T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI ULUSLARARASI GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ YÜKSEK LİSANS TEZİ DEVRİM GÜL VURAL Tez Danışmanı: Doç Dr. Songül SALLAN GÜL Isparta, 2007 ÖNSÖZ Akademik çalışmalarımda olduğu kadar, yaşama dair deneyimlerimin zenginleşmesinde çabasını ve bilgisini sakınmadan paylaşan danışmanım Doç. Dr. Songül SALLAN GÜL’e minnettarım. Emeklerinize sağlık, sevgili hocam. Akademisyenlik yolculuğunda desteğini ve ilgisini her zaman hissettiğim Prof. Dr. Metin Lütfi BAYDAR’a teşekkürü borç biliyorum. Çalışmalarımız boyunca bize her türlü desteğini sunan Doç. Dr. Hüseyin GÜL’e, sıkılmadan beni dinleyen ve tezimde büyük emeği olan Dr. Cevdet YILMAZ’a, kaynaklara ulaşmamda önemli yardım sağlayan Umur ÇETİN’e, deneyimini benimle paylaşan Arş. Gör. Ayşe ALİCAN’a, annesinin değerli zamanlarını aldığım sevgili Berfin Ece’ye çok teşekkür ederim. Ayrıca, tezimin tamamlanmasında yapıcı eleştirileriyle yol gösteren Prof. Dr. Bilal Murat ÖZGÜVEN ve Yrd. Doç. Dr. Muharrem GÜRKAYNAK’a teşekkürlerimi sunarım. Ulaşabildiğim ve ulaşacağım tüm başarılarımı, karşılıksız emekleri ve destekleriyle bana istediğim her adımı cesaretle atma gücü veren aileme borçluyum. Annem Rahile VURAL, babam U. Güven VURAL ve biricik kardeşim Demet’e sonsuz teşekkürler. i ÖZET ULUSLARARASI GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ Devrim Gül VURAL Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Tezi, 105 sayfa, Haziran 2007 Danışman: Doç. Dr. Songül SALLAN GÜL Bu tezin amacı, özellikle Soğuk Savaş sonrası güvenlik gündeminde yer almaya başlayan ve insan hakları bağlamında da önemli boyutları bulunan göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti olgularının dünyada ve Türkiye’de gelişimini incelemektir. Çalışmanın temel çıkış noktası, uluslararası göçün değişen niteliklerini, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti kavramları çerçevesinde, küreselleşme bağlamında araştırmaktır. Günümüz uluslararası göç hareketlerinin oluşumunda küreselleşme, neoliberal ekonomik yapılanma, gelir dağılımı eşitsizlikleri, istihdam krizleri ve yoksulluk gibi olgular belirleyici rol oynamaktadır. Göç süreci gelişmiş ve özellikle hedef ülkelerde çelişkili istihdam ilişkilerini belirler hale gelmektedir. Uluslararası rekabet için ucuz işgücüne duyulan gereksinim artmakta, ancak siyasal ve ekonomik açıdan devletler uluslararası göçü “istenmeyen göç” olarak ilan etmektedir. Uluslararası göçe yönelik kısıtlayıcı politikalar, düzensiz ve yasadışı göç süreçlerini ön plana çıkarmakta, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçlarının boyutlarını büyütmektedir. Bu ise, sadece devletlerin güvenliğini değil, aynı zamanda insan güvenliğini de tehdit eder hale gelmekte ve insan hakları ihlalleri de farklı boyutları ile tartışmaya dahil olmaktadır. Bu çalışmada uluslararası göç hareketlerinin yeni süreç ve dinamikleri dünyada ve Türkiye özgülünde ele alınmaktadır. Bu doğrultuda, çalışma dört bölümden oluşmuştur. İlk bölümde, uluslararası göçün tarihsel gelişimi ve göç teorileri uluslararası siyasi-ekonomik çerçevede değerlendirilmektedir. İkinci bölümde, uluslararası göçün değişen nitelikleri ele alınmakta, düzensiz göç, yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı konuları insan güvenliği kavramına da değinilerek incelenmektedir. Üçüncü bölümde, özellikle 2000’li yıllardan itibaren uluslararası göç gündeminde önemli bir yer işgal eden insan ticareti konusu insan hakları boyutunu da içerecek biçimde ele alınmaktadır. Son bölümde, Türkiye’de göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretinin boyutları ile bu alanlarda yapılan mücadele incelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Uluslararası Göç, Düzensiz Göç, Yasadışı Göç, Göçmen Kaçakçılığı, İnsan Ticareti, Kadın Ticareti, Yumuşak Güvenlik, İnsan Güvenliği, Küreselleşme. ii ABSTRACT INTERNATIONAL MIGRANT SMUGGLING AND HUMAN TRAFFICKING Devrim Gül VURAL Süleyman Demirel University, Department of International Relations Master Thesis, 105 pages, June 2007. Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL The aim of this thesis is to analyze migrant smuggling and human trafficking phenomena in the world and in Turkey with human rights dimension. The starting point of the study is to explore the changing characteristics of international migration regarding illegal immigration, migrant smuggling and human trafficking within a broader context of globalization. Globalization, income inequalities, unemployment and poverty are the main determinants of the current international migration movements. Migration has begun to determine the contradictory employment relations in developed countries and particularly in target countries. Due to the global rivalry, the need for cheap labor has been increasing; however migration has been announced as “unwanted” by the states due to economic and political pressures. Restrictive policies result in irregular/illegal migration which exaggerate migrant smuggling and human trafficking. This in return, produces threats not only to the security of states but also to human security as a whole and brings the issue of human rights into the scene. In this context, the thesis is comprised of four parts. In the first part, the historical background of international migration and migration theories are taken up within international framework. Second part of the study examines the changing characteristics of international migration and explores irregular migration with specific reference to human security. In the third part, human trafficking phenomenon is examined in detail including the human rights dimension. In the last part, migrant smuggling and human trafficking in Turkey are explained and the struggle against these crimes is examined in detail. Keywords: International Migration, Irregular Migration, Illegal Migration, Migrant Smuggling, Human Trafficking, Women Trafficking, Soft Security, Human Security, Globalization. iii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ................................................................................................................... i ÖZET ...................................................................................................................... ii ABSTRACT........................................................................................................... iii İÇİNDEKİLER ....................................................................................................... iv KISALTMALAR..................................................................................................... vi ŞEKİLLER DİZİNİ................................................................................................ vii ÇİZELGELER DİZİNİ ......................................................................................... viii GİRİŞ.......................................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM ....................................................................................................7 ULUSLARARASI GÖÇÜN TARİHÇESİ VE FARKLI TEORİK YAKLAŞIMLARDA ULUSLARARASI GÖÇE BAKIŞ ..........................................7 1.1 Uluslararası Göçün Tarihçesi .....................................................................8 1.1.1 Avrupa Kaynaklı Göç Akımları ve I. Dünya Savaşı Sonrası...............9 1.1.2 İkinci Dünya Savaşı Sonrası İşgücü Göçü .........................................10 1.2 Göç Teorileri ...............................................................................................11 1.2.1 Ravenstein’ın Göç Kanunları...............................................................12 1.2.2 İkili Ekonomide Kalkınma Teorisi ........................................................12 1.2.3 İtme-Çekme Faktörleri Teorisi .............................................................13 1.2.4 Neo-klasik Teori ....................................................................................13 1.2.5 İkili İşgücü Piyasası Teorisi..................................................................14 1.2.6 Bağımlılık Teorisi ..................................................................................14 1.2.7 Profesyonel Göçün Yeni Ekonomisi Teorisi.......................................15 1.2.8 Göç Ağları Teorisi .................................................................................15 1.2.9 Göç Teorileri Üzerine Bir Değerlendirme ...........................................16 İKİNCİ BÖLÜM .....................................................................................................18 YASADIŞI GÖÇ VE GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI..................................................18 2.1. Küreselleşme ve Liberal Paradoks .....................................................19 2.2. Ulusal Ekonomilerin ve Sosyal Devletin Dönüşümü .........................21 2.3. Küresel Yoksulluk, İstihdam Krizi ve İşgücü Dolaşımı .....................23 2.4. Uluslararası Göçün Değişen Nitelikleri ve Yeni Eğilimler ................27 2.5. Düzensiz Göç Hareketleri ve Yasadışı Göç.......................................29 2.6. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Ekonomik Boyutu............31 2.7. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Güvenlik Boyutu..............33 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM................................................................................................38 KÜRESEL BİR SORUN OLARAK İNSAN TİCARETİ.......................................38 3.1. İnsan Ticareti’nin Tanımı ve Göçmen Kaçakçılığı ile Karşılaştırması 39 3.2. İnsan Ticaretinin Türleri........................................................................41 3.2.1. Kadın Ticareti ....................................................................................42 3.2.2. Çocuk Ticareti ...................................................................................48 3.2.3. Zorla Çalıştırma/Kölelik ....................................................................49 3.2.4. Organ-Doku Ticareti .........................................................................51 3.3. İnsan Ticaretinin Nedenleri .................................................................51 3.3.1. Ekonomik Nedenler: .........................................................................52 3.3.2. Sosyo-kültürel Nedenler ...................................................................53 3.3.3. Yasal ve Politik Nedenler .................................................................53 iv 3.4. İnsan Ticaretiyle İlgili Uluslararası Hukuk Düzenlemeleri .................54 3.4.1. BM Palermo Protokolü .....................................................................55 3.4.2. Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri .......................................................56 3.4.2.1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi ............................56 3.4.2.2. Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ...........57 3.4.2.3. Birleşmiş Milletler “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) ...............................................................57 3.4.2.4. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ............................58 3.4.3. Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri ....................................58 3.5. Uluslararası Örgütlerin Verilerinde Dünyada İnsan Ticaretinin Boyutları ..........................................................................................................59 3.6. İnsan Ticaretinin Bölgesel Dağılımı ve Eğilimler ...............................62 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ..........................................................................................65 TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇ HAREKETLERİ, GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ.................................................................................................65 4.1. Türkiye’ de Düzensiz Göç Hareketleri ....................................................66 4.2. Türkiye’de Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı .............................67 4.2.1. Türkiye’de Yasadışı Göçün Boyutları..............................................68 4.2.2. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı.......................................................69 4.2.3. Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı.......................................................................................................71 4.2.4. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı ile Mücadele ................................73 4.3. Türkiye’de İnsan Ticareti ve Mücadele ...............................................75 4.3.1. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Alanında Örgütsel Yapı ve Diğer Kuruluşlarla İşbirliği..............................................................................75 4.3.2. Türkiye’de İnsan Ticareti Suçunun Boyutları ................................78 4.3.3. Türkiye’de İnsan Ticareti Mağdurları...............................................82 4.3.4. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele ...........................................85 4.3.4.1. Yasal Düzenlemeler......................................................................86 4.3.4.1.1. Türk Ceza Kanunu ....................................................................86 4.3.4.1.2. Diğer İlgili Kanunlar ...................................................................88 4.3.4.1.3. Mağdurların Yasal Hakları........................................................89 4.3.4.2. İdari Düzenlemeler........................................................................90 SONUÇ VE ÖNERİLER ......................................................................................93 KAYNAKÇA ........................................................................................................101 v KISALTMALAR AB Avrupa Birliği BM Birleşmiş Milletler CEDAW Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi EC Avrupa Komisyonu EGM Emniyet Genel Müdürlüğü ESCAP Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu GAATW Kadın Ticaretine Karşı Küresel İttifak GICIM Uluslararası Göç Küresel Komisyonu ILO Uluslararası Çalışma Örgütü IOM Uluslararası Göç Örgütü OECD Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü UNDP Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNFPA Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu UNHCR Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği UNODC Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi vi ŞEKİLLER DİZİNİ Şekil 4.1. Mağdurların Türkiye’ye Giriş Noktaları ..................................................81 Şekil 4.2. Mağdurların Bulundukları Şehirler ..........................................................81 Şekil 4.3. İnsan Ticareti Mağdurlarının Türkiye’ye Göç Etme Nedenleri.................83 Şekil 4.4. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Gelir Düzeyleri .......83 Şekil 4.5. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Eğitim Düzeyleri.....84 Şekil 4.6. Türkiye’de Görülen İnsan Ticareti Vakalarının Türlerine Göre Dağılımı .85 Şekil 4.7. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Yaş Gruplarına Göre Dağılımı .................................................................................................................85 vii ÇİZELGELER DİZİNİ Çizelge 2.1. İkili İşgücü Piyasası Özellikleri ...........................................................25 Çizelge 2.2. 1990–2000 Yılları Arasında Göçmen Sayıları ve Dağılımı ..................26 Çizelge 3.1. İnsan Ticareti Mağdurlarının Dağılımı.................................................61 Çizelge 3.2. Zorla Çalıştırma Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç............................61 Çizelge 3.3. Cinsel Sömürü Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç ..............................62 Çizelge 4.1. 1995–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı Göçmenler ...............................................................................................................................68 Çizelge 4.2. 2000–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı Göçmenlerin Uyruklarına Göre Dağılımı ................................................................70 Çizelge 4.3. BM Suç ve Uyuşturucu Ofisi Raporunda Yer Alan Bazı Kaynak, Transit ve Hedef Ülkeler.....................................................................................................79 Çizelge 4.4.Türkiye’de 2004–2006 Yılları Arasında Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Uyrukları .........................................................................................82 viii 1 GİRİŞ Göç tarihsel bir olgu olmasına rağmen, günümüzdeki uluslararası göç ve yasadışı göç tartışmaları farklı etkenler etrafında biçimlenmektedir. Özellikle dünyanın az gelişmiş bölgelerinde, ulus-devletler ekonomilerini ve vatandaşlarının ekonomik ve sosyal haklarını koruma konusunda çelişkiler yaşamaktadır. 1980’lerden itibaren egemen olan neo-liberal ekonomik düzen, ülkeleri yoksullaştırmakta; pek çok ülkede giderek vasıfsızlaşan işgücü ulus devletlerin ülke yapılanmaları içinde korunamamaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise, istihdam arayışında halen vasıfsız ve ucuz emek arzının bir kısmına gereksinim duyulması, formel sektörün yanı sıra uluslararası rekabet için informel sektörde çalışmak üzere ucuz emeğin yasadışı göçle giderilmesi ya da bu sürece göz yumulması göç sürecinin ve dolayısıyla istihdamın temel belirleyicileri arasında yer almaktadır. Benzer olarak, gelişmiş ülkelerdeki nüfus yapısı ve nüfusun giderek yaşlanması dinamik işgücüne duyduğu gereksinimi arttırmaktadır. Diğer yandan az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus yoğunluğu da, yüksek işsizlik oranlarına yol açmakta, karşılaşılan ekonomik krizler istihdamı daha da güçleştirmekte, uluslararası göçü neredeyse alternatifsiz kılmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verilerine göre, göçmenlerin %60’ı gelişmiş ülkelerde barınmakta olup, bu bölgelerde yaşayan her on kişiden biri göçmen statüsündedir. Bu veriler küresel işgücünün %20’sinden azına sahip olan gelişmiş ülkelerin göçmenlerin %60’ını barındırmasının nedenlerini oldukça açık ortaya koymaktadır. Ancak, aynı zamanda yasal göç olanaklarının gün geçtikçe daha kısıtlı hale gelmesi nedeniyle, yoksullar, eğitim düzeyi düşük ve vasıfsız kişiler gibi dezavantajlı grupların göç sürecine katılma talepleri yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı olgularını ön plana çıkartmaktadır. Uluslararası ilişkiler alanında göç süreci gelişmiş ve özellikle hedef ülkelerde çelişkili istihdam ilişkilerini belirler hale gelmiştir. Küreselleşme ile ulus-devlet ilişkisine bakıldığında karşımıza Hollifield’in “liberal paradoks” olarak adlandırdığı durum çıkmaktadır (Hollifield, 1998: 595).. Buna göre, günümüzde, bir yandan ulus ötesi ekonomik faktörler ve yapılanmalar güçlerini arttırırken, öte yandan da temel aktörleri egemen ulus-devletler olan bir uluslararası siyasi sistem varlığını 2 sürdürmektedir. Uluslararası rekabet için ucuz işgücüne gereksinim duyulmakta, ancak bu arzın ihtiyacı aşması halinde, siyasal ve ekonomik açıdan devletler göçü kendi vatandaşlarını korumak amacıyla “istenmeyen göç” olarak ilan etmektedir. Bu ise yanıltıcı bir görünüm arz etmektedir. Uluslararası istihdam açısından işgücünün öne çıkan değerleri kaçak göçün istenmeyen bir olgu olarak kabul görmesi yönündedir. Özellikle hedef ülke konumundaki merkez ülkeler bu durumu sadece bir güvenlik sorunu olarak algılamakta, uygulanan yasaklayıcı politikalar düzensiz/yasadışı göç olgusunu arttıracak çelişkileri de barındırmaktadır. Bu politikalar, temelde göçe neden olan faktörleri azaltmak bir yana, daha da arttırmakta, yasadışı göçü körüklemektedir. Aynı zamanda, düzensiz/yasadışı göç abartılan bir güvenlik sorunu olarak da sunulmaktadır. Bu durum, göçmenlerin bir bütün olarak suçlu gibi algılanmasına, etiketlenmesine ve yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın körüklenmesine neden olmakta ve göçmenleri gittikleri ülkelerde aidiyet sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Göçmenlerin marjinalleşmesi, Fransa örneğinde olduğu gibi, göçmenlerin ve göçün bütünsel ve küresel bir sorun olmaktan çok sadece bir güvenlik sorunu gibi gündeme getirilmesine yol açmaktadır. Ekonomik liberalizm, 18. yüzyıldan itibaren devletlerin refahını ve güvenliğini sağlamanın en iyi yolu olarak sunulmakta ve farklı aşamalarda kesintilere uğramasına rağmen uluslararası ekonomik ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, aynı zamanda 17. yüzyıldan bu yana süregelen devletler sistemi, ulus-devleti gücü ve otoriteyi elinde bulunduran ve bunu kullanabilen tek egemen aktör olarak kabul etmektedir. Bugünkü uluslararası sistemde egemenlik, yasal kişilik kazanarak diğer devletlerle ilişki kurabilmenin, yani devlet olabilmenin ön koşuludur. Dolayısıyla, egemenliğini korumak durumunda olan devletleri bir yandan uluslararası siyasi yapı ve ulusal dinamikler içe kapanmaya iterken, diğer yandan ise, uluslararası ekonomik faktörler dışa açılmaya itmektedir. Özellikle insanların dolaşımı söz konusu olduğunda ise, bu çelişki daha belirginleşmekte, egemenlik, vatandaşlık, güvenlik algılamaları sorunları ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda, soğuk savaş sonrasında güvenliğe yönelik geleneksel olarak tanımlanmış tehditlerin yerini yeni koşullar almaktadır. Küreselleşmenin yarattığı dinamik ortam içinde ulusal güvenliğe yönelik tehditler günümüzde farklılaşmış, terörizm, ayrılıkçı hareketler, etnik ve dini çatışmalar, kitle imha silahlarının yayılması, uluslararası 3 organize suçlar gibi “asimetrik tehditler” yeni tehdit alanlarını oluşturmuştur. Salt askeri gücün insanların güvenliğini tehdit eden bu sorunlara karşı yeterli çözümler getirememiş olması da soğuk savaşa ilişkin geleneksel güvenlik teorilerinde yeni arayışları ortaya çıkarmıştır. Günümüzde güvenlik kavramının anlamı değişirken, ekonomik güvenlik, insan güvenliği, çevre güvenliği, küresel güvenlik gibi yeni tanımlamalar ve ulusal sınırları aşan boyutlar da gündeme gelmiştir (Gürkaynak, 2004: 3-4; İzci, 1998: 404-405).. Uluslararası göç, mülteciler sorunu, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti olguları da bu yeni güvenlik tanımında giderek artan önemle yer almaya başlamaktadır. Ülkelerin ve ulusların varlığını ve gelişimini tehlikeye sokacak tehditlerden korunma amacı taşıyan ulusal güvenlik kavramı ekonomik egemenlik, kültürel kimlik, toplumsal istikrar gibi öğeleri de içine alacak şekilde genişlemektedir. Bu bağlamda, uluslararası güvenliğin askeri boyutunun yanı sıra yeni, geleneksel olmayan tehditler de güvenlik kavramı içine girmektedir. Özellikle son yıllarda uluslararası göç bu yeni tehditlerden biri olarak algılanmaya başlanmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren miktarı oldukça artan yasadışı göç olgusunun bir güvenlik tehdidi olup olmadığı üzerinde tartışmalar sürmektedir (Kicinger, 2004: 1-3).. 1990’ların ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkilerde gelişmekte olan insan güvenliği kavramı, güvenliğin değişen boyutuna dikkat çekmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından hazırlanan İnsani Gelişme raporlarından 1994 yılında yayınlanmış olanı insan güvenliği kavramı üzerinde odaklanmıştır (UN, 1994).. Raporun ele aldığı biçimde insan güvenliği, günlük yaşamlarında güvenlik arayışında olan sıradan insanlar için hastalıklardan, açlıktan, işsizlikten, suçtan, sosyal çatışmalardan, politik baskılardan ve çevre felaketlerinden korunma anlamına gelmektedir. Bu anlamda, özellikle ekonomik ve sosyal bağlamda ele alındığında gelişmekte olan insan güvenliği çerçevesi içerisinde göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti de bir gündem maddesi oluşturmaktadır (Ramesh, 2006: 88).. 1950’lerden itibaren Avrupa ve Amerika’ya yönelik göçlerde, özellikle uluslararası işgücü göç hareketlerinde göçmenler hem yaşadıkları yerlerdeki siyasi-ekonomik güvensiz ortamlarda çalışmak zorunda kalmışlar, hem de yasadışı göç sürecinde önemli risklerle karşılaşmışlardır. Bu bağlamda, özellikle göç sürecine giren çoğunluğu 4 eğitimsiz, vasıfsız, yoksul, erkek, kadın ve çocuklar göçmen kaçakçıları tarafından istismara açık bırakılmışlardır. Daha da önemlisi bu kişiler, insan tacirlerinin eline düşerek sömürüye uğrama riskiyle karşı karşıyadır. Bu da, göçmenlerin insan güvenliğini büyük ölçüde tehdit etmekte ve önemli insan hakları ihlallerine neden olmaktadır. Uluslararası göç süreci, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti, kaynak, transit veya hedef ülke ayrımı olmaksızın ülkelerin güvenliğini, ekonomisini ve toplumsal yapısını önemli ölçüde tehdit edebilmektedir. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, kara para gibi organize uluslararası suçlarla el ele gitmekte, ayrıca yolsuzluk ve devlet otoritesinin sarsılmasına kadar pek çok güvenlik sorunuyla gündeme gelebilmektedir. Ayrıca, turizmin ekonomik kalkınmanın öncü sektörü olarak desteklendiği kimi ülkelerde bu sektörün özellikle kadın ticareti ve kadın bedeni üzerinden oluşan pazarlara dönüştüğü hallerde aile kurumu üzerinde ahlaki çöküntü ve değer sarsılması uzun vadede dolayımlı toplumsal yapı sorunlarına yol açma potansiyeline sahiptir. Bu ise, bir yandan güvenlik sorununu farklı boyutlarıyla büyütürken, diğer yandan önemli insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Devletlerin bu anlamda, kendi vatandaşlarının insan haklarını korumak için taşıdığı sorumluluk ve önem başka ülke vatandaşları için kolaylıkla ihlal edilebilir ya da göz yumulabilir bir niteliğe bürünebilmektedir. Bu anlamda, göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretine sadece sınır kontrollerini arttırarak, kapalı kapı politikası uygulayarak, Avrupa kalesi gibi kaleler kurarak yaklaşmak, göçmenleri dışlamak ve özellikle de bu göçmenler içindeki yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi risk gruplarını marjinalleştirmek demektir. Ülke vatandaşlarının istemediği kötü işlerde çalıştırılmak üzere işgücü göçü zaten kabul edilmektedir. Buna bir de piyasanın ihtiyaç duyduğu kadar kaçak göçmenin eklenmesi, tehlikeli işlerde sosyal güvenliksiz çalıştırılmaları, yine, insan tacirlerinin eline geçen kadınların da cinsel sömürü amaçlı kullanılması, emeğin ve insanın haklarının ihlali kadar vatandaşlığın kazanımlarının piyasa uğruna feda edilmesidir. 20. yüzyılda farklı nedenlerle gündeme gelen uluslararası göçler, özellikle işgücü talepleri, çoğu kez sadece ekonomik bir ihtiyaç, uluslararası rekabette yer edinmenin ve küreselleşmenin gereği olarak gündeme gelmiştir. Ancak, göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretinin taşıdığı insan güvenliği ve insan hakları boyutu çoğu 5 kez devletlerin (göç veren ve göç alan ülkeler). temel insan haklarını koruma konusunda vatandaşlık ölçütünü temel almasından dolayı ihmal edilebilmiştir. 21. yy da ise, güvenliğin yeni boyutları ön plana çıkarken, diğer yandan uluslararası hukuk ve insan hakları tartışmaları sürmekte, uluslararası kuruluşların etkinliği de sorgulanmaktadır (Axworthy, 2004: 246-258). 11 Eylül saldırıları ve uluslararası terörizmin yeni boyutları uluslararası göçle bağlantılı güvenlik algılamalarını yoğunlaştırmaktadır. Bugün dünyanın hemen her yerinde görülen coğrafi hareketliliğin ve özellikle geçici dolaşımların devletlerin ve toplumların güvenliğini ne derecede ve hangi şekillerde etkileyeceği hem ulusal hem de uluslararası siyasal gündemde önemli yer kazanmaktadır. Aynı zamanda, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artması ile gündeme gelen iç güvenlik tehditleri, göçmenlere karşı ayrımcılık ve insan hakları bağlamı ile birleşerek sorunu çok boyutlu hale getirmektedir. Siyasa yapıcılar ve uygulayıcılar açısından ekonomik ve demografik gerekliliklerin kaçınılmaz kıldığı göç hareketlerini bir yandan toplumlarının güvenliğini koruyarak diğer yandan ise göçmenlerin dışlanmasını ve etiketlenmesini önleyerek nasıl yönetecekleri önemli bir sorun alanı olmaya devam etmektedir. Bu tartışma ekseni, insan ticareti için de geçerliliğini korumaktadır. İnsan ticareti dünyada her yıl 600 bin ile 2 milyon arasında tahmin edilen kadın, erkek ve çocuğun maruz kaldığı, en tehlikeli yasa dışı ticaret olgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Temel insan hakları ihlallerine yol açan modern kölelik denilebilecek insan ticareti olgusu uluslararası sözleşmelerde yerini bulmuş ve uluslararası kuruluşların da giderek daha fazla önem verdiği bir alan haline gelmiştir. Ancak, bir yandan uluslararası hukukun gücü, diğer yandan uluslararası kuruluşların politikalarının ve önerilerinin uygulanabilirliği tartışma konusudur. Çünkü her ikisi de normatif ve bağlayıcı olmayan özelliktedir ve dolayısıyla uygulamada yer bulma olanakları devletlerin kararlılığı ve olanakları ölçüsünde belirlenecektir. Bu anlamda son yıllarda Türkiye, hem uluslararası sözleşmelerin iç hukukta yerini bulması, hem de uluslararası kuruluşlarla işbirliği içerisinde yapılan uygulamalar açısından insan ticareti ile mücadelede olumlu bir örnek olarak görünmektedir. Bu çalışma, dört bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde, uluslararası göçün tarihsel gelişimi ve göç teorileri ortaya çıktıkları döneme ait 6 uluslararası siyasi-ekonomik gelişmeler ile birlikte değerlendirilerek uluslararası göçe yönelik genel bir çerçeve oluşturulmaktadır. İkinci bölümde, günümüzde yaşanan uluslararası işgücü göçünün şekillenmesinde önemli rol oynayan küreselleşme, buna bağlı olarak gelişen yeni ekonomik yapılanma ve istihdam krizi ile uluslararası göçün niteliğinde meydana gelen değişimler ele alınmaktadır. Bu bölümde son olarak, dünyada düzensiz göç akımları, yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı konuları uluslararası ilişkilerde soğuk savaş sonrasında gittikçe önemini arttıran yumuşak güvenlik tartışmaları ve insan güvenliği kavramlarına da değinilerek incelenmektedir. Çalışmanın üçüncü bölümünde, özellikle 2000’li yıllardan itibaren uluslararası göç gündeminde önemli bir yer işgal eden insan ticareti konusu ele alınmaktadır. Günümüzde modern kölelik olarak da adlandırılan ve çoğu zaman organize suç örgütleri tarafından yönlendirilen bu olgu, toplumların yapısına ve sosyal ilişkilere tehdit oluşturmaktadır. Ancak, insan ticareti her şeyden önce çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden birisidir. Bu bağlamda, insan ticaretinin nedenleri, türleri, boyutları ve bu alanda yapılan uluslararası düzenlemeler insan ve vatandaşlık hakları boyutunu da içerecek biçimde ele alınmaktadır. Son bölümde ise, Türkiye’de göç hareketlerinin gelişimi kısaca ele alındıktan sonra, Türkiye’nin göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadelesi incelenmektedir. Özellikle, insan ticareti konusunda uluslararası standartlarda mücadele yürütmeye çalışan Türkiye, bu alanda hem yasal düzenlemeler hem de uluslararası kuruluşlarla işbirliği anlamında olumlu bir örnek olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’de insan ticaretinin boyutları, mağdur profilleri, yasal ve idari önlemler ile yapılan diğer çalışmalar ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. 7 BİRİNCİ BÖLÜM ULUSLARARASI GÖÇÜN TARİHÇESİ VE FARKLI TEORİK YAKLAŞIMLARDA ULUSLARARASI GÖÇE BAKIŞ İnsan hareketliliği neredeyse insanlık tarihinin başlangıcından bu yana sosyal hayatın en önemli yönlerinden biri olagelmiştir. Ulus devletlerin oluşumu ve uluslararası siyasi sistemin temel aktörü olmasını takiben ise, bu hareketlilik sınır ötesi dolaşım şeklini alarak farklı siyasi, ekonomik ve sosyal anlamlar da kazanmıştır. Devletler, egemenlik, vatandaşlık, güvenlik, siyasi ve ekonomik ulusal çıkarlar gibi parametreleri göz önünde bulundurarak göç hareketlerine yön vermeye çalışmışlardır. Günümüzde ise, ekonominin küreselleşmesi ve ulusal ekonomilerin üzerindeki etkisi nedeniyle göç artık devletlerin sınır kontrollerinin ötesinde uluslararası bir olgu haline gelmektedir. Bu bağlamda, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren nüfus ve işgücü hareketleri, kaçak göç akımları, dış göçler ve göçmen hakları sorunları akademik ve siyasi tartışmaların merkezine taşınmaktadır (Sallan Gül, 2002: 80). Günümüzde uluslararası göç tartışmalarının odak noktasını göçü arttıran nedenler ve artan göç baskısını kontrol etme çabaları oluşturmaktadır. Bu iki etken göç sürecinin nasıl gerçekleşeceğini belirlemektedir. Ancak, temel göç denklemini oluşturan faktörler çok fazla değişmemektedir. Ulusal ve uluslararası gelir dağılımındaki uçurumlar, istihdam olanaklarının dengesiz dağılımı, siyasi, etnik, dinsel ve benzeri kültürel haklar alanında yaşanan gerilimler göçün itme ve çekme etkenlerini oluşturmaktadır. Bunun yanında hane halkı özellik ve kararları ile bireysel kararların da göç davranışının temel denklemine dâhil olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, göç hareketlerini açıklamaya çalışan çeşitli modeller geliştirilmektedir. Bunların bir kısmı ekonomik faktörlere vurgu yaparken bir başka grup ise bireysel, psikolojik etmenleri birincil önemde görmektedir. Ancak bu geleneksel denilebilecek makro ve mikro yaklaşımların yerini göçü küreselleşme içerisinde bir süreç olarak 8 algılayan yaklaşımlar almaktadır. Çünkü göç akımları, en yoksulları içerdiği kadar görece sosyal ve insan sermayesi daha güçlü olan kimseleri de içermeye başlamıştır. Ayrıca bu akımlar günümüzde gönderen ve alan ülke boyutunu aşarak daha uzun vadeli olmakta ve sirkülasyonlar şeklinde kendini göstermektedir. Bu da yeni uluslararası göç akımlarının ulus ötesi boyutunu ön plana çıkarmaktadır, göç süreci artık birden fazla coğrafyayı ilgilendirmektedir. Örneğin Afganistan’ın bir köyünden yola çıkan göçmenin, Pakistan’dan edindiği sahte belgelerle önce Moskova’ya oradan da İngiltere’ye ulaşması günümüzde daha sık rastlanan bir olgu olarak göçün değişen niteliğini ortaya koymaktadır (Sirkeci, 2006: 34). Göç sürecini belirleyen faktörler ve süreçte yer alan aktörler de hem nicelik hem de niteliksel olarak değişim geçirmektedir. Göç politikaları ekonomi, ticaret, işgücü piyasaları, sağlık, kültür, güvenlik ve risk alanlarının ulusal ve uluslararası düzeyde kesişmesiyle oluşmaktadır. Göç sürecinin aktörleri ise ailelerden başlayıp işverenleri, devletleri, uluslararası organizasyonları ve hatta insan kaçakçılarını içerecek biçimde geniş bir yelpazededir. Bu bağlamda, çalışmanın bu bölümünde günümüzdeki göç olgusunun değişen anlamlarını ortaya koymak amacıyla öncelikle uluslararası göçün tarihsel gelişimi ve bu gelişime paralel olarak oluşturulan farklı teoriler kapsamında uluslararası göçün kavramsal çerçevesi ele alınmaktadır. 1.1 Uluslararası Göçün Tarihçesi Göçler insanlık tarihinde yeni bir olgu olmayıp, insanların binlerce yıldır kıtlık, savaş, sürgün gibi nedenlerle yurtlarını terk ettikleri bilinmektedir. Ancak kapitalizmin gelişimi ve sanayi devrimi ile birlikte, hem kırdan kente hem de çevre ülkelerden kapitalizmin merkezlerine doğru kitlesel işçi göçlerinin başladığı görülmektedir. Aynı zamanda, emperyalist ülkelerin kurdukları sömürgelere doğru kitlesel bir ters akım da başlamış, Avrupalı nüfuslar bu yeni yerleşim yerlerinde yerlileri azınlık haline getirmişlerdir. (Aydoğanoğlu, 2006). 19. yüzyıldan itibaren başlayan bu yeni uluslararası göç olgusu, uluslararası siyasi-ekonomik gelişmelerle etkileşim içinde günümüze değin gelmiştir. Günümüzdeki göç olgusunun niteliklerini daha iyi yorumlayabilmek için uluslararası politik ve ekonomik yapının göçü nasıl yönlendirdiğini de anlamak gerekmektedir. Bu bağlamda, uluslararası göçün tarihsel gelişimi İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası olmak üzere, dönemlerinin başlıca uluslararası belirleyicileri ile birlikte yorumlanarak ele alınacaktır. 9 1.1.1 Avrupa Kaynaklı Göç Akımları ve I. Dünya Savaşı Sonrası Büyük çaptaki göç hareketlerinin birinci dalgasının Avrupa devletlerinin emperyalist atılımları ile başlayarak, Birinci Dünya Savaşı'nın bitimi ile sona erdiği söylenebilir. Avrupa üç yüzyıl boyunca dünyanın göç hareketlerine yön vermiştir. İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa gelişen nüfuslarına yeni yerleşme yerleri sağlamak üzere sömürgeler kurmuş, 1820–1930 yılları arasında 55–60 milyon Avrupalı denizaşırı ülkelere göç etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri bu göç dalgası için ana hedef ülke olmuş, uluslararası göçün doruk noktasına ulaştığı 1900–1909 yılları arasında 8,2 milyon göçmenin ülkeye girdiği kaydedilmiştir (Boyle vd., 1998: 25).. Üç yüzyıl süren bu uluslararası göç dalgası neredeyse dünyanın şeklini değiştirmiştir. Avrupa kökenli göçmenler Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Yeni Zelanda'da yeni devletlerin oluşumuna yol açmışlardır. Bu yeni devletlerde yerliler ise azınlık durumuna düşürülmüştür. İkinci göç dalgası aynı dönemde, ancak farklı bir yönde olmuştur. 17. ve 18. yüzyılda Avrupalı tüccarlar Kuzey Afrika'dan topladıkları köleleri Güney Amerika'ya, Karayib adalarına, özellikle Brezilya'ya götürmüşlerdir (Weiner, 1995: 17).. Üçüncü uluslararası göç dalgası Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra çözülen imparatorlukların tasfiye dönemine rastlamaktadır. Osmanlı ve Habsburg devletlerinin çözülmesi, Orta, Doğu ve Güney Avrupa'da yeni devletlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu devletler milliyetçilik akımının etkisi ile benimsedikleri zorunlu göç politikası yolu ile homojen nüfuslar yaratma kararı verince, büyük çapta sığınmacı hareketleri oluşmuştur. 1920'li yıllar büyük çapta nüfus mübadeleleri sürecine sahne olmuştur. Buna ayrıca Rus Devrimi ve ona bağlı olarak çıkan iç savaştan kaçan Beyaz Ruslar ve 1930'lu yıllarda Nazi imha planlarından kaçmayı başaran Yahudiler de eklenmiştir (Weiner, 1995: 18). İki dünya savaşı arası dönemde Güney ve Doğu Avrupa vatandaşları ile Avrupalı olmayanların da uluslararası göç sürecini belirlemeye başlamaları geleneksel olarak göç alan ülkelerin politikalarında değişikliğe neden olmuştur. Böylece, kısıtlayıcı göç politikaları ilk kez ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin, ABD’de 1924 tarihinde çıkarılan kota yasası ile her ülkeye o ülke vatandaşı göçmen nüfusunun ABD’deki yoğunluğuyla orantılı olarak kota konulmuştur. Bu yolla, göçmen nüfus yapay olarak düzenlenmeye başlanmış, İngiltere gibi ülkelere sağlanan ayrıcalıklarla da göçmen nüfusun kompozisyonu 10 belirlenmeye çalışılmıştır. Bu anlamda, I. Dünya Savaşından önce ve iki dünya savaşı arası dönemde uluslararası göçün Avrupalı güçlerin ve politikalarının etkisinde geliştiği söylenebilir (Boyle vd., 1998: 26). 1.1.2 İkinci Dünya Savaşı Sonrası İşgücü Göçü Dördüncü göç dalgası İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Asya, Ortadoğu ve Afrika'da kurulan yeni bağımsız devletlerin doğuş yıllarına rastlamaktadır. Bu yeni devletlerin çoğunlukla etnik açıdan bölünmüş, otoriter siyasal rejimlere sahip olması kaçınılmaz biçimde şiddet hareketlerine yol açıp milyonlarca insanı sığınmacı statüsüne düşürmüştür. Uluslararası göçün beşinci dalgası ise dördüncü dalga ile kesişerek, daha sınırlı ölçüde ekonomik nedenlerden dolayı ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası izlenen kalkınma politikaları ve Bretton Woods sisteminin etkisi ile göç, çoğu zaman işgücü ve beyin göçü olarak az gelişmiş ülkelerden merkez ülkelere doğru olmuştur. Bu dönemde, Avrupa ve Akdeniz kıyıları ile Kuzey ve Orta Amerika başlıca göç alan bölgeler olmuştur. 1950 ve 1960'lı yıllarda Batı Avrupa, Birleşik Amerika ve petrol üreten Ortadoğu ülkeleri ekonomilerini daha verimli kılmak amacı ile yabancı işgücü ithal etmeye başlamışlardır. Her ne kadar bu işçiler başlangıçta süreli olarak getirilmişlerse de özellikle Avrupa ve Amerika'ya gelen konuk işçiler bu ülkelerde yerleşme eğilimi göstermişlerdir (Weiner, 1995: 1920). 1970’lerde baş gösteren ekonomik kriz dünya ekonomisinin yeniden yapılanması ve gelişmiş ülkelerin işgücü talebinin azalması gibi sonuçları beraberinde getirirken, uluslararası göç anlamında da yeni bir dönüm noktası yaratmış ve günümüzde yaşanan uluslararası göç olgusunun temellerini de oluşturmuştur. İşgücü göçünün yapısal özellikleri ve boyutu dünyadaki siyasi gelişmelerle yakından ilişkilidir. 1970’lerdeki petrol krizinden sonra yaşanan ekonomik kriz, devletlerin görece olarak göç üzerine daha çok eğilmesini sağlamıştır. 1980’ler boyunca yaşanan ekonomik ve siyasi krizler de birçok ülkede göçmenlere olan muhalefeti arttırmıştır. Bu nedenle birçok Avrupa ülkesinde ırkçılık ve fanatizm güç kazanmış, yabancı düşmanlığı yükselmiştir. Bu süreçte iktidara gelen yeni sağ partiler izledikleri yeni sağ ekonomik politikalarla Keynesyan yoksullukla mücadele anlayışından kopuş sürecini başlatmıştır. Bu nedenle 11 yoksulluğun yapısal ve sınıfsal nedenleri göz ardı edilmeye başlanmıştır. Birçok ülkede göçmenlere yönelik programlara ayrılan bütçeler kısıtlanmış ya da tamamen kaldırılmıştır. Özellikle 1980 sonrası gelişen neo-liberal uygulamalar dezavantajlı grupların ve göçmenlerin aleyhine politik sonuçlar doğurmuştur. Bunun sonucu olarak sosyal yardımlarda devletin rolü azalmış, yoksul vatandaşlar akrabalık, cemaatler gibi ağlarla sosyal dayanışmayı sağlarken, göçmenlerin izolasyonu giderek artmıştır (Sapancalı, 2005: 202–206). 1990’lı yıllar istihdam arayışında olan potansiyel göçmenlerin merkez ülkelerdeki kapalı kapı politikaları karşısında yasadışı yollara daha fazla başvurmaya başladığı yıllar olmuştur. 2000’li yıllarda ise bu sorun artarak devam etmekte, özelikle 11 Eylül saldırıları sonrasında güvenlik boyutunun da ön planda yer aldığı tartışmalar devam etmektedir. Uluslararası göçün tarihsel dönüşümü, göç hareketlerinin yaşandığı dönemin uluslararası siyasi ekonomik ortamı tarafından şekillendiğini göstermektedir. Bu hareketler aynı zamanda uluslararası ve ulusal politikaların oluşumunda, ekonomik ve toplumsal yapılarda önemli etkiler bırakabilecek nitelikte olabilmektedir. Bu nedenle, tarihsel gelişimine paralel olarak uluslararası göç hareketlerinin nedenlerini açıklamaya çalışan birçok göç teorisi bulunmaktadır. Günümüzde yaşanan göç olgusunun niteliklerine ve dönüşümüne yaklaşımda kuramsal arka plan sağlaması amacıyla bu teorilerden başlıcaları aşağıdaki bölümde ele alınmaktadır. 1.2 Göç Teorileri Göç teorileri, kişilerin veya hanelerin davranış biçimleri, ekonomik, sosyal ve siyasi etkenler gibi değişkenlere dayanmaktadır. Göç teorilerinin bir kısmı itici faktörlerin önemine öncelik verirken, bir kısmı çekici faktörleri ön plana almaktadır. Diğer yandan, göç olgusunun açıklanmasında bazı teoriler bireyin, bazı teoriler ise yapının belirleyiciliğine vurgu yapmaktadır (Stalker, 2000: 131–135). Uluslararası göçe nasıl yaklaşıldığı, daha geniş bir uluslararası ekonomi-politik algısı ile de ilişkilidir. Göç teorileri, dönemin uluslararası siyasi ve ekonomik yapılanması ile şekillenerek uluslararası göç olgusunun tarihsel gelişimini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, günümüz göç hareketlerinin özelliklerini açıklamakta da göç teorileri, konuya bakış açısına bağlı olarak, bir yaklaşım sunmaktadır. Bu nedenle, bu 12 çalışmada göç teorileri kronolojik gelişim içerisinde ve dayandıkları siyasi-ekonomik bağlamla ilişkilendirilerek ele alınmaktadır. 1.2.1 Ravenstein’ın Göç Kanunları Ernest Georg Ravenstein, uluslararası bağlamda göç olgusuna kuramsal açıklamalar getiren ilk çalışmaları yapmıştır. Ravenstein, 1881 yılında İngiltere’deki nüfus verileri üzerine çalışmış ve yedi tane göç kanunu tanımlamıştır. Ravenstein, 1885 ve 1889 da “The Laws of Migration” başlıklı iki makalede görüşlerini açıklamıştır. Bu çalışmalarda göç ve uzaklık, göç ve aşamaları, yayılma ve oturma süreçleri, göç zincir ve halkaları, dolaysız yani doğrudan göç, kent ve köy göç farkı, kadın ve erkek gibi farklı değişkenler bağlamında konuyu ele almıştır. Ancak Ravenstein’ı göç kuramı açısından önemli kılan uluslararası göçle ilgili ilk çalışmaları yapmış olmasıdır. Ravenstein uluslararası göç olgusunda ekonomik temelli bir yaklaşım ortaya koymuş, uluslararası göçü kentsel ve endüstriyel gelişim ile bağlantılı olarak açıklamıştır. Ravenstein, göçü ortaya çıkaran etmenler olarak kötü veya baskıcı kanunlara, olumsuz iklim koşullarına ve ağır vergilere de işaret etmiştir. Fakat Ravenstein için göçün temel etmeni, ekonomik anlamda daha iyi olma isteğidir ve bunun dışındaki diğer koşullar o kadar güçlü değildir. Dolayısıyla, ekonomik göç dalgaları diğer koşulların yarattığı göç dalgalarından daha güçlüdür. Ravenstein göçün sürekli artarak devam eden bir süreç olduğunu vurgulamakta, bu sürecin sebebi olarak da sanayinin gelişmesini ve buna bağlı olarak sanayi ve ticaret merkezlerinin çoğalmasını göstermektedir (Yalçın, 2004: 26). 1.2.2 İkili Ekonomide Kalkınma Teorisi 1954 yılında W.A. Lewis tarafından geliştirilen “sınırsız işgücü arzıyla büyüme modeli” başlı başına bir göç teorisi olmamakla birlikte, göç teorilerine model oluşturmuştur. Bu teoriye göre, işgücü arzı ekonomik kalkınmanın anahtarıdır. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde modern sektörlerin gelişmesi tarım gibi geleneksel sektörlerden gelecek olan işgücüne bağlıdır. Verimliliği az olan geleneksel sektörlerden modern sektörlerde çalışmak üzere göç eden işgücü arzı sınırsız olduğundan ücretlerin düşük seviyede kalmasına olanak tanımaktadır. Böylece, modern sektörler düşük maliyetler nedeniyle genişlemektedir. Göç olgusu da bu teori tarafından hem işgücüne talebi olan modern sektörler hem de bu işgücü 13 arzını üreten geleneksel sektörler açısından bir kaldıraç olarak görülmektedir (IOM, 2003: 14). 1.2.3 İtme-Çekme Faktörleri Teorisi Göç teorilerinden en çok bilinenlerinden biri de itme ve çekme faktörleri kavramına dayanan kuramdır. Bu kuramı, Everett Lee 1966 yılında “Bir Göç Teorisi” (A Theory of Migration). adıyla yayınladığı makalesinde ele almıştır. Lee’ye göre Ravenstein’in kuramı göçün üzerinde odaklanmakta, ancak göçmeni göz ardı etmektedir. Yapılan göç çalışmalarının çoğu göçmenlerin demografik yapısına ait genel bir eğilim ortaya koymaktan öteye gitmemektedir (Todaro, 1976: 16). Bu nedenle Lee öncelikle göçlerin karakteristik özelliklerini arayarak bunların içinde göçmenleri yönlendiren itici ve çekici faktörleri belirlemeye çalışmıştır. Bu teoriye göre hedef bölgedeki sosyo-ekonomik koşullar, merkez bölgedeki koşullardan daha üstünse, kişiler bu bölgelere yönelirler (Yalçın, 2004: 30). 1.2.4 Neo-klasik Teori 1960’lı yıllarda Ranis, Fei ve Todaro tarafından geliştirilen teori, neo-klasik iktisat teorisinden de esinlenerek, göçün yapısal belirleyicileri ile bireysel davranışları kombine ederek bir göç teorisi oluşturmuştur. Yapısal anlamda göçün nedeni, sermaye ve işgücünün bölgesel olarak eşit dağılmamasından kaynaklanmaktadır. Ücret ve yaşam standardı işgücünü mobilize etmekte, göç veren ülke ile göç alan ülke arasındaki işgücü arz-talep farklılıkları göçün yapısal nedenlerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu teoriye göre ücret farklılıkları yok oldukça ve küreselleşme ile ulusal ekonomiler birbirine bağımlı hale geldikçe işgücünün dolaşımı da azalacaktır. Teorinin mikro düzeydeki yaklaşımı ise, bireylerin göç kararını rasyonel olarak, kendi beşeri sermayelerine maksimum katkıyı sağlayacak şekilde aldıkları yönündedir. Teoriye göre, bireyler tam bir farkındalık ile göçün fayda ve maliyet hesaplarını yapabilmekte ve göç sürecine isteyerek katılmaktadır (Todaro, 1969: 138-148). 14 1.2.5 İkili İşgücü Piyasası Teorisi 1970’li yılların sonlarında Michael J. Piore tarafından geliştirilen teori göçün sanayi toplumlarının sürekli bir gereksinimi olduğunu ileri sürmektedir. Göçmen işgücüne duyulan ihtiyaç sanayi toplumlarının yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır, çünkü kapitalizm varlığını sürdürebilmek için olumsuz koşullarda düşük ücretlerle çalışabilecek kişilere ihtiyaç duymaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik yapılanma sermaye-yoğun birincil bir sektör ve onu destekleyen emek-yoğun ikincil bir sektörden oluşmaktadır. İşgücü piyasasındaki yukarı doğru hareketlilik oldukça zor olduğundan işgücü ikincil sektörde kalmakta, diğer yandan enflasyon baskısı nedeniyle ücretlerin ve çalışma koşullarının düzeltilmesi yoluna gidilmemektedir. Bu yapılanma içinde göçmenler, ikincil işleri kabul etmektedirler, çünkü bu ücretler halen kendi ülkelerindekinden yüksek olmaktadır. Böylece, bu esnek üretim yapısı içinde vasıfsız göçmen işçiler de kötü çalışma koşullarında istihdam edilme imkânı bulabilmektedirler. Dolayısıyla, gelişmiş ülkeler kendi vatandaşları tarafından yapılmayan ikincil işlerde göçmen işgücü istihdam ederek, birincil sektörlerini geliştirecek desteği sağlamaktadırlar (Piore, 1986: 23-33). 1.2.6 Bağımlılık Teorisi 1980’li yıllarda Saskia Sassen ve Portes tarafından geliştirilen bağımlılık teorisi, Samir Amin, Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank gibi birçok düşünür tarafından ortaya atılan dünya-sistem teorisinden temellenmekte ve merkez-çevre ilişkisini odak almaktadır. Dünya sistem teorisi, dünyayı merkez ve çevre olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Wallerstein’ın yaklaşımı çerçevesinde, merkez ülkeler, ekonomik ve sosyal olarak gelişmiş ve genel olarak da kapitalist ilişkiler sistemini uygulayan ülkelerdir. Çevre ülkeler ise kapitalist ağlar ve değerler ile kuşatılmış ve merkez ülkelere bağımlı olan ülkelerdir. Merkez ve çevre ülkeler kapitalist değerler ve ekonomik zorunluluklar sistemi çerçevesinde karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık ilişkisi içerisindedirler. Çevre ülkeler merkez ülkelerin sürekli kapitalist gelişimi için ihtiyaç duyulan bir konumdadır. Bağımlılık sistemi içerisinde merkez ülkeler, ucuz işgücü, hammadde ve üretilen malın pazarlanması için çevre ülkelere ihtiyaç duymaktadırlar. Çevre ülkelerden gelen hammadde, çevre ülkelerden gelen 15 ucuz işgücüyle işlenerek maliyet düşürülmekte ve düşük maliyetli bu ürünler ülke içinde tüketilmekte ya da diğer ülke pazarlarına ihraç edilmektedir (Balibar, 1995: 134). Bu yapıyla ilintili olarak bağımlılık teorisi de uluslararası göçü küreselleşmenin ve güçlü kapitalist ekonomilerin zayıf ekonomilere nüfuz ederek bir dünya sistemi oluşturmasının bir sonucu olarak görmektedir. Bu durum, yoksul ülkelerdeki gelir kaynaklarını zayıflatarak daha iyi koşullar arayan hareketli bir işgücünün oluşmasına neden olmaktadır. Bu süreç, çok uluslu şirketler ve doğrudan yabancı yatırımları ile hızlanmakta, tarım reformları ve tarımsal üretimin azalması ile kent-kır ayrımı artmaktadır. Bu koşullarda, gelişmiş ülkelerde ihtiyaç duyulan vasıfsız işgücü açığı bu ülkelerden gelen göçmen işçiler tarafından karşılanmakta, böylece göç akımlarına dayanan dünya çapında bir işgücü arz-talep düzenlemesi oluşmaktadır. Sanayileşmiş merkez ülkeler, çevre ülkelerin işgücünü ve özellikle beyin göçü ile nitelikli işgücünü sömürmekte, asimetrik bir bağımlılık ilişkisi oluşmaktadır. 1.2.7 Profesyonel Göçün Yeni Ekonomisi Teorisi 1990’lı yıllarda Oded Stark tarafından geliştirilen teori göç kararının sadece bireyler tarafından değil, gruplar tarafından verildiğini, özellikle aile ve hane halkının etkili olduğunu, göçün bir aile stratejisi olduğunu öne sürmektedir. Aile içinden bir ya da birkaç kişinin göç sürecine katılması ile aile geliri artmakla kalmayıp, aynı zamanda çeşitlenmekte, dolayısıyla bir tür güvence olmaktadır. Bu teori, görece olarak daha iyi gelire sahip kişilerin neden göç ettiklerini de açıklamakta yardımcı olabilmektedir. Gelirini göç süreci için riske edemeyen yoksul aile üyeleri ülkelerinde kalırken, daha fazla harcama yapabilecek üyeler ise göç sürecine katılmaktadır (Stark ve Bloom, 1985: 173-178). 1.2.8 Göç Ağları Teorisi 1990’lı yıllarda sosyolojide kullanılmakta olan “ağ” kavramı göç olgusunu açıklamakta da kullanılmaya başlanmıştır. Douglas Massey, göç ağını göçmenlerin aileleri, arkadaşları ve ülkelerinde kalan yakınları ile karşılıklı ilişkilerinin bir bütünü olarak tanımlamaktadır. Bu ağlar, göç sürecinin maliyetini ve risklerini azaltarak göç kanalları oluşmasına yol açmaktadır. Göç kanalları çoğaldıkça, göçmenler için daha fazla hedef ülke ve faaliyet alanı sunmaktadır. Bu ağların enformel olması halinde, göçmenlerin seyahat ve konaklamalarını karşılayabilmektedir. Daha sofistike 16 durumlarda ise suç ağları, göçmen kaçakçılığı yoluyla kişileri yüksek ücretler karşılığı sınırlardan geçirmektedir. Bu ağları kullanan göçmenler borç yükü altına girmekte, kimi zaman baskı ve şiddete maruz kalabilmektedir (IOM, 2003: 14; Massey vd., 1999: 24-32). 1.2.9 Göç Teorileri Üzerine Bir Değerlendirme Görüldüğü gibi göç teorileri ortaya atıldıkları dönemin siyasi-ekonomik belirleyicilerini temel alarak göç akımlarını açıklamaya çalışmıştır. Göç akımlarının özelliklerine bakıldığında da tarihsel olarak teorilerin göç akımlarının gelişimi ile çakıştığı görülmektedir. Endüstri Devrimi’nin etkisini sürdürdüğü yıllarda sanayileşmenin yarattığı işgücü talebinin diğer sektörlerden kaydırılan istihdam ile sağlaması, göç teorilerinin de bu sektörler arasındaki ilişki üzerine oturtulmasına neden olmuştur. 1950’li yıllar da benzer şekilde Fordist üretim biçiminin yaygın olarak kullanıldığı, tarımdan sanayiye geçişin kalkınmanın temeli olduğu bir modern toplum projesine sahne olmuştur. Bu nedenle, ikili ekonomide kalkınma teorisi gibi göç teorileri işgücü göçünü bir kaldıraç olarak nitelemiştir. 1960’lı yıllarda ortaya atılan neo-klasik göç teorileri ise dayandıkları iktisat modeline ve günün koşullarına uygun olarak bireysel faktörleri göç analizinin içine katmıştır. Teori, göç sürecini bireysel girişimin bir parçası olarak yorumlarken, bölgeler arası eşitsizliklerin işgücü arz-talebi yoluyla giderilebilecek geçici dengesizlik durumları olarak değerlendirmiştir. Ancak, özellikle 1970’li yılların ekonomik krizleri ve işgücünün hareketliliğine karşı oluşan negatif ortam yapısal eşitsizliklerin sorgulanmasını gündeme getirmiş, merkez-çevre ilişkileri kapsamında asimetrik bir bağımlılığın uluslararası göçün merkez ülkeler tarafından çıkarlarına uygun olarak yönlendirildiğini savunan bağımlılık teorileri ön plana çıkmıştır. Aynı dönemlerde, ikili işgücü piyasası teorisi merkez-çevre kavramını işgücü piyasalarının yapısına uyarlayarak esnek üretim biçiminin yarattığı vasıflı-vasıfsız işgücü ayrımı üzerinde durmuştur. 1990’lı yıllarda ise, uluslararası göç sürecinin karmaşıklaşması ile birlikte yapısal faktörlerin yanında aileler, gruplar ve ağların da göç analizine katılması söz konusu olmuştur. Göç teorilerinin herhangi birinin göç akımlarını tek başına açıklamakta yeterli olduğunu söylemek zordur. Teorilerin değerlendirilmesi konuya nereden bakıldığı ile 17 de yakından ilgilidir. Bu çalışmanın konusu olan uluslararası işgücü göçü, yasadışı göç ve insan ticaretine yaklaşım açısından ön plana çıkan teoriler ise bağımlılık teorisi ve ikili işgücü piyasaları teorisidir. Bağımlılık teorisi, Immanuel Wallerstein’ın dünya siyasi-ekonomik sistemi üzerindeki daha geniş çerçeveli teorisinden esinlenerek oluşturulmuştur. Bu kuramsal çerçeve içerisinde günümüzde küreselleşmenin yönlendirdiği işgücü hareketliliği ile bu hareketliliğin önündeki engeller incelenmektedir. 18 İKİNCİ BÖLÜM YASADIŞI GÖÇ VE GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI Günümüzde, özellikle merkez ülkelerin kendi işgücü piyasalarını korumak ve artan işsizliği önlemek için kısıtlayıcı göç politikaları ile göçmen işçilerin ya da işgücü göçünün engelleme çabalarına rağmen, yabancı işçilerin sayısında artış gözlenmektedir. Bu çelişkili durum, kısmen göçmenlerin evlilik gibi ailesel bağları kullanarak göç etmelerinden kaynaklanmışsa da küresel ekonomik yapılanmanın hem göç alan hem de göç veren ülkeler açısından bu olguyu zorunlu kıldığı faktörlerden de etkilenmektedir (UNFPA, 2002: 20). Günümüz uluslararası göç hareketlerinin oluşumunda küreselleşme, neo-liberal ekonomik yapılanma, dünya üzerinde gelir dağılımı eşitsizliği, istihdam krizi ve yoksulluk gibi olgular belirleyici rol oynamaktadır. Küresel ekonominin özellikle az gelişmiş ülkeler üzerinde yarattığı baskı, işgücü piyasaları üzerinde olumsuz etkilere yol açmakta, istihdam olanaklarının kısıtlılığı ve gelir dağılımı eşitsizliği bugün dünyanın birçok yerinde yoksulluğu ve işsizliği en önemli sorunlar olarak karşımıza çıkarmaktadır. Diğer yandan, neo-liberal ekonomi politikaları sosyal devletten uzaklaşmayı ve bireysel girişim kavramını ön plana çıkarırken, geleneksel olarak devletin koruması altında olması gereken yoksullar, işsizler, kadınlar ve çocuklar gibi gruplar yalnızlaşmakta, yaşadıkları yerlere aidiyet duyguları aşınmakta, farklı yaşam biçimlerinin arayışına girmektedir. Aynı zamanda, küresel ekonominin yapısal özellikleri bir yandan yüksek düzeyde profesyonelleşmiş birincil bir sektöre dayanırken, diğer yandan da vasıfsız ve ucuz işgücünü de gerekli kılmaktadır. Bu noktadan bakıldığında uluslararası işgücü göçü artmakta, fakat kısıtlayıcı politikalar nedeniyle bu göç giderek daha fazla yasadışı nitelik kazanmaktadır. Bu gruplar aynı zamanda, günümüzde giderek artmakta olan uluslararası suç organizasyonlarının hem kaynağı hem de hedefi haline gelebilmektedir. Bu bağlamda, uluslararası göçün artışında ve niteliksel dönüşümünde önemli rolü olan küreselleşmenin ve onun şekillendirdiği uluslararası ekonomi-politiğin irdelenmesi gerekmektedir. 19 2.1. Küreselleşme ve Liberal Paradoks Günümüzde teknolojik ilerleme ve teknolojinin paylaşımı süreci olarak kabul gören küreselleşme, yeni bir tarihsel evre olmayıp, kapitalizmin farklı aşamalarında bu tür genişleme evrelerinin yaşandığı görülmektedir. Son yüzyıllarda kapitalizmin gösterdiği gelişme kendini iki ayrı küreselleşme dalgası olarak ortaya koymuştur. Bu evrelerden ilki, dokuma tezgâhlarındaki teknolojik gelişmeler ile üretimin, demiryollarının ve buhar gücüne dayalı okyanus ötesi taşımacılığın geliştiği 19. yüzyıl olmuştur. 19. yüzyılın küreselleşme evresinin temel özelliği, üretim ve pazarlama maliyetlerindeki düşüş ile birlikte bu maliyetler içinde ulaşım giderlerinin payının da hızla düşmesidir. Ulaşım maliyetlerinin düşüşü, üretilen malların dünya pazarlarında yer almasının en önemli nedeni olmuştur. Bu dönem boyunca artan sanayileşme oranları ile ileri sanayi ülkeleri imalat mallarını çevre ülkelere hammadde karşılığında satmaya başlamıştır. Bu hızlı sanayileşme döneminde, büyüme oranları ivme kazanmış, dünya kapitalizminin liderleri konumunda olan ülkeler her geçen yıl daha fazla iktisadi büyüme göstermiştir. Ancak, diğer yandan aynı dönem üçüncü dünya için sanayisizleşme ve geri kalma anlamına gelmiştir. Örneğin, dünya tekstil imalatının önemli bir bölümünü yapan Hindistan 19. yüzyılda ham pamuk karşılığında tekstil ithalatı yapan bir çevre ülke konumuna gelmiştir. 19. yüzyılda yaşanan bu küreselleşme dalgası eşitsiz ekonomik yapılanmanın temellerini oluşturarak bir anlamda 20. yüzyılda yaşanan ikinci küreselleşme dalgasının da zeminini oluşturmuştur (Yeldan, 2003: 431). 20. yüzyılın küreselleşme dalgası, II. Dünya savaşının ardından uluslararası ticareti serbestleştirmeye yönelik adımlarla başlamıştır. II. Dünya savaşı sonrası gündeme gelen liberal ekonomiye ve küresel insan haklarına dayalı “yeni uluslararası düzen” söylemine benzer olarak günümüzde de “küreselleşme” neredeyse her tartışmada anahtar sözcük olarak kullanılmaktadır. Küreselleşme olgusunu toplumsal hayatın tüm yönlerine dair yeni düzenlemeler içeren bir siyasi ve iktisadi önlemler reçetesi olarak öne süren neoliberal söylem bu süreci kendi nesnel yasalarına sahip, karşı konulamaz bir dönüşüm olarak göstermektedir. Bu bağlamda, ulus devlet kavramının da yeniden uluslararası sermaye akışının gereklerine göre yapılanması gerektiği vurgusu sürekli yapılmaktadır (Yeldan, 2003: 429). Ancak bu noktada, küreselleşme ile ulus-devlet ilişkisine bakıldığında karşımıza Hollifield’in “liberal 20 paradoks” olarak adlandırdığı durum çıkmaktadır. Günümüzde, bir yandan ulus ötesi ekonomik faktörler ve yapılanmalar güçlerini arttırırken, öte yandan da temel aktörleri egemen ulus-devletler olan bir uluslararası siyasi sistem de varlığını sürdürmektedir. Hollifield bu olguyu liberal paradoks olarak değerlendirmektedir, çünkü bu durum bugün küreselleşmenin belirleyici unsuru olan liberal felsefenin doğasında barınan bir ikilemi yansıtmaktadır. Ekonomik liberalizm, 18. yüzyıldan bu yana hegemonik güçler tarafından tüm devletlerin refahını ve güvenliğini sağlamanın en iyi yolu olarak sunulmakta ve farklı aşamalarda kesintilere uğramasına rağmen uluslararası ekonomik ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, aynı zamanda 17. yüzyıldan bu yana süregelen devletler sistemi, ulus-devleti gücü ve otoriteyi elinde bulunduran ve bunu kullanabilen tek egemen aktör olarak kabul etmektedir. Bugünkü uluslararası sistemde egemenlik, yasal kişilik kazanarak diğer devletlerle ilişki kurabilmenin, yani devlet olabilmenin ön koşuludur. Dolayısıyla, egemenliğini korumak durumunda olan devletleri bir yandan uluslararası siyasi yapı ve ulusal dinamikler içe kapanmaya iterken diğer yandan ise, uluslararası ekonomik faktörler dışa açılmaya itmektedir (Hollifield, 1998: 595-636). Küreselleşmenin ekonomik boyutuna bu anlamda bakıldığında, uluslararası ticaretin ve sermaye yatırımlarının arttığı, uluslararası örgütlenmelerin ve işbirliğinin olduğu bir uluslararası ekonomi politiğin geçtiğimiz yüzyılın önemli bir olgusu olduğu söylenebilir. Bu sürece paralel olarak ülke sınırları daha geçirgen hale gelmiş ve uluslararası ticaretteki serbestlik düzeyi artmıştır. 1950 yılında 380 milyar dolar olan dünya ticaret hacmi 1997 yılında 5,86 trilyon dolara çıkmıştır. Dünya ticaretindeki bu hızlı artışın sebeplerinden biri gümrük tarifelerindeki düşüştür. Ancak, bu noktada uluslararası ticarette sağlanan serbestliğin pek çoğunun gelişmiş ülkelere ait işletmelerin ticaret kapasitelerini artırmaya dönük olduğunu ve gelişmiş ülkelerin kendi sınırlarını ticari faaliyetler için yeteri kadar geçirgen hale getirmediklerini de belirtmek gerekir (Tağraf, 2002: 34). Özellikle az gelişmiş ülkelerin görece avantajlı olduğu tekstil ve tarım gibi emek yoğun sektörlere yönelik kota uygulamaları devam etmektedir. Uluslararası ticarette her ne kadar seçici de olsa yaşanan serbestlik geçtiğimiz yüzyıllarda da yaşanan bir olgudur, ancak 20. yüzyılda yaşanan küreselleşme dalgasını farklılaştıran ve yaygınlaştıran ise bilgi teknolojilerinin gelişimi olmuştur. 21 Özellikle 1980’li yıllardan itibaren enformasyon teknolojilerinin yaygınlık kazanması, dünyada zaman ve mekân kavramlarının eski anlamını ortadan kaldırmıştır. Bu durum küreselleşme bağlamında belki de ilk etkisini finans piyasalarında hissettirmekle birlikte, bu etki günümüzde çok daha geniş bir alana yayılmıştır. Küreselleşmenin yeni yüzü, ulusal sınırların ve devletlerin iradesinin dışında oluşan küresel finans hareketleridir. Küresel finans, ulusal devletler tarafından düzenleme dışı bırakılmış, kendi kuralı ile 24 saat ve elektronik bir şekilde yürütülen para hareketi olarak açıklanabilir (Atatüre, 2003: 72). Bu sayede küresel ekonomi karşılıklı bağımlılıkların geliştiği bir yapı oluşturmuştur. Para piyasaları tüm dünyada aynı anda belirlenerek, ulus ötesi sermaye akışı sınır tanımaz bir nitelik almıştır. Diğer yandan, doğu bloğunun yıkılması sonrasında liberal piyasa ekonomisine yönelik güven duygusu artmış, tüm maliyetine rağmen, eski planlı/devletçi ekonomiler, piyasa mekanizması süreci içinde, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin imkânlarından yararlanma çabası içine girmişlerdir. Bir diğer ifade ile duvarların yıkılmasının ardından, küreselleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi aşılmıştır. Her ne kadar küreselleşme karşıtı hareketler artmaya başlamış olsa bile, son dönemde neo-liberal politikaların ağırlığı her ülkede kendini göstermiştir. Ekonomik yönden bugün yeryüzündeki ülkelerin önemli bir kısmı birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin Tayland’da başlayan bir kriz, bütün Asya’yı etkilediği gibi, Avrupa ekonomileri de etkileyebilmektedir. Bu da doğal olarak ülkeleri kendi politikaları kadar, başka ülkelerin izlediği ekonomik ve siyasal politikalar konusunda da duyarlı olmaya zorlamaktadır. Yani artık ülkelerin iç işlerinde yaşadığı sorunlar ile dış ilişkilerindeki sorunlar arasındaki sınır giderek ortadan kalkmaya başlamaktadır (Bozkurt, 2000). 2.2. Ulusal Ekonomilerin ve Sosyal Devletin Dönüşümü Küreselleşme olgusunu toplumsal hayatın tüm yönlerine dair yeni düzenlemeler içeren bir siyasi ve iktisadi önlemler reçetesi olarak öne süren neoliberal söylem bu süreci kendi nesnel yasalarına sahip, karşı konulamaz bir dönüşüm olarak göstermektedir. Bütün ülkelerin bu yeni sürece uygun şekilde yapısal dönüşümlerini gerçekleştirmesi küresel ekonominin nimetlerinden yararlanmanın bir 22 önkoşulu olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, merkez dışı ya da az gelişmiş ülkelerin yapması gereken ulusal pazarlarını uluslararası sermayeye açmak ve bunun için gerekli reformları gerçekleştirmektir. Bu bağlamda, ulus devlet kavramı da yeniden uluslararası sermaye akışının gereklerine göre yapılandırılmalıdır. Nitekim küreselleşme felsefesinin azgelişmişlik ve kalkınma gibi terimleri içeren iktisat kuramlarını yavaş yavaş “yükselen piyasalar” söylemiyle değiştirmeye başladığı görülmektedir. Neoliberal bakış açısıyla, kalkınma bir hedef olmaktan çıkarılmakta, az gelişmiş ülkelerin de birer yükselen piyasa olması özendirilmektedir (Yeldan, 2003: 429). Böylece, ulus-devlet ve ulusal ekonomi kavramları da yeni anlamlar kazanmakta ve uygulamada yer bulmaktadır. Uluslararası sermaye akışından görece avantajlı konumlar elde edebilmek ve portföyleri kendilerine çekebilmek için gerekli olan koşulları yaratmaya çalışan ülkeler, yapısal düzenlemeler yapmakta, makro ekonomik hedeflere yönelmekte, para politikalarında istikrar sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu zorunluluk dolayısıyla devletler görece otonomilerini kaybetmeye başlamakta, kendi iç işlerini ilgilendiren konularda ulus ötesi yapıları göz önüne alarak, istihdam, iş güvencesi ve sosyal politika gibi alanlarda müdahalelere açık hale gelmektedirler. Küresel bir eğilim olarak, belirli bir canlanma yarattığı gözlenen ve daha çok ekonomik bir proje biçiminde algılanan ve destek bulan, devletin küçültülmesi söyleminin, toplumsal yaşamın diğer alanlarını nasıl etkilediği de önem kazanmaktadır. Devletin küçültülmesi eğiliminin sonuçları, kamusal yaşamı örgütlü olan ve demokratik mekanizmaları işleyen ileri sanayi toplumları ile az gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumlarda farklı olmaktadır. Devletin küçültülmesi ile boş bıraktığı alanlar, sadece mevcut kamu kaynaklarına ve olanaklarına bağımlı olan orta ve alt gelir grubu için daha zor ulaşılabilir olmaktadır. Bu durum da, bu kişilerin alternatif sosyal güvenlik ağlarına yönelerek yurttaşlık algılarının değişmesine yol açabilmektedir. Yoksulları kapsamayacak eğilimler, ticarileşmiş hizmetlere ulaşabilmeleri çok daha zor olan bu grupların gittikçe daha fazla içe kapanmalarını ve enformel dayanışma ilişkilerine bağımlı hale gelmelerini beraberinde getirmektedir (Erder, 1998: 111). Bu bağlamda küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sorunları çözmenin anahtarı olarak girişim kavramı öne çıkarılmaktadır. Bireyin girişimciliğini öne çıkaran söylem, devletin küresel süreçte ortaya koyacağı rolleri de tanımlamaktadır. 23 Devlet girişim kavramı çerçevesinde grupların ve kurumların yönetimi için yeni pazar modelleri ve pratik sistemler icat etmelidir. Bu anlamda, bireysel insan hayatının kendisinin bir girişim olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Bireyler teknik olarak işsiz olsa bile, her an sermayesini korumakla ve geliştirmekle sorumlu hale gelmektedirler. Sürekli olarak yeni girişimlerde bulunma zorunluluğu, bütün sorumluluğu bireyin davranışsal yeterliliği ve yeteneğine dayandırmaya başlamıştır. Sonuç olarak insanların karşı karşıya kaldığı sorunların nedeni sadece onların kendi girişimlerini yeterince ortaya koyamamalarıyla açıklanmaya başlamaktadır (Guy, 2000: 41). Bu söylem tehlikeli bir şekilde ‘marjinal’ olanları –evsiz, işsiz, yoksulları, kadın ve çocukları– ötekileştirmekte ve toplumsal hayatın dışına itmektedir. Bir yandan bu grupların yurttaşlık bağları sarsılırken diğer yandan ise enformel kanallarda yer alma ya da bu tür örgütlenmeler için hedef haline gelme potansiyeli taşıyan risk grupları oluşmaktadır. Diğer yandan, kapitalist üretimin özellikle son 30 yıldır ürettiği krizler merkez ülkelerde bile başlasa, kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle çevre ülkeleri de etkilemektedir. Ekonomileri kırılgan olan bu ülkelerdeki krizler kendini siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar olarak yeniden üretmektedir. Artan işsizlik ve yoksullaşmanın yanı sıra, özendirilen tüketim kültürü ve bireyselciliğin de etkisiyle toplumsal kesimler arasında giderek artan bir eşitsizlik söz konusu olmaktadır. Tüketim ideolojisinin dayanışmacı ilişkileri tasfiye etmesiyle birlikte ağır ekonomik koşullara kültürel ve moral çöküntü ile gelecek kaygısı da eklenmektedir (Öngen, 2003: 161-162). Bu şekilde, dünyanın birçok bölgesinde yaygın yoksulluk ve işsizlik yaşanırken, gelişmiş ülkelerin dünya gelirinin çok büyük bölümüne sahip olduğu eşitsiz yapılanma, özendirilen tüketim kültürü ve yaşam algısıyla birleşmekte, kişileri yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya itmektedir. Günümüzde yaşanan göç hareketleri, küreselleşmenin getirdiği faktörlerin ve dünya üzerindeki eşitsiz yapılanmanın sonucu olarak çoğunlukla ekonomik sebeplerden kaynaklanmaktadır. 2.3. Küresel Yoksulluk, İstihdam Krizi ve İşgücü Dolaşımı Günümüzde, uluslararası göçlerin artışındaki belirleyici neden, ekonomik birikimin gelişmiş ülkelerde yoğunlaşması sürecine karşın, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaygın bir yoksullaşma yaşanması, dolayısıyla küresel 24 gelir dağılımı uçurumunun gittikçe büyümesidir (Gökbayrak, 2007). Küreselleşmeyle birlikte gelen değişim, uluslararası göç olgusunun hem giderek artmasına hem de ulus-devlet yapılanmasıyla bir arada var olan bu sınırlar ötesi hareketliliğin çok boyutluluğuna neden olmaktadır. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği yapı her ne kadar dünya ekonomisinde sanal bir genişleme yarattıysa da bu ekonomik gelişme özellikle gelişmekte olan ülkelerde kendisini gelir artışı ve yeni iş olanakları olarak göstermemektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın istatistiklerine göre dünya üzerinde yoksulluk sınırında yaşayan kişilerin oranı son elli yılda son beş yüz yıla oranla daha hızlı bir düşüş göstermektedir. Ancak, bu gelişmenin karşısında dünyadaki gelir dağılımı dengesizliğinin giderek arttığı gerçeği de durmaktadır. 1975 yılında kişi başına milli gelir gelişmiş ülkelerde az gelişmiş ülkelerin 41 katı ve orta gelirli ülkelerin 8 katı iken, bu oranlar bugün sırasıyla 66 ve 14 olarak gerçekleşmektedir (GCIM, 2005: 12). 2005 yılında dünya üzerindeki en yoksul %40’lık kesim küresel gelirin %2’sine sahipken, en zengin %10’luk kesim ise gelirin %54’üne sahiptir (UNDP, 2006: 11). Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki yaygın yoksulluk, Post-Fordizm olarak adlandırılan yeni küresel üretim ilişkilerinin istihdam yapısında oluşturduğu değişim tarafından da pekiştirilmektedir. Ekonomik gelişmenin tartışılmaz önceliği Sennett’e göre Yeni Kapitalizmin temel özelliğidir. Buna göre, iktisat küreselleşmiştir ve yeni teknolojilerden yararlanmaktadır. Devasa hükümet ve şirket bürokrasileri giderek hem daha esnek hem de daha güvensiz kurumlar haline gelmektedir. Önceki dönemin refah devletlerinin sosyal güvenceleri çökmektedir. Kapitalizmin kendisi de, iktisadi bakımdan esnek, son derece hareketli bir hale gelmiştir (Sennet, 2002: 30-31). Bu şekilde, üretim biçimlerinin değişmesi ve dünya çapındaki rekabetle karşılaşan firmalar verimliliği yükseltmek için esnekliğe dayalı farklı istihdam politikaları izlemektedirler. Yeni üretim sistemi ile stratejik ortaklıklar ve konsorsiyumlar gibi yollarla küresel firmaların yerel firmalarla işbirliği yapmaları sağlanmaktadır. Sınırı aşan üretim ilişkileri, çok uluslu şirketleri ve güçlü yerel sermayeyi esnek ve bilgi teknolojilerini yoğun kullanan yapılar olarak ortaya çıkarmaktadır (Castells, 1996: 96). Böylece, bildiğimiz geleneksel işçi kavramının anlamı değişmekte ve işçilerin bir arada ve örgütlü olduğu yapılardan uzaklaşılmaktadır. Esnek üretim sistemi emek 25 gücünde ikili bir farklılaşma yaratmıştır. Bunlar çekirdek ve çevre işgücü kavramlarıyla tanımlanmaktadır (Çizelge 2.1).. Çekirdek işgücü sistemin merkezinde yer alan ve ileri teknoloji kullanımına sahip olan grup iken çevre işgücü piyasa koşullarına göre geçici olarak istihdam edilen gruptur. Çizelge 2.1. İkili İşgücü Piyasası Özellikleri Çekirdek İşgücü İyi eğitim almış işçiler Kurumsal olarak nitelikli işçiler Düzenli istihdam kayıtları Düşük işgücü devri İşe ilişkin önemli sorumluluklar İyi çalışma koşulları İyi ücret İşletme destekli emeklik ve diğer yardımlar Kariyer beklentisi Sendikalı işgücü Önemli derecede mesleki eğitimin sağlanması Çevre İşgücü Kötü eğitim almış işçiler Nitelik düzeyleri düşük işçiler Düzensiz istihdam kayıtları Yüksek işgücü devri İşe ilişkin daha az sorumluluk Kötü çalışma koşulları Düşük ücret İşletme emekliliğe ilişkin destek sağlamaz Kariyer beklentisi yoktur Düşük sendikalılaşma Daha düşük düzeyde mesleki eğitimin sağlanması Kaynak: Shackleton, 1995: 35. İkili işgücü piyasası ve esnek üretim, kısmi zamanlı çalışma, mevsimlik çalışma ve evde çalışma gibi farklı çalışma koşullarını gün geçtikçe çalışma yaşamının temel nitelikleri haline getirmektedir. Dolayısıyla yeni küresel üretim ilişkileri, “yeni profesyoneller” olarak adlandırılan bir azınlığa hizmet ederken, öte yandan vasıfsız emek sayılan büyük kitleler için yoksullaşma anlamına gelmektedir. Kapitalist gelişme her aşamasında toplumsal işbölümünü yeniden kurarken bazı sektörleri ve katmanları tasfiye etmektedir ki bu günümüzde küçük esnaf, çalışanlar, çiftçiler ve işsizlerdir. (Şimşek, 2006). Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO). istatistiklerine göre 2006 yılında dünya üzerinde 195,2 milyon insan işsizdir, bu da %6,3 gibi bir orana denk gelmektedir (ILO, 2007: 1). Geçen on yıllık dönemde yalnızca gelişmiş ülkelerde işsizlik oranları düşmekte iken diğer bölgelerde ya sabit kalmış ya da artmıştır (GCIM, 2005: 12-13). Diğer yandan işsizlik, günümüzdeki istihdam krizinin yalnızca bir boyutudur. İşsizliğin yanı sıra çalışan yoksulluğunda da artış görülmektedir. ILO verileri 2006 yılında 1,37 milyar çalışanın günde 2 doların altında gelir elde ettiğini göstermektedir (ILO, 2007: 1). Bu da özelikle gelişmekte olan ülkelerde ücretlerin ve çalışma koşullarının düzenlenemediği yüksekliğine işaret etmektedir. enformel sektörde çalışma oranının 26 Küresel istihdam krizinin ve yoksulluğun uluslararası göçte meydana gelen eğilimler anlamında da önemli etkileri vardır. Özellikle Asya, Afrika ve Güney Amerika’da ulusal ekonomilerin gittikçe artan sayıda insana yaşayabilecek kadar ücretli bir iş verememesi, bazı ülkelerde yaşanan işgücü açığına denk gelmektedir. Yaşadıkları yerde iş imkânı bulamayan birçok insan gelişmekte olan ülkeler arasında dolaşıma katılırken giderek artan sayıda kişi de gelişmiş ülkelerde istihdam fırsatı bulmanın yollarını aramaktadır. Son yıllarda göçmen işçilerin sayısında önemli bir artış yaşanmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre 1985 ile 2000 yılları arasında uluslararası göçmenlerin sayısı 105 milyondan 175 milyona ulaşmıştır. Toplam dünya nüfusunun yüzde 26 artış gösterdiği bu dönemde uluslararası göçmen sayısında meydana gelen artışın yüzde 67’yi bulması dikkat çekicidir (IOM, 2000). Birleşmiş Milletler’in 2000 yılı verilerine göre ise uluslararası göçmen sayısı yaklaşık 175 milyondur. 1980 ve 2000 yılları arasında gelişmiş ülkelerdeki göçmen sayısı iki kattan fazla artarak 110 milyona ulaşmış, gelişmekte olan ülkelerde ise bu artış %25 olmuş ve 65 milyona ulaşmıştır. 1970–1980 yılları arasında, uluslararası göçmen sayısındaki artış 18 milyon olurken, 1990–2000 yılları arasındaki artış 21 milyonu bulmuştur (Çizelge 2.2).. Söz konusu dönem içerisinde, güney- kuzey eşitsizliğinden kaynaklanan göç sürecinin yanında en büyük artış ise, 1990–2000 yılları arasında, Doğu Bloğu’nun çökmesi ile birlikte yaşanan piyasa ekonomisine geçiş sürecinin yarattığı doğu-batı yönlü göç hareketlerinden oluşmuştur (Gökbayrak, 2007). Çizelge 2.2. 1990–2000 Yılları Arasında Göçmen Sayıları ve Dağılımı Bölge Dünya toplamı Gelişmiş Ülkeler Gelişmekte olan Ülkeler Az Gelişmiş Ülkeler Afrika Asya Avrupa Latin Amerika ve Karayibler Kuzey Amerika Okyanusya 1990 yılı verileriyle göçmen sayısı (000). 153.956 81.424 72.531 10.992 16.221 49.956 48.437 2000 yılı verileriyle göçmen sayısı (000). 174.781 104.119 70.662 10.458 16.277 49.781 56.100 1990–2000 yılları arasında göçmen sayılarındaki değişim (%). 13.5 27.9 -2.6 -4.9 0.3 -0.4 15.8 6.994 5.944 -15.0 27.597 4.751 40.844 5.835 48.0 22.8 Kaynak: UN Population Council, 2003: 337. 27 Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verilerine göre ise, uluslararası göçmen sayısı 191 milyona, yani toplam dünya nüfusunun % 3’üne ulaşmıştır. Bu oran ilk bakışta çok yüksek görünmemesine rağmen, göçmenlerin bir araya getirildiği varsayıldığında dünyanın 5. büyük nüfuslu devletini oluşturacakları göz ardı edilmemelidir (www.iom.int, 2007). Göçmenlerin %60’ı gelişmiş ülkelerde barınmakta olup, bu bölgelerde yaşayan her on kişiden biri göçmen statüsündedir. Bu veriler küresel işgücünün %20’sinden azına sahip olan gelişmiş ülkelerin göçmenlerin %60’ını barındırmasının nedenlerini oldukça açık ortaya koymaktadır. Gelişmiş ülkelerde istihdam edilen göçmenler kendi ülkelerindekinden 20–30 kat fazla gelir elde etme olanağı bulabilmekte, yaşam standartlarının yüksekliğine rağmen ailelerine ve ülkelerine döviz gönderebilmektedir. Bu durum giderek artan sayıda kişinin yasal ya da yasadışı yollardan dış göç sürecine girmesinin de nedeni olmaktadır. (IOM, 2003: 2). 2.4. Göç Uluslararası Göçün Değişen Nitelikleri ve Yeni Eğilimler olgusu insanlık tarihi boyunca karşımıza çıkmasına rağmen, günümüzdeki göç dalgaları hız ve dolaşım açısından daha farklı ve karmaşık bir yapı kazanmıştır. Geleneksel göç alan ülkeler olan ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler Avrupalı göçmenler ve onların torunlarından oluşurken, bu ülkeler son yıllarda özellikle Asya ve Latin Amerika’daki yeni kaynak ülkelerden gelen büyük göç akımları ile karşılaşmaktadır. Avrupa’da hemen tüm Kuzey ve Batı Avrupa ülkeleri 1945’den itibaren göçmen işçi akımlarına sahne olmuşken günümüzde yeni göç çekim merkezleri de ortaya çıkmaktadır. Geçmişte göç veren ülkeler olan İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler ile Doğu Bloğu’nun yıkılmasının ardından Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi bazı Doğu Avrupa ülkeleri de göç alan ülkeler olmaktadır. Orta Doğu Bölgesi ise kompleks nüfus hareketleri yaşamaktadır. Türkiye geçmişte genellikle göç veren bir ülke olarak değerlendirilirken, son yıllarda kaynak, hedef ve transit ülke olarak ortaya çıkmaktadır. Ürdün, Suriye ve Lübnan Filistinli mülteciler için önemli hedef ülkeler konumundadır. Körfez ülkeleri ise, 1970’lerde artan petrol fiyatları ile Arap ülkeleri ve Asya ülkelerinden önemli ölçüde işgücü göçü almaya başlamıştır. Afrika’da ise koloniyel güçler tarafından kurulan büyük göçmen işgücü sistemleri devam etmekte, özellikle Güney Afrika’da bulunan en geniş uluslararası istihdam sistemi bazı 28 değişikliklerle süregelmekte, ülke diğer Afrika ülkelerinden kaynaklanan yasadışı göç ile mücadele etmektedir. Geleneksel olarak Fransa’ya büyük miktarlarda göç veren Cezayir, son yıllarda büyük mülteci grupları almaktadır. Özetle, Afrika, hem mülteciler hem de yasadışı göçmenler anlamında büyük sorunlar yaşamaktadır. Benzer şekilde, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Asya’da da yasadışı göç ve büyük göç akımları görülmektedir. Pakistan, çok sayıda Afgan mültecinin akınına uğramakta, Hindistan kalabalık nüfusuna rağmen Bangladeş, Sri Lanka ve Nepal’dan göç almaktadır. Malezya gibi ülkeler ise özellikle yasadışı kadın göçmenler için önemli hedef ülkelerdir. Latin Amerika ülkeleri ise hem göç alan hem de göç veren ülkeler konumundadır. Bu bölgedeki göç hareketleri de gün geçtikçe yasadışı nitelik kazanmakta, özellikle ABD-Meksika arasındaki uzun sınırda yasadışı göç kanalları bulunmaktadır (Castles ve Miller, 1993: 5-8; IOM, 2003: 2-5). Yukarıda anlatılan göç hareketleri göz önüne alındığında, uluslararası göçün hem küreselleşmekte hem de ivme kazanmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Gün geçtikçe daha fazla sayıda ülke göç hareketlerinden etkilenmeye başlamaktadır. Göç alan ülkelerin sayısı arttığı gibi, kaynak ülkeler de çoğalmakta dolayısıyla hedef ülkeler çok farklı ekonomik, sosyal ve kültürel zeminlerden gelen göçmenlerle karşı karşıya kalmaktadır. Uluslararası göç çeşitlenmekte, ülkeler, işgücü göçü, iltica, yasadışı göç gibi birçok göç türü ile karşılaşmakta, bu kategorileri de birbirinden ayırmak kolay olmamaktadır. Göç zinciri bu kategorilerden herhangi biri olarak başlayıp, diğer bir kategoriye dönüşebilmektedir. Dolayısıyla hem ulusal hem de uluslararası bazda göç politikalarını oluşturmak, göçü kontrol etmek zorlaşmaktadır. Gelişmiş ülkeler bu duruma karşı yalnızca profesyonel işgücünü ve aile birleşmelerini içerecek şekilde sınırlı göçe izin vermekte, göçmen nüfusun çeşitliliğinin azaltılması yönünde adımlar atmaktadır (Castles ve Miller, 1993: 8). Örneğin Schengen Grubu ülkelerinin ortak listesinde yer alan 129 ülkenin vatandaşları için ortak vize politikası uygulanmakta, böylece gelişmekte olan ülkelerden gelen vasıfsız işgücünün Avrupa Birliği içinde herhangi bir ülkeye girişi engellenmektedir. Ancak, bu tür politikalar göçe neden olan faktörleri ortadan kaldırmadığı sürece göç akımlarını engelleyememekte, sadece niteliğinin değişerek yasadışı kanallara kaymasına neden olmaktadır. 29 2.5. Düzensiz Göç Hareketleri ve Yasadışı Göç Uluslararası göçte görülen yeni eğilimler, göçe yönelik kısıtlayıcı politikalarla birleşince 21. yüzyıldaki göç hareketlerinin öncekilerden farklı olarak daha çok düzensiz ve yasadışı göç bağlamında ortaya çıkacağı gerçeğini göstermektedir. Kısa ve orta vadede gelişmiş ülkelere olan yasal göçün artacağını söylemek zordur, öte yandan gelir dağılımındaki eşitsizliklerin devam etmesi nedeniyle, vasıfsız işgücüne karşı uygulanan sıkı politikalar bu göçü engellememekte, yasadışı göç olgusunu ve göçmen kaçakçılığı arttırmaktadır. Yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı Avrupa kıtası başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde en önemli yumuşak güvenlik sorunlarından biri olarak oraya çıkmaktadır. Bu nedenle sorun siyasetçiler, akademisyenler ve kamuoyları tarafından yoğun biçimde tartışılmaktadır. Ancak bu tartışmalar gün geçtikçe daha fazla siyasi nitelik kazanmakta, sorunun nedenlerinden çok sonuçları üzerinde durulmaktadır. Bir diğer sorun alanı ise, göçle ilgili kavramların yeterince açık olmaması ve birbirinin yerine kullanılmasından doğmaktadır. Bu anlamda, öncelikle düzensiz göç kavramı ile yasadışı göç kavramının birbirinden ayrılması ve yasalarla düzenlenmemiş olan her göç sürecinin yasadışı olarak değerlendirilmemesi gerekliliği vurgulanmalıdır. Yasalarla düzenlenmiş göç sürecinin dışında kalan göç akımlarını en geniş anlamda “düzensiz göç” kavramı tanımlamaktadır. Düzensiz göç; mültecileri, sığınmacıları (zorunlu göçü)., yasadışı göçü ve göçmen kaçakçılığını da içine alacak şekilde kapsayıcı bir kavramdır. Kişilerin kendileri ve aileleri için daha iyi yaşam arayışından kaynaklanabileceği gibi silahlı çatışmalar, insan hakları ihlalleri, çevresel sorunlar ya da ağır ekonomik koşullar nedeniyle zorunluluktan da kaynaklanabilir (Koser, 2005: 9). Bundan daha dar kapsamlı olan yasadışı göç terimi ise doğrudan suç ile bağlantılıdır. Ancak düzensiz göçmenlerin birçoğu suçlu değil, temel insan haklarını kullanma konusunda sorunlar yaşayan kişilerdir. Bu yüzden düzensiz göçün kapsamına giren her olay yasadışı göç olarak değerlendirilmemelidir. Uluslararası göçmenlerin içerisinde düzensiz göç anlamında vasıfsız işçilerin yanı sıra, ülkelerinden savaş, politik istikrarsızlık, yoksulluk gibi nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kalan sığınmacı ve mülteciler de bir risk grubu olarak karşımıza çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yayınladığı raporda 2005 yılında mülteci sayısının 136.000 olduğu, bu rakamın 2004 yılına göre 30 %46 azalma gösterdiği belirtilmektedir. 2005 yılında en fazla mülteci Togo (39.100)., Sudan (34.500)., Demokratik Kongo Cumhuriyeti (15.600). ve Somali (13.600). tarafından verilmiştir (UNHCR, 2006: 1-5). Ancak mültecilerin sayısı halen yüksektir. 2005 yılında toplam mülteci sayısı 8,4 milyon olarak hesaplanmaktadır (www.iom.int, 2007). Bunun yanı sıra kendi ülkeleri içinde yerlerinden edilerek zorunlu göçmen durumuna düşen insanların sayısında artış görülmektedir. Bu rakam 2004 yılında 5,4 milyon iken 2005 yılında 6,6 milyon kişiye yükselmiştir. Birleşmiş Miletler rakamlarına göre bu göçmenlerin toplam sayısı 20–25 milyon kişi arasındadır (UNFPA, 2006: 6). Dünya genelinde, zorla yerlerinden edilen 25 milyon kişinin %70’nin kadınlardan oluştuğu görülmektedir. Genelde, eğitim ve vasıf düzeyi düşük olan bu gruplara gelişmiş ülkeler kapalı kapı politikası uygulamakta, ancak göçe neden olan itici faktörler ortadan kalkmadıkça sayısı tam olarak bilinemeyen yasadışı/kaçak göç ve insan ticaretinin boyutlarını büyütmektedir (Gökbayrak, 2007). Yasadışı göç, doğrudan veya dolaylı olarak parasal veya maddi başka çıkar elde etmek için bir kişinin uyrukluğunu taşımadığı veya daimi ikametgâh sahibi olmadığı bir taraf devlete yasadışı girişi olarak tanımlanmaktadır (EGM, 2001: 14). Göçmen kaçakçılığı ise, insanların daha iyi şartlarda yaşama, iş bulma veya yaşadıkları ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıklar gibi nedenlerden dolayı göç etme istek ve zorunlulukları sonucu bulundukları ülkeden yasa dışı yollarla başka ülkelere kazanç elde etmek amacıyla götürülmeleridir (Fırat, 2006). Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verileri, 30–40 milyon arasındaki insanın yasadışı göçmen konumunda bulunduğunu ve bu sayının toplam göçmen nüfusunun %15-20’sini oluşturduğunu göstermektedir. Yasadışı göçmenler, en büyük oranda ABD’de bulunmakta olup (10,3 milyon)., ülkeye her yıl 500.000 yasadışı göçmenin giriş yaptığı hesaplanmaktadır. ABD’de yasadışı göçmenler ülkedeki yabancı nüfusun ise %30’una ulaşmaktadır. Avrupa’da da 7–8 milyon yasadışı göçmen olduğu tahmin edilmektedir (www.iom.int, 2007). Bu rakamlar, yasadışı göçün sadece polisiye önlemler ile azaltılamadığının da bir göstergesidir. Yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığına neden olan faktörlerin varlığını sürdürmesi bu konudaki mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, bu alanda oluşturulacak politikalarda 31 öncelikle kişilerin yasadışı göçe başvurmasında temel belirleyici olan ekonomik nedenlerin göz önüne alınması gerekmektedir. 2.6. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Ekonomik Boyutu Yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığının temelinde küresel ekonomik dinamikler yatmaktadır. Göç politikaları değişmekte olan devlet tanımı ve devletlerarası ilişkilerden doğrudan etkilenmektedir. Bu anlamda, en önemli belirleyicilerden biri devletlerin yeni küresel ekonomik düzenin ihtiyaçlarına uygun politikalar geliştirme gerekliliğidir. Küresel ekonominin gelişimine uygun yasal sistemler oluşturma ve bunlara katılım konusunda işbirliğine giden devletler, göç politikaları konusunda bu gelişimi gösterememektedir. Ulusal ve bölgesel düzeylerde planlanan korumacı ve sınırlayıcı göç rejimleri sermaye, mal ve yatırımların artan serbest dolaşımı ile çelişmektedir. Bu asimetri de kendisini yasa dışı göç ile düzeltmeye çalışmaktadır (Sirkeci, 2006: 34). Sermaye ve ticaretin giderek artan serbestliği dünyanın birçok yerinde istihdam olanaklarını azaltırken, istihdam dışı kalan vasıfsız işgücü “istenmeyen” olarak görülmekte ve dolaşımı engellenmektedir. İşgücü piyasalarının küreselleşme eğilimini diğer piyasaların küreselleşme eğiliminden ayıran en önemli fark, işgücünün uluslararası mobilitesinin sınırlı olmasıdır. Mal, sermaye ve finans piyasalarında artan ve serbestleşen mobiliteye karşılık işgücü mobilitesi ulusal devletlerin sınırları içinde kalmaktadır. İşgücünün uluslararası mobilitesini sınırlayan çok sayıda belirleyici vardır. Bu etmenlerden en önemlileri işgücünün uluslararası mobilitesinin maliyetinin yüksek olması, devletlerin vatandaşlığa ve çalışmaya ilişkin yasal düzenlemeleri ve kültürel farklılıkların ve artan yabancı düşmanlığı eğilimlerinin etkisidir (Şimşek, 2006). İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kalkınma için ihtiyaç duyulan işgücü talebini göçmen işçiler ile karşılayan merkez ülkeler bu durumun geçici olduğu kabulünden yola çıkarak, göçmenleri “konuk işçi”, “sığınmacı” gibi kavramlarla adlandırırken, bu işçiler, siyasa üreticiler ve toplum tarafından belirli iş kollarına belirli ücretler karşılığı yerleştirilmiş geçici ve ayrı bir grup olarak algılanmıştır. 1973 petrol krizi ile başlayan istihdam krizi ise bu algıyı daha da güçlendirerek göçmenleri istenmeyen, yasadışı yollarla büyük kitleler halinde ülkelerine sızan kişiler olarak kategorize etmelerine yol açmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın birçok 32 ülkesinde “sıfır göç” politikası uygulanmaya başlanmış, yabancı işçi istihdamı dondurulmuş, göçmenlere karşı sıkı kontrol politikalarına ve kısıtlamalara gidilmiştir (EC, 2000: 3). Göç kontrolüne yönelik devlet politikaları neo-klasik yaklaşımlara indirgenmiş, sınır kontrolleri, işverenlerin cezalandırılması, göçmenlere tanınan sosyal hakların kısıtlanarak göçün daha az özendirici olması gibi çözümlere yönelmiştir. Göç alan ülkeler, ülkeye giriş koşullarını vasıflı kişilerin lehine olacak şekilde yeniden düzenlemekte, ülkeye göçmen olarak kabul edilmek için aranan şartlar, vasıflı kişileri de elemeye tabi tutacak ve sayılarını sınırlayacak şekilde konulmaktadır. Ayrıca göçmenlere ülkeye girişlerinden hemen sonra oturma izni ve vatandaşlık hakları verilmemekte, belirli kısıtlamalara tabi tutulmaktadır. Çok uluslu şirketler, dünyanın diğer bölgelerindeki kollarında çalışmak üzere kendi vatandaşlarından vasıflı kişileri göndermekte, böylece dünya üzerinde dolaşıma katılan bir profesyonel çalışanlar kitlesi oluşmaktadır. Diğer yandan, potansiyel göçmenlerin gelişmiş ülkelere giriş imkânı bulması kısıtlayıcı göç politikaları nedeniyle gün geçtikçe zorlaşmaktadır (Castels ve Miller, 1993: 8-9). Ancak, tüm bu seçici ve kısıtlayıcı göç politikaları aynı zamanda bir ikilemi de yansıtmaktadır. Çünkü sanıldığının aksine gelişmiş ülkeler de göçmen işgücüne hem nüfus özellikleri hem de esnek üretim biçiminin getirdiği çalışma koşulları nedeniyle ihtiyaç duymaktadır. Düşük doğum oranları ve beklenen yaşam süresinin uzaması birçok gelişmiş ülkenin giderek artan sayıda yaşlı nüfusa sahip olması sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda, esnek üretim biçimi yarı zamanlı ve vasıfsız emeğe dayanmaktadır. Bu da işgücü piyasası açısından hem niteliksel hem de niceliksel bir açık anlamına gelmektedir. Aksi takdirde “emek gücünün feminizasyonu ve etnizasyonu” ile oluşturulan katlanmış esnek zamanlı çalışmayı açıklamak mümkün olmaz (Şimşek, 2006). Küresel sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak üzere izlediği yollardan biri üretimini vasıfsız işçi arzının yoğun olduğu bölgelere kaydırmaktadır. Diğer bir yol ise ucuz işgücünü yasal ya da yasadışı kanallarla üretimin yapıldığı gelişmiş ülkelerde geçici olarak istihdam etmektir (Jordan ve Düvel, 2002: 16). Bazı gelişmiş ülkelerde yasadışı işgücü göçünün bölgesel ekonomilerin gelişmesinde temel rol oynadığı söylenebilir, çünkü bu şekilde çalışma koşulları enformel ve esnek olmaktadır. 33 OECD üyesi ülkelerin çoğunda göçmenlerin ve yabancıların entegrasyonu büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. İllegal yollardan göç eden göçmenlerin çalışma şartlarının acımasız olduğu, yasal düzenlemelerin uygulanamadığı resmi olmayan (kayıt dışı). sektörde istihdam edildiği söylenebilir. Genel olarak bakıldığında, illegal göçmenlerin, devletler tarafından resmi olarak tanınmadığından, yasalar çerçevesinde çalışmasının son derece güç olduğu ortadadır. Bu durum bilinmesine karşın, illegal göçmenlerin bazı sektörlerde istihdamı pek çok gelişmiş ülke için yeni bir yasa dışılık yaratmaktadır. Bu ülkelerde illegal göçmenler, bir anlamda kayıt dışı ekonominin önemli bir parçasını oluşturmaktadır (OECD, 2003: 17). Dolayısıyla mevcut işgücü yapılanması içinde göçmen işçilerin önemi büyüktür. Ancak, gelişmiş ülke yönetimleri genellikle vasıflı veya vasıfsız göçmen işgücüne olan bu ihtiyaçlarını kamuoyuna açıkça belirtmekten kaçınmakta, yabancı düşmanlığının ortaya çıkardığı tepkilerle baş etmek yerine kısıtlayıcı göç siyasalarını bir iç politika aracı olarak kullanmaktadır (GCIM, 2005: 12-14). Ancak, kamuoyu nedeniyle bu tür bastırıcı politikalar uygulayan hükümetler uluslararası göçün temel nedenleri üzerinde bir kontrol güçleri olmadığından, göçle ilgili önlemler genellikle sembolik hareketler olarak kalmaktadır. Kısıtlayıcı politikaların göçü azaltacağı yönündeki inanış ise, ABD gibi gelişmiş ülkelerde elde edilen veriler ile uyuşmamaktadır. Bastırıcı kontrol mekanizmaları göçmenleri bu ülkelere girmekten alıkoymamış, göçmen sayılarını düşürmemiş, sadece göçmenlerin kompozisyonunu değiştirmeye başlamıştır. Yasadışı yollara başvuran, ekonomik ve sosyal olarak sömürüye açık olan bir risk grubu oluşmaktadır. Devletlerin, uluslararası göçün çok kaynaklı ve karmaşık yapısını anlamaktaki yetersizlikleri daha düşük ücretler, kötü çalışma koşulları ve toplumsal çatışmalar ile birlikte devam eden bir uluslararası göç sürecine yol açmaktadır (Massey vd., 1998: 286-290). Bu durum da, yasadışı göçün güvenlik boyutunun ön plana çıkmasına neden olmaktadır. 2.7. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Güvenlik Boyutu Yasadışı göç olgusunun nedeni çoğunlukla ekonomik iken, siyasi faktörler hem neden hem de sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Taşıdığı siyasal boyutun da etkisiyle, düzensiz/yasadışı göç öncelikle bir güvenlik sorunu olarak görülmektedir. Ancak, bu noktada konuyu dar anlamda ele almak, yasadışı göçün nedenlerini ve bu 34 bağlamda güvenliğin diğer boyutlarını göz ardı etme eğilimini de beraberinde getirmektedir. Devletlerin sınırlarından kimlerin geçeceğini denetleme hakkı egemenliklerinin önemli bir parçasıdır. Bu da, yasalarla düzenlenmemiş olan göçün durdurulmasının egemenliğin tam kullanımı için zorunlu olduğu gerçeğini beraberinde getirir. Yasadışı göç, aynı zamanda devletin güvenliğine karşı da bir tehdit olarak algılanmakta, potansiyel teröristler için ülkeye giriş kanalı oluşturduğu söylenmektedir (Koser, 2005: 10-12). Gelişmiş ülkelerin birçoğunun göç politikalarında ekonomik ve sosyal boyutta devletlerin aldığı sorumluluk aşınmakta, işbirliği çabaları ise genelde güvenlik endişeleri ile oluşturulmakta ve neredeyse sadece suç önleme mekanizmalarına indirgenmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nde potansiyel göçmenlere yönelik politikalar oldukça kısıtlayıcı bir yöne doğru ilerlemekte, bu durum “Avrupa Kalesi”, “Kolektif Sınırlamacılık”, “Göçün Güvenlileştirilmesi” gibi kavramlarla adlandırılmaktadır. Yabancıların hak ve özgürlüklerinden daha çok, polisiye tedbirler, gözaltı ve yargılama konularındaki işbirliği üzerinde durulmaktadır. 2000’li yıllarda göçmen politikası suçla mücadele ile neredeyse aynı anlama gelmektedir (Tholen, 2004: 323-325). Ancak, yasadışı göçü sadece bu boyutuyla ele almak bu olgunun beslendiği kaynakları ve diğer önemli tehditleri, devletler, toplumlar ve özellikle göçmenler açısından görmezden gelme kolaylığını da sağlamaktadır. Konunun hassasiyeti göz önüne alındığında indirgemeci sonuçlara ulaşmadan önce dikkatli bir analiz yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Öncelikle devletlerin büyük sayılarda yasadışı göçmen tarafından bir anlamda işgal edileceği düşüncesi doğru değildir. Yasadışı göç önemli sayılarda ortaya çıkabilir, ancak birçok ülkede bu, toplam göçmenlerin içinde küçük bir oranı oluşturmaktadır. İkinci olarak, düzensiz göç ile gelen göçmenlerin büyük ölçüde yasadışı faaliyetler içerisinde bulunduğu ve AIDS gibi hastalıkları yaydıkları gibi sık karşılaşılan yargılar sadece genellemedir. Düzensiz göçmenlerin devletin egemenliğini ve güvenliğini tehdit ettiği algısı kadar önemli bir başka sorun da bu tartışmalarda yaşanan kutuplaşmadır. Düzensiz göçmenler üzerinden yaratılan aşırı bir tehdit algısının karşılığında bazı sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkan sorunları küçümseme eğilimi yer almaktadır. Ancak, tehdit kavramına gerçekçi olmayan bir şekilde yaklaşmak, düzensiz göçün özellikle büyük ölçekte olduğunda gerçekten sorun yaratabileceğini görmezden gelmektir. Yapılması gereken, siyasi 35 görüşlerin şekillendirdiği aşırı uçlardan uzak durarak gerçek boyutları analiz etmeye çalışmaktır (GCIM, 2005: 32-41). Siyasi görüşler tarafından yönlendirilen göç ve göçmen algısı sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı gibi olumsuz faktörlerin devreye girerek birbirini beslemesine yol açmaktadır. Düzensiz göç sürecinde ortaya çıkan göçmen kaçakçılığı gibi istismara yönelik hareketler de kamuoylarında olumsuz tutumların oluşumunu hızlandırmaktadır (IOM, 2004: 46). Gelişmiş ülkelerde sosyal dışlanma, kaçak işçiler, göçmenler, sığınmacı ve etnik azınlık gibi kümeleri de doğrudan etkilemektedir. Bir ulus devlete üyelik anlamına gelen resmi yurttaşlık, özellikle göç olgusuyla birlikte önemli ölçüde tartışılır hale gelmiştir. Resmi yurttaşlık her ne kadar hakların elde edilmesi ve uygulanması açısından yeterli bir unsur olmasa da, hakların kime verildiğinin göstergesidir. Özellikle yoksul ülkelerden gelişmiş ülkelere göç edenlerin bir kısmı, yurttaşlık haklarından da yararlanamamaktadırlar. Öte yandan göçmen kabul eden çeşitli devletlerde, göçmenlere ve azınlıklara temel yurttaşlık hakları bağlamında farklı politikaların uygulandığı görülmektedir. Birçok ülke göçmenlere yönelik politikalarını daha çok ekonomik haklar temelinde kurmaktadır. Aslında göçmenler ve azınlıklar, sosyal dışlanmayı sadece politik katılım ve işgücü yaşamaktadırlar piyasasına (Sapancalı, katılımın 2005: ötesinde 202-206). Bu diğer durum bütün da, yönleriyle göçmenlerin reaksiyonuna neden olmakta, karşıt tepkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte gerçek bir güvenlik sorunu ortaya çıkabilmektedir. Düzensiz göç tartışmalarında genellikle göz ardı edilen bir başka nokta da göçmenlerin kendilerinin karşılaştıkları tehditlerdir. Düzensiz göç olgusu, insan güvenliği kavramıyla yakından ilintilidir. 1994 yılında Birleşmiş Miletler Kalkınma Programı’nda, soğuk savaşın ardından yaşanan gelişmelerin güvenlik kavramının üzerinde yeniden düşünülmesini gerekli kıldığı düşüncesiyle “insan güvenliği” kavramı tartışmaya açılmıştır. Tartışmanın çıkış noktası Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğin dar anlamda yorumlandığı, ülkeler arası dengelere ve nükleer silahlanmaya indirgendiği, ancak yeni koşullarda güvenliğin genişletilmesi ve bireyin de bu çerçeve için de yerini alması gerektiğidir. çerçevesinin 36 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanan 1994 İnsani Kalkınma Raporu’nda insan güvenliği kavramı ele alınmaktadır. Raporda, Soğuk Savaş döneminde toprak bütünlüğünün ya da ulusal çıkarların dış tehditlere karşı korunması, küresel bir nükleer savaş tehdidinden kaçınılması gibi önceliklerin yer aldığı ideolojik kutuplaşma içerisinde düşünülmeyen bir güvenlik öznesine dikkati çekilmektedir. Günlük yaşamlarında güvenlik arayışında olan sıradan insanlar unutulmuştur ve bu insanlar için güvenlik, hastalıklardan, açlıktan, işsizlikten, suçtan, sosyal çatışmalardan, politik baskılardan ve çevre felaketlerinden korunma anlamına gelmektedir. İnsan güvenliği, ölmeyen bir çocuk, yayılmayan bir hastalık, sağlanan bir iş imkânı gibi ölçütlerle belirlenmektedir ve silahlarla değil, insanın yaşamı ve saygınlığıyla ilgilidir (UNDP, 1994: 22). Rapor, insan güvenliğinin temel dört özelliği üzerinde durmaktadır: İlk olarak, insan güvenliği, zengin ya da yoksul her ülkeyi ilgilendiren bir sorundur. Çünkü işsizlik, suç, kirlilik, uyuşturucu ve insan hakları ihlalleri gibi bütün insanlara yönelik ortak tehditler gün geçtikçe artmaktadır. İkinci olarak, insan güvenliğinin bileşenleri uluslararası anlamda karşılıklı bağımlılık üzerine kurulmaktadır. Yani, herhangi bir ülkenin insanlarının güvenliği tehlikeye girdiğinde, diğer bütün ülkelerin de bundan etkilenmesi olasıdır. Açlık, hastalık, çevre kirliliği, uyuşturucu ticareti, terörizm, etnik çatışmalar gibi tehditler izole edilebilecek ve ulusal sınırlar içinde kalabilecek konular değildir. İnsan güvenliğinin üçüncü özelliği, sonradan müdahaleler ile değil erken önlem alma yoluyla sağlanabilmesidir. Son olarak ise, insan güvenliği bireyi merkez almaktadır, kişilerin yaşam koşulları, kişisel tercihlerini gerçekleştirebilme yetileri, fırsatlara erişim olanakları gibi yaşamsal nitelikleri ile ilgilidir. Raporda insan güvenliği kavramına yönelik altı ana tehdidin mevcut olduğunu belirtilmektedir. Bunlar; kontrol edilemeyen nüfus artışı, ekonomik fırsatlarda eşitsizlik, göç, çevre felaketleri, uyuşturucu kaçakçılığı ve uluslararası terörizm olarak sıralanmaktadır (UNDP, 1994: 23-26). Bu bağlamda göç, insan güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizliklerin bir sonucu olarak yine insan güvenliğine yönelik bir tehdit haline gelmektedir. Genelde göçün, özelde ise düzensiz göçün insan güvenliği kavramı ile bağlantısı hem göçün nedenleri hem de sonuçları üzerinden okunabilir. Öncelikle, kontrol edilemeyen nüfus artışı ve ekonomik fırsat eşitsizliği göçün en önemli nedenlerini 37 oluşturmaktadır. Birçok göçmen, yaşadıkları ülkelerdeki silahlı çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar ve ekonomik krizlerin yarattığı güvensiz ortamdan uzaklaşmayı amaçlamaktadırlar. Ancak, yasal göç olanağının kısıtlı olması nedeniyle yasadışı göçe yönelmektedirler. Gitmek istedikleri ülkeye yaptıkları yolculuk sırasında da uzun süre zor ve tehlikeli koşullarda yaşamak durumunda kalmaktadırlar. Diğer taraftan, düzensiz göçmenlerin koşullarını kötüleştiren tek şey onların düzensiz şekilde sınırlardan geçmesi değil, aynı zamanda hedef ülkelerde bulundukları statüdür. Düzensiz göçmenler çoğunlukla tehlikeli işlerde çalıştırılmakta, sağlık, eğitim gibi sosyal hizmetlerden yararlanamamakta ve sömürüye maruz kalmakta, ancak statüleri gereği genellikle devlet otoriteleriyle işbirliğinden kaçınmaktadırlar (Koser, 2005: 9-13). Dolayısıyla, hem hedef ülkeye yolculuk aşaması hem de taşıdıkları statü düzensiz göçmenlerin birçoğunun tehdit unsuru değil, zorunluluk karşısında olumsuz yaşam koşullarıyla baş etmek durumunda kalan kişiler olduğunu göstermektedir. Özellikle, göçmen kaçakçılığı organizasyonları tarafından kullanılan göçmenler bu sorunları daha da yoğun yaşamaktadır. Göç sürecinin herhangi bir aşamasında ortaya çıkabilen insan ticareti ise hem mağdurların güvenliğine karşı büyük tehdit oluşturmakta hem de çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden birini yaratmaktadır. İnsan güvenliği perspektifinden bakıldığında, insan ticareti mağdurlar için ciddi bir tehdit unsuru olmanın yanı sıra, toplumlar açısından da önemli güvenlik sorunları yaratabilmektedir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde insan ticareti olgusu bu çerçevede ele alınmaktadır. 38 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KÜRESEL BİR SORUN OLARAK İNSAN TİCARETİ Uluslararası boyutta insan ticareti, son dönemde meydana gelen hızlı sosyal ve ekonomik değişiklikler sonucunda ortaya çıkmış olan yeni bir olgudur ve yasadışı göçle birlikte dünya gündeminde giderek ağırlık kazanan önemli bir yer işgal etmektedir (www.mfa.gov.tr, 2006). Küreselleşme ile birlikte, silah ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları da küresel organize suç örgütleri tarafından yürütülmekte, neredeyse tüm dünyayı faaliyet alanı haline getirmektedir. Dolayısıyla, ulusal bazda alınan önlemler yetersiz kalmakta, birçok ülkenin sorumluluk alanına girmektedir (IOM, 2006a: 1). İnsan ticareti dünyada her yıl 600.000 ile 2.000.000 arasında tahmin edilen kadın, erkek ve çocuğun maruz kaldığı, en tehlikeli yasa dışı ticaret olgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle, fuhuş sektöründe zorla çalıştırılan kadınların bu ticaretin mağduru oldukları bilinmektedir. Ancak, aynı zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde çocuk işçilerin farklı sektörlerde sömürüsü, kaçak göçmenlerin enformel sektörlerde zorla çalıştırılması, evde yardımcı olarak tutulan kadınların her hangi bir iş güvencesi olmadan ve pasaportlarına el konarak çalıştırılması gibi birçok alanda farklı yaş ve cinsiyette kişiyi etkilemektedir (Güral, 2006: 196). İnsan ticaretini ölçme konusundaki zorluklar, bu olgunun dünya üzerinde çok yaygın olmadığı kanısını uyandırmaktadır. Belirlenebilen insan ticareti mağdurlarının tüm mağdurların çok az bir bölümünü yansıtması, konunun acil önlem alınması gereken bir insan hakları ihlali olduğu gerçeğini göz ardı etme tehlikesini de beraberinde getirmektedir (UNODC, 2006: 45). Ancak, konuyla ilgili veriler bugün dünya üzerinde 127 kaynak ülkeden insan ticareti mağdurunun 137 ülkede sömürülmeye devam ettiğini göstermektedir. Her bir insan ticareti vakası kendine ait özellikler göstermekle beraber, sömürünün oluşum biçimi genellikle aynıdır ve insan ticareti anlık bir suç olmaktan öteye bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır (UNODC, 2006: 17). Enformel sektörün ve uluslararası suç örgütlerinin en büyük gelir kaynaklarından birisi insan ticaretidir ve bunların da büyük bir oranını kadınlar 39 oluşturmaktadır. İnsan ticareti, insan haklarının yoğunlukla ihlal edildiği bir alan olarak yaygın ve büyük oranda kontrol dışıdır. İnsan ticareti yasalara aykırı bir fiil olmakla kalmayıp uluslararası sözleşme ve insan hakları protokollerinin de ihlali anlamına gelir. İnsan ticareti, yaşama ve hürriyet hakkı, çocukların güvenli bir çevrede yetişme ve sömürüye maruz kalmama gibi en temel insan haklarının ihlalidir. Genellikle çok iyi örgütlenmiş suç ağlarına mensup suçlular tarafından yürütülür. İnsan tacirleri, mağdurları kendi ülkeleri içinde bir yerden diğerine aktarırlar, çoğu zaman da uluslararası sınırlardan geçirirler. Daha sonra mağdurların en temel özgürlükleri ellerinden alınır, eşya gibi satılırlar ve hem seks köleleri olarak hem de diğer işlerde zorla çalışmaya maruz bırakılırlar (www.countertrafficking.org.tr, 2006). İnsan ticareti mağdurlarının ailelerinden ve sosyal yardımlaşma ağlarından uzakta bırakılmaları onların baskı ve tehditlere boyun eğmelerine neden olmakta, bunun yanı sıra geride bıraktıkları kişiler için de bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. İnsan ticareti örgütleri, bu bağların yardımı ile belirli bölgelerde faaliyetlerini tekrarlayabilmektedir. Dolayısıyla, insan ticareti bazı bölgelerde yoğunlaşmakta ve buralardaki toplumsal yapıyı alt üst edebilmektedir. İnsan ticaretinin ve zorla çalıştırmanın yaygın olduğu ülkelerde, özellikle çocuk sömürüsü beraberinde eğitimsizliği getirmekte, var olan yoksulluğu körüklemektedir. Cinsel sömürü amacıyla yapılan kadın ticareti ise, AIDS ve benzeri hastalıkların yayılmasında önemli rol oynamaktadır. Diğer yandan, insan ticareti, kara para, uyuşturucu kaçakçılığı, rüşvet gibi suçları da beslemekte, suç örgütleri kendilerini yeniden üretirken, devlet otoritesinin ve hukukun da erozyona uğraması olası hale gelmektedir (The United States Department of State, 2006: 14). Bu bağlamda, bu bölümde, insan ticareti olgusu hem önemli bir güvenlik sorunu hem de günümüzün en önemli insan hakları ihlallerinden biri olarak incelenmektedir. 3.1. İnsan Ticareti’nin Tanımı ve Göçmen Kaçakçılığı ile Karşılaştırması İnsan ticaretinin tanımlanması konusunda yaşanan zorluklar ve farklılıklar günümüzde de devam etmektedir. Ancak, Birleşmiş Milletler tarafından 2000 yılında geliştirilen tanım uluslararası anlamda ilk ortak kabul gören metni sunmaktadır. Bu 40 nedenle, çalışmada Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol1 ile verilen ve Türkiye tarafından da kabul edilerek Türk Ceza Kanunu’nda benzer şekilde yer bulan tanımlar geçerli kabul edilmektedir. Palermo Protokolü’nün (www.undp.ro, 2007). 3. maddesinde, insan ticareti şu şekilde tanımlanmaktadır: “İnsan ticareti”, kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. İstismar terimi, asgari olarak, başkalarının fuhşunun istismar edilmesini veya cinsel istismarın başka biçimlerini, zorla çalıştırmayı veya hizmet ettirmeyi, esareti veya esaret benzeri uygulamaları, kulluğu veya organların alınmasını içermektedir. İnsan ticaretinin uluslararası alanda net ve ortak tanımlamasına gidilmesine yönelik çabalara rağmen bu suçun tanımı ve unsurları konusunda farklı yorumlar ve uygulamalar devam etmektedir. İnsan ticareti olgusu, bireyler, kuruluşlar, hükümetler tarafından farklı bağlamlarda ele alınmakta, konunun çok boyutlu doğasının bir sonucu olarak algılamalar tanımlamaları da etkilemektedir. İnsan ticareti, konuya yaklaşım çerçevesinde organize suç, yasadışı göç, zorla çalıştırma, kadına karşı şiddet, eşitsiz ekonomik yapılanma ve yoksulluk gibi birçok olguyla ilintilendirilebilir (Pickup, 1998: 45). İnsan ticareti konusundaki belirsizliklerin önemli bir nedeni de, insan ticareti mağdurlarının genellikle yasal belgeleri ellerinden alındığı için yasadışı göçmen statüsünde tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti kimi zaman çakışsa da ayrı olgulardır ve insan ticaretinin çoğunlukla göçmen kaçakçılığı kapsamında ele alınması sorunu büyütmektedir. İki olgunun örtüşen 1 Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın Ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol İtalya’nın Palermo şehrinde imzaya açılmış olup, 2003 yılında yürürlüğe girmiştir. Protokol, Palermo Protokolü olarak da adlandırılmaktadır ve çalışmanın bundan sonraki bölümünde bu şekliyle kullanılacaktır. 41 yönleri olmasına ve kimi zaman iç içe geçebilmesine rağmen, aralarındaki temel farkların özellikle yasa uygulayıcılar tarafından iyi bilinmesinin mağdurlar açısından önemi büyüktür. Diğer yandan, bu konudaki akademik tartışmalar da devam etmektedir. Görüş ayrılıklarına rağmen son yıllarda göçmen kaçakçılığının göç sürecine ait bir kavram, insan ticaretinin ise insan hakları ile ilgili bir olgu olarak ele alınması görüşü öne çıkmaktadır. Bu yaklaşımla, göçmen kaçakçılığında ana sorunsal devlet üzerinde oluşurken, insan ticaretinde ise birey ön plana çıkmaktadır (Erder ve Kaska, 2003: 10). Göçmen kaçakçılığı devlet aleyhine, insan ticareti ise insana karşı işlenen bir suçtur. İnsan ticareti suçu ile mağdurların insan hakları yoğun olarak ihlal edilmektedir. Göçmen kaçakçılığında esas olan kişilerin rızasıdır, göçmen kendi isteğiyle bir başka ülkeye yasadışı yollardan girmek üzere kaçakçılarla işbirliği yapar ve onlara maddi menfaat sağlar. İnsan ticaretinde ise kişinin rızası söz konusu olmayıp, kandırma, zorlama, baskı, tehdit gibi unsurlar bulunmaktadır. Farklı şekillerde hedef ülkeye getirilen kişiler zorla çalıştırmaya ve istismara maruz bırakılır. Göçmen kaçakçılığında, kişiler hedef ülkeye girişinin ardından kaçakçı ile ilişkisine son verir. İnsan ticaretinde ise, şahıslar başta gönüllü olarak insan tacirleriyle irtibat kurarak veya vaatlerle kandırılarak veya zorla kaçırılarak hedef ülkeye sokulmakta, ardından insan taciriyle ilişkisi devam etmekte, çoğu zaman zorla alıkonulmaktadır. Göçmen kaçakçılığında sömürü ilişkisi hedef ülkeye girişle sınırlı iken, insan ticaretinde süreklilik gösterir (Bolat, 2005: 26-27). 3.2. İnsan Ticaretinin Türleri İnsan ticareti, sömürüye maruz kalan kişilerin cinsiyetleri, yaşları gibi özellikleri ile sömürünün amacına bağlı olarak farklılaşmakta ve kategorilere ayrılmaktadır. İnsan ticareti, organ ve dokuların yasadışı nakledilmesi amacıyla, zorla çalıştırma ve işgücü sömürüsü amacıyla, cinsel sömürü amacıyla yapılabilmektedir. Hedeflenen sömürünün amacına uygun olarak da ticarete konu olan mağdurların cinsiyetleri ve yaşları değişmektedir. İnsan ticareti, kadın ticareti, çocuk ticareti, zorla çalıştırma, organ-doku ticareti olarak sınıflandırılmakta olup, bu bölümde kısaca ele alınmaktadır. Ancak, bu kategorilerden biri olan kadın ve kız çocuklarının cinsel sömürüsü ise, hem insan ticaretinin en yaygın türü olması, hem 42 de kadınların neden öncelikli risk grubu olarak ortaya çıktığının sorgulanarak, özel koşulların incelenmesi gerekliliği nedeniyle daha kapsamlı olarak ele alınacaktır. 3.2.1. Kadın Ticareti İnsan ticareti mağdurlarının %80 gibi büyük bir oranını kadın ve kız çocukları oluşturmaktadır. Genellikle gelişmiş ülkelerde bulunan mağdurların birçoğunun sahte işverenler tarafından iş vaadiyle kandırıldıkları, garsonluk, temizlikçilik, bakıcılık, ev içi hizmet gibi işlerde istihdam edilmek üzere göç kararı aldıkları görülmektedir. Bu kadınlardan bir kısmı ise, fuhuş sektöründe çalışacaklarını bilmekte, ancak çalışma koşulları konusunda bilgi sahibi olmamaktadır. Bu kadınlar, hedef ülkeye ulaştıklarında ağır borç yükü altında istekleri dışında çalıştırılmakta, kazançlarına el konulmaktadır. Seyahat acenteleri, göçmen kaçakçıları ve işverenle sözleşmelerin de duruma dâhil olması halinde borç yükü katlanarak artmaktadır. İnsan tacirleri, mağdurlara 3.000 ile 60.000 dolar arasında değişebilen borçlarının ödenmesi halinde serbest kalabileceklerini vaat etmekte, ancak bu miktarların ödenmesi mümkün olmamaktadır. Mağdurların bir kısmı ev hapsinde tutulurken, tehdit, baskı ve şiddet kullanılarak fuhuş sektöründe zorla çalıştırılmaktadır. Mağdurların yasal belgelerine ve kimliklerine de tacirler tarafından el konulmakta, bu da ayrıca tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. Kadın tacirlerinin genellikle uluslararası organize suç örgütü olarak çalıştıkları bilinmektedir. Ancak, aynı zamanda mağdurların vatandaşları ve hatta ailelerinden kişiler ile bağlantılı oldukları da görülmektedir. Olumsuz koşullar altında şiddete maruz kalarak çalışan bu kadınların hem fizyolojik hem de psikolojik sorunlar yaşaması kaçınılmazdır. Mağdurların birçoğu AIDS ve cinsel yolla bulaşan hastalık taşımakta, istenmeyen hamilelikler ve psikolojik travmalar sıklıkla görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde de benzer şekilde zorla fuhuş sektöründe çalışan kadın ticareti mağdurları bulunmaktadır. Bu bölgelerde kadın ticareti birkaç farklı özellik de göstermektedir. Kadın ticareti vakalarının çoğunluğunu bölgeler arası değil, bölge içindeki dolaşımlar oluşturmaktadır. Latin Amerika, Asya ve Orta Afrika’daki hedef ülkelerde genellikle yine aynı bölgelerden gelen mağdurlar bulunmaktadır. Ayrıca, ülke içi kadın ticareti de yoğunlaşmaktadır. Çocuk fahişeliği de gelişmekte olan ülkelerde daha sık görülmekte olup, bu durum özellikle Güneydoğu Asya ülkelerindeki seks turizmi olgusuna bağlanabilir (Besler, 2005: 12-15). 43 Kadın ve kız çocuklarının insan tacirlerinin öncelikli hedefi olmasının altında yatan temel etken ise, küreselleşmenin arttırdığı yoksulluk ve eşitsizliğin cinsiyete dayalı ayrımcılık nedeniyle bu gruplar üzerinde çok daha olumsuz etkiler yaratmasıdır. Yükselen piyasa değerlerinin bir sonucu olarak, sosyal devletin de giderek devreden çıkması ve dezavantajlı grupları koruma işlevini yitirmesi ile kadınlar ve çocuklar hem günlük yaşamlarında hem de göç gibi kritik süreçlerde daha fazla risk altında kalmaktadır. 3.2.1.1. Yoksulluğun ve Göçün Kadınsılaşması Küresel ekonominin ve krizlerin ulus-devletin üstlendiği işlevlerde yarattığı değişim genelde az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yapısal uyum programlarının dayattığı kamu harcamalarındaki kısıntı şeklinde olup, alt gelir gruplarının daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Sosyal güvenceden de giderek yoksun kalan bu gruplar yerlerinden ayrılma isteğiyle yaşamak zorunda bırakılmakta, mekân algıları değişmekte ve kendilerine cazip gözüken fakat aynı zamanda dünyanın en yoksullarına ve evsizlere de sahip olan dünya kentlerine doğru “umuda yolculuklar” gün geçtikçe artmaktadır. Göçmen işgücü içersinde de, cinsiyet üzerinden işleyen bir alt-esneklik olgusuyla karşılaşılmakta, kadın göçmenler dezavantajları daha yoğun yaşamaktadırlar. Farklı bir toplumsal yapının içinde “öteki” olmanın getirdiği zorluklara “kadın” olmaktan kaynaklanan zorluklar da eklenmektedir. Göç literatüründe bu anlamda kadınların göç olgusunu inceleyen çalışmalar sınırlı kalmakta, daha çok aile birleşmesi kapsamında ele alınmaktadır. Toplumsal cinsiyet temelinde yapılan az sayıdaki göç araştırmasında ise, göçmen işçi kadınların göçmen olarak yerli kadın işçi karşısında, kadın olarak göçmen erkek işçi karşısında, göçmen işçi olarak vasıflı göçmen işçi karşısında dezavantajlı konumda bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda, göçmen kadınlar hem sosyal politika açısından hem de oluşturulması beklenen olumlu göç politikaları açısından öncelikli risk grubu olarak karşımıza çıkmaktadır (Gökbayrak, 2007). 2000’li yıllarda göçün kadınsılaşması olarak adlandırılan olgu gün geçtikçe daha görünür olmaktadır. Geçmişte göçmenlerin ve mültecilerin çoğunluğu erkek iken, özellikle iç çatışmalar nedeniyle kadın mültecilerin sayısı artmaktadır. Bunun yanı sıra, daha fazla sayıda kadın işgücü göçü sürecine katılmaktadır. 2000 yılı 44 verilerine göre kadınlar, göçmenlerin neredeyse yarısını oluşturmakta ve gelişmiş ülkelerde yaşayan göçmen nüfusun ise yarısından fazlasına ulaşmaktadır. Asya ve Latin Amerikalı kadınlar göçmenlerin yarısından fazlasını oluşturmakta, bu rakam ülkeler özelinde daha da artabilmektedir. Örneğin, Filipinler’de yurtdışına göç edenlerin %70’i kadınlardan oluşmaktadır. Ayrıca, önceki dönemlerden farklı olarak kadınlar daha çok yalnız göç etmekte ve geride kalan aile üyelerinin geçim kaynağı olmaktadır. Kadın göçüne dair bu artışın ve eğilimlerin önümüzdeki yıllarda da devam edeceği öngörülmektedir. Bunun en önemli sebebi gelişmiş ülkelerde kadınlara has görülen sektörlerdeki işgücü talebinin yoğun olmasıdır (GCIM, 2005: 11-13). Bu da getirilerinin yanı sıra, kadınlar için öngörülen işlerin niteliğinin düşük olması nedeniyle kadın ve çocukların bazı işverenler ve kaçakçılar tarafından istismarını yükseltmektedir. Göç sürecine dezavantajlı konumda katılan yoksul, eğitimsiz kadın ve çocuklar zorla çalıştırma amacıyla insan ticaretine konu olabilmektedir (Boyle vd., 1998: 28-33). Çünkü göçe yol açan itme ve çekme faktörleri kadın ve erkekler için benzer de olsa, işçilerin göç deneyimleri yaptıkları işin türüne göre ortaya çıkmaktadır ve bu anlamda kadınların göç deneyimleri farklılaşmaktadır. Erkekler tipik olarak çeşitli işler için göç edebilirler. Ancak kadınlar en alttaki görece kötü işlerde istihdam olanağı bulmaktadırlar. Bunlar, “kadınsı işler” olarak görülen ev içi bakım, eğlence sektörü, hizmet sektörü ve küçük imalat sektöründeki işlerdir. Küresel işbölümünün yarattığı yapılanma bir yandan illegal göçmenler sorununu ortaya çıkarırken, diğer yandan, bu kitle içerisinde de dezavantajlı konumda yer alan illegal kadın göçmenler olgusunu ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ise sadece kadın işgücünün “daha uysal” ve “daha az sendikalaşmasından” değil, hizmetlerin cinsiyete dayalı işbölümüyle yakından ilgilidir. Özellikle hizmet sektöründe kadınlara ait ya da geleneksel kadın çalışma alanlarından olan temizlikçilik, ev hizmetleri, çocuk bakıcılığı gibi işlerin göçmen kadın işçiler tarafından yapılmasına yönelik yüksek talep bu artışı etkilemektedir (Şimşek, 2006). Göçmen kadınların çoğunlukla ev içi hizmetlerde çalışmasına dayalı bu yapılanma derinlemesine incelendiğinde kadın işgücünün ulus ötesi işbölümünün nasıl gerçekleştiğini de göstermektedir. Ev hizmetlerinde çalışan çok sayıda göçmen kadın aynı zamanda eşit sayıdaki orta sınıf kadının çalışma yaşamında kalmasına ve 45 kariyerlerine devam etmesine olanak tanımaktadır. Dolayısıyla, bu tür göçmen işgücü alan ülkeler, yalnızca göçmen kadın işgücünden değil, kendi kadın vatandaşlarının ekonomiye kattığı değerden de faydalanmaktadır. Özellikle, finans ve hizmetler sektöründe, sağlık sektöründe ve eğitim sektöründe çalışan profesyonel kadınların yoğunlukta olduğu birçok ülkede, kadın işgücünün bu sektörlerden çekildiği varsayıldığında durum daha iyi anlaşılabilmektedir. Ekonomik değer üretmenin yanı sıra, bir diğer önemli nokta ise, bu şekilde günlük hayatın yeniden üretilmesinde devletin sorumluluğunu yavaş yavaş bırakarak, çalışan kadınlar ile göçmen kadınlar arasındaki bir ulus-ötesi işbölümüne bırakıyor olmasıdır. Bu durum, aynı zamanda göç alan devlet için gizli bir tasarruf kalemini de oluşturabilmekte, neo-liberal politikaların da öngördüğü şekilde sosyal devletten uzaklaşmada araçlardan biri haline gelebilmektedir. Çünkü çocukların, yaşlıların, engellilerin bakımı ile diğer sosyal hizmetlerin bir kısmı artık bir anlamda çalışan kadınların gelir sübvansiyonu ve düşük ücretlerle çalışan göçmen kadınların işgücü sübvansiyonu ile sağlanmaya başlamaktadır. Kadınların iş hayatına atılmasıyla birlikte ücretsiz ev içi çalışma yerini düşük ücretli göçmen kadın işgücüne bırakmakta, fakat bu sorumluluk da yine aileye ve özellikle çalışan kadına düşmektedir. Bu bağlamda, göç alan ülkede ekonomik gelişme, kadın işgücüne ve gelirine dayalı ulus ötesi bir işbölümü ile desteklenmektedir (Heyzer ve Wee, 1994: 44-45). Gelişmiş ülkelerdeki işgücü talebinin yanı sıra, kadınların yaşadıkları yerlerde karşılaştığı eşitsizlikler de göç kararı almalarında önemli bir etken olmaktadır. Küresel sermayenin ve piyasa yapılanmasının ekonomik, siyasi ve sosyal alandaki müdahalesi en yoğun olarak kadın üzerinde kendini göstermektedir. Neoliberal politikaların bir parçası olarak kamusal ve sosyal hizmetlerin devletin sorumluluk alanı dışına itilmesi ve piyasanın eline bırakılması hali hazırda dezavantajlı durumda olan kadınların eğitim, sağlık gibi temel haklardan yararlanmasını daha da zorlaştırmaktadır. Sosyal devletin küçülmesi ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması ile yoksulluk daha da yıkıcı bir hal alırken, yoksul kadın kitlesi hem genişlemekte hem de ayrımcılığın ağırlaştığı koşullarda yaşamaktadır. Birçok sosyal haktan faydalanamayan kadın, kayıt dışı ve yasadışı işlerde ucuz emek gücü olarak kullanılmaktadır. 46 Cinsiyet ayrımcılığına dayalı küresel piyasanın ve ataerkil yapıların yarattığı koşullar, kadınların yasal olarak kötü koşullarda çalışmasının yanı sıra, göç sürecinde insan ticaretine maruz kalarak zorla çalıştırılmasına da uygundur. Çünkü kadının çalışması için uygun görülen enformel sektörler illegal yapılanmalara ortam sağlayacak niteliklere sahiptir. Kadın emeğine yönelik sömürü ve istismar, özellikle eğlence ve fuhuş sektöründe ön plana çıkmakta ve kadınlar için en olumsuz sonuçları doğurmaktadır. Özellikle Doğu Bloğu’nun yıkılmasının ardından ülkelerindeki ekonomik zorluklar ve istihdam olanaklarının darlığı nedeniyle eğitimli ve meslek sahibi kadınlar da bir yaşam stratejisi olarak bu sektörlerde çalışmak zorunda kalmaktadır. Bunun yanı sıra, ülkelerinden çeşitli vaatler ile ve özellikle iş vaadiyle başka ülkelere getirilerek insan ticaretine konu olan eğitimsiz ve yoksul kadınlar için durum çok daha kötüdür. Bu kadınların pasaportlarına ve diğer belgelerine el konularak zorla fuhuş sektöründe çalıştırılmakta, kimi durumlarda ücret ödenmemekte, sürekli bir sömürüye maruz bırakılmaktadırlar (Gökbayrak, 2007). 3.2.1.2. Kadın Bedeninin Metalaştırılması ve Dünyada Kadın Ticareti Örüntüsü Erkekler, kadınlar ve çocuklar birçok nedenle insan ticaretine maruz kalmasına rağmen, seks ticareti ve seks turizmi aracıyla yapılan ticaret temel olarak kadın ve kız çocuklarının zorla hayat kadını olarak çalıştırılmasını ve cinsel istismarlarını içermektedir. İnsan ticaretinin mağduru olmakla yoksulluk arasında ciddi bir bağlantı vardır. Ancak bu, her zaman en yoksul kişilerin ticarete maruz kaldığı anlamına da gelmez. Vatandaşlık ve mülkiyet haklarındaki ayrımcı uygulamalar, kaynaklara ulaşımdaki eşitsizlikler, bilgi ve ekonomik güç anlamında fırsat eşitsizliği, sömürü, aile içi şiddet kadınları yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya itmektedir (ESCAP, 2005: 5). Eğitim hakkı ve diğer yasal hakları engellenen kadınlar, kendi yaşamlarının kontrol etme hakkını da yitirmekte, vasıfsız ve ekonomik özgürlüğü olmayan özneler olarak insan ticareti konusunda risk grubunu oluşturmaktadırlar (GAATW, 2000: 9). Bu bağlamda insan ticareti suçu genellikle cinsiyete ve yaşa bağlı bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yasal olarak göç etme olanağının bulunmadığı durumlarda görece avantajlı olan erkekler göçmen kaçakçılığı yoluna başvururken, yeterli ekonomik güce, kaynaklara ve bilgiye erişme konusunda dezavantajlı kadınlar bu sürecin herhangi bir aşamasında insan 47 tacirlerinin eline düşmektedir. Bunun da ötesinde diğer insan ticareti mağdurları göz önüne alındığında kadınlar, daha fazla şiddete uğramaktadırlar. Bu şiddet istenmeyen hamilelikler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve AIDS gibi olgularla kendisini daha da görünür kılmaktadır. Kadın bedeninin metalaştırılması üzerinden işleyen uluslararası piyasa yeni bir olgu değildir. Günümüzde yasadışı yollardan elde edilen gelirin üçüncü büyük kaynağını oluşturan kadın ticareti dört büyük dolaşım dalgasıyla gelişmiştir. Ticaret amacıyla yönlendirilmiş ilk kitlesel dalga 1970’lerde Güneydoğu Asyalı kadınlardan, büyük oranda da Tayland ve Filipinlilerden oluşmuştur. İkinci dalga 1980’lerde Afrikalı kadınları hedef alarak, özellikle Ganalı ve Nijeryalı kadınların ticaretini içermiştir. Latin Amerika’dan gelen üçüncü dalga ise yoğunlukla Kolombiya, Brezilya ve Dominik Cumhuriyeti vatandaşı kadınlardan oluşmuştur. Günümüzde ise dördüncü dalga olarak adlandırabileceğimiz kadın ticareti dolaşımına Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlığın en yoğun yaşandığı ülkeler konu olmaktadır. Bu anlamda, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Baltık Bölgesi ve Doğu Avrupa dördüncü dalga kadın ticaretinin kaynak ülkeleri haline gelmiştir (Malarek, 2004: 18-19). Kadın ticareti, günümüzde özellikle internet üzerinden gelişen seks endüstrisi ve çocuk pornografisi gibi yeni “kazanç” alanlarına eklemlenerek kendini yeniden üretmektedir. Bilgi teknolojilerin gelişimi, siber uzayda her türlü malın elektronik ortamda zaman ve uzamdan bağımsız olarak alınıp satılmasını sağlamıştır. İnternet üzerinden her türlü malın satılması gibi çocuk ve kadınlar da satılmaktadır. Teknoloji seks endüstrisine kadınları sömürerek erkek müşterilere sunmanın yollarını da bulmuştur. Burada unutulmaması gereken şey, sömürü sistemine yeni bir teknoloji katıldığında bu güce sahip olanlara sömürüyü ve zararı yoğunlaştırma şansı vermektedir. Seks endüstrisi, gelişmeye başladığı ilk yıllarda yeni teknolojik gelişmeleri kullanırken, günümüzde teknolojik araçların yaygın şekilde kullanımını neredeyse seks endüstrisi sağlar hale gelmiştir. Bir başka deyişle, artık ticari teknolojinin başarısı seks endüstrisine dayanmaktadır. Çünkü yeni bilgi teknolojilerinin gelişim motoru ilkel tüketim biçimi olan cinsellikle koşut gitmektedir. Küreselleşme sonucu ortaya çıkan ekonomik ve ticari bağımlılık, seks endüstrisinin ve internet endüstrisinin cinsel sömürünün küreselleşmesinde ortak 48 hareket etmesini doğurmaktadır (Hughes, 2006). Bu anlamda çocukların da önemli ölçüde sömürüye uğradığı bilinmektedir. 3.2.2. Çocuk Ticareti Çocuk ticareti, Birleşmiş Milletler’in tanımladığı şekilde 18 yaşından küçüklerin alınıp satılması, vücutlarından ve hizmetlerinden yararlanılmasını içermektedir. Çocuklar, çeşitli amaçlarla insan tacirleri tarafından kaçırılmakta ya da aileleri tarafından satılmaktadırlar. Çocuk ticareti, çocukların cinsel amaçlı kullanımı, pornografi, zorla çalıştırma, işgücü sömürüsü ve organ nakli gibi farklı amaçlara yönelmektedir. Çocuklar bazı durumlarda bu sömürü türlerinden birkaçına aynı zamanda maruz kalabilmektedir. Hırsızlık yapmak amacıyla kaçırılan çocuklar cinsel sömürüye de maruz kalabilirken, işgücü sömürüsü amacıyla çalıştırılan çocuklar kapkaççılık ve dilencilik için de kullanılabilmektedir. Sosyo-ekonomik özellikler insan ticaretinde etkili olduğu gibi çocuk ticaretinin de temel nedenini oluşturmaktadır. Ancak, çocukluktan kaynaklanan özellikler riskleri daha da arttırmaktadır. Çocukların tecrübesizliği, eğitim eksikliği, yetişkinlere olan bağımlılıkları, tacirlerin elinden kurtulma fırsatlarının az oluşu gibi nedenler çocuk ticaretini kolaylaştırmaktadır. Özellikle yoksul aileler ile aile reisinin anne olduğu aileler insan tacirleri tarafından çocuklarının iyi durumdaki kişilere evlatlık verileceği vaadiyle kandırılmaya daha uygun olup, bu aileler çocuklarını 1.000 dolar gibi bir ücret karşılığında suç örgütlerine teslim edebilmektedir. Yoksulluğun yanı sıra çocuk çalıştırmanın, erken evliliklerin kabulü gibi kültürel faktörler ile düşük okullaşma oranları ve eğitimde cinsiyet eşitsizliği de çocuk ticaretinin artışında önemli etkenler olmaktadır. Çocuk koruma sistemlerinin olmadığı ya da yetersiz olduğu ülkelerdeki çok sayıda sokakta yaşayan çocuk da bu anlamda risk altında kalmaktadır (IOM, 2006a: 26-29). Bunların yanı sıra, fuhuş sektöründe zorla çalıştırılan kadınların çocukları da evlatlık olarak verilme, çocuk pornografisi ya da organlarından faydalanma amacıyla satılmakta, insan tacirleri bu şekilde çifte kazanç sağlayabilmektedir. Çocuk pornografisi teknolojinin gelişimi ve internet kullanımının yaygınlaşması ile birlikte günümüzde en fazla yasadışı kazanç elde edilen alanlardan 49 biri haline gelmektedir. Çocuklar, ayrıca yasadışı işlerde kullanılmak, ucuz işgücü olarak çalıştırılmak, çatışmalarda asker olarak savaştırılmak, dilendirilmek suretiyle de sömürüye maruz bırakılmaktadır. Çatışma ve doğal afet bölgeleri, sosyo- ekonomik düzeyin düşük olduğu ve çocukların nüfus kayıtlarının yapılmadığı bölgeler, yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı bölgeler çocuk ticareti anlamında insan tacirleri için kaynak oluşturmaktadır. Çocuk fahişelerin yoğun olarak görüldüğü ülkeler ise Tayland, Endonezya, Hindistan, Filipinler, Brezilya gibi seks turizminin desteklendiği ve bu sektörden elde edilen gelirin oldukça yüksek olduğu ülkelerdir (Bolat, 2005: 24-27). Özellikle Tayland gibi bazı “markalaşmış” Asya ülkelerinde kadın bedeninin metalaştırılması üzerinden geliştirilen turizm sektörü, ekonomik bir mucize olarak sunulmaktadır (Bishop ve Robinson, 1998: 60-80). Ekonomik kalkınmanın bir parçası olarak sorgulanmadan bilinçli olarak desteklenen bu durumun, gelir kaynağı olmanın ötesinde getirdiği insani ve toplumsal bedelin tekrar değerlendirilmesi gerekmektedir. 3.2.3. Zorla Çalıştırma/Kölelik Zorla çalıştırma insanların yasal belgelerinin elinden alınması yoluyla ve/veya bu kişilerin borç senetleri nedeniyle ağır borç yüküne maruz bırakılarak istemedikleri işlerin içine sokulmaları ve kendilerinden istenen her şeyi yapmak zorunda bırakılmalarıdır. Bu anlamda, zorla çalıştırma modern kölelik olarak da adlandırılmaktadır. Zorla çalıştırmayla ilgili henüz sistematik bir bilgi akışı sağlanamamakta olup, Avrupa, İsrail ve diğer Ortadoğu ülkeleri, Rusya, Türkiye, Asya ülkeleri ve ABD’den sınırlı veriler elde edilebilmektedir. Ancak, elde edilebilen bilgiler Batı Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerde işgücü istismarına dayalı enformel bir piyasanın varlığını ortaya koymaktadır. Bu tür işgücü istismarı özellikle yerel işgücü arzının yetersiz kaldığı mevsimlik işlerde daha yoğun görülmektedir. Örneğin İngiltere’de tarımsal işlerde ihtiyaç duyulan işgücü açığının yıllık 50.000 kişi civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bu işgücü açığının ne kadarının insan ticareti mağdurları tarafından karşılandığı ise bilinmemektedir. Bunun sebepleri arasında düzensiz göçmenlerin istihdam koşulları ile ilgili siyasi iradenin yetersizliği, sivil toplum örgütlerinin daha çok kadın ticareti ile ilgili olarak çalışması ve sendikaların konuya öncelikli görmemesi sayılabilir. Göçmen kaçakçılığı ile insan ticaretinin kesişen yönleri de bu analizin yapılmasında zorluklar yaratmaktadır. 50 Ancak, genel olarak göçmen kaçakçılığı yoluyla hedef ülkeye giren göçmenlerin seyahat ve diğer giderler öne sürülerek tehdit edilerek çalıştırıldığı, kendilerine ödeme yapılmadan işten çıkarıldıkları, diğer işverenlere satıldıkları belirlenmiştir (Plant, 2007: 61-62). Zorla çalıştırmaya maruz kalan kişilerin çoğunluğunu beden gücü ve dayanıklılığı fazla olan erkekler oluşturmaktadır. Erkekler çoğunlukla inşaat, tarım, madencilik, emek yoğun sanayi gibi sektörlerde çalıştırılarak ücret ödemesi yapılmamakta, sadece günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Bununla birlikte, bu tür sömürüye maruz kalanlar sadece erkekler olmamakta, kadınlar ve erkek çocukları da benzer sektörlerde ucuz işgücü olarak kullanılabilmektedir. Bu sömürü, kişiden kazanılan faydanın son bulmasına kadar süreklilik gösterebileceği gibi, kişinin bir başka sektöre kaydırılması ile de kendini yeniden üretmektedir (Bolat, 2005: 30). Zorla çalıştırma yoluyla olumsuz koşullarda sömürüye maruz kalan göçmen işçilerin birçoğunun gelişmiş ülkelerde istihdam olanağı için kendi ülkelerindeki, gittikleri ülkelerdeki ya da her iki ülkede ortak çalışan iş bulma acentelerine önemli miktarda ücret ödedikleri görülmektedir. İşe yerleştirme ücreti olarak adlandırılan bu ödemeler 4.000 dolar ile 11.000 dolar arasında değişmektedir. Vasıfsız işçilerin bu talebi karşılayamaması ise, ağır bir borç yükü altına girmelerine neden olmaktadır. Borç yükü, göçmen işçilerin genellikle illegal sektörlerde ağır çalışma koşulları altında çalıştırılmaları için araç olarak kullanılmaktadır. İstihdam için ileri sürülen yüksek maliyetler, harçlar gibi bu tür ücretler uluslararası sözleşmeler tarafından yasaklandığı gibi genellikle kaynak ülkelerin yasaları tarafından da yasaklanmıştır (The United States Department of State, 2006: 8). Ancak, özel istihdam acentelerinin bu tür uygulamaları devam etmektedir. Bu acenteler vasıfsız işgücü talep eden işverenlerden aldıkları komisyonun yanı sıra işçilere de ağır ödemeler yükleyerek çifte kazanç sağlamaktadır. Bu anlamda, yurtdışına önemli miktarda vasıfsız işgücü sağlayan ülkelerin iş bulma acentelerini denetlemesi, bu konuda cezalandırıcı hükümler içeren yasal düzenlemelere gitmesi gerekmektedir. Aynı zamanda, vasıfsız işgücüne ihtiyaç duyan emek yoğun sektörlerin yoğun olduğu ülkeler de göçmen işçilerin ülkeye hangi koşullar altında girerek istihdama katıldığını incelemelidir. 51 3.2.4. Organ-Doku Ticareti Organ ticareti, Birleşmiş Milletler tarafından kişinin organlarını almak amacıyla tehdit ederek, zor kullanarak, kaçırarak, kandırarak otoritenin kötüye kullanılması ya da kişinin zayıflığından istifade ederek elde edilmesi, kişinin taşınması, barındırılması, organının alınması olarak tanımlanabilir. Organ ticareti, tıptaki gelişmeler sonucunda birçok organın naklinin olanaklı olması ile orantılı olarak günümüzde gittikçe yaygınlaşmaktadır. Dünya üzerinde organ nakli bekleyen hastaların yarattığı talebin organ bağışlarından çok daha fazla olması bu ticareti arttırmaktadır. Bunun yanı sıra, canlı kimselerden alınan organların kadavralardan alınanlara oranla daha iyi tolere edilmesi de bir başka neden olarak görülebilir. Organ ticaretinin yüksek kazanç getirmesi ve bu kazancın büyük bölümünün suç şebekelerine kalması da bu ticareti hızlandırmaktadır. Organ veren kişiye 3.0005.000 dolar gibi bir para ödenirken alıcılardan ise 200.000 dolar gibi bir kazanç elde edilmektedir. Organ ve doku ticaretini teşvik eden bir başka unsur ise bu suçun yasalarda yeterli yer bulmayışı, suçu işleyen tıp görevlileri göz önünde iken, suç örgütlerinin yeterince ceza almamasıdır. Organ ve doku ticareti, suç örgütlerinin bu amaçla kişileri zorla kaçırmasının yanı sıra yoksulluktan doğan arz tarafından da beslenmektedir. Caydırıcı yasal düzenlemelerin olduğu ülkelerde dahi, yoksulluğun yarattığı koşullar nedeniyle organ vermeye istekli kişilerin varlığı nedeniyle organ arzı devam etmektedir. Nitekim organ ticaretine kaynak olan ülkelerin genellikle milli gelirin oldukça düşük olduğu Asya, Afrika, Güney Amerika ile Doğu Avrupa ülkeleri olduğu görülmektedir (Bolat, 2005: 27). 3.3. İnsan Ticaretinin Nedenleri İnsan ticareti karmaşık, çok boyutlu bir sorun alanıdır. İnsan ticaretinin neden var olduğunu anlamak için güncel gelişmelerin ve nedenlerin yanı sıra bu olguyu doğuran yapısal belirleyicileri de tanımlamak ve analiz etmek gerekmektedir. Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel faktörler ve bunların birbiriyle etkileşiminin her biri bu anlamda önemli rol oynamaktadır. İnsan ticareti aynı zamanda arz ve talep perspektifinden de değerlendirilebilir, kişileri insan tacirlerine iten nedenler ve onlara talebi üreten faktörler de göz önünde bulundurulmalıdır. Küresel insan ticareti, 52 yoksulluğun, insan hakları ihlallerinin ve cinsiyet ayrımcılığının bir ürünü olarak sömürünün çeşitli türlerine maruz kalan insanlara olan talebe cevap vermektedir. Sosyal yapıların tahrip olduğu ve sosyal desteğin azaldığı olağanüstü durumlarda özellikle kadınlar, çocuklar ve marjinalize olmuş gruplar daha kırılgan ve riske açık olmaktadır. Aşağıda insan ticaretinin nedenleri üzerinde genel olarak durulacaktır, ancak bu anlamda tam olarak kapsayıcı bir liste yapılamayacağı ve her vakanın kendine has özellikler taşıyabileceği de göz ardı edilmemelidir (Department for Global Development, 2003: 15–19). 3.3.1. Ekonomik Nedenler İnsan ticaretinin en önemli yapısal nedenlerinden biri gelir kaynaklarının yetersizliği ve kaynakların eşitsiz dağılımıdır. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde tarım sektörünün gelir getirici özelliğini yitirmesi ekonomik zorlukları beraberinde getirmektedir. Hane gelirinin düşmesi ile birlikte kadın ve çocukların katkısına geçmişte olduğundan çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal güvenlik sistemleri de en yoksul ve dezavantajlı kesimlere yeterince ulaşmamaktadır. Kronik istihdam açığı da genç nüfusu ve vasıfsız işgücünü etkilemektedir. Özellikle genç kadınlar için işgücü piyasası oldukça kısıtlayıcı olup, kadın işgücüne atfedilen düşük değer nedeniyle kadınlar ev içi çalışmaya ve genellikle enformel olan pazarlama ve hizmet sektörlerine uygun görülmektedir. Birçok kadın bulabildikleri işlerde kölelik benzeri uygulamalara daha iyi koşullara ulaşabilme umuduyla katlanmak zorunda kalmaktadır. Okullaşma oranlarının düşüklüğü de özellikle kız çocuklar için vasıflı işgücü olarak piyasaya girme şansını azaltmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi bazı ülkelerdeki ani ve hızlı değişimler ekonomik zorluklara ve sosyal güvenlik sistemlerinin çökmesine neden olmakta, bu da en fazla dezavantajlı toplumsal kesimleri etkilemektedir. Talep açısından bakıldığında ise, temel ekonomik etkenler ucuz işgücüne olan talep ile seks ticaretinin getirdiği büyük karlardır. Birçok ülkede eğlence ve seks endüstrileri önemli gelir kaynakları olmaktadır. Aynı zamanda enformel sektör ve suç örgütleri tarafından düşük ücretle çalışacak kişilere talep yaratılmaktadır. Bazı bölgelerde ve sektörlerde ise çocuk işgücü tercih edilmektedir. Çocuklar hırsızlık, kapkaç ve diğer suçlarda da kullanılmaktadır. Küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve ulaşımın kolaylığı örgütlü suçların artmasına, yerel organize suç gruplarının küresel suç örgütleri ağlarına 53 katılmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, günümüzde küresel ekonomiden olduğu kadar bir küresel yeraltı ekonomisinden de söz etmek mümkündür. 3.3.2. Sosyo-kültürel Nedenler Ataerkil aile ilişkileri ve sosyal yapı içinde ikincilleşen ve donanımsız bırakılan kadın ve çocukların bu konumu insan tacirlerine olan ilgilerinin en önemli nedenidir. Bu yapı, aynı zamanda insan ticaretinin talep boyutunu da oluşturmaktadır, seks ticaretine olan talep insan ticaretinin birinci varlık nedenidir. Kadınlara karşı bu tutumun bir diğer yansıması da son dönemde ortaya çıkan internet aracılığı ile “eş”, “gelin” pazarlamasıdır. Kadınlara yönelik şiddet, tehdit ve hatta cinayetler hemen her toplumda görülmektedir. Aile içi şiddetin yanı sıra evlerinden ayrılmak zorunda bırakılan kadınlar ile boşanma sonrası sosyal dışlanma yaşayan kadınlar da yaşadıkları yeri terk etme yoluna gitmektedir. Bu kadınların eğitimsiz ve sosyal destekten yoksun olmaları onları sömürüye açık hale getirmektedir. Sosyal ve ekonomik güvenlik ağlarının yokluğu bu anlamda kadın ve çocukların önemli bir risk grubu olmasına yol açmaktadır. Batılı yaşam biçiminin, tüketim kalıplarının, rol modellerinin medya ve piyasa güçleri tarafından özendirilmesi de insanların bunlara ulaşmayı amaç edinmesine yol açmaktadır. Özellikle, az gelişmiş ülkelerde ve istikrarsız ekonomik koşullarda geleceklerinden umutsuz olan gençler daha fazla risk almaktadır. 3.3.3. Yasal ve Politik Nedenler Yeterli yasal düzenlemelerin, doğru işleyen bir idari mekanizmanın ve etkili yargı sisteminin olmadığı durumlar insan ticaretinin önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Birçok ülke, uluslararası sözleşmelere imza atmış olmasına rağmen iç hukuktaki uygulamalar yetersiz kalabilmektedir. Yoksul ve güçsüz toplum kesimlerinin yasalar tarafından yeterince koruma altına alınmamış olması da insan ticaretini uygun ortam hazırlayabilmektedir. Kadın ve çocukların şiddete karşı devlet tarafından korunması çoğu durumda mümkün olmamaktadır. Zorla çalıştırma bağlamında iş yasalarının da yeterli önlemleri öngörmesi gerekmektedir. Ayrıca, insan ticareti suçunun tespiti ve kanıtlanması anlamında yaşanan zorluklar da yeterli cezai yaptırımın uygulanmasını engellemektedir. 54 İnsan ticareti öncelikli olarak bir güvenlik sorunudur, ancak insan hakları bağlamında da önemli nedenleri ve sonuçları vardır. Özellikle, Soğuk Savaş sonrasında belirsizlik üzerine kurulu günümüz dünyasında güvenlik sorunlarına sadece ulusal bazda alınan emniyet tedbirleri ile yanıt vermek olanaksız hale gelmektedir. Bu nedenle, uluslararası işbirliğinin ve düzenlemelerin bu alandaki mücadelede önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası hukuksal çerçevenin gelişimi aşağıdaki bölümde ele alınmaktadır. 3.4. İnsan Ticaretiyle İlgili Uluslararası Hukuk Düzenlemeleri İnsan ticareti ile ilgili olarak hukuksal anlamda 20. yüzyılın başlarından itibaren uluslararası bir yaklaşım geliştirildiği söylenebilir, ancak bu çabalar ortak bir zemin oluşturamamıştır. İnsan ticareti ile ilgili ilk doğrudan düzenleme, 1904 tarihli Beyaz Kadın Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Uluslararası Sözleşme’dir. Ancak, düzenlemede bu suçlara yönelik özel olarak düzenlemiş ceza hükümlerine yer verilmemiştir. Bu anlamda, 1910 tarihli Beyaz Kadın Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Uluslararası Sözleşme’nin ilk uluslararası düzenleme olduğu söylenebilir. Bu sözleşmelerin ardından Milletler Cemiyeti tarafından 1921 yılında Kadın ve Çocuk Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Sözleşme ve 1933 yılında Tüm Yaşlarda Kadın Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Uluslararası Sözleşme imzalanmıştır. İnsan ticaretiyle ilgili bu sözleşmeler 1949 yılında İnsan Ticaretinin ve İnsanların Fuhuş Yoluyla Sömürülmesinin Yasaklanmasına Dair Sözleşme adı altında birleştirilerek Birleşmiş Milletler (BM). tarafından imzaya açılmıştır. Ancak, bu sözleşmelerin yaptığı farklı tanımlamalar ve genellikle insan ticareti konusunda referans noktasının fuhuş amaçlı sömürü olarak alınması daha kapsamlı, açık ve ortak bir tanımlama yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren bu ihtiyaç insan ticareti tartışmalarında geniş yer tutmaya başlamıştır (Apap ve Medved, 2003: 11). İnsan ticareti suçuna yönelik kapsamlı yaklaşım ise 2000 yılında Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın Ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına Ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol’ün imzaya açılması ile sağlanmıştır. Protokol ile insan ticaretinin tanımlanması ve mağdurları koruma amacıyla alınacak önlemler konularında ortak bir terminoloji geliştirilmiştir. İnsan ticareti olgusuna yönelik bu doğrudan düzenlemenin yanı sıra Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar 55 tarafından geliştirilen farklı sözleşmeler de mevcuttur. Bu uluslararası sözleşmeler ise insan ticaretinin ihlal ettiği temel insan haklarının korunması ve insan ticaretinin çeşitli türlerinin yasaklanması üzerinde durmaktadır. Aşağıda insan ticareti konusunda doğrudan ya da dolaylı hükümler taşıyan uluslararası sözleşmelerden önemli görülenleri ele alınmaktadır. 3.4.1. BM Palermo Protokolü BM Palermo Protokolü (www.un.org, 2007) ile ilk kez insan ticareti kavramı uluslararası hukukta kapsamlı olarak doğrudan tanımlanmıştır. Protokolün amacı; kadın ve çocuklara özel önem verilerek, insan ticaretini önlemek ve mücadele etmek, bu tür ticaretin mağdurlarını, onların insan haklarına bütünüyle saygı göstererek korumak ve onlara yardım etmek, taraf devletler arasındaki işbirliğini geliştirmek olarak belirtilmiştir. Protokolün 3. maddesinde insan ticareti ile ilgili tanımlamalara yer verilmektedir. Maddeye göre, insan ticareti, kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. Buradaki istismar terimi, asgari olarak, başkalarının fuhuşunun istismar edilmesini veya cinsel istismarın başka biçimlerini, zorla çalıştırmayı veya hizmet ettirmeyi, esareti veya esaret benzeri uygulamaları, kulluğu veya organların alınmasını içermektedir. İnsan ticaretinin yukarıda belirtilen yöntemlerden herhangi biriyle yapılmış olması halinde, mağdurun bu istismara razı olup olmaması durumu değiştirmeyecektir. Ayrıca, bu yöntemlerden herhangi birini içermese bile, çocuğun istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması “insan ticareti” olarak kabul edilmektedir. Protokolün 6. maddesi ise mağdurların korunması açısından önemli hükümler içermektedir. Maddeye göre, taraf devletler insan ticaretine ilişkin yargılama işlemlerini gizli yürütmek, mağdurların fiziksel güvenliğini ve kimliklerini korumak, ilgili yasal bilgileri ve danışmanlık hizmetini vermek, zararları için tazminat 56 almalarını sağlayacak iç hukuk düzenlemeleri yapmak uygun barınma olanağı sağlamak, tıbbi ve psikolojik destek vermek, çalışma, eğitim olanakları sağlamak gibi yükümlülükler altına girmektedir. Protokolün diğer maddeleri ise, devletlere insan ticaretini önleme konusunda yasal ve diğer önlemleri alma, iç hukuklarında gerekli cezaları öngörme, mağdurları koruma, geçici ya da daimi ikamet hakkı verme, ülkelerine güvenli dönüşlerini sağlama, diğer ülkelerle işbirliği yapma gibi yükümlülükler getirmektedir. Protokolün yansıra çeşitli uluslararası ve bölgesel sözleşmeler ile düzenlemeler de insan ticaretinin önlenmesi konusunda normatif ilkeler geliştirmekte ve devletlere bu konuda yükümlülükler getirmektedir. Ancak bu düzenleyici normların devletlerin iç hukukunda yeterince yer bulduğunu söylemek zordur. Normların iç hukukla harmonizasyonu ve uygulanması anlamında yetersizlikler yaşanmaktadır. İnsan Ticareti ile ilgili hükümler taşıyan diğer uluslararası belgeler için de durum değişmemektedir, bu belgeleri imzalayarak üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirmek devletlerin sorumluluğundadır (Department for Global Development, 2003: 20-23). 3.4.2. Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri’nin (www.hrweb.org, 2007). insan ticaretinin önlenmesi konusunda sağladığı katkı bir bütün olarak insan hakları bağlamında geliştirdiği uluslararası belgelerin yanı sıra kadın ve çocuk hakları üzerinde duran özel sözleşmelerin de yaratılması ile gerçekleşmektedir. Aşağıda Birleşmiş Milletler tarafından imzaya açılan insan hakları belgeleri ile bu belgelerin göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretiyle ilgili hükümlerinden genel olarak bahsedilmektedir. 3.4.2.1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi Beyanname, 1948 yılında ilan edilmiş olup, temel insan haklarının tüm dünyada etkin biçimde uygulanması için ortak ölçütler belirlemeyi amaçlamaktadır. Beyannamede söz edilen en temel insan hakları insan tacirleri tarafından ihlal edildiği gibi devletler de kimi zaman bu hakları vatandaşlarına kullandırma konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu temel haklardan bazıları şunlardır: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar, yaşamak, özgürlük ve kişi 57 güvenliği herkesin hakkıdır; hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır; hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez; herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır; evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır; herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır, ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir; herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır; herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır. 3.4.2.2. Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi Sözleşme, 1976 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin 8. maddesi her türlü kölelik ve köle ticaretini yasaklamakta, hiç kimsenin zorla çalıştırılamayacağını hükme bağlamaktadır. Çocuk hakları bağlamında ise sözleşme, her çocuğun ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum gibi bir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın ailesi, toplum ve devlet tarafından korunma hakkını içermektedir. 3.4.2.3. Birleşmiş Milletler “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) Birleşmiş Milletler tarafından 1979 yılında kabul edilen sözleşme, 2006 yılı itibarıyla 185 ülkenin imzasını taşımaktadır. Genel anlamda kadın haklarıyla ilgili hükümler içeren sözleşme kadınların siyasi ve toplumsal yaşamda eşit fırsatlara sahip olmasını amaçlamaktadır. Sözleşmeye taraf devletler kadınların insan haklarını ve temel özgürlüklerini korumak için yasal düzlemde ve uygulamada her türlü önlemi almakla yükümlüdür. Bu anlamda, cinsiyet ayrımcılığına dayalı ve kadınların temel haklarının tanınması, tam olarak kullanılması önünde engel oluşturan kısıtlayıcı durumların tanımlanarak ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sözleşme, aynı zamanda her türlü insan ticaretinin ve fuhuş yoluyla kadınların sömürülmesinin önlenmesini de devletlere görev olarak yüklemektedir. 58 3.4.2.4. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi 1989 yılında kabul edilen sözleşme, ABD ve Somali dışında tüm ülkeler tarafından onaylanmıştır. Sözleşme, 18 yaşın altındakileri çocuk olarak tanımlamakta ve çocukların siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını güvence altına almaktadır. Sözleşmede, çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanması, ayrımcılığa ve sömürüye karşı korunması, fikirlerini açıklaması ve saygı görmesi gibi temel hakları korunmaktadır. Ayrıca, 2000 yılında BM Çocuk Hakları Sözleşmesine Ek Çocuk Satışı, Çocuk Fahişeliği ve Çocuk Pornografisi Ek Protokolü de imzaya açılmış ve 2002 yılında yürürlüğe girmiştir. Tüm taraf devletler çocukların satılması ve her türlü cinsel sömürüye maruz bırakılmasını engelleyecek önlemleri almakla yükümlüdür. Protokol ile çocuklara yönelik cinsel sömürüyü önleme çabaları çocuk ticareti, çocuk fahişeliği ve pornografiyi de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Taraf devletler, protokol dâhilindeki suçları önlemek ve cezalandırmak ile yükümlüdür (www.unhchr.ch, 2006). Bağımsız uzmanlardan oluşan bir komite taraf devletlerin sözleşme kapsamındaki uygulamalarını içeren raporları incelemektedir. 3.4.3. Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri Uluslararası Çalışma Örgütü’nün insan ticareti ile mücadelede katkısı işgücünün istismarının önlenmesine yönelik sözleşmeler ile olmaktadır (www.ilo.org, 2007). Uluslararası Çalışma Örgütü zorla çalıştırmayı, çocuk işçiliği ve cinsiyete dayalı ayrımcılığı konu alan birçok sözleşme düzenlemiştir. 1930 yılında kabul edilen Zorla Çalıştırma Sözleşmesi ile zorla ya da zorunlu çalıştırmanın her tür biçimine son verilmesi öngörülmektedir. Ancak, askerlik hizmeti, mahkûmların belirli bir denetime göre çalıştırılmaları, bu arada savaş, yangın ve deprem gibi olağanüstü durumlarda gerek duyulan çalıştırma biçimleri için istisna tanınmaktadır. 1957 yılında kabul edilen Zorla Çalıştırmanın Yasaklanması Sözleşmesi, zorla ya da zorunlu çalıştırmanın herhangi bir biçiminin siyasal zorlama ve eğitme, siyasal ya da ideolojik görüşlerin açıklanması nedeniyle cezalandırma, işgücünü harekete geçirme, çalışma disiplinini sağlama, ayrımcılık ve grevi katılanları cezalandırma aracı olarak kullanılmasını yasaklamaktadır. 1999 yılında kabul edilen Çocuk İşçiliğinin En kötü Biçimleri Sözleşmesi çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin acilen ve etkili biçimde ortadan kaldırılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasını öngörmektedir. Sözleşme, 59 çocukların alım-satımı ve ticareti, borç karşılığı veya bağımlı olarak çalıştırılması ve askeri çatışmalarda çocukların zorla ya da zorunlu tutularak kullanılmasını da içerecek şekilde zorla ya da mecburî çalıştırılmaları gibi kölelik ve kölelik benzeri uygulamaların tüm biçimlerini; çocuğun fahişelikte, pornografik yayınların üretiminde veya pornografik gösterilerde kullanılmasını, bunlar için tedarikini ya da sunumunu; çocuğun özellikle ilgili uluslararası anlaşmalarda belirtilen uyuşturucu maddelerin üretimi ve ticareti gibi yasal olmayan faaliyetlerde kullanılmasını, bunlar için tedarikini ya da sunumunu; doğası veya gerçekleştirildiği koşullar itibariyle çocukların sağlık, güvenlik veya ahlaki gelişimleri açısından zararlı olan işi kapsamaktadır. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü gibi kuruluşların öncülük ettiği uluslararası sözleşmeler birçok ülke tarafından imzalanmıştır. Ancak, bu düzenlemelerin herhangi bir yaptırım gücü yoktur ve uygulamada insan ticareti ile mücadele devletlerin kararlılığına ve işbirliğine gereksinim duymaktadır. Bunun yanı sıra uluslararası sistemdeki eşitsizliklerden kaynaklanan yapısal sorunlar da insan ticaretinin nedenlerini besleyerek bu alanda mücadeleyi güçleştirmektedir. Günümüzde insan ticaretinin boyutları önemli şekilde artmaya devam etmektedir. 3.5. Uluslararası Örgütlerin Verilerinde Dünyada İnsan Ticaretinin Boyutları İnsan ticareti konusundaki tanım farklılıklarının yanı sıra, güvenilir istatistikler oluşturma anlamındaki çabalar da bazı nedenlerden dolayı yeterli sonuç verememektedir. Bunlardan ilki, birçok ülkenin henüz insan ticareti konusunda hukuki bir düzenleme yapmamış olmasıdır. İnsan ticaretine yasalarında yer veren ülkelerde ise, yasalar insan ticaretinin farklı boyutlarını ele almakta, örneğin cinsel sömürüyü içeren bir yasa diğer sömürü türlerini göz ardı edebilmektedir. Yine bazı ülkelerde, kadın ve çocuk sömürüsü üzerinde durulurken, insan ticaretine konu olan yetişkin erkekler ihmal edilebilmektedir. Diğer yandan, yasal düzenlemelerin olduğu ülkelerde dahi yasanın uygulanması ve mağdurların belirlenmesinde suçun doğası gereği zorluklar yaşanmakta, tehdit altında olan mağdurlara ulaşmak kolay olmamaktadır. Sorunun suçla bağlantılı olması neyin nasıl ölçüleceği ile ilgili belirsizliklere yol açmaktadır. İnsan ticareti ülkeler, bölgeler ve kıtalar arasında 60 olduğu gibi ülke sınırlar içinde de yapılmaktadır. Kaynak, transit ve hedef ülkeler çoğu zaman kesişmekte, aynı ülke bu üç özelliği de taşıyabilmektedir (Wennerholm, 2002: 11). Birçok ülkede, konu hakkında istatistikî veri toplayan merkezi mekanizmalar bulunmamakta, bu anlamda çalışan sivil toplum örgütlerinin ulaşabildiği kişiler de tüm mağdurların çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Hollanda İnsan Ticareti Raportörü ulaşılabilen mağdurların tüm rakamın %5’ini oluşturduğunu tahmin ederken, Almanya’da 2000 yılında 926 olarak kayıtlara geçen mağdur sayısının aslında 2.000–20.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir (UNODC, 2006: 44-45). İnsan ticareti ile ilgili verilerin elde edilmesinde yaşanan bu gibi zorluklar nedeniyle bu konuda çeşitli uluslararası örgütler tarafından farklı rakamlar verilmektedir. 2 Uluslararası Göç Örgütü’ne göre her yıl 700.000 ile 2.000.000 arasında tahmin edilen sayıda kişi insan ticareti amacıyla uluslararası sınırlardan geçirilmektedir. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı insan ticareti raporlarında ise bu sayı 600.000 ile 800.000 arasında verilmektedir. Bu rakamın %80’ini kadın ve kız çocukları, 50’sini ise çocuklar oluşturmaktadır. Uluslararası insan ticaretinin büyük bölümü cinsel sömürü amaçlı yapılmaktadır. Amerikan Dışişleri Bakanlığı 2006 İnsan Ticareti Raporu’nda verilen rakamların çoğunlukla bu tür ticareti içerdiği, bu anlamda da ülke içi insan ticaretini kapsamadığı belirtilmektedir. Tanımlanması ve hesaplanması oldukça zor olan bu ticaret zorla çalıştırma ve çocuk işgücünün sömürüsü olarak, uluslararası suç örgütlerinin dışında yerel mekanizmalar tarafından da yürütülmekte ve boyutları artmaktadır (The United States Department of State, 2006: 6). Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tahminlerine göre ise bugün dünyada zorla çalıştırmaya maruz kalan 12,3 milyon kişinin yaklaşık 2,5 milyonunu insan ticareti mağdurları oluşturmakta ve bu kişilerin % 43’ü cinsel sömürü amaçlı çalıştırılmaktadır. İnsan ticareti, en yaygın olarak Asya-Pasifik’te görülmekte olup, bunu gelişmiş ülkeler izlemektedir (Çizelge 3.1). Ancak, bu rakamlar sadece hedef ülkelerdeki belirlenebilen insan ticareti mağdurlarının sayısını vermekte olup, Afrika 2 Konuyla ilgili raporların çoğunda, genelde insan ticareti, özelde de kadın ticareti ile ilgili olarak veri toplamanın güçlüğüne vurgu yapılmakta, tespit edilebilen rakamların gerçeğin çok azını yansıttığı belirtilmektedir. 61 ve geçiş ekonomisi ülkelerindeki rakamların bu ülkelerin daha çok kaynak ülke olmasından dolayı düşük gözüktüğü belirtilmektedir (Besler vd., 2005: 4-5). Çizelge 3.1. İnsan Ticareti Mağdurlarının Dağılımı Bölgeler Mağdurlar Gelişmiş ülkeler 270,000 Geçiş Ekonomileri 200,000 Asya-Pasifik 1.360.000 Latin Amerika ve Karayibler 250,000 Afrika 130,000 Orta Doğu ve Kuzey Afrika 230,000 Toplam 2.450.000 Kaynak: Besler, 2005: 6. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verdiği rakamlara göre, insan ticaretinden elde edilen yıllık gelir yaklaşık 32 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu rakam insan tacirlerinin ticaretini yaptıkları tek bir kişi üzerinden aylık ortalama 1.100 dolar kazandığını göstermektedir. Bu paranın yarısının gelişmiş ülkelerde kazanılıyor olması dikkat çekici bir konudur (ILO, 2005: 14). Yine Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre, bu rakamın yaklaşık 4 milyar doları ekonomik sömürü amacıyla yapılan insan ticaretinden elde edilirken (Çizelge 3.2)., 28 milyar dolar gibi büyük bir bölümü de cinsel sömürüden elde edilmektedir (Çizelge 3.3). Çizelge 3.2. Zorla Çalıştırma Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç Bölgeler Zorla Çalıştırılan İnsan Yıllık Kazanç Ticareti Mağdurları (US$000). Gelişmiş ülkeler 2.235.000 73,133 Geçiş Ekonomileri 59,096 139,000 Asya-Pasifik 408,969 168,000 Latin Amerika ve Karayibler 217,470 776,000 Afrika 112,444 40,000 Orta Doğu ve Kuzey Afrika 203,029 475,000 1.075.140 3.834.000 Toplam Kaynak: Besler, 2005: 12. 62 Çizelge 3.3. Cinsel Sömürü Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç Bölgeler Cinsel Sömürü Amacıyla Yıllık Kazanç Çalıştırılan İnsan (US$000). Ticareti Mağdurları Gelişmiş ülkeler 197,585 12.277.712 Geçiş Ekonomileri 139,697 3.282.867 Asya-Pasifik 953,598 9.535.980 Latin Amerika ve Karayibler 31,420 571,844 Afrika 11,835 118,345 Orta Doğu ve Kuzey Afrika 22,948 1.032.660 1.357.082 27.819.408 Toplam Kaynak: Besler, 2005: 12. 3.6. İnsan Ticaretinin Bölgesel Dağılımı ve Eğilimler İnsan ticareti konusunda veri elde etmenin zorluklarına rağmen konunun önemi ve insan hakları boyutu rakamlar üzerinde gereğinden fazla durmak yerine suçun niteliğini anlamaya çalışmayı gerekli kılmaktadır. Bu anlamda, dünyada birçok sivil toplum örgütü ve uluslararası kuruluş mağdurlarla ve güvenlik görevlileri ile işbirliği içinde bilgi elde etmeye çalışmaktadır. Elde edilebilen bilgilerden ve raporlardan yola çıkılarak bugün insan ticaretinin vardığı nokta hakkında kıtalar ve ülkeler bazında birkaç genel eğilim ortaya çıkmaktadır. İsveç Hükümeti’nin yayınladığı bir rapora göre bu eğilimler şöyledir: Avrupa kıtasında insan ticareti genellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden Batı Avrupa’ya yönelmektedir. Bu bağlamda Balkan ülkeleri bu doğubatı hareketinde transit ülkeler olmakta, ancak aynı zamanda hem kaynak hem de hedef ülke konumunda da olabilmektedir. Diğer yandan Avrupa ülkeleri Güneydoğu Asya, Batı Afrika ve Güney Amerika’dan gelen insan ticareti mağdurları anlamında hedef ülkelerdir. Mağdurlar genellikle cinsel sömürü amaçlı kullanılmaktadır. Aynı zamanda tarım sektöründe, ev içi hizmetlerde sömürüye maruz kalan mağdurlar da bulunmaktadır. Çocuklar ise daha çok hırsızlık ve kapkaç amaçlı kullanılmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Asya’da Tayland ve Çin gibi ülkeler hem kaynak hem hedef ülke konumundadır. Bunların yanında ana kaynak ülkeler Filipinler, Burma, Vietnam, Kamboçya olarak belirlenmiş olup, Malezya ve Japonya başlıca hedef ülkelerdir. Bu bölgedeki insan ticareti genellikle kadınlar ve genç kızların cinsel 63 sömürüsü amacıyla yapılmaktadır. Bunun yanında ev içi hizmet ve internet üzerinden evlilik amaçlı sömürüye de maruz kalmaktadırlar. Ayrıca, kız ve erkek çocukların ucuz işgücü olarak kullanıldığı da rapor edilmektedir. Güney Asya’da ise başlıca kaynak ülkeler Bangladeş ve Nepal olarak görülmektedir. İnsan ticaretinin yönlendiği hedef ülkeler ise Hindistan ve Pakistan’dır. Ancak, Hindistan’da son yıllarda tüm dünyada artış gösteren ülke içi insan ticaretinin de yaygın olduğu gözlenmektedir. Ülkenin yoksul kırsal alanlarından gelen genç kızlar şehirlerde fuhuş veya evlilik için satılmaktadır. Erkek çocuklar ise hem ucuz işgücü olarak kullanılmakta, hem de Orta Doğu’ya deve jokeyi olarak satılmaktadır. Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Tacikistan ve diğer Güneydoğu Kafkasya ülkeleri ise Rusya, Türkiye, Batı Avrupa, ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere yönelik insan ticareti açısından kaynak ülkeleri oluşturmaktadır. Bu bölgelerdeki insan ticareti de çoğunlukla cinsel sömürü için yapılmaktadır. Orta Doğu bölgesindeki insan ticareti ise genellikle çocuk evlilikleri, ev içi hizmet ve deve biniciliği için kız ve erkek çocukların satılmasını içermektedir. Afrika kıtasındaki insan ticareti vakaları hakkında bilgi sınırlı olup, genellikle ev içi hizmet, zorla çalıştırma ve zorla evlendirmeyi içermektedir. Başlıca kaynak ülkeler Mali, Togo, Benin ve Nijerya’dır. Verilerin sınırlılığına rağmen, Afrika ülkelerinden kadınların Arap yarımadasına ve Avrupa’ya geçirildiği görülmektedir. Mağdurlar genellikle cinsel sömürü, ev içi hizmet ve ucuz işgücü olarak sömürüye maruz kalmaktadır. Güney Afrika’nın ülkede son yıllarda gelişen seks ticaretinin de etkisiyle önemli bir hedef ülke haline geldiği belirtilmektedir. Bu bölgedeki insan ticareti örgütlerinin Doğu Avrupa, Güney Asya ve Batı Afrika’daki örgütlerle bağlantılı olduğu rapor edilmektedir. Latin Amerika da insan ticaretinin yoğunlukla görüldüğü bir bölgedir ve buradaki vakalar çoğunlukla seks ticareti ile ilişkilidir. Kaynak ülkeler Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Meksika iken hedef ülkeler Arjantin, Venezüella, Kosta Rika olarak belirtilmektedir. Ancak, ABD, Kanada, Japonya ve Batı Avrupa gibi gelişmiş ülkelerin hedef ülke olduğu kadın ticareti de yaygındır. Bunun yanı sıra, madencilik, ormancılık, tarım gibi sektörlerde, ev içi hizmetlerde ve uyuşturucu kaçakçılığında sömürü de görülmektedir. Evlat edinme amaçlı çocuk ticaretine dair veriler de elde edilmiş olup, bu anlamda temel kaynak ülkeler Guatemala ve Bolivya olarak rapor edilmektedir (Department for Global Development, 2003: 11-13). 64 Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı gibi, insan ticareti kaynak, hedef ya da transit ülke ayrımı olmaksızın bugün dünyanın hemen her yerinde görülmektedir. Türkiye de, bulunduğu coğrafi konum, komşu ülkelerde meydana gelen istikrarsızlıklar, görece yüksek hayat standartlarına sahip olması, esnek vize politikası gibi nedenlerle hem göçmen kaçakçılarının hem de insan tacirlerinin hedefi haline gelmektedir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde ülkemizde meydana gelen yasadışı göç ve insan ticareti olayları ele alınmakta, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de bu suçlarla mücadele anlamında kaydedilen önemli gelişmeler irdelenmektedir. 65 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇ HAREKETLERİ, GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ Türkiye 1980’lere kadar göç tartışmalarında genellikle göç veren ülke olarak yer alırken bu yıllardan sonra yaşanan gelişmeler ile transit ve hedef ülke olma özelliği taşımaktadır. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından yaşanan nüfus mübadelesinin dışında Türkiye’den göçler daha çok ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır. Özellikle, II. Dünya Savaşının ardından yeniden yapılanma çabalarına giren Avrupa ülkelerine yönelik yoğun göçler, Avrupa ile olan ilişkilere halen damgasını vurmaktadır. Ancak, geleneksel olarak göç veren ülke kategorisinde değerlendirilen Türkiye, son yıllarda yaşanan büyük göç akımları nedeniyle aynı zamanda hedef ülke konumuna gelmektedir. Aslında, Türkiye’nin bu deneyimi kuruluşundan itibaren yaşadığı söylenebilir. Ancak Türkiye’de göç hareketleri, göç edenlerin nitelikleri kapsamında farklılaşmıştır ve 1980’lerden önce ve sonra olmak üzere iki tarihsel döneme ayrılabilir. 1923–1980 yılları arasındaki ilk dönem daha çok Türk kökenli göçmenler tarafından tarihi bağlar ve siyasal nedenlerle gerçekleşen göç hareketlerine sahne olmuştur. Birinci dalga 1923–1927 yılları arasında Lozan Antlaşması gereğince yapılan mübadeledir. İkinci göç dalgası, 1935 yılında Bulgaristan’dan gelen yaklaşık 95.000 kişi ile 1954’de Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya’dan gelenlerden oluşmuştur. 1980’lerde ise, Bulgaristan’ın Türk kökenlilere uyguladığı politikalar nedeniyle 400.000 kişi Türkiye’ye yerleşmiştir. Bosna-Hersek savaşı sonrası Türkiye’ye sığınan göçmenler de bu kategoride ele alınabilir. Bu göçmenlerin çoğu vatandaş statüsü kazanmıştır (Sallan Gül, 2002: 80). 1980’lerden itibaren ise, çoğunlukla çevre ülkelerde gelişen siyasi istikrarsızlıklardan kaynaklanan yoğun uluslararası göç hareketleri Türkiye’yi transit ya da hedef ülke konumuna getirmiştir. Bu dönemde özellikle sınır komşularımızda yaşanan siyasi gelişmeler ve silahlı çatışmalar ile Türkiye’ye yönelik uluslararası göç hareketleri, sığınmacılar, mülteciler gibi farklı göçmen gruplarını içerecek şekilde farklılaşmıştır. Bunun yanı sıra Türkiye, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan 66 ticareti bağlamında da önem kazanmaktadır. Özellikle, 2000’li yıllardan itibaren bu olgular Türkiye’nin gündeminde giderek artan yoğunlukta yer almakta, bunlara yönelik politikalar geliştirilmektedir. Bu bağlamda, çalışmanın bu bölümünde Türkiye’nin göç gündemini önemli ölçüde işgal eden düzensiz ve yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti konuları ve bu alanlarda yapılan çalışmalar incelenmektedir. 4.1. Türkiye’ de Düzensiz Göç Hareketleri Türkiye’deki güncel göç rejimini önceki yıllardan ayıran en önemli özellik göç akımlarının içeriğinde yaşanan değişikliktir. Küresel hareketliliğin boyutunda, yönlerinde, kompozisyonunda ve türlerinde ortaya çıkan değişiklikler Türkiye üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu anlamda Türkiye üzerinden gelişen göç olgusu büyümekle kalmamış çok farklı statülerdeki göçmenleri de içermeye başlamıştır. 1980’li yıllardan bu yana Türkiye bir geçiş ülkesi olarak uluslararası göç rejimleri anlamında önem kazanmaktadır. 1970’lerin son yıllarında Rusya’nın Afganistan’ı işgali, İran’daki rejim değişikliği, Orta Doğu ve Irak’taki siyasal çalkantılar Türkiye’de mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen, transit göçmen konumunda bulunan kişiler ile düzenli göç kapsamında gelen göçmenleri de kapsayacak şekilde karmaşık bir göç rejiminin oluşumuna neden olmuştur. Türkiye bu bağlamda, düzensiz göç hareketleri için önemli bir hedef ülke haline gelmeye başlamıştır (TÜSİAD, 2006: 71). 1980’lerin başlarından itibaren 2,5 milyon yabancının mülteci, sığınmacı, yasadışı göçmen olarak düzensiz göç kategorisi altında Türkiye’ye girdiği hesaplanmaktadır. Bu rakam karşılaştırıldığında 5 kat daha Ortadoğu’daki siyasi nedenlerden 1945–1980 yılları arasındaki dönemle fazladır. 1980 sonrası gelenlerin birçoğu dolayı uzaklaşmak durumundaki aileler oluştururken, yine aynı bölgeden ekonomik nedenlerle gelerek Batı Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin sayısı da artmıştır (İçduygu, 2005: 6). Tarihsel olarak Türkiye’de görülen düzensiz göçün gelişimini dört ayrı periyoda ayırmak mümkündür: 1979–1987, 1988–1993, 1994–2001 ve 2001’den günümüze. Birinci dönem çoğunlukla İran’daki rejim değişikliğinden kaynaklanan göç akımını kapsayıp bu kişiler Türkiye’de geçici olarak kalmış ve çoğunlukla Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika’ya geçmişlerdir. Diğer bir deyişle bu kişiler 67 transit göçmenlerdir. 1970’lerin sonundan itibaren 1 milyona yakın İranlı üçüncü bir ülkeye geçmek amacıyla ülkeye girmiştir (İçduygu ve Keyman, 2000: 284-390). İran vatandaşlarının birçoğu üçüncü ülkelere geçmiş, bunlardan 100 bin kadarı Türkiye’de yerleşmiştir. 1988–1993 arası ikinci dönem temelde iki farklı göç akımını içermiştir. Bunlardan birincisi Irak ve Bulgaristan’dan gelen sığınmacılar iken, ikincisi eski Sovyet cumhuriyetlerinden ekonomik nedenlerle gelen göçmenlerdir. 1988–1990 yılları arasında neredeyse 1 milyona yakın Iraklı mülteci ülkeye giriş yapmıştır. 1994–2001 yılları arasındaki üçüncü dönem Türkiye’ye giren transit göçmenlerin genellikle ülkede yasa dışı olarak kaldığı farklı bir dönemdir (İçduygu, 2005: 6-7). Afrika ve Asya’dan gelen ve Avrupa’ya geçmeye çalışan göçmenler için Türkiye ye giriş kolay olmakta ancak bir başka ülkeye geçmekte zorluk yaşadıklarından bunların birçoğu Türkiye’de kalmaktadır. 5–10 bin arasında Asya ve Afrikalı transit göçmenin Türkiye’de yasadışı şekilde yaşadığı hesaplanmaktadır (İçduygu ve Keyman, 2000: 390-391). Bu dönemde, Türkiye düzensiz göçle mücadele edecek politikalar geliştirmeye başlamıştır. Ancak, 1995 yılında Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan ve Türkiye’de transit göç olgusunu konu alan ilk çalışma sayılabilecek raporda, Türkiye’nin o tarihte transit ülke olarak gereken yasal düzenlemeleri oluşturma ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği sağlamada henüz yeterli olmadığı görülmektedir. Göçmenlerle yapılan çalışmalardan çıkan sonuç bu kişilerin uluslararası organizasyonlardan destek almadığı, genellikle enformel yöntemlerle göç sürecini yürütmeye çalıştığı olmuştur (IOM, 1995: 1-3). 2001 yılından bu yana ise yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti hem ulusal hem de uluslararası alanda daha yoğun olarak ele alınmaya başlanmış, Türkiye hem yasal önlemler hem de uygulamalar anlamında daha da aktif politikalar geliştirmeye başlamıştır (İçduygu, 2005: 6-7). 4.2. Türkiye’de Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı Türkiye’deki güncel yasadışı göç hareketlerini temel olarak 2 kategoriye ayırmak mümkündür. Birinci kategori, Türkiye üzerinden çoğunlukla göçmen kaçakçılığı organizasyonları yoluyla Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan göçmenlerden oluşmaktadır. İkinci kategoride ise, ekonomik nedenlerle Türkiye’de kayıt dışı sektörlerde çalışarak daha sonra ülkelerine dönmeyi amaçlayan kişiler yer almaktadır (Şen, 2006: 56). Bu kişiler, Türkiye’ye yasal ya da yasadışı yollardan girerek daha 68 sonra ülkede yasadışı olarak kalmaktadır. Göç sürecinin yasalar tarafından düzenlenmediği bu durumlarda her iki grup da göçmen kaçakçıları ve insan tacirleri tarafından sömürüye uğrama riskiyle karşı karşıyadır. 4.2.1. Türkiye’de Yasadışı Göçün Boyutları Sorunun doğası gereği, yasadışı göç hareketlerine yönelik yeterli ve güvenilir veri elde etme zorluğu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye için de geçerlidir. Ancak, güvenlik güçlerimizin yasadışı göçmen olarak tespit edip işlem yaptığı kişilere ait rakamlar gösterge niteliği taşıyabilmektedir. Gerçek rakamların ise yakalanan göçmen sayısının en az iki ya da üç katı olabileceği belirtilmektedir. Türkiye’ye yönelik yasadışı göç akımlarına yakalanan kişi sayısı üzerinden bakıldığında, 1990’lı yılların ortalarından 2000’li yılların başlarına kadar hızlı bir artış olduğu gözlenmektedir. Çizelge 4.1’de görüldüğü gibi 2000 yılında yakalanan yasadışı göçmen sayısı bir önceki yılın iki katı kadar olmuştur. Bu da bölgemizdeki siyasi istikrarsızlıkların Türkiye’nin göç rejimi üzerindeki etkisini ve yasadışı göçün uluslararası işbirliğini gerektiren bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. 2001 yılından itibaren ise yakalanan göçmen sayısının düşüşe geçtiği görülmektedir. 2001 yılında 92.000 olan rakam 2005 yılı itibariyle 57.000’e düşmüştür. Ancak, bu rakamların yalnızca belirlenebilen kişileri kapsadığı düşünülürse Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yasadışı göç akımlarının büyüklüğü halen göz ardı edilemeyecek boyuttadır (TÜSİAD, 2006: 72-73). Çizelge 4.1. 1995–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı Göçmenler Yıllar Yasadışı göçmen sayısı 1995 11.362 1996 18.804 1997 28.439 1998 29.426 1999 47.529 2000 94.514 2001 92.365 2002 82.825 2003 56.219 2004 61.228 2005 57.428 Toplam 580.139 Kaynak: Şen, 2006: 58. 69 4.2.2. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı Kişilerin ekonomik, siyasi, sosyal veya herhangi bir nedenle yaşadıkları ülkeden yasa dışı yollarla çıkmalarını, başka bir ülkeye girmelerini ya da bir ülkede ikamet izni olmaksızın barındırılmalarını sağlamak üzere organize edilen göçmen kaçakçılığı suçu, özellikle, 1990’lardan itibaren Türkiye’de de yoğun olarak görülmektedir (EGM, 2007: 105). Türkiye göçmen kaçakçılığı organizasyonları açısından kaynak, transit ve hedef ülkedir. Batı ülkelerine geçiş yapmak için Türkiye’nin tercih edilmesinin sebepleri; Türkiye’nin coğrafi konumu itibariyle bir köprü durumunda bulunması, kuzeyden yapılacak geçişlerde (Türkmenistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Romanya) yolun daha uzun, geçilecek ülkelerin daha fazla sayıda ve coğrafi - iklim şartlarının daha sert olması, Orta Doğudaki istikrarsızlık sebebiyle İran-Irak-Suriye-Akdeniz yolunun kullanılamaması, Türkiye’nin doğuda dağlık, kontrolü güç olan kara sınırlarına, batıda ise çok uzun ve girintili çıkıntılı deniz sınırlarına sahip olması, ayrıca Ege Adalarının kıyılarımıza çok kısa mesafede bulunması olarak sayılabilir (Fırat, 2006). Yasadışı göçmenlerin geldikleri ülkelere bakıldığında, (Çizelge 4.2).; öncelikle Irak, İran, Afganistan, Pakistan gibi siyasi istikrarsızlığın ve silahlı çatışmaların yoğun olduğu bölgeler ile ekonomik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü Asya ve Afrika ülkelerinden geldikleri görülmektedir. Bu kişiler, Türkiye’ye sürekli kalma amacıyla gelmemekte, gitmek istedikleri ülkeler için transit geçişler yapmaktadır. Bu transit göçmenlerin büyük bölümü, göçmen kaçakçılığı organizasyonları yoluyla Batı Avrupa ülkelerine geçmek istemekte ve bu amaçla büyük miktarlarda ödemeler yapmaktadır. 70 Çizelge 4.2. 2000–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı Göçmenlerin Uyruklarına Göre Dağılımı Uyruk 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Toplam Irak 17280 18846 20926 3757 6393 3591 70793 Moldova 8312 11454 9611 7728 5728 3462 46295 Pakistan 5027 4839 4813 6258 9396 11001 41324 Afganistan 8746 9701 4246 2178 3442 2363 30676 İran 6525 3514 2508 1620 1265 1141 16873 Rusya 3893 2139 2130 1266 1152 4564 15134 federasyonu Romanya 4500 4883 2674 2785 1785 1274 17901 Bangladeş 3228 1497 1810 1722 3271 1524 13052 Gürcistan 3300 2693 3115 1826 2294 2348 15576 Azerbaycan 2262 2426 2349 1608 1591 1410 11646 Bulgaristan 1699 1923 3132 989 550 363 8656 Somali 58 136 591 1806 2756 3118 8465 Çin 545 264 674 787 788 339 3397 Suriye 1399 782 462 623 1097 983 5346 Moritanya 6 11 27 277 1462 4805 6588 Fas 1401 849 603 361 402 171 3787 Hindistan 779 599 475 846 803 206 3708 Özbekistan 587 535 533 584 714 662 3605 Filistin 13 934 648 264 1295 3154 Kazakistan 294 489 396 414 367 296 2256 Kırgızistan 200 161 274 285 410 333 1663 Mısır 382 184 182 222 257 137 1364 Türkiye 3289 5304 6951 5660 3341 2164 26709 Uyruğu 2998 2499 1934 826 716 4074 13047 bilinmeyen Kaynak: Şen, 2006: 61. Genellikle Türkiye’ye doğu sınırlarından giriş yapan göçmenler İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Muğla ve doğu illerinde örgütlenen göçmen kaçakçılığı organizatörleri tarafından İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, Mersin, Hatay, Edirne gibi sınır kentlerinden yasadışı çıkış yapmaktadır (Şen, 2006: 32). Liman kentlerinden yapılan çıkışlar, Ege denizi üzerinden öncelikle Yunanistan’a geçmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda, Yunanistan da önemli bir transit ülke olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, doğrudan İtalya ve Fransa’ya girmeyi hedefleyen göçmen kaçakçılığı organizasyonları da yapılmakta, bunların bir kısmı trajedi ile sonuçlanabilmektedir (Kirişçi, 2004: 6–8). İnsani boyutunun yanı sıra, bu girişimler kamuoyları tarafından göç karşıtı tepkilerin artarak dile getirilmesine neden olmakta, AB ülkelerinde önemli bir güvenlik sorunu olarak algılanmaktadır. AB-Türkiye 71 ilişkilerinde Avrupa sınırları bağlamında ve kimi zaman da iç politika aracı olarak bu konular sıklıkla gündeme gelmektedir. 4.2.3. Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı 1990’lı yıllardan itibaren genelde göç, özelde düzensiz göç Avrupa ülkelerinde siyasi gündemde önemli yer almaya başlamıştır. Özellikle 1990’ların sonundan itibaren Fransa ve İtalya kıyılarında kaçak göçmen taşıyan deniz araçlarının yakalanması ile artan sayıdaki mülteciler ve sığınma talepleri birçok Avrupa ülkesinde göç karşıtı kamuoyunun oluşmasına yol açmıştır. 11 Eylül ve Madrid saldırıları da göç ve düzensiz göçün tehdit unsuru olarak algılanmasını arttırmıştır. Bu gelişmeler, AB ülkelerinde bir yandan iç politika sorunu olarak seçim kampanyalarının önemli tartışma konusu olmuş, diğer yandan göç üzerinde kontrolü arttırıcı ve kısıtlayıcı bir ortak AB politikası geliştirme çabalarının zeminini hazırlamıştır. AB Konseyinin 2002 Seville zirvesinde İngiliz ve İspanyol başbakanları düzensiz göç ve iltica konusunda katı önlemler alınmasını talep etmiş ve yasadışı göçle mücadelede yeterli işbirliği yapmayan ülkelere karşı yaptırımlarda bulunulmasını istemişlerdir. Hem AB ülkelerine yönelik düzensiz göç akımları açısından önemli bir transit ülke özelliği göstermesi, hem de AB üyelik süreci nedeniyle Türkiye, bu tartışmaların odağında yer almaktadır (Kirişçi, 2004:10-14). Türkiye AB ilişkileri Türkiye’nin 1999 yılında aday ülke ilan edilmesi ve katılım ortaklığı belgesinin 2000 yılında kabul edilmesi ile yeni bir döneme girmiştir. Genellikle kamuoyunda Kopenhag kriterleri, reformlar ve Kıbrıs sorunu gibi konular bilinmekle beraber Avrupa bütünleşmesinin önemli bir ayağı olan Adalet ve İçişleri konuları yeterince yer almamıştır. Ancak bu alanlarda önemli düzeyde bir AB müktesebatı (EU acquis) gelişmiş olup aday ülkelerin yasalarını ve uygulamalarını uyumlaştırması beklenmektedir. Adalet ve İçişleri’nin en önemli konuları ise iltica, düzensiz göç ve vize politikalarıdır. Türkiye birkaç önemli nedenden dolayı bu politikalarda merkezi bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin özellikle 1990’dan itibaren AB ülkelerine giriş yapmak isteyen göçmenler açısından en önemli transit ülke olması AB ile ilişkilerde bu konuyu sürekli gündemde tutmaktadır. AB’nin bu anlamdaki politikaları Türkiye’nin Schengen vize rejimiyle uyum sağlamasından, 72 geri kabul anlaşmaları imzalanmasına kadar uzanmaktadır. Özellikle geri kabul anlaşmaları Türkiye’nin üyeliğe kabulü durumunda AB’nin doğu sınırlarını oluşturacak olması nedeniyle önem kazanmaktadır. Çünkü Türkiye, düzensiz göç ve mülteci akımlarının çok büyük bir oranını oluşturan bölgelere komşu konumdadır (Kirişçi, 2002: 7-9). Geri kabul anlaşmaları AB’nin düzensiz göçle mücadelesinde önemli bir araçtır ve özellikle 2002 Seville Zirvesi’nde yapılan taleplere paralel olarak Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu’na Türkiye’yi de içeren birçok ülke ile geri kabul anlaşması yapılması konusunda yetki vermiştir. AB’nin bu yöndeki taleplerine Türkiye temkinli yaklaşmış ve üçüncü ülke vatandaşlarını geri kabul konusunda yalnızca Türkiye’den yasal yollarla geçen, ancak bir AB ülkesine yasadışı giriş yapan kişilerin 48 saat içerisinde iadesinin kabul edilebileceğini belirtmiştir. 2004 yılında ise, Türkiye AB ile geri kabul anlaşması konusunda görüşmelerin başlamasını kabul etmiştir. Ancak, Türkiye’nin düzensiz göç konusunda AB ile işbirliği konusunda çekinceleri ve açmazları devam etmektedir. Öncelikle, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki belirsizliğin sürmesi ve adaylık sürecinde diğer aday ülkelerden beklenmeyen adımların talep edilmesi nedeniyle süreçte bir güvensizlik ortamı söz konusudur. Diğer yandan Türk yetkilileri, göç ve iltica konularında AB tarafından yeterli kaynak ve finansal desteğin sağlanmadığını,“yük paylaşımı (burden sharing)” yapılmadığını ifade etmektedir. Türkiye’nin geri kabul anlaşmaları konusunda ise öncelikle diğer transit ve kaynak ülkelerle geri kabul anlaşması yapmaktır. Aksi takdirde AB’den geri kabul edilen yasadışı transit göçmenlerin vatandaşı oldukları ülkeler tarafından kabul edilmeyerek Türkiye’de kalması sorunuyla karşılaşılması söz konusu olabilecektir (Kirişçi, 2002: 42-44). Bu nedenle, öncelikli olarak Suriye, Yunanistan, Kırgızistan, Romanya ve Ukrayna ile geri kabul anlaşmaları yapılmıştır (EGM, 2007: 105-106). Türkiye’nin göç ve iltica konularında AB’den ayrıldığı bir diğer nokta ise düzensiz göçün önlenmesi üzerindedir. Genellikle Türk yetkililer tarafından dile getirilen görüş, düzensiz göç sorununun Avrupa ülkeleri ile Türkiye’nin yer aldığı bölge ülkeleri arasındaki ekonomik uçurumlardan kaynaklandığıdır. Bu nedenle, polisiye tedbirlerin yeterli olmadığı iddia belirtilmektedir. Türk yetkililer bir yandan düzensiz göçle mücadele konusunda Türkiye’ye baskı yapan AB yetkililerinin diğer 73 yandan yasadışı göçü körükleyici açıklamalarda bulunduklarını ifade etmektedir. Bunun da ötesinde, AB ülkelerinde geçerliliğini koruyan sıkı vize rejimi ve etkisini arttıran kısıtlayıcı politikalar Avrupa’ya yasadışı giriş yapma taleplerini arttırarak düzensiz göç konusunda durumun zorlaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, Avrupa’ya yönelik düzensiz göç hareketlerinin ve bu anlamda önemli bir transit ülke olan Türkiye’nin karşılaşacağı sorunların devam etmesi beklenmektedir (Kirişçi, 2002: 45-46). Bu bağlamda, Türkiye’nin bu gelişmeler karşısındaki temel kaygısının, uyum politikalarının uygulanması sürecinin üyelikle sonuçlanmaması ve bunun Türkiye’nin göç ve düzensiz göç sorununda yaratabileceği yeni olumsuzluklar olduğu söylenebilir. Ancak, AB ile görüş ayrılıklarına rağmen Türkiye, kendisi için de önemli bir güvenlik sorunu olarak gördüğü yasadışı göç konusunda son yıllarda önemli yol kat etmektedir. 4.2.4. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı ile Mücadele Göçmen kaçakçılığı bağlamında kaynak, transit ve hedef ülke olma özelliği gösteren Türkiye hem toplumsal güvenliği hem de kaçak göçmenlerin güvenliği açısından bu suça karşı etkin önlemler almak durumundadır. Türkiye’de göçmen kaçakçılığı ile mücadele alanında özellikle 2000’li yıllardan itibaren önemli gelişmeler kaydedilmektedir. Türkiye öncelikle gerekli yasal düzenlemeleri yapmış, ayrıca idari düzenlemeler ile de uygulamayı desteklemiştir. 12 Aralık 2000 tarihinde Palermo’da imzalanan Birleşmiş Milletler Sınır Aşan Organize Suçlarla Mücadele Sözleşmesi ile göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti konularını düzenleyen iki adet Protokole, Türkiye 13 Aralık 2000 tarihinde imza atmıştır. Söz konusu sözleşme, protokolleriyle birlikte 30.01.2003 tarih ve 4800 sayılı Sınır aşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun (www.tbmm.gov.tr, 2007c) ile Sözleşme onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti suçlarının iç hukukumuzda doğrudan düzenlenmesi ise 2002 yılında Türk Ceza Kanunu’na eklenen 201/a ve 201/b maddeleri ile olmuştur. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda (www.tbmm.gov.tr, 2007b) ise göçmen kaçakçılığı suçu Uluslararası Suçlar başlığı altında yer alan 79. maddede şu şekilde düzenlenmektedir: 74 (1). Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal olmayan yollardan; a). Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede kalmasına imkân sağlayan, b). Türk vatandaşı veya yabancının yurt dışına çıkmasına imkân sağlayan, Kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. (2). Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı oranında artırılır. (3). Bu suçun bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde, tüzel kişi hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. Söz konusu maddeye göre, göçmen kaçakçılığı suçunun mağduru yasal olmayan yollardan ülkeye sokulan ya da çıkarılan yabancılar ile Türk vatandaşlarıdır. Kaçak göçmenler bu suçtan dolayı cezalandırılmamakta, ancak pasaport kanununa aykırılıktan sorumlu tutulmaktadır. Göçmen kaçakçılığı suçunu benzer suçlardan ayırmaya yarayan iki temel unsur ise suçu gerçekleştirenlerin maddi menfaat elde etme maksadı ile suç mağdurunun bu fiillere rıza göstermesidir. Eğer, mağdurun rızası aldatma ve hile ile alınmışsa bu durum dolandırıcılık suçuna girmektedir. Diğer yandan, mağdurun rızası dışında zorla çalıştırma, hizmet ettirme, fuhuş için kullanma gibi amaçlarla göçmenlerin ülkeye yasadışı sokulması da göçmen kaçakçılığı değil insan ticareti suçunu oluşturmaktadır (Fırat, 2006). Dolayısıyla, Türk Ceza Kanunu’nda yapılan düzenleme, Palermo Protokolü’nde öngörülen kaçak göçmenlerin göçmen kaçakçılığından dolayı cezalandırılmaması gereğine uyum göstermekte, aynı zamanda da göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti ayrımını ortaya koymaktadır. Yasa dışı göçmenlerin Türkiye’de yakalanmaları halinde ülkelerine iade edilmesi ya da Türkiye’den bir başka ülkeye yasadışı geçiş yapan vatandaşların ülkemize kabulünün düzenlenerek yasal çerçeveye oturtulması “geri kabul anlaşmaları” yoluyla olmaktadır. Türk vatandaşlarının ülkeye geri kabulü açısından geri kabul anlaşmalarına bağımlı kalınmayacak şekilde esnek bir mevzuat söz konusudur. Öncelikli olarak, Anayasamızın 23. maddesi, “Vatandaş sınır dışı edilemez, ülkeye girişten men edilemez hükmü gereğince bu konu anayasal bir zorunluluk olarak düzenlenmektedir. Aynı şekilde, Türkiye’de yasal ikamet izni bulunan yabancılar da bir başka ülkede yasadışı olarak bulunmaları durumunda 75 Türkiye’ye geri kabul edilebilmekte, bu konuda bir sınırlama bulunmamaktadır. Yasadışı göçmenlerin iadesi konusunda en büyük sorun ise Türk vatandaşı olmayanların iadesinde yaşanmaktadır. Bu yüzden Türkiye öncelikli olarak yoğun yasadışı göç aldığı ülkeler ile geri kabul anlaşmaları yapma yoluna gitmektedir. Türkiye’nin hâlihazırda Suriye, Yunanistan, Kırgızistan, Romanya ve Ukrayna ile imzalamış olduğu geri kabul anlaşmaları bulunmaktadır (EGM, 2007: 105-106; Şen, 2006: 67-68). 4.3. Türkiye’de İnsan Ticareti ve Mücadele Türkiye’yi hedef alan bir diğer yasadışı göçmen akımı, Moldova, Ukrayna, Rusya, Gürcistan, Romanya gibi ülkelerden gelmekte olup, bu grup Türkiye üzerinden transit geçişi amaçlayan kaçak göçmenlerden farklı özellik taşımaktadır. Bu göç hareketinde göçmenler, genellikle yasal yollardan giriş yaparak vize süreleri dolduktan sonra kayıt dışı göçmen olarak ülkede kalmaya devam etmektedir. 1990’lardan itibaren Türkiye’de gevşek vize politikalarının da etkisiyle eski Sovyet ülkelerinden Türkiye’ye yönelik “bavul ticareti” ile geçici süreler için ülkeye giriş yapan göçmenler ortaya çıkmıştır. Bu kişilerden bir kısmı, sürekli iş bağlantısı ya da evlilik gibi nedenlerle ülkeye yerleşirken bir kısmı ise enformel sektörde geçici işlerde çalışan bir yasadışı göçmen kitlesi oluşturmuştur. Bu yasadışı göçmenler, genellikle Türkiye’de ev içi hizmet, tekstil, inşaat, turizm, fuhuş ve eğlence gibi sektörlerde kayıt dışı olarak çalışmaktadır (TÜSİAD, 2006: 74). Bu sektörler ise illegal yapılanmalara uygun ortam sağlayacak özellikler göstermektedir. Kaçak göçmen işçiler sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya oldukları ve yasal güvencelerden faydalanamadıkları için sömürüye uğrama riskini daha fazla taşımaktadırlar. Bu durum, Türkiye’nin insan tacirleri tarafından transit ülke olarak kullanılmasının yanı sıra hedef ülke konumuna gelmesine de yol açmaktadır. 4.3.1. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Alanında Örgütsel Yapı ve Diğer Kuruluşlarla İşbirliği Türkiye’de insan ticareti suçu ile mücadele öncelikli olarak İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı gibi farklı güvenlik güçlerinin içerisinde örgütlenmiş mücadele bürolarının sorumluluk alanındadır. İçişleri Bakanlığına bağlı olarak görev Sahil 76 Güvenlik Komutanlığı özellikle liman kentleri ve sahillerde göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadeleyi üstlenmektedir. İçişleri Bakanlığına bağlı görev yapan bir diğer güvenlik kurulusu olan Jandarma Genel Komutanlığı ise kırsal alanlarda güvenliği sağlamaktadır. Jandarma Genel Komutanlığı insan ticaretiyle mücadelede en önemli kurumlardan biridir, çünkü suçun yapısı gereği gözden uzak yerlerde kurbanların saklanması eğilimi nedeniyle insan ticareti vakaları daha çok kırsalda ortaya çıkarılmaktadır (Bolat, 2005: 74-78). Jandarma Genel Komutanlığı tarafından 2005 yılında 100.000 adet Türkçe, 25.000 adet İngilizce ve 25.000 adet Rusça “İnsan Ticaretiyle Mücadele Broşürü” hazırlanmış ve Türkiye genelinde karakollara ve insan ticareti vakalarına rastlanan illerde kamuoyuna dağıtılmıştır (www.jandarma.tsk.mil.tr, 2007). İnsan ticareti ile daha etkin mücadele etmek amacıyla bu farklı birimlerin birlikte çalışmasını sağlamak üzere 2002 yılında Dışişleri Bakanlığının koordinatörlüğünde, İnsan Ticareti ile Mücadele Ulusal Görev Gücü kurulmuştur. İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Devlet Planlama Teşkilatı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, bu görev gücü içerinde yer almaktadırlar. Görev gücü, Türkiye’nin insan ticaretindeki durumunun tespiti ve çözüm üretilmesi, mağdurların tespit edilmesi ve korunması, mücadelede sivil toplum örgütleri ile işbirliğinin geliştirilmesi gibi amaçlara yönelik çalışmaktadır (www.icisleri.gov.tr , 2006). İnsan ticaretiyle mücadelede resmi kurumların yanı sıra sivil toplumun da desteğinin alınması önemlidir. Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı mücadelenin etkisi ve başarısını artırmak için yaptığı eğitim çalışmalarına ek olarak, uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği yapmaktadır. Türkiye’de insan ticaretiyle mücadelede iki sivil toplum kuruluşu önemli rol üstlenmektedir. İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV). ve Kadın Dayanışma Vakfı (KDV). insan ticaretinin korunması, barınması, tıbbi yardım ve psikolojik destek sağlanması, kamu görevlilerinin eğitimi gibi konularda resmi kuruluşlarla işbirliği yapmaktadır (Şen, 2006: 101). 77 İnsan ticareti ile mücadele alanında işbirliği yapılan uluslararası kuruluşların başında Uluslararası Göç Örgütü (IOM) gelmektedir. Türkiye IOM’a 2004 yılında üye olmuştur. IOM Türkiye Ankara ve İstanbul’da olmak üzere iki ofisle faaliyetlerine devam etmektedir ve Türk hükümetine göç yönetimi ve insan ticareti ile mücadele konularında destek vermektedir. IOM, insan ticaretine yönelik olarak transit ve hedef ülkelerde mağdur durumunda bulunan kadın ve çocukların ülkelerine gönüllü dönüşünü sağlayacak programlar yürütme, mağdurlara yönelik tedavi ve rehabilitasyon programları düzenleme, toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirme, potansiyel mağdurlara yönelik önleyici programlar yürütme, mağdurların topluma entegrasyonunu sağlayıcı çalışmalar yapmaktadır (www.iom.int, 2007). 2005 yılında IOM Türkiye misyonu kapsamlı bir insan ticareti ile mücadele programı uygulamaya başlamıştır. Temel faaliyetleri arasında yasa uygulama eğitimleri, insan ticareti mağdurlarının belirlenmesi ve korunması, bu konuda kamu bilincinin arttırılması bulunmaktadır. Türkiye tarafından insan ticareti mağdurlarını içinde bulundukları durumdan kurtarmak amacıyla açılan 157 acil yardım hattı IOM tarafından işletilmektedir. Potansiyel insan ticareti mağdurları sınır geçişlerindeki kilit noktalarda ve kendilerine ulaşılabilecek yerlerde insan ticaretiyle ilgili gerçekler ve acil yardım için ülkenin her yerinden ücretsiz arayabilecekleri üç haneli 157 telefon yardım hattı hakkında bilgilendirilmektedir. Ayrıca Moldova gibi kilit kaynak ülkelerde ve insan ticareti mağdurlarının seyredebileceği Türkçe TV müzik kanallarında bu yardım hattının reklâmları yayınlanmaktadır. Kampanya kapsamında televizyon ve radyo reklâmlarıyla ve internette yayınlanan bir bilgilendirme web sitesiyle (www.countertrafficking.org.). tüm halkın insan ticareti konusunda bilgilendirilmesi hedeflenmektedir. Web sitesinde Türkiye’de insan ticareti ile ilgili bilgiler yer almakta ve insan ticareti mağdurları ile ilgili istatistikler her hafta güncellenerek verilmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan ticareti ile ilgili rakamları net olarak bilebilmek mümkün olmamaktadır. Ancak, Uluslararası Göç Örgütü’nün resmi makamlar ile işbirliği içinde oluşturarak kamuoyuna açıkladığı rakamlar Türkiye’de yaşanan insan ticareti olgusunun boyutları hakkında fikir vermektedir. 78 4.3.2. Türkiye’de İnsan Ticareti Suçunun Boyutları İnsan ticareti bağlamında Türkiye son yıllarda özellikle Doğu Bloğunun dağılmasının getirdiği siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar nedeniyle bulunduğu bölgede hedef ülke konumuna gelmektedir (Şen, 2006: 96).Türkiye, kaynak ülke özelliği gösteren eski Doğu Bloğu ülkelerinin birçoğu ile komşu olmanın yanı sıra, görece ekonomik gelişmişliği ve hayat standardının yüksek olması nedeniyle önemli bir hedef haline gelmekte ve sorunun önemli aktörlerinden biri olmaktadır. Özellikle son yıllarda Türkiye konuyla ilgili çalışmalar yürütülmekte, güvenlik güçleri ve yargı organları sivil toplum örgütleri ile işbirliği içerisinde önemli gelişmeler kaydetmektedir. Ancak, Türkiye’de büyük şehirlerde gözlenen kayıt dışı istihdamın önlenememesi ve özellikle güney bölgelerindeki turizm sektöründeki yasadışı oluşumlar nedeniyle konu gündemdeki yerini korumaktadır. Türkiye, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin 2006 yılında yayınladığı raporda hedef ülke konumunda olan ilk on ülkeden biri olarak yer almaktadır. Ülkelerin, insan ticaretinin yaygınlık oranına göre derecelendirildiği bu rapora göre, Türkiye kaynak ülke olarak orta; transit ülke olarak yüksek; hedef ülke olarak ise çok yüksek olarak değerlendirilmektedir (Çizelge 4.3). 79 Çizelge 4.3. BM Suç ve Uyuşturucu Ofisi Raporunda Yer Alan Bazı Kaynak, Transit ve Hedef Ülkeler* Çok Yüksek Arnavutluk Belarus Bulgaristan Çin Litvanya Moldova Nijerya Romanya Rusya Tayland Ukrayna Yüksek Çok Yüksek Arnavutluk Bulgaristan İtalya Macaristan Polonya Tayland Yüksek Çok Yüksek ABD Almanya Belçika Hollanda İsrail İtalya Japonya Tayland Türkiye Yunanistan KAYNAK ÜLKELER Orta Düşük Bangladeş Benin Brezilya Çek Cumhuriyeti Ermenistan Estonya Fas Filipinler Gürcistan Hindistan Kamboçya Kazakistan Kolombiya Macaristan Afganistan Azerbaycan Bosna Hersek Endonezya G.Kore Kırgızistan Kosova Malezya Singapur Sırbistan Karadağ Slovenya Türkiye TRANSİT ÜLKELER Orta Almanya Belçika Bosna Hersek Çek Cumhuriyeti Fransa Makedonya Sırbistan Karadağ Slovakya Türkiye Ukrayna Yunanistan Yüksek Belarus Güney Kıbrıs Gürcistan Hindistan Hırvatistan İngiltere Kazakistan Mısır Rusya HEDEF ÜLKELER Orta Avusturya Birleşik Arap Emirlikleri Bosna Hersek Çek Cumhuriyeti Çin Fransa Güney Kıbrıs Hindistan İngiltere Kamboçya Bulgaristan Estonya Filipinler Hırvatistan İran Kazakistan Makedonya Malezya Rusya Ukrayna Çok Düşük ABD Arjantin Irak İran Kanada Ürdün Hollanda Mısır Şili Suriye Uruguay Yemen Düşük Çok Düşük Avusturya Azerbaycan Cezayir İspanya Moldova Çin Estonya Finlandiya Kırgızistan Lübnan Pakistan Düşük Çok Düşük Bangladeş Kırgızistan Mısır Özbekistan Romanya Slovenya Brezilya Moldova Slovakya Tacikistan Kaynak: UNODC, 2006: 18-20. * Tabloda yer alan ülkeler alfabetik olarak sıralanmış olup, insan ticaretinin görülme yoğunluğuna göre sıralanmamıştır. Türkiye'de tespit edilen insan ticareti olayları, özellikle Doğu Bloğu’nun dağılmasının ardından kurulan ülke vatandaşlarının cinsel amaçlarla zorla kullanımı 80 ve çalıştırılması şeklinde görülmektedir. Bu kişiler genellikle ülkeye yasal yollardan sokulmakta, ancak daha sonra belgeleri ellerinden alınarak zorla çalıştırılmaktadır. Öncelikle ev içi hizmet, bakıcılık, turizm, eğlence gibi farklı sektörlerde çalıştırılmak üzere getirilen kadınlar; ailesine ya da kendisine senet imzalatmak, baskı şiddet uygulamak, belgelerine el koymak, tehdit etmek gibi yöntemlerle kontrol altına alınmakta ve daha sonra cinsel amaçlı zorla çalıştırmaya ve sömürüye maruz kalmaktadır (www.egm.gov.tr, 2007). Uluslararası Göç Örgütü 2006 yılında, “2005: Türkiye, İnsan Ticareti ve Eğilimler” adlı bir rapor yayınlamıştır (IOM, 2006b). Rapora göre, 2005 yılında Emniyet güçleri tarafından belirlenen toplam 469 mağdurdan 220’sine IOM tarafından asiste edilmiştir. Yurtdışından gelen mağdurlar üzerinden müşteri başına ortalama 150 dolar ücret alınmakta ve günde 15 erkekle birlikte olmaktadır. Bu hesapla günlük 2250 dolar kazanan kadınların yıllık 340 gün üzerinden 765 bin dolar kazandığı ve bunun da önemli bir bölümünün mafyanın eline geçtiği ifade edilmektedir. Türkiye'de 2005'te belirlenen 469 mağdurun üzerinden sağlanan gelir 360 milyon doları bulurken, toplam mağdur sayısının bunun 10 katı olduğu öngörüsüyle, insan ticaretinden yaklaşık 3.6 milyar dolarlık yasadışı gelir elde edilmektedir. Rapora göre; mağdurları, insan ticaretinin ağına yüzde 74 oranında kendi ülkelerinin vatandaşları sokmaktadır. Ticareti yönetenlerin yüzde 9'u Türk, diğerleri ise Rus uyrukludur (IOM, 2006b). Türkiye’de yakalanan insan taciri sayısı 2005 yılında 379, 2006 yılında ise 422’dir (www.mfa.gov.tr, 2006). IOM’un yardım ettiği mağdurların sayısı 2006 yılında 191 olmuştur. 157 yardım hattı aracılığı ile kurtarılan insan ticareti mağdurlarının sayısı ise 2005 yılında 52, 2006 yılında 56 olarak gerçekleşmiştir. Mağdurların Türkiye’ye giriş yaptıkları şehirlerin başında İstanbul gelmektedir (Şekil 4.1). Antalya ise giriş yapılan ikinci şehir iken, mağdurların en fazla istismara maruz kaldığı yer olarak karşımıza çıkmaktadır (Şekil 4.2). Bu veriler, insan ticaretinin Türkiye’de turizmin ve eğlence sektörünün geliştiği bölgelerde daha yoğun yaşandığını göstermekte, insan ticareti vakalarının daha çok cinsel istismara yönelik olarak kadınları hedef aldığını doğrulamaktadır. Mağdurların belirlendiği şehirlere bakıldığında ortaya çıkan bir 81 başka durum ise rakamların büyük şehirlerde ve batı illerinde artma eğilimi gösterdiğidir. 133 140 Mağdur Sayısı 120 100 80 60 40 22 19 20 4 4 3 2 1 1 1 1 la M uğ rs An ka ra Ar da ha n M er si n Ed ir n e Ka r Ar tv in Iğ dı bz on ya ta l Tr a An İs ta nb ul 0 Şehir Şekil 4.1. Mağdurların Türkiye’ye Giriş Noktaları Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a 60 57 Mağdur Sayısı 50 40 30 20 10 27 25 20 15 12 5 4 4 3 3 3 3 2 2 1 1 1 1 1 1 An ta İs t ly a an bu İ l Tra z mir bz An on ka r M a Ça uğl na a kk Me al e rsi n Ka r El a s z Ar da ığ ha Bu n rs De a Te ni zl i ki r d Ar ağ tv in Ur fa Iğd ır H Os ata ma y n iy e İz m Ma it l at ya 0 Şehir Şekil 4.2. Mağdurların Bulundukları Şehirler Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a İnsan ticareti vakalarının sıklıkla görüldüğü bölgelerin yanı sıra mağdurların profilleri de Türkiye’de insan ticaretinin nedenleri ve boyutları hakkında bilgi vermektedir. Mağdurların ekonomik, sosyal ve demografik özelliklerinin bilinmesi 82 bu alandaki mücadeleyi güçlendirecektir. Bu nedenle, Uluslararası Göç Örgütü Türkiye Misyonunun sağladığı güncel veriler önem kazanmaktadır. 4.3.3. Türkiye’de İnsan Ticareti Mağdurları3 Türkiye’yi konu alan insan ticareti olgusunun en önemli nedeni tüm dünyada olduğu gibi yoksulluk ve fırsat eşitsizliğidir. Belirlenebilen insan ticareti mağdurlarının profilleri de bu durumu doğrular niteliktedir. Öncelikle, mağdurların geldikleri ülkelere bakıldığında Soğuk Savaş sonrası yaşanan siyasi-ekonomik istikrarsızlığın en yoğun şekilde kendini gösterdiği ülkeler ön plana çıkmaktadır. İlk sırada Moldova, ikinci sırada Ukrayna yer almaktadır ve bu iki ülke toplam mağdurların içinde büyük payı oluşturmaktadır.(Çizelge 4.4). Ortalama günlük ücretin 1 doların altında olduğu Moldova gibi yoksul ülkelerde işe ihtiyacı olan ve daha iyi bir yaşam için göç sürecine katılma kararı alan kadınlar öncelikli risk grubunu oluşturmaktadır. Çizelge 4.4. Türkiye’de 2004–2006 Yılları Arasında Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Uyrukları Kaynak Ülke Azerbaycan Belarus Bulgaristan Ermenistan Gürcistan Kazakistan Kırgızistan Kolombiya Moldova Özbekistan Romanya Rusya Türkmenistan Uganda Ukrayna Toplam 2004 Yetişkin Reşit olmayan 3 0 1 0 3 6 19 1 1 33 1 5 2 1 12 60 2005 Yetişkin Reşit olmayan 2 0 5 0 1 1 2 62 11 9 28 2 1 65 213 1 2 2 1 1 7 2006 Yetişkin Reşit olmayan 6 3 1 2 1 2 1 23 1 59 16 37 4 2 29 181 4 10 Toplam 14 7 2 1 5 8 44 1 157 28 17 70 7 1 111 473 Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a İnsan ticaretine maruz kalan kadınlar öncelikle iş arayışı nedeniyle sürece katılmaktadırlar. Türkiye’de insan ticareti mağdurlarının büyük bölümünü oluşturan Moldovalı mağdurların göç etme nedenlerine bakıldığında istihdamın büyük yer 3 Bu bölümdeki bilgiler IOM Türkiye Misyonu tarafından yayınlanan 2006 yılı verilerinden alınmıştır. www.countertrafficking.org 83 tuttuğu görülmektedir (Şekil 4.3). Ayrıca, bu kadınların çoğunluğu alt gelir gruplarından gelmektedir (Şekil 4.4). 9% 1% 5% 4% İstihdam Turizm Evlilik Diğer Bilinmeyen 81% Şekil 4.3. İnsan Ticareti Mağdurlarının Türkiye’ye Göç Etme Nedenleri Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b 3% 23% Yoksul Çok yoksul 52% 22% Standart Bilinmeyen Şekil 4.4. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Gelir Düzeyleri Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b İnsan ticareti alt gelir gruplarını daha çok etkileyen bir olgudur ancak, mağdurların insan ticaretine konu olmasının tek nedeni yoksulluk olarak görülmemelidir. Aile içi şiddet ve kötü muamele de bu kadınların uzaklaşma kararı almalarına yol açmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’nün Moldova’da yaptığı araştırma, insan ticareti mağdurlarının %89 oranında aile içi şiddetle karşı karşıya olduğunu göstermektedir (www.countertrafficking.org, 2007b). Olumsuz toplumsal yapı ve aile içi şiddet, kadınların fırsat eşitliğine sahip olmamasından kaynaklanan eğitimsizlik sorunu ile birleştiğinde risk yükselmektedir. Şekil 4.5’de görüldüğü gibi 84 mağdur kadınların eğitim düzeyleri genel olarak ilk ve ortaokul düzeyinde kalmaktadır. 4% 5% 16% 21% İlkokul Ortaokul Lise Teknik okul 19% Üniversite 35% Diğer Şekil 4.5. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Eğitim Düzeyleri Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b Yoksulluk ve şiddetten uzaklaşmak isteyen mağdurlar iş vaadi ve daha iyi bir yaşam beklentisi ile insan tacirlerinin hedefi olabilmektedir. Bu ticareti yapan kişilerin birçoğu güven ilişkisini kullanan kadınlar (%51). veya mağdurun yakın çevresi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye örneğinde, mağdurlar %70 oranında kişisel ilişkiler vasıtasıyla bu sürece katılmaktadır. Gazete ilanları ile iş başvurusu alan acentelerin rolü sanıldığının aksine daha az olup %8 dolayında belirlenmiştir. Genellikle yasal yollardan ülkeye sokulan kadınlar daha sonra büyük şehirlerde ve Antalya gibi turizm merkezlerinde istismara maruz kalmaktadır. Türkiye’de insan ticareti suçunun çok büyük oranda cinsel sömürü amaçlı yapıldığı (Şekil 4.6). ve mağdurların yaş profilinin de bu duruma uygun olarak gerçekleştiği görülmektedir (Şekil 4.7). 85 Cinsel İstismar 10; 5% 4; 2% Zorla Çalıştırma 177; 93% Zorla Çalıştırma ve Cinsel İstismar Şekil 4.6. Türkiye’de Görülen İnsan Ticareti Vakalarının Türlerine Göre Dağılımı Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b 9% 5% 14-17 18-24 25-30 30 üstü 26% 60% Şekil 4.7. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Yaş Gruplarına Göre Dağılımı Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b Mağdurların yüzde 36'sında cinsel yolla bulaşan hastalıklar; yüzde 8'inde beyin hasarı gözlenmektedir. Diğer yandan, insan ticareti mağduru olan her üç kadından biri annedir. Bu da insan ticaretinin, sadece Türkiye'de insan ticaretine maruz kalan kadın ve kızları değil, aynı zamanda geride bırakmak zorunda kaldıkları çocukları ve aileleri de etkilediğini, hem kaynak ülkede hem de Türkiye’de büyük toplumsal sorunlara yol açabileceğini göstermektedir. Bu nedenle Türkiye insan ticaretiyle etkin bir şekilde mücadele etme çabasında olmalıdır. 4.3.4. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Türkiye, 2000’li yılların başından itibaren insan ticareti ile etkin bir mücadele stratejisi geliştirmektedir. Özellikle 2002 yılında insan ticaretinin iç hukukumuzda düzenlenmesi, Dışişleri Bakanlığının koordinatörlüğünde, İnsan Ticareti ile Mücadele Ulusal Görev Gücü’nün kurularak gerekli idari düzenlemelerin yapılması 86 ile hem yasal alanda hem de uygulamada önemli adımlar atılmıştır. 2005 yılı Türk resmi makamları ile Uluslararası Göç Örgütü’nün işbirliği ile gerçekleştirilen insan ticaretiyle mücadele kampanyasının da başlatılmasıyla önemli bir dönüm noktası olmuştur. Sivil Toplum Örgütleri ve Uluslararası Göç Örgütünün de desteğiyle insan tacirlerinin yakalanarak cezalandırılması, mağdurların ise bulundukları durumdan kurtarılmasına yönelik mücadelede gerekli iyileştirmeler ve düzenlemeler de yapılarak etkinliğin arttırılması amaçlanmaktadır. 4.3.4.1. Yasal Düzenlemeler Türkiye’de insan ticaretine karşı mücadele öncelikle 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın gereklerine dayanmaktadır. Anayasanın kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığının korunması ile ilgili 17. maddesi, zorla çalıştırma yasağı ile ilgili 18. maddesi, kişi hürriyeti ve güvenliği ile ilgili 19. maddesi, çalışma şartları ve dinlenme hakkı ile ilgili 50. maddesi insan ticareti ile mücadelede kullanılabilecek yasal dayanakları oluşturmaktadır (www.tbmm.gov.tr, 2007a). Anayasal dayanakların yanı sıra Türkiye’de ceza kanunundaki doğrudan düzenleme ve diğer kanunlardaki hükümlerden faydalanılmaktadır. Ayrıca, insan ticareti mağdurlarının insan haklarının korunması açısından büyük önem taşıyan yasal hakları da bulunmaktadır. 4.3.4.1.1. Türk Ceza Kanunu Türkiye insan ticareti ile mücadeleyi daha etkin kılmak amacı ile “Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile “Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol”ü imzalamış ve iç hukukunda protokole uygun düzenlemeler yapmıştır. Protokolün ceza hukuku açısından yerine getirilmesi kapsamında, 2002 yılında TCK’ye eklenen 201/b maddesiyle Ceza Kanunumuzda ilk defa “insan ticareti suçu” tanımlanmış ve bu hüküm 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nda da yer almıştır (Arslan vd., 2006: 2). Yeni TCK’de özel hükümlerin ilk kısmının başlığı “uluslararası suçlar” adını taşımaktadır. TCK’ye yeni eklenen bu kısımda soykırım ve insanlığa karşı suçlar, uluslararası hukuk suçları adı altında, göçmen kaçakçılığı 87 ve insan ticareti suçları da diğer uluslararası suçlar adı altında düzenlenmiştir. İnsan ticareti suçu Türk Ceza Kanunu’nun 80. maddesinde 2006 yılı sonuna kadar şu şekilde düzenlenmiştir: (1). Zorla çalıştırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzeri uygulamalara tabi kılmak, vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri tedarik eden, kaçıran, bir yerden başka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir. (2). Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla girişilen ve suçu oluşturan fiiller var olduğu takdirde, mağdurun rızası geçersizdir. (3). Onsekiz yaşını doldurmamış olanların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya barındırılmaları hallerinde suça ait araç fiillerden hiçbirine başvurulmuş olmasa da faile birinci fıkrada belirtilen cezalar verilir. (4). Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur. Türk Ceza Kanunu’nun 80. maddesi yukarıdaki şekli ile insan ticaretine karşı cezai yaptırımlar öngörmekte, ancak cinsel istismar veya fuhuş istismarı ibareleri açıkça yer almadığı için cinsel sömürü amaçlı insan ticareti hususunda düzenleme getirmemekteydi. Bu durum, fuhuşa yönelik istismarın insan ticareti olarak değerlendirilmemesi, Türk ceza Kanunu’nun 227. maddesi ile düzenlenen fuhşa sürükleme suçu olarak cezai işlem yapılmasına yol açmıştır. Oysaki bu suçun insan ticareti olarak kanunda açıkça yer alması hem cezai yaptırımın fazlalığı hem de mağdur açısından yaratacağı sonuçlar nedeniyle oldukça önemlidir (Arslan vd., 2006: 37-38). Bu nedenle, 80. maddeye dair eleştiriler yapılmış ve Türkiye’de görülen insan ticareti vakalarının hemen hemen tümünü oluşturan cinsel istismarın madde kapsamına alınması gerekliliği üzerinde durulmuştur. Çalışmada da yararlandığımız "Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Yasa Uygulama ile İlgili Stratejik Bir Yaklaşım" raporunun yayınlanmasını takiben 06.12.2006 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun 80. ve 227. maddelerinde gerekli değişiklikler yapılmıştır (www.countertrafficking.org, 2007). Kanunun 80 inci maddesinin birinci fıkrası şu şekilde değiştirilmiştir: 88 "(1). Zorla çalıştırmak, hizmet ettirmek, fuhuş yaptırmak veya esarete tâbi kılmak ya da vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri ülkeye sokan, ülke dışına çıkaran, tedarik eden, kaçıran, bir yerden başka bir yere götüren veya sevk eden ya da barındıran kimseye sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir." Bu değişiklik ile insan ticaretinin en önemli ayağı olan zorla fuhuşun 80. madde kapsamına alınmasıyla iç hukukumuzda insan ticaretinin her türüne yönelik cezai yaptırım uygulanması sağlanmış olup, Türkiye’nin özellikle kadın ticareti boyutunda verdiği mücadelede oldukça önemli bir adım atılmıştır. 4.3.4.1.2. Diğer İlgili Kanunlar Türk Ceza Kanununda yer alan doğrudan düzenlemelerin yanı sıra, çeşitli kanunlar da insan ticaretine yönelik hükümler içermektedir. Yabancıların çalışma izinleri hakkında kanun ile çalışma izinlerinin verilmesine ilişkin yetki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın tekeline alınarak çalışma koşulları ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılan Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliğin 7. maddesinde, “Türkiye'de öğrenim amacıyla verilen ikamet izinleri hariç, herhangi bir sebebe istinaden en az altı ay süreli ikamet izni almış olup da bu izin süresi içerisinde çalışma izni verilmiş yabancılardan, Türkiye'nin dış temsilcilikleri kanalı ile çalışma vizesi alması şartı” aranmayacağını, ancak “insan ticaretine konu olan veya olabilecek alanlarda çalışacak yabancılar için altı ay süreyle ikamet etmiş olması konusu dikkate alınmayarak, her defasında dış temsilciliklerimizden çalışma vizesi almaları koşulu aranacağını” düzenleyerek, insan ticareti eylemlerinin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca çalışma izni olmaksızın yabancı çalıştıran işverenler, bu kişilerin ülkelerine dönmeleri için gerekli masrafları karşılamakla yükümlü kılınmıştır. Vatandaşlık Kanunu’ nda yapılan değişiklik ile de bir Türk ile evlenen yabancının Türk vatandaşlığı kazanabilmesi için en az 3 yıl evli kalınması şartı getirilmiştir. Ayrıca çalışma izni alınabilmesi için eş ve çocukların en az kesintisiz 5 yıl Türkiye’de ikamet etme koşulu konulmuştur. Karayolları Taşıma Kanunu ile de insan ticareti yapan kişilerin yetki belgelerinin iptali sağlanmaktadır. Pasaport Kanunu ise “Fahişeler ve kadınları fuhuşa sevk ederek geçinmeyi meslek 89 edinenlerle, beyaz kadın ticareti yapanlar ve her nevi kaçakçıların ”Türkiye’ye girişini yasaklayarak insan ticaretinin önlenmesine yönelik düzenleme yapmaktadır (Arslan vd., 2006: 24). 4.3.4.1.3. Mağdurların Yasal Hakları İnsan ticareti mağdurlarının uluslararası hukuktan ve Türk hukukundan kaynaklanan hakları mevcuttur. Uluslararası hukuk bağlamında mağdurlar Türk ya da yabancı olmalarına bakmaksızın Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tanınan hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği gerekçesiyle iç hukuk yollarının tükenmesinin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma hakkına sahiptir. İnsan ticareti mağdurları Ceza Muhakemesi Kanunu’nun mağdur ve şikâyetçilere tanımış olduğu haklardan faydalanabilirler. Mağdurlara Türkçe bilmemeleri halinde ücretsiz tercüman verilmektedir. Ayrıca, gerekli görülen hallerde duruşmaların tamamı ya da bir kısmı kapalı olarak yapılabilmektedir. Türkiye’de idari kurumların yürüttüğü bütün eylem ve işlemler yargı denetimine tabidir. Mağdur kendisine Türkiye’nin onaylamış olduğu uluslararası sözleşmeler ya da iç hukuk tarafından verilen herhangi bir hakkın ihlal edilmesi durumunda hukuk yoluna başvurabilir. Örneğin, kendisine verilen insani vize, sığınma, ücretsiz tedavi gibi hakların yerine getirilmememsi halinde insan ticareti mağduru hukuk yoluna gidebilir ve uğradığı zararların telafisini talep edebilir. İnsan ticareti mağdurlarının karşılılık esasına bağlı olmak kaydıyla adli yardımdan yararlanma hakkı vardır. Ayrıca, insan ticareti faillerine karşı maddi/manevi tazminat davası açılabilir, ancak bu durumda mahkemeye teminat göstermesi ve yargılama giderlerini karşılaması gerekmektedir. Mahkeme yine karşılıklılık esasına göre mağduru teminattan muaf tutabilmektedir (Arslan vd., 2006: 48-52). Türkiye insan ticareti konusunda uluslararası standartlara uygun şekilde yasal düzenlemelere gitmektedir. Ancak, yasaların kâğıt üzerinde tanımış olduğu hakların yaşama ne kadar aktarıldığı ilgili idari birimlerin ve yürütücülerin uygulamaları ile belirlenmektedir. Bu nedenle, insan ticareti konusunda birçok idari düzenlemeye gidilmektedir. 90 4.3.4.2. İdari Düzenlemeler Dışişleri Bakanlığının koordinatörlüğünde çalışmakta olan İnsan Ticareti ile Mücadele Ulusal Görev Gücü’nün hazırladığı “İnsan Ticareti ile Mücadele Eylem Planı” (www.unhcr.org.tr, 2007). Türkiye’de insan ticareti konusunda yapılan idari düzenlemelerin zemini oluşturmaktadır. İnsan ticareti ile mücadelenin etkin şekilde yürütülmesi ve mağdurların insan haklarının korunması bağlamında en önemli konular insan ticareti mağdurlarının korunması, rehabilite edilmesi, tıbbi ve psikolojik destek sağlanması, barındırılmaları ve gönüllü-güvenli geri dönüşlerinin sağlanmasıdır. Mağdurlarla birebir yapılacak tüm işlemlerde, sivil giyimli, bayan personelin görevlendirilmesi, soruşturma sırasında yüzleştirme, teşhis gibi işlemlere ihtiyaç duyulması durumunda, mağdurların tacirler veya bağlantılı kişilerle aynı ortamda bulundurulmaması amacıyla gerekli tedbirler alınmaktadır. İnsan ticareti mağdurlarının Türkiye’den çıkışlarında çıkış işlemlerinin harçsız ve cezasız yapılarak haklarında süreli yurda giriş yasağı kararı alınmamaktadır. 2003 yılında Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda insan ticareti mağduru olduğu tespit edilen ve tedavi olması gereken şahısların, sağlık kuruluşlarına sevklerinin yapılarak ücretsiz tedavilerinin yaptırılması sağlanmaktadır. Mağdurların tedavi ve rehabilite edilmelerinin gerçekleştirilmesi, suçun sanıklarına ilişkin yargılama süreci gözetilerek insan ticareti mağduru olduğu tespit edilen yabancı uyruklu şahıslara, talepleri halinde 6 aya kadar geçici ikamet izni verilmektedir. Sanıkların yargılanma ve mağdurların tedavi süreçleri takip edilerek ihtiyaç duyulması halinde bu süre uzatılabilmektedir (www.unhcr.org.tr, 2007). İnsan ticaretiyle mücadelede önemli bir konu da mağdurların rehabilitasyonları süresince güvenli barınmalarını sağlamak ve geri dönüşlerini koordine etmektir. Bu amaçla İstanbul’da İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfı tarafından işletilen iki adet sığınma evi bulunmaktadır. Gönüllü ve güvenli geri dönüş mağdurların insan ticareti suçuna tekrar maruz kalmaması açısından son derece önemlidir. Ülkelerine dönmek isteyen insan ticareti mağdurlarının İKGV ile işbirliği halinde IOM yetkilileri ile temasa geçilerek, güvenli şekilde ülkelerine dönüşleri sağlanmaktadır. Mağdurların 91 ülkelerine gönderilmesi aşamasında hareket edeceği noktaya kadar sivil görevliler tarafından eşlik edilmesi, çıkış işlemlerinin diğer yolculardan farklı yapılması gibi önlemler alınmaktadır. Güvenli ve gönüllü geri dönüşte en önemli aşama mağdurun geri döneceği ülkedeki resmi makamlarla yapılacak olan işbirliğidir. Bunun için kaynak ülke makamları ile yapılan işbirliği protokollerinde belirlenen irtibat noktaları gerekli konularda bilgilendirilmektedir (Şen, 2006: 103-105). Türkiye, insan ticareti ile mücadele alanında AGİT, NATO, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve İstikrar Paktı tarafından düzenlenen uluslararası faaliyetleri desteklemekte ve bu yönde aktif olarak çalışmaktadır. Türkiye, Belarus, Gürcistan, Kırgızistan, Moldova ve Ukrayna ile insan ticaretiyle mücadele alanında işbirliği Protokolleri imzalamıştır (www.mfa.gov.tr, 2007). Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti konularında bölgesinde önemli bir ülke konumunda olan Türkiye son yıllarda bu suçlarla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirme ve uzman kuruluşlar tarafından öngörülen standartları uygulama konusunda çaba göstermektedir. İnsan ticareti konusunda birçok birimin ortak çalışmasını amaçlayan Ulusal Görev Gücü’nün kurulması ve Ulusal Eylem Planı çerçevesinde konuya bütüncül yaklaşılması insan ticareti ile mücadelede kararlılığın ve tutarlılığın sağlanması anlamında önemli adımlar olmuştur. Türkiye, BM Sınır Aşan Örgütlü Suçlarla Mücadele Sözleşmesine Ek İnsan Ticareti ve Göçmen Kaçakçılığı protokolleri’ne ilanından hemen sonra imza atmış ve birçok ülkeden önce gerekli onay işlemini gerçekleştirerek iç hukukunda gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Türk Ceza Kanunu göçmen kaçakçılığını ve insan ticaretini protokollere uygun şekilde ayrıntılı olarak ele almakta ve cezalandırmaktadır. Mağdurların uluslararası ve iç hukuktan kaynaklanan haklarını kullanabilme olanağı da en üst seviyede sağlanmaya çalışılmaktadır. Ancak, yasal düzenlemelerin yapılmış olması kadar bunların uygulamada yer bulması da önemlidir. Özellikle insan ticareti olaylarında mağdurlara insan hakları bağlamında yaklaşılarak korunma sağlanması gerekmektedir. Türkiye’de yapılan idari düzenlemeler ile sığınma evlerinin açılması, ücretsiz tedavi, insani vize gibi uygulamalar bu yaklaşımın örnekleri olarak görülmektedir. Potansiyel mağdurların 92 ve toplumun bilinçlendirilmesi hem insan ticaretini önleme hem de mağdurların insan haklarını koruma açısından gereklidir. Türkiye’de bu çalışmalar Uluslararası Göç Örgütü ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde yürütülmektedir ve özellikle 2005 yılında başlatılan insan ticaretine karşı kampanya bu anlamda büyük önem taşımaktadır. Uluslararası Göç Örgütü Türkiye Misyon şefi Marielle SanderLindström insan ticaretine karşı kampanyanın tanıtım toplantısında Türkiye’nin çabalarını şöyle değerlendirmiştir: "Türkiye bir kez daha, insan ticaretinin sadece kişiler üzerinde değil, aynı zamanda tüm toplumlar üzerindeki etkisine de dikkat çekerek, bölgede insan ticaretiyle mücadelede lider rolünü üstlenmiştir" (www.countertrafficking.org, 2007d). Türkiye’de göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadelenin daha etkin hale getirilmesi gerekmektedir. Uzmanlaşmanın arttırılarak özel bir merkezi kuruluş kurulması, sığınma evlerinin sayısının arttırılması, istek halinde insani vizenin daimi vizeye dönüştürülmesinin yollarının aranması, mağdurun adli yardım talebinde karşılıklılık esasının kaldırılması, Türkiye’de insan ticaretine olan talebin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapılması bunlar arasında sayılabilir. Ancak, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları devletlerin sınırlarını ve hareket kabiliyetlerini aşan küresel boyutlar taşımaktadır ve uluslararası inisiyatif gerektirmektedir. 93 SONUÇ VE ÖNERİLER Kitlesel insan hareketleri tarih boyunca hem sosyal, siyasal ve ekonomik yapılanmalardan kaynağını alan hem de bunların yeniden şekillenmesinde önemli rol oynayan bir değişim aktörü olarak yer almıştır. Ulus devletlerin oluşturduğu uluslararası siyasal sistemin kurulmasının ardından göç sınır ötesi bir nitelik kazanırken, vatandaşlık, toplumsal bütünleşme, haklar gibi kavramları da içerecek biçimde yeni anlamlar kazanmıştır. Günümüzde ise, tüm bu kavramları yeniden tartışmaya açan ve 21. yüzyılın uluslararası siyasi ekonomik sisteminin belirleyicisi olarak sunulan küreselleşme kavramı, uluslararası göç bağlamında da önemli bir arka plan oluşturmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte gelen değişim, uluslararası göç olgusunun hem giderek artmasına hem de ulus-devlet yapılanmasıyla bir arada var olan bu sınırlar ötesi hareketliliğin çok boyutluluğuna neden olmaktadır. Uluslararası göçlerin artışındaki belirleyici neden, ekonomik birikimin gelişmiş ülkelerde yoğunlaşması sürecine karşın, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaygın bir yoksullaşma ve istihdam krizi yaşanması, dolayısıyla küresel gelir dağılımı uçurumunun gittikçe büyümesidir. Küresel ekonominin ve post-Fordist üretim tarzının dünyanın özellikle az gelişmiş bölgelerindeki işgücüne olan olumsuz etkisi ile esnek üretim biçiminin gerektirdiği vasıfsız yarı zamanlı işgücüne gereksinimi belirleyici rol oynamaktadır. Uluslararası göç yaygın kanının aksine beyin göçü ile sınırlı kalmamakta, gün geçtikçe daha büyük kitleleri ilgilendirmektedir. Diğer yandan, uluslararası göçün niteliğinde önemli değişiklikler olmakta, yasadışı göç, kadın göçü, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti gibi yeni olgular ortaya çıkmaktadır. Uluslararası göçte görülen yeni eğilimler, göçe yönelik kısıtlayıcı politikalarla birleşince 21. yüzyıldaki göç hareketlerinin öncekilerden farklı olarak daha çok “düzensiz ve yasadışı göç” bağlamında ortaya çıkacağı gerçeğini göstermektedir. Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler çerçevesinde günümüzde göç politikalarını oluşturmak ve etkinliğini sağlamada hem devletler hem de uluslararası yapılanmalar giderek zorlanmaktadır. Dünya kapitalist sistemi içinde uluslararası ekonomik sistemle bütünleşme zorunluluğu nedeniyle devletler otonomilerini görece olarak kaybetmeye başlamakta, 94 kendi iç işlerini ilgilendiren konularda ulus ötesi yapıları göz önüne alarak, istihdam, iş güvencesi ve sosyal politika gibi alanlarda müdahalelere açık hale gelmektedirler. Bu da, özellikle az gelişmiş ülkelerde istihdam açığı olarak kendini göstermekte, uluslararası göç bağlamında işgücü arzının oluşmasına neden olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise sanıldığının aksine, demografik yapıdan kaynaklanan nedenlerle küresel rekabet için işgücü göçüne olan talep devam etmektedir. Çünkü küresel ekonomi bir yandan mal, hizmet ve sermayenin sınırsız dolaşımını gerekli kılmakta, diğer yandan da esnek üretim biçimi nedeniyle vasıfsız, yarı zamanlı çalışan ve örgütsüz işgücüne de ihtiyaç duymaktadır. Ancak, malların ve sermayenin dolaşımından farklı olarak kişilerin dolaşımının çok daha etkili bir siyasi yönü bulunmaktadır. Bu yüzden, istenen göç-istenmeyen göç kavramları göç literatürüne girmekte, siyasa üreticiler ve uygulayıcılar tarafından sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle gelişmiş ülke yönetimleri genellikle vasıflı veya vasıfsız göçmen işgücüne olan ihtiyaçlarını kamuoyuna açıkça belirtmekten kaçınmakta, yabancı düşmanlığının ortaya çıkardığı tepkilerle baş etmek yerine kısıtlayıcı göç siyasalarını bir politika aracı olarak kullanmaktadır. Bu tür siyasalar ise yalnızca yasal göç olanağını kısıtlamakla kalmakta, yasadışı göçe, göçmen kaçakçılarına ve insan tacirlerine uygun ortam yaratmaktadır. Günümüzde, mülteciler sorunu, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti olguları Soğuk Savaş sonrası güvenlik gündeminde yer almaya başlamakta, aynı zamanda birçok ülke açısından toplumsal sorunlara neden olmaktadır. Diğer yandan, göçmen kaçakçılığı organizasyonları tarafından kullanılan göçmenler ile insan ticareti mağdurlarının yaşam hakları, insan güvenlikleri tehdit altında kalmakta ve bu suçlar çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden birini yaratmaktadır. Özellikle insan ticareti insanlık onurunun hiçe sayıldığı insan varlığının ve emeğinin ticari bir meta olarak görüldüğü bir görüngü haline gelmiştir. Çağdaş ve demokratik bir dünya söyleminin her zamankinden daha fazla kullanıldığı günümüzde, insanın ticari bir değer olarak alınıp satılması bir insanlık suçudur. Ekonominin küresel bir bakışla yeniden yapılanması, piyasa kavramını 16. yüzyıldan beri vazgeçilmez bir gereklilik gibi ortaya koymaktadır. Bu nedenle tarihsel süreçte pazar ulus devletin denetimi ve düzenlemesinden bağımsızlaşmıştır. Günümüz küresel piyasası tanım yerindeyse her şeyi alınıp satılabilen bir meta haline getirmiştir. Diğer yandan, küreselleşmenin özgürlük diye lanse ettiği kültür, kadın 95 bedeni üzerinden gelişen yozlaşma ile kendini yeniden üretmektedir. Bu durum özellikle dezavantajlı gruplar olarak tanımlanabilecek kadın ve kız çocuklarını alınan, satılan ve tüketilen değerler haline getirmiştir. İnsan ticaretinin bir suç olarak en önemli temel insan hakkı ihlallerinden biri olduğu herkesin görebileceği açık bir gerçektir. Ancak burada kritik olan insan ticaretini doğuran küresel siyasaları ve bunların farklı coğrafyalarda oluşturduğu yoksulluk ve diğer toplumsal koşulları bir bütün halinde insan hakkı ihlali olarak değerlendirebilmektir. İnsan ticaretinin mağduru olmakla yoksulluk arasında ciddi bir bağlantı vardır. Ancak bu, her zaman en yoksul kişilerin ticarete maruz kaldığı anlamına da gelmez. Vatandaşlık ve mülkiyet haklarındaki ayrımcı uygulamalar, kaynaklara ulaşımdaki eşitsizlikler, bilgi ve ekonomik güç anlamında fırsat eşitsizliği, sömürü, aile içi şiddet özellikle kadınları yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya itmektedir. Eğitim hakkı ve diğer yasal hakları engellenen bu kişiler, kendi yaşamlarının kontrol etme hakkını da yitirmekte ve vasıfsız ve ekonomik özgürlüğü olmayan özneler olarak insan ticareti konusunda en büyük risk grubunu oluşturmaktadırlar. Ancak bu durum, insan ticaretine konu olan kadınların kandırılmış pasif özneler olarak ‘kurban’ konumuna indirgenmesini gerektirmez. Genelde geçerli olan böyle bir anlayış, kadınlara sadece bir suçun mağduru olarak bakmayı, dolayısıyla onların neden ‘yaşamda kalma stratejisi’ olarak böyle bir risk aldıkları sorusunu görmezden gelme kolaylığını getirmektedir. Devletlerin insan (özelde kadın). ticaretinin temel sebeplerini önlemede ‘haklar’ açısından siyasa üretmedeki yetersizliğinin yanı sıra, insan ticaretine maruz kalan kişilerin temel insan haklarını kollama anlamında da çoğu zaman başarısız uygulamalar ortaya koyduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çoğu ülkede insan ticaretine karşı diğer alanlara kıyasla daha zayıf bir yasal düzenleme vardır. Bunun yanı sıra, kimi zaman ‘kadınları korumak’ adına yapılan düzenlemeler yeni kadın hakkı ihlallerinin temelini oluşturmaktan öteye gitmemektedir. Bazı ülkeler kadınların ülke dışına legal çıkışı engellerken, bazıları da fuhuş sektörü için gelecekleri bahanesiyle ülkeye girişini engellemektedir. Hareketliliğin önündeki bu çeşit engeller yasadışı göçü çekici kılarken, gerekli donanımı olmayan kadınları bu süreçte insan ticareti yapan organizasyonların 96 kucağına itmekten öte bir işe yaramamaktadır. Örneğin, Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te kadın göçüne yönelik kısıtlayıcı politikalar nedeniyle, yüksek sayıda kadın göçmen, sınırları yasadışı yollarla geçmeye çalışmakta, insan ticareti anlamında geniş risk grupları oluşturmaktadır (GCIM, 2005: 6). Mağdurlar çoğu zaman yasalar ve uygulamadaki çarpıklıklardan kaynaklanan nedenlerle, bulundukları durumdan kurtarıldıklarından çok otoriteler tarafından ‘yakalandıkları’ düşüncesine kapılmaktadır. Bu kişiler ülkeye yasal yollardan bile girmiş olsalar yasal belgelerine el konulduğu ve kaçak çalıştırmaya maruz bırakıldıkları için ‘kaçak göçmen’ olarak kabul edilmekte ve çoğu zaman hemen sınır dışı edilmektedirler. Bu uygulamanın varlığı insan tacirleri tarafından devamlı bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. İnsan ticareti mağdurlarının hakları da yasal düzenleme içinde yer almalıdır. Aynı zamanda, insan ticareti ile ilgili yasaların yasadışı göçe ilişkin yasalarla çakışmaması, mağdurların göç yasalarını ihlal ya da fuhuş gibi diğer suçlardan sorumlu bulunmamamsı gerekmektedir. Konuyla ilgili yürütme ve yargı mercileri, geçerli belgeleri olmayan göçmenlerle yapılan görüşmelerde insan ticaretine maruz kalıp kalmadıklarını açık şekilde ortaya çıkaracak uygun sorulardan oluşmuş bir model üzerinde çalışmalıdır. Bu kişilerle durumlarına uygun görüşmeler gerçekleştirebilmek amacıyla konuyla ilgili deneyimli yasa uygulayıcılar, yargı mensupları ve kuruluşlar tarafından geliştirilecek rehberler kullanılabilir. Ayrıca mağdurlar açısından en önemli haklardan biri olan bilgilendirilme hakkı da ihlal edilmemeli, bu kişilere yasal yollara başvurma ve haklarını arama konusunda yeterince bilgi verilmelidir. Yasa uygulayıcılar, insan ticareti mağduru olduğundan şüphelendikleri kişiler ile karşılaştıklarında bu kişileri konu hakkında uzmanlaşmış bir merkeze ya da sivil toplum örgütüne götürmelidir. Bu uygulama, kişilerin fiziksel ya da psikolojik ihtiyaçlarını, yaşadıkları olayları ve karşılaştıkları insan hakkı ihlallerini daha kolay dile getirmelerine yardımcı olacaktır. Aynı zamanda, mağdurlar yasal hakları üzerinde ayrıntılı bilgilendirilerek işbirliğine gitmeleri kolaylaşacaktır. Burada insan ticareti mağdurlarının çoğunlukla yabancı uyruklu olduğu, dolayısıyla dil sorununu aşmak için yeterli çeviri desteğinin de sağlanması gerekliliği de unutulmamalıdır. 97 Yasal mekanizmaların görece yeterli olduğunu varsayabileceğimiz ülkelerde dahi resmi görevlilerin insan ticaretine ilişkin bakışlarının yetersiz ve duyarsız olması mağdurlara suçlu gibi davranılmasına yol açmaktadır. Yetkili kurumlar, yasa uygulayıcılar (polis, jandarma ve göçmenlerle ilgili diğer merciler)., yargı mensupları (hâkim, savcı ve avukatlar). ile göçmenlere yönelik hizmetleri sunan tıp birimleri, mülteci ofisleri gibi yerlerde görev yapanlara yönelik eğitimler yapmalıdır. Bu eğitimler, insan ticareti mağdurlarının suçun doğası gereği bulundukları karmaşık durum ve hassasiyeti açıklayacak biçimde geliştirilmelidir. İnsan ticaretine ilişkin zayıf yasal çerçeve toplumun olumsuz tutumlarıyla da desteklenmektedir. Göçmen ve azınlıklara karşı yaygın ayrımcı tutum kadınlara atfedilen düşük statüyle birleşince insan ticaretiyle mücadele etme konumundaki kurumsal ve toplumsal duyarlılık azalmaktadır. Yetersiz ve uygun olmayan hukuksal düzenlemeler toplumsal kabullenmeyle meşrulaşmaktadır. Bu mağdurların çoğunluğunu cinsel sömürü amaçlı çalıştırılan kadınlar oluşturduğu için toplum ve resmi görevlilerin gözünde ‘hayat kadını’ imajı ile etiketlenmekte ve mağdurken suçlu konuma gelebilmektedir. Kadın ticaretini konu eden yazılı ve görsel basında çoğunlukla ‘fuhuş’ vurgusunun ön plana çıktığı görülebilir. Oysa hayat kadınlığı ve seks işçiliğine dair tartışmalar bir yana, bu durumun öncelikle bir ‘insan ticareti’ ve ‘zorla çalıştırma’ olduğu hem uygulayıcılar hem de medya tarafından önemle hatırlanmalıdır. Dolayısıyla burada yapılan işin niteliğinin değil, işlenen suçun ve temel hak ihlallerinin ön planda tutulması gerekmektedir. Öznel koşulların gerektirdiği bazı durumlarda mağdurun ülkeye geri dönüşü aşamasında aile ve diğer yakınlarının bunun nedenlerinden haberdar edilmemesi de gerekebilir. Çünkü böyle bir tanımlama sosyal dışlanma süreçlerinin işlemesine de yol açmaktadır. Bu durumda mağdurun geri dönme ve bununla başa çıkma süreçlerinde aile ve diğer kanallardan alınacak sosyal destekler azalmaktadır. Tekrar mağdur olacak potansiyel bireyler yaratılmakla kalmayıp, kendi toplumsal çerçevesinde potansiyel suçlu etiketi yapıştırılmaktadır. Ayrıca, mağdurun ülkesinde kendisini göçe iten koşullarla yeniden ve daha da donanımsız olarak karşılaşması söz konusu olabilmektedir. Sonuçta yanlış yasal uygulamalar, olumsuz koşullar ve toplumsal önyargılar insan ticaretine maruz kalmış kişilerin ‘bumerang etkisi’ne kapılarak bu sarmalda tekrar yer almalarına yol açabilmektedir. Dolayısıyla, insan 98 ticaretinde bir ülkede elde edilen olumlu sonuçlar yeterli olmamakta, suçun kendini yeniden üretmesini engelleyememektedir. Bu nedenle, insan ticaretinin olumsuz sonuçlarının en aza indirgenmesinde olduğu gibi, bu suçun önlenmesinde de emniyet tedbirlerini aşan bir uluslararası anlayış önem kazanmaktadır. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretinin ulusal sınırları aşan niteliği bu suçlarla mücadelede uluslararası işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Uluslararası işbirliğinin en önemli ayağı devletler arasındaki işbirliği, diğer ayakları ise uluslararası hukukun etkinliği ve uluslararası örgütlenmelerin yürüttüğü çalışmalar olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, her üç bağlamda da etkin bir mücadelenin sağlanması konusunda sorunlar olduğu göz ardı edilmemelidir. Öncelikle, Birçok devlet göç sorununa yönelik olarak tek taraflı ve ulusal ihtiyaç ve çıkarların şekillendirdiği geçici (ad hoc) politikalarla yaklaşmayı tercih etmektedir. Bunun bir sonucu olarak da, farklı devletler tarafından birbirinden bağımsız ve kimi zaman çelişen ulusal politikalar uygulamaya geçirilmektedir. Devletler arasındaki işbirliği, organize suç örgütlerinin çökertilmesini amaçlayan polisiye tedbirlerin ötesine geçmemekte, sınır güvenliği öncelikli hedef olarak ele alınmaktadır. Ancak, Soğuk Savaş dönemi sonrası yaşanan hızlı değişimlerin vardığı nokta güvenlik kavramının hem önemini arttırmakta, hem de geleneksel anlayışların tanımlamakta yetersiz kaldığı, belirsizlik üzerinden gelişen bir güvenlik sorunsalını ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşmenin getirilerinin eşitsiz paylaşıldığı, geniş kitlelerin yoksulluk, şiddet, etnik çatışmalarla yüz yüze olduğu gerçeği artık tehditlerin sınır ötesi ve asimetrik boyutunu da gündeme getirmektedir. Bu anlamda özellikle az gelişmiş bölgelerde yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasi eşitsizlikler ve ayrımcı uygulamalar da küresel ve ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak algılanmalıdır. Güvenlik tartışmalarının bir parçası da küreselleşmenin bu anlamda sorgulanması olmalıdır, ancak tek taraflı güç kullanımının arttığı ve Birleşmiş Milletler’in marjinalleştiği günümüz koşullarında bu tür bir yaklaşımı beklemek zordur. Diğer yandan, uluslararası hukuk anlamında göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretine yönelik oluşturulmuş iki protokol bulunmaktadır. Ancak, bu protokollerin uygulanması konusunda da iki önemli sorun ortaya çıkmaktadır. Birinci ve daha geniş kapsamlı olan sorun, uluslararası hukukun bağlayıcılığı ve yaptırım gücü hakkında uluslararası sistem bağlamında yapılabilecek genel bir tartışmadır. İkinci 99 konu ise, protokollerin bu suçlara karşı doğrudan cezai müeyyide öngörmüyor olmasıdır. Literatürde uluslararası suçlar, uluslararası hukuk suçları ve diğer uluslararası suçlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İlk kategoride soykırım suçu, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı savaşı (saldırganlık). suçu olarak dört grup suç bulunmakta olup, bunlar uluslararası hukuk tarafından doğrudan cezalandırılmaktadır. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları ise diğer uluslararası suçlar kapsamına girmekte, bu suçlara ilişkin uluslararası sözleşmeler, taraf devletlere sadece iç hukukta bu fiillerin etkili bir şekilde cezalandırılmasını sağlayıcı normlar koyma yükümlülüğü getirmektedir (Turhan, 2007). Dolayısıyla, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçlarının cezalandırılması devletlerin bu protokolleri onaylamasına bağlı olduğu gibi, kendi iç hukuklarında da düzenleme yapma serbestisi getirmektedir. Protokollerin farklı yorumları ile iç hukuktaki farklı düzenlemeler bu suçlara ilişkin yürütülecek politikaların ve cezai işlemlerin ortak olmaması anlamına gelmektedir. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretine yönelik mücadelenin üçüncü ayağını da uluslararası yapılanmalar oluşturmaktadır. Özellikle insan ticareti konusunda birçok uluslararası kuruluş ve sivil toplum örgütü programlar yürütmektedir. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü, Uluslararası Göç Örgütü, Kadın Ticaretine Karşı Koalisyon (CATW)., Kadın Ticaretine Karşı Küresel Koalisyon (GAATW)., La Strada gibi örgütler insan ticareti konusunda bilinçlendirme, eğitim ile mağdurlara yardım konularında çalışmaktadırlar. Ancak, uluslararası hukukta olduğu gibi bu yapılanmaların işleyişi konusunda da tartışmalar sürmektedir. Tartışmaların siyasi boyutu bir yana, insan ticareti ile mücadele konusunda bu örgütlerin başarısı devletlerin sağlayacağı destek ve işbirliği ile sınırlıdır. Bu çalışmaların işbirliği içinde yapıldığı Türkiye gibi örneklerde daha olumlu sonuçlar elde edilmektedir. Bu noktada karşımıza çıkan gerçek, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadelenin uluslararası işbirliğini gerektiren ancak öncelikli olarak ulus devletlerin alanı içinde kalan bir süreç olduğudur. Bu alanda üretilecek politikalar da devletlerin kararlılığı ölçüsünde başarı kazanabilecektir. Aynı zamanda, devletlerin konuyla mücadelede kararlılığına bağlı olarak uluslararası sözleşme ve protokoller ortak kapsayıcı metinler olarak kullanılır ve gerekleri yerine getirilirse mağdurların insan 100 haklarını da içeren önemli gelişmeler kaydedilebilecektir. Bu anlamda, koşulların olumsuzluğuna ve tüm sorunlara rağmen insan ticaretinin öncelikle çok önemli bir insan hakları ihlali olduğunu unutmamak ve buna yönelik talepleri dile getirmek gerekmektedir. Diğer yandan, uluslararası ilişkiler açısından insan ticaretinin insan güvenliği bağlamında ele alınması ve güvenlik çerçevesinin geniş tutulması gerekmektedir. Uluslararası politikaların oluşturulmasında ve hukuksal çerçevenin işlerlik kazanmasında isteksiz görünen devletler insan ticaretinin uzun vadede toplumsal yapılarını aileden istihdama kadar etkileyecek boyutlara ulaşabileceğini göz ardı etmemelidir. Bu yaklaşım, gerek yasadışı göçün gerekse insan ticaretinin sadece sonuçlarına odaklanan indirgemeci bir bakışı önleyecek, nedenler üzerinde durularak bunların ortadan kaldırılmasına yönelik hassasiyeti arttıracaktır. Küreselleşmenin yeniden sorgulanmasına yönelik böyle bir hassasiyete ihtiyaç vardır, çünkü günümüzde riskler, mekânsal ve zamansal uzaklık tanımlamalarını anlamsız kılan bir belirsizlik üzerinden ortaya çıkmaktadır. 101 KAYNAKÇA Kitaplar Balibar, Etienne ve Immanuel Wallerstein (1995), Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler, (çev. Nazlı Ökten), Metis Yayınları, İstanbul. Bishop, Ryan ve Lillian S. Robinson (1998), Night Market: Sexual Cultures and the Thai Economic Miracle, Routledge, New York. Boyle, Paul, Keith Halfacree ve Vaughan Robinson (1998), Exploring Contemporary Migration, Addison Wesley Longman Limited, New York. Castells, Manuel (1996), The Rise of the Network Society, Blackwell Publishers, London. Castels, Stephen ve Mark J. Miller (1993), The Age of Migration International Population Movements in the Modern World, MacMillan Pres Ltd., NewYork. Gürkaynak, Muharrem (2004), Avrupa’da Savunma ve Güvenlik, Asil Yayın Dağıtım, Ankara. IOM (2006a), Resource Book for Law Enforcement Officers on Good Practices in Combating Child Trafficking, International Organization for Migration, Vienna. Jordan, Bill ve Franck Düvel (2002), Irregular Migration The Dilemmas of Transnational Mobility, Edward Elgar Publishing Ltd., Cheltenham. Kirişçi, Kemal (2002), Justice and Home Affairs Issues in Turkish-EU Relations, Tesev Publications, İstanbul. Kirişçi, Kemal (2004), Reconciling Refugee Protection with Efforts to Combat Irregular Migration: The Case of Turkey and the European Union, Global Migration Perspectives No. 11, Global Commission on International Migration, Geneva. Koser, Khalid (2005), Irregular Migration, State Security and Human Security, Policy Analysis and Research Programme of the Global Commission on International Migration. Malarek, Victor (2004), Nataşalar: Yeni Küresel Seks Ticaretinin İçyüzü, (çev. Cihat Taşçıoğlu), Bilgi Yayınevi, Ankara. Massey, Douglas S., Joaquin Arango ve Hugo Graeme (1998), Worlds in Motion Understanding International Migration at the End of The Millenium, Oxford University Press, New York. Sapancalı, Faruk (2005), Sosyal Dışlanma, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir. Sennett, Richard (2002), Karakter Aşınması, (çev. Barış Yıldırım), Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Shackleton, JR, Linda Clarke ve diğ. (1995), Training for Employment in Western and the United States, Edward Elger Pub., England. 102 Stalker, Peter (2000), Workers Without Frontiers, The Impact of Globalization on International Migration, International Labor Office, Geneva. Şen, Furkan Y. (2006), Dünya ve Türkiye Perspektifinden Göçmen Kaçakçılığı, İnsan Ticareti Organ Doku Ticareti, KOM/TADOC Yayınları, Ankara. Thakur, Ramesh (2006), The United Nations, Peace and Security From Collective Security to the Responsibility to Protect, Cambridge University Press, New York. Todaro, Michael P. (1976), Internal Migration in Developing Countries, International Labour Office, Geneva. TÜSİAD (2006), Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Bağlamında Uluslararası Göç Tartışmaları, Yayın No: TÜSİAD-T/2006-12/427, İstanbul. Weiner, Myron (1995), The Global Migration Crisis: Challenge to States and Human Rights, Harper Collins College Publishers, New York. Yalçın, Cemal (2004), Göç Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara. Makaleler Atatüre, Süha (2003), “Tarihsel Gelişim Sürecini Anlamak”, Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 2, s. 65-80. Axworthy, Lloyd, (2004), “Human Security: An Opening for UN Reform” Price Richard ve Zacher Mark (Ed), The United Nations and Global Security, Palgrave MacMillan, New York, s. 246-258. Erder, Sema (1998), “Kentlerdeki Enformal Örgütlenmeler, ‘Yeni’ Eğilimler ve Kent Yoksulları Ya da Eski Hamamdaki Yeni Taslar”, Bilanço’98, 75.Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, s.107-114. Du Guy, Paul (2000), “Representing ‘Globalization’: Notes on the Discursive Orderings of Economics Life”, Without Guarantess, s. 38-52. Heyzer, Noleen ve Vivienne Wee (1994), “Domestic Workers in Transient Overseas Employment: Who Benefits, Who Profits”, Noleen Heyzer, Geertje Nijeholt ve Nedra Weerakoon (Ed.), The Trade in Domestic Workers: Causes, Mechanisms and Consequences of International Migration, Asian and Pacific Development Centre, Kuala Lumpur, s. 44-55. Hollifield, James, F. (1998), “Migration, Trade and the Nation-State: The Myth of Globalization”, UCLA Journal of International Law and Foreign Affairs, 3/2, s. 595-636. İçduygu, Ahmet (2004), “Transborder Crime between Turkey and Greece: Human Smuggling and its Regional Consequences”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 4, Sayı 2, s.294–314. İzci, Rana (1998), “Uluslararası Güvenlik ve Çevre”, Faruk Sönmezoğlu (Ed.), Uluslararası Politikada Yeni Alanlar Yeni Bakışlar, DER Yayınları, İstanbul, s. 403-421. 103 Öngen, Tülin (2003), “Yeni Liberal Dönüşüm Projesi ve Türkiye Deneyimi”, Ahmet H. Köse, Fikret Şenses ve diğ. (Ed.), Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s.161-190. Pickup, Francine (1998), “More Words But No Action? Forced Migration and Trafficking of Women”, Gender and Development, Cilt 6, Sayı 1, s. 45-68. Sallan Gül, Songül (2002), “Dış Göçler, Yoksulluk ve Türkiye’de Göçmenlere Yönelik Yardımlar”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt 23-24, s. 79-93. Tağraf, Hasan (2002), “Küreselleşme Süreci Ve Çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkisi”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, s. 33-47. Wennerholm, Johansson C. (2002), “Crossing Borders and Building Bridges: The Baltic Region Networking Project”, Gender and Development, Cilt 10, Sayı 1, s. 10-19. Yeldan, Erinç (2003), “Neoliberalizmin İdeolojik Bir Söylemi Olarak Küreselleşme”, Ahmet H. Köse, Fikret Şenses ve diğ. (Ed.), Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 427-452. Diğer Raporlar Besler, Patrick (2005), Forced Labour and Human Trafficking: Estimating the Profits, International Labour Organization, Geneva. Besler, Patrick, Michaelle Cock ve Farhad Mehran (2005), ILO Minimum Estimate of Forced Labour in the World, International Labour Organization, Geneva. EC (2000), Communication from the Commisssion to the Council and the European Parliament on a Concerted Strategy for Immigration and Asylum, European Commission, Brussels. EGM (2001), Dünyada ve Türkiye’de Yasadışı Göç, Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar Hudut İltica Dairesi Başkanlığı, Ankara. EGM (2007), T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı 2006 Raporu, Ankara. Erder, Sema ve Semlin Kaska (2003), Irregular Migration and Trafficking in Women: The Case of Turkey, International Organization for Migration, Geneva. ESCAP (2005), Violence Against and Trafficking in Women as Symptoms of Discrimination: The Potential of CEDAW as an Antidote, Gender and Development Discussion Paper Series No. 17, Economic and Social Commission for Asia and the Pasific. 104 ILO (2005), A Global Alliance Against Forced Labour, International Labour Conference, Report I, International Labour Office, Geneva. IOM (2006b), 2005 Türkiye, İnsan Ticareti ve Eğilimler, Uluslararası Göç Örgütü, Ankara. IOM (2004), International Agenda for Migration Management, International Organization for Migration, Geneva. IOM (1995), Transit Migration in Turkey, International Organization for Migration, Geneva. IOM (2003), World Migration 2003 Challenges and Responses for People on the Move, Geneva. IOM (2000), World Migration Report, IOM, Geneva. İçduygu, Ahmet (2005), Transit Migration of Turkey: Trends, Patterns and Issues, Research Reports 2005/04, European University Institute, Florance. Kicinger, Anna (2004), International Migration as a Non-Traditional Security Threat and the EU Responses to This Phenomenon, CEFMR Working Paper 2/2004, Central European Forum for Migration Research, Warsaw. The United States Department of State (2006), Trafficking in Persons Report 2006. UNDP (1994), New Dimensions of Human Security, 1994 Human Development Report, Oxford University Press, New York. UNHCR (2006), 2005 Global Refugee Trends, Genova. İnternet Kaynakları < http://www.state.gov/g/tip/rls/tiprpt/2006/>, (03.02.2007). <http://www.countertrafficking.org/2006.html>, (02.03.2007a). <http://www.countertrafficking.org/sta_mol.html#2>, (02.03.2007b). <http://www.countertrafficking.org/tr/case_studies.html>, (02.03.2007). <http://www.countertrafficking.org/tr/hot.html>, (02.03.2007d). <http://www.egm.gov.tr/asayis/asayis_insantic.asp>, (23.01.2007). <http://www.hrweb.org/legal/undocs.html>, (04.03.2007). <http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/temelsoz.htm>, (04.03.2007). <http://www.iom.int/jahia/page812.html>, (16.03.2007). http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/InsanTicaretiIleMucadele, (05.04.2006).. <http://www.sendikanet.org/tr/modules/news/article.php?storyid=133>, (02.10.2006).. <http://www.sweden.gov.se/sb/d/574/a/20262>, (14.02.2007). 105 <http://www.tbmm.gov.tr/Anayasa.htm>, (16.04.2007a). <http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html>, (16.04.2007b). <http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar.durumu?kanun_no=4800>, (03.07.2007c). <http://untreaty.un.org/English/notpubl/18-12-a.E.htm>, (28.06.2007). <http://www.undp.ro/governance/Best%20Practice%20Manuals/docs/Turkey_UN_P rotocol_THB.doc>, (04.04.2007). <http://www.unhchr.ch/html/menu2/6/crc/treaties/crc.htm>, (02.10.2006). <http://www.unhcr.org.tr/docs/Belgeler_tur/Ulusal%20Eylem%20Plani 17ocak2005.doc>, (02.03.2007). Apap, Joanna ve Felicita Medved (2003), Protection Schemes for Victims of Trafficking in Selected EU Member Countries, Candidate and Third Countries, IOM, Geneva, <http://www.old.iom.int/documents/publication/en/protection_schemes.pdf>, (14.12.2006). Arslan, Çetin, Temel İlker ve diğ. (2006), Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadelede Yasa Uygulama ile İlgili Stratejik Bir Yaklaşım, Uluslararası Göç Örgütü, <http://www.countertrafficking.org/tr/default.html>, (21.12.2006). Aydoğanoğlu, Erkan, “Uluslararası Emek Göçü, Yasadışı Göç ve Göçmen İstihdamı”,<http://www.sendikanet.org/tr/modules/news/article.php?storyid= 133>, (02.10.2006). Bozkurt, Veysel (2000), “Küreselleşme: Kavram, Gelişim ve Yaklaşımlar”, İş, GüçEndüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, <http://www.isgucdergi.org>, (14.04.2005). Department for Global Development (2003), Poverty and Trafficking in Human Beings: A Strategy for Combating Trafficking in Human Beings through Swedish International Development Cooperation, <http://www.sweden.gov.se/sb/d/574/a/20262>, (04.11.2006). Fırat Ahmet, Uluslararası Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti, <http://www.taa.gov.tr/dersnotlari/ GocmenKacakciligiveInsanTicareti.doc> (27.04.2006). GAATW, Human Rights and Trafficking in Persons: A Handbook, Bangkok, 2000, <http://www.gaatw.org>, (22.12.2006). GCIM (2005), Migration in an Interconnected World: New Directions For Action, Report of The Global Commission on International Migration, <http://www.gcim.org/attachements/gcim-complete-report-2005.pdf>, (22.09.2006). 106 GCIM, Report of a Workshop on Gender Dimensions of International Migration, Global Commission on International Migration, <http://www.gcim.org>, (14.02.2006). Gökbayrak, Şenay (2006), “Uluslararası Göçler ve Kadın Emeği”, Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı: 86, <http://sosyalpolitika.fisek.org.tr/?p=34>, (10.02.2007). Hughes, Donna M (2001), “Globalization, Information Technology, and Sexual Exploitation of Women and Children”, Rain and Thunder – A Radical Feminist Journal of Discussion and Activism, Sayı 13, <http://www.uri.edu/artsci/wms/hughes/globe.doc>, (14.08.2006). ILO (2007), Global Employment Trends Brief, <http://www.ilo.org/public/english/employment/strat/download/getb07en.pdf >, (26.03.2007).. IOM (2003), “Defining Migration Priorities in an Interdependent World”, Migration Policy Issues, Sayı: 1, <http://www.belgium.iom.int/paneuropeandialogue/documents/MIGRAT~3. PDF >, ( 22.03.2006). IOM, Global Estimates and Trends, <http://www.iom.int/jahia/page254.html>, (15.04.2007). İçduygu, Ahmet ve Fuat Keyman (2000), “Globalization, Security and Migration: The Case of Turkey”, Global Governance (3), s. 384–398, <http://home.ku.edu.tr/~aicduygu/article%2012.pdf>, (20.11.2006). Koser, Khalid (2005), Irregular Migration, State Security and Human Security, Policy Analysis and Research Programme of the Global Commission on International Migration, <http://test.gcim.org/attachements/TP5.pdf>, (11.12.2006). OECD (2003), Trends in International Migration, <www.oecd.org/dataoecd/16/34/2968105/pdf.>, (01.03.2006). Piore, Michael J. (1986), “The Shifting Grounds for Immigration”, The Annals of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 485, Sayı 1, s.23-33, http://ann.sagepub.com/cgi/content/abstract/485/1/23, (17.08.2006). Plant, Roger (2007), Forced Labour, Migration And Trafficking, Special Programme of Action to Combat Forced Labour, International Labour Organization, <http://www.ilo.org/public/english/dialogue/actrav/publ/129/10.pdf>, (02.04.2007). Stark, Oded ve David E. Bloom (1985), “The New Economics of Labor Migration”, The American Economic Review, Vol. 75, No. 2, Papers and Proceedings of the Ninety-Seventh Annual Meeting of the American EconomicAssociation. <http://www.jstor.org/view/00028282/di950057/95p0064v/0>, (15.05.2006). Şimşek, Birgül (2003), “İşgücü Piyasalarının Küreselleşmesi ve Küresel İşgücü Piyasasında Ulusal İşgücü Piyasalarının Yeri”, İş, Güç- Endüstri İlişkileri 107 ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt <http://www.isguc.org/birgul1.htm>, (05.01.2006). 5, Sayı 1, Tholen, Berry (2004), “The Europeanisation of Migration Policy, The Normative Issues”, European Journal of Migration and Law, Cilt 6, Sayı 4, Martinus Nijhoff Publishers, s. 323–352. <http://www.ingentaconnect.com/content/mnp/emil/2004/00000006/0000000 4/art00002>, (18.07.2005). Todaro, Michael P. (1969), “A Model of Labor Migration and Urban Unemployment in Less-Developed Countries”, The American Economic Review, Cilt 59, s. 138-48, http://www.jstor.org/view/00028282/di950409/95p0344o/0, (11.05.2006). Turhan, Faruk, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası <http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/makale/101.doc>, (24.02.2007). Suçlar”, UNDP (2006), United Nations Development Programme Annual Report 2006, <http://www.undp.org/publications/annualreport2006/english-report.pdf>, (03.01.2007). UNFPA (2002), International Migration Report, The Population Division of the Department of Economic and Social Affairs of the United Nations Secretariat, <http://www.un.org/esa/population/publications/ittmig2002/2002ITTMIGTE XT22-11.pdf>, (03.04.2007). UNFPA (2006), State of World Population 2006, A Passage to Hope Women and International Migration, The Population Division of the Department of Economic and Social Affairs of the United Nations Secretariat, <http://www.unfpa.org/swp/2006/pdf/en_sowp06.pdf>, (06.02.2007). UNODC (2006), Trafficking in Persons: Global Patterns, United Nations Office on Drugs and Crime, <http://www.unodc.org/pdf/traffickinginpersons_report_2006ver2.pdf>, (21.02.2007). Bildiriler Güral, Demet (2006), “İnsan Ticareti Mağdurları”, Uluslararası Göç Sempozyumu’nda sunulan bildiri, 8-11 Aralık 2005, Zeytinburnu Belediye Başkanlığı, Yayın No: 6, İstanbul. Sirkeci, İbrahim (2006), “Küresel Kontrol Çabalarına Karşı Bireysel Aşma Çabaları: Türkiye ve Irak Örneklerinde Uluslararası Göçün Evrimi, Uluslararası Göç Sempozyumu’nda sunulan bildiri, 8-11 Aralık 2005, Zeytinburnu Belediye Başkanlığı, Yayın No: 6, İstanbul. 108 Tezler Bolat, Gürbüz (2005), Dünyada ve Türkiye’de İnsan Ticareti, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Basın Duyuruları ve Haberleri T.C. İçişleri Bakanlığı Jandarma Genel Komutanlığı Genel Sekreterliği 05.07.2005 tarihli basın duyurusu <http://www.jandarma.tsk.mil.tr/redirect.htm?url=/basin/basinduyurusu.htm> (20.01.2007). 109 ÖZGEÇMİŞ Kişisel Bilgiler: Adı ve Soyadı: Devrim Gül VURAL Doğum Yeri: İzmir Doğum Yılı: 1976 Eğitim Durumu: Lise: 1990-1993 İzmir Karşıyaka Lisesi Lisans: 1993-1999 Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İ.İ.B.F, Uluslararası İlişkiler Bölümü Yabancı Dil ve Düzeyi: İngilizce (Çok iyi) İş Deneyimi: 2000–2003 Şekerbank Teftiş Kurulu, Müf. Yrd. 2004- SDÜ Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü, Uzman Bilimsel Yayınlar ve Çalışmalar: “The Importance of Employment Policies in Poverty Reduction and its Reflections on Woman Employment in Turkey”, Songül Sallan Gül, Aysun Sayın, Devrim Gül Vural, Transformation of Social Policy in Europe, 13-15 April 2006, METU, Ankara. “İnsan Hakları Bağlamında Kadın Ticareti”, Devrim Vural, Cevdet Yılmaz, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Konferansı, 14-15 Aralık 2006, TODAİE, Ankara. “Üniversiteler ve Mesleki Eğitim: Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Songül Sallan Gül, Hüseyin Gül, Cevdet Yılmaz, Devrim Vural, Üniversite ve Ünivesite Eğitimi Kongresi, Eğitim Sen Ankara 5 Nolu Şube, 4-6 Mayıs 2007, Ankara.