Hayali Küçük Ali’nin Adana’daki Sesi; Mahmut Hazım Kısakürek Çocukluğumda radyoda, bilhassa Ramazan ayında yayınlanan Karagöz Hacivat oyununu nasıl can kulağı ile dinlediğimi anımsıyorum. O günlerde dinlediğim ses öylesine kafamda yer etmiş ki; ne zaman nerede Karagözle ilgili bir yazı okusam o ses gelir beni bulur. Yeniden o günlere gönderir, heyecanımı tazeler. Söylenen o dur ki; ilk oynandığı günden bu yana kim bilir kaç binlerce kişi o suretlere ses vermiş, can katmıştır. Herkesin anılarının bir yerlerinde mutlaka saklıdır. Nerede o sesi duysa onu alır çocukluğuna taşır… *** 1990 lı yıllar... Hevesle başlayıp tiyatroya yıllarca emek vermiş bir avuç genç insan, o günlerde bir başka sanat kurumunun Adana’da kurulacağını duymaları onları sevince boğmuş… 04 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I Her yerde konuşulur olmuş; “Çukurova Senfoni Orkestrası kuruluyormuş. Haberin var mı?” diye. Nihayet Senfoni kurulmuş, kentin tek tiyatro salonunu da kendilerine tahsis etmişler. Onların provalara başlaması ile tiyatrocuların da kâbusu başlamış. Artık o salondan tiyatrocular yararlanamaz hale gelmişler… İşte bu imkansızlıkların cenderesin de boğuşurken bir adamın kafasında şimşekler çakmış! Ver elini İstanbul. Biraz araştırmadan sonra aklına gelen işi yapabileceğini kestirince de başlamış bilgiler toplamaya. Topladığı bilgiler ışığı içinde kendisine gelen bir teklifi değerlendirip ilk deneyimini yaşamış. Ankara’da “Dil Tarih ve Coğrafya” da okuyan Turgut Bağır’ın üniversite kütüphanesinden kopyaladığı Hayali Küçük Ali’nin ses bantları ona ses, tonlama, vurgula- ma, aksan açısından çok şey kazandırmış. Günlerce onu dinlemiş. O “Benim hiç ustam olmadı” dese de onun ustası eline geçirdiği kasetteki kayıtlı ses “Hayali Küçük Ali” den başkası değildir. Çünkü onu izleyip dinleyenler, sesinin Hayali Küçük Ali’ye çok benzediğini söylerler. Daha sonraları “Hayali Torun Çelebi”den onu ziyareti sırasında aldığı bilgiler kendisini yavaş yavaş donatmaya başlamış. Sesi Hayali Küçük Ali’ye benzese de o kendi özgün tavrını çabaları ile geliştirmiş, bu gün yaşayan karagöz sanatçılarından farklı bir yere taşımıştır. Geleneksel Türk tiyatrosu ile birlikte klasik oyunlarda görev almış, eğitmenlik ve yönetmenlik yapmıştır. Kentimiz de yetişen genç tiyatrocuların yetişmesinde katkısı ve emeği büyüktür. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 05 İlkokulda oynadıkları oyunda aldığı bir rolle başlayan bu serüvenle yaşadığı kente elinden gelen yararı sağlama açısından bazen sıkıntılı zamanlar da yaşamış. Sanat ve kültürde entelektüel duruşu ile her zaman yeniliklere açık olmuş, daima öncülük etmiştir. Kent Konseyi, Sanat Konseyi, Tiyatro Derneği gibi kurumların kuruluşlarında önemli rol almış aktif çalışmalar da bulunmuştur. Tiyatroya bir hevesli olarak başladığı 1969 yılından bu yana tanıdığım, yaşamı boyunca yaptığı işlerin hemen hemen her safhasına tanık olduğum kadim arkadaşımdan söz ederken onu eksik anlatmaktan nasıl korktuğumu bilemezsiniz… *** 1992 yılında aldığı bir dizi kararlardan sonra; “Artık yapabileceğim tek işi yapmak istiyorum; sanatla, tiyatroyla hayatımı kazanmalıyım” sözü halen geçerliliğini korumakta, bazen hayatı pahasına da olsa bu mesleği sürdürme çabasını göstermektedir. 1992’ de Adana’ da yapılan “Uluslararası Kukla Karagöz Festivali” ile başlayan ortak çabalarımız, 2002’ ye kadar sürdü. Bu on yılda uzun yollar kat ettik. UNIMA üyesi olduk. Ulusal ve uluslararası festivallere katıldık. Daha sonra yollarımız ayrıldı. Ben başka bir kulvara geçtim. O Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk la birlikte karagöz sanatını devam ettirdi. Tabii haklı olarak da emeklerinin ve çabalarının sonucu Kültür Bakanlığı; 06 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I “Somut Olmayan Kültür Mirasçısı” olarak kendisini onurlandırdı. Kimden bahsettiğimi çoktan anlamışsınızdır. Ama ben yine de soyadından bahsedeyim. Bay Kısakürek. Hani şu şair yazar “Necip Fazıl”la aile bağı olduğu için ortak soyadını taşıyan “Mahmut Hazım Kısakürek” ten başkası değil anlatmak istediğim. Bir insan kendi kentine daha nasıl güç verir bilemiyorum. Yetiştirdiği sanatçı iki evlat başta olmak üzere, kent kültürüne katkıları ile hayata hazırladığı miniklerden, tiyatroyu sevdirdiği yetişkinlere kadar sivil toplum kuruluşlarında aldığı aktif görevlerde her zaman “yüreğini” bila-bedel ortaya koymuş, inandığı her fikri sonuna kadar savunmuş biri olarak Mahmut Hazım Kısakürek’in portresini yapmaktan kıvanç duymaktayız. İsmail ÖKKE “İnsanoğlunun ataları, çevrelerinde gördüklerini taklit ederek, yaptıklarını hareketlerle birbirlerine anlatarak farkında olmadan oyunu yaratmışlardır. Avını avlayan insan, avını nasıl avladığını taklitlerle diğer insanlara heyecan katarak anlatmıştır. Bu hareketler, zamanla bilinçli yapılan büyüsel, dinsel törenlere dönüşmüş ve oyun bu aşamada kültürel bir özellik kazanmıştır.” “F. Nietzsche: Tüm çocuklar sanatçıdır. Asıl sorun, büyüdüklerinde na- sıl sanatçı olarak kalabilecekleridir” der… Hikâyemiz oyunla başlıyor… Oyun her çocuğun beslenmesi gereken davranışlar bütünüdür. Çocuk oyun oynadığınca hayaller kurar ve kişilik gelişimini sağlar. Büründüğü her rolde kendine uygun olan rolü seçer. İnsan büyüdükçe kendine uygun olan rolü seçme işi hiç değişmez. Ömrünün sonuna kadar da oyun oynamak ister… Hikâyemizin kahramanı 43 yıldır oyun oynayan biri. Onunla röportaj yapmaya gittiğimde, yakalandığı hastalık nedeni ile artık oyun oynayamayacağını kara kara düşünüyordu. Onun geleneksel tiyatrodaki tüm tiplemeleri başarıyla oynayacağını bildiğim için; kendisine “Meddah” rolünü uygun gördüm. Hayat hikâyesini bir meddah gibi oyun oynayarak anlatmasını istedim. Ben küçük bir ön deyiş yaparak; Sözü ona verdim. ADANA’YA GÜÇ VERENLER Sevgili Mahmut Hazım Kısakürek, biliyorsun “Altın Oran Düşünce ve Sanat Platformu” yeni bir projeyi uygulamaya karar verdi. Bu proje “Adana’ya Güç Verenler” adı ile anılacaktır. Seçilen kahramanlarımız arasında sen de varsın. Uygulaması da bize verildi. Şüphesiz ki, uzun yıllardan bu yana dostluğumuz, arkadaşlığımız ve de ortak çalışmalarımız oldu. Ben yaşamının birçok yerine tanıklık ettim. Şimdi senden istediğim, yaşam öykünü bana Bir meddah edası ile anlatmandır. “Hak Dostum Hak… Diye başlayalım söze. Bir hikâyem var dostlar anlatayım size. Hak dostum hak… 1954 Yılında Adana’da doğdum. Aklımın erdiğinden bu yana anlatabileceğim yaşam öyküm… (Biraz düşündü. Derin bir soluk aldı). “Adana’da İsmet İnönü İlkokulu’nda okula başladım. Sonra İstanbul’a gittik. Okulun adını hatırlamıyorum. Sonra Ankara, derken tekrar Adana. Sonra Maraş… Maraş’ta beşinci sınıfa geldim. O yıl tiyatro çalışmaları yapılıyordu. Öğretmen bana “Aman Oğlum” diye bir oyun da başrolü verdi. Padişahın oğlunu oynayacaktım. Oyunu velilere oynadık çok beğendiler. Çok güzel bir oyundu. Hiç unutmam öğretmenimiz sakal bıyık yapıştırmak için eterle bir yapıştırıcı yapmış.Tabii bazılarımız eterden bayıldı. Korku ve karmaşa yaşadık. Bütün Maraş çalkalandı bu oyunla; Hatta annemlerle bir gün çarşıya gittiğimizde bana laf bile attılar. “Padişahın Püsküllü Oğlu “diye. UÇTU, UÇTU… DİPLOMA UÇTU… O Yaz başında, nedenini bilmiyorum, babam ani bir kararla Adana’ya döndü. Biz de babamla beraber peşinden Adana’ya geldik. Daha diplomamı bile alamamıştım. Yerleştikten birkaç gün sonra, babam beni otobüse bindirip tek başıma Maraş’a yolladı. ORHAN APAYDIN 07 İlk kez yanımda biri olmadan seyahat ettim. Okula gidip diplomamı aldım. Akşamüzeri tekrar garajdan otobüse binip Adana yolunu tuttum. Bilirsiniz eski otobüslerin pencere camları açılırdı. Pencere kenarında olduğumdan camı açmak istedim, diploma da elimde. Camı açmaya çalışırken nasıl oldu bilmiyorum. Diploma elimden fırladı savruldu. Havada döne döne gidiyor! Bağırdım; ama kimse duymadı. Otobüs hızla gidiyor… Az sonra muavin: “Ne oldu?” diye sordu. Durumu anlattım. O sırada otobüs birkaç kilometre gitmişti. Muavin; “Bulamayız artık geri de dönemeyiz” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Sinirden gözümden yaş geldi… Adana’ya geldim babama durumu anlattım. Biraz sert yaptı ama kızmadı. Bir ara Maraş’tan bir belge alıp ortaokula onunla kaydımı yaptırdım. İstiklal Ortaokulu’na… *** İstiklal ortaokuluna kayıt yaptırdık. Okulun ilk günü; Adana çok sıcak. Sarışın ak tenli biriyim. Her yerim isilik dolu. Kısa pantolonla okula geldim. Öğretmenlerden biri “Hişt sen gel bakalım! Çabuk eve git üzerine doğru dürüst bir şey giy.” dedi. Beni eve yolladı. Süklüm püklüm evin yolunu tuttum. Babama gittik. O zamanlarda şimdiki gibi hazır gi- yim falan yok. Sipariş vermek lazım. Neyse babamın “Erciyes Sineması”nın yanında tanıdığı bir terzi varmış, aldı beni oraya götürdü. Adam bana hemen elindeki kumaştan beli lastikli bir pantolon dikti. Babam bir de kasket aldı kasketçiden başıma… Ertesi gün yeni cicilerimle okula gittim. Okulumuz o zaman çarşının içindeydi. Önünden kocaman bir yol geçerdi. Karşısında Kervan Aile Çay Bahçesi vardı; çam ağaçları ile çevrili. Akşamları orada programlar yapılırdı. En meşhur sanatçılar sahne alırlardı; hatta bir keresin de Zeki Müren’i bile orada görüp seyretmiştim. ADANA İSTİKLAL ORTAOKULU TARİHÇESİ iki köşesi binaya bağlı ise de diğer iki köşesi bir metre mermer kaide ve dört metre oluklu mermer sütun üstüne oturtulmuştur. Bütün başlıkları İyon mimarisi tarzındadır. Bu güzel sütunlarla mermer merdivenleri ve mermer şömineleri ile şehrin en güzel binalarından biri olmak vasfını taşımaktadır. Birinci Cihan Harbi’nde Rumların memleketten uzaklaştırılmaları üzerine bina muvakkat bir zaman için Alman Mektebi olmuştur. Bu devrede yetişen talebelerden (Eski İçel Milletvekili) Turhan Cemal Beriker’in kardeşi Şekip Beriker vardır. Mütareke yıllarında bir müddet Fransızların işgalinde kalmış ve meşhur General Vaygand’ın karargâhı olarak kullanılmıştır. Kuruluştan sonra Ağazade Hulusi adına hayırsever zat binaya beş bin altın liraya satın alarak Maarif işlerinde kullanılmak şartıyla Seyhan Vilayet’ine bağışlamıştır. (Teşrinievvel 1339) 1925-1950 yılları arasında Kız Muallim Mektebi olarak kullanılmış, Kız Muallim Mektebi şimdiki Erkek Lisesi’ne kaldırılınca bu bina da muhtelit Ortaokula tahsis edilmiştir. O tarihlerde Mümtaz Bey Vali ve İsmail Habip Sevük de Maarif Emini olarak bulunmaktadır. 1934-1935 Yılında Kız Lisesi’nin açılması üzerine, kızlar; Kız Lisesi’ne ve erkek öğrenciler de Birinci Ortaokul (Tepebağ’a) kayıt edildiler. Bu bina Erkek Lisesi’ne bağlı bir bölüm halinde kullanılmıştır. İki yıl sonra 1937-1938 ders yılı başında (İkinci Ortaokul) olarak eğitime başlamıştır.” “Okulun binası 1902 yılında o zamanın fabrikatörlerinden ve Adana’nın en zengin Rumlarından Havaca Atanaş Tırpani tarafından kızına ev olarak yaptırılmıştır. Yakın zamana kadar Tırpani Fabrikası olarak anıldı. Bina aslen kâgirdir. İnce tuğla ile örülmüştür. Kapı, pencere, panjur ve merdiven gibi doğrama aksamının İtalya’da yaptırıldığını söylerler. Bina zemin katından sonra iki kattır. Çatının güney kısmında yazlık iki oda ile geniş bir taraça ilave edilmiştir. Burada yazın oturulabilinir. Bütün binada irili ufaklı 25 oda bulunur. İkinci katta caddeye nazır ve binaya giriş kapısı sahanlığının üstünde bir balkon vardır. Bu balkonun 08 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I FRANSIZCA HOCAM… Okula daha alıştım diyemeden öğretmenlerimizden biri, Fransızca öğretmenimiz, bana daha senenin ilk başlarında takmıştı kafayı… Ne yaptıysam sevdiremedim kendimi. Bir gün, derste sarı çizgisiz kâğıda onar tane Fransızca kelime yazmamızı istedi. Yazmaya başladım ve bitirdim. Tabi yazı biçimi düzgün değil. Yukardan, soldan sağa doğru yazdıkça, aşağı doğru kayıyordu. Zaten başka türlüsünü de yapamıyordum. Öğretmen geldi başıma dikildi.” Neden 9 tane yazdın” dedi. Ben: ”Yer kalmadı öğretmenim” dedim. Elinde ki cetvelle bir tane vurdu. İkinciyi vuracakken elini tuttum. Bana kızdı” Neden elimi tutuyorsun diye? “Bana vurmaya hakkınız yok” dedim. Beni alıp kolumdan tutarak sarsa sarsa sınıfın kapısına sürükledi… Bir kaçta tokat atıp beni sınıftan dışarıya çıkardı. Arkamdan da yere düşen şapkamı fırlattı… Kalktım. Bir kenara çömeldim. Düşünüyorum.! O sırada yanımdan geçen müdür beni gördü. Bana dönüp “Neden burada oturuyorsun, Niye derste değilsin?” dedi. Ben de “Öğretmen beni sınıfa almadı” dedim. “Kalk” dedi hiçbir şey söylemeden. Beni sınıfa getirdi “Geç yerine” dedi. Ben yerime geçtim oturdum. Müdür gider gitmez öğretmen yanıma gelip ters ters bakarak kolumdan tutup yeniden kapı dışarı etti. Arkamı dönüp; “Hocam!” diyecek oldum. Diyemedim… Anladım ki; Bu dersten de hocadan da bana hayır yok. Zaten daha sonra Fransızca dersine hiç girmedim. Yani benim böylede inatçı bir yapım vardır. O yıl tek dersten sınıf geçme olmadığından sınıfta kaldım. Bir senem boşu boşuna heba oldu. Bir sonra ki sene bu kez İngilizce dersini seçtim. Sorun filan da yaşamadım. Çokta eğlenceli bir dönem geçirdim. Notlarım da oldukça yüksekti… Ortaokulda tiyatro ile tanışmam biraz daha farklı oldu. Atilla adında bir arkadaşım vardı. Atilla Yiğit. Onunla birlikte tiyatronun arka tarafına yani kulise ilk kez girdim. Büyülü, renkli bir dünyaya girmiştim sanki. Kulisteki koşturmacayı, telaşı gördüm. Heyecanlandım! Akşam eve dönerken orada ne kadar mutlu olduğumu anladım. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 09 Çok heyecan verici bir yerdi. Ertesi gün yine oraya gittim. Bu kez Atilla yoktu. Zaten onu bahane ederek gelmiştim. İçeri girdim sordum “Yok” dediler. Bir köşede beklemeye çalışanları izlemeye başladım. Herkes kıpır kıpırdı… Ertesi gün yine uğradım. Selam verdim. Artık beni tanıyorlardı. Hatta bana da iş vermeye başladılar.”Onu al, bunu getir, şunu götür” gibi. Artık “Dost oyuncular” tiyatrosundaydım Tabii, yaşça da boyca da onlardan küçüktüm. Bir gün beni gişedeki arkadaşın yerine geçici olarak koydular. Onun işi varmış. O gün bir iki saat kadar gişede durdum. Ancak daha sonra gişede iki buçuk lira eksik olduğunu söylediler. Tabii, ben suçlandım üzüldüm bu duruma. Haberimin olmadığını söylesem de pek aklanmış gibi değildim. Sıkıntılı anlar yaşadım. Neyse ki olay kendiliğinden çözüldü. Ender Yiğit isimli arkadaş (Atilla’nın ağabeyi) eline geçen gıcır paraları bir köşesinden sigara gibi kıvırır onunla oynarmış. Hatta artık tik haline gelmiş. İşte gişede gördüğü gıcır bir iki buçuk lirayı kıvırmış sonrada kıvırdığı şeyi kaldırıp atmış. Daha sonra farkına varıldı da ben aklandım. Dedemler, Çorlu’dan gelip Karaman’a yerleşmişler. Dedem, mandıracılıkla uğraşıyormuş. Babam ise Karaman’da memurmuş. Annemle burada tanışıp evlenmişler… Babamın tiyatroyu sevmesi bizimde bolca tiyatro izlememize vesile oldu. Bu nedenle ben de severek çokça tiyatro izledim. Bir gün babam yine tiyatro bileti almış Şehir Tiyatrosu’ndan: “Goldoni’nin YALANCI” isimli oyunu. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun oynadığı bir oyun. (O dönemde Adana Şehir Tiyatrosu’nda “ Devlet Tiyatrosu” olarak Ankara ve İstanbul’dan gelip birkaç gün oyun oynarlardı.) Babamın acil bir işi çıkmış. Bize, tiyatroya gidemeyeceğini söyledi. Biletleri bana verdi. “Sen bir arkadaşını da al, git.” dedi. Biletim olduğu halde, kapıdaki görevli kravatım yok diye beni içeri almadı. Ben de tiyatro salonunun karşı sokağında oturan bir arkadaşıma gittim. Ondan ödünç bir kravat aldım. (O zamanlar tiyatroya pek kravatsız gidilmezdi.) Biletin birini de ona verdim, oyunu onunla beraber izledik. Demem o ki; bu arada tiyatroya geliş gidişlerim oldukça çoğaldı. Yeni yeni insanlarla tanışıp arkadaş olmaya başladım. Örneğin Perihan Doygun’u tanıdım. Onun galiz küfürleri ile tanıştım… YAZLIK SİNEMADA TİYATRO O günlerde “Göç” İsimli bir oyunu oynuyorlardı. Ben de her gün oyunun kulisindeydim. Ayrıca ekip bir büroda “Alo Orası Tımarhanemi?” adlı oyunu hazırlıyordu. Babam çoğu zaman onay vermese de ben hemen hemen her gün aralarında oluyordum. Bu oyun yazlık sinemaların birinde oynanacaktı. Galiba “Bahar Sineması”. Hatırladım! Açık havada oynanacağı için borç harç edilip bir ses düzeni alınmıştı. Çünkü o dönemde bir amatör tiyatro için ses düzeni çok önemliydi… (O dönem de Adana’da yazları gösterim yapan üç yüz den fazla yazlık sinema vardı. Sıcak yaz günlerinde halkın tek eğlence kaynağı yazlık sinemalar idi.) O yaz bir kaç kez yazlık sinemada oyunu tekrarladık. Bu Arada Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden bir teklif aldık. Her yıl yapılan tiyatro şenliğinde oyun sergilememiz isteniyordu. Katılmaya karar verdik. “Gülten Akın’ın “Keloğlan” adlı oyunu ile katılacağımızı bildirdik. Oyunun çocuk oyunu olduğunu belirterek kabul etmediklerini söylediler. Ancak biz teksti gönderdik. Okuduktan sonra durumu anladılar. Ve biz, Keloğlan’ı orada oynadık… Bu arada sürekli kalıcı bir yer edinme telaşı yaşanıyordu. Arayışlarımızın sonunda nihayet; Atatürk Parkı içerisinde “Halk Evi” olarak bilinen yerde karar kılındı. Yönetimle anlaşıp alt katına yerleştik. Akabinde de çalışmalara başladık. Bu sırada binanın arka bahçesine bir yazlık tiyatro yapma kararı aldık. Bu çalışmalarda bize gereken malzemeleri yanımızda yöremizde bulunan inşaatlardan temin ediyorduk. Hatta bize malzeme vermeyen inşaatların bekçileri ile dostluk kurup hallediyorduk. Tabi bunlar önemsiz şeylerdi. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 11 Atık kereste, parça demir falan. Güç bela, zor da olsa “Açık Hava Tiyatrosu” tamamlandı. İlk olarak “Alo Orası Tımarhane mi?” adlı oyunu değişik bir kadro ile sahneledik. Oyundaki Lami tiplemesini ben oynuyordum. Yaz boyunca bu oyunu kapalı gişe oynadık. Bu zamana kadar üç ay boyunca kapalı gişe oyun oynamak hiçbir tiyatroya nasip olmadı. Lafı uzatmayım. “Dost Oyuncular” da kavgalar başladı ve yavaş yavaş da dağılmalar oldu. Ayrılanların arasına ben de katıldım. “Çukurova Bölge Tiyatrosu” olarak bir araya gelip oyun çalışmalarına başladık. YENİ BİR TİYATRO’DA ÇALIŞMA DÖNEMİ (Çukurova Bölge Tiyatrosu Liderliğini Zeki Göker’in yaptığı sol görüşlü gençlerin bir araya geldiği, daha çok politik tiyatro yapan bir grup olarak bilinmektedir.) Başlangıçta “Tuzak”, ”72.ci Koğuş”, “Teneke”, “Keşanlı Ali Destanı” ve “Toros Canavarı” gibi oyunlar oynadık. “Teneke” Yaşar Kemal’in yazdığı bir oyundu. Ama Ankara Halk Tiyatrosu’nun çok sert ve sivri dille oyunlaştırıp sergilediği bir oyundu… Çukurova da çeltik ekimi yapıldığı dönemde çeltik tarlalarında sivrisineklerin oluştuğunu, sıtma denilen bir mikrobu yaydığını ve bu hastalık salgın haline gelince insanların baş edemeyerek kırılmaya başladığını anlatan bir çalışmaydı… Biz bu oyunu oynadığımızda, her seansın sonunda mutlaka bir olay oluyordu. Bir gün hiç unutmam; Akşam hazırlıklarını yaptık. Salon tamamen dolu, boş yer yok. Gişeden öğrendiğimize göre karşı görüşte olan bir grup, toplu bilet almışlar. Herkes: “Dikkatli olmak zorunda mutlaka bir olay olur” diye düşünüyor. Maalesef 1980 öncesi yıllar böyle şeyler çok olurdu. Nitekim de oldu. Oyunda ortaya koyduğumuz görüşlerimizi beğenmeyen gurup tepki gösterip, arbede çıkardı. Hatta silah sesleri bile geldi. Biz yine oyuna devam ettik. Son oyun olarak da “Tuzak” isimli oyunu sahneye koymuştuk… Sonrasında Zeki Adana’dan ayrıldı… (Zeki Göker; Çukurova Bölge Tiyatrosu’nun lideri idi. Daha sonra Ankara Birlik Tiyatrosu’nu Kurdu. Uzun yıllar yönetti.) YENİ BİR TİYATRO ESKİ BİR OYUN Zeki gidince geride kalanlar toplanıp; “Alo Orası Tımarhane mi” adlı oyunu yeniden sahneye koyduk. İlk oyunu da Yenice’ye bağladık. Biz de olay bitmez! Yenice de her şeyi hazırladık sahne hazır herkes hazır! Gelgelelim Ender arkadaşımız ortalarda yok. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. Ara ki; bulasın! Çaresiz apar topar başka bir arkadaşı hazırladık. Oyu- na öylece başladık. (Yenice de oyunu oynayacağımız sinema derme çatma bir sahne idi. Hatta toprak bir damın üzerine geniş bir perde oturtulmuştu. Tam oyunun en hareketli ve heyecanlı yerinde sahnenin benim olduğum yeri delindi ve ben aşağıya düştüm..) UFUKTA YİNE ANKARA GÖRÜNDÜ Babamın Ankara’ya gitmesi ile bizler de Ankara’ya gitmek zorunda kaldık. Çabucak ta yerleştik. Bu sırada çok güzel bir şey oldu. Kurtuluş Lisesi’ne kayıt yaptırdım. Daha önemlisi Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) gibi bir tiyatroya gitmeye başladım. Bana çocuk oyununda rol verdiler… Oynamaya başladım… Oysa hiçbir şey düşündüğüm gibi değil. Kurtuluş Lisesi’nin önü savaş alanı gibi. Yan tarafta Siyasal Bilgiler var. Her gün karmaşa yaşanıyor. Hele bizim lise daha da karışık bir yerdi… Bu karışıklık içinde, üstelik Adana’dan tanıdığım bir kişinin göstermesiyle meydan dayağı yiyince okulu bırakmak zorunda kaldım. Artık tüm zamanımı (Ankara Sanat Tiyatrosu) AST’da geçiriyordum. Onların arasında olmak bana iyi geliyordu. Bir gün Zeki Göker aradı beni. O da Ankara’daymış. Geldi oturup konuştuk. “Çalıştığım Ankara Birlik Tiyatrosu dağıldı. Yeni bir kadro oluşturuyoruz; istersen sen de katıl bize” dedi. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 13 Ben de “Olur” deyip onlarla beraber İstanbul’a gittim. Babam duyunca itiraz etti; ama ben yinede onu dinlemeyip gittim. Çalışmaların hemen ardından ilk olarak “Yaşar Ne yaşar Ne Yaşamaz adlı oyunla turne yapmaya başladık. İlk oyunumuzu oynadığımız yer Gölcük Komutanlığı idi. Daha sonra Karadeniz turnesine başladık. Artvin’e kadar uzanmıştık. Turneler çok uzun sürüyordu. İstanbul’a dönüşümüz bir ayı buluyordu… Bir gün turne yapıyorduk. Dönüşte yolda Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğünü öğrendik. Yol boyunca sıkıntılı anlar yaşadık. Nihayet Samsun’a geldik. Otele iner inmez Zeki ile konuşmak istediğimi söyledim. Zeki: “Hayrola, bir şey mi oldu?” diye sordu. Ben: “Artık yoruldum. Ayrılmak istiyorum.” dedim. O, itiraz filan etse de ben kararlıydım. Çoktan Ankara biletini almıştım bile… Birkaç gün geçtikten sonra Levent Kırca ve arkadaşları biz turne de iken “Yeni Ankara Tiyatrosu” diye bir tiyatro kurmuşlar. İrtibata geçtim ve beni kabul ettiler. Onlar la oynamaya başladım. “Nasrettin Hoca” isimli çocuk oyunu oynanıyor. Bir de “Meteliksiz Nasıl Milyoner Olunur” ve “Peşinatsız Taksitle”adlı iki büyük oyun. İkisinde de rolüm var. Tiyatro kadrosun da rahmetli Mümtaz vardı: Mümtaz Sevinç. Gençlik zamanları. Daha TRT ye falan kimse girmemiş. O da bizimle oynuyor… TORPİLSİZ SINAV KAZANDIM HEM DE KONSERVATUAR Ha… Bak aklıma geldi. Konservatuar sınavlarına ben de girdim. Kazandım da. Hem de yatılı olarak. Yarım dönem de okudum. Ama Konservatuarın yaşam biçimi, öğretim şekli ve gözümle gördüğüm bazı olaylar beni soğuttu. Yarım dönemden sonra okulu terk ettim… YAŞ 18… AKLIMA KOYDUM EVLENECEĞİM Bir gün anneme dedim ki: “Anne, ben bir kızla mektuplaşıyorum. Onunla evlenmek istiyorum.” Annem: “Hayırdır oğlum, o da nereden çıktı?” diye şaşırarak sordu. “Valla çıktı işte!” dedim. Annem bir sürü itirazı sıraya koydu. “Daha çok gençsin. Okul var, askerlik var… Sözünü kestim: “Yok, ne olursa olsun ben bu kızla evlenmek istiyorum. Yaşım da 18 oldu zaten.” diye ısrar ediyorum… Şu Samsun turnelerinin birinde, otelde okuduğum bir gazetenin “Arkadaş Aranıyor” köşesinde “sen ve ben” isimli rumuza bir mektup yazmıştım. Birkaç gün sonra bana gazeteden bir mektup geldi. Mektubu açtım. Daha önce rumuzuna yazdığım kişiden bana cevap var. Mektupta teklif ettiğim arkadaşlığı kabul etiğini ve de benimle mektuplaşmak; hatta tanış- mak istediğini yazıyordu. Böylece mektuplaşmaya başladık… Annem Samsundan ayrılıp eve döndüğümü görünce çok sevindi. Başladı ağlamaya. Bende duygulandım tabii. Buzdolabının üzerinde gazeteden kestiği bir kupür gözüme ilişti. Dikkat ettim benim resmim. Gazeteye basmışlar. Arzu Okay ile dans ederken çekilmiş bir kare… BİR İDDİA ÜZERİNE ARZU OKAY İLE DANS ETTİM Arzu Okay, o dönemde şanlı şöhretli bir aktris. Dur, bunu en iyisi baştan anlatayım! Arkadaşımın babası bir gün bizi İstanbul’da ünlü “Clup 12”ye götürdü. Loş bir ortam var içerde. Masamızı donattılar. İçkileri yudumluyoruz. Birden masada duran çakmağa gözüm ilişti. Elime aldım: “Ne güzel bir çakmak bu!” dedim. Bir iki çaktırdım falan… Arkadaşımın babası: “O çakmak çok kıymetlidir. İstersen sana vereyim” dedi. “Yok, istemem bu çok fazla cafcaflı bana bırakmazlar” dedim. “Ama altın kaplamadır, hem bunun içerisinde bir miktar külçe altın var” dedi. “Bir yerlerde sıkışırsan imdadına yetişsin diye…” dedi. Sonra aklına bir fikir geldi: “Durun size bir teklifim var. Hanginiz gidip o ilerdeki masada oturan hanımla dans ederse çakmağı ona vereceğim. Anamın ak sütü gibi helal olsun, alsın kullansın.” dedi. Masada bir sessizlik oldu. Arkada- şım “Ooo, çok kolay” dedi, fırladı gitti ilerdeki masaya. Kadınla bir şeyler konuştu sonra döndü asık suratla, kös kös masaya geldi. Babası: “Ne oldu, fiyasko mu?” Çocuk, üzgün sessizce yerine oturdu. Benim içimi bir heyecan kapladı; ama mutlaka da gitmem gerekiyor. “O gitti, ben de gitmeliyim.” diye, içimden söyleniyordum. Öyle, ya da böyle iki tarafta da mahcubiyet var. “Hiç değilse şansını dene” dedim. Kalktım ayağa, geri oturdum… Baba güldü. Yeniden kalktım ilerdeki masada oturan hanımın yanına varıp; selam verdim ve: “Size bir şey söylemek istiyorum.” dedim. “Buyurun sizi dinliyorum.” dedi. “Bizim masadakilerle bahse tutuştuk. Eğer sizinle kim dans ederse ona çakmağını hediye edecek. Başka bir maksadım yok. Bir iki tur atalım yeter” dedim. Kadın yüzüme baktı sarı saçlarımı okşarken gülümsedi. “Eh, hadi bakalım dans edelim” dedi. Kalktık, dans etmeye başladık. İşte tam bu sıra da flaşlar yüzüme doğru patlamaya başladı… Neler olduğunu anlamadım bile. Dansı bitirdik. Ben yerime otururken arkadaşın babası çakmağı uzattı: “Helal olsun. Hak ettin. Güle güle kullan” dedi. Çakmağı verdi. Sonra o çakmak kayboldu! …İşte buzdolabındaki resim o gün çekilen resimler den biri. Annemin çok hoşuna gitmiş. Saklambaç gazetesinden kesip buzdolabına yapıştırmış. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 15 YENİ ANKARA SAHNESİNDE OYUN ÇALIŞMALARIM DEVAM EDİYOR Bu arada “Fatoş” (Mektupla tanışıp evlendiğim kız) la da mektuplaşmam yoğun bir şekilde sürüyor. Neyse, sayfanın başında dediğim gibi; Ha bire annemi sıkıştırıyorum. İş babama aksetti. Babam itiraz falan etti. Olmadı. Sonunda: “Siz eğer istemeye gitmiyorsanız, ben kendi başıma gidip isteyeceğim” diyerek direttim. Onlar da, çaresiz boyun eğdiler. Gidip istemeye karar verildi. Ben hemen Fatoş’u telefonla arayıp durumu anlattım. “Hazır olun” diye. Onun annesinin de haberi yok daha… Bir kutu çikolata yaptırıp annem, babam İstanbul’a indik. Babamın bir akrabasının evine misafir olduk. Daha doğrusu babamla annem onlarda kaldı ben arkadaşıma gittim. Ertesi sabah Fatoş’la buluştum. O gün akşama kadar İstanbul’u baştan aşağı dolaştık. Akşam da çikolata elimizde kız evinin kapısını çaldık. Kaynana buyur etti. Sohbetten sonra babam durumu açıkladı. Kaynana şöyle hepimizi süzdü. Sonra başını yere eğdi. Zaten asık suratlı biri. Emniyette odacı olarak çalışıyor. Ondan mı bilmem. Önce “olmaz” falan dedi. “Yaşları küçük, okulları var” gibi bahaneler etti. Sonunda: “Bir düşünelim” dedi. Babam: “Bizim burada kalacak yerimiz de zamanımız da yok” dedi. “Bir an önce karar verilip, sonuca varıp geri 16 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I dönmeliyiz” dedi. Neyse, uzatmayım. (Bu arada bir sürü macera var) Biz Fatoş’la kaçıp Adana’ya geldik. Babam: İşi bırakıp, Ankara’dan ayrılmış. Yeni bir iş bulup, Maraş’a taşınmış. O sırada Zeki Göker’den bir telefon aldım. Tiyatrodan bir arkadaş üniversite sınavı için ayrılmış. Bana ihtiyaçları varmış. Pekiyi deyip turlamaya devam ettik. Aradan iki hafta falan geçti. Bu arada kimseyle görüşemiyordum. Geceleri oyun gündüzleri yolculuk sürüp gidiyordu. Bir fırsat bulup babamları aradım. Komşularının telefonundan ulaştım babamlara. Annem sesimi alır almaz: “Neredesin sen oğlum? Bir türlü sana ulaşamıyoruz. Bu kadın bela oldu başımıza. Bizi karakollara taşıdı.” dedi. Hadi ya! Kaynana Adana’ya gelmiş. Komşuları bulmuş. Tabi Maraş’a gittiklerini söylemişler. Kadın sinirlene, köpüre atlamış Maraş’a gelmiş. Doğru karakola… İki polisle kapıya dayanmış. Neyse polisleri babam ikna etmiş. Kadını da misafir etmişler. Sabah ilk iş, nikâh için işlemlere başlamışlar. Ama ben hala ortalarda yokum. Amasya’da idim ve akşam oyunu bitirip Maraş’a yola çıktım. BUYRUN NİKÂHIMIZ VAR Sade, çok sade bir törenle nikâhımız kıyıldı. Kaynanayı memleketine yolladık. İş güç yok, sıkıntı diz boyu. Birkaç ay böyle geçti. Baktık olmuyor; Gelin kaynana, hep beraber Adana’ya geri taşındık. Kirvemin, Şakirpaşa’daki evine kiracı olarak yerleştik. İş güç olmasa da henüz, üç beş tanıdık var hiç olmazsa… Eski arkadaşların yanına gittim. Atilla, tiyatro yapıyormuş. Hemen beni de gruba dahil etti. Tiyatro yapmaya başladık, başladık ama kimse de para pul yok. Yani burada da yoksulluk diz boyu… Daha sonra Fatoş’la anlaşıp İstanbul’a gittik. Kendime bir iş aramaya başladım. Ancak bulduğum işler hem beni çok yoruyor, hem de tatmin etmiyordu. Sıkıntı yaşıyordum. Bir gün vitrinde asılı duran bir ilanı okudum. Hemen daldım içeri. Adama vitrindeki ilanla ilgili iş aradığımı söyledim. Adam yüzüme baktı; “Karanlık oda işi yaparmısın?” dedi. “Yaparım” dedim. Karanlık odaya girdik. Denedi beni. Sonra da: “Yarın gel başla” dedi. SONUNDA FOTOĞRAFA BULAŞTIM YİNE Evlilikten önce bir ara Adana’da fotoğraf baskısını öğrenmiştim. Sabahtan akşama kadar karanlık odada yıkanmış filmleri agrandizör de karta basıyordum. Adamın işi oldukça yoğundu. Genelde seyyar fotoğrafçıların işini yapıyordu. İş kolay değildi. Sabahtan akşama kadar karanlıkta gün yüzü görmeden çalışmak iyice sıkmaya başladı beni. Biraz param olmuştu. Sıkıldım dedim. İşten ayrıldım. HADİ BAKALIM HAYIRLISI KENDİ İŞİMİ KURMAYA KARAR VERDİM Kaynana evimize gelip Bizimle barışmak istediğini söyledi. Bizde, kabul edip köhne evimizden ayrılıp kaynananın evine taşındık. Aslında çok iyi bir insandı. İşsizdim ve iş arıyordum. Bir gün kaynanam bana dedi ki: “Gel, sana bir Fotoğraf makinesi alayım fotoğrafçılık yap” dedi. Fatoş’un da oluru ile Makineyi aldık. Aksaray’da bir fotoğrafçıyla anlaştım. Filmleri ondan alacaktım, baskıları o yapacaktı. Bir tomar kartvizitini aldım. Ama makinama takacak film param yoktu. Makineyi taktım boynuma; Aksaray semtinde turlamaya başladım. Bir sokağa girdim. Bütün dükkânlar kundura imalatçıları ile dolu idi. Hatta binaların tüm katları da bu işi yapanlarla dolu imiş. Arkamdan bir ses: Fotooo! diye çınladı. Döndüm, kundura tezgâhında çalışan bir adam beni çağırıyor. Eli ile işaret etti, vardım yanına. “Bizi şöyle bir çeksene. Ama bak, çok yakışıklı çıkaracaksın.” Hemen çektim bir kaç kare. Sonra onu gören bir başkası çağırdı. Derken diğeri. Boş makine ile bayağı fotoğraf çektim. Paraların bir kısmını peşin aldım. Hemen stüdyoya vardım. Topladığım para ile bir film alıp makineye taktım. Aynı yere tekrar gittim aynı kişileri bulup “Makine filmi yırttı” deyip yeniden poz verdirdim… Ben artık o arastanın MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 17 fotoğrafçısı oldum. Günlük nafakam çıkıyordu. O sıra da birinci boğaz köprüsünün açılışı vardı. Açılış esnasında şipşak fotoğraf çektim. Motorlu bir fotoğrafçı ile anlaşmıştım, motorla köprüye, yanıma geliyor filmi alıp fotoğraf olarak geri getiriyordu. İyi para kazandım… Ve Adana’ya dönmeye karar verdik. Döndük… O günler de sinemalar da oynayan “Kolsuz Kahraman” isimli filimden esinlenerek “Donsuz Kahraman” diye bir oyun yazdım. Orhan Kemal, Aziz Nesin hikayelerinden bir kolaj yapmıştım. Onu çalışmaya başladık. Oyun çıktı ama dekor yok. Dekor için para yok. Neyse, onu da düşünüp çözdük. Siyah fon perdesi önünde basit aksesuarlarla halledecektik. Herkes evinden bir şeyler getirdi. Çok eski, sokağa atılmış bir komodin buldum. Büyük umutlarla başladık bilet satmaya. Oyunu oynadık. Oyundan sonra kendimize bir “Mercimek Çorbası” ziyafeti çektik. Sabah hesap kitap yapıldı. Sonuç: Salon kirası bile tam çıkmamış. (Röportaj sırasında bizi dinleyen Haluk Uygur bir soru yöneltti:) “Peki, niçin Tiyatrosuz duramıyorsun?” Hay Allah… Öyle zor bir soru ki, yani içgüdüsel bir şey bu. Nedeni bilinmez. Nasıl anlatayım ki… Yani: “İşin mi Tiyatro mu?” deseler. İşimi bırakıp tiyatroyu seçerdim. Sanki doğuştan böyle bir şey varmış gibi içimde. Öyle de yaptım zaten her seferinde. En yakın fırsatta işi bırakıp tiyatroya yöneldim. Yani, aç kalacağımı bile bile tiyatroyu seçtim. Şimdi hatırladım! Tiyatronun adı “Çağ Tiyatrosu” idi. Atilla Yiğit, Mustafa Emre’de oyunculardan anımsadıklarım… Hatta oyunun birinde hamile eşimi o haliyle sahneye çıkarmıştık. Bir kız oyuncumuz oyunu bırakıp gidince iş ona kalmıştı. EN GÜZEL ASKER BİZİM ASKER Birkaç ay sonra da askere alındım. Orası, çözülmesi zor bir muamma. Komutanımın soyadıma duyduğu ilgi ile bana sorular sordu. “Nerelisin?” den başlayan sorular. Ben de anlattım. Ayrıca tiyatrocu olduğumu söyledim. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyunu oynayıp oynamadığımı sordu. Tabii “Oynadım” dedim. “Hah, işte oradan tanıyorum ben seni” dedi. “Bundan böyle sabah içtimasından sonra sen ordu evine gidip orada görev yapacaksın” deyince; Tabii, ben çok sevindim… Akşama kadar rutin işleri yapıyorduk. Akşam da sivil kıyafetler giyip sunuculuk yapıyordum. Durum fena değildi. Rahattım yani… Bir akşam komutan okunması gereken telgrafları verdi. Çıkıp sahneye sırası ile okuyordum. Bir tanesinde telgraf şöyle başlıyordu; “Mahmut stop. Müjde stop. Bir oğlun oldu stop. İkimizde sağlıklıyız stop… Diye biten bir telgraf okudum. O sırada bir alkış koptu. Bir şey anlamadım komutan da bana bakıp gülüyordu… Bende jeton düştü tabii. Hemen yeniden, bu kez sessizce okudum. Sevinç ve şaşkınlık içinde sahneden indim. Bu da askerlikte yaşadığım güzel bir anımdır benim… Acı tatlı anılarla dolu askerlik bitti. Döndüm Adana’ya. Nüfus bir kişi daha artmış baba olmuştum. İş derdine düştük gene… ZİYAPAŞA TİYATROSU… 1973 (Ege Bagatur’un Belediye başkanlığı sırasında yeniden şehir tiyatrosu kurulma çabaları vardı. Başkan, Muhsin Ertuğrul’u Adana’ya davet etti. Muhsin Bey de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda görevli yönetmen Tunç Yalman’ı araştırma yapmak için Adana’ya gönderdi. Birkaç günlük çalışmadan sonra, Başkan’a: “ Adana’ya dışarıdan oyuncu getirmenize gerek yok. Burada Dost oyuncular diye bir grup var. Onlara tiyatro salonunu teslim edin. Başaracaklardır.” diye rapor vermiş. Bu rapor üzerine Başkan Dost Oyuncuları makamına çağırıp bir dosya hazırlamamızı söyledi. Biz zaten daha önceden hazırdık. Hemen dosyayı sunduk. Dost oyuncular topluluğu Adını; “Adana Belediyesi Ziya Paşa tiyatrosu” olarak değiştirip, Belediyeden para talep etmeden, gişe geliri ile tiyatro yapacaktık. Tiyatro, aralarında benim de bulunduğum Nuri Özaydın, Mustafa Yıkar ve liderliğini Bünyamin Satanoğlu’nun MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 19 yaptığı sözleşme ile Faaliyete başlamış oldu.) Ben askerdeyken “Dost Oyuncular” öncülüğünde kadrolarını genişleterek “Adana Belediyesi Ziyapaşa Tiyatrosu” diye bir oluşum geliştirmişler. Bir kaç tane de oyun oynamışlar. Üçüncü sezona girildiğinde kavgalar, iç karışıklıklar sıkıntı vermeye başlamış. Ben, tam bu sıralarda geldim. Aziz Nesinin “Hoptirinam” adlı bir oyununu oynamışlardı. Bu kaos ve kavgalar da bazı oyuncular ayrılmışlar. Bazıları yeni girmiş. İsmail, Nuri gitmiş. .Alinur, Cengiz yeni gelmişler. Hatırladıklarımdan… Ancak olaylar durulmadı. “Ziyapaşa Tiyatrosu” dağılma kararı aldı. Bir nedenle Bünyamin’e kırıldığımdan; Alinur’un yanına gittim. Olayları başından dinleyip konuyu anlamak için… Sonra Alinur’la anlaşıp yeni bir tiyatro kurduk “Halk Tiyatrosu”. İlk oyunumuz da Muzaffer İzgü’nün “Aç İt Fırın Yıkar” isimli oyunu. Çalışmaya başladık. Bu oyunda aç bir adamı oynuyordum, en zayıf kişi ben olduğum için. Buna karşılık; Alinur’un yeğeni de çok şişman olduğundan restoran sahibini oynuyordu. Tiyatrodan para kazandığım söylenemezdi. Geceleri gazinoda (Marmara Pavyon) sunuculuk yapıyorum. O zamanların en meşhur pavyonuydu. Sabaha karşı da eve bisikletle gidiyorum. Düşünün akşam prova sonra oyun, oyundan sonra pavyon. Sonra da bisikletle ev… 20 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I Daha sonra Ömer Polat’ın eseri “Ala Dağlı Mıho”yu oynadık. Bu oyun da oynadığımız diğer oyunlar gibi (saldırgan,) ajite eden oyunlardı. Özellikle bu tip oyunları seçiyorduk. Daha sonraki oyun “Yeniden doğarız ölümlerde” idi. Oyunun sonunda, perde kapanırken dört kaçak ölüyor, sahnenin önüne düşüyor. Işıklar kararıp tekrar aydınlandığında ayağa kalkıyorlar, sol elleri havada, “Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle!” diye bağırıyorlardı. Oyun kapalı gişe oynuyordu tabi ki... NİKÂH SALONUNUN YENİ ADRESİ ADANA BELEDİYESİ TİYATRO SALONU Ne oldu ne geçti bilmiyorum; Tiyatro artık bizlere verilmez oldu. Resmen kapatıldı yani. Aaaa! Bir de baktık tiyatro salonu nikâh salonu olarak kullanılmaya başlandı. Sanki başka yer yokmuş gibi! Hatta İsmail Ökke’nin nikâhı o sahnede kıyıldı. Neyse efendim. Salon Adanalı tiyatroculara kapandı. Kapandı; ama salon oldu “Yolgeçen Hanı.” Çok amaçlı bir salon. Parti toplantılarına, dernek toplantılarına, arada bir de dışarıdan gelen ünlü tiyatrolara tahsis ediliyordu. Zaten bir sonraki seçimde yeni gelen başkan salonu tamamen kapatıp içini de bir güzel yıktı. “Restore” edileceği bahanesini kullanarak… TİYATROCULAR YİNE SAHİPSİZ YERSİZ YURTSUZ Eeee! Başka işlerle oyalanmak için arkadaşım Alinur’un iş yerinde çalışmaya başladım. Çalışmaktan ziyade yanında takılıyordum. Alinur’un Remo İş Hanı’nda küçük bir reklam ajansı vardı. Grafik işleri yapıyordu. Derken efendim Bora Reklam’ın sahibi Recai Bey’in yanında işe başladım… (Bora reklam o dönemde özel cıngılı ile sinemalarda film başlamadan önce ve aralarda çeşitli ürün reklamlarını gösterime sunan bir şirkettir. Reklamcılık konusunda uzun seneler Adana’ya hükmetmiş biri olarak anılmaktadır. Hatta İstanbul’dan gelen büyük şirket spotları bile Onun kanalıyla gösterilebilirdi.) Bir müddet sonra Recai Beyle arkadaşlığımız ilerlemişti. Her türlü özelini benimle paylaşıyordu. Tiyatrocu arkadaşım diye de herkese gururla tanıtıyordu. Bu durum beni yavaş yavaş rahatsız etmeye başladı. Ayrıca her işine koşmaya başlamıştım. Yoruluyordum. Sıkılmaya başladım. Bir gün Alinur bana: “Gel seni, Lami Teymen’in yanına verelim” dedi. Ben de: “Olur” dedim. Alinur’un akrabası olan Lami Bey’le görüştüğümüzde bana: “Hemen yarın işe başla” dedi. Ve başladım. Bir sabah “Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul”un öldürüldüğünü öğrendik. Ortalık karışık. Adana ayakta. Herkes sokağa dökülmüş. Kargaşa büyüdü dükkânların vitrin camlarını kırmaya başla- mışlar. Abidinpaşa Caddesi’nin diğer adı da Bankalar Caddesi. Bütün banka şubeleri bu cadde de. Bankaların da camları kırılıyor. Lami Bey de “Kapatalım büroyu herkes evine gitsin” dedi. Evimiz İstiklal Mahallesi’nde. En karışık yerlerden biri. Öyle ki; silahlar hiç susmuyor. Mahalleye girmekte çıkmakta dert yani… Almanya’dan kız kardeşim gelmiş. Geldiğine pişman. Araba ile gelmişler. Korkuyorlar, çünkü cayır cayır arabaları yakıyorlar… TÜRKİYE’Yİ ARDIMDA BIRAKIYORUM Babam durumuma bakıp vahameti görünce; Kız kardeşime: “Bunu Almanya’ya giderken götürün. Gitsin buradan. Başına bir iş açılmadan” dedi. Kardeşim de: “Tamam baba, beraber gidelim” dedi. tılar atlatarak Avusturya’ya vardık. Sonra da Almanya’ya giriş yapıldı. Eve geldik, herkes yorgun. Vurdular kafayı uyudular. Bense heyecanlı ve şaşkın durumdayım. Uyku falan yok. Çıktım dışarıya turlamaya başladım. Manhaim’ı sokak sokak dolaşıyorum. Üstüne bir de Marlon Brando’nun bir filmini görünce sinemaya da gittim. Akşam olmuş. Evdekileri almış bir telaş. “Bu adam nereye gider?” diye. Neyse, geldim. Biraz söylendiler falan; ama ben rahatlamıştım. O Gece deliksiz uyudum. “İŞÇİSİN SEN İŞÇİ KAL(MA)” Patates Fabrikası’nda işe başladım. Tam alışıyorum derken grip olup hastalandım. Tabii rapor verdiler. Sağlığım düzeldi; ama patron beni kapı dışarı etti. Biraz gözüm açılmıştı. Sağımı solumu algılamaya, tanımaya başladım. Form Der Jugend PASAPORT İŞLEMLERİNE BAŞ- Hause diye bir yeri öğrendim. Boş LADIM VEDA GÜNÜ YAKLAŞTI zamanlarımda oraya takılıyorum. Belediyenin kurduğu bir nevi gençBen yolculuğa hazırlanırken bura- lik merkezi. Forum da gençler hem da karımı, çocuğumu, ailemi, arka- siyaset hem de sanat yapıyorlar. Bir daşlarımı bırakıyordum. İçimi bir çeşit mahalle evleri gibi. Herkes göhüzün kapladı. Boğazım düğüm dü- nüllü. Eğitim verenler, sanatçılar, ğüm. Başka çare de yok… Bir sabah akademisyenler, öğretmenler. Bir anhüzünlü, gözlerim buğulu… Herkes- lamda kent konseyi gibi bir şey. ( Bu le vedalaşıp yola koyulduk. Bülent sırada Haluk Uygur’dan yeni bir soru Ecevit dönemi. Benzin yok. Döviz geliyor. Hangi seneler bu anlattıklayok. Her şey karne ile bir de kuyru- rın?) Ben, 1979-1980 senesinde ihğu var… Neyse Efendim, başınızı tilaldan önce gittim. (Geçimini nasıl ağrıtmayayım. Çeşitli vartalar sıkın- sağlıyordun?) Tabii, doğal olarak kız kardeşimde kalıyordum. Her konuda bana destek oluyordu. Ha… Bu ara da bana ayda 75 Mark işsizlik parası ödemeye başladılar. Çünkü ben vizesiz giriş yapmıştım. Girer girmez de iltica ettim. Mülteci durumundaydım. Bu duruma gelince de hemen oturum verdiler. Kısaca işsizlik parası da bana yetiyordu. Ayrıca forumu çok sevmiştim. Orada tiyatro yapmaya başladım. Hatta boş durmadım bir protesto eylemine katıldım. Belediye bir gettoyu yıkmak istiyordu. Burada Türkler, Yunanlar, Pakistanlılar oturuyorlardı. Direnip gettoyu yıktırtmadık. (Bu Almanya’da ilk eylemim oldu… ) Bir zaman sonra: “Hazırlan da yanıma gel” diye. Eşime haber yolla- MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 21 tane de güzel bir teyp aldım. Kocaman bir şeydi. Yavaş yavaş ben de Türkiye’ye dönme planları yapmaya başladım. Babamın hastalandığını, biraz da kötüleştiğini öğrendim. Hemen dönüş hazırlıklarını hızlandırdım. Kız kardeşimle beraber gerisin geri Adana’ya uçakla döndüm. Otomobille gittiğim Almanya’dan uçakla geri dönmüş oldum. Birkaç ay sonra da babam vefat etti. BEN ALMANYA’DA İKEN BİRÇOK YENİLİKLER OLMUŞ dım. Valizini toplayıp geldi. Karnı burnunda. Yanında oğlum ve kızım. Bir süre öyle idare ettik; ama sıkıntılar hiç bitmiyor. Kardeşime sığamaz olduk. Yeni bir ev bulamıyoruz. Maaşım iyi; ama huzurum yok. Çok uğraştım bir kolay yol bulamadım. Bütün bu zorluklar ve sıkıntıların arasında eşim üçüncü bebeğimizi de dünyaya getirdi… ALMANYA SIKIYOR ÇÖZÜMSÜZLÜK BIKTIRIYOR 22 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I Birkaç ay sonra hanımı karşıma alıp uzun uzun konuştum. “Bura da yapacağımız fazla bir şey kalmadı. Sen de, çocuklar da, ben de ayrı ayrı sıkıntı yaşıyoruz. “En iyisi sen çocukları al. Adana’ ya geri dön.” dedim. Eşim “Eee! Peki, sen ne olacaksın, ne yapacaksın?” dedi. Ben: “Biraz daha kalıp para biriktirip sonra döneceğim.” dedim.Öyle de yaptık. Eşimi yolcu ettim. Akabinde de Haim’a (Bir nevi otel) yerleştim. İşe gidip geliyorum. Bir sabah uyandığımda; Türkiye’de darbe olduğunu duyduk. Ordu yönetime el koymuştu. 12 Eylül 1980 darbesi... Ortalığın durulmasını beklemeye başladım. En çok istediğim şöyle çok kıymetli bir fotoğraf makinesine sahip olmaktı. Biraz para biriktirmiştim Hemen gidip kendime kocaman bir çanta içinde tam takım bir makine seti aldım. Çevremin fotoğraflarını çekmeye başladım. Bir …Birkaç gün sonra kendime gelince, eski arkadaşların yanına şöyle bir uğrayayım dedim. Tabii bu arada Adana Belediyesi Şehir Tiyatrosu kurulmuştu. Resmen kadrolu bir kuruluştu bu... Haluk Uygur’dan bir soru: “Peki, o zamana kadar tiyatro yapılmıyor muydu? (12 Eylülden sonra 1981’e kadar tiyatro yapılmadı. Amatör taraf sessizlik içindeydi. Daha sonra Askerler tarafından atanan Albay Nuri Korkmaz belediye başkanı olunca ilk işi kentin sıcaklarından biraz olsun kurtulmak için kavşaklara havuz yaptırdı. Daha sonra da tiyatronun kadrolarını ayarlayıp, Şehir Tiyatrosu olarak oyunlar oynanmaya başladı. Yeni belediyeler yasası çıkana kadar, halen o kadrolar duruyordu. Daha sonra tiyatrocuların yerine başka memurlar almışlar- dı o kadrolara. O güne göre oldukça yüksek olan maaşları da onlar alıyorlardı.) Ben geldiğim de bir oyun oynamışlar. Yeni oyun olarak da Necati Cumalı’nın “Nalınlar” isimli oyununu çalışıyorlardı. Onlar prova yaparken ortalarına girdim. Herkes şaşkın bana baktılar. Neyse, hoş beşten sonra bana da boş olan bir rolü uygun gördüler. Böylece gelir gelmez işe koyuldum. O sırada Ercan Kont tiyatronun müdürlüğünü yapıyor. Beni Nuri Başkan’la tanıştırdı.(Albay Nuri Korkmaz) Kısa zamanda oyun çıktı, oynadık. Bu arada bahar ayına gelmiştik. İkinci bir oyun çalışmasına da başlanmıştı. “Fehim Paşa Konağı” isimli oyun provaları devam ediyordu. Dışarıda dekorla ilgili işler yaparken, iki jandarma geldi. Ercan Kont’a bir zarf bırakıp gittiler. Ercan yanıma gelip zarfı bana uzattı. “Bu ne?”dedim. “Bilmem aç bak” dedi. Açtım. Baktım! 1402 sayılı yasaya aykırı imişim. Yani sakıncalı duruma getirilmişim. O hızla soluğu başkanın odasında aldım. Başkan ayağa kalkıp yanıma geldi. Bana da oturmamı söyledi. Bu işin arkasını kurcalamamamı söyledi. Biraz da nasihat çekip beni odasından gönderdi. 1971 yılında çıkarılan 1402 sayılı yasanın ikinci maddesi sıkıyönetim komutanlığınca 1983 yılında değiştirilerek,akademik personelden, devlet memuruna kadar kamuda çalışan birçok kişinin görevine son verildi. Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirili. Çaresiz, daha ancak iki aylık maaş alabildiğim belediyeden 1402 nolu yasa nedeni ile uzaklaşmak zorunda kaldım. O dönemde, kim ya da kimler tarafından bu kararların verildiği bilinmeden, yargılamadan, araştırmadan soruşturmadan bir insanın işine son verebiliyorlardı… Durum vahimdi, yapacak fazla bir şey yoktu. Diğer 1402 likler gibi birkaç gün bocaladıktan sonra tencere pazarlamacılığına soyundum. Hatta başlangıçta İsmail Ökke’nin yanında boş bir dükkânı kiralayıp bir arkadaşımdan konsinye aldığım iç çamaşırlarını satmaya başladım. Olmadı. Tencere işi daha cazip geldi… Başarılı da oldum. Önce lider oldum. Daha sonra bölge müdürlüğüne kadar terfi ettim. Antep’ten Mersin’e Bölge Müdürü olarak tayin edildim. Ekonomik olarak bir miktar rahat olsam da, tiyatro yapamıyordum. Zaten tiyatro da kapanmıştı. Kadrolarını da belediyenin çeşitli birimlerine dağıttılar. Mesela başrejisör kadrosu Cenaze arabası şoförüne verildiğini sanıyorum… MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 23 Amatörler sağda solda oyun çalışıyorlardı; ama oynamak çok zordu. Salon yoktu. 1985 yılına gelmiştik. Adana yine tiyatrosuzdu. Nihayet, Alinur, ben ve Hüseyin Akşen; diğer tiyatrocularla bir araya gelerek “Adana Gösteri Sanatları Merkezi” adında bir tiyatro kurup çalışmalara başladık. “Ayımı Dayımı?” diye bir oyun sahne de oynanacak hale geldi. İzin için Emniyet müdürlüğüne gidince sakıncalı durumum yeniden karşıma çıktı. Neyse, biraz araştırınca sakıncalı olmadığım ortaya çıktı. Oyuna oynama iznini verdiler, biz de oynadık. Büyük alkışlar alan bir oyun oldu. Gösteri sanatlarını bir şirket çatısı altına alma düşüncesi oluştu. Ancak tiyatroda birleşenler şirket olma da düşünce ayrılığına düştü. Bir grup ayrıldı. Ben de o sıra da bana gelen bir teklifi değerlendirip Deva Holding’de işe başladım. YİNE MARAŞ YİNE GURBET Firma beni Maraş bölgesine mümessil tayin etti. 2 yıl aralıksız orada çalıştım. Daha sonra bir nedenden dolayı ayrıldım. Bu ara da ilk eşimden ayrılmıştım. Büyük oğlum bende kaldı, diğer kızla oğlan annesinde... Deva’dan ayrıldıktan sonra yeniden tiyatroya başladığım sıralarda, iki arkadaşımla birlikte ortak bir şirket kurduk. Yeniden ev gereçleri ve tencere pazarlaması yapmaya başladık. İşler önceleri iyi gidiyor gibi görün- se de iyi gitmemeye başladı. O sırada, Irak savaşı da patlak verince işler tümden bozuldu… (Haluk Uygur yeni bir soru yöneltti; “Perihan son dönemdeki hayatında önemli bir yer tutuyor. Onunla nasıl tanıştın? Anlatırmısın?)” Evet, Perihan… Anlatayım tabii… Şirketi, birlikte kurduğumuz arkadaşımızın; Erdinç Türkart’ın annesinin evinde Perihan’lar kiracı idiler. Şirketteki tüm çalışanlar dışarıda iş yapıyorlardı. Bir sekreter ihtiyacı doğunca da Erdinç’in önerisi ile Perihan’ı işe başlattık. Perihan ofiste her işe bakıyordu. Hatta arasıra yanıma gelen benim çocuklarla bile ilgileniyordu. Bir zaman sonra çocuklar Perihan’a ısındılar. Perihan da çocukları sevdi, ilgilendi. Evinde ağırladı, yatıya bıraktı. Ben de annemle kalıyorum. Bir gün anneme konuyu açtım: “Bak anne, gel bana yardımcı ol bu kızla evleneyim. Çocuklarda iyice ısındılar. İtiraz etmezler”.dedim Annem” yok!” dedi. “Hemen acele etme, biraz zaman geçsin” falan dedi. Çünkü eşimden ayrılmıştım; ama resmen boşanmamıştık. Bu arada ben de Perihan’la yakınlaşmaya, ilgilendiğimi hissettirmeye başladım. Eski eşimle de son bir görüşme yapıp durumun olumsuzluğunu anlayınca kendi ellerimle dilekçe yazıp mahkemeye müracaat ettim. Bir zaman sonra da resmen boşandık. Anneme bir kez daha konuyu açtım. Annem sonunda razı oldu, kızı istemeye karar verildi… FARKINA VARAMADIĞIM EVLİ- TİYATROCULARIN ÜSTÜNE BİR LİK HEYECANINI TEKRAR YAŞA- KUMA GELDİ MAK İSTİYORUM Oyunlar çok para kazanmıyordu. Zar Annemden izni koparınca kız iste- zor kirayı karşılıyor ancak karnımızı me, yüzük merasimi faslı sonrası… doyuruyorduk. 1988 yılında ÇukuroHemen annemin evini yeniden daya- va Senfoni Orkestrası Adana’ya gelinyıp döşedik. Ve… Evlendik. ce ve tiyatro da onlara tahsis edilince, Evlendik, ama işler iyi gitmiyordu. tiyatroculara prova zamanı kalmadı. Ofise gidip geliyoruz. İş miş yok. Şir- Onlar: “Git” demediler, ama biz gitketin alacaklarını toplayamıyoruz. mek zorunda kaldık. Kimse ödeme yapmıyor. Sonunda şirket battı. Battı, ama kimseye de BİT PAZARINA DEĞİL AMA RUS borç bırakmadık. Sadece biz alacak- PAZARINA NUR YAĞDI larımızı tahsil edemedik. Elimizde bir miktar da mal kaldı. Onları ben Türkiye’yi kuzeyden başlayarak bir devir aldım. Çünkü büyük sermaye Rus Pazarı furyası sarmıştı. Adana’ya benimdi. Malları eve getirdim. Bir da kuruldu tabii. Bir gün orada satıköşeye yerleştirdim. Şirket uçtu… lan lastik bebekler dikkatimi çekti. Böylece şirket macerası son buldu. Baş bölmesi gövdeden ayrılıyordu. Kazancım Perihan oldu… Hemen orada bir kaç tane örnek satın aldım. ŞİMDİ YENİ BİR MARATON BAŞ- Aklımdakine uyduğunu anlayınca LIYOR pazardaki tüm bebekleri topladım. Hatta İsmail de rastladıklarını alıp Düşündük taşındık; Akif Özdemir, bana verdi. Elimde yeter sayıda beİsmail Timuçin ve bazı diğer arka- bek olmuştu. Ben bunlardan el kukdaşlarla belediye salonunu uzun so- lası yapmaya başladım. Veysel Sadak luklu kiralayıp yeni oyunlar oynama arkadaşımız bir kaç arkadaşı ile kreşkararı aldık. lere palyaço olarak gösteri yapmaOyunlara da başladık. Oyunlaımız- ya gidiyorlardı. Bu konuyu Veysel’e dan biri de Dinçer Sümer’in “Üç açtım: “Abi, kreşlere kukla gitmiyor. derste aşk” isimli bir oyunuydu. “Sen bu işte başarılı olursun” dedi. Bu sırada belediye başkanı değişmiş Ayrıca talepte ediyorlar. Hemen VeySelahattin Çolak başkan olmuştu. sel’le işe koyulduk. Belediyede kendi“Alaaddin’in Sihirli Lambası”isim- mize küçük bir portatif kukla sahnesi li bir oyunu sahneye koyduk. Daha hazırladık. Sahne biraz ağırdı. Ama sonra “Lokomopüf ” oynandı. hoş oldu. Kuklaları hazırladık. Bizim MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 25 avantajımız kuklaların başı bir masal kahramanı idi. Bunlardan “Palyaço Kral” Çok beğenilmişti. Bütün bu işleri kayın validemin evinde yapıyordum. Çünkü evde dikiş makinesi vardı. Zaman zaman da İsmail Ökke’nin dükkânında buluşuyorduk. Kreşler bizi iyi tuttular, çocuklar da çok seviyordu. Bir gün pat diye apandisit sancısı beni yere vurmasın mı? Hemen ameliyat tabii… TİYATRODAN BAŞKA İŞ YAPMAK YOK Ha! Bak bu arada ben Perihan’a dedim ki: “Bundan böyle ben tiyatrodan başka iş yapmamaya karar verdim. Bunun sıkıntılı zamanları da olacaktır muhakkak. Bu şartlarda da yine benimle varmısın?” diye sordum. O da “Elbette varım” dedi. “Sen nerede, ben de orada. Ben yoluma kuklalarla devam ettim. Fena değildi, para kazanmaya başlamıştık… O yıllar da Seyhan Belediyesi Bahar Şenliği adında şenlikler tertip ediyordu. Galiba 3.cüsü olacak. Yalçın Akyol’un başkan olduğu dönem. Rahmetli Rahmi Toksan arkadaşımız da iyi bir yerde görevli. Bir gün sokakta karşılaştık. Bana: Ne yaptığımı sordu. Ben de kreşlerde kukla gösterisi yaptığımı söyledim. “Bu seneki şenliğe katılmalısınız” dedi. “Hemen bir proje hazırlayın getirin, ben onaylayım” dedi. Ayrıldık. Bir proje hazırladık. Bütçesini de cüzi bir rakama 26 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I çektik. Rahmi Toksan’a teslim ettik. Açtı, baktı dosyaya. Bir de rakama baktı: “Lan oğlum Bu iş bu kadara olur mu?” dedi. Ben “Abi daha aşağıda nasıl olur, bilmem ki… “ diyecek oldum. O, hemen kalemi eline aldı rakamları yükseltip, 4 milyon yaptı. “Abi, ya kabul edilmezse… Diyecek oldum. “Hadi lan gidin çalışmalara başlayın” dedi. Eski Erciyes Sineması’nın içinde olduğu Seyhan Belediyesi’nin merdivenlerini koşar adımla indim. Yoksa uçtum mu acaba… Neyse, hemen çalışmalara koyulduk. Önce bir miktar avans verildi. Parayı alır almaz kafamdaki plana göre kuklaları yapmak için Veysel’e gittim: “Hadi hazırlan, İstanbul’a gidiyoruz…” Kuklaların nasıl yapıldığını öğrenmemiz lazım diye düşünüyorum. Bu işleri yapmayı kafaya koyunca çeşitli kitaplar aramaya başladık. Bir kitap elime geçti; İstanbul’da kukla karagöz oynatan Ünver Oral isimli bir sanatçının kitabını okudum. Kitabın arkasında ev adresi ve telefon numarası yazılı idi. Biz Veysel’le İstanbul’a inince doğru adrese gidip Ünver Oral’ı bulduk. Tanışıp hoş beşten sonra, bize kendi yaptığı ibiş kuklasını gösterdi. Kuklanın elbisesi harikaydı; ama baş kısmı oldukça kötü yapılmıştı. Ben de kendime bir ibiş kuklası yapmıştım. Fakat bizim kuklanın elbisesi oldukça kötüydü. Ünver abi bizim kuklayı görünce çok beğendi. Çünkü kuklanın başı çok güzeldi. “İyi olmuş, eline sağlık” falan dedi ve geçiştirdi. Kendisi aynı zamanda karagöz oyunları yazıyor ve oynatıyordu. Biz, onları da görmek isteyince çantasını getirip önümüzde açtı. Figürleri elinde tutup tek tek gösterdi: ama elimize vermedi. Ama biz anladık ki figürlerini kalın asetattan yapıp şeffaf boya ile boyamıştı. Biz, öğrenmek istediğimizi öğrenmiştik. Hemen İstanbul’da Asetat ve boya malzemelerinin satıldığı yerleri sora sora öğrendik. İhtiyacımız olanları satın aldık. Adana’ya çok şey öğrenmeden, ancak umutla geldik. Bir ipucu yakalamıştık. Biz çalışmalara başladık. Şenlik zamanı da geldi çattı. Atatürk Parkı’nda bize bir yer verdiler. Oraya kocaman bir sahne yaptık. İki taraflı bir sahneydi. Sağ tarafta karagöz perdesi sol tarafta ise kukla perdesi vardı. Hatta ipli kukla bile yapmıştık. Tabii bunları oynatacak adamlara da ihtiyaç vardı. İsmail (İsmail Ökke- Bu kitabın yazarı), Teyze oğlum Metin ve Veysel kendi kuklalarını konuşuyor ve de oynatıyordu. Diğer kuklaların tamamını ben konuşuyordum. Karagözü de ben oynatıyordum. Gösterilerimiz çok beğenildi. Yaptığımız işi biz de beğenmiştik. Şenlikten sonra yeni bir karagöz perdesi yapıp kreşlerde karagöz gösterisi yapmaya devam ettik. Adımız bilinir olmaya başladı… Şenlikte bize plaket vermişlerdi. Bu sırada Adana İl Kültür Müdürü Mehmet Göl, bu olayı izlemiş. Daha sonra bizi arayıp “Adana’da bir Kukla Karagöz Festivali yapılacak; sizin de bu festival de gösteri yapmanız için adınızı listeye yazıyorum. ” dedi. Ben: “Olmaz, biz daha çok yeniyiz, rezil oluruz” dediysem de, Mehmet Bey listeye aldı. “Ben yazdım o kadar” dedi. Festival Unima tarafından gerçekleştirilecek 1992 Aralık gibi. Uluslararası bir festival olacaktı. Nihayet festival günü geldi. Konuklarda geldiler. Biz çok heyecanlıyız. Yabancı konukları merak ediyoruz. Hepsi ile tanıştık. Türkiye’nin Baba Karagöz’cüleri gelmişler. Festivalin açılış günü tiyatroya küçük bir sahne kurdular. Her sanatçı kısa bir muhavere yapacak. Biz seyrediyoruz. O arada: “Hadi bakalım sıra sen de” demezler mi? Dediler de; ben de tasvir yok! Getirmedim. O arada, Rahmetli Hadi Baba, (Hadi Poyraz) bana kendi tasvirlerini verdi. Ben de çıkıp oynattım. Bu benim ilk Uluslararası gösterim oldu. Unima Başkanı Mevlüt Bey ile tanıştık. Mevlüt Bey’in bize önem verdiğini konuşmalarından anladım. Bize bir okulda (Yavuzlar İlköğretim Okulu) gösteri yapma görevi verdiler. Gittik o okulda oyunumuzu oynadık; ama bizi gelip kimse izlemedi. Yani Unima üyelerinden izleyen olmadı. Biraz garipsemiştik. Kadim karagözcülerle yeni karagözcüler arasında küçük bir alay konusu vardı. Eskiler asetattan tasvir yapılamayacağını savunuyorlardı. Benim karagözümde asetattandı belki ondan… Kısaca bir uluslararası festivalde eski karagözcülerle birlikte, farklı ülkelerden gelen kukla sanatçılarını ve kuklalarını tanıma fırsatı bulmuştuk. Mevlüt Bey bizi Unima üyesi yapacağını söyledi. Yani biz çok kısa zaman da uzun bir yol katetmiş olduk. Festivalden sonra biz yine kreş ve anaokullarında gösteriler yapmaya devam ediyorduk. Bir gün Haluk Uygur Bey’le tanıştık. Şimdi nasıl ve nerede tanıştığımı hatırlamıyorum; ama o bizi Lions Kulübü’nün toplantısına bir Ramazan akşamı için davet etmişti. O toplantıda biz, kısa bir muhavere yapıp Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda karagözün yerini anlatmıştık. Dostluğumuz oldukça ilerledi Haluk Bey’le. Daha sonra başkanlığını yaptığı Afad’ın (Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği) bir sergisinde ya da bir 13 Kare Festivali’nde bize gösteri ve söyleşi yapmak için yer verdi. Gösteri ve söyleşimizi yaptık. Adana Sanat Konseyi’ni birlikte kurduk. Daha sıkı bir dostluğa doğru yol almaya başladık Haluk Bey’le… Bu arada biz İsmail’le (Ökke) birlikte İskenderun festivaline katıldık. “Sivas’ta Madımak Oteli’nin” yandığı güne denk gelmişti. Hiç unutmam… Artık asetattan da olsa bütün tasvirlerimi tamamlamıştım. Yeni oyunlar MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 27 yazmaya başladım. Mut Kayısı Festivali’nden davet geldi. Gidip gösteriler yaptık. Mut dönüşü Ankara’ya gittim. Amacım Türkiye’deki festival günlerinin listesini almak. Çünkü festivaller hem çok eğlenceli hemde çok öğretici idi. Bakanlığa gidip bizim işlerle uğraşan; HAGEM’e (Halk Kültürünü Araştırma Geliştirme Genel Müdürlüğü) uğradım. Hagem Genel Müdür Yardımcısı festivalde tanıştığımız Mevlüt Bey idi. Yanına vardığımda beni gayet hoş karşıladı. Oldukça uzun sohbetler ettik. Anladım ki; festivalle ilgili gerçek bilgi listesi yok. Mevlüt Beye veda ederken beni UNIMA üyesi yaptı. Fazladan form verdi İsmail’de sonradan üye oldu. Hayali Torun Çelebi’nin (Hayali Küçük Ali’nin torunu) adresini alıp doğruca yanına gittim. Onunla baş başa birkaç saat zaman geçirdim. Sohbetimiz sırasında çok önemli bilgiler verdi bana. Deri tasvirin nasıl yapılacağını seslerin karagözde neden birbirinden farklı olması gerektiğini anlattı. Ben sadece dinledim. Onun anlattıkları ile hemen “He!” deyince tasvir falan yapılamaz. Uzun bir soluk istiyor. Tabii, anlattıklarının çok faydası oldu. Bizler ustasız yetiştiğimizden, bu sözlü bilgilerin benim için önemi çok büyüktür…) Ankara’dakilerin bana telkin ettikleri şey: “Nasılsa karagözcü yetişiyor. Sen kuklacı olarak yetişmelisin” oldu. Ama ben karagözü daha çok sevdim onu yapıyorum. Çünkü sesime güveniyorum. İzleyenler de beğeniyorlar… Adana’ya döndüm. Bulabildiğim tüm karagöz kitaplarını alıp okuyorum. Hatta bazılarını ezberliyorum. Nurettin Sevilen’nin muhavereleri ile başlamıştım. İlk başlarda onunla devam ediyordum. Daha sonra Cevdet Kudret’in 3 ciltlik kitabını buldum. Metin And’ı okudum. Kısaca açlığımı gidermeye çalışıyordum. Bu çalışmalarla birlikte uzun süre kreşlerde karagöz gösterisi yapmaya devam ettim. Bu faaliyetler Adana’da Karagöz ve geleneksel tiyatronun yeniden doğuşudur. 28 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 29 Haluk Uygur ile tanıştıktan sonra Adanalı fotoğrafçıların yaşadığı elim bir kaza ile gelen 13 kişinin ölümü, herkesi, bütün Adana’yı üzmüştü. Bir yıl sonra yapılan anma gününden başlayarak hemen hemen bütün 13 Kare Günleri’nde (Sonradan adı festivale dönüştü) gösteri yaptım. Artık hayatımı karagözle kazanıyordum. Fırsat bulduğum her yerde karagöz gösterisi yapıyordum. 19 Kasım 1995 yılında Kapadokya bölgesine fotoğraf çekmeye giderken elim bir kaza sonucu ölen 13 fotoğrafçının anısına her yıl düzenlenen anma günü; Haluk Uygur’un önerisi ile kabul edilmiştir. Daha sonraları çeşitli fotoğraf ve sanat etkinlikleri ile 13 Kare Sanat Festivaline dönüştürülmüştür. Tarih sırasını diyemem; ama mesela, Mavi Market’in önünde yaz günü her akşam Namık arkadaşımızın organizasyonu ile gösteriler yapıyordum. Osmaniye Zorkun Yayla Şenliği Festivali’ne katıldık. İsmail’le birlikte adımız duyulmaya başlamıştı. Çarşı içinde çok eski harap bir binayı arkadaşımız Hilmi sayesinde cüzi bir bedelle kiraya tuttuk. İçine girilecek gibi değildi. Bir hafta boğuştuktan sonra temizleyip beyaz kireç badanasını yaptık. Hala oturulacak gibi değildi. Çünkü kedi boyunda fareler cirit atıyorlardı. Son çare olarak metrelerce Jüt (Telis çuvalı bezi) satın aldık. Duvarı baştan aşağı kapladık. Bu kez olmuştu. Hem tozdan kurtulduk, hem de otantik bir hava geldi. Sonra bolca fare zehiri alıp her yeri ilaçladık. Kapatıp bir hafta bekledikten sonra yeniden bir temizlikle oturulacak hale geldi. Ön taraf ofisimiz arka bölümde atölyemiz oldu. UNIMA’nın gönderdiği festival takviminden. Kendimize uygun gördüğümüz bir festivale müracaat edelim dedik. O sırada benim büyük oğlan bir bilgisayar getirdi büroya, kendi işlerini yapmak için. Biz de fırsatı değerlendirip, İnternetten Macaristan’ın Gyor kentinde yapılan “Vaskagas Festivali’ne” başvurduk. Bir zaman sonra bize bir telefon geldi. Telefondaki Bayan Macarca konuşuyordu. Bir türlü anlaşamadık. Çat pat İngilizceden sonra Kabul edildiğimizi anladık. Faksla forum geldi, katılım şartlarını okuyup doldurup gönderdik. Bir özel firmanın sponsorluğunda bir miktar da kendi cebimizden koyarak pasaportları hazırlayıp, İstanbul’a geldik. Bu arada Turgut Bağır’da bizimle gelecekti. Çünkü onun yazdığı “Cazular” adlı oyunu festivalde göstereceğiz. Ancak tam da o günlerde Turgut’un babası vefat etti. Dolayısı ile bizimle gelemedi. Biz de onun yerine Harun isimli arkadaşımızı götürdük. O iyi İngilizce biliyordu. SİRKECİ’ DE BAŞLADI MACERAMIZ Ekonomik olur, diye trenle gitmeye karar vermiştik. Sirkeci’de Gar Müdürü’nün bize gereksiz attığı fırçayı unutmadım; ama fazla da anlatmak istemiyorum. Sınırdan Bulgar hududuna girip bir süre yolculuk ettikten sonra gecenin geç saatlerinde iki sarhoş kondüktör bizi uyandırdı. Bulgarca bir şeyler söyledi, biz sadece “kumşu” olan kısmını anladık. Pasaportları istediler. Alıp gittiler. Biz şaşkın şaşkın arkalarından bakıp kaldık. Yarım saat sonra biri geldi. Almanca bilip bilmediğimizi sordu. Harun İngilizce cevap verdi. Kondüktör sarhoş ağızla tam olarak ne söylediği anlaşılmadan hızlı hızlı konuşuyordu. Sonunda yarım yamalak ta olsa anladık ki; Bizim bagajımız çok fazla imiş. Kişi başı 20 Mark vermemiz g e r e k i y o r mu ş . Ben itiraz edecek oldum. Biraz sesimi yükselttim. Adam köpürdü bağırmaya başladı. Sonra anladık ki, bize şunu demeye çalışıyormuş.” Ben pasaportlarınızı yırtıp atarım, sizin içinde kaçak giriş yaptılar diye tutuklarım” diyor. Çaresiz pazarlığa girdik. Adam başı 10 Mark ödeyip pasaportları geri aldık. Tam rahata kavuştuk derken sabah sabah bir kondüktör geldi: “Bu tren buradan sonra gitmeyecek, aktarma yapacaksınız” demez mi? Bir telaş aldı bizi. O kadar eşyayı nasıl ve nereye taşıyacağız. Aktarma yapılacak trenin her yeri dolu. Kapıları açmıyorlar. Boş bir kompartıman bulduk, eşyaları içeri doldurduk. Kendimizi içine attık. Başımıza bir kondüktör dikildi: “Burası yataklı vagon, kişi başı 20 Mark vereceksiniz. 50 Mark MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 31 da eşyalar için” dedi. Haydaaa… Al başına belayı. İtiraz ettik bağırış çağırış sonuç yok. Bir sürü insan birikti başımıza, kimse dil bilmiyor. İngilizce işe yaramıyor. Neyse, başınızı ağrıtmayayım. Kuzu kuzu anlaşıp paraları saydık. Tekrar anlatmayayım. Yugoslavya sınırına girdik. Kurtulduk diye düşünürken adamlar bizi karşı tarafa satmışlar. Bindiler boynumuza inmiyorlar. Ödedik kefaretimizi. Kurtulduk. Macaristan sınırına girdik. Bekliyoruz başımıza ne gelecek diye. Hayret! Hiç bir şey olmadı. Yorucu bir 40 saatten sonra Budapeşte garına girdik. Başka bir trenle de Györe vardık. Bizi gar da karşıladılar. Araca bindik. Yolboyu başımızdan geçenleri ağlaya ağlaya anlattık. Çok üzüldüler. Hemen Yugoslavya Türk Konsolosluğu’nu aradılar. Durumu anlattılar. Konsolos Bey benimle görüştü. “Geçmiş olsun” dedi. “Sıkıntılar yaşamışsınız.”. “Evet” dedim “öyle oldu.” “Neyse” dedi, “Yapacak bir şey yok. Siz ucuz atlatmışsınız. Başkalarının bütün paralarını eşyalarını soyuyorlar.” dedi. Telefonu kapattım. Györ Vaskagas tiyatro müdürü bana bakıyordu. O na sadece gülümsedim… Bizi otelimize götürüp yerleştirdiler. Yol boyu yaşadıklarımızı unutturacak kadar güzel beş gün yaşadık. Bir gün sonra bizim gösterimiz olacaktı. Kapalı salonda hazırlıklarımızı yaptık. Oyun saati geldiğinde, 300 32 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I kişilik salon doluydu. Hatta ayakta izleyenler oldukça çoktu. Seyircilerin elinde bir broşür verdik. Ankara Dil Tarih’deki Macar dilleri bölümün de bir hocaya yazdırmıştık; hem de Macar harfleri ile. Herkes o broşürü okuyordu. Neyse, oyunumuzu oynadık. Uzatmayayım. Herkes bizi alkışlıyor; ama yüzleri de gülüyordu. Biz küçümsüyorlar sandık.”İsmail, bak halimize gülüyorlar”dedim. Oysa herkes bizi tebrik etmek için yarışıyordu. Çok mutlu olduk tabii. Festival bitti, son gün. Tüm katılımcılar toplandı. Festival komite başkanı mikrofondan bir şeyler söylüyor. Rehberimiz “ Bak Mahmut sizden bahsediyor” dedi. Dikkatle dinlemeye başladık. Rehberimizin anlattığına göre bizim yaptığımız Geleneksel sanatı yaşatmakmış. Oysa çoğunun çalışmalarında teknolojiden yardım alındığı için modern oluyormuş. Buna benzer şeyler söyledi. Sonra da bizi çağırıp kocaman bir yeşil vazo ile üzerinde “Diploma” yazan bir belge takdim ettiler. Giderken sıkıntılar yaşasak da dönüşümüz gayet mutlu ve verimli geçmişti. İki ay sonrası için bizi, bu kez Budapeşte’ye Kolibri festivaline davet ettiler. Geleceğimizi söyledik ve de gittik. Bu kez de Turgut ve İsmail’le birlikte gittik. Güzelde oldu yine beş gün uluslararası kuklacıları tanıma fırsatımız oldu. Şunu da belirtmek isterim ki; Budapeşte’de bir festival nasıl yapılır, nasıl muhteşem olur’u gözlerimizle görüp yaşadık. Şimdi içimde ukdedir. Adana’da bir kukla karagöz festivalinin, uluslararası bir festivalin yapılması… YAŞAMIN HER ANI BİR OYUNDUR BU DA POLİTİK OYUN (Ben bir hatırlatma yapmak zorunda kaldım. Macaristan’a giderken paramızın yetmediği nedeni ile bize Güney Sanayi İşletmesi ile Ünkar Nakliyat sponsor olmuştu. Keza ikinci gidişimizde de Belediye Başkanı Aytaç Durak sponsor oldu. Ben bunu hatırlatınca Mahmut’un yarasını deştim.) “Dur önce şunu anlatayım da sonra geçelim” dedi. 1402’liklere yasa gereği af çıkmıştı. Ben bunu duyunca hemen belediyeye gidip durumu sordum. “Evet” dediler. “Şu evrakları doldur, getir.” Bütün evrakları tamamladım, personel müdürüne teslim ettim. O da bana “Tamam” dedi. Günlerden Cuma. “Pazartesi gel iş başı yap” dediler. Pazartesi geldiğimde beni personele çağırdılar. Müdür, önüme bir kâğıt uzattı: “Şunu imzala” dedi. Ben okumak için kâğıdı elime aldım. Aaaa! Bir de ne okuyayım. Beni işten çıkarmışlar. “Ne oldu, bu ne demek” diye sorunca? “Sana cumartesi Pazar görev verildi sen yapmayınca, işin başında olmayınca kanun gereği işine son verildi”… İşte size bir oyun… O sıralarda ben Kanal A Televizyonu’nda, sabah kuşağında haber yorumu yapmaya başladım. Tabii her sabah belediyenin faaliyetleri üzerinden Belediye Başkanı Aytaç Durak’ı eleştiriyorum. Bu eleştirilerim. Kinimden dolayı değil elbette. Ben yapılan işlerin bana ters gelmesinden dolayı eleştiriyorum. Neyse, bir gün bana: “Aytaç Bey seninle görüşmek istiyor, seni ziyaret edecekmiş” dediler. Bir ramazan günü iftar sonrasına kadar bekledim. Aytaç Bey geldi. Patronum Semih Bey karşıladı. Ona: ”Ben senin misafirin değilim. Bu gün Mahmut Bey’e misafir olacağım” dedi. Ofisime geçti. Kahveleri içerken sohbete başladık.”Beni çok fazla eleştiriyorsun, saldırgan davranıyorsun” dedi. Ben de ona: “Yaptığınız işlerin doğru olmadığını düşünüyorum” dedim. “Neyse, yarın seni makamıma bekliyorum. Gel orada devam edelim” dedi. “Peki” dedim. Ayrıldı. Ertesi gün, belediyeye başkanlık makamına gittim. Odasında beni karşıladı. Kravatını, ceketini çıkardı. “Gel” dedi “Seninle bir çay simit kahvaltı yapalım.” “Olur” dedim. Makamının arkasındaki küçük odada çay simit yerken konuşmaya başladık. “Şimdi seni biraz gezdireceğim” dedi. Çaydan sonra dışarı çıktık. Seyhan Nehri kıyısına, düzenleyici köprüye getirdi. “Bak” dedi, “Buralar nasıl olmuş?” Ben de “elbette iyi” dedim. Hilton’un karşısına geldiğimiz sırada keşke şuralara bir yere bir de kocaman fıskiye olsa 34 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I diye söyleyince “Aa!” dedi, “Ne güzel olur. Hemen söyleyim de yapsınlar.” Sonra Dilberler Sekisi’ne doğru gittik. “Bak” dedi; “Halk Atatürk Parkı’nın altına yapılacak otoparkı tartışırken, ben burada bir sürü ağaç kestim. Söyle bakalım nasıl olmuş.” Doğrusu çok güzel olmuştu. Nehir, göl olmuş etrafı gezilecek güzellikte bir yer olmuştu. Daha sonra beraber belediyeye döndük. Bırakmadı beni. “Şu tiyatro işini de konuşalım” dedi. “Bu işi konuşmak için bana randevu verdiniz. Benimle görüşeceğinizi söylediniz; ama görüşmediniz” dedim. Çok bozuldu. Bunun üzerine özel kalem müdürünü çağırıp; “Bak” dedi; “Önceden tiyatro kadrosu varmış, halen atıl ve boş durumda diyor Mahmut bey. Ne dersin?” Müdür; O kadronun boş olmadığını onları yerinden oynatamayacağını söyledi. Başkan: “Peki, bir formül bulup Şu tiyatroyu kuralım artık” dedi. Beni özel kalem müdürüne havale etti. “Siz bir formül bulup kurun artık” dedi. Ben de vedalaşıp ayrıldım belediyeden. Daha sonraları birçok kez özel kalem müdürü ile görüşme yaptıysam da; çeşitli bahanelerle tiyatronun kurulamayacağını bana söylediler. Ben de usandım, anladım ki; bu şartlarda tiyatro kurulamayacak, vaz geçtim. Çalıştığım televizyondan ayrılıp başka bir kanalda yine aynı işi yapmak üzere işe başladım. Yorumlarımı yaparken bir gün bizden bahset- tim. Macaristan’dan davet aldığımızı sponsor bulamadığımızı falan anlattım. Bunu başkan da dinlemiş. Beni aradı “Gel, görüşelim” dedi. Gittim. “Yurt dışına gitmeniz için ben belediye olarak size sponsor olmak istiyorum.” dedi. Ne kadar para gerekli diye sordu. Ben de: “Uçak paramızı verirseniz bize yeter” dedim. Başkan bilet paralarının bir kısmını bize verdi. (Bu arada ben devreye girip bir hatırlatma yaptım. Biz aslında Macaristan’a ikinci kez gidecektik. Rusya ile de görüşmelerimiz vardı. Basın da bunu haber yapmıştı. Başkanın aklında Rusya kalmış…) Neyse, biz Rusya’ya… Pardon Macaristan’a gidip döndük. Başkana da teşekkür etmek için bir tabak içine Karagöz Hacivat figürü bastırıp, randevu alıp başkanla buluştuk. Bir basın toplantısı gibi bir durum oluşturmuştu başkan. Tabağı takdim ettiğimizde: “Ben aslında plaket kabul etmiyorum. Ama bu çok güzel olmuş, saklamaya değer diye kabul ediyorum.” dedi. Bu arada başkan bize sürekli Rusya’yı soruyor. Biz biraz sıkıntıya girdik. Sonunda açıklamak zorunda kaldık. Neyse, durumu düzelttik. Hoş bir toplantı oldu… Macaristan dönüşü hem vizyonumuz genişlemiş hem de hayallerimiz çoğalmıştı. Orada izlediğimiz kukla oyunları bizi çok fazla heyecanlandırdı. Turgut’a bir oyun yazmasını önerdik. Bir efsaneyi kukla ile oy- namayı denemek istiyorduk. Turgut Bağır “Lokman Hekim Ve Şahmeran “hikâyesi diye bir oyun yazdı. Çalışma yerimiz yoktu. Ali Özsöyler arkadaşımıza durumu anlatınca, bize kendi yerini tahsis etti. Bir kış boyu orada kuklaların baş kısımlarını tamamladık. Daha sonra yine bir başka arkadaşımız Berber Hilmi “Size çok güzel bir yer buldum. Anahtarı da bende. Hemen girin, çalışmaya başlayın” dedi. Hemen kabul ettik. Daha önce anlatmıştım. Kısaca bir atölyemiz oldu. Kuklaları atölyede tamamladık. Toplamda 27 kukla vardı. Bu oyun kadrosu kalabalık, bütçesi pahalı bir prodüksiyon olacaktı. Kültür Bakanlığı’na müracaat etmiştik. Cevap geldi. Biz 2500 lira istedik, MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 35 onlar 150 lira verdiler. Tabii düşündüğümüz olmadı. Biz oyunu Seyhan Belediye Tiyatrosu oyuncuları ile bir kez oynamak zorunda kaldık… Bu arada sanat camiasını bir araya getirme çabası ile yoğunlaşıyoruz. SANAT KONSEYİ KURULUYOR (Mehmet Acevit’in döneminde karagöz gösterisi yapıyoruz. Daha sonra) Feyzi Ağabey Altın Koza’ya geçince, Altın Koza değişti. Festival için gittiğimiz Kastamonu’da gördüğümüz “Mahalle Evi” projesi çok hoşumuza gitmişti. Geldiğimde bunu Sanat Konseyi’nde anlattım. Feyzi Bey’e dokümanları getirdim. Bu arada tiyatrocuların bir kurum olması gerekiyordu. Daha önce kurulmaya çalışılan tiyatro platformu ile gelişen “Adana Tiyatro Derneği” kuruldu. Sanat Konseyi’ne kurum olarak katılmış olduk. (Sanat Konseyi Haluk Uygur’un öncülüğünde Feyzi Acevit, İsmail Timuçin, Mahmut Hazım Kısakürek ve Hüseyin Akşen tarafından kurulmuştur.) NOHUT ODA BAKLA MEKÂNIMIZ OLSUN İSTEDİK YIL - 2000 Bu uğraşların arasında bizim öz hayalimiz olan kukla tiyatrosunu yapma çalışmalarına başladık. Çakmak Plaza’da iki dükkânı kiralayıp aradaki duvarı gece güvenlikçisine kırdırdık36 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I tan sonra, İsmail ile ben baştan sona her şeyini kendimiz yaptık. Duvar boyalarını, perdeleri, sahneyi, gece gündüz çalışarak işi tamamladık. Bu sırada bize kimse yardım etmedi; çünkü kimsenin haberi yoktu. Olmasını da istemedik. Tabii hemen belirtmeliyim ki, bize para konusunda Bilfen Okulları yardım ediyordu. O zamanki İşletme Müdürü Gülin Yurdaer Hanım, bizim “Donkişot” olduğumuzu, bize mutlaka yardım edilmesi gerektiğini söylüyordu. Gerekli tüm yardımı onun sayesinde Bilfen Okulları’ndan aldık. Gereken para toplam da 4500 lira idi. Ancak okul 4 bin lirayı vermişti. Bizim de her işimiz bitmiş; ama yalnızca çocuk sandalyeleri eksik kalmıştı. Gülin Hanım idare ile görüştü. Onlar bütçeleri kalmadığını söylemişler. Gülin hanım üzgün geldi: “Parayı maalesef alamadım. Ben de onlara, maaşımdan kesilmek üzere avans verin dedim.” dedi. Ve böylece bu para bize verildi. Biz de gidip koltukları aldık. Yıl 2000… Daha sonraki yıllarda da Bilfen Okulları’nın birçok yardımını gördüm. Tiyatromuzda anaokulu ve kreş çocuklarına öğretici ve eğlendirici oyunlar oynuyorduk. Çocukların dışında veli de öğretmen de içeri giremiyordu. Çocuklar özgürce konuşma imkânı buluyordu. Bir sezon sonra, kendi ellerimizle yaptığımız gibi, bu kez olumsuz bir nedenle yine İsmail ile birlikte ağlayarak tiyatro- muzu yıkmak zorunda kaldık. Adana Tiyatro Derneği’ni de bu küçük tiyatromuzda kurmuştuk. Tiyatronun kurulmasına sebep olan bir oyun hazırlıyoruz. “Büyüklere Karagöz Oyunu’nu” oynuyoruz. “Kanlı Nigar”. Oyuna Belediye Başkan’ı da geldi. Oyunun sonunda fuayede kokteyl var. Başkanın etrafında ben, İsmail Timuçin, Fevzi Acevit var. Başkan vedalaşırken; Fevzi beye: “Kurun artık şu tiyatroyu Fevzi” deyip ayrıldı. Ertesi gün Fevzi Bey bizi çağırdı. Hüseyin Akşen, ben ve İsmail Timuçin Fevzi Bey’e gittik. Durumu konuştuk. Kuruluş sırasında neler istediğimizi bildirdik. Fevzi Abi okeyledi. Dosyayı hazırlayıp ihale ile tiyatro kuruldu. Büyük Şehir Belediye Tiyatrosu ilk olarak, Taner Barlas”ın yönetiminde “Resimli Osmanlı Tarihi” isimli oyunla perdelerini açtı… (Ben sözü ağzından aldım hayali Mahmut’un: Şimdi sözünü kesmek istiyorum burada. Bir flaş bek yaparak geriye dönelim. Çakmak Plaza’da birlikte yaptığımız tiyatronun, sezonun sonuna doğru başına bir iş geldi. Onu da anlatırmısın.) Çakmak Plaza’daki Kukla Tiyatromuz sezonun sonlarına kadar iyi gider halde idi. Ancak Mayıs ayında hiç beklenmeyen bir olay oldu. Dükkânların sahibi yüklenici bankadan kredi almış. Krediyi ödemeden de yurt dışına gitmiş. Banka Plaza’daki 70 dükkâna el koymuş. Bize bir resmi yazı geldi. Açıp okuduk. Haciz nedeni ile içinde bulunduğumuz dükkânı ya satın alacakmışız ya da bir ay içinde tahliye edecekmişiz. Aldı mı bizi bir düşünce! Valla ne yalan söyleyim fazla düşünmedik, kararımızı verdik. Bir gece gelip yine İsmail’le beraber günlerce emek verdiğimiz güzelim salonu kendi ellerimizle içine gözyaşı katarak taşımak zorunda kaldık. Böylece nohut oda bakla mekân yıkıldı. Tabii hayallerimizde… YIL 2001 Salon yoktu artık. Ama bu arada şehir Tiyatrosu’nda Taner Barlas’ın yönetiminde provalar başlamıştı. Yoğun tempoda heyecanla herkes çalışıyordu. UNIMA İzmir’de Uluslararası Festival düzenlemişti. Bizi de davet ettiler. Görev alıp orada oyun oynadık. Tabii yine yabancı kukla sanatçıları ile tanışmak, onların oyunlarını izlemek bizim için kazançtı. Bu arada yine Bursa’dan bir teklif geldi. Bu kez Bursa’ya “Karagöz Deniz Sefası” adlı bir oyunla gittik. Oyunu ben yazmıştım. Bursa’da çok beğenildi. Tekrar İzmir festivali, ardından Bolu Sempozyum’u geldi. Artık Festivallerde adımız bilinir, çağrılır olmuştuk. Adana’da özel bir tiyatroda iki tane çocuk oyunu sahneye koydum. Bunun birinde sen de oynadın. Adı “Tembel Karınca Çiçi” idi. En son seninle Samsun festivaline gittik. Festival dönüşü sen ayrıldın. Ben tek başıma devam ettim. Şehir Tiyatrosu’nda oyunlar da sürüyordu. (Ben de bunu burada yazmalıyım diye düşünüyorum. Mahmut’tan ayrıldıktan hemen sonra; Ben, Hüseyin Akşen ve Duygu Akşen’le birlikte birçok arkadaşla, Galeria’da yeni bir salon yapımına soyunduk. “Akşen Masal Evi Çocuk tiyatrosu” olarak Halen faaliyetine Gökhan Okşar yönetiminde devam ediyor. Ancak önce; Duygu Akşen ve Hüseyin Akşen, daha sonra da ben Tiyatro’dan ayrıldık.) Bu arada Sanat Konseyi faaliyetlerini sürdürürken farklı temsilciliklerin artması ile Kent Konseyi’ne dönüşme kararı alındı. Kent Konseyi kuruluşu sırasında emeği geçen Haluk Uygur’u ve Feyzi Acevit’i unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Ben de bu kuruluşta olmaktan büyük gurur duymaktayım. Devlet Tiyatrosu’nda oynamak için bir teklif aldım. Güner Sümer’in yazmış olduğu “Aşk Bir Masaldır” adlı oyunda rol aldım. Daha sonra da çocuk oyununda görev aldım. Şekip Taşpınar’ın sahneye koyduğu oyunun kuklalarını da ben yaptım. Ordu iline festivale gittik. Samed Behrengi’nin “Küçük Karabalık” oyunu çok beğenildi. (Aklıma gelmişken hemen sorayım. Sen Kültür bakanlığı tarafından “Somut Olmayan Kültür Mirası Taşıyıcısı” oldun. Birazcıkta o olaydan bahsedermisin?) Bir gün Kültür Bakanlığı’ndan bir yazı geldi bana: “Kendini tanıtan bir yazı ile gösterilerinden birinin CD sini yollar mısın?” dediler. Ben de hazırladım yolladım. Daha sonra beni sınava çağırdılar. Sınavı da geçtim. Ankara’da geçtiğimiz günlerde karagözle ilgili bir çalıştay yapılmıştı. UNESCO’nun istediği bir yol haritasını o çalıştayda hazırladık. Başbakanlık da altına imza attı. Bunun üzerine de UNESCO, Karagözü, Somut Olmayan Kültür Mirası olarak tescilledi. Yani bakanlık bu nedenle sınavdan sonra bize bir belge ile kimlik verdi. Şimdi ben serüvende mümkün olduğunca edebi dil kullanmamaya çalıştım. Kahramanım Fevzi Acevit Mahmut Hazım Kısakürek: “Hayat devam ediyor. O halde sanatımı da sürdürmekle görevliyim” diyor. Hayali Küçük Ali’nin yankılanan sesinden sonra, Hayali Mahmut’un da sesinin Çukurova’da nice uzun yıllar yankılanmasını yürekten istiyorum. Biliyorsunuz Meddahlar sözün bitiminde: “Her ne kadar sürç-ü lisan etti isek af ola,”diye sözü bitirirler. Bu kez Hayali Mahmut’un yerine benim söylemem gerekiyor elbette. Her ne kadar sürç-ü lisan etti isek af ola. Adana’da yaşayan; Türkiye Somut Olmayan Kültür Mirası taşıyıcısıyım. Devlet Tiyatrosu Müdürü, bir sohbetimizde bana: “Karagözü önümüzdeki sezonda uygun bir saatte göstermeni istiyorum” dedi. Ben de “Seve seve kabul ederim” dedim. Sonunda 18:00 oyunları olarak fuayede gösteri yapmak üzere anlaştık. Fakat… Fakat. Bu yaz başıma diyabetten kaynaklanan bir virüs musallat oldu. Onun etkisi ile zor bir dönem geçirmeye başladım. Bu proje askıda kaldı. Bu yıl Ramazan etkinlikleri nedeni ile oldukça yoğun çalıştım. Bir ayın sonunda vücudum dama dedi. Ve ben yoğun bakımda yatmak zorunda kaldım. Birkaç aydır da belden aşağımın tutmadığı bir durum yaşamaktayım. Biliyorum bu zor dönem geçecek. Ben yeniden sanatımı icra edeceğim. Hatta etmeye başladım bile. Öncelikle tekerlekli sandalyeden kurtuldum. Bastonla da olsa yürümeye başladım. Tiyatro Festivali’nde gösterilerime başladım. Yani artık çok fazla sorun kalmadı. Bu sorunlarımla da baş etmemde en büyük destekçim ailem ve dostlarım oldu. (Hemen sözünü kestim. Tam da istediğim noktaya geldik. Bana önce Eşin Perişan’ı (Perihan) Sonra da çocukların Refik’le Yaren’i anlatırmısın?) Perihan çok evcimen, bir o kadar da titiz bir kadın. Ailesine ve çocuklarına çok düşkün. Vefakâr, fedakâr biri. İnsani ilişkileri de oldukça güçlü. Bu aileyi kollayıp gözeten anaç bir düşünceye ve kişiliğe sahip, evinin kadını. Evi de çekip çeviren o zaten. Şu son yaşadığım olumsuzlukları o olmasaydı bu kadar çabuk ve kolay atlatamazdım. Her konuda bana yardımcı. Ona çok şey borçluyum. Refik’in ise sanatçı ruhu, sanata yatkınlığı onun müzisyenlik yolunda çabalamasına neden oldu. Saygılı, sevgi dolu bir yapısı var. Müthiş bir paylaşımcı. O yüzden de oldukça fazla arkadaşı, geniş bir çevresi var. Konservatuarı bu yıl bitirmek üzere. Beni hiç üzmeyen oğlumu çok seviyorum. Yaren; Kızım. Abisinden geçen müzik sevgisi onu da konservatuara itti. Daha önceden aldığı müzik eğitimi okulda başarılı olmasına katkı sağladı. Kızım çello eğitimi alıyor. Öğret- meni onun çok çalışmadığını söylese de, arkadaşları ona gün boyu kapalı oda da çalışma yaptığı için “Yarasa Yaren” ismini takmışlar. Ailenin en küçüğü olduğundan mıdır bilmem, biz onu çok seviyoruz… (Diğer çocuklarını soracak oldum…) Önceki eşimden üç çocuğum var. Aydın, Başak ve Özgür. Beş tane de torunum var. Kendilerinden vaz geçtim. Torunlarımı göremiyorum. Sevemiyorum. Aydınla görüşmüyorum. Özgür ve Başak İstanbul’da. Beş torunla, torun hasreti çekiyorum. Allah’tan Perihan’ın iki yeğeninin çocukları gelip gidiyor da, torun sevgisini onlarla karşılıyorum. (Hayatını anımsadıkların kadarı ile anlattın. Saatler süren söyleşimizin de sonuna geldik. Elbette eksiklikler, unutmuşluklar, unutulmuşlarda Olmuştur. Kızgınlıklarını, küskünlüklerini de anlattın. Bu arada dostlarının arkadaşlarının, ilişkili olduğun insanların isimlerini de yâd ettik. Çoğu kez kızgın, kırgın olsan da saygı ve sevgi ile yaklaştığını biliyorum. Söyleşiyi bitirmeden önce söylemek istediğin son sözlerini alabilirmiyim?) Tiyatroya, sanata adanmış bir ömrü sonuna kadar sürdürmek istiyorum. Son dönemlerde rahatsızlığım nedeni ile ara vermiş gibi görünsem de şimdilik iyi olduğumu daha da iyi olacağımı söylemek isterim. Hatta karagöz gösterilerime başladım bile. Oluşturabildiğim bir ortam da “Büyüklere Kukla Eğitim Semineri” vermek istiyorum. Yaptığım işlerden çok yaşadıklarımı anlatmaya çalıştığımı sanıyorum. Şu olgunluk ve ustalık dönemimde mümkün olduğunca bilgi ve tecrübelerimden yararlanacak kişi ve kuruluşlarla muhatap olmak isterim. “Hayat devam ediyor. O halde sanatımı da sürdürmekle görevliyim…” (Çok kıymetli okurlar. Adana’ya Güç Verenler Projesi içinde bana verilen yazarlık görevini başarabildim mi, bilmiyorum? Ancak Kahramanımın öz dilinden anlatmasını istediğim bu serüvende mümkün olduğunca edebi dil kullanmamaya çalıştım. Kahramanım Mahmut Hazım Kısakürek: “Hayat devam ediyor. O halde sanatımı da sürdürmekle görevliyim” diyor. Hayali Küçük Ali’nin yankılanan sesinden sonra, Hayali Mahmut’un da sesinin Çukurova’da nice uzun yıllar yankılanmasını yürekten istiyorum. Biliyorsunuz Meddahlar sözün bitiminde: “Her ne kadar sürç-ü lisan etti isek af ola,”diye sözü bitirirler. Bu kez Hayali Mahmut’un yerine benim söylemem gerekiyor elbette. Her ne kadar sürç-ü lisan etti isek af ola. MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 39 Bu kitap Seyhan Rotary Kulübü’nün ve Güney Rotary Kulübü’nün katkılarıyla basılmıştır. İsmail ÖKKE 1947 Darende doğumludur. 1 Yaşından beri Adana’da yaşıyor. Erkek Sanat Enstitüsünde okudu. Uzun yıllar tiyatroyla uğraştı. Unima Üyesidir. Tiyatro Derneği kurucu üyesidir. 7 yıl önce fotoğrafla tanıştı. AFAD’da temel fotoğraf eğitimi aldı. Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu kurucu üyelerindendir. Fotoğrafın bir anlatım dili olduğunu anladı. “S. Haluk UYGUR Paylaşım Atölyesinde” İleri Fotoğraf ve Felsefe eğitimi aldı. Ahmet Selim Sabuncu, Oktay Çolak, Sadık Demiröz gibi ustalardan dersler aldı. Işıl Özgentürk’ün “Sinema Eğitimi” çalışmalarına katıldı. Çeşitli projelerde ortak sergi ve sunumlara katkıda bulundu. Siyah-Beyaz fotoğrafları elle boyayıp “Renklendirdiğim Adana” isimli ilk kişisel sergisini açtı. FİAP üyesidir. Halen Altınoran Düşünce ve Sanat Platformunda uygulanan projelerde çalışmaktadır. Kurgu fotoğrafı ve portre çekimlerine ağırlık verirken arada bir minimalist çalışmalar yapmaktadır. Fotoğrafın kendini değiştirdiğine inancı ile başkalarını da değiştirebileceğine inanıyor.