Güneş Sisteminin Gezegeni: Uranüs En Tırt Uranüs özelliksiz bir gezegen değil. Aslında Güneş Sistemi içindeki konumunda, kendine özgü birçok özelliği var. Fakat bu gezegen hiçbir zaman umursanamakta. Belgesellerde dahi üzerinde saatlerce isminin İngilizce telaffuzunun “Your anus” ifadesini andırması üzerine saatlerce geyik yapılır, özelliklerinden kısaca bahsedilir ve geçilir. Kendisine çok benzeyen Neptün dahi çok fazla şımartılan bir gezegen. Gerek rengi, gerek Plüton’un atılmasından sonra sistemdeki son gezegen sayılması, gerek üzerindeki büyük lekesi dolayısıyla Neptün’den her zaman uzun uzun bahsedilirken Uranüs’e karşı tık yoktur. İnsanların kendi verdikleri isme, üstelik alakasız bir şekilde verdikleri isme kendileri gülmesi yine insanoğlunun “Yeter ulan” dedirten enteresan bir özelliği. Tıpkı Turkey kelimesinin hem Türkiye, hem de hindi anlamı taşımasına gülmek gibi. Halbuki ülkenin ismi önce, kümes hayvanının ismi daha sonra konmuştur. Aynı şekilde Uranüs’ün ismi de Yunan Mitolojisi’ndeki gökyüzü tanrısı olan Uranos’tan gelir. Tüm bunlar, gökbilimci de olsan bir kahvehaneye gidip içini döküp sonra işine devam etmen gerektiğinin bir kanıtı. Şimdi bu elemanın çevresinde 3 tane halkası vardır. Ekseni 98 derece gibi aşırı bir eğikliğe sahiptir. Bu yüzden diğer gezegenlerden çok farklı bir şekilde sistemde yatık olacak bir şekilde dönmesiyle en dengesiz gezegen olma ünvanına sahip olabilir. Tabii Venüs’ün de kendi ekseni etrafında diğer gezegenlerin aksi yönünde dönmesi nedeniyle bu ikisi bu alanda yarışabilir. İkisinin de bu derdinin nedeni olarak büyükçe bir cisim çarpması düşünülüyor. Uranüs çıplak gözle görülmeyen, modern yöntemlerle keşfedilen ilk gezegendir. İlk 5 gezegen insanlar tarafından tarihin başından bu yana biliniyordu. Yıldızlardan farklı olarak sabit gözlemlenmek yerine hareketli olarak gözlemlendiklerinden dolayı gezegen ismi verildi. İngilizcedeki planet kelimesi de etimolojik olarak Yunanca “başı boş gezen” anlamına gelen planetai (πλανήται) ifadesinden gelir. İlk 3 gezegen olan Merkür, Venüs, Mars Dünya’ya yakın olduğundan, diğer 2 gezegen olan Jüpiter, Satürn ise hem görece yakın hem de oldukça büyük olduğundan çıplak gözle çok rahat gözlemlenebilen gezegenler. Bunların ilk 5 gezegen sayılmasının nedeni tabii ki Dünya’nın da bir gezegen olduğunun, evrenin merkezi olmadığının sürekli tanrı yaratmaktan başka derdi olmayan insanoğlu tarafından geç anlaşılmış olması. Neptün’ün keşfi ise Uranüs aracılığıyla gerçekleşti. Uranüs’ün yörüngesindeki enteresan etkileri inceleyen bilim insanları Uranüs’ün ardında başka bir gezegen daha olması gerektiğine karar verdi. Dolayısıyla başlangıçta Neptün fiziksel hesaplamalarla keşfedilmiş, bu hesaplamaların sonucu olarak gözlemlenmiştir. Dolayısıyla “Uranüs’e dil uzatma nedensiz, baban kim bilemezdin şerefsiz” falan filan işte. Şimdi bu gezegenin diğer sıkıcı özelliklerine girelim. Bir Uranüs yılı, 84 dünya yılına denk. Bu gezegenin 27 adet uydusu var. Neptün ile birlikte buz devi sınıfına giriyor. Bunun nedeni de iç yapısında donmuş metan, amonyak ve su barındırması. Bu iki elemanın Jüpiter ve Satürn’ün aksine kütlesinin çoğunu değil, %20’sini hidrojen oluşturuyor. Her gezegen kendine özgü bir çok özellik taşımakta. Tüm bu gezegenlerin önemli bir özelliği kendilerini diğer gezegenlerden ayrı kılıyor. Güneş sistemde özelliksiz olarak anılabilecek bir gezegen arandığında insanın karşısına direkt Uranüs çıkıyor. Merkür’ün bir yanının aşırı sıcakken diğer yanının aşırı soğuk olması ve küçük hacmi, yüksek yoğunluğu, Venüs’ün yüksek sera etkisinden dolayı Güneş Sistemi’nin en sıcak ve yüzeyi en yaşanmaz halde olan gezegeni olması, Mars’ın kızıl olması ve yaşam için ilk göz atılan yerlerin başında gelmesi, Jüpiter’in büyüklüğü, Satürn’ün halkaları, Neptün’ün son gezegen statüsüne geçirilmesi ve rengi derken, Uranüs en göz önünde olmayan, oraya figüran olarak konmuş bir gezegen şeklinde görülüyor. Uranüs normal, insanlar onu tırt hale getirdi. Antimadde Bilindiği gibi maddeyi oluşturan protonlar artı, elektronlar eksi yüklüdür. Bilimsel kuramların çoğu bu değerleri temel alır. Fakat 1900’lü yılların başlangıcında çeşitli hesaplamalar sonucunda bunun tam aksi yönde özelliklere sahip olan maddeler olabileceği ortaya atıldı. Positron isimli karşıt elektronların, karşıt protonların varlığı mümkündü. İlerleyen yıllarda bu parçacıkların varlığı tespit edildi ve bunların bir araya gelerek madde oluşturabileceği kanıtlandı. Bugün insanoğlu bu konuda emekleme aşamasında olsa da, antimadde tıpta aktif olarak kullanılıyor. Şimdi olayın ayrıntılarına inelim. Albert Einstein’ın görelilik teorileri bilimde yeni bir çağ açtı denebilir, fakat sonradan fark edildi ki bu teorilerden özel görelilik ışık hızına yakın parçacıklarda sorun çıkarıyordu. Kuantum teorisi ise bu soruna çözüm getirebiliyordu. Bu iki teori kendi içlerinde doğru sonuçlar ortaya çıkarsa da, ortak bir paydada buluşamıyorlardı ve birleştirilmeleri gerekiyordu. Bu konuda teorik fizik alanında çok yol alındıysa da halen bu sorun mevcut. Paul Dirac 1928 yılında bu birleşme için yeni bir denklem ortaya attı. Fakat denklem hem eksi, hem de artı yüklü iki ayrı elektron çeşidinin olabileceğini gösteriyordu. Bu karesi pozitif olan sayının hem negatif, hem pozitif olabileceği örneğine benzetilebilir. İlerleyen yıllarda uzaydan gelen kozmik ışınları inceleyen bilim insanları bu pozitif yüklü elektron benzeri parçacığı keşfettiler. Dünya’ya uzaydan, özellikle de Güneş’ten sürekli olarak çok yüksek enerjili ışın ve parçacıklar gelir. Bunlar Dünya atmosferine çarparak çok çeşitli yeni parçacıklar oluşmasına neden olur. Keşfedilen bu parçacık artık pozitron olarak anılmaya başladı. Sonrasında proton gibi diğer parçacıkların da anti parçacığı olduğuna dair keşifler yapıldı. Fakat bunlara pozitron gibi özel bir isim yerine antiproton gibi isimler verildi. CERN’de yapılan çeşitli deneylerde anti parçacıklar üretilmeye devam etti, anti parçacıklardan antimadde oluşturulabileceği kanıtlandı. Madde ile o maddenin karşıtı olan antimadde yan yana geldiğinde birbirlerini yok ederek yüksek enerjiye dönüşürler. Bir kurama göre evrenin oluşumunda madde ve antimadde oluştu ve kendiliğinden simetri kırınımı sonucu birbirlerini yok ettiler. Fakat madde miktarı antimaddeden bir miktar daha fazla olduğundan dolayı varlığına devam ederek bugünkü evreni oluşturdu. Evrenin bir yerlerinde antimaddesel yapılar görmek imkansız olmayabilir. Fakat bunları gözlemlemek bugünkü gözlem araçları için mümkün değil. Anti parçacıklar tıpta halihazırda kullanılıyor. PET/CT (pozitron emisyon tomografisi / bilgisayarlı tomografi) şeklinde adlandırılan tomografi yöntemi pozitronlar kullanılarak birçok hastalığın teşhis edilmesinde kullanışlı bir yöntem olarak yer almakta. Kanser teşhisi buna örnek verilebilir. Kanser hücreleri vücudun diğer bölgelerine kıyasla çok hızlı bir şekilde çoğalır ve aktiflik gösterir. Vücuda verilen pozitronlar vücuttaki bu aktif bölgede yoğunlaşarak orada enerji açığa çıkmasını sağlar. Bilgisayarla yapılan tarama sonucunda da böyle bir yoğunlaşmanın olup olmadığı kontrol edilir. Astronomi, Uzay ve Gökyüzü Gözlem Uygulamaları Astronomiye, gökyüzü gözlemlerine ve evrenin derinliklerine meraklıysanız bu alanlarda ilginizi tatmin edecek çeşitli bilgisayar ve mobil uygulamaları mevcut. Bunlar ister bulunduğunuz yerde veya dünyanın herhangi bir noktasında gökyüzünde o an hangi gökcisimlerinin bulunduğunu öğrenmenizi, ister çeşitli gökcisimlerini yakından görmenizi ve tanımanızı sağlayacak uygulamalar. Her biri alternatiften ziyade, bir diğerinde olmayan özellikler taşıyor. Stellarium Amatör olarak astronomiyle ilgileniyorsanız Stellarium’a aşina veya en azından adını duymuş olabilirsiniz. Stellarium açık kaynak kodlu bir bilgisayar uygulaması. Windows, Linux ve Mac OS üzerinde kullanılabiliyor. Dünya üzerinde seçtiğiniz bir konumda o an gökyüzünde hangi gökcisminin ne konumda olduğunu görebilmeniz uygulamanın başlıca özelliği. Gökcisimlerine yaklaşarak daha ayrıntılı bir şekilde görmeniz, üzerlerine tıklayarak haklarında bilgi almanız mümkün. Takımyıldızı çizgilerini ve bunlara özel çizimleri de ayrı ayrı görmenize olanak sağlıyor. Programda zaman kavramı ile de oynayabiliyorsunuz. Zamanı ileri, geri alabilir veya hızlı bir şekilde oynatabilirsiniz. Google Sky Map Google’ın Sky Map uygulaması başlangıçta Stellarium’a çok benziyor gibi görülebilir. Fakat bu uygulamanın en büyük artısı Android işletim sistemli cihazlar için bir mobil uygulama olması. Dolayısıyla telefonda bulunan sensörleri kullanarak bir sanal gerçeklik havasıyla bölgedeki gerçek gökcisimlerini gözlemleyebiliyorsunuz. Telefonu tuttuğunuz konumda hangi gökcisimleri, hangi takımyıldızlar varsa direkt olarak bunların hakkında bilgi alabileceksiniz. Akıllı telefonunuz uygun sensörleri barındırmayacak kadar düşük modelli veya eskiyse bu uygulamayı yine de kullanmanıza engel teşkil etmiyor. Uygulamada tek bir seçeneği değiştirerek aynı gökyüzünü otomatik tespit etmek yerine sürükleyerek gezmeyi sağlamanız mümkün. Celestia Celestia bunların yanında bambaşka bir tarzı olan bir bilgisayar uygulaması. Tıpkı Stellarium gibi açık kaynak kodlu bir yazılım. Bu uygulama içerisinde uzayda seçtiğiniz nesnelere üç boyutlu olarak yolculuk edebiliyorsunuz. Bu şekilde birçok gökcismini arasında seyahat ederek yakından gözlemlemeniz mümkün. Uygulamadaki gökyüzünde bulamadığınız gökcisimleri için menüde hazır seçenekler de bulunuyor. Google Earth Bir zamanlar çok popüler olan, fakat çok daha pratik olan Google Maps alternatifinin daha çok tercih edilmesiyle artık pek adı duyulmayan Google Earth’ün tek işi Dünya ile değil elbet. Program içerisinde Mars ve Ay’a geçiş yapabiliyorsunuz. Tıpkı Dünya üzerinde sokakları, binaları, araçları ve insanları gözlemleyebildiğiniz gibi bu gökcisimleri üzerinde de yakından inceleme yapmanız mümkün hale geliyor. Aynı şekilde gerçek zamanlı olmasa da gökyüzünü de gözlemlemek için bir seçenek var. Tabii Google’ın buna da bir web alternatifi var. Online olarak daha hafif bir versiyonunu kullanmak isterseniz Google Sky‘ı incelemeniz yeterli. Uzay Simulasyonları İnternet üzerinde birçok spesifik online veya indirilebilir uzay ve evren simulasyonları bulmanız mümkün. Çok fazla örnek bulunduğu için teker teker vermiyorum. Örneğin “where is Rosetta” veya “rosetta real time simulation” şeklinde bir arama yaparsanız 2004 yılında fırlatılan ve 2016 yılında görevi sona eren Rosetta uzay aracını simule eden uygulamalar bulabilirsiniz. Aynı şekilde “milkyway simulation” yazarak Samanyolu Galaksisi’nin simulasyonlarına, “Solar System simulation” yazarak Güneş Sistemi’nin simulasyonlarına ulaşmanız mümkün. Arama yapacağınız kelimeleri iyi seçmeniz gerekiyor. Warp Drive: Ulaşamıyorsan Dalgalandır Işık Hızına Evreni Değil Gözlemlenebilir Evren, değil Galaksiler, yalnızca yıldızlararası boşluklar dahi insan beyninin kavramakta zorlanacağı devasa mesafelere sahip. Güneş Sistemi dışında ulaşılabilecek en yakın yıldız sistemi olan Alfa Centauri yaklaşık 4 ışıkyılı uzaklıkta. Bu demek oluyor ki ışık hızıyla yapılan bir seyahat ile ancak 4 yılda o yıldıza ulaşılabilecek. Gelgelelim insanoğlunun ışık hızına ulaşması bugünün bilimine göre mümkün değil. Işık hızına ulaşabilmek için enerjiye dönüşmek gerekir. Bir maddeyi gitgide ışık hızına yaklaştırdıkça o maddenin kütlesi Albert Einstein’ın denklemlerine göre hızla artar. Işık hızına ulaşıldığında ise maddeye sonsuz bir enerji sağlamak, sonsuz bir kuvvet uygulamak gerekir. İnsanlığın bugün o yıldız sistemi konusunda gerçekleştirebileceği tek eylem elektromanyetik dalgalarla mesaj yollamak olabilir. Bu radyo dalgaları olabilir, görülebilir ışık olabilir, fakat madde olamaz. Fermi Paradoksu‘na göre de bu yüzden evrendeki diğer medeniyetleri keşfetmek mümkün olmayacak. Tüm bu nedenlerden dolayı insnaoğlu yıldızlararası seyahat konusunda farklı kurgular üzerinde duruyor. Bunlardan en bilinenlerinden biri de Warp Drive teknolojisi. Hiç ışık hızı olaylarına girmeden, evrenin dokusu üzerinde oynama yaparak evrenin uzak köşelerine gitme fikrini barındıran kurgusal bir cihaz. Şimdilik bilimkurgu senaryosu gibi görünse de, evrenin üzerinde oynanabilir dokusu düşünüldüğünde imkansız bir fikir değil. İnsanoğlu evrende nadiren gerçekleşen olayları gerçekleştirebiliyor, ve daha fazlasını da gerçekleştirebilir. Çünkü evrende her şey kaotik olarak gelişir; fakat bilim insanları hesaplayarak, bir düzen ve sıra içerisinde sonuca ulaşmaya çalışır. Bu teknolojiye ulaşılırsa ışık hızından daha yüksek hızda seyahat etmek mümkün hale gelecek. Çünkü ışık hızı evrenin kendi içindeki olgulara koyduğu bir limittir. Evrenin kendisi ışık hızından daha hızlı genişler. Bu yüzden gökyüzü gece karanlıktır ve bu yüzden Gözlemlenebilir Evren diye bir kavram var. Gözlemlenebilir Evren’in dışındaki gökcisimlerinin ışığı evrenin ışık hızından yüksek hızlarda, daha da hızlanarak genişlemesi nedeniyle Dünya’ya bugüne kadar ulaşamadı. Warp motorunun çalışma prensibi, uzay gemisinin önünde bir çekim alanı yaratacak şekilde bir büküm, arkasında ise uzay gemisini itecek başka bir alan şeklinde ters yönde bir büküm yaratmaya dayanıyor. Uzay gemisinin önünde uzayzaman sıkıştırılır, arkasında ise gerilir. Dolayısıyla gemi kendi itiş gücünü kullanmak yerine bu oluşturulan alan içerisinde yüzerek mesafe kat edecektir. Warp teknolojisinin önündeki en büyük engellerin başında ise gerekli enerjiyi sağlamak geliyor. Bu kurgusal teknoloji enerji tüketimi konusunda aşırı masraflı. Tahmin edilebileceği üzere bu etkileri yaratabilecek bir cihaz için muazzam güçte bir enerji gerekiyor. Bir Yıldız Sisteminde Canlılığın Oluşması İçin Gereken Etmenler Bilinen yaşamın yalnızca Dünya’da oluşarak, başka gezegen ve yıldız sistemlerinde oluşmamış olmasının birçok nedeni var. Bu yalnızca Dünya’yı sarıp koruyan bir ozon tabakası olmasından çok daha karmaşık bir mevzu. Dünya’daki yaşamın korunmasında Jüpiter dahi büyük role sahip. Her şeyden önce dünya bir kayaç gezegen. Bunun anlamı sert bir zemin barındırıyor ve en üst katmanında yoğun olarak bulunan maddeler bugün bilinen organik maddelerin oluşabilmesi için yapı taşı konumunda. Dünya’daki hayat temel olarak Karbon atomunun üzerine kurulmuştur. Güneş sisteminde bulunan gaz devleri bir canlının yaşamasının mümkün olmadığı bölgelerdir. Bu gezegenler büyük ölçüde gazdan oluştuğundan dolayı kendisine yaklaşan herhangi bir cismi doğruca merkezine çeker ve orada yüksek basınçtan dolayı ezerek kendi çekirdeğine ekler. Gaz devleri doğrudan canlıların veya herhangi başka bir maddenin barınmasına elverişli olmasa da, yüksek kütlelerinden dolayı çevrelerinde tuttukları, kayaç gezegen büyüklüğündeki katı haldeki uydularının yaşam barındırma olasılığı vardır. Fakat örneğin Jüpiter bu tarz uydulara sahip olsa da, aynı şekilde çevresinde yüksek radyasyon barındıran kuşaklara da sahiptir. Bunun nedeni Jüpiter’in sahip olduğu devasa manyetosferidir. Jüpiter’in manyetosferi Güneş Sistemindeki en büyük boyuta sahip oluşumlardan biridir ve çıplak gözle görülmesi mümkün olsa gökyüzünde Ay büyüklüğünde bir alan kaplardı. Dünya büyük oranda stabil bir atmosfere sahip. Bu atmosfer ne tüm maddeleri ezecek kadar yoğun ve geniş; ne de gezegeni her an terk edecek veya kullanılamayacak kadar seyrek. Atmosfer canlıların oluşumundan bu yana besin sindirimi veya üretimi için kullandıkları çeşitli gazları içeriyor. Besinini fotosentez yoluyla sağlayan canlılar atmosferdeki karbondioksiti besinin hammaddesi olarak kullanırken, besinini diğer canlılardan karşılayan canlılar ise bu besini sindirmek için aynı atmosferdeki oksijen gazını kullanır. Bunun dışında atmosfer gezegenin hasar almasını, aldığı hasarları da kendi kendine onarabilmesini sağlıyor. Ay’ın yüzeyince bolca krater bulunurken Dünya’nın bu açıdan çok daha rahat olmasının nedeni de budur. Dünya’ya her gün düşen sayısız göktaşı hızından dolayı atmosferde sürtünmeden erirken, yeryüzüne ulaşıp krater açan göktaşlarınınsa kraterleri atmosfer aracılığıyla zamanla yok olur. Dünyanın bir bölgesinde herhangi bir şekil bozukluğu olduğunda gaz ve su kütleleri başta olmak üzere doğal kuvvetler bu bölgeyi onararak büyük oranda eski haline çevirir. Venüs de bir atmosfere sahip olmasına rağmen onun atmosferi aşırı yoğun ve yüksek sıcaklık barındıran bir atmosferdir. Venüs yüzeyinde bu yüzden basınç ve sıcaklık değil canlıların, mekanik cihazların dahi kolayca harap olmasına neden olacak kadar yüksektir. Bunun nedeni sera etkisidir. Venüs’ün bir zamanlar Dünya gibi bir gezegen olmasının, dolayısıyla Dünya’nın geleceğinin de Venüs gibi olmasının ihtimali yüksek. Dünya işlevsel bir manyetosfere sahi ve pusulaların Dünya üzerindeyken çalışabilmesini sağlayan kuvvet de bu. Dünyanın merkezinde eriyik halde bulunan demir – nikel alaşımı hareket halindedir ve dünyayı büyük bir mıknatısa çevirir. Dünya bu sayede güneşten gelen solar rüzgarları kendinden uzaklaştırır. Manyetosfer bu açıdan bir kalkan görevi görür. Bu olay gerçekleşirken güneş rüzgarlarından kaynaklı yüklü parçacıklar Dünya’nın kutuplarına itilerek aurora (kutup ışıkları) denen doğa olayı gerçekleşir. Mars da bir zamanlar etkin bir manyetosfere sahip olmuşsa da artık düzensiz ufak manyetik bölgeleri olan bir gezegen konumundadır. Sonuç olarak Mars bu yönde korunabilme yeteneğini kaybetmiştir. Dünya atmosferinin bir katmanını oluşturan iyonosfer ise iyonize olmuş gazdan oluşmuştur. Bu katman aurora olayının yoğun olarak gerçekleştiği katmandır. İyonosfer 30 mHz altı frekansa sahip dalgaları yansıtır ve Dünya’daki karasal yayınların daha verimli iletilmesini sağlar. Dünya’yı elektromanyetik dalgalardan koruyan bir başka etmendir. Ozonosferin önemi ise elbette göz ardı edilemez. Güneşin yaydığı enerjinin bir kısmını oluşturan morötesi (UV) ışınların büyük kısmı bu katman tarafından emilir ve Dünya’ya ulaşması engellenir. Bu ışınlar canlı hücrelerin, kalıtsal maddelerin yapısını bozarak kanser olarak bilinen bilinçsiz zombi yapılara dönüşmesine neden olur. Ultraviyole ışınlar elektromanyetik spektrumda görünür ışıktan sonra gelen, ondan daha yüksek frekansa sahip ışınlardır. Ultraviyole ışınlarla başlayan, yüksek frekanslı tüm ışınlar canlı hücrelerde tahribata neden olan iyonlaştırıcı etkiye sahiptir. Dünya’daki yaşamın korunmasını sağlayan en önemli olgulardan biri de Dünya’nın konumu sayılabilir. Dünya yıldızı Güneş’in yaşam kuşağı denen bölgesinde bulunur. Yıldızların çevresinde dolaşan gökcisimlerinin canlıların yaşamasına engel oluşturacak şekilde aşırı soğuk veya aşırı sıcak olmayan, optimum yörünge bölgelerine yaşam kuşağı denir. Yeni gezegen araştırmalarında ilk kontrol edilen verilerin başında gelir. Bir gezegen yıldızının yaşam kuşağında yer alıyorsa o gezegenin yaşam barındırma ihtimali bulunur. Elbette su gibi, organik maddelere doğrudan bir zararı olmayan ve organik tepkimelerin çok hızlı gerçekleşmesini sağlayan temel bir sıvı da yaşam içeren bir gezegende olmazsa olmazdır. Bu yüzden yeni bulunan gezegenlerde ilk kontrol edilen durumlardan biri de sıvı su içermesidir. Tüm bunların dışında, Dünya’nın korunmasını sağlayan en tahmin edilemez faydayı ise Jüpiter sağlar. Dünya’dan çok uzakta bulunan bu Güneş Sistemi’nin Hulusi Kentmen’i Güneş Sistemi’ne dışarıdan sızan, özellikle Oort Bulutu’ndan itilen asteroidleri kendine çeker ve Dünya’ya ulaşmasını engeller. Dünya’ya yaklaşamadan çoğu asteroid Jüpiter tarafından yutulur. Canlılığın oluşacağı farklı yıldız sistemlerinde dış gezegen katmanında Jüpiter gibi bir gaz devi bulunması bu açıdan önemlidir. Yine Jüpiter bu kendine çektiği gök cisimlerini parçalara ayırır ve yörüngesinde yüksek hızda dönmelerine neden olur. Bu yüzden Jüpiter’in çevresinde bir de yüksek hızda dönen ufak parçalardan oluşan kemerler vardır. Jüpiter uydularında yaşam oluşumunu tehdit eden bir diğer unsur ise budur.