıkartılan ‘fasıl 112 kulüpler yasası’ altında kurulan Dış Basın Birliği gibi benzeri kuruluşlar bu çalışma dahilinde yer almış ve toplam 746 örgüt STK olarak değerlendirilmiştir. Bu sayı içerisinde yaklaşık 150 örgüt aktif, 90’a yakın örgüt yarı-aktif konumda bulunmaktadır. Gerek aktif – pasif ayrıştırmasında gerekse STK’ların tanımlanmasında belirleyici olan özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz; gönüllülük prensibine dayanması – faaliyet alanlarının özelde üyelere genelde toplumun ihtiyaçlarına yanıt verebilmesi – kendi finansmanlarını sağlayabilmeleri – kamuoyu oluşturabilmesi – proje üretebilmesi ve uygulayabilmesi – siyasi alan dışı özerk 184 alanlar olması – vb. Yarı aktif diye kabul edilen örgütler ise balo, kermes, toplantı, gibi sosyal aktiviteler düzenleyen fakat bunun haricinde ortak kamu yararı için her hangi bir girişimde bulunmayan örgütler sınıflandırmasıdır. Pasif örgütler diye tanımlananlar ise belli bir süre faaliyet gösterip artık etkinliğini kaybetmiş, misyonunu tamamlamış ve halk tarafından tabela örgütü diye isimlendirilen örgütlerdir. Silinmiş: ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ Tablo 9: K.K.T.C Sivil Toplum Örgütlerinin Faaliyetlerine Göre Dağılımı: KURUM LEFKOŞA GİRNE MAĞUSA GÜZELYURT İSKELE T. VAKIF 1 1 0 0 0 2 KADIN 8 2 6 4 2 22 SAĞLIK 36 6 3 1 0 46 MESLEK 154 24 19 24 7 228 SPOR 32 9 18 8 7 74 KÜLTÜR -SANAT VE 61 16 23 7 6 113 VE YARDIMLAŞMA 55 20 8 2 1 86 ÇEVRE – ÇEVRE 14 2 3 2 1 22 DÜŞÜNCE SOSYAL DAYANIŞMA DÜZENLEME 185 CAMİ/OKUL/HASTANE 12 9 16 8 12 57 GENÇLİK 7 3 2 1 4 17 YARDIM 12 2 2 1 0 17 İNSAN HAKLARI 6 0 0 0 0 6 DİN VE İSLAM 4 0 0 0 1 5 MEZUNİYET 8 0 2 0 0 10 MÜCAHİT/GAZİ/ŞEHİT 14 10 8 3 1 36 DİĞER 5 0 0 0 0 5 TOPLAM 429 104 110 61 42 746 KORUMA GELİŞTİRME VE KALKINDIRMA VE SUBAY KKTC’de STK’ların faaliyet alanlarına bakıldığında en fazla STK’nın daha önce bahsedildiği gibi sendikal tutunum neticesinde 228 kuruluşla meslek ve meslek dayanışma örgütlerinin oluşturduğu, ikinci sırada 113 örgütle kültür sanat (kültür sanat örgütlerinin sayıca fazla olması toplumun genel eğitim düzeyinin yüksekliğiyle ilişkilendirilebilir), üçüncü sırada 86 kuruluşla sosyal dayanışma (bu örgütlerin çoğunluğunu göçmen ve mağdur dernekleri oluşturmaktadır) örgütlerinin geldiği görülmektedir. Aktif olan örgütler yine bu sıralama dahilindedir. 186 Sendikal kültür, toplum tarafından içselleştirilmiştir. Bu bağlamda toplumsal katılım ve güvenin sendika ve meslek dayanışma örgütleri lehinde olduğu görülmektedir. Bir önceki bölümde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaya çalışıldığı gibi KKTC’de faaliyet gösteren STK’ların kökleri kooperatif ve sendikal harekete dayanmaktadır. Sendikalar, insan hakları, çevre örgütleri gibi dıştan sosyal alana eklemlenmekten ziyade tarihsel süreç içerisinde belli bir takım ihtiyaçlardan kendiliğinden oluşan bir yapılanma izlemesi kamuoyu önünde her türlü sendika ve sendikal faaliyetin fazla sorgulanmadan kabul edilebilir olmasına neden olmaktadır. Daha farklı ifade edilirse, yaklaşık 100 yıllık bir geçmişe sahip olan sendika ve meslek örgütlerinin kökleşmiş kurumsal yapıları ve her daim toplumsal mücadelenin merkezinde yer almaları diğer örgüt biçimleri arasında ayrıcalıklı bir yer edinmelerini sağlar. Bunun dışında toplumun yaklaşık %10’u, çalışan nüfusun (devlet dairesinde) ise tamamının sendika ve meslek odalarına üye olması sendika ve meslek örgütlerini her zaman için bir değer olarak görülmesini sağlamaktadır. Sendikaların yan kurumları olan Belça (süper market), PEYAK (alışveriş merkezi ve banka idi, ancak ekonomik krizle kapanmıştır), KTÖS Bankası, KTAMS Bankası, SENKO gibi ve diğer sendikalara ait bir çok banka ve marketle, sahip oldukları üyelerin alım gücünü yükselterek, tüketim potansiyelini örgütsel ağlarla desteklemektedirler. Yan kurumların sağladığı örgütsel doku Kıbrıs’ta bulunan STK’lar için çok güçlü bir avantaj sağlamaktadır. Bankaların kendi sendikalarına ait üyelerine sağladığı kolaylıklar ve ayrıcalıklar kuruma olan güveni ve bağlılığı artırırken, aynı anda yine sendikalara ait alışveriş noktalarının piyasa ekonomisine göre daha ucuz imkanlar sağlaması STK dışındaki özel sermayenin ülke içindeki dengelenmesini sağlamaktadır. Ekonomi dışında, demokrasinin geliştirilmesinde 187 üstlendikleri roller açısından sendika ve meslek birlikleri önemli konumlarını korumaktadırlar. Batı liberal demokratik toplumlarında insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi demokrasi adına şart koşulan bir çok olgunun savunuculuğunu Kıbrıs’ta sendika ve meslek birlikleri üstlenmiştir. Bu durumun temel gerekçesi yine tarihe dayandırılabilir, ancak burada çok daha önemli bir neden olarak ‘Kıbrıs sorunun’ siyasal bağlamı dışına çıkarak kamusal alan üzerinde politik veya toplumsal denetimi meşru kılmak adına iktidar odaklarınca kullanılması gösterilebilir. Nitekim bu durumun en somut örneği 10 sendikanın bir araya gelmesi ile 10 Haziran 2000 tarihinde kurulan ‘Bu Memleket Bizim Platformu’nun (BMBP) ortaya çıkış nedenlerinde görülmektedir. BMBP, 1990’ların sonlarına doğru uygulamaya konulan ekonomik paketlerin neden olduğu mali gerileme, gazeteci ve yazarlara karşı artan baskılar – gazeteci yazar Kutlu Adalı’nın öldürülmesi ve Avrupa gazetesi yazarlarının casuslukla suçlanması – düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerinin başlaması gibi gelişmelere duyulan tepkinin kurumsallaşması olarak kabul edilmektedir. BMBP örneği sendikaların merkezi konumlarını ve taban inisiyatifini harekete geçirebilme potansiyelleri görünür kılma açısından da iyi bir örnektir. Kuruluşundan bir ay sonra 18 Temmuz 2000 tarihinde İnönü Meydanın’da gerçekleştirilen ‘Bu Memleket Bizim’ mitingine 10 bin kişinin katılımı sağlanmıştır. 11 Kasım 2002 BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adıyla anılan ‘Birleşmiş Milletler Çözüm Planı’nın sunulmasından sonra BMBP’na dışarıdan destek sağlayan ve toplam üye sayısı 80 bin olan 90 STK ile birlikte KKTC tarihinin en geniş katılımlı platformu olan ‘Kıbrıs Türk Sivil Toplumunun Ortak Vizyonu’ oluştururlar. Sendikalar uluslararası kurumlarla çok boyutlu br ilişki içerisindedirler. ILO, FISE, Uluslararası Ticaret 188 Odası (ICC), Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu (WFTU), Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC), İngiliz Uluslar Topluluğu İşçi Sendikaları Konseyi (CTUC), Türkiye İşçi Sendikaları Federasyonu, Uluslararası Ticaret Odası (UTO), Uluslararası İslamik Ticaret Odası, Sanayi ve Borsa Odası, İngiliz Uluslar Topluluğu Ticaret Odaları Federasyonu ve AB Ticaret ve Sanayi Odaları Daimi Konferansı Kıbrıs’taki sendika ve meslek birliklerini üyesi oldukları ve yakın ilişki içinde bulundukları uluslararası kurumlardan bazılarıdır. Tüm bu olumlu ve güçlü etkileri dışında sivil toplum teorisinin idealize ettiği demokratik unsurları özelde sendikalar genelde Ada’da bulunan diğer STK’ların yerine getirip getirmediği tartışmalıdır. Çünkü, Kıbrıs’ta güçlü mesleki dayanışma bağlarının, toplumsal yapıda yer alan diğer sosyal hakların korunması ve geliştirilmesine yansımadığı görülür. Örneğin KKTC’de 1059 kurum arasında tek bir eşcinsel derneği yoktur. Hatta basın-yayın ve toplumun günlük söylemsel pratiklerinde de ‘eşcinsellik’ veya herhangi bir marjinal grubun temsiline yer verilmez. Bu çalışma içerisinde sıklıkla bahsedildiği gibi ‘Kıbrıs sorunu’ toplumsal ilişkilerin bir parçasıdır ve Ada’da her şey öncellikli olarak ulusal sorunun giderilmesine kanalize edilmektedir. Bu nedenle, bu tarz göreli marjinal girişimler kendi içinde oluşmaz, toplumun kolektif bilinç düzeyine de yansımaz. Belki buna bağlı ikinci bir neden, örgütlenme kültüründe bireysel tercihler ikincil planda olması gösterilebilir. Sendikal anlayış temelinde ilk amaç grupların çıkarlarını maksimize etmektir. Bu nedenle marjinal olgular ve bireysel tercihler sivil toplum içerisinde ifadesini bulmaz. 189 Kıbrıs’ta mevcut Kadın derneği sayısı 22’dir. Ancak kadın dernekleri tam anlamıyla kadın haklarını savunmaktan çok, kadınların sosyal hayattaki çalışma sahalarını genişletmek bir anlamda ‘kadın kolu’ gibi düşünülmekte ve kadın dolayımında çocuk ve gençlerin eğitilmesine yönelmektedirler. Faaliyetleri çoğunlukla kültürel araştırma üzerinedir. Örneğin Kadından Yaşama Destek Derneği’nin (KAYAD) amaçları şu şekilde belirtilmekte; Genelde insan hakları özelde kadın hakları için çalışmak, Kadının toplumdaki konumunu güçlendirmek, Uluslararası barış ve anlayışın gelişmesi için çalışmak, toplumdaki ahlaki değerlerin gelişmesine yardımcı olmak, Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil Toplumda ‘çeşitlilik içinde birlik’ kavramının yerleşmesini sağlamak’. Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Derneğin faaliyetleri ise; ‘KAYAD toplum merkezi, kadın aile ve gençlerin Silinmiş: güçlendirilmesi yoluyla, sivil toplumu dinamikleştirmeyi amaçlamaktadır. Silinmiş: . Toplum merkezi, hedef gruplarının ihtiyaçlarını eğitim danışmanlık ve sosyal Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk aktiviteler aracılığıyla gidermektir. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil Silinmiş: ’ Derneğin amaçları ve ilkelerinden de anlaşıldığı gibi, kurum ‘eleştirel feminist düşünceden’ hareket etmez. Çünkü en başından kendilerini ‘toplum merkezi’ olarak sınıflandırmaktadırlar. KAYAD bu bakış açısının tek örneği değildir. Diğer kadın derneklerinin bir çoğu ya partilerin kadın kolları veya kadın kulüpleridir. Bu duruma varsayımsal olarak iki neden sayılabilir. İlki, Kıbrıs tarihinde kadınlar sendika ve diğer hareketlerin yönetim kademelerinde ve aktivist olarak, erkek nüfusa göre az, ama aktif biçimde özellikle sol mücadeleye katılmış olmaları, ikinci bir neden ise toplumun eğitim düzeyinin yüksek olması ve ailenin yapısal özelliği gösterilebilir. Kısaca ‘kadın hakları’ Kıbrıs tarihinin hiçbir döneminde sorunsallaştırılmadı. Başka bir ifade ile ‘kadının sorunları’ feminist eleştirel kuramın sorunsallaştırdığı şekliyle algılanmadığı söylenebilir. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk 190 Kültür, sanat ve düşünce dernekleri meslek birliklerinden sonra en geniş örgütlenme alanına sahip olan kurumlardır. Kültür ve sanat dernekleri ‘kıbrıslılık’ olgusundan hareketle yerel değerleri yaşatmak ve korumayı amaç belirlemişlerdir. Folklor, yazın – edebiyat, müzik gibi farklı alanlarda çalışmaktadırlar. Kabaca ‘kültüralist’ bir çizgidedirler. Halk Sanatları Vakfı (Has-Der, 1977’de kurulan dernek 1 Ocak 2002 tarihinden itibaren çalışmalarını Halk Sanatları Vakfı altında Silinmiş: çalışmalarını sürdürmektedir) amaçlarını şu şekilde belirtmekte; Halk Sanatları, El Sanatları, Kültür-Sanat, Folklor ve Turizm konularında çalışmalar, araştırmalar ve etkinlikler yapmak ve/veya yaptırmak; İlgili bakanlıkların ve bağlı kurumların ihtiyacı olan araç-gereç vb. Sağlamak; Eğitim, üretim merkezleri ve enstitüler açarak, işletmek ve eğitim vermek; Bu Silinmiş: ‘ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır alanlarda eğitim gören KKTC vatandaşı gençlere burs vermek’, ‘Yurtiçi ve yurtdışında fuar, festival, şenlik vb organizasyonlar, etkinlikler düzenlemek, düzenlenmesine katkıda bulunmak ve bu tip etkinliklere katılmak… Kadın dernekleri ve kültür dernekleri genellikle toplum içinde politik partilerin yan kolları olarak algılanmaktadır. Kıbrıs’ın nüfusunun az olması nedeniyle mesleki katılımı değil daha çok bireysel katılımı gerekli kılan STK’lara yönelik bu tutumun altında, birincil ilişkilerin profesyonel hayattan soyutlanamaması yatmaktadır. En basit düzeyde bireysel kimlikler ve ilişkiler (özel alan olara da düşünülebilir) örgütün karakteristiğinin kamusal alana nasıl yansıdığı konusunda belirleyicidir. Örneğin KAYAD (Kadından Yaşama Destek Derneği) başkanı Meral Akıncı, BDH (Barış ve Demokrasi Hareketi) genel başkanı Mustafa Akıncı’nın eşidir. KAYAD son derece aktif bir örgüt olmasına rağmen başkanın siyasal bir partiyle dolaylı ilişkisi nedeniyle dernek aktivitelerine katılıma farklı partiyi/görüşü destekleyenler mesafeli yaklaşmaktadır. Aynı zamanda devletle olan ilişkilerde de talep edilen bir Silinmiş: ’ 191 takım hakların temininde zorluklar yaşanabilmektedir. Bu durum sadece KAYAD için geçerli değil bütün STK’ların başlıca sorunudur. Benzer bir örnek Has-Der’de görülmekte; Has-Der Kıbrıs’ın en eski folklor derneği olması, kültürel yayınlara önem vermesi ve bir çok yarışmada ödül kazanmasına rağmen merkez binasının (tarihi eser olan Kilise), CTP’ye (Cumhuriyetçi Türk Partisi) bazı sosyal aktivitelerinin düzenlenmesi için kiralandığından toplum tarafından ‘CTP’ci’ olarak tanımlanabiliyor. Birincil ilişkiler sadece örgütlerin algılanmasına yönelik bir uyarıcı değildir. Özellikle meslek birlikleri üyeleri arasında yaşanan bireysel farklılıkların örgütlerin kendi iç yapılanmasına dolaysız etkileri söz konusudur. Kıbrıs’ta en sık görülen örneklerinden biri örgüt içi seçimlerde önerilen başkanla kişisel sorunu olanın istifa edip aynı konsepte farklı bir örgüt kurabilmesi veya seçimleri kaybeden kesimin yeni örgütlenmelere gidebilmesidir. Örneğin Kıbrıs Ticaret Odası seçimlerinde seçimi kaybeden grup; Kıbrıs Türk İşadamları Derneğini kurmuştu. Bu bölünmeler sayesinde; ‘Kıbrıs Türk İşadamları Derneği’, ‘K.T Genç İşadamları Derneği’ ve ‘KKTC Genç İşadamları Derneği’ gibi 4 farklı başlıkta ancak aynı amaç ve hedefler doğrultusunda kurulan çok sayıda dernek vardır. Üye olmak istenildiğinde ise hangi derneğin seçileceği aktivite alanlarıyla veya güven teşkil etmesiyle değil tamamen yanlı ve özellikle siyasi tercihlere göre seçim yapılmasına neden olmaktadır. Üyelerin bireysel tercihleri STK’ların görüş açısını daraltmakta ve demokrasi adına yola çıkan bir çok kurumu sosyo-politik geleneğe hapsetmektedir. Sağlık alanında ki örgütlenmeler, tanımlanan hastalıklarla baş etmeye çalışan grup oluşumlarıdır. Örneğin ‘Thalasamia’lılar Derneği’ gibi, hastalığın mağdurları ve 192 uzman kişilerin bir araya gelmesine olanak tanıyan kurumlardır. Özetle ‘sağlık’, hastalıklarla tanımlanmakta, toplumsal sağlıkla ilgili küçük çaplı çabalar dışında bir girişime rastlanmamaktadır. Sağlık alanında faaliyet gösteren STK sayısı 46’dır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, özellikle herhangi bir hastanın acil ihtiyaç duyduğu - organ, ilik vb. – gereksinimlere yönelik seri biçimde kampanya düzenleyip sorunu çözümleyebilme kapasiteleri oldukça yüksektir. Kampanyaların hemen hemen hepsi toplumsal ve toplumlararası duyarlılık bağlamında geniş katılımlı ve yasal sınırlılık tanımadan gerçekleştirilmiştir. Elbetteki, kamuoyu oluşturmada ki başarılarında insani unsurlar ve konuların hassasiyeti etkisinin gözden kaçırılmaması gerekir. 22 çevre örgütünden çoğu ‘ağaçlandırma ve çevre düzenlemesini’ amaç edinmiştir. Ada’da köklü bir çevre hareketinden bahsetmek oldukça zordur. Yine de ‘ağaçlandırma’ dernekleri mikro ölçekte bir çevre sorumluluğu olarak okunabilir. İnsan hakları derneklerinin sayısı 6’dır, ve hepsi merkezde (Lefkoşa) yer almaktadır. Bunların arasında 2 tanesi tüketici hakları üzerine faaliyet gösterir. Tüketici hakları derneklerinin ortak bir özelliği kuruluşlarından itibaren Avrupa Birliği standartlarını öncelikli hedef belirlemeleridir. Örneğin Kıbrıs Türk Tüketici Hakları Derneği (TÜHAK) amaçlarını şu şekilde belirtmekte; Silinmiş: ‘ Ülkemizde tüketicinin korunmasını Avrupa Birliği ortak standartları düzeyine yükseltecek tüketiciyi korumaya yönelik kuralların yasallaşmasını ve etkin biçimde uygulanmasını sağlamak, Bağımsız bir tüketici ve sivil toplum örgütü Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk, İtalik Değil oluşması sürecinde aktif biçimde dahil olmak, Güçlü ve etkili bir tüketici Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,9 cm, Sağ: 1,48 cm, Satır aralığı: 1.5 satır hareketi için gerekli altyapıyı oluşturacak bilinçlendirme, bilgilendirme ve Silinmiş: ’ eğitim programları geliştirmek ve yürütmek. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 10 nk olarak, ülkemizde ve Avrupa Birliği’nde tüketiciyi ilgilendiren politikalarının 193 İnsan hakları dernekleri ise fazlasıyla çelişkili ve belirsiz amaçlar etrafında toplanmıştır. Örneğin insan haklarını korumayı amaç edinmelerine rağmen tüzüklerinde yer verdikleri maddeler, referans olarak kullanılan insan haklarına yönelik uluslararası anlaşmalarla aynı söylemi içermemektedir. KKTC İnsan Hakları Silinmiş: yı Derneği tüzüğünde yer alan 1. madde; KKTC. Yurttaşları arasında ayrım gözetmeksizin bir birlik oluşturmak, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamaktır’ şeklinde açıklanmaktadır. Dernek tüzüğünde 1. maddesinde açıkça görüldüğü gibi, insan hakları kavramının atıfta bulunduğu bireysel haklar KKTC yurttaşlığıyla sınırlandırılmıştır. Buna göre insan hakları retoriğinin tam tersine ‘dayanışma’ grupsal kimliğe atfedilmektedir. Nitekim insan hakları veya tüketici hakları gibi derneklere katılım oranı çok azdır. TÜHAK’ın 170, KKTC-İHD’nin ise 100 üyesi bulunmaktadır. Kıbrıs’ta son yıllarda ‘hemşeri’ derneklerindeki hızlı artış, ülkenin göç dalgasından ne kadar etkilendiğini dışa vurmaktadır. Hemşeri dernekleri çoğunlukla Türkiye’deki örneklerine benzer bir yapıdadır. Rutin davranış biçimleri sergilenmekte ve aynı bölgeye ait kişilerin bir araya gelmesine imkan tanıyan mekanlar olarak işlevselleşmektedir. Bu tarz dernekler folklorik unsurlarla karakterizedir. 86 örgütle birlikte ‘sosyal dayanışma ve yardımlaşma dernekleri’ örgüt dağılımda 3. sırada yer alır. Türkiye’den gelen göçmenler yanında yerel halk ile İngiliz vatandaşı olup Ada’da ikamet eden kişilerinin derneklerini de kapsamaktadır. Her durumda hemşeri dernekleri Kıbrıs’ta yer alan diğer örgüt modelleri içerisinde en kapalı yapıya sahip olanlardır. Çünkü hemşerilik bağı cemaat anlayışını içinde barındırır ve bireyleri sosyo-kültürel kimlikleri içine hapseder. 194 Kıbrıs’ın demografik özellikleri, bu özelliklerin topluma sağladığı davranış modelleri ve tarihsel deneyimler Kıbrıs sivil toplum kuruluşu dünyası içinde temel belirleyici olmaktadır. Şehirler arası mesafenin az olması örgütsel iletişimin ve katılımın önünü açarken, nüfusun az olması birebir ilişkileri pekiştirmekte böylelikle bireylerin sosyal düzen içinde edindiği roller kalabalık ülkelere göre daha fazla önem kazanmaktadır. Coğrafi şartlar ve popülasyonun azlığı bilgi üretim süreci üzerinde de oldukça önemlidir. Mekan ve nüfus darlığı nedeniyle bireylerin birbirini tanıma ve ilişki kurma süreleri hızlı, kolay ve süreklidir. Bu nedenle bilginin üretiminde ve uygulanımında yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya formülasyonun saptanması oldukça güçtür. Böyle bir durum ise bilginin belli bir tekelde toplanmasını engelleyici bir unsurdur. Bu durumun bir sonucu olarak STK’ların kendi denetleme ve disiplin kurumları dışında, toplumun genelinde kendiliğinden oluşan doğal bir yargı mekanizması hemen her durumda devreye girmesidir. 8. Kıbrıs’ta STK’lar ve Uluslararası Örgütlerlerle (IGO- Inter-Governmental Organizations) İlişkileri: Bu başlık altında Kıbrıs’ta STK ve IGO ilişkisine kısaca değinilecektir. Bir çok uluslararası yardım kuruluşu Kıbrıs’ta görev almaktadır. Ancak bunlardan üçü, UNDP (United Nations Development Program -Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı), UNOPS (United Nations Office for Project Services Programme - Birleşmiş Milletler Proje Hizmetleri Ofisi) ve USAID (United State American International Development - Amerika Uluslararası Kalkınma Dairesi) sivil Biçimlendirilmiş: Sekmeler: 1,9 cm, Sola + 3,49 cm, Sola + 3,81 cm, Sola + 4,13 cm, Sola + 5,71 cm, Sola + 6,03 cm, Sola + 6,98 cm, Sola + 7,3 cm, Sola + 11,11 cm, Sola + 11,43 cm, Sola 195 toplum ve STK’larla sürekli bir diyalog içerisindedir. IGO ve STK’lar arasındaki diyalog kültürel ve sosyal süreli projelerin uygulanmasına yönelik finansal destek verilmesi ve planlanması aşamasında oluşturulmaktadır. Projelerin yürütülmesini ağırlıklı olarak UNOPS üstlenmekte, USAID ve UNDP hibe kaynaklarla projeleri finanse etmektedir. Diyaloğun temel kriterlerin başında Ada’nın Güney ve Kuzey’ini ilgilendiren ortak konulara yardım sağlanması olduğundan dolayı Ada’nın bir bölgesine tek taraflı bir yardım söz konusu değildir. UNOPS tarafından iki toplumlu kalkınma programı (bi-communal development programme) 1998 yılında başlatılmıştır. Programın amacı, Kıbrıs’ta iki toplum arasında barış ve işbirliğini geliştirmek olarak belirtilmektedir. Bu program altında çevre, altyapı, ekonomik kalkınma, eğitim ve kültür, sağlık, bilgi ve iletişim teknolojileri, yönetişim ve sivil topluma yönelik çalışmalar yürütülmektedir. İki toplumlu kalkınma programı’na 2004 yılı için toplam 60,182, 858 $ bütçe sağlanmıştır. Bütçenin %74’ü STK ve sivil Silinmiş: k girişimlere ait projelere, %6’sı Kızılhaç ve Kızılay’a, %11’i yerel birimlere, %9’u ise Silinmiş: UNOPS/UNDPbirimleri arasında dağıltılmıştır (www.unopspmpu.orgoverview.htm). Silinmiş: Kıbrıs’ta IGO ve STK ilişkisi proje bazlı, çok boyutlu ve etkileşimlidir. KKTC tanımdağı için uluslararası yardım çoğunlukla BM gözlemciliğinde alternatif kanallardan sağlanmaktadır. Bu nedenle uluslararası alanda KKTC’de yer alan STK, sivil girişimler ve yerel idareler geliştirilmesi oldukça önemlidir. Silinmiş: ¶ Biçimlendirilmiş: Ortadan 196 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ‘Sivil toplum’ kavramı, 18. yüzyılda modernist aydınlanmacı teorisyenler tarafından, feodal toplumun sanayileşmesine paralel oluşan yeni sınıfların ve yeni işbölümlerinin ayrıştırmaya başladığı toplumsal ilişkiler sistemini tanımlamak için kullanıldı. Epistemolojik olarak sivil toplum, çok daha eskilere dayanmaktadır. Kavram ilk kez Aristo ve Çiçero’nun Antik Yunan ve Roma medeniyetlerine ait eserlerinde kullanıldı. Sivil toplum ilk kavramsallaştırıldığı biçimiyle site ve polis’in devamlılığına hizmet eden vatandaşlar bütününü ifade etmekteydi. Ancak, kavramın bugünkü kullanımına kaynaklık eden modernizm sürecinin özel yapısal dönüşümüdür. Bu nedenle sivil toplum özelde modern toplumdur. Modern toplumu ise feodal toplumdan ayıran iki önemli olgu, sivil toplum teorisyenleri açısından araştırmaya değer bulunmuştur. Bunlardan ilki siyasal toplumu ve sınıf çatışmalarını içeren ‘kamusal alan’ ve diğeri bireyin özel ilişkilerini yürütebildiği aileye ait ahlaki alan yani ‘özel alan’dır. Sivil toplum bu açıdan iki önemli değişkeni politik ve kültürel olanın ayrı ayrı kapılardan içeri girdiği modernizme içkin bir süreçtir. Marx ve Hegel için ‘sivil toplum’ burjuva toplumunun egemenliğinde olan özel ilişkileri betimler. Marx’a göre yeni bir sömürü biçimi, Hegel’e göre ise ahlaksal değerlerin yozlaştığı ve egoist tutukuları dile getiren bir toplum modeliydi. Her ikisi için sivil toplum kapitalistleşmenin tüm olumsuz değerlerini kapsamaktaydı. Aynı dönemlerde liberal düşünürlerin bir çoğu için ‘sivil toplum’ özgürlükleri genişletilmesinin yeni bir yöntemi olarak kabul edildi. Bu nedenle kavram son derece olumlu bir anlam taşıyıp, ilerlemenin önünü açacak bir olgu olarak algılandı. Sivil Silinmiş: ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ ¶ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk 197 toplumun aktörü, liberal düşünürlere göre de burjuva sınıfıydı. Gramsci ve Tocqueville’nin sivil topluma yönelik çözümlemeleri ise kavramın bugünkü kullanımını öncellemekteydi. Gramsci için sivil toplum, devleti denetim altına almak için gerekli üst-yapısal bütünlük sistemidir. Tocqueville’e göre ise sivil toplum, örgütlülüğe ve çoğulculuğa dayanan ideal demokratik toplum modelidir. Pre-modern dönemde ‘devlet’ sivil toplumun enstürmanlarından biri iken, modern dönemde sivil toplum devlete karşı alternatif bir güçtü. 21. yüzyıl başlarında Tocqueville’nin kuramına dayanarak yeni bir sivil toplum anlayışı ‘yeni dünya düzeni’ içerisinde yerini aldı. Sivil toplum; sivil toplum kuruluşları, bireyler, ulusüstü özel ve hükümetlerarası örgütleriyle çok boyutlu bir sistemin bütünü ifade eden katılımcı, çoğulcu ve gelişmeci özellik taşıyan toplumsal bir yapıdır. 21. yüzyılın sivil toplumu, Antik medeniyetlerde olduğu gibi devleti içeren ya da modern dönemdeki gibi devlet karşısında olmakla sınıflandırılmıyor, küresel ölçekte devletin yanında konumlandırılıyor. Kabaca sivil toplum Batı toplumuyla karakterizedir. Buna göre sivil toplum farklı retoriklerle üç temel unsur ortaya koyar; ilerleme, demokratikleşme, liberalleşme ve bunların öznesi bireyselleşme. Bu olguların türevleri ise sivil toplum kuruluşları’nın (STK) sosyo-politik yapısal özelliklerini betimlemek adına her biri ayrı ayrı birer ölçek oluşturur. Özetle STK, sivil toplum içinde araçsal değerdedir. STK’ların hedefi sivil toplum parametrelerinin işlerliğini tabandan tavana uygulanabilir kılmaktır. Basit tanımıyla sivil toplum kuruluşları bireylerin ortak bir amaç için biraraya gelerek oluşturdukları 198 özel gönüllü girişimlerdir. Bu tarz girişimlerin nihai amacı kendi üyelerinin taleplerine yanıt verebilmek, bunu yaparken de kamu yararını gözetmektir. STK’ların kapsamı bakımından ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı mevcut hakların Silinmiş: l müdafaası önemli bir dayanak noktasıdır. STK’ların kamu yararı ilkesinin altında Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk yatan ana mantık, optimal almayı sağlayan verili hakların korunması ve geliştirilmesi, geri kalan marjinal grupları toplumsal uzlaşı zeminine dahil edileceği önermesidir. Bu nedenle sivil toplumu temsilen STK’lar hak olarak kabul edilen olgulara atıfla çalışmalarını sürdürebilir. Sivil toplum teorisyenleri için bu bir nevi Silinmiş: zorunluluk bir anlamda da kamusal ahlakın yerleştirilmesi için gerekliliktir. Sivil toplumun birimler halinde hareket etmesi iktidarla toplum arasındaki mesafenin kısaltılması, katılımcı demokrasinin atırılması gibi etkenler karar sürecini grup hegemonyasından çıkartıp kollektif iradeni hakimiyetine devredilmesi anlamına gelir. Kollektif irade taban insiyatifine dayalı dinamik bir süreçtir. Politik veya kültürel iktidarın bu sürece herhangi bir müdahalesi tepkisel oluşumları gündeme Silinmiş: tepkimenin getirmektedir ki ‘toplumsal hareket’ bu geri dönüşümün kurumsallaşmasıdır. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk Toplumsal hareket düşüncesi ve eylemi sivil toplumla devlet arasında veya toplumsal gruplar arasındaki çatışmayı görünür kılar. Bu bağlamda toplumsal hareketler sivil Silinmiş: a toplum ve devleti aynı oranda denetleyebilen kollektif bilinç düzeyidir. Sivil toplum en asgari düzeyde bile modernizmden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle modernizmin unsurlarının Kıbrıs’taki yansımaları, Kıbrıs’ta sivil toplumu tartışabilmenin bir yöntemidir. Kıbrıs, modernite sürecine kolonyal iktidar Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk 199 altında girmiş ve kendi öznel koşullarını, Batı modernitesinden farklı kurmuştur. Bu süreçte sivil toplum, Batı modernitesini karakterize eden rasyonalite, kapitalistleşme, pozitivizm gibi unsurlardan bazıları dışlanarak, toplumsal dönüşümler ‘uluslaşma’ Silinmiş: a bağlamında kimlik edinimleri üzerine inşa edilmişti. Kıbrıs’ta sivil toplumun belirleyici özelliği azgelişmiş modernizme bağlı olarak azgelişmiş bir sivil toplum Silinmiş: söylemidir retoriğidir. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk Sivil toplumun pratiği sivil toplum kuruluşları ve toplumsal hareketlerin Kıbrıs’taki önemi ise homojen grup kimliğinin başat olduğu kamusal alanları şeklindiren temel unsurlar olmalarıdır. Kıbrıs’ta yaşananlar, sivil toplum açısından ister milliyetçilik bağlamında olsun ister sosyalizm bağlamında yer alsın tüm fraksiyonlarıyla birer toplumsal harekettir. Kıbrıs’ta ‘kimlik’ sorunsalı altında toplumlararası yaşanan mücadele, toplumun merkezinde yer alan çatışmalardan doğarak simgesel bir temelde ceryan etmiştir. Elen ve Türk milliyetçilikleri kendi retoriklerini bu çatışma üzerine kurmuşlardı. Toplumsal hareket bağlamında düşünebilmeyi sağlayan ikinci bir özellik ise Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin ve Kıbrıs Türk solunun mücadelesinde ilk Silinmiş: nin kertede iktidarı değiştirmeyi hedeflememiş olmasıdır. İngiliz döneminde Türk cemaatin tutumu ‘Taksim’ politikasına kadar, nitekim Taksim isteminin başlarında da iktidarı hedefleyen bir politika değildi. Çünkü sorun İngiletere’nin iktidarı değildi, sorun karşı söylemde tüm Kıbrıs Türk ulus-kimliğin dayandırıldığı ‘ötekinin’ iktidarı yani Elenizmin iktidarıydı. Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk 200 Kıbrıs’ta toplumsal dönüşümler kurulan karşıtlık ilişkileri sonucunda gerçekleşmişti. Buna göre Kıbrıs için Avrupa’daki örneklerinden yola çıkarak makro düzeyde (Aberle ve Wilson’un tanımladığı) iki tür toplumsal hareketin gerçekleştiği söylenebilir. Söylemsel pratiğini milli değerler etrafında şekillendiren kanadın yol açtığı değişim ‘transformatif’ nitelikte olmuştur. EOKA ve TMT örneği bunu karşılayan iki dönüşümcü hareketti. EOAKA ve TMT zaman zaman şiddete ve Silinmiş: a baskıya dayanarak toplumsal yapıları yeniden inşa etmeyi amaçlamışlardı. Collas’ın toplumsal hareket çözümlemesine göre ise bu tarz girişimleri gerici olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Ada’da komunist hareket ise reformatif nitelikte olup günlük pratikler üzerine yoğunlaşmıştı. Komunist hareketin amacı basitçe tanımlanırsa sınıfsal farklılıkları ve dengesizlikleri eşitleme çabasıydı. Evrensel sosyalizm iddasında bulunmakla birlikte fazlasıyla endojendi. Son yıllarda özellikle ‘Bu Memleket Bizim Platformu’, ‘Ortak Vizyon’ örneklediği hareketler ise ‘yeni toplumsal hareket’ özelliğini taşıyan eylemlerdi ve ‘alternatif hareketlere’ yakın olmaktadır. Melluci’nin toplumsal hareketlerin sonuçlarına yönelik çözümlemesinden yararlanarak, son yıllarda kollektif iradenin ortaya çıkardığı sonuçlardan bazıları kültürel yenilenme olmuştur. Kıbrıslılık böyle bir kültürel revizyonun ideolojik yönüdür. İkinci bir sonucu yine Melluci ve Touraine dayanarak iktidarın görünür kılınmasıdır. Bulara ek olarak Melluci’nin kehanet ve paradoksal karşı çıkış tanımı Kıbrıs’ta yaşananların özelliklerindendir. Kıbrıs’ta sivil toplum kuruluşları, toplumsal hareketleri kurumsallaşması olarak kabul edilebilir. STK’lar Ada’da, toplumsal çatışma merkezlerinin odağından Silinmiş: Kıbrıs’ta son yaşananlar bir kehanetti, çünkü uluslararası ve merkez konumda bulunan komuoyları için tek rasyonalitenin iktidarın işlenim mantığı olmadığı gösterildi. Paradoksal bir karşı çıkıştı, karşı olunan birçok olgu ters yüz edilerek savunan kişiler ve gruplarca fiili olarak temsil edilmiştir.¶ Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk 201 yer almıştır. Bu nedenle yapısal olarak kamusal ve özel alanlarla hiyerarşik ve ‘tripartial’ diye tanımlanan ilişkiler bütünüyla hareket etmektedirler. Üçlü yapı kurum içi ve kurumlar arası, siyasal temsilin yanında sosyal temsile de olanak tanıyan bir yapılanma öğesidir. Sivil toplum açısından ele alındığında, Kıbrıs’ta sivil toplum kuruluşları, siyasi ve kültürel bir geleneğin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Çoğunlukla, liberal sivil toplum söyleminin idealize ettiği gibi olmamasına rağmen yerleşik bir demokrasi kültürünün ve katılımın sağlanabilmesi açısından önemli kazanımlara sahiptirler. Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır 202 KAYNAKÇA: Aktay, Yasin. (2003); ‘Amerika’da Sivil Toplum ve Sivil Dinin Temelleri’, Sivil Toplum Düşünce veAraştırma Dergisi, S.4, s.25-44 An, Ahmet. (1996) Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi (15711948). Mez-Koop Yayınları:Lefkoşa An, Ahmet. (1998) Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi. Galeri Kültür:Lefkoşa An, Ahmet. (1999) Kıbrıs Türk Kültürü Üzerine Yazılar. Kıvılcım:Lefkoşa Arrighi Giovanni., et al, (2004) Sistem Karşıtı Hareketler. Metis İstanbul Atalay, Mürrüvet. İnan, Bahire Uzman. (1998) Kıbrıs Türkünün Değişim ve Gelişiminde Kıbrıs Türk Kadın Dernekleri. I. Cilt.DAÜ:Gazimoğusa Atalay, Mürrüvet. İnan, Bahire Uzman. (1998a) Kıbrıs Türkünün Değişim ve Gelişiminde Kıbrıs Türk Kadın Dernekleri. II. Cilt.DAÜ:Gazimoğusa Atar, Yavuz. (1997) ‘Demokratik Sistemde Sivil Toplum Fonksiyonu ve Sivil Toplum-Devlet Dualizmi’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.98-102 Baryy, Norman. (1999) ‘Sivil Toplum, Din ve İslam’, İslam, Sivil Toplum Piyasa Ekonomisi.der. Demir, Ömer. Liberte Yayınları: Ankara Başkaya, Fikret. (2000) Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü. İmge:Ankara Başoğlu, Mustafa. (1997) ‘Demokrasi ve Sivil Toplum Kuruluşları’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.113-122 Bayhan, Vehbi. (2002) ‘Risk Toplumu’. Doğu-Batı, S19. s.188-201 Behçet, Hasan. (1969) Kıbrıs Türk Maarif Tarihi. (belirsiz) Lefkoşa-Kıbrıs Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın 203 Beigbeder, Yves. (1999) The Role and Status of International Humanitarian Volunteers and Organizations The Right and Duty Humanitarian Assistance. Martinus Nijhoff Publishers: London Belge, Murat. (1998) ‘Sivil Toplum Örgütleri’, Merhaba Sivil Toplum. der. Ulaş, Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği Beratlı, Nazım. (1997) Kıbrıslı Türklerin Tarihi: I. Galeri Kültür: Lefkoşa Beratlı Nazım. (1999a) Kıbrıslı Türklerin Tarihi: III. Galeri Kültür:Lefkoşa Bizden, Ali. (2003) ‘Reddi Miras’, Birikim S.167, s. 44 - 47 Bostancı, Naci. (1997) ‘Sivil Toplum, Devlet ve Türkiye’. Yeni Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.181-188 Bozkurt, Enver. Demirel, Havva. (2004) Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği Kapsamında Kıbrıs Sorunu. Nobel:Ankara Bryce, Herrington J. (2002) ‘Organizing and Managing Nonprofits For Local Economic Development’. Management In the Non-Profit Sector, First International Symposium 22-24 November. Management Center; Lefkoşa Cahit, Neriman. (1988) Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Mücadele Tarihi. I.Cilt KTÖS: Lefkoşa Cahit, Neriman. (1988a) Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Mücadele Tarihi.II.Cilt KTÖS: Lefkoşa Canatan, Bilal. (2001) Düşünce Tarihinde Kamu Hukukunda Avrupa Birliğinde Yerellik İlkesi. Galeri Kültür Yayınevi: Ankara Cohen, Robin. Rai, Shirin M. (2000) Global Social Movements. The Athlone Press: London and New Brunswick Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın 204 Collas, Alejandro. (2002) International Civil Society Movements in World Politics. Polity Press:Cambridge Conca, Ken. (1996) ‘Greening The UN:Environmental Organizations and The UN System’. NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner Publishers, London. Cooke, Bill. (2002) ‘Katılımın Sosyal Psikolojik Sınırları’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul Çaha, Ömer. (1997) ‘1980 sonrası Türkiye’sinde Sivil Toplum Arayışları’. Yeni Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.28-65 Çaha, Ömer. (1998) ‘İdeolojik Kamusalın Sivil Kamusala Dönüşümü’. Doğu-Batı, S.5, s.74- 97 Çelebi, Aykut. (2002) Avrupa: Halkların Siyasal Birliği. Metis: İstanbul Dağtaş, Erdal. (1999) ‘Yeni Sağ ve Yeni Sol İdeolojilerde Sivil Toplum, Medya ve Demokrasi. İletişim, S.3, s.36 – 59 Doğan, İlyas. (2002) Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum. Alfa:İstanbul Donini, Antonio. (1996) ‘The Bureaucracy and The Free Spirits: Stagnation and Innovation in The Relationship Between The UN and NGOs’. NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner Publishers, London. Ercan, Fuat. (2001) Modernizm Kapitalizm Azgelişmişlik. Bağlam Yayıncılık:İstanbul Emeralp, Sadun. (1998) ‘YerelYönetimler ile Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İşbirliği’. Merhaba Sivil Toplum.der. Ulaş, Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği. 205 Erdözen, Ozan. (1998) ‘STK’lar Hukuki Çerçevede Yenilik Talepleri Üzerine Notlar’. Merhaba Sivil Toplum.der. Ulaş, Taciser. Helsinki Yurttaşlar Derneği Evre, Bülent. (2004) Kıbrıs Türk Milliyetçiliği: Oluşumu Gelişimi. Işık Kitabevi Yayınlar: Lefkoşa Fraser, Nancy. (2004) ‘Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı’ Kamusal Alan ed. Meral Özbek Hil Yayınları: İstanbul Gellner, Ernest. (1998) Milliyetçiliğe Bakmak. (çev.Çoşar, S.-Özertürk, S. – Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Soyarık,N.). İletişim: İstanbul Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Gençkaya, Ömer Faruk. (1997) ‘Demokratikleşme ve Sivil Toplum İlişkisi Üzerine Bir Not’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.102 – 106 Ghinst, Jill Van Der. (1998) ‘ABD ve Avrupa’da Sivil Toplum Kuruluşları Arası İletişimin Dünü ve Bugünü’. Üç Sempozyum. Tarih Vakfı:İstanbul Göle, Nilüfer. (1998) ‘Yurtdışı İlişkilere Kuramsal Bir Bakış’. Üç Sempozyum Sivil Toplum Kuruluşları. Tarih Vakfı:İstanbul Gülmez, Mesut. (2004) Birleşmiş Milletler Sisteminde İnsan Haklarının Korunması. Türkiye Barolar Birliği:Ankara Habermass, Jürgen. (2004) ‘Kamusal Alan’ Kamusal Alan, ed. Özbek Meral, Hil yayınları: İstanbul Habermas, Jürgen. (2002) Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. (çev. Bora, T. – Sancar, M.). İletişim: İstanbul Hardt, Michael. Negri, Antonio (2003) İmparatorluk. Ayrıntı:İstanbul Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır 206 Henkell, Heiko. Stirrat, Roderick (2002) ‘Manevi Görev Olarak Katılım; Güçlendirim ve Seküler Tabiyet’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul Huddock, Ann C. (1999) NGO’s and Civil Society Democracy or Proxy. Polity Press: London Huntington, Samuel. (1996) Üçüncü Dalga Yirminci Yüzyılın Sonlarında Demokratlaşma. (çev.Özbudun, E.). Yetkin Yayınları İnatçı, Ümit. (2003) ‘Kıbrıslı Türklerin Kuşatılmışlık Hali’, Kıbrıs’ın Turuncusu. ed. Hasgüler, M. İnatçı, Ü. Anka:İstanbul Kaboğlu, İbrahim. (1996) Çevre Hakkı. İmge Kitabevi Yayınları Kapani, Münci. (1996) İnsan Haklarının Uluslararası Boyutu. Bilgi Yayınevi:Ankara Keane, John (2002) ‘Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’. Medya Kültür Siyaset. der.İrvan, S. Alp Yayınevi: Ankara Kegley, Charles W., Wittkopf, Eugene R. (1997) World Politics, Trend and Transformation, St.Martin’s Press, New York. Kızılyürek, Niyazi. (2003) ‘Birinci Cumhuriyet’ten Yeni Kıbrıs’a’, Kıbrıs Dün ve Bugün. der.Kürkçügil, Masis. İthaki: İstanbul Kızılyürek, Niyazi . (2003) Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs. İletişim:İstanbul Kalodukas, Angelos. (2003) II. Dünya Savaşından Annan Planına. Kıbrıs Dün ve Bugün. der. Kürkçügil, M.İthaki:İstanbul Kothari, Uma. (2002) ‘Katılımcı Kalkınmada İktidar, Bilgi ve Sosyal Denetim’, Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem,A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul 207 Kuçuradi, İonna (1998) ‘Sivil Toplum Kuruluşları: Kavramlar’. Üç Sempozyum Sivil Toplum Kuruluşları. Tarih Vakfı:İstanbul Kukathas, Chandran. (1999) ‘İslam, Demokrasi ve Sivil Ttoplum’ İslam, Sivil Toplum Piyasa Ekonomisi. der. Demir, Ömer. Liberte Yayınları: Ankara Mahçupyan, Etyen (1998) ‘Osmanlıdan Günümüze Parçalı Kamusal Alan’. Doğu-Batı. S.5, s.21-49 Marshall, T.H (2000) ‘Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar’. Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar. Gündoğan:Ankara Mavratsas, Kayras V. (2002) Elen Milliyetçiliğinin Kıbrıs’taki Yönleri. Galeri Kültür; Lefkoşa Mavratsas, Caesar. (2003) ‘Kıbrıs Rum Kimliği ve Kıbrıs Sorunu Hakkındaki İhtilaflar’. Kıbrısın Turuncusu. ed. Hasgüler, M. – İnatçı,Ü. Anka:İstanbul Melluci, Alberto. (2004) ‘Toplumsal Hareketler ve Günlük Hayatın Demokratikleşmesi’. Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar. der. Keane, John (çev.Köker, L. Çiğdem, A. Küçük, M. Akın, E., Bora, A. Nur, A.) Yedikıta Yayınları:Ankara Mengi, Ayşegül. Algan, Nesrin. (2003) Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme AB ve Türkiye Örneği. Siyasal Kitabevi: Ankara Mihailidis, Mihalis. (2003) ‘Kıbrıs Türk İşçi Sınıfı ve Kıbrıs İşçi Hareketi 19201963’. Kıbrıs Dün ve Bugün. der. Kürkçügil M. İthaki: İstanbul Moose, David (2002) ‘Halkın Bilgisi’ Katılım ve Patronaj: Kırsal Kalkınmada Eylemler ve Temsiller’. Katılım:Yeni Bir Zorbalık mı?. ed. Cooke, B. Kothari, U.(çev. Çiğdem, A.). Demokrasi Kitaplığı Yayınevi: İstanbul Natsios, Andrew S. (1996) NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner Publishers: London. 208 Nelson, Paul. (2000) ‘Heroism and Ambiguity: NGO Advocacy in International Policy’. Development in Practice, Volume 10, Number 3-4: August Nesim, Ali. (1999) Kıbrıs Türk Gençlik Hareketi. Ada-M Basın Yayın: Lefkoşa Ökçesiz, Hayrettin. (1997) ‘ Sivil İtiaatsizlik Hakkı’. Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s. 159-169 Panayiotou, Andreas (2003) ‘Sınır Tecrübeleri: Kıbrıs Sorunu Vatanseverlik Anlayışını Açıklamak’. Kıbrıs’ın Turuncusu. der. Hasgüler, M. – İnatçı, Ü. Anka:İstanbul Petras,James. Veltmeyer, Henry. (2001) Globalization Unmasked: Imperialism in the 21st Century. Fernwood Publishing-Zed Book Rojas, Oscar. (1999) The Role of Civil Society Organizations in Sustainable Development Civil Society at The Millenium: Kumarian Press. Rooy, Alison Van. (1998) ‘Civil Society as Idea: An Analaytical Hatstand’ Civil Society and The Aid Industry: The Politics and Promise. London Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Sancar, Mithat. (2000) ‘Global Sivil Toplum mu?’. Birikim. S.130, s.19-32 Senillosa. Ignacio de. (1998) ‘A new Age of Social Movements: a Fifth Generation of Non- Governmental Organization In The Making’. Development in Practice, Volume 8, Number 1, February. Servas, Pulitis. (1999) Ortak Vatan. (çev. Irkad, Aysel – Irkad, Ulus). Galeri Kültür:Lefkoşa Şenatalar, Burhan. (2001) ‘STK Devlet İlişkilerine Kuramsal Bakış’. Avrupa Birliği Devlet STK’lar. Tarih Vakfı:İstanbul Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır 209 Şensever, Levent. (2003) Dünya Sosyal Formu Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş. Metis:İstanbul Tanıl Bora. (1990) ‘Yeni Toplumsal Muhalefet Biçimleri ve Demokratik Kitle Meslek Örgütleri İçin Yeni Mecralar’. Demokratik Kitle Meslek Örgütleri Perspektifler/Sorunlar. Sağlık ve Toplum Yayınları:İstanbul Tombazos, Stavros. (2003) ‘Kıbrıs Milliyetçilikleri’. Kıbrıs Dün ve Bugün. der. Kürkçügil, M.İthaki:İstanbul Tosun, Gülgün. (2003) ‘Global Sivil Toplum, Siyaset ve Yurttaşlık’. Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi. ed. Çaha, Ömer. Aktay, Yasin. S.4, s.59-73 Touraine, Alain. (2002) Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecekmiyiz. (çev.Kunal, O.), YKY:İstanbul Uvin, Peter (1996) Scaling Up The Grassroots and Scalling Down the Summit; The Relations Between Third World NGOs and The UN’. NGOs, the UN, and Global Governance, ed. Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. Lynne Rienner Publishers, London. Uzun, Ahmet. Uğural, Çetin. et al. (1999) ‘1956-60 İngiliz Dönemi ve Geçici Dönem’ KTAMS Bilelim Yürüyelim. KTAMS Yayınları; Lefkoşa Varnava, Pantelis. (1997) Kıbrıslı Rum ve Türklerin Ortak İşçi Mücadeleleri Tarihten Olaylar. (çev. Haranas, Thanasis) (belirsiz):Lefkoşa Yıldırım, İbrahim (2004) Demokrasi Sivil Toplum Kuruluşları ve Yönetişim. Seçkin: Ankara Yılmaz, Aytekin. (1997) ‘Sivil Toplum Demokrasi ve Türkiye’ Türkiye; Sivil Toplum Özel Sayısı. S.18, s.86-98 210 Weiss, Thomas G., Gordenker, Leon. (1996); Governance, NGOs, the UN, and Global Lynne Rienner Publishers, London. Whaites, Alan (1999) Pursuing Partnership: World Vision and The Ideology of Development – a case study. Development in Practice, Volume 9, Number 4, August Raporlar: - Anual Report of the Department of Co-operative Devolopment For The Year 1961 Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil - The Pancyprian Federation of Labour, Evolution- Achievements of the Trade Union Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Movement of Peo – Historicals Devolopment – Social Security Benefits – Industrial Relations – The Cyprus Economy – The Cyprus Problem – General Information. February 2000 Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın - Information Report of the the Section for External Relations on The Economic and Social Situation and The Role of The Socio-Professional Oraganizations in Cyprus. Rapporteur: Cassina. European Communities, Economic and Social Committe: Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Brussels, 1 February 2000; CES 291/99 fin. Rev. I/KH/ht-E/o Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır - Kıbrıs Sorunu Görüşler Öneriler Belgeler. Dev-İş, KTAMS, KTÖS, Koop-Sen, Emekİş, Devrimci Genel-İş Sendikaları Ortak Yayını: Kıbrıs - KTÖS, 34. Dönem Çalışma Raporu, 2001 – 2003 - Kıbrıs Türk Ticaret Odası 39. ve 40. Dönem Faaliyet Raporu, 2001 – 2003 - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İstatistik Yıllığı 2001 - KKTC Anayasası - KC Anayasası Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11 nk 211 - Republic Of Cyprus, Annual Report Of The Social Welfare Department For The Year 1961 - Republic of Cyprus Ministery of Labour And Social Insurance, Annual Report On Trade Unions For The Year 1969 - Republic Of Cyprus Ministery Labour And Social Insurance Department Of Social Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Welfare Services, Annual Report Of Department The Social Welfare Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Services For The Year 1970 Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil - Republic Of Cyprus Ministery Labour And Social Insurance, Annual Report On Trade Unions For The Year 1970 Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Resmi Gazete: Cyprus Blue Book 1932 Cyprus Blue Book 1933 Cyprus Blue Book 1946 The Cyprus Gazete 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 29 Haziran 1961 Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: Kalın Değil Biçimlendirilmiş: Girinti: İlk satır: 1,25 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 12 nk, Kalın Biçimlendirilmiş: Satır aralığı: 1.5 satır Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 16 Ekim 1971 Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi - 8 Kasım 1971 Web-Site: www.unicef.org www.unopspmpu.org www. deltur.cec.eu.int Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11 nk Biçimlendirilmiş: Varsayılan Paragraf Yazı Tipi Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: 11 nk Biçimlendirilmiş: Girinti: Sol: 0 cm, Satır aralığı: 1.5 satır Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: (Varsayılan) Times New Roman, 11 nk, Yazı tipi rengi: Biçimlendirilmiş: Yazı tipi: (Varsayılan) Times New Roman, 11 nk 212 Sayfa 69: [1] Silinmiş Musti 30.06.2005 03:31:00 5.1.1.1. İnsani Yardım Örgütleri; Kızıl Haç/ Ay Örneği: Kızıl-Haç dünyanın en eski sivil toplum kuruluşlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1863 yılında Henry Dunant ve dört kişiyle birlikte İsviçre’de ‘İnternational Comitee For Relief To The Wounded’ adıyla kuruldu. 1875’te ise bugün bilinen ismini ‘The International Comittie of Red Cross (ICRC)’ aldı. Kızıl Haç kuruluş amacında da yer aldığı gibi temel görevi savaş nedeniyle mağdur insanları korumak ve yardım sağlamaktır. Örgüt temelde 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ve ilerleyen yıllarda imzalanan ilgili sözleşmelerin uluslararası uygulamaları denetlenmesiyle yükümlüdür. ‘Kısaca, Kızılhaç aslında uluslararası insancıl hukukun tanıtımcısı (promoter), garantörü (guarantor), muhafızı (custodian) ve gözlemcisidir (monitor)’ (Beigbeder 1991; 64). Kızılhaç bağımsız , tarafsız ve önayrgısız olarak kurulmasına rağmen ileriki zamanlarda mali bütçesinin büyük çoğunluğunun – ki yaklaşık %97’sini oluşturmakta – devletler tarafından karşılanması, dünya çapında ulusal ve uluslararası spesifik bir yardım sistemi oluşturulması ve devletlerin kendi özerk Kızılay/Haç’larına tüzük ve yasalarla bağlayıcılığı olması nedeniyle tam bir sivil toplum kuruluşu olarak tanımlanmamakta ve son yıllarda STK’ların çeşitlenmesiyle ‘quasi-nongovernmental organization (QUANGOs)’ kategorisine göre nitelendirilmektedir. Ancak Kızılhaç/Ay bir STK olmamasına rağmen BM sisteminin de dışında yer alır. Oldukça özgün ve bir o kadar disiplinli örgütsel ağları nedeniyle dünyanın hiç bir hükümet dışı aktörün olamayacağı kadar aktif ve söz sahibidir. ‘Kızılhaç ve Kızılay 7 temel prensip üzerinden hareket etmektedir; insanlık için (humanity), tarafsızlık (impartiality), yansızlık (neutrality), bağımsız (independence), gönüllü hizmet (voluntary service), dayanışma (unity) ve son olarak evrensellik (universality)’ (Beigbeder 1991; 62). Verilen 7 prensip uluslararası yardım sisteminin oluşturulmasına da örnek oluşturacak everensel değerlerin net bir çerçevesini oluşturur. Uluslararası insancıl hukukun insan haklarında atıfta bulunduğu yasalar da özünde kısmen bu 7 prensip üzerinden tanımlanır. Her ne kadar Kızılhaç başarmış oldukları ve insani değerleriyle tüm dünya da benzersiz bir saygınlık kazansa da yine de Kızılhaç’ın uluslararası sahnede statüsüyle ilgili ciddi kaygılar bugün bile ağırlığını korumaktadır. Temel kaygıların başında Kızılhaç’ın bir İsviçre kurumu olmasının uluslararası ilişkiler bağlamında İsviçre ile birlikte sembiyotik davaranış kalıbı oluşturduğu yönündedir. İddiaların çoğu Kızılhaç’ın yansızlığının İsviçre lehine deforme edildiğini ileri sürmekte ya da tersi biçimde İsviçre’nin Kızılhaç’a karşı tarafgil tutumunu iredelemektedir. Bu tartışmaları çoğaltmak mümkün anacak burada önemli olmasının nedeni insancıl yardım hareketlerinin STK devlet denkleminden değil gerçekte ‘devlet-devlet’ ilişkileri içinde değerlendirildiğini gösterebilmekti. Kızılhaç genel olarak insani yardım örgütlerinin izlediği tutuma örnek oluşturur ve diğer alanlarda faaliyet gösteren STK’lardan uyguladıkları yöntemlerle farklılaşırlar. En başta Kızılhaç ve insani yardım örgütlerinin büyük bir çoğunluğu iletişim kanallarını, özellikle yazılı ve görsel medyayı diğer kurumların aksine kamuoyu üzerinde baskı aracı olarak konumlandırmak için değil, bağış toplayabilmek adına kullanır. Devletlerle olan ilişkilerinde, öteki devlet dışı kuruluşlarından farklı olarak kamuoyu baskısı oluşturma yöntemine başvurmaz ve <sesiz diplomasi> yolunu tercih eder. Sessiz diplomasi yöntemi Kızılhaç tarafından hazırlanan raporlar ve araştırmaların ilgili hükümetlere iletilmesi ve uyarı taşıyan konular için gerekli düzenlemelerin ve uygulamaların hayata geçirilmesini sağlamaktır. Buna göre özelde Kızılhaç’ın genelde ise insani yardım örgütlerinin teknikleri; raporlama, izleme, lobi çalışmaları, hukuksal denetim vb. oluşmaktadır. ‘Ancak, bu devletin raporu kısmen ve sadece kendi işine gelen bölümlerini yayınlaması halinde, raporu tümüyle dünya kamuoyuna açıklar’ (Kapani 1996; 83). Kabaca Kızılhaç’ın (insani yardımın) ayrıcalıklı konumundan dolayı halkla ilişkiler faaliyetlerine gerek duyulmaz öncelikli amaç son kertede kamuoyunu bilgilendirmektir. Sayfa 169: [2] Silinmiş Lefkoşa Mağusa Larnaka Limasol Baf Girne Doğa Kooperatif sayısı 225 140 70 190 129 55 809 Sayfa 175: [3] Silinmiş 12.07.2005 23:38:00 Üye sayısı 55. 730 29. 790 13. 774 37. 886 29. 758 12. 400 170. 338 Musti 30.06.2005 00:08:00 Tablo 3 sendikaların tarihsel gelişmi içinde kadın ve erken dağılımını göstermektedir. Bu tablonun burada kullanılmasının sebebi kadınları sendikal ve örgütlü mücadele konumlarının daha iyi anlaşılabilir olmasını sağlamaktır. Aşağıdaki tabloda görülebileceği sendikalar içinde kadın sayısı 1942 yılından sonra hızla artmıştır.bunun sebebi olarak çalışan kadın sayısındaki artış ve sendikal mücadelenin toplumda çok aktif olmasıdır. Tablo 3: İşçi 1932 1 1942 73 1952 114 1962 179 1969 114 - 43 97 363 278 84 9,124 14 206 51,620 54, 038 - 867 1,888 13, 150 17, 575 84 9,991 16,094 64,770 71,613 sendikaları (Unions Of Employees) Kolları (Branches) Üye Sayısı (Membership Erkek (Males) Kadın (Females) Toplam (Total) ••RC, Ministery of Labour and Social Insurance, Annual Report on Trade Unions for the Year 1969 Sayfa 180: [4] Silinmiş Musti 30.06.2005 01:00:00 Sayfa 180: [5] Silinmiş 2001 Musti Kadın Erkek Toplam 5417 8243 13660 30.06.2005 03:54:00