Faruk Arslan - Petrol Satrancı www.CepSitesi.Net Ortadoğu’dan Kafkasya’ya Türkistan’a PETROL SATRANCI TANITIM Bu kitapda, petrol ve doğalgaz sahibi ve nakil güzergahlarında olan Ortadoğu’dan Kafkas ülkelerine ve Türkistan’a kadar uzanan son 15 yılda petrol üzerinde oynanan satranç oyunlarını bulacaksınız. Bir tarafta Şah ABD, Veziri İngiltere, Kaleleri Türkiye ve İsrail, Atları Irak ve Azerbaycan, Filleri Ukrayna ve Gürcistan ile petrol satrancında Ermenistan, Kırgızıstan, Türkmenistan, Afganistan, Özbekistan ve Kazakistan’ı piyon olarak kullanıyor; hamlelerini ‘ terörizmle savaş’, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler söylemleriyle, kanlı veya kansız kadife devrimleriyle yapıyor. Rakibi Şah Rusya, Veziri Çin, Kaleleri Hindistan ve İran, Atları Kazakistan ve Türkmenistan, Filleri Ermenistan ve Beyaz Rusya ile satrançta Çeçenistan, Gürcistan, Tacikistan, Özbekistan, Moldovya ve Kırım’ı piyon olarak kullanmak istiyor; Karabağ savaşını, defalarca karışan Ermenistan’ı, Abhazya, Acarya, Osetya , Ahalkeleki sorunlarıyla ile köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Suikastla öldürülen Çeçen Liderler Cevher Dudayev ve Aslan Mashadov’un umutsuz yem olmama mücadaleleri, petrol satrancında yok edilen Çeçen milletinin dramını yansıtıyor. Satrançta ‘Kadife bir devrim’le emekli edilen Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze ve Ukrayna’da yönetim değişimini sağlayan’ Kestane sivil devrim’de aslında ABD’nin petrol boru hatları güzergahlarını sağlama alma girişimiydi. Gürcistan’da ‘kırmızı’ devrim ya da ‘gül’ devrimi, Ukrayna’da ‘kestane’ devrimi ya da ‘turuncu’ devrim ve Kırgızistan’da ‘sarı’ devrim ya da ‘lale’ devrimi, enerji imparatorluğuna oynayan ABD’nin petrol uğrunda oynadığı satrançta rengarenk demokrasi darbeleriydi! Şah’ın yardımcıları, eylemleri destekleyen Batılı sivil toplum kuruluşları; George Soros’un Açık Toplum Vakfı ile Freedom House, ABD’nin önde gelen demokrasi savunucusu kuruluşları, Ulusal Demokrasi Fonu (NED), Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) ve Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) bulunuyordu. Eylemler, örgütlü üniversite gençliği tarafından disiplinli bir şekilde yürütülmüştü. Gençlik örgütleri birbirine benzese de isimleri ülkeden ülkeye değişiyordu: Sırbistan’da Otpor (Direniş), Gürcistan’da Kmara (Yeter), Ukrayna’da Pora (Zamanı), Kırgızistan’da Birge (Birlikte). Büyük Ortadoğu Projesi ile petrol kaynaklarının başına geçip enerji yollarını kontrol altına almaya çalışan ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün başarısının en çok etkileyeceği ülkelerden biri de Vezir Çin’dir. Çin ve Rusya’nın karşıt atakları, nakil güzergahlarında yer alan toprakları kan gölüne çevirebilir. Çin’in bağrına hançer saplamak için işgal edilen Afganistan ve ayaklandırılan Kırgızıstan’dan sonra Ermenistan, Moldova, Kazakistan ve Özbekistan’da renkli petrol darbeleri beklenebilir. ABD’nin ‘ Büyük Ortadoğu Projesi’ satranç tahtasında petrole endeksli akıtılacak kanın haritasını çizmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Türkistan petrol uğruna yeni rengarenk demokrasi soslu devrimlere, darbelere, liberal veya kanlı dönüşümlere gebedir. Petrol diplomasisi ve politikalarının uzman yazarı Faruk Arslan, size Ortadoğu’dan Kafkasya’ya Türkistan’a kadar akıtılan petrol kanlarını bir satranç maçı izletir gibi aktarıyor. ÖNSÖZ PETROL KANA DOYMUYOR Petrol, yirminci asrın en kıymetli hammaddesi ... Milenyumda petrol yine herkesin gözdesi. Dünyanın en kudretli ve rakipsiz hammaddesi haline getirildikten sonra, petrolün yeryüzüne çıkarılabildiği her yerde ihtilaller, kıtaller, hükümet darbeleri birbirini kovalamış ve petrole sahip memleketlerin halkları hiç bir zaman rahat nefes alamamıştır. Bugün medeniyetin teknik inkişafında hala en mühim hareket ve enerji kaynağını teşkil eden petrol, aynı zamanda, dünya siyasetinin de açık-kapalı mücadele mevzularından biri ve belki başlıcasıdır. 20. asrın sonuna gelindiğinde dünyada, o cümleden Kafkasya'da değişen siyasi, ekonomik atmosfer ve olaylar yeni bağımsızlığını kazanmış Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ı jeopolitik, jeostrajetik ve ekostrajetik açıdan çok önemli bir konuma getirdi. Hazar'ın tabi servetlerinin nakil ve dağıtım merkezi haline gelecek Türkiye'nin ise stratejik önemi daha da arttı. Azerbaycan petrolünün, yanı sıra Hazar'a kıyıdaş diğer ülkelere ait petrol ve gaz rezervlerinin uluslararası piyasalara nakli sorunu, dünyanın gözlerini Hazar'a ve Trans- Kafkas'a çevirdi. Herkes aç kurtlar gibi petrol ve gaz rezervlerini paylaşma ve pazarlama peşine düştü. Yabancı petrol şirketleri, petrolü nakletmekten önce petrolü paylaşmak için amansız bir mücadeleye başladı. Ve petrolün kanı, 70 yıl aradan sonra bölgeye dönüş yaptı. Petrol pastasından büyük parçayı koparmak için yarış içine giren şirketler, ülkelerini ve istihbarat örgütlerini de hızla bölgeye çekti. Böylece Hazar petrolü, ABD, İngiltere, Fransa, Norveç'ten Japonya'ya OPEC üyelerinden İsrail'e, Çin'e kadar geniş bir coğrafyayı ilgilendirir hale geldi. 2004'e girerken pasta paylaşımı tamamlanmıştı, sıra petrol güzergahlarında savaşa gelmişti, ancak kan durmamıştı. Gürcistan’ın eski Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'ye yapılan üç suikastın petrol suikastları olduğunu bizzat kendisi ifade etti. Yazılamamış suikastları ve darbeleri gerçekleştirenler, Rusya'nın dış ve iç istihbarat örgütünün kural tanımaz elemanları ve çıkarları uğruna herkesi harcayabilecek Batılı petrolcüler ve istihbaratçılarıydı. Olayların şahitleri ve kaynaklarını petrolün kanını takip ederek buldum, hiç bir ayrıntıyı atlamadan yazmaya çalıştım. Afganistan'ın ve Irak'ın işgali, Gürcistan'da Şvardnadzenin en güvendiği ABD tarafından kadife bir darbe ile indirilmesi, 11 Eylül faciası sonrası resmen şahin politikalarla uygulamaya konmaya başlayan yeni dünya düzeninin ürünüdür. ABD’nin ‘ Büyük Ortadoğu Projesi’ petrole endeksli akıtılacak kanın haritasını çizmektedir. Kimsenin barışmadığı tektaraflı ABD politikaları petrolcülerin eseridir. Petrolcüler kesinlikle Irak'a demokrasi gelmesi ile ilgili değiller. ABD, petrolün denetimlerine girmesinin ardından 11 Eylülün asıl gizli suçlusu görülen Suudi Arabistan'a bağımlı konumdan kurtulup cezasını vermeye hazırlanıyorlar. 2000’de başlayan ABD Başkanı Bush'un döneminde izlenen tüm radikal politikalar, ‘terörizmle savaş’ adı altında yutturulmaya çalışılıyor. Oysa gerçekte petrolcüler, petrolün sahibi ülkelerin kaprislerinden bıktılar. 11 Eylül ve terör saldırıları bahaneleri ile yeni Red-Line çizgileri çiziliyor, haritalar değiştirilmeye çalışılıyor. İran, Lübnan ve Suriye bu bağlamda kilit ülkeler. 1990-2000 yılları arasında Petrol diplomasisi ve darbelerin, kaosların her anı ile birlikte yaşadım. Son beş yıl ise Kanada'dan ABD'nin ve petrolcülerin oyunlarını adım adım medyadan izledim. Tüm bilgi ve haber kaynaklarına 10 yıl birinci elden kendim ulaştım. Petrolle ilgili 3000'den fazla habere imza attım, Kafkasya ve Rusya ile ilgili 2005’e kadar binlerce haber ve köşeyazısı kaleme aldım. Bu kitap petrolün kanlı tarihine kısaca göz attıktan sonra Kafkaslar ve Türkistan’daki son 15 yılını petrol diplomasisi penceresinden inceliyor ve gayri resmi tarihinide yansıtıyor. Pek çok haberi bizzat kaleme aldığım için bu konuda araştırma yapan akademisyenlerden önemli bir farkım var: Ben aynı zamanda kendi başıma bağımsız bir kaynağım. Kitabı yazmaya 1995'de başladım. 2000 yılında taslağı bitirdim. 6 yıllık uzun araştırmaların sonucu ufak ufak toplanan istihbaratlarla yazılan haberlerle bütünün parçaları oluştu; eksik bölümleri tamamlamak kolay olmadı. Bir handikapla da karşı karşıyaydım. Bitmemiş bir mücadelenin öyküsünü yazıyordum. Diplomasi olaylarının anlatımı genelde insanları sıkar. Bu nedenle bir film izletir gibi heyecan veren esrarengiz olayları gizemli biçimde anlatarak epik öyküleme üslubunu kullandım. Ancak sansasyona başvurmadım. Pek çok çevreden tenkit ve gerçeklere yalanlama geleceğini biliyorum. Benzer kitap ve çalışmalar mutlaka olacaktır; ancak hiç biri olayların canlı tanığı olan bu satırların yazarı kadar bu mücadeleye yakın olamazdı. Umarım tarihe ışık tutan bu gazetecinin objektif izlenimleri tarihin izdüşümüne kalıcı notlar bırakacak. Bu alanda araştırma yapan master ve doktora öğrencilerine kaynak teşkil edecektir. Rus-Amerikan, Amerikan-İngiliz Türk-İran nüfuz mücadelesi, 20. yüzyılın sonunda başlayan soğuk savaşın 21. yüzyıla taşınmasına yol açtı. Rusya ve İran'a bağımlı olmayan enerji otoyolları açılması gereği bu savaşın temelini oluşturuyordu. Türkiye bu mücadelelerin tam ortasına düştü. İlk roundu Rusya ve İran kazandı. Trans-Hazar iptal edildi; Mavi Akım ve İran hattı yapıldı ve gaz nakli başladı. Afganistan’in işgaliyle Türkmen gazına Unocal’ın sunduğu Afganistan hattı projesi Bush dönemimde öncelik kazandı. Baku-Ceyhan hatının kullanıma açılmasıyla 2. roundu Batı kazandı. Abcak petrol güzergahları kan kokuyordu. Bundan sonra savaş bu yollarda verilecekti. Çin ve Rusya ABD’nin enerji imparatorluğunun karşısına çıkacaktı. Rusya ve İran pes etmemişti. Kafkaslarda petrol yüzünden onurlu bir millet Çeçenler yok edilirken dünya bu vahşete seyirci kalıyordu. Bu süreçte Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan defalarca karıştırılıyordu. Darbe, suikast, iç savaş , etnik çatışmalar olağan hale gelmişti. Kafkas'ın kaderi petrol endeksleşmişti. Karabağ direkt, Abhazya, Güney Osetya savaşları dolaylı olarak petrol kavgasının komplikasyonlarıdır. 100 yıl önce Bakü'den ilk petrolü çıkartan dinamitin mucidi olan Alfred Nobel tekerrür eden şu tarihi sözünü söylemişti : " Kafkasya'da petrol, kan ve politika birbirine karışık " Azeri petrolünün geliriyle Nobel kardeşler, dökülen kanların vicdanlarında bıraktığı ızdırabı azaltması için asrın başında Nobel ödüllerini tesis ediyordu. Bakü petrolü Nobel kardeşlere şöhret, para, servet her şeyi getirmiş ama asla mutluluk getirememişti. Bugün barış adına verilen Nobel ödüllerinin parası kanla, savaşla nefretle Bakü petrolünden kazanılmıştı. Kafkaslar ve Türkistan’da 1990'lı yıllarla başlayan mücadeleyi masa başında izlemedim. Olayların yanında, içinde veya tam arkasındaydım. Hazar petrolleri için imzalanan tüm anlaşmalar imzalanıp konsorsiyumlar kurulurken ben mutlaka oradaydım. Paris'te, Moskova'da, Bakü'de, Aşkabat’da, Almaatı’da, İstanbul'da veya Ankara'da .. Hiçbirini kaçırmadım. Petrol savaşı ile doğrudan bağlantılı tüm olayların canlı tanığıydım. Karabağ savaşını, defalarca karışan Ermenistan’ı ve Abhazya, Acarya, Osetya , Ahalkeleki sorunlarıyla ile köşeye sıkıştırılmaya çalışılan Gürcistan’da yaşananları bu kitapdan öğreneceksiniz. Kadife bir devrimle emekli edilen Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze ve Ukrayna’da yönetim değişimini sağlayan sivil devrimde aslında ABD’nin petrol boru hatları güzergahlarını sağlama alma girişimiydi. Gürcistan’da ‘kırmızı’ devrim ya da ‘gül’ devrimi, Ukrayna’da ‘kestane’ devrimi ya da ‘turuncu’ devrim ve Kırgızistan’da ‘sarı’ devrim ya da ‘lale’ devrimi, enerji imparatorluğuna oynayan ABD’nin petrol uğrunda gerçekleştirdiği rengarenk demokrasi darbeleriydi. Başrollerde eylemleri destekleyen Batılı sivil toplum kuruluşları; George Soros’un Açık Toplum Vakfı ile Freedom House, ABD’nin önde gelen demokrasi savunucusu kuruluşları, Ulusal Demokrasi Fonu (NED), Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) ve Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) bulunuyordu. Eylemler, örgütlü üniversite gençliği tarafından disiplinli bir şekilde yürütülmüştü. Gençlik örgütleri birbirine benzese de isimleri ülkeden ülkeye değişiyordu: Sırbistan’da Otpor (Direniş), Gürcistan’da Kmara (Yeter), Ukrayna’da Pora (Zamanı), Kırgızistan’da Birge (Birlikte). Büyük Ortadoğu Projesi ile petrol kaynaklarının başına geçip enerji yollarını kontrol altına almaya çalışan ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün başarısının en çok etkileyeceği ülkelerden biri de Çin’dir. Çin ve Rusya’nın karşıt atakları, nakil güzergahlarında yer alan toprakları kan gölüne çevirebilir. Çine’in bağrına hançer saplamak için işgal edilen Afganistan ve ayaklandırılan Kırgızıstan’dan sonra Ermenistan, Moldova, Kazakistan ve Özbekistan’da renkli petrol darbeleri beklenebilir. Bu kitapda, petrol ve doğalgaz sahibi ve nakil güzergahlarında olan Ortadoğu’dan Kafkas ülkelerine ve Türkistan’a kadar uzanan son 15 yılda petrol üzerinde oynanan satranç oyunlarını bulacaksınız. Bir tarafta Şah ABD, Veziri İngiltere, Kaleleri Türkiye ve İsrail, Atları Irak ve Azerbaycan, Filleri Ukrayna ve Gürcistan ile petrol satrancında Ermenistan, Kırgızıstan, Türkmenistan, Afganistan, Özbekistan ve Kazakistan’ı piyon olarak kullanıyor; hamlelerini ‘ terörizmle savaş’, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler söylemleriyle, kanlı veya kansız kadife devrimleriyle yapıyor. Rakibi Şah Rusya, Veziri Çin, Kaleleri Hindistan ve İran, Atları Kazakistan ve Türkmenistan, Filleri Ermenistan ve Beyaz Rusya ile satrançta Çeçenistan, Gürcistan, Tacikistan, Özbekistan, Moldovya ve Kırım’ı piyon olarak kullanmak istiyor; Karabağ savaşını, defalarca karışan Ermenistan’ı, Abhazya, Acarya, Osetya , Ahalkeleki sorunlarıyla ile köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Suikastla öldürülen Çeçen Liderler Cevher Dudayev ve Aslan Mashadov’un umutsuz yem olmama mücadaleleri, petrol satrancında yok edilen Çeçen milletinin dramını yansıtıyor. ABD’nin ‘ Büyük Ortadoğu Projesi’ petrole endeksli akıtılacak kanın haritasını çizmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Türkistan petrol uğruna yeni rengarenk demokrasi soslu devrimlere, darbelere, liberal veya kanlı dönüşümlere gebedir. Faruk Arslan Regina, Saskatchewan, Kanada 1. BÖLÜM PETROL KANI’NIN TARİHÇESİ Babil Kralı Marduk’un tahta geçmesinden sonra Asurlularla yaptığı savaşın sebeplerinden biri de Fırat’ın sularını tutmak yanında, Hit civarındaki nafta pınarlarını ele geçirme isteğiydi. Ortadoğu’nun kaderini çizecek, zaman zaman şeklini değiştirecek olan petrol çok eski zamanlardan beri savaş nedeni olarak tarihte yerini almıştı. Ancak bu sebep kuşkusuz ki, Churchill’in donanma gücünü arttırmak için yakıt olarak kömür yerine petrolün kullanılmasını önerdiği andan itibaren çok daha fazla ve çok daha kanlı hesaplaşmaların başlangıcını oluşturmuştu. Nitekim Churchill, 1936’da Avam Kamarası’nda “bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir” diyerek gelecekte bu uğurda pek çok kan döküleceğinin haberini vermişti. 1950’lerden itibaren, Exxon, Chevron, Mobil, Texaco, Gulf, Apoc, Shell adlı “yedi kızkardeşler”in Ortadoğu macerasında ağırlıklarının artmasıyla beraber dünya ekonomisinin kalbi de burada atmaya başlamış, bölgede çıkan en hafif rüzgar dünya ekonomisi içinde büyük fırtınaların kopmasına neden olabilmişti. Bu anlamda, ABD Başkanı Bush’un 1991 Körfez Krizi’nden sonra vurguladığı “Ortadoğu petrollerinin ancak dost ellerde bulunduğu takdirde özgür dünya ülkelerine güven içerisinde akmasının mümkün olacağı” gerçeği, uluslararası ilişkileri ve ekonomik güç dengelerinin oluşumunu da şekillendirmekteydi. Dünya rezervlerinin beşte üçüne sahip olmakla petrol piyasasında önemli bir ağırlığı olan Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Orta Asya ve Hazar Denizi petrol yataklarının da ciddi hesaplamalar yapıldığında Ortadoğu’nun alternatifi olmaktan şimdilik epey uzak olduğu görülürdü. Orta Asya 27.5 milyar varili kanıtlanmış, toplam 80 milyar varillik bir rezerv kapasitesine sahipti. Oysa ki Ortadoğu’dan sadece 1995 yılı itibariyle günlük ortalama 17.7 milyon varil petrol ihraç edilmişti. Yine 2000 yılında Avrupa’nın petrol ihtiyacının üçte birinden fazlasının, Japonya’nın ihtiyacının beşte dördünün Ortadoğu kökenli olduğu göz önünde bulundurulursa Ortadoğu’nun kaderini daha uzun yıllar petrol çizecekti. Ortadoğu’nun yedeği Hazar servetleri için Kadife rengarenk devrimler dönemi başlamıştı. Çağımızın tartışmasız ve alternatifsiz enerji kaynağı olan petrol, günümüzde çok daha paha biçilmez olmakla birlikte, tarihin eski çağlarından beri kullanılagelmekteydi. Keşfi ve değeri 16., 17., 18. ve sonraki yüzyıllarda daha da artmakla beraber, sıvı halindeki ham petrol özellikle Sümer, Asur ve Babil uygarlıklarında mozaikleri yapıştırmada, yol yapımında, gemi kalafatlamada, boya bileşikleri hazırlamada vb. şeylerde kullanılmıştı. Keza Yunan tarihçi Herodot, petrolün önemi üzerinde oldukça durmuştu. Eserlerinde Babil duvarlarının yapımında da safranın yani petrolün kullanıldığını yazmış, ayrıca Asur kraliçesi olan ve Babil devletini kuran Remiramisin yaptırdığı asma bahçelerinin inşaatında zift’in kullanıldığını da belirtmişti. Daha sonraları, ilkel bir şekilde de olsa aydınlatmada kullanılan petrolü Çinliler taşımak için bambu ağacının dallarını birbirine ekleyerek günümüzün “petrol boru hatlarını” o zamanlardan itibaren oluşturmuşlardı. Fakat aydınlatma dışında duyulan ihtiyacın pek de fazla olmadığı petrol 1850’lere kadar basit bir madde olarak görülmüş, sanayileşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte ise, uğrunda büyük mücadelelerin verildiği, toplumların hayatını ve geleceğini belirleyen, “olmazsa olmaz” denecek derecede bir can damarı haline gelmişti. Hayatımızın her alanında, ulaşımdan temizliğe, eczacılıktan boya ve plastiğe kadar, petro-kimya maddeleri büyük bir yer tutmakta, insan yaşamında enerjinin önemi de düşünülürse, enerji üretimindeki yeri ile petrol vazgeçilmez bir unsur olarak insanların ve devletlerin hayatındaki özel konumunu korumaya devam edecekti. Daha önce de bahsettiğimiz gibi başlangıçta bu değerli maden pek itibar görmemiş, 1857’de Romanya’da ve 1859’da ABD’de ticari amaçlı petrol işleyen rafinerilerin kurulmasına kadar bu durum devam etmişti. İşte bu tarihlerden itibaren başlayan petrol endüstrisi, tüm dünyanın yapısını ve şeklini değiştirecek konuma gelinceye kadar bazı aşamalardan geçmişti. Petrol endüstrisi ve aşamalarını şöyle sıralamak mümkündü. (1) Gazyağı Dönemi (1860-1885): Diğer damıtma ürünleri henüz uygulama alanına girmemişti. 1860’da 66 bin ton civarında olan dünya üretimi, 1870’lerde 800 bin ton civarına yükselmişti. Yağlama Dönemi(1886-1900): Sanayide ve evlerde bitkisel yağların yerini petrolden elde edilen yağlar almaya başlamıştı. 1900’lerde dünya üretiminin 20 milyon ton civarında olduğu tahmin edilmekteydi. Benzin Dönemi(1900-1914): Makine sanayinin gelişmesi ve otomobilin yaygınlaşmaya başlaması üzerine yeni petrol yataklarının bulunması ve işletilmeye açılmasına ihtiyaç duyulmuş ve sanayileşmiş ülkeler 1900’lerin başından itibaren petrol bölgelerinin paylaşılması mücadelesine başlayarak, sonunda Birinci Dünya Savaşına girmekten ve Osmanlı topraklarını acımasızca paylaşmak için açık ve gizli planlar yapmaktan kendilerini alıkoyamamışlardı. 1915-1930 Dönemi: Teknolojik ilerlemeler sonucu fuel oillerin kullanımı yaygınlaşmış ve dünya petrol üretimi gittikçe artmaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı galibi ülkeler tarafından petrol bölgeleri kendi nüfuz alanlarına geçirilecek şekilde paylaşılmış ve özellikle Ortadoğu, Batılı ülkelerin petrol için mücadele alanı haline gelmişti. 1930-1946 Dönemi: Petrol ürünlerinin kalitesi gelişen teknolojiye paralel olarak geliştirilmekle kalmadı. Dünya petrol üretimi miktarlarında da artışlar süratle yükseldi. Birinci Dünya Savaşı sonunda yeterince petrol alamayan ülkeler, İkinci Dünya Savaşını çıkarmakta ve özellikle petrol alanlarına göz dikmekte hiç gecikmediler. 1945 ve Sonrası Dönemi: Bu tarihten sonra katalizörler yardımı__________yla rafinaj ve petro-kimya doğmuştu. 1995 ortalarına gelindiği zaman dünya üretimi 600 milyon ton civarına yükselmişti. 1960’lardan sonra petrole dayalı enerji tüketiminin hızla artmasıyla petrolün öneminin artması engellenemez hale gelmişti. Petrol dünyanın en kıymetli ve rakipsiz hammaddesi haline geldikten sonra, yeryüzünde çıkarılabildiği heryerde, ihtilaller ve hükümet darbeleri birbirini kovalamış, petrole sahip olan ülkelerin halkları hiçbir zaman rahat bir nefes alamamışlardı.(2) Gelişen teknoloji ile birlikte petrol, aynı zamanda gücün ve büyüklüğün de sembolü haline gelmiş ve bu zenginliğe sahip olmayan ulusların güç dengelerini yönlendirmede de etki sahibi olamayacağı gerçeği ortaya çıkmıştı. Şüphesiz bu gerçeğin ortaya çıkışıyla beraber siyasal, ekonomik çatışmaların başrol oyuncusu da yine petrol olmuştu ve sanayi gelişiminin hız kazanması, dünya nüfusunun hızla artmasıyla beraber günümüzde olduğu gibi gelecekte de çatışmaların baş aktörü olmaya devam edecekti. Özellikle sanayi devrimi ile başlayan süreçten günümüze kadar gelindiğinde, dünya ekonomi pazarı içinde pay sahibi olan ülkelerin, bu sanayileşme sürecini tamamlayan ve hızla geliştirmeye devam eden ülkeler olduğu görülürdü. Sanayileşme kavramının içinde yer altı zenginlikleriyle beraber endüstiriyel zenginliklerin yeraldığı ve bu endüstriyel zenginliğin büyük kısmını da petrolün oluşturduğu göz önüne alınırsa petrolün ekonomi üzerindeki önemi bir kez daha ortaya çıkmıştı. 19.yüzyılın sonlarında türeyen büyük endüstriler içinde petrol en büyük yeri almıştı. Öyle ki, daha yüzyıl bitmeden petrol endüstrisine tamamen egemen olan Standard Oil, dünyanın çok uluslu şirketleri arasında ilk kurulanlardan birisi ve en büyüğü konumuna gelmişti. 20. yüzyılda petrol kapsamının bu derece genişlemesi, onun işletmeciliğinin serüven düşkünü petrol arayıcılarından, büyük işverenlere, çok uluslu şirket bürokrasilerine ve devlet şirketlerine kadar her alanda yayılmasına yol açmıştı. Bu devrimde, büyük şirket stratejileri, teknik değişme ve pazarlamadaki gelişmeler, hem milli hem de uluslar arası ekonomiler teker teker ait oldukları yeri bulmuşlardı. (3) Dev petrol şirketleri ürettikleri petrolü taşımak için gerekli olan tanker filolarına, boru hatlarına ve bunların yapılması için gerekli olan demir çelik fabrikalarına, maden alanlarına, demiryolu şebekelerine ve ulaştırma vasıtalarına sahiptiler. Yine bu dev şirketler dünyanın belli başlı büyük banka kuruluşlarında bulunan büyük kredi ve prestijleri dolayısıyla, ticari işlemleri etkileyebilmekteydiler. (4) Petrol şirketlerinin yönetim kurullarının, devlet yönetim kademeleriyle de yakından alakaları olması nedeniyle, hem ait oldukları hem de petrolle ilgisi olmayan devletlerin ekonomik ve politik hayatlarını yönlendiriyordu. Yeni endüstri kollarının kurulması, üretilen ürünlerin kalitesinin yükselmesi aynı zamanda petrolün ekonomik değerini de yükseltmişti. Elbette bu kadar kıymetli bir hale gelen yeşil altının her yerde bulunmayışı, bulunan yerlerde ise değerlendirilememesi, karşılıklı “işbirliği” anlayışını getirmişti. Petrolün bulunup çıkarılması, rafinerisi ve pazarlaması konusunda işbirliğine katkıda bulunan Batılı ülkeler semaye ve teknolojilerini ortaya koyarken, petrol zenginliğine sahip, ancak bunu işletecek güç ve ekonomiden yoksun devletler ise sahip oldukları petrolü ortaya koymuşlar ve bu nedenle de bir “işbirliği” gibi görünen durum aslında hep nalıncı keseri gibi Batının lehine işler duruma gelmişti. Özellikle ABD’nin bugün önemli derecede petrol rezervlerine sahip bir ülke olmamasına rağmen ekonomisinin petrole dayalı olması, en başından beri petrolün önemli bir kazanç kapısı olduğunu anlamasından ve uluslar arası politikasında petrole belirleyici ve hakim rol vermesinden kaynaklanmaktaydı. Bir başka deyişle ABD, Ortadoğu’nun geri kalmış ülkelerindeki bu zengin kaynağı çeşitli şirketleri ve takip ettiği politikalarıyla hegemonyası altına almış ve bu nedenle de kendi ülkesinde bulunmasa bile petrolün eksikliğini hiç duymamış, ekonomisinin içindeki yerini hiç azaltmamış, hatta birinci derecede yer vermişti. Duyulan ihtiyacın bu şekilde hızla artışıyla paralel olarak bölgede nüfuzunu da arttıran ABD için petrol, siyasi politikasını birinci derecede belirleyen bir faktör haline gelmiştir ki, bölgede nüfuzunu gölgeye düşürecek ve bölgeden istikrarlı bir şekilde petrol akışını engelleyecek her hareket, karşısında ABD’yi bulmuştu. ABD ekonomisi petrole öyle endekslenmiştir ki, 1990 krizinde petrol fiyatlarının krizden önceki fiyatının iki katına çıkması (40 dolar) Amerikan ekonomisini büyük bir duraklamaya itmişti. Nitekim günümüzde de halen 10 dolarlık artışın ABD ekonomisini %1 düzeyinde küçültmeye yeterli olduğu gözönüne alınacak olursa, artık dünya ekonomisi ile eş anlamlı hale gelen ABD ekonomisinin petrole bağımlılığı daha net ortaya çıkmaktaydı. Petrole sahip olmadan dünya imparaorluğu yaşatılamazdı. Petrol sektörü, yoğun ve büyük ölçekli sermaye gerektirdiğinden, bu endüstride çalışan şirketler büyük bir ekonomik güç oluşturmakta, ulusal ve uluslar arası düzeyde strateji uygulayabilme imkanına sahip olabilmekte ve özellikle strateji uygulayabilme gücündeki firmalar piyasalarda belirleyici rol oynamaktaydılar. Bu tür firmalar kendi ülkeleri dışındaki diğer bir çok ülkede de üretimden aramaya, arıtmadan dağıtıma kadar bütün faaliyetleri kendi kontrollerine almışlardı. Örnek olarak ABD’deki 15 büyük firmadan 5’i petrol firması olup, akaryakıt talebinin % 35’ini karşılıyordu. Kendi aralarında yatay olarak bütünleşen firmalar arama, üretim, rafinaj, depolama, taşıma ve dağıtım faaliyetlerinin büyük bir kısmına sahip oldukları gibi petrol ve petro-kimya alanında ulusal ve uluslar arası bir etkinliğe sahiptiler. Modern ekonomilerin temel unsurlarından olan petrol ve endüstrisi, ona sahip olan ülkeyi de modern ve güçlü bir ekonomiye sahip kılıyordu. (5) Petrol şirketleri ve bu şirketlere sahip olan ülkelerin ellerindeki güçle istedikleri bölgeye, istedikleri ülkeye hükmedebildikleri, istedikleri yerde mali krizler yaratabildikleri, borsa oyunları ve kredi kozlarıyla tüm dünyayı dize getirebildikleri düşünülürse, servet adı verilen zenginliğin tartışmasız kaynağı ve itici gücünü de oluşturan bu madde için kısaca Daniel Yergin’in de dediği gibi “petrol paradır” diyebiliriz. Ticari anlamda ilk petrol üretimi, 1859’da Amerika’nın Pennsylvania eyaletinde başlamıştı. Petrolün üretim ve pazarlamasını denetleyen ilk büyük şirket de 1870’de 1 milyon dolar sermaye ile kurulan Standart Oil şirketiydi. Kuruluşundan itibaren ABD içinde siyasal ve ekonomik açıdan güçlenen bu şirket, dış pazarlara açılmakla kalmamış, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa, Rusya ve Uzak Doğu pazarlarını etkileyebilecek düzeye de erişmişti. Standart Oil’in dünya pazarlarındaki üstünlüğü, 1911’de bir Amerikan yargı organı kararıyla 33 bağlantısız şirkete bölününceye kadar devam etmişti. Uzak Doğu pazarları üzerinde Standart Oil’le rekabet eden Royal Dutch şirketi, 1907’de Shell ile birleşti. Bu birleşmenin sonucunda ortaya Royal Dutch/Shell şirketi ortaya çıktı. 1909 yılında Kanadalı mühendis William Knot Darcy’nin gayretleriyle kurulan “Anglo-Persian Oil Company” bir İngiliz şirketi olup, kuruluşundan itibaren dünya petrol pazarlarında ve üretim alanlarında etkili olmaya başlamıştı. 1901’den itibaren ABD’de Gulf ve Teksas adlı iki dev petrol şirketi kurulmakla kalmamış ve giderek bu alanda etkisini arttırmıştı. 1911’de parçalanan Standart Oil’in yerini Standart Oil of New Jersey, Sony Vacuum (daha sonra Sony Mobil olmuştur) ve Standart Oil of California adını alan üç şirket doldurarak daha çok pazar elde etme peşinde koşmuşlardı. 1920’lere gelindiğinde adı geçen büyük petrol şirketleri dünya petrol üretim ve pazarlamasının büyük kısmını ellerinde bulunduruyorlardı. Birinci Dünya Savaşının etkisiyle, Avrupalı şirketler gibi Amerikan şirketleri de kendi ülkeleri dışında yeni petrol kaynaklarına ihtiyaç duyunca, petrol şirketleri ve devletler arasında dünyanın petrol bölgeleri üzerinde bir hakimiyet ve nüfuz mücadelesi başlamıştı. (6) Bu hakimiyet ve nüfuz mücadelesinin başladığı zamana bakılırsa 19. yüzyılın başlarını görmek mümkündür. 19. yüzyıla egemen olmak için mücadele veren devletler bu yolda her yolu denemekten de kaçmamışlar ve nihayet patlamalı motorların keşfiyle beraber donanmaları için gerekli ekstra gücü oluşturmuşlardı. Ancak donanma için büyük bir güç oluşturan bu motorların harekete geçmesini sağlayan enerjinin petrol olması, hakimiyet, daha doğru bir deyişle çatışma sahalarının da yönünü değiştirmeye yetmiş, bu da petrol şirketlerinin yükümlülüklerini arttırmıştı. Kendi ülkeleri dışındaki petrol bölgelerinden imtiyaz sahibi olmaları oranında petrol ihtiyacını karşılayan şirketler aynı zamanda kendilerini diğer şirketler, bu şirketlerin ait oldukları devletler ve imtiyazı veren devletlerle de mücadele içinde bulmuşlardı. Bir süre sonra İngiltere gibi, devletlerin bir kısmının bu petrol şirketlerinin hisselerini satın almaları şirket çıkarlarıyla ulusal çıkarların özdeşleşmesine ve de şirketlerin imtiyaz elde etme yarışında devreye bizzat ait oldukları devletlerin girmesine neden olmuştu. Petrol zenginliğinin keşfedilmesiyle beraber dev şirketlerin pazarı haline gelen Ortadoğu’nun siyasal ve ekonomik yönden geri kalmışlığı bu şirketler için çok büyük bir nimet olarak değerlendirilmiş, bu durum onlara bölgeyi istedikleri gibi kullanma hakkını tanımıştı. İşte yabancı sermayeye büyük ihtiyacı olan Ortadoğu toplumları açısından da büyük bir fırsat gibi görülen ayrıcalık anlaşmaları bu şartlar altında imzalanmış ve ilk petrol imtiyazını veren ülkeler de siyasi bunalımlarıyla paralel olarak Osmanlı Devleti ve İran olmuştu. Kendi petrol yatakları yabancı sermaye kontrolünde olan Rusya, İngiltere ve Almanya 19. yüzyılda Ortadoğu ve İran üzerinde bu ayrıcalıklar için mücadeleye başlamışlardı bile… 1872’de İngiliz vatandaşı Reuler’e İran’ın tüm doğal kaynakları üzerinde verilen işletme imtiyazı, Rusya’nın baskısıyla 1873’de iptal edildi ve Reuler’e tazminat ödendi. İngiliz Hükümetinin baskısıyla Reuler’e 1889’da yeniden verilen 60 yıllık imtiyaz 1890’da ortadan kaldırıldı. (7) Rusya ile İngiltere arasında İran üzerindeki nüfuz mücadelesi 1901’de İngiliz vatandaşı Darcy’e İran’dan 60 yıl süreli imtiyaz verilmesi ile yeniden başlamıştı. Rusya’nın tüm itirazlarına rağmen İngiliz Hükümeti’nin de desteğini arkasına alan Darcy, beş kuzey ili hariç İran’da petrol arama, işletme, taşıma, ticaret yapma hakkını elde etmişti. 1907’de İran topraklarının Rusya ve İngiltere arasında paylaşılmasından sonra 1914’de Anglo-Persian paylarının çoğunu satın alan İngiliz Hükümeti şirket çıkarlarını İngiliz politikasıyla da birleştirmiş oldu. Paylaşımdan sonra, Darcy’nin ayrıcalık sahasının dışında kalan beş kuzey ilinin Rus hakimiyetine girmesiyle, burada ayrıcalığı Rus vatandaşı olan A.M. Koshta-Ria 70 yıllık bir süre ile elde etti. Ancak KoshtaRia’nın 1920’de bu ayrıcalığı Anglo-Persian şirketine devretmesi İran üzerinde İngiliz hakimiyetini kuvvetlendirirken buna ABD sessiz kalmadı ve bu tarihten itibaren İran üzerindeki İngiliz-Rus çekişmesi yerini İngiliz-Amerikan çekişmesine bıraktı. Nihayet 1921’de bu çekişmeden galip çıkan ABD oldu ve Standart Oil of Jersey, İran’daki beş kuzey ilinin imtiyazını elde etti. Rusya ve İngiltere’nin karşı çıkmalarına rağmen de Anglo Persian ve Standart Oil 1922’de bir anlaşma ile Kuzey İran ayrıcalığını kurdukları şirketle ortaklığa çevirdiler. Amerikan şirketlerinin Ortadoğu üzerindeki petrol politikaları sadece İran’la sınırlı kalmadı. Suudi Arabistan’da ilk ayrıcalık, 1923’de Necd’in El-Hasa yöresinde Standart Oil of California’ya (Socal) verilmişti. Bu ayrıcalığın yarısı 1936’da Texas Corporation’a (Texaco) devredilmiş ve iki şirket 1944’de ARAMCO (Arabian-American Oil Company) adıyla yeni bir ortaklık kurmuşlardı. Aynı şekilde, Bahreyn’de de ilk ayrıcalık 1927’de bir Amerikan şirketi olan Gulf Oil Corporation’a verilmişti. Kuveyt’te ise, bir İngiliz şirketi olan Anglo-Persian Oil Company ile bir Amerikan şirketi olan Gulf Oil Corporation tarafınan kurulan Kuveyt Oil Company, 1934’de Kuveyt Şeyhliğiyle tüm Kuveyt toprağını kapsayan bir ayrıcalık anlaşması yapmıştı. Daha sonra ARAMCO da Suudi Arabistan’la 1939’da yaptığı bir anlaşma ile Suudi Arabistan-Kuveyt arasındaki tarafsız bölgede ayrıcalık sağlamıştı. (8) Sonuç olarak Suudi Arabistan ve Bahreyn’de ayrıcalığın %100’ü, Kuveyt’te %50’si, ayrıca Iraq Petroleum Company’nin %23.75’i ve İran’da 1955’de faaliyete başlayan uluslar arası konsorsiyumun %40’ı ABD’ye ait oluyordu. Benzer şekilde, Amerikan şirketleri elde ettikleri ayrıcalıklar çerçevesinde 1940’larda Katar’da, 1960 ve 1970’de de BAE ve Umman’da petrol üretimine başlamışlardı. (9)Tüm bu gelişmelerin sonucunda Ortadoğu’nun iki haritası meydana gelmişti. Bunlardan birisi ülkelerin sınırlarını gösteren, fiziki atlaslarda gözüken haritayı içerirken, diğeri ise petrol tekellerinin etki alanlarını, petrol arama-işletme imtiyaz bölgelerini gösteren, “efendi”lerin çıkarları doğrultusunda çizilen, başrol oyuncularını da IPC, AOC, ARAMCO gibi isimlerin oluşturduğu haritaydı. Almanya’nın Fransa’nın Afrika üzerindeki gücünü ölçmek amacıyla 1911 Temmuz’unda Fas’ın Atlantik kıyılarına göndermiş olduğu küçük bir savaş gemisi İngiltere’nin büyük ölçüde endişe duymasına neden olmuştu. Birliğini tamamlayan, savaş ordularını güçlendiren Almanya’nın bu hareketi, İngiltere ve Fransa’ya meydan okuması anlamına geliyordu ve “güneşte bir yer kapma” (10) gayretindeki Almanya’ya karşı dikkatli olunması gerektiğini ortaya koyuyordu. O zamana kadar İngiliz donanması için fazla harcama yapılmasını eleştiren Churchill’in Donanma Bakanlığına atanması hem İngiliz hem de dünya tarihi açısından önemli gelişmelerin yaşanmasına yol açacaktı. Büyük Britanya egemenliği için büyük bir tehdit oluşturmaya başlayan Almanya’nın ekarte edilebilmesi için Churchill ilk günden itibaren askeri gücünü artırmaya başladı. Ancak Almanya sadece karada değil, denizlerde de İngiltere’ye büyük bir tehdit yönelttiğine göre derhal İngiliz donanma gücünün artırılması gerekiyordu ki, bu da Churchill’in kafasında yeni bir fikir uyandırmıştı. Daha fazla sürat sağlayacak, insan gücünün daha verimli kullanımına yolaçacak bir kullanıma sahip olan petrol, o zamana kadar kullanılan kömürün yerini almalıydı. O halde yeni hedef belliydi; İran’dan gelen petrol kullanılacak, donanma gücü petrole dayandırılacaktı. Üstünlük sağlamanın tek alternatifi olarak görülen petrolün bu işlevi bundan sonraki yıllar boyunca daha da artarak sürecekti. İlk denemesini 1916’da Jutland çarpışmasında veren İngiliz donanması, Alman filosunu Kuzey Denizinde hapsederek amacına ulaşmış gözüküyordu. İngilizlerin donanma gücünün üstünlüğü aynı zamanda “petrol üstünlüğü” anlamına geliyordu. Sömürgecilik ve emperyalizm yarışının Avrupa’ya getirdiği sonuç 1907’lerden itibaren İtilaf ve İttifak adında iki grubun doğması olmuştu. Bu kutuplaşmada da petrol sahaları, ekonominin kilometre taşlarını oluşturduğu için temel çekişme noktalarını meydana getiriyordu. Ancak bu yarışın içinde, daha sonraları başrole kadar yükselecek olan ABD henüz yoktu. Darcy 1908’de İran’da bir petrol yatağı buluncaya kadar kendi sınırlarındaki petrol ile ilgilenen ABD bu tarihten itibaren kendi kaynaklarını tüketmemek için Ortadoğu’ya yönelecekti. Ancak İran için geç kaldığına göre Amerika’nın diğer alternatifi, özellikle Ortadoğu’nun en zengin yataklarına sahip olan Musul ve Kerkük, dolayısıyla da bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu olmuştu. İstanbul’dan çeşitli yollarla, örneğin Colby Chester gibi sadrazama yüklü rüşvetler vererek, (11) elde edilen imtiyazlarla beraber Amerika’nın Ortadoğu nüfuzu da başlamış oldu. Avusturya veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi bahanesiyle çıkan savaşın böylece zemini hazırlanmış ve esas mücadele sahası da belli oldu. Çeşitli gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi İngiltere ve müttefiklerini endişelendirmeye yetti. İran’daki İngiliz ve Rus petrol çıkarları ve Basra Körfezi’nin denetiminin tehlikeye düşmesi İngiltere’yi harekete geçirdi. Irak’taki petrollerin askeri ve siyasi önemini kavramış olan İngiltere nihayet 1917’de Bağdat’ı ele geçirerek derin bir nefes almış oldu. Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Batılı güçlere Osmanlı Devletini parçalayarak Ortadoğu petrollerini paylaşma imkanını da vermiş oldu. Petrolün Batılı Devletler arasında büyük bir rekabet konusu haline geldiği dönemlerde henüz Osmanlı Devleti elindeki cevherin farkına varamamıştı. Gitgide çöküşe yaklaşan Osmanlı Devleti her gelişmeye olduğu gibi petrole de gözü kapalı bakıyor, iyi kullanabildiği takdirde içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için büyük bir fırsat teşkil eden bu madenin bulunduğu topraklarını da değersiz olarak görüyordu. Halbuki Osmanlı Devleti’nin o zamanda hiçbir alanda sahip olamadığı güç toprağın altında yatıyordu ve bu güç ona, kıyasıya bir pazarlık fırsatını sunuyordu. Petrolün değerinin keşfedildiği, Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarının değerine değer kattığı dönemlerde Osmanlı Devleti’nin yönetiminde İttihatçılar bulunuyordu. Yaşadıkları dünyanın gerçeklerini kavrayamayan İttihatçıların emperyalizm karşısındaki teslimiyeti trajik sonu da hazırlamıştı. İttihatçıların önde gelen isimlerinden, Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın anılarında anlattıkları, petrole ve Ortadoğuya bakışı da çok net özetlemekteydi: “11 Mart 1913 günü öğleyin Harbiye Nezareti’nden Babıali’ye geldim. Kabine toplantısında İngilizlerin Kuveyt’ten başka Katar’a da tasallut ettikleri meselesi görüşüldü. Bu toprakların İngiltere’ye değilse bile İngiltere’nin nüfuz ve himayesine bırakılmasından başka çare göremiyordum. Fakat Şurayı Devlet Reisi Sait Halim Paşa itiraz etti. Bu hususun hükmetin selahiyeti dışında olduğunu, Meclis-i Mebusan’ın toplanıp karar vermedikçe toprak terkedilemeyeceğini söyledi. İngiltere Hükümetinin bile Avam Kamarasının tasvibini almadan bu gibi işler yaptığı cevabını verdim. Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkamazdık. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilirdi?” (12) Mahmut Şevket Paşa gibi bir devlet adamının petrol üzerinde dönen oyunları farkedememiş olması, bir başka zaman Hicaz Valisi, Basra Valisi ve Ticaret Bakanının aracılığıyla Bağdat ve Basra’da petrol imtiyazı isteyen bir şirketin teklifini reddettiği gözönünde bulundurulursa pek de inandırıcı gelmemekteydi. Paşa, az da olsa petrol konusundan haberdardı, ancak emperyalizme teslim olmaktan başka çıkar yol görememekteydi. Sorunun farkındaydı, ama çözüm üretmekten acizdi. Almanya ve İngiltere arasındaki çekişmede Ortadoğu petrollerinin rolünün de farkında olan Mahmut Şevket Paşa bu doğrultuda İngiltere’yi teskin etmekten de geri kalmamıştı: “Bağdat ve Musul vilayetlerimizde İngilizlere verilecek petrol arama müsaadesi hakkında konuştuk. İngilizler, bu sahaya da Almanların el atmalarından korkuyorlardı. Vaktiyle Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamken, Almanya’ya bu yolda şifai vaatte bulunmuştu. Bir Alman şirketi de petrol aramak için 17 bin altın harcadığını iddia ediyordu. Büyükelçi’yi Almanlara karşı korkusu konusunda yatıştırdım.” (13) Petrol üzerinde rekabetle beraber İstanbul’dan ayrıcalık koparmak için rüşvetlerin de arttığı bu yıllarda İttihatçılar petrol alanlarından sorumlu olmak üzere bir komisyon kurdular. Komisyon başkanlığına Maden Dairesi Müdürü Şevet Bey getirildi. Ancak petrol şirketleri düzenlerini öylesine oturtmuşlardı ki, her şirket bu komisyon içinde kendi adamını bulmuş, küçük hediyeler karşılığında amaçlarına ulaşma yolunu denemişler, topraklar üzerindeki rekabeti komisyon içine de taşımışlardı. Örneğin Komisyon başkatibinin İngilizlere haber sızdırması Osmanlı idaresinden çok Almanlar’ı kızdırmış ve harekete geçirmişti. Yine Amerika da bu sıralarda kendine Cemal Paşa’yı seçmiş ve Cemal Paşa’nın “cömertliği” sayesinde Standart Oil of New York Filistin’de petrol arama hakkına kavuşmuştu. 1914 yılında bu imtiyazlar Suriye’nin bazı bölgeleriyle, Trakya, Van, Tercan, Boyabat gibi bölgelere kadar genişlemişti. İran üzerindeki nüfuzuyla beraber Ortadoğu’daki nüfuzunu da artıran İngiltere elbetteki burada yalnız kalmamış, bir süre sonra Almanya Rusya, Fransa ve Amerika gibi devletler de pastadan pay alma yarışına katılmışlardı. Bu yarış aslında daha 1850’lerden itibaren başlamış, 1870’li tarihlerde ise özellikle Musul üzerinde odaklanmıştı. Bunun için gerek İngiliz, gerek Alman petrol şirketleri Osmanlı Devletinden buralarda petrol arayıp işletme hakkını elde edebilmek için uğraşmışlardı. Almanların Fırat ve Dicle vadilerinde zengin petrol yataklarının varlığını tespit etmiş olmaları, İngilizlerin de yine bu civarda “arkeoloji çalışmaları” adı altında petrol kuyuları açmaları Osmanlı padişahını da harekete geçirmişti. Abdülhamid bir Ermeni tüccarının oğlu olan Gülbekyan’ı buraya araştırma için göndermiş, Gülbekyan’ın bölgenin tam bir petrol cenneti olduğu yolundaki raporları üzerine de Abdülhamid, 1888 ve 1898’de çıkardığı emirnameler ve özel fermanla, Musul ve Bağdat vilayetlerindeki petrol alanlarını Hazine-i Hassa’ya bağlamıştı. Bundan sonra Almanya İngiltere’yi ekarte etme yolunda en büyük adımı oluşturan Ortadoğu üzerinde söz sahibi olmak için her türlü yola başvurmaya devam etmiş, 1888’de Berlin-Bağdat Demiryolları projesi ile büyük bir ayrıcalık elde etmişti. Özellikle demiryolunun iki tarafında yirmişer kilometrelik alandaki hammadde kaynaklarını çıkarma ve işletme yetkisini de böylece elde etmiş olması Almanya’ya büyük bir ayrıcalık kazandırmış, hatta İngiltere bundan duyduğu büyük rahatsızlığı Osmanlı Devletine bildirmişti. Almanya Ortadoğu’ya yöneldikten sonra 1901’de Mezopotamya’daki petrol araştırmalarına devam etmiş, buranın bir petrol cenneti olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıyla beraber 1904’de, demiryolu planlayıcısı olan Deusche Bank, Fırat ve Dicle vadilerinde petrol arama imtiyazını Osmanlı Devleti’nden almıştı. Almanya’nın bu teşebbüsleri İngiltere’yi de harekete geçirmiş, 1909’da İngiltere de Bağdat ve Musul’daki imtiyazın bir İngiliz şirketine verileceği garantisini almışlardı. Ancak Almanya’nın da aynı isteklerde bulunması Osmanlı Devleti’ni iki güç arasında çok yoğun bir baskı altına sokmuştu. Nihayet Almanya ve İngiltere arasındaki bu rekabet 19 Mart 1913’de bir anlaşmaya dönüşmüştü. Bu anlaşmaya göre; hisseleri Türkiye Milli Bankası (İngiliz-Alman), Deutsche Bank (Alman) ve Shell (İngiliz) ortaklığından oluşan Osmanlı Petrol Şirketi” adını taşıyan ortaklığa yeni bir şekil verilmiş, bununla Osmanlı Petrol Şirketi’nin hisselerinin yüzde yetmişbeşinin İngiliz şirketine, yüzde yirmibeşinin de Alman Deutsche Bank’a ait olduğu kabul edilmişti. (14) Böylece 1914 yılına gelindiğinde artık İngiltere’nin “İngiliz çıkarları için Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü koruma” siyaseti çoktan “İngiliz petrol çıkarını korumak için Osmanlı devleti’ni parçalamak, petrol alanlarından çıkarmak” siyasetine dönmüştü. I. Dünya Savaşı’na Alman tehlikesine karşı Hindistan’ı korumak ve Irak petrollerine sahip olmak için giren (15) ve bu siyaset doğrultusunda harekete geçen İngiltere önce Ortadoğu’da Arapları kışkırtmak suretiyle ayaklanmalarını sağladı, sonra da Mekke şerifi Hüseyin’e verdiği krallığın karşılığı olarak Arabistan petrollerine sahip oldu. Şerif’in oğlu Faysal’a verilen Büyük Suriye Krallığı’nın karşılığı da yine Irak’taki zengin petrol yataklarının imtiyaz hakkı oldu. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi İngiltere ve Fransa’yı derhal harekete geçirdi ve Ortadoğu nüfuzunu Almanya’ya kaptırmamak için bir işbirliğine girerek 1916 Sykes Picot Anlaşması ile bölgeyi aralarında paylaştılar. Böylece Irak’ta denetim sağlayan İngiltere, aynı zamanda Manchester fabrikaları için pamuk, İngiliz filoları için de petrol elde etmiş oluyordu. (16) Nüfuz alanını korumak için Irak’ta bir cephe açan İngilizler’in askeri harekâtlarda pek de başarı sağlayamaması, hatta Kut-ül Amare’de büyük ve modern İngiliz ordularının Osmanlı askerlerince yenilgiye uğratılmasına rağmen, İngiltere Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirdi ve böylece Musul yollarını da açmış oldu. Mondros Mütarekesi imzalandığında İngiltere Musul’un 30 km güneyinde bulunuyordu. Savaş, İngiltere’nin petrol ihtiyacını had safhaya çıkarmış, donanmanın petrole olan bağımlılığı, İngiltere’nin Mezopotamya’ya olan bağımlılığını da arttırmıştı. Bu nedenle Savaş Bakanının Arthur Balfaur’a yazdığı mektupta, “İlerideki savaşlarda petrol, bugünkü durumdan daha çok önem kazanacaktır. Büyük miktarda petrol bulabileceğimiz yer İran ve Mezopotamya’dır. Bu nedenle, petrol kaynağı olan bu iki yer üzerindeki kontrolümüz İngiltere’nin savaştan beklediği birinci hedef olmalıdır” demişti. (17) Bu amacın sağlanmasını garantilemek için, Musul işgal edilmişti. İngiltere Musul üzerinden amaçlarına ulaşabilmek için bu tezini destekler durumda iken başka tezler de geliştirmişti ki, bu tez, Anadolu toprakları üzerinde İngiliz gözetiminde bir Kürdistan ve Ermenistan Devleti kurdurma yolundaydı. Böylece Ortadoğu’ya giden yolları kontrol altına almak isteyen İngiltere’nin bu planları, Mustafa Kemal önderliğindeki Türk İstiklal Mücadelesi ile sekteye uğrayınca, bu kez Sevr Anlaşması’nın yürürlüğe girmesini sağlamak için Yunanlıları öne sürerek, Anadolu üzerindeki Türk-Yunan savaşımı üzerinden Ortadoğu ve Musul’daki petrol çıkarlarını askeri ve siyasi bakımdan güvence altına almak istemişlerdi. Ancak bu maceranın Yunanistan, dolayısıyla da İngiltere aleyhine sonuçlanmasına rağmen, Irak petrolleri Lozan Konferansından sonraki gelişmeler içinde İngiltere’ye kalmıştı. Yüzyıl boyunca can çekişen Osmanlı Devleti can verdiğinde, İngiltere, Ortadoğu’daki Osmanlı toprakları üzerinde dünyada eşine ender rastlanır bir ülkeler parselasyonu gerçekleştirdi. Bu kadavra kadastrosu şöyle özetlenebilirdi: Bol su kaynaklarına sahip, ancak petrolü olmayan (veya çok zor elde edilen) Türkiye; Büyük petrol rezervleri olan fakat suyu olmayan Suudi Arabistan ve Emirlikler; Yüksek kaliteli ve büyük petrol rezervleri olan fakat denize çıkışı olmayan Irak; Petrolü, çeşitli ürün ve zengin doğal hammaddeleri olan, ancak komşularıyla ihtilafa düşmesi halinde (sürekli ihtilaflı) Avrupa’ya ulaşabilmek için Arap Yarımadası’nı veya Güney Afrika’yı dolaşmak zorunda olan İran; Tarıma elverişli geniş toprakları olan fakat su kaynakları Türkiye’ye bağlı Suriye; bu ülkelerin orta yerine sıkıştırılmış, Abadan Limanındaki tek noktayla denize ulaşan Ürdün; Irak, Türkiye, İran, Suriye ve Rusya topraklarına dağıtılmış Kürt halkı toplulukları; Her dinden, mezhepten ve etnik kökenden oluşan Türk, Türkmen, Arap, Kürt, Hıristiyan, Musevi, Süryani, Keldani vb. halk topluluklarının Ortadoğu ülkeleri arasındaki darmadağınık yerleşimi, Ve nihayet en önemlisi Müslüman Arapların oluşturduğu ülkeler denizinin ortasında küçük bir Yahudi adacığı olan İsrail Devleti’nin kurulması. (18) Bölgenin ulusal niteliğine göre değil, petrol kuyularına göre cetvelle çizilen bu sınırlar Ortadoğu için, günümüze kadar gelen, bitmek tükenmek bilmeyen iç ve dış savaşlarla dolu bir gelecek hazırlamış, bu durum da İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarına uygun bir ortam temin etmişti. BATILI GÜÇLERİN ORTADOĞU’YA BAKIŞI Herkese göre farklı bir tanımı olan Ortadoğu, Batı’nın, özellikle de İngiltere ve Amerika’nın kendi stratejik menfaatleri doğrultusunda çizdikleri ve dolayısıyla da herkese göre farklı sınırlardan oluşan bir coğrafyayı kapsıyordı. 1900’lerin başından itibaren “petrol” ile özdeşleşen bir bölge olan Ortadoğu, sahip olduğu bu cevher sayesinde, dünya güç dengelerinin ve devletlerin bu doğrultudaki politikalarının belirlenmesinde de birebir rol oynamıştı. II. Dünya Savaşı’na kadar gelen süreçte bölgedeki İngiliz hegemonyası tatışmasız üstünlüğünü korurken, savaş sırasında ve savaş sonrası dönemde Amerika’nın bu üstünlüğü İngiltere’den devraldığını görülüyordu. Savaş sonlanırken, gelecek dönemde ABD, güvenlik ve refahını garantileyecek politikalar ve kurumlar geliştirme siyasetini belirlemişti. Bu politikalar, Birleşmiş Milletler’in kurulmasını, dünya mali kurumlarının inşasını ve en önemlisi, yeterli petrol stoklarının teminini içeriyordu. Amerikalı strateji uzmanları, petrole ulaşmaya özel önem veriyorlardı, çünkü petrol, Müttefikler’in İttifak üzerindeki zaferinin asli bir unsuru olmuştu. Savaşı Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan nükleer bombalar sona erdirmişti ama Almanya ve Japonya’yı dize getiren ordulara yakıtı sağlayan şey petroldü. Petrol Müttefik güçlerine, güvenilir kaynaklara erişimden yoksun düşmanları karşısında tayin edici bir üstünlük sağlayan muazzam sayıda gemiye, tanka ve uçağa yakıt sağlamıştı. Bu nedenle, geniş petrol rezervlerine erişimin, ABD’nin gelecekteki herhangi bir çatışmada başarılı olmasında kilit önemde olacağı konusu geniş kabul görmüştü. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları boyunca ABD, kendisinin ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını Amerika’nın güneydoğusundan ve Meksika ve Venezuella’dan gelen petrolle karşılamıştı. Ama ABD’li analistlerin çoğu, bu stokların savaş sonrası dönemde ABD ve Avrupa’nın ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz olacağına inanıyordu. Bunun sonucunda ABD Dışişleri Bakanlığı, başka petrol kaynakları saptamak için yoğun bir çalışma başlattı. Bu çalışma, ihtiyaç duyulan petrolü sadece bir bölgenin karşılayabileceği sonucuna vardı. Tüm ibreler sadece bir noktayı gösteriyordu (19) ki, tahmin edileceği üzere bu nokta Ortadoğu, Ortadoğu’nun içinde de daha önce el atılmamış ve dünyanın en zengin petrol rezervlerinin bulunduğu Suudi Arabistan Krallığı’ydı. Başlangıçta, ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD hükümetinin kuracağı bir petrol şirketinin Suudi Arabistan’da hisse alması ve Krallığın rezervlerini çıkarmasını önerdi. Ama bu plan fazlasıyla tek taraflı görüldü ve bunun yerine ABD yetkilileri bu görevi, başlıca ABD’li petrol şirketlerinin bir ittifakı olan Arap-Amerikan Petrol Şirketi’ne (ARAMCO) aktardı. Ama Krallığın uzun vadeli istikrarı şüphe konusu olduğundan ve bu durum petrol şirketinin geleceği açısından birinci derecede önem taşıdığından, endişeleri gidermek için, ABD Başkanı ve Suudi Kral, Yalta Konferansı’nın ardından Şubat 1945’te Süveyş Kanalı’nda bir ABD savaş gemisinde buluştu. Buluşmanın sonucunda ABD, Suudi petrolüne ayrıcalıklı erişim karşılığında Kral’a ABD koruması sözü vererek tereddütleri gidermiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle daha da stratejik bir unsur haline gelen petrol, gerek bölge ülkeleri ve gerekse uluslar arası toplum ilişkilerinde önemli bir dönem açmıştı. Savaştan sonra Batı Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın petrole olan bağımlılıkları artınca, Soğuk Savaş Dönemine girmiş olmanın da etkisiyle, özgür batı dünyasının liderliğini üstlenen ABD, Ortadoğu’da Batılı ülkeler lehine kazanılmış olan ayrıcalıkları korumak ve yeni olanaklar elde edebilmek için, aktif bir tutum içine girmişti. Çünkü ikinci savaştan sonra, dünya politikasına Avrupalı Devletlerce yön verme devri kapanarak Sovyetler Birliği ile ABD gibi iki süper gücün uluslar arası ilişkileri yönlendirdiği çağa girilmiş, uluslar arası ilişkilerde iki kutupluluk dönemi başlamıştı.(20) Böylece 1950’li yıllarda İngiltere de Ortadoğu üzerindeki nüfuzunu Rusya ve Amerika’ya terketmek mecburiyetinde kalmıştı. Bundan sonra temel hedefi, petrolün istikrarlı bir şekilde üretimi ve dünya pazarlarına düzenli olarak akması olan Ortadoğu politikası, değişmez bir politika olarak özellikle ABD’nin dış siyasetinde tartışmasız yerini almış, bu uğurda ABD, özellikle de Rusya’ya karşı bölgenin koruyucu gücü haline gelmişti. Esasen Rusya, kendi sınırları içinde zaten zengin petrol rezervlerine sahip olduğundan onun Ortadoğu’ya bakışı petrolden ziyade, güney bölgesinde bir güvenlik kuşağı meydana getirme isteğiydi. İşte Rusya’nın bu amaçlarına ulaşmasını engellemek üzere Amerika’ya bundan sonra düşen görev, Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, mali ve teknik bakımlardan güçlendirilmesiydi ki, bu sayede bu devletler Rusya’ya karşı koyabilirler, Amerika da istediği düzenli petrol getirisini sürdürebilirdi. Soğuk Savaş Döneminde kurulan, daha sonraları CENTO adını alacak olan Bağdat Paktı ve SEATO Ortadoğu’nun geri kalmış devletleri arasında işbirliğini öngören ve Batı destekli olarak meydana getirilmiş birliklerdi. Marshall ve Truman Yardımları da hep bu politika doğrultusunda gerçekleştirilmiş olan paketlerdi. Nitekim bu dönemlerde ABD Başkanı Truman’ın yaptığı bir açıklama, ABD’nin tüm bu politikalarını ve bölgeye bakışını da özetliyordu: “Gözlerimizi Yakın ve Ortadoğu’ya çevirdiğimiz zaman çok tehlikeli sorunlar gösteren bir bölgeyle karşılaşıyoruz. Bu bölgede geniş doğal kaynaklar bulunmaktadır. En işlek kara, hava ve deniz yolları buradan geçmektedir. Bu bakımdan ekonomik, stratejik önemi vardır. Fakat bu bölgedeki ulusların hiçbiri ne yalnız, ne de beraberce, kendilerine yöneltilecek bir saldırıya karşı koyabilecek kadar güçlüdür. Böyle olunca da Yakın ve Ortadoğu’nun bu bölgenin dışındaki büyük devletler arasında bir rekabet alanı olacağını ve bu rekabetin birdenbire çatışmaya yol açabileceğini kestirmek güç değildir.” (21) İran petrollerinin keşfedilmesi, Ortadoğu’ya olan ilgiyi de beraberinde getirmişti. 20. yy’ın başlarından itibaren İran’da denetimini kuran İngiltere, İran petrollerini de Anglo-Iranian Oil Company adlı bir şirket aracılığıyla işletmekteydi ve bu işletme hakkı en son İran ile İngiltere arasında 29 Nisan 1933’de imzalanan anlaşma ile düzenlenmişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İran bu anlaşmanın değiştirilmesini istedi. Çünkü şirketin İran’a ödediği para çok azdı, bunun için ek olarak yapılan 17 Temmuz 1949 Anlaşması da İran’ı memnun etmemişti. Bu sırada Amerika şirketlerinin Venezuela ve Suudi Arabistan ile yaptıkları anlaşmalarda, üretimden elde edilen kâr yarı yarıya paylaşılmaktaydı ve İran da en az bu kadar hakkı kendinde görüyordu. İngiliz şirketine petrol işletme hakkını tanıyan bu anlaşmanın İran Meclisince de onaylanması gerekiyordu ancak İran petrollerinin devletleştirilmesini savunan, Milli Cephe grubu ve lideri Musaddık anlaşmaya karşı çıktı. Aralık 1949’da Meclis tarafından Anlaşmanın reddi üzerine İran’da petrolün millileştirilmesi yolunda yoğun gösteriler yapıldı. Gösterilerin Komünist Tudeh Partisi ile aşırı sağcı Molla Kâşani’nin fanatik şiileri tarafından desteklenmesi ile tepkiler daha da arttı. Bundan sonra şirket İran’a yüzde 50 pay vermeyi kabul etse de millileştirme isteklerinin önüne geçemedi ve Şubat 1951’de İran petrollerinin millileştirilmesi meselesi Meclis’te ele alındı. Ancak Başbakan Ali Razmara’nın, bu durumun ekonomik ve politik sebeplerle gerçekleşemeyeceğini söyledikten dört gün sonra camiden çıkarken öldürülmesi olayların çığırından çıktığının bir göstergesi oldu. Bunun üzerine İran Şahı, Musaddık’ı Başbakanlığa getirmekten başka çare bulamadı ve Musaddık’ın Başbakan olmasıyla beraber de 30 Nisan 1951’de İran petrollerinin millileştirildiği kabul edildi. Elbetteki bu durumdan en büyük zararı gören İngiltere kısa süre içinde İran’daki bu gelişmelere karşı çıktı. İngiltere ve İran Hükümetlerinin karşı karşıya kalması, bir savaşın da habercisi oluyordu ve bölgenin zaptiyesi olan Amerika’nın da bu duruma seyirci kalması beklenemezdi. Nitekim Amerika arabuluculuk yapmak istediyse de, şirketin İran petrollerini tekelinde bulundurmak istemesinden, İran’ın ise ancak belli bir miktarın satış hakkını verebileceğini söylemesinden dolayı çabaları karşılık bulmadı. Anlaşmazlığın sürmesi üzerine İngiltere başka yollar denemekten de geri kalmadı ve ilk olarak, gözdağı vermek amacıyla İran sularına bir kruvazör ve bir miktar askeri güç göndererek gövde gösterisi yaptı, ancak 1921 yılındaki İran-Sovyet anlaşması gereğince Sovyetlerin işin içine girmesinden korkarak daha ileri gidemedi. Bu sıralarda İran’ın iç yönetiminde de çalkantılı günler yaşanıyordu. 1952’de Musaddık’ın Milli Cephesi ve Tudeh’in Meclis çoğunluğunu oluşturması, ipleri Musaddık’a verdi ve Musaddık fırsatları değerlendirerek Şah’ı Romanya’ya kaçırttı. Ardından İran diktatörü oldu. Ancak bundan sonra işin içine Ordu’nun dahil olmasıyla Ağustos 1953’de Musaddık düşürülerek Şah’ın yeniden ülkesine dönmesi sağlandı. Bu arada Başbakanlığa getirilen darbe lideri General Zahidi, petrol anlaşmazlığının çözümü için Amerika’nın tekrar aracılığını istedi ve Amerika’nın aracılığı ile, Anglo-Iranian Oil Company ile Amerikan petrol şirketlerinin oluşturduğu bir komisyon ve İran arasında 5 Ağustos 1954’de bir anlaşma imzalandı. Konsorsiyumda Anglo-Iranian şirketinin hissesi %40, Hollanda’ya ait Royal Dutch Shell Şirketi %16, Fransız Petrol Şirketi %6 ve geriye kalan diğer beş Amerikan Şirketinin herbiri de %8’er hisseye sahip olacak ve İran petrolleri bu şirketler tarafından ortak olarak işletilecekti. (22) Ortadoğu’nun stratejik önemi genel anlamda Batı’nın çıkarlarına bağlı olarak belirleniyordu. Emperyalist ülkelerin çıkarları ise, Ortadoğu ülkeleri üzerinde uzlaşmaz çatışmaları ve militarizmin varlığını gerektirmekteydi. Bu anlamda Ortadoğu ülkelerinde silahlanma yarışının hızlandırılması, çatışmaların sürekliliği ve barış sürecinin engellenmesi Batı açısından istenir bir durumdu. Petrol ve ona bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik kaygısı, Ortadoğu politikalarının hem istikrarsızlık, hem de yönlendiricilik faktörü oldu. Ortadoğu’da her çatışma silah talebini uyandırdı, bu talep de gelişmiş kapitalist ülkelerce başarıyla yönlendirildi. (23) Soğuk Savaş Döneminde Amerika tarafından Ortadoğu’nun silahlandırılması politikasına daha fazla bir yoğunluk verildi. Rusya’nın Ortadoğu bölgesine doğru yayılmasının engellenmesinin yegâne çaresi olarak, bölgedeki askeri yönden güçsüz olan devletleri ekonomik yardımlar ve teknolojik silahlarla besleyerek Rusya’ya karşı koyma gücünü kazandırmak olarak gören Amerika, bu düşüncesini uygulamaya geçirdi. Elbetteki Amerika’nın tek çıkarı “Rusya’ya karşı gelecek güçlü bir Ortadoğu” ile sınırlı değildi. Bu silah satışının arkasında yatan en önemli etkenlerden birisi de, ekonomik yönden oldukça zayıf olan bu devletlerin tek satın alma gücünün “petrol” olmasıydı. Amerika silah sattıkça, bunun karşılığını petrol olarak geri alıyordu. Bu da, “ne kadar çok silah o kadar çok petrol” anlayışını beraberinde getiriyordu. 1960-1970 arasında bozulan ekonomisini Ortadoğu’ya silah satarak kurtarmaya çalışan ABD, 1973 savaşından sonra Ortadoğu’daki silah pazarını da artırmıştı. Özellikle 1973 krizi ile artan petrol fiyatları ile Amerika’nın silah satışı arasındaki paralellik, silah ekonomisini gözler önüne sermekteydi: 1973-1977 arasında ABD’nin bölgeye yaptığı toplam silah transferi içinde İran’ın payı %42’ye yükseldi. Suudi Arabistan’ın payı ise 1663-1973’de %16 iken, 1973-77’de %24’e çıktı. 1974’de Avrupa, Japonya, Kanada ve Avustralya’nın payı %14’e düşerken, İran 1974 yılında petrol ithalatının %45’ini ABD’den alıyordu. (24) Bu oranlar gözönüne alındığında bölge üzerinde kurulan stratejilerde petrolün karşılığının silah olduğu gerçeği daha net ortaya çıkmaktaydı. 1980’de çıkan İran-Irak Savaşı yine bu doğrultuda Amerikan çıkarlarına hizmet etmişti. Savaş boyunca silaha duyulan ihtiyacın artması, talebi de arttırmış, bunun için daha çok petrolün satışının gerekli olması da, petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşü beraberinde getirmişti. Yarı yarıya düşen petrol fiyatları karşısında Batı, daha az döviz ödeyerek daha çok petrol elde etti ve bunun arkasından da ödediği dövizleri İran ve Irak’a silah satarak tekrar geri aldı. “Zavallı Irak’la zavallı İran, yıllar yılı savaştılar. Birisi biraz üstün gelecek olsa, ötekine, para daha doğrusu petrol karşılığında biraz daha çok silah verildi.” (25) 1990’da ve 2003’de yine “petrol” oyunları yüzünden başlayan, ABD’nin Irak’la yapmış olduğu savaşta Irak tarafından kullanılan silahların büyük bir kısmının Amerika’dan alınmış olması, Amerika’nın kendi silahlarıyla vurulması açısından ilginçti. Yine 2003 saldırısının gerekçesini oluşturan “aşırı silahlanma”nın da bizzat Amerika tarafından oluşturulduğu gerçeği, Amerika’nın “askeri ekonomi” politikasının bir sonucuydu. 1. Petrol Silahı ve OPEC’in Kurulmasına Giden Yol II. Dünya savaşından sonra petrole artan talep Ortadoğu’yu da kalabalıklaştırmış, Japon, İtalyan ve Fransız Şirketleri de petrol arenasında bir köşe kapmak için harekete geçmişler, böylece Ortadoğu ve dünya pazarlarında yerlerini almışlardı. Ucuz petrol elde etmenin yolunu bulan bu şirketler petrol pazarında yarışabilmek için Ortadoğu’da, %75’lere varan kâr sağlayan ortaklık anlaşmaları yapmışlar, ayrıca müşteri bulabilmek için de petrol fiyatlarını düşürmüşlerdi. Buna ilaveten, en büyük alıcı durumunda olan Amerika’da Başkan Eisenhower’ın 1959’da, ham ve işlenmiş petrol için yerli üretime ve yerli rafineri şirketlerine öncelik tanıyacağı yolundaki kararları ABD’ye giren petrolü kısıtlamıştı. ABD dışında pazar arayışına giren yeni şirketler büyük şirketlerle yarışabilmek ve onların pazar alanlarına girebilmek için fiyatları daha da düşürdüler. Bu düşüşte, yeni petrol alanlarının üretime geçirilmesi, bağımsız şirketlerin petrol piyasasına girmesinin yanında, Sovyetlerin komünist blok dışına ihracatını arttırması sonucu oluşan arz fazlalığının da rolü büyüktü. 1957’de 2.08 dolar olan ham petrolün fiyatı 1959’da 1.90, 1960’da 1.80 dolara inmişti. Fiyatların düşmesi, hemen hemen tek gelir kaynağı petrol olan ihracatçı ülkeleri çok zor duruma düşürmüştü. Buna karşı çıkılmadığı halde çok daha kötü sonuçlarla karşılaşabilecekleri endişesine kapılan petrol ihracatçısı ülkeler, petrol fiyatlarındaki düşüşü engellemek için, ortak bir amaç etrafında birleşmeyi öngördüler ve bunun için de Arap Petrol Kongreleri oluşturarak Nisan 1959’da ilk toplantılarını yaptılar. Bu ülkeler, ellerindeki petrolün çok büyük bir yaptırım gücü olduğunun ve bunu doğru kullanabildikleri halde çıkarlarını koruyabileceklerinin nihayet farkına varabilmişlerdi. Aslında petrolün bir silah olarak kullanılması fikri ilk olarak 1948’de İsrail Savaşı sırasında gündeme gelmiş, ancak Arap Birliği’nin Riyad’dan tutumunu sertleştirmesi yolundaki istekleri Kral tarafından olumlu karşılanmamıştı. Kral “ Sizi anlamıyorum, petrol eskiden de vardı, ama hiçbir zaman böyle bir şey söylenmemişti. Biz bunu ilaç olarak ve sağlık amacıyla kullanırdık. Daha sonra yabancılar geldi ve sondajlara başladılar. Yabancılar petrolü ayıkladı ve temizledi, daha sonra ihraç etti ve bana da ücretini ödedi. Şimdi ben neden kalkıp onları cezalandırayım?” (26) diyerek tutumunu göstermişti. Ancak bu son durum Suudi Arabistan dahil tüm ülkelerin ekonomisini derinden sarsmıştı ve dolayısıyla tutumunu da değiştirmişti. Petrol fiyatlarının düşüşünden en çok etkilenen ülkelerden birisi de Venezuella’ydı. Venezuella’nın petrol üretim maliyeti Ortadoğu’ya göre daha yüksekti ve yıllık üretim miktarını arttırabilmesi de söz konusu değildi. Bu yüzden gelirlerinde önemli bir düşüş olan Venezuella’nın Petrol Bakanı, Nisan 1959’da Kahire’de toplanan Arap Petrol Konferansına katılarak, İran, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye), Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak Devletleri arasında bir “Dayanışma Komitesi” kurulmasını sağlamış, bu beş devletin arasında bir petrol anlaşması yapılmasını önermişti. Ağustos 1960’da petrol şirketlerince fiyatlarda tekrar bir düşüşün uygulanması bu öneriye daha sıcak bakılmasına neden olmuş ve bu tek taraflı politikaya karşı bir tavır almak üzere adı geçen ülkeler bir araya gelmişlerdi. İşte bu şartlar altında, Irak Petrol Bakanlığı tarafından, Suudi Arabistan, Kuveyt, İran, Venezuella ve Irak temsilcileri Bağdat’ta toplanarak 10 Eylül 1960’da OPEC oluşturuldu. Dünya petrol ihracatının %80’inden sorumlu olan bu ülkelerin kurduğu Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü ya da uluslar arası adı ile Organization of Petroleum Exporting Countries/ OPEC, bu kuruluş toplantısında üç önemli kaarar aldı: İlki, fiyatları tek yanlı düşüren şirketlere karşı çıkılmalıdır. İkincisi, fiyatları eski düzeye çıkarmak için şirketler zorlanmalıdır. Sonuncusu da, OPEC üyesi ülkelerin fiyatların düşmesini önlemek üzere üretimi düzenleyici bir sistem kurma çalışmaları yapılmalıdır. (27) Bunu takip eden toplantılarda da, örgütün yapısı ve çalışma esasları belirlenmiş, oybirliği ile karar alma, örgüte katılmak için önemli derecede ham petrol ihraç etme ve OPEC ülkeleriyle aynı çıkarları paylaşma vb. kriterlerin aranması koşulları tespit edilmişti. Bu esaslar doğrultusunda 1975’e kadar OPEC’in üye sayısı 13’e yükselmiş, kurucu üyelerden sonra örgüte Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvator ve Gabon katılmıştır. OPEC ülkeleri kendi kaynaklarını kendilerinin kontrol etmelerini egemenlikten gelen bir hak olarak görüyorlardı. Zamanla OPEC ülkelerinin petrol üretimindeki payları artmaya başladı. 1946'daki %18'lik pay, 1960 yılında %50'ye ve 1970'de, %70'e yükseldi. Bununla, OPEC ülkeleri petrol üretimini kontrolleri altına almaya başladılar. Başlangıçta OPEC’in pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değildi. OPEC’in ilk yıllarda etkili bir rol oynayamamasının nedenlerinden birisi Nijerya, Katar gibi ülkelerle Umman ve Abu Dabi gibi şeyhliklerde petrol yataklarının bulunması ve bu ülkelerin henüz o sıralarda OPEC dışında bulunmasıydı. (28) Yine OPEC ülkelerinin arasında tam anlamıyla bir beraberliğin olamayışı da bunda etkiliydi. İsrail’in 1967’de işgal ettiği Arap topraklarınan çekilinceye ve Filistinlilerin yasal hakları güvenceye kavuşturuluncaya kadar petrol üretimini her ay %5 kısma kararları bile tüm üye devletler tarafından koşulsuz desteklenmemişti. (29) Nitekim 1967’de İsrail’in Mısır’a, Suriye’ye ve Ürdün’e saldırması üzerine ambargo için çağrılar yapılmasına rağmen, ilk etapta herhangi bir karar alınamadı. Ağustos 1967’de düzenlenen Arap Zirvesinde tekrar ele alınan konu üzerinde yine Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın yaptığı “Ben petrolün bir silah olduğunu sanmıyorum, bu bir değerdir” (30) şeklindeki değerlendirmesi görüş ayrılığını ortaya koydu. 1967 Arap-İsrail Savaşı, petrolün Batı’ya ve özellikle de Amerika’ya karşı siyasi bir silah olarak kullanılmasını gündeme getirdi. Hatta bunun için başını Suudi Arabistan, Libya ve Kuveyt’in çektiği petrol üreten Arap ülkeleri 9 0cak 1968’de, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatını yani OAPEC’i (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries) kurdu. Ancak gözden kaçan bazı noktalar vardı ki, herşeyden önce Amerika’nın tek alternatifi Ortadoğu değildi. Amerika’nın kendi rezervleri dışında, Venezuella, Nijerya ve Endonezya gibi Arap olmayan ülkeler de bu alternatiflerin içindeydi ve tüm bu ülkelerle ortak bir dayanışmayı oluşturmak çok zordu. Hatta Arap olmayanlar bir yana, Arap ülkeleri içinde de, petrolün fiyatının düşük olduğu bu dönemde en büyük gelir kaynağından yoksun kalmak pek de kabul gören bir durum değildi. Görüş birliğinin olmayışı, teşkilatın da etkinliğini azaltırken, bu arada Batı’ya karşı bir başka hamle gerçekleşti ve 1970’ten itibaren hemen hemen bütün Ortadoğu ülkelerinde “millileştirme” hareketleri başlatıldı. Irak tarafından 1972’de Iraq Petroleum Company’e el konurken, İran da benzer bir uygulama ile yabancı petrol şirketlerinin etkinliğini azaltarak, üretimi tamamen İran Milli Şirketi’ne (INOC) devretti. Diğer Arap ülkelerinde de hisseleri arttırma yönünde eğilimler görüldü. Bu şartlar altında durum, 1967’de olduğundan daha ciddiydi ve petrol üreticisi Arap ülkelerini dayanışmaya sevkedecek, böylece de 1973 petrol krizi oluşarak dünya gündemine oturacaktı. Arap ülkelerinin Batı’ya bir dayatma uygulayabilmesi, diğer bir deyişle petrol silahını doğrultması için, ihracatı kısmak ya da fiyatları yükseltmek gibi iki seçeneği vardı. İhracatı azaltmak kendi gelirlerini azaltmaları anlamına geldiği ve artık tamamen petrole dayanan Avrupa sanayisinin büyük bir tepkisine yol açabileceğinden korkulduğu için, tercih petrol fiyatlarının yükseltilmesinden yana kullanıldı. Bu metodun başarılı olduğu söylenebilirdi. Zira, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislinden fazla bir artış demekti. (31) Ve bu artışın etkisi kısa zamanda, beklendiği gibi gerçekleşti. Avrupa İktisadi İşbirliği Konseyi (Ortak Pazar), İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği konusunda bir bildiri yayınladı. Yine petrol artışından en çok zarar gören Japonya da Arapları destekleyerek İsrail’e karşı bir tavır sergiledi. İngiltere başlangıçta OPEC’in tutumuna karşı bir tavır alarak Ortadoğu’ya silah ambargosu uygulasa da daha fazla direnemedi. İsrail’in esas destekçisi ABD’ye karşı uygulanan petrol ambargosu ise ABD’yi dize getirmekten ziyade üzerinde ters bir etkiye yol açmıştı ki Amerika, petrol silahının Batı sanayisini çökertecek düzeyde kullanıldığı takdirde, Basra Körfezine silahlı bir müdahelede bulunabileceği tehdidini bile savurmuştu. Petrol krizinin 1973-74’de Batı’da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal bir hadise mahiyetini aldı. Başka bir deyişle, Batının sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri fiyat artışından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü, sanayileşmiş ülkelerin korktuğu, üretimin azalmasıydı. Aslında fiyat artışlarına kolay ayak uydurmuşlardı, çünkü, eski adıyla “dolar”, yeni adıyla “petrodolar”lar sonunda sanayileşmiş ülkelere dönmeye başlamıştı. Birkaç örnek vermek gerekirse; OPEC ülkelerinin 1973’den sonra artan fiyatlar dolayısıyla, 1974-78 yılları arasında petrolden elde ettikleri gelirin toplamı 573 milyar dolar tahmin edilmişti. Yine bu tahminlere göre de, bu ülkelerin 1978 yılı sonunda dış ülkelere yaptıkları yardımların toplamı da 188 milyar doları bulmuştu. Amerikan Hazine Bakanlığının tahminlerine göre, petrol üreticisi ülkelerin Amerika’daki yatırımları 1972’de 1 milyar dolarken, 1977’de bu miktar 32 milyar dolara ve 1978 sonunda da 52 milyar dolara çıkmıştı. Bu 52 milyar doların 32 milyar doları banka mevduatı ve 20 milyarı da hazine tahvilleri, şirketlerin hisse senetleri ve şirket tahvillerine yatırım şeklindeydi. (32) Bunun dışında, Batı’nın bu petrol krizini atlatmasındaki bir başka etken de, Batı’nın artan petrol fiyatlarını, kendi ihraç mallarına yansıtarak uğradığı zararın karşılığını buradan çıkarmak eğilimiydi. Zira, ekonomik yönden kalkınmaya muhtaç olan, aynı zaman da kazandığı petrodolarlar ile savunmasını güçlendirmek isteyecek olan ülkeler, yine bu petrol üreticisi ülkelerdi. O halde şu gerçek ortaya çıkıyordu ki, petrol için Batı Ortadoğu’ya ne kadar muhtaçsa, Ortadoğu da teknoloji ve mamul madde, özellikle de silah ihtiyacı bakımından Batı’ya o kadar muhtaçtı. Kısa süre içinde bunun farkına varan Batı dünyası yeni düzenlemelere intibak etmekte pek zorlanmadı. Kısacası petrol üreticisi ülkeler pahalıya sattıkları petrolün karşılığını da pahalı ödediler, pahalı sattılar, pahalı aldılar. İngiltere’nin 1970’de bölgeden çıkmasıyla kontrolden uzaklaşmış olan iki komşu ülke İran ve Irak arasında, geçmişten gelen etnik ve dini çekişmeler, farklı iktidar rejimlerinin birbirlerine karşı tavırları gibi nedenlerle gerginlik artmış, bu gerginlik Basra Körfezi ve Şattülarap Nehri üzerindeki egemenlik mücadelesi dolayısıyla, iki ülkeyi bir savaşın eşiğine getirmişti. Irak, İran’ı yenilgiye uğratarak, Tahran’dan sonra ülkenin ikinci sanayi bölgesi olan ve Ahvaz, Hurremşehr, Abadan, Bender Hümeyni gibi petrol ve doğalgaz merkezlerinin bulunduğu Kuzistan bölgesinde yaşayan bir buçuk milyon dolaylarındaki Arap halkın özerkliğine kavuşturulmasını amaçlıyordu. Böylece hem bu önemli petrol ve endüstri merkezi İran’ın elinden çıkmış olacak, hem de bu arada Kürtlere yapılan İran desteği, Kuzistan Araplarının yapacağı destekle dengelenmiş olacaktı. (33) İran Şah döneminde petrolden ettiği gelirlerin hemen hemen tamamını savunmaya ayırmış, silah ve diğer savaş araç gereçlerinin miktarını arttırmak suretiyle büyük bir ordu kurma hazırlığına girişmişti. Bunu takiben cesaretini de arttıran İran, bir taraftan Hürmüz Boğazı yakınlarındaki adaları işgal ederken, diğer yandan da Şattülarap üzerindeki ortak kontrolü tanımadığını ilan etmiş, Irak’taki iç karışıklıklardan da yararlanarak 1975 yılında bu ülkeyle yaptığı Cezayir Anlaşması ile kontrolü tek başına ele geçirmişti. Ancak buna karşı atak Irak’tan fazla gecikmeden gelmiş, 1979’da İran’da yapılan İslami hareket ve Şah rejiminin yıkılması Irak’ın Basra Körfezindeki etkinliğini arttırabilmesi için vazgeçilmez bir fırsat yaratmıştı. Böylece, uzun bir süre devam edecek ve sadece savaşan ülkeleri değil, bölge üzerinden çıkar sağlayan tüm devletleri derinden etkileyecek İran-Irak Savaşı, 22 Eylül 1980’de Irak’ın Hava ve Kara Kuvvetlerinin İran’a girmesiyle başlamıştı. Bu arada, dünyanın en zengin petrol yataklarının ve üretim kapasitesinin bulunduğu bölgede meydana gelen bu savaşın, Basra Körfezinden dünya piyasalarına sunulan petrolün akışını engllemesi, Batılı devletleri de çıkarları gereği harekete geçirdi ve İran ile Irak arasında başlayan savaşın içine kısa bir süre sonra başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve diğer bazı Avrupa ülkeleri de dahil oldular. Petrolün olduğu her yerde Batılı Devletler de olduğuna göre, petrolle ilgili bir savaşta da bulunmaları kaçınılmazdı. Nitekim 4 Kasım 1979’da ABD’nin Tahran Büyükelçisinin, Humeyni’ye bağlı İslami köktenciler tarafında rehin alınması, Avrupa Topluluğu üyelerinde de İslami radikalizme karşı bir korku yaratmış ve hayat damarları olan Ortadoğu petrolünün böyle bir İran yerine, nispeten daha ilerici nitelendirdikleri Saddam Hüseyin tarafından kontrol altına alınmasını çıkarları açısından daha uygun görmüşler ve savaşta Irak’tan yana bir tutum sergilemişlerdi. Savaş sürdüğü yıllarda, en büyük endişesi Körfez petrollerinin Batı’ya sevkini tehlikeye düşürecek bir durumun oluşması olan ABD, bu endişelerine rağmen Ortadoğu çıkarları açısından savaşta tarafsız kalmaya gayret etmiş, ancak bu arada Sovyetler Birliği’nin Hürmüz Boğazında etkinlik kurmasını önlemeyi ve Basra Körfezinin ulaşım ve ticarete açık kalmasını sağlamak için Körfez üzerinde fiili bir kontrolü uygun görmüş ve bu politika da savaşın sonlarına doğru onu, Irak’tan yana tavırlar içine sokmuştu. Fazla bir etkinlik gösteremeyen Sovyetler ise daha önceki Irak-Sovyet Anlaşmalarına aykırı hareket ederek Afganistan meselesinden dolayı İran’a yaklaşmış, ekonomik olarak büyük bir çöküş yaşadığı bu yıllarda olayları izlemekten başka bir yol bulamamıştı. Bu arada İran-Irak savaşını yakından takip eden ve Ortadoğu’daki her sorundan mutlaka bir pay alan Türkiye, ABD ve AT ülkelerinin İran’a karşı uygulanan ambargoya karşı kendisinden istenen desteği vermekten kaçındı. (34) 1980’de yaşanan iç sıkıntıları takiben ekonomik alanda meydana gelen bunalımları aşmak için, İran’ın içinde bulunduğu durumdan yararlanmak isteyen Türkiye, 1981 ve 1982’de imzaladığı takas anlaşmalarıyla, İran’dan yıllık ihtiyacının üçte biri olan 16 milyon ton ham petrol almayı ve karşılığında da İran’ın ihtiyacı olan hammadde ve tüketim malları sağlamayı kabul etmişti. Türkiye ile İran arasındaki bu ticari gelişmeler Türkiye’nin ihracatında önemli derecede bir artış meydana getirirken aynı zamanda, RCD (Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı), ECO (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) gibi ekonomik teşkilatları da beraberinde getirmişti. Türkiye’nin tarafsız kalmasını tüm gücüyle destekleyen İran, bunun için sadece ticareti kullanmakla kalmamış, Ahvaz-İskenderun doğal gaz ve petrol boru hatları projesini de canlandırmaya çalışmıştı. Ancak İran savaş boyunca sürdürdüğü bu strateji ile Türkiye’ye sırf savaşta tarafsız kalması için dost yüzünü göstermiş, bunun dışında, savaştan sonra da görüleceği gibi,(35) Türkiyeye karşı gerçek bir dostluk politikasını asla takip etmemişti. Savaşın üzerinden altı yıl geçmesine ve halen bir sonuç alamamasına karşılık Saddam 1986 yılından itibaren strateji değiştirerek İran’ı masa başına oturtmaya çalıştı, bunu kısa zamanda gerçekleştirmek için de İran üzerinde kimyasal silah kullanmaya başladı. Saddam’ın bu yoldaki ikinci planı, savaşı uluslar arası platforma çekerek bir an önce sona ermesini sağlamak ve masa başında da kazandığı zaferi onaylatmaktı. Bunun için 1986’da yaklaşık 100, 1987’nin ilk üç ayında toplam 30 gemi İran ve Irak’ın saldırısına uğradı. 1986’daki ilk kurban Kuveyt’e ait bir tankerdi ve İran tarafından vurulmuştu. Kendini ve petrol sevkiyatını korumak isteyen Şeyh El Sabah, ABD’den Kuveyt tankerlerinin Amerikan bayrağı altında sefer yapmalarını istedi. Olumsuz cevap alan Şeyh, bu defa Sovyetlerden yardım istedi. Şeyh’in teklifini kabul eden Sovyetler, üç gemisini Kuveyt’e kiraladı. Bu durum karşısında, Körfezdeki emirliklerin tüm tanker filosunun yarısına eşit sayıda ve ABD petrol ithalatının üçte birini taşıyan 11 adet tanker, ABD donanmasının koruması altında petrol sevkiyatlarına devam etti. Böylece, İran-Irak Savaşı bir bakıma uluslar arası bir niteliğe bürünmüş oldu.(36) Başlangıçta tarafsız kalmayı yeğleyen ABD, savaşın son zamanlarına doğru tamamen Irak yanlısı tavırlar alarak, Körfez’de İran gemilerine tehditkâr davranmaya, uyduları vasıtasıyla Irak’a bilgi aktarımı yapmaya başladı ve bu tutumu ABD’yi İran ile karşı karşıya getirdi. Yani aslında bakarsak İran bu savaşta Irak’a değil, ortak çıkarları, yani petrol etrafında birleşen Batılı Devletlere yenilmişti. Çünkü Irak’ın kimyasal silahlar kullanmasına bile karşı çıkmayan gerek Körfez ülkeleri, gerekse de dünya kamuoyu, İran’ın tankerlere ateş açması karşısında onu saldırgan ilan etmişlerdi. BM ve İslam Konferansı örgütü de aynı şekilde savaşın durdurulması konusunda İran’a baskı yapmaya başlamışlardı. İran bir yandan yoğun bir ittifakın karşısında kalırken, diğer yandan da 290 kişi taşıyan bir yolcu uçağının Amerika tarafından düşürülmesi (her ne kadar Amerikalı yetkililer radarların kendilerini yanılttığını, uçağı askeri uçak sandıklarını söyleseler de) karşısında büyük bir kayba uğramıştı. 1988 ortalarına doğru silah ve techizat eksikliği de duymaya başlamasıyla beraber geri adım atmak zorunda kalan İran, Saddam’a ABD’nin nükleer silah vermesi sonrası Humeyni’nin “zehir içmekten de beter” (37) diye nitelendirdiği kararını açıklamak zorunda kalmış ve BM kararlarını kabul ederek sekiz yıllık İranIrak Savaşına birden bire son vermişti. KÖRFEZ KRİZİ VE PETROLÜN OYNADIĞI ROL Irak, 1921’de Osmanlı İmparatorluğu’nun Bağdat, Musul, Basra eyaletlerinin birleşmesinden oluşmuş ve başına da Faysal getirilmişti. Ancak 1922’de Suudi Arabistan, Irak ve Kuveyt’in sınırlarında bazı değişiklikler yapılmış ve İngilizlerin istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmişti. Sir Percy Cox tarafından belirlenen yeni sınırlarda gözönünde tutulan tek şey, gerek nüfusu ve gerekse de toprak zenginliği açısından ileride güçlenebilme sinyalleri veren Irak’ın böyle bir konuma gelmesini engellemekti. Bunun için de Irak’ın Basra Körfezi’ne ulaşması ve denize çıkmasını engelleyecek tampon bir devlet, yani Kuveyt oluşturulmuştu. Aslında Kuveyt’in geçmişi 1700’lü yıllara kadar dayanıyordu. Suudi Arabistan’dan göç eden birkaç aile tarafından, 1756’da Sabah ailesinden bir Şeyh başa geçirilmiş ve Osmanlı Devleti’ne vergi ile bağlanmış, fakat 1899’da İngilizlerle yaptığı anlaşma ile, “bu devletin izni olmadan hiçbir devletin temsilcisini kabul etmeme ve bir başka ülkeye toprak veya başka bir imtiyaz vermeme” (38) kararını kabul ederek İngiltere gözetimine girmişti. 1934 yılında İngiliz Şirketi Anglo-Persian Oil Company ile Amerikan Gulf Oil Company’nin ortaklaşa kurdukları Kuveyt Oil Company buradaki İngiliz denetimini daha da pekiştirmiş ve anlamlandırmıştı. İngilizlerin hesabına göre, İngilizlerin denetiminde bulunan Kuveyt, ileride bir gün İngiliz boyunduruğundan kurtulmuş olsa bile, Irak’ın Körfez çıkışını engelleyecek ve bu zengin petrol bölgesinde Irak’ın İngiltere’ye rakip olmasını önleyecekti. Bu hesabın sonunda, Irak’a Basra Körfezi’nde büyük bir kısmı bataklık olan sadece 18 kilometrelik kısa bir sahil şeridi bırakılmıştı. İşte bu tarihlerden itibaren de İran ve Kuveyt arasında skışıp kalan Irak, sürekli olarak bu dar su geçidini genişletebileceği uygun zamanın gelmesini bekleyecekti. (39) Kuveyt 1961’de bağımsızlığına kavuştuğunda, bekledikleri zamanın geldiğine inanan General Kasım bu devleti tanımadığını ve Kuveyt’in Irak topraklarının bir parçası olduğunu ileri sürmüş ve Kuveyt’i ilhak ettiğini açıklamıştı. Ancak bu sırada Kürtlerle uğraşmak zorunda olan Irak konuyla pek ilgilenememiş, ilhak sadece kâğıt üzerinde kalmış, General Kasım’dan sonra başa gelen kısa yeni hükümet döneminde de Kuveyt üzerindeki haklardan vazgeçildiği görülmüştü. Bubiyan Adasının derin sularının petrol terminali kurmak için oldukça elverişli olmasının yanısıra Irak’ın, Kuveyt’e ait olan Bubiyan ve Warba Adalarına sahip olarak bu adaların kara suları ve kıta sahanlığı içindeki petrol yataklarına ulaşmak istemesi 1972’de yeni bir kriz yaratmış, ancak Arap Birliği’nin diplomatik temasları sonucu Irak’ın hedefleri yine ertelenmişti. 1980-1988 İran-Irak Savaşında, İran’ın Şii ve teokratik İslami rejimi bölge açısından büyük bir tehlike olarak algılandından, Arap dünyasının büyük çoğunluğu ve Sovyetler dahil sosyalist ülkeler Irak’a destek vermişlerdi. Ancak bu desteğin Irak’ı şımartarak bölgede büyük güç haline gelme hesapları yapacağını pek de hesap etmemişlerdi. Nitekim savaş sonunda Irak Batı’nın ve silah tüccarlarının katkılarıyla bir milyon işsizi silahlandırmış ve büyük bir ordu meydana getirmişti. Yani aslında 1990 Krizi ani olmamış, baştan beri geliyor olduğunun sinyallerini vermiş, işte bu şartlar altında Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i ilhak ettiğini açıklamasıyla başlayan Körfez Krizi ortaya çıkmıştı. Bağdat, 16 Temmuz 1990’da Arap Birliği Genel Sekreterliğine gönderdiği mektupta Kuveyt’i ilhak fikrini meşrulaştırmaya çalışıyordu. Bağdat Kuveyt’in 1980’den beri, Irak’a ait olan Rumeyla bölgesinde petrol kuyuları açmak suretiyle petrol üretimini artırdığını ve petrol fiyatlarını düşürerek Irak’ı ekonomik yönden 14 milyar dolar gibi büyük bir zarara uğrattığını iddia ediyor, 2.4 milyar dolar tazminat istiyordu. 1989’da petrol geliri 7.7 milyar dolar olan Kuveyt’i kendi topraklarına katması durumunda Irak, böylece Suudi Arabistan’dan sonra en büyük petrol rezervine sahip olacak ve elbette ki Körfez’de durdurulamayacak bir güç haline gelecekti. Ancak Irak’ı böyle bir davranışa iten başka nedenler de vardı. Bunları birkaç noktada toplamak gerekirse, öncelikle ABD’nin İran-Irak Savaşında kendisini desteklemiş olması ABD’nin bu konuda da kendisine toleranslı davranacağı ümidini vermişti. Ayrıca, sekiz yıl süren savaşın Irak’ın askeri gücünü artırmış olması, savaştan İran’ın askeri anlamda zayıflayarak çıkması nedeniyle bu devletin kendisine yeni bir cephe açamayacağını düşünmesi, savaş öncesinde 35 milyar dolar döviz rezervine sahip olan Irak’ın savaştan 80-100 milyar dolar borçlu olarak çıkması ve son olarak, İran tehlikesinden Arap dünyasını kurtaran bir devlet olarak Kuveyt’i işgaline bölge devletlerinin ses çıkarmayacaklarını düşünmesiydi. Özellikle işin ekonomik boyutu üzerinde biraz daha durmak gerekirse, Irak Kuveyt’i işgal ederek hem Kuveyt’e olan borçlarından kurtulmuş olacak, (40) hem bu devletin petrol dahil ekonomik kaynaklarını ele geçirecek, hem de dünya petrol fiyatlarını belirleyebilecek bir konuma gelecekti. (41) Ancak burada Irak çok büyük bir gerçeği gözden kaçırıyordu ki o da, gerek bölgede bulunan gerekse de bölgede sınırları değil ama çıkarları bulunan devletlerin Irak’ın başat güç olmasını istemeyecekleri gerçeğiydi. Yani Ortadoğu’da hiçkimse kendi elleriyle besledikleri bir canavar yaratmak istemeyecekti. 2 Ağustos 1990’da Irak Kuveyt’e girdiğinde arkasında hiçbir destek kalmamıştı. Ancak bunu tam olarak kavrayamayan Irak, ilk günden itibaren BM’nin barış için aracılığını kabul etmemişti. Kendisine karşı uygulanan ekonomik ambargoya karşı direnen Irak 28 Ağustos 1990’da Kuveyt’i 19. ili olarak ilan etti. 16 Ocak 1991’e kadar sürdürülen girişimlere Irak’ın olumlu bir yanıt vermemesi Ortadoğu’nun güvenliğinden kendini birinci derecede sorumlu tutan ABD’nin duruma el koymasına ve 17 Ocak’ta Suudi Arabistan’dan kalkan Amerikan uçaklarının Irak’ın askeri hedeflerini bombalayarak “Çöl Fırtınası” operasyonunu başlatmasına neden oldu. Çoğunluğunu Amerikan güçlerinin oluşturduğu “Uluslararası Güç”e İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, Yunanistan, Sovyetler Birliği, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Fas, Pakistan, Bangladeş, Kanada, Arjantin ve Avustralya askerleri de katıldı. Irak’ın İsrail’e attığı Scud füzesi ile Arap dünyasını tekrar yanına çekmeye çalışarak son bir deneme yapmasına rağmen, İsrail’in buna karşılık vermemesi bu girişimi de sonuçsuz bıraktı. ABD’nin son derece modern ve teknolojik silahlarının hava taarruzları karşısında daha fazla direnemeyen Irak 28 Şubat’ta Kuveyt’i boşaltacağını ilan etti. Irak, Kuveyt’i işgal etmekle yaptığı stratejik hatayı, BM’nin çağrılarına uymayıp zamanında Kuveyt’ten çekilmemekle tekrar etmiş, yaptığı yanlışın farkına varamamıştı. Sonuçları itibariyle bakıldığında Irak bu savaş sonunda çok büyük bir askeri ve ekonomik güç kaybına uğramıştı. Eğer kısa zaman içinde barışçıl yollarla Kuveyt’ten çekilmiş olsaydı hem bu güç kaybını asgari düzeye indirebilir, hem de dünya kamuoyunun tepkisini bu denli üzerine çekmez ve zaman içinde de Kuveyt ile ilgili taleplerini hukuka uygun duruma getirerek devam ettirebilirdi. Körfez Savaşı Irak’ın bölgesel etkinliğini azaltırken, bölgedeki dengeleri yeniden değiştirmiş ve petrol fiyatlarının yükselmesinden faydalanan İran ekonomik kapasitesini arttırarak bölgenin en güçlü devleti haline gelmişti. Türkiye’nin Körfez Krizi nedeniyle takındığı tavır, Batı’nın bölgeye yönelik beklentilerinin bekçisi imajını vermişti. Kriz Döneminde Türkiye’ye mavi boncuk dağıtan ABD ve Batı, sonradan tüm vaatlerin unutmakla kalmamış, Türkiye’nin başına PKK ve Çekiç Güç vasıtasıyla Kuzey Irak ve Güneydoğu’da problemler çıkarmıştı. Ambargo nedeniyle uğrayacağı zararların karşılanması, ABD, petrolcü Körfez ülkeleri ve AB ülkeleri tarafından unutulup gitmişti. I. Dünya Savaşı’nda alevlenen “Kürt Devleti” kurma planlarının başarısız olması, Kürtleri bir devlet kurma hayalinden hiçbir zaman uzaklaştırmamış, günümüze kadar gelen ve Türkiye, Irak ve İran’ı yakından ilgilendiren Kürt Sorununun da başlangıcını oluşturmuştu. Bu anlamda I.Dünya Savaşı ile gerçekleştirilemeyen politikanın, Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin Kürtlere bakış açısını da şekillendirdiğini söylemek hiç de zor değildi. Dolayısıyla Kuzey Irak’taki Kürt sorunu Körfez Krizi ile çıkmamış, bölgeye yönelik her türlü çıkar çatışmasının karmaşıklığı, Musul ve çevresinin Körfez Bölgesi gibi petrol yatakları ile dolu olması, bölge dışı güçlerin etkisiyle bölgeyi istikrarsızlığa yöneltmişti. Körfez Krizinden sonra Irak’ta meydana gelen otorite boşluğundan en fazla yararlanan ya da “yararlandırılan” Kürtler olmuştu. 1991’de Kuzey Irak’ta başlayan ve teşvik edilen Kürt ayaklanmasına karşı Saddam Hüseyin’in “Halepçe Olayı” ile sert ve acımasız bir cevap vermesi ve bir milyona yakın peşmergenin İran ve özellikle Türkiye sınırlarını zorlaması, Ortadoğu’da istikrarsızlığı körüklerken, bölge petrolü üzerinde oynanan oyunları da başarıya ulaştırıyordu. Ortadoğu’nun daima kontrol altında tutulabilmesi için burada parçalanmış ve zayıf bir yapı oluşturmak isteyen Batı ve ABD böylece Kuzey Irak’ı Çekiç Güç (Operation Provide Comfort) denetimine alarak, yine kendi çıkarları doğrultusunda Kürtleri kullanmış, Kürtler tarafından ilan edilen Federe Kürt Devletini başta ABD olmak üzere desteklemişlerdi. Petrolün dost ellerde bulunması elbette ki ABD açısından çok mühimdi. Sanayi devriminden sonra dünya hâkimiyeti teorisinin netleşmesini sağlayan Alman stratejist Frederich Ratzel, Almanlar'ın Hayat Alanı Teorisi'nde “Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır. Devlet, gelişme ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletlere dışarıdan istilâ yoluyla mümkün olur. Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur.” demişti. Ratzel’den etkilenen Mackinder, Spykman, Mahan, gibi birçok stratejist dünya hâkimiyeti için çeşitli teoriler geliştirmişlerdi. Bu teorilerin hepsinin temelinde “enerji ve hammaddeye sahip olan dünya pazarına sahip olur, pazara sahip olan ise dünyaya hakim olur” fikri yatmaktaydı. (42) İşte bu anlayış etrafında şekillenen ABD dış politikası 1991 Körfez Krizi’nin sona ermesinden sonra da ABD’nin bölgede kalma yollarını aramasına neden olmuştu. 2000’li yıllara gelindiğinde ABD’nin aynı amaçlar doğrultusunda ve farklı bahanelerle yine Irak’ta bulunması hep bu siyasetin bir uzantısıydı. 11 Eylül saldırısından sonra bu kez Bush Doktrini olarak ilan edilen, ABD’nin dünyanın neresinde olursa olsun terörü destekleyen her türlü gücün karşısında olacağını içeren politikası gereğince, saldırıdan sorumlu tuttuğu Usame Bin Ladin’i sakladığı ve koruduğu gerekçesiyle Afganistan’a yerleşmesinin asıl amacı Hazar Havzası petrol yatakları ile Çin’in arasına girmekti. Bunun devamı olarak da, hızla tükenen petrol rezervlerini telafi etmek üzere Ortadoğu’ya yönelecekti. Dünya enerji rezervinin neredeyse üçte birini tek başına tüketen ABD, rezervlerinin tükenmeye başlamasıyla beraber Teksas’ta çıkardığı petrolü rafinerilerde saklamaya ve bunun için de petrolü kolay temin edeceği Irak’a karşı planlar yapmaya başlamıştı. Bu yüzden ABD her ne kadar Irak’a düzenlediği operasyonun gerekçesini, Irak’ın potansiyel bir terör bölgesi olması ve Irak rejiminin bölgeyi tehdit etmesi olarak açıklamışsa da asıl nedenin “Irak halkına demokrasi sağlamak”tan ziyade ekonomik olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Zira Irak, dünyada Suudi Arabistan’dan sonra en büyük petrol rezervine sahip ülkeydi. ABD’nin petrol ihtiyacı hiç bitmeyeceğine göre Ortadoğu’ya yönelik girişimleri de sona ermeyecekti. Bugün Irak’ı bahane ederek ulaştığı durumu korumak için ABD gelecek te de başka bahaneleri oluşturarak Ortadoğu’nun yumuşak yapısını elleriyle şekillendirmeye devam edecekti. Ortadoğu geçmişte çok büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış, dünya kültür ve uygarlığının kalbi sayılan bir bölge olmakla beraber, zaman içinde önemini yitirerek Doğu’nun geri kalmışlığını gözler önüne seren, sadece “çöl, deve ve Arap” kavramlarının meydana getirdiği bir coğrafya olarak tanımlanmaya başlamıştı. Yüzyıllar sonra Ortadoğu’yu yeniden dünyanın merkezi haline getiren ise petrol olmuş, sanayinin gelişmesi ile artan hammadde ve enerji ihtiyacını karşılayacak alternatifsiz tek madde petrol, çöl olarak tanımlanan coğrafyaya hayat veren bir membaa haline gelmişti. İşte bugünlere kadar gelen, bitmek tükenmek bilmeyen savaşların, çıkar kavgalarının, güç çatışmalarının temel sebebi de böylece oluşmuş, petrol Ortadoğu tezgâhında ama Batı tarafından dokunan bir halı olmuştu. Dünya petrol rezervlerinin %70’ine sahip olan Ortadoğu’nun bu zenginliği karşısında, donanma gücünden gündelik ihtiyaçlarına kadar petrole bağımlı hale gelen Batılı Devletler elbette ki keyfiyeti bölgedeki var olan güçlere bırakmayacaklar, bölgedeki gücü bizzat kendileri oluşturacaklardı. Önce İran’da başlayan, ayrıcalıklar ve petrol şirketleri vasıtasıyla petrole el koyma girişimleri diğer bölgeler için de geçerli olacaktı. Ortadoğu’nun büyük bir kısmına sahip olan Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı ile parçalanması ve bölge topraklarının paylaşılması bu amaca giden yolda büyük bir aşamaydı. I. Dünya Savaşı sonrasında Batılı güçlerce çizilen Ortadoğu’nun yapay sınırları burada bölgesel bir gücün oluşmasını engellemeye ve böylece bölgenin ekonomik yönden kontrolünün sağlanmasına yönelikti. Böylece oluşan manda rejimleriyle uzunca bir süre Ortadoğu ülkelerinin petrolü, Amerikan, İngiliz petrol şirketleri, dolayısıyla da bu şirketlerin ait olduğu devletler tarafından rahat rahat kullanıldı. Bu ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşması da çok bir şey değiştirmedi, çünkü Batıdan uzanan eller buralarda asla bir düzen ve istikrarın oluşmasına izin vermediler. 2. BÖLÜM GÜNEY KAFKAS’DA AKAN PETROL KANLARI Pazar ekonomisine dayalı ve komşularının egemenliklerine saygılı bir demokratik sistemi benimsediği varsayılan Rusya, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana Transkafkasya'da sayısız karanlık eyleme karışmıştı. Moskova'nın karanlık eli Gürcü hükümetinin baskısı altında, Rus barış gücü kuvvetlerinin Gürcistan'ın Güney Osetya ve Abhazya bölgelerine gönderilmesini talep etmesine yol açan bu bölgelerde ortaya çıkan ayrılıkçı ayaklanmalarda belirgindi. Etnik Ermeni kuvvetlerinin Azerbaycan'ın yüzde 20'sini işgaline yol açan ve Bakü'de kronik siyasi istikrarsızlığa katkıda bulunan Azerbaycan'a karşı askeri harakatında Ermenistan'ı Rusya daima destekledi. Bu tür eylemlerin açık hedefi üç Transkafkasya cumhuriyetini zayıflatmaktı ve bu ülkelerin milli çıkarlarını Rusya'nın çıkarlarından ayırabilecek tam egemen devlet olma yolunda gelişmekten alıkoymaktı. 1993 yılı ortalarında bölgedeki enerji kaynakları üzerinde tekelciliğini sürdüren Rusya faaliyetlerinin itici gücü olarak petrol rezervlerini görüyordu. Bu nedenle imzalanacak bir petrol anlaşmasına hiç tahammülü yoktu. Azerbaycan'da siyasal yaşam Dağlık Karabağ için verilen savaşın gölgesi altındaydı. Haydar Aliyev, 1987'de Moskova'daki son görevini ( Bakanlar Konseyi Başkan Yardımcısı ) kaybettiğinde Azeriler hemen Gorbaçov'un Aganbekyan gibi Ermeni danışmanlarını suçlamışlardı, çünkü Dağlık Karabağ'ın Ermenistan'a bağlanmasını isteyen dilekçe tam bu tasfiyeden sonra açıklanmıştı. Şubat 1988'de Karabağlı Ermeniler Erivan'a bağlanmak için gösteriler düzenlediler. Ertesi ay bu bölgeden kaçan Azeri sığınmacılar Rus istihbaratının provakasyonu ile güya Sumgayt da Ermenilere karşı kıyıma girişiyordu. Şiddet süreci başlamıştı, milletlerin ayrıştırılması Rus politikası icabıydı. Eski büyükelçi, Moskova'nın adamı Ayaz Muttalibov Ocak 1990'da başbakanlık görevinden ayrılarak Komünist Parti birinci sekreteri oldu, başbakanlığa ise Hasan Hasanov geldi. Gözden düşen Aliyev, ancak Nahçıvan Meclis başkanı olabilmişti. Ekim 1990'daki Yüksek Sovyet seçiminde muhalefet sandalyelerin yüzde 10'unu aldı. Ağustos'da Muttalibov, Moskova'da yapılan darbeyi onayladı ve hemen ardından 31 Ağustos'da bağımsızlığı ilan etti. Eylül 1991'de ise başkan seçildi. Karabağ'daki savaş komünistlerle muhalefeti görülmedik biçimde biraraya getirdi. Ekim ayında 25 hükümet yanlısı ile 25 muhalefet yanlısı milletvekilinden oluşan bir Ulusal Konsey kuruldu. Ermenilerin Hocalı katliamı ve Şuşa’nın işgali Muttalibov rejiminin sonunu getirdi. Muttalibov'un Moskova'ya sığınması ile Azerbaycan'ın siyasal yaşamını etkileyecek darbeler serisi başlamış oluyordu. 1992’nin Mayıs ayında Halk Cephesi iktidarı gayriresmi olarak ele geçirdi. Alparslan Türkeş'in 'varisim' dediği İskender Hamidov, 7 haziran'da yapılan seçimde Elçibey seçilmezse sandığı başınıza geçiririm. ' derken Elçibey'in en ciddi rakibi Nizami Süleymanov, ekmeğin fiyatını 2 köpük yapacağını vaadinde bulunuyordu. Elçibey, salt çoğunluk oyunu Süleymanov karşısında zorlanarak almış ve cumhurbaşkanı olmuştu. MHP'liler artık Elçibey'in danışmanı, Toprak bakanı, hatta korumasıydı. Ancak Rusların desteklediği Ermenilere karşı ardı ardına alınan başarısızlıklar halkın hoşnutsuzluğuna yol açmıştı. Elçibey'in savaş ağası Suret Hüseynov tarafından devrilmesinin ardından Aliyev, Bakü'ye Elçibey'in gönderdiği uçakla getirilmişti. Elçibey açıkca, ' ayıkla pirincin taşını ' diyordu. Rus ayak oyunları karşısında sadece Aliyev'in ülkeyi ateş çemberinden kurtarabileceğine inanmıştı. Rusya'nın ateşkesi sağlayabilecek ve zamanla bölgeye tarafsız güçler gönderebilecek bir ülke konumunda olması nedeniyle Haydar Aliyev, ilk önce bu güçlü komşusuyla ilişkilerini düzeltmek mecburiyetindeydi. Zaten iktidara geldikten sonra Haydar Aliyev'in ilk kararları Azerbaycan'ı Rusya ağırlıklı Bağımsız Devletler Topluluğu'na ( BDT ) sokmak ve petrol anlaşması müzakerelerini devam ettirmek oldu. Rusya'nın o dönemdeki Dışişleri bakanı Anderev Kozirev, bu kararları, Azerbaycan'ın yeniden Rusya'nın yörüngesine girmesini gösterdiğinden '' zamanlı ve olumlu '' olarak karşılamıştı. Dünya kamuoyu, bu durumu Moskova'nın müdahalesinden istediğini koparması olarak algılamıştı. 1993 yaz ve sonbaharında Ermeni saldırıları sonucu Azerbaycan'ın tüm güneybatı bölgesinin elden çıkması, Rusya'nın barış karşılığı bedel istediğini ortaya çıkarmıştı. Ermenistan karşısında Moskova'nın yardımınının ilk bedeli Azerbaycan'a Rus askeri gücünün konuşlandırılmasıydı. Ekim 1993'de Aliyev'e Rusya tarafından ülkeye bir Rus paraşütçü birliğinin gelmesini ve Azerbaycan-İran sınırı boyunca Rus sınır muhafızlarının konuşlandırılmasını sağlayan teklif götürüldü. Rus barış güçlerinin Dağlık Karabağ'da bir ateşkesin uzun ömürlü garantörü olacağıda varsayılıyordu. Moskova, Azerbaycan'ın güvenliğinin sağlanmasını bir Rus askeri varlığına bağımlı kılarak, petrol zengini bu cumhuriyette baskın bir güç konumuna gelmeyi ummuştu. Haydar Aliyev, Moskova'nın Azerbaycan'ı kendi koruması altında bir ülke konumuna sokmak için yaptığı girişimlere karşı koydu. Aliyev 1993-1994 kışında küçük toprak kazançları getiren ve kendisine Rusya karşısında biraz nefes aldıran askeri bir harakat başlattı. Aliyev, kendisinin nisbeten güçlenmiş konumunu Azerbaycan'ın bölgedeki tek potansiyel müttefiki Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek ve Azerbaycan'ın önemli petrol rezervlerinin geliştirilmesi ve ihracatı konusunda Batılı petrol şirketleri konsorsiyumu ile müzakereleri yeniden başlatmak için kullandı. Aliyev'in Rus planlarına karşı sert biçimde karşı çıkması Moskova için önemli bir tahrik edici unsur oldu. Dağlık Karabağ'da tamamen Rus askerlerinden oluşan ‘Pax Rus’ barış gücünün konuşlandırılamaması ve Rus askeri güçlerinin Azerbaycan'a sokulamaması, Rusya''nın Transkafkasya ve bölgenin enerji kaynakları üzerinde hegemon güç olma yeteneğini esaslı biçimde zayıflattı. Aliyev'in Türkiye'ye yaklaşması ve Batılı petrol konsorsiyumu ile görüşmeleri tekrar başlatma kararı Kremlin odalarında büyük şaşkınlıkla karşılandı. Azerbaycan'da önemli bir Batılı ekonomik varlığının oluşmasının büyük oranda Transkafkasya'da Rusya'nın hakim güç olma yeteneğini zayıflatacağını anlayan Moskova, Azeri petrol görüşmelerini baltalamak için harakete geçti. Rusya Yakıt ve Enerji Bakanı Yuri Şafranik Kasım 1993'de Rusya'nın çıkarlarına uygun şekilde petrol müzakerelerini etkilemek için Bakü'ye gönderildi. Şafranik, bir yandan Azeri petrolünü Türkiye üzerinden bir boru hattıyla Akdeniz'e ulaştırılması planlarının Rusya'nın Karadeniz'deki limanı Novorasisk'e bir kuzey boru hattı lehine rafa kaldırılmasında ısrar etti. Diğer yandan Bakan, petrol sahasının işletilmesi planında Rus petrol şirketi Lukoil'e yüzde 20 pay verilmesini, üç yerine iki petrol sahasını kapsaması için yeni belirginleşen petrol anlaşmasının içeriğinin yeniden müzakere edilmesini önerdi. Şafranik'in tekliflerinin arkasındaki mantık açıktı. Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı Azerbaycan'ı Rusya'dan uzaklaştırabilecekken, Rus toprakları üzerinden geçecek bir boru hattı Azerbaycan'ın ekonomik refahını büyük oranda iyiniyetine bağlayarak Moskova'ya Bakü üzerinde önemli bir koz verecekti. Üstelik konsorsiyuma Lukoil'in yüzde 20'lik pay alması, şirketin hisselerinin yüzde 80' ine Rusya Bakanlar Konseyi'nin kontrol ediyor olması nedeniyle, Moskova anlaşma müzakerelerini etkileyibilecek bir pozisyona sahip olacaktı. Rusya, konsorsiyumu işletecek olan petrol sahalarının sayısını kısıtlayarak, bölgeye Batı'nın ekonomik açıdan nüfuz etmesini sınırlamayı amaçlamıştı. 1993 Sonbaharında Aliyev Azerbaycan'da Rusya'nın askeri kuvvetlerine üs kurma girişimlerinden sakındığı gibi Rusya Yakıt ve Enerji Bakanınca ileri sürülen tekliflerede benzer endişeyle yaklaştı. Bakü, Moskova'nın anlaşmada yüzde 20'lik pay alma isteğine direnmiş ve Şafranik'in üç yerine iki petrol sahası üzerinde konsorsiyumun alanının kısıtlanması teklifini de reddetmişti. Ancak Aliyev'in Rusya'yı tamamen dışlamaktan kaçındığı Lukoil şirketine Mega Proje'de yüzde 10 pay verilmesinden belliydi. Bu anlaşmada Hazar petrollerinin hangi güzergahla nakledileceği de açık seçik biçimde belirtilmiyor, tüm alternatiflerin incelenmesi için karar erteleniyordu. Dolayısıyla Türkiye üzerinden bir boru hattı geçirilmesi ibaresi anlaşmada yer almayarak Rusya'nın tepkiside çekilmemiş oluyordu. Aliyev'in petrol sorunuyla ilgili sınırlı tavizleri Transkafkasya'da hakim güç olma arayışında olan Rusya'yı fazla tatmin etmemişti. 12 Mayıs 1994'de Azerbaycan Ermenistan savaşını durduran Bişkek ateşkesinin imzalanmasının ardından Rusya, diplomatik süreçte arabuluculuk misyonunu tek başına üstlenmeye kalkıştı. 1994 yazından itibaren Rusya'nın garantörlüge hedefleyen, siyasi çözüm bulma arayışları saldırgan bir talepkarlığa kadar vardı. Rusya , yine barış karşılığında Azerbaycan topraklarında yerleştireceği bir Rus üssünü bedel olarak istiyordu. Aliyev, Rusya'nın talepleri karşısında, Moskova'nın Dağlık Karabağ özel temsilcisi Vlademir Kazimirov'a, Rus barış güçleri, '' ilk olarak benim ölü vücudumu çiğnemeleri gerekir. '' diyerek uzlaşmaz bir tutum izledi. Güney Kafkasya'nın üç bağımsız ülkesi Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan'ın 1990 ve 2005 yıllarında başına gelenleri izleyenler yeni bir ' petrol sendromu 'ile karşı karşıya olunduğunu fark ediyordu. ' Kurtlar sofrası'nda vals eden çıkar ve nüfuz savaşını yürüten dairelerin hazırladıkları tezgahlar art arda son bir umudla sahneye konuyordu. Hastalık belliydi, belirtileri ortadaydı, dermanın ise hemen bulunması şarttı. Türkiye, Kafkas'ın hastalığına şifa bulacak güçte değildi. Senaryo Kafkas'da hep aynıydı : Darbe, suikast, terör, etnik tehdit silahları artık basmakalıplaştı; Kafkasya yaşayan her fert oynanan oyunun ne maksatla kimler tarafından organize edildiğini azçok biliyordu, aynı filmi görmekten canları epey sıkılıyordu. Tarihin tekerrür etmemesi için uğraş veren Azerbaycan'da Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Gürcistan'da Eduard Şvardnadze, Sovyetlerin en üst merdivenlerini alınterlerleriyle tırmanmış, kendi milletleri için yakından tanıdıkları eski gücün ayak oyunlarını bertaraf etmeyi başaran iki kurt liderdi. İki dost lider arasındaki dayanışma, dostluk ve ülkeleri arasındaki stratejik işbirliği, ülkelerindeki iç istikrara da yansıyınca, Güney Kafkasya'yı dünyaya güvensiz, terör ve etnik tehlikenin kol gezdiği bir mekan olarak lanse eden odaklar, umduklarını bulamadı, ancak tarihi kararların verilme arafesinde yine harakete geçti. KGB'den yetişmiş iki liderde ülkelerini yetiştikleri istihbarat taktikleri ile yönetiyordu. Aliyev, çok özel bir program olmazsa saat 12.00'ye kadar kimseyi kabul etmiyordu. Bu saate kadar ne yapıyordu? Aliyev, güne istihbaratçılarını dinleyerek başlıyordu. İlk önce devletin resmi istihbarat organı Azerbaycan Güvenlik Teşkilatı'dan brifing alıyor, ülke içinde ve dışında ulusal güvenlik ve rejim muhaliflerinin son durumlarını irdeliyordu. Daha sonra Aliyev Cumhurbaşkanlığı İstihbarat dairesinin getirdiği bilgileri alıyordu. Bu bilgilerle resmi organın bilgileriyle karşılaştırılıyordu. Aliyev, bununla da yetinmiyordu. Sadece kendisine bağlı, kimsenin tanımadığı özel istihbarat elemanlarını en son dinliyordu. Bu üçüncü elemanlar iki istihbarat biriminin çalışmalarını bir nevi rapor ediyordu. Üç kaynaktan gelen bilgilerin birbirini tutması halinde Aliyev, gelen bilginin doğruluğuna inanır gibi oluyurdu. Ancak asıl olan arşiv ve dosya bilgileriyle gelen bilgilerin örtüşmesiydi. Herkes hakkında dosya tutuluyor; sevapları, günahları yazılıyordu. Dosyası kalınlaşan, Aliyev'e ihanet eden devlet görevlisinin ipi, kamuoyu önünde rezil edilerek çekiliyordu. Bu nedenle Azeri halkında ' Aliyev her şeyi bilir ' görüşü yaygındı. Aliyev, mükümmel hafızası ile bir defa görüştüğü, gördüğü insanları bir daha unutmuyordu. Şevardnadze 'de benzer taktiklerle ülkesindeki ipleri eline almıştı. Aliyev'in bu özelliğini bilen Batılılar ve Ruslar, onun resmi beyanlarından kuşku duyuyordu. Aliyev, çok iyi bir satranç ustasıydı. Savaşta hile caizdi; açık oyun oynanırken, yem kullanılabilirdi. Amaç Şah'ı almaktı. Aliyev, aşağı yukarı her toplantıda, her diplomat ve devlet adamını kabulünde apaçık '' Hazar petrollerinin ana hattı Bakü-Ceyhan'dır. Kazak petrolüde Hazar'ın dibinden çekilecek boru hattıyla buradan akacaktır. Türkmenistan gazıda Transhazar boru hattı ile paralel bir hatla Azerbaycan-Gürcistan üzerinden Türkiye'ye nakledilecektir '' diye ısrarla vurguluyordu. Aliyev'in, '' Bakü-Novorasisk'te kalacak, bu Ruslara yeter, büyük hacimde petrolü tabii birden gazla hatla ekonomik, güvenli yollarla dünya piyasalarına çıkartmak isteriz. '' göndermesini artık net algılayan Moskova yönetimi için, hatların geçeceği güzergahı güvensiz kılmak, iktidarları sarsarak tarihi projeleri belki geciktirmekten başka alternatif kalmamıştı. Aliyev'e 3 Şubat 1998'de düzenlenen suikast artık beşinci teşebbüsdü. Üç darbe girişimini önlemiş, ülkesini beşe ayrılmaktan kurtarmış Aliyev'in fiziki bedeninin ortadan kaldırılması da fiyasko ile sonuçlanmıştı. Rusya bir yandanda Ekim 1998'de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde eski Meclis başkanı Resul Guliyev’i el altından desteklerken, bir yandanda komşu ülkelerde istikrarı bozma girişiminde bulunuyordu. Ancak bazı suikast girişimleri Aliyev’in kendisinin uydurduğu hilelerdi. Bir defasında böyle bir girişimi, sahte bir suikast abartması şeklinde bir Türk televizyonuna geçerken telefonum kesilmişti. GÜRCÜ LİDER ŞVERDNADZE SUİKASTLARLE ÇÖKTÜRÜLDÜ Sovyet sonrası dönemde Tiflis ve Moskova arasında artan gerginliğin kökleri 1990'lı yılların başlarında Gürcü çoğunluğun biran önce Moskova'dan ayrılıp bağımsızlık kazanmak için örgütlenmeleriyle başlayan gelişmelere kadar gitmekteydi. Sovyetler Birliği'nin dağılmadan önceki son yıllarında komünizm karşıtı milliyetçi Gürcü muhalefet, Gürcistan'daki komünist gücün kurumsal temellerini sarsmak için grevleri ve diğer sivil başkaldırı hareketlerini kullandılar. Bu olaylar, Cumhuriyetin Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazanmasında önemli bir rol oynamıştı. Ancak bu bağımsızlık mücadelesi stratejisindeki farklılıklar Sovyet-sonrası dönemde Gürcistan halkının bölünmesine yol açtı. Radikal Gürcüler, iç siyasette Sovyet döneminin Gürcü yönetici çevreleriyle ve dış siyasette de Moskova ile her türlü uzlaşmaya karşıydılar. Ilımlı Gürcüler ise, bu eski güç odaklarına karşı daha dikkatli ve ılımlı bir yaklaşım izlemeyi tercih ediyorlardı. 1991 yılı Mayıs ayında yapılan ilk Cumhurbaşkanı seçimlerinde Zviad Gamsakhurdia'nın oyların % 86'sını alarak seçimleri kazanmasıyla radikaller üstünlük kazanmış oldular. Gürcistan'a Cumhurbaşkanı olmasından sonra Gamsakhurdia, çelişkili politikaları nedeniyle gerek ılımlıların, gerekse daha önceki müttefiklerinin kendisinden uzaklaşmalarına yol açtı. Gamsakhurdia'nin bu kendine has liderliği karşısında muhalefet liderleri bir Askeri Konsey çerçevesinde örgütlendiler ve Gamsakhurdia'yı Gürcistan'ı terk etmeye zorladılar. Hemen bunun akabinde, daha kararlı bir liderlik için bir Politik Danışma Konseyi ve daha genişletilmiş Devlet Konseyi teşkil edildi. 1992 yılı Mart ayında, Sovyet-sonrası Gürcistan'a uluslararası meşruiyet kazandırmak amacıyla, Askeri Kurulun daveti üzerine Eduard Shevardnadze Gürcistan'a davet edildi. Shevardnadze hükümete reformcuları getirirken, yönetimine karşı güçlü bir muhalefetin gelişmesini önlemek için bazı yerel liderleri görevlerinde bıraktı. Shevardnadze, bazı politika hatalarına ve çeşitli suikast girişimleriyle karşılaşmasına karşın iktidarını zaman içinde iyice sağlamlaştırdı. Gürcistan'ın Sovyet-sonrası dönemdeki güçsüzlüğünden yararlanmak isteyen başlıca özerk bölgeler olan Güney Osetya ve Abhazya'daki ayrımcı hareketler Tiflis yönetiminden ayrılmak için teşebbüslerde bulundular. Tiflis'e ilk önemli karşı çıkış Güney Osetya'dan geldi. Tiflis 1990 yılı Aralık ayında Gürcistan içindeki bölgenin otonom statüsünü kaldırınca, Güney Osetya Parlamentosu ayrımcı bir tutumla, Rus Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) içinde otonom bir cumhuriyet olan Kuzey Osetya'yla birleşme kararı aldı. Bu karar, Gürcü milliyetçi güçlerin bölgeyi istila etmelerine yol açtı. Bu istilanın sonucunda, 1991 yılı sonları itibariyle binden fazla insan ve on binlerce göçmen hayatını kaybetti. Bu çatışma Rus Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in 1992 yılı Temmuz ayında ateşkes için arabuluculuk yapmasıyla sona erdi. Rusya Federasyonu, Güney Osetya ve Gürcistan'a bağlı askeri güçlerin katılımıyla sağlanan bu ateşkes hala yürürlükteydi. Tiflis'in otoritesine karşı diğer bir başkaldırı da Gürcistan'ın SSCB döneminde özerk bir cumhuriyeti olan Abhazya'dan geldi. Abhazya'nın bağımsızlık talepleri bölgede etnik Gürcülerle Abhazya'lılar arasında şiddetli çatışmaların çıkmasına yol açtı. 1992 yılı Temmuz ayında, Abhazya Yüksek Sovyeti Abhazya'nın Gürcistan'dan ayrılarak bağımsız olduğunu ilan etti. Buna tepki olarak da Gürcistan Ulusal Muhafızları Abhazya'nın başkenti olan Sukhumi'yi 1992 yılı Ağustos ayında ele geçirdiler. Bu saldırı Abhazya hükümetini Sukhumi'den ayrılmaya zorlamışsa da, Tiflis buradaki otoritesini tam olarak tesis edemedi. Sonuç olarak, 1993 yılı Eylül ayında Abhazya güçleri Sukhumi'yi geri alarak oradaki Gürcü kuvvetlerini Abhazya'dan çıkardılar. Şu anda Abhazya ve Gürcistan arasında yürürlükte olan ateşkes anlaşması Inguri nehri sınır olacak şekilde çatışmaları dondurmuştu. Moskova, Gürcistan'daki bu ayrılıkçı hareketlere karşı çok sempatik bir tavır sergilerken, Tiflis'e karşı da Sovyet-sonrası Rus dış politikasının Rusya'nın güney sınırının güvenliği için, Gürcistan'ın istikrarlı ve bağımsız bir ülke olmasına büyük önem verdiğini dile getirmekten geri kalmıyordu. Rus dış politikası, Rusya'nın konumunu "Yakın Çevre" doktrini ile mazur gösterme çabasındaydı. Bu doktrine göre, Gürcistan, Rusya'nın etki alanı içinde olan Kafkaslarda stratejik konuma sahip önemli olan bir ülkeydi. Dolayısıyla, Rusya, Gürcistan dahil, Kafkasya'daki bölgesel sorunları Rusya Federasyonundan başka hiç bir devletin çözemeyeceğini belirtiyordu. Rusya Federasyonu'nun bu tezine paralel olarak, Moskova Gürcistan'ın Abhaz, Oset ve Acar azınlık halklarının Tiflis ile olan sorunlarında arabululucu olarak devreye girmeyi teklif etmişti. Moskova, bu grupların artan otonomilerinin Gürcistan'ın istikrarına katkısı olacağını iddia etmekteydi. Ancak, Tiflis'teki yaygın inanış bazı Rus askeri personelinin hala Abhaz güçlerine askeri destek verdiği şeklindeydi. Çok zayıf bir konumda olan Gürcistan Moskova'nın Sukhumi'ye olan desteğini azaltmak için Rusya'nın dikte ettirdiği şartlara uyarak 1993 yılında Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)'na dahil olmuştu. Shevardnadze, Gürcistan'ın BDT üyeliğini bağımsız bir devlet olarak yaşamını sürdürebilmesinin kaçınılmaz bir koşulu olarak savunmuştu. Türkiye'nin sorunu olmadığı tek komşusu belki de Gürcistandı. Türkiye için bu ülke Orta Asya'ya açılan bir geçiş kapısıydı; Gürcistan için ise Türkiye, Batı'ya açılan bir köprüydü. Sınır komşusu olmasına rağmen Türkiye'nin Gürcistan'la ilişkileri Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra başladı. 9 Mart 1990'da bağımsızlığını ilan etmesinden sonra geçen sürede, değişen jeopolitik ve jeoekonomik politikalar nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler stratejik zemine oturdu. Ankara, Gürcistan'ın önemini Hazar'ın enerji rezervlerinin üzerinde bulunan koridor haline gelmesinden sonra daha iyi fark etti. Çeçenistan savaşı ve enerji savaşının ateş hattında yer alan ülkesi olan Gürcistan'a, askeri, siyasi, ekonomik teminatlar, Ankara tarafından Washington'un devreye girmesiyle 8 yıl gecikerek verildi. NATO, üstü örtülü biçimde Gürcistan'ı koruma kapsamına aldı. Gürcistan Savunma Bakanı David Tevsadze de Gürcistan askeri sisteminin 2004 yılında NATO standartlarına uygun olacağını söylüyordu. Putin'in Rus liderliğine seçilmesinin hemen ardından Tiflis'de Şevardnadze ile görüşen CIA Başkanı George Tenet, muhtemel Rus provokasyonlarına karşı teyakkuza geçtiklerini Tiflis'e bildirdi. Bu sırada arka bahçesini kaybetmenin acısını yaşayan Moskova, Gürcistan'ı karıştırmak için geleneksel etnik ayrımcılık kartlarını yeniden açtı. Gürcistan, gerçekten dört bir yandan ateş hattında yer alıyordu. Türkiye'nin bölgedeki kaderini etkileyecek Gürcistan'ı bu nedenle her yönüyle daha iyi tanınmalıydı. Eduard Şevardnadze Türkiye Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı ile bu ülkeye 2000 Ağustos'unda yaptığım 10 günlük gezide, bu yakın; ama meçhul kalmış 'uzak komşu'muzu tanımıştım. 1. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar sadece Hıristiyan olan Gürcüler, bir bölümü, Müslüman olduktan sonra iki ayrı coğrafyada iki ayrı dinde yaşamlarını sürdürdüler. Türkiye'deki Müslüman Gürcülerin geçmişi 300 yıllıktı. Artvin'in Borçka ilçesinin Murgul kasabasında Gürcüler tarafından ilk cami yapıldı. Gürcüleri de devşirmek isteyen Osmanlılar, yetenekli çocukları devşirerek Müslüman Gürcülerin atalarını yetiştirdi. Daha sonra Müslümanlaşan bu Gürcüler, Türkiye için kanlarını döktüler ve Türk kimliği ile bu vatanın ayrılmaz harcı haline geldiler. Hatta en iyi Türk milliyetçileri Gürcü Müslümanlar arasından çıktı. Türkiye'deki Gürcü akrabaları ile Sovyetler'in dağılmasından sonra buluşan Gürcüler, iki farklı kültürle büyümüş soydaş olarak kucaklaştı, birbirlerinin farklılığına saygı duydu. Türkiye ile Gürcistan arasındaki ilişkiler son dönemde her alanda doruğa çıktı. Halktan halka dostluk kuran Türkiye'de yaşayan Gürcüler, Abhazya'dan gelen 300 bin mültecinin dertlerine bir nebze olsun deva olabilmek için Gürcistan'a insani yardım götürdü. 26 kişilik kafile ile Gürcistan'a turistik bir gezi düzenleyen Eduard Şevardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri, zor şartlar altında yaşayan Gürcü mültecileri de unutmadı. Kobuliti, Batum, Poti, Kutaisi, Bakaroni, Borjomi, Gori, Mestheka,Telavi ve Tiflis'in tarihi ve turistik mekanlarını gezen heyeti yerel yöneticiler törenlerle karşıladı. Yıllar önce ayrılmak zorunda kaldıkları akrabaları ile buluştu, ata baba topraklarını tanıdı. 93 Rus harbinden sonra 2. Abdülhamit ile Rus Çarı Aleksandr arasında yapılan anlaşmaya göre Batum, Rusya'ya bırakılmış, ancak halk nerede yaşamak istiyorsa tercih yapması için serbest bırakılmıştı. Türkiye'deki Gürcülerin çoğunluğu bu hazin terk ediş öyküsünün çocukları, torunlarıydı. Türk ordusu, uzun zamandır Gürcü ordusunu eğitiyordu. Gürcistan Savunma bakanlığı'na hediye edilen Tiflis'deki 5 milyon dolara mal olan askeri orduevinde 3 gün konakladım. Konuştuğum Türk subaylara göre, ABD, Gürcistan'ı Türk ordusunun kapsama alanına bırakmıştı, direkt askeri güç göndermeye niyetli değildi. Gezi boyunca Gürcü istihbaratı peşimize 70 yaşlarında bir casus takmıştı. Abhazya sığınmacılarına getirilen yardımı Şvardnadzenin eşine verdik. Gürcü asıllı eski milletvekilimiz Refaaddin Şahin ve emekli albay Mevlüt bey Gürcistan-Türkiye Dostluk Derneği vasıtasıyla yardım elini uzatıyordu. Şahin'in pek çok akrabası o dönemde Gürcü hükümetindeydi. Polis koruması ile gezerken Şvardnadze yanımıza Başdanışmanı ve Tiflis Emniyet Müdürü Antony’i Gürcü polis mafyalarının gazabına uğramamamız için vermişti. Son gün Abhazya ve Gürcistan'ın toprak bütünlüğü ile ilgili Abhazya savaşını yönetmiş komutan olan Antony’nin evişnde yaptığım konuşma, Cumhurbaşkanı danışmanı bu şahsı çok etkilemişti. Bana kartvisitini imzalayarak verdi. Gürcistan'da bundan sonra siyasi, ekonomik, diplomatik dokunulmazlığım olduğunu bildiriyordu. Gürcü asıllı Türkler, konuşmamdan çok etkilenmiş, gözyaşları içinde ‘Demirel bile böyle güzel konuşamazdı’ diye beni bağırlarına basmışlardı. Bizi takip eden casusla ilgili konuşmam sırasında okuduğum yeni yazdığım hiciv şiiri ertesi gün Gürcü devlet gazetesinde yayınlandı. Ankara'ya dönüşümde Abhazya'da görev yapan bir Türk öğretmenin Gürcü sahil güvenlik botları tarafından yakalanması Tiflis'i karıştırmıştı. Öğretmenin serbest bırakılması için arabulucu olmakta bana düşmüştü. Gürcü derneği ve Başdanışman vasıtasıyla yaptığım girişim Gürcü muhalefetinin parlamentoyu karıştırmasına yol açmıştı. Abhazya'dan gelen Türk öğretmen onlara göre casustu ve asılmalıydı. 2000 Eylül'ünde Bakü’de izlediğim Türk zirvesinden bacanağıma yeni aldığımız araçla karayolu ile Gürcüstan'dan Ankara'ya dönerken Tiflis'de Gürcü istihbaratı yakama yapıştı. Dokunulmazlık kartım işe yaramıştı. Ancak Acarya'da dokunulmazlığım olmadığını anlamam gecikmedi. Acaristan'a girişte güya gümrük kurmuş Acarlar, sınıra kadar bana escortluk yapmak için 300 ABD doları rüşvet istedi. Dokunulmazlık kartımı görünce istedikleri rüşvet arttı, zira onlara göre bu başdanışman düşmandı. Rüşvet vermeyi reddederek sınıra doğru giderken her 5 km'de bir yol kesen polislere sigara dağıtarak sınıra geldiğimde 5 karton sigara bitmişti. Asıl şoku ise sınırda yaşadım. Gümrüğü parsellemiş memurlar her adım başı 50 dolar rüşvet almadan bırakmadı. Sinir krizi geçiriyordum; o sırada elimde silah olsa hepsini vurabilirdim. Kanuni hakkımı ancak rüşvet ile satın alabiliyordum. 275 dolar param gitmişti. Sarp kapısından girince ilk işim Türk toprağını öpmek oldu. Kovboy filimlerindeki vahşi batı bile Gürcistandan daha güvenliydi. Gürcüler, Rus tarihine şekil veren önemli şahsiyetleri yetiştirdi. Küçük bir Moskova prensliğinden Rus imparatorluğunu kuran Deli Petro, Sovyetleri kurup ayakta tutan Stalin ve en son olarak Rusya'yı yeniden kalkındırmak isteyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin birer Gürcüydü... Moskova'da ' pazar mafyası'nı elinde tutan Gürcüler, kendilerine özgü dil, alfabe, kültür ve medeniyet anlayışlarıyla Slavyen kökenli olmadıkları için deyimin tam ifadesiyle ' iki arada, bir derede ' kalmış durumdaydılar. Kafkasya tarihi, kültürel bir kavram olmaktan çok coğrafi bir kavramdı. Bu bölgede yaşayan birçok ulusun ne tarihi, ne ırkı ne de kültürel bakımından ortak değerleri ve geçmişleri vardı. Bölge, değişik adet, dil ve kültürlere sahip ulus, milliyetler ve kabilelerden meydana gelen bir etnoğrafya müzesini andırmaktaydı. Ancak Gürcüler, aşırı denebilecek milliyetçilik duyguları ile vatanlarına oldukça bağlıydı. Nitekim Stalin, ölüm döşeğinde ayakkabı tamirciliği yapan babasına gönderdiği vasiyet niteliğindeki mektupda, "Baba, ben SSCB'yi yönettiğim dönemde ve hayatımda hiçbir zaman Gürcü milletine ihanet etmedim." diye yazıyordu. 2. Dünya Savaşı'nda 600 bin Gürcü'nün ön cephede ölümüne yol açmakla suçlanan Stalin, ne olursa olsun Gürcistan'da yüzde 90'a yakın bir çoğunluğun takdiriyle milli kahramandı. Savaş sırasında Almanlara esir düşen oğlu Yakubov ile Almanların generalini ' birbirlerinin dengi değiller' diye değişmeyen ve oğlunun kurşuna dizilmesine göz yuman Stalin, bu anlamda adil, idealleri uğruna kan dökmekten çekinmeyen bir dava adamı olarak görülüyordu. Ancak kızı Svetlana aynı fikirde değildi ve ABD’ye iltica etmişti. Bin çeşit elması ile meşhur Gori kentinde doğan Stalin'in doğduğu ev müze yapılmıştı. Stalin’in doğduğu yatağa oturunca birden bir çatırdı geldi. Gürcü müze yetkilsi, milli servetimizi yok ediyorsun diye neredeyse beni dövecekti. Stalin'i 2. Dünya Savaşı sırasında gezdiren 80 ton ağırlığındaki kurşun, top geçirmez zırhlı trene girenlerin 'Komünist ' çıktığı esprisi yapılıyordu. Bende girdim, ama hiçbir şey olmadı! 15 yaşında devrim için faaliyete başlayan Stalin tam 6 defa hapse atılmış, kaçmış; 7 defa ise sürgün edilmiş, ama yılmamıştı. Lenin ölüm döşeğinde Stalin'e, "Biliyorum yerime geçmek istiyorsun. Ancak halk arkandan gelmez." deyince gözü kara şahin adam Stalin, hazır olan cevabını vermişti: "Üzülmeyin. Onlar arkamdan gelmezse, ben onları senin yanına gönderirim." Polütbüro'daki toplantılarında hapşırarak sessizliği bozanları kurşuna dizdiren, aksıranın ortaya çıkmasından sonra ise "Geçmiş olsun" diyen ilginç bir otoriteydi. Stalin olmasa idi, Sovyetler'in kısa sürede dağılacağı, atom silahının olmayacağı, uzaya çıkılamayacağı ve Rusların 2. Dünya Savaşı'nı kaybedeceği görüşünü eski Sovyet topraklarında herkes kabul ediyordu. 1918 Mayıs'ında bağımsızlığını ilan eden Gürcü Cumhuriyeti'ne Şubat 1921'de işgalci Kızılordu son verdiğinde Bolşevik yönetiminin Rus oyunları da start alıyordu. 1922'de SSCB'ye giren Gürcistan'da özerk yönetim yoktu. Rus yanlısı Gürcü lider, Sovyet lideri Gürcü asıllı Stalin'in habersiz 5 Aralık 1936'da Abhazya ve Acarya ile Güney Osetya'ya özerklik statüsü verince kızılca kıyamet koptu. Stalin'den ağır fırça yiyen Gürcü lider, o gün intihar ederek yaşamına son verdi. Sovyetler'de ilk bağımsızlık rüzgarları Baltık ülkeleri ile birlikte Gürcistan'da başladı. 9 Nisan 1989'da Tiflis'te bağımsızlık isteyenlerin üzerine tankları süren Rus birlikleri 21 kişiyi öldürdü. Bu dökülen ilk kan bağımsızlık ateşini tüm SSCB'de yaktı. 31 Mart 1991'de yapılan referandumda halk yüzde 98 oranında 1918'deki cumhuriyetin onarılmasını istedi. 9 Nisan 1991'de Gamsahurdia, parlamentoya bağımsızlık deklarasyonu sundu ve kabul edildi. Halkın yüzde 86,5 oyuyla mayıs ayında cumhurbaşkanı olan Gamsahurdia, muhalefete bağlı birliklerin parlamentoyu kuşatması üzerine 6 Ocak 1992'de ülkeyi ailesi ile terk etti. Daha sonra bir suikasta kurban gitti. Ekim 1992'de yapılan seçimlerde yıkılan Sovyetler'in son Dışişleri bakanı Eduard Şevardnadze devlet ve parlamento başkanı, 1995'de ise resmen cumhurbaşkanı oldu. 9 Nisan 2000'de yeniden devlet başkanı seçilen Şevardnadze, Rusya, Türkiye, İran, Ukrayna, ABD ve Azerbaycan'la dengeli ilişkiler kurarak kurtlar sofrasına dönen ülkesine istikrar getirmeye çalıştı. AB'nin TRACEKA programı çerçevesinde planladığı Avrasya koridoru– Büyük İpekyolu projesi – ve ABD'nin Bakü–Ceyhan ile Bakü–Supsa'ya verdiği destekle hayat bulan Şevardnadze, 9. cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından ortaya atılan Kafkas İstikrar Paktı'na umutlarını bağladı. 30 Ağustos 1995 tarihinde Şverdnadze uğradığı ilk suikastten yaralarla kurtulmuştu. Bir gün sonra başı bandajlı ve hâlâ kanlı Şevardnadze'yi zamanın Başbakanı Çiller Tiflis'de ziyaret etmişti. Gürcü lider kapalı kapılar arkasında Çillere bu işin arkasında Rusların olduğunu anlatmıştı. Gürcistan'ın bağımsız olmasından sonra başı dertten hiç kurtulmadı. Başta Abhazya olmak üzere Güney Osetya ve şimdi de Acaristan ayrılma peşindeydi. Rusya elini Kafkaslardan çekmedi. Kafkaslarda istikrarsızlığı, bölgeye egemen olmak için elzem gördü. Bu suikastı ve bundan sonra yapılanları Gürcü lidere zamanında bildiren Lila Gagasvili adında bir kahindi. Şverdnadze bu kadını sarayına alarak baştacı etmişti. 2000 yılı kehanetleri içinde Demirel'in öleceğini veya iktidardan düşüp tekrar dönemeyeceğini, 5+5 geçmeden 6 ay önce Gürcü gazetesine verdiği demeçte söyleyen Gagasvilinin diğer kehaneti Türkiye'nin 10. cumhurbaşkanı ile ilgiliydi. İsmini A. Sezer veya M. Sezer olarak veren Gagaşvili, henüz Sezer'in adı sanı geçmezken 1999 yılı sonunda bunları söylemişti. Ona göre Türkiye’nin 10. cumhurbaşkanı döneminde Türkiye’nin şekli tamamen değişecek, adeta Türkiye yeniden kurulacak ve çok gelişecekti. Atatürk ve Özal dönemlerinde yapılan reformları sollayacaktı. Gagasviliye göre, Haydar Aliyev, suikastlardan kurtulabilirse 80 veya 82 yaşında ölecekti. Nitekim kurtulamadı ve 80 yaşında öldü. Başkan Clinton Yeltsin'e ‘Gürcistan'a dokunmayın’ diye kırmızı çizgi çekmişti. Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'ye 9 Şubat 1998'de düzenlenen suikast sonrasında ortaya çıkartılan suç örgütü, Kafkaslar'da istikrarsız bir düzen hedefleyenlerin iç yüzünüde ortaya koyuyordu. Cumhurbaşkanı Şvardnadze, suikastın asıl nedenini, '' Hazar petrolünün ülke arazisinden taşınmasını istemeyen güçlere '' bağladı. Gürcistan Vatandaş Birliği parti başkanı İrina Şareşvili'ye göre ise, Kafkaslar için aynı merkezden yönetilen bir tezgahın düğmesine basılmış, petrolün Gürcistan'dan geçmemesi için suikast düzenlenmiş, Ermenistan'da yönetim ise bu nedenle değiştirilmişti. Gürcistan İçişleri bakanı Kaha Targamadze'nin açıkladığı suç örgütünde kimler yoktu ki; eski Cumhurbaşkanı Zviad Gamsuhirdia'nın taraftarları, eski Güvenlik Teşkilatı İgor Georgidze taraftarları ve Çeçenistan savaşında bulunmuş Kuzey Kafkasyalılar. 20 kişiden oluşan bu örgütün Kafkasya'da bir askeri üsde talim gördüğü, yakın bir komşu tarafından finanse edildiği ve ortak maksadının Eduard Şvardnadze'yi ortadan kaldırarak yönetimi ele geçirmek olduğuna dikkat çekildi. Suikast girişiminin zanlıları arasında bulunan bir eski Gürcü bakan Rusya'da tutuklandı. Şevardnadze'nin Rusya'yı, kendisine suikast girişimi düzenleyen teröristlere sığınma imkanı vermekle suçlaması, bu nedenle Moskova ile ilişkileri gerginleştirmesi sonrasında, Rus güvenlik güçleri, Gürcü makamlarının aradığı kişilere karşı ilk operasyonu gerçekleştirdi. Gürcistan'ın önceki lideri Zviad Gamsahurdiya döneminde maliye bakanlığı yapmış olan Guram Absandze, Rusya'nın Smolensk bölgesinde tutuklandı. Gürcistan İçişleri Bakanlığı basın merkezine göre, Rusya, Absandze'yi Gürcistan'a iade etmeyi planlıyordu. Absandze'nin, Şevardnadze'ye suikast girişiminin arkasındaki kişilerden biri olduğu, ayrıca devlete ait para ve malları zimmetine geçirdiği öne sürülüyordu. 17 Şubat 1998'de Abhazya-Gürcistan'da görev yapan İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Urugay uyruklu 4 BM personelini Zugdidi kenti yakınlarında kaçıran Gamsuhirdia taraftarları, bu defa terör eylemlerinin dünya kamuoyunda ses getirmesi için bu yola tevessül ettiler. İlk önce ellerindeki rehinlere karışılık Şvarnadze'nin suikastında şüpheli olarak tutuklanan 13 Gamsuhirdia taraftarının serbest bırakılmasını talep eden terörislerin daha sonraki istekleri oldukça çelişkiliydi: Gürcistan'dan Rus askerleri ve üsleri çıkartılsın, hapisteki siyasi mahkumlar serbest bırakılsın. İsteklerinin kabul edilmeyeceğini bile bile böyle bir eylemde bulunulması, bölgenin güvenliğine Batı'lıların kuşku duymasını hedefliyordu. Aslında Gürcistan'da aktif bir rol oynayan muhalefette, Tiflis yönetimide Rus askerlerinin ülkeden çıkartılmasından yanaydı. Cumhurbaşkanı Şvardnadze'ninde desteklediği plana göre, halen Rus kontrolünde olan Poti, Batum limanı ve havaalanları ile Türkiye sınırı Gürcü güvenlik birimlerine terk edilmeli, Abhazya'daki barış gücünün süresi ise bu şartla uzatılmalıydı. Gürcistan Meclisi'de ülkede bulunan Rus üslerinin statüsünü onaylamadığı gibi, üslerin derhal ülkeyi terketmesi için defalarca başvuruda bulundu. Supsa limanının Bakü-Supsa hattı nedeniyle inşası süratle sürerken, Poti limanının yeniden yapıandırılması için Japonya'nın 160 milyon dolar, Avrupa kalkınma Bankasının 150 milyon dolar kredi vermesi, Gürcistan'ın dışa açılan kapılarına artık egemen olmaya çalıştığının göstergesiydi. Ancak Gürcistan'ın yumuşak karınları Abhazya, Osetya sorunları hala sürüncemedeydi. Tiflis yönetiminin tepkisine rağmen 1997'de parlamento ve cumhurbaşkanlığına giden ve 1999'de bu defa halk tarafından seçilen Abhazya lideri olan Vladislav Arzinba'yı uçağına alarak Tiflis'de Şvardnadze ile aynı masaya oturtan Rusya Dışişleri Yevgeni Primakov, açıkça şov yapmış, Rusya'nın arabuluculuğu olmadan sorunun çözümlenmeyeceğini fısıldamıştı. Aynı Primakov, 1997'de Azeri ve Ermeni esirlerin tümüne tümü prensibiyle değiştirilmesi için atağa geçmiş karşılıklı olarak 12 esir değişimini sağlamıştı. Ermenilerin elinde Azerilere göre 5000 esir olması gerekirken bu rakam Kızılhaç'ın bizzat yerinde tesbitlerine göre, 900 Ermenilere göre ise, birkaç yüz idi. Azeri tarafının fazla Ermeni esiri olmadığı için Primakov'un değişim diplomasisi kursaklarda kaldı. Ancak Primakov burada ‘Rusyasız çözüm yok’ mesajı vererek aslında petrol başta olmak üzere her meselede halen söz sahibi olduklarını ima ediyordu. ABD'NİN KADİFE DARBESİ Gürcistan'da ABD'nin yetiştirdiği, ünlü Yahudi para spekülatörü George Soros'un paralar dağıttığı sivil toplum örgütlerince sokak gösterileriyle Kasım 2003'de başlatılan kadife darbe süreci, Rusların değil Amerikalıların 11 Eylül saldırısı sonrası şekillenen politikasının eseriydi. Darbecilerle iktidara gelen Eduard Şvardnadze yine darbecilerle götürüldü. İşin ilginci bir ülkede darbe oluyor, demokrasi, insan hakları havarileri ABD, AB bu darbeyi hemen kabul ediyor ve yönetimi onaylıyorlardı. IMF hemen bir kredi çıkartıyordu. Ermeni asıllı bir kişi başbakan olarak atanıyor; 200 bin Ermeni, Gürcistan bayrağını indirerek Ermenistan bayrağı asıyordu ve Ermenistan'la birleşme istekleri gündeme geliyordu. Gürcistan'da yine neler oluyordu? Şevardnadze’nin rejimi ülkede 1992 yılında Tengiz Kitovani’nin Ulusal Muhafızları ve Caba İoseliani’nin “Mhedrioni” çeteleri ülkede devrim yaptıktan sonra başa geldi ve Zviad Gamsahurdia’yı mevkisinden indirdiler. Aynı anda Eduard Şevardnadze, eski SSCB’nin eski Dış İşleri bakanı olarak Moskova’da yaşıyordu. O, Gürcistan’ın başına geçilmesi için “teklif edilen” figür oldu. Fakat, cuntacı arkadaşların çevresinde kendisini iyi his etmiyordu. Kremlin entrikalarında tecrübeli Şevanardze onları 1995 yılına doğru başından attı. Fakat, her gücü başka bir güç alt edebilirdi. Şevarnadze kime dayanabilirdi? Muhalefet için o diktatör idi, ve kendisine karşı isyan çıkartmaya çalıştılar Megreliya’da( 1993). Şevarnadze aynı yılda Moskova’ya oynadı ve BDT’ye girip, Rus üsleri kendi topraklarına taşıdı. Ama Moskova kartı sadece Şevardnadze için iyi idi, Gürcistan için değil. Rus idaresi Abhazları 1992 – 1993 yılında açıkça destekledi ve şimdi Gürcistan’ın bölünmesinde “garanti” rolü oynuyordu. 1990'lü yılların ortasında Azeri petrolünün Batıya satılmak üzere “boru” fikri ortaya atıldı. Hazar madenleri dünyada en büyüklerindendi. Petrol nasıl nakliye edilcekti. İran üzerinden yol Batı için kabul edilemez idi. Taliban ile anlaşıp boru hattı Türkmenistan ve Pakistan üzerinden geçirmek için ABD ortaya girdi, ama kendisi de 1998 yılında ideolojik engellerden dolayı bu projeyi engelledi. Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye yolu, Azerilerle Türkler bir taraftan ve Ermeniler diğer taraftan gerginliği yüzünden imkansız idi. Rakip iki hat Bakü-Novorossiysk ya da Bakü-Tiflis-Ceyhan Rusya’nın Gürcistan’ı karıştırmasının ana nedeniydi. Rusya’nın çeteleşmesi ve Kafkasya’da kısa görüşlü siyaseti ile coğrafik sebepler, Gürcistan seçeneğini daha çekici kıldı. 18 Eylül 2002 tarihinde Şevardnadze’nin de katıldığı Bakü-TiflisCeyhan boru hattın törenli açılışı yapıldı. Daha önce Rus kaynaklı üç suikastla öldürülemeyen Gürcü lider düşmandı, ancak bu sefer ipini çekenler Ruslar olmadı. Şevardnadze'yi istifaya zorlayan “kadife ihtilalin” liderlerine Ruslar “popülist” dediler ve “milliyetçi” diye adlandırdılar. Nino Burdjanadze, eğer Rus uçakları Gürcistan hava sahasını geçerse, Gürcistan’ın o uçakları indireceği konusunda sert demeç vermişti. Mihail Saakaşvili’ye Gürcülerin Jirinovskisi dediler. “Kadife ihtilalinde” “Batının dostu” bunlardı. Tiflis’in kontrolü altında olmayan Abhazya, güney Osetya ve Acaristan liderleri Moskova’ya acilen çağrıldı. Diğer taraftan Moskova Gürcistan’da durumun istikrarsız olmasından yana idi. Gürcistan'daki “kadife ihtilali” sadece ABD için faydalıydı. Aslında darbe süreci 21 Şubat 2003'de iki askeri kargo uçağıyla özel güçler ve lojistik destek güçlerinden oluşan 40 Amerikan askerinin İncirlik Üssü'nden alınıp Gürcistan'a götürülmesi ile başladı. Bazı kaynaklar bu ülkede altı yüz Amerikan askerinin bulunduğunu, Pankisi Vadisi'ne sığınan Çeçen mücahitlere karşı hava saldırılarının başlayacağını belirtiyorlardı. CIA ve Mossad'a göre El Kaida elemanları burada gizleniyordu. Asıl neden ise petroldü. Amerika için büyük bir stratejik zafer, Rusya için ise tarihi bir hezimet olan operasyonun amacı basitti: ABD ordusu Hazar'dan Batı'ya yönelecek boru hatlarının geçeceği bölgelerde üsleniyordu. Bu, Hazar enerji kaynaklarının yoğun olarak batıya akacağına, Rusya ve Çin'in by-pass edildiğine işaret ediyordu. Gürcistan'daki üsler, ABD'nin Irak ve Ortadoğu'ya yönelik operasyonları için Türkiye dışında bir başka hareket noktası olacaktı. Gürcistan'da başlayan süreç Ermenistan'la devam edecekti. Bir ABD askeri heyeti bu amaçla Ermenistan'a gitti. Yakında, Erivan üzerindeki Rus nüfuzunun önemli ölçüde zayıflatıldığına, Ermenistan'ın "Rusya kamburu"ndan kurtulma isteğine şahit olunacaktı. Ermeni işgali altındaki Karabağ çok önemli derecede boru hattı güzergahı olarak belirlenmişti. Dolayısıyla Azeri-Ermeni sorunu çözülmeliydi. Muhtemelen Karabağ Ermenilere bırakılacak, Ermeniler işgal ettikleri diğer bölgelerden çekilecekti. Amerikan özel birliklerinin Gürcistan’a gelmesi -Afgan savaş sahasından bu kadar uzağa-Petrol Oyunu konusundaki spekülasyonları canlandırdı. Hazar bölgesindeki petrol sektörüne yapılan bunca Batılı yatırım, durumun önemini açıklıyordu: Batılı şirketler, 1993’ten bu yana Kazakistan’a yaklaşık 13 milyar dolar, 1994’ten bu yana Azerbaycan’a 9 milyar dolar yatırım yaptı, oysa ki Rusya’daki yatırımlar, 1993’ten bu yana toplam 5 milyar doları buluyordu. Moskova’nın enerji kaynaklarının yönetimini veya mülkiyetini yabancılara vermediğini göz önünde bulundurmak gerekiyordu. ABD, Gürcistan’ın 90 milyon dolarlık gaz faturası borcu karşılığında Gürcü gaz dağıtım şirketini satın alma girişimlerine karşı koymuştu. Türkiye'ye Ermenistan sınırını açma emri verildi. Ermenistan Lider Koçaryan, dünya basınına Türkiye sınırları yakında açacak diye bir açıklama yaptı. AB Dışişleri Bakanları toplantısında Ermenistan Dışişleri bakanı Oskanyan 2003 sonlarında açıklama yapıyor; "Türkiye hava sahasını (charter seferleri) açtı; tüm sınırları açacak" diyordu. ABD'nin hedefi Kafkaslar'da Ermenistan'ı geliştirmek ve Gürcistan'ı dönüştürmekti. ABD askeri danışmanlarının Gürcistan'a varmasıyla, gözler Ankara, Bakü ve tabii ki Moskova'ya çevrildi. Bölgenin "teröre karşı savaş"ta yeni cephe olduğunu ilan eden ABD, gerçekte Hazar petrolünü Rusya'nın geleneksel hakimiyet alanından çıkartmak için çalışıyordu. Washington'a bakılırsa; 10 savaş helikopteri ve 150 askeri danışmandan oluşan eğitim ve donatım güçlerinin bölgede konuşlandırmasının nedeni, kanunsuz "Pankisi Geçidi" bölgesiydi. Bu bölgenin, El Kaide milisleri ve onların Çeçen müttefiklerinin saklanmaları için uygun ortam oluşturduğu, şeriatçı terör grupları tarafından kullanıldığı ileri sürülüyordu. Fakat diğer nedenler de gitgide belirginleşiyordu. Batı medyası, Gürcistan Savunma Bakanlığı yetkilisi Mirian Kiknadze'nin 27 Şubat 2003’de Hür Avrupa radyosuna "ABD ordusu, ülkemizin stratejik bölgelerini koruma konusunda ‘hızlı müdahale gücümüzü' eğitecek, özellikle petrol boru hatlarımızı" demesini görmezden geldi. Kiknadze, proje halinde olan ve Gürcistan ve Azerbaycan'ın Rusya'ya enerji bakımından bağımlılığını azaltacak ve Güney Kafkasya'yı ABD'nin arka bahçesine çevirecek Bakü-Tiflis -Ceyhan (BTC) boru hattı inşa projesini kastediyordu. Rusya Devlet Başkanı Putin konuya fazla tepki göstermedi, çünkü ABD'nin Afganistan'ı bombalamasına destek verme karşılığında, Çeçenya harekâtının "terörle mücadele" ilan edilmesinden memnundu. Ama Rusya ordusu ve kamuoyu, öfkeliydi. ABD, petrol ve doğalgaz zengini Orta Asya'yı Moskova'nın ayağının altından çekmek için "teröre karşı savaş"ı başarılı bir şekilde kullanıyordu. Ama Güney Kafkasya bu kadar kolay lokma olmayabilirdi. Pankisi Tiflis'in otoritesinin dışındaki tek bölge değildi. Ayrılma yanlısı Abhazya ve Osetya bölgesi, ABD yayılışının kendilerine karşı da kullanılabileceğinden çekiniyordu. Rusya Federasyonu ile işbirliği yapabilecekleri yönünde sinyal verdiler. Batı yanlısı Gürcistan'ın Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'yi zayıflatacak böyle bir manevra, Rus parlamentosu ile halkından destek görüyordu. Dahası, Ermeni azınlığın bulunduğu Acaristan da vardı. Buradaki Ermeniler, "en büyük düşmanları" Türkiye ve Azerbaycan'ın petrol gelirlerini sekteye uğratmaya çalışabilirdi. "Şevardnadze'nin Gürcistan'ın kontrolünü kaybetme tehlikesi vardı. Rusya bölgedeki etkinliği için daha çok mücadele edecekti.' diyordu siyasi analizci Otar Kharabadze. Mart başında üst düzey bir Rus general, "Gürcistan, Rusya olmadan var olamayacağını anlasa iyi olur" diyordu. Bu örtülü tehdit pratiğe geçirilirse, Washington'un Güney Kafkasya'daki Büyük Oyun'u pek hoş sona ermeyebilirdi. Şverdnadze'yi emekliye ayıran Washington, genç, dinamik, cesur bir lider bulmuştu. 35 yaşındaki Mikhail Saakaşvili, ABD'nin gözü kapalı güven duymasını sağlayacak özelliklere sahipti. ABD'de hukuk öğrenimi görmüş, New York'ta bir hukuk bürosunda çalışmıştı, mükemmel İngilizce biliyordu. Asıl çok işe yarayacak gerekçe ise, çürümüş bir iktidarın karşısında o gerçekten temiz bir isimdi. Tiflis Belediye Başkanlığı döneminde, bizzat çatılara çıkıp yoksul halkın damını aktarmayı, asansörlerini onarmayı tercih etmişti. Sonra Adalet Bakanlığı'na getirilmiş, bu görevde yolsuzluğun boyutlarını daha iyi görmüştü. Hatta Bakanlar Kurulu'nda "Halk ekmek bulamazken, sizler nasıl bu kadar lüks malikaneler yaptırabiliyorsunuz" diye bağırarak masaya Şevardnadze ve bakanların birbirinden görkemli villalarının fotoğraflarını fırlatmış, kapıyı çarpıp gitmişti. O, yeni Kafkas savaşında aranan kandı. DARBE NASIL OLUŞTU Peki 1928 doğumlu, 20 yaşında Komünist Parti'ye girmiş, 1972'de Gürcistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliği'ne yükselmiş, 1985'te Perestroyka devrimini başlatan Sovyet lideri Gorbaçov tarafından Dışişleri Bakanlığı'na getirilmiş, onunla Soğuk Savaş dönemini bitirerek tarihe geçmiş, 1990'da "Ülke komünist diktatörlüğe gidiyor" diyerek istifayı basmış, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ve bir dizi cumhuriyetle birlikte Gürcistan'ın da bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana bu küçük ama önemli ülkeyi yöneten "Kafkaslar'ın yaşlı tilkisi" Şevardnadze nasıl hüzünlü bir veda noktasına geldi? Gürcistan'da yapılan parlemanto seçimlerin sonuçları 19 gün sonra açıklanırken, muhalefet yanlıları Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'nin konuşma yaptığı sırada parlamento binasını basmasıyla darbenin ciddiyeti anlaşılmıştı. Şevardnadze taraftarları tarafından kaçırılırken, parlamento binasının çevresi ve başken Tiflis'in sokakları seçimi ikinci sırada tamamlayan Burjanadze-Demokratlar Bloku lideri Nino Burjanadze taraftarlarınca ele geçirildi. Şevardnadze'nin parlamento genel kurulu salonunda açılış konuşmasını yaparken, günlerden bu yana parlamento binasının önünde adeta karargah kuran yaklaşık 40 bin kişinin arasından bir grup, muhalefetin önde gelen liderlerinden Mihail Saakaşvili ile birlikte genel kurul salonuna girdi. Saakaşvili ve taraftarları parlamentoya ellerini kollarını sallayarak girerken, Şevardnadze, taraftarları tarafından arka kapıdan çıkarıldı. Gürcistan Cumhurbaşkanının kaçırılmasından habersiz muhalefet yanlıları protesto gösterilerini sürdürürken, içeri girenler bazı koltuklara ve meclis kürsüsüne saldırdı. Mihail Saakaşvili, parlamento genel kurul salonunda kürsüden yaptığı açıklamada, muhalefet yanlılarına, salonu yavaş yavaş ve sakin bir şekilde terk etmeleri çağrısında bulundu. Burjanadze, Gürcistan yönetiminin halkı çılgına çevirdiğini söyledi ve daha fazla taşkınlığa sebebiyet verilmemesini istedi. Gürcistan parlamentosunun bundan böyle Gürcü halkı tarafından seçileceğini söyleyen Burjanadze, dış güçlerin kendilerine engel olmaması gerektiğini kaydetti. Saakaşvili-Ulusal Hareket Bloku'nun lideri Mihail Saakaşvili, ``Koşullar ne olursa olsun diktatörlük rejimi gidecek'' dedi. Parlamento baskını ardından Gürcistan Cumhurbaşkanlığı önünde toplanan göstericilere seslenen Burjanadze, iktidara karşı başladıkları mücadelede toplumun her kesimini yanlarında görmek istediklerini belirterek, ``Şevardnadze, istifa dilekçesini imzalamadığı sürece buradan ayrılmayacaklarını'' kaydetti. Taraftarları tarafından parlamento binasından kaçırılan Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, parlamento binası çıkışında kendisini desteklemek için Acaristan'dan gelen yaklaşık 5 bin yandaşına seslendi. Cumhurbaşkanı Şevardnadze, ``Gitmeyeceğim. Bundan sonra da yasaların öngördüğü şekilde hareket edeceğim'' dedi. Şevardnadze kalabalık gösterici grubunun arasından geçerek makam aracına bindiği belirtildi ancak, nereye gittiği bildirilmedi. Başkent Tiflis´teki sokak ve caddelerin tümü muhalefetin eline geçerken, güvenlik güçleri kendilerine hiçbir müdahalede bulunmadı. Zaman zaman kentten silah sesleri yükselirken, ambulanslar da, yaralı taşıdı. Başkent Tiflis´in patlamaya hazır bomba halinde olduğu belirtilirken, uzun süre açıklanmayan seçimlerde 150 milletvekilinden 38´ini Eduard Şevardnadze öncülüğündeki grubun kazandığı belirtilmişti. Muhalefet ise, seçime hile karıştırıldığını ve bunu tanımadığını açıklamıştı. Burjanadze-Demokratlar Bloku lideri Nino Burjanadze ile taraftarlarının Gürcistan Cumhurbaşkanı Şevardnadze, kürsüde konuşurken yaptıkları baskın, devlet televizyonu Georgia TV, Bağımsız Rustavi-2 ile Gürcistan'a bağlı özerk Acara Cumhuriyeti´nin televizyon kanallarından da canlı yayınlandı. Baskının duyulması ile dünya televizyonları iki TV kanalına bağlanarak, baskını saniye saniye izleyicilerine aktardı. Gürcistan Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi muhalefetin parlamentonun kontrolünü ele geçirmesinin `silahlı darbe' olduğunu açıkladı. Yapılan açıklamada, ``Cumhurbaşkanı'na silahlı saldırı, bir kayba yol açmadan sonuçlandı. Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze hayatta. Gürcistan'da silahlı bir darbe olmuştur'' denildi. Muhalefet grupları, kentte yer yer taşkınlıklar yaparken, Şevardnadze, parlamentodan çıktıktan Savunma Bakanlığı'na bağlı Kodjori özel güçler eğitim merkezine götürüldü. Gürcistan'daki olaylar üzerine olağanüstü hal ilan edildi. Cumhurbaşkanı Şevardnadze, ``Bu bir darbedir, devlet başkanını devirmeyi amaçlamaktadır. Olağanüstü hal ilan etmekten başka çarem kalmadı'' dedi. Askeri ve polis güçlerinin bu emre uymaları çağrısı yapan Şevardnadze, ``Bu özel bir emirdir ve Savunma Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı'nı kapsamaktadır. Düzeni sağlayacağız'' dedi. Gürcistan'da Cumhurbaşkanlığı önündeki muhalif liderlerden Mihail Saakaşvili'ye bağlı bir grup gösterici, içeriye girme girişiminde bulunmaya başladı. Göstericiler meclisi ikinci kez ele geçirmek isterken, tansiyonun giderek yükseldi. Saakaşvili, yaptığı açıklamada güvenlik güçlerince bölgeden uzaklaştırılan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'nin güvenliğini garanti ettiğini söyledi. Şevardnadze'nin yanında bulunan İçişleri Bakanı Koba Narçemaşvili, televizyonda Gürcü liderle birlikte yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı'nın tüm emirlerine uyacağını ülkede düzeni sağlayacaklerını belirtti. PETROL YİNE PETROL The Guardian gazetesi 1 Aralık 2003'de sansasyonel bir haber yayımladı. (43) Rusya güvenlik güçlerinde görevli bazı kaynaklara atıfta bulunan gazete, "Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına sabotaj düzenlemek" amacıyla Rus istihbarat kurumlarının büyük miktarda para tahsis ettiğini bildirdi. The Guardian, "Plan henüz gerçekleştirilmemiştir, ama Rusya askeri istihbaratı, muhtemelen bu eylemin yerine getirilmesi için birkaç grup yetiştirmeye başlamıştır" diye yazdı. Projenin başlıca operatörü olan BP'nin temsilcileri bu konuda yorum yapmak istemiyorlardı. Fakat Azerbaycan petrolünün Gürcistan üzerinden Türkiye'ye ve Batı pazarlarına nakledilmesini sağlayacak "büyük boru hattı" üzerinde gerçekten bir gölge oluştu. Bilindiği gibi, ilk aşamada inşaatın finansmanı konusu, bu projenin gerçekleştirilmesinde yaşanan ilk sorun oldu. Daha sonra diğer bir etken ortaya çıktı: Söz konusu boru hattı, iç siyasi durumları karmaşık olan üç devletin toprakları üzerinden geçiyordu ve yatırımcılar sermayelerinin güvenliği konusunda güvence almak istiyorlardı. Fakat sonunda uluslararası finans kurumları, Azerbaycan'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra paraları tahsis edeceklerini bildirdiler. Ekim ayında İlham Aliyev Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi ve bu olaydan herkes memnun kaldı. Tirajı 44 bin olan Nezavisimaya Gazeta'nın 08 Aralık 2003 tarihli NG Dipkuryer ekinde, Anatoli Gordiyenko ve Bakü muhabiri Yalçın Aliyev, kasımda Gürcistan'daki siyasi durum değişikliğinin petrole etkisini farklı yorumluyordu (44) Bakü'deki politikacılar, Gürcistan'da yaşanan iktidar değişikliğinin Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı gibi ortak projeleri etkileme ihtimalini dışlamıyorlardı. Gürcistan'daki gelişmeleri yorumlayan İlham Aliyev, bu ülkede siyasi istikrarın bozulmasının, söz konusu projelere olumsuz etki yapabileceğini kaydetmişti. Ancak Cumhurbaşkanı Aliyev, "Gürcistan'daki krizin yakında çözüleceği ve durumun istikrar kazanacağı ümidini de ifade ediyordu. Bu arada Gürcistan üzerinden nakledilen Azerbaycan petrolünün miktarı şimdiden önemli derecede azaldı. Petrol taşımacılığı pazarında çalışan yabancı şirketler, bunun nedeninin siyasi olmaktan ziyade, İstanbul Boğazı'ndaki tıkanmadan kaynaklandığını belirterek, herkesi teskin etmeye çalışıyorlardı. İstanbul Boğazı'ndaki tıkanma yüzünden, Gürcistan limanları yakınlarında, trenlerle getirilen ve halen petrolle dolu olan 1.000'den fazla vagon tanker boşaltılmayı bekliyordu. Başlıca operatörün (BP'nin) iyimserliği, kredi verilmesi şeklinde de ciddi bir destek kazandı: Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, toplam maliyeti 3.6 milyar dolar olan Bakü-Tiflis- Ceyhan petrol boru hattının inşası için 125 milyon dolar büyüklüğünde ilk krediyi tahsis etti. Ticari bankalar da o miktarda kredi verecek. Yani iş, ölü noktadan ileriye doğru hareketlenir gibi oldu. Ancak tam bu sırada "büyük boru hattı" üzerine Rus gölgesi düştü. Rusya, Azerbaycan petrolünün Bakü-Novorossiysk petrol boru hattıyla nakledilmesi konusunda daha çok ısrar etmeye başladı. Moskova ile Bakü bu boru hattıyla ilgili anlaşmayı 1996'da imzalamışlardı. Halen Azerbaycan, bu boru hattıyla her yıl 2.5 milyon ton petrol pompalıyordu. Moskova bu miktarın yetersiz olduğunun işaretini verdi. Rusya Başbakan Yardımcısı Viktor Hristenko'nun Eşbaşkanlık yaptığı "Azeri-Rus Hükümetlerarası Ekonomik İşbirliği Karma Komisyonu"nun toplantısında Rus tarafı, Azeri ortaklarına, hükümetlerarası anlaşmada öngörülen "2002 yılından itibaren Bakü-Novorossiysk boru hattıyla nakledilen petrol miktarının iki katına çıkartılması" gereğini hatırlattı. Viktor Hristenko, anlaşmanın aksine, iki yıldır bu boru hattıyla nakledilen petrol miktarının iki misli azaldığını vurguladı. Buna karşılık Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi Başkanı Natık Aliyev "Rusya toprakları üzerinden daha büyük miktarda nakledilebilecek petrol şu anda yok" dedi. Natık Aliyev, Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi'nin Rusya'ya maksimum yılda 2.5 milyon ton petrol nakledebildiğini bildirdi. Ayrıca Bakü'de, Rus heyetine, Bakü-Novorossiysk boru hattıyla petrol naklinin artırılmasının mümkün olmamasının, doğrudan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattıyla bağlantılı olduğunun işareti verildi. Zira ilk önce Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının doldurulması gerekiyordu. Petrol sahiplerinin Moskova'yla tartışmalarında başka gerekçeleri de vardı. Örneğin Natık Aliyev, "Azerikrude" tipi yüksek kaliteli Azeri petrolünün Novorossiysk'te Rus URALS tipi petrolle karıştırılarak daha ucuz fiyatla satılmasının Azerbaycan'ı kaygılandırdığını belirtti. Anlaşılan, Bakü bu tür kayıplara razı değildi. Bakü-Tiflis-Ceyhan projesini ilk başlatanların, bu projeden en çok karı elde edecekleri belliydi. Bu proje sayesinde Azerbaycan, 20 yıl içinde 30 milyar dolar, Gürcistan petrolün Gürcü toprakları üzerinden transit naklinden 500 milyon dolar, Türkiye ise topraklarından geçen petrol boru hattının nakil ücretinden ve Ceyhan'daki terminalin işletilmesinden 1.5 milyar dolar kazanacaktı. Bu hesaplamalarda Rusya yoktu. Belki de Moskova, Bakü-Novorossiysk boru hattıyla nakledilen petrol miktarının artırılmasında ısrar ederek durumu düzeltmeye çalışıyordu. Bu durumda The Guardian gazetesindeki "sansasyonel" haber, o kadar da akıl almaz bir iddia gibi algılanmamalıydı. Afganistan işgali sonrasında ABD'nin askeri denetimine ve şirketlerinin kazandığı imtiyaza rağmen, sanıldığının aksine, Rusya'nın eski nüfuz alanlarında insiyatifi kaybetmediği ve yaptığı 25-50 yıllık anlaşmalarla bir adım öne geçtiği görüldü. Ve Rusya bu adımla, ABD'nin elindeki kartı adeta çekip almış gibi oldu. Çünkü ABD, petrolün taşınabilmesi konusunda hala önemli avantajlar elde edebilmiş değildi. Ve Rusya ile ABD arasında yakın işbirliği varmış gibi görünse de, gerçekte pek çok konuda bir çıkar kavgasının yaşanmakta olduğu biliniyordu. Gürcistan, bu kavganın dışında bir coğrafya değildi. İşte bu nedenle, Gürcistan'daki son olaylar; Hazar petrollerinin ABD'nin istediği tarzda batıya güvenli taşınmasının araçlarının yaratılması ya da başka bir ifadeyle, Hazar Havzası petrolleri üzerinde ABD'nin egemenliğinin pekiştirilmesi kavgasıyla doğrudan ilintiliydi. ABD, Irak operasyonunun ilk etabında Türkiye üzerindeki konumlanmaya çok önem vermiş, Karadeniz'de dahi üs talebinde bulunmuş ve talep ettiği hava koridorlarıyla, Kafkasya'ya yönelik hesaplarının da olduğu izlenimi vermişti. O hesaplar bugün farklı araçlar üzerinden dışavurmuş görünüyordu. Zamanlama açısından ise, Gürcistan'a yönelik bu müdahaleyi, ABD'nin Irak'taki fiyaskosu ile de ilişkilendirmek mümkündü. Irak'ta adeta boş bir kuyuya taş atmış duruma düşen ve başarısızlıkla anılır hale gelen ABD, özellikle seçimler öncesinde, böyle biçimsel bir başarıya ihtiyaç duymuş olabilirdi. Gürcistan'da yukarıda çerçevesini çizdiğimiz dinamikler üzerine oturan olay, genelde ABD sermayesi, özelde Soros'un oluşturduğu fondan finanse edilerek gerçekleşmişti. Bu operasyon için güçlü miktarda para aktarıldığı, gerek Şevardnadze gerekse batılı büyükelçilikler tarafından doğrulanmıştı. ABD'nin, pek çok ülkede, uygun araçlar oluşturup mevzilendiği ve gerektiğinde harekete geçerek, hükümetler devirdiği, hükümetler kurdurduğu ve bu tür adımlara kitlesel destek sağlamak üzere, yönlendirilebilir sivil toplum kuruluşları oluşturduğu bilinmekteydi. Gürcistan'daki operasyon ile Yugoslavya'da Miloseviç hükümetine karşı düzenlenen Ekim 2000 darbesi arasındaki benzerlikler, Gürcistan'da harekete geçen kitlelerin, haklı talepler içerse de hareketinin spontane olmadığını ve hatta emperyalist amaçlarla sömürüldüğünü gösteriyordu. Örneğin bugün ABD'nin Tiflis Büyükelçisi olan Richard Miles, 1996'dan 1999'a kadar, yani Yugoslavya'daki darbenin hazırlık aşamasında, Belgrad'ta diplomat sıfatıyla bulunmuştu. ABD'nin adeta “darbelerden ve kaos üretmekten sorumlu bakanı” gibi hareket eden Miles'in Yugoslavya'da kurdurduğu Otpor (Direniş) adlı örgüt ile bugün Gürcistan'da ortaya çıkan ve ambleminden sloganlarına kadar hemen her şeyi aynı olan Kmera (Yeter); ABD'nin Irak'taki tarzla yetinmediğini ve paranın gücüyle “algı yönetimi”ni birleştirerek sonuç almaya çalıştığını gösteriyordu. Pentagon, “algı yönetimi”ni şöyle tanımlardı: “ duygularını, güdülerini ve muhakemelerini etkilemek amacıyla, yabancı izleyicilere, seçili enformasyonu ve sinyalleri taşıyan ya da inkar eden faaliyetler... Farklı durumlarda, algı yönetimi, gerçeğin gösterimini, operasyonların güvenliğini, aktarmayı, aldatmayı ve psikolojik harekatları birleştirir. ” Kendisini bir “algı yöneticisi” (perception manager) olarak tanımlayan, Amerika'da yasal bir halkla ilişkiler şirketi olan Rendon Group, Irak'taki propaganda işini kendisine vazife edinmiş ve Ahmet Çelebi'nin INC'sinin kuruluşundan, kitle imha silahı yapımını “itiraf” eden mühendisler ortaya çıkarmaya kadar pek çok yalanın ve onun devamı olan kurumlaşmanın altına imza atmıştı. Bu sadece bir örnekti. ABD'nin, hedefe varmak için her yolu mübah gördüğü; bunun için yalana, paraya ve şiddete başvurmaktan kaçınmadığı biliniyordu. Amerika'nın Gürcistan'daki çiçeği burnunda temsilcisi Mikhail Saakaşvili de, USAID (Amerikan Kalkınma Ajansı) tarafından desteklenen “Özgürlük Enstitüsü”nin başkanlığını yapmaktaydı. Ve “darbe”yi, Büyükelçi Richard Miles ile beraber organize ettiği hemen herkesçe biliniyordu. Aslında Gürcistan'da diplomasinin görünen yanından çok görünmeyen yanında daha etkili gelişmeler yaşanıyordu. Rusya, kısa vadede önleyemeyeceği Gürcistan'daki olayların kanlı biçimler alarak kontrolden bütünüyle çıkmasındansa, zamana yayılmış bir süreçte etkili olabilmeyi bağrında taşıyan bir olasılığı tercih etti. Dikkat edilirse, olaylar boyutlanınca Rus Dışişleri Bakanı Tiflis'e alelacele indi ve her iki tarafla görüştükten sonra, Şevardnadze'yi istifaya, karşı tarafı da Şevardnadze'nin can güvenliğinin sağlanmasına ikna etti. Ayrıca Rusya'nın oradaki birlikleri de Şevardnadze için bir güvence ve farklı gelişmelerde rol almak üzere saklı bir dinamikti. Bu adım, Şevardnadze'nin yarın tekrar bir politik güç olarak kullanılabilmesi için elde tutulması anlamına geliyordu. Esasen orada sular durulmuş değildi ve Rusya'nın kozları da küçümsenmeyecek boyutlardaydı. Bugün bir anlamda geri çekilen ve sorunu uzun vadeye yayarak aşma eğiliminde olan Rusya'nın kaşıyabileceği sorunlardan biri de, bir bölümü Rusya'da diğer bölümü Gürcistan'da kalan Osetya Özerk Cumhuriyeti'ydi. Rusya, bu cumhuriyette bulunan Pankisi Vadisi'nde Çeçen militanların barındığı iddiasıyla sık sık Gürcistan'ı uyarmış ve Kuzey Osetya'da Çeçen militanlar tarafından gerçekleştirilen eylemlerden Gürcistan'ı sorumlu tutmuştu. Çeşitli halkların yaşadığı Gürcistan'da bölgesel nüfus yoğunlukları söz konusu. Acarya'nın kuzeyindeki verimli topraklarda yoğunlukla Gürcüler bulunurken, Kafkasların güney eteklerindeki dağlık bölgelerde diğer halklar yaşıyordu. Gürcülerin yaşam standartları diğerlerinden daha iyiydi. Rusya'nın hesabı, varolan çelişmelerden yararlanıp, uzun vadede sonuç almaya yönelikti. Rusya, ABD'nin orada hiçbir sorunu çözemeyeceğini, halkların beklentilerini karşılamayacağını çok iyi biliyordu. Dolayısıyla süreci zamana yaymakla ilerde rahatlıkla üzerinde politika yapabileceği başka bir muhalif dinamiğin oluşabileceğinin ve ABD'yi teşhir etme fırsatı doğacağının beklentisini taşıyordu. Tabii bu arada bilinmek durumundadır ki, ABD'nin Gürcistan hakkındaki düşüncesi ne denli emperyalist politikaysa, Rusya'nın Gürcistan hakkındaki politikası da o denli emperyalistti. Eğer söz konusu olan, Hazar petrollerinin batıya güvenli biçimde taşınmasıyla ilgili uygun bir mekanizma oluşturmaksa, ABD'nin yaptığı hamlenin yeterli olduğu söylenemezdi. Çünkü bugün artık sözleşme yapılırken en az 25 yıl sonrası güvenceye alınıyordu. Örneğin Rusya, Çin'e 25 yıl süreyle 15 milyar dolarlık petrol vermeyi garanti ediyordu. Ayrıca Türkmen doğalgazını Türkmenistan'dan alıp batıya taşıma konusunda da 25 yıllığına güvence veriyordu. Hatta herhangi bir aksamayı kendi doğalgazı ile karşılamayı taahhüt ediyordu. İşte bu kadar uzun verimli anlaşmaların yapıldığı bir dönemde, Kafkasya gibi belirsiz bir coğrafyada güvence, bir sorun olmaya devam ediyordu. Mesela Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıyla ilgili güven sorunu sebebiyle hala pek çok şirket buradan petrol alımı için talepte bile bulunmuyordu. Ve bu nedenle bu hat için “ölü doğmuş bir hat” yakıştırması yapılıyordu. ABD'nin müdahalesinin, büyük oranda Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını canlandırmayı, güven sorununu aşmayı veya alternatif yeni hatlar oluşturmayı amaçladığı söylenebilirdi. Ancak bölgede zemin öylesine kaygan ki, ABD'nin bu garantiye alma eğilimine, başka bir güç, engelleyici/bozucu bir politika ile müdahale edebilirdi. Ve bunun da araçları oldukça zengindi. Çünkü orada Ermenistan ve çözülememiş bir Karabağ sorunu vardı. Aynı şey Azerbaycan için de geçerliydi. Haydar Aliyev'in oğlu, iktidarda yeni ve henüz hangi dengelerin üzerine oturacağı belli değildi. Önemli bir Amerikan üssünün kurulması kararlaştırılmıştı. Bu da ABD'nin ilgisinin Gürcistan'la sınırlı olmadığını gösteriyordu. Ancak bölgede hiçbir şey “kadife elli yumuşak hamlelerle” aşılabilecek cinsten değildi. Paylaşılacak pastanın büyüklüğü, çatışmaları da büyüten bir faktördü. Rusya'nın direnç kabiliyeti hafife alınmamalıydı. Gürcistan'da her şey daha yeni başlıyordu. Moskova'nın Tiflis'e karşı kullandığı bir diğer baskı unsuru da Gürcistan'daki Rus askeri üslerini kapatmadaki gecikmeydi. 1995 yılında Moskova ve Tiflis arasında yapılan bir anlaşmaya göre, Rusya, Gürcistan'daki Sovyetler Birliği zamanından kalan dört askeri üssün yasal haklarını 2020 yılına kadar kazanmıştı. Zaman içinde Tiflis bu anlaşmada bazı değişiklikler istemiş ve bu Rus üslerinin kapatılmasını talep etmişti. 1999 yılında İstanbul'da yapılan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Zirvesinde, Rusya üzerinde yoğunlaşan uluslararası baskılar sonucunda 1 Temmuz 2001'de Vaziani (Tiflis yakınında) ve Guduata'ki (Abhazya'da) askeri üslerini kapatmayı kabul etmişti. İstanbul Anlaşması'na göre, 2003-2004 yıllarında da Batum (Acaristan'da) ve Akhalkalaki'deki (Güney Gürcistan'da) üslerin de kapatılması için görüşmelerin başlatılması öngörülmüştü. Bu askeri üslerin kapatılmasını finanse etmek amacıyla Washington Moskova'ya 10 milyon dolar yardımda bulunmayı vaat etmişti. Rusya Vaziani ve Gudauta'daki üslerindeki askeri ekipmanını Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması (CFE) sınırlarına uygun olarak 2000 yılı sonuna kadar çekmesine rağmen, son zamanlarda Moskova bu iki üssü kullanmaya devam etmek istediğini dile getirmeye başlamıştı. Hatta, daha önceki vaatlerinin aksine, Batum ve Akhalkalaki'deki askeri üslerin kapatılmasıyla ilgili görüşmeleri kesmişti. Moskova bu durumuna gerekçe olarak Gürcistan'ın politik açıdan istikrarsız ve güvensiz ortamında bu askeri üslerin bir istikrar unsuru olduğunu ileri sürmekteydi. Rus askeri üslerinin kapatılmasındaki gecikme, Rusya'nın NATO'nun bu üslerin kontrolünü ele geçirmesine karşı aldığı bir önlem olarak da görülebilirdi. Gerçekten de, NATO'nun iki üyesi Türkiye ve ABD, Vaziani'deki eski Rus askeri üslerini şimdiden modernize etmeye başlamışlardı. Moskova'nın Rus askeri üslerini kapatmadaki isteksizliği Abhazyalı yetkililer tarafından da Gürcistan'da yeni silahlı çatışmalara yol açacağı gerekçesiyle desteklenmekteydi. Abhaz yetkililer ayrıca Gudauta askeri üssündeki ekipmanın Abhazya'ya transferini talep etmekteydi. Aynı şekilde, Batum askeri üssünün bulunduğu Acaristan kendi temsilcilerinin Batum askeri üssünün kapanmasıyla ilgili Rusya-Gürcistan görüşmelerinde mutlaka yer almalarına izin verilmesini talep etmekteydi. Bu şekilde Moskova, Gürcistan'daki üslerin kapatılmasındaki gecikmenin kendi çıkarlarına hizmet eden bencil bir davranışı olmadığını iddia ederken bu tutumunu Gürcistan'ın başlıca etnik grupları arasındaki barış ve istikrarın devamı ile ilgili endişelerinden kaynaklandığını görüşünü yayarak meşruluk kazanmaya çalışıyordu. Moskova bu üsleri Gürcistan'daki azınlık milliyetçiliğini kaşımak için kapatmıyordu. Rusya'nın Gürcistan üzerinde giderek artan baskılarına karşı bir denge oluşturmak için, Tiflis ABD ile ilişkilerini güçlendirmeye yönelmişti. Bu nedenle, Nisan 2002'de Gürcistan'ın sınır güvenliğinin sağlanması ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu için 64 milyon dolar bütçeli "Eğit ve Donat" programı çerçevesinde ABD ile ilişkilerini yoğunlaştırmıştı. Ancak, "Eğit ve Donat" programı, oldukça küçük bir askeri yardım olduğundan, Gürcistan'ın bunu Abhazya ve Güney Osetya üzerinde yeniden kontrolünü tesis etmesi için kullanabilmesi çok zordu. Programın amaçlarına paralel olarak, yalnızca 1600 Gürcistan askeri eğitilecekti ve bu sayı Abhazya ve Güney Osetya'daki ayrılıkçı hareketleri Gürcistan'ın kontrol altına alması için yeterli değildi. Gürcistan'daki bu yeni durum Irak krizi nedeniyle Gürcistan'ın desteğine ihtiyaç duyan Washington'un Moskova ile olan ilişkilerini de sarsabilecek boyutlara ulaşmıştı. Ancak ABD, Putin'in tehditlerine kesin bir dille karşı çıkmış ve Gürcistan'daki Çeçen asi üslerine saldırmak istemekle suçlamıştı. Bu kriz esnasında, Tiflis'i desteklediği için, Gürcistan Parlamentosu Irak Savaşı sırasında ABD ordusunun tüm askeri tesislerini kullanmasına izin vermişti. Gürcistan Parlamentosu ayrıca, 21 Mart 2003 tarihinde Gürcistan'da bulunan tüm ABD görevlilerine diplomatik dokunulmazlık vermişti. Tepki olarak Rusya Parlamentosu Gürcistan Parlamentosunun bu kararlarını Moskova ve Tiflis ilişkileri için zararlı bir nitelik taşıdığını bildirmişti. Gürcistan'ın ABD ile giderek artan işbirliği Tiflis'i NATO üyeliği için 2002 yılının Sonbaharında resmen başvurmak için cesaretlendirmişti. Rusya Gürcistan'ın, Rus toprakları üzerinde keşif operasyonları yapabilecek NATO casus uçaklarına hava sahasını açmasını istiyordu. Bu nedenle, Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Aleksander Yakovenko "NATO radarlarının ve keşif uçaklarının (AWACS) Gürcistan'da olası konuşlandırılması, Rusya'nın ulusal çıkarlarına aykırıdır ve Moskova'yı koruyucu karşı önlemler almaya zorlar" demişti. Gürcistan, er-geç NATO içine alınmalıydı. Vladimir Putin'in Rusya Devlet Başkanlığına yükselmesinden sonra hız kazanan Moskova ve Tiflis arasında gerginliğin artması gerek Rusya, gerekse Gürcistan için karışık sonuç doğurmuştu ve Putin 2008 yılına kadar başkanlığı garantilediği için ateş hattında soğuk savaş devam edecekti. ERMENİSTAN NEDEN KARIŞTIRILDI? 4 Şubat 1998'de Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan'ın istifası ve Taşnakların ülkeye hakim olmasıyla Karabağ sorunun çözümünde yüze yüze kuyruğuna gelinen AGİT Planı'nın rafa kaldırılması sayesinde 1998'de evlerine dönmeyi 4-5 yıldır çadırlarda, vagonlarda bekleyen göçmenlerin ve Azeri kamuoyunun Aliyev yönetimini sarsacağı da hesaplanmıştı. Ancak Aliyev'in tartışılmaz yöneticilik kabiliyeti ve fitnelere karşı uyanıklığı, karışıklık isteyenlerin planlarını alt üst ediyordu. Petrosyan'ı deviren güç Karabağ sorununu çözdürmek istemeyen Karabağ teröristi Robert Koçaryandı. Koçaryan, 1954 yılında Dağlık Karabağ’ın başkenti Stepanakert’te doğdu. 1972-1974 yılları arasında Sovyet ordusunda görev aldı. 1982’de Erivan Politeknik Enstitüsü’nün elektronik ve teknoloji bölümünden mezun oldu. Siyasi hareketlere katıldı. Karabağ’ın Ermenistan’a katılması yolunda yürütülen eylemler de rol aldı. 1992’de Dağlık Karabağ Başbakanı olarak atandı. Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter–Petrosyan döneminde Türkiye ve Ermenistan, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen gayri resmi yollardan ilişkilere bir ivme kazandırdılar, resmi yollardan birbirlerine karşı sert herhangi bir saldırıda bulunmadılar. Saldırgan bir şekilde sözde Ermeni soykırımın tanınması için Koçaryan cumhurbaşkanı olduktan sonra Ermenistan anayasasına girerek kurumlaştı. Amerika ve Avrupa’daki Ermeni Diaspora’sı tarafından Koçaryan desteklendi. Tüm bu değişimler de Dağlık Karabağ’ın lideri Robert Koçaryan’ın Ermenistan başbakanı olması ve Şubat 1998’de de Ter–Petrosyan’ın iktidarına son vererek devlet başkanlığı koltuğuna oturmak için yola koyulmasıyla başladı. Önce Karabağ'ı, sonra Ermenistan'ı karıştıran, cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan'ı istifaya göndermesinin ardından Taşnakların gölgesinde iktidara yürüyen, 16 Mart 1998 seçimlerinde cumhurbaşkanlığını vekaleten yürüten Başbakan Robert Koçaryan aslında Azerbaycanlıydı. 12 adayın yarıştığı seçimin şaibesi işin başında ortaya çıktı. Seçim Kanunu'na ve 1995'te kabul edilen anayasaya aykırı olarak Koçaryan'ın adaylığı uzun süren tartışmalardan sonra 6 Mart'ta Merkezi Seçim Komisyonu (MSK) Başkanı Haçatur Beziryan tarafından onaylandı. Halbuki Seçim Kanunu adayların en az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olmasını gerektiriyordu. Koçaryan, önceleri Ermenistan'ın 1 Aralık 1989'da Karabağ'ı ilhak kararını aday olabilmesine gerekçe gösterse de, hukuki açıdan bu imkansızdı; Koçaryan da zaten tepkilerden çekinerek bu yola tevessül etmekten vazgeçti. Çünkü bu karar henüz lağvedilmemiş olsa bile, Karabağ'ı resmen tanımayan Ermenistan'ın böyle bir adım atması dünya kamuoyu önündeki 'masumluk' iddialarıyla çelişki oluşturuyordu. Cumhurbaşkanı adaylarından Grant Haçaturyan, mevcut çelişkiyi "Koçaryan eğer adaysa, niye Karabağ Ermenileri seçmen değil?" biçiminde özetliyordu. Koçaryan'ın, "Erivan ile Hankendi arasındaki hukuki ilişki Karabağlıları seçmen yapar" iddiası, seçim sonrası izleyeceği radikal çizgiden haber veriyordu. Diğer adaylardan Vazgen Manukyan ve David Şahnazaryan da, Koçaryan'ın adaylığını anayasanın delinmesi olarak niteliyordu. Adaylardan Aşot Bleyan'ın Koçaryan hakkında Anayasa Mahkemesine suç duyurusunda bulunması, şaibenin boyutunu ortaya koyuyordu. Merkezi Seçim Komisyonu, onay gerekçesinde, yabancı ülkelerin Koçaryan'a Ermenistan'ın diplomatik pasaportlu vatandaşı olarak verdiği vizeleri esas gösteriyordu. Koçaryan, Mayıs 1997'den beri Karabağ'ın sözde Cumhurbaşkanlığından Ermenistan başbakanlığına terfi etmiş olsa da, sözkonusu gerekçe 10 yıl şartının üstünü örtmüyordu. Kanuna göre, seçime katılabilmek için 25 bin imza toplaması gereken Koçaryan'ın, kısa sürede 56 bin imza toplaması da şüpheliydi; aday olmayacağını açıklamış biri, nasıl bir anda bu kadar imza toplayabilirdi? Koçaryan'ın AGİT gözetimine yönelik yasal engellerin kaldırılmasına destek olmaması da, seçime gölge düşürüyordu. Koçaryan'ın cumhurbaşkanlığına vekalet ettiği 4 Şubat'tan beri geçen 40 gün içinde 1994'te kapatılan ırkçı Taşnak Partisi'ni açması, siyasi suçluları serbest bırakması, Taşnakların 6 yıldır sürgünde yaşayan lideri Eduard Ohenasyan'ın dönüşüne izin vermesiyle verdiği 'seçim rüşveti', ülkenin en büyük gücü Taşnak Partisi'nin Koçaryan'a seçimde tam desteğiyle sonuçlandı. Büyük Ermenistan hayalinden bir an olsun vazgeçmeyen Taşnaklar, Kars, Ağrı ve Van'ı Ermenistan sınırları içinde görüyordu. Azerbaycan'ın işgal altında bulunan Karabağ dışındaki 6 kenti, bu haritadan daha geniş sınırları kapsasa da bu onları tatmin etmeye yetmiyordu. Halbuki, eskiden Karabağ'da yaşayan 80 binlik nüfuslarıyla yüzde 70 çoğunluğu oluşturan Ermeniler, bugün çoğu Bakü'den göçme sığıntı Ermenilerden oluşan 50 bin kişiyi Karabağ'da zorla iskan etmişti. Kimse Karabağda yaşamak istemiyordu. İşgal edilen Azerbaycan'a ait diğer 6 kente yerleşimci bulmaları imkansızdı. Karabağ konusunda realist, Ermeni çıkarlarına uygun ve barışçı yol izleyeceklerini dile getiren Koçaryan'ın, savaştan ve yol açtığı kötü yaşam koşullarından bezmiş halkın nabzını tutarak savaş partisi olmadıklarını vurgulaması ilgi çekiciydi. Koçaryan'ın, daha önceden dışişleri bakanlığı ve Milli Araştırmalar Merkezi Başkanlığında da bulunan ABD vatandaşı Raffi Ovanesyan'ı, Basın ve Enformasyon bakanı ataması ABD'ye göz kırptığını gösteriyordu. Bağımsız Logos Sosyoloji Merkezi'nin yaptığı seçim öncesi araştırmasında yüzde 35 oyu alarak ilk sırada yer alan Koçaryan'ın en büyük rakibi, Ermenistan'ı 1974-1988 arasında yönetmiş ve Komünist Parti Başkanlığını yapmış olan sürpriz aday Karen Demirciyandı. Sovyetler'in son lideri Gorbaçov'un ekonomiden sorumlu yardımcısı Ermeni asıllı Agabekyan'ın baskısıyla, Karabağ konusunda ılımlı politika izlediği için yönetimden uzaklaştırılan Demirciyan, yüzde 34 oyla Koçaryan'ı izliyordu. Petrosyan'ın taraftarlarının yanı sıra eskiye nostaljik özlem duyan komünist seçmenin de oylarını alan Demirciyan, 'eski tüfek'lerden olması hasebiyle Bakü'nün tercihiydi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'le konuşarak anlaşabilecek, savaş istemeyen, sorunların diplomatik yolla çözümünden yana ılımlı bir isimdi. Demirciyan'ı Öğrenci Sendikalar Birliği'nin adalet teşkilatı ile Gençler Akademisi destekliyordu. Kamuoyu araştırmalarında üçüncü gösterilen Vazgen Manukyan'ın ise topladığı imza rakamı 303 bindi. Manukyan'ın popülerliği, eskiye nazaran oldukça azalmıştı. Eylül 1996'da yapılan seçimde sabık cumhurbaşkanı Petrosyan'ın rakibi olmuş, seçimi yüzde 41 oy alarak kılpayı kaybetmiş, seçimde sahtekarlık yapıldığı gerekçesiyle seçimi tanımamış ve tüm muhalefeti örgütlemişti. Yönetimi devirmek için mitinglerden mitinglere koşmuş Milli Demokrat Parti Başkanı Manukyan'ın oylarının yüzde 20'lere gerilemesinin sebebi Taşnakların daha radikal bir aday olan Koçaryan'ı desteklemesiydi. Ülkenin durumu hiç de içaçıcı değidi. Ermenistan'ın ekonomik durumu BDT ülkeleri içinde en kötü olanıydı. Dünya Bankası ve IMF'nin sunduğu reçetelerin hiç birini yerine getiremeyerek, sonunculuğa demir atan Ermenistan, insani yardımlarla yaşıyordu. Her üç kişiden birinin insani yardım aldığı, sözde 3.5 milyon nüfusa sahip ülkeyi terkeden 900 bin kişiyi çoğunluğu yüksek öğrenim görmüş, meslek ve sanat sahibi yetişkinlerden oluşturuyordu. Göç edenlerin yüzde 90'ının Rusya'da yaşaması nedeniyle seçimde oy kullanabilmeleri maksadıyla Moskova, Stavropol, Kırım, Sen-Petersburg gibi kentlerde de seçim sandığı kuruldu. Ermenistan'ı terkeden ebeveynler, kaçış nedenlerini yaşam koşullarının kötü olmasının yanı sıra çocuklarını askerden kaçırarak anlamsız bir savaşta ölmelerini önlemeye bağlıyordu. Bu nedenle seçim, savaş istemeyen, bezgin çoğunluk ve Büyük Ermenistan hayaliyle ülkeyi ekonomik ve siyasi açıdan dış güçlere muhtaç duruma düşüren, ancak 'Karabağ'da galip geldik' edebiyatını kullanan Taşnak zihniyetli azınlık arasında, Ermeni halkının tercihini belirlemesi açısından tarihi bir önem arz ediyordu. Erivan yönetimini Karabağlıların ele geçirmesi, Ermenistanlıları rahatsız ediyordu. Sonuçta seçimde sahtakarlık yapılmış Demirciyan kazanmasına rağmen iki adayında ilk turu geçemediği açıklanmıştı. Ermeni milliyetçilerinin gözünde adeta bir ‘Savaş Kahramanı’ olan Robert Koçaryan, Ermenistan’da 30 Mart 1998'de yapılan ikinci tur seçimlerde, oyların yüzde 60’ını alarak Ermenistan Devlet Başkanı seçildi. Koçaryan, Ter–Petrosyan’ın yasakladığı Türkiye karşıtı Taşnak Partisi’ni hükümetine aldı. Onun hükümeti soykırımın tanınmasını Ermenistan dış politikasının resmi bir hedefi haline getirdi. O dönemden sonra Ermenistan’ın Avrupa ve ABD üzerindeki baskısı, uluslararası kamuoyunun da soykırım iddialarını tanıması için Türkiye üzerindeki baskısı artmaya başladı. Türkiye'nin işgal sona ermeden Ermeni sınır kapısını açmama politikası doğru bir karardı. Zira Koçaryan asla barış taraftarı değildi. Ekim 2002’de Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev, Ermenistan’a İran sınırındaki dört Azeri eyaletinden çekilmesi karşılığında ticari ilişkilerin onarılmasını teklif etti. Karabağ sorununu çözüme kavuşturmak ve Ermeni halkı için ekonomik şartları geliştirmeye yönelik en şerefli çözüm yolu olan bu öneriyi Koçaryan reddetti. 27 Ekim 2002 parlamento baskını ülkede bir anda travmaya neden oldu. Meclis Başkanı Karen Demirciyan öldürüldü. İlk kez Ermeni Ermeni'yi katlediyordu. Bu, utanç vericiydi. Bu nedenle halk, yönetimle muhalefet arasında gerginliğin nereye kadar gidebileceğini kestiremediği için susuyordu. Bu sırada Azeri lider Aliyev, "Karabağ'da Laçin koridoruna karşı Nahcivan'la Meğri koridorunu vereceklerdi, ama Koçaryan sonradan vazgeçti," dedi; zaten karışmış olan Ermenistan'ı bir de en zayıf noktasından yani "Karabağ'da taviz" noktasından vurmak istedi. 27 Ekim parlamento baskını tartışmasına bir de bu eklenmiş oldu. Karabağ sorunundaki çözümsüzlük, Türkiye'yle çözümsüzlüğü getiriyordu. Ama ABD artık o bölgede sorun istemiyordu. Bu nedenle 2003’de AKP yönetiminden Ermeni sınır kapısını açılması talep edilmişti. 19 Şubat 2003'de yapılan devlet başkanlığı seçiminde 9 aday arasında Koçaryan'ı yine şanslı kılan etkenlerden biri, muhalefetin 1998'da olduğu gibi tek aday çevresinde birleşememesiydi. 6 muhalif partinin ittifakı pek işe yaramamıştı. Adaylar arasında, Ermenistan'ı 1974-1988 arası yöneten ve 27 Ekim 1999'da başkanı olduğu parlamentoya yapılan baskın sırasında öldürülen Karen Demirçyan'ın oğlu Stepan Demirciyan ve Sovyet döneminde Erivan'ın son belediye başkanı olan Artaşes Gegamyan dikkat çekiyordu. Kamuoyu araştırmalarına göre, dördüncülük için yarışacak adaylar arasında ise eski başbakanlardan Vazgen Manukyan ve bilim adamı Aram Karapetyan'ın adı geçiyordu. Kısa süre öncesine kadar aday olması durumunda seçimlerin favorilerinden birinin de eski devlet başkanı Levon Ter-Petrosyan olacağı söyleniyordu. 1998'de ‘Karabağ davasına ihanet' suçlamalarıyla istifa ettirildiğinde susma kararı alan ve suskunluğunu koruyan Ter-Petrosyan'ın, aday olması yolundaki baskılara karşı cevabı da sessizlik oldu. Ermenistan da devlet gittikçe 'derinleşiyordu', ama orduya, bürokrasiye, kapitalist mafyalaşmaya dayalı bir derinleşmeydi bu. Ekonomik olarak sınıf farkları gittikçe keskinleşiyordu. Devletleşme sadece derinliğine gerçekleşiyordu. Demokrasi denilen yatay devletleşme, ufukta gözükmüyordu. Ülke Koçaryan-Serj Sarkisyan ikilisinin inisiyatifi altındaydı. Sarkisyan, Savunma Bakanı olarak güvenlik güçlerini kontrol ediyor, ekonominin köşetaşlarını elinin altında tutuyordu. 80'den fazla muhalif parti vardı. Bu iktidarın muhalefeti böl-yönet politikasının tipik örneğiydi. Seçime kadar rakam 100'ü buldu. Bu iç dinamikler açısından olumsuz bir tabloydu. Ülke iç ve dış politikada ciddi bir dönemece girmek üzereydi. Ermenistan 1991'den bu yana ABD-Rusya dengesine endekslenmişti. 11 Eylül'den sonra dengeler çok değişti. Rusya, NATO'ya gözlemci statüsünde de olsa girdi. ABD, Gürcistan'a girdi. Rusya'yı, İsrail'i ve Türkiye'yi de yanına alarak bölgede tüm ağırlığını hissettiriyordu. Ermeniler, Rusların kendilerine Gürcistan üstünden Karadeniz'e açılma olanağını vereceğini düşünüyordu. Ama şimdi Rusya Gürcistan'ı ABD'ye teslim etti. Şimdi bazı "şahin" Ermeniler, "Gürcistan'ı nasıl karıştırırız," hesapları yapabilirdi. Koçaryan partisiz olmasına karşın 20 kadar partinin ve Taşnak Partisi ile Başbakan Andranik Margaryan'ın liderliğini yaptığı Cumhuriyetçi Parti'nin desteğine sahipti. Koçaryan'ın başkanlık kampanyasını Savunma Bakanı Serj Sargsyan yürüttü. Ermenistan'da silahlı kuvvetlerin desteği kilit önem taşıyordu. ‘Karabağ'ın muzaffer lideri' olarak başa getirilen Koçaryan'ın izlediği şahin politikalar en başta ordu tarafından destekleniyordu. 3 milyonu biraz aşan nüfusunun yaklaşık yarısı yoksulluk sınırının altında yaşayan Ermenistan'da, 2002 yııl kalkınma hızının yüzde 12 civarında gerçekleştiği açıklandı. Dünya Ticaret Örgütü'ne resmen üye oldu. 11 Eylül sonrasında ABD ile ilişkileri güçlendiren Koçaryan aynı zamanda Rusya'yla stratejik bağlarını da korumaya dikkat ediyor ve yakında Avrasya Ekonomik Topluluğu'na da katılacaklarının sinyalini veriyordu. ABD, başkanlık seçimleri ve 25 Mayıs 2003'teki parlamento seçimleri için Ermenistan'a 1 milyon dolar gönderdi. Ocak ortasında Moskova'da Putin tarafından kabul edilmesi, Koçaryan'ı Rusya'nın da desteklediği anlamına geliyordu. Moskova Belediye Başkanı Lujkov'un Erivan ziyareti ve Rus edebiyat ödülünün Koçaryan'a verilmesi de desteğin ifadeleri arasındaydı. Ter- Petrosyan Türkiye'ye karşı ılımlı bir çizgi izlemişti. Ankara'nın bu fırsatı kullanabildiğini söylemek zordu. Belki bir parça da bu yüzden onun yerine sertlik yanlısı Koçaryan geldi. Koçaryan dış politikada saldırgan bir çizgi izledi. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki Ermeni diyasporalarını harekete geçirebilmek için ‘soykırım' konusunu aktif kullandı. Koçaryan hükümeti içerde giderek zayıflıyordu. Bu seçimi Koçaryan ciddi suiistimal iddiaları altında çok zor kazandı. Ermenistan'daki tartışmalı seçimlerde Robert Koçaryan'ın oyların yüzde 67.5'ini alarak yeniden Devlet Başkanı seçildiği açıklandı. Yüksek Seçim Kurulu, seçimlerin ikinci turunda muhalif lider Stepan Demirciyan'ın yüzde 32.5'lik bir oy aldığını ilan etti. Muhalefet, seçimlerde yolsuzluk yapıldığını ileri sürerek sonuçları kabul etmedi. Oy kullanma sürecinde çeşitli sahtecilik ve usulsüzlük yaptığını savunan muhalefet temsilcileri, protesto gösterisi yapsalarda sonuç değişmedi. Koçaryan'ın en büyük rakibi Stepan Demirciyan’a yönelik halk desteğinin seviyesi Ermeni politik sahnesindeki uzmanları bile şaşkına çevirdi. Demirciyan’ın popülaritesi Ermenistan içinden gelen bazı sinyalleri de doğruluyordu: Koçaryan hükümetine destek veren halkın duyduğu hüsran gittikçe güçleniyordu. Son on yılda Ermenistan nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan 1 milyondan fazla Ermeni ülkeyi terk etti. Zayıf bir durumda bulunan Koçaryan bağımsız medyaya karşı artan bir şekilde baskı uygulamaya, parti programında Türkiye ile Gürcistan’dan toprak talebi bulunan Taşnak Partisi’nin desteğine de eskisinden daha fazla güvenmeye başladı. Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan, başkanlık seçimleri sırasında kendisini destekleyen partilere, özellikle de Taşnaklara, ciddi taahhütlerde bulunmuştu. Şimdi meclis seçimleriyle istedikleri siyasi gücü elde edemeyen Taşnaklar, Koçaryan'ın sözlerini tutmasını bekleyecek ve kendisini sıkıştıracaktı. Koçaryan'ın, siyasi gücünü kullanarak seçimlerden önce Taşnaklara mecliste 30 sandalye sözü verdiği iddia edilmekteydi. Taşnakların Ermeni siyasi sistemindeki konumu analiz edildiğinde şunlar ifade edilebilirdi. Öncelikle Kafkasya'daki her üç cumhuriyet de kendilerini 1918-1920 arası kurulmuş ilk cumhuriyetlerin varisi kabul etmekteydi. Buna bağlı olarak da 28 Mayıs 1918'de kurulan cumhuriyetin kurucusu ve 2 Aralık 1920'deki yıkılışına kadar iktidarın sahibi olan Taşnaklar, kendilerini 23 Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan eden bugünkü Ermenistan cumhuriyetinin varisi saymakta ve iktidara 2 Aralık 1920'de kaldıkları yerden devam etmek istemekteydi. Ermenistan cumhuriyetinin resmi ideolojisi sayılabilecek "Büyük Ermenistan" projesinin de ideolojik anlamda mimarı olan Taşnak partisinin ülkedeki konumu, "devlet içinde devlet" görüntüsü arz etmekteydi. Taşnaklarla Koçaryan arasındaki ilişki de ilginçti. Sovyetler birliği döneminde yasaklı olan ve diasporada faaliyet gösteren Taşnaklar, önce Gorbaçov dönemiyle birlikte el altından, Ermenistan'ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte açıkça ülkede faaliyet göstermeye başlamışlardı. Petrosyan döneminde merkezi yurt dışında bulunan örgütlerin faaliyetlerinin yasaklanmasıyla birlikte Taşnak partisi de Ermenistan'da kapanmış ve partinin önde gelen üyeleri tutuklanmıştı. Koçaryan'ın 1998'de başkan seçildiğinde yaptığı ilk icraatlardan birisi ise Taşnaklar üzerindeki bu yasağı kaldırmak olmuştu. Bu sebeple Taşnaklar özgürlüklerini bir anlamda Koçaryan'a borçlu durumdaydılar. Taşnaklar ise Karabağ sorunuyla elde ettiği karizma sayesinde Erivan'da yönetime bir nevi tepeden inme gelen Koçaryan'a Ermenistan'da doğal bir sosyal ve siyasi taban oluşturmuşlardı ve partisi olmayan Koçaryan'a gönüllü partilik yapmışlardı. Koçaryan'a destek vermenin kendilerini de güçlendirerek hedeflerine yaklaştıracağına inanmışlardı. Aralarındaki illişkiyi karşılıklı bir vefa ve çıkar ilişkisi olarak değerlendirmek mümkündü. Bu sebeplerle Koçaryan, seçimlerden sonra yeni hükümet kurulurken Taşnaklar'ın muhakkak kabineye girmesi konusunda ısrarcı olmuş ve nitekim Taşnaklar da, Başbakan Andranik Margaryan başkanlığında oluşturulan yeni kabineye girmeyi kabul etmişlerdi. Meclisde 8 milletvekili ile temsil edilen Taşnak-Sutyan Partisi'nin basın bürosu şefi Gegham Manukian, partilerinin Sevr sözleşmesini temel aldığını belirtiyordu. Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Paris'te 24 Ocak 2003'te Pro-Armenia Konferansı'nda yaptığı "21.Yüzyılda Ermenistan ve Ermeniler" konulu konuşmasında, Ermenistan'ın iyi ilişkiler kurmak istemesine rağmen Türkiye'nin ileriyi görmeyen katı siyaseti yüzünden yakınlaşmanın sağlanamadığını, 1915 soykırımının bütün dünya Ermenilerini birleştirdiğini belirtmişti. Ermenilerin çoğu bugün Türkiye'nin batılı bir ülke olabilmesi ve Avrupa Birliği'ne girebilmesi için 1915 soykırımını tanımasının şart olduğunu belirtmekteydi. Avrupa Birliği nezdinde çalışmalarda bulunan "European Armenian Federation for Justice and Democracy" (ANC) de Türkiye'nin saldırgan ve aşırı silahlanmış bir ülke olarak Kafkasya ve Balkanların güvenliği açısından bir tehdit olarak göstermekte ve bu yönde propagandalar yürütmekteydi. Azerbaycan ve Gürcistan'ın ekonomik bağımsızlıklarını ispatlayarak, petrol hatlarıyla artık tamamen ayakları üzerinde durması için petrol kuşkusuz çok önemliydi. Ancak bölgede kalıcı istikrarı önleyen Azerbaycan'da Karabağ, Gürcistan'da Abhazya sorunlarının çözümü Moskova'ye endeksli gözükmesi, Rusların gözardı edilmemesi gereğini ortaya çıkarıyordu. Abhazlara Konfederasyon sözü veren Moskova, Karabağ Ermenilerine de 20 Şubat 1998'de Hankend'inde düzenledikleri '' savaşın 10. yılı şenliklerinde (!) aynı yönde desteği verdi. İçlerinde Rusya Güvenlik teşkilatı eski başkanı Aleksandr Lebed ve Rus Duma'sından milletvekillerinin olduğu 30 kişilik Rus heyetinin Hankendi'nde yasadışı yönetime destek vermesine Bakü, sert tepki gösterdi. Rusya'nın Gürcistan'ı Federasyon yaptığı gibi, Azerbaycan'ı da üniter devletden federasyona çevirme girişimleri, 200 yıllık köklü bir politikaydı. Rusya çıtayı yüksek tutarak Gürcistan'ı ve Azerbaycan'ı Karabağ ve Abhazya ihtilafları vesilesiyle konfederasyon haline getirmeye çalışıyordu. Alicenaplık yaparak Moskova'nın taviz vermesi ve Federasyon formulüne onay vermesi petrol meselesine bağlıydı. Hazar petrolü Rus arazisi dışında taşınırsa, Rusya bu sorunları kaşımayı sürdürmeye devam edecekti. Açıkça ve gizli toplantılarda Rus diplomatları Azeri ve Gürcü yetkililerin kulağına hep bu nakaratı mırıldandı. Gürcistan, Rusya ve Batı arasında bocalayıp durdu. Aralık 1999 AGİT İstanbul zirvesi sırasında Gürcistan paragrafı uzun süre tartışılmıştı. Rusya biri Abhazya diğeri Acaristan'daki iki üssünü boşaltma konusunda yükümlülük kabul etmiyordu. Neticede Rus malzemelerinin azaltılacağına dair bir paragraf konabildi. Esas sıkıntı Avrupa'da Kuvvet İndirimleri Antlaşması idi; Gürcistan'daki Rus varlığı AKKA'daki sınırlamaları ihlal ediyordu. Neticede, AKKA'nın sonuna bir Rus-Gürcü bildirisi eklendi. Buna göre Rus birliklerinin sayısının azaltılmasına dair takvim konduğu gibi Rus üslerinin geleceği konusunda da 1 Temmuz 2001 tarihine kadar anlaşmaya varılacağı belirtiliyordu. Bu anlaşma hâlâ ortada yoktu; Gürcüler 4-5 yıldır gidin diyordu; Rusya 10-11 yıl daha istiyordu! Türkiye- Gürcistan askeri dayanışması Rusları korkutuyordu. Savunma Bakanı Sebahattin Çakmakoğlu, Gürcistan Savunma Bakanı David Tevsadze ile Mart 2000'de Tiflis'te yaptığı görüşmesinin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında, Gürcistan'ı Türkiye'nin doğuya açılan penceresi olarak gördüklerini belirterek, iki ülke arasında askeri alandaki işbirliğinin devam edeceğini kaydetti. Çakmakoğlu, Tevsadze ile görüşmesinde, askeri eğitim alanında gerçekleştirilen müşterek çalışmaları gözden geçirdiklerini belirtti. İki ülke arasında devam eden dostluk ve işbirliğinin eski dönemlere dayandığını ifade eden Çakmakoğlu, Gürcistan'a her türlü desteği vermeye hazır olduklarını vurguluyordu. Tevsadze de Gürcistan askeri sisteminin 2004 yılında NATO standartlarına uygun olacağını belirterek, Gürcü subayların Türkiye'de staj göreceklerini söyledi. Çakmakoğlu ile iki ülke arasındaki askeri ilişkilerin geliştirilmesi konularını ele aldıklarını ifade eden Tevsadze, Türkiye'nin Gürcistan'a yardımlarının süreceğini dile getiriyordu. Türkiye, Gürcü ordusunun 2004'de NATO standartlarına uyum sağlaması için ABD desteğiyle elinden geleni yapıyordu. ABD, gerek NATO olarak gerekse askerleri ile Kafkasya'da görünmek istemiyordu. Türk askeri ABD'nin yapacağı işi bu topraklarda yerine getiriyordu. 26 Mart 2000'da Rusya devlet başkanlığına Putin'in seçilmesinin ardından Kafkasya'ya Rusya'nın radikal dönüş yapma eğiliminde olması Amerikalıları endişelendirmişti. Putin'in seçilmesinin hemen ardından Tiflis'de Şevardnadze ile görüşen CIA Başkanı George Tenet, olası Rus provakasyonlarına karşı teyakkuza geçmişti. Rusya, petrolün Tiflis'ten taşınmaması izin Gürcistan'ı etnik çatışmalarla karıştırmaya hazırlanıyordu. Gürcistan'da hafta sonunda düzenlenen seçimle yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Eduard Şevardnadze, ülkesinin 2005 yılında NATO'nun kapısını çalacağını, ancak Rusya ile stratejik ortaklıktan vazgeçmeyeceklerini söyledi. 9 Nisan 2000'de oyların yüzde 80'ini alan Şevardnadze ikinci defa cumhurbaşkanı seçiliyordu. Gürcistan'ın 2005 yılında NATO'nun kapısını çalacağını doğruluyorum" diyen Şvardnadze, "Rusya ile stratejik ortaklık formülünde ısrar ediyorum" demeyi de ihmal etmiyordu. Şevardnadze, bu ortaklığın, ayrılıkçı hareketlerin reddedilmesi, toprak bütünlüğü ve karşılıklı çıkarlara saygı ilkesine dayalı olacağını kaydediyordu. Şevardnadze, Kafkaslar'da meydana gelen olayların, Rusya ve Gürcistan'ın birbirine büyük ölçüde bağlı ülkeler olduğu inancını güçlendirdiğini belirtirken kilitin açacak formülü söylüyordu :, "Putin ile Abhazya sorununu çözmeyi başarmamız halinde Kafkaslar'daki sorunlar da çözülür." KAFKAS'A NATO ÜSSÜ Aslında Azeri lider Aliyev'de Şvardanadze gibi Karabağ sorunu çözümlenirse Kafkaslarda sorunlar çözümlenir görüşündeydi. NATO'ya Aliyev'de sıcak bakıyordu. Ruslar ise NATO'nun 10 yıldan önce Kafkaslara uzanamayacağını hesaplıyor, ilk genişleme hedefinin Romanya ve Bulgaristan olacağını biliyordu. 1999'un ilk günlerinde Azerbaycan'ın Dış Politikasından sorumlu Devlet Müşaviri Vefa Guluzade'nin ilk defa tarafıma yaptığı açıklamalar, Azeri, Türk ve Rus kamuoyunda NATO tartışmaları başlattı. Guluzade, ‘ NATO gelsin Abşeron'da kendilerini üs verelim’ diyordu. Tepkiler büyük olunca Guluzade, önce yaptığı açıklamayı tekzip etme yoluna tevessül etti. Ancak ertesi gün çıkıp NTV televizyonunda açıklamasını teyit etti. Artık ok yaydan çıkmıştı. NATO müttefiklerinin Abşeron Yarımadası'nda bir askeri üs kurması talebini ilk önce Ocak 1999'da Ankara'ya gelen Azerbaycan Savunma Bakanı Tümgeneral Sefer Abiyev, 'alçak sesle', daha sonra ise Azerbaycan'ın Dış Politika Müşaviri Vefa Guluzade , 'yüksek sesle' üç kez dile getirmişti. Azeri kamuoyu NATO üslerine sıcak bakıyordu. Azeri Milletvekili Mübariz Gurbanlı, Nahçıvan'a Türk askerinden oluşan bir NATO üssünün kurulması için resmen Azerbaycan Meclisi'ne başvuruda bulundu. NATO üssü Azerbaycan'a getirilecekse en uygun yerin Abşeron değil Nahçıvan olduğunu savunan Gurbanlı, '' Türkiye Kars anlaşmasına göre Nahçıvan'ın garantörüdür. Uluslar arası hukuk buna imkan veriyor. Ermenistan'da Taşnakların Nahçıvan'a yönelik işgal planlarını ancak böyle durdurabiliriz. Ermenistan'ı silahlandıran Rusya'ya tepkimizi en güzel biçimde göstermiş oluruz. '' diyordu. Bu sıcak günlerde Ankara'ya gelen Azeri Dışişleri Bakanı Tevfik Zulfikarov'la iki ülkenin ilişkilerinin derinleştirilmesi konusunda mutabakata varıldı. Kabul edilen ortak bildiride Ankara'dan NATO uyarısı yapıldı. Azerbaycan'ın NATO üyesi olmayan eski Sovyet ülkelerinin katıldığı Barış İçin İşbirliği ( BİO ) programının tümüne katılmak istediği açıklandı. ABD'li yetkililer Azerbaycan'dan bu yönde bir talep almadıklarını ifade etmesine karşın, ABD uzun süredir Azerbaycan'la dirsek temasındaydı. NATO'nun Kafkas ve Hazar politikasının belirlendiği Eylül 1998 toplantısına katılan Uluslararası Bilimsel Araştırma Örgütü (NAIC) Avrasya uzmanı Willen Howard, '' Bakü-Ceyhan petrol boru hattının Kafkaslara NATO'yu çağırdığını '' vurguladı. Howard, Azerbaycan'ın 144'e ulaşan BİO programlarının hepsine katılmasıyla NATO üyeliğininde ilerisi için kapıyı aralayacağı mesajını verdi. Azerbaycan'ın Ankara Büyükelçisi Memmed Nevruzoğlu Aliyev'de Rusya'nın Ermenistan'ı ağır silahlarla donatarak 'Kafkasya'nın Jandarması' haline getirmeye çalıştığını belirtirken, kendilerininde buna karşılık bir NATO ülkesi olan Türkiye ile denge istediklerini söylüyordu. Bir NATO ülkesinin diğer bir NATO ülkesini işgalinin, üçüncü bir NATO ülkesinin ise taraf olarak diğerine silah vermesinin mümkün olmadığını vurgulayan Aliyev, ''Rusya, Ermenistan'a içlerinde S-300 ve Mig-29 savaş uçakları da dahil olmak üzere karşılıksız olarak 2 milyar dolar tutarında silah verdi. Yüzde 75'i Ermenilerden oluşan 40 bin kişilik ordu kurdu. BDT içinde bunlar oluyor. Eğer Rusya bu tavrını sürdürür, verdiği silahları geri almazsa, Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak için Türkiye ile askeri işbirliği de dahil tüm imkanlarımızı sonuna kadar kullanacağız. '' diye aba altında sopa gösterdi. Küçük bir ülke olan Ermenistan'ın silahlandırılmasının Türkiye'ye karşı olduğunu savunan Aliyev, bu durum karşısında Türkiye ile Azerbaycan arasındaki işbirliğinin askeri eğitim anlaşması sınırlarını aşması gerektiğini kaydetti. Karabağ sorunun çözümünde AGİT'de eşbaşkan olan Rusya'nın bu tavrının barış görüşmelerinide olumsuz yönde etkilediğine dikkat çeken Aliyev, bölgede barış istemeyen güçlere karşı mutlaka caydırıcı olmak gerekeceğini vurguladı. Ermenistan'ı maşa olmaktan kurtulmaya çağıran Aliyev, Azerbaycan ve Ermenistan'ın silahlanmasından ve savaşmasından sadece silah satan ülkelerin kazandığını, Ermenistan'ın petrol boru hatları, ipek yolu gibi pek çok projenin dışında kalarak yoksullaştığını söylüyordu. NATO Barış İçin İşbirliği (BİO) programı çerçevesinde eski Sovyet ülkelerinin bağımsızlığını kazanmasından sonra 27 ülke ile işbirliğine başladı. 1997 yılından sonra ise Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan'a özel ilgi gösterdi. NATO Genel Sekreteri Javier Solana ve NATO Kuvvetleri Komutan yardımcısı Bakü'yü ziyaret etti. Cumhurbaşkanı Aliyev, basına sızdırılmamasına karşın NATO'ya sıcak mesajlar gönderdi. Azerbaycan'ın Dış Politikası'ndan sorumlu Devlet Müşaviri Vefa Guluzade, Azerbaycan'a NATO üssü konuşlandırılması teklifini 'ümitsiz feryad' olarak nitelendirdi. Guluzade, buna kendilerini Rusya'nın izlediği yanlış politikaların zorladığını ifade ediyordu. Rusya'nın Ermenistan'ı S-300 ve F-16 ayarında modern savaş uçakları Mig-29'larla donattığına dikkat çeken Guluzade, "Asıl hedef küçük bir ülke olan Azerbaycan değil, Türkiye'dir. Azeri petrolünün Türkiye yerine eskisi gibi Rusya'ya akıtılması için müthiş bir tezgah kuruluyor. Bu gidişle Karabağ sorunu da 4 yıl daha çözümlenmez. Artık diplomatik lisanı bırakarak açıkça söylüyorum. Mesele Rusya-Türkiye soğuk savaşıdır. Azerbaycan, buna karşı Rusya-Ermenistan arasında mevcut olan savunma işbirliği anlaşması gibi Türkiye ile anlaşma imzalamak istiyor. Hiç kimseden çekinmemize gerek yok. Türk Silahlı Kuvvetleri, kendi güvenliği açısından Azerbaycan'a daha fazla yardım etmeli" diyordu. Rusya Liberal Demokrat Parti Başkanı, Vlademir Jirinovski'nin son yazdığı, "Doğu'ya Doğru Sıçrayış" adlı kitabında bu planlara açıkça değiniyordu. Rusya Meclisi'nin Alt Duması Başkan Yardımcısı Babürin tam bu sırada Duma'da yaptığı konuşmada, "Birinci dünya savaşı sırasında hata yaptık. Kars, Erzurum ve Van'ı Türkiye'ye bırakmayacaktık; bu topraklar Ermenistan'ın olmalı." sözleriyle Türkiye'ye sataşıyordu. Rusya'da yayımlanan Nezamisnaya Gazeta'ya 10 Nisan 1999'da Vefa Guluzade, ''Azerbaycan NATO üssü istiyorsa Rusya bundan sonuç çıkarmalıdır. Buna bizi zorlayanlar suçludur. Rusya bölgedeki politikasında köklü değişiklik yapmalıdır.'' uyarasını yaptı. Azerbaycan'ın topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmesinin arkasında Rusya'nın bulunduğunu açıkca ifade eden Guluzade, ''Azerbaycan, Türkiye, ABD ve NATO'da Barış İçin İşbirliği (BİO) programları çerçevesinde işbirliğine zorlandı. Tüm partilerimizde bunu ve üs isteğimizi destekliyor. Mutlaka herhangi bir güvenlik sistemi içinde yer almalıyız. Ermenistan Rusya ile Ağustos 1997'de savunma ve güvenlik işbirliği yaptı. Topraklarımız işgalden kurtulur, göçmenlerin yurtlarına dönüşünü Rusya sağlarsa, bu dost münasebet bizi mutlu eder.'' diye Moskova'dan beklentilerini dile getirdi. Rusya'nın Ermenistan'daki aşırı silahlandırması ve Hazar Denizi'ndeki 'enerji kaynaklarının güvenliğini' gerekçe gösteren Bakü, Ankara'yı bu konuda ikna etmişti. Zulfikarov'un Ankara ziyaretinin hemen ardından Bakü'de Sefer Abiyev'le biraraya gelen Türk askeri heyetinden General İbrahim Tulun, Orgeneral Orhan Tiryaki ve Türkiye'nin Bakü askeri ateşesi Tuğgeneral Salih Ercan, iddiaya göre Azerbaycan'a üs konusunun tekniki detaylarını masaya yatırdı. Bu arada Rusya Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Anatoli Kornukov, 4'ü Mayıs 1999 ortasında olmak üzere Ermenistan'a 8 adet Mig-29 savaş uçağı gönderileceğini açıklıyordu ve gönderiyordu. Ermenistan'la Rusya'nın askeri işbirliğini derinleştireceğini ifade eden Kornukov, "Kimse Kosova gibi Ermenistan'a müdahale edemeyecek. NATO bunu aklından geçirmesin, aksi halde Ermenistan'a yardım edeceğiz." diyordu. NATO'nun Güney Kafkaslarda etkisini artırmaya çalıştığına dikkat çeken Anatoli Kornukov, "Azerbaycan ve Gürcistan NATO ile işbirliği yapmak istiyor. NATO'nun bölgeye gelişi dünyaya istikrar getirmez. Bu ülkelerin devlet başkanları ve Kafkas halkları iyi düşünmeli, mantıklı hareket etmeli." diye uyarıyor; Azerbaycan ile Gürcistan'ın Ermenistan gibi Rusya ile askeri işbirliği yapmaya mecbur kalacağını öne sürüyordu. Ermenistan Genelkurmay Başkanı Michael Arutyuryan'da yaptığı açıklamada, Rusya ile askeri işbirliği için henüz bir başlangıç yaptıklarını, bunun derinleştirileceğini belirterek, kimsenin 1992'deki gibi Ermenistan'ı hava saldırısı ile bombalayamacağını ileri sürüyordu. Kafkasya'da neler oluyordu ? Rusya, bu ilişkileri önlemek için Kafkasya'da Ermenistan'a askeri yönden güçlendirerek Jandarma haline getirmeye çalıştı. 29 Ağustos 1997'de Rusya-Ermenistan arasında imzalanan savunma işbirliği anlaşması ve Rusya'nın Ermenistan'a yasadışı silahlar göndermesiyle saflar netleşti. Ayrıca Rusya, 1990'da imzalanan AKKA anlaşmasına uymayarak konvansiyonel silahları Kafkasya'da sınırlandırmadı. NATO'nun genişlemesine karşı çıkarak Kafkasya'daki etnik savaşları körükledi. Bir yandanda üç eski Doğu Bloku ülkesinin NATO'ya üyelik sürecini koz olarak kullanarak Kafkasya'da AKKA'ya uymamak için taviz koparmaya çalıştı. Nisan 1998'de eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hakkı Karadayı'nın Bakü ve Tiflis, eski Kara Kuvvetleri halen Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Bakü ziyareti sırasında NATO'nın Bakü-Ceyhan hattını korumak için devreye girdiği konuşuldu. Ayrıca Türkiye'nin Azerbaycan'a F-16 savaş uçakları satarak hava güvenlik sistemini güçlendirmek istediği öne sürüldü. Bu girişimden 6 ay sonra Rusya, Ermenistan'a 5 adet Mig-29 gönderdiğini ve S-300 sevkedeceğini resmen açıkladı. AGİT Zirvesi'nde yoğun eleştirilere maruz kalan Moskova, Güney Kafkasya'da kalıcı barış ve istikrarın Rusya'nın da içinde olduğu altılı bir güvenlik pakt ile sağlanması konusunda atağa geçti. Aslında öneriyi ortaya atan Cumhurbaşkanı Süleyman Demireldi. AGİT zirvesindeki bu girişimin hemen ardından Moskova'da biraraya gelen Rusya Savunma Bakanı Igor Sergiyev, Azerbaycan Savunma Bakanı Sefer Abiyev ve Ermenistan Savunma Bakanı Vager Jan Artrunyan'ın altılı pakt başta olmak üzere Karabağ sorununun çözümü ve Gebele radyo link istasyonun statüsü konusunu masaya yatırdı. Azerbaycan CumhurBaşkanlığı Dış İlişkiler Şube Başkanı Nevruz Memmedov, Kafkaslarda oluşturulacak altılı paktın kalıcı ve istikrarlı bir barış temin edebilmesi için Rusya'nın da bu güvenlik sisteminin içinde aktif biçimde yer alması gerektiğini söyledi. Moskova'da savunma bakanlarının bu konuda görüş alışverişinde bulunduğunu belirten Memmedov, " Karabağ sorunun çözümü doğrultusunda savunma bakanlarının sürekli görüş teatisinde bulunması faydalı olacaktır. AGİT MİNSK Grubu süreci devam edecektir. Ancak bu üçlü görüşmelerinde yararlı olacağı inancındayız. Ayrıca Gebele RLS istasyonunun statüsü halen belirlenemedi. Ruslar ya bu üssü resmen kiralasınlar veya bugüne kadar biriken 13 milyon dolar elektrik borçlarını ödesinler istiyoruz. " diyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Kafkas İstikrar Paktı'nı ortaya atarken, 12 devlet başkanına mektup yazarak destek istemişti. ABD Başkanı Bill Clinton, hemen ardından Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Almanya Başbakanı Schröder desteklerini iletmişti. Rusya devlet Başkanı Putin'de destek mektubu göndermekte gecikmedi. Putin acaba samimiydi? Vefa Guluzade'ye göre, Kafkas İstikrar Paktı'na Ruslar, yırtılıp bir kenara atılacak kağıt parçası, bir paçavra gibi bakıyordu. Putin, işi sulandırmak için olumlu yanıt vermişti. Batılı ülkelerin bulunduğu bir istikrar paktı kesinlikle istemiyordu. Sadece bölge ülkeleri olursa katılır ve kurumu işlevsiz hale getirirdi. Karabağ'da işgal sona ermeden bölgede hiç bir paktın yürümeyeceği aşikardı. Ruslar, bu paktın oluşacağına hiç inanmadı. Bakü ise ilerinin işi olduğunu düşünüyordu. 3. BÖLÜM KANAYAN YARALAR: ABHAZYA, OSETYA, ACARA VE AHISKA 25 Ağustos 1990’da Abhazya Yüksek Sovyeti “Abhazya ÖSSC’nin Devlet Egemenliği Deklarasyonu’nu kabul etti. Deklarasyon Abhazya’yı “akit edilen antlaşmalar temelinde gönüllü olarak SSCB’ye ve Gürcistan SSC’ye devredilen hukuk alanları dışında, kendi topraklarında iktidarın tamamına sahip, egemen, sosyalist bir devlet” olarak ilan ediyordu. Gürcistan Yüksek Sovyet Prezidyumu deklarasyonu geçersiz saydı. Bu, Tiflis yönetiminin, Suhum’da kabul edilen bütün kararları ve yasaları kendi kararnameleriyle iptal ettiği “yasalar savaşı”nın ilk adımı oldu. Buna rağmen 1991 yılından itibaren Abhazya Tiflis yönetiminin kontrolünden de facto olarak daha fazla çıkmaya başladı. Başlarında Zviad Gamsahurdiya’nın bulunduğu radikal milliyetçilerin Ekim 1990’da iktidara gelmesinden sonra Gürcistan’da gelişen olaylar, tarafların tutumlarında kutuplaşmayı artırdı. Birçok siyasi ve dini liderin açıkça seslendirmekten çekinmediği “Gürcistan Gürcülerindir”, “Gürcüler Tanrı’nın seçtiği ulustur” sloganları eşliğinde ulusal azınlık mensupları cumhuriyetten zorla çıkarıldı, savaş ilan edilerek Güney Osetya’nın özerkliği kaldırıldı, aynı şeyi Abhazya için de yapma tehditleri başladı. Hatta, silahlı muhalefetin darbesiyle devrilen Gamsahurdiya, iktidarının son haftalarında parlamentodan asi Abhazya’yı yola getirmek için ek yetkiler istemişti. Mart 1992’de Eduard Şevardnadze’nin Tiflis’e gelişi olayların olumlu yönde gelişmesi umudunu doğurdu. Ancak beklentiler gerçekleşmedi. Bir konuşmasında Şevardnadze açıkça “Abhazya meselesinin Tiflis’de çözüleceğini” belirtti. Gürcistan yönetiminin somut yasama ve yürütme faaliyeti ise, Tiflis’in devletin bünyesinde Abhazya ÖSSC diye bir yapının bulunduğu gerçeğini görmezden geldiğini gösteriyordu. Durum, Şubat 1992’de Gürcistan yönetiminin cumhuriyetin 1978 Anayasası’nı yürürlükten kaldırması ve Sovyet öncesi 1921 Anayasası’na dönüldüğünü ilan etmesiyle daha da kötüleşti. Abhaz tarafının karşı adımı, Yüksek Sovyet’in “1978 Abhazya ÖSSC Anayasası’nın yürürlükten kaldırılması” kararı oldu (23 Temmuz 1992). Yeni anayasa kabul edilinceye kadar Abhazya’nın özerklik öncesi statüsünü tespit eden 1925 Anayasası’na dönüldüğü ilan edildi. O sırada Abhazya’da, idari sınırlara göre bölünen Sovyet sonrası coğrafyanın gerçeklerinin kendilerini Gürcistan’la bir şekilde devlet birliği biçimi aramaya zorlayacağını biliyorlardı. Bu nedenle 1925 Anayasası’na geçilmesi kararını alırken Abhazya Yüksek Sovyeti, Gürcistan’la bir antlaşma taslağı hazırlanması için çalışma grubu kurulmasına karar verdi. Ayrıca Abhazya basınında, hukuk bilimleri doktoru Taras Şamba tarafından hazırlanan, Abhazya Cumhuriyeti ve Gürcistan Cumhuriyeti arasında karşılıklı ilişkilerin esasları hakkında bir antlaşma taslağı yayınlandı. Bu belgenin maddeleri Gürcistan ve Abhazya’dan egemen devletler olarak bahsediyordu. Aynı zamanda bu cumhuriyetlerin devlet birliği, federatif ilişkiler kurulması esasına göre teklif ediliyordu. Örneğin 3. maddede şöyle deniyordu: “Abhazya Cumhuriyeti Gürcistan Cumhuriyeti ile gönüllü olarak birleşir ve Gürcistan ve Abhazya anayasalarıyla Gürcistan Cumhuriyeti’nin yönetimine bırakılan yetkiler dışında kendi topraklarında yasama, yürütme ve yargı erklerine tam olarak sahiptir”. Yasama inisiyatifi olarak antlaşma taslağı Abhazya Yüksek Sovyeti oturumlarının gündemine alındı. Parlamentonun 14 Ağustos 1992 tarihli oturumunda görüşülecekti, fakat o günün şafağında Gürcü birlikleri Abhazya’ya girdi. İlk başta başarı Gürcü birliklerinden yanaydı; daha ilk günün ortalarında Suhum’un kenar mahallelerine çıktılar, ardından şehre girdiler. Hükümet binalarını, televizyon merkezini, en önemli ulaşım yollarını ele geçirdiler. Abhazya Hükümeti ve Yüksek Sovyeti Gudauta’ya geçmek zorunda kaldı. 15 Ağustos’ta Gürcüler Gagra bölgesine denizden çıkarma yaparak direniş göstermeye çalışan Abhaz sahil güvenlik birliklerini dağlara doğru çekilmek zorunda bıraktılar. Ancak daha sonraki olaylar Tiflis’in senaryosuna göre gelişmedi. Gürcü birlikleri savaşın ilk gününde, daha sonra günden güne artan bir direnişle karşılaştılar. Suhum’dan çekilen Abhaz birlikleri Gumısta nehrinin sol kıyısında tutundular ve burası Batı Cephesi Hattı oldu. Gürcü birliklerinin gerisinde, esas olarak Oçamçira bölgesinde gerilla hareketinin merkezi olan Doğu Cephesi kuruldu. En önemli faktör ise, Abhazya’yı savunmak için savaşın ilk günlerinde başlayan ve gittikçe güçlenen gönüllü hareketi oldu. Gönüllülerin kadrosu enternasyonaldi: Adığeler, Abazalar, Çeçenler, Ermeniler, Ruslar v.d. Çatışmalar gün geçtikçe sürekli bir savaş niteliği kazandı, bu da güç gösterisi veya blitzkrieg (yıldırım harekatı) hesapları yapan Tiflis yönetimi için tatsız bir sürpriz oldu. O sırada Rusya Gürcistan’la mutabık olarak barışı sağlama inisiyatifle ortaya çıktı. 3 Eylül 1992’de Moskova’da Boris Yeltsin, Eduard Şevardnadze ve Vladislav Ardzınba’nın görüşmesi oldu. Zorlu geçen görüşmeler bir sonuç belgesinin imzalanmasıyla sona erdi. Bu belgeye göre ateşkes yapılması, Gürcü birliklerinin çekilmesi, savaş esirlerinin değişimi, o sıralarda sayıları 20-30 bin kişiye ulaşan sığınmacıların dönüşünün sağlanması, Abhazya iktidar organlarının faaliyetinin tüm cumhuriyet topraklarında yeniden kurulması öngörülüyordu. Ancak antlaşmanın hiçbir maddesi yerine getirilmedi ve Gürcü birlikleri önceki mevzilerinde kalmaya devam ettiler. Savaş önceki yoğunluğuyla yeniden şiddetlendi. Kısa süre sonra Abhazlar ilk askeri başarılarını elde ettiler: 2-6 Eylül’de Abhaz silahlı güçleri Gagra’yı geri alarak Psou nehrinde Rusya-Abhazya sınırına çıktılar; böylece Gudauta çevresindeki askeri ablukayı yarmış oldular. Savaş bundan sonra da devam etti, fakat taraflardan hiçbiri kesin bir üstünlük sağlayamadı. 1992 yılı sonunda, savaşın başlamasıyla pratikte Abhazya’nın kalan bölümünden kopmuş olan dağlık maden şehri Tkuarçal’da durum iyice ağırlaştı. Gudauta ile irtibat ancak insani hava koridoru yardımıyla sağlanıyordu, fakat 14 Aralık 1992’de Gürcü tarafının abluka altındaki şehirden ayrılan sığınmacıları taşıyan helikopteri düşürmesinden sonra dış dünyayla her türlü bağlantı kesildi. Rusya MÇS’nin 1993 yazında yürüttüğü olağanüstü insani yardımla Tkuarçal halkı açlıktan ve acılardan kurtarıldı. 1993 yazında savaş yeniden şiddetlendi. 2 Temmuz’da Doğu Cephesi (Oçamçira) sahilinin bir bölümünde Abhazlar denizden çıkarma yaptılar. Doğu Cephesi’ndeki başarılı operasyon Batı Cephesi’ndeki faaliyetlerin aktifleşmesi için de işaret oldu. Gumısta nehrini geçen Abhaz birlikleri Suhum’un kuzeyinde bulunan yerleşim yerlerini birbiri ardına kurtararak şehrin kapılarına dayandılar. Gürcü birliklerinin içine düştüğü umutsuz durum Rusya hükümetini Abhaz tarafına baskı yapmaya zorladı. 27 Temmuz 1993’de Soçi’de ateşkes antlaşması imzalandı. Antlaşma savaşı sona erdirme imkanı veriyordu, zira antlaşmanın temel noktasını Gürcü birliklerinin ve bütün gönüllülerin Abhazya topraklarından çıkması ve cumhuriyet topraklarında Abhaz iktidarının yargı gücünün yeniden kurulması oluşturuyordu. Ancak iki taraf da karşı tarafın belgenin altındaki imzasına itimat etmiyordu. 16 Eylül 1993’de, Rusya’da anayasa krizi yaşanırken Abhazya’da savaş yeniden başladı. Abhazlar Doğu Cephesi’nde Gürcü mevzilerine hücuma geçtiler; aynı anda Batı Cephesi’nde de muharebe hattı açtılar ve Suhum’a hakim tepeleri kontrolleri altına aldılar. Abhaz kuvvetleri taaruza devam ederek, 20 Eylül’de şehri tamamen kuşattılar; 22’sinde havaalanını ele geçirdiler, 27 Eylül’de Suhum tamamen Abhazların kontrolüne geçti. O sırada şehirde bulunan Eduard Şevardnadze Boris Yeltsin’in özel emriyle Karadeniz Filosu denizcileri tarafından kurtarıldı. Abhaz kuvvetleri gönüllülerle birlikte geri çekilen Gürcü birliklerini kovalayarak 30 Eylül’de, bir yıl önce savaşın başladığı İngur nehrindeki Abhazya-Gürcistan sınırına çıktılar. GÖRÜŞME SÜRECİ Gürcistan ve Abhazya arasında karşılıklı kabul edilebilir bir çözüme ulaşmak için görüşmeler, muharebe faaliyetlerinin sona ermesinden iki ay sonra başladı. İlk raunt 1 Aralık 1993’de, o dönem için oldukça iyimserlik uyandıran bir dizi karar içeren “Anlayış Memorandumu”nun imzalandığı Cenevre’de oldu. Taraflar, “anlaşmazlığın tam siyasi çözümü için görüşmeler devam ettiği dönemde birbirlerine karşı güç kullanmayacaklarına veya kullanma tehdidinde bulunmayacaklarına” dair yükümlülük üstlendiler. “Herkese karşı herkes” prensibiyle savaş esirlerinin değişimi, sığınmacılar probleminin çözümü konusundaki yükümlülükler ve Abhazya’nın siyasi statüsü konusunda tavsiyeler hazırlanması için uzman grupların çalışmalara başlaması hakkında anlaşma sağlandı. Daha sonra da görüşmelerin yoğunluğu azalmadı, aylık olarak yetkili heyetlerin toplantıları gerçekleşti, bu da bir sonraki belgenin imzaya açılması olanağı verdi. 4 Nisan 1994’de Moskova’da Gürcistan-Abhazya anlaşmazlığının siyasi çözüm tedbirleri hakkında Bildiri yayınlandı. Bu aşamada taraflar dış politika ve dış ekonomik ilişkiler, sınır hizmeti, gümrük hizmeti, enerji, ulaşım, haberleşme, ekoloji ve doğal afetlerin sonuçlarının giderilmesi, insan ve vatandaş hak ve özgürlüklerinin, ulusal azınlıkların haklarının sağlanması alanlarında ortak faaliyet için yetkiler konusunda karşılıklı anlayışa ulaştılar. Tam ölçekli çözüme ulaşma çabalarını sürdürme konusunda anlaşmaya varan taraflar “aşamalı faaliyet programı hazırlanacağını, devlet-hukuk ilişkilerinin yeniden kurulması konusunda öneriler hazırlanacağını” kayıt altına aldılar. Hemen sonrasında görüşme terminolojisine, 21 Aralık 1991 dönemindeki Gürcistan SSC sınırlarıyla kurulacak Gürcü-Abhaz devlet yapısını ifade eden “birlik devlet” terimi girdi. Bu tanımlama bazı ara görüşme belgelerinde yer alıyordu ve Gürcü tarafından farklı olarak Abhaz tarafı bunda sürekli ısrar ediyordu. Gürcü tarafı Şubat 1995’de yeni bir formül ortaya attı; buna göre Abhazya “bileşik yapılı (federal) devletin ‘Gürcistan Cumhuriyeti’nin öznesi” oluyordu. Aynı yılın temmuz ayında, görüşmelerdeki arabulucu -RF- taraflara Gürcistan-Abhazya anlaşmazlığının çözüm protokolünü görüşmeleri için öneride bulundu. Bu arada Rusya Dışişleri Bakanlığı tarafından bu belgenin görüşme sürecinin bundan sonraki aşamaları için esas olması gerektiği ilan edildi. Önceki antlaşmalarla karşılaştırıldığında, bu protokolun birçok bakımından gelecekte Gürcistan’la ortak devlet yapısı içinde yer alacak Abhazya’nın haklarının dozunu artırdığı görülüyordu. Protokolün söyleminde “birlik” terimi kaybolmuş ve onun yerini “tek federatif devlet” formülü almıştı. Federatif yönetimlere, önceki belgelerle anlaşmaya varılan yetkiler bırakılmıştı, ancak bunlar ortak yönetim alanları değildi. Bundan sonraki görüşmelerin problemli konusu ise yetkilerin belirlenmesiydi. Tek federatif devletin yapısı, yetkilerin belirlenmesi, federal organların yapısı ve işlevleri gibi sorunlar da keza gelecekteki müzakerelerin konusu oldular. Protokol gelecekte tek para biriminin, bankacılık sisteminin, silahlı kuvvetlerin, sınır ve gümrük hizmetlerinin var olmasını öngörüyordu. Federal yasama organı, Abhazya’ya belli sayıda kontenjan ayrılan parlamento olarak anılıyordu. Önceki belgelerde yasama organının Abhazya ile ilgili kararlarının ancak Abhazya’nın onayından sonra yürürlüğe gireceği belirtiliyordu. Protokolde bu norm korunuyordu, ancak “tartışmalı problemin doğrudan Abhazya ile ilgili olup olmadığı sorununun çözümü” daha sonraki görüşmelerin konusu olarak bırakıldı. Protokol metninin 22 Ağustos 1995’de Abhazya Parlamentosu’nda görüşülmesi, onun Abhazlar için kabul edilemez olduğunu gösterdi. Parlamento, Abhazya Cumhuriyeti Anayasası’na dayanarak bir karar aldı; buna göre Abhazya “egemen bir devlet ve uluslararası hukukun öznesidir ve bu sıfatıyla diğer devletlerle, ki buna Gürcistan da dahildir, antlaşma ilişkisine girebilir”. Bundan sonra görüşme süreci kesildi ve uzun bir sessizlik dönemi yaşandı. Yeni bir hareket aynı yılın yazında, taraflara yeni bir çözüm protokolü teklif edildiğinde ortaya çıktı. Bu protokolün maddeleri önceki protokolde yer alana katı federatif yapıyı önemli ölçüde gevşetiyordu. İlk önce protokol tasarısı iki tarafça da heyecanla karşılandı, özellikle Şevardnadze onu takdirle karşıladı. Ancak sonradan yine Gürcü tarafı belgenin müzakere edilmesini reddetti. Sonraki diplomatik faaliyet 1997 yazında zirveye ulaşan, anlaşmazlığın barışçı çözümü yolunda ciddi ilerleme umutları doğuran, Gürcistan ve Abhazya yöneticilerinin Tiflis’deki sansasyonel ağustos buluşması oldu. Ancak geçen aylar umutları boşa çıkardı. İki taraf da başlatılan hareketliliği durdurdular, o kadar heyecanla ve amaçlı olarak bu işe soyunan arabulucu beklenmedik şekilde yeniden gölgeye çekildi; görüşme süreci alışılan durgunluk evresine geçti. Genel olarak, yazın yaşanan diplomatik karışıklık yarardan çok zarar getirdi. Sadece sonuçsuz bitmekle kalmayıp taraflarda birbirlerine karşı güvensizlik için yeni gerekçeler doğurdu. Şevardnadze’nin ve Ardzınba’nın yeniden görüşme masasında buluşmaları için çok büyük diplomatik çabalar gerekliydi, ya da iki lideri reel anlaşma düzeyine çıkmaya zorlayacak koşullar oluşmalıydı. Ancak taraflardan hiçbirinin bundan sonraki uzlaşmalara hazır olmadığı görülüyordu. Hem Suhum hem de Tiflis kendi taraflarından taviz limitinin artık dolduğundan eminlerdi ve bu yolda bundan sonraki ilerleme olanaksız olarak değerlendiriliyordu. Diğer yandan hiç kimse İngur’un iki tarafındaki çıkarları uzlaştıracak yeni, tarafsız bir çözüm önerisinde bulunma durumunda değildi. Şevardnadze tarafından Kişinev’deki BDT başkanları toplantısında (Ekim 1997) Rusya tarafına iletilen sert talepler, Gürcistan devlet başkanının Rusya’yla uyuştuğu çözüm yollarından ayrıldığını açıkça gösteriyordu. Buna bağlı olarak Cenevre görüşmelerinin canlanması hiç de tesadüf değildi. Görüşmelerin son raundunda (17-19 Kasım 1997) mevcut problemlerin operatif çözümü için koordinasyon konseyi kurulması kararlaştırıldı. Konseye taraflardan başka, istişari oy hakkıyla Rusya ve BM Genel Sekreteri Gürcistan Dostları üyesi ülkeler girdiler. Koordinasyon Konseyi’nin bünyesinde üç çalışma grubu -güvenlik, sığınmacıların dönüşü ve sosyo-ekonomik sorunlar- bulunuyordu. 25 Aralık 1997’de yapılan ilk toplantıda Koordinasyon Konseyi’nin faaaliyetlerinin organizasyonu, ayrıca ayda iki kez yapılması planlanan toplantının periyodu görüşüldü. Ancak Abhaz tarafının teklifiyle Gal bölgesindeki terörizm sorununa ayrılacak sıradaki görüşme henüz yapılmadı. Gürcistan-Abhazya savaşının sonuçlarından biri de Abhazya’daki Gürcü nüfusun çoğunun cumhuriyetin sınırları dışına, en başta da Gürcistan’a yer değiştirmesi oldu. Sığınmacı problemi, Gürcistan ve Abhazya’nın savaş sonrası tutumlarında en keskin ve tartışmalı, çözümünün birçok bakımdan anlaşmazlığın genel çözümüne bağlı olduğu problemlerden biriydi. Üstelik bu evrede, popüler söylemde Gürcistan tarafı için sığınmacılar problemi Abhazya’nın siyasi statüsü probleminden bile daha önemliydi. Şevardnadze de dahil Gürcistan liderleri sürekli olarak sığınmacıların dönüşünün “asıl problem” olduğunu, “bütün diğerlerinin” ondan sonra çözülebileceğini tekrarlıyorlardı. Tiflis zorunlu göçmen durumuna düşenlerin sayısını açıkça abartıyordu. Gürcü yönetiminin iddiasına göre sığınmacıların sayısı 300 binden fazlaydı. Ancak 1989 sayımına göre Abhazya’da yaşayan Gürcülerin sayısı 239 bindi. Bunlardan 20 bini Abhazya topraklarını terk etmedi. Gal bölgesinde durumun nispeten istikrara kavuşmasından sonra oraya, Barış Gücü Komutanlığı’nın verdiği bilgilere göre 70 binden fazla kişi döndü. 2 bin civarında Svan da Abhazya’nın Kodor vadisinde bulunuyordu. Ayrıca, Abhazyalı 20-30 bin Gürcünün şimdi, savaş sırasında ve savaştan sonra gittikleri Rusya Federasyonu topraklarında yaşadığını göz önünde bulundurmak gerekirdi; dolayısıyla onlar şimdi Gürcistan topraklarında bulunan sığınmacılara dahil edilemezlerdi. Sığınmacılar probleminin Tiflis’in siyasi çabalarının ilk planında olması bir dizi nedenle açıklanıyordu. Kuşkusuz sığınmacılar Gürcistan ekonomisine ağır bir ek yük getirdiler. Tiflis makamları hükümetin zorunlu göçmenlerin ihtiyaçlarına hassasiyetle yaklaştığını, baba ocaklarına dönünceye kadar yaşamlarını kolaylaştırmak için mümkün olan her şeyi yaptığını yorulmadan tekrarlıyorlardı. Ancak Gürcistan’ın şu andaki ekonomik durumunda verilen bütün sözlerin yerine getirilmesi olanaksızdı. Bu nedenle sığınmacıların sosyal rehabilitasyon programları son derece kısıtlı, bunların gerçekleştirilmesi ise yapılan planlardan bile geride kalıyordu. Diğer taraftan sığınmacıların varlığı ve sayılarının olduğundan yüksek gösterilmesi, çeşitli biçimlerde ve türlerde bütçesinin üçte ikisi kadarını oluşturan Batı’nın insani yardımını almak için Gürcistan’a gerekliydi. Sosyo-psikolojik alanda problemler de mevcutdu. Sığınmacılar ve yerliler arasında hoşnutsuzluk duygularının hızla arttığı gözleniyordu. Sığınmacılara karşı aşırılıklar hem Tiflis’de hem de diğer bölgelerde gittikçe daha sık duyuluyordu. Sığınmacıları başkasının sırtından geçinmekle, kendi problemlerini diğer Gürcülerin üzerine yıkmakla, Abhazya’daki evlerini korumayı becerememekle v.b. suçluyorlardı. Sığınmacıların diğerlerinin ekmeğine ortak olduğu suçlaması gündelik hale geliyordu. Gürcistan’da Abhazya’dan gelen sığınmacıların yarattığı kriz durumunun bazı güçlerin çıkarına olduğu görülüyordu. Sığınmacı faktörü, özellikle muhalefet için siyasi mücadelenin araçlarından biri haline dönüştü. Muhalefet problemin çözümünde ilerleme olmamasını devlet başkanının aczi olarak göstererek Şevardnadze’den zorunlu göçmenlerin Abhazya’ya derhal geri dönüşünü talep ediyordu. Elbette, Abhazya probleminin zora dayalı çözümü söz konusu olduğunda umutsuzluk içindeki sığınmacıların duygularıyla oynamak da mümkün olacaktı. Ankara’nın Kafkasya elinde, Türkiye’nin nüfus bileşiminde kalabalık Kafkas, en başta da AbhazAdığe diasporasının varlığı kayıtsız kalmasını engelliyor, ancak sessiz kalmasını sağlıyordu. Bu nedenle Ankara dış politik konuların iç politik istikrarsızlık ve huzursuzluk faktörüne dönüşmesini hiç istemiyordu. Öyle ki Ankara, Abhazya ile Türkiye’nin Karadeniz limanları arasında aktif ticari ilişkiler olduğu, oralardan Abhazya’ya yakıt ve yiyecek maddeleri götürüldüğü konusunda geniş ölçüde bilinen gerçeklere gözünü kapıyordu. Türkiye, abluka altındaki Abhazya’ya kültürel ve ticari sızmayı, orada Türkçe eğitim veren okullar açılmasına göz yumuyordu. Petrol üzerine kurulu yeni hesaplar Batı’yı genel olarak Kafkasya’ya ve özellikle de Gürcü-Abhaz anlaşmazlık bölgesindeki duruma yeniden bakmaya zorluyordu. Petrol boru hattının geçme ihtimali olan bölgede huzur ve istikrar, ilgili bütün taraflar için çok arzu edilen, fakat henüz ulaşılabilirliği az bir hedefti. Paradoks şunda ki BDT adına abluka uygulayarak Rusya Abhazya’yı kendi eliyle BDT için yabancı olan Türkiye’yle ilişkilerini geliştirmeye itiyordu. NATO ülkesi ve Gürcistan’dan geçecek petrol boru hattının lobicisi olarak Türkiye’yle çıkar ilişkisi olan Gürcistan, Abhazya’ya Türk sızmasına sessizce katlanıyordu. Abhazya’nın petrol potansiyeli veya topraklarından geçerek Novorossiysk’e bağlanacak petrol boru hattı söylentilerine bağlı olarak BM Genel Sekreteri özel temsilciliği misyonu ile ABD Kongresi’nin Abhazya’ya doğrudan insani yardım yapılması planlarının korunduğunu ve hattta genişletildiğini de belirtmek gerekirdi. Bugüne kadar Abhazlara gore, Gürcistan-Abhazya anlaşmazlığının bütün aşamalarında askeri rütbelilerin Rusya’nın çıkarlarını diplomatik rütbelilerden çok daha iyi temsil ettikleri izleniminin doğması tesadüf değildi. Her şeyden önce bu, Kozırev ve Primakov döneminde Rusya’nın arabuluculuğunun yanlış metodolojisiyle bağlantılıydı. Dışişleri Bakanlığı’nın başlıca çabaları, Rusya’nın potansiyel müttefiki Abhazya’ya baskıyla ifadesini buldu. Bu baskı altında Abhazya, ablukanın kaldırılması vaadine karşılık siyasi çözümde müşterek Rusya-Gürcistan seçeneğine doğru adım attıkça Gürcistan tarafı yeni talepler ileri sürdü. Abhazlara gore Ruslar Tiflisin tarafını tutuyordu, Gürcülere göre ise, Abhazya sorununu canlı tutan Moskova’ydı. ACARA SORUNU Acara, uzun yıllar Osmanlı devletinin bir parçası olan Batum ve havalisini anlatan bir bölge adıdır. Türk medyasında bölge ve burada yaşayanlar için birbirinden farklı sözcüklerin kullanılması üzücü olmanın ötesinde geçmişle olan bağlantının kopukluğunu yansıtması bakımından ibret verici bir örnekti. Acara herhangi bir bölge değil asırlarca Türkiye'nin bir parçası olmuş, insanları kaynaşmış, karşılıklı yoğun ilişkilerin bulunduğu bir bölgeydi. Biz bugün bu bölgenin ve burada yaşayanların adlarını bile doğru dürüst telaffuz edemiyoruz. Kimisi Acara diyor, kimisi Acarya diyor, kimisi Acarlar diyor, kimisi Acaralılar diyor.. Çünkü burayla ilgili bilgiler Batı'dan bize geliyor. Acara bölgesinin merkezi olan Doğu Karadeniz kıyısındaki liman kenti Batum, türkülere, şarkılara bile girmiş bir yerdi. Türkiye'nin her tarafında yaşayanların burasıyla ilgili zengin hatıraları, akrabaları, ilişkileri vardı. Batum'u Hopa'ya bağlayan Sarp Sınır Kapısı açılana kadar Acara bölgesi Türkiye'den tamamen izole olmuş durumdaydı. Hatta sınırda ikiye bölünmüş köyler arasında bile bir iletişim yoktu. Karşılıklı olarak birbirine bakmak, haberleşmek, işaretleşmek bile imkansızdı. Soğuk Savaş döneminin sembollerinden biri burasıydı. Nihayet Soğuk Savaş dönemi Sovyetler'in çökmesiyle kapandı ve karşılıklı geçişler de imkan dahiline girmiş oldu. Acara Gürcistan Cumhuriyeti içinde bir özerk cumhuriyet. 1921 tarihli Kars Antlaşması Müslümanlar'ın çoğunlukta olduğu bu bölgeye özerk bir statü vermişti. O gün bugündür burası özerk konumunu korumuştu. Aslında bugün Tiflis yönetimi ile Batum yönetimi arasında yaşanan çatışma yeni değildi. Ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra daha sıklıkla olmak üzere Sovyetler döneminde de benzer sorunlar yaşanıyordu. Sorun Tiflis yönetiminin Acara bölgesinin özerkliğini ortadan kaldırarak Gürcistan'ı üniter bir yapıya kavuşturmak istemesinden kaynaklanıyordu. Gürcistan federal yapıda bir cumhuriyetti. Acara ve Abhazya birer özerk cumhuriyet iken Güney Osetya da özerk bölge olarak Gürcistan içerisinde yer almaktaydı. Özerk cumhuriyet ve bölgelerin kendi siyasi otoriteleri, meclisleri, hükümetleri, başkanları vardı. Ülkenin savunma ve dış politikaları Tiflis'ten yönetilmekle birlikte diğer ulusal hizmetler özerk cumhuriyet tarafından yönlendiriliyordu. İşte sorun olan bu yapıydı. Gürcistan yönetimi Acara halkına özerkliklerini sürdürmelerini gerektirecek hiçbir sebebin bulunmadığını, etnik bakımdan Gürcü olduklarını, farklı bir kültürleri bulunmadığını, Müslümanlıkları'nı sürdürmelerini gerektirecek bir baskının olmadığını, Gürcüler'in dini olan Ortodoksluğa dönmeleri gerektiğini, artık Tiflis yönetiminden ayrı olmamaları gerektiğini söylüyordu. Acara halkı ise kendilerinin Acaralı olduklarını, kültürlerin, geleneklerin farklı olduğunu belirtmekte ve özerkliğin devam etmesinden yana olduklarını savunmaktaydı. Bu bölgeyi ziyaret edenler bilirler, Acara Gürcistan'dan farklı bir yerdi. Kültürü, gelenekleri, halkı ve yaşama şekli ile ayrı bir dünyaydı. Her şeye rağmen Osmanlı/Türk kültürünün kesin etkisi altındaydı. Sovyet döneminde dine karşı yürütülen politikalar ve saldırılar nedeniyle Müslümanlık etkisini kaybetmişse de son yıllardaki çabalarla yeni bir diriliş ve ayağa kalkış içerisindeydi. Özellikle sahilden yukarılara doğru çıkıldıkça dinin etkisinin arttığını görüyordu. Köylerde camiler yeniden inşa ediliyor, çocuklar camiye gidiyor, gençlikte giderek dini bir hassasiyet gelişiyordu. Bunun yanında Acara'nın her tarafında misyonerler fink atıyordu. Görünür ve etkin yerlerde kiliseler daha bir hızla dikiliyor, halkın Hıristiyanlığa geçmesi için akla hayale gelmedik teşvikler ve propagandalar yapılıyordu. Aslan Abaşidze'nin liderliğindeki Batum yönetiminin de desteğiyle Hristiyanlık bölgede giderek gelişiyor ve bölgenin Müslüman kimliğini köşeye sıkıştırıyordu. Polisin Batum Müftülüğü'nü bastığı, dini derneklerin çalışmalarını engellediği, Müslümanlar'ı bilgilendirmek için fedakar insanlar tarafından yürütülen faaliyetlerin baskı altına aldığı basına yansımıştı. Acara bölgesinin yüzü her zaman Türkiye'ye dönüktü. Buradaki Müslüman halk Türkiye'nin himayesini hissetmek istiyordu. Türkiye sadece siyasi bakımdan gelişmeleri izlemekle kalmamalı Türk vatandaşlarıyla akrabalık bağlarıyla kenetlenmiş bölge halkının her türlü sorunuyla ilgilenmeliydi. Şu açık bir gerçek ki İslam, Türkiye'nin Osmanlı hinterlandındaki nüfuzunu artıran en önemli faktördü. Acara bir başka yer değil coğrafi, kültürel, dini ve insani bakımdan Türkiye'nin adeta bir cüzüydü. ( 46) Mart 2004’de Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’nin Acaristan’a sokulmamasıyla başlayan krizde Tiflis’i Moskova tehdit etmiş, Abahidze soluğu Ankara’da değil Moskova’da almıştı. Yaşanan olaylar nedeniyle sorulması gereken en önemli soru Acara'nın Başkanı Aslan Abaşidze Moskova'ya gitmeden önce niçin Ankara'ya gelmediğiydi? Tiflis yönetimi ile iyi ilişkiler içinde olan bir Türkiye'nin buradaki olayları yatıştırma gücü daha fazla olurdu. Moskova’nın devreye girmesiyle yaklaşık 6 saat süren toplantının ardından bir açıklama yapan Saakaşvili, 18 Mart 2004’den itibaren Acaristan'a uygulanan ekonomik ambargonun kaldırıldığını söyledi. Saakaşvili, mevcut krizin bir siyasi anlaşmazlık olduğunu belirterek, bundan Gürcü halkının ve Gürcistan devletinin milli çıkarlarının zarar görmemesi gerektiğini belirtmişti. Saakaşvili, Gürcistan genelinde yapılacak olan parlamento seçimlerinin Acaristan'da da yapılması ile ilgili, Abaşidze ile anlaşmaya vardığını açıklıyordu. Saakaşvili, Tiflis merkezi yönetiminin haklı isteklerinin de Acaristan tarafından yerine getirilmesi gerektiğini savunuyordu. Saakaşvili, Batum Limanı, Sarp Sınır Kapısı ve Acaristan-Gürcistan sınırında kontrolün hem Acaristan hem de Gürcistan resmi yetkilileri tarafından yapılacağı anlaşmasına varıldığını duyurdu. Mevcut noktalarda, kontrolü halen Acaristan yetkilileri elinde bulunduruyordu. Acaristan lideri Aslan Abaşidze ise, toplantı sonrasında Saakaşvili'yi yolcu etmeye gelirken, herhangi bir açıklamada bulunmamıştı. Görüşme sonrasında Batum Havalimanı'na hareket eden Saakaşvili, belediye binası önündeki meydanı dolduran binlerce taraftarına bir konuşma yaptı. Batumlular tarafından büyük sevgi gösterileri ile karşılanan Saakaşvili, bir evin balkonundan megafonla halka hitap etti. Saakaşvili, taraftarlarına, Acaristan ve tüm Gürcistan'da barışın korunmasının önemine dikkat çekerek, "Güzel yurdumuzun gözbebeği olan Acaristan'da; demokrasi ve insan haklarının korunması, ekonomi ve halkın refah düzeyinin yükseltilmesi temel amacımızdır" dedi. Batumlular, Saakaşvili'nin makam aracının üzerine çiçekler atarak liderlerini destekledi. Saakaşvili, daha sonra Slovakya'nın başkenti Bratislava'ya gitmek üzere Batum Havalimanı'na hareket etti. Acaristan sorunu çözülebilirdi, ancak Abhaz sorunu Moskova’nın Gürcistan’ı karıştıracak en önemli petrol kartı olarak duruyordu. ABD’nin Gürcistan’a elini koyması petrolün güvenliğini sağlamak içindi. Türkiye kilit ülkeydi. Acara gibi Abhaz sorununu ancak Türk Abhazların desteğiyle balans yapılabilirdi; Rusya başka türlü by-pass edilemezdi. ERMENİ VE AHISKA SORUNU Gürcistan’dan bir savaş sonucu kopup bağımsızlığını ilan eden ama bugüne kadar hiçbir ülkenin tanımadığı Abhazya’nın, Rusya ile bütünleşmek isteyen ayrılıkçı Güney Osetya’nın, Gürcü merkez yönetimine mesafeli ve soğuk duran Acara bölgesinin yeniden merkez ile bağlarını kurmaları, merkezi yönetimi tanımaları, bu suretle Gürcistan’ın yeniden bütünleşmiş bir ülke olması artık hayal haline gelmişti. 2004 başında yeni Gürcü yönetiminin ülkeyi yeniden bütünleştirme çabalarını zayıflatacak bir başka gelişmenin ilk işaretleri ortaya çıkmıştı: Ermeniler. Bu gelişme Gürcistan’ın güneybatısında bulunan problemli Cevahati (Javakheti ya Ahılkeleki) bölgesinde yaşayan Ermeni grupların merkezden yıllardır talep edip durdukları otonomi (muhtariyet) talepleriyle ilgili oldukça ciddi bir gelişmeydi. Bu bölgede yaşayan Ermenilerin temsilcileri yeni Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’ye gönderdikleri tebrik mesajında Saakaşvili’den Gürcistan Anayasası’nda Cevahati’nin federatif ya da konfederatif bir devlet yapısı içinde geniş otonomiye sahip olmasını mümkün kılacak değişikliklerin yapılmasını desteklemesini istemişler ve kazanılacak otonomiyle bölgenin ekonomik ve sosyal problemlerinin çözüleceğini ifade etmişlerdi. Cevahati Ermenilerinin geniş otonomi talepleri esasen yeni bir gelişme de değildi; bunlar yıllardan beri bu talepte bulunuyorlar; ama bu talepleri artık daha sesli çıkmaya başlamış bulunuyordu. Bunun sebebi de Cevahati Ermenilerinin 4 Ocak 2004 başkanlık seçimlerinde Saakaşvili’ye verdikleri muazzam destekti. Bundan dolayı Cevahati Ermenileri Saakaşvili’ye ‘Bak, biz seni desteledik, seçilmene büyük katkı yaptık, şimdi sıra sende; bize geniş otonomi tanınmasına destek ol’ diyorlardı. Cevahati Ermenilerinin bu otonomi talepleri iki siyasi grup tarafından dillendirilip destekleniyordu. Bunlardan birisi Javahi denen siyasi hareket, diğeri ise bir siyasi parti hüviyetindeki Virki'ydi. Nitekim, Virki’nin lideri David Rastakyan 2003 yılının aralık ayında yeni Gürcü yönetimi ile otonomi konusunda görüşmelere başlayacaklarını, yeni yönetimden ya otonomi ya da federalkonfederal sistem içinde bir çözüm isteyeceklerini bir açıklamada bildirmiş, aynı açıklamanın bir yerinde ‘Otonomi bizi Ermeni kılan, Ermeni olarak hissetmemizi sağlayan dil, kültür, gelenek gibi unsurları korumamıza muhakkak yardımcı olacaktır; ama bu mahalli Ermeni nüfusu tatmin etmekte yeterli de olmayabilir.’ demişti ve Gürcü yönetiminin kapatılmasında ısrar ettiği bölgedeki Ahılkelek Rus Üssü’nün kapatılmasına karşı çıkmış, ‘Bu üs Cevahati Ermenilerinin fiziki garantisi olarak bulunmakta, bu amaca hizmet etmektedir.’ şeklinde bir de ifadede bulunmuştu. Cevahati bölgesinde bulunan Ahılkelek Üssü hem askeri ve hem de ekonomik bakımdan bölge Ermenileri için çok önemli bir varlıktı. Bu üste 2000 civarında Rus askeri personeli, 40 kadar tank, 120 civarında zırhlı araç, 60 kadar ağır top, seyyar köprü sistemleri ve başka önemli askeri malzeme, silah vardı. Üste 2000 kadar da mahalli Ermeni çalışıyor ve üs ekonomisi çok zayıf olan bölgeye büyük ekonomik katkıda bulunuyordu. Ayrıca, bu üste bulunan Rus subayların çoğu da Ermeni asıllıydı. Cevahati Ermenileri esasen bizim 93 Harbi dediğimiz 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra bölgeye göç etmiş Erzurum ve Hemşin Ermenilerinden meydana geliyordu. Cevahati bölgesi de esasen büyük ölçüde Ahıska Türklerinin yurduydu bir zamanlar. Ahıska, Türkiye sınırına 12-30 km. mesafede Gürcistan'ın güneybatısına düşen bölgenin adıydı. Rusya'nın Türkiye ve İran üzerinden düzenlediği Ermeni göçü Kafkasya'daki etnik dengeleri bozmuş ve istikrarı yok etmişti. Birinci Dünya Savaşı Ahıska Türkleri açısından gerçekten çok zor bir dönemdi. Bölgedeki Türk varlığına son vermek isteyen Gürcü, Ermeni ve Rus milletleri, Ahıska'da binlerce Türk köylüsünü katletmişlerdi. Dünya kamuoyu ise Ahıska Türkleri'ne yapılan mezalim karşısında sessiz kalmıştı. 1930'lu yıllarda dini ve kültürel baskıların dışında, iktisadi ve siyasi baskılara da hedef olan Ahıska Türkleri'ni Rusların içinde eritme politikalarına yoğunluk kazandırıldı. Bu yıllarda çok sayıdaki Ahıska Türk'ü sınırı geçerek Türkiye'ye sığındı. Bu gelişme SSCB'yi rahatsız etti. 1937 yılından itibaren de Ahıskalılar SSCB tarafından "Rejim Düşmanı" ilan edildi. 1937'de doruğa ulaşan Stalin zulmüne Ahıska Türkleri de maruz kaldılar. Aydınların çoğu tutuklandı ve idam edildi. Bu yıllarda SSCB İçişleri Halk Komiserliği Özel Soruşturma Bölümü Başkanı B. Kabulov, Ahıska'ya atanmıştı. B. Kabulov o zaman ihtiyar ve hasta olan Ahıska'lı lider Ömer Faik'i hapse attırmış ve "Türkiye Casusu" olarak çeşitli işkencelere tabi tutturmuştu. 31 Temmuz 1944 gün 6279 sayılı Devlet Savunma komitesinin ''gizli'' kararıyla top yekün sürgüne tabi tutulan Ahıskalıların çoğu, bu zor yolculuk şartlarına dayanamayarak hayatlarını kaybettiler. Ahıska Türkleri'nin neden sürgüne tabi tutuldukları tam 47 yıl gizli tutuldu. Ahıska Türkleri tarafından ,, vatana dönüş'' mücadelesi veren bir çok cemiyet oluşturulmuş ise de çeşitli ülkelerdeki sürgün hayatı hala devam ediyordu. Ahıskalı Türkler, Erzurum şivesi ile konuşuyorlardı. Evlerinde tam bir Anadolu kültürü yaşanırdı. Türk örf ve âdetlerine, Müslümanlığa sıkı sıkıya bağlıydılar. 1968 yılında, Sovyet yönetimi, Ahıska Türkleri'nin SSCB'nin herhangi bir bölgesine yerleşebileceklerine dair bir karar aldı. Ama "herhangi bir bölge" tarifi içinde, vatan olarak benimsedikleri Gürcistan toprakları yoktu. Ahıska Türkleri, bu dönemde Stalin zulmünden sığındıkları yerlerde hep vatan özlemi çekiyorlardı. Son 70 yılda 3 defa sürgüne uğrayan ve 1944 yılında kanlı diktatör Stalin tarafından sürgüne tabi tutulan Ahıska Türkleri bu dönemde binlerce şehit vermişlerdi. Ahıska Türkleri bugün 13 Cumhuriyetin 264 değişik bölgelerinde yaşıyordu. Rusya Federasyonu'nun 28 yerleşim biriminde 70 bin, Kazakistan'da 145 bin, Azerbaycan'da 106 bin, Kırgızistan'da 57 bin, Özbekistan'da 30 bin, Ukrayna'da 18 bin, Türkiye'de 200 bin, çeşitli ülkelerde 3 bin olmak üzere 629 bin Ahıska Türk'ü vardı. Bunların sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili pek çok problemleri mevcuttu. Türk toplulukları içerisinde kendi yönetimi olmayan tek Türk topluluğu olan Ahıska Türkleri'nin kendi okulları ve yayın organları da yoktu. Yeni yeni kültür merkezleri, dernek veya cemiyet kurmaya başlamışlardı. Geniş bir alana sürüldükleri halde Türklüklerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi; bugüne kadar Türk adını şan ve şerefle yaşatmışlardı. Soydaşlarımız, 1991'den bu yana, kısmen iyi şartlarda yaşıyorlardı. Fakat onların hedefi ata yurtları olan Ahıska'ya dönmek veya Türkiye'ye yerleşmekti... Tarihin her döneminde zulme uğramış ve vatanlarından uzak yaşamaya mahkum edilmiş tek Türk topluluğu, Ahıska Türkleri'ydi. Kırım ve Kazan Türkleri, Çeçenler ve diğerleri; hepsi kötü şartlarda da olsa eski vatanlarına döndüler. Bu hak yalnızca Ahıska Türkleri'ne verilmedi. Ahıska Türkleri’nin sağ kalabilenleri, 1944’de binlerce ölülerini geride bıraktıkları çileli bir yolculuktan sonra, yalnızca üzerlerindeki elbiselerle Fergana Vadisi’ne gelebilmişlerdi. Sovyet idaresi; onların açlıktan, hastalıktan, soğuktan ve mikroptan-bakımsızlıktan ölmeleri için her türlü şartları hazırlamıştı. Buna rağmen sağ kalanlar, çalışmaya koyuldular. Kısa zamanda iş ve meslek, diploma ve ev-araba sahibi oldular. İyi bir düzen kurup rahat yaşamaya başlamışlardı ki, 1989’da Ermeni istihbaratçıların provakasyonuyla başlayan Fergana olaylarında Özbekistan’lı kan ve din kardeşlerinin saldırısına uğradılar. Çatışmalar yaklaşık bir ay sürdü. Özbek kardeşlerimiz, taş ve sopalarla Ahıska Türkleri kardeşlerimize saldırdılar. Beş yüz Ahıskalı öldü. Binlercesi yaralandı. Çatışma gazetelerde “Özbek-Meshet/Misket Kavgası” başlıklarıyla yer aldı. Nereden çıkmıştı bu Meshet-Masket-Misket ismi? Ahıska ve çevresine, bölgede bulunan Rusların verdiği coğrafî isim: Mesketya idi. Bölge halkına da Mesketler deniliyordu. Gürcüler de bu ismi benimsemişlerdi. Daha sonra bölgenin Türkçe ismi öğrenildi ve doğrusu kullanılır oldu. Özbekistan’dan onları uzaklaştıracak organize bir imkân bu defa yoktu. Orta Asya çöllerinde aylar süren yürüyüşlerle, bulabildikleri ot ve ağaç köklerini yiyerek, hayvan derilerini giyerek ve ayaklarına sararak Kazakistan, Kırgızistan ve Azerbaycan’a göç ettiler. O sıralarda Azerbaycan bağımsızlığını yeni ilân etmişti. Yeniden yapılanma çalışmaları sebebiyle yerli halk da işsiz ve zor durumda idi. Ahıska Türkleri’nin çilesi dolmamıştı. Yeni yerleşim bölgesinde de onları ızdıraplı günler bekliyordu. Ahıska Türkleri'nin Türkiye'ye kabulüne dair 3835 sayılı kanun 2 Temmuz 1991’de kabul edilmişti. Ancak yasada ‘ Türkiye'ye gelmek isteyenler, en zor durumda bulunanlardan başlamak üzere, Bakanlar Kurulunca belirlenecek yıllık sayıyı aşmamak kaydıyla, serbest veya iskanlı göçmen olarak kabul olunabilirler. Bunların kabulleri ve iskanları, bu Kanun ile 2510 sayılı İskan Kanunu hükümlerine dayandırılması’ önşartı getirilmesi nedeniyle pek azı bu kanundan yararlanabildi. SSCB pasaportunda etnik kimlikleri Türk yazan tek milletti. Bu kimliği sildirmemek için tüm çilelere katlanmışlardı. Tiflis yönetiminşn kimliklerini Gürcü yazmak şartıyla eski topraklara dönüş önerisini reddetmişlerdi. Çoğunluğu Bursa’da olmak üzere son yıllarda Türkiye’ye düzensiz şekilde göç eden ve birçok yönden Kırım Türkleriyle benzer kaderi paylaşan Ahıskalı Türklerin sayısı ülkemizde yaklaşık 29.000 kişiye ulaştığı halde, bu işe gönül vermiş bazı yurtseverler ve dernekler dışında konuya ilgi gösteren yoktu. Orta Asya’da sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili pek çok etkinlik sunan kültür merkezlerinde Ahıskalılar kimliklerini koruma mücadelesi veriyordu. Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan'da Ahıska Türklerinin kurduğu çok sayıda Türk Kültür Merkezinde bu çabayı gösteriyordu. Rusya'nın Moskova, Smolensk, Orel, Belgorod, Özbekistan 'ın Fergana, Taşkent , Kırgızistan'ın Bişkek, Oş, Celal-Abad, Kazakistan’ın Almatı, Jambıl ( Taraz ), Türkistan ve Kentav şehirlerinde yaşıyorlardı. Ahıska Türklerine manevi borcumu Azerbaycan’ın Kürdemir şehri Mollakend köyünden iki Ahıska gencini evime alıp, onların okumalarına önayak olarak bir nebze ödedim. 1992-1994 arasında Mollakend ve Saatli’de Adıgün köyünde yaşayan Ahıskalılara her hafta uğrayıp acılarını paylaşmaya çalışmıştım. Manevi evladım sayılan Seyfi Muradov, hem Dağıstan’da Arapça öğretmenliği, hemde Ankara’da Dil ve Tarih’de Türkoloji fakültelerini bitirerek iki diplomalı aydın bir Ahıska Türkü oldu. Çoğunluğu köylü olan ve çocuklarını okutmayan Ahıskalıların sorunu eğitimsizlikti. Stalin döneminde Kafkasya'daki anavatanlarından, Türkiye sınırından uzak olmaları için Orta Asya'ya sürülen, SSCB'nin dağılma dönemlerinde ise geri dönmeye çalışan Ahıska Türkleri, 2002 martında Orta Asya'ya yeni bir sürgünle karşı karşıyaydı. Rus İzvestiya'nın haberine göre, Kuzey Kafkasya'daki bölgelerden biri olan ve Rus nüfusunun yoğun olduğu Krasnodar bölgesine gelen Ahıska Türkleri'nin 'toplum içinden ayıklanarak uçaklarla Orta Asya'ya geri gönderilmesi' planlanıyordu. Krasnodar Valisi Aleksandır Tkaçov'un kampanya ilan ettiğini yazan gazete, 'Temizlik' başlığını kullanmıştı. Soyadlarına bakılarak ayıklanacak 17 bin Ahıskalılarla ilgili kampanyayı Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de destekliyordu. Ahıskalılar, Türkiye’ye alınmalı ve GAP bölgesine yerleştirilmeliydi. Veya Tiflis ile anlaşılarak asıl vatanları Ahıska’ya göç ettirilmeliydi. BakÜ-Ceyhan hattı bu bölgeden geçiyordu. Ermenilerin Rus desteğiyle ileride düzenleyeceği sabotajları önlemenin başka yolu yoktu. Bölgeye NATO şemsiyesi altında Türk veya Amerikan askeri gücü bile yerleştirilse, yerli halk desteği olmadan uzun soluklu güvenlik sağlanamazdı. Çalışkan çiftçiler olan Ahıskalılar, Türkiye’nin Orta Asya’daki tek sadık, güvenilir parçasıydı. GÜNEY OSETYA SORUNU 26 Mayıs 1918 tarihinde, ülkedeki bütün azınlıklara eşit siyasi ve sosyal haklar ile kendilerini serbestçe geliştirme imkanı tanımış olan Gürcistan, 1919 yılında yerel meclisleri kapatarak Güney Osetleri kendi kaderlerini tayin hakkından mahrum bıraktı. Güney Osetya’daki Gürcü hakimiyeti ise 25 Şubat 1921 tarihinde Kızıl Ordu’nun Gürcistan’a girmesiyle sona erdi. Güney Osetya, Nisan 1922’de “Güney Osetya Özerk Bölgesi” olarak Gürcistan’a bağlandı. SSCB dönemindeki şartlar gereği ayrılıkçı hareketlerin baş göstermesi söz konusu olmadığından durgun bir dönem geçiren bölge, Sovyet Rusya’nın dağılma sürecinin ardından pek çok otonomi ve bağımsızlık hareketlerine sahne oldu. RF’ye bağlı Kuzey Osetya ile birleşmeyi isteyen Güney Osetya ve Gürcistan arasındaki gerginlik de 1989 yılı sonlarından itibaren artış kaydetti. Güney Osetya’nın 20 Eylül 1990 tarihinde kendisini “Demokratik Güney Osetya Sovyet Cumhuriyeti” olarak ilan etmesine, Gürcistan Aralık 1990 ayında söz konusu bölgenin özerk statüsünü kaldırdığını açıklayarak tepki gösterdi. Bu gelişmeden sonra Ocak 1991’de Gürcü birliklerinin başkent Tsinhvali’ye girmesiyle çatışmalar başladı. 14 Temmuz 1992’de Rus, Gürcü, Kuzey ve Güney Osetler’den oluşan 4.000 kişilik Barış Gücü birlikleri bölgeye girerek ateşkes sağladı. Ateşkesin denetlenmesi için taraflar arasında RF’nin de katılımıyla bir Ortak Kontrol Komisyonu oluşturuldu. 39.000 Oset, 11.000 Gürcü evlerini terk etti. 10 Kasım 1996 tarihinde Güney Osetya’da cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri düzenlendi, cumhurbaşkanlığına Ludvig Cibirov seçildi. Dönem itibariyle, Gürcistan merkezi yönetimi Güney Osetya ile diyalog kanallarını açık tutmaya çalıştı, taraflar arasında oluşturulan ortak komite toplantılarında göçmenlerin evlerine dönebilmeleri ve G.Osetya’nın ekonomik durumunun iyileştirilmesi konularının yanı sıra, soruna siyasi bir çözüm bulunması konuları da ele alındı. Günümüze gelindiğinde, Güney Osetya'da 23 Mayıs 2004 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde 25.000 seçmen toplam 74 sandıkta 30 milletvekilini belirlemek üzere oy kullandı. Ancak seçimlerde, kırsal kesimlerde yaşayan Gürcüler için 4 milletvekilliği ayrılmış olmasına rağmen, Gürcüler oy kullanmayarak, seçimi boykot ettiler. Güney Osetya’da gerçekleştirilen parlamento seçimlerini, seçim kampanyalarında "Gürcistan'dan Ayrı Rusya İle Birlik" sloganını kullanan ve Devlet Başkanı Eduard Kokoev'in liderliğini yaptığı YEDİNSTVO Partisi kazandı. Seçimlerin ardından yapılan açıklamalarla Güney Osetya sorunu yeniden alevlenmeye başladı. Parlamento seçimleri sonrasında Güney Osetya’da Devlet Başkanı Eduard Kokoev, 23 Mayıs 2004 tarihinde yaptığı basın açıklamasında; 1) Güney Osetya'nın aynı kültürü ve tarihi paylaşan Kuzey Osetya ile birlikte Rusya Federasyonu içinde yer alması gerektiğini, 2) Gürcistan hükümetinin bugüne kadar sorunun çözülmesi yönünde ciddi bir adım atmadığını, kendilerine karşı sert bir tavır sergilendiğini, 3) Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili'nin sorunun çözümünde eski liderlere göre daha avantajlı olduğunu, ancak bunu iyi kullanamadığını, Saakaşvili'nin avantajının, önceki Gürcü liderler gibi elini kana bulamamış olması olduğunu, 4) Tiflis hükümetinin takındığı sert tavrın sorunun çözümüne darbe vurduğunu, aynı zamanda “Gürcistan-Güney Osetya Denetim Komisyonu” eş başkanının 6 aydır belirlenemediğini, 5) Gürcistan'dan sorunun çözümüne yönelik gerçekçi bir teklif almadıklarını, 6) Birçok Gürcü işadamı ve yardım kuruluşunun, çözüm arayışları sürecinde ekonomik yardımda bulunmak istediğini, ancak davalarının hiçbir şekilde parayla alınıp satılamayacağını, Güney Osetya ve Abhazya'nın dışında, Gürcistan'ın toprak bütünlüğünün sağlanılması taraftarı olduğunu, 7) Güney Osetya'nın, eski SSCB dağıldıktan sonra Gürcistan gibi bağımsızlığını ilan ettiğini, 1992'de yapılan referandumda Güney Osetya halkının büyük çoğunluğunun Kuzey Osetya ile birleşmeden yana oy kullandığını, 8) Gürcistan'da demokrasinin işlemediğini, Güney Osetya halkının dışında diğer etnik azınlıkların da ciddi baskı altında tutulduğunu, 9) Gürcü Parlamentosu’nun 1989-1993 yılları arasında Güney Osetya halkına yönelik soykırımı tanıması halinde, görüşme yapabileceklerini, 10) Gürcü güçleriyle çıkan büyük çatışmalardan sonra 100 bin kadar Güney Osetyalının Kuzey Osetya'ya sığındığını" ifade etti. Bölgede meydana gelen bu hareketlilik üzerine Gürcistan Yönetimi, Haziran 2004 ayı başında, Güney Osetya bölgesinde görev yapan "Gürcü Barış Gücü" asker sayısını 100'den 500'e çıkarttı, Gürcistan ile Güney Osetya arasındaki sınır bölgelerine de 2000 Gürcü askeri konuşlandırdı. Eduard Kokoev, Gürcistan yönetiminin askeri tedbirleri devreye sokması üzerine 3 Haziran 2004 tarihinde yaptığı yeni bir basın açıklamasıyla; "Gürcistan Merkez Yönetimi’nin, Moskova memorandumu ve Dogomis antlaşmalarını ihlal ettiği, Gürcistan Merkez Yönetimi’ne ait tank ve ağır silahların halen sınırda bekletildiği, sınırın Rus Barış Gücü, Gürcistan Barış Gücü ve Güney Osetya silahlı kuvvetlerince 3 taraflı kontrol altında tutulması gerektiği, Gürcistan Merkez Yönetimi’nin Oset halkına göndermek istediği gübre ile halkı kendi tarafına çekmeye çalıştığı" söyledi. Güney Osetya Parlamentosu ise 05 Haziran 2004 tarihinde Rusya Federasyonu Parlamentosu alt kanadı olan DUMA'ya gönderdiği mektupta; 1) Son günlerde Güney Osetya etrafında dönen olayların yeni bir silahlı çatışma oluşturabilecek nitelikte olduğu, Gürcistan yönetiminin gerilimi artıran ve tehlikesi siyasi provokasyonlara neden olan hareketlerinin son derece ağır neticeler doğuracağı, 2) Kaçakçılıkla mücadele kapsamında barışçıl ve insancıl olayların bahane edilerek Güney Osetya Cumhuriyeti sınırlarına askeri güç transfer edilmesi ve Gürcistan'ın bazı üst düzey yöneticilerinin Güney Osetya'yı tehdit eden ifadelerinin Güney Osetya Cumhuriyeti'ne siyasi, askeri ve ekonomik baskının dışında başka bir şey olmadığı, 3) Güney Osetya'nın Gürcistan tarafından saldırı hedefi olduğu, Güney Osetya halkının tamamen yok edilmesi teşebbüsünün 1989-1992 senelerinde başladığı, Osetya halkının kendi özgürlük ve yaşama hakkını savunduğu ve yapılan anlaşmalara dayanarak Güney Osetya'nın bağımsızlık ilan edilmesini istediği, 4) Rusya Federasyonu'nun, 1992 yılında Osetya halkının Gürcistan tarafından gerçekleştirilen soykırıma maruz kalmasını eleştirerek Güney Osetya topraklarında kan dökülmesinin önünü kesmesine ve iç savaşın bitmesine rağmen, Gürcistan tarafının Güney Osetya'ya karşı yürüttüğü siyasetini değiştirmediğini ortaya koyduğu, 5) Güney Osetya halkına karşı savaşı kendisinin başlattığını kabul eden Gürcistan'ın vermiş olduğu zararı telafi etmek ve insanları sokmuş olduğu zor durumdan kurtarmak için hiçbir şey yapmadığını, 12 senedir Güney Osetya'nın Gürcistan'dan tamamen bağımsız bir şekilde kendi çabasıyla ve Rusya'nın yardımıyla varlığını sürdürdüğü, 6) Tarihi deneyimin Osetya halkının seçiminin doğruluğunu ortaya çıkardığını, 1774 senesinde Güney Osetya halkının gönüllü bir şekilde Rusya ile birleştiğini, Osetya halkının bir parçası olan ve SSCB dağıldıktan sonra halkının geri kalanından sınırla ayrılmış olan Güney Osetyalıların kendilerini Rus olarak kabul ettiği, 7) Güney Osetya halkının büyük bir bölümünün Rus vatandaşı olduğunu ve Güney Osetya'da Osetya dilinin yanında Rusça'nın da yasal bir dil olarak kullanıldığı ve bu nedenle Güney Osetya'nın kendisini Rusya'nın milli ve kültürel alanının bir parçası olarak gördüğü, 8) Güney Osetya halkının kendi güvenliğinin yegane güvencesi olarak Rusya Federasyonu'nu kabul ettiğini ve Güney Osetya yönetiminin Rusya Federasyonu'yla yakın ilişkiler oluşturmak için Osetya halkının tam desteğini aldığı, 9) Bu arada Tiflis'teki siyasilerin Güney Osetya'nın zorunlu bir şekilde Gürcistan'ın yönetimine getirileceğine dair sürekli çıkışlar yaptığı, Gürcistan-Güney Osetya krizinin dengelenmesinin ancak Rusya Federasyonu ve Kuzey Osetya'nın çözümleyeceğini hiçbir zaman Gürcistan'ın iç meselesi olarak ele alınamayacağının hesaba katılmadığını” vurguladı. Mektupta Rusya ile olan tarihsel ilişki ve Ocak 1992 ayında yapılmış olan referandumda ortaya çıkan halkın iradesine dayanarak, Güney Osetya Parlamentosu'nun Rusya Federasyonu DUMA'sına Güney Osetya Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının tanınması ve buradaki Rus vatandaşlarının korunması için bir müracaat niteliği taşıdığı da belirtildi. Ve nihayet, Güney Osetya Ö.B.Parlamentosu, 09 Haziran 2004 tarihli oturumunda, Rusya Federasyonu (RF) ile birleşme kararı aldı. Eduard Kokoev de 12 Haziran 2004 tarihinde Moskova'da yaptığı basın açıklamasında; “Osetya halkının bölünmüş bir halk olduğunu, uluslararası camianın Güney Osetya problemini bölünmüş halk kapsamında ele alması, ayrıca toprak bütünlüğüne ilişkin kanun ve taleplerin yanı sıra bir milletin kendi seçimini yapma hakkını da göz önünde bulundurması gerektiği, yakın bir tarihte Osetlerin Güney ve Kuzey bölümlenmesinden kurtularak Osetya'nın Rusya Federasyonu'na dahil olacağına inandığı, Güney Osetya'nın Rusya Federasyonu’na dahil edilmesi için gerekli olan müracaatın DUMA'ya ve Rusya Federasyonu Hükümeti’ne yapıldığı” açıklamasında bulunarak, bilinen taleplerini yineledi. Bu arada, Rusya Federasyonu (RF) silahlı kuvvetlerine bağlı 160 askeri araçtan oluşan bir konvoy, 12.06.2004 tarihinde Güney Osetya Ö.B.’ndeki Tsinvali ve Cava'ya intikal etmiş, bunun üzerine Gürcistan Merkez Yönetimi, 13.06.2004 tarihinde RF'ye bir nota vererek, Güney Osetya Ö.B'ne intikal eden askeri birliğin geri çekilmesini talep etti. RF Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, aynı gün yaptığı açıklamada; "RF silahlı kuvvetlerinin Güney Osetya Ö.B'ne yeni bir askeri birlik göndermediğini, Güney Osetya Ö.B'de görev yapan RF Barış Gücüne çadır ve gıda malzemesi gönderildiğini" ifade etti. Kokoev 15.06.2004 tarihinde yaptığı yeni bir açıklamayla, "Gürcistan Merkez Yönetimi’nin 30 milyar Ruble tutarındaki savaş tazminatını ödemesi halinde görüşmelere başlanabileceği" yönünde bir çıkışta bulundu. Tüm bu gelişmeler cereyan ederken, Gürcistan yönetiminin ilişkileri gerginleştirmeye yönelik açıklamalardan uzak durmaya çalıştığı, Saakaşvili’nin konuyla ilgili beyanatlarında, "ayrılma taraftarları ile münasebetleri yönetmede soğukkanlılık ve sabıra ihtiyaç olduğu, ayrılma taraftarı kuvvetler ile dış kuvvetlerin dayatmak istedikleri ihtilafın tırmandırılmasına göz yumulmayacağı" hususlarına değinirken, Gürcistan ayrılıkçı bölgelerden sorumlu devlet bakanı Giorgi Haindrava’nın, “Rus barış gücünün 12 yıldır bölgede görev yaptığı, ancak sorumluluklarını yerine getirmekten uzak olduğu, Gürcistan'ın kendi imkanları ile anlaşmazlık bölgesini denetim altında tutabileceği” açıklamasında bulunarak, bölgedeki karışıklıkların dış merkezli olduğu mesajını verdi. Rusya Federasyonu cephesine bakıldığında ise Devlet Başkanı Kokoev’in Moskova'ya giderek Güney Osetya Parlamentosu’nun aldığı yazılı kararı DUMA'da açıklamak istemesi üzerine RF Devlet Başkanı Putin’in "Gürcistan'a bağlı özerk cumhuriyetlerde yaşanan sorunlara RF'nin müdahil olmayacağı ve Gürcistan'ın iç işlerine karışmayacakları" açıklamasında bulunarak, uluslararası camiaya Güney Kafkasya’da yaşanan sorunların kaynağı olmadıkları imajını yaratmaya çalıştığı gözlemleniyordu. Oysa, seçimleri izlemek amacıyla Tsinvali'ye gelmiş olan RF/DUMA milletvekili Viyaçeslav Zatulin, seçimler nedeniyle yapmış olduğu bir açıklamada; "Gürcistan'ı birleştirme arzusunda olan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili'nin yanıldığını, Cevahati bölgesindeki Ermeniler ile Kvemokartli bölgesindeki Azerilerin özerklik istediğini, önümüzdeki süreçte Gürcistan'da hassas gelişmelerin olabileceğini, Gürcistan'ın elinde sadece Tiflis'in de kalabileceğini" ifade ettiği, RF Liberal Demokrat Parti Başkan Yardımcısı Mihail Ragozin başta olmak üzere DUMA'daki pek çok milletvekilinin de Güney Osetya konusunda Kokoev’e destek verdikleri biliniyordu. Diğer taraftan, 09 Haziran 2004 tarihinde Güney Osetya'daki son gelişmelerin tartışıldığı Üst Meclis'te, bölgedeki gerginliğin tüm Kafkaslar için ciddi bir tehdit ve istikrarsızlık unsuru teşkil ettiğini savunan Rus senatörler, Gürcistan-Osetya anlaşmazlığının giderilmesi için barışçıl bir çözüm yolunun bulunmadığını vurguladı. RF Dışişleri Bakanlığı’nın 15 Haziran 2004’te yaptığı resmi açıklamasında ise, “Gürcistan’ın anlaşmalara aykırı davrandığı, Sohumi ve Tshinvali’ye yürüyüş yapılması ve Gül Devrimi’nin G.Osetya ve Abhazya’da tekrarlanması düşüncesinden endişe duydukları ve bu adımlardan vazgeçilmesi gerektiği” hususlarına yer verildi. Rus basınının ise konuyla ilgili olarak Gürcistan’ı üstü kapalı biçimde tehdit etmeye yönelik yayınlar yaptığı,Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakasvili’nin bazı iç ve dış nedenlerle eski özerk cumhuriyetler üzerinde Gürcistan'ın egemenliğini yeniden kurma çabalarından vazgeçmeyeceğinin düşünüldüğü, ancak kan döküldüğü takdirde, Saakasvili’nin ülke içinde kendisine verilen desteği koruyamayabileceği, böylece dış siyasi destekten de yoksun kalacağı, yalnızca Rusya’nın değil, ABD ve Türkiye’nin de Gürcistan'a sırt çevirebilecekleri yorumlarına yer verildiği görülüyordu. RF’de yaşanan tüm bu gelişmeler karşısında Gürcistan mutedil tavrını sürdürmeye çalışırken Güney Osetya, anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için 14-15 Haziran 2004 tarihleri arasında Tiflis'te gerçekleştirilmesi planlanan dörtlü (Rusya, Gürcistan, Kuzey ve Güney Osetya) görüşmelere katılmayacağını açıklayarak, barışçıl çabaların önünü tıkadı. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde diplomatik gözlemciler, RF’nin Güney Kafkasya’daki çıkarlarını ve hakimiyetini koruyabilmek amacıyla -anlaşmalara rağmen- askeri üslerini boşaltmaya yanaşmamasına ve özellikle Gürcistan’ın NATO başta olmak üzere Batılı organizasyonlara yaklaşmasından büyük rahatsızlık duyduğuna vurgu yapmak suretiyle, bölgedeki ayrılıkçı hareketlerin taleplerinin kesilmeyeceği değerlendirmelerinde bulunuyordu. 4. BÖLÜM PETROLÜN KANLI FATURASI : KARABAĞ 1988 yılında Sovyet yönetiminin gözyumması ile Taşnakların organize ettiği Ermeni milliyetçilerinin Azerbaycan'ı parçalamak maksadıyla kanlı kampanya'ya başlamasında petrol savaşınında payı vardı. Karabağ savaşını bilmeden bölgedeki petrol kavgasını anlamak mümkün değildi. Azeri ve Ermeniler büyük petrol oyununun en çok mağdur olan kesimleridir. Petrol mücadelesinde ' Beyaz Kurt' safdışı edilmeden barışın sağlanması hayaldi. Kanayan yaraya merhem bu nedenle bir türlü bulunamadı. Savaşta 35 bin insan öldü, 5 kişi kayboldu, 10 kent ve yüzlerce köy tamamen, yakıldı, yıkıldı. Azerbaycan 40 milyar dolar zarar gördü. 1 milyonu aşkın Azeri kendi yurdunda mülteci, göçmen durumuna düştü. Sert Sovyet diktatörlüğü döneminde, Azeri Türkleri'nin beynine yerleştirilmiş ' halkların dostluğu ve etnik sorunların başarılı çözümü ' fikirleri nedeniyle sorunun bu denli büyüyüp, sürekli işgale dönüşeceği hiç hesap edilmemişti. 1992- 1994 yılları arasında yakından cephede izlediğim sıcak çatışmalarda bölgedeki Rus gücünün Ermenilere gerek asker gerekse silah, sürsat, askeri lojistik destek sağlaması nedeniyle Azerbaycan topraklarının yüzde 20'si işgal edildi. 12 Mayıs 1994'de Bişkek protokolu ile ateşkes anlaşması imzalanmasına rağmen Rus askeri desteği sürdü. Ermeniler aleyhine BM'lerin 4 kınama kararı almasına ve AGİT belgelerinde onlarca uyarıya karşın, işin ilginç yanı Ermenistan hala işgalci olarak nitelenmedi. Erivan, Dağlık Karabağ'ın bağımsızlığını resmen tanımayarak masum rolüne büründü. Sözde çatışmalar Karabağ'ın başkenti Hankendi ile Bakü arasında cereyan ediyordu. Bugüne kadar AGİT çerçevesinde özellikle Rusya, ABD ve Fransa'nın aktif müdahaleleriyle aranan çözüm, çözüm yollarını çıkmaza sokmaktan başka işe yaramadı. AGİT'in sunduğu alternatifsiz iki aşamalı çözüm paketi Ermenistan'da hakimiyeti Taşnak gölgesinde Karabağ Ermenilerinin ele geçirmesiyle fiyaskosu ile sonuçlandı. 1994'de ilk AGİT Barış gücünün Karabağ'a yerleştirilmesini kararlaştıran AGİT, tek telime ile başarısız oldu. AGİT'in Ermeni yanlı tekliflerini Bakü'nün kabul etmemesi nedeniyle diplomatik çözüm çıkmaza girdi. İşte tam bu sırada Eylül 1998'de Suriye'deki yuvasından çıkartılan PKK elebaşı Abdullah Öcalan'ın Karabağ'a yerleşmek istediği ortaya çıkartıldı. Rusya'da yayımlanan Kommersant Gazetesi'nin, 'Apo, Yukarı Karabağ'a gidecek' iddiası ile dünya kamuoyunun gözü, Ermenistan'ın bile tanımadığı Azerbaycan ile Ermenistan arasında tampon bölge görevi gören Karabağ bölgesine çevrildi. Ermenistan Yazarlar Birliği üyesi olan ve kitapları Ermenice'ye çevrilen Apo'nun havada gezdiği dönemde gizlendiği adresin Ermenistan'ın sorumluluk kabul etmediği Yukarı Karabağ ve kimsenin denetim altında olmayan işgal altındaki 7 Azeri kentinden oluşan tampon bölge olduğu iddiaları ağırlık kazanmıştı. Gerçektende Öcalan, PKK'nın BDT temsilcisi Mahir Welat'ı Ermenistan'a göndermiş, bu ülkede yaşayan Hıristiyan 70 bin Yezidi Kürt'ünü kendisini barındırmaları için ikna etmeye çalışıyordu. Laçin ve Kelbecer bölgesinin ahalisi Azeri vatandaşı Kürtlerdi. Rus istihbaratı KGB, daha 1920'de Lenin ve Stalin'in talimatıyla bölgede Kızıl Kürdistan kurdurulması çalışması başlatmıştı. Bu propaganda işe yaramış Azerbaycan'ın Zengezur bölgesi Stalin tarafından Ermenilere 1922'de hediye edilirken Kızıl Kürdistan projesi rafa kaldırılmıştı. Ruslar Azerilere ölümü gösterip sıtmaya razı etmişti. Ancak Zengezur bölgesinin Ermenistan'a verilmesi nedeniyle Nahçıvan ile Azerbaycan'ın karasal bağlantısı kopartılmıştı. Karabağ savaşı 1988'den itibaren yavaş yavaş başlayınca Ermeni ve Rus istihbaratı, 1992'den itibaren Kızıl Kürdistan planını raftan tekrar indirmişti. Azerbaycan'daki Kürt asıllıları tahrik ederek kendileri için çalışan ' satılık adamlar'da bulmuşlardı. Bunlardan biride Nahçıvan İçişleri Bakan yardımcısıydı. Kızıl Kürdistan'ın Azerbaycan'dan kopartılacağı ve kendisinin özerk yönetimin başbakanı olacağı vaadi yetmişti. İşte Öcalan KGB'nin bu Kürt kartından yararlanmak istemişti. Ancak Öcalan'ın bu bölgeye yerleşmesi halinde Türkiye'nin Karabağ sorunun çözümünde aktif rol oynayacağından, TSK'nin işin içine gireceğinden korkan Rus KGB'si Öcalan'ın hevesini kursağında bırakacaktı. Öcalan, 15 Şubat 1999'da Kenya'da yakalandığında Rus KGB'sinn kendisini gözden çıkararak CIAMOSSAD ikilisiyle birlikte MİT'e ihbar ettiğini çok geç öğrenecekti. Halbuki 1983'de Suriye'de Beka vadisi kurulurken Primakov'un başkanlığındaki Rus KGB heyeti her türlü desteğini Öcalan'dan esirgememişti. Markist Leninst örgütün Türkiye'yi zayıflatması en çok Rusya'nın işine gelecekti. CIA, MOSSAD, KGB hatta son ipini çeken Yunan istihbaratı belkide tarihinde ender rastlanan biçimde yıllardır kullandıkları Öcalan'ı istenmeyen adam ilan ediyordu. Peki Karabağ sorunu neydi? Petrol savaşlarındaki önemi nereden kaynaklanıyordu ? AĞAÇ KESME İLE BAŞLAYAN SAVAŞ Karabağ sorunu, 14 Şubat 1988'de Azerbaycan'a bağlı Dağlık Karabağ Özerk Vilayeti'nde yaşayan Ermenilerin Azerbaycan'dan ayrılarak Ermenistan'la birleşmek istediklerini resmen açıklamalarıyla başladı. Ermenistan Meclisi bu tarihte Karabağı ilhak kararı aldı. Azerbaycan Parlemantosu da aynı gün kararı lagvetti. 22 Şubat'da, Karabağ ormanlarının yerleşim yeri açılması için Ermeniler tarafından kesilmesine miting yaparak tepki gösteren 2 Azeri gencinin Taşnaklar tarafından öldürülmesi ile Ermeni ve Azeri kamuoyunda savaş tam tamları çalmaya başladı. Erivan'da meydanda toplanan kalabalık ' Karabağ bizim ' diye pankart atarken, Azerbaycan'ın Azatlık ( o tarihte Lenin meydanı ) meydanında toplanan bir milyona yakın Azeri, '' Karabağ bizim, iki gencin intikamını alacağız '' diye karşılık veriyordu. Ne kadar paradoks olsa da Karabağ savaşı, görünürde Karabağ'da ağaçların kesilmesine yönelik protestoların kıvımlcımdan aleve dönüşmesi sonucu başlamıştı. Yukarı Karabağ'da 42 bin Azeri 80 bin Ermeni birlikte yaşıyordu. Birbirlerinden kız alıp veriyor, ilişkilerin bu denli kopacağını hiç tahmin etmiyorlardı. Şuşa’daki Azerilerin yüzde 70’i Ermenilerle akrabaydı. Savaşın asıl sebebi ise eskiye dayalı Türk düşmanlığı ve Taşnak teröründen kaynaklanıyordu. Ermeniler, Azerileri Türk diye öldürüyordu. Rus kuvvetleri 1915 Mart'ında Van'a doğru haraket ederken Ermeniler Van'da isyan başlatmış, Van Rusların eline düşmüştü. Rus Çarı II. Nikola Ermeni çetelecilere mektup göndererek teşekkür ederken, ABD'de yayımlanan Ermeni gazetesi Goçnak'ın 24 Mayıs 1915 tarihli nüshasında " Van'da sadece 1500 Türk kaldığı " iftiharla bildiriliyordu. Ermenilerin müslüman nüfusunu katletmeye yönelik tavrı devam edince Osmanlı hükümeti 24 Nisan 1915'de 235 Ermeni komiteci tutuklattı. Hükümet, savaş bölgesindeki Ermenilerin daha güneydeki Osmanlı topraklarına Suriye'ye Ermenileri tehcir kararı aldı. Tehcir sırasında, ağır iklim koşulları, yolda intikam peşindeki çetelerin meydana getirdiği kıtallerin halk arasında oluşturduğu kin bitmeden devam ediyordu. Ayrıca Ermeniler, tifüs salgını nedeniyle çok kayıplar verdi. Kayıp miktarı iddia edildiği gibi 1.5 milyon değil 300 bin civarındaydı. Bölgedeki Türk kayıpları ise 1 milyon 400 bini buluyordu. Erivan aslında bir Ermeni kenti değildi. Ermenistan diye bir devlet yoktu. Ermeniler, soykırım diye yaygara kopardıkları tehcir sayesinde ilk defa biraraya gelebilmişlerdi. Osmanlı döneminde Revan hanlığı olan ve yüzde 70'ni Türklerin oluşturduğu vilayet bilinçli Rus politikası ile Ermenileştirilmişti. Ermenilerin bir bölümü ise Karabağ bölgesine yerleşti. Karanlık günler ne kadar unutturulmak istense de, yine de zihinlerden silenemiyordu. Ermenilik konusunda yapılan tarafsız araştırmalar, 1915 Tehcir olayının Türk Milleti'ne fatura edilmesi gayretlerinin yanlışlığını ortaya koyuyordu. Asıl suçlu, Ermeni toplumunu kışkırtan ve aldatan emperyalist devletler idi. Şimdi ki savaşlar cephede değil cephe gerisinden yürütülüyordu. Günümüzdeki genç Ermeni nesli kin içinde kan davası gütmek için yetiştirmek isteyenler, Ermenileri tekrar maşa olarak kullanmak isteyen aynı emperyalist güçlerdi. New York Times'ın İstanbul muhabiri Stephan Kinzer'in ülkemizden giderayak Erzincan'dan tanıklarla yaptığı söyleşi sonrası yazdığı makalade Ermenileri haklı çıkardı. Radikal yazıları ile tanınan Kinzer, nedense Türklerin katliamına tanıklık yapmış insanlarla konuşmadı. Türklerin katledildiğini görmezlikten gelerek hakikatlere gözlerini yumdu. Bir haberci tarafları dinlemeden haberin sacayaklarını oturtmuş olamazdı. Tek taraflı haber, yanlıdır. Kinzer'in yazamadıklarını bilmek her Türk gencinin bir görevidir. ARKADAN HANÇERLEYEN " MİLLET-İ SADIKA " Aslında herşey 1870'lerde Taşnak ve Hıncak Ermeni Komitelerinin kurulmasıyla başladı. 1876-77 Osmanlı-Rus savaşında yenilmemizle birlikte Ermeni kabusu ortaya çıktı. Galip devlet Rusya ile anlaşma yapmamızda Ermeniler arabulucu idi. Ayastefanos ve Berlin anlaşmalarına göre Ermeniler artık Osmanlı'yı parçalamak isteyenlerin Truva Atları idi. Bağımsız Ermenistan hayali o dönemde hatta Rus, İngiliz ve Fransızlara dahi ütopya geliyordu. "Milleti Sadıka" sanılan Ermenilerin ihanet edeceğine Osmanlı aydınları bir türlü inanmak istemedi. 1914 yılına kadar yaşanan sürtüşmeler geçiştirildi. 1905'de 2. Abdulhamit'e suikast düzenlemeleri bile uyanmamızı sağlamadı. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Ermeniler silahları ile birlikte Osmanlı ordusundan firar ettiler. 1914-1916 yıllarında genel bir isyan başlatan Ermeniler, Rus komutanların emrinde Müslümanların cellatları oldular. Asker kaçaklarının yakalanması ve celp için köylere giden Jandarmalara ateş açarak karşılık veren Ermeniler artık zivanadan çıkmıştı. Düşman saflarına geçtikleri yetmiyormuş gibi askerlik görevini yapmak isteyen askerlere yollarda saldırdılar. Ermeni piskoposu ve Taşnaklar, Ermeni katilleri cinayet işlemeleri ve haydutluk yapmaları için teşvik ediyordu. Seferberlik ilanı üzerine, Van bölgesinin idaresini meşhur komitecilerden Van milletvekili Vremyan'a, Bitlis ve Muş çevresini de yine Van milletvekili Vahan Papazyan'a verdiler. Muş vadisinde Çanklı Manastır, Kızıl Manastır ve Kepenek cephaneliğe dönmüştü. Bitlis ve çevresinde isyanlar organize edildi. Van'da isyan başlatan Ermeni Komiteciler Erciş ve Adilcevaz'a dadandılar. Rus ve İran'dan giren 400 Ermeni haydut açıkça 'Ermenistan kuruldu' pankartı taşıyordu. Bu bölgelere Mısır ve ABD'den bombalar getirildi. Köylere varıncaya kadar çeteler örgütlendi. Müslüman halk hiç bir zaman Ermeniler kadar silaha sahip olamadı. İlk saldırıyı hep Ermeniler yaptı. Kan davasını onlar başlattı. Bitlis, Muş,Van, Hakkari, Siirt, Erzurum, Erzincan ve Trabzon illerinde masum Türkler'e ve Kürtler'e karşı yapılan Ermeni ve Rus mezalimi belgelerle ve dökümanlarla ispatlanmıştı. Sivil halka yönelik katliamlar o denli dehşetli idi ki, toplu mezarların hepsi henüz bulunamadı. Ermenilerin bu isyanlardan amacı, askeri muhabere, ulaşım ve haraketlere ihlal, askeri kuvvet ve birlikleri meşgul etmekti. Ermeni komitecilerin en samimi dostları, akıl hocaları İngiliz, Rus ve Fransız konsolosları idi. Ermeniler artık devleti değil komiteyi tanıyordu. Osmanlı hükümetinin bu durum karşısında 1915'te aldığı Tehcir kararı yerindeydi. Hangi ülke olsa 14 ayrı cephede savaşan ordusunun ve cephe gerisindeki milletinin selameti için bu yola tevessül ederdi. Aslında biraz geç kalınmıştı. Tehcir işlemi başlanana kadar Ermeniler bir milyondan fazla müslümanı öldürmüştü. Bu artık bir kan davası haline gelmişti. Tehcir sırasında güvenlik güçlerinin tüm dikkatine rağmen kan davasının kısasının alınmasına engel olmak güçtü. Ayrıca tifo salgını da tehcir sırasında ölümlere yol açtı. Ancak bu rakam kesinlikte Ermenilerin iddia ettiği gibi 1,5 milyon olmadı. Bu tarihte bu rakam dünyadaki toplam Ermeni sayısına yakındı. Ölen Ermeni sayısı 300 bin iken öldürülen Türk ve Kürtlerin sayısı bu rakamın en az dört katı idi. Savaşı müteakip İtilaf devleti İstanbul'u işgal ettiklerinde Ermeni katliamı iddiasını ispat edemediler. Amerikan arşivleri ve belgeleri Ermenilerin iddialarının tersini söylüyordu; bu nedenle soy kırım, katliam komedisi daha 1920'de bitmişti. İşgalci güçleri tatmin etmek için "Günah Keçisi " ilan edilerek idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı'nın dramını her anımsadığımda boğazımda birşeyler düğümlenir. Ermenilerin öldürdükleri Talat ve Cemal paşalar ile Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilen 34 diplomatımız, yüzyılın yalanının kurbanlarıdır. Uluslarası hukuk kurallarına göre, soykırımın suçunun varlığını ya da yokluğunu parlamentolar ya da tarihçiler belirleyemez; soykırım suçunun işlendiğini tesbit edecek makam yargıdır; hangi mahkemenin yetkili olduğu hususu da 1948 Lahey sözleşmesinde belirtilmiştir. Ermeniler, yargı karşısında elleri zayıf olduğu için Ankara'nın konunun Lahey Adalet Divanına gitmesine yıllardır karşı çıkıyor ve bel altından çalışıyorlar. Bu nedenle derneklerin ya da parlamentoların alacakları soykırım kararlarının hiç bir hukuki sonucunun bulunmaması gerekirdi. Yahudilere uygulanan soykırım konusunda çeşitli ülke parlamentolarının kararlar aldıkları ve o suçun inkarını cezalandıracak eylem saydıkları bir gerçek ise de, o Parlamentolar, varlığı bir yargı organı (Nürnberg Mahkemesi) tarafından karara bağlanmış soykırımı suçuna dayanarak mezkur kararları almış ve yasaları çıkarmışlardı. Bu nedenle yetkili yargı tarafından varlığı karara bağlanmamış bir jenosit suçu olmadan, siyasi organların veya derneklerin aldıkları kararları yok saymak gerekirdi. Ayrıca karar vermeden önce Osmanlı arşivlerini inceleme zahmetinde bulunmayan parlamento üyelerinin tavrı, Ermeni oy avcılığına yönelik bir siyaset çirkinliğinden öte gitmiyordu. Sözde 1915 soykırımı için 50 yıl sonra 1965'de ilk defa iddiları gündeme getirmeye başlayan Ermeniler, sözkonusı dönemde kaç Türk ve Kürdü katlettiklerini gizliyordu. Yahudi olayından farklı olarak karşılıklı kayıpların bulunması Türk tezlerini güçlü kılarken, Ermenilerin mahkemeden kaçmasına neden oluyordu. Tarihi belgeler aleyhlerinde olmasına rağmen faaliyetlerini artıran ve hayallerini meşru kılmak için var güçleriyle çalışan Ermenilere karşı Türklerin demokratik yollarla, özellikle sivil toplum olarak doğruları anlatmaları icap ediyordu. Sözde soykırım iddiaları ABD'nin 52 eyaletinden 30'undan fazlasında yasa olarak kabul edildi. ABD'de tasarının kabul edildiği eyaletler: Arizona, Arkansas, California, Alaska, Illinois, Colorado, Connecticut, Florida, Georgia, Minnessota, Maine, Maryland, Massachuesetts, Michigan, Nevada, New Hampshire, New Jersey, New Mexico, New York, Oklahoma, Oregon, Pennsylvania, Rhode Island, South Carolian, Virginia, Washington, Wisconsin. 1960’larda başlatılan Ermeni soykırımı iddiaları ilk defa 1985 yılında BM İnsan Hakları Alt Komisyonu’nda benimsendi, 1987’de Avrupa Parlamentosu’nda bu konuda bir karar tasarısı kabul edildi. Dünyada sözde soykırım iddialarını kabul eden ülkeler ve kurumlar ise şunlardı: Avrupa Parlamentosu, Vatican, Fransa Ulusal Senatosu, İtalya Parlamentosu, Lübnan Parlamentosu, İsveç Parlamentosu, Yunanistan Parlamentosu, Kanada'da Ontario ve Quebec Asambleleri, Quebec parlamentosu, Rusya Parlamentosu, Arjantin Parlamentosu, ABD Temsilciler Meclisi, Güney Kıbrıs Rum Kesimi Temsilciler Meclisi, Uruguay Senatosu ve Temsilciler Meclisi, Fransa, İngiltere ve Rusya ortak bildirisi. Sözde yasa tasarısı ayrıca Avustralya'da da New South Wales Eyalet Meclisi'nde, 2004’de Kanada’da, hatta 2005’de Polonya’da da kabul gördü. 1950’lerden beri, NATO çatısı altında Türkiye ile Fransa birlikte, Doğu blokuna karşı aynı politikaları uygulamış, ekonomik, siyasî, askerî ve teknolojik işbirliği içinde bulunmasına rağmen, Ermeni lobisi, Fransa’nın siyasî gücünü Türkiye aleyhine kullanmayı başarmıştı. Nitekim, 16 yıl süren çaba sonucunda ve 2001 yılı başında, Fransa Meclisi’nde bu iddiasını, 55 kişilik bir milletvekili grubu ile yasalaştırmıştı. Türkiye’nin, Fransa ile olan karşılıklı menfaatlere dayalı ilişkilerini bir avantaj olarak Ermeni lobilerine karşı kullanamamasının, çağdışı olan bürokratik yönetim yapısının bozukluğuna bağlı olduğu, maalesef henüz algılanamamıştı. 1915'de Osmanlı hükümetinin aldığı Ermenileri tehcir kararı ile Hitler'in Yahudi katliamı arasında hiç benzerlik olmamasına rağmen Ermeniler, Almanya'nın işledikleri suçu kabul ederek Yahudilere 200 milyar dolar tazminat ödemeye mahkum olmasıyla tarihi yalanlarını ortaya attılar. İşin ilginç tarafı bu cinlik akıllarına tam 50 yıl sonra 1965'de geldi. Yurtdışındaki Ermenileri yolmak için kin ve intikamlarını kullanan Ermeni Kiliseleri ve zengin Ermeni lobileri, dindaşlıklarını malzeme yaparak etkin oldukları tüm ülkelerde Osmanlının mirascısı Türkiye'ye karşı diplomatik savaş açtılar. Bir yandanda ASALA adlı Ermeni terör örgütü, 34 diplomatımızı öldürdü. Ermeni lobilerine karşı Yahudi lobilerine ve İsrail'e yaslanmamız, suni Ermeni sorununun bir komplikasyonuydu. Ermenistan Anayasası’nın 12’nci maddesine, ‘Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye’si tarafından 1915’te Batı Ermenistan’da işlenen soykırımın, uluslararası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir’, hükmü yazıldı. 1998'de Ermenistan'ın başına 1870'lerda kurulmuş ve Osmanlıyı arkadan hançerleyen Taşnaksutun adlı terör yapılanmasından Karabağ teröristi Robert Koçaryan'ın gelmesinin ardından soykırım takıntsı Ermeni resmi politikası haline geldi. Türkiye ile ilişkileri sözde soykırımın kabullenilmesine endeksledi. Ankara, ise sınırını kapatarak Azeri işgali bitmeden açılmayacağını bildirdi. Hali hazırda Ermenilerin işgali altında tutulan Azerbaycan'ın yüzde 20'si ve Karabağ'da katledilen 35 bin Azeri Türkünün dramı daha sıcak iken, pek çok ülke parlamentolarında kendilerine yardakçı bulabilmeleri düşündürücü bir ayrımcılıktı. 24 Nisan 1915'de gerçekten ne olduğunu aleyhimizde karar alanlar sorgulamaya yanaşmıyor, hiç merak etmiyorlardı. Osmanlı arşivlerine ve Genelkurmay belgelerine başvuran yabancı sayısı yok denecek kadar azdı. Hiç olmazsa o dönemde görev yapan Amerikan, Rus, İngiliz ve Alman diplomatların, askerlerin yazışmaları ve hatıratlarına baksalar gerçeği net olarak göreceklerdi. 1. dünya savaşı başlar başlamaz İngiliz ve Ruslarla işbirliği yaparak Anadolumuzda Türk ve Kürt vatandaşlarımızı arkadan vurduğu tesbit edilmiş Ermeni komiteleri kapatılmış ve yöneticilerinden 2345 kişi, 24 Nisanda "devlet aleyhine faaliyette bulunmak" suçundan tutuklanmıştı. Ermenilerin her yıl "sözde soykırım anma günü" olarak andıkları 24 Nisan, bu tarih olup tehcirle alakalı değildi. Komitelerin kapatılması, ele başlarının ve bazı teröristlerin tutuklanması, olayları yatıştıracağına daha da şiddetlendirmişti. Osmanlı Hükümeti son insani çare olarak; savaş bölgelerindeki halk ile Osmanlı Devleti'ne karşı casusluk ve hiyanetleri görülenlerin, ayrı ayrı veya birlikte savaş alanlarından uzak yerlere "sevk ve iskanı" için 27 Mayıs 1915'de "tehcir kanunu"nu çıkardı. Uygulanışı da 3 Haziran 1915’de oldu. Askeriyeye gönderilmiş olan emri uygulayanlar, o zaman görevli olan Alman genel kurmayıydı. Ordu birliklerine bakıyorsunuz kurmay başkanı Alman yahut ordu komutanı Almandı. O sırada böyle bir olay olduğuna dair bunlar hatıralarında ya da yazılarında hiçbir kelime yazmamışlardı. 25 Nisan 1915'de ise İngiliz, Fransız müttefik çıkarmalarının 250 bin kişi ile Çanakkale'ye yoğun çıkarması vardı. Bu çıkarma haberi alındığı için orduyu arkadan vurmalarını önlemek için sadece Ermeni liderleri tutuklandı. Çanakkale'de 18 Mart'da bombalama , 25 Nisan'da ise askeri çıkartma olmuştu. 1915'de Van civarında Ruslar ayrıca Ermeni desteği ile ilerlemekteydi. O zaman Türkiye iki ordu arasında sıkışmış durumdaydı. 250 bin kişiyi Çanakkale'ye yığmıştı. Doğuda Ruslarla büyük bir mücadele içindeydi. Bu zamanda 1915 yılında Orta Doğu cephesinde ordu Cemal Paşa ve Kemal Paşa ile bir hareket yapmaktaydı. Yani üçe bölünmüş ordunun içeride böyle bir katliamı yapması mümkün değildi. Aslında iç bölgelerde sadece ufak bir jandarma gücü kalmıştı. O zaman mecburen savaş alanından Ermenileri aşağıya çekmişlerdi. Bu arada çatışma bölgesinden aşağıya kaydırılanlar sadece Ermeniler değildi. Türk ve Kürt aşiretleri ve bazı diğer unsurlar da Osmanlı'nın Mezopotamya bölgesine doğru kaydırılmıştı. Bu bir boşaltma olayıydı. Göç ettirme emri 27 Mayıs 1915'de verilmişti. Liderlerinin tutuklanması olayı nedeniyle Ermeniler tarafından 24 Nisan esas alınıyordu. 24 Nisan tarihinde İstanbul ve İzmir'deki Ermenilere dokunulmamıştı. Hatta o zaman Çanakkale savaşlarında savaşan Ermeni birliği bile vardı. Bu göç olayı karşı tarafa yataklık eden bir grubun ayrım yapılmaksızın aşağıya kaydırılmasıydı. Ayrıca çatışmalar sırasında yerinden olmamak için "convert" olan yani Müslümanlığa dönen Ermeniler de vardı. Bunların kimler olduklarını bilemiyoruz. Sayıları 300-400 bin kişiydi. Mesela Hakkari'deki Alevi kardeşlerimiz dönmüş Ermenilerdi. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da vardı. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyordu. Doğuda bir yangın olduğu zaman askerlik ve nüfus şubeleri ilk önce yanardı. Belkide devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız vardı. Kim oldukları bilinmiyordu. Genelde Ermeni meselesinde dönmelerden hiç bahsedilmiyordu. Bu arada karşı tarafa geçmiş olanlar olduğu gibi, göç etmiş olanlar da vardı. 1914 yılı resmi verilerine göre, Osmanlı Devleti'nde 1.234.671 Ermeni nüfusu bulunuyordu. Bu sayı Ermeni patrikhanesi'ne göre 2.5 milyon, Lozan konferansı Ermeni heyetine göre 2.2 milyon, Fransız Mavi Kitabı'na göre 1.5 milyon, Britannica'ya göre 1.5 milyon, ve İngiliz yıllığına göre 1 milyondu. Buna göre en fazla 700.000 kişinin göçe tabi tutulduğu bir yer değiştirme olayında, Ermenilerin iddia ettiği gibi 2-3 milyon kişinin öldürülmesi mümkün değildi. Çünkü, zaten Osmanlı devleti içinde 1.230.000 civarında Ermeni bulunuyordu. Bunun da ötesinde eğer Osmanlı devleti Ermeni tebaasından kurtulmak isteseydi, bunu asimilasyon yoluyla halledebilirdi. Bilindiği üzere Ermeniler, imparatorluk içerisinde Türklerden bile rahat bir yaşam sürdürmüşlerdi. Nitekim ABD'li Ermeni profesör Hovannısıan, 1982 yılında Münih'te yapılmış olan "dünya Ermenilerinin problemleri kongresi'nde bu gerçeği, "Ermeni soykırımı ispatlanamamıştır. Soykırım hukuken geçersizdir ve zaten zaman aşımına da uğramıştır" şeklinde dile getirmişti. Ayrıca, 1998 Haziran ayı içerisinde İngiliz Hükümeti, Lordlar kamarasında Ermeni soykırımına ilişkin sorulara maruz kalmış ve bunlara yazılı olarak, "Türk Hükümeti'nin Ermeni tebasını yok etmeye dair bir kararının mevcudiyetine ilişkin bir kanıt bulunamadığından, İngiliz Hükümeti, 1915 olaylarını soykırım olarak tanımamıştır" yanıtını vermişti. Nitekim, İstanbul'u işgal eden İngilizler, Malta'ya sürgün ettikleri Türk asker ve sivil yöneticileri, Ermeni katliamıyla suçlamak için 30 ay süreyle var güçleriyle kanıt aradıktan sonra, dişe dokunur hiçbir şey bulamayınca serbest bıraktılar. Tehcir sırasında hayatlarını kaybedenlerin sayısı konusunda çok farklı veriler öne sürülüyordu. Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun verdiği net belgeli bilgiye göre, tehcir sırasında 438.758 Ermeni’nin yeri değiştirilmiş, bunlardan 382.148’i istenilen nakil noktalarına ulaşmış; geriye kalan 56.610 Ermeni’den 10 bini eşkiya tarafından katledilmiş (Ermeni komitelerin 700 bine yakın çoğu kadın, çocuk, yaşlı sivil insanı bölgede katlettiği hesap edilirse ucuz bir kan davası diyeti sayılır), 30.000’nin dizanteri, tifo gibi hastalıklardan ölmüş, geriye kalan 16.000 Ermeni yurt dışına çıkmıştı. Buna göre, Ermeni kayıpları eski milletvekili ve Büyükelçi Kamuran Gürün’ün kitabında ileri sürdüğü gibi 300-350.000 veya başka kaynaklarýn tahmin ettiği gibi 600-800.000, hele Ermenilerin ileri sürdükleri 1.500.000 hiç değildi; sadece 40.000 kadar Ermeni tehcirde hayatını kaybetmişti. Hangi yalanı düzeltelim bilemiyorum. İşin kötü tarafı, bu uydurdukları yalanlara sonradan kendileri bile inandılar. Günümüzde sözde Ermeni soykırımı adı ile bütünleşmiş olarak görünen Ermeni sorununun; Türkiye'den tazminat almak ve ardından toprak talep etmek, PKK terör örgütüne örtülü de olsa destek vermek ve Türkiye'ye dost olmayan çevre ülkelerle ittifak kurmak suretiyle ülkemiz aleyhine faaliyetlerde bulunmak ve yukarı Karabağ ile Azerbaycan konusunda uzlaşmaz bir tutum içerisinde olmak gibi boyutları bulunuyordu. Bu masal, bölgede güçlü bir Türkiye arzu etmeyenlerin, çeşitli yönleriyle birlikte sıcak tutulan sun'i bir sorun olarak daha çok başımızı ağrıtacak gözüküyordu. AZERİ TÜRKLERİ'DE KATLEDİLDİ Azeri kardeşlerimizin başına Ermeni komiteciler tarafından getirilenler ise tam bir facia olmakla kalmadı, son yüzyılda Azerbaycan topraklarını gaspeden Ermenistan büyüdükçe büyüdü. 1905-1907 yıllarında Erivan valiliğine bağlı 100 bin Azeri Türkü'nün yaşadığı 199 köy yakıldı, yıkıldı, 1919'da ise aynı havalide iki ay içinde 99 Azeri köyü yaşayanlarıyla beraber yok edildi. Bakü'de en korkunç katliam ise 18 Mart 1918'de, Rus ordusunu Azerbaycan'ı antikomünistlerden kurtarmak için çağıran Stephan Şamuyan başkanlığındaki 24'ü Ermeni olan 26 Bakü komiseri tarafından gerçekleştirildi. Üç gün içinde sadece Bakü'de 10 bin Azeri Türkü katledildi. Guba ve Şamahı kentlerinde toplu kıyımlar yapıldı. Guba'da iki gün içinde 2800 kişi öldürüldü, 105 ev yakıldı, 122 köy dağıtıldı. Şamahı'da da 40 köy yakıldı, yıkıldı. Şamuyan 13 Nisan 1918'de Lenin'e yazdığı mektupda, ' Düşman yok edildi. '' diyordu. Büyük Britanya'nın Bakü büyükelçisi, Londra'ya gönderdiği telgrafında dehşeti şöyle özetlemişti : '' Bakü'de ölülerden başka müslüman kalmadı. '' Soykırım'ın boyutları, yedi düvelle savaşan Osmanlı ordusunun zorlu günlerde dahi kardeşlerine yardım elini uzatmasıyla büyümeden durduruldu. Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir, Enver paşa'nın kardeşi, Nuri Paşa komutasında 15 bin Mehmetçiği Nahçıvan üzerinden Bakü'ye gönderdi. Bakü'yü ele geçiren Ermenilere karşı Gence'de Mehmet Emin Resulzade'nin baniliğini yaptığı, başbakanlığını ise Fethali han Foyinski'nin üstlendiği Müsavat hükümeti kurulmuştu. Ağustos 1918'de Ermeni-Rus ordusunu mağlup eden Enver paşa, eylülde Bakü'ye girerek Müsavat hükümetini buraya taşıdı. 1800 Mehmetçiğin şehit olduğu bu savaşın kahramanları halen Bakü'de şehitler mezarlığında anılarına yükseltilen anıtta yatıyor. Bu anıtın yapılmasına karşı çıkanlar çoktu ve engellerin aşılmasında o dönemdeki Azerbaycan Zaman ekibiyle birlikte özel çabam vardı. Türkiye karşıtı Kafkas İslam İdaresi Başkanı Şii lider Allahşükür Paşazade ve İngiliz askerlerine anıt yapılmasına izin verirken, aldığı rüşvet nedeniyle Türk anıtına karşı çıkan Bakü Valisi Rafael Allahverdiyev’i 1998 Martında Genelkurmay Başkanı Orgenaral İsmail Hakkı Karadayı’ya Bina havaalanındaki karşılama töreninde ihbar eden haberi Azeri muhabir Samed Melikzade ile birlikte yazmıştım. Doğrusu Azerbaycan’da hiç bu kadar sert bir haber kaleme almamıştım; birinci adam Aliyev dışında tüm suçluları ifşa etmiştik. Tam sayfaya manşet haberin pazarlanması da bana düşmüştü. Bazılarına göre skandal, bazılarına göre şov olan 10 dakikalık ayak üstü brifingimde olayı kavrayan Karadayı, Aliyev nezdinde kararlı bir girişimde bulunmuştu. Tabii, önceden kameramanları ve fotografçıları şova hazırladığım için o gün Azeri ve Türk televizyonlarına manşet olduk. Gazetemizin ertesi günkü manşeti Karadayı’dan projemize destek idi. Bu tarihe kadar Bakü büyükelçiliğinin 3 girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı; Bakü Askeri Ateşesi Saldıray Berk’ten Karadayı’ı beklerken havalimanında tafsilatı öğrenmiştim. ‘İstersen daha fazla bilgi ve belge vereyim’ diyen Ataşe Berk, karşılama protokoluna girip durumu Karadayı’ya anlatacağımdan habersizdi. Büyükelçi Kadri Ecvet Tezcan, niyetimi anlamış, tam yedi defa protokolden beni zorla çıkarmıştı. Ancak Karadayı el sıkma merasimine başladığı için sekizinci girişimimi görememişti. Karadayı’ya kim olduğumu anlatırken yüzünün aldığı ekşimsi hali unutulmazdı. Koynumdan gazeteyi çıkardım nazik bir dille anlatırken, Azeri Savunma Bakanı Sefer Abiyev ve protokoldaki herkes kulaklarını açmış, bu deliliği yapan bendenizi hayran hayran izliyordu. Hiçbirşeyden habersiz konumda gözüken Aliyev, masum rolü yaparak Karadayı’nın ricasını geri çevirmedi ve engel olanları haşladı. Aksi halde bu haber bana pahalıya patlayabilirdi. Neticede Şehitler Hıyabanındaki modern mimarıda inşa edilmiş Türk anıtı Mayıs 2000’de Dışişleri Bakanı İsmail Cem tarafından açıldı. Aslında arkadaşlarla ortaya çıkardığımız proje, 1920 Müsavat hükümeti Bakanlar Kurulu’nun kabul ettiği, ancak Rus işgali nedeniyle yapılamamış orjinal bir mimaride Türk şehitleri anıtıydı. Bakü’ye giden her Türk yetkilinin çelenk koyuşunu televizyondan izlediğimde bu anımı hatırlar, gurur duyarım. Türk mehmetçiğine fatiha okunacak bir anıt yapılmasına vesile olmayı nasip ettiği için Allah’a binlerce şükrederim. Olayı görüntüleriyle Samanyolu televizyonunda etraflıca aktaran Tahir Karanfil, Yayın Yönetmenimiz Enis Öznük ve temsilcimiz Ersin Demirci’de sanırım benle aynı duyguları ve onuru paylaşıyorlardır. Diplomatların aşamadığı engelleri medya işte böyle aşmıştı. Nuri Paşa’nın ordusunda babaannemin birinci kocası, üvey dedem Arslan lakaplı demirci ustası Abbasda vardı ve geri dönmediğine göre şehit olanlar içindeydi. 30 Eylül 1918'de imzalanan Mondros mütarekesi, Enver paşa'nın Bakü'yü Enzeli'de oturan İngiliz General Thomson'a devretmesini öngörsede, Ermeni teröristleri kısmen temizlenmişti. Thomson, Müsavat hükümetini tanımakla kalmadı, mart katliamının başmimarı Şamuyan kaçmasına karşın, 25 Bakü komiserini Türkmenistan'ın Agcakum çölünde kurşuna dizdirerek, ülkede Ermeni komitecilerin yükselttiği tansiyonu düşürdü. Ancak komiteciler Bakü dışında rahat durmadılar. 1918-1919 yıllarında Nahçıvan'la Azerbaycan arasındaki Zengezur bölgesinde 115 köy dağıtıldı, 7730 sivil ahali vahşice öldürüldü. 28 Nisan 1920'de Azerbaycan'ı resmen işgal eden 11. Rus kolordusu komutanı Kirov'un ilk işlerinden biri 1920'de Zengezur bölgesini Ermenistan'a birleştirmek için siyasi karar almak oldu. 1923'de ise Karabağ'a zoraki bir özerklik statüsü verildi. 1948-1953 ve 1988'de Ermenilerin soykırım sendromu değişik tarzda nüksetti. Sovyet bürokrasinin damarlarına sızan Ermeni hastalar, sistemin kuralcılığına rağmen, 250 bin Azeri Türkü'nü bu defa öldürmeden tarih boyu yurt edindikleri topraklardan kovdu. Eşim Suna ‘nın ailesi bu sürgün sonucu Bakü’ye gelmişti. Azerbaycan’da bu Azerilere lakap olarak Erivan’dan göç ettikleri için Yeravan-Azeri birleşimi Yeraz denir. Azerbaycanda bir söz vardır, nerelisin diye sorana henüz evlenmedim diye mukabele edilir. Dolayısıyla nerelisin diyenlere evlendiğime göre ‘Yerazım’ demeye başlamıştım. Bu topraklar birzamanlar Türklerindi. Sevan (Asıl adı Göyçe) gölünün çevresi Göyçe bölgesi olarak anılan eski bir Türk diyarıydı; bu gün mezar kadar sessizdi. Ermenistan'ın tek milletli monopolis'e çevrilmesi doğrultusunda yürüttüğü sistemli katliamlar, Karabağ kazanınıda kaynattı. Karabağ'da yaşayan 41 bin Azeri göç etmek zorunda kaldı. Karabağ savaşında 35 bin kişi öldü, 50 bin kişi sakat kaldı. 26 Şubat 1992'de Rus 7. ordusuna bağlı 366. tugayla beraber 7 bin Azeri'nin yaşadığı Hocalı kentini basmıştı. Soykırım sendromuna yakalanmış Ermeni hastalar, şehri yakmakla kalmadı, 485 kişiyi de katletti. Bu katliamın fotoğraflarını Karabağ’ın Kara Günleri sergilerine taşıyarak, dünya kamuoyunun dikkatini Zaman gazetesi çeksede kimse tınmadı. Karabağ'ın Şuşa ve Laçin kentleri dışında işgal edilen 6 Azeri kentlerini boşaltan bir milyonu aşkın Azeri göçmen, Taşnak komitecilerin ve 50 bin Rus askerinin konuşlandığı Ermenistan'da hayatın normale dönmesini bekliyordu. Rus askeri istihbaratı ve Taşnaklar ülkeyi manipule ettiği için hayat bir türlü normale dönmüyordu. Günümüzde de Ermeni soykırımı yalanını gündeme getiren ama hiç bir zaman Türk katliamlarını görmek istemeyenlerin ulaşmak istedikleri nihai hedef Ermeni diasporasını Anadolu'ya getirmekti. Bazı Ermeni örgütlerinin izlediği bu politikayı, Ermenistan devlet politikası haline getirdi. Sovyetler'in dağılmasından sonra sözde bağımsızlığını ilan eden gerçekte Rus idaresinden kurtulamayan Ermenistan, 1998'den itibaren Taşnakların kontrolüne girdi. Oysa 1994'de bu parti ırkçı ve zararlı görülürek Ermenistan Eski cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan tarafından kapatılmıştı. Terör Ermenistan'ı teslim aldı. Cumhurbaşkanlığına Taşnak komitecilerin ellerinde gelen Karabağlı Robert Koçaryan, soykırım için Türkiye'nin kendilerinden özür dilemesini isteyecek kadar küstahlaştı. Hatta UNESCO'ya mektup göndererek Osmanlı'nın kuruluşunun 700. yıldönümünün uluslararası düzeyde kutlanmasına engel olmaya çalışıyordu. Galiba başardı da.. 1999 depremi nedeniyle kutlanmasını ertelediğimiz 2000’de ise 'artık geç oldu' bahanesiyle kutlamaktan vazgeçtiğimiz 700. yıl şöleni törenleri, etkinlikleri esrarengiz biçimde başlamadan bitti. Osmanlı mirası üzerine kurulmuş 35 devletden temsilcilerin çağrıldığı etkinliğe güya fazla ilgi olmaması nedeniyle tören iptal edildi. Osmanlı'ya geçmişine küsmüş bir milletin temsilcileri, dünya kamuoyu önünde oynanan sözde Ermeni soykırım komedisine geçmişine sahip çıkmadan nasıl, ne kadar engel olabilirdi ki? Yıllardır Amerika'daki güçlü lobileri ve dünya sermayesindeki payları nedeniyle yakın ilişki içinde olduğumuz İsrail bile ağız değiştirmişti. 24 Nisan'ı her yıl soykırım günü diye anan Ermenilerin imdatına 2000 yılında Yahudiler yetişti. İsrail Milli Eğitim Bakanı Yossi Sarid ve Adalet Bakanı Yossi Beilin'in arka arkaya yaptığı şok açıklamalar Ankara'yı derinden sarstı. Yahudi bakanlar, " Türkler Ermeni soykırımını tanısın, bu olayı ders kitaplarına alalım." diyordu. Bu olayı münferit, şahsi görüş diye geçiştirmeye çalışan Tel Aviv'den Ankara'nın talep ettiği resmi özür gelmedi. Oysa İsrail'de Ermeni diasporası bulunmuyordu. O halde ne oluyordu? Ermeniler yıllardır Amerikan Kongresinde, Fransız Senatosunda Rus Dumasında, İtalyan, Belçika, İsveç ve Danimarka parlamentolarında Ermeni soykırım yasası çıkartmak için tüm güçlerini kullanıyordu. Bunlardan bazılarında belli ölçüde başarılıda oldular. Başarılı olunmadığı sanılan ülkelerin yönetimleri, bu kozu Türkiye'ye karşı kullanıyordu. 2000 yılında Ermenilerin özellikle ABD'de taktik değiştirdikleri gözlemleniyordu. Virginia'da amaçlarına ulaşan Ermeniler, ABD'nin diğer eyaletlerinde artık Yahudilerle işbirliği yapmaya başladılar. New York'un dört büyük parçasından biri olan New Jersey parlamentosunda Yahudiler ve Ermeniler ortak bir soykırım tasarısını gündeme getirdiler. Bu tasarıda dünyadaki tüm soykırımların tanınması öngörülüyordu. Tutsilerden, Bosnalılara, Çeçenlerden Yahudi, Asuri ve Kürtlere kadar pek çok milletin adı tasarıda geçiyordu. Bu tasarı ile Ermeniler, şimdiye kadar karşılarına çıkan Yahudileri de cenahlarına çektiler. Ancak Türk lobisinin karşı çıkması ile yine tasarıya geçiremediler. Bu nedenle Yahudi bakanların sürpriz çıkışları aslında Ankara için sürpriz olmamalıydı. Yahudi diye Genital Line şirketine sonra Global lobisine bugüne kadar Türkiye lehine lobi çalışması yapması için yılda 3 milyon dolar ödeyen Ankara, ne zaman ABD'de yaşayan Türkleri hatırlayacaktı? Yahudilerde döneklik yaptığına göre Türk'ün hakkını hukukunu Türk'ten başka kimsenin layıkıyla savunmayacağı açıktı. Azeri Türkü'nün yaşadığı katliamlar halen sıcaklığını koruyordu. Türkiye Türklerinin yaşadığı katliamın tanıklarını da bulmak mümkündü. Şahitler, tanıklar, mağdurlar hâlâ yaşıyordu. Türkiye uzmanı olarak ülkesine döndüğünü sanan Amerikalı gazeteci Stephan Kinzer, Ermenilerin nasıl katliam yaptığını merak etmiyebilirdi. Ancak Türkler, bunları unutmamak üzere hafızalarına kazımak zorundaydı. 27 Mayıs 1918'de Ermenistan 28'inde Azerbaycan bağımsızlığını ilan ediyordu. 28 Nisan 1920'de 11. Kızılordu Rus Kirov komutasında Azerbaycan'ı işgal ederken, Ermenilerin teşvikiyle Kirov tarafından ilk defa Azerbaycan'dan toprak kopartma oyunu sahneye kondu. Kirov,Lenin ve Stalin Azerbaycan Devlet Başkanı Neriman Nerimanov'a oynadığı oyunla 1920'de Zengezur Azerbaycan'dan koparılarak Ermenistan'a bağlandı. Türkiye'nin Azerbaycan'la karasal bağlantısı kopartıldı. Anlaşma, Moskova'da parafe edilirken Nerimanov, Nahçıvan ile Azerbaycan'ı birleştiren Zengezur bölgesininde Ermenilere verildiğini görerek şaşkınlığını gizlemedi. '' Böyle konuşmamıştık '' diye tepki gösterdi. Ama, artık çok geçti. Rusların Kızıl Kürdistan kartıda Nerimanov'un direnmesine engel olmuştu. 1921-22 ve 23 'te imzalanan Gümrü, Kars ve Moskova anlaşmalarıyla Karabağ'a Azerbaycan terkibinde özerklik verildi. Zengezur'un Ermenistan'a verilmesine rıza gösteren Azeriler, Ermenilere Karabağ'ın Azerbaycan'da kalmasını kabul ettirmişlerdi. Bu mutabakata rağmen Ermenilerin Azeri toprakları lehine genişleme politikası zamana yayılarak hiç durmadı. Ermeniler Karabağ'da 1850'den sonra izlenen politikalarla ilk defa çoğunluğu oluşturmuştu. Türkiye Nahçıvan'a garantörlük verilmesi şartıyla Karabağ'ı aslında henüz bu tarihte gözden çıkarmıştı. Atatürk, Karabağ'da taviz verilmemesini savunuyordu, ama realitede ortadaydı. Sovyetler gibi bir güç ortaya çıkmış iken Türkiye, ' yurtta sulh, cihanda sulh ' ilkesiyle içine kapanıyordu. Atatürk, Karabağ'ın ve Nahçıvan'ın Ermenilere verilmemesi ve Zengezur oyunun bozulması için bölgedeki Türk birliklerine talimat göndermişti. Buna nail olamayınca Atatürk 1933'te Türk gençlerini şöyle uyarıyordu : " Bir gün Sovyetler dağılacak, oradaki kardeşlerimiz özgürlüklerine kavuşacak, o gün için hazırlıklı olun. " İşte 12 - 18 Ekim 1988'de Azerbaycan tarihine diriliş günü olarak geçen ve 2 milyon insanı Azatlık meydanına toplayan mitinglerle, Azeri kamuoyu hem Karabağ ormanlarını sorumsuzca yok eden Ermenilere hem de bu bahaneyle Karabağ'da bağımsızlık isteyen Ermenilere tepki gösteriyorlardı. Sovyet lideri Gorbaçov ekonomi den sorumlu Ermeni yardımcısı Agabekyan'ın etkisiyle Karabağ'ı Ermenilerin idare etmesine 1988'de gözyummuş, Karabağ'da Yönetim Konseyi Bakü'ye sorulmadan ortadan kaldırılmıştı. Rus tankları Bakü'de halkı sakinleştirirken, iki halk arasındaki düşmanlık bireylere sıçradı. Azerbaycan'da 300 bin, Ermenistan'da 250 bin Azeri Türkü yaşıyordu. 1988'de Sumgayt yaşayan Ermenilerin, KGB oyunu ile öldürülmesi ve suçun Azerilerin üzerine atılması sonucu Ermeni kamuoyu heyecanlanmış, şiddetli tepki göstermişti. Azerbaycan'daki Ermeniler ülkeyi terketmeye başlamıştı. Ermenistan'da Taşnaklar, 250 bin Azeri'yi üç gün içinde hiç bir eşya almalarına izin vermeden otobüs ve trenlere doldurarak Azerbaycan'a kovdu. Bu sürgünde katliam yapmamaları aynı akibetin Bakü’deki Ermenilere uygulanmasından endişe duymalarındandı. Misilleme olarak Azerbaycan’da Bakü'de yaşayan Ermenileri gönderdi. Artık iki milletin birarada yaşaması imkansız hale gelmişti. 1997’de Özbek lider İslam Kerimov’un kulağına Aliyev’in fısıldarken duyduğum ifadeyle dersek; yine de üst düzey Azerilerle evli olan 35 bin Ermeni kadını, Azerbaycan'a güvenlerini göstererek ülkeyi terketmedi. 21 Eylül 1991'da Dağlık Karabağ Ermenilerinin başkenti Hankendine Ermenileri ikna etmek amacıyla bir Azeri heyeti ile giden Zaman gazetesinin Azerbaycan'daki ilk temsilcisi Yılmaz Polat, 40 bin Ermeninin miting yaptığı meydanda Türk olduğu farkedilince birden dövülmeye başlandı. Fotoğraf makinesi elinden alındı, kamerası kırıldı, deri ceketi yırtıldı. Polat'ı Azeri heyetindekiler kurtarak ölmesini önledi. Yılmaz beye Ermenilerin saldırması görüntülenmişti. Azerbaycan devlet Televizyonu bu olayı defalarca gündeme getirdi. Yılmaz Polat 15 defadan fazla televizyona çıkarak olayı anlattı. Artık en ücra Azeri köyüne kadar tüm Azerbaycan Yılmaz Polat'ı tanımıştı. Türkiye'den gelmiş bir kahraman olarak görüyorlardı. Yılmaz'da her gün üçü beşi yapılan sokak mitinglerinde ateşli konuşmalar yapıyor, halkı savaşmak için coşturuyordu. Dönemin cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, Yılmaz Polat'a Ermenilerin kırdığı fotoğraf makinesi yerine makine ve yırtılan deri ceketi yerine ceket hediye etti. Başbakan Hasan Hasanov, Yılmaz Polat'a manevi evlat olarak benimsemişti, bir dediğini iki etmiyordu. Yılmaz her yere istediği gibi girip çıkıyordu, herkesde büyük saygı gösteriyordu. Hatta milli kahraman ünvanı verilmesi bile teklif edilmişti. Herkes tarafından sevilirken Özbekistan’a gitmek zorunda kalan Yılmaz’ın tek hatası ünlü gazeteci Osman Mirzayev’in kızı gazeteci Seville evlenmek için fazla ısrar etmesiydi. Dillere destan bir aşkla başlayan bu evlilik 3 ay sürmüştü. Aşıklara aracılık yapan bendenizde pişman olmuştu. Kavgayla biten evlilik sonrası 3 yıl Taşkent’de yaşayan Yılmaz, tekrar Bakü’ye dönecek, BBC’ye çalışan Sevil’in evlendiğini öğrenecekti. Azeri kamuoyu Yılmaz’ı bu başarısız aşk girişimi nedeniyle unutmuştu. Bir Türk hanımla evliliğini, 2 çocuğa rağmen 3 yılda noktalayan Yılmaz, yine bir Azeri olan doktor hanımla evlenecek ve 2 çocuk sahibi daha olarak Bakü macerasına devam edecekti. SICAK SAVAŞ 1992 yılında sıcak savaş başladı. 1992- 994 yılları arasında cereyan eden sıcak çatışmalarda bölgedeki Rus gücünün Ermenilere gerek asker gerekse silah, sürsat, askeri lojistik destek sağlaması nedeniyle Azerbaycan topraklarının yüzde 20'si işgal edildi. 26 Şubat 1992'de Rus 7. ordusuna bağlı 366. tugayla beraber 7 bin Azeri'nin yaşadığı Hocalı kentini basan Ermeniler, şehri yakmakla kalmadı, 485 kişiyi de katletti. Savaşlar, bölgenin dağlık ve ormanlık olması nedeniyle gerilla savaşı şeklinde yapıldı. 2 Nisan 1993'de Kelbecer'in işgali ile savaş ilk defa Karabağ dışına taştı. Ermeniler, Yukarı Karabağ'ın Şuşa ve Laçin kentleri dışında, Cebrail, Fizuli, Gubatlı, Zengilan, Agdam ve Kelbecer'i de işgal ederek, barış görüşmelerinde koz elde etti. Ayrıca Ermenistan ile Karabağ'ın tek karasal bağlantı yolu Laçin koridoru güvenlik altına alınırken, Azerbaycan ve Ermenistan arasında tampon bir bölge oluşturuldu. Çünkü iki ülke arasında 1000 kilometrelik uzun sınırın korunması hiçte kolay değildi. 12 Mayıs 1994'de Bişkek protokolu ile ataşkes anlaşması imzalanmasına rağmen Rus askeri desteği sürdü. Rusya eski Savunma Bakanı Pavel Graçov'un 1997'ye kadar Ermenistan'a 1 milyar dolar turarında 80 Adet T-80 tankı ve 10 adet S- 125 füzeleir gönderdiği ortaya çıktı. Bu skandalı açıklayan Rusya alt Meclisi Duma'nın Savunma Komisyonu başkanı General Lev Rohlin daha sonra öldürüldü. Skandalın üstü örtüldü. Rohlin'in kendini vurarak intihar ettiği söylendi. 29 Ağustos 1997'de ise Rusya ile Ermenistan arasında savunma iş birliği anlaşması imzalandı. 1998'de bu anlaşmalar iki ülke parlamentosunda da onaylandı. 1999'da ise Rusya Savunma Bakanlığı Ermenistan'a 5 adet Mig-29 savaş uçağı gönderirken, 10 adet de S-300 füzesi göndermek istemişti. Ermenistan'da Rus üslerinde resmi olarak 30 bin aslında ise 50 bin asker bulunuyordu. Bu birliklere Rus ordusundaki Ermenilerin gönderilmesi sağlandığı için yüzde 70'i Ermenileştirilmiş durumdaydı. Bugüne kadar yapılan katliamlar, Rus - Ermeni işbirliği ile gerçekleştirildi. Ermeniler aleyhine BM'lerin 4 kınama kararı almasına ve AGİT belgelerinde onlarca uyarıya karşın, işin ilgin yanı Ermenistan hala işgalci olarak nitelenmedi. Erivan, Dağlık Karabağ'ın bağımsızlığını resmen tanımayarak masum rolüne büründü. Sözde çatışmalar Karabağ'ın başkenti Hankendi ile Bakü arasında cereyan ediyordu. Ermeniler , geleceklerini belirleme hakkını kullanıyordu. Ermenilere göre bu hak, BM ve AGİT prensipleri çerçevesinde yasaldı! Azerbaycan, bu propaganda sayesinde hem işgal edilen, mağdur hem de Ermenilere hakkını vermeyen ülke konumuna itildi. Uluslararası kamuoyunun lakaytlığı Ermenileri daha da cesaretlendirdi. Bu arada boş durmayan Erivan, Karabağ'ın yutulma sürecine hız verdi. Şuşa ve Laçin kentleri onarıldı, Laçin koridori denilen yol asfatlandı. İşgal edilen Azeri kentlerinde tüm kültürel eserler yok edildi, mezarlar dümdüz edildi, isimler Ermenice ve Kürtçe olarak değiştirildi. Sanki bu topraklarda hiç Türk yaşamamış imajı oluşturuldu, tarihi belgeler ortadan kaldırıldı . 12 asırlık Türk toprağı Ermenileştirildi. Azeri kentlerini boşaltan bir milyonu aşkın Azeri göçmen, kendi yurdunda göçmen, mülteci durumuna düştü. Yaşadıkları çadırlarda, vagonlarda topraklarına kavuşmayı bekleyenlerin yanı sıra yerleşik düzene geçenlerde oldu. Savaş sırasında iki taraftandanda 25 bin kişi öldü. 5 bin kişi halen kayıp. Binlerce fiziki yaralının yanı sıra, binlerce insanın psikilojisinde onulmaz yaralar açıldı. Azerbaycan savaştan 40 milyar dolar zarar gördü. KIZIL KÜRDİSTAN PLANI AGİT 'in taraflara sunduğu Karabağ sorununun çözüm paketine göre, Ermenistan'ın Azerbaycan'a Laçin ve Kelbecer'i iadesi gerekirken, teslime yanaşmadığı ve bu kentlere bir süredir Yezidi Kürtlerini yerleştirmeye başladığı ortaya çıktı. Bu kentlerde Kızıl Kürdistan özerk yönetimi kurdurmak için bir süredir çalışan Rus ve Ermeni istihbarahat birimlerinin, bir yandan oluşturulan tampon bölge ile Azerbaycan'a karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı hedeflerken, bir yandan da Kürtlerin devlet kurma planında Hiristiyan Kürtleri önplana çıkarmayı amaçlıyordu. Eskiden Kürt kökenli Azerbaycan vatandaşlarının yoğun olarak yaşadığı işgal altındaki Azeri kentleri Laçin ve Kelbecer'e, Ermeniler Sovyet yönetimi ile birlik olarak 1920'lerde 'Kızıl Kürdistan' özerk yönetimi kurulması talebinde bulunmuşlardı. Kürtlere özerklik vererek Azerbaycan'dan koparmayı daha önce başaramayan Erivan'ın ,şimdi bu silahı yeniden sahneye koymak için konjonktürün oluşmasını bekliyordu. Azerbaycan'da vatan haini ilan edilen Kürt kökenli bir Azeri vatandaşı Vekil Mustafayev sözde Kızıl Kürdistan özerk bölgesinin başbakanı olarak Erivan'da hazır tutuluyordu. Güvenlik açısından ikameti daha sonra Kazakistan'a kaydırıldı. PKK lideri Abdullah Öcalan, PKK'nın Moskova temsilcisi Mahir Welat'ı Ermenistandaki 70 bin Hiristiyan Yezidi Kürt'ünü ziyaret ettirerek, PKK'nın din ayrımı yapmadan Kürt haklarının savunucu olduğu mesajını gönderdi. Welat, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının üzerinde Kürt halkı bulunduğunu savunuyor, bu projenin gerçekleşmesinin kendilerine bağlı olduğunu açıkca duyuruyordu. Ruslar bu hattın sabote edilmesi için PKK'yı kiralamayı planlıyordu. Welat'a göre Türkiye'de PKK'ya yönelik TSK'nin yaptığı operasyonlan boru hattının yolunu temizlemek içindi. Welat, ne olursa olsun boru hattının kaderinin kendi elllerinde olduğu tezini ileri sürüyordu. Öcalan'ın İmralı'da misafir edilmesinin ardından PKK'nın tüm bu tehditleri suya düştü. Öcalan örgütüne silah bıraktırarak barışçı yoldan siyasileşmeyi tavsiye etti. Petrol boru hattının için artık PKK'nın artık tehlike olmadığı yönünde Ankara'ya güvence verildi. Türkiye, 21 yüzyıla PKK belasından terör açısından emin girerken, AB adaylığının ardından Avrupa ülkelerinden gelen PKK'nın siyasileşmesine izin verilmesi baskısı karşısında bunalıyordu. Karabağ'ın şansı hiç yaver gitmedi. Sorununun uluslararası ihtilaf haline gelmesi , ' barışcı çözüm ' denilen diplomatik sürece üçüncü ülkelerin katılımı ile gerçekleşti. Bugüne kadar AGİT çerçevesinde özellikle Rusya, ABD ve Fransa'nın aktif müdahaleleriyle aranan çözüm, çözüm yollarını çıkmaza sokmaktan başka işe yaramadı. AGİT'in fiyaskosu ile çözüm çıkmaza girdi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından izlediği kararlı politikalar Karabağ sorunun çözümünde önemli mesafeler katedildi. Bunda Aliyev'in karizmatik kişiliği ve dış politikada usta olması önemli rol oynadı. Azerbaycan haklı davasında petrol servetininde koz olarak kullanılması sayesinde destekçiler bulmaya başladı. Ancak AGİT ve bu kurumda en tecrübeli diplomatlarını görevlendiren ABD, Rusya, Fransa ve Türkiye, Aliyev'in barış için sağlamış olduğu imkanları yeterince kullanamadı. Hazırlanan planlarda çıkış yolu bulunmuş iken, Ermenistan'ın Taşnak terörüne mahkum olması, AGİT'i ve barışı zora soktu. AGİT'in 1992 Helsinki zirvesinde Karabağ sorunu gündeme getirilmiş olmasına karşın AGİT'in Karabağ'da müdahil duruma gelmesi , Cumhurbaşkanı Aliyev'in 1993'de Agdam'ın işgalinden sonra AGİT ve BM'e resmen başvurusuyla başladı. Rusya, bu girişimden rahatsız oldu . Daha önce Karabağ'a Vlademir Kazimirov'u özel temsilci olarak atayarak Bakü'yü oyalama taktiği izleyen Moskova bu oyunu daha fazla artık sürdüremeyecekti. 1994'de Budapeşte'de geçirilen AGİT devlet başkanları zirvesinde Karabağ için bugüne kadar uygulanamasa da tarihi bir karar alındı. AGİT'in ilk barış gücü Karabağ'da konuşlandırılacak, AGİT , ihtilafa taraf ülkeleri barıştırmak için MİNSK Grubu kurarak arabulucu misyonu üstlenecekti. Bu arada ABD Josef Pressel'i Türkiye ise Kemal Ayhan'ı Karabağ özel temsilcisi tayin ederek diplomatik arenada ortaya çıktı. MİNSK Grubu'nun Rus ve Finli eşbaşkanları, grubtaki 9 ülkeyi temsil eden diplomat, Erivan, Bakü ile Dağlık Karabağ'ı temsil eden Azeri ve Ermeni topluluğun temsilcileri iki ayda bir biraraya gelmeye başladı. Bu kadar diplomat yetmiyormuş gibi yine AGİT çerçevesinde bir de AGİT Konferansı diye bir kurum ihsas etti. AGİT Konferansı'nın eşbaşkanlığını uzun süre Finli ortağı ile beraber Rus Valentin Lozinski yürüttü. Erivan ve Hankendi uzlaşmaz tavrı ile toplantılarda diplomatları çileden çıkarıyordu. MİNSK Grubu eşbaşkanlarının sık sık bölgeye gelerek izledikleri mekik diplomasisi de sonuç vermiyordu. 8 Ağustos 1995'de Türkiye'nin Karabağ özel temsilcisi Kemal Ayhan, Karabağ sorunun çözümüne ilişkin Demirel'in mektubunu Aliyev’e sundu. MİNSK Grubunun başarısızlığı üzerine Aliyev, Demirel'den daha aktif olunmasını istemişti. 2 Aralık 1996'da Lizbon'da gerçekleştiren AGİT devlet başkanları zirvesi Karabağ sorunun çözümünde dönüm noktası oldu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan ve Cumhurbaşkanı Aliyev, son dakikaya kadar toplantıda Karabağ konusunda veto blöfü yaptı. AGİT'de kararların konsensus esası ile alınması nedeniyle, AGİT toplantısı Erivan - Bakü soğuk savaşına döndü. En sonunda kazanan Aliyev oldu. AGİT başkanlığından yayımlanan Ermenistan dışında 53 devletin imzasını taşıyan belgede Karabağ sorunun için üç çözüm prensibi belirleniyordu. ABD, bu zirveden önce tecrrübeli Amerikalı diplomat Strobe Talbott'u AGİT Konferansı başkanlığına, zirveden sonra ise AGİT MİNSK Grubu eşbaşkanlığına yine tecrübeli bir diplomat olan Lin Pasco'yu tayin ederek Ermenileri köşeye sıkıştırmayı başardı. Bu sırada Bakü-Novorasisk hattı için Bakü'nün Moskova'yı sıkıştırması sayesinde Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Başbakan Viktor Çernomirdin bile Ermeniler aleyhine beyanatlar vermeye, Karabağ'da adil çözüme çağırmaya başladı. Ermeniler MİNSK Grubu'nda aleyhlerine dönen dengeyi Gruba üçüncü eşbaşkan olarak Fransız Georg Vaujer'i tayin ettirmeleri ile değişik bir renk aldı. Fransa'da Karabağ oyunun içine girdi. Cumhurbaşkanı Aliyev, Fransız şirketleri Total ve Elf Akiten'e Ocak 1997'de Lenkeran Deniz ve Talış Deniz yataklarında petrol payları vererek, Paris'in sorunun çözümünde olumsuz tavır izlemesinin önlemeye çalıştı. Amerikan, Rus ve Fransız eşbaşkanları ile çalışmaya başlayan MİNSK Grubu'na Karabağ için alternatifsiz son çözüm planını sunan AGİT Konferansı eşbaşkanı Strobe Talbott, bu planı 15-18 Haziran'da tarafların önüne gizlice koydu. Plan, iki aşamalı olarak 6+2 formulüyle işgal altındaki Azeri topraklarının boşaltılmasını, Karabağ'a çok uluslu AGİT barış gücünün konuşlandırılarak, Karabağ halkının güvenliğinin sağlanmasını ve Karabağ'a Azerbaycan terkibinde en yüksek statü verilmesini öngörüyordu. Bakü'nün hemen kabul etiği plana Hankendi ve Erivan karşı çıksada uluslararası baskılara daha fazla dayanamayan Cumnurbaşkanı Ter Petrosyan 26 Eylül'de bir basın toplantısı düzenleyerek, barışı kabul etti. 10 Ekim 1997'de Aliyev'le Strasbourg'da ortak bir deklarosyona imza ederek bu görüşünü belgelerde teyit etti. Hatta, Moskova'da kalıcı barış anlaşmasının Azerbaycan, Ermenistan, Rusya, Fransa ve ABD devlet başkanlarının katılmıyla imzalanacağı bile basına sızdırıldı. Ne olduysa bundan sonra oldu. İki ay sonra bölgeye gelen AGİT MİNSK Grubu eşbaşkanlığını Rus temsilci Kazimirov'dan devralan Rus Yuri Yukalov, Bakü'ye Ermenilerin bir açık birde kapalı şartı ile geldiğini söylüyordu. 6 Azeri kenti boşaltılırken Ermeni ordusu'nun Karabağ'da kalmak istediğini ileten Yukalov, muhtemelen Karabağ'ın statüsü ile ilgili isteği ise kamuoyu önünde açıklamaktan çekiniyordu. Aslında Rusya, kendi şartlarını yineliyordu. Moskova, sesiz kaldığı AGİT planında Amerikalılar tarafından by-pass yapılmaktan hoşlanmamıştı. Çünkü Rusya bölgeye AGİT barış gücü gelirse Kafkasya'da Rus etkinliğinin sona ereceğini ileri sürüyordu. Daha işin başından beri AGİT gücünde Rus askerinin , Abhazya'daki BM barış gücünde olduğu gibi en az yüzde 70'ini oluşturmasını istiyordu. AGİT barış gücününün bir türlü bölgeye gelemeyişinin temelinde Rus inadı bulunuyordu. Petrosyan'ın barış planını kabul etmesi, Ermeni kamuoyunu etkileyen Taşnakların organizesi ile tam bir infiale yol açtı. Taşnaklar yine sahneye çıkmıştı. Petrosyan'ın yakın çevresine yönelik terör eylemleri gerçekleştirildi. 1998'e Ermenistan kanlı girdi. Petrosyan'ın yakın adalı Erivan valisi Vano Sıradekyan'ın istifası, hemen ardından Dışişleri bakanı Aleksandr Arzumanyan'ın istifası ve Meclis'de 50 iktidar partilinin taraf değiştirmesi ile yıkılan Petrosyan 5 Şubat'da istifa ettiğini ve savaş partisinin kazandığını açıkladı. Taşnaklar, Karabağ savaşını kazandıklarını, masada kaybetmeye niyetli olmadıklarını savunuyordu. TAŞNAKLARIN KANSIZ ZAFERİ Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan 5 Şubat 1998'de istifa mı etti, yoksa kansız biçimde devrildi mi tartışıladursun, Karabağ sorunun çözümünde asıl engel teşkil eden Taşnakların legalleşerek yönetimi tamamıyle ele geçirmesi, Karabağ'da dört yıldır süren ateşkes ve barış sürecini, başladığı noktaya getirmişti. Erivan’ı bu tarihe kadar Ermenistan Milli Harakatının 11 adamı yönetiyordu. Levon Ter Petrosyan onlardan biriydi. Petrosyan'ın yönetime gelişi Ermenistanlı olmasındandı; aslında harakatı yönlendirenlerin tamamına yakını Karabağ Ermenisiydi. Petrosyan'ı deviren radikal kesimin tamamının Karabağlı olması, Ermenistan'ın Karabağı değil, Karabağ'ın Ermenistan'ı ilhak (!) ettiğini gösteriyordu. Petrosyan'da 1 Aralık 1989'da Ermenistan parlemantosu'nu Karabağ'ı ilhak kararı alması için zorlamış, halkı örgütlemişti. 1989'da bu nedenle bir yıl Moskova hapishanesinde yattı.7 dili anadili gibi konuşan Petrosyan, Taşnaklar sayesinde savaş için örgütlediği orduyu Karabağ dışına da taşarak Azerbaycan'ın 6 kentini işgal ettirmek için kullandı. Ülkesinde 30 bin askeriyle 2 Rus üssü konuşlandıran, Rusya ile askeri işbirliği anlaşması yapanda Petrosyan'dı. Pekala onu kim devirdi ? Moskova mı, Taşnakların desteğini almış Karabağlılar mı? 1991 ve 1996'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Petrosyan, söz konusu haraketin adayı olarak kazanmıştı. Ancak Petrosyan 28 Aralık 1994'de Taşnak partisini, terör eylemlerinde bulunduğu ve dış ülkelerden yardım aldığı gerekçesiyle kapattırdı, liderini ve üyelerini hapse attırdı. Zaten Eylül 1996 seçiminde de yüzde 52 oy alarak kılpayı cumhurbaşkanı olan Petrosyana karşı Taşnaklar ana muhalefetteki Demokrat parti başkanı Vazgen Manukyan'ı desteklemiş, adayları kazanamayınca 26 Eylül 1996'da parlemantoyu basarak 1 kişinin ölümüne 20 kişinin yaralanmasına yol açmıştı. Seçimde sahtekarlık yapıldığını öne sürerek anayasa mahkemesine başvuran Manukyan, hem muhalefetin hem de ABD'de Ermeni lobilerinden destek alsada sonuç elde edemedi. Petrosyan, bu olaydan sonra İçişleri bakanı ve Güvenlik Teşkilatı başkanı silahdaşı Karen Şahnazaryan'ı görevinden azlederek, Karabağlı Serj Sarkisyan'ı bu göreve getirerek ilk hatasını işledi. Başbakan Grant Bagranyan'nın istifasının ardından ise Petrosyan, mayıs 1996'da bu göreve Karabağ'ın sözde Cumhurbaşkanı seçilmiş Robert Koçaryan'ı getirerek ikinci hatasını yaptı. Karabağ Harakatının lideri olan şimdi Erivan'da ipleri ele geçiren Robert Koçaryan'ı Petrosyan, muhalefetle iyi diyaloğu olduğu, ülke içi bütünlüğü sağlamak için tercih etmişti. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in başarılı mekik diplomasisi neticesinde uluslararası baskıya dayanamayan Petrosyan, barışdan başka yol olmadığını kavramış, ancak bunu halka nasıl anlatacağını, daha önemlisi, Karabağlı Ermenileri nasıl ikna edeceğini şaşırmıştı. Karabağ konusunda riskli karar vermek istemeyen ve Karabağlıları da bu karara ortak etmek isteyen; bu amaçla Erivan yönetimine Karabağlıları doldurarak sonunu hazırlayan Petrosyan, Taşnakları unutmuştu. Karabag sorunun çözümünde AGİT MİNSK Grubu'nun sunduğu iki aşamalı plana sıcak bakan ve ortak bir deklarasyona Cumhurbaşkanı Haydar Aliyevle beraber 10 Ekim 1997'de Strassbourg'da imza atan Petrosyan'a karşı darbe süreci geniş bir platforma yayılarak başlatıldı. Petrosyan'ın ' başka çözüm yolu yok '' diye ısrar etmesi üzerine Taşnaklar yine terörle sahneye çıktı. Erivan ve Hankendi'nde sürekli mitingler düzenleyen muhalif grublara, Ermeni basını ve dışarıda Ermeni lobisi de eşlik etti. 18-19 Ocak 1998'te Cumhurbaşkanlığı Koruma müdürü Romik Kazaryan, İçişleri ve Güvenlik birimleri başkanı Artsrun Markaryan ve Erivan'ın Avan ilçesi başkanı Ruben Ayrapetyan'a art arda suikastlar düzenlenmesi bardağı taşırdı. Ermenistan Güvenlik Konseyini toplayan Petrosyan güvenlik birimlerini seferber etti. Terör olaylarının Erivan ile Hankendi arasında AGİT'in Karabağ planı konusunda görüşayrılığından kaynaklandığı belirtilsede, Petrosyan'ın yakın çevresine karşı düzenmiş terör olaylarını Taşnakların işlediğini herkes iyi biliyordu. Karabağ liderleri bu iddialara sert tepki gösterek Erivan'a ültimatom verdi. Petrosyan'ın en yakın adamı, Ermeni Milli Harakatının halen lideri olan Erivan valisi Vano Sıradekyan'ın istifası üzerine işin ciddi oldugunun farkına varıldı. Çünkü Ermeni kamuoyu, ülkeyi gölge cumhurbaşkanı gibi Sıradekyan'ın yönettiğine inanıyordu. 2 Şubat'da Dışişleri bakanı Aleksandr Arzumanyan'ın istifa etmesi ve parlemanto'da 50 milletvekilinin muhalefete geçmesi ardından, kendisine karşı darbe düzenleyen üçlü grubu yanına çağırdı.Başbakan Robert Koçaryan, İçişleri bakanı ve Güvenlik Teşkilatı başkanı Serj Sarkisyan ve Savunma bakanı Vazgen Sarkisyan'a Petrosyan, kan dökülmeden istifa edeceğini açıkladı... Ve ertesi gün 3 şubat da Ermenistan Televizyonundan istifa ettiğini duyururken, barış çağrısında bulunmayı ihmal etmedi. Petrosyan, Savaş partisinin kazandığını ifade ediyordu. Ama unutmuştu ki, o da o parti sayesinde Taşnakları kullanarak yönetime gelmişti; geldiği gibide gitmişti. Ermenistan Meclis başkanı Babken Aratsiyan ve yardımcılarının Petrosyan'ın istifasının parlamento'da onaylanmasının ardından istifa etmeleri ve yeni Meclis Başkanı seçtirilen Koçaryan'ın müşaviri Hosrov Artunyan'ın cumhurbaşkanlığı vekilliğini Koçaryan'a teslim etmesi, Ermenistan'a bundan sonra Koçaryan takımının yani Karabağlıların hükmedeceğini gösteriyordu. 16 martta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Koçaryan aday olmayabileceğini açıklasada kanunların hali hazırda buna imkan vermiyordu. Koçaryan Azerbaycan vatandaşıydı. Kanuna göre ise en az 10 yıl süresince cumhurbaşkanı adayının Ermenistan vatandaşı olması gerekiyordu. Meclis'in anayasa da değişiklik yapması veya parlemantonun 1989'da aldığı hükmü halen lagvedilmemiş Karabağ'ı ilhak kararının yürürlükte kabul edilmesi, Koçaryan'ı aday yapabilecekti. Koçaryan, beklenenin aksine savaş kararı almadı; Petrosyan'ın imzaladığı anlaşmaların ve Karabağ'da AGİT MİNSK Grubu sürecinin devam edeceğini duyurdu. Bakü'de Haydar Aliyev'de barıştan yana tavır koydu. AGİT sürecine ümidini ve güvenini ifade etti. Bu 40 günlük aşamada savaş beklenmesede, yeni Cumhurbaşkanının izleyeceği politika durumu daha da netleştirecekti. Koçaryan, Karabağ'a önce statü verilsin, sonra toprakları boşaltırız diyordu. Pazarlığa yukarıdan başlıyacağı ise kesindi. Bağımsızlık iddiasından başlayarak Karabağ'a konfederasyon statüsünde ısrar edecek Koçaryan'la Bakü'nün uzlaşması mümkün değildi. BM Güvenlik Konseyi'nin yaptırım uyğulamayacağını iyi bilen Koçaryan, AGİT'in tavsiye kararlarına da aldırış etmeyerek, Filistin ve Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi sorunu yıllarca sürüncemede bırakması da muhtemeldi. Çünkü Karabağ konusunda vereceği riskli bir karar onunda sonu olurdu. Koçaryan'ın en radikal adımı kendisini başa getirenleri unutmayarak Taşnak partisinin faaliyetini legalleştirmesi ve siyasi mahkumların tümünü serbest bırakması oldu. Bu seçimde Petrosyan'a karşı Demokrat parti başkanı Vazgen Manukyan'ı destekleyen Taşnaklar artık Koçaryan'ı destekleyecekti. Seçim için adaylığını koyan Vazgen Manukyan ciddi bir rakipti. Diğer aday Komünist Parti başkanı Sergey Badalyan'a yine fazla şans verilmiyordu. Kısacası, Taşnaklar destekli Karabağlılar Ermenistan'a hakim olarak kansız bir zafer kazandı. Karabağ sorunun iyice düğümleyecek yeni yönetim tabii ki Rusya ile iyi ilişkiler kuracaktı. Bakü-Ceyhan petrol hattına karar verileceği Ekim 1998 öncesi, Kafkasyadaki istikrarsız ve güvensiz tablo Moskova'ya hizmet ediyordu. Ermenistan petrol oyunun dışında kalmak istemiyordu. Bu hattın kendi arazisinden geçmesini istiyordu. Barışa karşılık boru hattı tavizini Bakü verirse, pekela Moskova bu işe girerdi. Bu denklemin cevabını Erivan'da ki yeni yönetim vermeliydi. Önce Karabağ'ı, daha sonra Ermenistan'ı karıştıran Karabağ harakatı'nın lideri olan ve kamuoyunun baskısı üzerinie Petrosyan'ın başbakan yaptığı Koçaryan seçime kadar cumhurhurbaşkanlığına vekalet ettiği 40 günlük süre içinde, kendisini zirveye taşıyan 1994'de kapatılan Taşnak partisini açtı, siyasi suçluları serbest bıraktı. 6 yıldır sürgünde bulunan Taşnak lider Eduard Ohenasyan'ı kendisine Başdanışman yaptı. 16 Mart'da yapılan seçimde Karen Demirciyan ile ikinci tura kalan Koçaryan iki hafta sonra yapılan ikinci turda cumhurbaşkanı seçildi. Böylece barış için umut bağlanan iki aşamalı AGİT planı suya düştü. Çünkü Koçaryan, Karabağ'ın bağımsızlığında taviz vermediği gibi, sorunun tek aşamada bölgeye barış gücü getirilmeksizin, Ermlenilerin güvenliğini garantiye alacak bir formüle çözümlenmesini istiyordu. Bu uzlaşmaz tavır neticesinde diplomati barış yolu tıkandı. Cumhurbaşkanı Aliyev'le Moskova 'da 1998'de biraraya gelen Koçaryan'la barış prensipleri üzerinde anlaşma sağlanamadı. Azerbaycan hükümeti, Ermenistan işgali altındaki Karabağ topraklarının diplomasi yoluyla geri alınması fikrini ilk planda tuttuğu ve aksi taktirde toprakların savaşarak alınacağı şeklindeki politikasına 1999 ve 2000 yıllarında da devam etti. Azerbaycan'ın belli bölgelerinde kurulan göçmen kampları, ''Karabağ bir gün geri alınacak ve göçmenler evlerine geri dönecek'' düşüncesiyle varlıklarını korudu ve çözüm, AGİT Minsk Grubu'nun getireceği tekliflerde arandı. Savaşma ikinci plana itildi. Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan Karabağ sorununa çözüm getirme arayışlarına devam eden Minsk Grubu, Kasım 1998'de bölgede bir ''Ortak Devlet'' kurulmasını teklif etti. MİNSK Grubu'nda Amerikalı Lin Pasco'nun yerine Donald Kaiser atanmıştı. Ermenistan, bazı maddelerde değişiklik yapılması halinde teklifin değerlendirilebileceğini açıklarken, Azerbaycan tarafı teklifi komik ve adaletsiz bulduğunu bildirdi. Bu tarihten sonra Azeri ve Ermeni lider başbaşa görüşmeler diplomasisine başlasada uzlaşma yolu bulanamıyordu. Minsk Grubu'nun tekliflerini adaletsiz bularak geri çeviren Azerbaycan, topraklarını geri almak için biraz daha süreye ihtiyacı olduğu izlenimi veriyordu. Minsk grubu başkanı yine değişmiş ABD'li Covana gelmişti. Ama AGİT fiyaskosu devam ediyordu. Ancak bunca yılını çadırlarda geçiren yüzbinlerce insanın ve bir milyonu aşkın göçmenin daha fazla sabrı kalmamıştı. Bundan sonra Hankendi by-pass edilerek Azeri ve Ermeni liderler arasında başlayan ikili görüşmelerde ilerleme sağlanmış, kalıcı barış anlaşması için son noktaya gelinmişti ki, yine Ermenistan karıştı... Karabağ'ın tam bağımsızlığını savunan Taşnaklar, Karabağ savaşının komutanı Başbakan Vasken Sarkisyan ve Meclis Başkanı Karen Demirciyan'ında içinde olduğu 8 parlamenteri 27 Ekim 1999'de Meclis baskını sırasında öldürerek gözdağı verdiler ve Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan'ın Karabağ barışına imza atmamasını istediler. Güya baskını halkın ekonomik patlama noktasına geldiği için uyarı için yapmışlardı. Gerçek neden ise kuşkusuz Karabağ'dı. Moskova, Karabağ barışının imzalanmasını istemiyordu.Hele bu barışta arabulucu ABD ise bu anlaşma kesinlikle imzalanamazdı. Türkiye'de yayımlanan Ermeni gazetesi AGOS'un Genel Yayın Yönetmeni Hırant Dink'e göre baskını organize eden Taşnaklara destek veren Ermenistan derin devletiydi. Ermenistan derin devleti Karabağlılardan oluşuyordu. Karabağlılara destek veren ise Karabağ Genelkurmay Başkanı Samuel Babayan'dan başkası değildi. Babayan, Karabağ'da askeri gücünün yanı sıra bölgedeki ticaretin gelirini de elinde bulunduruyordu. Silah ve uyuşturucu ticareti Babayan'ı bölgesel bir kral yapmıştı. Ama Babayan'ı Erivan'da takan yoktu. Bir türlü Ermenistan politikasında etkin konuma gelememişti. Dış baskılarla Karabağ'da bir barış anlaşması imzalanması Babayan'ın bölgesel krallığının sonu anlamına geliyordu.Buna müsade edemezdi. Kendi vatandaşlarını öldürtür, yine elindeki gücü vermezdi. Nitekim kimsenin ne olduğunu açıklayamadığı Meclis baskınının perde arkasında Babayan'ın olduğunu Erivan anlamıştı. Yapılan soruşturma da oklar Babayan'ı ve Ermenistan parlamentosunda ki temsilcilerini gösteriyordu. Soruşturma örtbast edilmeli, kamuoyu durumu bilmemeliydi. Ermenistan'daki iç mücadele, ülkenin imajını büsbütün sarsmıştı. Azerbaycan ve Ermenistan'ın siyasi ve ekonomik durumu ve geleceği Karabağ sorunun çözümüne ipotekliydi. İki düşman komşu, Karabağ endeksli iç ve dış politikalar ile yönetiliyor; halk ise sürekli ekonomik faturalar ödüyordu. Sorunu çözmek iki ülkenin politikacıları içinde fobi haline getirildi.Taviz denilince ortam gerginleşiyor, kalıcı barış bilinmiyen tarihe erteleniyordu. Azerbaycan yönünü 1995'ten itibaren net biçimde ABD'ye çevirdi. Ermenistan ise Rusya ile ABD arasında kaldı. Karabağ sorununun çözümünde Azeri ve Ermeni taraflarının verdiği karşılıklı tavizlerle sona gelindi. AGİT Minsk Grubu'nun tekniki detayları tamamladığı, 17-19 Kasım 1999’da AGİT İstanbul zirvesinde imzalanacak barış anlaşmasının, hukuksal olarak Azerbaycan'ın üniter devlet yapısından federatif devlet yapısına dönüşmesini zorunlu kılacağı belirtiliyordu. Ancak bu beklenti gerçekleşmedi. 12 Kasım 1995'de yapılan referandumla kabul edilen Azerbaycan anayasasını hazırlayan Azeri hukuk profesörlerinden milletvekili Sefa Mirzayev, imzalanacak barış anlaşmasından sonra Azerbaycan anayasasında değişiklik yapılması gerekeceğini söylüyordu. Karabağ'a verilecek en yüksek statünün anayasada yer bulması gerekeceğine değinen Mirzayev, Azerbaycan'ın artık üniter değil federatif bir devlet olacağınının altını çiziyordu. Sefa Mirzayev, Karabağ anlaşmasında Azeri ve Ermeni liderlerin inisiyatifini kullanarak yaptıkları son değişikliklerin Azerbaycan ve Ermenistan'da siyasi kaosa ve değişimlere yol açtığını söylüyordu. Karabağ barışı için işin başından beri çaba gösteren Dış Politika Müşaviri Vefa Guluzade ve Minsk Grubu'nda 1992'den beri Azerbaycan'ı temsilen katılan son Dışişleri bakanı Tevfik Zülfikarov sürpriz biçimde istifa etti. Azerbaycan'ın son verdiği tavizin altına imza atmak istemediler. Dört yıldır Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in en büyük yardımcısı ve kilit adam olan Eldar Namazov'un istifası da bir tepkinin sonucuydu. Ermenistan'da ise Karabağ'ın tam bağımsızlığını savunan Taşnaklar, Karabağ savaşının komutanı Başbakan Vazken Sarkisyan ve Meclis Başkanı Karen Demirciyan'ında içinde olduğu 8 parlamenteri öldürerek gözdağı verdiler ve Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan'ın Karabağ barışına imza atmamasını istediler. Çünkü onları destekleyen Moskova yönetimi bölgede kalabilmek için Karabağ'da çözümsüzlüğü çözüm olarak görüyordu. Çözümsüzlük Rusya'ya yarardı, kesinlikle çözüme değil Basına sızmamasına özen gösterilen imzalanacak barış planınında iddialara göre tarafların başında savunduğu daha sonra taviz verdiği hususlar şöyleydi : Karabağ'a bağımsızlık verilmesini isteyen Erivan, Azerbaycan'a nisbi bir bağlılıkla Karabağ'a en yüksek statü verilmesine razı oldu. Bakü, Ermenistan Parlemantosunun 1988'da kabul ettiği Karabağ'ı ilhak kararının geçersiz sayılmasını karar altına aldırdı. En eski Azeri kentleri Şuşa'nın yanı sıra Laçin'in bir bölümüne Azeri göçmenlerin dönmemesi konusunda taviz aldı. Savaştan önce burada 30 bin Azeri yaşıyordu. Ayrıca Ermeniler, Ermenistan ile Karabağ'ı birleştiren Laçin koridorunun Karabağ yönetiminde kalmasını sağladı Karabağ dışında işgal edilen 7 Azeri kentinin iade edilmesinde Erivan sorun çıkarmadı. Bunlar içinde altın madenleri ile meşhur Kelbecer kentide yer alıyor. Bir milyona yakın Azeri göçmenin yurtlarına dönüşüne çok uluslu barış gücünün konuşlanmasından sonra başlanması kararlaştırıldı. Çok uluslu barış gücünün terkibi konusundaki sorun aşıldı. Rus gücünün yüzdesinin yüzde 30 olması konusunda ısrar eden Erivan, diğer ülkelerle eşit miktarda Rus askeri bulunmasını kabul etti. Buna karşılık barış gücünün Laçin koridoruna kontrolüne izin verilmedi. Bu gücün tampon bölgede yeşil bir hat oluşturması kararlaştırıldı. Esirlerin karşlıklı olarak iadesine karar verildi. İki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden başlaması, abluka ve sınır kapatılmasının kaldırılmasına karar verildi. Ancak AGİT İstanbul Zirvesi'nde imzalanması umutla beklenen Karabağ Barış Anlaşması, yine çözümsüzlüğü çözüm görenlerin ürettiği kaosun kurbanı oldu. Ermenistan'da provakatörlerin sayesinde hâlâ Karabağ'da taviz verecek adamın bir gün bile iktidarda kalamayacağı görüşü hakimdi. Bu arada Ermeniler, refah düzeylerindeki durumun sürekli kötüleşmesinden de şikayetçiydi. 27 Ekim'de Meclis'i basarak 8 kişi öldüren caninin gerekçesi ekonomide kötü gidişattı. Ermenileri zor bir karar bekliyordu. Ya açlıktan çelimsiz Afrikalıların haline düşecekler ya da Karabağ'ın Azeri toprağı olduğunu er geç kabulleneceklerdi. Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev, izlediği başarılı diplomasi ile iki defa Erivan'ı barışa zorlamasına rağmen ikisinde de Ermenistan'ın karışması, bu zor kararın alınmasını engelledi. Halbuki Aliyev, Karabağ'a ' en yüksek statü' vererek tavizin sınırlarını zorladı. En yakın yardımcılarının istifalarına göğüs gerdi. Azerbaycan bu döneme kadar 6 yılda yabancı petrol şirketleri ile imzalanan 19 petrol anlaşması nedeniyle yapılacak 30 milyar dolar yatırım güvencesinden dolayı geleceğe umutla bakıyordu. Zira petrol ekonomiye yansıdığında ülkeye 20 yıl içinde 115 milyar dolar girecekti.Yeni işyerleri açılacak, istihdam sağlanacaktı. Bugün petrol geliri oldukça düşüktü. Üretilen 9 milyon ton petrolün sadece 2 milyon tonu ihraç ediliyordu. 2003'den sonra ekonomi piyasasında petrolün etkisi görülmeye başlayacaktı. Yani Azerbaycan'ın Karabağ ve Ermeni işgalinden kaynaklanan eksilere dayanması mümkündü; bir şansı vardı. Aliyev, halkını ikna ederek uzun soluklu diplomasi ile bu krediyi kullanıyordu. AGİT'de imzalanan Bakü-Ceyhan projesinden dışlanan Erivan, müttefiki Rusya'ya artık eski kadar güvenmiyordu.Bu arada Ermeni çıkarlarını korumak için lobi çalışmalarında bulunan Dünya Ermeni Kongresi Yerkrapa Birliği, Erivan yönetimine Karabağ sorununun çözümünde halk refarandumuna gidilmesini önerdi. Ermenistan'ın Şubat 1998'de istifa eden Amerikan vatandaşı cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan'ı 1990'da ülkeye getirten, onun sendelemesinden sonra reytingi yüksek olan Robert Koçaryan'ın cumhurbaşkanı olması için destek verdiği bilinen Yerkrapa Birliği'nin Karabağ'da referandum önerisine Ermenistan Dışişleri Bakanlığı tepki gösterdi. Dışişleri sözcüsü Aram Papiyan, yaptığı açıklamada, Ermenistan parlamentosunda da zaman zaman bazı grupların Karabağ'da referanduma gidilmesi önerisini gündeme getirdiklerini belirterek, Azeri ve Ermeni liderler arasında doğrudan görüşmelerin sürdüğünü, AGİT Minsk grubunun arabuculuk girişimlerine ise güvenlerini yitirmediklerini bildirdi. Papiyan, Yerkrapa Birliği'nin, Cumhuriyetçi Parti Bloku ile söz konusu öneriyi görüştüklerini doğruladı. Erivan, AGİT'in ' halkların kendi kaderini belirlemesi prensibini'nin Karabağ'da uygulanmasını savunuyordu. Ancak Karabağ'daki Azeri nüfus savaş nedeniyle göçe mecbur edildiği için burada yapılacak bir referandumun bir anlamı bulunmuyordu. Bakü, yine AGİT'in ' toprak bütünlüğünün değişmezliği ' ilkesine göre, Karabağ'ın Azerbaycan terkibinde kalması kaydıyla en yüksek statüyü vermeyi kabul ediyordu. Referanduma değişik biçimde sıcak bakan Azeri ve Ermeni liderler ise, AGİT İstanbul zirvesinde, Karabağ'da barış anlaşması imzalanmadan önce mutlaka Ermenistan ve Azerbaycan'da anlaşmanın halk referandumuna sunularak onaylatılacağını ifade etmişlerdi. Peki Ermenistan'ın neyi vardı, neye güveniyordu? Ermenistan, Bağımsız Devlet Topluluğu ülkeleri içinde en fakir ülkeydi. Yapılan bir araştırma Ermeni vatandaşlarının yüzde 95'inin dışarıdan gelen insani yardımlarla yaşamlarını sürdürdüğünü gösteriyordu. Ermenistan'ın petrolü yok, yabancı yatırımcıları çekecek cazip bir zenginliği de yoktu. Ermenistan, bölgedeki Rus üslerinin askeri desteğiyle savaşta galip gelmiş gözüksede barışa mahkumdu. Rusya Ermenistan'ın ekonomisini düzeltemezdi. Nihayet bu acı gerçeğin farkına varan Ermeni yöneticiler,' sosyal patlama ' endişesi ile şimdi bu zor kararın eşiğindeydiler. Ermeni halkı, Karabağ'ın faturasını artık ödemek istemiyor, insanca yaşamak istiyordu. Erivan politikasına Karabağ kahramanlığı edebiyatıyla sinen Karabağlıların hakimiyeti, Ermenistanlıların içine sinmiyordu. Radikal görüşleri ve taviz vermeyen tutumu ile tanınan Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, 2000'den önce son düzenlediği basın toplantısında bu ikilemi şöyle açığa vurdu : " Ya Rusya'ya yaslanacağız ya ABD'ye. " Ermeniler tarih boyu birilerine yaslanarak bugünlere geldiler; kendi kararlarını kendileri vermediler, başkaları tarafından sürekli yönlendirildiler.100 yıldır ise Ermeniler Rusların maşasıydı. Ama Rusya eski Rusya değildi. Rusya, Osmanlı imparatorluğunun çöküş zamanında olduğu gibi milli devletini arıyordu. Ruslar Atatürk'ünü bulduğu zaman bu radikal adımı atacaklar; bugün buna hazır değillerdi. İşte o zaman arka bahçe Ermenistan'a ihtiyaçları kalmayacaktı. Oskanyan, yeni dünya düzeninde dünya jandarmalığına oynayan ABD'nin 21. yüzyılda kendilerine Rusya'dan daha fazla yararlı olacağını anlamaya başlıyordu. Bu değişim gerçekleşirse Azerbaycan'ın çıkarı ne olurdu ? Bu değişim 2000 yılı başında gittikçe belirginleşiyordu. ESKİMEYEN YENİ : GOBL PLANI 1999 ve 2000 yıllarında Karabağ'da kalıcı barışın sağlanması için çaba gösteren Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev ve Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan'ın yedi defa yaptıkları ikili görüşmelerde " Gobl planı " olarak bilinen öneri üzerinde durdukları ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in onayını alan plana Rusya Başkan Vekili Vladimir Putin'in Demirel'e 29 Şubat 2000'de gönderdiği mektup ile Kafkas İstikrar Paktı ile birlikte Karabağ ihtilafı çözüm önerisine de olumlu yanıt vermesi, tarafları barış masasına daha da yaklaştırdı. Azatlık Radyosu eski Müdür Yardımcısı ve Kafkasya uzmanı bir Amerikalı olan Paul Gobl, tarafından henüz soğuk savaş döneminde ortaya atılan öneriye göre Karabağ ile Zengezur bölgesinin Azerbaycan ve Ermenistan arasında değiştirilmesi öneriliyordu. İlk defa merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın daha sonra eski Başbakan Bülent Ecevit'in de desteklediği ' Gobl planı ' olarak bilinen bu öneriden Koçaryan'ın ek yapılması için direttiği " Bakü -Ceyhan hattının uzunluğunu 1700 kilometreden 1100 kilometreye düşüren ve maliyetini 1.5-2 milyar dolara çeken Hazar petrolüne Ermenistan güzergahı " şartı kapsam dışına alındı. Bunun yanı sıra plan üzerinde bazı rotüşler yaparak güncelleştiren Azeri ve Ermeni liderlerin toprak değişimi yerine koridor değişimi esasını kabul ettiği, bunu ilke olarak imzalamak istemişlerdi. Buna göre Ermenistan ile Karabağ'ı birbirine bağlayan 20 km'lik Laçin koridorunun genişletilerek 40 km yapılması öngörülürken karşılığında Erivan Azerbaycan ile Nahçıvan'ı birbirine bağlayan ve savaş öncesi demiryolu hattı bulunan koridoru, karayolu ulaşımı da sağlanacak biçimde kullanıma açacak ve koridor Azerbaycan mülkiyetine verilecekti. Bu arada sorunun çözümü için arabuluculuk yapan AGİT Minsk Grubu'nun Ermenistan'da Koçaryan hakimiyetinden sonra taraflara önerdiği, ancak Bakü'nün karşı çıktığı " Karabağ'da ortak devlet " planıda yumuşatıldı. İmzalanacak ilke anlaşmasından ortak devlet ifadesi çıkartıldı. Bunun yerine Karabağ Cumhuriyeti'nin hukuki olarak Azerbaycan terkibinde kalacağı belirtildi. İki ülkede bu anlaşmayla birbirlerinin toprak bütünlüğünü tanıyacağını ilan edecekti. Ancak, anlaşmaya göre Karabağ yönetimine içişleri, dışişleri, savunma, ekonomik ilişkilerde serbestiyet tanınıyordu. Anlaşma metninde bayrağı, parası, marşı olacak Karabağ Cumhuriyeti'nin bağımsız olmayacağı, cumhurbaşkanı ve parlamentosunu kendisinin seçeceği kaydedildi. Erivan, bu ilkeler çerçevesinde öncelikli olarak işgal ettiği 7 Azeri kentini boşaltarak buraya Azeri göçmenlerin dönmesini imkan tanıyacaktı. Göçmenlerin dönüşü sırasında güvenliğin sağlanması için geçici olarak çok uluslu barış gücünün Karabağ ile diğer 7 kent arasındaki tampon bölgeye yerleştirilmesi sağlanacaktı. Karabağlı Azeri mültecilerin ise dönüşü kendi isteklerine bırakılacaktı. Bu barış gücünde Rus askeri sayısının oranı konusunda ise henüz anlaşmaya varılamadı. Öte yandan liderlerin görüştüğü Gobl planının sızması üzerine harekete geçen Azeri muhalefeti kendi aralarında bu plana karşıt bir birlik oluşturdu. Azerbaycan Aydınlar Birliği önderliğinde 26 Şubat 2000'de biraraya gelen 210'a yakın parti, dernek, vakıf tipindeki sivil toplum örgütleri tarafından Milli Mukavamet Harakatı kuruldu. Elçibeyin bu politikasını yürüten Aliyev'e darbeler düzenlemiş Türkiye masası şefi Başbakan Müşaviri Yasin Aslandan başkası değildi. Bu haraketin başında Ebulfeyz Elçibey bulunuyordu. Elçibey iktidarı döneminde de Gobl planına sıcak bakmamıştı. Toprağa toprak değişmek Ermenilerin işgalci tutumuna haklılık kazandırmak anlamına geliyordu. ABD'nin, Karabağ'da barış için önerilen "toprak değişimi" projesini kabul etmesi için Ermenistan yönetimine, bu ülke ekonomisine 3 milyar dolar yatırım yapmayı vaat ettiği ileri sürüldü. Rusya'n ın İzvestiya gazetesinin, Ermenistan'ın Aravot gazetesinde yer alan bir habere dayanarak verdiği habere göre, Ermenistan yönetimi de toprak değişimi karşılığı yatırım önerisini "kabul etme eğiliminde" bulunuyordu. Haberde, "Aravot gazetesi, iyi haber alan kaynaklara dayanarak, Ermenistan yönetiminin, Karabağ sorununun çözümü konusunda ABD tarafından önerilen seçeneği kabul etme eğilimi içerisinde bulunduğunu bildirdi. Bunun karşılığında ABD, Ermenistan ekonomisine 3 Milyar dolar yatırım yapmayı vaadettiği kaydedildi" denildi. İzvestiya'nın haberinde, Azeri ve Ermeni heyetleri arasında yarın, ABD'nin de katılımı ile Washington'da toplantılar başlatılacağı, bu toplantıların başlatılacak olmasının da ABD'nin toprak değişimiyle ilgili önerileri konusundaki haberlerin dolaylı bir teyidi anlamına geldiği kaydedildi. İzvestiya gazetesi, ABD'nin bu planının kabul edilmesi halinde, Rusya'nın Kafkasya'daki tek dayanağı olan Ermenistan'ı da yitireceğini ve Kafkasya'daki rolünü tamamen kaybedeceğini öne sürüyordu. Haberde, planın uygulanmaya konulması halinde Rusya'nın, "Azerbaycan'ın ana petrolünün uluslararası pazarlara aktarılmasında rol alması olasılığının da tamamen ortadan kalkacağı" kaydedildi. Planın uygulanmasının, Azerbaycan ve Türkiye arasında doğrudan bir koridor açacak olması dolayısıyla Rus basını, önerinin, Rusya'nın bölgedeki çıkarlarını sarsacağını savunuyordu. Toprak değişimi önerisi yıllardır gündemde bulunuyordu. Rus ve Ermeni basınının iddialarına göre, ABD'nin de artık resmen üstlendiği, Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott'ın sahip çıktığı bu plan, "Karabağ'ın bağımsızlığının Azerbaycan tarafından kabul edilmesini, Karabağ ve Ermenistan arasında kalan Azeri toprakları üzerinde bulunan Laçin koridorunun Ermenistan'a verilmesini, bunun karşılığında da Nahçıvan bölgesi ile Azerbaycan arasında kalan Ermeni toprağı Zangezür bölgesinin Azerbaycan'a verilmesini, böylece Nahçıvan ve Azerbaycan'ın bağlanmasını" öngörüyordu Aynı plana karşı çıkan Karabağ Genelkurmay Başkanı Samuel Babayan ise Taşnaklar ve yasadışı Dro örgütü ile birlikte Erivan yönetimini söz konusu şartlarda anlaşmanın imzalanmaması için baskı yapıyordu. Meclis baskını ile bu barışın imzalanmasına fiili olarak engel olan Babayan'ın arkasında kimin olduğunu Bakü ve Erivan iyi biliyordu. Barışa engel olan asıl güç Rusya idi. Nitekim 3 Mart 2000'de Rusya ile Ermenistan, Rusya Federasyonu'na bağlı askeri üssün Ermenistan'da 25 yıl daha faaliyet göstermesine ilişkin bir anlaşma imzaladı. Ermenistan'ın başkenti Erivan'da imzalanan anlaşma, Rusya'ya ait 102. birliğin Ermenistan'da 25 yıl daha kalmasını öngörüyordu. Anlaşma, taraflar arasında 16 Mart 1995'te imzalanan askeri işbirliği anlaşmasının bir parçası olarak değerlendiriliyordu. Ermenistan'da askeri üs bulunduran aynı Rusya, bu ülke ile Azerbaycan arasındaki Yukarı Karabağ sorununu çözmek için Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde oluşturulan Minsk grubunun eşbaşkanlığını yapıyordu. Ermenistan, Azerbaycan topraklarının halen yüzde 20'sini işgal altında tutuyordu. Rus askeri gücü, herhangi bir barış anlaşmasının imzalanması halinde anlaşmayı provoke etmek için hazır bekliyordu. Rus derin devletinin sahibi Rus askeri ve istihbarat gücü, Moskova'nın resmi dış politikası ile hiç uyuşmayan biçimde haraket ediyordu. Rutin dışı davranıyordu. Ermenistan'da 27 Ekim 1999'da parlamentoya yapılan kanlı saldırıyla ilgili soruşturma nedeniyle Devlet Başkanı Robert Koçaryan ile parlamento arasında gerilim yaşanıyordu. Parlamento, 25 Nisan 2000'de aldığı kararla Koçaryan'a karşı azil sürecini başlatmayı benimsemişti. Gerilim, dönemin başbakanı Vazgen Sarkisyan, parlamento başkanı Karen Demirciyan, parlamentonun iki başkan yardımcısı, bir bakan ve üç milletvekilinin öldürüldüğü kanlı baskının soruşturmasını yürüten askeri başsavcı Gagik Cihangiryan nedeniyle tırmandı. Parlamento, olayla ilgili düzenlediği oturuma Cihangiryan'ı da davet etti. Ancak Koçaryan, Cihangiryan'ın parlamentoyu etkileyebileceğini, parlamentoya baskı yapabileceğini gerekçe göstererek, askeri başsavcının oturuma katılmasını bir kararnameyle yasakladı. Bunun üzerine Cihangiryan, protesto amacıyla istifa ettiğini açıkladı, parlamento oturumuna da sıradan bir vatandaş olarak katıldı. İlerleyen saatlerde de parlamentonun, Koçaryan hakkında azil soruşturması başlatma kararı aldı. Parlamentonun, azil için 3'te 2 çoğunlukla karar alarak, bunu Anayasa Mahkemesi'ne götürmesi gerekiyordu Anayasa Mahkemesi'nin de bir ay içerisinde bu konuda karar vermeliydi. Koçaryan'ın parlamentoyu fesih hakkı da bulunuyordu, ancak azil süreci başladığında bu yetkisini kullanamazdı. Cihangiryan, 27 Ekim olaylarını "darbe girişimi" olarak tanımlamış, soruşturması çerçevesinde Koçaryan'ın yakın çevresinden kişileri de tutuklamıştı. Koçaryan, ya yakın çevresini korumaktan vazgeçecek yada azledilmeyi göze alacaktı. Karabağ sorunun Erivan'da oluşturduğu derin devlet yine barışı ve Ermenistan yönetimi teslim almıştı. Susurluk bu defa değişik versiyonu ile Ermenistan'da hortlamıştı. ABD, bu çelişkiler yumağında Kafkas'a askeri gücünü sokmak istiyordu. Bakü-Ceyhan ve boru hatlarının güvenliği bunu zorunluluk haline getirdi. ABD-Ermenistan ilişkilerinin gelişmesi, Amerikan politikalarının uygulanmasını kolaylaştıracaktı. Amerikalı uzmanlara göre Ermenistan Türkiye ile ekonomik ilişkilerini geliştirerek sosyal patlamadan kurtulacaktı. Karabağ barışı çerçevesinde bölgeye yerleştirilecek çok uluslu barış gücü, ABD'nin Kafkaslara askeri açıdan el uzatmasının en akılcı yoluydu. Karabağ barışının bir türlü gerçekleşmemesinde en önemli etken Rusya'nın bu isteğe direnciydi. Ermenistan'da bulunan resmi rakamlara göre 30 bin esasen 50 bin olan Rus askeri sayısı Erivan'ı yön değiştirme konusunda zorluyordu. Ancak 20 yüzyılın son üç yılında bu gücün konuşlandığı üslerde görev yapan Rus askerlerinin gittikçe Ermeni kökenlilere dönüştürülmesi işlemi tamamlandı. Rusya'daki bir milyon Ermeninin erkekleri askerliklerini bu üslerde yapıyor ve geri gönderilmiyordu. Ermenistan, Rus askerini ülkesinden gönderme kararı aldığı gün üste kalan Rus askeri sayısı ortaya çıkacaktı. ABD, Ermenistan'ın temayülünün samimiyetine ancak bu radikal karardan sonra inanabilirdi. Bölgede Rusyasız barış olmuyordu; ancak bugüne kadar Rusyalı da olmadı. Rusya, 1999-2003 yılını kapsayan Çeçenistan operasyonu ile gerçek yüzünü gösterdi. Rusya Devlet Başkan Vekili Vladimir Putin'in, başkan seçilmeden önce 5 Mart'da Rusya'nın bir gün NATO'ya eşit ortak olarak katılabileceğini açıklaması, Bakü'de şaşkınlık ve kuşku ile karşılanıyordu. Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Müdürü Nevruz Memmedov, Rusya'nın NATO'ya alınmasının dünya politikalarına olumlu biçimde yansıyacağını ifade ederken, kuşkularını da dile getirmeden edemedi. Putin'in ciddi olup olmadığının araştırılmasını isteyen Memmedov, " Bu sürpriz çıkışın ardında yatan gerçek nedenler ve sır perdesi aralanmalı. " diye ikaz ediyordu. NATO'nun öncelikli olarak Varşova Paktı karşısında kurulduğunu, ancak bugün aynı fonksiyona sahip olmadığını hatırlatan Memmedov, NATO'nun artık Avrupa'da güvenlik ve istikrarın sağlanması için aktif rol oynadığına dikkat çekti. Memedov, Rusya'nın NATO üyesi olmasının Kafkaslarda barışa da olumlu etki yapacağına işaret ediyordu. Putin'in ciddi olmadığı daha sonraki beyanatlarında NATO'nun genişlemesine karşı çıkmasından anlaşılacaktı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra çoğunluğu eski Sovyet ülkelerinde olmak üzere Barış İçin İşbirliği ( BİO) programı çerçevesinde Rusya ile de ilişkiler kuran NATO, en son Balkanlarda Kosova operasyonu ile Rusya'yı bölgede by-pass yapmıştı. BİO programları kapsamında alınan kararlara katılan Rusya, aleyhinde olabilecek girişimleri bugüne kadar sürekli engelledi. NATO dışı ülkelerin yaptıkları toplantılarda daima veto hakkını kullandı. Bu nedenle Dnyster ve Karabağ sorunu gibi barış gücü gerektiren konularda Rusya, Ukrayna, Moldovya, Gürcistan ve Azerbaycan'ın fonksiyonel askeri güç kullandırılması önerilerine oy vermeyerek bugüne kadar konsensusu bozdu. NATO'nun doğuya doğru genişleme politikasına da karşı çıkan Rusya, NATO'nun Kafkaslarda da etkinliğini artırmaması için yoğun çaba harcıyordu.. SUİKASTLAR PEŞPEŞE Ermeni Parlamentosu'na düzenlenen baskından sonra 21 Mart 2000 geceside Yukarı Karabağ'ın sözde cumhurbaşkanı Arkadi Gukasyan'a suikast düzenlendi. Gukasyan, Karabağ'da saldırıya uğrayan ilk lider değildi. Nisan 1992'de selefi Artur Mıkırçyan hâlâ açıklığa kavuşmayan bir suikasta kurban gitmişti.Gukasyan'ın ağır yaralandığı suikastın eski genelkurmay başkanı taraftarlarınca düzenlendiği ortaya çıkıyordu. Rus istihbaratı ve Samuel Babayan yine sahnedeydi. 1991 yılında işgal ettikleri Yukarı Karabağ'da ayrı yönetim ilan eden Ermenilerin sözde "cumhurbaşkanı" Arkadi Gukasyan'ın uğradığı suikast girişiminde ağır biçimde yaralanmıştı, ama hayati tehlikesi bulunmuyordu. Suikast girişiminde parmağı olduğu gerekçesiyle eski savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı Samvel Babayan gözaltına alındı. Babayan'ın 28 adamıda gözaltına alınmıştı. Babayan, Yukarı Karabağ'da Aralık 1999'da meydana gelen iç hesaplaşmalar sırasında, Savunma Bakanı General Seyran Oganyan tarafından, Genelkurmay başkanlığı görevinden alınmış, yerine general Mofses Akopyan atanmıştı. Arkadi Gukasyan'a düzenlenen suikast girişimi, cumhuriyette sivil ve askeri yönetim arasında son aylarda tırmanan gerginliğin had safhaya ulaştığını ortaya koyuyordu. Gerginlik, 1999'da Gukasyan ile dönemin hem "savunma bakanı", hem de "genelkurmay başkanı" olan Samvel Babayan arasında çıkan ihtilafla başlamış, Babayan önce "savunma bakanlığı" görevinden, bir süre sonra da "genelkurmay başkanlığı" görevinden azledilmişti. Babayan'ın azli gerginliği daha da tırmandırmış, ardından ordunun ileri gelen komutanlarından bazıları, özellikle de Babayan'ın destekçileri, yolsuzluk iddialarıyla tutuklanmış veya görevlerinden alınmışlardı. Babayan'ın görevden uzaklaştırılmasının asıl sebebi Meclis baskınıydı. Taşnak terörist gazeteci Naira Unanyan'ı kullanan Babayan ve Rus istihbaratı, Karabağ anlaşmasının imzalanması arifesinde terör eylemi ile barışa engel oluyordu. Babayan tutuklandıktan sonra verdiği ifadelerde Rus istihbaratı ile planladıkları karanlık eylemleri bir bir anlattı. Ermeniler Rusya'nın ülkelerini sürekli karıştırmasından anlaşılan usanmamıştı! Koçaryan ile Gukasyan arasında iyi bir diyaloğ vardı. Gugasyan, Babayan'a yönelik operasyonu, "cumhuriyette demokrasi ve hukuka dayalı düzen kurulmasına yönelik çabalar" olarak değerlendiriyor ve "barış döneminde ordunun siyasete karışmasına izin verilemeyeceğini" söylüyordu. Gukasyan'ın, Karabağ savaşındaki başarıda büyük payı olan Babayan ile çekişmesi, gerek Ermenistan'da, gerekse Karabağ'daki bazı siyasi çevrelerde rahatsızlık oluşturmuş, Babayan parti kurup siyasete atılacağını ilan edince, endişeler biraz olsun giderilmişti. Yukarı Karabağ'da 18 Haziran'da parlamento seçimleri yapılması planlanıyordu. Babayan'ın parlamentoda çoğunluk oluşturma ihtimalinin güçlü olması, dolayısıyla Gukasyan'a karşı güçlü muhalefet oluşturması Koçaryan'ında işine gelmiyordu. Ancak seçimlerin parti listeleriyle değil, sadece bağımsız adayların katılımıyla yapılacağının birkaç gün önce açıklanması, Babayan ve yandaşlarının planlarını altüst etti. Suikast girişimi sadece Gugasyan'a yönelik değildi; asıl hedef Koçaryandı. Arkadi Gukasyan, Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan'ın Ermenistan ordusunun üst yönetiminde yaptığı değişiklikleri örnek alarak, kendisine bağlı isimleri Karabağ ordusunda kilit noktalara getirmişti. Bu da, sinirlerin biraz daha gerilmesine yol açtı. Bu gerginliğe 18 Aralık 1999'da dikkat çeken İzvestiya manşetten verdiği haberinde Karabağ'da darbe olabileceğini yazmıştı. Ayrıca Ermenistan'da, hem de Karabağ'daki karışıklıkların başlamasının nedeni, Ermeni diasporasından gelen paraların paylaşımındaki çatışmalardı. Ermeni diasporası, Ermenistan'a ve Karabağ'a yardım yağdırıyordu. Üstelik Rus istihbaratı tarafından kullanan Babayan, çok tehlikeli bir konuma gelmişti. Gugasyan'a suikast ters dönmüş Babayan'ın siyasi hayatını bitirmişti. Rus askeri Ermenistan'ı terkettiği gün Karabağ barışı yakın demekti. Ermeni yöneticiler, bu zor kararı almalıydı. Azerbaycan ve Ermenistan, siyasi ve ekonomi hayatlarını ipotek altından başka türlü kurtaramazdı. Karabağ'da kalıcı barış sağlanmadan ne Bakü-Ceyhan hattı nede Azeri petrolüne yapılan yatırımlar güvencede olmayacağı aşikardı. ARKA BAHÇEYE DÖNÜŞ Rusya, devlet başkanlığına Vladimir Putin'in seçilmesiyle Çeçenistan'da ' imha işlemi' nin tamamlanmasnın ardından eski 'arka bahçe' olan Güney Kafkasya'daki Azerbaycan ve Gürcistan'a radikal dönüş yapmaya hazırlanıyordu. Eski bir Sovyet bürokratı olan ve son 10 yıldır dış politikadan sorumlu devlet müşaviri hüviyetiyle bağımsızlıktan sonraki tüm Azerbaycan Cumhurbaşkanlarının Başdanışmanlığını yapan Vefa Guluzade, Ankara'yı uyararak " Karabağ'da barış anlaşması imzalanmayacak. Yeni bir Karabağ savaşı için hazırlıklı olun. Bakü-Ceyhan ve Hazar geçişli Türkmen gazına vize vermeyecekler. Kafkas İstikrar Paktı'na Ruslar bir paçavra gözü ile bakıyor. " mesajını verdi. Gerçekleri açıkca ifade edebilmek için resmi görevinden istifa ederek Amerikalı stratejistlerle birlikte Hazar Araştırmalar Fonu'nu kuran Guluzade, Ankara'yı uyaran çok önemli açıklamalarda bulundu. Guluzade'nin net uyarısını tarihe düşmesi açısından ZAMAN için yaptığım röportajdan aynen alıntılıyorum: (47) - Karabağ barış anlaşması AGİT zirvesinde imzalanacaktı. Ne oldu; barışı kimler istemiyor? V.Guluzade : Anlaşma hazırdı. Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ikna edilmişti. Ermenistan parlamentosuna düzenlenen baskınla Başbakan Sarkisyan ve Meclis başkanı Karen Demirciyan'ın öldürülmesi barışa sıkılan kurşundu. Suikastta uğrayan sözde Karabağ cumhurbaşkanı Arkadi Gugasyan'da görüşmelere katılmış ' olur' vermişti. Barış isteyen herkesin ortadan kaldırılması için talimat verildi. Sıradaki suikast Koçaryan'a yapılacak. Bu nedenle Koçaryan barışı anlaşmasını imzalamak için çekinik davranıyor. Rusya Savunma Bakanlığı, dışişleri bakanlığı gibi görev yapıyor. Rus ordusunun üst düzey yetkilileri barış istemiyor. Ermenistan'da 4 Rus üssünde 50 bin Rus askeri var. 25 yıl daha burada kalınması için anlaşma imzalandı. İsterlerse bir haftada bunun üç katını bölgeye getirirler. Ermenistan'ın iç politikasını karıştırıyorlar. Eski cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan barış istedi diye gönderildi. Erivan yönetiminin sürekli radikallerden oluşması için suikastlar yapılıyor. Ilımlı hale gelenler gidiyor, barış konusunda uzlaşylımayacak radikal politikacılar getiriliyor. Şimdi Koçaryan gidecek, Zori Badalyan gibi barışı görüşemeyeceğimiz biri yönetime getirilecek. - Azeri ve Ermeni liderler arasındaki görüşmeler tıkandığına , AGİT Minsk Grubu'da devre dışı kaldığına göre barış çok uzakta mı görünüyor ? V. Guluzade : Allah bir, iki değil. Ayrı Azeri ve Ermeni Allahları yok ki, aralarında anlaşsınlar. İki cumhurbaşkanı artık biraraya gelemiyorsa durum çok ciddi demektir. Azerbaycan'a tekrar geri dönmek isteyen Rus ordusu savaş çıkması için provakasyonlar hazırlıyor. Putin cumhurbaşkanı seçildikten sonra sahneye konacak. Önce Çeçenistan'da imha işlemi bitirilecek. Sıra Azerbaycan ve Gürcistan'a gelecek. Bu bölgeden Hazar petrol ve gaz rezervlerinin Moskova'nın inisiyatif olmadan nakledilecek olmasını hazmedemiyorlar. Haydar Aliyev çok güçlü bir politikacı. Ruslar, O var iken kirli işlerini göremiyor. Aliyev'den sonrası için planlarını yapıyor. Kaç defa suikast düzenlendi. Öldüremediler. Sağlık durumunu yakından takip ediyorlar. Aliyev sonrası için sanıldığı gibi eski cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov'u değil, Azerbaycan Güvenlik Teşkilatının eski başkanı Vakıf Hüseynov'a getirmek istiyorlar. Barışın olmayacağı ortaya çıkınca Azeri kamuoyu ayaklanacak. Savaş çıkacak. Ancak bu savaş yine Azerbaycan'ın aleyhine olabilir. Ermeni ordusu bizim ordudan güçsüz: ama savaşan ilk savaşta olduğu gibi Rus ordusu. ilk savaşta 35 bin kişi öldü, 700 kasaba ve köyümüz talan edildi. Burasının yüzölüçümü iki Çeçenistan kadar. Savaşı başlatıp, Gence'yi, Kazak'ı işgal etmek, Rus ordusunu Azerbaycan'a yerleştirmek istiyorlar. Bildiklerim var, bu ciddi bir uyarıdır. Türkiye ile Azerbaycan'ın ilişkileri 1993'deki gibi değil. Artık stratejik ortağız. Askeri alanda dahil her alanda işbirliğimiz var. Ankara, ikinci savaşta ilkinde olduğu gibi davranamaz, lakayt kalamaz. Bu defa tepki göstermeye ve savaşa hazırlıklı olmalı. Çünkü bu savaş başlarsa ne Bakü-Ceyhan kalır nede Hazar geçişli Türkmen gazı projesi. - Türkiye ne yapabilir; NATO gücü bölgeye gelebilir mi ? V. Guluzade: Türkiye, Rusya ile ilişkilerini geliştirmeli ve Kafkasya'daki sorunları ilişkilerinin bir numaralı meselesi yapmalı. Çeçenistan'da gerek Türkiye, gerekse Batı dünyası ve ABD yaşanan insanlık dramına iç sorun diye seyirci kaldı. Ermenistan, Türkiye'ye muhtaç fakir bir ülke. Rusya'nın elinden kendilerini kurtaramıyor, bağımsız karar alamıyorlar. Halbuki barış en çok bu ülkeyi kalkındıracak. Türk iş adamları ülkelerini ihya edecek. Bu koz kullanılmaya devam etmeli, Türk-Ermeni sınırı açılmamalı. Ermenistan'ı barışa yaklaştıran bu unsurdur. Rusya'nın en büyük korkusu bölgeye çok uluslu bir barış gücünün gelmesi. NATO gelsin Abşeron'da üs verelim önerisini yaparken bir kırılmanın artık olması isteğini dile getirdim. Rusya, Bakü'de yönetimine Rus yanlılarını getirerek Batı yanlılarını uzaklaştırıyor. Batı dünyası, enerji rezervlerinin merkezi olan Azerbaycan'ı yalnız bırakamaz. Er geç bölgeye barış gücü gelecek. Rusya, karanlık eylemlere karışarak geleceğini karartıyor. Barış için işbirliği yapsa, bu kendi yararına da olur. Demirel'e ikinci cumhurbaşkanlığı yolunun kapandıktan sonra 5 Nisan 2000'de MHP'liler Azerbaycan'ın eski cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey'i Ankara'ya getirmişti.. İktidardaki MHP, artık Demirelli bölge politikaları istemiyordu. Elçibey, Türkiye'de Demirel dışında üst düzey yetkililerden 7 yıldan sonra yoğun bir ilgi gördü. Elçibey, Kafkaslarda Rusya'nın ülkeleri karıştırmaya devam edeceğini belirterek, yırtıcı düşmanlarına karşı Azerbaycan'ın Türkiye'nin yardımı ile NATO'ya üye olmasını istiyordu. Azerbaycan'ın güvenliğinin NATO çerçevesinde sağlanabileceğini, Kosova barış gücünde görev alan 50 Azeri askeri ile bu sürecin başlattığını söyleyen Elçibey, Ermenistan'la süren ihtilaf nedeniyle NATO'nun üyeliklerine yanıt vermediğini ifade ediyor ve ekliyordu: " Azeri ordusunun Avrupa tipli olması için çaba gösteren Türkiye'nin desteğiyle bu konuda olumlu bir karar alınacak." Karabağ'a barışçı bir çözüm bulunmazsa kaybedilen toprakların savaşarak geri alınması için 210 sivil toplum örgütünün birleşmesiyle Milli Mukavamet Haraketi'ni kurduklarını dile getiren Elçibey, haraketin amacına yönelik bir soruyu, " Kıbrıs'ta da böyle bir haraket olmuştu, tüm dünyada vardır.Düzenli orduya ve iktidara karşı değiliz. Halkın tabanındaki gücünü dış güçlere karşı birleştirmeyi hedefliyoruz. Karabağ gibi önemli bir konuda iktidar-muhalefet konsensusu sağlıyoruz. " diye cevaplandırıyordu. İran'daki 30 milyon Azeri Türkü ile Azerbaycan'ın birleşerek 40 milyonluk bir bölge gücü olması tezini savunan Elçibey, Türkiye ile konfederasyona gidilmesini de önererek, böylece 110 milyon nüfusa sahip bir gücün ortaya çıkacağını ileri sürdü. Bir milyonu aşkın Azeri göçmen yokluk çekerken dünyanın buna sustuğuna dikkat çeken Elçibey, BM'de Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünün korunması ile ilgili karar onaylanırken, Azerbaycan'dan büyük petrol payları koparmış ABD, Fransa ve İngiltere'nin tasarıya çekimser kalmasını sert bir dille eleştirdi. Elçibey, bütün petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiye'den geçmesini desteklediklerini ifade ederken 1993'de devrilmesine yol açan isyan konusundaki bir soruya, " Rusya, İran ve Ermenistan istihbaratı ortak bir planla iktidarımı devirdiler. Kardeş kanı dökülmemesi için Rus oyununu bozarak geri çekildim. Rus askerini ülkemden gönderirken 10 gün sonra devrileceğimi biliyordum. " diye ifşaatda bulundu. Elçibey’in siyasi koordinatörü MHP Sivas Milletvekili Mehmet Ceylandı. Daha sonra MHP ile anlaşamayarak BBP’ye geçmişti. MHP'nin Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey'i Ankara'ya getirmesinin ardından ANAP İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı'nın başkanı olduğu Türk Demokrasi Vakfı'da Azerbaycan Meclis'inde 6 milletvekili ile ikinci büyük parti olan Azerbaycan Demokrat Parti lideri, Azerbaycan eski Adalet Bakanı İlyas İsmailov'u Ankara'ya getirdi. ANAP milletvekili Süleyman Çelebi refekâtında haraket eden İsmailov, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, Devlet Bakanı Edip Safter Gaydalı ve Devlet Bakanı Rüştü KazımYücelen ile biraraya geldi. Elçibey gibi Demirel dışında tüm siyasilerle görüştü. İsmailov'da Karabağ sorununu da gündeme getireceklerini, sorun eğer barışçı yolla çözümlenmezse savaşla kaybedilen toprakların geri alınması için mücadaleye hazır olduklarını ifade ediyor, 11 Mart 1999'da Avrupa Parlamentosunun bir karar kabul ederek " Ermeni toprağı " Karabağ ile Azerbaycan'ın ortak devlet esasına göre anlaşma sağlamasını istemesine karşı çıkıyordu. Azerbaycan'dan petrol payları kopartan ABD,İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde Azerbaycan'ın toprak bütünlüğüne halel getiren bu çözüme ses çıkarmamıştı. Ermeni Dışişleri Bakanı Oskanyan, AP'nin bu kararından cesaret alarak ortak devlet önerisine sıcak bakıyordu. Dünya 21. Yüzyılın eşiğinde bir toprak işgaline daha gözyummuş, BM ve Wilson ilkeleri yine çiğnenmişti. Daha açık konuşabilmesi için Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in direktifi doğrultusunda istifa ettirilmiş eski Başdanışman, Hazar Uluslar arası Araştırmalar Fonu Başkanı Vefa Guluzade, Rus Lider Vladimir Putin'in Rusya Güvenlik Konseyi'nde ortaya koyduğu yeni Kafkas askeri doktrini üzerine yine radikal konuşmaya başlıyordu. Rusya 'nükleer silahı ilk kullanan bizde olabiliriz ' diye açıklama yaparak Batı'nın gözünü korkuturken, ofsayta düşüyordu. NATO'daki Daimi Temsilcimis Onur Öymen bu sırada Bakü'de NATO'nun Bakü ofisinin açılması için girişimde bulunuyordu. Amerikalılar Kafkasya'da taşın altına hemen ellerini koymak niyetinde değildi.Türk askerini kullanmak istiyordu. Türkiye ise temkinli davranıyordu. Türkiye'nin Azeri ordusunu eğitmesinin yeterli olmadığını belirten Guluzade, ' NATO'ya Abşeron'da üs verelim' teklifi geri tepince bu defa Türk Silahlı Kuvvetlerine Azerbaycan'da üs verilmesini önerdi .Azerbaycan ve Gürcistan için tehdit oluşturduğuna dikkat çeken Vefa Guluzade, " Rusya'nın Azerbaycan'a baskıları artacak. Armavir'de 2 bin askerle ortak askeri eğitimde bunun hazırlığı yapıldı. Ermenistan-Rusya ittifakına karşı Azerbaycan-Türkiye askeri ittifakı karşısına çıkmalıdır. Uyanık ve hazır olmalıyız " diyordu. Çeçenistan'daki 41. Rus kolordusunun güçlendirildiğini, ancak Gence ve Yevlak'a yönelik saldırının Ermenistan üzerinden geleceğini ileri süren Guluzade, " Kısa sürede güçlü ordu kurmamız zor. Ermenistan Rusya'dan silah alıyor;Azerbaycan ise küçük ve zayıf bir ülke. Türkiye bu işleri artık üstlenmelidir. Moskova maden Türkiye'yi rakibi görüyor, o halde Türkiye askeri güçlerini ülkemize konuşlandırsın. Aksi halde Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi stratejik projelerin geleceği olmayacak. " şeklinde konuşmuştu. İşgal altındaki toprakların geri alınacağını, ancak bugün Azerbaycan'ın işgal altında olmayan topraklarını korumak zorunda bırakılacağını öne süren Guluzade, " Moskova, Batı'nın baskısından kaygı duymuyor. ABD ve Avrupa devletlerini tepkilerini ortaya koymalılar. Rusya sadece Kafkasya'da değil, Orta Asya ve kaybettiği Baltık ülkelerine de dönüş yapmak istiyor. Buna askeri,ekonomik ve siyasi güçleri yetmez. Bu çıkış Putin'in sonu olacak. Ancak bu yıkıntıların altında kalabiliriz. Bundan korkuyorum. " diye endişelerini dile getiriyordu. Guluzade, Putin'in arka bahce adlandırılan bölgelere " önce iş adamı sonra büyükelçi gider " sözlerine şu şekilde bir yorum getirdi : " Önce askerleri ve generalleri gider; iş adamları hiç gitmez. Generalde vali olur. " Guluzade'nin haklı olduğunu tarih gösteriyordu... ELÇİBEYLE SON RÖPORTAJ Azeri büyükelçi Nevruzoğlu, beni cepten arayıp Aliyev'in GATA'da yatmakta olan Elçibey'e çiçek gönderdiğini, oraya gelip haber yapmamı istediğinde Elçibey'in ölüme yaklaştığını anlamıştım. 20 Ağustos Cuma günü idi. Hemen cepten Elçibey’in korumasını aradım. Elçibey'in Sovyet diplomasisinde düşmanına güle-güle cehenneme demek olan bu jesti Elçibey'in kabul etmediğini öğrendim. Pazar sabahı 22 Ağustos'da Elçibey vefat etti. Halbuki daha beş ay önce çok diri görünüyordu. Mayıs 2000'de Ankara'da onunla uzun uzun dertleşmiştik. Cumhurbaşkanlığı döneminde işgüzar MHP’liler ve Dışişleri nedeniyle Gülen Grubuna çektirdiklerinden ötürü özür dilemişti. 35 ülkede okul açtıran dünyanın her çeşit milletine Türkçe öğreten bir insanı övmek ' Fethullahçılıksa' yaz bende Fethullahçıyım demişti. Keleki'de 4 yıl boyunca Samanyolu Tv'den vaazlarını dinlediği Gülen'in Mevlanavari ufkuna hayran olmuştu. 1992-1993'de kendisini etkileyen çevreleri affetmiyordu. O, herkesi kendi gibi sanıyordu. Safdı, temizdi, politikacı olamıyacak kadar dürüsttü. Ancak Zaman yayın yetkilileri konuşma kaseti elimde dememe ve hala bu kaseti saklamama rağmen Elçibey'in ' Bende Fethullahçıyım' sözlerine inanmamış, Anadolu baskısında yer alan ifadeler şehir baskısından çıkartılmıştı. Elçibey, yaklaşık 2 aydır sağlık nedenleriyle Türkiye’de tedavi altında tutuluyordu. Prostat tümörü nedeniyle önce Ankara Hastanesi’nde tedavi altına alınan Elçibey, hastalığının belirli bir evreye ulaşması ve kemik tutulumu nedeniyle radyoterapi gerektiği için 9 Ağustos Çarşamba günü GATA’ya radyoterapi görmek üzere kaldırılmıştı. Eski Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye "metabolik durumunun çok bozuk ve septik komada, şuuru kapalı olarak" geldiği, Türkiye’de kaldığı sürece durumunun iyiye gittiği, ancak nefes darlığı, akciğer enfeksiyonu, prostat kanseri hastalıklarını birarada taşıdığı belirtilmişti. Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, 1938 yılında Nahçıvan’ın Keleki kasabasında doğdu. Asıl adı, Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Elçibey, 1970’li yıllarda, eski SSCB topraklarına dahil olan Azerbaycan’ın bağımsızlığı için mücadele etmeye başladı. 1976 yılında Sovyetler’e karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı. Ebulfez Elçibey, 1988-1989 yıllarında Azerbaycan halkına bağımsızlık mücadelesi yolunda öncülük ederek, halkından büyük destek gördü. Elçibey, aktif siyasi hayatına 1989 yılında, Azerbaycan Halk Cephesi Partisi’nin (AHCP) başına geçerek başladı. Azerbaycan, SSCB’nin 1990’da dağılmasının ardından 18 Ekim 1991 yılında bağımsızlığını resmen ilan etti. Ayaz Muttalibov’un kısa süren cumhurbaşkanlığının ardından, Ebulfez Elçibey 7 Haziran 1992’de bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı oldu. Elçibey, daha önce "Milli Kahramanlık Ödülü"nü verdiği Suret Hüseyinov’un Haziran 1993’de ayaklanmasından sonra cumhurbaşkanlığı görevini terkederek doğum yeri olan Keleki’ye döndü. Azerbaycan’ın eski Cumhurbaşkanı, 31 Ekim 1997’de Keleki’den Bakü’ye döndü ve AHCP’nin başında aktif siyasi hayatına devam etti. Elçibey, 1998 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine, "demokratik ve adil olmadığı" gerekçesiyle boykot ederek katılmadı. Elçibey, zaman zaman Haydar Aliyev iktidarına karşı verdiği sert demeçlerle kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti. Azerbaycan’da 5 Kasım’da yapılan 2. dönem parlamento seçimlerine katılma kararı alan Elçibey, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin parlamentosuna girebilmek için ilk defa milletvekilliğine adaylığını koydu. Hayatı boyunca, Türk dünyasının birleşmesi ve kardeşliği için mücadele eden Elçibey, bu yönde "Bütün Azerbaycan Yolunda" isimli bir kitap çıkardı. 62 yaşında ölen Ebulfez Elçibey, iki çocuk babasıydı. Ölümünden çok kısa bir süre önce son röportajını ZAMAN'dan bana veren Ebulfez Elçibey, yine dobra dobra konuşmuştu. Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel Başkanı Ebulfez Elçibey son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek, her zamanki açık üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerektiğini söylemişti. Bu tarihi röportajı buraya alıntılıyorum. ( 48) Azerbaycan Halk Cephesi liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı; aynı çizgideki bu partiler neden birleşemiyor? Elçibey: Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı kazandıktan sonra devlet kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin vermezdim. O zaman yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle bakıyor? Aynı çizgide birçok partinin çıkması, bunların birbiri arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de esasen 30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan fazla Komünist parti var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir, Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak. Toplumun tabii akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler çıkarır. İktidarınızın kısa sürmesini nasıl izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken neden arkanızda değildi? Elçibey: Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan'dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya'da Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi. Gence'de hava komando tugayı vardı ki, bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan'dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye'de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, Anadolu'da türlü türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de kurtardık. Gence isyanını bastırmak yerine neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz; Türkiye neden sizi desteklemedi? Elçibey: İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için Keleki'ye gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı, askeri çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim. Keleki'den iki gün önce Ankara'da ağırlandığım yalandır; bir ay sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk, mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya sokalım ki? Türkiye, diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz. Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir; yeterli ifadesinin sınırı yoktur. Azerbaycan halen Rus tehdidi altında bulunuyor. Bakü-Ceyhan projesi bu riski artırıyor. Azerbaycan ile Türkiye arasında nasıl bir ilişki hayal ediyorsunuz? Elçibey: Bir kere Türkiye ile Azerbaycan arasında vize olmasını kabul edemiyorum. Vize kalkmalı. İki tarafta da çıkartılan bürokratik engeller nedeniyle ilişkilerimiz istediğimiz noktada değil. Türkiye ile Azerbaycan konfederasyona gitmeli, birleşmeli. Sınırları kaldırmalıyız. İki ülkenin vatandaşları serbestçe çalışabilmeli. Bakü-Ceyhan hattının yapılmasını Rusya hazmedemiyor. Azerbaycan'ın petrolü var, dışarı satamıyor. Biz kardeş Türkiye ile petrolümüzü paylaşmak isteriz. Türkiye ve Azerbaycan arasında askeri işbirliği Rusya ile Ermenistan arasında olan seviyeye çıkartılmalı. Saldırmazlık anlaşması, Rusya'nın Azerbaycan'a müdahale imkanlarını ortadan kaldırır. TSK ve NATO Azerbaycan'da askeri üslerini kurmalı. Azerbaycan NATO üyesi olmalı. Azeri ordusu en modern silahlarla donatılmalı. İki ülkenin halkı birdir, aynı duygu ve düşüncelere sahiptir. Türkiye'yi vatanım kabul ediyorum. Ben Atatürk'ün askeriyim. Karabağ sorununa nasıl çözüm bulunabilir? Elçibey: Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT, yıllardır diplomatik oyunlarla bizi oyalıyor. Kadim toprağımız Karabağ'ın masada satılmasına gözyummayız. Bunun için 239 teşkilatı birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı halkımızı psikolojik olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır, siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci Ermeni devleti kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası. Dünyada bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ'da ancak kültürel özerklik verilebilir. Son dönemlerde İran'daki Azeri Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız? İran, 21. yüzyılda nasıl bir değişim geçirecek? Elçibey: Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan 40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne BM'de ne de İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir. Asimilasyon politikalarına rağmen İran'daki Türkler, Türklük şuurunu yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4 milyon Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel özerklikten yana. Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl çöktüyse insan fıtratı ile uyuşmayan bu baskı rejimi de son bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil yumuşatmak, liberalleştirmek istiyor. İranlılar da demokratik dünyanın dışında kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği dağılacak dediğimde bana deli gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını elde edecekler diyorum. Elçibeyle röportajımız aslında 5 saat süren bir dertleşmeydi. Elçibeyi kullanmak isteyen milliyetçi MİTçiler ölene kadar onun peşini bırakmadı. Elçibey’i bizim darbecilerin şerrinden kurtarmak için tüm nüfuzumu kullanmaya çalıştım. Elçibey, ilk defa röportaj yaptığımız 1998 baharında, ‘ cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 10 alamayacaksınız’ dememe kızmış, bana ‘ Sen de mi Aliyevcisin?’ diyerek heyecanla ayağa fırlamıştı. Tam kapıyı gösterecekti ki, bir manevra yaptım. Çocuk gibi masum bir insandı. Ona, ‘sizin Azerbaycan’a yaptığınız bir hizmet var ki, asla unutulmayacak’ demiş ve yatıştırmıştım. Merakla, ‘ O nedir?’ diye sormuştu. SSCB dağıldıktan sonra Rus ordusunu ülkesinden tamamen çıkartmayı başarmış tek lider Elçibeydi. Yıkılmak bahasına bunu yapmıştı. Bu nedenle o bir kahramandı. ABD'deki bir milyonluk Ermeni lobisi bir yandan sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısını her yıl Amerikan Kongresi'nin gündemine getirmeye çalışırken bir yandanda Türk işadamlarına, 'Gelin beraber iş yapalım. Tekstil kotasını bizimle aşın' teklifi yapıyordu. Türk- Ermeni ilişkilerin düzelmesi için ABD'de en büyük çabalardan birini Metro Golden Mayer (MGM) film şirketinin sahibi Kirk Kerkorian gösteriyordu. Kükreyen Aslan logosu ile tanınan şirket dünyanın en büyük prodüksiyon firmaları arasında bulunuyordu. Türk-Amerikan İş Konseyi üyesi ve Türk-Ermeni İş Geliştirme Komitesi Başkanı Kaan Soyak'te arabuluculuk yapan önemli bir isimdi. Ermeniler Türk iş adamlarına şu ilginç önerileri sunuyordu : " Ermenistan'da tekstil üretimi yapıp üretilen malları ABD tekstil kotalarının birlikte doldurmak amacıyla Ermenistan üzerinden satalım. Ermenistan'da elektrik üretimi fazlası bulunuyor. Türkiye ile Ermenistan arasında bulunan direk hat aracılığıyla Türkiye'ye anında elektrik verelim, Ermenistan'da bulunan elektrik santrallerinden birini veya bir kaçını Türkiye'ye kiralayalım. Türkiye'nin Türki Cumhuriyetler ile yaptığı ticaretten doğan alacaklarına karşılık elektrik enerjisi verelim ve bu alacakları biz tahsil edelim. Ermenistan'da var olan elektronik teknolojisini kullanıp ortak elektronik cihazlar üretelim. Bu cihazları Bağımsız Devletler Topluluğu pazarına satalım. Ermenistan'da kurulu bulunan dev çimento fabrikalarını ortak işletelim. Türkiye'nin Doğusunda çimento ihtiyacını karşılayalım. Ermenistan'da atıl halde bulunan dev doğalgaz ve petrol depolarını birlikte tamir edelim. Türkiye Rusya'dan aldığı doğagazın bir kısmını burada depolasın. Ermenilerin Hıristiyanlığı kabulünün 1700'üncü yılı olan 2001 yılında inanç turizmi çerçevesinde 100 bin Ermeniyi Türkiye'ye getirelim. " Türkiye'deki Ermeni lobisi yoğun baskısını sürdürken Türkiye'nin Kafkaslar ve Türkistan yolundaki kaderide Ermeniler yüzünden çıkmaza girmeye devam ediyordu. Ermenistan'ı kalkındırmaktan aciz olan, savaş ve ekonominin çöküşü sonucu bu ülkeden 900 bin kişinin göç etmesini engelleyemeyen, ülkenin neredeyse tamamını yaptıkları insani yardımlarla yaşatan Ermeni lobisi, Ermenilerin hayatlarını idame ettirmenin Türkiye sayesinde olacağını biliyordu. Bu gerçeği iyi analize eden, Ermenileri maşa gibi kullanarak iradelerini ipoteği altına alan Rusya ise, Türklerin Azerbaycan ve Orta Asya ile ' karasal ve enerjik' bağlarını kopartıyordu. Ermeniler Türkiye'ye muhtaçtı; ama Türkiye'nin stratejik hedeflerinin gerçekleşmesi Ermenilerin barışa ikna edilmesine endekslenmişti. Rusya'daki Komünistler ise Ermeni Komünistlerle birleşerek ülkelerini Rusya-Beyaz Rusya ittifakına bağlamaya çalışıyordu. Rus Duması Başkanı Gennady Selezniyov, Erivan ziyaretinde açıkça ' Karabağ 1828 Türkmençay anlaşmasına göre Rusya toprağıdır ' ifadelerini kullanmış, Ermenistan'la birleşme düzeyinde ittifak yapmaları ile sorunun kökten çözümleneceğini savunmuştu. Ermenistan gerçektende Rusya ile ABD arasında gelip gidiyordu. 20. yüzyılı damgasını vuran, 21. yüzyılın fikri ve manevi yapısını şekilllendiren İslam Mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursi, henüz 1915'de acı ama gerçek olan tesbitini yapmıştı. Milis Albay olarak Ermeni Çetecilere karşı savaşan Nursi, cephede yazdığı Münazarat adlı eserinde, " Türklerin istikbali Ermenilerin elinde. Onlar ile iyi geçinmelerine bağlı. Ermenilerin kaderide Türklere bağlı. " diyordu. Hiç bir veciz söz yaşadığımız coğrafyada olan bitenleri bundan iyi ifade edemezdi. Azerbaycan'ın yüzde 20'sini işgal eden ve bir milyonu aşkın insanı göçmen durumuna düşüren Ermeniler, Nahçıvan üzerinde de hak iddia etmeye başladı. Nahçıvan doğumlu Ermeniler Erivan'da Nahçıvan Birliği kurarken, birliğin kurucularından Prof. Dr. Lenser Agalovyan, sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçimlerde aday olduğunu açıkladı. Karabağ harekatı ile ırkçı, Taşnaksutyun Partisi gölgesinde Ermenistan Cumhurbaşkanlığı'na yürüyen Koçaryan'dan sonra iki yıldır boş duran makamı isteyen Agalovyan, Nahçıvan'ın da Ermenilere ait olduğunu, bu ideallerini er geç hayata geçireceklerini iddia etti. Prof. Dr. Rafael Ambarsumyan başkanlığında kurulan Nahçıvan Birliği'nin kurucuları arasında, Rafael Kazaryan, Lendrun Huraudyan, Gravcik Simonyan'ın yanısıra Ermenistan Güzel Sanatlar Akedemisi Başkanı Yuri Hocamiryan ile oyuncu Sos Sarkisyan'ın da bulunması dikkat çekiyordu. Prof. Dr. Zori Badalyan, Nahçıvan'ı Kurtarma Harekatı kurmuş ve Erivan'da Nahçıvan’a karşı askeri operasyon düzenlenmesi için mitingler organize etmişti. Azerbaycan’daki seçimlerden yaklaşık 1 ay sonra Kasım 2003'de Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov Erivan’a gitti ve Ermenistan ile askeri işbirliğini daha da geliştirmeyi düşündüklerini söyledi. İvanov, bu kapsamda Ermenistan’da konuşlandırılan 102. Rus askeri üssünün yeni silahlarla donatılacağını ve Ermeni-Rus ortak birliklerin oluşturulacağını bildirdi. Bu açıklamalara tepki gösteren Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı Rusya’ya nota verdi. Bakü, bölgedeki askeri dengelerin değiştirilmesine ve durumun daha da gerginleşmesine hizmet edecek açıklamalardan endişe duyduğunu Moskova’ya iletti. Ayrıca, Rusya’nın Yukarı Karabağ için arabuluculuk yapan AGİT Minsk Grubu’nda eşbaşkanlık yapan ülke olarak, taraflar konusunda dengeli politika uygulaması gerektiği vurgulandı. Bu gerginlikten sonra iki ülke arasında yeniden karşılıklı yakınlaşmayı hedefleyen adımlar atılıyordu. 24 Kasım 2003’de Azerbaycan Dışişleri Bakanı Vilayet Guliyev Moskova’ya gitti. Guliyev’in Rus meslektaşı İgor İvanov ile görüşmelerinin ana gündem maddesi Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Putin’in daha seçimlerden önce ettiği davet üzerine Moskova’ya yapacağı resmi ziyaretin gündeminin hazırlanmasıydı. Merkezi Erivan’da bulunan Mediamax’ın haberine göre, iki cumhurbaşkanının görüşmesi, Ermeni işgali altındaki Yukarı Karabağ sorununun çözümünde arabuluculuk üstlenen AGİT Minsk Grubu eşbaşkanlarının 2003 sonunda 5–8 Aralık’taki bölge ziyareti sırasında varılan anlaşma gereği yapılıyordu. İlham Aliyev, 15 Ekim 2003’deki başkanlık seçimlerden sonra ilk defa cumhurbaşkanı olarak Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan ile ilk kez 2003'ünün son günlerinde bir araya geldi. Bu arada, Cenevre’de düzenlenen ‘Bilgi Toplumu’ dünya zirvesinde bir konuşma yapan Aliyev, uluslararası toplumun nüfuzunu kullanarak Azerbaycan topraklarındaki Ermeni işgaline son vermesi gerektiğini söylemişti. Azertac’ın haberine göre Aliyev, halen devam eden işgalin, BM’nin 4 kararında, AGİT Minsk Grubu açıklamalarında ve Avrupa Konseyi’nin resmi belgelerinde de belirtildiğini hatırlatarak, Azeri-Ermeni sorununun tam bir bölgesel işbirliği yapılmasına engel olduğunu kaydetti. Aliyev, Cenevre’de ayrıca Kırgızistan lideri Akayev, Makedonya lideri Traykovski ve Bangladeş Başbakanı Halide Ziya Rahman ile de görüşmüştü. İlham Aliyev’e destek konusunda seçimlerden önceki tavrını başta Devlet Başkanı Vladimir Putin olmak üzere Rus yetkililerin açıklamaları ile net bir şekilde ortaya koyan Moskova ile bu destekten memnun kalan Bakü arasında ilişkilerin bütün alanlarını kapsayan yoğun bir diplomasi trafiği yaşanıyordu. Ancak çeşitli ziyaretler ve anlaşmalarla zengin olan bu trafiğin başında bir protesto notası vardı. Bakanların görüşmesinde Yukarı Karabağ sorununa çözüm bulunması sürecinin hızlandırılması için Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı ve AGİT Minsk Grubu’daki Rus eşbaşkan Vyaçeslav Trubnikov’un Bakü’ye gelmesi kararlaştırıldı. Bunun ertesi günü daha Guliyev Bakü’ye dönmeden Azerbaycan’a gelen Trubnimov Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile görüşmede iki ülke arasındaki ilişkilerin “örnek niteliğinde” olduğunu söyledi. Aynı saatlerde Moskova’da Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın dini liderlerinin son 20 yılda ilk toplantısı yapıldı, Kafkasya müslümanları Din Kurumu Başkanı Şeyh ul-İslam Allahşükür Paşazade, Ermeni, Gürcü ve Rus meslektaşları ile birlikte Vladimir Putin ile bir araya geldi. 26 Kasım’da Putin İlham Aliyev’i arayarak, resmi açıklamalara göre, Gürcistan’daki gelişmeleri ele aldı. 27 Kasım’da Rusya Başbakan Yardımcısı Viktor Hristenko Bakü’ye geldi ve Azeri yetkilileri ile ekonomik işbirliği konularını görüştü. Bu sırada ABD’nin Avrupa’daki Kuvvetleri Komutan yardımcısı Charls Wald’ın iki hafta önceki ziyaretinin ardından Washington’un yurtdışındaki askeri üsslerinin konumunu gözden geçirerek çevik kuvvet haline getirmesi konsepti için 25 Kasım’da müttefiklerle başlayan istişareler çerçevesinde Rumsfeld’in Bakü’ye gelmesi ile birlikte ABD’nin Azerbaycan’da askeri üs kurmasa bile, bir şekilde güç bulundurması konusu yeniden gündeme geldi. Zamanlama açısından uygun bir fırsat yakalanmıştı: Seçimler yapılmış ve Washington İlham Aliyev’in yönetime gelmesine destek vermişti. Diğer taraftan, petrole milyarlarca dolar yatırım yapılmış, döşenmekte olan boru hatları ile petrol akacak, bölgede terör esiyor, petrol ve doğal gaz projelerinin güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. ABD Savunma Bakanı’nın Azerbaycan, Afganistan, Irak ve Gürcistan’ı kapsayan ziyaretinin güzergahı belki de bir anlamda Bakü’yü üs olarak kullanmasının sembolik bir işaretiydi. Brüksel’den sonra ilk olarak Azerbaycan’a gelen Rumsfeld, temaslarının ardından burada geceleyerek Kabil’e gitti, gecelemek için akşam saatlerinde yine Bakü’ye döndü ve ertesi gün güzergahına devam etti. Bakü’de Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Savunma Bakanı Sefer Abiyev ile bir araya gelen Rumsfeld, görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, Azerbaycan ile NATO’nun Barış için Ortaklık Programı çerçevesindeki işbirliği, Washinton’un, Azerbaycan’a Hazar’daki sınırlarının korunmasına yardım etmesi konusunda işbirliği imkanlarını değerlendirdiklerini söyledi. Rumsfeld, bununla, iki ülkenin deniz kuvvetlerinin bölgedeki petrol ve doğal gaz yatakları ile boru hatlarının olası terör girişimlerinden korunması alanındaki işbirliğini kastettiklerini vurguladı. ABD’li bakan, ülkesinin Azerbaycan’da askeri üs bulundurması olasılığı ile ilgili sorulara net yanıt vermekten kaçınsa da, gözlemciler, Washington’un askeri üsleri çevik kuvvete dönüştürmesi planlarında Azerbaycan’ın da yer alması konusunun görüşmelerde ele alındığı kanaatindeydi. Irak’daki Azeri askerlerin sayısının 150’den 400’e çıkarılması ve Yukarı Karabağ sorununun çözümü konuları ele alındı. Rumsfeld’in ziyaretinin ardından Rusya’nın Bakü Büyükelçisi Nikolay Ryabov apar topar bir basın toplantısı yaparak, diplomatik çerçeveleri aşan son derece sert açıklamalarda bulundu. Gözlemciler tarafından tek kelime ile “isyan” olarak nitelendirilen açıklamaların havasını olduğu gibi yansıtmak için nota not veriyorum: “Azerbaycan yönetimi ülkede ABD’nin askeri üssünün konuşlandırılmasını düşünmüyor. Parlamento ve devlet kuruluşlarındaki bazı sorumsuz insanlar burada ABD veya başka yabancı ülkeye ait askeri üs kurulursa Azerbaycan’ın mutluluk kazanacağını düşünüyorlar. Açık söylüyorum: bu yol Azerbaycan’a zarar verir. Hiçbir yabancı üs Yukarı Karabağ sorununu çözemez, tam tersi, çözümü ciddi biçimde uzatır. Bunun dışında yabancı üssün kurulması Azerbaycan’ın başta İran ve Rusya olmak üzere komşuları ile ilişkilerini olumlu yönde etkilemez, daha çok ilişkilerin zedelenmesine hizmet eder. Boru hatlarının yabancı birlikler tarafından korunmasına gerek yok, Haydar Aliyev, kendi imkanlarının yeterli olduğunu söylemişti. Amerika Hazar’da yoktu ve olmayacak. Biz buna imkan vermeyiz, ne işleri var burada Rus Büyükelçi Bakü’de içini dökerken, Rumsfeld Rusya’yı kızdırmak için Bakü’de başladığı çalışmaları Tiflis’te sürdürüyordu. Rumsfeld, Rusya’nın AGİT İstanbul Zirvesi kararladı doğrultusunda Gürcistan’daki birliklerini çekmesi gerektiğini hatırlatı. Açıklamalar savaşı, gerginliği tırmandırırken, Rus istihbaratının Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına yönelik sabotaj hazırlıklarına girdiği yolundaki iddialar, Gürcü ve dünya basına sızdı. The Guardian gazetesinin Gürcü özel istihbarat servisi yetkilisine dayandırılarak yayınladığı haberde, Çeçenlerden oluşacağı tahmin edilen sabotaj grubu için Rusya Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesi tarafından para ayrıldığı öne sürülüyordü. Azerbaycan-Rusya Karma Ekonomik Komisyonu’nun 28 Kasım’da Bakü’de yapılan toplantısının ardından taraflar arasında 3 anlaşma imzalandı. Bunlardan biri Rusya tarafından kiralanarak çalıştırılan Azerbaycan’daki Gebele Radar Üssü’nün daha önceki kullanımı için biriken 31 milyon dolarlık borcun bir bölümünün ödenmesine ilişkindi. İkinci anlaşmaya göre ise Azerbaycan ile Rusya uzay araştırmaları konusunda işbirliği yapacaklardı. Rus Başbakan Yardımcısı bir de Azeri petrollerinin Bakü-Novorossisk petrol boru hattı ile taşınması için ticari koşulları Azerbaycan’ın çıkarlarına pek uymayan bir anlaşma tasarısını da yetkililere sundu. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi Başkanı Natık Aliyev, tasarının incelenmeye alındığını bildirdi. Parlamento seçimleri ve Eduard Şevardnadze’nin istifasının ardından Gürcistan da doğal olarak gerek Rusya, gerekse de ABD’nin gündeminde ön plandaydı. Her iki ülke Azerbaycan’da yürütülen politikanın değişmemesine sessiz kaldıkları gibi Gürcistan’da da yönetimin değişmesi konusunda ortak tavır sergilediler. Eduard Şevardnadze ile bir türlü anlaşamayan Moskova, Ocak ayında seçimleri kazanan Saakaşvili yönetimi döneminde de Tiflis’i kontrol altına almak için baskı politikasından vazgeçmiyordu. Tiflis’te seçim hazırlıkları yapılırken, Moskova’da Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov Gürcistan’a bağlı Abaza, Güney Osetya ve Acaristan özerk bölgelerinin liderleri ile bir araya gelmişti. Bölgedeki yoğun diplomasi trafiğinde dikkat çeken başka bir önemli görüşme de vardı. Gürcistan’daki gelişmelerin hemen ardından Bakü’deki BP yetkilileri Tiflis’e giderek, Bakü-Tiflis-Ceyhan projesini sağlama almak için yeni yönetim ile temaslarda bulundular. ABD ile Rusya’nın rekabetinin güçlendiği Güney Kafkasya’nın önümüzdeki dönemde ilginç gelişmelere sahne olacağı benziyordu. Bu devrede Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yeterince ezilen Azeri muhalefetinin toparlanması zaman alacaktı. Bu nedenle, olağanüstü bir gelişmenin meydana gelmemesi halinde, ülke içinde yönetim uğrunda mücadele bir süre gündeme gelemezdi. Ancak dış politikada 2005 yılı önemli gelişmelere sahne olacaktı. Azerbaycan’ın son on yılına damgasını vuran ve birbirine sık bağlı olan Karabağ, yabancı askeri üs ve petrol konusunda ciddi gelişmeler yaşanacaktı. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı projesi 2004 sonunda önemli ölçüde tamamlanmış olacak, Azerbaycan’ın yabancı petrol konsorsiyumu ile Hazar’daki “Azeri”, “Çırak” ve “Güneşli” yataklarının işletilmesini öngören Mega Proje kapsamında petrol üretiminin artırılmasına karar verilecekti. Petrol 2005 Temmuzunda akıtılacaktı. Petrol alanındaki çalışmaların hız kazanması, bu sektöre önemli yatırımlar yapan ABD’yi sermayesinin güvenliği için daha ciddi adımlara zorluyordu. Washington, 2004’te Azerbaycan’a asker sokmaya karar vermiş gibi görünüyordu. Rumsfeld, 2 defa daha Bakü’ye gelerek askeri işbirliğini pekiştirdi. Bu da tabiyatıyla Rusya’nın ciddi tepkisine neden oluyordu. Hala Kafkaslara “Arka bahçesi” gözüyle bakan Moskova İlham Aliyev’e özel referanslar gönderiyordu. Başkan Vladimir Putin merhum Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in cenaze törenine katılmak için Bakü’ye geldi ve İlham Aliyev ile yaklaşık yarım saat baş başa görüştü. 24 Aralık’ta ise Putin, yas nedeni ile yaş gününü kutlamayan İlham Aliyev’i telefonla arayarak kutladı. Görüşmede Azerbaycan’ın yeni Cumhurbaşkanının Şubat ayında Moskova’ya planlanan ilk resmi ziyareti ile ilgili konular ele alındı. İlham Aliyev, BDT toplantılarına katılmayarak Moskova’ya hangi cenahta yer alacağını göstermişti. Ukrayna ve Gürcistan’da aynı yolu izledi. Bu arada, Azerbaycan basınında Yukarı Karabağ sorununun çözülmesi için 2005 yılında etkili adımlar atılacağı yönünde yazılar yoğunlaşıyordu. Tahminlerin ana maddesi, Bakü’nün ABD üssünden vazgeçmesi halinde Ermenilerin işgali altındaki 3-4 bölgenin geri verilmesi senaryosu vardı. Anlaşılan şu ki, Azerbaycan, üs kozunu Yukarı Karabağ için kullanmaya çalışacaktı. Bunun için “kelime oyunu” yapılarak, Moskova ve Washington’un tavırları yoklanıyordu. Azerbaycan hariciye yetkilileri, ABD’ye asker için “yok” demiyor, ancak Rusya’nın gönlünü almak için de “Ülkeye yabancı askeri üs sokmayız” diyorlardı. Tabii ki adı üs olmayacak ama ABD askerlerinin “Mobil güç” veya mesela “Boru Hattı Muhafaza Görevlileri” gibi bir sıfatla Azerbaycan’da konuşlanmalarını Rusya da kolay kolay hazmedeceğe benzemiyordu. ABD asla Azerbaycan üssünden vazgeçmeyecek ve Erivan’da istediği hükümeti getirecekti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 Nisanında soykırım iddialarını ortak komisyonla ve tarihçilere bırakarak halletme tezi ve mektup teatileri yine Koçaryan yönetiminin anlaşılmaz uzlaşmaz tutumu nedeniyle başarıya ulaşamadı. Koçaryan, Avrupalılardan soykırım iddiaları konusunda Türkiye’yi AB sürecinde sıkıştırmalarını talep ederek barışı imkansız kıldı. Oysa Karabag’a insan iskan edemediği için kullanamayan ve işgal ettikleri toprakları iade etmek zorunda bulunan Erivan yönetimin tek şansı Ankara ile barışmaktı. Türkiye, Mayıs 2005’de sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden ülkelere ‘misilleme’ yapmaya hazırlanıyordu. Parlamentolarından soykırım kararı çıkaran 15 ülkeyi masaya yatıracaklarını söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan, “Bunların arasında soykırım yapanlar var. Biz de bunlarla ilgili olarak Meclis’ten karar çıkaracağız. Biz bu adımı atacağız. Niye? Çünkü Türkiye tarihinde soykırım yapma gibi bir zilletin içerisine düşmemiştir. Bunu kabul etmemiz de mümkün değildir.” dedi. Ermeni soykırımı iddialarını, ‘belge ve bilgiye dayalı olmayan, basit lobi faaliyetleri’ olarak nitelendiren Erdoğan, 17 Mayıs’taki Varşova’daki Avrupa Konseyi Zirvesi’nde yaptığı temaslar hakkında milletvekillerine bilgi verdi. Türkiye’nin tezlerini ve önemini 46 ülkeye anlatma imkanı bulduklarını ifade eden Erdoğan, sözde soykırım konusunu da gündeme getirdiklerini belirtti. Türkiye’nin Ermenistan’ı tanıdığını; ancak diplomatik münasebet kurmadığını hatırlatan Başbakan, iktidar olduktan sonra İstanbul-Erivan uçak seferlerini başlattıklarını, bir adım daha atarak Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi’nin restorasyonuna onay verdiklerini; ancak sınır kapılarının kapalı olduğunu vurguladı. Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın kendisinin olmadığı oturumda sözde soykırımı gündeme getirdiğini, ertesi günkü konuşmasında buna cevap verdiğini anlatan Erdoğan, ‘arşivleri açalım, uzmanlar çalışsın’ önerisini Varşova’da da tekrarladığını kaydetti. Koçaryan’ın bu öneriye olumlu cevap vermediğine dikkat çeken Başbakan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Göç esnasında insanlar ölmüş olabilir. Doğru. Ama göçe acaba niye zorlandı bu toplum? Belgeler size açık bir şey söylüyor. 3 cephede savaşan Osmanlı var, içeride ise şunun veya bunun tetiklemesi, gaz vermesiyle isyana başlayan bir Ermeni halkı var. Tabii, bunlara yönelik olarak içerideki gücünü toparlamak için ister istemez yönetim de böyle bir tehciri teşvik etmiştir. Bunu teşvik ederken bile tehcire zorladığı insanın yol masrafına destek vermiştir. Kendilerinin korunmasına yönelik olarak genelgeler yayımlamıştır. Yollarda, vurgunlar olmuş olabilir. Ama devletin böyle bir soykırım olsun, bundan kaynaklansın dediği şey bizim tarihimizde olmamış, olmaz da.’’ Washington, Ermenilerle Ankara’nın ilişkilerini düzelmesini istiyordu. Erivan’da ABD’nin yurtdışındaki en büyük büyükelçiliği inşa edilirken, George Soros’un vakıfları insani yardımlar adı altında Ermeni halkını örgütlemeye başlamıştı. Ermenistan’da Koçaryan yönetimi yıkılmadan bu ülkenin Rusya bağımlılığından kurtarılması, Karabağ’da barışın sağlanarak Ermeni sınır kapısının açılması mümkün gözükmüyordu. Darbe ben geliyorum diyordu. Koçaryan hükümeti er-geç gidiciydi. 5. BÖLÜM PETROL KURBANI ÇEÇENLER Çeçenistan, Kafkasya bölgesinden bir cüz. Kafkasya bölgesi; Hazar Denizi ile Karadeniz arasındaki bölge. Kafkasya bölgesi, Güney Kafkasya ve Kuzey Kafkasya diye iki bölgeden oluşur. Güney Kafkasya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan’dan oluşuyor. Bu ülkeler 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri Rusya’dan ayrılmış durumdalar. Kuzey Kafkasya ise Çeçenistan, Dağıstan, Kuzey Osetya, Inguşetya, Çerkezya’dan oluşuyor. Rusya bu ülkeleri Moskova’daki otoriteye boyun büken Rusya Federasyonu’ndan bir cüz sayıyordu. Kuzey Kafkasya’nın Rus toprağı olduğu iddiası doğru muydu? Yoksa Rusya oraları işgal edip halkını despotça boyun büktürüp bu otoritesini halen şiddet, sürgün etmek ve silah zoruyla mı sürdürmekteydi? Kafkasya beldelerine İslâm’ın öncü güçleri Halife Ömer b. Hattab (ra) zamanının sonunda ulaştılar. Zira Ömer (ra), orayı fethetmesi için ordu göndermişti. Halife Osman b. Affan (ra) zamanında da oranın büyük bir kesimi İslâm ülkesinin bir parçası haline geldi. Emevi Hilâfeti zamanında Kafkasya’nın tamamı, Mesleme b. Abdülmelik’in fetihleri sayesinde İslâm beldelerinden bir parça oldu. Abbasi Hilâfeti zamanında öylece devam etti. Bu beldelerin halkları İslâm’a girdiler ve insanları İslâm davetini taşımaya başladılar. Abbasi Hilâfeti zamanında Kafkasya Moğol saldırılarına maruz kaldı. Moğollar orayı işgal ederek yakıp yıkmaya başladılar. Fakat onların beklemedikleri bir şey oldu: Kafkasya müslümanları, işgalci Moğol ordusuna İslâm davetini taşımaya başladılar. Moğollar, miladi 1256 senesinde İslâm’a girip İslâm hadaretinin hamileri/koruyucuları oldular. İslâm’ın otoritesi Rusya’ya, Sibirya’ya ve hatta Moskova’ya kadar ulaştı. Şüphesiz şu müthiş bir olaydır: Bir ordu, bazı ülkeleri yakıp yıkmak ve hakim olmak için işgal ediyor. Ancak İslâm dini, o ordunun askerlerinin akıllarını ve kalplerini fethediyor. Böylece saldıran ile saldırıya maruz kalan arasında sevgi, dostluk ve yakınlık oluştu. Saldırganlar, saldırdıkları müslüman halklara tabi olan öğrenciler oldular. Çünkü İslâm Dini, fıtrat dinidir, müslümanlar da daveti; sömürmek ve menfaat elde etmek için değil de Allah’a itaat ederek ve insanların hidayete ermesine hırs göstererek taşıyorlar. İster fetheden mücahid olsunlar ya da saldırıya maruz kalıp mağlup olsunlar isterse gezgin tüccar olsunlar müslümanların konumu işte böyledir. 1578’de Kafkasya’ya Osmanlı Hilâfeti hakim oldu. Azerbaycan bir müddet Osmanlı Hilâfeti’nin nüfuzundan çıkıp İran’daki Safevi Devleti’nin nüfuzuna geçti. 1722’de Rus Çarı Büyük Peder Kafkasya’ya saldırdı ve bir kısmını işgal etti. O dönemde Osmanlı Hilâfeti, Orta Avrupa’daki savaşları ile meşgul olduğu için Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı korumaktan aciz kaldı. Fakat Kafkasya halkları tekrar kendilerine gelip Rus işgaline direnmeye başladılar ve Safevi Devleti’nin yardımı ile Rusları 1735 yılında kovabildiler. Fakat Rus Çarları tekrar Kafkas topraklarından geniş bir bölgeyi işgal ettiler. Ancak bölge halkı daima Rus işgalini reddediyor ve silahla karşı koyup direniyorlardı. Nitekim Çeçen asıllı İmam Mansur, Ruslara karşı 1785-1794 arasında çok şiddetli bir savaşa komutanlık yapmıştı. Bu savaşa “Mukaddes Cihad Savaşı” diyorlardı. Daha sonra İmam Gazi Mevlayi Muhammed, 1824’den 1832 senesine kadar Rus işgalcilere karşı başlatılan bir savaşa komutanlık yaptı. Daha sonra Şeyh Şamil, Ruslara karşı 1832’den 1859 senesine kadar kesintisiz bir savaşın komutanlığını yaptı. Şeyh Şamil’in tutuklanıp sürgün edilmesinden sonra direniş Çeçen Omadoyef liderliğinde “Tabi Edayef” hareketi ve “Zelmayev” hareketi ve Çeçen lider “Ali Bik Hacı” hareketi ile devam etti. Ruslar, Ali Bik Hacı hareketini ortadan kaldırdılar ve 1878 senesinde Grozni’de kendisini idam ettiler. 1944’de Stalin, Almanlara yardım ettileri ve Rusya’ya bağlılıklarını sürdürmedikleri bahanesi ile Çeçenistan halkı ve çevresindeki halkı yakıp yıkma ve katliam yaparak Sibirya’ya, Kazakistan’a ve diğer yerlere zorunlu göç ettirdi. Nitekim onlar, 1957’de Kuriçof ülkelerine dönmelerini kabul edesiye kadar göçmen ve mülteci durumunda kaldılar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da ona bağlı bir çok devlet bağımsız oldular. Çeçenler Rusya’ya bağlılıktan kurtulmak için altın fırsat buldular ve Cevhar Dudayev liderliğinde 01/11/1991’da Rusya’dan bağımsızlığını ilan ettiler. Onların bu bağımsızlığını dünyada hiçbir devlet tanımadı. Rusya ile Çeçenistan arasında ihtilaf ve çekişme, Rusya’nın bu bağımsızlığı ortadan kaldırmak için Çeçenistan’a savaş açmasına kadar devam etti. Bu savaş, 11/12/1994’den 21/08/1996’ya kadar 21 ay sürdü. Rus ordusu bu savaşta bir çok can, mal ve teçhizat kaybıyla hüsrana uğradı. Çeçenler, dünya halklarını hayrete düşüren göz kamaştırıcı zaferler elde ettiler. Rusya 31/08/1996’da, Rusya-Çeçenistan anlaşmasını imzalamaya mecbur kaldı. Bu anlaşmayı Rusya’dan General Alksandar Lebed imzaladı. Daha sonra ise 12/05/1997’de barış anlaşmasını imzalamaya mecbur kaldı. Bu anlaşmayı, Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin ve Çeçenistan devlet başkanı Aslan Mashadov imzaladı. Anlaşma metninde şu maddeler vardı: Rusya ve Çeçenistan arasındaki ilişkiler devletlerarası kanuna göre olacaktı. İki taraf arasında herhangi bir ihtilaf ve çekişmenin çözümü için silah kullanmak ve silah kullanma tehdidinde bulunmak serbest olmayacaktı. Anlaşma metninde Çeçenistan’ın Rusya’dan bir cüz olarak kalması ve bağımsızlığı geçmedi. Fakat anlaşma, 31/08/1996 sözleşmesini tanımaktaydı. Bu sözleşmede 31/12/2001 yılında Çeçenistan’da halkın geleceğini belirlemek için referandum yapılması maddesi vardı. Çeçenistan fiilen bağımsız bir devletmiş gibi hareket etmeye başladı. Dünya da onunla sanki fiilen bağımsız bir devlet gibi muamele etmeye başladı. Lebed ve Rusya’nın liderlerinden diğerleri hakkında şu haber nakledildi: Bunlar Çeçenistan’la anlaşma maddelerini onaylamadan önce Rus kuvvetleri çekildikten sonra Afganistan’da olduğu gibi Çeçenistan’da bir iç savaş çıkarmayı planlamışlardı. Anlaşma imzalandıktan sonra Ruslar planlarını uygulamaya başladılar. Bu planlarını uygulamaya bir kaç cepheden başladılar. - Tasavvuf eğilimli olan ve (selefi) eğilimli olan müslümanlar arasında karmaşa, fitne ve komplolar çıkartma cephesi, - Büyük devletleri özellikle Amerika’yı devre dışı bırakma cephesi, - Çeçen halkını teröristler ve uluslararası terörle bağlantılı gösterme cephesi. Tasavvuf eğiliminde olanlarla (selefiler) arasında fitne, düşmanlık çıkarma cephesinde; Selefilere mal elde etmelerinde, silah elde etmelerinde otoriteyi ele geçirmeye göz diken kuvvet oluşturmaları bakımından hazırlık yapmaları hususlarında kolaylık sağladılar. Diğer taraftan o ülkedeki halkın büyük çoğunluğunu oluşturan tasavvuf eğiliminde olanlara otorite teslim edildi. Böylece Çeçenistan neredeyse bir iç savaşın eşiğine geldi. Başta Amerika olmak üzere büyük devletleri devre dışı bırakma cephesinde ise; Bunların faaliyetlerinin etkisini, bu devletlerin Rusya’nın 1994-1996’da Çeçenistan’a karşı açtığı savaşa karşı aldıkları tavır ile, Rusya’nın Çeçenistan’a Mayıs 1999’da başlayıp halen devam etmekte olan, vahşeti, katliamı, yakıp yıkmaları ve göçe zorlaması artan şimdiki savaşa karşı aldıkları tavır arasındaki büyük fark göze çarpıyordu. Önceki harpte Batı basını Rusya’nın saldırısını mahkum ediyorlardı. Çeçen halkının kahramanlığını da övüyorlardı. Şimdi ise, bu basın ahraz/dilsiz oldu. Konuştuklarında sadece sivillerin yok edilmesine cılız, cansız bir tepki ile tepki veriyorlardı. Önceki savaşta Araplar da dahil müslümanların başlarındaki Amerikan ya da Batı devletlerinin güdümlü yöneticileri, basında, mal toplamada gönüllülerin oraya ulaşmasına kolaylık sağlamada Çeçen halkına yardım için koşuşturuyorlardı. Şimdi ise o yöneticiler, Çeçen halkına yardımdan uzak duruyorlar. Rusya Başbakanı Putin, 01/11/1999’da Oslo’da Clinton ile görüşmeye gittiğinde bazı gözlemciler Clinton’un ona harbin durdurulması için baskı yapacağını bekliyorlardı. Fakat Putin, Moskova’ya dönüp Rusya Devlet Başkanı Yeltsin ile görüşmesinden sonra Rusya Savunma Bakanı Mareşal Sergıyef’den bir açıklama yapıldı. Bu açıklamada diyordu ki: “Silahlı kuvvetler, Grozni’yi ve bütün Çeçenistan topraklarını teröristlerden kurtarmayı planlamaktadır.” Bu vazifeye şöyle vurgulama yaptı: “Onu, bizim önümüze Devlet Başkanı koydu.” 18-19/11/1999’da İstanbul’da yapılan AGIT toplantısında Rusya’ya Çeçenistan’da yaptığı vahşete karşı ciddi bir eleştiri yöneltmediler. Bilakis Yeltsin’in tutumu, eleştiri ve meydan okuma tutumuydu. Yeltsin bu toplantıda savaşın terörü tamamen ortadan kaldırasıya kadar süreceğini ilan edip, Çeçenistan’da herhangi bir taraf ile görüşmeyi reddetti. Böylelikle de Çeçenistan ile 1997’de yapılan anlaşmayı bozmuş oldu. IMF’den Rusya’ya kredi ödemeleri halen devam etmekteydi. Amerika’yı, Rusya’nın Çeçenistan’a karşı halen yaptığı savaştan dolayı Rusya’ya karşı 19941996 savaşındaki tutumundan farklı tutum almaya sevk eden husus neydi? NewYork Times Gazetesi 19/11/1999’da şu haberi yayınladı: “Rusya Dışişleri Bakanı, Igorifanov’un, Amerika Dışişleri Bakanı Madlen Albright’a 18/11/1999’da Türkiye’deki ikili toplantıları esnasında bir gayri resmi mektup teslim ettiği, bu mektubun bir alış-veriş önerisi içerdiği, buna göre Amerika’nın Çeçenistan’daki Rus askeri operasyonlarını görmezden gelmesine karşılık biz de BM Güvenlik Konseyi’ndeki temsilcimize Irak meselesinde esnek olması için talimatlar çıkartmaya hazırız.” Moskova’daki “Barış Enstitüsü” müdürü Ksender Kesilof şöyle dedi: “Bu anlaşma şu demektir: Amerika yönetiminin Çeçenistan meselesinde ve kara para aklama rezilliklerinde Rusya’ya kuvvetli baskı yapmaktan kaçınmasına karşılık Kremlinde Irak ve Yugoslavya meselesine karşı sert tutumundan geri adım atmasıdır.” Ortadoğu ve Kafkasya’da Güvenlik işlerinde uzman Amerikalı Retchel Brunsan 18/11/1999’da şöyle dedi: “Rusya ile işbirliğinin zorluğundan dolayı nükleer silahlarda anlaşmazlık meselesi, Irak meselesi, Rusya’da ıslahat ve istikrar meselesi gibi “daha önemli” diğer meseleler aleyhine de olsa, Çeçenistan meselesine engel olmaya yönelik Amerikan tutumunun devam etmesini alkışlıyorum.” Görüldüğü gibi Amerika ile Rusya arasında bir alış-veriş vardı. Bu alış-veriş Ivanov tarafından Albright’e 18/11/1999’da belgenin teslim edilmesiyle başlamadı. Bilakis o vakitten önce şifai olarak hasıl oldu ve 18/11/1999’da gayri resmi bir şekilde de olsa yazıya dökülmesi tamamlandı. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’den Türkiye’nin Akdeniz sahil şehri Ceyhan arasında gaz ve petrol nakli için döşenmesi planlanan Bakü-Ceyhan Boru Hattı anlaşmasını Rusya’nın sessiz kalması da bu “alış-veriş”in bir parçasıydı. Şunu gözden kaçırmamız doğru olmazdı: Rusya’ya karşı Amerika’nın siyaseti; bir taraftan Çin’e karşı durması için diğer taraftan Avrupa devletlerini tehdit eden bir teşekkül olarak kalması için Rusya’nın güçlü bir devlet olarak kalmasıydı. Bu tehdidi Amerika, NATO’nun kalması ve Rusya tehlikesinden kendilerini koruması bahanesi ile Avrupa’da hegemonyasının devam etmesi için kullanmaktaydı. İslâm beldelerinden Çeçenistan’a gelecek yardım ve destekleri durdurmak maksadıyla Rus Dışişleri Bakanlığı çeşitli İslâm beldelerine kendilerinin sadece teröre ve teröristlere karşı olduklarını açıklamaları için heyetler gönderdi. Yöneticilerin Rusya ile uyumları son hadde idi. Hatta Türkiye Başbakanı Ecevit 5/11/1999’da Moskova’ya bir ziyaret yaptı ve orada Çeçenistan meselesinin Rusya’nın iç meselesi olduğunu, terörü ortadan kaldırmak için kendisinin Rusya ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Bu da şuna delalet ediyor ki, bu yöneticilerin gözardı edemediği Amerika’nın dediği oluyordu. Çeçen halkının terörist ya da terörle bağlantılı gösterme cephesinde ise; Temmuz 1999 sonundan beri bazı silahlı gruplar Dağıstan’ın batısında Çeçenistan boyunca bazı köyleri ele geçirip oraları Dağıstan’daki otoriteden kopardılar. İslâm Devleti kurmak için Dağıstan’ın tamamını ve Kafkasya’nın büyük bir kesimini ele geçirmek istediklerini ilan ettiler. Halktan bir çoğu onlara sempati duydu. Çünkü müslümanlar İslâm’ın tatbik edilmesini seviyorlar ve İslâm için uğraşan herkesi destekliyorlardı. Rusya, o silahlı kişileri Çeçenistan’dan gelen selefi fundamentalistler olarak gösterdi. Onların Çeçenistan’da olduğu gibi Dağıstan’da askeri eğitim kampları olduğu bütün bölgede yönetimi ele geçirmek istedikleri, diğer dini mezhepleri ve tasavvufi tarikatları yasaklamak istedikleri, bölgede ve dünyada terörü yaymak istedikleri doğrultusunda propaganda yapmaya başladı. Rusya basını, onları milyonlarca Dolar ile Bin Ladin’in desteklediğini, onlara Afganistan’dan silah ve silahlı adamlar gönderdiğini v.b. yazıp yayınladılar. Sonra Eylül 1999 ayı içinde Moskova’da ve Rusya’nın diğer bölgelerinde sivillerin oturduğu binalarda bir dizi bomba patladı. Bu patlamalarda bir kaç yüz kişi öldü ve binlerce kişi yaralandı. Rus basını bu patlamaların sorumluluğunu Çeçenistan halkına ve Dağıstan’da onlara sempati duyanlara yüklemeye çalıştı. Rus basınında; Bin Ladin, Basayev, Hattab, sivillere karşı kanlı terör… v.b. isim ve söylemler sık sık tekrarlandı. Dağıstan’ın batısındaki o köylerin ele geçirilmesi işinin arkasında kim vardı? Rusya’daki o patlamaların arkasında kim bulunuyordu? Bir çok delil açığa çıkardı ki bütün bunların arkasında Rusya’nın sorumluları vardı. Dağıstan’ın o köylerinin ele geçirilmesine gelince; sahnede bariz olan Şamil Basayev, Hattab ve ikisinin adamlarıydı. Bu ikisi askerdiler, kendilerinde siyasi bilgi, bakış ve tecrübe yoktu. O halde bu siyasetle, temel öğeleri/unsurları oluşmayan, çevresi İslâm düşmanı güçlü devletlerle çevrili bir bölgede nasıl bir İslâm Devleti kurulurdu!.. Şüphesiz ki o savaşçıların akıllarını başlarından alan ve onları iyi bilmedikleri siyasetin tuzaklarına düşüren bir yön/taraf olmalıydı. Bu taraf, Suudiler değildi, Amerika da değildi. Çünkü bunların her ikisi de bu sefer, Basayev’e ve Çeçenistan’a yardımdan geri durdular. Patlamalara gelince: Hem Basayev hem de Hattab bunlarda parmaklarının olmadığını, kadınları, çocukları ve yaşlıları öldüren böylesi terör eylemlerini İslâm’ın haram kıldığını açıkladılar. Şamil Basayev, 13/09/1999’da Grozni’de düzenlediği basın toplantısında hem kendisinin hem de Arap asıllı komutan Hattab’ın son patlamaların ardından olduğu iddialarını reddetti ve şunu hatırlattı: “Mücahidler bu tür üslupları reddederler.” Bu iddiaları reddettiğini defalarca tekrarladı. Aynı şekilde Hattab da bu iddiaları reddettiğini defalarca tekrarladı. Nitekim 30/09/1999’da gazeteler ona yöneltilen şu soruya karşın sözlerini yayınladılar: “Moskova’daki patlamaların ardında senin ve Şamil Basayev’in olduğuna dair ithamlara ne dersin?” Dedi ki: “Biz müslümanlar ve mücahidler olarak sadece kafir askerlerle savaşırız. Çocukları ve kadınları öldürmemiz bize caiz değildir. Bu husus, bizim dinimizden bir cüzdür.” Bu ve benzeri hususlar ile bize açıkça göz önüne koymaktadır ki; Bunu Rus otoritesindeki bazı taraflar, hedeflerini gerçekleştirmek için planlamışlardı. Basayev ve Hattab bu Rus tuzağına düştüler. Yine gayet açıktır ki; sivillerin oturduğu yerlerdeki bir dizi bombaların patlaması olayının ardında da o Rus taraflar vardı. O taraflar, bu işlerle şu bir kaç hedefi gerçekleştiriyorlardı: 1- Özellikle Rusya dahilinde Çeçenistan sorununun Rusya’nın maslahatı lehine bitirilmesi maksadı ile yeni bir savaşa girmek için bir bahane oluşturmak. Rusya 1997’de Çeçenistan ile yaptığı anlaşmadan önce Çeçenistan’da (selefilerle)-tasavvufçular arasında bir iç savaş çıkartmayı planlıyorlardı. Fakat o, 1994-1996 savaşındaki hezimetinin etkisi ile küçük düşürülen saygınlığının intikamını almak için Çeçenistan’ı yeniden işgal etmeyi kendisi için daha efdal buldu. Biliniyor ki; Rus ordusu generalleri, Grozni’nin ve Çeçenistan’ın tamamını işgal edesiye kadar savaşın devam etmesinde ısrarcıdırlar. Onlar savaşın durdurulması için kendilerine bir emir gelirse istifa etmekle tehdit ediyorlar. Bu savaşın durdurulması Rusya’nın kendi içinde bir iç savaşın patlak vermesine sebep olacaktır, diyorlar. Böylelikle, Rusya Federasyonu’ndaki bazı cumhuriyetlerin düşündükleri bağımsızlıkların veya başkaldırmaların yolu kesilmektedir. Çeçenistan’ın bağımsızlığı hususundaki referandumun neticesini Rusya kendi arzusuna terk etmektedir. 2- Otorite üzerindeki iç çekişmeleri bitirmek. Zira, Çeçenistan’da zafer kazanarak Rus ordusunun itibarı ve heybetini tekrar kazandıran kimse, Rusya’da otoriteyi kuvvetli bir şekilde ele geçirebilecektir. Moskovski Komsomolets Gazetesi 15/09/1999’da şunu zikretti: “Balivenir Brizoviski, General Lebed’in askeri bir yönetici olarak ya da hükümet başkanı olarak göreve getirilmesi için çalışmaktadır.” Kremli’nin resmî sözcüsü, hükümet başkanını değiştirme doğrultusunda niyetinin olmadığını söyledi. Ancak Gazetenin yazı işleri müdürü, 14/09/1999’da şunu tekid etmiştir: “Brizoviski, olayları tahrik eden şeytani deha sahibi birisidir.” Nitekim Brezoviski, 16/09/1999’da eski iki Rus hükümet başkanı hakkında şöyle demiştir: “Bremakov, Stibaşin, Güvenlik ve İstihbarat organları sorumluları haindirler.” Ne zamana kadar müslümanlar devletlerarasındaki alış-verişlerin tamamlanması uğruna kurban olmaya devam edeceklerdi?! Ne zamana kadar müslümanların başlarındaki yöneticiler, halklarına karşı Batılılarlae beraber entrikalar çevirmekte alet olarak ve hatta hainlik yaparak kalacaklardı?! Müslümanların ülkelerinde katliama, eziyetlere, saygınlık ve ırzlara tecavüzlere Batılı milletler tarafından müslümanların orduları onlara yardım için harekete geçmeksizin maruz kalmalarıyla içine düştükleri elem, kederlerin sebepleri başlarındaki yöneticilerdi. Zira o yöneticiler şu anda değil o müslümanlara yardım etmek, onların maruz kaldıkları o vahşeti kınamaya dahi cesaret edemiyorlardı… ÇEÇENLERİ PETROL YAKTI Ruslar, Kazak ve Azeri petrolünü Novorasisk'e ulaşan boru hatları ile taşımak istiyordu. Ancak Azeri petrolünü Novorasisk'e taşıyacak boru hattının Çeçenistan'dan geçmesi en büyük handikabı oluşturuyordu. Sovyetler dağıldıktan hemen sonra bağımsızlıklarını ilan ederek Rus ordusunun eski Çeçen generallerinden Cevher Dudayev etrafında tek yumruk olan Çeçenler, Ruslara kan kusturmaya başlamıştı. Henüz 1991'de Grozni'ye girmek veya girmemek arasında tereddüt eden Moskova, kadın, erkek, yaşlı çocuk demeden ellerine geçirdikleri silahlarla sınıra yığınak yapan kararlı Çeçen topluluğu karşısında geri adım atmıştı. Bu tarihte Kızılordu'nun ne denli kof olduğu dünya kamuoyunda yeterince bilinmiyordu. Bu nedenle 1.5 milyonluk bir topluluğun koca Kızılordu'ya nasıl kafa tutabildiğine kimse akıl sır erdiremiyordu. Oysa Rus ordusunu yakından tanıyan ve açıklarını bilen Çeçenler, cesaretleri sayesinde korkak bir sürüyü tepeleyeceklerini hesap ediyor, Kızılordu onları korkutmuyordu. Nitekim, Rusya'nın geri adımı Çeçenleri daha da umutlandırdı. Ülkenin her tarafında Çeçen okulları yeni nesli İslami kurallara göre eğitmeye başladı. Tasavvufi eğilimlerin güçlü olduğu Çeçenistan'ı Rus topraklarına zorla katan Ruslar, 70 yıl içinde dini duyguları törpülemeye çalışsada başaramamıştı. Çünkü kök sağlamdı. Bu tarihte İstanbul Çamlıca Kuran Kursuna Diyanet Başkanlığı aracılığıyla getirilmiş 15 Çeçen öğrencime Türkçe öğretiyor, hergün Çeçenlerin Rusya'ya karşı direnişini Tv'den birlikte seyrediyorduk. Eğer Çeçen talabem Mustafa’nın kızkardeşi ile evlenme teklifini kabul etseydim hayatım başka şekilde cerayan edecekti. Bu devrede yetişkin 15 Çeçen, birkaç Balkar ve 14-30 yaşları arasında 29 Moğolistan’dan gelmiş Kazak öğrencimi Haydarpaşa Numune hastanesinden bir doktorla birklikte eski mesleki sıhhiyeci tecrübelerimden yararlanarak sünnet etmiştim ve bakımlarını yapmıştım. Bu nedenle beni manevi baba- kardeş olarak görüyorlardı. Çar Rusya'sını Şeyh Şamil komutasında 30 yıldır uğraştıran Çeçenler, bu defa Sovyet enkazı üzerine kurulan Rusya'ya kök söktürmeye hazırlanıyordu. Bu defa başlarında yine bir asker Cevher Dudayev bulunuyordu. Hepsinin ona güveni ve bağlılığı tamdı. Çeçenden başkasına kız vermeyen bu ülke halkının hepsinin dolaylı olarak birbiriyle akraba olması da bir avantaj teşkil ediyordu. Rusya, Afganistan'da olduğu gibi aralarında mezhep, aşiret kavgası salamıyor, tefrika tohumu ekemiyordu. Bundan dolayı tek yolları Şeyh Şamil örneğinde olduğu gibi lideri ortadan kaldırmaktı. Çeçen milli karakteri bir özelliği "Ciddiyet"tir. Çeçenler hiçbir zaman yüksek sesle konuşmaz, yerli yersiz gülmezler. Laubali ve bayağı davranışlardan uzaktırlar. Küçük büyük her zaman her yerde çevreden gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı dikkatli ve uyanıktırlar. Çeçenler çok terbiyeli bir millettir. Konuşurken yabancıların, özellikle başka bir milletten olanın gözünün içine bakmazlar. Cevapları ve soruları kısa ve açıktır. Şartları nasıl olursa olsun muhtaçlara ve düşkünlere yardım elini uzatırlar. Doğru sözlü ve dürüsttürler. Yalan konuşmak onlar için ölümden de beterdir. Verdikleri sözü mutlaka yerine getirirler. Vefa ve sadakat duyguları son derece gelişmiştir. Aynı zamanda temiz kalpli ve saftırlar. Kolaylıkla yalan ve hile tuzağına düşebilirler. Ancak kandıklarını anlayınca deliye dönerler. Hileyi bağışlamazlar. Her konuda kin tutmazlar ama aynı zamanda öclerinden korkmak gerekir. Misafir perverlikleri dillere destandır. Evlerinde misafir olan bir kimsenin bir şeyi beğendiğini hissederlerse değeri ne olursa olsun onu misafire bağışlarlar. Çeçenler'in yiğitliği, mertliği hakkında konuşmak ise yersizdir. Onları mahvetmek mümkündür, ancak itaat altına almak, asla! Kısaca Çeçenler karakter itibarıyla çok seçkin bir millettir. Korkup çekinmenin, riya ve hilenin ne olduğunu bilmezler. Vatanperverlikleri ise dillere destandır. Ölürler ama boyun eğmezler. Dünya buna şahittir. Böyle bir millete karşı mücadele eden Ruslar, bel aşağısından vurmayı tercih ediyordu. ' Böl, parçaya , yut ' politikasını Deli Petro döneminden beri başarı ile uygulayan Ruslar, bu politikasından Sovyetler dağıldıktan sonra bile vazgeçmiyordu. Çeçen tehlikesinin nerelere varacağını önceden görmüştü. Bu nedenle birbirleriyle akrabalık bağı bulunan, Sovyetler Birliği döneminde birleşik özerk Cumhuriyet olan Çeçen-İnguş Muhtar cumhuriyetinin 1991'de birbirlerinde ayrılarak iki ayrı bölge olmasına gözyummuştu. İnguşya Cumhurbaşkanı Ruslan Auşev desteklenmiş, akrabaları Çeçenlerden kopmaları sağlanmıştı. Daha sonra İçkeriya ve İnguşetiya diye ikiye bölünen bu iki cumhuriyetin bölünmesindeki Rus marifeti daha sonra Rus-Çeçen savaşı sırasında ortaya çıkacaktı. İnguşeya'nın başına getirilen Rus yanlısı Ruslan Auşev, Moskova'nın sözünden çıkmayarak Kafkaslarda Çeçenlerin yalnızlaştırılmasına yol açıyordu. İki ülkenin petrol rezervi 60 milyon tondu, ikiye bölününce bu rakam tam ortadan ikiye bölünmüştü. Kremlin'de bir korku ve telaş hüküm sürüyordu. Toprakları bünyesinde 42 devlet kurulacak kadar etnik çeşitliliği barındıran; özerk, muhtar ve mahal bölgelere sahip olan Rusya Federasyon'u Çeçenlerin önderliğinde parçalanmaktan korkuyordu. Moskova, petrol boru hatları güzergahında olan Çeçenistan'ın mutlaka kontrolleri altında bulundurma gereği duyuyordu. Aksi takdirde Rusya bölgesel nüfuzunu tamamen kaybedecekti. Üstelik petrol taşımacalığında inisiyatifi elden vererek, Batı ülkelerinin içine sızmasını engelleyemeyecekti. Çeçenlerle anlaşmak ise gayri mümkündü. Kısacası iki arada bir derede kalmıştı. Azerbaycan'da Haydar Aliyev ipleri eline almış, yabancı petrol şirketleri ile Hazar'da imzalanacak ilk petrol anlaşması için pazarlığa hız vermişti. Rusya Dışişleri Bakanı Andrev Kozirev ile Rusya Karşı Casusluk Teşkilatı Başkanı Yevgeni Primakov, 1994'un baharında Dudayev'e karşı silahlı bir ayaklanma başlatmak için harakete geçti. Dudayev karşıtı Moskova yanlısı Çeçenler, Rus askerlerinin çeşitli özel eğitimli OMON güçleri tarafından desteklenecekti. Ancak Çeçenler silahlı ayaklanma oyununa uymadı. Bunu Ruslar çok geç farkedecekti. Rus birliklerinden oluşan sözde Çeçen direnişci gücü Grozni'ye geniş çaplı bir operasyon düzenledi. Bu operasyonun Bakü'de ilk petrol anlaşmasından sonra başlaması dikkat çekiyordu. ÇEÇENİSTAN'A KAÇAK SEFERİM 1994'ün sonbaharında Azerbaycan-Dağıstan sınırı henüz Ruslar tarafından tam teyakkuza geçirilmemişti. Çeçenistan'a gitme hayallerime Rusya'nın Bakü Büyükelçiliği limon sıkmıştı, vize vermemişti. İnatçı bir muhabiri durdurmak kolay değildi. Asıl amacım Azerbaycan’da fakir oldukları için üniversiteye kabul rüşvetini veremeyecek durumda olan iki talabem Muaz ve Seyfiyi Dağıstan Üniversitesi’ne yazdırmak ve bedava yurda yerleştirmekti. Bu amaçla oradaki arkadaşlarıma yazılı bir referans mektubunu epey yalvararak Bakü’deki Mustafa Erdil’den almıştım. Dağıstan ve Azerbaycan arasında sürekli çalışan köy otobüsleri Guba ve Lezgilerin çoğunlukta yaşadığı Kusar'dan Derbent'e gidiyordu. Sınırda köylülerden oluşan bu otobüslere Ruslar aramıyor, pasaport sormuyordu. Guba otobüsüne binerek Rusya'ya sefer ederken Türk pasaportumu dahi yanıma almaya gerek duymadım. Kıyafetim bir Azeri köylüsü gibiydi, simamı ise ayırmaları mümkün değildi. Sınıra geldiğimizde bir Rus sınır askeri otobüse kalaşnikof ile girip arama yapmak istediğinde yüreğim ağzıma geldi. İki talabem yüzüme baktı, dua ettiğimi görerek dua etmeye başladılar. Otobüsteki Azeriler Türk olduğunu fark etmişti. Biri ispiyon ederse bu olaydan kısa bir süre sonra yakalanacak Selam gazetesinin muhabirleri gibi Dağıstan hapishanesine düşmem işten bile değildi. Ama Azerilerin alverci dediği bir kadın ortaya atıldı. Oturduğu fındık çuvalını işaret ederek ' Dağıstan'a bomba götürüyoruz, orayı patlatacağız ' diye alay etti. Rus askeri bu rahat tavırlı kadının kafa şişirten konuşmasından bıkmıştı. Herhalde evdeki karısıda böyle kafa şişirtiyordu. Otobüsü aramaktan vazgeçti. Fındık çuvalının arkasına saklanmış olayı izlerken hiç renk vermemeye çalışıyordum. Rus askeri gidince otobüstekiler cümleden geçmiş olsun diye rahat olmamı istediler. Ruslar, otobüstekileri birde 20 metre uzunluğundaki bir koridordan yürüterek geçiriyordu. Ne pasaport soran vardı, nede arayan. Mükemmel kontrol yapıyorlardı.(!) Buradan bir orduyu geçirmek hiçte zor değildi. Derbent'de bir süre kaldıktan sonra Mohaçkala'ye geçmem gerekti. Hedefim Çeçenistan'dı. Ancak o sırada Grozni'de iki Reuters muhabirinin öldürülmesi ve bir Rus gazetecinin Çeçen mafyası tarafından kaçırıldığı haberi Mohaçkale'ye ulaştı. Türkiye'den arkadaşlar ve talabelerim Çeçenistan'a gidersem kaçırılarak fidye isteneceği konusunda garanti verdi. Melih beye yalvararak zorda olsa talabelerimi kabul ettirmiş ve üniversiteye yazılmalarına Allah’ın izin, inayet ve yardımıyla muvaffak olmuştum. Aslında Melih bey referans mektubuna rağmen red etmişti. Ama yanaklarımdan farkında olmadan dökülen iki gözyaşı ve ağlamaklı kısık sesim Melih beyin kalbine merhamet düşürdü. Azerbaycan'a dönüşümde aynı yoldan oldu, sınırda yine Rus askerleri güya otobüsü aradı. Bakü'ye döndüğümde Kanal D'de program yapan Fatih Altaylı Dağıstan üzerinden Çeçenistan'a gitmeye hazırlanıyordu. Çeçenistan'a yardım ve adam gönderme işlerini organize eden Çeçenlerin çok güvendiği İHH Bakü temsilcisi Abdurrahman Büyükfırat, Altaylı'ya Çeçenistan vizesi vermemişti! Altaylı, sınıra kadar gitmiş, ama yakalanma korkusundan geri dönmüştü. Getirdiği paraları Abşeron kumarhanesinde yiyen Altaylı ve ekibi Çeçenistan seferini Bakü'de ' felekten geceler çalarak ' tamamlarken, İstanbul'daki müdürlerine " Dağıstan'da Ruslar tarafından yakalandık, serbest kalabilmek için filan kadar rüşvet verdik " demişti. Altaylı, doğrusu iyi kıvırtıyordu. Büyükfırat, birinci Rus-Çeçen savaşında dışarıdan gelen yardımları ulaştırmada gösterdiği üstün hizmetlerle Çeçenlerin galabe çalmasında büyük rolü oynayan gizli isimlerden biriydi. Çeçenistan’a adam ve para geçirmek ondan sorulur, illegal vize ondan alınırdı. 26 Kasım 1994'de Grozni'ye doğru ilerleyen Rus birlikleri, Grozni'ye girdiklerinde Dudayev karşıtlarının kendilerine katılmaması nedeniyle hüsrana uğradı. Zor durumda kalan Rus askerleri geri bile çekilemeden yakalandı. Dudayev'e bağlı birlikler ve adamları Rus askerlerini yakalayarak Rus basınının karşısına çıkardı. Çeçenistan'ın Basın ve Enformasyon Bakanı Mevladi Udugov Rus basınını çok iyi kullanıyordu. Rus basının anti-Çeçen propagandası ve yalan haberleri hemen Udugov tarafından ortaya çıkarılıyordu. Rus medyası, demokratiklik ve objektivlik adına buna yer veriyordu. Kremlin'in içine düştüğü acıklı hali oldukça yerinde eleştiriyordu. Dudayev, bundan yararlanarak Rus askerlerinin ve gücünün ülkeden çıkartılması suretiyle problemin çözülmesini, ancak Çeçenistan'ın bağımsızlığıının tanınmasını önerdi. Yeltsin, zor durumda kalmasına rağmen taviz vermeye yanaşmıyordu. Çeçen cephe komutanları içinde sivrilen bir isim vardı: Şamil Basayev. Moskova 'da tarım mühendisliği eğitimi gören Basayev'e, Rusya'nın "bir numaralı terörist"diye arayarak başına milyon dolarları bulan ödül koyması ile ünü sınırları aştı. Basayev ilk eylemini 1991'de Moskova'yı protesto için Türkiye'ye uçak kaçırarak yaptı. 1992'de Gürcü-Abhaz savaşına adamları ile katılan Basayev, Abhazların kazanmasını sağladı. Savaş sonrası Çeçenistan'a dönen Basayev, diğer komutanların aksine ticaretle uğraşmadı, savaşçı kimliğiyle Çeçen mücahitleri etrafında topladı. Zaman zaman Dudayev'i eleştirmekten çekinmeyen Basayev, iç savaş çıkınca Dudayev'e destek vererek birliği bozmadı. Dünya onu Rusya'nın Budyennnovsk kentine düzenlediği baskınla tanıdı. İçinde silahlı adamları bulunan kamyon Rus polislerine rüşvet vere vere kente ulaştı ve yüzlerce kişiyi rehin aldı. Başbakan Viktor Çernomirdin rehinelere zarar vermemesi için Basayev'le telefonla konuşmak zorunda kaldı. Basayev, "eğer paramız fazla olsa idi, rüşvet vererek Moskova'ya bile ulaşabilirdik " diyerek Rus sisteminin kokuşmuşluğuna dikkat çekti. Bu baskından adamlarıyla sağ kurtulması ismini efsaneleştirdi. 1996 başında başkent Grozni'ye düzenlenen saldırıyı komuta etti ve kısa sürede Rusların pes ederek savaşı bitirmesinde etkili oldu. Sekiz kez yaralandı ve bir bacağı kesildi. Dudayev'in damadı olan Salman Raduyev'de Kızılyar baskınından sonra meşhurlaştı. Ancak Raduyev bir Rus saldırısı sırasında yüzünden ağır yaralanarak yaklaşık iki yıl kayıplara karıştı. Ruslara esir düştüğünü söyleyende oldu, 'Almanya'da tedavi görüyor ' diyende. Raduyev, 1998'de ortaya çıkınca herkesi şaşırttı. Ancak psikolojik dengesi bozulan Raduyev'i Çeçenler içlerine fazla almadılar. Kamuoyuna deklare etmeselerde sürekli Raduyev'in Rus KGB'sinin beyin yıkama operasyonundan sonra içlerine gönderildiği kuşkusunu duydular. Çünkü Raduyev, efsanevi lider Dudayev'in damadıydı. Bu ismin kirlenmesini istemiyorlardı. DUDAYEV'İ KİM ÖLDÜRDÜ! Ruslar, Dudayev'i korkutmak için yeni metodlara başvurmayı denedi. Moskova, bu maksatla Çeçenistan sınırına 20 bin asker yığdı. Ancak Dudayev önderliğinde Çeçenler ülke bağımsızlığını korumada kararlı tutumlarını sürdürüyordu. Dudayev ve Udugov, Rus basınını hergün kullanarak Rus kamuoyuna işgale karşı direneceklerini ve dövüşeceklerini söylüyordü. Rus annelerden boş yere evlatlarını savaşa göndererek kan döktürmemelerini istiyordu. Rus basını ufukta görünen tehlike konusunda kamuoyunu uyarıyordu. 9 Aralık 1994'de Yeltsin , Dudayev'e bağlı birliklerin teslim olmasını içeren bir bildiri yayımlattı. Çeçenistan'a Rus askerleri sevkedilmeye başladı. Artık savaş rüzgarı esiyordu. Düzenli Rus ordusu , sivil halkın topyekun savunması ile karşılaştı. Çeçen gençler gruplar halinde savaş cephesine gidiyordu. Afganistan, Ürdün, Ukrayna , Letonya ve başka İslam ülkelerinden gelen gönüllüler ve paralı askerler Ruslara karşı Çeçenler yanında savaşıyordu. Çeçen ordusunun gösterdiği büyük direniş, tüm dünyanın dikkatini çekiyordu. Rus ordusu adeta dökülüyordu. Moskova, asker üzerine asker gönderiyor, ama başarılı olamıyordu. Rus ordusu 100 bini aşmıştı, karşılarında ise düzensiz, gerilla usulü ile savaşan bir avuç Çeçen çeteleri bulunuyordu. 1994'un son günlerinde Rus ordusu Grozni'ye doğru ikinci defa büyük bir hücum başlattı. Grozni tam bir harabeye döndü, Çeçenler toplu halde şehri terkediyordu. Ancak Çeçenistan'ın önemli diğer üç şehri Argun, Gudermes ve Şali hala Çeçenlerin denetiminde bulunuyordu. Moskova, Çeçenlere teslim olmaları için ültimatom üstüne ültimatom gönderiyordu. Bunun üzerine Rus ordusu Mart 1995'de yeni operasyonlara başladı. Silah ve sayıca Çeçenlerden üstün olan Ruslar, kara savaşlarında ağır kayıplar verdiriyor, ama kendileri de ağır kayıplar veriyordu. Rusya, Çeçenistan'ın direnişi kanlı biçimde bastırarak bağımsızlık sevdası ile ortaya çıkacak diğer milletlere gözdağı verdiğini sanıyordu. Moskova, iradesine başeğmeyenleri güç ile yola getireceğini iddia ediyor, ama yanılıyordu. Bu savaşın Rusya'ya ekonomik ve siyasi bedeli çok büyük olacaktı. Rus ordusu, sivil yöneticilerin verdiği yanlış kararların kurbanı olmuş; savaşta ölen Rusların anaları ayaklanmıştı! Çeçenistan'da savaşan Rus generallerin para karşılığı düşmana yani Çeçenlere silah sattığı yönündeki haberler Rus kamuoyunu çileden çıkarıyordu. Çeçenistan'da savaşan Rus komutanların Londra'da bir banka hesabına para yatıran Çeçenler, istedikleri silahları Ruslardan alıyordu. Çeçenistan'a dışarıdan silah değil, sadece maddi yardımda akıyordu. Rus komutanlar Çeçenlere saldırır gibi yaparak silah sürsatı teslim ediyordu. Üstüne üstlük içi Rus askeri dolu bir tren Rus istihbaratının bilgi sızdırması sonucu Çeçenler tarafından henüz yolda iken patlatılmış, içindeki askerler hayatını kaybetmişti. Rusya içten içe kaynıyordu. Çeçenlerle yapılan anlamsız savaşa hayır diyenler çoğalıyordu. Rus ordusunun tüm vahşiliklerine ve gücüne rağmen Dudayev'i iktidardan indirememesi, Rus devletinin itbarını hiçe indirmişti. Afganistandan sonra Ruslar ikinci büyük dersi Çeçenlerden almıştı. Kızılordu'nun savaşabilirlik kabiliyetinin ne kadar düşük olduğu gözler önüne serilmişti. Moskova'nın tahminleri tutmamıştı. Dudayev'in bu kadar baskıya dayanamayarak ülkesini ve makamını terkedeceğini sanıyorlardı. Ancak Dudayev savaşını ve direnişini tüm halkınıda arkasına alarak devam ettiriyordu. Rusya, kendi çıkarlarını koruyacak Çeçen asıllı yöneticilere yönetimi teslim ederek kukla bir iktidarla Çeçenistan'ı idare edebileceği zannına kapıldı. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Yeltsin, Çeçenistan'daki Rus hakimiyetini kurtarmakla görevli özel temsilci Nikoloy Semyanov'un yardımcılığına Çeçen olan Salambek Hacıyev, Ömer Avtarhanov ve Beslan Gantemirov getirildi. Şubat 1995'de Yeltsin ve Başbakan Viktor Çernomirdin, Haciyev'i Çeçenistan'ı İnşa idaresinin başına getirdi. Sovyetler Birliği döneminde petrol sanayiinde önemli görevlerde bulunan Hacıyev'in bu göreve tayin edilmesi, petrole yönelik hedeflerin ilk aşamasını oluşturuyordu. Moskova'nın desteğiyle kurulan " Çeçenistan Cumhuriyeti Milli Diriliş " hükümeti, Nisan 1995'de kısaca YUNKO olarak bilinen Güney Petrol Şirketi'nin kurulmasını kararlaştırdı. Ülkedeki tüm petrol kuruluşları bu şirket altında toplanarak, tüm kuruluşların işler hale getirilmesi hedefleniyordu. Şirketin ilk Genel Müdürü Ziya Bajayev, petrol kuruluşlarının savaştan fazla etkilenmemesine rağmen boş kalmaktan kaynaklanan olumsuzlukların giderilmesini istiyordu. YUNKO; 1996'da sadece onarım ve modernize çalışmaları için 1 trilyon Ruble yardıma ihtiyacı olduğunu açıklıyordu. Oysa Rusya, aynı yıl Çeçenistan'daki inşa faaliyetleri için sadece 2 trilyon Ruble ayırmıştı. Savaş öncesi Aralık 1994'de günlük petrol üretimi 6.500 varile kadar düşmüştü. Bunun nedeni Grozni petrol yataklarının fiziki yıpranmadan dolayı fazla verimli olmamasıydı. Aralık 1995'da Çeçennistan'da toplam 1500 kuyudan ancak 100'ünden petrol çıkarılıyordu. YUNKO, savaş sonrası 1996'da 2 milyon ton, 1997'de 3 milyon ton petrol üretmeyi planlamış, ama bunu başaramamışt. Çünkü tüm teknolojinin yenilenmesi gerekiyordu. Çeçen petrolü uluslararası kataloglara " Groznenskaja Light " ünvanıyla dünyanın en temiz petrolü olarak geçiyordu. Çeçenler, ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olmak istedikleri kadar petrollerinin de tek sahibi olmak istiyordu. Çeçenistan savaşını Ruslar, bölgesel boru hatlarında kontrolün ellerinden çıkmaması gibi stratejik bir temele oturturken, Çeçenlerin ilk amacı bağımsızlık, sonra petroldü. DUDAYEV’İN ŞEHADETİ 21 Nisan 1996'da Dudayev öldürürülünceye kadar Türkiye'de iki defa başbakan ile görüşmüştü. Bu görüşmeler Moskova'yı adeta çıldırttı. İşte tam bu sırada beklenmedik bir gelişme oldu. Amerikalılar ile Rusların işbirliği yaparak Dudayev'in yerini belli eden frekansların koordinatlarını Ruslara vermesi Dudayev'in sonunu getirmişti. İlk günler kimse Dudayev'in öldüğüne inanamadı. Amerikalılar Dudayev'in ölümünü temin etmeleri yetmiyormuş gibi Dudayev ölmedi yönlendirmesini bizzat yöneterek dünya basınını uzun süre yanılttı. Bu çarpıtma oyununa düşenlerden biri olarak Dudayev'in öldüğünü ancak bir ay sonra öğrenebilmiştim. Kamuoyunun ise öğrenmesi ve ikna olması neredeyse bir yılı aldı. Dudayev 1944 yılının ocak ayında dünyaya geldi. On üç kardeşin en küçüğü idi. Doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Çeçen sürgünü sırasında kundakta bir bebekmiş. Buna göre 1943 yılı sonu ya da 1944 yılı başlarında doğmuş olsa gerek. Doğumu ikinci dünya savaşının bitimine rastladı. Gözlerini dünyaya açtığında yokluk, kıtlık ve sefalete merhaba dedi. Dudayev’in dünyaya gelişi sırasındaki yokluk ve sefalet sürprizine, bir de sürgün sürprizi ekleniyordu. İkinci dünya savaşında Alman işgaline uğrayan Kırım ve Kuzey Kafkasya’nın batısındaki yenilgilere suçlu aranıyordu. Suçlu hemen bulundu. Çeçenler, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları idi bu suçlular. Alman işgali altına girmeyen Çeçenistan ve Çeçen halkının, Almanlara nasıl işbirliği yaparak Rusya’ya ihanet ettiği bir türlü anlaşılamadıysa da, Çeçen halkı sürgünden kurtulamadı. Rus yönetimi, yüzlerce yıldır kin beslediği Çeçen halkını, fırsat bu fırsattır diyerek tarih ve coğrafya sahnesinden silmeye teşebbüs etti. 21 şubat 1944 tarihinde Çeçen halkı top yekun olarak, 24 saat içinde elverişsiz şartlar altında ülkesini terke zorlandı. 850 bin Çeçen sürgün edildi. Bu sürgün sırasında Çeçen halkının yarıya yakını hayatını kaybetti. Cevher Dudayev, suçlu olarak dünyaya geldi. Sürgün kararı verildiğinde yaklaşık 40 günlük bir bebekti. Annesinin kucağında sürgüne giden, belki de en küçük Çeçendi. Sağlam bünyeli insanların dayanamadığı kış şartlarına, mucizevi bir şekilde direnen küçük Cevher (Dudi) sağ salim Kazakistan’a ulaşıyordu. Hz. Musa’yı en büyük düşmanı firavundan koruyan, hatta onun sarayında büyüten Rabbim, Cevher Dudayev’e de meleklerinin kanatlarını gererek onu büyük tehlikelerden koruyordu. Dudayev Kazakistanın Çimkent şehrinde 13 yıl yaşadı. O, anne ve babasının anlattığı Çeçenistan’ı hep rüyasında görerek büyüdü. Kanlı diktatör Stalin’in ölümünden sonra Rus yönetimi, Çeçenlerin haksızlığa uğradığını kabul edip geri dönüşlerini serbes bıraktı. 1957 yılında gerçekleşen bu geri dönüş kervanına, Dudayev ve ailesi de katıldı.Dudayev ve ailesi, evlerine yerleşen Rusları, kazma ve küreklerle kovarak evlerine yeniden sahip oldular. Çok zeki bir çocuk olan Dudayev, sınavlarını başarıyla verdiği Tambov Hava Harp Okuluna kaydoldu. Okulu başarıyla bitiren Cevher Dudayev, Sovyet ordusunda genç bir savaş uçağı pilotu olarak görev aldı. Mesleğindeki başarısı ve dürüstlüğü ona hızla yükselme kapılarını açtı. Dudayev, kendisi gibi havacı bir Rus subayının kızına gönlünü kaptırdı. Ona daha sonraki çileli yolunda hayat arkadaşı olacak Alla Dudayeva ile evlendi. Alla, Çeçen olarak doğmamıştı ama, Dudayev’in şehadetinden sonra onurlu duruşuyla gerçek Çeçen gelinleri aratmadı. 1989 yıllarına gelindiğinde, Sovyet sistemi çatırdamaya çaşlamıştı.Gorbaçov’un uyguladığı Glasnost ve Prestroyka politikaları Komünizme gün saydırıyordu. 1991 yılının Aralık ayında beklenen son gerçekleşti. Komünizm çökmüştü. Komünizmin sancılı çöküşü öncesinde Dudayev, Tuğgeneral rütbesiyle Estonya’da görev yapıyordu. Estonya’da görev yaptığı sırada, stadyumdaki bir tören anında Estonyalı gençler, Eston bayrağı açarak bağımsızlık gösterisi yaptılar. Dudayev bu gösteriye sempatiyle baktı. Ardından Estonya’da başlayan bağımsızlık yanlısı gösterilere müdahale etmesi talimatını dinlemeyerek “Asi General” adını aldı. Bu sırada kendi ülkesi Çeçenistanda da hareketli günler yaşanıyordu. Zelimhan Yandarbiyev önderliğinde kurulan Çeçen Halk Kongresi hareketi Sovyet kalıntısı yönetimi sarsıyordu. Dudayev, Zelimhan Yandarviyev’in davetine düşünmeden evet dedi. Sovyet ordusundan ayrılan Dudayev için yeni bir dönem başlıyordu. Çeçen Halk Kongresi 6 Eylül 1991 yılında Dudayev’in başkanlığında Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. 27 Kasım 1991 yılında yapılan seçimde de halkın yüzde doksanından fazlasının oyunu alan Dudayev Çeçenistan’ın devlet başkanlığına seçildi. Rusya Federasyonuna dahil olmadan,yolunu bağımsızlıktan yana çeviren Çeçen halkının iradesine karşı, Rus yönetimi iyi şeyler düşünmüyordu. Rus yönetimi, Çeçen halkının bağımsızlık talebine karşı sert çıktı. Çeçenistanı tehdit ederek kanlı bir müdahele sinyali verdi. Dudayev, bilinenlerin aksine Rus yönetimiyle savaşmak istemiyordu. Savaşın Çeçen halkına vereceği zararın farkındaydı. Dudayev, dönemin Çerkes asıllı Adalet Bakanı Kalmuk Yura’nın arabuluculuğunu kabul ederek onunla görüştü. Bu görüşmede savaş olmadan Rus yönetimiyle anlaşmaya varılabileceğini bile söyledi. Kalmuk Yura bu öneriyi devrin başbakanı Viktor Çernomirdin’e iletti. Çernomirdin savaşın önlenmesinden dolayı çok mutlu olduğunu ifade ederek Dudayev’le telefonla görüştü. Yukarıdaki bilgiler hem merhum Kamuk Yura hem de Viktor Çernomirdin tarafındanda teyit edilen bilgilerdir. Dudayev’in barış masasına oturma çağrısına olumlu cevap vermesi, Kremlin tarafından dikkate alınmadı. Viktor Çernomirdin daha sonra hatıratında belirttiği gibi “Rus derin devleti iç politikaya yönelik, kamuoyunu memnun edecek, 24 saatte kazanılacak bir zafer istiyordu” Rus yönetimi Çeçenistan'ı vurarak, Slav unsurlarının motivasyonunu yükseltecek, Rus ordusu, kazandığı bu zaferle otoritesini yeniden tesis edecekti. Kısacası savaşı çıkaran taraf ne Dudayev ne de Çeçen halkıydı. Gerek Dudayev gerekse Çeçen halkı, ülkelerine saldıran Rus işgalcilerine karşı savunma savaşı vermek zorunda kalmışlardı. Dudayev’in efsanevi kişiliği etrafında birleşen Çeçen halkı, bütün dünyaya parmak ısırtan bir bağımsızlık mücadelesi örneği sergilediler. Dudayev dehasıyla Ruslara ağır kayıplar verdiriyordu.Uluslararası emperyalizm, Çeçen savaşının Dudayev’in ortadan kaldırılmasıyla sona ereceğini düşünüyordu. Dünyayı tapulu arazileri olarak gören karanlık güçler, Dudayev’in kullandığı uydu telefonunun frekansını Rus yönetimine bildirdiler. Rus Duma'sından bazı milletvekilleri ile barış konusunu görüşen Dudayev, kendisine kurulan tuzaktan habersiz uydu telefonunu çalıştırarak görüşmelerde bulunduğu sırada, uzaktan kumandalı nokta hedefe kilitlenen bir roketle şehit edildi. Dudayev Çeçen halkının kalbinde derin izler bırakan karizmatik bir liderdi. Her Çeçen onu örnek almaktadır.Yeni doğan bir bebeğin öğrendiği ilk kelimelerden biri Dudayevdir. Dudayev’in şehadeti ile Çeçen bağımsızlık savaşı sona ermedi. 10 yılı aşan bu mücadelede Dudayev’in ardından Devlet Başkanları Zelimhan Yandarbiyev ve Aslan Mashadov da şehit olmuşlardı. Çeçen Direnişi’nin sembol ismi Cevhar Dudayev’in refuze edilmesi gerektiği konusunda ABDRus ve Türk istihbarat servisinin Rus hayranı isimleri anlaşınca ABD’den getirtilen NEC marka uydu telefonu bir şekilde Çeçen liderine ulaştırılmıştı. Bunun için hiçbir şeyden habersiz bir Başbakan kullanıldı: Erbakan. Çeçen lidere İmmarsat-M uydu telefonu armağan ederken, kurulan kumpastan habersizdi. Uzaktan olayı kontrol içinde izleyen kontr/espiyonaj uzmanı MİT Müşteşarı Şengal Atasagun’dan başka Türkiye’nin de ortağı olduğu bu uydu sisteminin 100 metre hata ile koordinat verdiğini bilen yoktu. Dudayev'e Ruslar çok cazip maddi tekliflerde bulunmuşlardı. Ama o para için halkını ve bağımsızlığını satmadı. Tüm teklifleri geri çevirdi. Rusların para ile adam satın almak metodu Dudayev'e işlemedi. Rusların en üst düzey askeri okullarında okuyan Dudayev adeta Çeçenler için Allah'ın lütfuydu. Firavun'un sarayına girmiş bir Musa idi. Ruslar sadece Dudayev'e değil terörist ilan ettikleri Şamil Basayev'de para teklifinde bulundular. Dudayev'in devlet kurma özelliklerine sahip karizmatik bir insan olduğunu bilmeleri korkularını gittikçe artırdı. Rusları çok iyi tanıyan Dudayev kendisine suikast düzenlenebileceğini tahmin ediyor, çok dikkatli davranıyordu. Dudayev'in şehadeti, Rusya'nın beceremeyeceği kadar teknik ve ince bir plan sonucu gerçekleşmişti. Kafkasya Yazarlar Birliği Başkanı gazeteci-yazar Mairbek Taramov ve Rus asıllı eşide aynı görüşü savunuyordu. Bu planın arkasında ABD ve İsrail'in parmağının olduğu kesindi. Dudayev'in hatası bu güçlerin MİT'i Erbakan üzerinden kullabileceğini hesap etmemesiydi. Dudayev'in hayattayken kendisine böyle bir suikast yapılabileceğini tahmin ettiği için telefonla gereğinden fazla konuşmuyordu. Çeçenistan'da bir araştırma komisyonu kurulmuştu. Taramov, Şehid Dudayev'le ilgili olarak şu bilgileri teyit etti: "Şehid edildiğinde, telefonda Moskavalı bir parlementerle çok önemli bir konuşma yapıyordu. Ruslarla savaşan bir komutan olmanın ötesinde Ruslar'ın komünizm döneminde yaptığı birçok kirli işi ortaya çıkarmak üzereydi." Cahar Dudayev'le ilgili kişisel anılarını aktaran Muktedir İlhan: "Çeçenler Kazakistan'a sürgün edildikleri zaman Ruslar o halklara olumsuz propaganda yağdırmıştı. Kazak anneler çocuklarını korkutmak için: Sizi Çeçenler'e veririm diyordu. Okullarda Çeçen öğrenciler, öğretmenler tarafından bütün öğrencilerin önünde teşhir ediliyor, Rusya'nın düşmanı olarak gösteriliyordu. Dudayev böyle bir ortamda Rusya'da askeri okullarda okudu. Askeri okullarda birkaç Çeçen'in birarada okumasına bile izin vermeyen Ruslar'ın Dudayev'e en üst düzeyde askeri okullarda eğitim vermesi ve rütbelere getirmesi bence Allah'ın bir lütfudur. Ben bunu Firavun'un sarayına yetişen Musa olayına benzetiyorum" Aralık 1994'de başlayan ve 21 ay süren 1. Rus-Çeçen savaşı Bakü-Novorasisk hattını tehlikeye düşürünce Batılılar nazarında Bakü-Supsa hattı daha da önem kazanıyordu. Ancak bu hattı kimin finanse edeceği halen belirlenememişti. Çeçenistan, Hazar havzası rezervlerinin nakline ilişkin senaryolarda önemli bir yere oturmuştu. Bakü- Novorasisk boru hattının 80 kilometrelik kısmı, Çeçenistan topraklarından geçiyordu. Azeri petrolünün taşınmasında çıkan Çeçen engeli Moskova'yı batılı şirketler karşısında zor duruma düşürüyordu. YUNKO başkanı Yarihanov tarafından siyasi bir koz olarak gösterilen bu engel, Moskova'nın Çeçenleri ikna etmesini zorunlu hale getirmişti. 1997'de Rusya Güvenlik Konseyi Başkanlığına getirilen Aleksandr Lebed, Grozni ile Moskova arasında mekik diplomasisi yaparak sorunu masaya yatırdı. Rus anaların barış çığlıkları Kremlin'in petrol feryatları ile birleşince yılların savaş terminatörü Lebed, barış meleği olmuş, petrolü mü yoksa barışı mı kurtardığı bilinmez bir maceraya sürüklenmişti. Lebed, Çeçen savaşının acı bilançosunu şöyle açıklıyordu: '' Çeçenistan'da 46.500 ev tahrip edildi. Yaklaşık 50 bin sivil öldü, 80 bin kişi yaralandı. Yüzbinlerce insan kendi ülkesinede göçmen durumuna düştü. Savaş Moskova'ya 25 Trilyon Rubleye mal oldu. Sanayi kuruluşları, altyapı ve tabi servetlerin harap edilmeside eklenirse Rus ordusu bu ülkede 50 Trilyon Rublelik zarara sebep oldu. '' Rus ordusunun kaybı ise 120 bin ölü olduğu ileri sürülmesine karşın, bu rakamın biraz şişirtildiği ortadaydı. Lebed'in barış çabaları sonuç vermiş, Moskova Çeçenistan'ın statüsünün belirlenmesinin 5 yıl süre ile askıya alınmasını kabul etmişti. Savaşta yenilen veya kazanan yoktu. Aslına bakılacak olursa sonuç itibariyle iki tarafta kazanmıştı. Çeçenistan ülkesinden geçecek petrole güvence verirken, Çeçenistan bir nevi bağımsızlık elde etmişti. Savaş sonrası Moskova'nın Çeçenistan'a eski komünist parti başkanı Çeçen bile olmayan Rus yanlısı Doku Zavgayev'i ataması başarıya ulaşmamıştı. Dudayev'in yerine bayrağı teslim alan Zelimhan Yandarbayev, iç kavga olmadan birliği bütünlüğü sağladı. Bu arada Azeri erken petrolünün nakledileceği Bakü-Novorasisk hattından petrol nakledileceğine ilişkin güvence 18 Ocak 1996'da Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev ile Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin'in imzaladıkları anlaşma ile yürürlüğe girdi. Bu anlaşmadan önce 16 Şubat 1996'da zaten AIOC ile Rus şirketi Transneft , 13300 kilometre uzunluğundaki hattın 70 milyon dolarlık harcamayla onarılması konusunda anlaşma imzalamıştı. 150 kilometresi Çeçen arazisinden geçen hattının güvenliğine ilişkin, Çeçenlerin ' bir damla petrol geçirmeyiz ' resti görülmüştü. Ancak bu anlaşma imzalanırken yeni bir krizde kaşınmıştı. Çeçenistan anlaşmaya bağımsız bir devlet olarak imza attığını söylüyordu. Rusya Başbakan yardımcısı Boris Nemstov 'u Rus basını bu nedenle top ateşine tutuyordu. Çeçen tarafı AIOC ve Bakü ile ayrıca masaya oturuyor, anlaşma öncesi pazarlık yapıyordu. Bunda Çeçenlerin işin ucunu bırakmaması önemli rol oynadı. Sürekli tehdit altında yaşamaktansa Ruslar Çeçenlerle anlaşmayı yeğledi. Bakü, bu kriz sırasında Çeçenlerin yanında yer aldı. Hatta SOCAR ile YUNKO arasında Çeçen petrol sanayisinin geliştirilmesine ilişkin bir anlaşma bile imzalandı. Çeçenistan dolaylı olarak ayrı bir devlet gibi Moskova'dan bağımsız anlaşmalar yapıyordu. Çeçenistan Devlet Başkanı Aslan Mashadov ve YUNKO başkanı Hocahmet Yarihanov'un 1997 yazında yoğunlaşan Moskova turları ve şantaj girişimleri sonuç verdi. Ancak petrol transfer ücreti olarak ton varil başına 4 dolar isteyen Çeçenlerde taviz vererek transfer ücretini makul bir seviyeye çekti ve hattın onarımına ve güvenliğine garanti verdi. Bakü-Supsa hattına ilişkin anlaşma ise 8 Mart 1996'da Cumhurbaşkanı Aliyev ve Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze arasında parafe edildi. 900 kilometre uzunluğundaki, 6 pompalama istasyonu ve Supsa limanında terminal inşaatının gerçekleştirilmesinin öngörüldüğü Bakü-Supsa hattının 400 milyon dolara mal olacağı hesaplandı. Supsa hattı için ise Türkiye'nin hem kredi hem de ' BaküCeyhan'ın habercisi ' olacak şartını ileri sürmesi teklifinin geri çevrilmesine yol açtı. Supsa'nın yapımını AIOC üstlendi ve ihale açtı. İhaleyi İngiltre'nin John Brown şirketi kazandı. Ayrıca projenin gerçekleşmesi için pek çok ihale açıldı. Hattın Azerbaycan ve Gürcistan'dan geçen bölümleri için açılan ihaleyi Gürcistan Uluslararası Petrol Şirketi'nin başı çektiği konsorsiyum , Azerbaycan sınırları içinde kalan bölümün ihalesini ise Tekfen'in ortak şirketi Azfen kazandı. Azfen daha sonrada Nisan 2000'de Tengiz-Novorasisk hattının Kazakistan bölümünü yapacak ihaleyi da kazanarak adeta Bakü-Ceyhan'ın aleyhine hizmet veriyordu. Tekfen para kazanmak peşindeydi, stratejik hedefler onu ilgilendirmiyordu. Ayrıca Tengiz-Novarisisk hattı da güvenlik sorununun ikinci ayağını oluşturuyordu. 12 Mayıs 1999'da inşa edilmesi için resmen Hazar Uluslararası Petrol Şirketinini temelini attığı boru hattıdan 2002 yılında 20 milyon ton petrol nakledilmesi öngörülüyordu. Rusya, Çeçenleri dikkate almadan hiç bir projeyi yürütemeyeceğini biliyordu. O halde Çeçenlerle iyi geçinmekten başke çareleri kalmıyordu. Aksi taktirde Rusya, Novarasisk ve yeni yapılan yeni Novarasisk limanından petrol naklini unutmak zorundaydı. Bu arada Ruslar Çeçen tehditinden dolayı Çeçenistan'ı by-pass eden bir boru hattı projesi hazırlamıştı. Projeye göre Bakü-Stovrapol üzerinden petrol Novorasisk'e ulaştırılacak topu topu 220 milyon dolara mal olacak boru hattı Rusya'yı petrol konusunda Çeçenistan'a bağımlı olmaktan kurtaracaktı. Bakü'ye bu öneri Ekim 1998'de sunuldu. Proje'nin mimarı o dönemde Enerji Bakanı olan Yahudi asıllı Sergey Kriyenko idi. Temmuz'da suikastla öldürülmek istenen Aslan Mashadov ise bir süre sonra başbakan olan Kiriyento ile Nazran'da Ruslan Auşev'in yazlık evinde biraraya geldi. Mashadov " Çeçenistan serbest bölge olacak " gibi bir takım vaadlerle aldatılmaya çalışıldı. Mashadov bu görüşmedeni iki gün sonra eşi ve çocukları ile İslam Konseyi toplantısına katılmak ve ABD'nin davetine icabet etmek için ilk defa yurt dışına çıktı. Önce Türkiye'ye geldi. Mashadov, Vehhabileri suçlayan bir açıklama yaparak Çeçenlerin İslami anlayışları ile yakından uzaktan ilişkileri olmadığını ilan ediyordu. İstanbul'da Türk iş adamları ile görüşen Mashadov boru hatları konusunda Türkiye'nin ekmeğine yağ sürdüklerini belirtiyor, bunun karşılığında destek istiyordu. Ankara Çeçen kartından memnundu, ama işlevsel olarak açık desteğini hep esirgedi. Çeçenistan'a yardım etmek Refah Partisi ile bağlantılı İHH ve müslüman kardeşlerini canı gönülden yardım için koşan Büyük Birlik Partisi paralelinde çaba gösteren Nizami Alem Ocakları'na bırakıldı. Resmi yardım yapılmadı. Başbakanlık örtülü ödeneğinden yapılan yardımları meşhur ülkücü Musa Serdar Çelebi yerine ulaştırdı. KIZIL BARON'UN OYUNU! Ruslar Çeçenistan'ı yan geçen hat planlarken Bakü-Ceyhan için Amerikan girişimleri hızlanmış, Ankara tekliflerini resmen Bakü'ye sunmuştu. Ankara Rusların by-pass projesinin maliyetini karşılayacak durumda olmadığı ile avunuyordu. Üstelik hat sanıldığı kadar Çeçenlerin çok uzağından geçmiyordu. Çeçenler Dağıstan'da bazı güçlere hakimdi. Nitekim Aralık 1998'de Çeçenistan'da kurulan Devlet Konseyi'nin başkanlığına getirilen ünlü Çeçen komutan Budonsky kahramanı Şamil Basayev, aynı tarihlerde Dağıstan Halkları Kongresi başkanlığına da getirilmişti. Nisan 1999'da Mohaçkala'de toplanan Kongre işgalçi Rus güçlerinin Dağıstan çıkmasını talep etmiş, 3000 kişilik sürekli Kafkas İslam gücü kurulması için harakete geçmişti. Bu girişimi destekleyen gücün Kızıl baron lakaplı dolar milyarderi Yahudi iş adamı Boris Brezovski'nin olduğu o sırada kimse aklının ucuna bile getirmedi. Çeçenlerin başına çorap örülen ikinci işgalin start almasına sağlayayacak bu işgale Brezovski destek verdiğini daha sonra Rus NTV'sine açıklarken Rus istihbaratının verdiği görevi yerine getirmenin mutluluğu yüzünden okunacaktı. Rusya, 1997'de imzalanan Hasavyurt barış anlaşmasına göre Çeçenistan'ın statüsünün belirlenmesini 2001 yılına kadar dondurmuştu. Bu durumdan istifade eden Mashadov, eğitim ve ülkenin yeniden onarılmasına ağırlık vermiş bir hukuk devleti olmak için yatırımlarını yapmıştı. Yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde Şamil Basayev'e karşı başarılı olmuştu. Basayev'in kalbinin kırılmaması için ona başbakanlık verilmiş ancak savaşa ve maceraya alışmış Basayev için bu makamı doldurmak sıkıcı gelmişti. Basayev'in istifası ile birlikte Mashadov'un yetkilerini kısıtlayan Yüksek Devlet Konseyi kurumu ortaya çıkmıştı. Basayev'in Dağıstan ve Çeçen Halkları Kongresi'nin başkanı olarak ortaya çıkması ve Vehhabilerin maddi ve askeri desteğini alması Mashadov'un hiç hoşuna gitmiyordu. Ruslar Çeçenleri Afganlar gibi bölüp parçalamak istiyordu. Mezhep ayrımı olmaması nedeniyle Vehhabilerin Çeçenlerin arasına girişine en çok Ruslar sevindi. İslami üslup olarak Vehhabileri tasvip etmeselerde Çeçenler Vehhabilerin maddi gücünden yararlanmak istedi. 1998 sonbaharında Dağıstan'ın Botlık bölgesine Ürdünlü Vehhabi komutan Hattab ile Basayev'in girerek İslam devleti kurduklarını açıklamasına en az şaşıranlardan biriydim. Vehhabi-Rus kaynaklı bu tehlikeli oyun nedeniyle Botlık kentinde yer alan Türk okulunun bu devrede elemanlarını geri çekmesine ve okulu mecburi olarak kapatmasına şahit olmuştum. Dünya kamuoyu ise şok olmuştu. Bu provokasyon Rus istihbaratının işiydi. Kızıl Baron Brezovski, Basayev'i oyuna getirmişti. 15 Eylül 1999’da Ruslar Moskova'da 116 kişinin ölümüne yol açan bir terörist eylemi istihbaratın ALFA timine yaptırdılar. Suç Çeçenlerin üzerine atıldı. Tüm Rusya'da birden esmer avı başladı. Kafkas görüntülü herkes gözaltına alınıyor, parmak izleri tesbit edilerek potansiyel suçlu görülmeye başlanıyordu. O sırada Çuvaşistan’ın başkenti Çebuksarı ( Çuvaşkar) da Türk Gençleri Zirvesi’ni izlemeye gitmiştim. Sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli Çuvaşlar gerçek Türk ırkıydı, ancak 12-15. yüzyıl arasında müslüman olmalarına rağmen Korkunç İvan döneminden itibaren topraklarından sürülmemek şartı karşılığında Hıristiyanlaştırılmışlardı. Lenin’in doğduğu Ullyanski’ye ziyaretim sırasında Leninin babasının eğim bakanı olarak Çuvaşların dil ve kültürlerini korumalarında büyük hizmetler yaptığını öğretmiştim. Bugün 1,5 milyonluk özerk cumhuriyette sadece 1500 Müslüman Çuvaş kalmıştı. Türk olduklarını kabul etmeyen Çuvaşistan’a girerken 6 saat aranmış, Türk zirvesine bizi davet eden Azatlık haraketi liderini hapisten rüşvetle çıkartmıştık. Çuvaş dilinde yaşayan 500’e yakın Türkçe kelime onların Türk olduğunu gösteriyordu. Hafta sonu 150 km uzaklıktaki Tataristan’ın başkenti Kazan'a yaptığım gezide Rus polisleri esmer olduğum için önce beni ve benle birlikte olan Türk ekibini tutuklamaya kalktı. Daha sonra kimliklerimizi öğrenince can güvenliğimiz olmadığı düşüncesiyle bir polis otosunu arkamıza taktı. Rus polisini öğle yemeğinde atlatarak görüştüğüm Tataristan'ın Başmüftüsü Osman İsakov, açıkça " Bomba olayları Rus istihbaratının işi. Çeçenlere iftira atıyorlar. Çeçenler Vehhabi değil. " diyordu. Ertesi gün ise Tataristan Devlet Başkanı Mintemir Şaymiyev tarafından 15. asırda yıkılan aslına uygun biçimde yaptırılan Kulu Şerif camisinde Şaymiyevle bana dolaşma serbestiyeti tanıyan hatıra fotoyu çektiriyordum. Yılda 11 milyon ton petrol çıkartılan Tataristan’da oğlunu Tatneft şirketinin başına getiren Çaymiyev, Çeçenler gibi siyasi bağı__________msız yerine ekonomik bağımsızlık peşinde olan çok akıllı bir liderdi. Ocak 2004 yılında TÜPRAŞ’a Zorlu Holdingle birlikte talip olan Tatneft şirketi ve Şaymiyev ailesi, gücünün doruğundaydı. Komşu özerk cumhuriyet Başkürdistan’ın Lideri Murteza Rahimovla 1998 yılında mektupla röportaj yapmış, Rus yanlısı olarak bilinen bu liderin Moskova’dan habersiz işlerle yaptıklarına dair ifadesini gündeme getirmiştim. Rusya İçişleri bakan Yardımcısı Igor Zubov, patlama olaylarının sorumlusunun Dağıstan'daki dinci Vehhabiler ve Çeçenler olduğunu ortaya atmakla kalmadı, hemen kulpu yapıştırdı: " Rusya'nın zayıflamasını isteyen dış güçler Vehhabilere 20 milyon dolar verdi. Hedefleri petrol boru hatlarının Rusya arazisinden geçmesine engel olmak.." Rus bakan açıkça Bakü-Ceyhan'da ısrarlı olan Türkiye ve ABD'yi suçluyordu. Tam bu sırada İmralı'da ikamet eden PKK elebaşı Öcalan'ın Türkiye'de terör eylemlerini sona erdirdiğini açıklaması, petrol boru hatlarının yolunu açıyordu. Moskova, PKK kartını kaybetmişti. Bu nedenle Çeçen kartının da aleyhine çevrilmemesi için tüm hukuk, insan hakları ve uluslar arası kuralları bir yana bırakarak petrol uğruna bir milletin yok edilmesi için başlatılan askeri operasyonun fitilini ateşliyordu. Kafkaslar yüzyıllardır üç ayrı vektörün bileşkesinde analiz edilirdi: Rusya, İran ve Türkiye... Türk-Rus ekseninin hali malumdu. Bakü-Ceyhan boru hattı imzası, Çeçenistan Savaşı iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş durumdaydı. Peki ya üçüncü güç, yani İran'ın konumu; bunu kimse hesap etmiyor veya etmek istemiyordu. 26 Ocak 2000'de İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi, Rus Dışışleri Bakan Yardımcısı Gregory Karasin ile görüşmesinin ardından Çeçenistan'da yaşananları 'insani dram' olarak niteledi ve 'kabul edilemez' buldu. Ama uluslararası analiz merkezi Stratfor'un son derece haklı olarak işaret ettiği gibi diğer İslam ülkelerinin aksine eleştirilerinde ağır bir dil kullanmaktan kaçındı. İslami motifli her kalkışmayı 'devrim ihracı' adına destekleyen İran'ın Kafkaslar'da Ruslara karşı savaşan güçlere soğuk bakmasını birkaç ayrı sebebi vardı. Önce Dağıstan'da ardından Çeçenistan'da Ruslara karşı savaşan birliklerin Vahabi komutanlarca yönetildiği artık herkesin bildiği sırdı. Suudi Arabistan'ın açık desteğini alan bu savaşçıların arasında Usame Bin Laden'in silahlı kadrolarının da bulunduğu belirtiliyordu. Tahran, ABD'nin gölgesinde yürüdüğüne inandığı bu savaşa açıkça karşı çıkmasa da yardım etmiyordu. Çeçenistan'daki savaşın Rusya'nın Orta Asya ve Azeri petrolü için öngördüğü boru hattı güzergahını tehdit ettiği ortadaydı. Bu petrolün Türkiye üzerinden akması hem Rusya'yı, hem de İran'ı devre dışı bırakacaktı. Rusya, İran'ın rahatça silah satın alabildiği belki de tek ülkeydi. Nitekim İran Meclis Başkan Yardımcısı 12 Ocak günü Moskova'yı ziyaret ederek yeni askeri işbirliği imkanları aradı. Örneğin İran Rusya'dan üç yeni dizel denizaltı ve MİG uçaklar satın aldı. İki ülke birlikte balistik füzeler ve nakliye uçakları geliştiriyordu. Basına yansıyan sadece nükleer santral projesiydi. 'İslam Cumhuriyeti' İran, eski 'Allahsız komünist', Ortodoks Rusya'nın ezdiği müslüman Çeçenlere sırt çevirebiliyordu. Türkiye'nin Kafkas politikası da aynı ölçüde cesur olmalıydı. Çünkü Türkiye'nin Azerbaycan üstünden Orta Asya'ya açılması Rus-İran tehditi altındaydı. PUTİN'İN ÇEÇENSİZ ÇEÇENİSTAN PLANI Herşey Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin'in silik bir casus olan Vladimir Putin'i başbakanlığa Ağustos 1999'da getirmesiyle değişmişti. Daha önce altı başbakan harcayan Yeltsin'in daha sonra halefi ilan ettiği Putin'e de harcaması bekleniyordu. Ama tam tersine Putin Yeltsin’i harcadı ve 1994'de Federal İç Güvenlik (FSB) koridorlarında hazırlanan ' Çeçensiz Çeçenistan' planını tekrar sahneye koyuyordu. Eylül'de başlayan operasyona Ruslar bu defa havadan bombardıman ile başladı. Bu konuda Kosova'da Amerikan ordusunun izlediği taktik izleniyordu. En az kayıpla işi bitirmek. Ama kazın ayağının öyle olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı. Çeçenler ilk üç ay hiç karşılık vermeden bekliyordu. Rus ordusunu iç taraflara çeken Çeçenler kara ordusu girince gerilla savaşına başlıyor, Rus askerlerine ilk savaşta olduğu gibi ağır zayiatlar verdiriyordu. Rus kamuoyu basınında etkisiyle birden Putinci olmuştu. 6 ay önce Rus siyaset sahnesinde olmayan ilk geldiğinde yüzde 4'lük bir reytingi olan Putin bir anda yüzde 40'lık bir reyting ile başarı kazanıyordu. 17 Aralık 1999'da yapılan Duma seçimlerinde bu başarı bariz biçimde ortaya çıkıyordu. Kremlin tarafından Duma seçimlerinden iki ay önce kurdurulan Putin'in oyumu vereceğim dediği Ayılar Haraketi Komünist partisinden sonra en fazla oyu alarak tüm dengeleri altüst ediyordu. Lujkov- Primakov ittifakı Tüm Rusya Partisi ancak üçüncü olabilmişti. Putin bunu Çeçenistan operasyonunda elde ettiği başarılar sayesinde sağlamıştı. 2000 yılına girilen akşam Yeltsin sürpriz biçimde halkın beklentilerini yerine getiremediği gerekçesiyle istifa ettiğini açıklayıp yerine vekil olarak Putin'i bırakınca senaryo ortaya çıkmıştı. Rus oligarhlarıda Yeltsin'in halefi Putin'i destekliyordu. Bu durumda üç ay sonra devlet başkanı seçimi yapılması zorunluluk haline gelmişti. Putin, Yeltsin ve ailesine dokunulmazlık kazandıran bir kararname ile ittifakın perde arkasını da doğruladı. Yeltsin'in İsviçre bankalarında yatan milyon dolarları güvence altına alınmıştı; artık rahatlıkla emekli olabilirdi! Putin'in gelişi ABD ve Batıda endişe ile karşılanmıştı. Şahin politikaları izleyen Putin Sovyet ruhunu canlandırmak istiyor, arka bahçeleri bırakmak niyetinde olmadığını gösteren politikalar izlemeye başlıyordu. Bu politikaların en önemlilerinden biri petroldü. Çeçenistan'ı imha operasyonunda Putin'in ısrarının ardında yatan gerçek nedenler kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başladı. Bütün hesaplarını 26 Mart'da yapılacak başkanlık seçimine göre yapan Putin, 25 Mart'da yapımı son hızla sürdürülen Çeçenistan'ı by-pass eden petrol boru hattını kullanıma açarak şov yaptı. Başbakanlığa getirilir getirilmez daha önce finans bulanamayan bu projeye ' örtülü ödenekten ' sağlanan 220 milyon dolarlık kaynakla start veren Putin, seçimde seçmene ' boru hattı savaşını kaybetmedik 'mesajı verdi. Çeçenistan'dan geçmeyen Bakü-Stavropol-Novorasisk boru hattının yapımını 5 ay sürdüren Rus Transneft şirketi, hattın inşaatını 25 Mart'da, başkanlık seçimlerine bir gün kala tamamladı. Rusya, Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev'le bu hattan 2000 yılından itibaren 5 milyon ton, daha sonra 10 milyon ton petrol nakledilmesine ilişkin anlaşma imzalamış, petrol garantisini de bulmuştu. Ruslar harıl harıl boru hattı inşa ederken halen Bakü-Ceyhan'a kazma vurulmamış olması ve Gürcistan'dan kaynaklanan pürüzler, Cumhurbaşkanı Aliyev'i bu sırada Ankara'ya getirdi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i ise 15 Ocak 2000'de Tiflis'e götürüyordu. Ayrıca Gürcistan'a sığınan Çeçen mültecileri terörist diye niteleyen Moskova'nın Gürcistan'a baskı yaparak BaküCeyhan'ın hattının güvenliğini tehdit etmesi, Tiflis ve Bakü'yü telaşa düşürüyordü. Bu arada Putin'in Aliyev ve Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'yi arayarak ' Çeçenlere yardım etmeyin' diye uyarması ve bu ülkelere vize uygulanacağını bildirmesi, Kafkaslarda gerginliği tırmandırıyordu. AGİT İstanbul zirvesinde Azerbaycan ve Ermenistan tarafından önerilen ABD, Rusya, Gürcistan ve Türkiye'nin dahil olduğu altılı Kafkas güvenlik paktı kurulması önerisi, bu aşamada tekrar gündeme geldi. Putin'de bu öneriye sıcak bakıyor, ancak İran'ında içinde olmasını istiyordu. Rusya 1997'de Kislovski'de Kafkaz liderlerini biraraya getirerek pakt önermişti. Bu girişim ABD Dışişleri Bakanı Albright'ın kafkas ülkeleri dışişleri bakanları ile biraraya gelerek güvenlik paktı konusunu gündeme getirmesinden hemen sonrasını rastlıyordu. Moskova'nın amacı bu tür girişimleri sulandırmaktı. Ankara tarafından ortaya atılan paktın aslında Amerikan'ın tekrar piyasaya kemik atma operasyonu olduğunun farkına varan Moskova hemen karşıt atağa geçerek Kafkas ülkelerinin başkanlarını 26 Ocak 2000’de BDT zirvesi vesilesiyle Moskova'da biraraya getiriyordu. Putin, önerilen paktın Azerbaycan, Türkiye ve Gürcistan arasında kurulmasına ' boru hattı koruma paktı oluşturuluyor ' gerekçesiyle karşı çıkıyordu.. Ruslara göre, Hazar petrollerinin uluslararası platforma çıkartılma mücadelesinin kazanılması için Çeçenistan'da güvenliğin bu milletin topraklarından uzaklaştırılması, yok edilmesi pahasına sağlanması gerekiyordu. Çeçenistan'dan geçen 153 km'lik hattın eski ve kullanılmaz halde olduğunu, bu nedenle 10 milyon ton kapasiteli hattı inşa ettiklerini savunan bir Ruslar " Yeni hat Çeçenistan sınırının 2 km yanından teğet geçiyor. Bu nedenle bölgeye tam hakim olmalıyız. 1997'da Çeçenlerle yaptığımız barışa göre mevcut hattın güvenliğini Çeçenler sağlayacaktı. Ancak Bakü'den pompalanan petrol bir türlü Novorasisk'e ulaşmadı. Hat üç dört defa kapandı. Petrol, Çeçenistan'da kayboluyordu. Bu petrolün boru hattında açılan deliklerle boşaltıldığını, Çeçenistan'da kurulan küçük rafinerilere aktarıldığını tesbit ettik. Rusya'nın başka çaresi kalmamıştı; çıkış yolu yoktu. " iddialarında bulunuyorlardı. Ruslar, Çeçenistan operasyonunun sonuç alınana kadar devam edeceğini belirtiyor, komşu ülkelere sığınan Çeçen mültecilerin savaş sonrası kendi topraklarına dönebileceklerini savunuyordu. Çeçenler ise Bakü-Ceyhan için Türkiye'nin kendilerini sattığı kanatindeydı. Mavi Akım projesi, bu satışın tuzu biberi olmuştu. Çeçenistan'ı by pass eden güzergahın inşaatı 15 Nisan 2000'de tamamlandı. Maliyet 180 milyon dolar olarak hesaplanmış ancak 140 milyon dolara mal edilmişti. 330 km'lik ek hat ile Çeçenistan tehditi ortadan kaldırılmıştı. Şimdi bu hatta petrol bulmak kalıyordu. SOCAR, Bakü-Novorasisk'ten nakledilemeyen petrolün bu hatdan şyılda beş milyon ton nakledileceğeğini açıklayarak, Rusları memnun ediyordu. KARA DULLAR VE ÇARESİZ ÇEÇENLERİN EYLEMLERİ Çeçenler barınak olarak Gürcistan'ı seçmişti. Bu nedenle Rusya ve Gürcistan arasında zaten gergin olan ilişkiler, Moskova'nın Gürcistan yönetimini kendi topraklarını mücahitlere Çeçenistan'da savaşabilmeleri için kullandırmakla suçlayınca dramatik boyutlara ulaştı. Moskova ayrıca, Gürcistan'ın Rus-Gürcistan sınırı boyunca Pankisi Vadisi'nde üsler açarak, Çeçenler için güvenli bir ortam sağladığını iddia etmekteydi. Moskova iddiasını, Gürcistan'da yaklaşık 5000 Çeçen mülteci ve Gürcistan'ın Kuzeydoğusunda 7000 kadar yerel etnik Çeçen insanının yaşamasına dayandırıyordu. Buna cevaben Pankisi Vadisi'ne Rus askerlerinin yerleştirilmesi isteklerine karşı çıkan Gürcistan, Rus sınırı boyunca güvenlik önlemlerini artıracağını ifade etmişti. Ancak, Moskova Gürcistan'ın bu teşebbüslerini Rusya'nın Gürcistan topraklarındaki terörist yuvalarını yok etmek için yapacağı büyük operasyonu ertelemek için yapılan göstermelik bir operasyon olduğu gerekçesiyle eleştirmişti. Bu da Rusya'nın Pankisi Vadisi'nde askeri bir operasyon için ne kadar kararlı olduğunu göstermekteydi. Rusya'nın Tiflis üzerindeki baskısı, Başkan Vladimir Putin'in 11 Eylül 2002'de dünya liderlerine bir mektup yazarak, Gürcistan'ın aldırmazlığı ve Rusya'nın Birleşmiş Milletler Şartı'ndan kaynaklanan kendi kendisini müdafaa etmek hakkını kullanarak operasyon düzenlemesine izin vermediğinden dolayı Gürcistan'ı şikayet etmesiyle daha da artmıştı. Bu mektubunda Putin şöyle diyordu: Teröre karşı gerçekleştirdiğimiz başarılı operasyonlarımız sonucunda hayatta kalan son haydutlar Gürcistan'a geçmeye başarmıştır. Ancak Gürcistan yetkilileri bunlara gözlerini yummakta ve bunlar orada hür ve müreffeh bir yaşam sürdürmektedirler. Askeri, mali ve diğer yardımları da dışardan (...) almaya devam etmektedirler. Yukarda söylenenler, Tiflis'in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin teröre karşı ve tüm devletlerin uymakla yükümlü olduğu 1373 no'lu kararını ihlali ile ilgilidir. Bu durumda, Gürcistan'ın bu alandaki uluslararası topluma karşı zorunluluklarını yerine getireceğini garantiye almalıyız (...) Bu bağlamda Rusya, Birleşmiş Milletler Şartı'na uygun olarak ve geçen yıl Eylül ayında ABD'ye karşı yapılan barbarca saldırıdan sonra Güvenlik Konseyi'nin 1368 no'lu kararıyla kayıt altına alınan bireysel veya toplu savunma hakkını kullanmak zorunda kalacaktır. Vurgulamak istediğim konu, söz konusu devletin egemenlik haklarına ve toprak bütünlüğüne karşı olmadığımız veya politik rejimini değiştirme gibi bir düşünce içinde olmadığımızdır. Rus kamuoyu, Putin'in İkinci Çeçen Savaşı boyunca yürüttüğü her türlü politikayı genelde desteklemişti ve bu son durum da Putin'in popülaritesini olağanüstü şekilde arttırmıştı. NATO ve Birleşmiş Milletler'e yaklaşımı dolayısıyla halkın gözünde küçük düşen Putin, kararlı bir lider olduğu şeklinde kamuoyunda oluşan imajını yükseltmek zorunda kalmıştı. Fakat 23 Ekim 2002'de Moskova'da gerçekleştirilen eylem hem Rusya Federasyonu (RF) hem de Çeçenistan için bir sonun başlangıcı oldu. Rusya Federasyonu ve Çeçenistan arasında yaklaşık dört senedir devam eden savaş bu eylemin yarattığı etki ile yeniden Rus ve dünya kamuoyunun gündemine taşınmıştı. Bir grup silahlı Çeçen eylemcinin bir tiyatro salonunu ele geçirmesi, içeride bulunan insanları rehin alması ve birtakım taleplerde bulunması başlangıçta sıradan bir terörist eylem görüntüsü vermekteydi Yaklaşık 700 kişinin rehin alınması, Rus güvenlik birimlerinin rehineleri öldürmek pahasına sinir agzı kullanarak düzenledikleri operasyon sonucunda 41 eylemci ve 128 rehinenin hayatını kaybetmesi, operasyon ile birlikte Rus-Çeçen Savaşı'nın da yeniden sorgulanmasına neden olmuştu. Eşsiz kalan Çeçen dullar, Kara dullar adını verdikleri intihar timleri ile çaresizce kendilerini patlatacakları pek çok eyleme karışacaktı. Erkekleri ise dağlarda Rus avını sürdürecekti. Bu sonu olmayan umutsuz bir savaştı. Savaşın gerçek mağduru çeçen kadınlardı. Binlercesine tecavüz edilmişti. Moskova eylemi ve Rusya Federasyonu'n Çeçenistan politikasına yansımalarını araştıran ASAM Kafkasya Araştırmaları Masasından Gökçen Ekici de, Rus-Çeçen savaşını, Rusya'nın Kafkasya politikası dışında değerlendirilmemesini istiyordu. (49) Bu politika içerisinde Çeçenistan'ın durumu dramatikti. II. Çeçenistan Savaşı üzerinde etkili olan en önemli olaylardan birisi ABD'de yaşanan 11 Eylül 2001 terör olayıydı. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD ve müttefiklerinin 'uluslararası terörizme' karşı açtığı savaş ve yeni tehdit algılamalarının şekillenmesi dünyanın Çeçenistan'da yaşanan savaşa bakışı üzerinde de etkili olmuştu. Bu çerçevede Çeçenistan Savaşı'nın uluslararası terörizm kapsamında mı, yoksa bağımsızlık mücadelesi olarak mı değerlendirilmesi gerektiği tartışması Vladimir Putin'in başarılı propaganda savaşı sayesinde dondurulmuştu. Ancak, Moskova eylemi bu ve bunun gibi soru işaretlerinin yanı sıra Rus halkına ve dünyaya unutturulmaya çalışılan bir savaşı yeniden gündeme getirmişti. Putin, ayrıca Irak Savaşı'ndaki yaklaşımı nedeniyle, ABD'nin Moskova'ya Gürcistan'a karşı açık çek verebileceğini beklemişti. Ancak, Tiflis ve Washington arasında gelişen ilişkiler Putin'in politikalarının bozguna uğrayacağını gösteriyordu. Çeçenistan’da 1999 yılında başlayan çatışmalardan kaçan 7,000’den fazla Çeçen mülteci Gürcistan’ın Pankisi vadisinde yaşıyorlardı. Mültecilerin çoğunluğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyordu. Mültecilerin yüzde 80’i Kist etnik grubuna mensup Gürcü aileleriyle yaşıyordu 150,000 Çeçen ise üç yıldan daha fazla süredir İnguş Rusya Federal Cumhuriyeti’nde yerinden edilmiş bulunuyordu. BMMYK sözcüsü Peter Kessler Cenevre’de Palais des Nations’da 8 Şubat 2002 yaptığı konuşmada Rusya’yı kızdırmıştı. Kuzeydoğu Gürcistan’ın Pankisi vadisinde bulunan Çeçen mültecilerin durumunu yakından izleyen BMMYK, yetkililerin, mültecilerin Çeçenistan’a dönmeye zorlanmayacaklarına dair açıklamaları Çeçenlerce memnuniyetle karşılandı. Çeçenistan’da devam eden çatışmalar ve güvenlik endişeleri sebebiyle BMMYK, 2003 sonlarında Çeçen mültecileri dönmeye teşvik edemiyordu. BMMYK, Çeçenlerin geri dönüşünün gönüllü olması gerektiğini tekrar tekrar belirtmişti. Akhmeta’da mülteci temsilcileri ve BMMYK görevlileri arasında yapılan toplantıda, mültecilerin güvenlik endişeleri nedeniyle hala Çeçenistan’a dönmek istemedikleri açıklanmıştı. Pankisi vadisinde halen gergin olan durum, Akhmeta’da yaşayanların bölgede hukuk ve düzenin yerine getirilmesine dair çağrısına yol açtı. Ancak, haftalarca süren gösteriler sona erdi ve mültecilere düşmanlık gösteren yerel “gezici silahlı gruplar” dağıtıldı. BMMYK gerilim nedeniyle insani yardım dağıtımını haftalarca geciktirmek zorunda kaldı ancak mültecilere ve evsahibi ailelere dağıtım 30 Ocak’ta yeniden başladı. Rus İtar-Tass haber ajansına demeç veren Dağıstan savcılık soruşturma bürosu, Gelayev’in Dağıstan’ın Suntinski bölgesinde 15 Aralık 2003’te düzenlenen operasyonlarda öldürüldüğünü söylemişti. Gelayev’in yakalanan beş adamı, liderlerinin operasyon sırasında çıkan çatışmada öldüğünü söyledi. Gelayev, Rusya ile Gürcistan arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden olan Çeçen liderlerden biriydi. Rusya, Gelayev’in Gürcistan’da olduğunu iddia etmiş ve Gelayev’in iade edilmesini istemişti. Gürcistan ise bu iddiaları reddetmişti. Gelayev, Çeçen lider Aslan Mashadov’un hükümetinde Savunma Bakanı olarak görev de yapmıştı. 24 Ağustos 2003'de Rusya'da değişik sivil toplum örgütlerine üye bir grup aydın, Devlet Başkanı Vladimir Putin'e çağrıda bulunarak, siyasal mücadelenin terörist yöntemlerle yürütülmesine karşı olduklarını dile getirmişti. Aydınlar yayınladıkları "dokuz soruluk" metinde "Temmuz ayında Moskova ve Mozdok şehirlerinde gelişen olaylar, Çeçenistan'da süren savaşın artık Rusya'nın güncel yaşamı haline geldiğini gösteriyor" deniliyordu. Çeçenistan'da yürütülen mücadelenin kamuoyuna doğru aktarılmadığını, devlete bağlı basın yayın kuruluşları kanalıyla tek taraflı ve sansürlü aktarıldığına dikkat çeken aydınlar "Çeçen teröristleriyle" mücadele adı altında bir çok şeyin tekelleştirildiğini söylüyordu. Metinde ayrıca "Devlet güçlerinin Çeçenistan'da geliştirdiği operasyonlarda siyasi cinayetler işleniyor" belirlemesinde bulunuldu. Savaş durumunun hala devam ettiğinin altı çizilen metinde "Halen dağlarda ve ormanlık alanlarda devlet güçleri ağır silahlar kullanıyor. Çift taraflı çatışmalar yaşanıyor. Bazen bu çatışmalar sivillerin yaşadığı alanlara kadar yayılmaya devam ediyor" denilerek, konuya ilişkin Devlet Başkanı Putin'e bazı sorular yöneltildi. Metinde Çeçenistan sorunu, Filistin-İsrail sorunuyla karşılaştırılarak, "Rusya, Filistin sorunun çözümünde aktif yer aldığını iddia ederken neden Çeçenlerle diyalogu reddediliyor, Aslan Mashadov'la bir diyalogun geliştirilmesi gerekirken neden geliştirilmiyor, neden uluslararası otoriter kesimlerin arabuluculuğu kabul edilmiyor, Rusya'daki Çeçenistan temsilci Axmadov'ın geliştirdiği barış projisi neden incelenmeye alınmıyor?" biçiminde sorular yöneltiliyordu. Rusya'daki Çeçen temsilcisi Axmadov'ın geliştirdiği kısa vadeli proje göre ise, BM temsilcilerinin gözetiminde, Çeçenistanda bir diyalog sürecinin başlatılması, Çeçen Militanların silahlarını teslim etmelerinin koşullarının oluşturulması ve Çeçenistan sorunun çözümü için girişimlerin başlatılmasını içeriyordu. Metinde, 1994-2003 kadar olan süreç değerlendirilerek, bu süreçte gelişen çatışmalar ve eylemlerden dolayı Çeçenistan'da 18 bin Rus askerinin, Çeçen ve diğer halklardan sivillerden oluşan 7 bin kişinin ve 8 bin Çeçen militanın yaşamını yitirdiği belirtiliyordu. Metinin devamında "Bay Putin siz Çeçen militanları terörist olarak görüp, uluslararası terörist merkezler tarafından yönlendirildiğini düşünüyorsunuz da neden bunda ordunuzun ve özel kuvvetlerinizin payını görmüyorsunuz?" denilerek, "referandumun ciddi bir etki yapmadığı gibi önümüzdeki seçimlerin de sorunlarının çözümünde ciddi bir etkisinin olmayacağını, savaşı durduramayacağı kaygısını taşıyoruz" denildi. "Çeçenistan'daki savaş bir kara delik gibi, halkın parası bu deliğe gidiyor. Sözde Çeçenistan'ı kalkındırmak için gönderilen para nereye gidiyor? Çeçenistan'da bulunan askeri güçler illegal petrol ve silah kaçakçılığıyla iç içe geçmiştir. Çapulculuk ve haraca kesme devam etmektedir. Çeçenistan'daki savaş için sağlanan finans Rusya'daki vergilerden sağlanırken bu kaytılarda yer almıyor. Sizin iktirada geldiğiniz dönemden bu güne kadar Çeçenistan'a harcanan paranın rakamı ne? Bu rakamlar yükseliyor mu, düşüyor mu? Bize bunu cevabını veriniz" biçiminde devam ediyor. Metinde isimleri yer alan bazı önemli şahsiyetler şunlardı; Moskova Helsinki grup başkanı Artur Aristakisen, Çeçenistan Ulusal Kurtarma Komitesi başbakanı Ruslan Badolav, Kültür ve tarih araşrıma merkezi başkanı Leyanit Batkin, yazar Anderey Bitov, Saxarof vakfı başkanı Yelena Bonır, DUMA millet vekillerinden Sergi Kavalov ve Yuli Ribokov, Papaz Yakup Kurotov ve bir çok gazeteci, yazar, sivil toplum örgütü ve tanınmış şahsiyetin imzasını taşıyan metinde Putin'e Çeçen sorunun çözümü çağrısı yapılmaktaydı. Ama nafile bir çabaydı. Mashadov ve Basayev'e yönelik Rusların gerçekleştirdiği suikast girişimlerinin 2004'e girerken başarısızlığa uğradığı anlaşılacaktı. Çeçenistan'da Ekim 2003’de yapılan göstermelik seçimde Moskova devlet başkanlığına istediği adamı getirmişti: Bu seçim seçmeni olmayan bir seçim olarak tarihe geçecek ve Rus yanlısı Kadirov başa gelecekti. Çeçenler, 5 Şubat 2004’de Moskova metrosunu patlatarak Filistinvari biçimde liderlerine düzenlenen suikast girişimlerinin intikamını almaya çalıştı. 40 kişinin öldüğü intihar eylemi gösteriyor ki, çaresizliğe itilen Çeçenistan Filistinleşiyordu. Bunun baş sorumlusu, Putin’in izlediği uzlaşmaz sertlik yanlısı politikalardı. Moskova metrosunun patlatılması olayı, Rus halkına ve dünyaya unutturulmaya çalışılan bir savaşı yeniden gündeme getirdi. Bu patlamadan Çeçenleri sorumlu tutmadan önce Rus istihbaratının daha önce gerçekleştirip Çeçenlerin üzerine attığı eylemler hatırlanmalıydı. Gürcistan’a yerleşmeye başlayan Amerikan güçleri, Çeçen mücahitlerin saklandığı Pankisi Vadisinde Ladinin adamlarını avlamaya hazırlanırken, Rusya’nın arka bahçesi saydığı bu bölgede Çeçenleri terörist gösterecek Moskova olayının gerçekleşmesi yine Rus istihbaratının işi olabilirdi. Moskova, Washington’a Çeçenleri terörist kabul ettirip, arka bahçede beraber avlanma önerisi sunmuş gibi gözüküyordu. Irak’ın Filistinleşmesinin ardından Çeçenistan’da hızla Filişlinleşiyordu. Adaletin olmadığı yerde terörle mücadeleden bahsedilemezdi. Terörizmi durdurmak için önce terörist olmamak, teröre terörle ilaç aramamak ve kirli planlar için terör işlememek gerekliydi. Ancak Ruslar, Dudayev’den sonra devlet başkanı olan Zelimhan Yandarbiyev ve oğlunu Katar’da arabasına bomba koyarak suikastla öldürdü ve görünürde metro olayının intikamını aldı. MASHADOVLA BİRLİKTE BARIŞTA ÖLDÜRÜLDÜ 1944 yılı ile 1957 yılları arasında dünyaya gelen hiçbir Çeçen vatanında doğmadı. Aslan Mashadov da bu kuşaktaki bütün soydaşları gibi 1951 yılında Kazakistan’da doğdu. Ailesi 1944 sürgününü bütün acımasızlığıyla yaşadı. Mashadov 1957 yılında altı yaşındayken Çeçenistan’a döndü. 1972 yılında Tiflis Askeri Topçu Akademisinden mezun olarak hayata atıldı. Rusya Federasyonu’nun bazı bölgeleri ile Macaristan ve Litvanya’da görevler yaptı. Sovyetler Birliği’nin yikılmasından sonra ülkesi Çeçenistan’da Dudayev’in başlattığı mücadeleye davet edildi. Aslan Mashadov 1992 yılında Rus ordusundaki görevinden ayrılarak ülkesi Çeçenistan’ın hizmetine girdi. Mashadov da, Çeçenistan’a saldıran ve Çeçenistan’ın özgürlük mücadelesini boğmaya çalışan Viktor Kazantsev, Gennadi Troşev gibi komutanlarla aynı okuldan mezun oldu. Kısa biyografiden anlaşılacağı üzere, Mashadov Rus askeri eğitim kademelerinde yetişmiş bir askerdi. 27 Ocak 1997 tarihinde Çeçenistan’da demokratik seçimler yapıldı. Bu seçimlere o zaman devlet başkanı olan Zelimhan Yanderbiyev, birinci Çeçenistan savaşının efsanevi komutanı Şamil Basayev gibi isimler de katıldı. Böyle bir ortamda Genelkurmay Başkanı olarak Devlet Başkanlığına adaylığını koyan Aslan Mashadov seçimi birinci turda yüzde 65 oy alarak kazandı. Rusya Fedarasyonu dahil birçok federe devlette iktidarda bulunanların devlet imkanlarını kullanarak sandıktan çıkacak sonuçları istedikleri gibi yönlendirmeleri dikkate alındığında Çeçenistan 1997 yılında gerçekten demokrasiye örnek teşkil edecek bir seçim yapmıştı. Bağımsız devlet olma yönünde irade beyan eden Çeçen halkı, Devlet Başkanları Aslan Mashadov önderliğinde yeni bir devleti adeta yoktan var etme savaşına girdiler. 400 yıldır devam eden Çeçen bağımsızlık mücadelesinin bu safhasında Aslan Mashadov, tabiri caizse, adeta ateş çemberinin içinde kaldı. 1997 yılında bağımsızlık yolunda kararlı bir Çeçenistan’ın Devlet Başkanı olarak yola çıkan Aslan Mashadov KGB’nin provakasyonlarına karşı koymak için var gücüyle çalışıyordu. 12 Mayıs 1997 tarihinde Boris Yeltsin ile imzaladığı barış antlaşması ile Mashadov, Çeçenistan’ı, fiilen bir bağımsız devlet olma yoluna sokmuştu. Bu anlaşma paralelinde Rusya ile Çeçenistan arasında (gümrük,ulaşım,enerji v.d. alanlarda) 45 anlaşma imzalanmıştı. Dünyanın gözü önünde Çeçenistan’ı ayrı bir devlet olarak tanıyan Rusya sözünden dönmek için fırsat arıyordu. Mashadov ile masaya oturan Rusya Fedarasyonu hiçbir sözünü tutmadı. Baştan sona harabeye çevirdiği Çeçenistan’a vermesi gereken parayı vermedi. Onarılması gereken binaları ve tesisleri onarmadı. Aslan Mashadov, kendi tabiriyle, memuruna ayda 10 dolar veremeyen bir devlet başkanı olarak Çeçenistan’ı idare etmeye çalıştı. Ruslar Çeçenistanda sürekli provakasyonlar tertip ettiler. Çeçenlere yardım için gelen gönüllüler kaçırıldı. Fidye için adam kaçırma olayları arttı. Faili meçhul cinayetler çoğaldı. Sözün kısası Çeçenistan’da istiklarsızlığın artması için elden gelen yapıldı. İşsizliğin yüzde 90 oranında olduğu Çeçenistan’da Rus istihbaratı insan avına çıktı. Para karşılığı elde ettiği “suç makinalarını” harekete geçirdi. Çeçenistan kısa süre içinde istikrarsızlığın odağına oturtuldu. Bugün abluka altına alınan ve giriş çıkışları aşırı denetim altında tutulan Çeçenistan’da, 1997 ile 1999 yılları arasında suç örgütlerinin girmesi için bütün kapılar açık bırakılmıştı. Doğru düzgün bir bütçesi olmayan Mashadov Çeçenistan’da düzeni sağlayamayan bir devlet başkanı olarak takdim edildi. Mashadov an be an Rusya’nın provokasyonlarını takip ediyordu. Barış anlaşmasının Ruslar tarafından hangi bahane ile bozulacağını tam olarak kestiremiyordu. Rusların aradığı fırsat Şamil Basayev’in Dağıstan sınırındaki Karamakhi ve Çobanmakhi adlı iki Dargin köyüne girmesiyle doğdu. Bugün bile hala karanlıkta kalan Dağıstan’a giriş hadisesi Rusya’nın ekmeğine yağ sürmüştü. Şamil Basayev’in bu iki köyden gelen yardım taleplerine cevap vermek için Dağıstan’a girmesinin mantıki izahı bugün bile yapılabilmiş değildi. Gözünü budaktan sakınmayan, cesareti ile efsaneleşen Şamil Basayev’i bu eylemi yapmaya iten sebepleri ve etrafındaki danışmanları iyi tanımak gerekirdi. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra ortaya çıkacak belgeler arasında Rus istihbaratının bu olaylarda ne derece etkin olduğu gün yüzüne çıkacaktı. Aslan Mashadov, hiçbir resmi sıfatı olmadan Dağıstan’a giren Şamil Basayev’in eylemini tasvip etmediğini, hatta kınadığını açık açık beyan etmesine rağmen Rusya Çeçenistan’a saldırmaktan çekinmemişti. Uluslararası hukukta, devletlerarası münasebette muhatap olunacak kurumlar bellidir. Eylem sırasında, sıradan bir Çeçen vatandaşı olan Şamil’in eylemi devlete mal edilmişti. Şamil Basayev’in tutuklanarak Rusya Federasyonu’na verilmesi istenmişti. Aslan Mashadov’un fiilen yerine getiremeyeceği bu taleple işgal yolu açılmıştı. Ruslar’ın, Şamil Basayev’in Dağıstan’a girişini bahane ederek başlattıkları ikinci Rus-Çeçen Savaşında ülkesine saldıran Ruslara karşı koymaktan başka bir şey yapmamıştı. Mashadov eğer bunu yapmamış olsaydı kendi kendini inkar etmiş olurdu. Birinci ve ikinci Çeçen-Rus savaşları sonucu 10 yılı aşkın bir süredir 250 bin masum insan hayatını kaybetmişti. Bu gidişle dünya üzerinde Çeçen kalmayacaktı. Çeçenistan ile Rusya arasındaki savaş tam bir kan davasına dönüşmüştü. Uluslararası güçler bu duruma derhal müdahale etmeliydi. Nüfusunun dörtte birini kaybeden bir halktan sağlıklı bir davranış beklemek ne kadar yerindeydi? Bugün Çeçenistan’da 250 bin şehit, 185 bir yaralı, 27 bin sakat, 400 bin mülteci olmak üzere korkunç bir katliam bilançosuyla karşı karşıyayız. Çeçenistan’da ruh sağlığı bozulmuş, psikolojik tedaviye ve desteğe ihtiyacı olan yüz binlerce insan var. Bu insanlara tedavi desteği vermek yerine, hala başlarına bomba yağdıran bir devlet mevcut. Çeçenistan’da kin, nefret ve intikam duyguları ile dolu binlerce insan var. Kimse bu insanları anlamaya çalışmıyor. İnsanların yaşam alanlarını daraltırsanız, insanları hayata bağlayan bağları kopartırsanız, yaşama sevincini öldürürseniz bu insanlardan ne bekleyebilirsiniz? Terör umutsuzluğa kapılan halklar için nasıl umutsuz bir çırpınış ise, zalim ve işgalci güçler için de sarılınacak bir can simididir. İşgalciler, kendilerine karşı düzenlenen terör eylemlerinden adeta sadist bir zevk alırlar. Bu eylemleri belki de kendileri kışkırtırlar. Terörün tanımını da kendileri yaptıkları için, istedikleri eylemi istedikleri şekilde tanımlarlar. Devlet eliyle öldürülen 250 bin insanın ölümü yasaldır. Çünkü onları, üzerinde üniforma bulunan insanlar infaz etmiştir. Onların ölümünü hiçbir şekilde sorgulayamazsınız. Buna karşılık ruh sağlığının yerinde olmadığı kesin olan, hatta provake edilen insanlar tarafından öldürülen masum insanların ölümü trajiksunumlarla halka yansıtılarak ajitasyon yapılmaktadır. Rusların öldürdüğü 42 bin çocuktan hiç bahsetmeden Beslan’ı dile getirmek, sadece bunun üzerinde durmak büyük bir insafsızlıktır. Şamil Basayev gibi dağlarda gerilla savaşı veren ve dış dünya ile iletişimi olmayan birinin adını kullanmak son derece kolaydır. Beslan olayını Şamil Basayev’in üstlenmesi kafalardaki soru işaretini giderememişti. Şamil Basayev’in daha önce üstlendiği bir çok olayın daha sonra ona ait olmadığının anlaşılması ilk defa karşılaşılan bir olay değildi. Olayın tertipçisinin Şamil Basayev olması da Rusların sorumluluğunu azaltmayacaktı. 1990’da üniversitedeki odasına Che Guevera’nın resimlerini asan bir Marksist olan Basayev’in, bugün en uçta sayılabilecek “radikal dinci” unvanıyla tanınan bir insan haline gelme süreci ibretlik bir olaydı. İnsanların zalim düzene karşı tepkileri farklı farklıdır. Basayev Rus zulmü karşısında atıldığı mücadele sonucu bugünkü konumuna gelmişti. Şamil Basayev bugün geldiği konum itibariyle Çeçen davasına zarar vermeye başlamıştı. Başlangıçtaki hizmetleri ve kahramanlığı kesinlikle inkar edilemez. Özgürlük savaşçıları, savaşlarını kısa sürede sonuçlandıramazlarsa zamanla yasadışı hale getirilebilir ve radikalizmin pençesine düşürülebilirler. Yasadışı ilan edildikleri, hareket alanları kısıtlandığı için rahatlıkla kullanılabilir hale getirilebilirler.Çeçen savaşında son gelinen nokta budur. Aslan Mashadov gibi seçimle işbaşına gelmiş, askeri eğitimden geçmiş, devleti ve düzeni bilen halkın temsilcisi ile masaya oturmaktan başka çare yoktur. Bu isim Mashadovdu. Mashadov son iki yıldır Çeçenistan'da barışın tesis edilmesi için temsilcisi Ahmedov'u görevlendirerek, kamuoyunda "Ahmadov Planı" olarak bilinen çözüm önerilerini dünya kamuoyuna sunmuştu. Barış çağrıları tüm dünyada ve Rus aydınları arasında geniş yankı bulan Mashadov tek taraflı ateşkes ilan ederek iyi niyetli adımlarını pekiştirmişti. Ruslar, Dudayev ve Yandarbiyev'den sonra Aslan Mashadov'a da Mart 2005’in başında suikast düzenlediler. Ve işkenceyle öldürülmüş bir cesedi kamuoyuna saklandığı yerde çatışmada direndiği için vurduk diye lanse ettiler. Halkın oylarıyla seçilerek ülkesinin başına geçmiş bir lideri önce savaşa mecbur eden, daha sonra yasadışı (!) ilan ederek terörist muamelesi yapan Rusya bütün dünya ile alay etmekteydi. Çeçen asıllı yazarımız Mehdi Nüzhet Çetinbaş’ın belirttiği gibi Mashadovla barışta öldürülmüştü. Çeçenistan'da diyaloga açık, şartsız olarak masaya oturmaya hazır, "Putin'le 30 dakikalık başbaşa görüşmede Çeçenistan meselesi hallolur" diyen meşru bir lideri katletmekle Rusya, barış yolunu da dinamitlemişti. Çeçenistan'da Aslan Mashadov'un ölümü büyük bir infial yaratacaktı. Rus yanlısı kukla hükümetin nüfuz bölgesinde yaşamak zorunda kalan Çeçenlerin de büyük bir üzüntü içinde olduğu kuşkusuzdu. Stadyumda bombayla havaya uçurulan Rusya'nın kuklası Ahmet Kadirov ve onun oğlu Ramzan Kadirov gibi halkının düşmanları ile elele veren Rus yönetimi Çeçen halkının izzet-i nefsi ile fazlaca oynamıştı. "Rusya Kahramanı" madalyası ile ödüllendirilen Ramzan Kadirov halkına ihanet eden bir haindi. Ruslara yaranmak için Aslan Mashadov'un 70 yaşındaki amcası, teyzesi ve halası gibi yakınlarını kaçırarak işkence yapan Ramzan Kadirov, Aslan Mashadov'u devreden çıkarmak için yoğun çaba sarfetmişti. Rus yönetiminin Mashadov'la masaya oturmaması için çaba sarfedenlerin başında Alhanov ve Kadirov gibi hainler bulunuyordu. Mashadov'un ölümüyle Çeçen savaşı daha kanlı bir safhaya girmişti. Dudayev ve Yandarbiyev suikastlerinde Rusya aktifti. Mashadov'un katledilmesinde ise, işbirlikçi hain Çeçenlerin parmağı vardı. Ramzan Kadirov, Alu Alhanov ve daha birçok işbirlikçi Çeçenin önümüzdeki günlerde Çeçen milli güçlerince ortadan kaldırılması hiç sürpriz olmayacaktı. Yine önümüzdeki günlerde Rusya'nın birçok yerinde Çeçen savaşçılar tarafından düzenlenecek intihar saldırıları da Rusya için şaşırtıcı olmamalıydı. Rusya bu olayları bilinçli olarak tezgahlıyordu. Rusya Mashadov'u öldürerek Çeçenistan savaşında yeni bir safha açmıştı. Putin yönetimi Çeçen savaşını bahane ederek üniterleşme yolunda yeni adımlar atmaya çalışacaktı. Putin, henüz resmen ilan etmemiş olmakla birlikte, Çarlığı yeniden ihdas etme yolunda ilerliyordu. Çeçenistan'da 250 bin insanın hayatına malolan özgürlük mücadelesi Putin'in sandığı gibi sona ermeyecekti. İmam Şamil'in dediği gibi "Petrolar, Katherinalar ve nice çarların öldüğü gibi", gün gelecek Putinler de ölecek, ama Çeçen özgürlük savaşı devam edecekti. Çeçenistan'da akan petrol kanı da durmayacaktı. 6. BÖLÜM PETROL GÜZERGAHLARI KAN KOKUYOR Sovyet döneminde Hazar'ın tabi servetlerini uluslararası platformlara çıkartılması sadece Moskova'nın sorunu iken, bölge ülkelerinin bağımsızlık elde etmesinden sonra bu sorun özellikle Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'ı bağlar hale geldi. Hazar petrolüne bir çok rotalar çizildi. Rusya, ana üretim hattı için Bakü-Novorasisk- Burgaz -Aleksandrapolis ( Dedeağaç ) güzergahahını ortaya atarak işin içine Yunanistan ve Bulgaristan'ı da soktu. Yunanistan Dışişleri bakanı Thedoros Pangolos ve Bulgaristan Dışişleri Bakanı 1998'de Azerbaycan ziyaretlerinde Bakü 'ye ülkelerinin tekliflerini getirdi. Ancak Yunanistan ve Bulgaristan ülkelerinden geçen hattın işletilmesi, paylaşım ve transfer ücreti miktarlarında anlaşamadı. Romanya 'da gerek cumhurbaşkanı seviyesinde gerekse bakanlar düzeyinde Bakü'yle temasa geçerek Karadeniz kıyısındaki Köstence- Triest ( İtalya ) hattını önerdi. Köstence limanında Hazar petrolünü almayı planlayan Romanya, Kosova savaşının çıkmasından sonra projenin güzergahını değiştirdi. Daha önce Köstence'den Triest'e ulaşacak 300 km uzunluğundaki hattın Sırbıstan'dan geçmesi tasarlanırken, savaş durumu güzergahın yönünü Macaristan-Hırvatistan tarafına çevirdi. Ancak bu rota değişimi hattın uzunluğunun 500 kilometreye, maliyetin ise 1 milyar doları aşmasına yol açıyordu. Ayrıca Romanya'da yaşayan 3.5 milyon Macar azınlık sorun oluşturuyordu. Bu bölgeden geçecek hat için Romenler Macarlarla uzlaşmak zorunda kalacaktı. Almanya tarafından desteklenen projeye, Alman Bankaları finans vermeyi garanti ediyordu. Romanya, ülkenin en büyük rafinerisini yüzde 65 oranında özelleştirirek modernize etmeye yoluna gitti. Bu amaçla 21 milyon ton kapasiteli rafineri Akmaya şirketine 750 milyon dolara ihale edildi. Türkiye'de Sümerbankı alan ünlü iş adamı Hayyam Garipoğlu, ihaleyi kazanarak rafineride işleyeceği Hazar petrolünü Türkiye'ye satmayı hedefliyordu. Ancak Garipoğlu vaad ettiği taksitleri Nesim Malki suikastından sonra ödeyemeyince Romenler ihaleye iptal etmişti. Çünkü ortaya yeni bir aktör çıkmıştı: Rus petrol şirketi Lukoil. Garipoğlu'nu kızdıran diğer olay ihaleyi aldıktan bir yıl sonra Renault 'ın Romen modeli olan Dacia'yı Fransızların yatırım yapıp ortak olurken ortaya konan avantajlı koşullardı. Fransızlara vergi muafiyeti getiren Romenler Garipoğlu'na ise muafiyet tanımadıkları gibi yıllardır ödenmeyen elektrik, su, gaz faturalarıınıda ödetmek istiyordu. Garipoğlu, bu iş için iddiaya göre Bursa'da öldürülen Yahudi tefeci Nesim Malki'nin kayıp trilyonlarını dökmüştü. Erol Evcil ve Alaaddin Çakıcı ile ortaklardı. Evcil ve Çakıcı'nın yakalanması ve Sümerbank'a el konması rüzgarın artık ters taraftan estiğini gösteriyordu. Bu nedenle Garipoğlu Akmaya şirketi ile aldığı petrol rafinerisi işinden çekildi. Nisan 2000'de Romanya'ya giden Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan, petrol rafinerisi ve Köstence limanından Avrupa'ya açılma projesi ile yakından ilgileniyordu. Hazar petrolü buradan taşınırsa Türkiye by-pass edilir, karşıt Rus grup kazanırdı. Bu nedenle Koçaryan helikopterle Bükreş'ten Köstence'ye geçerek sırf Köstence limanını görmek istedi. Sadece 30 dakika limanda kalması yetmişti. 1965-1989 yıları arasında Romanya'yı yöneten diktatör Çavuşesko burada Avrapa'nın en büyük limanını kurmuştu. Tuna nehrini iki büyük kanalla dünya denizlerine birleştirmişti. Bu proje için tam 3 milyar dolar harcanmıştı. Bu olağanüstü proje zaten mantıklı bir devlet devlet bütçesi ile yapılamazdı. İnanılmaz bir altyapısı vardı. Ama Köstence limanı yüzde 20 kapasite ile çalışıyordu. 2000 başındaki Romen hükümeti Hazar petrolünün buradan nakliyle Köstence limanın rantbal kullanılacağına inanıyordu. Ancak Türkiye'yi küstürmek istemiyorlardı. Ankara, Bakü-Ceyhan'a bu hattın alternatif olmadığını inanmasada resmen itirazını bildirmişti. Bu hat ancak Ankara'ya göre tamamlayıcı hat olabilirdi. Hazar petrolü için Avrupa önemli bir pazardı. Asrın başında büyük petrol rezervlerine sahip Romanya'da büyük bir petrol sanayisi bulunuyordu. Ancak yıllık petrol üretimi 6 milyon tona düşmüştü. Hazar erken petrolünün Karadeniz'e indirilmesi için belirlenen Supsa ve Novorasisk hatları Türkiye'nin boğazlardan nakil endişesini artırırken, Karadeniz'de limanı ve petrol taşımaya müsait hattı bulunan ülkelerin iştahı kabarmıştı. Türkiye, boğazlardan yılda 30 milyon ton petrolden fazlasını geçiremeyeceğini açıkça ilan ederek Bakü-Ceyhan hattınını zorunlu olduğunu vurgularken, boğazları by-pass eden hatlar tek tek gündeme getirilmeye başlandı. Samsun- Ceyhan hattı bunlardan biriydi. Boğazlardan halen yılda 25 milyon ton petrol naklediliyordu. 10 milyonluk İstanbul Hazar petrolünün nakli ile karşı karşıya bırakılırsa büyük tehdit altındaydı. Rusya, Montrö anlaşmasını bahane ediyor ve konuya merkezi Londra'daki Uluslararası Denizcilik Örgütüne götürüyordu. Türkiye'de boğazlardan geçişi kontrol altında bulunduran ve güvenliği sağlayan uluslararası ihaleler açarak resti gördü. Ayrıca demode olmuş Montrö anlaşmasının yeniden izah edilmesi için hazırlıklara start veriliyordu. Hazar 'ın petrol ve doğalgaz rezervlerinin dünya piyasalarına ulaştırılması konusunda ABDİngiltere arasında büyük bir rekabet yaşanıyordu. Bakü- Tiflis - Ceyhan hattı için 5 devlet başkanının ABD gözetiminde 29 Ekim 1998'de Ankara deklarasyonu parafe etmesi ve Türkmen gazı için Hazar geçişli projeye imza atılması siyasi bir karar olarak gösteriliyordu. Rusya, Ukrayna ve İran petrol ve gaz için sunduğu alternatif boru hattı seçeneklerinin peşini bırakmamıştı. Ekonomikliği ölçü alan Batılı şirketlerin yakın tarihlerde petrole Karadeniz'e inen hatları desteklediği açıktı. Petrolde bölgesel dengeleri gözeten Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, SOCAR aracılığıyla Rusya ile Ekim 1998'de basında fazla yer almayan bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma ile Bakü-Novorasisk hattından 2000 yılında 10 milyon ton petrol nakledilmesi teyit edildi. Bu arada Kazakistan, petrolünü en iyimser olarak 2003'e kadar Karadeniz'e inen hatlarla Novorasisk ve Supsa limanlarına ulaştırmak için Kazakistan Petrol Şirketi Başkanı Nurlan Balgimbayev başkanlığında bir heyetle Kasım 1998'de Bakü'de Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ( SOCAR) ve Uluslararası Konsorsiyum (AIOC) nezdinde girişimde bulundu. Bakü-Ceyhan'a karşılık Türkiye'den transfer ücreti ve vergi indirimi konusunda taviz bekleyen, Türkiye'deki enerji ihalelerinden pay talep eden yabancı petrol şirketleri ve Washington yönetimi, Bakü-Supsa hattında ısrar eden İngiliz BP şirketini de ikna edemiyordu. Türkiye'nin Karadeniz'e inecek hatların boğazları tehdit edeceği yönündeki restine karşılık BP şirketi ve Moskova boğazları by-pass eden Samsun-Ceyhan ve İzmit-Soroz hattı projelerini gündeme getirmeye hazırlanıyordu. Nitekin us Lider Putin’in Ankara ziyaretinde 2005 yılı başında bu proje gündeme geldi. Bu arada petrolde Rus ve İran faktörünün gözönüne alınmaması halinde önümüzdeki yıllarda petrol ve doğalgazın geçtiği arazilerde etnik çatışmaların körüklenebileceği öne sürülüyordu. Petrol hattının geçeceği Azerbaycan ve Gürcistan'da önümüzdeki dönem içinde iç karışıklıklar tezgahlandığı iddia ediliyordu. Gürcistan'da Ermenilerin yaşadığı Ahalkalaki bölgesinde Ermeniler özerklik istiyordu. Gürcistan'da ve Ermenistan'da bulunan Rus askeri güçleri Ermeni kökenli Rus vatandaşlarına çevrildi; sadece Gürcistan'da Rus gücü sanılan 1200 Ermeni kökenli asker hazır vaziyetde emir bekliyordu. İRAN YOLU 21. yüzyılın 'enerji de ki strateji ufukları ' 20 yüzyılın son diliminde çiziliyordu. ABD'nin enerji politikaları gayet net olsada politikalarda muhtemel kaymalar, Hazar rezervlerinin naklinde bugün desteklenen Trans-Hazar hatlarını ve Bakü- Ceyhan projesini tehdit ediyordu. Handikap gibi gözüksede, ABD'nin İran ve Irak'a karşı uyguladığı sert, ambargo siyasetinin devamı, Hazar'la ilgili projelerin gerçekleşmesi açısından elzem görülüyordu. Washington'un haşin İran ve Irak politikaları sonucunda enerji'de yeni arayışa geçildiği; petrol ve doğalgazda yabancı sermaye akışının Ortadoğu'dan Hazar'a yöneldiği inkar edilemeyen bir gerçekti. Hazar'da tek başına hükümran iken yeni oluşan tablodan zararlı çıkan, rahatsız olan Moskova'nın Ortadoğu'da aktifleşmesi ve İran'ında arka arkaya ılımlı liberal politikaların izleneceği yönünde verdiği sinyaller; enerji de politik kaymalara neden olmasına yönelik bilinçli bir girişimdi. Irak'ın Birleşmiş Milletlerden petrolüne ihraç izni almasıyla petrol piyasalarının sarsılması arasındaki ilişki, Hazar petrolünü çıkartıp-pazarlayanları da düşündürüyordu. Petrol üretim artışını kontrol altında tutan OPEC üyelerinin daha şimdiden Hazar petrolü için önlem aldığı kesindi. Petrolün ucuza mal edildiği ve transit taşımacılığın kolay olduğu Irak pazarının ve İran'la ticari sınırlayan Amerikan Kongresi'nin D'AMOTO kararının ' izinli delinmesi' sayesinde bölgenin, yeniden uluslararası piyasalara açılmasıyla, petrol fiyatlarında yaşanacak düşüş, Hazar'ın geleceğini, Bakü-Ceyhan'ı tehdit eder; gerçekleştirilme tarihini de geciktirebilirdi. Hazar petrollerini parselleyerek, güvence altına alan ve petrolü ihraç etme endişesi olmayan Washington, ' kanunu ihlal eden ABD'li şirketleri cezalandırırım ' diyordu ama, İran'ın cumhurbaşkanı Hatemi ile istediği liberal çizgiye gelmesinin yanına ekonomik çıkarları da koyarsanız, Amerikan politikasında ani değişikliğe her an şahit olunabilirdi. Ambargo kalkarsa ilk planda ucuz İran petrolü piyasalarda dengeleri değiştirebilirdi. Hazar petrolü için en ekonomik yol İran'dan Basra körfezi üzerinden tanker taşımacılığıydı. BaküCeyhan'ı bilinmeyen tarihlere itecek İran varyantının geleceği de Hatemi'nin vereceği tavizlere, yumuşamalara endeksliydi. Türkmen doğalgazı için Körpece hattının açılmasıyla Sovyet şebekeleri by-pass eden ilk hattın yapımının İran 'dan geçirilmesi ABD'ye rağmen gerçekleştirilmesi ilgi çekiciydi. İran Türkmen gazına 1500 kilometre uzunluğundaki 1,6 milyar dolar tutarındaki, yılda 30 milyar metreküp gazın nakledileceği Türkiye hattını kaybetmek istemiyorsa esnek davranmak zorundaydı. Yoksa bu hattı tamamen kaybedebilirdi. ABD Enerji bakan yardımcısı Robert G. Gee'nin, ' Türkmen gazına İran rotasına ve Bakü-Ceyhan'a karşılık, Türkiye'nin değeri trilyonları bulan üretim santralleriyle nükleer enerji yapım projelerini ABD'li şirketlere verin ' diye pazarlığa oturması, İran'a karşı yumuşamanın ilk işaretleriydi. Aralık 1998'de Tahran'da petrolcüleri biraraya getiren İran, enerji oyununda safdışı olmadığını gösterdi. Tahran yönetimi, Arap Yarım Adası, Hazar Havzası, Orta Asya, Pakistan ve Türkiye'yi İran vasıtasıyla birleştiren büyük bir '' Enerji Dağıtım Sistemi Projesi '' hazırladığını açıkladı. Yeni sistem, İran'ın mevcut boru hatlarının kullanımını iyileştirilmesini ve Rusya'nın Kuzey Hazar sistemiyle rekabet edilmesini öngörüyordu. Eğer, proje planladığı gibi gerçekleştirilirse, İran'ın Körfez'de yer alan Bender Abbas ve Kangan limanları, önümüzdeki 20 yılda Hazar petrolleri için önemli bir kapıya dönüşebilirdi. Batılı şirketler Hazar petrolünün hepsinin Rus hatlarıyla taşınmasını istemiyordu. Uzak Doğu ülkeleri için öngörülen petrolün İran üzerinden Körfez limanlarına gönderilmesi mümkündü. Ancak Avrupa ülkeleri için öngörülen petrolün bir kısmının stratejik açıdan Gürcistan ve Türkiye üzerinden taşınması destekleniyordu. İngiliz şirketleri İran'da harıl harıl çalışıyordu. Türkmen gazının İran hattıyla Türkiye'ye getirilmesine ilişkin fizibiliteyi Shell şirketi 1998 sonunda tamamladı. İran, Hazar petrolünün tankerlerle Basra körfezine ileride taşınabilmesi için Hazar'la Basra arasında bir kanal inşa ediyordu. Böylece Hazar petrolü swap-barter yöntemiyle Tahran'a oradanda mevcut boru hattıyla Basra'ya akıtılacaktı. Bu petrole en ekonomik yoldu. Hazar petrolüne yatırım yapan Amerikan şirketleri Mobil, hatta Chevron bile bu projeye ilgi gösteriyordu. ABD Enerji Bakanı Bill Richarson'a Nisan 1998'de resmen başvuran Mobil ve Chevron D' Amoto yasasının yenilenmesini öneriyordu. ABD-İran arasındaki şeklen mevcut olduğu sanılan soğukluk Irak işgalinden sonra artsada, aslında bitmek üzereydi. Heny Kissenger, Zbidnev Bzinevski gibi uzmanlar bu tarihi 2005 olarak tahmin ediyordu. Bu yakınlaşma Bakü- Ceyhan hattının verimli kullanımını tehlikeye sokuyordu. Nisan 1999'de Ankara'da Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Ziya Aktaş'la görüşme yapan ABD Başkanı Bill Clintton'un Hazar Havzası'ndan sorumlu özel temsilcisi Richard Morningstar, D'Amoto yasasına masanın üzerine koyarak Türkmen veya İran gazının Türkiye'ye İran üzerinden getirilmemesi için baskı yapmıştı. Bakan Aktaş, İran gazının ucuz olduğunu ve Türkiye'nin çıkarları gereği bunu yapamayacaklaranı belirterek Morningstar'a '' ABD-İran ilişkileri önümüzdeki yıllarda düzelirse bu isteğiniz sizin içinde havada kalmaz mı? '' şeklindeki sorusuna gülüyor ve cevap veremiyordu. Çünkü ABD gerçekten bölgedeki çıkarları gereği İran ile ilişkilerini düzeltmek için bahane arıyordu. BOTAŞ Genel Müdürü Gökhan Yardım'da İran güzergahlı projeler için ABD'yi böyle ikna ettiklerini belirtiyordu. Ancak Yardım, Bakü-Ceyhan boru hattının ekonomik değil stratejik nedenlerle inşa edileceğini savunuyordu. Bölgede Türkiye-İran rekabeti her alana sıçramıştı. İran'ın, Azerbaycan'da Ekim 1998'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefete 14 milyon dolar yardım yaptığı iddia ediliyordu. İran ve Türkmenistan'ı birbirine bağlayan Yeni Tajen-Serah-Meşed projesi ile büyük ipek yolu projesinin demiryolu varyantını hayata geçiren İran, Orta Asya'yı İran körfezi ve Hint okyonusu ile birleştiriyor, Türkiye'ye karşı bir gol atıyordu.. Bu arada İran Ermenistan arasında otoban yolu inşa edilmesine finans ayıran Ermeni zenginleri, Karadeniz'den geçen ipek yolu projesini Ermenistan ve İran lehine dönmesine için gayret sarf ediyordu. ABD’nin, İran'a uyguladığı tecrit politikası etkisiz kaldığı için değiştirilmesine ramak kalmıştı. Son zamanlarda gizli İran-İngiltere, İran-ABD ve İran-İsrail arasındaki yakınlaşma girişimleri dikkat çekiyordu. Yine de İran güzergahıyla projelerin gerçekleştirilmesi ABD- İran yakınlaşmasına bağlı gözüküyordu. Ama İran ABD için hâlâ güvenilmeyen bir partnerdi. Terörizme destek veriyordu. 1997 Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Hatemi, açılım hamlesi başlatmış, Şubat 2000'de yapılan parlamento seçimlerinde reformcuların gücü artmıştı. Ancak bu güç Rejimi Koruma Konseyi ve Rehberi'de aşacak güçte değildi. Nitekim Şubat 2004 parlamento seçiminde reformcu milletvekili 80 aday seçimdışı bırakılarak Konsey'in demokrasiden yana olmadığını ispatladı. Menfur 11 Eylül eyleminden sonra İran'ı hedef alan ABD, bu ülkeyi Irak gibi işgal edemeyeceğini biliyordu. İran içeriden dönüştürülmeliydi. İran'da yapılan 2000 parlamento seçimlerinin ardından enerji çevrelerinde dillendirilen, Washington yönetiminin Tahran'a Hazar petrollerinin nakli konusunda taviz verme önerisinin altyapısının önceden hazırlandığı ortaya çıktı. Hazar petrollerinin uluslararası platforma nakli konusunda atağa geçen İran Dış Ticaret Bakanı Hüseyin Said'in İsviçreli bir firma ile Neka-Rey arasında 367 km'lik boru hattı yapımı için anlaşma yaptığı ileri sürüldü. ABD'nin D'Amoto yasasına göre terörizme destek verdiği gerekçesiyle ambargo uygulanan İran'a Batılı petrol çevrelerinin İsviçreli bir firma aracılığıyla boru hattı yatırımı yapma hazırlığındaydı. 2000’nin Şubat ayı başında biraraya gelerek görüşme yapan firma yetkililerine Hüseyin Said, yapılacak boru hattından günde 4-5 milyon varil Hazar petrolü nakletme vaadinde bulundu. Said, Bakü-Ceyhan'ın hem, transfer ücretleri bakımından hemde güvenlik sorunlarından dolayı ekonomik bir proje olmadığını ve hayata geçirilemeyeceğini savunarak, en ucuz ve ekonomik yolun İran ile İsviçreli firma tarafından gerçekleştirileceğini bildirdi. Kazak ve Azeri petrolünün Hazar limanında alınarak swap (takas) yöntemiyle Bender Abbas ve Kangal limanından Körfez'e İran petrolü verileceğini kaydeden Said, İran petrol daığıtım şebekelerinde eksik olan 367 km'lik Neka-Rey bölümünün inşaatının gerçekleştirilmesi halinde kısa sürede petrol nakline başlanabileceğini kaydediyordu.. EURO-DOLAE SAVAŞI?!.. ABD başkanı George Bush, Şahinler ekibinin çizdiği yol haritasını, esasen 2005 başında yeni düşmanıyla birlikte resmen açıkladı: İran ve Suriye. 2000 tarihli Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nde benimsenen takvim işliyordu. İlk hedef güya İrandı. Peki neden İran? Bu bir yola getirme şantajıydı. Nükleer bomba yapma ihtimali bir kozdu. İran'ın 2005-2006 yılından itibaren petrol satışlarını Euro üzerinden satmak için kurmayı hedeflediği borsa ABD'nin çıkarlarını daha zedeliyordu. İran, Suudi Arabistan'dan sonra en fazla petrol üreten ikinci ülkeydi. Ayrıca Hazar petrollerine yakınlığı itibariyle bölge ülkelerini, özellikle 3. petrol üreticisi Rusya'yı ve Çin'i etkileme potansiyeline sahipti. 11 Eylülden sonra ABD'den dili yanan Suudi Arabistan'ın petrol satışlarını Euro'ya döndürmesi herhalde ABD için kabus olacaktı. İran, Saddam'dan önce 2000 yılında petrolünü Euro ile ihraç etmeye başladı. Tahran hükümeti, Amerikalıların sahibi olduğu New York Mercantile Exchange (NYMEX) ve Londra'da ki International Petroleum Exchange (IPE) borsalarına karşı uluslararası bir petrol satış borsası projesi hazırladı. 2001'de BP, Goldman Sachs ve Morgan Stanley tarafından satın alınan IPE, Tahran'ın bu girişimine engel olmak için Londra ve Washington kapılarını defalarca çaldı. 21 Mart 2005 'den işlem görmeye başlayan PetroEuro borsası Washington'un korkulu rüyası oldu. Zira Avrupa Birliği ülkeleri 2002 bilgilerine OPEC'ten ürettiği petrolün yüzde 45'ini ithal ediyordu. Bu rakam ABD'nin ithal ettiği rakamdan daha yüksekti. Bunun anlamı petrol borsasında alış satışların bundan sonra Euro üzerinden yapılması ve Amerikan dolarının tedavülden kalkarak pula dönmesiydi. 2005 yılından önce İran'ın dize getirilmesi için çareler aranmaya başlanmıştı. Henüz 2000 yılında İran yeni Amerikan yüzyılında işgal edilecek ülkeler içine girmişti. Önce işe kolay lokma Irak'la başlanarak AB'nin petrol damarları kesildi. Libya ile ilişkilerin Washington'un icazeti Kaddafi'nin tazminat ödemesiyle düzeltilmesi, AB'ni Irak işgaline ses çıkarmaması için atılmış bir lokma, bir sus payıydı. Asıl mücadele İran üzerinde oynanacak ve Euro-Dolar petrol savaşında hesaplar burada görülecekti. Bush'un ikinci dönemine sarkan bu plan, esasen 2004 yılında sandıktan çıkarıldı. Wasginton'un Irak'taki en etkin müttefiki Irak Ulusal Konseyi eski başkanı Şii kökenli Ahmet Çelebi ile 2004 Mayıs'ta yollarını ayırmasının asıl sebebi iddiaya göre, Çelebi'nin İran'ı işgal planlarını Tahran'a sızdırmasıydı. Oysa yeni Irak hükümetinde petrol bakanlığına getirilen Çelebi kesinlikle İran ajanı değldi, ama CIA olması kanıksanamazdı. 2005 yeni yılından hemen önce güya İran işgal edilecekti. CIA'nın damarlarına sızmış, Şahinlerden Dougles Feith ile ilişkili İsrail casusunun yeni yıl öncesi ortaya çıkartılması ardında yatan sır halen anlaşılamadı. İsrail defalarca casusu vasıtasıyla ABD'nin İran planlarını aşırdığını yalanladı. Sonuç olarak ortaya çıkan ABD'nin İran'ın yola getirmek için işgale varan planlarının olduğuydu. ABD, zaafiyetini mi ortaya koyuyordu, yoksa İran'a son bir gözdağı mı verilmişti? Şimdi Washington'un bu savaşı kazanmak için kullanacağı taşlara bakalım. Hiç bir zaman tek bir plan yapmayan ABD, İran'ı dönüştürme projesi için yıllardır arayış içindeydi. Bugün 6 milyon rejim karşıtı İranlı çoğu ABD ve Kanada olmak üzere yurtdışında yaşıyordu. Ancak İranlılar İslamiyetden uzak bir yaşam sürmelerine karşın İran'da ki rejimi devirecek bir siyasi oyunun içine fazla girmediler. Washington, bir Ahmet Çelebi bile bulmakta zorlandı. Parayı ve yaşamayı seven İranlılar kendi ülkelerine dönmeyi düşünmediler. Eski şahın torunu Rıza Pehlevi bile taht derdine düşmedi. ABD'de dolar milyarderi olarak yaşıyordu. Bu nedenle Washington yeniden içeriden dostlar aramaya başladı. ABD, yıllardır İran'da yaşayan 25 milyon Azeri türkünü ayaklandırarak ülkeyi içsavaşla dönüştürmek hevesindeydi. İran'daki Türkler, ( kendilerini Azeri değil Türk olarak tanımlarlar) dörde ana gruba ayrılmış durumdalar. Tarafsızlar, bağımsızlık isteyenler, kültürel özerklikten yana olanlar, İran'ın ekonomisi zaten bizim elimizde devleti içeriden ele geçirmek ve kansız darbe yapmak lazım diyenler. İran'ın içinden çıkan başmuhalif gibi gözüken bağımsızlık taraftarı Sürgünde Güney Azerbaycan Meclis Başkanı Mahmutali Çehregani 2004 yılında ABD'ye kaçırıldı. Tebrizli bir Azeri profesör olan Çehregani'nin şahsen kime hizmet ettiği konusunda kuşkularım var. İran'daki Türklerin çoğunluğu Çehregani'nin İran istihbaratı SAVAMA tarafından isyancıları fişlemek için seçilmiş fason karşıt olarak görüyorlardı. Tahran'ın mı yoksa Washington'un mu Çehragani'yi kullandığı açıkcası belli değildi. Bu su çok hamur götürürdü. İran, 2000 yıllık tarihi devletçilik geleneği ile Türkler gibi boyunduruk altında yaşamamış bir milletti. İran-Irak savaşında görüldüğü gibi gerekirse bir milyon evladını şehit vererek toprağını korumasını biliyordu. Kesinlikle tarihi devlet kökleri zayıf bir Irak değildi. Güçsüz, müttefiksiz bir ülke hiç değildi. Sanırım Washington'un İran'ı işgal planları yaparken milyon defa düşünmesi gerekiyordu. Euro-Dolar savaşı, Irak'ta henüz bitmedi, İran'da başlarsa savaşın sonu hiç gelmezdi. Isaac Newton diyor ki, her güç kullanma eşit veya zıt oranda reaksiyon, tepki doğurur. ABD'nin Irak'ta karşılaştığı direniş böylesine basit bir Fizik kuralının sonucuydu. Peki ABD, İran'a saldırırsa ne olur ve nasıl bir karşıt tepki ile karşılaşırdı? ABD Dışişleri Bakanı İran'nın 2004 baharından beri Irak'taki Şii direnişi örgütlediği ve savaşacak silah verdiğini, ancak ellerinde somut delil olmadığını söylüyordu. Irak Başbakanı Ayad Allawi ve Savunma Bakanı Hazem Shaalan ise oldukça emin konuşarak Mukteda Sadr, hatta geçici barışı sağlamada arabulucu olan Ali Sistani'nin Tahran'ın yönlendirmesiyle Şii direnişi ateşlediklerini ileri sürüyordu. Nitekim eski Cumhurbaşkanı Muhammed Rafsancani, bir cuma namazında Tahran'da verdiği hutbede de bunu açıkaca söylemiş ve Ali Sistani bizim adamımız demiş ve ABD'ye dirsek göstermişti. İsrail, İran'a karşı Washington'un izleyeceği sert politikaları öğrenebilmek için Pentagon'a casus sokmuş ve İran'a ait belgelerin Mossad'ın eline geçtiği anlaşılmıştı. İsrail'e göre İran etkisiz hale getirilmeden genişletilmiş Ortadoğu projesinde öngörülen İsrail'in güvenliği ve petrole el konulması sağlanamazdı. Tahran yönetimi, Usame Bin Ladin'in büyük oğlu Saad Bin Ladin'i ellerinde tutuyordu. Ayrıca pek çok Al Qaeda savaşçısının Afganistan'dan İran-Kuzey Irak güzergahını kullanarak Irak'a geçtiği biliniyordu. Başına ödül konan Ladin'den sonra en tehlikeli Amerikan düşmanı ilan edilen Gülbeddin Hikmetyar, İran'da el altında tutuluyordu. İran'da ki 2 milyon Afganlı mülteciden 500 bini Hikmetyar'a bağlı gruplardan Cümbüşi İslamiye’den oluşuyordu. Afganistan savaşının asla bitmediği bu tablodan da belliydi. Peştun kökenli Taliban, Afganistan'da Pakistan'ın el altı yardımıyla yeniden güçlenirken, Amerikancı Kabil yönetimi, her geçen gün daha fazla yalnızlaşıyor. Herat'da etkin Hüseyin'i bertaraf edeceğim derken yeni düşmanlar kazanmaya devam ediyordu. Başkanlık seçimlerinde Karzai’nin seçilmesi sömürge valisi olduğu gerçeğini değiştirmemişti. Şiilerin Afganistan'da yok sayılması İran'ı kızdırıyordu. Peki İran kolay lokma mıydı? Irak'ta direnişçilerle başa çıkamayan ABD'yi İran'a savaş açarsa nasıl bir cehennem bekliyordu? İran medeniyeti dünyanın en eski medeniyetiydi. Persler, yüzyıllarboyu pek çok savaş kazanıp kaybetmelerine rağmen hiç bir zaman devletsiz kalmadılar. 3000 yıl hep aynı topraklarda özgürce yaşadılar, savaş kaybetselerde gururlu Farsları kimse topraklarından atamadı. Dünyanın gördüğü en büyük imperatorluğu, Sasanileri kurdular. İran, Irak'a göre üç kat fazla nüfusa sahipti ve dört kat toprağı daha büyüktü. Yüzde 63 oranında nüfus 31 yaşında altında gençlerden oluşuyordu. Irak ekonomisinden 12 kat daha büyük ekonomiye sahip İran, OPEC üyesi olarak Suudi Arabistan ve Rusya'dan sonra dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ihracatcısıydı. Irak ve İran arasında 1979-1988 yıllarında cereyan eden savaşta bir milyon İranlı şehit oldu, 2 milyon insan yaralandı ve 80 bin kişi esir alınarak Irak'ta hapise atıldı. 2.5 milyon kişi ise savaş sırasında kentleri yokedildiği için kendi ülkesinde mülteci durumuna düştü. Savaşın İran'a maliyeti 200 milyar dolar oldu. İran bunca kaybına rağmen savaşı kaybetmedi. 1988'de Baba Bush, şimdi şeytanın baltası ilan eilen Saddam'a atom bombası verdi ve Tahran'a doğru uçak ilerlerken Humeyni barışa razı edildi. Humeyni, kan içerek bu anlaşmayı imzalıyorum derken, kimse savaştan kazanç elde edemedi. İran'la savaşmanın bedeli Irak'tan daha yüksek olacaktı. ABD, suni kurulmuş, devlet kültürleri bulunmayan ülkeleri kolayca işgal edeceğini düşünebilir, ancak İran ve Türkiye gibi yüksek medeniyet ve devlet tecrübesi olan ülkeleri karşısına alırsa Newton'un Fizik kuralına göre karşılacağı tepki, reaksiyon atom bombası kadar güçlü olacaktı. Irakla başa çıktı da, İran veya başka bir ülkeyi' adam etmeye' sıra geldi. Mossad, Pentagon'a casusunu herhalde ABD'nin İran'la ilgili gerçek niyetinin ne olduğunu öğrenmek ve hedefine ulaşmak doğrultusunda senaryo hazırlamak için soktu. Nasıl olsa savaşın bedelini İsrail ödemiyordu. Türkiye'de derin odaklar yıllardır İran olacağız diye toplumu korkuttu. İran'a hakim molla zihniyeti ise halkın Türkiye olmak talebini bastırmak için yoğun bir çaba veriyordu. Türkiye hiç bir zaman İran olmayacaktı ama İran'ın Türkiye olmasına az kaldı. Toplum Farsıyla Azerisiyle yasak olduğu halde çanak antenlerle 5 bin Tümen rüşvet vererek Türk televizyonlarını izliyordu. Türk şarkıcılar ve Tele Vole türü eglence magazin hayatı yakından takip ediliyordu. Sovyetler Birliği'nde yaşayan insanları Azatlık radyosu ile bilgilendirerek dağılmasında medyayı kullanan ABD, sanırım Türkiye'den İran konusunda destek bekliyordu. Aslında doğal bir süreç işliyordu. Türkiyeliler gibi yaşamak isteyen İranlılar İran'ı birgün dönüştüreceklerdi. Hemde Humeyni rejiminin gençleri bu devrime öncü olacaktı. 5 yıl önce Türkiye'de dindarlara baskı var, en iyisi İran'a gideyim orada dinimi yaşayayım diyen bir Hacı dostum 3 ay sonra apar topar yurda dönmüştü. Tesbiti ilginçti: İran'da din filan kalmamış, toplum içeriden çürümüş, yaşasın Türkiye! Aynı gözlemi 2000 yazında Tahran'a ECO zirvesini izlemek için gittiğimde edinmiş ve gözlerimle şahit olmuştum. Tahran sokaklarında mollalar sevilmedikleri için dini kıyafetleri ile dolaşmaktan çekiniyordu. Günlerce bir molla görüntülemek için uğraştım. Aynı telaş içinde olan NTV muhabirleri molla bulabilmek için Kum'a gitmek zorunda kalmıştı. Nihayet Humeyni camisinde rastladığım molla Türkiye'den geldiğimi öğrenince Sibel Can boşanacakmış doğru mu diye sormaz mı? Mollalar bile Tele Vole'leri kaçırmıyordu İran'da. Washington, İran'ın dönüşmesini ve liberalleşmesini bekliyordu.Yıllardır ülke kaynayan bir düdüklü tencere gibiydi. Muhammed Hatemi, rejim tarafından düdüğü açarak biraz dışarı hava bırakması için görevlendirilmişti. Ancak İranlılar artık yutmuyordu. Dini lider Ali Hamaney ve eski cumhurbaşkanı rejimin ve İran derin devletini başı, uyuşturucu gelirlerini dışarı rejimi korumak için depo eden Muhammed Rafsancani, bu halkı daha fazla baskı altında tutamayacaklarını biliyorlardı. Soru şuydu: Dönüşüm kanlı mı olacak, yoksa kansız mı? 1999 ve 2000 öğrenci olayları gösterdi ki kanlı olabilir. İran istihbaratı SAVAMA, o kadar çok insanı fişledi ki, temiz kimse kalmadı! Bu mantıkla vatandaşlarını sürekli kaybeden bir toplumda sosyal patlama kaçınılmazdı. İran'ı karıştırmak için Amerikan Şahinleri dışarıdan harakete geçerse dönüşüm süreci kanlı olurdu. İran'ı içten ayaklandırma için yeterli malzeme CIA tarafından eminim hazırlanmıştı. Kaynak çoktan ayrılmış ve kullanılacak insan malzemesi işlenmeye başlamıştı. İran'da 25 milyon Azeri Türkü ve 5 milyon Kürt yaşıyordu. Azeriler Şii, Kürtler Sünni. Tahran gençliği herhangi bir devrime ateşle kürekle gidecek kadar deli ve hazırdı. Öğrenci olaylarını bastırmak için rejimin Kum ve İsfahandan ek devrim güçleri getirdiği hesap edilirse durumun vahim olduğu anlaşılırdı. Amerikalılar, İran'dan kaçan 6 milyon İranlıyı kullanmak için çeşitli yollar deneselerde içeride yaşamayı tercih eden muhaliflere muhtaç olduklarını biliyorlardı. İran, Irak Ulusal Konseyi benzeri bir kurumla siyaseten dışarıdan yıpratılacak bir ülke değildi. Kuzey Irak gibi kaşına kaşına zoraki tampon ülke kurdurulmuş bir bölgesi hem var hem yoktu. Güney Azerbaycan'ı İran'ın bağrında hançer yapma eğilimi içine gireceklerdi. Elçibey yaşasaydı Türkiye'nin derin milliyetçileri bu iş için biçilmiş kaftandı. ABD Dışişleri Bakanı Rice Ankara seferinde bu konuda destek istemişti. TRT radyosu Farsca servisinde çalışan MİT kadrolu ekiple yanaşı, darbe mimarları Kamil, Okan ve Yasin beylere yine gün doğdoğabilirdi. Tebriz de meskun kaçak Azeri isyancı lider Mahir Cevadov derin Ankara'nın kullanmak isteyeceği silah olabilirdi. Ancak Cevadov'un SAVAMA kontrolünde olduğu unutulmamalıydı. Böyle bir maceraya iştirak edecek İranlı Türkler bedelini kanlarıyla ödeyecekti. İran'da geçtiğimiz yüzyılda Azeri Türklerinin üç darbe ve devlet kurma girişimi kanlı bastırıldı. En sonuncusunun önderi Mehmet Birya 1980'da 70 yaşında İran hapishanesinde zatüreden öldü. 1945-1947 yıllarında 2 yıl süren bir devlet kurmayı başaran Başbakan Birya'nın öyküsü acıklıdır. İngilizler İran'dan çekilirken onu satmıştır. Sovyetler Birliği ona sahip çıksada sonu hazin olmuştur. 1979 İran devriminde Azeriler Humeyni'nin yanında saf tutmuştu. Humeyni onlara kültürel özerklik önermiş, rejim yerleşince caymıştı. Bugün kendi dillerinde eğitim yapamayan asimile edilmeye çalışan büyük bir azınlıktı. İran'da yaşayan 500 bin Ermeninin okulu vardı, onların yoktu. İran'da Azeriler üzerinden devrim planı konusunda kullanılacak isimlerin kim olduğunu tahmini bilsemde yazmaya yetkili değilim. Gerçek liderler yerin altında sessizce beklerken ortada dolaşanlar istihbaratlar tarafından kullanılan zavallılardı. Bir devrim olduğunda gerçek liderler ortaya çıkar ve kimin sağ kalacağını kimin devrimi sürükleyeceğini kimse bilemezdi. Irak'ta nasıl hesaplar tutmadı ise İran'da da hesaplar tutmayacaktı. BOĞAZLAR YOLU 1994 ve 1998 yıllarında artan gemi trafiğini düzenlemek amacıyla yürürlüğe sokulan tüzükler Boğazlar'daki kaza oranlarını eskisine göre azalttı, ancak ölümcül kaza riskini ortadan kaldıramadı. Nitekim, 1995 yılından 1999 yılı sonuna kadar Boğazlar Bölgesi'nde 20'si çarpışma, toplam 89 kaza meydana geldi. Bu kazaların 4'ü çarpışma olmak üzere, 23 tanesi yeni tüzüğün yürürlüğe girdiği 1999 yılında gerçekleşti Türkiye her ne kadar Boğazlar'da can, mal, çevre ve seyir güvenliğine önem veriyor gözüküyorsa da şu ana kadar alınan tedbirler bunun böyle olmadığını gösteriyordu. Standart altı gemilerin geçişine göz yumuluyor, kılavuzluk ve kurtarma çalışmaları modern metotlarla yürütülmüyordu. Bunların ötesinde, gemilerin yük bildirimi ve kulüp sigorta taşımaları konusunda da yeterince hassas davranılmıyordu. Türkiye'nin, Montrö'yü değiştirmeden Boğazlar Bölgesi'nde maksimum güvenliği sağlaması, bir dizi tedbirle mümkündü. Bunlar arasında kılavuz kaptan alma oranının özendirilerek artırılması, VTS sisteminin bir an önce tüm Boğazlar Bölgesi'ni kapsayacak şekilde faaliyete geçirilmesi, gemi yüklerinin istisnasız önceden bildirilerek trafiğin ona göre düzenlenmesi başta geliyordu. "Panama bandıralı sıvılaştırılmış amonyak yüklü Blue Star gemisi, Ahırkapı açıklarında demirlemiş Gaziantep isimli Türk tankeri ile çarpıştı. Kazanın ardından bin tonu aşkın öldürücü etkisi olan amonyak İstanbul Boğazı'na boşalırken, 25 kilometre çapındaki alanda yaşayan on bini aşkın insan, solunum yoluyla aldıkları gazdan zehirlenerek hayatlarını kaybetti..."Bu felaket senaryosu 1988 yılında yaşanan gerçek bir kazadan türetilmeydi. Tek fark o sırada sızan bin ton amonyak gazının rüzgarın tersten esmesi sebebiyle yerleşim birimlerine doğru değil de Marmara Denizi'ne yönelmiş olmasıydı. 25 km çapındaki bölgede toplu ölümler olmasından "şans eseri" kurtulunmasının sebebi de buydu. Türk Boğazlar Bölgesi'nde bu tür ölümcül kazaların olma riski bugün de artarak devam ediyordu. Boğazlar, Montrö'nün ikinci maddesi gereği ticari gemilerin geçişine "yükü ne olursa olsun" açık olduğu için, bu tür kaza risklerini sıfıra indirmek de mümkün değildi. İstanbul Boğazı'nda 1999 yılında 4452 ham petrol, 475'i LPG (gaz) ve 577'si kimyasal yük taşıyan toplam 5504 adet gemi geçiş yaparak, yaklaşık 82 milyon ton tehlikeli yük taşıdı. Çanakkale Boğazı'ndan ise, aynı özelliklere sahip 7266 gemi 95 milyon ton tehlikeli yük ile geçiş yaptı. Bu yükler arasında nükleer atıklar, amonyak gazları da bulunduğu dikkate alındığında Türk Boğazları'ndaki can, mal ve çevre güvenliğine yönelik tehditlerin artarak devam ettiği görülmekteydi. Yine Montrö'nün dördüncü maddesi, kılavuz kaptan alınmasını isteğe bağlı kıldığı için, kazalarda yüzde 85'e varan insan hatası faktörünü de ortadan kaldırmak mümkün olmuyordu. Oysa, İstanbul Boğazı'ndan Çanakkale Boğazı çıkışına kadar 326 kilometrelik bölgede, yer yer 80 dereceye varan keskin dönüşler, zaman zaman ters orkoz akıntıları, bazen iki büyük geminin geçmesine elverişli olmayan 700 metreden dar geçitler ve 19 metreye düşen derinlikler bulunuyordu. Bu özellikleri ile, dünyanın en riskli su yollarından birisi konumunda olan Boğazlar'dan geçiş için kılavuz kaptan almanın zorunlu olması gerekiyordu. Kılavuz Kaptanlar Derneği Başkanı Timur İldeniz, her iki geminin de kılavuz kaptan aldığı hiç bir kazanın mevcut olmadığını belirtiyordu. Ancak Türkiye'de dahil, hiçbir ülke Montrö'yü şimdilik yeniden masaya yatırmak istemiyordu. Türkiye Boğazlar Bölgesi'nin güvenliğini sağlamak için, 1994 yılında biraz da Bakü-Ceyhan petrolünün Boğazlar'dan taşınmasını engellemek için Deniz Trafik Düzeni Tüzüğü'nü alelacele hayata geçirdi. Ancak, bu tüzükte siyasi endişeler ağırlıklı rol oynadığı için, gerekli tedbirler aynı ciddiyetle alınmadı. Bu durum güvenli bir geçiş düzeni oluşturulmasını engelliyordu. Ne var ki, Türkiye'nin buna karşı ciddi bir cezalandırma sistemi bulunmamaktaydı.1952'den günümüze kadar Boğazlar Bölgesi'nde 533 kaza meydana gelmesine rağmen, Türkiye'nin elinde yeterli ve modern kurtarma ve yardım ekibi, yangın söndürme ve acil müdahale ekipleri bulunmamaktaydı. Türkiye'nin can kurtarma amaçlı tek bir istasyonu bulunmadığı gibi, 1890 yılından bu yana da hiçbir ciddi atılımın yapılmadığını, 57. hükümetde bizzat denizcilikten sorumlu Devlet Bakanı olan Ramazan Mirzaoğlu ifade ediyordu. Yine Volganeft kazasında yaşandığı gibi, Türkiye'nin elinde çevre felaketlerine karşı da hiçbir ciddi malzeme yoktu. En basitinden bir skimmer (tarayıcı) gemisi bile bulunmamaktaydı. Türkiye, Boğaz güvenliğine önem verdiğini söylese bile, Avrupa'da 1980'li yıllarda kullanılmaya başlayan VTS (Gemi Trafik ve Yönetim Bilgi Sistemi) radar sisteminin ihalesini ancak 1999'da yine şaibeli bir şekilde yapılabildi ve ancak 2002 yılında faaliyete geçildi. Bu işlerden sorumlu Başbakan danışmanı emekli eski Amiral Güven Erkaya, irtica mücadelesi ile meşguldü. 28 Şubat süreci bitmişti, hala kendine gelmemişti. Asıl uğraşması gereken konu ihmal ediliyordu. VTS sistemi zamanında kurulmuş olsaydı, bir çok çatışma kazası önlenebilecekti. Mesela, en son 1999 sonunda Ahırkapı açıklarında yaşanan Semele isimli Belize Bayraklı geminin batması ile sonuçlanan Bulgar Bayraklı Şipka gemisi arasındaki çatışma gerçekleşmeyecekti. Uluslararası antlaşmaların uluslarası sularda seyredecek gemiler için belirlediği gemi standartlarının (STWC) Türk Boğazları'nda uygulanmaması gibi. Türkiye, STWC'yi uygulasaydı, en son Florya açıklarında 29 Aralık 1999'da gerçekleşen Volganeft tanker kazası da gerçekleşmeyecekti. Zira, standart altı 25 yıllık bu nehir gemisinin, Boğazlar'dan geçmesine izin verilmeyecekti. Gemiler için "dünyanın en riskli su yollarından biri" olarak nitelendirilen, ancak buna rağmen son yıllarda adeta petrol boru hattına dönüşen İstanbul Boğazı'ndan 2003’de taşınan tehlikeli yük miktarı, önceki yıla oranla yaklaşık yüzde 10 artış göstererek 128 milyon 948 bin tona ulaşmıştı. İstanbul Boğazı'ndan, 2000 yılında 6 bin 93'ü tanker olmak üzere 48 bin 79 gemi, 2001'de 6 bin 516'sı tanker 42 bin 637, 2002'de 7 bin 427'si tanker 47 bin 283, 2003'te de 8 bin 97'si tanker 46 bin 939 adet gemi geçiş yaptı. Boğaz'dan taşınan tehlikeli yük miktarları da 2000'de 91 milyon 45 bin ton, 2001'de 95 milyon 153 bin ton, 2002'de 117 milyon 747 bin ton, 2003'te de 128 milyon 948 bin ton olarak gerçekleşti. Tehlikeli yük taşıyan tanker sayısı da 2003’de günde ortalama 22'ye yükseldi. Bu rakam 2000'de 17, 2001'de 18, 2002'de 20 olarak gerçekleşmişti. Boğaz'dan 2003'te taşınan yük miktarı, 2000 yılına oranla yaklaşık yüzde 41, 2002'ye göre de yüzde 10 arttı. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk, Türk Boğazları'ndan geçiş yapan tanker sayısında 2015 yılında 2 kat artış olacağına, tankerlerle taşınan yük miktarının da 150 milyon tonu aşacağını dikkat çekiyordu. BOĞAZLARI BY-PASS Ankara, boğazların petrol yolu olmaması izin hep bu argümanı kullanıyordu. 12 milyonluk İstanbul tehlike içindeydi. Mevcut halde zaten yılda 45 milyon ton petrol tankerlerle boğazlardan naklediliyordu. Bunun üstüne Kazak ve Azeri petrolünün eklenmesini boğazlar kaldıramazdı. Bu nedenle Bakü-Ceyhan mutlaka yapılmalıydı. İşte tam bu sırada petrolde Türkiye'yi by-pass yapmak için Lukoil petrol şirketi'ni seferber eden Rusya, Ankara'nın boğazlar restini karşı alternatif hatları devreye sokma hazırlığındaydı. Çeçenistan'daki sivil halkı imha etme pahasına Karadeniz'e açılan petrol boru hatları güzergahını denetim altına almaya çalışan Rusya, bir yandanda Avrupa piyasalarına pazarlayacağı Batı Sibirya, Hazar bölgesi Azerbaycan ve Kazakistan petrolleri için Balkanlar'da rafineri satın almıştı. Rusya'nın petrol planını hayata geçiren Rus petrol şirketi Lukoil, Romanya, Bulgaristan ve Ukrayna'da petrol rafinerisi satın almıştı. Balkanlardaki boru hattarının geliştirilerek BaküCeyhan petrol boru hattı ve petrole boğazlar yolunu by-pass yapan bir plana hız verdi. Bu amaçla ilk planda rafineri satın almaya karar veren Lukoil, ayrıca Çek Cumhuriyeti'ne de yatırım yapmayı kararlaştırdı. Burgaz-Aleksandrapolis ve Dunay-Triest hatlarının yanı sıra ABD'nin fizibilitesinin hazırlanması için ödenek ayırdığı Arnavutluk'tan geçen Trans-Balkan hattına Lukoil sıcak bakıyordu. Bu arada Çeçenistan yolunu ' güvenli nakil ' seçeneği haline getirmek isteyen Moskova, Novorisisk limanına inen petrolün miktarını da hayli yükselmeyi planlıyordu. Lukoil şirketinin 2000 yılı raporuna göre, şirketin yatırım gücü yıl başında 8.7 milyar dolara çıkartılırken, halen günlük 1.6-2 milyon varil olan petrol üretiminin 2010 yılında 31-34 milyon varile çıkartılması için program hazırlandı. Hazar petrollerini 2005-2020 yılları arasında devreye sokmayı tasarlayan Lukoil, öncelikli olarak Batı Sibirya'daki Tümen-Pechora'daki petrol üretimini artırmak için teknoloji yenilirken, 1995'de satın aldığı Perm ve Volgograd'daki iki rafinerininde teknolojisini yükseltti. Lukoil, St.Petersburg ve Volgagrad üzerinden Avrupa'ya pazarladığı petrolde özellikle Almanya'da ilk planda piyasının yüzde 13'üne sahip olmaya çalışıyordu. Rapora göre petrol fiyatlarının 1998'de 10 dolara kadar düşmesi Lukoil'i bu yıllarda yatırım konusunda sıkıntıya soktu. 1999'da fiyatların 26 dolara çıkması sayesinde kendini toparlayan Lukoil, 1.3 milyar dolar gelir elde etti. Rus ekonomisi de bu sayede ekonomik krizi atlattı. 2005’de petrol fiyatlarının 50 dolar üstüne çıkması ise doping etkisi meydama getirdi. Kuzey Kafkasya ve Hazar petrollerinden 2005 yılında 20-25 milyon ton petrol gelmesi öngörülen raporda, ayrıca BM'nin Irak'a uyguladığı ambargonun kalkması halinde yılda 20-30 milyon varil petrol üretilecek biçimde yatırım yapılacağı belirtildi. Rus petrol piyasasında tekeli elinde bulunduran Lukoil, ayrıca Amerikan pazarına da 1998'den itibaren girerek günde 500 bin varil petrol satmaya başladı. Slavneft ve Onako'yu bünyesine alarak büyüyen Lukoil, 1992'de Langepasneftegaz, Urairneftegaz ve Kogalymneftegaz rafinerilerini satın alarak sektörde devleşmişti. Lukoil, halen dünya petrol devleri arasında ilk yedi içinde sayılıyordu. Rusya'nın Transneft şirketi de Nisan 2000'de, boğazlara alternatif olarak Rusya'dan Adriyatik Denizi'ne kadar bir boru hattının kurulması için bir proje hazırladı. Rusya'nın güneybatısından başlayarak Belarus, Macaristan, Slovakya ve Hırvatistan'dan geçecek olan petrol boru hattının projesinin hazır olduğunu açıklayan Transneft Başkanı Semyon Vaynştok, projenin gerçekleştirilmesi için sadece siyasi bir kararın gerekli olduğunu kaydediyordu. Vaynştok, kurulacak petrol hattının Rusya petrolünün İstanbul ve Çanakkale boğazlarına olan bağımlılığından kurtarmaya yarayacağını söylüyordu. Vaynştok'a göre bölge ülkelerinden sadece Ukrayna ile bir problem bulunuyordu. Bu problemin sebebinin de yeni boru hattının, Ukrayna'nın Odessa limanını devre dışı bırakmasından kaynaklandığı belirtiliyordu. Rusya'dan Adriyatik'e kadar kurulması planlanan petrol boru hattı Kremlin yönetimince incelemeye alınıyordu. UKRAYNA ALTERNATİFİ 1997'de Ukrayna'da devreye girerek ana üretim hattı olabilecek Bakü- Ceyhan'ı safdışı bırakan Bakü-Supsa - Odesa - Dostluk Boru hattı projesini ortaya attı. Dostluk boru hattı eskiden beri mevcuttu ve Rusya üzerinden gelen petrolü taşıyordu. Ancak hat tam kapasite kullanılamıyordu. Hattın yılda 8 milyon ton petrol taşıyabilecek kapasiteye küçük bir onarımla getirilmesi mümkündü. Bu hat Moldovya üzerinden direkt Avrupa'ya ulaşması açısından ekonomik görülüyordu. 24 Mart 1997 'de Kiev'de Azerbaycan ve Ukrayna Cumhurbaşkanları Haydar Aliyev ve Leonid Kuçma biraraya gelerek tarihi bir petrol-gaz ortaklık anlaşmasına imza attı. Bu memerandumla Azeri petrolünün söz konusu hatla Ukrayna üzerinden taşınması kararlaştırılıyordu. Petrolün nakli, Karadeniz limanlarından birinden Novorasisk , Supsa, Batum veya Poti'den Ukrayna'nın Odesa limanına getirilmesiyle hayata geçirilmesi hedefleniyordu. Odesa limanı ve mevcut hatların onarımına hız verildi. Odesa-Brodi hattıyla petrol Dostluk boru hattına taşınacak, buradanda petrol merkezi Avrupa'ya sevkedilecekti. Kiev yönetimi, hattın diğer rakipleriyle yarışacak ekonomiklikte olduğunu savunuyor, hattın güvenliğine de güvence veriyordu. Ukrayna, Baltık-Karadeniz enerji koridorunun hizmete sunulması için Hazar petrolünüde gözönüne alarak Odessa'da 40 milyon ton petrol kapasiteli büyük bir terminal inşa ediyordu. Üç yıl süren görüşmelerden sonra ise, Türkiye ve Ukrayna temmuz 1997'de Akdeniz'i Ukrayna ile birleştirecek boru hattının yapımını kararlaştırdı. 564 kilometrelik boru hattı Ceyhan'ı, Kırıkkale ve Samsun ile birleştiriyordu. Ceyhan'dan Samsun'a gelen petrolün tankerlerle Odessa'ya taşınmasının öngörüldüğü hatla aynı zamanda Ukrayna ve Ukrayna üzerinden Afrika ve Ortadoğu petrolleri üzerinden Batı Avrupa'ya taşınacaktı. Güney-Odesa terminali Samsun terminali gibi yıllık 40 milyon ton kapisetili olacak; mevcut Odesa terminalinin kapasitesi sadece 4 milyon tondu. Proje yüzde 90 oranında Ukrayna'nın enerji ihtiyacını karşılayarak Rusya'ya bağımlılıktanda kurtaracaktı. Zira Ukrayna halen Rusya'ya petrol ve gazdan kaynaklanan 900 milyon dolar borcunu ödeyememişti. Ana boru hattı olması için çalışılan Dostluk boru hattıda Moldova'da Tuna üzerinde ikinci bir terminal inşa edilecek, bu boru hattıyla petrol Avrupa'ya ulaştırılacaktı. Azerbaycan'la Petrol-gaz alanında stratejik bir işbirliği imzalandı. Ukrayna-Azerbaycan dostluğu daha sonra aralarına Gürcistan ve Moldovya'yı da almalarıyla dörtlü stratejik işbirliğine dönüştü. Ekonomik çıkarlara endekslenen GUAM 1997'de Birliği kuruldu. Bu birlik çerçevesinde Avrasya koridoru projesi ortaya atıldı. Bu dört ülke arasında özellikle ulaşım yollarının rahatlatılmasını öngören proje, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in girişimiyle daha sonra uluslararası ilgi gördü. Nihayet 7 Eylül 1998 'de 32 devletin katılımıyla Bakü'de Avrasya ipek yolu projesine can verildi. Ortak deklarasyonnun yanı sıra 5 alanda imza edilen anlaşma, Avrasya koridoru üzerindeki liman, demiryolu otaban yolarının mükemmel hale getirilmesini öngörüyordu. Dolayısıyla AzerbaycanUkrayna arasında başlayan stratejik işbirliği Hazar petrolünde etkisiyle uluslararası konjonktürde destek gördü. Ukrayna, eylül 1998'de Bakü'de 32 devleti temsilen imzalanan İpekyolu projesi ile stratejik önemini daha da artırdı. İpek yolu projesinde Türkiye by-pass edildi, ulaşım yolları hep Karadeniz'in kuzeyinden geçiyor; proje'de Karadeniz limanları yeniden yapılandırılıyor ve Türkiye'den değil Ukrayna önem kazanıyordu. Ayrıca Ukrayna'da petrol arayan Kanada'nın Trident Eploration, Nautilus Associates, Lateral Vector Resources, Foundation Oil ile bazı Amerikan şirketleri ve Ukrayna Petrol-Gaz komitesi tarafından petrol rezervlerinin tahminlerinden fazla 1 milyar ton civarında olduğunu belirtiyordu. Ukrayna alternatifi, Bakü-Ceyhan'ı solduruyordu. GUAM birliğine Avrupa Birliği ve ABD özel ilgi gösterirken Kremlin endişe içindeydi. BDT içinde adaletin olmaması en sonunda Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'u da isyan ettirdi. Kerimov, Karabağ'da Rusya'nın Ermenistan'ı silahlandırarak taraf olduğunu Şubat 1999'da açıklayarak ilk defa Rusya'yı bu denli sert eleştirdi. Rusya'nın cevabı hemen geldi. 7 Şubat' 1999da Kerimov'a suikast düzenlendi. Taşkent'de Kerimov'un arabasının geçeceği 4 ayrı yerde bombalar patlatılıyor, Rus istihbaratı gözdağı veriyordu. Kerimov suçu siyasi rakibi ERK Partisi başkanı Muhammed Salih'in üzerine atsada, asıl suçlunun Rusya olduğunu biliyordu. Kerimov boyun eğmedi ve GUAM devlet başkanları zirvesi 25 Nisan 1999'da NATO'nun 50. yıldönümünün hemen ardından Kerimov'un katılımıyla Özbekistan'ın Washington Büyükelçiliği'nde gerçekleştirildi. Ve Özbekistan GUAM'a katıldı teşkilat GUUAM'a çevrildi. Kerimov, Özbek pamuğunu, gazını Azerbaycan üzerinden Avrasya koridoru ile Avrupa'ya pazarlamak istiyordu. Rusya, arka bahçelerini bir bir kaybediyordu.Ancak Rus liderliğine Putin'in gelmesinin ardından düzenlediği ikinci dış gezi 18 mayıs 2000'de Özbekistan'a oldu. Askeri alanda Rusya ile Özbekistan arasında işbirliği anlaşmaları imzalandı. Kerimov çark ederek, bölgede en güvendikleri ülkenin Rusya olduğunu söyleme gafletinde bulunuyordu. Kerimov, Türkiye'ye güvenmiyordu. Ancak Özebekistan Moskova’nın baskılarına dayanamayarak ve GUUAM’ın işlevsizliğini bahane ederek 2004’de birlikten ayrıldı. TURUNCU SİVİL DEVRİM! Gürcistan’dan sonra Kasım 2004’de, bu seferde Ukrayna’da petrol boru hatları yolunda bir sivil darbe örgütlendi. Gürcistan'da ABD - AB destekli, George Soros'un 'Açık Toplum Vakfından' beslemeli Şaakaşvili, benzer senaryo ile, 'sivil darbe' yapmıştı. Taraftarları parlamento basıp, Şevardnadze'yi devirdi. Gürcistan, Kafkaslar, Hazar Deniz'i, Orta Asya - Şahdeniz Kazakistan petrollerine ulaşan yolun kapısı, kilidiydi. Hem de Rusya'nın Güney'indeki 'arka bahçesi'ydi. Ukrayna, Rusya'nın 'Batı' ile sınırı kapısıydı. Ukrayna'daki seçimleri 'tanımama' noktasında AB ve ABD ağızbirliği etti. AB -ABD destekli Viktor Yuşçenko yandaşlarını sokaklara dökerken, ordu ve polise de 'kendi taraflarına geçme' çağrısında bulundu. Tıpkı Gürcistan'da Şaakaşvili'nin yaptığı gibi. Seçim Kurulu'nun seçimin galibi olduğunu ilan ettiği, Putin'in de başkanlığa seçilmesi nedeniyle 'tebrik' ettiği Başbakan Viktor Yanukoviç ise batı destekli muhalefeti 'darbe' tezgahlamakla, isyan planlamakla itham etti. Devlet Başkanı Kuçma da aynı kanaatteydi. Yani 'AB ve ABD'nin Ukrayna'da muhalefeti kullanıp, seçim tartışmalarını siyasi krize dönüştürüp, tırmandırıp darbe tezgahladıkları' görüşündeydi. USAK Ukrayna Masasından Araştırmacı Servet Selime’e göre, Ruslar, Polonyalıları Ukrayna seçimleri üzerinde komplo üretmekle suçlamıştı. Rus siyaset bilimcilerinden Sergey Markov, yaptığı basın toplantısında Ukrayna’daki seçim krizinde Polonya’nın büyük rolü olduğunu, asıl amaçlarının ise Ukrayna üzerinde hakimiyet ve güç elderek kendilerinin Avrupa Birliği’ndeki yerlerini güçlendirmek olduğunu söylüyordu. (Mosnews.com Kasım 25, 2004). Yushcenko’nun seçim kampanyasının ise yurt dışında yaşayan Polonyalı azınlıklar (diaspora) tarafından geliştirildiğini, fikir yapılanmasının ise Amerika Birleşik Devletleri eski ulusal güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezisnki ve iki oğlu tarafından yapıldığını öne sürülüyordu. Verilen bu bilgileri de Newsru.com sayfası doğrulamaktaydı. Markov, başka bir Polonya asıllı olan Andrian Karatnitsky’nin, Amerikan Özgürlük Evi Vakfı Başkanı, Sırp iğne uzmanlarını kiralayarak Ukrayna’ya Yushcenko’nun seçim kampanyasının başına getirdiğini ilave etmişti. Başka bir Rus siyaset bilimcisi, Gleb Pavlovsky, Rus RTR kanalına yaptığı açıklamada, Yuschenko’nun seçim kampanyasını hazırlayan kişilerin daha önceki yıllarda Sırbistan ve Gürcistan’da seçim kampanyalarını hazırlayanlarla aynı olduğunu söyledi. Polonya’nın eski liderlerinden Lech Walesa ve Aleksander Kwasniewski’nin Ukrayna ziyaretlerinin Belgrad-Tiflis senaryosunun bir parçası olduğunu, barış ortamını desteklemekten ziyade,Yuschenko’nun elini güçlendirmek niyetiyle yapıldığını savundu ve Polonya’nın asıl amacının Ukrayna üzerinde hakimiyet kurmak olduğunu iddia etti. Polonyalı politikacıların Avrupa Birliği içinde daha etkili olmak, şu anda Almanya ve Fransa’nın etkili olduğu yerde hem onların konumlarını zayıflatmak, hem de Orta ve Doğu Avrupa’nın patronları olmak için bunu başarmak istediklerini belirtti. Markov, Yuschenko’nun kazanmasının Amerika için iyi olacağını, bunun Almanya ve Fransa’nın dünya arenasındaki gücünü azaltacağını ve Ukrayna-Rus ilişkilerinde yeni bir noktaya gelineceğini kaydetti. Tarihi sebeblerden ötürü Ukrayna’nın Polonya hakkında çok şüpheci yaklaştığı bilinen bir gerçek olduğundan, böyle bir senaryonun Ukrayna’nın genelinde çok farklı sonuçlar doğuracağı kaçınılmazdı. Bu belki bir komplo teorisinin ötesine geçmeyecek bir yaklaşım, ancak bunun halk nezdindeki tepkisi de küçümsenemezdi. Powell’ın açık bir şekilde Yuschenko’yu desteklemesi, Moskova yanlısı Yanukovich’in işini zora sokabilirdi. Ukraynada’ki seçimler, bir ülkenin devlet başkanını belirlemesinin ötesinde Soğuk Savaş yıllarından kalma Doğu (Rusya), Batı (Amerika) çekişmesinin son yıllarda gördüğümüz en belirgin örneği olmaktaydı. Bu durumda Ukrayna sınırları dışındaki ülkelerin, gerçek anlamda Ukrayna halkını düşündükleri söylenemezdi. Hiç kimse Ukrayna’yı kendi halkı kadar sevemezdi. Herkesin kendi çıkarları doğrultusunda bir ülkenin kaderini belirlemeye ne hakkı vardı, ne de yetkisi. Aslında sonuçtan en çok etkilenecek taraf halkın kendisiydi. Özgürlüğü her zaman ‘çok pahalıya satın almış’ bir halkın daha fazla böyle oyunlara tahammülü yoktu. Fakat ne yazık ki, senaryo o kadar güzel hazırlanmış ki, belki de bu durumdan hem Batı hem de Doğu çok memnundu. Zavallı Ukrayna halkı, oyunun bir parçası olmaya devam ediyordu. İsterseniz ardından halkın sokaklara döküldüğü Batı yanlısı Yuschenko’yu ve Moskova’nın adamı Yanukovich’i biraz tanıyalım: Daha öncesinde Ukrayna Merkez Bankası Başkanlığı yapan, mazisi ve çizgisiyle daha sempatik gözüken, para politikasında başarılı olmuş, bu başarısı onu Başbakanlığa kadar taşımış olan Yuschenko Batı yanlısı bir isim. Avrupa Birliği’ne daha yakın, dış ilişkilerde Rusya merkezli olmaktan ziyade Amerika’nın sözünü daha çok dinleyecek birisi, daha demokratik, daha açık gözüküyor. Ama aynı Yuschenko’nun eşi Amerika doğumlu ve belki de bu yüzden kendisi Batı yanlısı bir çizgi çiziyor ve yine aynı Yuschenko Ukrayna Merkez Bankası’nın başındayken 120 milyon doları ‘uçurmakla’ suçlandı ve şimdilerde kendisinin sağ kolu olan Yulya Timoschenko’nun, Enerji Bakanı iken yine kara para işlerinden dolayı görevden alınması ve hatta yargılanarak kendisine hapis yolu gözüktüğü zaman bile, Yuschenko sahneye çıkmış ve 2 milyon dolar ile Başsavcı üzerinde kurduğu baskıyla Timoschenko’yu demir parmaklıkların eşiğinden çevirmişti. Diğer taraftan Yanukovich’in ise gençlik yıllarında hırsızlıktan, daha sonra da tecavüzden hapiste yattığı tescillenmiş bir kişi. Aklı başında olanlar her iki alternatifin de kendileri için çok iç açıcı olmadığını, ama başka alternatiflerinin de olmadığını vurguluyordu. Birini yalancılıkla, diğerini karanlık bir maziyle tanıyorlardı. Tüm bunlara rağmen neden Yuschenko halk desteğini yanına daha çok almış gözüküyordu. Çünkü daha çok halk yanlısı, daha iyi hazırlanılmış bir ev ödevi ve halkın ona olan güveni vardı. Güvenin temelinde ekonomik kaygılardan çok demokratik açılımlar gerçekleştireceği beklentisi yatmaktaydı. Evet Batı desteğini yanına alan birisi elbetteki alışılmışın dışında bir politika izleyecekti. Bunu farkeden ve kaçınılmaz sonu kendi lehlerine çevirmek isteyen Yanukovich taraftarları ise mevcut Başkan Kuchma’nın da açık desteğini yanına alarak haksız bir seçim propagandası yapmışlardı. Devletin en üst kademelerinden gelen ‘kırmızı kalemle yazılı’ ‘önemli’ (!) yazılarıyla eyaletlerdeki idari kadrolara açıktan baskı yapılmış, yerel ve ulusal basınında dikkati çekilerek, kampanyaya gereken desteği vermeleri sağlanmıştı. Belki Yanukovich değil de başka bir aday olsaydı yine de durumu çok farklı olmazdı. Çünkü üç dönemdir Başkanlık yapan Kuchma’nın kendi yerine kendi istediği birini getirmeye çalışması halkın tepkisini gereğinden fazla çekmeye yetti. Sadece halkın değil, Amerika seçimlerde hile yaptıkları ve görevlerini doğru kullanmadıkları gerekçesiyle dört kişinin Amerika’ya girişini yasakladı. Bunlar; Kuchma’nın damadı, Başsavcı, İçişleri Bakanı ve AP parti başkanı V. Medvedchuk. Mevcut eylemler aslında genele bir başkaldırış, haksızlığa ve istemediklerini seçmek zorunda bırakılmaya karşı yapılan bir başkaldırıştı. Eski alışkanlıkların kolay kolay vazgeçilmediği bir ülke aslında Ukrayna; idari kadronun genelinin eski Sovyet rejiminde Kominist parti sekreterliği yapmış ya da parti üst kurulunda görev yapan ve en kızıl kişilerden olmaları Ukrayna’nın demokratikleşme yolunun gerçekten dikenlerle dolu olduğunun bir göstergesiydi. Bir beş yıl daha ‘aynı kafayla’ yönetilmek Ukrayna’nın Doğu - Batı arasındaki denge noktasını daha Doğu’ya kaydıracak ve Avrupa’yla entegrasyonuna büyük bir darbe vuracaktı. Her işin tanıdık, dost ve ahbap çerçevesinde yürüdüğü bir ülkede, kanunlar sadece istenildiği zaman, istenildiği kişilere karşı ve istenildiği şekilde uygulanan laf kalabalığının önüne geçememişti. Bu süreci yakından takip eden Batı, bu gidişatın bu şekilde daha fazla sürmemesi için ve demokratikleştirme sürecine başlanmasının bu noktada elden kaçırılmaması gerektiğini farketmiş ve akıllıca bir politika izleyerek geç kalınmaması gereken noktada doğru kişiyle düğmeye basmanın zamanı geldiğini düşünmüştü. Batı bu çerçevede, eskiden beri milliyetçilik duyguları ağır basan, Sovyet zamanında bile Rusça konuşmayı içine sindiremeyen, sokakta herkesin Ukrayna’ca konuştuğu sözüm ona Ruslarla da arası çoğu zaman iyi olmayan Batı Ukrayna’yı bu iş için ana merkez olarak belirlemiş ve buradan çıkacak yüksek bir sesin ülke genelinde yankı getireceğini ve her zaman değişimin önderliğini yapmış gençlerin bu işte baş rol oynaması gerektiğini bilerek, Sırbistan ve Gürcistan’dakine benzer bir sivil devrimi, yani Ukrayna’daki adıyla ‘PORA’ hareketini başlatmışlardı. Burada, Doğu Bloku ülkelerini çok iyi bilen ünlü kişi ‘Soros’un etkisi de yadsınamaz ve hayretle izlenmekteydi. Şu bir gerçek ki, uluslararası arenada, dış ilişkiler boyutunda Kiev’de yaşayan Amerikan Büyükelçiliği’ndeki bir diplomatın ifadeleriyle, Amerika’nın en çok önem verdiği ülkelerin başında Ukrayna gelmektetdi. Ukrayna’da görevli olan Amerikan Elçilik görevlilerinin sayısının diğer ülkelere göre çok fazla olması ve Green Card seçmelerinde en fazla şans verilen ülkelerin başında Ukrayna’nın gelmesi bunun bir göstergesi olsa gerekti. Amerika’nın bu ülke üzerinde uzun vadede çok büyük hesapları olduğu bir gerçekti. Öte yandan iyi bir vizyona sahip bir başkanla temsil edilen Rusya, kaybettiklerini kısa zamanda farketmiş ve fırsatları kaçırmamak için Ukrayna’da da olaya müdahil olmaya karar vermişti. Ne var ki Sovyet rejiminden geriye kalmış ve hala çok sağlam bir yapıya sahip olan KGB yeni adıyla FSB ve Ukrayna’daki adıyla SBU bu durumda da çok iyi çalışmış ve Rusya sempatizanlarının daha yoğun olduğu ülkenin güney ve doğu kesimlerini kendilerine merkez belirlemişler ve bunda da başarılı olmuşlardı. Rusya’nın en çok önem verdiği bölgelerin başında Kırım Otonom Bölgesi gelmekteydi. Türkiye’de bilinenin aksine Kırım, Tatarlar’ın ağırlıkta olduğu bir yer değildi. Ancak % 10’u Tatar, % 15’i Ukraynalı, % 75’nin ise Rus olduğu bir bölge olan Kırım’da halen Rus donanması konuşlanmaktaydı. Sivastopol ve diğer illerinde Ruslar çok etkin konumdaydı. Ayrıca hepimizin bildiği gibi Soğuk Savaş yıllarının sonlandırılmak istendiği zamanlarda zirvelere evsahipliği yapmış olan Yalta (Kırım’ın Antalya’sı) bu bölgede yer alıyordu. Eski bir alışkanlık olarak üst düzey Sovyet liderlerinin hemen hemen hepsinin yaz tatillerini Yalta’da geçirdiği ve burada mülk sahibi oldukları bir gerçekti. Bu gelenek bozulmadı ve çok yakın bir zaman önce Putin’in Yalta’ya gelerek Kuçma ile kapalı kapılar arkasında iki günlük bir değerlendirme yaptığı ve Yalta’da çok amaçlı bir yazlık almak istediği gelen haberler arasındaydı. Bu meskenin Rus liderin etrafındaki danışmanları (!) tarafından kullanılacağı ve Putin’in etrafında etkili bir lobi faaliyeti yürüten kişiler tarafından değerlendirileceği gerek Rus basınında, gerekse Ukrayna basınında yer alan bilgiler arasındaydı. Yani Kırım bir nevi mutfak çalışmasının yapıldığı bir yerdi. Gerçek manada Putin’in, Yanukovich’i tam olarak desteklemediği, ama etrafında yapılan kulislerle o yönde yönlendirildiği ise Ukrayna gazetelerinde sıkça yer almıştı. Ortak bir menfaat yürüten bir grubun bu işleri yürüttüğü hissedilen ama gösterilemeyen bir gerçekti. Genel seçim sonuçlarına bakıldığı zaman ise, Batı Ukrayna Yuschenko tarafında, Doğu ve Güney Ukrayna ise Yanukovich’in yanında yer almıştır Ama şaibelerle dolu olan bu seçimde Batı yanlısı Yuschenko taraftarlarının, Yanukovich’in zafer ilan ettiği bölgelerde bile azımsanmayacak oranlara ulaştıkları seçim öncesi İçişleri Bakanlığı ve Ukrayna Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kayıtlarına bile yansımıştı. Seçim öncesi İçişleri Bakanlığı raporlarına göre Yuschenko’nun oy oranı % 70, Gizli Servis’in kayıtlarına göre ise % 80 olarak belirlenmişti. Peki ne oldu da bir anda seçim sonrası % 3 gibi az bir farkla Yuschenko seçimi kaybetti? Bu sorunun yanıtını herhalde, medyayı takip eden herkes kendisi verebilirdi. Seçimlere karıştırılan hile, oy pusulalarının yakılması ve baskı uygulanması tüm dünyanın ekranlarda gördüğü gerçekler arasındaydı. Önceki seçimlerde çok kuvvetli adaylar çıkmamasından dolayı işin iç yüzü çok belli olmuyordu ve sonuçlar istenildiği gibi çıkıyordu. Batı’nın da yakından takip ettiği bu seçimlerin çok aşikar bir şekilde haksızlıklar ve hilelerle dolu olması sakin ve uysal olan Ukrayna halkını sokağa dökmeye yetti. Kolay kolay sokağa dökülme cesaretini gösteremeyen halk, maaşlarını alamadıkları zamanlarda bile bu cesareti gösterememiş, görevlerinden olmakla tehdit edilmiş ve hatta o çok sevdikleri(!) Başkanları için zaman zaman ihtiyaç duyulduğunda güven tazeleme yürüyüşlerine bile başlarındaki idareciler tarafından zorlanarak götürülmüşlerdi. Eğer şimdilerde böyle yüksek katılımlı bir boy gösterisini başkent Kiev’de halk yapabiliyorsa bunun iki açıklaması vardı: 1) PORA( yeter), 2) Artık korkmuyoruz. Tabi ki bunun arkasında güçlü bir Batı desteğinin olduğu da göz ardı edilemezdi. Dünya basınında çıkan haberlerin aksine Ukrayna’da yaşayan halkın Ukrayna’nın bölüneceğine, Doğu’nun bağımsızlığını ilan edeceğine inandığı yoktu. Kiev’de Kreschatik meydanına toplanan 100 binlerce kişinin çoğu turuncuya boyanmış olmasına rağmen, aralarında mavileri de bulmak mümkündü. Bu gösterilerin en ilginç tarafı ise halk bazında her iki tarafın da birbirlerine karşı çok toleranslı olması, kimsenin ortamı gerip kan dökülmesine meydan vermemesiydi. Ukrayna halkı da bunu yapacak nitelikte değildi. Şaibeli galip Yanukovich’in seçim bölgesine giderek ‘uçuruma bir adım kaldı, bundan sonrası çok tehlikeli demesi...’ halkın nabzını tutan bir değerlendirme değildi. Kimsenin kan dökmeye falan niyeti yok, sadece haksız kazandığı koltuğun elden gideceğini sezen Yanukovich’in feryatları ve sonu yaklaşırken etrafa pervasızca savurduğu tehditlerdirdi bunlar. Hatta durumun aleyhlerinde sonuçlanması durumunda şimdiden Rusya’ya biletlerini ayıran yöneticilerin olduğu halkın ağzında dolaşan bilgiler arasındaydı. Aksiyon’un 526 nolu sayısında bir makale kaleme alan, devrimi yerinde inceleyen Erhan Başyurt ilginç bilgilere ulaşmıştı: Örgütlü eylemlerin ortaya çıkmasını sağlayan bir diğer unsur, Znayu sivil girişimiydi. Znayu, bir grup genç tarafından kurulmuş ve 100 kadar sivil toplum kuruluşunun desteğine sahipti. Znayu, tüm il ve ilçelerde seçmenlere, oy kullanmaları, adaylar konusunda seçici davranmaları ve verdikleri oylara sahip çıkmaları konusunda eğitimler vermişti. Znayu, bu amaçla eğlendiren, eğlendirirken öğreten bildiriler, radyo ve televizyon reklamları hazırlamıştı. Znayu, Ukraynaca’da “Biliyorum” anlamına geliyordu. Znayu projeleri için, George Soros’un Açık Toplum Vakfı ve uzantıları, Freedom House, Amerikan Cumhuriyetçi Parti’ye yakın IRI ile Amerikan Demokrat Parti’ye yakın NDI gibi sivil toplum kuruluşları, ABDUkrayna Vakfı gibi girişimlere sponsor olmaları için başvurmuştu. Kurucu-koordinatörlerden Dimitri Potyekhin ise, projeleri kendilerinin geliştirdiğini, sadece mali destek aldıklarını belirtiyordu. Potyekhtin, “Kimse Znayu’yu kullanmadı. Biri birini kullandıysa, ‘Biz Batıyı kullandık’ denebilir” sözleri ile dış güçler tarafından kullanıldıkları iddialarını reddediyordu. Ancak gerek muhalefet gerekse Znayu, “pozitif” eylem yöntemlerini uyguladılar. Yani eylemlere değil, seçimler yoluyla iktidarı değiştirmeye konsantre oldular. Sokak eylemlerinin örgütleyicisi ise Pora isimli gençlik örgütü oldu. Pora, Ukrayna’daki halk isyanını “sivil itaatsizlik” eylem metotları ile geliştirdi. Eylemleri, şiddetten uzak, örgütlü, disiplinli ve planlı bir çekirdek kadro tarafından yönlendiriliyordu. Pora, “Zamanı” demekti. “Demokrasinin Zamanı”, “Özgürlüğün Zamanı”, “Diktatörlüğe Son Vermenin Zamanı”, “Eylem Zamanı”, “Kazanma Zamanı”... Pora, Ukrayna’da az bir öğrenci kadrosu tarafından kurulan ve eylemler öncesi 30 bin gönüllü katılımcıyı eğiterek, halk isyanını örgütleyen bir girişimdi. Pora, ilk olarak Nisan 2004 Mukaçeve Belediye seçimlerinde görünür hale geldi. 21 Kasım’daki seçimler sonrası da eylemlerin yöneticisi oldu. Çadır kentlerin kurulmasından sokaktaki rock konserlerine, davulcu gençlerden arabalı konvoylara kadar tüm eylemler dağınık gibi görünseler de Pora’nın koordinasyonu ile gerçekleşiyordu. Pora, 21 Kasım 2004 gecesi 4 bin kadar eylemciyi ellerindeki kırmızı lazer işaretleyicilerle Yüksek Seçim Kurulu önünde toplamıştı. Pora’nın eylem koordinatörlerinden Andrey Rojniyatovley, “Kırmızı lazer kalemlerle Yuşçenko yazdık. Sanki 4 bin lazer silahı doğrultulmuş gibi etki gösterdi” şeklinde konuşuyordu. Pora, 2000 yılında Sırbistan’da 60 gün süren eylemler sonrasında “kadife devrimi” gerçekleştiren Otpor öğrenci hareketinden kurslar almıştı. Otpor, “direniş” anlamına geliyor ve Pora gibi Sırbistan’daki eylemleri örgütlemişti. Otpor, 2003 yılında Gürcistan’da “Gül Devrimi”ni gerçekleştiren Kmara öğrenci hareketine de destek vermişti. Ukrayna’daki eylemlerde her ne kadar Pora’nın eğiticisi Otpor üyeleri olsa da, en büyük destekçisi Gürcistan’daki Kmara’nın üyeleri oldu. Kmara, “Yeter” anlamına geliyor ve “Gül Devrimi”nin sokaktaki mimarları olarak kabul ediliyordu. “Gül Devrimi” ile iktidara gelen Michael Shaakashvili, 26 Aralık seçimleri sonrasında Yuşçenko’yu ilk kutlayan lider oldu. Dahası, Yuşçenko ile birlikte 2005 yılını kutlamak için 31 Aralık’ta Kiev’e gitti. Shaakashvili ve Yuşçenko, eylemin sembolü Özgürlük Meydanı’ndaki platformda, Ukrayna halkına hitap edip 2005 yılına birlikte girdiler. Sonuçta, muhalefetin adayı Viktor Yuşçenko sandıktan üç ayda gerçekleştirilen üçüncü başkanlık seçiminin ardından zaferle çıktı. Yuşçenko, 1999-2002 yılları arasında 16 ay başbakanlık yapmıştı. Daha önce de Merkez Bankası Başkanlığı görevini yürüttü. Ukrayna’nın bugün kullandığı milli parası onun zamanında çıkarıldı. Başbakanlığı döneminde de, yolsuzlukla mücadelesi, ekonomik performansı ve Batı yanlısı politikaları ile beğeni toplamıştı. Yuşçenko’nun popülaritesinin artmasında, eylül ayı başında zehirlenmesinin de rolü vardı. Kendisini “istihabaratın” zehirlediğini iddia eden Yuşçenko’nun yüzü, vücudundaki aşırı Dioxin sebebiyle tahriş oldu. Ancak Yuşçenko başarılı olamazsa bile Ukrayna’da yaşanan sivil darbenin, yakın coğrafyayı etkileme potansiyeli çok yüksekti. Pora ve Znayu yöneticileri de, Moldova, Belarus, Rusya ve Orta Asya’dan kendilerine tecrübelerini paylaşmak için gelenler olduğunu söylüyordu. Sırbistan ve Gürcistan’dan sonra, şimdi de Ukrayna’daki “kadife devrim”in ihracı gündemdeydi. Satrançda ki kilit piyon Ukrayna petrol için yutulmuştu! Ukrayna'da yeniden yapılan seçimde başkanlığı Amerikancı Yushchenko Moskova yanlısı Viktor Yanukovych'e karşı demokratik biçimde(!) halkın oyuyla zoraki olarak kazandırılmasının ardında yine petrol ve petrol güzergahları savaşı vardı. Azerbaycan ve Gürcistan'in da dahil olduğu Washington'un ve AB'nin 1995'li yıllarda desteğiyle kurulan Avrasya koridoru ve GUAM birliğinin üyelerinden Ukrayna artık Batı tarafından yutuldu. Rusya'nın güney kanadı kopartıldı, eski arka bahçesinden kovuldu. Eski başkan Kuçma'nın dönemi antidomokratik ve insan hakları ihlalleri ile dolu olduğu için kızgın çoğunluğun kazanılması zor olmadı. ABD ve AB, demokrasi için Yushchenko'ya destek vermiyordu. Bu turuncu ama kansız darbenin arka planında enerji pazarlıklarının olduğunu nedense kimse farkedemedi. Boru hatları politikaları Ukrayna'da demokratik devrimin Batılı destekçileri açısından itici gücüydü. Haziran 2004'de ukrayna parlamentosu Rusya'nın Ural petrol yatakları bölgesinden Odesa'ya henüz kullanıma sunulmamış boru hattının kullanıma girmesi için oylama yaptı. Bush yönetimi, bu hattın Ukrayna'yı Moskova'ya daha fazla bağlıyacağından endişe ederek protesto etti. 674 kmlik boru hattı, 2001 yılında tamamlanmıştı ve günde 240 bin varil petrol taşıma kapasitesindeydi. Nisan 2004'de Kiev yönetimi, bu boru hattının Brody'den Polonya limanı Gdansk'a bağlanması için Washington ve Brüksel'i iknaya çabaladı. Ayrıca bu hat, Hazar petrolünü Rusya'dan bağımsız olarak AB'ye taşımaya adaydı. Bush, Mayıs 2004'de Kiev'e sessiz bir gezi düzenleyerek iki adayla da görüştü. Yanına ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Madelaine Albright vardı. Aniden Kuçma yönetim Brody-Odessa boru hattı projesini kabul ederek Rus petrolünü Karadeniz'e çıkartmayı benimsedi. 3 yılda yapılacak ve Polonya'ya uzanacak yeni boru hattı, AB ve ABD için büyük önem kazandı. Haziran ayında yeninen proje Batının taleplerini karşılamaktan uzaktı ve yapılacağı kesin değildi. Daha doğrusu yeni hükümet bu kararı verecekti. Ukrayna resmen ABD ile Rusya'nın enerji savaş arenasında arada kaldı. Ukrayna boru hattı, yüzde 75 oranında AB'nin petrol ve yüzde 34 oranında gaz ithalatını karşılayacaktı. Azerbaycan, Kazkistan, Türkmenistan ve Özbekistan'dan ileriki yıllarda bu hatta eklenecek ek petrol ve gaz rezervleri ile Ukrayna kilit ülke konumuna gelecekti. Putin içinde Kiev çok önemliydi. Bu nedenle Putin, Ankara'ya gelerek Karadeniz'den taşıyacakları petrolün bir kısmını Saroz Körfezinden Ege'ye indirmek için AK Parti yönetimiyle gizli pazarlıklar yaptı. Putin, Ankara'yı yanına çekmeye çalışırken ve Kasım seçiminde herşey Moskova'nın istediği biçimde sonuçlanmışken enerji savaşını kaybetmiş Batı mızıkçılık yaptı. Halk ayaklandırılarak Batı çıkarınlarına uygun görülen Yushchenko'nun seçtirilmesi ikinci seçimle başarıldı. Ukrayna'yı Büyük Satranç Oyun'unda anahtar oyuncu olarak niteleyen Zbigniew Brzezinski, yumuşak kızıl darbenin asıl planlayıcıydı. Ukrayna'nın NATO ve AB'ne alınmasını istiyordu. Ukraynasız Avrupa-Asya hakimiyeti kurulamazdı, bu nedenle 52 milyonluk Ukrayna Batı külübünün üyesi olmalı, Rusya'dan kopartılmalıydı. Bush yönetimi, nihayet onun hamlesini yaparak Moskova'ya Şah çekti. Kasım 2001'de Yushchenko, akşam yemeğinde Bush tarafından Beyaz Saray'da ağırlanmıştı. Düğmeye basıldı ve Bush, Özbekistan'daki usta diplomatı John Herbst'i Kiev'e büyükelçi atadı. Amerikan Kongresi tarafından maliyeleştirilen National Endowment for Democracy (NED), Carnegie Endowment ve Geeorge Soros’un meşhur ' Open Society' Açık Toplum teşkilatları sivil ayaklanma için sivil toplum örgütü çalışmalarını hızlandırdı. Önce Yugoslavya ve Gürcistan'da olduğu gibi Batılılar gibi yaşamak isteyen gençler örgütlendi. Yumuşak darbeyi yöneten bir sene önce Tiflis'de olduğu gibi Amerikan büyükelçisi oldu. Büyükelçi Herbst imkansızı başardı. 21. yüzyılda hegomanya kuracak güç veya güçler 20. yüzyılda olduğu gibi petrole sahip olmalıydı. Dünyanın pek çok bölgesinde artık petrol kuyuları yeterli petrol vermiyor ve kapatılıyordu. 2010 yılında günlük ek 50 milyon varil petrol bulanamazsa tüm gelişmiş ülkeler büyük bir ekonomik krize girebilirdi. Sadece Çin, Rusya ve Uzak Doğu petrol bölgeleri gelişen petrol bölgeleri olarak görülüyordu. Elbette ki, başta Irak olmak üzere Ortadoğu petrol peşindeki aç kurtların gözbebeği olmayı sürdürecekti. Hazar petrolleri de çıkartılmamış rezervleri nedeniyle iştah kabartıyor, gelecek vaat ediyordu. 21. yüzyılın tek süperi ABD, petrole hakim olmak zorundaydı. Bu nedenle hegomanyacı politikalarıyla Irak ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi direkt işgalle veya Ukrayna örneğinde olduğu gibi demokratik işgalle (!) süpergüç olmayı sürdürüyordu. Rakipleri Çin ve Rusya, belki AB halen petrol vanasının başını tutan Washington'a kafa tutamıyordu. AB, vananın başına geçecek ABD'ye bedelini ödeyerek pahalıya enerji alacak ve hiçbir zaman rakip olamayacaktı. Rusya ve Çin ise henüz son hamlesini yapmadı. Bu satrançda Ukrayna kilit bir piyondu ve artık safını belirledi. TRANS-BALKAN HATTI 12 Ocak 2000'de Trans-Balkan boru hattı toplantısı ile Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 14 Ocak tarihli Gürcistan ziyareti yabancı istihbarat merkezlerinde yakın irtibatlı olarak algılandı ve yorumlandı. Bu iki kritik girişim birbiri ile irtibatlıydı. Trans-Balkan boru hattı toplantısına ABD Eximbank, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Dünya Bankası ve ABD merkezli Arnavutluk-Makedonya-Bulgaristan Petrol Şirketi (AMBO) temsilcileri katıldı. Toplantıda 980 bin dolarlık fizibilite çalışmasının faturası paylaşıldı: 392 bin dolarlık bölümünü AMBO'nun kalanını Ticaret ve Kalkınma Ajansı aracığılıyla ABD yönetiminin üstlenmesi karara bağlandı. ABD'nin himayesine girdiği anlaşılan Trans-Balkan boru hattının gerek güzergah emniyeti gerekse taşıma kapasitesi açısından Bakü-Ceyhan'a alternatif olduğu ortadaydı. Bulgaristan'ın Burgaz limanından başlayacak olan hat Makedonya üzerinden Arnavutluk topraklarına ulaşacak ve Durres limanında son bulacaktı. Daha 18 Kasım 1999'da AGİT zirvesinde bölge liderlerini kanatları altına alıp Bakü-Ceyhan boru hattı anlaşmasına imza attıran ABD yönetiminin bu son manevrası ne anlama geliyordu? Varsayımları üç ayrı eksende yürütülmesi elzemdi. 1) ABD'li dev petrol şirketleri daha ilk günden itibaren Bakü-Ceyhan'a muhalif. 3 milyar dolara mal olacak bu hattan para kazanmayı mümkün görmüyorlardı. Bu yüzden 826 milyon dolara (Bakü- Ceyhan'ın üçte birinden az) inşaa edilecek Trans-Balkan boru hattı için yönetime baskıya başladılar. Ayrıca Trans-Balkan boru hattının Bakü-Ceyhan'a göre güzergah emniyeti avantajı da ortadaydı. 2) Zaten Bakü-Ceyhan projesinin ekonomik değil siyasi önceliğe sahip olduğu belliydi. ABD bölgedeki iki müttefiki, yani Türkiye ve Gürcistan sayesinde Kafkas petrollerini Rus egemenliğinden kurtarmayı deniyordu. Ancak bu son derece riskli oyunda ihtiyatı elden bırakmıyor, Moskova ile ipleri koparmak istemiyordu. Kremlin'deki yeni ve güçlü liderlik, Çeçenistan'daki savaş, Rus-Gürcü ilişkilerindeki gerginlik herhalde Washington'da dikkatle izleniyordu. Gürcistan riski zaten tartışmalı Bakü-Ceyhan projesinin geleceğine pek yardımcı olmuyordu. Türkiye ise en azından Cumhurbaşkanı düzeyinde temaslarla Gürcistan'ın yalnızlığına kırmaya çalışıyordu. Devletler arasında dostluk değil çıkar birliği kurulurdu. ABD yönetiminin iki milyar dolar daha ucuz boru hattına destek vermesi ilk bakışta son derece yerinde bir karar olarak görülebilirdi. Ama ya orta ve kısa ABD çıkarları öndeydi. Gürcistan ve Türkiye ittifakı olmadan bölgede ABD varlığından söz etmek mümkün olmadığını miyop olmayan ABD pekala biliyordu. 3) Rusya, Gürcistan üzerinden 60 km'lik bir boru hattı yapımı ile Türkiye'ye gaz satmak istiyordu. Mavi Akım projesine ek olarak düşünülen bu proje Türkiye'nin Hazar geçişli Türkmen gazı projesini de ortadan kaldırıyordu. 2000 km'lik riskli bir boru hattı yerine Türkiye ekonomik açıdanda bu seçeneği seçmeliydi. Rusya bu şartla Bakü-Ceyhan'ın yapımına izin verebilirdi. ABD'nin Rusya'ya da hattın yapımına ilişkin teklif götürmesi, Moskava'nın yadsınmadığını ortaya koyuyordu. Moskova gaz ve petrol projelerini birlikte düşünüyordu. ABD'nin, Bakü - Ceyhan hattına rakip olan Trans - Balkan boru hattı projesinin canlandırılmasında öncülük etmesi, Washington'un niyetleri konusunda ciddi kuşkular uyandırıyordu. Bulgaristan'ın Burgaz limanından başlayarak, Makedonya'dan geçecek ve Arnavutluk'un Adriyatik'teki Vlore terminalinde son bulacak Trans - Balkan projesinin maliyeti 826 milyon dolar olarak hesaplanmıştı. Bu konuda hazırlanan raporlarda, Orta Asya ve Kafkas petrolünü Batı Avrupa'ya taşıyacak olan bu projenin, Bakü - Ceyhan'a nazaran çok daha ucuz bir yatırım olduğu, hattın güzergahında güvenlik sorunu olmadığı ve Türk boğazlarından petrol taşımacılığını azaltacağı belirtiliyordu. 1999'da Sıplara karşı Kosova'ya müdahale eden Arnavutluk'tan sonra 2003 sonlarında Bulgaristan'da NATO üssü kurmayı kararlaştıran Washington, bu hattı herzaman yedeğinde tutacaktı. DEMİRYOLU -TANKER HATTI Ana ve erken üretim hatları devreye girene kadar üretilen az miktarda petrolü değişik üsullerle naklederek ekonomisine katkıda bulunmaya çalışan Azerbaycan, alternatif yollar aramıştı. SOCAR ile Türk-İngiliz şirketi Caspian Transco Co. şirketi arasında yapılan anlaşma ile petrolün Ali Bayramlı şehrinde vagonlara doldurularak demiryolu vasıtasıyla Gürcistan limanları Batum veya Poti'ye taşındı. Petrol depolama, taşıma ve ulaşım yolllarını yeniden yapılandıran Caspian Trans co şirketi, ayrıca Azerbaycan arazisinden taşdığı her yabancı petrol içinde ton başına 3 ABD doları ödüyordu. Kazak ve Türkmen yönetimleriyle de anlaşmalar imzalayan şirket, bu ülkeler için adete geçici de olsa can simidi olmuştu. Böylece demiryolu tanker hattı işlerlik kazandı . Karadeniz limanlarının değeri , tabii ki Gürcistan'ın önemi daha da arttı. Kazakistan'ın Aktua limanından petrol Azerbaycan'ın Dübendi limanına getiriliyor, buradanda Ali Bayramlı daki petrol doldourma tesislerine pompalanıyordu. Bu sistemi yeni baştan inşa eden şirket büyük yatırım yapmıştı. Böylece şirket her yıl 600 bin ton Hazar petrolünü dünya piyasalarına çıkarıyordu.1998'de 2 milyon tonluk bin nakil kapasitesine ulaşılmıştı.1999'da bu rakamın 4 milyon tona, 2000 'den sonra 10 milyon tona çıkartılması hedefleniyordu. Ancak 1998'da Rus krizi bu ticareti bir süre vuruyordu. Azerbaycan yüksek tarife ücreti için bastırınca petrolünü nakli bir süre durduruluyordu. Mart 1999'da ise Kazak petrol şirketi başkanının Bakü ziyareti sonrası kriz çözümleniyordu.Tengiz petrollerini ihraç eden ABD'nin Chevron şirketi başkanı Richard Matche'nin Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev ile görüşerek dünya piyasalarında yaşanan kriz nedeniyle Tengiz petrolüne uygulanan transit tarife ücretinde indirim yapmasını istiyordu. Böylece Kazakistan'ın Tengiz sahasında üretilen petrol, Aktau-Bakü-Batum petrol boru hattına yeniden pompalanmaya başlanıyordu. Kazak petrollerinde önemli bir hissesi olan ABD'li petrol Şirketi Chevron'un Başkanı Richard Matzke, Rus Kommersant gazetesi'nin ortaya attığı, '' Apo'ya karşı petrol pazarlığı' iddiasını doğrulayan bir girişimde bulunarak, Kazak petrolünün Aktua-Dübendi üzerinden demiryolu ile Alibayramlı-Batum hattından taşınmasını durdurması bir takım şüphelere yol açıyordu. Konuya ilişkin Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'yi ikna eden Matzke'nin, Bakü'yü ikna etmekte zorlanınca değişik bir usül denediği iddia ediliyordu. 4 Şubat'da Kazakistan Başbakanı Nurlan Balgimbayev vasıtasıyla Azeri Başbakanı Artur Rasizade'ye bir mektup gönderilmesini sağlayan Matzke, Bakü'nün kabul edemeyeceği bir öneri getirilmesine önayak oluyordu. Matzke, Kazak eliyle Azerbaycan üzerinden taşınan petrolün tarife ücretinde yüzde 25 indirim yapılmasında ısrar ederek bir yandan 1997'den beri kullanılan varyantı dondururken, öbür yandanda Kazak petrolünün Tengiz-Novorasisk üzerinden boğazlar üzerinden taşınmasını başlattı. Ayrıca bu güzergahdan 1998'de 2 milyon ton petrol nakleden 1999'da ise 4 milyon ton petrol naklini 2000 sonrası taşıma kapasitesini 10 milyon tona çıkarmayı hedefleyen İngiliz-Türk ortak şirketi Caspian TransCo'ya büyük bir darbe vurulmuş oldu. Chevron bu girişimine paralel olarak Rusya'nın Azeri petrolü için Bakü-Ceyhan'a taviz vermesi karşılığında Kazak petrolünün tamamının Tengiz-Novorasisk ile taşınması formulünü Moskova'nın önüne koyduğu ortaya atıldı. O sıralarda havada dolaşan PKK elebaşı Abdullah Öcalan'a Rusya'nın siyasi sığınma hakkı vermemesi için diplomatik teşebbüsde bulunan Matzke, böylelikle Türkiye- Rusya arasında meydana gelebilecek uzun soluklu bir krize de engel oldu. Matzke, iddiaya göre bu planını Washington'a da onaylatarak yürürlüğe koymuştu. ABD Başkanı'nın Hazar Havzası'ndan sorumlu Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Morningstar'ın bu sıralarda üçüncü defa bölgeye gelerek mekik diplomasinde bulunması dikkat çekiyordu. 22 Şubat'da Bakü'de temaslarda bulunan Morningstar'ın söz konusu planla ilgili Bakü'yü ikna ettikten sonra 23 Şubat Ankara'da konuyu masaya yatırmıştı. Ankara'da sürdürülen Bakü-Ceyhan konusundaki görüşmelerde ticari endişelerin giderilmesinden sonra güvenlik endişelerini dile getirmeye başlayan yabancı petrol şirketlerine, yapılan petrol pazarlığı ile ilgili Rusya'nın güvencesininde sunulacağı öne sürülüyordu.Tengiz petrollerinin bu hattan dünya pazarlarına sevkiyatının, Azerbaycan tarafının uyguladığı transit tarife ücretlerinde indirim yapması sonucu gerçekleşiyordu. Dünya piyasalarındaki petrol fiyatlarında yaşanan düşüş nedeniyle Tengiz petrolünün ihracına 1 Şubat tarihinde ara verilmişti. Azerbaycan Devlet Demiryolları Dairesi'nden yapılan açıklamada, Tengiz petrolünün bu ülke topraklarından geçmesi karşılığı alınan ücretin, ton başına 11.15 dolara indirildiği belirtiliyordu. 2000 yılında bu güzergahla 3 milyon ton petrol nakledilmişti. GOBL PLANI Ermenistan üzerinden geçen Bakü-Ceyhan alternatifi Ukrayna 'nın bir rakip olarak sahneye çıkmasından önce Özal tarafından ve daha sonra Ermenistan cumhurbaşkanlığına Robert Koçaryan'ın seçilmesiyle birlikte tekrar ortaya atıldı. 2.5 milyar dolar maliyeti olan Bakü Ceyhan hattının uzunluğunu 1700 kilometreden 1100 kilometreye düşüren ve maliyetini 1.5-2 milyar dolara çeken Ermenistan hattı, Ankara ve Bakü tarafından yine Karabag ihtilafının çözümüne bağlandı. Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan, bu hattın gerçekleştirilmesini arzu etmelerine rağmen Karabağ ihtilafına endeksklenmesine karşı çıktı. Aliyev'in Ağustos 1997'de ABD gezisi sırasında Gobl planı olarak bilinen ( Paul Gobl halen Azatlık Radyosu Müdür yardımcısı ve Kafkasya uzmanı bir Amerikalıdır) Karabağ'a karşılık halen Ermenilerin elinde bulunan Nahçıvan'la Azerbaycan'ı karayolu ile birleştiren Zengezur bölgesindeki Meğri'nin değişimi ve boru hattının buradan geçirilmesi öngören proje , Aliyev'e gazeteciler tarafından soruldu. Gobl planına hem Karabağ hem de boru hattı sorununu çözüyordu. Merhum Turgut Özal tarafındandan benimsenen ve Bakü'ye ölümünden 2 önce gerçekleştirdiği ziyaret zırasınıda dile getirdiği Gobl planına Bakü , toprak değişimini öngördüğü için eskiden beri sıcak bakmıyordu. Aliyev'de aynı görüşü tekrarlıyor, yine de Karabağ'da barış şartıyla Ermenilere açık bir kapı bırakıyordu. Ermeniler, Bakü-Ceyhan hattının üzerinde bulunan Gürcistan 'daki Ahalkalaki bölgesinde inzibati özerklik iddialarını Tiflis yönetimine bildirerek , hattın güvenliğine ilişkin ileride sorun olabileceklerini nümayiş ettirdi. Ayrıca PKK ile işbirliği yaptığı bilinen ASALA kökenli Ermeni militanların ' Bakü-Ceyhan hattını sabote edeceklerine ' ilişkin açıklamalar yapmaları Batılı petrol şirketlerini tedirgin ettti. PKK, artık Ankara'ya şantaj yapmak için BaküCeyhan'a sabote kozunu kullanıyor, Rusya'da bu söylemden yararlanarak bu hattın güvenli olmadığını iddia ediyordu. Türk Silahlı Kuvvetlerin Kuzey Irak ve Türkiye'de PKK'yı bitirmeye yönelik giriştiği operasyonlar Moskova ve Bakü'de Bakü-Ceyhan'ın yolunu temizlemek şeklinde algılanıyordu. 7. BÖLÜM KAZAK PETROLÜ KAVGASI Yaklaşık 10 milyar ton petrol rezervi olduğu tahmin edilen Kazakistan, önümüzdeki 30 yıl içinde petrol üretimini 27 milyon tondan 150 milyon tona çıkartmayı hedefliyordu. Kazakistan petrollerini Rusya'nın Novorossisk Limanı üzerinden Karadeniz'e ulaştıracak boru hattının yapımı için nihai anlaşma 24 Kasım 1998'de Moskova'da imzalandı. Bu hattın kapasitesinin yılda 67 milyon ton olarak öngörülmesi, 1998'de yılda 63 milyon ton petrol nakledilen Türk boğazları için tehdit oluşturuyordu. Boru hattının yapımını üstlenen Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu (CPC) Kazakistan'ın Tengiz yataklarından üretilen petrolü dünya pazarlarına taşıyacak 1500 kilometrelik hattın yapımına 15 Mayıs 1999'da başlandı. Kazakistan'ın, Tengiz petrollerinin uluslararası pazara ulaştırılması için 1992 yılında kurulan uluslararası konsorsiyum CPC'de, Nisan 1995 tarihinde tüzük değişikliği yapılarak bir yıl sonra Kazakistan, Oman ve Rusya arasında anlaşma imzalanmıştı.16 Mayıs 1997'de ise katılımcı sayısının artırılmasıyla tamamlayıcı bir anlaşmanın imzalanmasından sonra ancak 1998 Kasımında son aşamaya gelindi. Şirket olarak en büyük pay, yüzde 15 ile ABD'nin Chevron şirketine ait. Chevron aynı zamanda hattın operatörlüğünü de üstleniyordu. Chevron hisselerinin bir bölümünü Mobil'e satarak üzerindeki riski biraz azaltmayı tercih etti. 2001 Şubatı'nda tamamlanan ve başlangıçta günde 560 bin varil kapasitede olacak hattan taşınacak petrol miktarının, 2010 yılından sonra günde 1.34 milyon varile çıkarılması öngörülüyordu. 40 sene faaliyet göstermesi planlanan boru hattının tamamlanması için yapılacak 2.1 milyon dolarlık harcama ile toplam maliyetin 4 milyar dolara ulaşacaktı. Boru hattının yıllık petrol taşıma kapasitesinin 28 tondan yapılacak ilavelerle 67 milyon tona çıkartılması hedefleniyordu. Kazak petrollerinin üretiminin en verimli döneminde günde 700 bin varile ulaşacağı bilindiği için, boru hattının bunun üzerindeki kapasitesinin, Azerbaycan ve Türkmenistan petrollerinin taşınmasına tahsis edilmesi umuluyordu. CPC'de Rusya'nın Lukoil şirketiyle ABD Arco ortaklığının yüzde 12.5, Amerikan Mobil'in yüzde 7.5, Rus Rosneft ve Shell'in yüzde 7 payları bulunuyordu. Konsorsiyumda, İngiliz BG PLC, İtalyan Agip SPA, Oryx, Kazak Munaygaz firmaları da küçük paylarla temsil ediliyorlardı. Uluslararası Konsorsiyum'un geride kalan yüzde 50 payına ise projeyi başlatan Rusya (yüzde 24), Kazakistan (yüzde 19) ve Oman (yüzde 7) hükümetleri sahip bulunuyordu. Kazakistan'da SSCB döneminde inşa edilen 6 bin km'lik ana petrol boru hattı, bin km'lik petrol ürünü hattı, ve 3 bin km hidrojen hattı halen kullanılıyordu. Batı hattı olarak nitelendirilen UzenAtrau-Samara boru hattı Batı Kazakistan petrollerinin ihraç hattı olması hasebiyle ülkenin petrol atardamarıydı. Doğu hattını oluşturan Omsk- Povladar-Karakoyun- Çimkent-Çarcou boru hattı, Batı Sibirya petrollerinin Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan petrol rafinerilerine taşınması için inşa edilmişti. Ancak Özbekistan ve Türkmenistan'ın Rusya'dan bugün petrol almaması sonucu bu boru hattı devre dışı kaldı . Bu nedenle bu hatla taşınan petrol miktarı düşürüldü. Batı Kazakistan'daki petrolü Çin'e ulaştırması öngörülen yaklaşık 2 bin 900 kilometre uzunluğundaki petrol boru hattı ile ilgili fizibilite çalışmalarının tamamlandığı haberi 1999 'ın son günlerinde bildiriliyordu. Kazak milli petrol taşıma şirketi KazTransOil'in Başkanı Kairgeldi Kabildin, Batı Kazakistan-Çin boru hattı ile ilgili fizibilite çalışmalarının tamamlandığını açıklarken, projenin ekonomik açıdan verimli olması için iki ülkenin ticari konuda anlaşması gerektiğini söyledi. KazTransOil'in KazakOil, Shell, Chevron ve Mobil şirketleri ile birlikte proje ile ilgili iş planı hazırladığını ifade eden Kabıldin, hazırlanan plana göre proje rekabete dayalıydı. Projenin gerçekleştirilmesinde, petrol şirketlerinin kazanacağı net karın temel şart olduğunu hatırlatan KazTransOil Başkanı, Hazar Denizi'nin Kazakistan kesiminde bulunan kesin petrol rezervinin tespiti ile dünyadaki ekonomik ve siyasi durumun, projenin uygulanmasına yönelik alınacak kararda etkili olacağını kaydetti. 1997'de imzalanan anlaşma uyarınca yapılması planlanan 2 bin 900 kilometre uzunluğundaki Batı Kazakistan-Çin petrol boru hattı, 3 milyar dolara malolacaktı.Uzmanların görüşüne göre Kazakistan, hedeflediği gibi petrol üretimini 2010 ya da 2015 yılına kadar 120-170 milyon tona çıkarabilirse bu tarihler itibarı ile 3 ile 5 arasında yeni boru hattı inşa edilmesi gerekecekti. Kazakistan'ın, karadaki en büyük petrol yatağı olan Tengiz'de arama ve üretim hakkına sahip Tengizchevroil'deki hissesinin yüzde 5'ini Mayıs 2000'de sattı. Kazakistan milli petrol şirketi Kazakoil'in Tengizchevroil'deki yüzde 25'lik payının yüzde 5'i, uluslararası şirketin en büyük hissedarı olan Chevron tarafından 450 milyon dolara alındı. Böylece Chevron, Tengizchevroil'deki payını yüzde 50'ye çıkarırken, Kazakoil'in payı da yüzde 20'ye düştü. Tengizchevroil'de ayrıca ExxonMobil yüzde 25, Lukarko da yüzde 5 paya sahip bulunuyordu. KUZEY KAŞAĞAN FAKTÖRÜ Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 18 Mayıs 2000'de gerçekleştirdiği Özbekistan ve Türkmenistan ziyaretiyle, Kazakistan'da yabancı petrol firmalarının önemli oranda petrol bulmaları birbirine paralel düştü. Ancak, Kazakistan'da şaşırtıcı miktarda petrol bulunması Putin'in eski Rusya'yı canlandırma için gösterdiği enerjiden daha fazlasını göstermesini gerektirecekti. Bunun en önemli sebeplerden birisi, bölgede araştırma yapan büyük petrol şirketlerinin bulduğu yeni petrol kaynakları için en rantabl yol olarak Bakü-Ceyhan güzergahının görülmesiydi. İkincisi ise tartışma mevzuu yapılan Hazar Bölgesi dışında yeni büyük petrol rezervlerinin keşfedilmesiydi. İran ve Rusya, Hazar Denizi'ndeki tabii kaynakların Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan ile paylaşılmasında göl ve deniz tartışmalarını gündeme getirerek, statüsünün netlik kazanmadığına vurgu yapıyorlardı. Amaçları, bölgedeki enerji koridorlarında ve enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olabilmekti. İki ülke bu stratejileriyle Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı'nın önünü kesmeye çalışıyorlardı. Hazar Denizi'nin, göl statüsünde olduğu iddiasını ileri sürerek Uluslararası Deniz Hukuku'na göre kara su uygulanmasını istemeyen İran ve Rusya, bu gerekçelerle hem Bakü-Ceyhan'a hem de Hazar üzerinden geçecek boru hatlarına karşı çıkmaya çalışıyorlardı. Tüm bu senaryolar bir anda değişti. Kazakistan Başbakanı'nın, uluslararası bir konsorsiyum tarafından Doğu Kaşagan bölgesinde devam eden sondaj çalışmaları sonucunda 6 ila 9 milyar varil petrol potansiyelinin bulunduğunu açıklaması Rusya ve İran'ı yeni politikalar geliştirmeye mecburen itiyordu. Kaşagan Bölgesi'nde yapılan sondaj çalışmalarına ve bulunan petrol ispatlankmış rezerv değil bir tahmindi. Ancak son 20 yılın en büyük keşfi olduğunu ilan eden Rus Lukoil şirketinden başkası değildi. Toplam rezervin 4 milyar ton (30 milyar varil) olması bekleniyordu. Konsorsiyum ortaklarına göre ise toplam rezerv 30 milyar tondu. Bölgede araştırmalar yapan Offshore Kazakhstan International Operating Company (OKIOC) adlı konsorsiyum, Amerikan Philips Petroleum, Exxon Mobil, İngiliz BG plc., BP Amoco ve Royal Dutch Shell, İtalyan Agip, Japon Inpex, Fransız Total Fine ve Norveçli Statoil firmalarından oluşuyordu. Dünyanın en büyük rezervi olması beklenen Kaşagan Bölgesi petrolleri için üzerinde durulan boru hattı olasılıkları ise şöyleydi: İran, yeni boru hattı konusunda tercihinin bölgenin körfez kısmı ile Kazakistan'ın batı kıyıları doğrultusunda olmasını arzuluyordu. Kazakistan'da petrol bulan firmaların İran'la yakın ilişkilerinin olması böyle bir ihtimali güçlendirse dahi, bu borunun ne kadar ticari olacağı tartışmalıydı. Amerika ise yeni hattın, Hazar Bölgesi ile Türkiye'yi de kapsayacak doğu - batı koridoru şeklinde olmasından yanaydı. Bunun nedeni olarak da hem güneyde İran'ı hem de kuzeyde Rusya'yı kapsamamasını gösteriyordu. Daha açık ifadesiyle Amerika bu petrollerin de Bakü-Ceyhan üzerinden dünyaya pazarlanmasını istiyordu. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı'nın başlarda ticari olmadığını savunan başta BP Amoco olmak üzere birçok yabancı petrol şirketinin hattın bir an önce devreye girmesi için kolları sıvamaları boşuna değildi. Bakü-Ceyhan tahminlerden çok öte ticari bir hat olacağı gibi bölgede beklentilerin çok ötesinde (Kaşagan Bölgesi gibi) yeni petrol rezervlerinin bulunması da Türkiye üzerinden uzun yıllar petrol akacağını gösteriyordu Çünkü Azerbaycan'da 22 bölgede petrol aranmasına devam ediliyordu. Yeni bulunan yatağın Kazakistan'ın geleceği açısından da enerji kaynaklarının büyük önemi vardı. 1999 yılında Kazakistan'a yapılan toplam 1,5 milyar ABD Doları yabancı yatırımların yüzde 80'i petrol alanında gerçekleşmişti. 2005’e kadar toplam 15 milyar dolar yatırım yapılmış, daha 50 milyar dolar daha yapılacaktı. Azeri petrollerini işleten Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu (AIOC)'nin en büyük ortağı olan İngiliz-Amerikan BP Amoco şirketinin Dış İlişkiler Müdürü Peter Henshaw, BaküCeyhan projesinin yeni bir sürece girdiğini belirterek, Rus Lukoil şirketinin Hazar'da saptadığı Kaşağan yatağındaki 2.2 milyarlık rezervin henüz kanıtlanmış bir rezerv olmadığına dikkat çekiyordu. Gerekli petrol hacminin sağlanacağı konusunda iyimser olan Henshaw, tahmini rezerv ile gerçekten kanıtlanmış rezerv arasındaki ayrımın önemine işaret ederek, hattın rantabl çalışmasının zaman alacağını vurgulamıştı.. Siyasi olarak çözüme kavuşmuş Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin şimdi ticari olarak da çözüme kavuşturulması gerektiğini belirten Henshaw, petrol ile ilgili büyük projelerin beklenmedik güçlüklerle karşılaştıklarını söylüyordu. Peter Henshaw, " Buna göre, Kuzey Denizi'ndeki kuyuların tam kapasiteye ulaşması 15 yıl aldı. Alaska boru hattı, öngörülen maliyeti 8 kat aştı. Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının oldukça zor bir coğrafi alandan geçeceğini hesaba katmak gerekiyor" diyordu. Bu arada Hazar petrollerini Karadeniz limanı Novorossiisk'e yöneltmeye öncelik veren Rusya'nın, projenin daha ciddi bir aşamaya gelmesi halinde, Bakü-Ceyhan'a da katılıp katılmayacağı merakla bekleniyordu. ABD Başkanı Bill Cilton'un Hazar Havzası Özel temsilcisi John Wolf'un Lukoil'a çağrıda bulunarak proje katılmasını istemesine karşın Rusların belirsiz tavrı sürüyordu. Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği'nden enerji bölümünden Rus diplomatlar, BaküCeyhan'a finans bulunup, hatta verilecek petrol rezervi açısından rantabl hale gelene kadar bekleyeceklerini, hattın ekonomik olup olmadığna bakacaklarını ifade ediyorlardı. Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev'in projenin başlangıcından bu yana hassas dengeleri gözeterek ilerlemesini sağladığını ifade eden Henshaw ise Rusya'nın tavrı konusunda temkinli konuştu. Henshaw, Rusya'nın projeye katılma olasılığı konusunda, " Lukoil zaten AIOC ortağı. Bakü-Ceyhan'a ayrıca petrol sağlaması, hem projenin rekabet gücüne, hem de Rusya'nın Kuzey hattına vermek istediği önceliğe bağlıdır." demekle yetiniyordu. 26 Mayıs 2000'de Azeri parlamentosu 93 evet oyu ile 31 Mayıs 2000'de ise Gürcü parlamentosu tak kadro 177 evet oyu ile Bakü–Ceyhan'ı onayladı. KAZAK PETROLÜ GARANTİSİ Kazak petrolü için Bakü-Ceyhan hattı Çin, Rusya ve İran alternatiflerine göre daha ekonomik ve sağlıklı bir hatdı. Çünkü Rusya'nın büyük önem verdiği ve inşaatı devam eden KTK'dan geçerek Karadeniz limanı Novorossisk'e inecek petrolün yüzde 20'sinin Kazak, gerisinin ise Rus petrolü dolduracaktı. Son rakamlara göre Kazakistan topraklarında 2,2 veya 2,3 milyar ton petrol rezervi olduğu tahmin ediliyordu. Bu sadece Kazak topraklarında bulunan rezervdi. Hazar bölgesi, beş ülke olan Kazakistan, İran, Rusya, Türkmenistan ve Azerbaycan'ın ortak bölgesi olarak değerlendiriliyordu. Bu paylaşımdan sonra Kazakistan'ın payına düşen petrolle birlikte Kazakistan'daki toplam petrol rezervinin 10- 15 milyar tonu bulacağı tahmin ediliyordu. İleride Hazar bölgesinde bütün petrol yatakları açıldığında bölge Körfez'i geride bırakacaktı. Kazakların Kaşagandaki petrolleri ve tahmini rezervlerini çıkarmaya yeterli maddi imkanı yoktu. Bu yüzden yabancı şirketlerle birlikte petrol çıkarmaya mecburdu. Cumhurbaşkanı Nazarbayev' in tahminine göre 2013 yılında Kazakistan yılda 100- 120 milyon ton petrol üretmeyi planlıyordu. 1999'da Kazakistan 28 milyon ton petrol üretimi gerçekleştirdi. Bunun 6 milyon tonu Kazakistan'ın iç pazarına, 22 milyon tonu ise başta Türkiye, Rusya ve diğer yakın ülkelere satıldı. Boru hattının olmayışından dolayı uzak ülkelere petrol satışı hayli sıkıntılıydı. Basra'daki ülkelere bakarak değerlendirme yaptığımızda, Körfez petrolünde taşımacılık problemi yoktu; onun için Hazar petrolüne göre çok büyük avantajları vardı. Kazakistan'ın sıkıntısı deniz çıkışının olmamasından kaynaklanıyordu. Körfez üreticileri, taşımacılıkta deniz yolunu kullandıkları için daha ucuza mal ediyorlardı. Kazakistan petrolüne ilgi çok olduğu halde, petrol çıkışı ve boru hattı olmadığı için sıkıntılar yaşanıyordu. Türkiye'nin savunduğu Bakü-Ceyhan, Rusya'nın alternatifi Novorossisk (KTK), Çin'in savunduğu Kuzey Kazakistan-Çin hattı ve İran'ın savunduğu İran alternatifi kıyasıya çarpışıyordu. 1997 yılında Çin ile Batı Kazakistan'dan Çin'e uzanan boru hattı konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Aradan sekiz yıl geçmesine rağmen bir gelişme yoktu. Zaten ekonomik bakımdan Kazakistan için hiç de avantajlı değildi. Çünkü hem 3000 km uzaklıkta, hem de petrol yatağı ile Çin bölgesi arasındaki yüzey dengesizliği vardı. Yani Çin tarafı daha yüksek noktada olduğu için petrolü pompalamadan tutun, diğer teknik alt yapıya kadar birçok maliyet ekleniyordu. Tabii bu da fiyatını artırıyordu. Bunu rakamsal olarak ifade edecek olursak, şayet Çin alternatifi gerçekleşirse, yapılan tahminlere göre bu hattan petrolün gönderilmesi için bir varillik petrolde 8 ile 12 dolar arasında değişen bir maliyet karşımıza çıkıyordu. Ayrıca bu hatta teknik açıdan da çok büyük zorluklar vardı. Öte yandan Çin hükümetinin ileri sürdüğü şart; bu boru hattının kendini amorti edebilmesi için yılda 40 milyon ton petrol akışının sağlanması lazımdı. Ancak, Kazakistan'ın şu andaki ihracatı toplam 20-22 milyon ton civarındaydı. Demek şimdilik bu hat mümkün görünmüyordu. Özellikle Almatı'da Mayıs 2000'de yapılan Avrasya Ekonomi Zirvesi'nde İran'ın pompalamasıyla uzun süreden beri tartışılan İran hattı gündeme geldi. İran'a boru hattı ile petrol gönderdiğimiz zaman onun rakamı en azından 6-7 milyon ton olması lazımdı. Aslında İran petrolü alacağından değil, meseleyi tamamen siyasi boyuttan değerlendiriyordu. Kazakistan'ın İran'a petrol vermek istememesinin başka gerekçeleri de vardı. Her şeyden önce İran'ın teknik alt yapısı ve rafinerileri Kazakistan'ın petrolünü hazırlamaya elverişli değildi. Ama İran tarafının dediğine göre gerekli teknolojiyi 2-3 senede kurulacaktı.. İran'ın bu petrolü alabileceğine kimse inanmıyordu. Zira İran'ın kendisi yılda ancak 70-80 milyon ton satabiliyordu. Ayrıca, İran'ın petrol kalitesi Kazakistan'ınkinden daha yüksekti. Mevcut alternatifler içinde Kazakistan için en ekonomik ve sağlıklı hat Bakü-Ceyhan'dı. BaküCeyhan hattıyla Akdeniz'e geçiyordu. Bu boru hattıyla Avrupa pazarına çıkmak daha masrafsız ve kolaydı. Bir varil petrolün Bakü-Ceyhan yoluyla taşınması halinde maliyetinin en fazla 2-3 dolar olacağı vaadinde bulunulmuştu. Ayrıca, Bakü-Ceyhan 2000 kilometrelik uzunluğa sahipti ve Bakü-Ceyhan'dan 50 milyon ton petrol gönderilebilirdi. Her yönüyle Bakü-Ceyhan Nazarbayev'in 2013 stratejisine yakın bir hattı. Kazakistan'ın 2013 yılında ihracatını yapmayı planladığı 100-120 milyon tonluk petrolün ihracatını yapmanın başka alternatifleri zaten şu aşamada yok görünüyordu. Ayrıca Azerbaycan tek başına Bakü-Ceyhan'ı dolduramazdı. Azerbaycan'ın petrol rezervleri 5 milyar ton, Kazakistan'ın ise 10-15 milyar ton olduğu tahmin ediliyordu. Rusya, Kazakistan'ı petrol konusunda rakip görüyordu. Rusya burada iki konuyu hedefliyordu. Birincisi, boru hattının siyasi yönünü; ikincisi ise boru hattından elde edeceği büyük vergi gelirini. Ayrıca eskinin verdiği alışkanlıklarla hareket ediyordu. Zaten Rusya'nın hattı olan KTK'dan geçecek petrolün yüzde 20'sini Kazakistan, gerisini ise Rusya’dan sağlanması Kazakları askıda bırakıyordu. Tabii Kazakistan ile Rusya birbirine en uzun sınırları olan iki komşuydu; bunun da unutulmaması lazımdı. Ekonomik olarak da birbirine çok bağlı olan iki ülke birbirine kenetlenmişti. Kazakistan nüfusunun yüzde 45'i Rustu; Nazarbeyev ülkede Kazak milliyetçiliği yapmıyor, ülkenin 21. yüzyılda bölüneceğini öngörenleri şaşırtıyordu. Kazakistan'ın önde gelen petrol şirketlerinden Jaylau Petrol Şirketi Başkanı Prof. Toktamış Mendebayev, akıllardan geçen ‘Kazaklar Türkiye'yi yarı yolda bırakır mı?’ sorusuna bir Kazak atasözü ile şu cevabı veriyordu : "Küçük kardeş, baba ocağının sahibi olur." Evet, Kazakistan toprakları bütün Türk halklarının asıl mekanıdır. Kazaklar bu mekanların şu andaki sahipleridir. Diğer kardeşler, ta Anadolu'ya kadar giderek yayıldılar. Küçük kardeş baba evinde kaldı. Türkler Kazakistan yerine ata yurt diyorlar. Zaten akraba olunmasa, stratejik olarak Türkiye ile Kazakistan'ın ekonomik açıdan birbirine yakın olması gerekiyordu. Şu anda Türk-Kazak ortak şirketi olan Kazak Türk Munay petrol şirketi 270 milyon dolarlık bir yatırımla çalışıyordu. Finansmanı tamamen Türkiye'den sağlanan bu şirket, istihdama büyük katkı sağlamıştı. Ayrıca şu anda petrol arama konusunda en ucuz maliyetle çalışmalarını yürütüyordu. KURTLARIN TANGOSU BİTMEDİ ABD'nin Ekim 2001'deki Afganistan operasyonu ile birlikte ABD’nin, petrol ve doğalgaz zengini Orta Asya’da askeri varlığını artırması, bu varlığın son zamanlarda Kafkasya’ya kadar genişlemesi Rusya’yı epeyce rahatsız etmiş görünüyordu. Rus yetkililer, bu siyasi ve askeri varlığın kök salmasından, ileride de kendilerinin bölgeye dönük çıkarlarına mani olmasından endişeliydi. Daha şimdiden, terör için bölgeye yerleşmiş ABD varlığının enerji nakil hatlarının kontrolü mücadelesinde Rusya’nın elini zayıflattığı değerlendirmeleri yapılıyordu. SSCB’den bağımsızlığını kazanan Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan gibi petrol ve gaz zengini yeni cumhuriyetler, geçen 10 yıl içinde enerji politikalarını, boru hatlarının tek bir ülkeye (Rusya) bağımlı olmaması üzerine bina ettiler. ABD de bu tezin arkasında göründü. Orta Asya’da etkinlik savaşının kızıştığı bir vasatta Rusya, eski ortakları ile yeni bir belgeye imza attı. Kazakistan, Özbekistan, Rusya ve Türkmenistan devlet başkanları, 1 Mart 2002 tarihinde Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da yaptıkları zirvede, doğalgaz alanında uzun vadeli stratejik ortaklığa gitmeyi kararlaştırdılar. Altına imza atılan bir sayfalık metin, Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın 21 Ocak tarihinde Moskova’ya yaptığı ziyaret esnasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından telaffuz edilen “Avrasya Gaz İttifakı” fikrinin kâğıda dökülmesiydi. İkili görüşmenin ardından Putin, Rusya, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan’ın gazda ittifak oluşturmalarını teklif etmiş, Rusya ve Türkmenistan’ın bu işte öncü rol oynaması gerektiğini belirtmişti. Almatı’da biraraya gelen dört lider, imzaladıkları bu belgeyle doğalgaz üretim, ihracat-ithalat ve yatırımları konusunda uzun vadeli stratejik ortaklığın önemini ve zorunluluğunu vurgulayarak, bu işbirliğinin doğalgazın dünya pazarlarına dengeli bir şekilde dağıtımını sağlaması gerektiğinin altını çizdiler. Belirlenen hedeflere ulaşılabilmesi için hükümetlerin, gaz şirketleri arasındaki ortaklıklara uygun zemin hazırlaması, ikili ve çok taraflı anlaşmaları neticelendirerek uygulamaya koyması kararlaştırıldı. Kısacası belge, imza sahibi ülkelerin doğalgaz üretim ve naklinde, arz seviyesinin belirlenmesinde birlikte hareket etmesini ve hükümetlerin bu hedefleri gerçekleştirecek tedbirleri almasını öngörüyordu. Hedeflere bakarak belgenin, doğalgazda petrol ihraç eden ülkelerin oluşturduğu OPEC’e benzer bir oluşumun habercisi olduğunu söyleyebilirdi. Ancak bölgede imzalanan pek çok anlaşmada olduğu gibi bunda da ihtiyatlı olmakta, sonraki adımlara bakmakta fayda vardı. Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi Azerbaycan’ın bu oluşuma dahil olmaması dikkat çekiciydi. Bölge ülkesi, doğalgaz zengini İran da çerçeve dışındaydı. Bu haliyle ittifak, gaz ve petrol ihracında halen Rusya’ya bağımlı eski Sovyet cumhuriyetleri ile Rusya’nın kurduğu bir ortaklık görüntüsü veriyordu. Kaldı ki, bu dört ülkenin petrol ve doğalgaz politikaları konusunda Rusya ile aynı çizgide olduğu da söylenemezdi. Almatı’da çalınan bu ittifak mayasının tutup tutmayacağını görmek için zamana ihtiyaç vardı. Tutması ve Batı’da Ukrayna’nın da bu halkaya dahil olması, özellikle Rusya’nın dünya gaz piyasasında istediğini alabileceği konuma yükseltecekti. Halihazırda Rusya dünyanın en büyük doğalgaz satıcısıydı ve Avrupa pazarı onun elindeydi. Etkin kullanılamıyor olsa da, bölgedeki dağıtım sisteminin dünyada benzeri yoktu. Büyük çoğunluğu bahsettiğimiz dört ülkede olmak üzere BDT ülkeleri dünya doğalgaz rezervinin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Artan talep karşısında bölgeden Avrupa’ya dönük yeni projelerin yanında Çin, Japonya, Türkiye, Pakistan ve Hindistan’a uzanacak doğalgaz boru hattı projeleri vardı. Bunların da gerçekleşmesi halinde, olgunlaşmış bir ittifakın dünya gaz piyasasındaki ağırlığı tartışılmaz olacaktı. Bu gelişmeler, gaz talebi her geçen gün artan, Türk cumhuriyetlerinin ekonomik bağımsızlığını gözeten ve enerji köprüsü olma iddiasını sürdüren Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyordu. United Press International,"16 Ocak 2002 United Press International" başlığıyla bir haber dünyaya duyuruldu. (50) Ajans haberinde diyor ki: "Vladamir Putin'in Rusya'sı Batı'yla olan ilişkilerinde önemli bir yeni adım daha atıyor ve bir kere daha ABD'ye karşı çıkmaktan çok yanında yer almayı tercih ediyor. Rusya'nın, Hazar kıyısındaki Azeri başkenti Bakü'den Akdeniz kıyısındaki Türk limanı Ceyhan'a petrol taşıyacak ABD destekli boru hattına olan itirazından vazgeçtiği anlaşılıyor. Hatta Rusya Hazar petrolünü Batı pazarlarına taşıyacak 1.100 millik tesisatın inşasına katılmaya hazırlanıyor. Böylece, Batı'yla ilişkilerin güçlenmesini isteyen Rusya petrol şirketleri, ABD'yi baş düşman olarak gören ve jeopolitiği ekonomiden önde gören hükümet mensuplarına karşı zafer kazanıyorlar. Geçen ay, Rusya'nın ikinci büyük petrol şirketi olan Yukos, inşasına bu yıl başlanacak olan 12.8 milyar dolarlık projenin yüzde 12.5'ini finanse etmeye hazır olduğunu açıkladı." Haber şöyle devam ediyordu: "Jeopolitik işlevinin yanı sıra, Bakü - Tiflis - Ceyhan projesi Batı yanlısı yoksul Gürcüstan'a çok muhtaç olduğu ekonomik kazanç da getirecek ve bu zayıf devletin Rusya'dan bağımsızlığını güçlendirerek ABD ve Türkiye için kalıcı çıkarlar sağlayacak. Projeye büyük umutlar bağlayan Türkiye ise sadece geçiş ücreti kazanmakla kalmayacak, aynı zamanda sağlam bir enerji kaynağına ve petrol rafinerilerini geliştirme imkanına kavuşacak. Artık Putin'in tekel kurma gayretlerinden vazgeçtiği anlaşılıyor. BP'nin öncülüğünde çeşitli Amerikan şirketleri bir konsorsiyum kurdular ve geçen ekimde Türkiye, Gürcüstan ve Azerbaycan hükümetleri gerekli anlaşmaları imzaladılar. Hazırlık çalışmaları başladı ve bu yazda inşasın başlaması bekleniyor. Proje 2005 yılında günde 1 milyon varillik bir üretimle hayata geçecek. Proje Rusya'nın yeni başladığı ve Bakü'den Karadeniz limanı Novorossisk'e giden boru hattına rakip olacak. Ama Ruslar, kış fırtınaları Novorossisk'i kapattığı zaman da Ceyhan terminalinden yararlanabilecekler." Güzargah savaşlarında tango bitmemişti; 21. yüzyılda Kurtların bu amansız mücadelesi yeni iç savaş, darbe, suikastlere gebeydi. Beyaz Kurt, direnmeyi sürdürecekti. Kazak petrolünün uluslararası piyasalara ulaştırılarak ülkenin enerji bağımsızlığının sağlanması için planlanan boru hatları şunlardı : CPC-Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu ( Tengiz-Novorasisk ) : Kazakistan'ın Tengiz yataklarından başlayıp Hazar denizinin kuzeyinden Novorasisk'e ulaşan bir boru hattı. Kapasitesi günde 1.34 milyon varil. Uzunluğu 930 mil ( 1463 km) Maliyeti 2.3 milyar dolar olarak hesaplandı. Önümüzdeki 10 yılda rantabl hale gelecek. Yıllık petrol taşıma kapasitesi 76 milyon tona ulaşacak. Atirau-Samara hattı: Bu hat Karadeniz'de bulunan Odessa ve Novorasisk limanlarına çıkıyor. Halen 10 milyon ton petrol bu yolla naklediliyor. Ukrayna bu hattın kapasitesinin artırılması için girişimde bulundu. Günde 0,2 milyon ham petrol nakledilip bu miktar 0,37e çıkartılabilir. Mevcut boru hattı Rusya'ya uzatılacak. Maliyeti sadece 22 milyon dolar. Dübendi- Ali Bayramlı- Demiryolu- Batum : Yılda 2.5 milyon ton petrol naklediliyor, 1999'da 4 milyon ton petrol taşınacak. Tranz C şirketi ile bu konuda anlaşma yapıldı. ABD şirketi Chevron 'da bu yolla petrol naklediyor. Chevron Bakü-Batum hattı olarak bilinen, en son 1934'de kullanılmış hattı onararak bu güzergahın kapasitesini artırmayı hedefliyor. Ayrıca Ali Bayramlı - Demiryolu -Poti hattıda bu güzergahın diğer alternatifi olarak işletilmeye başladı. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ( SOCAR ) da az miktarda da olsa bu yolla petrol naklediyor. Kazakistan- Çin - Uzakdoğu : Kazakistan hükümeti, 1997 yılı haziran ayında yapılan Aktübin petrol sahasının yüzde 60'ının işletmeye açılması konusundaki ihalenin galibi olarak Çin Ulusal Petrol şirketini açıkladı. Şartnameye göre şirket, 20 yıl boyunca 4 milyar dolar yatırım yapmayı ve 1998- 2003 yılları arasında toplam yatırımı 585 milyon dolarlık bölümünü gerçekleştirmeyi taahhüt etmekteydi. Üç etapda inşa edilmesi öngörülüyor. Bunlar, Kenkıya, Kumköl, Atrau Kenkiya. Bu boru hatları Batı Kazakistan petrollerini Çimkent ve Povladar rafinerilerine ulaştıracak.1800mil yani 2831 kilometre uzunluğundaki boru hattıyla rafineriler Çin sınırına doğru uzanacak. Toplam maliyeti 3.5 milyar dolar. Ayrıca petrolün demiryolu ile Çin'e taşınması düşünülüyor. CNPC projeyi yürütüyor. Çin, petrolün tamamını almaya talip. Hat, Kazakistan'ın Aktyubinsk kentinden başlayacak Çin'in Xinjiang kentinde biticek. Kapasitesi 0.3 ile 0.8 milyon varil petrolü günde nakledilecek biçimde tasarlandı. Anlaşma 1997'de yapıldı. Fizibilite etüdü 1999'da tamamlandı. Üzen-Türkmenbaşı-İran Boru Hattı projesi Fransız şirketi Total tarafından ortaya atılmıştır. Boru hattının uzunluğu 2140 km, toplam kapasitesi 25 milyon ton ve maliyeti 2,4 milyar dolardır. Projenin ilk aşamasında boru hattının İran Körfezi'ne kadar uzatılması gerekmemektedir. Tahran ve Tebriz bölgesine ulaştırılması yetecektir. Burada bulunan rafineriler, petrolü İran'ın güneyinden almaktadırlar. Hattın yapılmasıyla birlikte bu rafineriler Kazak petrolünü işleyebilecek, aynı miktardaki İran petrolü ise Basra Körfezi'ndeki İran'a ait terminallerden ihracata sevk edilecektir. Atrau- Astrahan-Bakü-Tiflis-Ceyhan ( veya Supsa ) : Hazar'ın dibinden 160 km'lik boru hattının yapımıyla gerçekleştirilecek hattı Azerbaycan ve Türkiye destekliyor. Proje, Kazak petrolünün taşınması için Azeri petrol boru hatlarının kullanılmasını öngörmektedir. Projeyi, AmocoEuroasia ve Kazakoil ortaya atmıştır.Tranzhazar Kazakistan ikiz boru hattı olarakta tanımlanıyor. Kazakistan'ın Tengiz petrol sahasından başlayıp Hazar Denizi'nin kuzeyinden dolaşarak Kuzey Kaşağan'da keşfedilmeyi bekleyen Kazak petrolünü Bakü-Ceyhan'a akıtacak. Ham petrol kapasitesi henüz hesaplanmadı. Uzunluğu 370 mil yani 582 km. Maliyeti 2.3 milyar dolar. Aralık 1998'de Royal Dutch/Shell, Chevron,Mobil ve Kazakistan petrol şirketi arasında fizibilite etüd anlaşması imzalandı. Projenin hayata geçirilmesi için Azerbaycan- Kazakistan arasında 1997'de memarandum imzalandı. 29 ekim'de 5 devlet başkanı tarafından imzalanan Ankara deklerasyonu ile bu hattın yapımı konusunda siyasi karar teyit edildi. Bu hattın yapımının 2003'de tamamlandı. Toplam 25 milyon ton petrol nakledilmesi planlanıyor. Kazakistan-Türkmenistan-İran-Basra Körfezi : En ekonomik yol olarak gösteriliyor. Halen yılda 2 milyon ton Kazak petrolü ikili anlaşmalar sayesinde Kuzey İran'a akıtılıyor. Swap- barter usulüyle Kazak petrolünü alan İran Körfez'deki Harg adasından İran petrolünü veriyor .Kapasitesi günde 05.-1 milyon varil. Uzunluğu Tengiz-Tahran arası 1060 mil (1667 km) olmak üzere toplam 1300 mil ( 2045 km) Fransız Total şirketi Tengiz-Tahran arasını günde 0.5 milyon varil olarak 2 milyar dolar şeklinde hesapladı. Kazakistan Pipeline Co adlı Fransız şirketi Basra körfezine kadar olan mütebaki boru hattına 0.9 milyon varil şeklinde kapasite hesabına göre maliyeyi 1.6 milyan dolar tahmin ediyor. Teklif halinde proje bekletiliyor. Ayrıca İran, Azeri petrolü için Hazar'ın kıyısındaki Neka limanı ile Rey arasında 366 km'lik bir boru hattı inşa ederek ana üretim boru hattı olarak şirketlere sunmaya hazırlanıyor. Tahran ile Körfez arasında mevcut boru hattı ile birleştirilecek bu boru hattı ekonomik bulunuyor. Bakü-Tebriz petrol boru hattının ise henüz hiç bir hesaplaması yapılmadı, teklif zihinlerde duruyor. Orta Asya Boru Hattı: Kazakistan-Türkmenistan-Afganistan-Pakistan/Gwadar : Kazak petrollerinin açık denizlere ulaştırılmasında önemli alternatiflerden birini de Kazakistan- Afganistan- Pakistan alternatifi oluşturmaktadır. Kazak uzmanlarının görüşlerine göre Batı Kazakistan'dan Kumkol'a bir boru hattı döşenerek bu hat Omsk- Çarcova hattına bağlanmalı, Türkmenistan üzerinden Afganistan'ın batısına, daha sonra da Pakistan'ın Umman Denizi kıyısındaki petrol terminallerine ulaştırılmalıdır. Hattın maliyetinin 2 milyar dolarda olacağı tahmin edilmektedir. Yılda 50 milyon ton kapasiteli olarak plananlanan hatta paralel olarak doğalgaz hattı da inşa edildiğinde ekonomik hale geliyor. Türkmenistan doğalgazının da Pakistan'da taşınması için yapılan girişimler bu hatta paralel uzanacak. Kapasitesi günde bir milyon varil olarak hesaplandı. Uzunluğu 1053 mil ( 1661 km) Maliyeti 3 milyar dolar. Mutabakat protokolu hazırlandı.Ancak Afganistan'daki siyasi istikrarsızlık bu hatların yapımını askıya almış durumda. Türkmenistan üzerinden boru hatları: Kazak petrolünün Türkmenistan üzerinden İran yolu ile Basra Körfezi'ne çıkarılması hem teknik hem de ekonomik açıdan en iyi alternatiflerden birini oluşturmaktadır. İran'ın kendisi büyük bir petrol ihracatçısı olmasına rağmen konuya ilgi duymaktadır. Burada birkaç faktör rol oynuyor. İlk olarak İran uluslararası politikada daha iyi bir konuma gelmek ve Batılı ülkeler tarafından uygulanan ambargodan kurtulmak amacıyla petrolün kendi topraklarından taşınmasını istemektedir. İkinci olarak petrolün taşınmasından doğacak gelir, İran için cazip görünmektedir. Azeri petrolüne boru hatları ve kapasiteleri ise şöyle : Bakü-Novorasisk hattı ; Bu hat 12 kasım 1997'de devreye sokuldu. Kapasitesi, Azeri erken petrolü için 5 milyon ton olarak hesaplandı. Ancak yeni yapılan anlaşma ile kapasitesi 2000 yılında 10 milyon tona çıkartıldı. Grozni üzerinden geçen hattın uzunluğu 868 mil ( 1365 KM) Çeçenistan bölümü 90 mil yani 145 km. Günde bir milyon varil petrol nakledilmesi hesaplandı. Haziran 1999'da Dağıstan'da başlayan karışıklıklar daha sonra Rusların düzenlediği Çeçenistan operasyonu nedeniyle kullanılmaz hale geldi. Bakü-Supsa hattı 17 Nisan 1999 ortalarında yapımı tamamlandı. Hatdan 5 milyon ton Azeri erken petrolü nakledilmesi planlandı. Ancak AIOC yetkilileri boru hattının büyüklüğünü 22 ince den 46'ya çıkartarak kapasiteyi 10 milyon tona çıkartmayı amaçlıyor.Günde bir milyon varil petrol nakledileceği hesaplandı. Uzunluğu 550 mil (865 km) 590 milyon dolara mal oldu. Bakü-Staropol-Novorasisk : Çeçenistan'ı by-pass eden hattın kapasitesi günde 0.6 milyon varil. Dağıstan üzerinden geçen bu boru hattının uzunluğu 868 mil ( 1365 km) Maliyeti Rusların 220 milyon dolar olduğunu iddia etmesine karşın 1.2-1.5 milyon dolar. Rusya'nın Ekim 1998'deki teklifi reddedildi. Putin'in başbakan olmasından sonra Eylül 1999'da Çeçenistan operasyonu ile yapımına Transneft tarafından başlanıldı. Aynı teklif Eylül 1997'de Bakü'ye 176 millik (277 km ) bölümü Çeçenistan'dan geçmek üzere Bakü-Terskoye (Rusya ) yolunu içeriyordu. Çeçenler ve Bakü bu projeyide geri çevirmişti. Ancak Çeçenistan'ı teğet geçen Stavropal projesine engel olamadı. Bakü-Batum hattı : En son 1934'de kullanılan hat şu anda kullanılmıyor, onarım gerektiriyor. ABD'li Chevron şirketi onarıma talip; bu hatdan yılda 10 milyon ton petrol nakletmeyi planlıyor. Ali Bayramlı - Demiryolu - Poti : Bu yolla az miktarda petrol nakline başlandı. Bakü-Ceyhan hattı ; Alman PLE şirketi tarafından fizibilitesi tamamlanarak taraflara sunuldu. Yılda 45 milyon ton petrol nakledilmesi için tasarlandı. Maliyeti konusunda tartışmalar sürüyor. Maliyeti konusunda 2.5 ila 4 milyar dolar arasında değişen tahminlerde bulunuluyor. 2001 yılında inşaatı başlasa bile 2004'den önce inşaatının tamamlanması beklenmiyor. Bu hattın 2005'de devre sokulabileceği ileri sürülüyor. Kapasitesi günde bir milyon varil. Uzunluğu 1100 mil yani 1730 km. Burgaz-Trans Balkan hatları (Trans Trakya ( Burgaz-Dedeağaç) veya Trans Balkan ( Burgaz Vlore/Arnavutluk) hatları : Petrol kapasitesi günde 600-800 bin varil. Burgaz-Dedeağaç : 200 mil (315 km) 800 milyon dolar yatırım yapılması gerekiyor. 1995'de Rusya'nın hararetle desteklediği boru hattı projesinde Yunanistan ile Bulgaristan arasında pürüz çıktı. Yunanistan rus petrolünün tamamına satın alarak Avrupa'ya pazarlamak isterken Bulgaristan'a sadece düşük bir transfer ücreti öneresinde bulunması nedeniyle projenin önü tıkandı. Buna rağmen 1997'de Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan arasında ön anlaşma imza edildi. Ayrıca AMBO ( AlbaniaMakedonia-Bulgaria Oil Cı.) firması, Burgaz-Vlore/Arnavutluk Trans Balkan boru hattını 1999'un son günlerinde teklif etti. SEEL (South-East European Line ) Güneydoğu Avrupa Hattı ( Costanza/Romanya-Trieste/İtalya boru hattı ) : Kapasitesi günde 660 bin varil. Uzunluğu 1000 mil ( 1573 km) 1.2-1.6 milyar dolar yatırım gerekiyor. İtalyan ENİ ev Romen PETROM şirketleri arasında Kazak ham petrolünün taşınması için protokol imzalandı. Güzergahtaki diğer ülkelerin de imzalamaları kaydıyla Yuzhnyi/Odesa petrol terminali inşaatı başladı. 8. BÖLÜM YENİ RED LİNE : BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ ABD’nin İsrail merkezli kaos politikalarıyla oluşturduğu “Büyük Ortadoğu Projesi” si tamamen ülkeleri devletsizleştirme ülke halkını da kimliksizleştirme projesiydi. Amerika’ya göre model ülke Türkiye, işi organize edecek “Derin Devlet” kısmını halledecek olan ülkede İsrail olacaktı. Amerikan yönetiminin proje dahilinde yaptıklarına bakarsak ülke yönetimlerine müdahale etme, darbeleri tetikleme, terörist gruplar yaratmak, vb onlarcası vardı. Evangelist-Yahudi-Şeytan ortaklığının tekelindeki Amerikan yönetimi halen uyguladığı politikaya devam ederse batağa saplanacaktı. Amerikan ekonomisinin şimdiki durumu günde 2 milyar dolar açık vermekteydi ve bu açığın nedeni 1950’ler den sonra üretim ekonomisini bırakıp kabul ettiği para ekonomisinden kaynaklanıyordu. Amerikan yönetimi kontrolünde olan devletlerde yaptığı borsa ve para oyunlarıyla verdikleri günlük 2 milyar dolarlık açığı kapatmaktaydı. Bunun kalıcı olamadığını bildikleri için dünya enerji piyasasını tekelerine almak zorundaydı. Şahinlerin Rusya ile yaptığı Hazar petrolü çekişmesinde kazanan ” Ya bizdensiniz ya onlardan” diyerek işe başlayan Bush yönetimi oldu. Hazar petrolü ilk planlara göre önce Ermenistan üzerinden getirilecekti. Türkiye nasıl olduysa Ermenistan’ı projeden çıkardı. Gürcistan üzeri getirilecek olan Hazar petrolüne zamanın da SSCB Dışişleri Bakanlığı yapmış ve Sovyetler Birliği tarafından darbeyle iktidara gelmiş olan Eduard Şvardnadze Rusya’nın suikast şantajlarından sonra projenin hayatına mal olacağını anlamıştı. Kadife Devrim için ülkedeki bütün sendikalar sivil toplum örgütleri George Soros’un finansmanı ile harekete geçirildi ve darbeyle iktidara gelen devlet başkanı yine darbeyle gönderildi. Amerika ve Avrupa Birliği darbeyi hemen kabul etti ve IMF kredi musluklarını açtı. Rusya için tam bir hezimet, Amerika için zaferle sonuçlandı. Rusya-Çin bypass edildi ve Hazar petrolü doğuya değil batıya akmaya başladı. Eduard Şvardnadzeyi emekliye ayırtan Amerikan yönetimi yerine 40 yaşlarında genç dinamik çok iyi derecede İngilizce bilen Amerika da hukuk bürolarında hukuk eğitimi almış gözü kapalı Amerika’ya güven duyan Mihail Sakaşvili’yi göreve getirdi. CIA Gürcistan da Kadife devrim için çalışan görev arkadaşlarının emeklilik işlemleri başladı. Doğal gazdan zehirlenerek öldürülen Başkan Zurub Jvaniya’ dan sonra Başkan’ın danışmanı Giorgi Gelaşvili de evinde intihar ettirilerek öldürüldü. Gürcistan’a da demokrasi geldi ve bu ülke de özgürleşti. Gürcistan yenilgisini Putin ülkesindeki Yahudi asıllı Amerika için çalışan petrol ve medya patronlarına çıkardı. Rus ekonomisi enerji ihracatına bağlı petrol fiyatı artıkça rahatlayan petrol fiyatları düşerse zora giren Putin yönetimi bunlara ekrana getiren medya patronu Aleksandır Gussinsky’yi ait milyarlarca dolarlık vergi borçlarını ödemesi için baskı yapıp tüm mal varlığını el koyup Rusya’yı terk ettirdi. Putin Amerikalılar ile Dudayev’i ve Şamil Basayev’i görüştüren ve batıya çalışan ajan Nezamisnya İzvestiya’nın sahibi Boriz Brejevsky’yi de affedemedi. Putin ülkenin en zengin işadamı olan Mihail Hadorkovsk’un da milyarlarca dolar vergi borçlarını bulup ödemesi için baskı yapıp ülkeden yolladı. Son derece medyatik olan İngiliz Chelsea Kulüp’ün sahibi olan Roman Abramoviç’i de Yeltsin döneminde ülkeden kaçırılan 500 milyar dolarlık Rus kara parasının yurt dışına kaçırılmasından sorumlu tutup ülkeden gönderdi. Bu dört Yahudi kafadarın buluştuğu yer Yukos dünyanın sayılı petrol şirketleri arasında olan bu şirket Putin’in elinde geçmişti. Putin devletin olan Sibneft ile Yukosu birleştirip dünyanın en büyük 4. petrol şirketini yarattı. 20. yüzyılın tamamını petrol savaşları, darbeler, suikastlar, kanla irinle geçirmişti; 21. yüzyıl için planladığı oyunlar daha ilk yıllardan sahne almış, kaldıkları yerden devam ettiklerini gösteriyordu. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler faciası, tamamen petrolcü şeytanların işine yaradı. Sebep sonuç ilişkisine bakarak terörist saldırıları petrolcü mafyanın finanse ve organiz ettiği ve Amerikan derin devletinin gerçek sahibi petrolcü şeytanların ürünü olduğu pek çok yazar tarafından yazıldı, çizildi. "Uluslararası terörizm" adı altında korkunç bir sömürge savaşı başlatıldı. İslam coğrafyasının bütün kaynaklarını ele geçirmeyi, Ortadoğu enerji kaynakları üzerindeki Batı hegemonyasının Orta Asya enerji kaynakları üzerinde de sağlayarak, dünyanın iki zengin enerji kaynağını tek elde toplamayı amaçlayan bu kirli savaşı gizlemek için daha çirkin bir söylem kullanıldı: "Uluslararası İslamcı terörizm…" Bir taraftan İslam coğrafyasındaki kaynaklar ele geçirilerek, müstemleke yönetimler kurulurken diğer taraftan bu sürece karşı çıkan "tek söylem" olan İslami hareketlere karşı Haçlı Savaşı ilan edildi. Dünya Müslümanları'nın büyük çoğunluğu bu çirkin oyunun henüz farkında değildi. Batı başkentlerinde tezgahlanan "küresel istila hareketi"ni Müslüman dünyanın gözünde meşrulaştırmak ise, ABD'deki araştırma kuruluşlarında eğitilen Halilzad gibi teknisyenlere, aydınlara ve siyasilere düştü. Onlar, bu istila hareketinde öncü güç görevine soyundular. Onlara göre, diri diri mezarlara gömülen Müslümanlar'ın, ambargo sebebiyle ölen onbinlerce çocuğun, fakirleştirilen Müslüman ülkelerin hiç bir kıymeti yoktu. Afganistan'da tezgahlanan oyunun bundan sonra nerelere uzanacağını dünyanın zengin enerji kaynaklarının haritasına bakarak görmek mümkündü. Irak öncelikli hedefti, çünkü petrol deniziydi. Türkiye bu savaşta en fazla istismar edilen ülke olacaktı. İran da hedefti: Zengin petrol ve doğal gaz yatakları ile nükleer gücü ortadaydı. Suriye, Lübnan, Hizbullah, Filistin'de Hamas ve İslami Cihad hedefti. Zira hem İsrail'in güvenliğini tehdit ediyor hem de Batı sömürge savaşına karşı dikkafalılık yapıyordu. Sudan hedefti çünkü: Zengin enerji kaynakları toprak altında bekliyordu. Somali hedefti: Orta Afrika'yı ve Nijerya gibi ülkelerdeki enerji kaynaklarını kontrol edecek askeri üs konumundaydı. Malezya hedefti: Zengin enerji kaynakları iştah kabartıyordu. Endonezya hedefti: Açe ve Borneo adası petrol ve doğalgaz deniziydi. The San Francisco Chronicle'ın 26 Eylül sayısında Frank Viviano imzalı analizde, ABD'nin antiterör savaşı adını verdiği küresel kaynak savaşı hakkında bakın ne tür ifadeler kullanılıyordu: "Terörizme karşı savaşın arkasındaki gizli amaç tek bir kelimeyle özetlenebilir: Petrol… Terörist hedefler olarak gösterilen yerler, 21. yüzyıl için dünyanın başlıca enerji kaynaklarının haritasıdır. Terörizme karşı savaş, Amerika'nın Chevron, Exxon, Arco, Fransa'nın TotalFinaElf, İngiltere'nin British Petroleum, Royal Dutch Schell ve diğer petrol devlerinin bu bölgelerdeki yüzmilyarlarca dolarlık yatırımları adına yapılıyor." (51) İngiltere'nin eski Çevre Bakanı Michael Meacher'a göre, müslüman ülkelere açılan savaşın sebebi enerjiydi. ABD ve İngiltere, güvenli petrol ve doğalgaz rezervlerini tüketmiş durumdaydı. 2010 yılında İslam dünyası dünya petrol üretiminin yüzde 60'ına, en önemlisi yüzde 95 oranında doğalgaz ihracat kapasitesine kavuşacaktı. ABD, 1990'da enerji ihtiyacının yüzde 57'sini karşılarken bu rakam 2010'da yüzde 39'a düşecekti. İngiltere, 2020'de elektirik ihtiyacının yüzde 70'ını gaz santrallerinden karşılayacak olmasına rağmen yüzde 90 oranında dışa bağımlı olacaktı. Irak sanıldığı gibi sadece petrol rezevlerine değil 110 trilyon kübmetrede gaz yedeklerine sahip bir ülkeydi. (52) ABD, enerji bakımından Suudi Arabistan'a bağımlıydı. Hazar'da Bakü-Ceyhan ve paralel gaz hatlarıyla petrol ve gaz rezervlerini Ceyhan'a taşımaya çalışan ABD, bir yandanda AfganistanPakistan üzerinden Hint okyonusu alternatifini istiyordu. Ancak Irak petrol ve gazı üretim ve nakliye açısından daha ucuza mal oluyordu, üstelik Hazar rezervlerinin büyük miktarlarda nakli 2010'dan sonra mümkündü. Afganistan savaşından ve 11 Eylülden önce Haziran 2001'de Amerikan yetkilisi Taliban'a Hazar petrol ve boru hattı ile ilgili son teklifini veriyor ve tehdit ediyordu: Ya teklifimizi kabul eder altın halı alırsınız veya halı altında bomba göndeririz. Taliban ikincisini seçmeseydi kimbilir belkide 11 Eylül olmazdı! Yoksa olur muydu? Meacher, İngiltere'nin ABD'nin yanında savaşta yer almasını enerji partnerliğine bağlarken, artık kimsenin ' terörle savaş masal'ını yutmadığını vurguluyordu. ABD'nin enerji rezervlerini kontrol eden bir konumda dünya hegomanyalığına oynadığı bir esnada İngiltere'nin izlediği dış politikanın yetersiz kaldığını savunan Meacher, eğer ihtiyaç ise ' bağımsız hedeflerimiz için şüphesiz radikal değişiklikler yapmalıyız' sonucuna varıyordu. Açıkca eski İngiliz bakan, ABD'dan az pay kaptığı için Tony Blair hükümetini suçluyordu. BP Petrol Şirketinin araştırmasına göre dünya petrol rezervleri çok azaldı. Sadece üç ülkede 169 yılık petrol rezervi vardı; Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak. 70 yıllık petrol rezervi ile Azerbaycan ve İran, 50 yıllık rezervi ile Rusya geliyordu. Amerika’nın 10 yıllık rezervi vardı; Kongre, doğal yapıyı bozar gerekçesiyle Alaska’da bulunan rezevlerin çıkartmasına karşı çıkıyordu; Kuveyt kadar petrole sahip olmasına karşın çıkartmak oldukça pahalıydı ve kalitesi düşüktü. Amerika, dünyanın en büyük petrol tüketicisiydi: AB üyeleri dahil heryerde benzinin litresi 90 cent- 1 dolar arası satılırken ( İran ve Suudi Arabistan gibi üreticiler müstesna) Amerika’da hükümetin yaptığı sübvansiyonlar nedeniyle 30-33 cent arası satılıyordu. Küçük oynamalar bile düşük trendinde olan Amerikan ekonomisini derinden sarsıyordu, halk isyan ediyordu. Afganistan'ı işgalin stratejik hedefi yılda ekonomisi yüzde 7-10 arası büyüyen, uyanan dev Çindi; enerji meyvesi ise Hazar havzası gaz rezervlerinin Afganistan üzerinden Hint okyonusuna UNOCAL adlı Yahudi sermayeli, yarı devlet şirketi tarafından taşınmak istenmesiydi. 2.3 milyar dolarlık proje 2 trilyon dolar kazandıracaktı. Daha önce Talibanla anlaşan şirket, daha sonra bozuşunca Amerika'yı savaşa kışkırtmıştı. UNOCAL başkanı 11 Eylülden bir ay önce Ağustosun ortalarında Amerikan Senatosu'nda yaptığı konuşmada, özetle Amerikan çıkarlarını korumanın tek yolunun savaş kaldığını resmen dile getirmişti. 20 yıl sonra Çin'in bölgeyi işgal edeceğini hesaplayan Amerikalılar, Taliban, El Kaide ve Ladin politikalarını 11 Eylülü istismar ederek kullanmış, Çin'in bağrına hançer saplamıştı. Sadece Çin'in değil bölge ile ilgili 50'ye yakın enerji projesi hazırlayan İran'ın da evdeki hesapları bozuluyordu. ABD'nin operasyonlarından en fazla etkilenen ülke halihazırda İrandı. BBC'nin 3 Aralık 1997 tarihli haberine göre, Taliban yetkilileri ülkelerinden geçecek gaz hattının pazarlığını yapmak için Teksas'a davet edilmişti. (53) Yarım kalmış hesabın işgalle tamamlanmasına doğru giden süreç burada başladı. Geleceğin ABD Başkanı Bush, Teksas valisiydi. Taliban'ı davet eden boru hatttının taliplisi UNOCAL petrol şirketiydi. 14 Aralık 1997 tarihli The Telegraph'da Caroline Lees, petrol baronlarının Teksas'da Taliban'ın altına kırmızı halı serdiğini yazıyordu. Taliban yetkilileri birkaç gün Teksas'da Sugarland'da eğlendirilmişti. 5 yıldızlı otelde ağırlanmışlar, hayvanat bahçesi ve NASA Uzay Merkez'ine götürülmüşlerdi. (54) Teksas'dan sonra Taliban liderleri Washington DC'de Dışişleri Bakanlığı Güney Asya bölümü sekreter yardımcısı Karl Inderfurth ile biraraya geldiler. Daha sonra Omaha'ya giderek Nebraska üniversitesinde, UNOCAL sponsorluğunda yürütülen nasıl boru hattı döşeneceğine ilişkin proje ile tanıştırıldılar. Mayıs 1998'de 2 Taliban üyesi Clinton yönetiminin davetiyle tekrar ABD'ye geldiler. Badlands Ulusal Park, Gerald Ford'un doğum yeri Çılgın At Hatıratı ve Mount Pushmore'da gezdirildiler. Taliban'ın Suud rejimi gibi bir diktatör İslami yönetim kuracağı ve tek ses olacağı için çok sayıda Afgan aşireti ile anlaşmaktan daha kolay işlerin yürüyeceği hesap ediliyordu. Taliban, ABD gezilerinden bu mesajı çıkarmıştı. İran ve Rusya'yı by-pass eden boru hatlarını destek projesi Mayıs 1998'de Washington tarafından resmen açıklanmıştı. Aynı dönemde diğer Amerikan şirketi Enron, Trans-hazar olarak bilinen projeyle Türkmen gazının Hzar'ın altından Azerbaycan-Gürcistan üzerinden Türkiye'ye ulaştırılmasının altyapısını hazırlıyordu. Enron'a fizibilite yapması için ödenek verilmişti. Enron, Özbekistan'da da gaz araştırmaları yapıyordu. UNOCAL, 1996 sonlarında Özbekistan- Afganistan Pakistan boru hattı alternatifinin fizibilitesini tamamlamıştı. Enron, Hindistan'da Dabhol kentinde doğalgaz santralı inşa ediyordu.Enron, Unocal'ın Afganistan'dan çekeceği boru hattının bir ucunu Dabhol'den Yeni Delhi'ye uzatarak Hazar'ın doğal gaz rezervlerini kontrol altına almayı planlıyordu. Dobhel limanı gaz ihracı için uygun limandı. Türkmen gazıyla yakından ilgilenmeleri boşuna değildi. Houstan Chronicle'da 4 Ağustos 2002'de bir makale yazan Cloudia Kolker, seçimlerde Bush'u destekleyen Enron'un yaptığı yolsuzlukların ortaya çıkmasına rağmen ayakta kalışını 11 Eylülle oluşturulan olağanüstü savaş haline bağlıyordu. Vergi kaçıran, devletden karşılığı olmayan projeler için para çeken Enron skandalı, normal bir ABD'de Bush'u istifaya götürmeye yeterdi. (55) Enron Başkanı Ken Lay, W. Bush'a Özbekistan hattı konusunda yardımcı olmasından dolayı teşekkür ediyordu. Bush, Özbekisan Washington Büyüekelçisi Safayev ile biraraya gelmişti. Bush, Talibanla pazarlıklarım tam ortasındaydı. Eski Dışişleri bakanları Henry Kissenger ve Alexander Haig, akıl hocalarıydı. Geleceğin ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney, Halliburton Yönetim Kurulu başkanı olarak işin içindeydi. Burma, Libya, İran ve Irak gibi ABD ile sorunlu ülkelerle petrol ilişkileri bulunan Hallburton hala sürdürdüğü gaz boru hattı inşaatı ile Ortadoğu'da en etkin şirketti. Irak savaşı sırasında Saddam'ın petrol kuyularını yakacağı hesp edilerek söndürme işleri bu şirkete verilmiş, savaş sonrası Irak'ında petrol satışları şirketin kontrolüne teslim edilmişti. Cheney, Hazar petrol rezervlerini kontrol altına almanın stratejik açıdan çok önemli olduğunu kaydediyordu. Halliburton'un yüzde 75 işleri enerji ile ilgiliydi. UNOCAL, Exxon, Shell, Chevron ve pek çok petrol şirketiyle birlikte dünyada at koşturuyordu. 23 Şubat 1998 tarihli Los Angales Times'da Cheney, ' Allah, petrol ve gazı demokratik seçimle iktidara gelmemiş, ABD dostu omayan ülkelere koymuşsa ne yapalım; seçmek elimizde değil, bu bölgelere iş için gidiyoruz' diyordu. (56) Cheney, bu sözleriyle Talibanla neden işbirliği yaptıkları konusunda günah çıkartıyordu. Ancak Taliban'ın yaptığı cinayetler ortaya çıkınca Clinton yönetimi geri adım atmış, Unocal'ın projelerini askıya aldıklarını açıklamıştı. Kenya ve Tanzanya'da ABD büyükelçiliklerine yönelik Ladin'in gerçekleştirdiği saldırı Clinton'un sabrını taşırmıştı. Resmi ABD çekilebilir, ancak petrol şirketleri çekilemezdi. Unocal, savaş çıkartmak pahasına geri adım atmamıştı. Unocal şirketi boru hattı için Suudi Arabistan'ın Deltaoil şirketi ile mükemmel bir ekip oluşturmuştu. 12 Aralık 1996 tarihli The İndepentdent'da yazan Robert Fisk, Delta Başkanı Hüseyin El- Amoudi'nin Usame Bin Ladin ile yakın ilişkileri olduğunu belirtiyordu. Taliban'ın iktidarı ele geçirmesinden sonra Ladin Sudan'ı terkederek Afganistan'a yerleşmiş ve aynı yıl ABD'ye karşı kutsal savaşını başlatmıştı. 11 Eylül soruşturmasında Delta şirketinin başkanı Ladin ilişkisi nedeniyle zan altında kalmıştı. (57) 21 Ağustos 1998'de Unocal bir açıklama yaparak Afganistan'daki boru hattı projesini askıya aldıklarını açıklarken, 10 Aralık 1998'de resmen geri çekildiklerini duyuruyordu. Clinton yönetimi, ABD'yi hedef alan Ladin'in bulunduğu bir ülkede boru hattı inşa etmenin mümkün olmadığını savunuyordu. Clinton, açıkca Enron, Unocal ve Halliburton'dan Talibanla olan ilişkilerini koparmalarını istemişti. Bu öneriden hoşlanmayan petrol şirketlerinin yeni hedefi Clinton/ Gore ikilisiydi; bu nedenle seçimde Bush/Cheney atlarına oynadılar, cumhuriyetçileri dolar yardımlarına boğdular. Unocal ve Enron'un planlarını gerçekleştirebilmeleri için projeye sıcak bakmayan demokratlar ABD yönetiminden, Ladin ise Afganistan'dan gitmeliydi. 2 Ekim 2001'de The Guardian'dan James Astill, bu konuyu işlerken hedefin Ladin'in Sudan'daki aspirin fabrikasından birden Afganistan'daki kamplara dönmesini anlamlı buluyordu. (58) The Washington Post'dan Joe Stephens, 23 Kasım 2001 tarihli nüshada Taliban'ın Bush ekibi gelir gelmez Washington'un kapısını çaldıklarını ortaya çıkarmıştı. (59)London Times, Ladin'i sepetlemek karşılığında boru hattı inşaatının yapılacağı konusunda geçen pazarlıktan sonuç çıkmadığını belirtiyordu. ABD Başkanı George W. Bush'un Afganistan'a özel temsilci sonra büyükelçi olarak atadığı Amerikan vatandaşı Zalmay Halilzad Unocal'ın danışmanı sıfatıyla 1997 2001 arasında ABD petrol şirkteleri ile Taliban arasında yapılan boru hattı pazarlıklarını yürütüyordu.olmasıydı. Müstamleke valisi diğer Amerikan vatandaşı Hamit Karzai ise yine UNOCAL'ın danışmanı olarak Taliban ile diyaloğu sağlıyordu. Türkmen gazının Afganistan üzerinden Pakistan'a ulaştırılmasına ilişkin boru hattı çalışmalarında kendini gösteren. Halilzad, Unocal yöneticileri ile Taliban arasında "150 sayfalık ilk boru hattı anlaşması"nın imzalanmasında etkin rol oynamıştı. Boru hattı Türkmenistan-Afganistan sınırında başlatılacak, Herart ve Kandahar'dan geçirilerek Pakistan'ın Quetta bölgesine ulaştırılacaktı. Aynı boru hattı 600 milyon dolar ek maliyetle Hindistan'a uzatılacaktı. Aynı dönemde Arjantin petrol şirketi Bridas da devreye girip Taliban'la pazarlığa oturmuştu. Unocal ile Bridas arasındaki rekabet mahkemeye kadar uzanmış, Bridas projelerini çaldığı gerekçesiyle Unocal aleyhine 15 milyar dolarlık tazminat davası bile açmıştı. Taliban'ın bu kozu kulanarak, Unocal yerine Arjantin firması ile işe koyulması Unocal başkanını Ağustos 2001'de Kongre'de savaş istemeye kadar götürecekti. (60) Savaş için petrolcülere, 11 Eylül gibi bir oyuncak lazımdı. 1951 yılında Mezar-ı Şerif'te doğan Halilzad, Unocal'ın Afganistan'a ve Taliban'a ilişkin politikalarında vazgeçilmez bir isimdi. Türkmen gazına ilişkin boru hattını tekrar devreye sokmak için Halilzad ve Karzai yönetimi işbaşına getirilmişti. Binlerce Müslüman'ın hayatına malolan kanlı ve kirli savaşın ardından Afganistan'a gelen Halilzad, Taliban'ın ABD'nin göz bebeği olduğu dönemde genç mollalara övgüler düzüyordu. Ekim 1996'da Time'a yaptığı açıklamada, Taliban'ın rejim ihraç etmeye çalışmadığını, tam tersine ABD'nin elinde rehine durumda olduğunu itiraf ediyordu. Beş yıl önce The Washington Post'ta, Taliban'ın terörizmi desteklediğine dair iddiaları şiddetle reddeden Halilzad, "Taliban İran gibi, Amerika karşıtı bir İslami fundamentalizm tatbik etmiyor" diyordu. 1973 yılına kadar Zahir Şah'ın yardımcılığını yapan bir babanın oğlu olan Halilzad, ABD'de Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesinde çalıştı ve Bush'un Güvenlik Danışanı Condoleezza Rice'a raporlar hazırladı. Rice, Teksas'da Taliban ile yapılan ilk pazarlıkta Zalmayla birlikte hazır bulunmuştu. Halilzad'ın patronu Rice da aynı dönemde Orta Asya'ya yönelen petrol şirketlerine danışmanlık yapıyordu. Rice, 1992 yılında Chevron yirketinin danışmanı oldu ve şirket adına Kazakistan'da çalıştı. Onun patronu ise Dick Cheney ve Bushtu, yani petrol lobisiydi. Unocal, savaş çıkartmak pahasına emeline 27 Aralık 2001'de kavuşmuştu. Yarım kalan hesap tamamlanmış; Afganistanın başına koydukları müstamleke valisi, eski Unocal danışmanı yeni Afganistan Başbakanı Hamit Karzai ile Unocal arasında doğalgaz boru hattı anlaşması tekrar imzalanmıştı. IRAK GANİMETİ Irak savaşıda Afganistan gibi petrol için çıkartılmıştı. 4 trilyon dolarlık Hazar petrolünde paylaşımı tamamlayarak nadasa bırakan petrol şirketleri zaten petrolcülerin elinde kukla olan Bush yönetimini Irak ganimeti için kışkırtmıştı. ABD, artık şahin politika izliyor, BM ve AB ülkelerini dinlemeden tek başına adil olmayan bir savaşa giriyordu. 356 milyar dolarlık savaş bütçesi alan Bush yönetimi, 8 trilyon dolarlık Ortadoğu petrolünün peşindeydi. Bugüne kadar 4 trilyon dolarlık Arap petrolü sömürülmüş, yetmemişti. 1. büyük petrol oyununda Bakü petrolleri sahnedeydi, Sovyetlere mal kaptırılınca Arap petroleri parsellenmiş, bu acı kayıp unutulmuştu 1995'de Mega Proje imzalanıncaya kadar. 2. büyük petrol oyunu yine hemen yanıbaşımızda cereyan edecekti. Bush, açıkca bu parselleme iddiasını reddediyordu. Ama pek çok Amerikan politikacı harcanacak milyar dolarların petrol vanasını kontrol için olduğunu itiraf ediyordu. Kuzey Amerika’daki sokaktaki insanda, üniversitedeki öğretim görevliside aynı kanıdaydı ; savaş petrol içindi. Savaş, 11 Eylülde Amerika’ya ‘ kelek attığı ‘ düşünülen ancak petrol bağımlılığı nedeniyle direk ‘ höt ‘ denilemeyen Suudi Arabistan’ın alternatifinin bulunması amacıyla sahneye konuyordu. Bush, Irak savaşı öncesi CBS’de katıldığı programda, Suudi Arabistanla ilişkilerimiz sadece petrol değil, Irak’a da petrol için girmeyeceğiz derken yüzünde bu ifadeyi reddeden bir gülümseme vardı. O sıralarda 3 Suudi prensin, hele birinin çölde susuz kalarak garip ölümleri gibi yollarla Suudlara gözdağı verilmişti. Bush’a göre Prens Abdullah, terör örgütlerine gönderilen paraların kesilmesi yönünde ciddi adımlar attı; yani sorun yoktu bu ülkeyle!1. Körfez savaşının faturasını ödeyen Arabistan ekonomisi bugün çöküşte bulunuyordu. Bu nedenle OPEC aracılığıyla petrol fiyatlarında oynayarak açığını kapatmak istiyor, bu durum ABD’nin canını sıkıyordu. Sınırlı miktarda satışına izin verilen Irak petrolünün yüzde 80'ini ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in ortağı olduğu Teksas Petrol Şirketi satın alıyordu. Teksas rafinerilerini Irak petrolüne göre inşa eden Teksas kovboyları Iraksız yapamıyordu. Bush ailesinin Ladin'in kardeşi Selim Bin Ladin ile bu rafinerileri kurması ve petrol satışını bugüne kadar yönlendirmesi hep dikkatden kaçmıştı. Anlaşılan ticari ortaklar arasındaki anlaşmazlıklar 3. dünya savaşı çıkartacak kadar büyüktü. Bu konuyu gündeme getiren İngiliz tabloid basını arkasını getiremedi, susturuldu. Kuzey Amerika'da ve İngiltere'de Irak savaşına Bush'un ailesinin şahsi ihtiraslarını mükemmel biçimde çıkarlarına yontan silah sanayinin para babaları şahinler tarafından süreklenildiği kanaati hakimdi. Bu adaletsiz savaşta çocuklarını kaybetmek istemeyen Kuzey Amerikalılar, dünyada artacak Amerikan düşmanlığının önüne geçilemeyeceğini savunuyorlardı. Ama petrolsüzlüğün getireceği iç savaş daha korkutucuydu. Irak'ı ABD'nin işgal sebebi enerjiydi. İngiltere'nin katılımı yeni enerji paylaşımında pay kapma telaşıydı. Türkiye'nin asker gönderme isteği ise terör endişesinden kaynaklanıyordu, kimsenin aklına pay talep etme gelmiyordu. Fransa ve Almanya'nın savaşa başından beri itirazı, Irak enerji rezevlerinin paylaşımında safdışı kalmalarından dolayıydı. Rusya'da bu konuda kazık yemişti. Rusya'nın Lukoil ve Fransa'nın Elf ile Total petrol şirketleri Alman Deutsche Bank ortak finansmanı ile BM'nin Irak'a uyguladığı ambargo sonrası geçerli olmak üzere 70 milyar dolarlık şartlı ön petrol yatırımı anlaşması imzalamıştı. Bunu bilen ABD ve İngiltere, Irak işgalinde kuralsız davrandı ve bu anlaşmayı yok saydı. İşgal sonrası BM ambargosu kalkmasına rağmen Rusya-Fransa ve Almanya avuçlarını yaladı, ABD ve İngiltere ise savaş ve Irak'ın yeniden kurulması bedeli olarak en az 20 yıl süresince Irak enerji rezervlerine ipotek koymuştu. ABD, harcadığı her kuruşun bedelini Irak petrol ve gaz yatırım ve satışlarından, elde edeceği imtiyazlardan tahsil edecekti. Irakta savaş öncesi fazlasına izin verilmediği için, günde 2,8 milyon varil petrol çıkarıyor, kazılı 73 kuyudn sadece 15’i işletiliyordu. Irak’ın bilinen rezervleri 112 milyar varil, tahmin edilen ise 250 milyar varildi. ABD, dünya rezervinin çok önemli bir parçası-%70'i- olan Ortadoğu petrollerini kontrol altında tutarak, petrol fiyatlarını istediği bir seviyede tutmak istiyordu. Böylece hem kendi yatırımlarını güvenceye alıyor, hemde küresel mücadelede kendine rakip olabilecek oluşumların önünü kesmiş oluyordu. The Independent'ın Ortadoğu muhabiri ve yorumcusu Robert Fisk durumu şiyle izah ediyordu: ABD Enerji Bakanlığı bir açıklama yaptı, "ABD petrol stokları tükeniyor ve OPEC üyesi olmayan ülkelerin petrol rezervleri de erimeye başladı. İleride ihtiyaç duyulan petrolün büyük bir kısmı mecburen Körfez'den gelecek." Hydrogen Economy uzmanlarından Jeremy Rifkin'in derlemesindeki, varolan petrol rezervinin üretimle mukayese edildiği istatistiklerde, mevcut üretim hızıyla petrol rezervleri kaç sene de tükeneceği şöyle hesaplanmıştı: Çıkarılabilir petrolün yüzde 60'ından daha fazlasının zaten üretilmiş olduğu ABD'de, bu süre sadece 10 yıldı; Norveç'te olduğu gibi... Benzer şekilde, varolan kanıtlanmış üretilebilir rezervlerini, bugünkü cari üretimlerini sürdürmeleri halinde kimin kaç yıllık petrolü kaldığına bakmak bile yeterliydi: Kanada 8, İran 53, Suudi Arabistan 55, Birleşik Arap Emirlikleri 75, Kuveyt 116 yıl petrol üretebilirdi.. Irak'a gelince, bu süre 526 yıldı. Ortadoğu'da Saddam sonrası dönemde Irak petrollerinin Amerikan şirketleri tarafından işletileceği malumdu. Bunun yanında Amerika'nın tüm Ortadoğu için ciddi önem taşıyan böyle bir noktadan, İsrail ile birlikte bölgede sağlayacağı stratejik üstünlükte çok önemliydi. Çünkü Amerika'nın Hazar ve Suudi Arabistan petrolleri üzerinde de ciddi planları söz konusuydu. Aslında Ortadoğu petrollerinin Hazar petrollerine göre maliyeti daha düşük ve kalitesi daha yüksekti. Irak, petrolün-enerjinin yanı sıra milyar dolarlık savunma sanayi yatırımı, tüketim pazarı demekti. ABD'nin Irak'ta Fransa ve Almanya gibi devleri savaşa destek vermedikleri için Irak pazarı dışına itmişti. Oysa savaş öncesi BM'nin özel izniyle Irak'a mal ve hizmet sağlayan Peugeot, Total Fina Elf, Renault ve Alcatel başta olmak üzere 60 Fransız şirketi Irak savaşının ardından bu ülkeyle işbirliklerini yitirmişti. Irak'ta Amerikan ve Fransız şirketleri doğacak amansız rekabet liste oyunu ile başlamadan bitmişti. Dünyanın en büyük petrol gruplarından Fransız Total Fina Elf, Irak petrolleri üzerindeki avantajlı konumunu kaybetmişti. Fransa ile Irak arasında ticari ilişkiler Körfez Savaşı sonrasında uygulanan BM ambargosu nedeniyle azalmış ancak yine BM'in özel izniyle Alcatel (telekomünikasyon), Peugeot ve Renault ( otomotiv) ile Alstom (enerji) gibi şirketler Irak'ta yatırım olanağı bulmuşlardı. 1996-1999 yılları arasında Irak'ın bir numaralı tedarikçisi durumundaki Fransız şirketlerinin bu ülkeyle ticari ilişkileri 2000'den sonra iyice geriledi. BM ambargosundan sonra avantajlı durumunu Irak'ın yakın bölgedeki Arap komşularına kaptıran Fransız firmaları silinmişti. Saddam rejimiyle ciddi manada ticaret yapan 4 Alman şirketide nakavt olmuştu. Biraz geriye uzanılsa ABD'nin endişeleri daha net görülecekti. Irak, 1973 petrol ambargosunun rüzgarından faydalanarak Irak petrolleri üzerinde yabancı imtiyazları 1975 yılında ortadan kaldırarak millileştirmişti. Bu eylemin mimarı 1960'lardan itibaren Baas partisinde artan prestiji ile Saddam Hüseyindi ve Irak petrolü millileştirildiğinde Irak petrollerinin tek sorumlusuydu. Nitekim 1979'da devlet başkanlığınıda elde ederek son darbeyi vurmuştu. Aynı tarihlerde Kuveyt'in ve diğer Arap ülkeleride petrollerini millileştirmişti. 1. dünya savaşından sonra yıkılan Osmanlıdan miras kalan topraklarda petrol sömürgeciliği meşhur Kızıl Hat anlaşması ile belirlenmişti. Petrole dayalı çetvelle sınırları çizilmiş yeni ülkeler icat eden İngilizler ve petrol imtiyazları elde eden İngiliz ve Amerikan şirketleri, İsrail'in Filistin'i işgali nedeniyle meydana gelen Arap-İsrail savaşlarından olumsuz yönde etkilenmiş, yükselen Arap milliyetçiliği karşısında önce imtiyazlarını kaybetmiş ve fifty-fifty anlaşmalar yapmak zorunda kalmıştı. Sömürge döneminin bitmesinde Sovyetlerin Bolşevik yayılmacılığına karşı ABD'nin izlediği denge politikası ve İngilizlerin tüm itirazlarına aldırış etmeyerek Arap ülkelerinin, hatta İran'ın desteklenmesinin etkili olmuştu. Soğuk savaş dönemi, Araplara yaramış, İran'ın petrolüne sahip olmasını sağlamış, İngilizleri ' out' ABD'yi 'in' yapmıştı. İran fiyaskosu hariç tutulursa ABD'nin bu politikası London'ı adaya sıkıştırmış ve İngiltere'den güneş batmayan imparatorluğu devralmıştı. Gizliliği kaldırılan İngiliz istihbarat belgelerine göre Washington, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dabi'ye askeri operasyon yapmayı düşünmüştü. Sanayisi korkunç derecede petrole bağımlı olan ABD, bu ihtiyacına karşılık vermeyerek kendisine ambargo uygulayan Suudi Arabistan ve Kuveyt'i işgal etmeyi planlamıştı. Enerji politikalarına göre dış politikasına yön veren ABD 30 yıl önce bu amacına ulaşamasa da bu hedeflerine 2003'te nail oldu. İngiliz istihbarat servisinin 1 Ocak 2004'de açıklanan eski belgelerinde, istihbarat örgütünün 1973'te İngiliz hükümetini, ABD'nin petrolün denetimini ele geçirmek için Suudi Arabistan ve Kuveyt'i işgal edebileceği konusunda uyardığı belirtiliyordu. 30 yıl gizli kaldıktan sonra İngiliz ulusal arşivine sunulan belgelere göre, Ortak İstihbarat Komitesi (JIC) yetkilileri, ABD'nin 1973'teki Arap-İsrail savaşının ardından Arap ülkelerinin petrol fiyatlarını arttırmasını engellemek için askeri operasyona hazırlandığını düşünüyordu. Arap ülkelerinin 1973'ün Ekim ayında petrol üretimini önemli derecede azaltma kararı almalarının, petrol fiyatlarının artmasına ve ilk petrol şokuna yol açtığı belirtilen belgelerde, Arap ülkelerinin İsrail'e destek vermesini protesto etmek için ABD'ye petrol ihracatını durdurdukları kaydediliyordu. Belgelere göre, hükümetle değişik istihbarat servisleri arasında aracı olan JIC, dönemin Muhafazakâr Partili Başbakanı Edward Heath' i ABD'nin Arap ülkelerinin elinde rehine olmaktansa, askeri eyleme geçebileceği konusunda uyarmıştı. Servislerin 12 Aralık 1973 tarihli ''UK Eyes Alpha'' adı verilen raporunda, ABD'nin aklındaki en olası planın bölgedeki petrol yataklarını ele geçirmek olduğu belirtiliyordu. JIC'nin tahminlerine göre ABD, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dabi'deki petrol yataklarını ele geçirmesi halinde, 28 milyon tondan fazla petrol rezervine sahip olacaktı. Rapora göre, Amerikalılar işgali 10 yıl sürdürmeyi ve bu sürede alternatif enerji kaynakları bulmayı düşünüyorlardı. JIC, Amerikan işgalinin ilk aşamada büyük çaplı olmayacağını, iki tugayın Suudi Arabistan'ın petrol alanlarını ele geçireceğini, birer tugayın da Abu Dabi ve Kuveyt'i işgal edeceğini tahmin ediyordu. ABD'nin Suudileri hazırlıksız yakalamak ve şaşırtmak için havadan indirme operasyonu yapabileceği, bunun mümkün olmaması durumundaysa ilk saldırıyı amfibi birliklerle yapabileceği belirtiliyordu. ABD'nin Kuveyt'i işgal etmesi halinde Irak'ın da karşı saldırıya geçebileceği belirtilen raporda, ''Körfez'deki en büyük risk, Iraklıların Sovyetler'in de desteğini alarak müdahale etme olasılığıydı'' denilmişti. 1960'larda kurulan OPEC ve 1970'li yıllarda bu teşkilatı şantaj aracı olarak kullanmayı başarmış Suudi Petrol Bakanı ve OPEC Genel Sekreteri Ahmet Zeki Yamani'nin ince politikaları Batılıları Araplara bağımlı kılmıştı. Suudi petrolleri üzerinde imtiyaz sahibi olan Aramco'yu kuran 4 Amerikan petrol şirketi Mobil, Exxon, Chevron ve Texaco dahi Aramco'da yüzde 60'lık payı Suudilere vermek zorunda kalmıştı. Suudi Krallığı topraklarındaki petrol gayrimenkul ve yatırımları 1976 mutabakatı ile millileştirilmiş, Amerikan şirketlerine sadece Suudi petrolünü yüzde 80'ini pazarlama önceliği tanınmıştı. Paradoks gibi gözükebilir ama 1976 anlaşması Suudiler tarafından ABD ile ilişkilerde koz olarak kullanılması maksadıyla 1990 yılına kadar imzalanmamıştı. Ancak kar hesaplarında yüzde 60'a yüzde 40'ı öngören 1976 anlaşması geçerliydi. 1. Körfez savaşında Saddam Kuveyt'i işgal edince veya ettirilince Suudiler alelacele 1976 anlaşmasını imzaladı. Saddam'ın kendilerine de saldıracağı korkusuyla 1. Körfez savaşının faturasını ABD'lere ödedi, 1990'lı yıllarda silahlanmaya harcadığı para bütçesinde delikler açtı ve Kraliyet topraklarına ABD askeri üslerinin yerleşmesine izin verdi. ABD, Kuveyt'e resmen el koydu ve petrol gelirlerini ipotek altına aldı. Katar'a üslerini yerleştirdi. Arapların millileştirme ve imtiyazlarını ellerinden alma politikasına 15 yıl sonra Saddam'ı korkuluk, öcü yapıp bölgeye askeri gücüyle dönerek cevap veren ABD, sömürgecilik anlayışının şeklini değiştirmişti. Nükleer, kimyevi,biyolojik silahlarla ABD'ye terör saldırısı düzenleyebileceği ve El-Kaida bağlantısı yalanları ve Irak'a demokrasi getirme ütopyası ile devrilen Saddam ve işgal edilen Irak'ın enerji rezervlerinde en kritik soru petrol ve dogalgaz rezervlerinin imtiyaz hakları, yatırım ve pazarlama anlaşmalarını kimin alacağıydı. İşgal faturasını ABD, Irak'a 1 trilyon dolar olarak keserse kim itiraz edebilirdi? Elbette, Irak'ı kurtaran yalancı kahramanlar, harcadıkları savaş ve yeniden kurma bütçesinin tamamını üstüne üç-beş ekleyerek enerji üzerindeki paylaşımdan tahsil edecekti. Irak hem işgale uğramıştı, hemde borçluydu! ABD ve İngiltere'nin Irak'tan 20 yıldan önce çıkması ne kadar kayıp verirlerse versinler mümkün değildi, kaçış savaşın gerçek sebebi enerji kaynaklarının sömürülmesi ilkesine aykırıydı. Demokrasi hayali, ülke nüfusunun yüzde 60'ını oluşturan Amerikan karşıtı Şiilerin iktidarı demokratik seçimde ele geçireceği varsayımıyla hep inkitaya uğrayacak, özgürlük yalanı ortaya çıkacaktı. Irak petrolü İsrail'in hedefi olan Hayfa hattıyla taşınacak, Türkiye'nin Yumurtalık boru hattı hem sabatojlarla işlevsiz hale getirilecekti. Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Musul ve Kerkük'e yerleştirilen Kürtler, Türkiye'ye karşı hep hazır kıta tutulacaktı. Petrol zengini olmak ne Njerya'ya ne Meksika ve Brezilya'ya nede Orta Doğu ülkelerine huzur ve refah getirmedi. Darbe, kan, iç savaş, suikast ve istikrarsızlık sanki ortak kaderleri oldu. Hazar'dan Körfez’e İslam ülkelerini barındıran coğrafyaya petrol kapanı kuran petrol kanı peşindeki ABD ve İngiltere, 20. yüzyılın ülkelerinin sınırlarını belirleyen Red Line petrol anlaşmasının modern adını bulmuşlardı: Büyük Ortadoğu Projesi. LÜBNAN'DA BİR SATRANÇ HAMLESİ! BOP için Ortadoğu’da kilit ülke Lübnandı ve eski başbakanı Refik Hariri'nin 2005 başında öldürülmesinin ardından satranç tahtasında ABD Şahının Kurtlar Vadisi operasyonu başladı. Suçlanan Şam yönetimi uluslararası baskılara daha fazla dayanamayarak askerlerini Lübnan'dan iki aşamalı çekmeye karar verdi. Suikastın Suriye lideri Beşar Esad'ın ifadesiyle Şam yönetimine kazanç sağlamadığı ortadaydı. Fayda sağlayan ABD ve İsrail, birde belki Fransaydı... Çünkü bu sayede Suriye'ye karşı baskı kurabildiler ve Büyük Ortadoğu projesinde kilitlerden biri çözüldü. Elbette Lübnan halkı bu karara çok sevindi. Kimse Golan tepelerinden geri çekilmeyen ve Suriye'yi köşeye sıkıştıran İsrail'i suçlayamadı. Ortadoğu Kurtlar Vadisi'inde Hairri'nin büyük ihtimalle ihale kendisine kalan bir MOSSAD operasyonu ile ortadan kaldırılması, Şam'ı kuzuya çevirebildiyse derin mühendisler iş başında demekti. İhtimalleri gözden geçirelim. Lübnan anayasasına göre, devlet başkanı Hiristiyan, başbakan Sunni olmalı. 1976'da İsrail'in yol açtığı içsavaş sırasında Suriye Lübnan'a Maronite Hiristiyanlarının güya çağrısıyla, aslında onaylamamasına rağmen girmişti. 29 yıldır Lübnan halkının çoğunluğunun onaylamamasına rağmen Suriye misafirdi! Ortak düşmanları İsrail ve Irak tehdit olarak algılandığından Lübnan halklar arasında akraba ilişkileri bulunan Şam'la adeta evliydi. Şam damat, Lübnan gelin gibiydi. Şam, Beyrut yönetimine istediği taşları yerleştirerek istediğini yapıyordu. Lübnan Cumhurbaşkanı Emile Lahoud'ın görev süresinin 3 yıl uzatılmasına Şam muvaffak olmuşken ve Ekim 2004'de istifa etmiş Rafik al-Hariri'in yerini Suriye yanlısı Omar Karameh almış iken, bir suikastla birdenbire Şam'ın politik gücünü sıfırlayacak sihirbazlığı kim yapabirdi? İçsavaş yılları sonrası Lübnan'ı düzlüğe çıkarmış, Müslüman, Hiristiyan ve Dürzilerin sevgisini kazanmış Hariri'nin politik sahneden çekilmişken yok edilmesi; Şam'a ne kazandırabilirdi ki, Lübnan halkının nefretinden başka bir şey kazandırmayan bu terör eylemini tezgahlasın?! ' Kanlı kadife darbe' sonrası sokaklarda eski başkanının Suriye'ye karşı iktidarında yanına aldığı muhalif çevre Maronite Hiristiyanları ve Dürzi müslümanlar boy gösterdi. Ardından Hizbullah aynı biçimde yandaşlarını meydana topladı. Gürcistan ve Ukrayna'dan sonra toplumu fişekleyen 3. darbe olayında dış mihrakların eli bu protestolarda acaba var mıydı? Henüz tam bilenemiyor. Suriye ile Lübnan'ın arasını bozmaya çalışan Washington ve Tel Aviv, demokrat eski başbakanı aslında hiç sevmemişlerdi. Irak savaşı sırasında Türkiye gibi savaş karşıtı bir tavır almıştı ve dış taleplere boyun eğmemişti. Hep Paris'i dinlemişti. Terör ülkesi diye kategori ettikleri ve ambargo koydukları Şam'a karşı tavırlarını esnek buluyorlardı. Bu ikilemi çözmek için yapılacak operasyon ancak Kurtlar Vadisi'nde olacak cinsten terslikteydi. Suriye Lideri Esad, suıkasttan sonra Suriye Askeri İstihbaratının başına bacanağını getirerek önlem aldı! Ankara'dan başka tüm kamuoyu hatta Arap ülkeleri bile Şam'ı suikasttan sorumlu tuttar bir politika izledi. Şam yalnızlaştırıldı. Bazılarına göre eylemi Hariri'den iktidarı döneminde hoşlanmayan Şii fanatikler yaptı. Hizbullah'ı hedef almak isteyen İsrail ve ABD'nin en sevdiği ihtimal bu iddiaydı. Oysa bilinen o ki, Lübnan'da yerleşik olan HAMAS ve Hizbullah, onun bilgisi ve izni dahilinde İsrail'e karşı hazır kıta olarak tutuldular; en güçlü ve etkin zamanlarını yaşadılar. İsrail'de yayımlanan Ha'retz gazetesi, eski başbakanının ölümüyle Hizbullah'ın artık Lübnan'da haraket alanının daralacağı yorumunu yaptı. İsrail'in Hizbullah ve HAMAS'ı yok etmek için koruyucu duvarları kaldırma girişimi olarak simgelenebilecek bu derin suikastdan sonra gardı düşmüş bu örgütleri zor günler bekliyordu. Suriye ordusunun çekilmesi ve yeni Lübnan'ın Suriye'nin kontrolü dışında yapılanması halinde son paratönerde ortadan kalkmış olacaktı. O halde Hizbullah'da olamazdı. Bush Amerikası'nın Fransa'nın yakınlaştığı bir döneme rastlayan suikastın arkasında FrancoAmerikan işbirliğini görenler de az değildi. Bush, Avrupa ile barışmak için aynı günlerde Fransa'ya gitti ve başkan Chirac’ı öptü; Fransa'nın eski arkabahçesi Lübnan'da kartlarını kullanarak dengeleri değiştirmesini istedi. Buna karşılık alacağı hediye elbette, öncelikle prestij, Irak'ta ihaleler ve petrol olabilirdi. Fransa'da, Washington'a üç hediye birden sundu: HAMAS ve Hizbullah'ın kökünü kazıtacak haraket alanı, Şam'ı dize getirerek askerlerini çektirmeye ikna etmek ve Büyük Ortadoğu Projesi'ne gecikmeli onay. Washington, yeterli seviyede bulmasa da ilk hediyesini Esad'ın geri çekilme kararıyla hemen aldı. 11 Eylülden sonra Fransa ile ABD arasında yaşanan soğuk rüzgarları dindirecek bu hediyeler, yeni bir sayfa açmalarını sağladı. Suriye konusunda Washington'un başlattığı köşeye sıkıştırma politikalarının temelinde özelde Irak'ta, genelde Büyük Ortadoğu Projesi'nde yaşanan bozgun yatıyordu. Hiçbir müslüman ülke ABD'nin samimiyetine güvenmiyor, demokrasi getirme yalanına inanmıyordu. Amerikan güçleri halen Irak'ın 30 kentinde bölgesel hakimiyet kuramadı. Amerikancı Iraklı yönetici Allawi, İran ve Suriye'yi Irak'ı karıştırmakla suçlamıştı. İstikrarın sağlanamadığı Irak'ta hergün kanlı eylemler devam ediyordu. Eylemciler, Amerikan askerinden ziyade hain olarak gördükleri Iraklı polisleri öldürüyordü. El Cezire televizyonunun' Irak'ta intihar komandolarını Suriye Gizli Servisi hazırlıyor' haberi 24 Şubat 2005'de Irak Tv'de yayımlandı. CIA, yaptığı açıklamada, Irak'a Suudi Arabistan'dan gelen yabancı savaşçıların Suriye üzerinden giriş yaptığını belirtti. Lübnan eski başbakanı Haririri, 1960'larda Suudi Arabistan'a göç etmiş ve orada zengin olmuş bir işadamıydı. Lübnan'a döndü ve uzun dönem başbakanlık ( 1992-1998 ve 2000-2004) yapmakla kalmadı; 1989'da içsavaşı bitiren Taif anlaşmasının sağlanmasında etkin rol oynadı. ABD ve Fransa, geri çekilmesi muhlak bırakılan Suriye askerinin varlığına ses çıkarmadı; çünkü İsrail askeride Lübnandaydı. Suriye askeri dengeyi sağlıyordu. Bugünkü İsrail başbakanı Sharon'un provakasyonu ile 1982'de Güney Lübnan'da müslümanları katleden ve Filistin kamplarına saldıran Hıristiyanlar zamanla İsrail'e göçtü. Katliamcı İsrail başbakanıŞaron’un ve Suriye gibi uymadığı düzinelerce BM kararı vardı. Kimse İsrail'e baskı yapmıyordu. Suriye askeri, Filistin mülteci kampları ve müslümanların koruyucusuydu. Hizbullah bu aşamada bölgede hakimiyet kurdu ve İsrail'a karşı sivil cephe oluşturdu. Beyrut siyasetinde dengeleri belirleyen Şam'la herzaman iyi ilişkiler kurmuş başbakanın suikastla ortadan kaldırılmasının ardından askerlerini Lübnan'dan çekmeye başlayan Suriye yönetimi, esasen Irak nedeniyle Washington tarafından ablukaya alındı. İsrail, Güney Lübnan'dan askerlerini bir süre önce çekmişti, zira Hizbullah bölgenin hakimiydi. İran ve Suriye Hüzbullah kartı ile İsrail'i Güney Lübnan'dan- bir bölümü hariç- kovdular. İntikam peşindeki Tel Aviv'in Amerikan güç aygıtını kullanarak Suriye üzerinde baskılarını biraz daha artırması halinde Şam yüzünü tamamen Mısır, Suudi Arabistan ve İran'a çevirebilirdi. Washington'a göre, Büyük Ortadoğu projesine karşı çıkan sözkonusu ülkeler Suriye üzerinden ABD'ye karşı gizli bir savaş yürütüyordu. Suriye ile stratejik işbirliği kuran İran'a ABD batamadı. Çünkü İran petrol ve doğalgaz zengini bir ülkeydi. Çin ve Rusya ile dirsek temasında. Üstelik 2005 baharında Çin, Hindistan ve Japonya ile 170 milyar dolar tutarında petrol ve doğalgazını pazarlama doğrultusunda anlaşmalar imzaladı. Kısacası Tahran, kendini sağlama aldı ve birden yumuşayan Amerikalıların ekonomik işbirliği rüşvetini reddetti.. İran'a savaş açmak demek dünyanın en hızlı büyüyen iki ülkesi Çin ve Hindistan ile ABD pazarında en büyük pazara sahip Japonya'yı karşısına almak anlamına geliyordu. Dünya dolar rezervlerinin büyük kısmını elinde tutan bu Asya ülkeleri istedikleri anda bir spekülasyonla Amerikan dolarını pula çevirecek konumdaydı. Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır'ın Suriye'nin askerlerini çekmesi için baskı yapmasının ardında Lübnan'da Hıristiyan nüfusun azalması ve politik arenada müslümanların özellikle Şiilerin ağırlığını koyması ile izah edilebilirdi. Lübnan nüfusunun artık yüzde 50'si Şii. Hizbullah ve Amal gibi Suriye yanlısı olan Şii gruplar Suriye'nin Beyrut üzerinde etkin olması için yeterliydi, askere ihtiyaç kalmamıştı. Güney Lübnan'da askeri güce sahip Hizbullah, Suriye askerini gereksiz kılıyordu. Asıl neden ise bambaşkaydı. Tüm Arap ülkelerinde diktatörler hakimiyetlerini Arap milliyetçiliği ile ayakta tutarken Şam'da Beşar Esad yönetimiyle birlikte Baascı rejimden demokrasiye geçiş sancıları yaşanıyordu. Suriye'nin yaşadığı değişim diğer Arap diktatörlerini ürkütüyordu. Demokrasi getireceklerini ileri süren Washington da kontrolleri dışında Suriye modeli bir demokrasinin bölgede örnek teşkil etmesinden çekiniyordu. ABD, Lübnan'ı model demokratik Arap ülkesi olarak hazırlamak istiyordu. Herkesin planı farklıydı. Ankara, bu hengamede tarafsız bir konumda bulunması hasebiyle ateş hattındaki Suriye'ye en fazla yardımcı olabilecek bir arabulucuydu. Sermet Atacanlı gibi Dışişleri'nden gelen bir diplomatdan bilgi alan Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer'in Suriye'ye kör bakmaması ve Washington'un tehditlerine kulak asmayarak bu ülkeye gitmesi sevindiriciydi. Elbette kameralar önünde Suriye'nin BM kararlarına uyması istendi, ama arka planda konuşulan ayrıntılar bölgedeki barışı belirleyecekti. Pek çok ortak paydamız olan Suriye'nin Ankara'ya ihtiyacı vardı. Şam, demokrasi istiyordu, savaş, kan ve gözyaşı değil. Suriye, Türkiye olmak istiyor, ama kendisine özgü bir modelle bunu gerçekleştirmekten yanaydı. TEHDİT ÇİN TEK Dr Tahir Tamer’in Önce Vatan gazetesinde Mart 2004’de yazdığı makaleler Çin’in ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi karşısında tek ciddi tehdit olduğunu ortaya koyuyordu: (61) Tek kutuplu dünya enerji İmparatorluğu yolunda hiçbir kural ve engel tanımadan ilerleyen ABD’nin karşısında kısa vadede durabilecek ve dünyayı iki kutuplu hale yani bugünküne göre daha dengeli bir hale getirebilecek tek güç vardı. Oda her geçen gün sesini duyurmaya devam eden ve bende varım diyen Çin Halk Cumhuriyeti. Uluslar arası arenalarda sesini şimdilik gür çıkartmayan Çin her geçen gün güçleniyor ve dünya ülkelerine beni dikkate almadan bir şey yapamazsınız sinyallerini gönderiyordu. Çin ve Çinliler; Türklerin 12 000 yıllık tarihinde önemli yer tutuyordu. Türk tarihi kadar eski tarihi geçmişe sahip olan Çinliler ile pek çok ortak ve benzer yönlerimiz vardı. Çok iyi ve çok kötü münasebetlerimiz olmuştu. Birkaç asır Kubilay Han, Hülagü Han gibi ünlü Türk-Moğol İmparatorlar tarafından yönetilen bu büyük ülke Türklere karşı yaptıkları bilinen Çin Seddi ile tanınmıştı. Bu günde Doğu Türkistanlılar ile Uygur Türklerine uyguladığı haksız tutum ve davranışlar yüzünden halklarımız arasındaki ilişkiler hiç de iyi durumda değildi. Bütün bunlara rağmen Çin gelişiyor, ekonomik ve askeri açıdan dünya devi haline geliyordu. Halen bulunduğu topraklarda 1.5 milyara yaklaşan nüfusuna hayat sahası bulması giderek zorlaştığından güçlendiğinden komşuları için potansiyel tehdit oluşturuyordu. Doğal olarak Kuzeye ve Batıya karşı genişlemek zorundaydı. Batıda kendisi gibi kalabalık olan Hindistan, Bengaldeş ve Pakistan bir engel olarak görülse de bu milyarlık devi kuzey ve kuzeydoğu istikametinde durdurabilecek bir güç şimdilik görülmüyordu. Her şey bir yana Çin’in önümüzdeki 50 yılın politikalarında belirleyici önemli roller üstleneceği açıkça görülüyordu. Bu bakımdan dünyayı küreselleştirmeye çalışan küresel mimarlar kadar yakın temas içinde bulunduğu Türk Dünyası’nın da Çin’i çok yakından takip etmesi gerekiyordu. Çin ile çatışmayacak, ama belli ölçülerde her alanda ilişkiler geliştirebileceğimiz bir ülke olarak Çin’i iyi bilmemiz ve gelişmelerini dikkatle izlememiz gerekiyordu. Gözlerini AB ve ABD’ye, yani batıya çeviren aydınlarımız gözlerini artık Çin tarafına yani doğuya da çevirmeliydi. Çin olgusu iyi anlaşılıp iyi algılanmalıydı. Büyük Ortadoğu Projesi ile petrol kaynaklarının başına geçip enerji yollarını kontrol altına almaya çalışan ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün başarısının en çok etkileyeceği ülkelerden biri de Çin’di. Çin ekonomisi bugün olmasa bile çok yakın bir gelecekte petrole daha çok bağımlı hale gelecekti. Bu durumda petrolü aldığı Ortadoğu’nun ABD tarafından doğrudan kontrol edilmesi, yani vananın başında ABD’nin bulunması hiçbir zaman işine gelmeyecekti. Bu yüzden Büyük Ortadoğu Projesi adı altında başlatılan bölge ülkelerinin demokratikleştirilme çabalarına karşı Çin şimdiden önlem almaya başlamıştı. Bir bakıma Çin dış politikacıları da boş durmuyordu. Yarın birlikte işbirliği içinde olabileceği kendisine yakın ortaklar aramaya devam etmekteydi. Nitekim bu çabalara başlangıç olarak Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 26 Ocak-4 Şubat 2005 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Fransa, Mısır, Gabon ve Cezayir’i kapsayan resmî ziyaretini görmek mümkündü. Başkan Hu Jintao üç ülkeyi kapsayan anlamlı ve bol anlaşma ile dolu gezisini 5 Şubat tarihinde tamamlayarak ülkesine dönmüştü. Çin Devlet Başkanı 29 Ocak 2004 tarihinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile görüşmüştü. 30 Ocak 2004 tarihinde de, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ve Çin Dışişleri Bakanı Li Zhaoxing, Kahire’deki Arap Birliği Genel Merkezi’nde görüşmüşler ve ortak açıklama yapmışlardı. Bu açıklamada; “Çin-Arap İşbirliği Forumu”nun kurulduğunu bildirilmiş ve “Çin-Arap İşbirliği Forumu Deklârasyonu”nu imzalanmıştı. Li Zhaoxing ve Amr Musa, Hu Jintao’nun Amr Musa ile yaptığı görüşmeden sonra düzenlenen basın toplantısında, bu forumun kurulmasını Çin ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler tarihinde bir kilometre taşı olarak nitelendirmişlerdi. Gerçekten gerek zamanlama ve gerekse içerik açısından bu anlaşma bir bakıma Büyük Ortadoğu Projesine karşı bir alternatif olarak görülebilirdi. Mısır ziyaretinden sonra sırası ile Gabon ve Cezayir’e giden Çin Devlet Başkanı, Gabon Cumhurbaşkanı El-Hacı Ömer Bongo ve Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika ile görüşmüştü. Başkan Hu; bu ülkelerde ikili ilişkiler ve ortak konular üzerinde fikir alışverişinde bulunmuştu. Bu ziyaretler sonrasında da yayınlanan ortak bildirilerde Mısır’dakine benzer açıklamalar yapılmıştı. Özetle; “Ülkeler arasında üst düzey siyasî temasların devam edeceği açıklanırken, çeşitli alanlardaki işbirliğinin derinleştirilmesine, uluslararası ve Afrika ile ilgili konularda istişarelerin karşılıklı olarak güçlendirilmesine mevcut işbirliğinin yoğunlaştırılmasına, dünyada çok kültürlülüğün koruması için hazırlanacak değişik gelişim modellerinin desteklemesine karar verildiği de” vurgulanmıştı. Ayrıca taraflar, Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki kapsamlı işbirliğini ilerletmeye ve yeni tip ortaklık ilişkilerini geliştirmeye hazır olduklarını da kaydetmişlerdi. Çin ve Cezayir, 4 Şubat 2004 tarihinde Cezayir kentinde yayımladıkları ortak basın bildirisinde, taraflar terörle mücadelede kapsamlı önlemler alınması ve uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesinden yana olduklarını ve bu konuda BM'nin başrol oynaması gerektiğini de bildirmişlerdi. Bildiride Çin ile Arap ve Afrika ülkeleri arasındaki dostluk ve işbirliği ilişkileri değerlendirilirken, Ortadoğu bölgesinin kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışa kavuşmasının bölge halklarının temel çıkarlarına uygun olduğu, dünyanın barışı ve gelişimine de yararlı olacağı kaydedilmişti. Bu gelişmeler çok doğaldı. Çin Devlet Başkanı Hu’nun Afrika ziyareti ve bu ziyaret esnasında yapılan anlaşmalar aslında, ABD’nin tek kutuplu politikasına karşı çok kutupluluğu savunan Çin’in Afrika ülkelerinin dünya siyasi sahnesinde daha çok rol üstlenmesine destek olmaktaydı. Çin artık kabuğunu yırtmıştı. Dış politikada bölgesel güçler ile ticari ve siyasi ilişkilerini daha da geliştirerek Çin’in geleneksel, çok yönlü dış politika stratejisinin giderek dünyada söz sahibi olmaya başladığını gösteriyordu. Dış politikada bölgesel güçler ile ticari ve siyasi ilişkilerini daha da geliştirme çabaları Çin’in geleneksel içe dönük politikasını terk ettiğini, çok yönlü dış politika stratejisi ile giderek dünyada söz sahibi olmaya başladığını göstermekteydi. Bugünün Çin’inde Mao’nun tek fikirli, tek öğretili ve tek giyimli sadece siyaset üreten kalabalıklarının yerini dünyayı kucaklayan çalışkan ve üretken insanlar almıştı. Dünyaya açılan Çin, ekonomisi ile birlikte Silahlı Kuvvetlerini güçlendirmek ve küresel bir askeri güç oluşturmak içinde yoğun çabalar harcıyordu. Çin Maliye Bakanı 06 Mart 2004 tarihinde Halk Kongresi’ne yaptığı açıklamada, Çin’in 2004 yılına ait Çin askeri bütçesinin % 11.6 oranında önemli ölçüde arttırıldığını ve bu artışın Çin ordusunu savaş hazırlık düzeyine yükselteceğini belirtmişti. Çin’in askeri bütçesi resmi rakamlara göre yılda yirmi beş milyar Dolardı. Aslında bu çapta bir bütçe ile küresel çapta bir Silahlı Kuvvetler oluşturmak mümkün değildi. En az bunun iki-üç katı bir bütçe ile Çin komşuları ve diğer dünya ülkeleri için gerçek bir tehdit olarak algılanabilirdi. Çok uzun bir süre demode silahlar ve bu silahların kullanılmasına uygun stratejilerle eğitilen Çin Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesi ve küresel boyutlarda güçlenmesi paradan çok zamana bağlıydı. Modern silahlarla birlikte gelen savaş teknolojilerine uyum ve bunun bir çatışmada başarıyla kullanılması, yani modern silahlar ve teknolojilerle savaşma kabiliyetine ulaşılması da belirli bir zamana istiyordu. Bu zamanın ise bugünkü görünümü ile en az yirmi yıl alacağı değerlendiriliyordu. Fakat Güneydoğu Asya ülkelerinin ve bilhassa sınır komşularının Çin’in bu askeri güçlenmesinden tedirgin olduklarını söylemek mümkündü. Bu tedirginlik ve rahatsızlık bu ülkelerin Çin’e karşı hazırlıklı olmalarını, yani savunma harcamalarını arttırmalarına yol açıyordu. Bu harcamalar ise en çok uluslararası silah tüccarlarının içine yarıyordu. İkinci Cihan Harbini müteakip 1950’lerde patlayıp ülkenin ikiye ayrılması ile başlayan Kore Harbi ile yıkılan bölge bilahare Vietnam Harbi ile yirmi yıldan fazla bir süre kan gölüne döndü. İnsanlık burada yaşanan büyük bir vahşetin tanığı oldu. Son yirmi yıldır ise münferit bazı olayların dışında çok sakin bir süreç yaşayan bölge yakın gelecekte yeni olaylara ve sıcak çatışmalara gebe görünmekteydi. Küresel silah tüccarlarının bu gidişattan pek memnun olması gerekirdi. Çünkü Çin’in gücündeki en küçük artışın bu ülkenin yakın komşuları için silah alımına yol açacağı gerçeği ortadaydı. Küresel tüccarlar Çin’in komşularında silah sistemleri üretimi olmadığını bildiklerinden muhtemel silah ihtiyaçları için kendilerine başvuracaklarını değerlendirip hazırlıklarını buna göre yapıyordu. Çin’in komşuları tarafından tehdit olarak algılanmasının ilk örnekleri görülmeye başlamıştı. Burada en rahatsız olan ülke Tayvan’dı. Çin, Tayvan’ı kendisinden kopmuş ve gerekirse zor kullanılarak yeniden birleştirilebilecek bir eyalet olarak görmekteydi. 20 Mart 2004 tarihinde Tayvan’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılması ve Tayvan Cumhurbaşkanının, Çin tehdidi karşısında, Tayvan’ın savunma gücünü artırıp artırmaması konusunda bu ay halk oylamasına gideceği beklentileri basın yayın organlarına açıkça dile getiriliyordu. Tayvan’da yapılacak bu ilk halkoylamasının, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle eş zamanlı yapılacak olması ve ABD ile Çin’in Tayvan tutumu gibi konulara açıklık kazandıracağı için uluslar arası basında ilgiyle izlenmekteydi. 500’e yakın Çin füzesinin Tayvan’ı hedef almış durumda olduğu ve bu sayının her altı günde bir adet artırıldığı belirtilmekteydi. Tayvan Cumhurbaşkanı halkoylamasında verilecek yanıtın, Tayvan halkının Çin saldırganlığı karşısında kararlı olacağı mesajını güçlü bir şekilde dış dünyaya ileteceğini vurgulanıyordu. Bugün Tayvan’a en fazla silah sağlayan ülke ABD’deydi. Çin’in artan silahlanmasının, yakında dengeyi Pekin’in lehine çevirebileceği inancında olan ABD’nin Tayvan’ın savunma alanında daha fazla harcama yapmasından yana olduğu da biliniyordu. Bölgede rahatsız olan ülke sadece Tayvan değildi. ABD işgal ordularının bulunduğu Japonya ve Kore yanında diğer bölge devi Hindistan ile birlikte Rusya Federasyonu da Çini dikkatle izliyordu. Şimdilik sadece Pakistan ile sorunları olan ve görünüşte iyi gittiği anlaşılan ÇinHindistan ilişkilerinin Çin’in güçlenmesi oranında giderek gerginleşeceğini şimdiden söylenebilirdi. Çin savunma bütçesindeki küçük bir artışın dahi dünya konjonktürünü ve küresel gelişmeleri takip eden uzmanların yakın ilgisini çekmesi boşuna değildi. Yıllarca afyon ile uyutulan ve kendi sorunları ile baş başa bırakılarak dünyadan tecrit edilen Çin artık eski ataletini atmıştı. Tam olarak uyanmamıştı. Ama gözlerini açmıştı. Kalkınan ve güçlenen ekonomisi ile çok kısa bir sürede bütün dünya ekonomilerinin korkulu rüyası haline gelen Çin’in bu gelişmesine karşı ülkelerin şiddetle tedbir alma yoluna gittikleri ve ekonomik tedbirlerle baş edemeyince sonunda çözüm arayışlarının silahlı bir müdahaleye kadar uzanabileceği her zaman mümkündü. İşte bu gerçekten hareketle Çin önce kendini korumak için, bilahare giderek dünya gücü olmanın gerektirdiği bir savunma sistemi oluşturma yoluna gidecekti. Bu kaçınılmazdı. Dikkatle takip edilmesi gerekiyordu. Dış politikada bölgesel güçler ile ticari ve siyasi ilişkilerini daha da geliştiren Çin geleneksel içe dönük politikasını terk etmişti. Uyguladığı yeni ve çok yönlü dış politika stratejisi ile giderek dünyada söz sahibi olmaya başlamıştı. Bugünün Çin’inde Mao’nun tek fikirli, tek öğretili ve tek giyimli sadece siyaset üreten kalabalıklarının yerini alan üretici Çinliler dünyanın korkulu rüyası olmuşlardı. Çin’in en yüksek yürütme organı olan Çin Ulusal Halk Meclisi’nin yıllık olağan Genel Kurulu 5 Mart 2004’de Pekin’de yapılmıştı. 15 Marta kadar süren toplantıda Merkezi Hükümet, Yüksek Halk Mahkemesi, Yüksek Halk Savcılığı ve Ulusal Halk Meclisi Daimi Komitesi’nin yıllık çalışma raporları incelenip oylandı. Ayrıca halkın büyük dikkatle takip ettiği “ Özel Mülkiyetin Korunması” ile ilgili anayasa değişikliği de bu toplantıda oylanıp kabul edildi. İki bin dokuz yüz kadar halk temsilcisinin katıldığı Çin Ulusal Halk Meclisi’nin toplantılarının açılışına Cumhurbaşkanı, Merkezi Askeri Komisyonu Başkanı, ÇUHM Daimi Komitesi Başkanı, ve Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı Ulusal Komitesi Başkanı katılarak toplantıların önemini vurgulamışlardı. Başbakan Wen Jiabao, açılış töreninde yaptığı konuşmada; hükümetin faal mali politika ve sağlıklı para politikasını aksatmadan uygulamaya devam edeceğini vurgulamıştı. Kalkınmanın köy ve şehirlerde ayni olmadığına dikkat çekmiş ve iki kesim arasındaki büyük gelir farklarının devam ettiğini vurgulamıştı. Hükümetin önümüzdeki yıl içindeki hizmet ağırlığını kırsal kesimin sorunlarını çözmeye yönelik olacağını bildirmişti. Başbakan Wen; ekonominin 2005’de biraz yavaşlayarak 2004’deki 9.1 seviyesinden yüzde 7’lere düşeceğini ifade etmişti. Bu düşüşün çok hızlı büyümenin toplumun sosyal katmanları arasında büyük uçurumlar yarattığı ve kırsal kesimin bu gelişmeye ayak uyduramamasından kaynaklandığı değerlendirilmekteydi. Ülkesinde Kişi Başına Düşen Milli Gelirin bin doları geçtiğini kaydeden Wen, ülkenin mali gücünün yükseldiğini ve dış ticaretin bir önceki yıla göre yüzde 37.1 artarak 851 milyar doları bulduğunu ifade etmişti. Wen Jiabao; bu yıl enflasyonun önüne geçmek için fabrikalara yatırımların kısılacağını ve kaynakların kırsal kesime yöneltileceğini, 800 milyon kişinin yaşadığı kırsal kesimde vergilerin düşürüleceğini ve çiftçilerin desteklenmesine hız verileceğini, izlemekte oldukları bağımsız ve barışçı dış politikanın aynen devam edeceğini bildirmişti. Başbakanın açıklamalarından çıkan sonuç şuydu. Kalkınma hızı yavaşlatılmıştı. Kalkınmanın yükünü taşıyan şehirlerin bundan aldığı pay ile ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan kırsal kesim arasındaki dengesizliğin kaldırılmasına çalışılacak ve bu şekilde meydana gelmesi muhtemel sosyal patlamaların önüne geçilecekti. Hızlı kalkınma ile ortalama milli gelirde fert başına düşen pay arttıkça yeni zenginler ortaya çıkmaya başlamıştı. Düne kadar sadece boğaz tokluğuna çalışmayı düşünen Çinliler şimdi özel mülkiyet sahibi olma isteklerini yasal yollarla gerçekleştirmek istiyordu. Bu komünist düzenden kapitalist sisteme geçişin önemli ayaklarından biriydi. Nitekim Anayasa değişikliği ile bu husus düzene konulacaktı. Yapılacak anayasa değişikliği Çin’in sosyal ve kültürel hayatında yeni gelişmelerin ve modern çağın gereklerine açılışın işaretlerini veriyordu. Önümüzdeki yıllarda Çin’de büyük sosyal hareketlerin olacağını şimdiden söyleyebilirdi. Şu anda batı dünyasının bütün ekonomik forumlarında konuşulan tek konu vardı. O’ da Çin’in önlenemeyen ekonomik gelişmesinin nasıl kontrol altına alınacağı. Ekonomi düşünürlerini bu konu çok meşgul etmekteydi. Bunlar çare araya dursunlar, Çin dünyanın en büyük ekonomisine sahip olma yolunda hiçbir engel tanımadan ilerliyordu. İstanbul’daki tekstil atölyelerinde 5 milyon liraya maliyeti olan pijama 6 milyona alıcı beklerken, yan tezgahta Çin malı ayni pijama 1 Milyondan satılmaktaydı. Bunun önlemi basit polisiye tedbirler değildi. Bunun sebepleri çok dikkatli ve bilimsel olarak ortaya konulmadığı takdirde 1 Milyona satılan aynı malı 6 milyon liraya almaya vatandaşlarımızı hiç kimse zorlayamazdı. O halde ne olacaktı? İşte bunun cevabını da siyasilerimiz ile ekonomi bürokratlarımız birlikte bulacaktı. Fakat bunun çaresini sadece bizim bulmamız da yeterli olmayacaktı. Bölgesel ve dünya çapında örgütlerle işbirliği yapılarak bunun çaresi aranmalıydı. Çünkü tehdit aynıydı. Burada önemli bir gerçeği daha vurgulamak istiyorum. Çin belki yavaş ama çok planlı ve programlı bir kalkınma stratejisi uygulamaktaydı. 1,5 milyara varan bir nüfusu harekete geçirmek ve bu kitle üzerinde bazı politikaları süratle uygulamak kolay değildi. Binlerce yıllık köklü geçmişe sahip ve son yıllarda içine kapalı bir politika izlemiş bir milletin yeni teknolojilere ve sistemlere ayak uydurması da kolay değildi. Buna rağmen dışarıdan gözlemlerle Çin’in uyguladığı ekonomi politikaların çok akılcı, planlı bir dışa açılma ve serbestleşme stratejisi izlediği görülüyordu. Nitekim Güneydoğu Asya krizi çıktığında bölgede Çin'in tüm rakipleri devalüasyon yapmışlardı. IMF yönetimi Çin’e de bu yönde öneride bulunmuştu. Ancak Çin direnmişti. Sonunda IMF yanıldığını kabul etmiş ve Çin haklı çıkmıştı. Şimdi Çin giderek daha zengin bir ülke haline geliyordu. Nüfusunun kalabalık olması milli gelirini 1000 dolar civarında göstermesine rağmen ticari hacmi hiçte küçük değildi. Bu nüfusu en kalabalık ülke yakaladığı üretim kapasitesi ve şimdiden ele geçirdiği dünya pazarları ile tedbir alınmadığı takdirde dev bir ülke olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Fakat Çin siyasi otoritesi aceleci değildi. Siyasi otorite ayaklarını yere sağlam basmak için temkinli davranıyordu. Bunda da haklıydı. Çünkü dünyayı yerinden salladıklarının ve kendilerine karşı tedbir alınmak üzere çalışıldığının farkındaydılar. Afganistan operasyonu öncesinde bölgede hakim ve etkili güç olma özelliği taşıyan Rusya Federasyonu, 11 Eylül’den sonra bölgede “tek etkin güç olma” konumunu kaybetmeye başlamıştı. Nitekim, “uluslararası terörizmle savaş” bölge ülkelerine başta ABD olmak üzere Batı ile daha önce kurulamayan seviyede ilişkiler kurma fırsatı vermişti. Jeopolitik ve jeo-ekonomik değeri son derece yüksek olan bölgede, etkin olma fırsatı yakalayan bölgesel güçler için bu yeni bir yarışın başlangıcı anlamını taşıyordu. Rusya Federasyonu, ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin başını çektiği bu yarışta, bölge ülkeleri üzerinde iki tür etkinlik sağlama girişimi göze çarpmaktaydı. Bu yarışın ilk etabı, bölgesel veya uluslararası örgütlenmeler çerçevesinde sürerken, diğer etabını ise bölgesel güçler ve bölge devletleri arasında kurulan ikili ilişkiler oluşturuyordu. Gerek Şanghay İşbirliği Örgütü gerekse Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü aracılığı ile Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin oluşturduğu çekim merkezi, ABD’nin bölgeye “sızmasını” engelleyemezken, bölge devletleri ile ilişkilerin belirli bir seviyede tutulmasına hatta bazı alanlarda gelişmesine katkı sağlamıştı. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında oluşturulan bu çekim merkezi son dönemde dikkat çekici boyutlara ulaşmıştı. RusyaÇin ortaklığının, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde Türkistan bölgesinde bir politik ve askeri blok oluşturdukları söylenebilirdi. Bu bakımdan 2001 yılında imzalanan “İyi Komşuluk İlişkileri, Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” ise hem zamanlaması açısından hem de yarım yüzyıldır iki ülke arasında örneği görülmemiş bir anlaşma olması bakımından önem arz ediyordu. Bölge ülkeleri ile ikili ilişkilerin geliştirilmesi konusunda da özellikle Afganistan operasyonunun yarattığı ilk şok dalgasının ardından Rusya Federasyonu’nun “mevcutları koruma ve iyileştirme yönünde politika geliştirme” konusunda başarı sağladığı söylenebilirdi. Bu konuda en çetin mücadele ilk etapta Özbekistan üzerinde yoğunlaşmıştı. Afganistan operasyonu sırasında ABD ve koalisyon güçlerine bir askeri üs sağlayarak destek veren Taşkent, Washington ile “stratejik ortaklık anlaşması” imzalayarak yüzünü tamamen Batıya dönmek niyetini açıkça ortaya koymuştu. Ancak Washington tarafından, bölge ülkelerine karşı insan hakları ve demokrasi konularında yapılan eleştirilerin sembolik yaptırımlara dönüşmesi yine ilk başta Taşkent Yönetimini tedirgin etmiş ve Washington ile ilişkilerin yalnızca askeri ve ekonomik alanlarla sınırlı olamayacağını, “topyekün bir değişim baskısının” sinyallerini verdiğinin farkına varmıştı. Zira, ABD Hükümeti, doğrudan desteklemese bile onun doğrudan veya dolaylı kontrolünde olan NGO’ların “Özbekistan demokrasisinin geliştirilmesi” yönünde çalışmalara başlaması, Kerimov rejimine, aslında tehlikenin çokta uzakta olmadığını hatırlatmıştı. Bu sebeple, Taşkent’in aynı hızla Rusya Federasyonu’na dönüşü bu noktadan bakıldığında şaşırtıcı bir gelişme olmamıştı. Geri dönüşü bir “stratejik ortaklık” anlaşması ile de taçlandıran Özbekistan’ın, diğer Türkistan Cumhuriyetleri için önemli bir emsal olduğu söylenebilirdi. Diğer taraftan bölge ülkeleri ile ikili ilişkilerin geliştirilmesinde “askeri üsler” de önemli bir alt başlığı oluşturmaktaydı. ABD’nin Afganistan operasyonu nedeni ile Özbekistan’da ve Kırgızistan’da elde ettiği üslere karşılık, Moskova’nın Kırgızistan’da Kant askeri üssünü açması ve ardından da çok kısa bir süre önce Rus sınır koruma birliklerinin ülkeyi terk etmesi tartışmalarının yaşandığı Tacikistan’da da bir askeri üs açması Moskova lehine yaşanan gelişmeler olarak kaydedilmişti. Son dönemde bu mevzi mücadelesinin en önemli ülkesi Kazakistan olarak değerlendirilmekteydi. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ile sınır komşusu olan Kazakistan, aynı zamanda bölgede oluşan yeni bir “üçgenin” vazgeçilmez parçası olarak karşımıza çıkıyordu. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında hem rekabet hem de işbirliği alanı olarak mütalaa edilen Kazakistan’a bu özelliği bu üç ülke arasında yaşanan enerji işbirliği veya rekabeti kazandırmaktaydı. Türkistan’ın en önemli petrol ve doğal gaz üreticilerinden birisi olan Kazakistan’ın Hazar Denizi sektörüne ilişkin, Moskova’nın ilgisi açık şekilde ifade ediliyordu. Ancak üçgenin diğer köşesi olan Pekin’in, Kazakistan Rusya aracılığı söz konusu olmadan ilişki kurma girişimleri, bölge enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda monopol olma yönünde ilerleyen Moskova tarafında rahatsızlık yaratmıştı. Bu nedenle Kazakistan ve Çin arasında bir enerji köprüsünün inşa edilmesine ilişkin karar Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in 17 Mayıs 2004 tarihinde Çin’e gerçekleştirdiği resmi ziyareti sırasında verilen karardan sonra Moskova’nın bu hatta katılma isteği sıkça dile getirilmişti. 997,5 km uzunluğundaki boru hattının 2005 içinde faaliyete geçmesi planlanıyordu. Projenin toplam maliyeti 3 milyar Dolar olarak açıklanmıştı. Yüksek maliyete rağmen, Aktau-Alashankou hattı bu açıdan Bakü-Tiflis-Ceyhan’ın 3.7 milyar Dolarlık maliyeti ile karşılaştırılıyordu. Aktau-Alashankou hattının sadece bir sınır geçecek olması da artı bir özellik olarak değerlendirilmekteydi. Maliyeti, taşıma kapasitesi bir tarafa bu boru hattının önemi daha çok sembolik olarak görülebilirdi. Bu üçlü arasındaki enerji rekabetin tek yönlü değerlendirmek mümkün görünmemekteydi. Nitekim Rusya ve Çin’in Kazakistan mücadelesine ek olarak, çok önemli bir pazar olan Çin’e enerji ihracatı Rusya ve Kazakistan’ı da potansiyel rakipler haline getiriyordu. Enerji ihtiyacının yaklaşık %60’ını Ortadoğu’dan sağlayan Pekin, Irak’ın işgalinin ardından enerji kaynaklarını çeşitlendirme politikasını daha açık ifade etmeye başlamıştı. Ülkede enerji ihtiyacının 2003 yılında %31 yükselerek 91 milyon tona ulaştığı göz önünde tutulursa, bu politikada gelecekte talep baskısının da etkili olduğu ifade edilebilirdi. Bu kapsamda, önemli enerji rezervlerine sahip olan Kazakistan ile işbirliği Çin enerji politikasının ana maddelerinden birisi halini almıştı. Fakat Rusya Federasyonu’nun Kazakistan ile kıyaslandığında taşıma konusunda avantajı açık şekilde ortaya çıkıyordu. Her geçen gün enerji ihtiyacı artan Çin ekonomisi, günde 4.3 milyon varil petrole ihtiyaç duymaktaydı. Halen Kazakistan, Çin sınırına demiryolu aracılığı ile 95.000 varil petrol taşınıyordu. Bu açıdan bakıldığında Çin için bir boru hattının inşa edilmesi daha ekonomik görünüyordu. Nitekim son dönemde Çin-Kazakistan arasında inşası halen devam eden boru hattının bitirilmesi durumunda yıllık 25 milyon varilin taşınması daha kolay ve ucuza mal edilmiş olacak ve ileride kapasitenin arttırılması da söz konusu olabilecekti. Rusya Federasyonu’nun Sibirya üzerinden Çin’e daha kolay yollarla enerji ulaştırma imkanı varken, Pekin’in Kazakistan’a artan ilgisini sadece enerjiye bağlamak eksik bir değerlendirme olacaktı. Bu nedenle Çin’in attığı adımın stratejik bir hamle olduğunu düşünmek gerekiyordu. Bunun en önemli nedeni Çin’in “konjonktürel ortağı” olan Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak olsa da Çin’in Kazakistan gibi Orta Asya’nın çok önemli bir ülkesinde siyasal etkiye zemin hazırlama niyeti de gözden kaçırılmamalıydı. Ancak Rusya’nın inşa edeceği petrol boru hattının Çin’i bypass etmesi ve Angarsk- Nahodka hattına öncelik vermesi Çin’i hayal kırıklığına uğratırken, Kazakistan’ı Pekin gözünde daha da önemli bir “ortak” konumuna getirmişti. Çin ve Kazakistan arasındaki enerji işbirliği Kazakistan açısından da büyük önem taşıyordu. Şöyle ki, Astana yönetiminin Çin ile enerji işbirliğinde istekli olmasının en önemli sebebi, Kazakistan’ın enerji kaynaklarını ihraç edebilmesi için Rus boru hattı sistemlerine duyduğu bağımlılığı bu sayede küçük de olsa kırabilme ihtimaliydi. Astana açısından ikinci önemli sebep ise bu durumun Kazakistan ekonomisinin her geçen gün Rus petrol ve doğalgaz ihracatına bağımlı hale getirmesi ve kilitlenme tehlikesi ile karşı karşıya kalması tehlikesine karşı ufak bir önlem olarak kullanılabilme ihtimaliydi. Diğer taraftan Çin ile kurulan ve geliştirilmesi planlanan bu ilişki, Türkistan kaynaklı tüm enerji nakil hatları üzerinde etkili olmak isteyen Rusya’nın bir nebze frenlenmesi açısından Kazakistan için önem taşıyordu. Müşteri çeşitlendirmesinin Türkistan enerji ihracatçıları için önemi her geçen gün artarken, Kazakistan’ın Çin ile işbirliğini ayrıca dikkat çekiciydi. Kazak enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılmasında hissedilen Rus üstünlüğü, Kazakistan’ın Moskova’ya olan bağımlılığını her geçen gün artırıyordu. Kazakistan petrol ve doğal gazının %70’ini Rusya’ya satmaktaydı. Bir kara ülkesi olan Kazakistan için enerji ihraç hatlarının çeşitlendirilmesi hayati öneme haizdi. Çin’e açılan bu kapı, Kazakistan’ın Rusya Federasyonuna olan ekonomik bağımlılığını az da olsa dengelemesi açısından anlamlı olarak değerlendirilebilirdi. Bu hattın bir diğer önemi de başarı ile uygulanması durumunda, Kazakistan-Çin petrol boru hattı Kazak petrolünün Batı pazarlarına veya başka rotalara ulaştırılması ve böylelikle ihraç rotalarının çeşitlendirilmesi açısından gelecekte ortaya çıkabilecek projelere model olarak algılanmasıydı. Kazakistan-Çin enerji işbirliğinin Türkiye açısından bazı sakıncalarının ortaya çıkacağı muhakkaktı. Nitekim 2005 yılı sonlarına doğru işletime açılması planlanan BTC’nin daha verimli çalışması için, Azeri petrolünün yanı sıra Kazakistan’ın da Aktau sahasından projeye katılması gündeme gelmişti. Çin’e uzanan boru hattının da sahadan beslendiği düşünülecek olursa, Astana’nın her geçen gün artan enerji üretimine rağmen BTC’ye olan ilgisinin azalması muhtemeldi. Diğer taraftan, amaç her ne kadar müşteri çeşitlendirmesi olsa da, BTC ile karşılaştırıldığında çok daha “güvenli” olan Çin hattı, Kazakistan açısından Pekin-Moskova dengesini sağlaması bakımından önemli bir adım olarak değerlendirilmekteydi. Gökçen Ekici’nin Türkistan’da Mevzi Savaşları ve Enerji başlıklı TÜRKSAM’da yer alan makalesi, Çin tehditinin Bakü-Ceyhan’a Kazak petrolü vermesinin imkansızlaşacağını özetlemesi bakımından kaydadeğerdi: ( 62) ABD’nin ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi bugün olmasa bile yakın gelecekte kendisine en büyük engel olarak karşısına çıkacak olan Çin’i de hedef almaktaydı. ABD’nin kontrol edeceği Büyük Ortadoğu da Çin’in ihtiyacı olan Petrol vardı. Ayrıca bu proje ile kontrol altına alınan bölgeler Çin’in büyüyen nüfusunun hayat sahası olan bölgeleri de kapsayarak Çin’in batı ve kuzeye karşı genişlemesine mani olmaktaydı. Bu yüzden Çin hükümeti ile Çin Ulusal Halk Meclisi’ de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili gelişmeleri ve bu plana karşı bölge ülkelerinin tutumlarını yakından izliyordu. Bu çok doğaldı. İzlenen ülkelerden biride projede önemli görevler verilen Türkiye’ydi. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Uluslar arası İlişkiler Bakanı Wang Jiarui başkanlığındaki Çin Komünist Partisi Heyeti, AK Partinin davetlisi olarak 710 Mart 2004 tarihlerinde Türkiye’ye bir ziyarette bulunmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Meclis Başkanı Bülent Arınç ile görüşülmüştü. 8 Martta AK Parti Genel Merkezi ziyaret edilmişti. Çin Komünist Partisi, AKP’ yi Eylül ayında yapacakları Asya Ülkeleri Partileri Kongresi’ne davet etmişti. Basına bu görüşmelerin içeriği hakkında bilgi verilmemişti. Bununla beraber günümüzün güncel konusu olan Büyük Ortadoğu Projesi hakkında fikir alışverişinde bulunulduğu değerlendirilmekteydi. Çin’in gelişmesindeki en büyük etken artan yatırım faaliyetleriydi. Son on yıldaki yatırımlar milli gelirin yüzde 37'sine kadar ulaşmıştı. 2003 yılında ise bu oran yüzde 42’ye çıkmıştı. Yatırımlar için kaynağın önemli bir kısmı halkın tasarrufları ile elde ediliyordu. Çin halkının geleneksel milli karakteri ve yetişme tarzı tüketime değil, tasarrufa yönelik olduğundan milli gelirin yüzde 43'ü kadar halk tasarrufu sağlanabiliyordu. Çin’in ulaştığı yatırım seviyesi gelişmiş ülkelerle ise karşılaştırılmayacak düzeyde olmasına rağmen gelişmekte olan Asya ülkeleri ortalamasının çok üstünde olduğu görülüyordu. 1990’larda Çin'de kişi başına gelir 300 Dolar civarında iken şimdi 1000 Dolara ulaşmıştı. Yani halk on yıl öncesine göre üç kat daha zenginleşmişti. Bu hızlı zenginlik ülkenin her tarafına ve toplumun değişik kesimlerine aynen yansımamıştı. Bölgeler arası büyük adaletsizlikler meydana gelmişti. Bölgeler arası bu tür farkların yaşanması çok hızlı bir şekilde kapitalist sisteme geçişin doğal sonuçlarıydı. Sosyal adaleti ön plana çıkaran gerçekçi politikalarla bu durumu düzeltmek mümkündü. Yalnız bunun zamana ihtiyacı vardı. Çin’in baş döndürücü bir hızla dışa açılan ekonomisinin rakamları şaşırtıcıydı. Son on yılda dünya dış ticareti ortalama yüzde 6 büyürken, Çin'in ihracatı yüzde 32 oranında büyümüştü. İthalatı ise yüzde 18 artmıştı. Bu şekilde daha on yıl önce 162 milyar dolar olan dış ticaret hacmi bugün 800 milyar doları aşmıştı. Bugün sadece Çin'in ihracatı dünya ticaretinin yüzde 5'ini oluşturmaktaydı. İhracat ithalatı karşıladıktan sonra 40 Milyar Dolar fazlalık veriyordu. Türkiye’nin 25 Milyar dolar açık veren dış ticaret hacmi ile mukayese edildiğinde bu rakamların Çin için çok büyük bir kazanım olduğu görülürdü. Çin'in dış ticareti yapısal olarak da değişiklik göstermişti. Japonya dışında komşularıyla ticareti hızla azalmaktaydı. Ticaret hacmi gelişmiş ülkeler ile artıyordu. Bugün Japonya ithalatının % 19 unu, AB Ülkeleri %7’sini, ABD ise % 11’ini Çin’den karşılıyordu. Başlangıçta küçük imalat sanayii sektörü malları ile ihracat giderek sanayiinin her dalına yayılmaktaydı. Çin'in mevcut ekonomik ve sosyal sistemleri bu hızlı gelişmeye ayak uydurmakta zorlanıyordu. Ciddi reformlara ve radikal tedbirlere ihtiyacı vardı. Bankacılık ve Finans Sektörü başta olmak üzere eski teknolojileri kullanan Kamu İktisadi Kuruluşların verimsiz yapıları, sosyal güvenlik sisteminki adaletsiz yapılanma ile gelir dağılımında çarpıklıklar bir türlü giderilememekte ve hızlı kalkınmanın önünde frenleyici rol oynamaktaydı. Bankacılık sistemi bir türlü tahsil edemediği batık krediler yüzünden güvenirliğini kaybetmişti. 2003 yılında kurulan Bankacılık Düzenleme Komisyonu'nun ise daha teşkilatlanmasını bile tamamlayamamıştı. Çin'de komünist sistemden kalma KİT'ler çok verimsiz çalışıyordu. Aldığı yüksek kredilerle bankaları ve dolayısıyla devleti zora sokarak devamlı ziyan eden bu hantal kuruluşlardan bir kısmı kapatılmış bir kısmı özelleştirilmişti. Sorunun çözülmesi için el atılmasını bekleyen üç bine yakın kuruluşun olduğu belirtiliyordu. Ekonomide verimliliği sağlayan adımlar atıldıkça ortaya işsizlik ve sosyal güvenlik sorunları çıkmıştı. İşte hızla büyüyen ve kapitalistleşen dünya devi Çin şimdi de sosyal sorunlarını çözme planları yapıyordu. Ancak ekonomi büyümekteydi. Elde ticaret fazlası yeterli sermaye vardı. Büyüyen ve para kazanan ekonomilerde sosyal sorunların çözümü de kolay oluyordu. Başaracaklarına şüphe yoktu. Sonuç olarak son on yılda çok hızlı koşarak mesafeyi açan Çin çabuk yorulmuş gibi görülüyordu. Bir yandan ekonomisini güçlendirirken bir yandan hızlı büyümenin meydana getirdiği sosyal ve yapısal sorunları gidermeye çalışıyordu. Bir yandan dünya ticaretini yönlendirirken diğer yandan bölgesel güç olma yolunda önemli organizasyonlara da ev sahipliği yapmaktaydı. Bütün bunların bir arada sağlıklı yürümesi çok zordu. Ama bir gerçek var ki yavaş ve sorunlu da olsa Çin yeniden doğuyordu. Kısa değil, ama orta vade planlamacıları yapacakları planlarında Çin’i mutlaka dikkate almak zorundaydı. ABD ve Avrupa Birliğinin ardından dünyanın en önemli üçüncü ekonomik gücünü oluşturan Çin ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında bölgeselleşme süreci giderek hız kazanmıştı. Son yirmi yıl içerisinde bölgede kurulan siyasi ve ekonomik örgütlere sıradan bir katılımcı olarak iştirak ederek gözlemcilikten başka faaliyeti izlenmeyen Çin artık bu işlevini değiştirmişti. Bölgesinde ve dünyada siyasi ve ekonomik ağırlığını yeniden hissettirmek ve belirlediği stratejik hedeflere ulaşabilmek amacıyla kendi liderliğinde önemli siyasi girişimlerde bulunuyordu. Bu girişimlerden biri de Çin'in Boao şehrinde oluşturulan BOAO Asya Forumu’ ydu. BAF; Çin, Güney Kore, Moğolistan, Malezya, Filipinler, Japonya, Singapur, Endonezya, Tayland, Bruney, Vietnam, Nepal, Sri Lanka, Kamboçya, Laos, Hindistan, Pakistan, Nepal, Birmanya, İran, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Avustralya'dan oluşmaktaydı. Forumun sekreterlik hizmetlerini Çin'in üstlenmişti. Avustralya'yı da içine almasına rağmen tam anlamıyla bir Asya Örgütü niteliğindeki BAF'ın kuruluş amacı;" Globalleşme süreci içinde Asya ülkelerinin ekonomik ve toplumsal problemlerini müzakere etmek ve Asya ülkelerinin birbirleri ile olan ticaretini, karşılıklı yatırım ve teknoloji transferini ilerletmek ve nihayet ülkeler arası işbirliğini güçlendirmek" olarak açıklanmıştı. BOAO Asya Forumu; aynı zamanda " Asya Araştırma Merkezi" gibi bir strajejik düşünce kuruluşu olma görevini de üstlenmişti. Bu merkezin;" ülkelerin gerçekçi stratejik tercihlerini yaptıktan sonra yeni fırsat ve risklere karşı önlem alabilecekleri, ekonomik sorunların teşhisini ve ekonomiyi yönetme kabiliyetini arttırmak suretiyle her türlü ekonomik çalkantıya hazır olabilecekleri, ekonomik kalkınmanın getirdiği risk ve fırsatlara yönelik ön raporların hazırlanmasında önemli işlevleri olduğu" bilinmekteydi. Çin'in tarihi ve siyasi misyonuna uygun olarak önayak olduğu ve gerçekleşmesi için büyük çabalar harcadığı BOAO Asya Forumu'na katılan ülkelerin üzerinde anlaştıkları ortak fikir şu şekildeydi; “ASYA ülkelerinin dünyanın ekonomik küreselleşme sürecinin dışında kalmalarına karşı önlemler alınması için, bölgenin çıkarlarının korunması ve birbirlerine destek verilmesi gereklidir. Geleceğe yönelik büyük ve güçlü Asya’nın yaratılması için birlikte çaba harcanacaktır." Yukarıda belirtilen “ Büyük ve Güçlü Asya” tam olarak oluşturulabildiği takdirde dünya hakimiyetine oynayan ABD, AB, ve Rusya’ nın önündeki en büyük engel olacaktı. Dünya nüfusunun çoğunu oluşturan ve her türlü hammadde kaynaklarına sahip, eski ve köklü bir kültürü olan milletlerin kurduğu bu birlikteliğin, 21 nci yüzyılın gündemini belirleyeceği kesindi. Çin mevcut potansiyeli ile bu ülkeleri bir arada tutabilecek bir konumdaydı. 40 yıldır kendilerinin bir Hıristiyan Kulübü olduğunu ve aralarında Müslüman bir ülkeye yer olmadığını açıkça yetkili ağızlarından beyan eden Avrupa Birliği kapılarında oyalanan Türkiye'nin bu oluşumda da yeri olmadığı görülüyordu. Ata'ları Asya’dan gelen ve topraklarının % 90 'ı halen Asya'da bulunan, bu büyük oluşum ile Avrupa arasında köprü durumunda yer alan Türküye' nin Dışişleri teşkilatı böyle bir oluşumu görmemişti. Türkiye olarak; gelişmişlik trendinin bundan sonraki sahasının Asya ve oyuncularının da Asya ülkeleri olacağı, buradaki en büyük ve yönlendirici rolün ise Çin Halk Cumhuriyeti tarafından oynanacağı gerçeği daima hatırda tutularak buna uygun politikalar üretmemiz gerekmekteydi. Günümüzde Çin ile Türkiye’nin arasında acil çözüm gerektiren çok önemli bir Doğu Türkistan Türkleri sorunu vardı. Çin’de binlerce yıldır Doğu Türkistan olarak bilinen ve adı Mao döneminde Şin Jiang olarak değiştirilen Uygur Özerk Bölgesi’nde (1.828.418 kilometrekare büyüklüğü ile Çin topraklarının 1/6’sını oluşturmaktadır.) Yaklaşık 30 milyon Türk (çoğunluğu Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar vb.) yaşıyordu. Petrol, doğalgaz, uranyum gibi stratejik zengin maden rezervlerine sahip olan Doğu Türkistan Türkleri, Mao döneminde inanılmaz baskılara uğramışlardı. Asimilasyonu hedefleyen Çin’in azınlık politikası sonucu binlerce aydını idam edilen, cahil ve geri bırakılan, Çin Halkına tanınan temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılan Doğu Türkistan Türkleri, bunca baskının üstüne Çin Hükümeti’nin nükleer silah denemelerine hiçbir bilimsel koruma önlemi alınmaksızın doğrudan maruz kalmışlardı. Mao Che Tung sonrasında yeni yönetime devredilen asimilasyon politikalarına uygun olarak Doğu Türkistanlı soydaşlarımıza karşı yürütülen baskılar, uygar dünyanın gözleri önünde günümüzde bütün şiddeti ile devam ediyordu. Türkiye; 30 milyonluk soydaş kitlesine sahip çıkamamış ve onlara baskı uygulayan Çin Hükümeti’nin taleplerine boyun eğmeyi, kişilikli politika olarak benimsemişti. Bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekiyordu. Çin Yönetimi için Türkiye; Avrupa Topluluğu ülkelerine sıçrama tahtasıydı ve geniş imkanlara sahip cazip bir pazardı. Türkiye’nin dış ilişkilerinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin çok özel bir yeri olmalıydı. İkili ilişkiler her alanda sağlam temeller üzerine oturtulmalı, karşılıklı menfaatlerimiz iyi tespit edilmeli ve sonuna kadar korunmalıydı. Çin önderliğinde ve kontrolünde oluşturulacak Asya Birliği‘nin AB’ye rakip olabilecek önemli bir güç olduğu açıkça görünmesine, bütün Türk Cumhuriyetleri’ni de bünyesine almasına rağmen bu toplulukla ilişkilerin kurulmamasını anlamak mümkün değildi. Oysa Türkiye, kendisine etkili olabilecek bütün oluşumları yakından takip etmeli ve gerekirse bizzat içinde ve yönetim kademesinde yer alarak bu kuruluşları kendi milli menfaatleri doğrultusunda yönlendirebilmeliydi. Bunu yapacak potansiyelimiz vardı. Coğrafyamız ve tarihi misyonumuz bize bunu dikte ettirmekteydi. KIRGIZISTAN’DA LALE DEVRİMİ Gürcistan ve Ukrayna’dan sonra, ‘sivil darbe’ ya da ‘kadife devrim’ lale devrimi benzetmesiyle Mart 2005’de Kırgızistan’a taşındı. Başkent Bişkek’te sivil darbe sonrası yağma ve talan yaşandıysa da, herkes Kırgızistan’dan sonra sıra hangi ülkede soruna cevap arıyordu. Kırgızistan Devlet Başkanı Askar Akayev, göstericilerin Bişkek’te Başkanlık Sarayı’nı basmaları sonrasında 24 Mart’ta ülkeden ayrıldı. Muhalif blokun lideri eski başbakan Kurmanbek Bakıyev, devlet başkanlığı ve başbakanlık görevlerini vekaleten üslendi. Yıllardır iktidarı elinde tutan birçok otoriter lider, hayal edilmesi zor bir şekilde halk ayaklanmaları ile bir bir koltuğu terk ediyordu. Son 16 ayda Ukrayna ve Gürcistan’dan sonra, eski Sovyet cumhuriyetlerinden Kırgızistan’da da yönetim ‘sivil darbe’ ile el değiştirdi. Sandık yoluyla koltuğa veda edemeyen liderler, ilginç bir şekilde sokak eylemlerine boyun eğiyordu. 15 yıldır iktidarı elinde bulunduran, komünizm döneminde üst düzey yönetici olan liderler ‘sivil itaatsizlik’ eylemleri karşısında çaresiz kalıyordu. Sivil darbelerin başlangıç noktası, her defasında ‘seçimler’ oluyordu. “Siz hiç seçimle değişen diktatör gördünüz mü?” sorusunun cevabı, eylemlerin dayanağını oluşturuyordu. Liderler, komünizmden kalma bir alışkanlıkla tek parti yönetimini sürdürüyordu. Daha doğrusu, çok partinin olduğu, ancak iktidarın her zaman tek parti tarafından yönetildiği bir sistemi uyguluyorlardı. Bu dönemi “demokrasiye geçiş dönemi” olarak adlandırmak mümkündü. Mesela, Türkiye’de de 1950’ye kadar tek parti CHP’nin iktidarı söz konusuydu. Sivil devrimler, otoriter liderlerin sandık yoluyla gerçekleşmesine izin vermedikleri çok partili demokrasi ve liberal ekonomiye geçişi sağlıyordu. ‘Kadife devrim’ ya da ‘demokrasi devrimi’ olarak adlandırılan bu sivil darbelerin, eski Sovyet cumhuriyetlerinde gerçekleşmeleri bir tesadüf değildi. Birçok Batılı sivil toplum kuruluşu demokrasi ve özgürlüklerin yayılması için yerel sivil kuruluşlara maddi destek ve eğitim desteği veriyordu. Benzer ülkelerden edinilen tecrübeleri aktarıyordu. Ülkeler arası öğrenci, akademisyen ve sivil kuruluş ziyaretleri gerçekleştirerek, bilgi değişimi sağlanıyordu. Görünüşte kendiliğinden ortaya çıkmış gibi duran sivil darbeler, aslında uzun ve örgütlü çalışmaların neticesiydi. Sivil toplum örgütleri bir çatı altında toplanıyor, muhalefet ortak cephe oluşturuyor ve öğrenciler örgüt kuruyordu. Yönetimde etkin asker ve güvenlik görevlileri kazanılıyordu. Aslınca sonuncu faktör, sivil darbelerin başarılı olmasının en önemli nedeniydi. Halk adil ve şeffaf seçimler için sokağa döküldüğünde, liderlerin yıllardır iktidarını bina ettikleri güvenlik kuvvetleri ‘tarafsız’ kalıyordu. Bu da örgütlü sivil direnişçilerin, sayı olarak az da olsalar sonuç almasına sebep oluyordu. Freedom House danışmanı Adrian Karatnycky, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2005 tarihli nüshasında Ukrayna’daki ‘Turuncu Devrim’le ilgili şu çarpıcı bilgiyi veriyordu: “Ukrayna Güvenlik Servisi (SBU) üst düzey yöneticileri muhalif lider Viktor Yuşenko’nun genel sekreteri Oleh Rybachuk ile düzenli temas halinde oldular. SBU, seçimlerde muhtemel güvenlik tehditleri ve kirli oyunlar konusunda Yuşenko yandaşları ile işbirliği yaptı.” Aslında sadece SBU değil, ordu ve emniyet içinde de sivil darbeyi destekleyenler vardı. Ukrayna’da eksi 10 derecede eylem yapan ve sokakta sabahlayan göstericilere askeri çadır, parke ve yemek yapmaları için seyyar ordu mutfakları verildi. Kırgızistan’da da benzer bir durum yaşandı. Gösteriler ülkenin güneyindeki Oş ve Celalabad’da ilk başladığında, eylemleri bastırmak için gönderilen birlikler eylemcilere katıldı. Bunda muhalif liderlerin geçmişte yönetimde üst düzey görevler almış olması ve bürokrasi ile temaslarının bulunması önemli rol oynuyordu. İkinci olarak da dış baskılar otoriter liderlerin, demokratik hak arayışını şiddet kullanarak bastırmasına izin vermiyordu. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da seçimlerde hile yapıldığını Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gözlemcileri de ifade ettikleri için muhaliflere uluslararası destek artıyordu. Eylemleri destekleyen Batılı sivil toplum kuruluşları da seçim sonuçları ile oynayan yönetimler üzerinde uluslararası baskı kurulmasını sağlıyordu. Bu kuruluşlar arasında, George Soros’un Açık Toplum Vakfı ile Freedom House da yer alıyordu. Ama asıl rolü, ABD’nin önde gelen demokrasi savunucusu kuruluşları, Ulusal Demokrasi Fonu (NED), Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI) ve Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) oynuyordu. Nitekim Kırgızistan’da ‘Lale Devrim’ adını alan ‘sivil darbe’ 170 kadar sivil toplum kuruluşunu bir araya getiren Demokrasi ve Sivil Haklar Koalisyonu ‘KelKel’ (Gel Gel) tarafından yürütüldü. Philip Shiskin, Wall Street Journal’da yer alan makalesinde şu bilgiyi veriyordu: “KelKel’in bütçesi 110 bin dolar, Washington merkezli Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) mali destek sağlıyor. NDI da, ABD hükümeti ve dış yardımları örgütleyen USAID tarafından finanse ediliyor. KelKel içerisinde yer alan Yolsuzluğa Karşı Sivil Toplum kuruluşuna da Ulusal Demokrasi Fonu (NED) 25 bin dolar yardım yaptı. Soros Vakfı ile Freedom House da sivil kuruluşlara destek veriyor.” Sivil toplum kuruluşları gibi muhalif gruplar da, seçimlerden önce bir araya gelip bir blok oluşturuyordu. Muhalif cephenin liderini önceden belirliyordu. Kırgızistan’da muhalif partiler ‘Ata Yurt’ adı altında bir araya geldiler. Hareketin liderliğini eski başbakan Kurmanbek Bakiyev üstlendi. Eski Dışişleri Bakanı Roza Otunbayeva ve tutuklu bulunan eski ulusal güvenlik başkanı Felix Kulov da ‘Ata Yurt’a destek verenler arasında yer aldı. Ukrayna’da da muhalifler, eski başbakan Viktor Yuşçenko’nun başkanlığında 9 parti ile ‘Bizim Ukrayna Bloku’ oluşturmuşlardı. Bakıyev, ‘Lale Devrimi’nin hemen ardından 25 Mart’ta hem başbakanlık hem de vekaleten devlet başkanlığı görevlerini üstlendi. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da, sivil itaatsizlik eylemlerinin seçimlerden hemen sonra başlaması da rastlantı değildi. Seçimlerin şeffaf ve adil olması için yaklaşık 6 ay önce sivil toplum kuruluşları bir araya gelip çatı örgütler oluşturmuştu. Halk, oylarına sahip çıkmaları ve tercihlerini bilinçli yapmaları için kampanyalarla eğitimişti. Bu amaçla radyo, gazete ve televizyonlar da kullanılmıştı. Seçimlere hile karıştırıldığı uluslararası gözlemciler tarafından da onaylanınca, aylar önceden örgütlenen öğrenci hareketleri sivil devrimleri başlatmıştı. Eylemler, örgütlü üniversite gençliği tarafından disiplinli bir şekilde yürütülmüştü ve halka yayılmıştı. Gençler, seçimler sırasında hile yapılmaması konusunda gözlemci olarak eğitilmişti. Seçimlerin başarısız olması halinde de eylemleri yürütmüşlerdi. Gençlik örgütleri birbirine benzese de isimleri ülkeden ülkeye değişiyordu: Sırbistan’da Otpor (Direniş), Gürcistan’da Kmara (Yeter), Ukrayna’da Pora (Zamanı), Kırgızistan’da Birge (Birlikte). Eylemci gençler, ülkelerinin bağımsızlık sonrası yetişmiş nesilleriydi. Daha fazla özgürlük, daha fazla refah istiyorlardı. Ebeveynleri gibi, komünizm baskısı altında yetişmedikleri için de eylemlere yönelmeleri daha kolay oluyordu. Kadife devrimler, şiddete başvurmayan ama yönetimlere itaat etmeyerek isyan eden ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerinin sonucuydu. Sloganları, sembolleri ve bayrakları ile popüler hale geliyorlardı. Gürcistan’da ‘kırmızı’ devrim ya da ‘gül’ devrimi, Ukrayna’da ‘kestane’ devrimi ya da ‘turuncu’ devrim ve Kırgızistan’da ‘sarı’ devrim ya da ‘lale’ devrimi. Sokaklar eylemin renkleri ile süsleniyordu. ‘Bayram havası’ içindeki eylemciler, planlı bir şekilde resmi binaları kuşatıyordu. Yönetimleri işlemez hale getiriyordu. Gürcistan’da halk Parlamento’yu, Kırgızistan’da Başkanlık Sarayı’nı basarak sonuç alırken, Ukrayna’da halk sadece kuşatma yaparak sonuca ulaştı. Ukrayna’da Parlamento ve Yüksek Mahkeme tarafsız kararlar alarak, çalışmalarını sürdürmeyi de başardı. Dolayısıyla, Ukrayna’da seçimler yenilenirken, şiddete başvurulan Gürcistan’da Eduard Şevardnadze ve Kırgızistan’da Devlet Başkanı Askar Akayev çareyi ülkeyi terk etmekte buldu. Ancak Kırgızistan’da bugüne kadarki sivil darbelerden farklı bir durum söz konusuydu. Eylemin neticelenmesi sonrası, düzenin sağlanması ve eylemcilerin şiddet ve yağmaya girişmeden evlerine dönmeleri sağlanamadı. 5 milyon nüfuslu Kırgızistan’da özellikle fakir güney kesimden gelen eylemciler, başkent Bişkek’te yağmaya girişti. Devrim sırasında güvenlik güçleri ile taşlı sopalı çatışmalar olurken, devrimden sadece bir gün sonra 25 Mart’ta güvenlik güçleri ile yağmacılar çatıştı ve 15 kişi hayatını kaybetti. Bişkek’te halk işyerlerine ve evlere, “Biz Elmenen Birge” yani “Biz Halkla Beraberiz” yazıları asarak, eylemcilerin tacizlerinden ve yağmacılardan korunmaya çalışıyordu Özellikle Bişkek’te yaşanan talanın, sivil darbe ile iktidarı ele geçiren muhaliflere karşı ‘kuzey’de hoşnutsuzluğu artıracağı ve bu durumun tekrarlanacak seçimlere yansıyacağı tahmin ediliyordu. Kırgızistan’da eylemler, Oş ve Celalabad gibi Özbek nüfusun çoğunluk olduğu güneydeki kırsal kesimlerden başladı. Bu da ülkede etnik tabanlı bir çatışma olabileceği endişesine sebep oldu. 1992’de Oş bölgesindeki Özbek ve Kırgızlar arasında çatışmalar çıkmış ve bazı kaynaklara göre 2 bin kadar insan hayatını kaybetmişti. 2002’de de bölgede küçük çaplı da olsa çatışmalar yaşanmıştı. Ancak, muhalif liderler Özbek olmadığı gibi, bölgedeki eylemciler de daha çok kırsal kesimlerden gelen Kırgızlar’dan oluşuyordu. Başka bir deyişle, eylemler kaynağını etnik farklılıktan değil, ekonomik durumun kötülüğünden, nepotik atamalardan ve ayyuka çıkan yolsuzluk söylentilerinden alıyordu. Tacikistan, Özbekistan ve Kazakistan gibi eski Sovyet cumhuriyetleri ile komşu olan Kırgızistan’daki ‘Lale Devrimi’ bütün olumsuzluklarına rağmen, Ukrayna ve Gürcistan gibi yeni sivil darbelerin kaynağı olabilir miydi? Özellikle, ‘tek parti’ iktidarına dayanan ve seçimlerle iktidarını pekiştiren liderlerin ülkeleri için bu etkilenme mümkün görünüyordü. Orta Asya ülkeleri gibi, Moldova, Beyaz Rusya ve Ermenistan da kadife devrimlerin yeni hedefleri olarak öne çıkıyordu. (63) ÖZBEKİSTAN’DA PLANSIZ SİVİL AYAKLANMA! ABD, Kırgızıstan'ın ardından diğer zayıf halka Ermenistan'da sivil darbe hazırlıklarına bir süredir hız verdi. Dünyadaki en büyük ABD büyükelçiliği Erivan'da inşa ediliyordu; Soros vakıfları ve derin Amerika'nın sözde sivil kuruluşları insani yardım adı altında Ermenistan'da muhalefeti örgütlemeye başlamıştı. Washington’un henüz sivil darbe için erken gördüğü Özbekistan'da Mayıs 2005’de Andican’da başlayan gerçek sivil ayaklanma kanla bastırıldı. İslam Kerimov, Gürcistan'daki darbeden sonra Soros'un Taşkent bürosunu hemen kapattı, derin Amerikalıları sınırdışı etti. Amerikalılar, Özbekistan'da eğer darbeye niyetlenirse, bu sivil darbenin çok kanlı olacağını elbette biliyorlardı. Ayrıca Kerimov’un Moskova’ya yüzüne dönme şantajı etkili oluyordu. Kerimov çok acımasız bir liderdi; Asker Akayev gibi silahları konuşturmadan rızasıyla çekilecek bir diktatör değildi. Kerimov, yandaşlarını sindirsede biliyordu ki, tek alternatifi Muhammed Salihti. Özbekistan Muhalefet Lideri Muhammed Salih, 1993'ün Nisan ayında vatanını terk etmişti. Ancak Özbekistan yönetimi Salih'i hiç unutmadı; nereye gittiyse orada barındırmamak için o ülkeye baskı yaptı. Aynı zamanda Özbekistan’da Salih'e karşı acımasız propagandalar yürütüldü; akil almaz suçlarla itham edildi ve hala bu dev karalama kampanyası devam ediyor. Salih'in başkanlığını yaptığı partinin üyeleri tutuklanıp, serbest bırakılmaya, ardından tekrar tutuklanıp, 10-20 yıl hapisle cezalandırılmaya devam ediliyordu. Muhammed Salih'in Özbekistan'dan kaçışına farkında olmadan katkım olmuştu. Bakü'deki evime Nisan 1993'de bir konak ( misafir) getirmişti başı belalı gazeteci arkadaşım Yılmaz Polat. Hiç bir karşılık beklemeden, siyasi ve dünya görüşüne aldırmadan pek çok Türkiye'den gelen ve Türkiye'ye giden misafiri ağırlayan bir Türk dünyası sevdalısıydım. Polat, senden başkasına emanet edemeyeceğim çok değerli bir şair diye tanıttı Salih'i. Türkiye'ye misafir gittiğini, bir süre evimde kalırsa çok memnun kalacağını belirtti. 3 gün Salih'i misafir ederken, peşinde Kerimov'un infaz ekibinin olduğunu tabii ki bilmiyordum. Kendi halinde, sakin bir adamdı. Çok mütevaziydi. Üç gün boyunca yumurta, peynir, zeytin, salata ve makarnadan oluşan yemeklerimi yemek zorunda kaldı. Az konuşuyordu, hiç politikadan bahsetmiyordu. Elçibey'i seviyor, Aliyev'i hiç sevmiyordu. Rus televizyonu izlememe kızmış, epey okkalı bir fırça atmıştı. Namaz kılarken çok ısrar etmeme rağmen hiç imamlığa geçmedi. Bilemiyorum, belki ortama uymak için namaz kılmıştı, belki de düzenli kılıyordu. Geldiği gibi sessiz ve sakin gitti. Salih'i misafir ettiğimi Türkiye'ye geçirildikten sonra gazete haberlerinde fotoğrafını görünce anladım. Üç defa değişik tarihlerde Kerimov'un baskısı üzerine sınırdışı edilen Salih'i en son Muhsin Yazıcıoğlu'nun ekibi 7 arabalık bir konvoyla Kapıkuleden gizlice geçirerek Romanya'da sakladı. Ancak Kerimov'un adamlarının bu istihbaratı alması üzerine Almanya'ya kaçırıldı. Bir süre bu ülkede serbestce yaşadı, ülkücüler ona her kolaylığı gösterdi. En son Norveç'e iltica etti, halen orada yaşıyordu. İki defa Özbekistan'a gitsemde pasaportumda giriş-çıkış mührü yoktur. 1993 sonbaharında 70 kişi bir uçak kiralayarak Taşkent'de düzenlenen Ebedi Risalet sempozyumuna gitmiştik. Elçibey, Özbeklere 'koyun millet' dediği için Kerimov Bakü-Taşkent uçak seferlerini iptal etmişti. Bu nedenle Taşkent'de gerekli yerleri görerek Taşkent havalimanına hem özel uçak indirmek, hemde havalimanının pasaport kontrolü olan değil arka kapısından Taşkent'e girmek zorunda kalmıştık. Ancak Kerimov, Azerbaycan'dan 70 kişinin rejimini devirmek için geldiğini sanarak ekibimizi sempozyum salonuna sokmadı! Komik ama bize söylenen gerekçe buydu. İlginçtir; sempozyumu devlet gazetesi Halk Gözü ile o tarihte henüz kapatılmamış olan Özbekistan Zaman gazetesi ortaklaşa düzenliyordu. İki dolu otobüs misafir kapıdan geri çevrilsede gazeteci kimliğimle içeri girmeyi başarmıştım. Peygamberimiz anlatılması gereken sempozyumda sadece Ahmet Yesevi'nin anlatıldığını anlayınca 2. şoku yaşamıştım. Meğerse Kerimov'un ekibi tüm konuşmaları sansürlemiş ve sadece Yesevi ile Peygamberimiz arasında bağlantı kurulanlara izin vermişti. 2. seferimi rahmetli Haydar Aliyev'in ekibinde yine gazeteci olarak gerçekleştirdiğim için yine kapıdan selamsız sabahsız geçtim. Salih'in ülkesinde en çok çöp şişleri sevmiştim. Manevi bir havayı hemen hissettiğiniz Özbekistan'da halk ile yönetim arasındaki derin farkı hemen görebiliyordunuz. Muhammed Salih'i doğrusu hiç politikacıya benzetememiştim. Daha ziyade Elçibeyi andıran duygusal, milliyetçi biriydi. Salih'e terörist yakıştırması yapanlara hep güldüm; Salih karıncayı bile incitemeyecek biriydi. Tek suçu Kerimov'a rakip olmasıydı. 1988 yılının Kasım ayında üç yazar arkadaşı ile birlikte o dönemin ilk muhalefet teşkilatı olan "Birlik Halk Hareketi"ni kurdu. 1989 ağustos ayında bu hareketten ayrıldı. 1990 yılının Nisan’inda ise "ERK Demokratik Partisi"ni kurdu ve başına geçti, hızla örgütlenmesini sağladı. Meşhur Özbek Şairi Çolpan'ın "Kişen" şiirindeki ‘’zincir giyme, boyun eğme, ki sen de hür doğdun!", mısrası Partinin sloganı olmuştu. Partinin birinci hedefi "Özbekistan in Sovyetler Birliğinden ayrılması, özgür, demokratik, milli devlet kimliğine kavuşması" idi. ERKin kuruluşu hakkında çeşitli spekülasyonlar yapıldı, bu konudaki dedikoduları bizzat KGB yaydı. Bu ilk milli hareketi zayıflatmanın başka yolu yoktu. Birlik ismi tarihten gelen bir isimdi. Salih bu ismi seçti, çünkü Birlik - 1910 yılının ortalarında Türkistan ve Rusya Türklerinin kurduğu Türkçü hareketi temsil etmekteydi. Birlikten sonra kurulmuş olan ERK partisini de Salih kurmuştu. Bu isimde, aynı Birlik gibi Ceditçiler tarafından 1918 yılında kurulmuş olan Türkçü ERK teşkilatından gelmekteydi. Fakat bu tarihi bağı Salih’in dostlarının çoğu bilmiyordu, hatta hükümet te bilmiyordu. Sadece KGB biliyordu, fakat o da bu konu üzerinde fazla durmadı ya da durmağa zaman bulamadı, olaylar çok hızlı gelişiyordu. Hükümet gazeteleri Salih’i Pantürkizmli, ırkçılıkla suçlasalar da (1988), bunu Birlik hareketi için söyleyemiyorlardı. Muhammed Salih Perestroyka donemi liderleri içinde komünist olmayan tek (Elçibey hariç) siyasetçiydi. Sovyet döneminde yazdığı ve yayınladığı 11 şiir kitabından hiç birinde komünizmin yada onun dahileri hakkında tek bir kelime yoktu. Fedakar biri olan Muhammed Salih 1989 mayısında Birliğin 1. Kongresinde kendisine ısrarla teklif edilen Birlik başkanlığını reddetti, kendi yerine Abdurrahman Polatov’u gösterdi, insanlar sadece Salih tavsiye ettiği için ona oy verdiler. Ancak bu şahıs 3 ay geçmeden Salih’in topladığı tüm aydınları, Hareketin beynini darmadağın etti, Birliği bitirdi. Ve bu başarısızlığın öcünü Salih’ten aldı. Salih’in taraftarlarını Birlikten çıkarmak için "Birliği ırkçılar işgal etti!", diye kürsüden haykırmaya başladı. Ve Salih Birliği bölmemek için 1989 ağustosunda (Hareketin 1. kurultayından sonra altı ay bile geçmemişti!) hareketten ayrıldı. Salih Yazarlar Birliğinde yoğun çalışmalarına devam etti. 1989 yılında güçlü bir hareket olan Birlik 1990 başında marjınal bir gruba dönüştü, Salih’in hayal ettiği milli hedeflerin yerini kavga ve fitne aldı. Polatov’lar birbirlerini KGB ye jürnallamakla meşgul oldular. Salih’le Birliği kuran arkadaşları tekrar onun etrafında toplandılar ve 1990 nisanda ERKi kurduklarını ilan ettiler. ERK Özbekistan’ın tam bağımsızlığı için mücadelesini başlattı. ERK Partisi büyük kamuoyu desteğiyle 21 haziran 1990’da Özbekistan’ın Mustakıllık Deklarasyonunu parlamentoda kabul ettirdi. Bu gerçekten tarihi bir olay idi. O dönemde Sovyetler Birliğinde sadece Litvanya bağımsızlığını ilan etmişti. Salih bazları gibi Perestroyka izin verdikten sonra milliyetçi olmamıştı. KGB zayıfladıktan sonra meydana atılmamıştı. Salih kendi mücadelesini başlattığında Sovyetler Birliği dimdik ayaktaydı, Salih’in grubu bir avuçtu. Muhammed Salih 1990 şubat ayında Özbekistan Parlamentosuna milletvekili seçildi. 20 haziranda Partisi tarafından hazırlanan "Özbekistan’ın Bağımsızlık Bildirgesi"ni Parlamentoya sundu ve bu bildirge orada aynen kabul edildi. Bu tarihi hadise sadece Salih veya ERK Partisinin değil, belki de tüm Türkistan Milliyetçilerinin ilk büyük zaferi idi. Özbekistan, beş Türk cumhuriyeti içinde ilk olarak bağımsızlığını ilan eden cumhuriyet olmuştu. Fakat o zamanki Komünist Partinin, Özbekistan Sekreteri İslam Kerimov bu Bağımsızlık Bildirgesini çiğneyerek, 1991 Mart Referandumunda oylamaya hile karıştırıp, Özbekistan’ı tekrar Sovyet boyunduruğuna soktu. Ancak 1991 Ağustosundaki Rus Şovenistlerinin Gorbaçov'a karşı başarısız darbesinden sonra Sovyetler kendiliğinden dağılmaya başladı. Kerimov bir anda Milliyetçiler tarafına geçti ve onların talebiyle hemen darbeden sonra, 29 Ağustos da Özbekistan’ın bağımsızlığını ikinci kez ilan etmek zorunda kaldı. Böylece Özbekistan tarihe bir yılda iki defa bağımsızlığına ''kavuşan'' bir ülke olarak geçti. Muhammed Salih, 1991 yılının Aralık ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine Kerimov'a karşı adaydı. Fakat ERK in ne hak hukuku, ne parası ve ne de propaganda için araç gereci vardı. Üstelik, seçim sandıklarının başına sadece iktidarın, yani Kerimov'un gözlemcileri tayin edildi. Sayımı da onlar yaptılar. Devlet Radyosu tarafından yapılan ilk açıklamalarda Muhammed Salih'in oyların %31'ini aldığı ilan edildi, fakat bu ilandan 3 saat sonra Muhammed Salih'in sadece % 15 oy aldığını, yine 1 saat sonra ise sadece % 12,7 oy aldığını açıkladılar. Bu "açıklamalar" seçim sonuçlarının Kerimov ve Komünistleri ne kadar şaşırttığını gösteriyordu. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi seçimlere hile karıştırılmıştı. Seçime hile karıştırıldığının ispatı olarak ERK Partisi üyeleri tarafından yüzlerce çuval sahte oy pusulaları bulunup seçim komisyonuna sunuldu. Fakat kimse bunu dikkate almadı. Namuslu bir seçim olsaydı oyların üçte ikisini aldığı görülecekti! Kremline bağlı kadronun iktidarı terk etme niyetinde olmadığı anlaşılıyordu. Bu seçimler, Muhammed Salih önderliğindeki Muhalefetin halk arasındaki itibarini ve gücünü net bir şekilde gösterdi. Kerimov, hile karıştırılan bu seçimleri protesto eden talebelere kurşun sıkarak ERK taraftarlarını korkutmak istedi. Fakat ERK artık sadece Taşkent’te değil bütün ülke çapında kök salmış bir teşkilata dönüşmüştü. Kerimov, 1992’nin mayıs ayına kadar ERK Partisinin beş yerel gazetesini kapattı. Birkaç parti üyesini tutuklattı, parti yönetimine karşı soruşturma açtı; buna benzer baskıları günden güne şiddetlendirmesine rağmen ERK karargahı bir umud kapısı haline gelmişti. ERK Partisinin Genel Merkezi ülkenin bir yüreği idi sanki! Bütün kesimlerden insanlar bu merkezde toplanıyordu. Mart ayında Amerika Dışişleri Bakanı James Baker'in Taşkent’te Muhammed Salih’le görüşmesi Kerimov’u tam çileden çıkardı. Çok geçmeden Muhammet Salih, 1992'nin mart ayında Özbekistan’ın tüm muhalefet gruplarını ERK çatısı altında toplayıp bu birleşmeyi "Özbekistan Demokratik Forumu" diye ilan etti. Bu kuruluşa Kerimov’un eski taraftarlarından bazı milletvekilleri bile katılmaya başladı. Salih, ilk iş olarak, 27 iktisat profesörünü toplayıp Özbekistan’ın iktisadi haritasını çıkartmalarını ve ona göre iktisadi programını hazırlamalarını önerdi. Mayıs günü Kerimov, Muhammet Salih'i Başkanlık Sarayına, öğle yemeğine davet etti. Dört buçuk saat devam eden bu yemekli sohbette Kerimov, seçimlerdeki rakibi Muhammed Salih'i hükümete ortak olmağa davet ediyordu: "Sen hükümete gireceksin, dört bakanlık ve dört bakan yardımcılığı senin partine verilecek kendin de hükümette (benim koltuğum hariç) istediğin makama oturabilirsin! Şimdi iki ferman (Başkanlık emirnamesi) hazırladım. Şu pilavı yiyip bitirdiğimizde o fermanlardan birisini senin tercihine göre doldurup imzalayacağım!" diyordu Kerimov. Ve bunun karşılığında "Demokratik Forumu" dağıtmasını istiyordu. Onurlu Salih tabii ki, hayır dedi. Muhammed Salih'in Kerimov’un "vesayet teklifi"'ni reddetmesinden sonra bütün partililer üzerinde yaygın baskı rejimi gittikçe şiddetini arttırarak devam ediyordu. Parlamentoda halkın desteğiyle seçilmiş Milletvekili sayısı da çok azdı. Ezici çolunluğu eski sistemle tayin edilip gelen temsilciler oluşturmaktaydı. Orada meclis muhalefeti yapmanın bir anlamı yoktu. Sine-i millete dönme kararı verdi. 2 Temmuz 1992'de Parlamento üyeliğinden istifa etti. Bu olay, yani bir üyenin kendi serbest iradesiyle parlamento üyeliğinden ayrılması Sovyet tarihinde de görülmemiş bir olaydı. Bir gece yakın dostlarının yardımıyla Kazakistan üzerinden Azerbaycan’a geçti( bana misafir oldu), oradan , bütün tarih boyunca görüldügü üzere her Türkistanlı Mülteci gibi o da İstanbul’a geldi. Bunu haber alan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisi ile görüşmek istedi.Verilen randevu 17 Nisan Saat.17.00 idi. Ankara’ya indiğinde kendisini karşılayanlar Özal'in vefat haberini bildirdiler. Türkiye’ye geldikten sonra hayatının acılarla dolu sürgün dönemi başladı. 1993 yılı Nisan ayı başlarında, Muhammed Salih Özbekistan’ı terk ettikten sonra, Özbekistan yönetimi ERK Partisinin başına kendisine tabi olabilecek bir grubu getirmeğe çalıştı. Böylece ERK Partisi tamamen kontrol altına alınmış, muhalefet etkinliğini yitirmiş olacak ve Kerimov da 1995 seçimlerine rakipsiz girecekti. Bu planını gerçekleştirmek için Kerimov, ERK Yönetimine özel bir mesaj göndererek: "Salih'i Partiden uzaklaştırırsanız, parlamento seçimlerine girersiniz, benim kotamla bir grubunuz Milletvekili seçilir; Salih, PARTI Başkanı iken partiniz hiçbir zaman yasal teşkilat haklarını kullanamayacaktır," diye tehdit etti. Bunun üzerine ERK yönetiminden iki profesör (S. Yigiteliyev ve Ş. Kerimov) "Partiyi kurtarma" bahanesiyle Cumhurbaşkanının bu teklifini kabul ederek ve Haziran ayından başlayarak Partinin ülke çapındaki bütün il ve ilçe teşkilatlarını dolaşıp olağanüstü kurultay için imza topladılar. Temmuzda imzalar yeterli sayıya ulaştı. Ve eylül sonunda Kurultay toplandı. İki profesörden birine, bu gayretlerinden dolayı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı verilerek ödüllendirildi. Diğerine de ERK Partisi Başkanlığı peşin olarak verildi. Bu iki profesörün, gayretleri ve iyimser tahminleri yukarısını çok sevindirmiş ve ülkenin en görkemli salonunun ERK Kurultayına bedava tahsisi için emir verilmişti. Muhammed Salih’in Özbekistan’da devleti yıkmak amacı ile Türkiye'de öğrenim gören Özbek gençlerinin hazırladığı safsatasıyla Kerimov 1500 öğrenciyi geri çekti. 1995 yılından itibaren Muhammed Salih’i hükümet gazeteleri açıkça “vatan haini” olarak anmaya başlamıştı. Sorun artık Türkiye'yle sorun haline gelmişti. Demirel, Salih'in sınırdışı edilmesi emrini versede Kerimov hızını alamadı ve Özbekistan'daki Türk iş adamlarının işyerlerini kapattırıp, işadamlarını hapse attırdı, Türk okullarını- devletinki dahil, kapattırdı veya yönetimlerini Özbeklere devrettirdi. Halen Özbeklerle evlilik yapan Türklerin evliliğini Taşkent tanımıyor, evli çiftler sanki gayrimeşru yaşıyordu. Kerimov’u muhalefetle barıştırmak isteyenlerden birisi de Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'di. Sayın Demirel 1994 ocak ayında Isviçre’nin Davos kentinde Dünya Liderleri Zirvesinde Kerimov'a, muhalefetle barışmayı öneriyor ve bunun ülke yararına olacağını vurguluyor. Ve ilave ediyordu: Muhammet Salih de barışa karşı değil, ben ikna ederim!. Özbekistan Cumhurbaşkanı bu teklife o kadar sert tepki gösterdi ki, Süleyman Demirel, Özbek muhalefeti hakkında konuşmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu anladı. Ve her karşılaşmalarında bu konunun dikenli problem olduğunu gördü ve Salih'i Türkiye’den sınırdışı etmekten başka çare göremedi, Salih Bey de buna tevekkülle boyun eğdi! Barış için ikinci hamle A.B.D. Milli Demokrasi Enstitüsünden geliyordu. Bu kurum tarafından Özbek Muhalefeti ve Özbekistan Adliye Bakanı riyasetinde bir heyet Amerika’ya davet edildi. Buluşma 1 Şubat 1995'de gerçekleşiyordu. Panelde bir gün boyunca konuşmalar yapılıyor, yine bir sonuç alınamıyordu. Barış için üçüncü çabayı Alpaslan Türkeş gösteriyordu. Kerimov'a yazdığı 18.07.1996 tarihli mektubu, ona göndermeden önce, ayni gün Muhammed Salih’e postalıyor, görüşünü istiyordu. O da mektuptan bir bölümünün çıkartılması şartıyla muvafakatini bildiriyordu. Bu isteğe göre son şekli verilmiş olan mektubun 4 Ağustos 1996'da Özbekistan Büyükelçiliği kanalıyla Kerimov'a gönderiyordu. Mektup özetle şöyleydi: " Özbekistan ERK Partisi Genel Başkanı Sayın Muhammed Salih birkaç yıldan beri yurt dışında bulunmaktadır. Kendisi ile Türkiye’de ve Avrupa’da üç defa görüştüm. Evvela Zat-i alinizle Muhammed Salih arasında ne geçtiğini bilmiyorum. Fakat Zat'ınıza karşı daima hürmetkar bir lisan kullanmaktadır. Büyük insanlar büyük ruhludurlar. Kendilerine karşı işlenen kusurları affederler. Özbekistan halkı için birlik ve beraberliğin önemli olduğunu takdir buyurursunuz. Lütfederek Muhammed Salih Beye dostluk elini uzatmanızı istirham ederim. Onun size yazmış olduğu bir mektubu ben ekli olarak Zat-ı alinize takdim ediyorum. (Ancak, Türkeş Muhammad Sali’in bu mektubunu``uzlaşma ruhu zaif`` diye Kerimov’a göndermedi ). Lütufkar cevabınızı bekliyorum. Şahsen kendim Zat-ı alinize derin hürmetlerimi ve selamlarımı sunuyorum." Kerimov’un üç buçuk ay sonra buna verdiği uzun cevabın konuyu ilgilendiren kısmı da şöyleydi: "..Daha çok kısa olan bağımsızlığımız süresince çok zor bir yolu kat'etmiş bulunuyoruz. Öyle insanlar oldu ki, bazıları bizim seçtiğimiz yol için savaştılar; bazıları bize güvenmediler; bazıları hata yaptılar; ama biz onların hiçbirini halkımızın düşmanı yerine koymuyoruz. Onlar kendi hatalarını anladıklarında hiç kimse onların Özbekistan’ın geleceği için çalışmasına mani olamayacaktır. Sayın Muhammet Salih konusunda ise o da diğerleri gibi aynı yolu izleyebilir. Ama bunun için önceden şartlar koşmanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Her şey şartlar ve Devlette yüksek mertebeye sahip olma konusundaki davalar olmadan gerçekleşmelidir. Sayın Alpaslan Türkeş, her şeyin Özbekistan Cumhuriyeti Anayasası ve mevzuatlarına göre olması gerektiğini siz de çok iyi biliyorsunuz." Altında kendi imzası olan bu satırlardan anlaşıldığı gibi Kerimov, bu siyasi rakibinden kurtulmaktan başka bir şey düşünmüyordu. 15 Mart 1999’da Koç Grubunun Özbekistan’daki otomotiv fabrikasının açılışına davet edilen Süleyman Demirel'in Kerimov'un zoruyla: "Biz Özbeklerle kardeşiz. Özbekistan’ın dostu Türkiye’nin dostu, onun düşmanı Türkiye’nin düşmanıdır. Kerimov’da benim kardeşimdir, onun düşmanı benim de düşmanımdır. Muhammet Salih Türkiye’ye giremez!" demesi Salih’i üzmüştü. O tarihlerde Parti gazetesi ERK'de yayınlanan makalesi su satırlarla bitiriyordu: "Ben, azatlık ve demokrasi ideallerine sadık olan tüm insanları bu yalanlara inanmamağa çağırıyorum! Özbekistan için iyilik isteyen kim varsa onların bugün şu anda orada sürmekte olan zulme karşı kendi sözlerini söylemeye çağırıyorum! Özbek halkına karşı başlatılan bu geniş çaplı terör hareketlerinin bir an önce durdurulmasını talep etmenizi istiyorum! Suçsuz insanları işkenceye tabi tutup, hücrelerde mahkemesiz infazlara, cinayetlere ''Dur!'' demeğe davet ediyorum! Özbekistan'da hürriyet ve demokrasi yandaşlarına bu ağır günlerinde yardım ediniz, diyorum!".. Özbekistan’da 1999 aralık ayında Parlamento ve 2000 yılının başında Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmıştı. Her seçim öncesi ERK partisini seçime sokmamak için Kerimov bir provokasyon uydurduğunu herkes biliyor ve bu seferinde de bir şeyler yapacağını bekliyordu. Fakat kimse provokasyonun bu kadar kanlı ve vahşice yapılacağını kestirememişti. 16 Şubat 1999 da Taşkent’in tam merkezinde ard arda patlayan bombalar, 11 kişinin hayatına mal olmuş bu vahşet, Kerimov iktidarda kalabilmek için her şeye hazır olduğunu göstermişti. Bu kanlı olayın Kerimov rejimi tarafından tertiplendiği apaçık idi. Fakat o günleri bunu emin bir şekilde söylemek olanaksızdı. Ama Kerimov çok emindi kendinden. Kerimov bu olayın faili olarak , "İslam terröristleri" ve ..kimi dersiniz ...evet, Muhammed Salih’i suçluyordu! Böylece ERK partisi üçüncü kez seçimlerde dışlanmış oldu. İslam Kerimov, 2002 Ocak ayında görev süresini sahte bir referandumla yine bir kez daha uzatmıştı. Terörizme karşı mücadelede Özbekistan ABD’nin yakın ''ortağı'' olma niteliğini Kerimov iyi değerlendirdi. Referandumdan bir ay evvel, 28 Kasımda Çek Cumhurıyetinin başkenti Prag havaalanında pasaport kontrolünden geçerken, Kerimov’un rakibi Muhammed Salih tutuklanmıştı. Onu tutuklayan polisler Salihin Özbekistan devleti tarafından arandığını ve anlaşmaya göre onun Özbekistan’a iade edileceğini bildirdiler. Özbekistan rejimini tanıyanlar için Salihin iadesi onun ölümünden başka şey ifade edemezdi. İlginçtir, aynı Amerika Birleşik Devletleri Diktatörün son rakibi Muhammed Salihi iki yıl önce, 25 eylül 2000 de “Amerika’nın Sesi” radyosundan duyurulan resmî açıklamasında ‘’demokratik mücadele’’ veren lider, onun ERK Partisinin ise legal, kanunî muhalefet olduğunu tanımıştı. Kerimov muhalifi Muhammed Salih’ten kurtulabilmek için kullanılmayan hile, kurulmayan tuzak bırakmadı, her yolu denedi. Bir kaç defa Salih’i ortadan kaldırmaya kalkıştı Kerimov. 2001 yılında Kerimov rakibi Salih’in öldürülmesi için bir Çeçen grubunu kiralamış, suikast parasını da Başkanı Kerimov’un işbirlikçisi, Özbek mafyasının babalarından biri ödemişti. Salih’in öldürülmesi için 2 milyon Amerikan doları ödenmiş ve bir tesadüf sonucu Salih ölümden kurtulmuştu. Rus film yapımcısı Mihail Markelov bu olayı konu alan bir belgesel çevirerek TV Center kanalından yayımladı. İlginçtir; Kerimov, Almanya’dan Salih’in Özbekistan’a iadesini isteme cesaretinde bulunamadı. Fakat Alman Parlamentosundaki konuşmasında, “Özbek ve Alman dostluğu kadimdir. Benim dedem Emir Timur Avrupa’yı Türk istilasından kurtarmıştı” demeyi de unutmamıştı. Ancak böyle popülistik laflarla safdil Türkleri aldatılabilirdi ancak. Bunu Kerimov daha sonra daha iyi anlamıştı. 1996 yılında Türkiye’de hükümet değişti. Bu yeni iktidar Salih’in Türkiye’ye tekrar dönmesine bir tepki göstermedi. Ancak Salih Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin bozulmasına sebep olmaktan endişe ederek, bu ülkede açık siyasî faaliyette bulunmadı. Salih 1997 yılı Kasım ayına kadar İstanbul’da illegal hayat yaşadı. Kerimov’un Kasım ayında Türkiye’ye ziyaretini gerçekleştirmeden önce Türk hükümetini ‘Muhalifin yine İstanbul’da yaşamakta olduğunu kaba ve gayri diplomatik bir dil ile uyardı. Türk Dışişleri Bakanlığı Salih’i ikinci defa memleketten çıkarmaya mecbur kalmıştı. Muhalif lider bu kez Bulgaristan’a gönderildi. Bu sürgün çok sürmedi, muhalif kısa zamanda tekrar gizli olarak Türkiye’ye giriş yaptı. Ama bu haberde Kerimov’un kulağına hemen gitmekte geç kalmamıştı. Kerimov tekrar Türk devletini Özbek rejimi muhalifine yardım etmekle suçladı ve Türk hükümeti bu sefer Salih’i “kırmamaya” dahi çalışmadan, havalimanına götürerek yurtdışı etmeye mecbur kalmışlardı. M. Salihin eserlerini Türkiye Türkçe’sine çeviren Doç. Dr Şuayp Karakaş şöyle yazıyordu: ‘’Muhammed Salih’i o Sovyet sosyalist düzeninde kendi kendini yetiştirmiş, Türkiye’yi görmüş, Avrupa ve Amerika’yı tanımış, İslâm dünyasını incelemiş, entelektüel tarafı çok güçlü olan, sadece Özbekistan’ın değil, bütün Türkistan’ın, Türk dünyasının geleceği üzerinde düşünen ve fikir üreten bir liderdir. Türk dünyası için “Türk kuşağı” adını verdiği projenin sahibi olan tek liderdir. Bu bakımdan Ziya Gökalp’ten sonra, dünya Türklüğünün geleceğine dair sağlam temellere dayanan programın sahibi bir fikir adamıdır. Salih ‘Türk medeniyeti gayeleri ve özgür Türkistan’ hayali ile yetişmiş bir insandı. Ailesini Türkçe konuşmayı, Türkçe düşünmeyi öğrensin, diye Türkiye’ye getirmişti. Türk Dışişleri Bakanlığı bu garip tutkudan habersiz olduğundan Salih’i üçüncü kez (bu sefer Romanya’ya) çıkarttı. Çıkartılırken de Salih’in bir daha Türkiye’ye geri dönmemesi istendi. Kerimov’a Türkiye gibi müsamaha gösteren başka bir ülke yoktu. Bunun karşılığında Kerimov’dan hep ihanet gören Türkiye’den başka ülke de yoktu. 1999 yılı Şubat patlamaları. Bu provokasyon ''Rakipten kurtuluş” programı çerçevesinde yapılan en iğrenç hareketti. Bunun muhalefete karşı kullanılmak üzere yapıldığı patlamalardan hemen sonra, ertesi gün, açıkça malum oldu. Salih daha resmen suçlu olarak ilân edilmeden, onun kardeşi Abdureşid Beğcan, iki gün sonra ise ikinci kardeşi Kamil Beğcan tutuklandılar. İlginç olanı, patlamalar gerçekleşmeden bir hafta öncesi Salih’in tüm akrabalarının KGB tarafından yakın takibe alınması idi. Bunun anlamı patlamalar meydana geldiği gün KGB tarafından tayin olunan, müstakbel suçluları da göz altına alınmıştı. Suçlu belli, hatta suçu da belli olduğu gibi, yazıya da dökülmüştü. Geriye yapılması gereken tek şey mahkemeydi. Mahkemeden önce Salih’i bu cinayetleri işlemekle suçlayan uzun uzun makaleler yazıldı. Mahalle, okul ve fabrikalarda toplantılar yapılarak Muhammed Salih’in ne kadar vahşi bir katil olduğu anlatıldı. Okullarda çocuklara şanlı Özbek polisi tarafından yakalanarak adil yargıya iade edilişini tasvir eden resimler çizdirildi. Bu konuda kompozisyonlar yazdırıldı. Son olarak mahkeme gerçekleşti. Salih’i hayatında görmediği sahte şahitler suçladı ve karalama konusunda destek verdiler. Ve tabiî ki beklendiği gibi Salih bütün bu patlamaları organizatörü olarak suçlu bulundu. Muhammed Salih 28 Kasımda Çek Cumhuriyetinin başkenti Prag hava alanında pasaport kontrolünden geçerken, tutuklandı. Salih büyük gün öncesi Brüksel’de International Crisis Group toplantısına katılmış ve Avrupa Parlamentosu Orta Asya komisyonunda Özbekistan hakkında brifing vermişti. Ertesi günü Amsterdam - Prag uçağıyla Radio Free Europe ve Radio Liberty (RFE\RL) davetlisi olarak Praga gelmişti. Muhalif lideri tutuklayan Çek polisleri Salih’in Özbekistan devleti tarafından arandığını ve anlaşmaya göre onun Özbekistan’a iade edileceğini bildirdiler. Böylece, Muhammed Salih’in hayatı gerçek bir tehlike altında kalmıştı. Muhammed Salih’i tutuklayan Çek İnterpolü memurları kendi ülkesinin siyasi mülteciler statüsü konusundaki 1951 yıl Cenevre Anlaşmasına üye olduğunu ve anlaşmaya göre Muhammed Salih’i tutuklamaya haklarının olmadığını bilmiyorlardı. Çünkü Salih’in pasaportu bu anlaşma gereği BM tarafından onaylanan ve Norveç devletince verilen bir pasaporttu. Bu inceliği sonradan kavrayan Çek Interpol 3 gün devamında bir açıklama yapamadı, yaptığı açıklamada ise ''Salih bu pasaport la sadece Schengen devletleri sınırlarında serbest dolaşabilir'', diye daha da anlamsız beyanatta bulundular. Böylece, olayda sadece Salih değil, Çek makamları da zor durumda kalmıştı. Ama kendilerinin yanılmadıklarını kanıtlamak için, biz Interpol’la Uluslararası anlaşma gereği Salihi tutuklamak zorundaydık, dediler sonunda. Tabi, bunların hepsi olay dünya kamuoyuna iyice yansıdıktan sonra oluyordu. Yoksa ilk aşamada Muhammed Salih’in hayatı belli ölçüde tehlike altında kalmıştı. Prag olayı ilginç bir biçimde Özbekistan ve onun etrafındaki sadece kişisel değil, siyasi ''malzemenin'' de ne olduğunu ortaya çıkardı. Bazı devletler ilk aşamada Salih olayını görmezlikten geldiler ve kendi kuruluşlarına olayı fazla abartmama konusunda tavsiyede bulundular. Salih tutuklandığı gün akşamı Amnesty Internatıonal ve Human Rıghts Watch teşkilatlarının ''çok acil'' rumuzlu beyanatları bu kritik durumdan dünyayı uyardı. Merkezi Londra’da olan Pen Club ve Moskova yazarları derhal harekete geçti. International Crisis Group ve Avrupa Parlamentosu komisyon başkanı Bart Staes basın bildirisi yayınlayarak, Salih’in serbest bırakılmasını talep ettiler. Batı basını olayı geniş bir şekilde yorumlamaya başladı. Norveç’in bir numaralı gazetesi Aften Posten tam sayfa yayınladığı makalede şu cümleler yer veriyordu: ''Salih vatanında en meşhur politikacıydı, bugün de öyle, Kerimov Salih’in bu popülaritesini kırmak için onu ''dinci' göstermeye çalışıyor. Kerimov rakibi Salih’i fiziki yok etme emrini bizzat vermiştir'' Muhammed Salih tutuklandıktan 2 gün sonra Norveç Dışişleri bakanı Çek Dışişleri bakanıyla görüşerek, Salih’in Norveç’e verilmesini talep etti. Norveç TV kanalları Salihin demokrat bir lider olduğuna dair bilgiler içeren tanıtım yayını yapıyor, fakat Çek makamları Salih’i 30 Kasım da mahkemeye çıkararak, tutukluluk süresini 40 güne uzatma kararı alıyordu. Salih’in serbest bırakılmasını uman Norveç hükümeti sertleşiyor ve Çek Dışişleri Bakanlığına resmi nota veriyordu. Fakat Çekler inatçı çıktı, Salih’i Norveç’in notasına rağmen serbest bırakmadılar. Böylece dünya kamuoyunun olaya tepkisi her saat yükseldi, Çek Cumhurbaşkanı sarayı, internet postaları, fax-telefonları protesto mektubu ve müracaatlarından kilitlenmişti. Cumhurbaşkanı Vaclav Havel üç defa TV de Salihin suçsuz olduğundan emin olduğunu ve onun hapisten biran önce kurtulması için elinden geldiğini yapacağını açıkladı. Amerika Birleşik Devletlerinin Özbekistan yönetimiyle teröre karşı mücadele alanında işbirliğinin Salih olayının Kerimov lehine sonuçlanacağını tahmin edenlerde oldu. Hatta Muhammed Salih serbest bırakıldığı gün yaptığı basın toplantısında bazı gazeteciler bu konuyu açıkça dile getirdiler. Ancak Muhammed Salih kendisine yöneltilen onun ''Pragda tutuklanmasında ABD nin muhtemel pazarlığı söz konusu olabilir mi?'' şeklindeki sorulara büyük bir serinkanlılıkla ''ABD gibi devletin böyle marjinal hesaplarla uğraşacağını sanmadığını'' söyleyerek, hem Çek hükümetini hem de Süper Gücü savunmuş oldu. 11 Aralık saat 11 de Muhammed Salih Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’ın kefaleti ile Mahkemeye kadar serbest bırakıldı. Olayı Çek politikacıları bir hukuk alanındaki ilk örnek oluşturacak durum (precedent) olarak niteledi. Muhammed Salih Pankras hapishanesini terk ettikten 3 saat sonra Radio Free Europe’un konferans salonunda basın toplantısı yaptı. Basın toplantısına 80 civarında gazeteci katıldı, tam bir saat devam etti. İlgi çok büyüktü. 12 Aralık saat 17.30 da Muhammed Salih Prajski Hrad Sarayında Cumhurbaşkanı Vaclav Havel ile görüştü. Çek Cumhurbaşkanının isteği ile gerçekleşen bu görüşmede Muhammed Salih Özbekistan’daki siyasi durum hakkında bilgi verdi, hapishanede yazdığı denemeyi Vaclav Havel’e hediye etti. 14 Aralıkta gerçekleşen Prag şehrinin Mahkemesi Salih’in değil, sanki Özbekistan’da ki baskıcı rejimin mahkemesi oldu. Bu ülkedeki devlet terörünün kanıtı olabilecek pasajlar yer aldı mahkeme kararında. Salih’in Özbekistan’a iade edilemeyeceği, ona karşı iddiaların mantıksız olduğu vurgulandı ve Salih temize çıktı. Prag vakıası Muhammed Salih için biraz dramatik geçmişti. ABD'nin ve dostlarının tavrı kara günde belli olmuştu. Türk basınında Taha Akyol, Cengiz Çandar, Kemal Çapraz ve Arslan Tekin dışında Salih'i yazan olmadı. Norveç telefonunu Ankara'da iken aramış, çıkartamamıştım. Elbette Muhammed Salih’in macerası daha bitmedi, devam edecekti. ABD'nin en zor halka olan Özbekistan'da sivil darbe gerçekleştirmesi gerçekten zor işti. KERİMOV’UN KORUNMA NEDENİ PETROL 2002 -2004 yılları arasında Büyük Britanya'nın Taşkent büyükelçiliğini yaparken, Kerimov aleyhine konuşması sonrası' istenmeyen adam' ilan edilerek görevden alınan Craig Murray, ülkesinin ve ABD'nin zorba Kerimov rejimine Orta Asya petrol ve gaz servetlerine sahip olmak için gözyumduğunu belirtiyordu. Renkli devrimlerle havari kesilenlerin demokrasi oyuncağını kinayeli iğnelemeleriyle ellerinden aldı. World Peace Herald'a konuşan Murray, Andican olaylarını açıkca insan hakları ihlali olarak değerlendirirken, Londra ve Washington'un bu olayları kınamamasını ikiyüzlülük olarak niteledi. Andican olaylarına bini aşkın insan ölmesine rağmen Kerimov sayıyı 50 kişi göstermiş, bölgeye yabancı basını sokmadığı gibi ülkedeki yabancı medyayı kapatmıştı. Olaylardan sonra 500 Özbek aile Kırgızıstan’a geçerken üzerilerine ateş açılmış yüzlerce sivil katledilmişti. Cinsel tacizden, her çeşit işkenceye kadar masum insanlara hapishanelerde yapılan zulmü çekinmeden dile getiren Murray, Andican skandalına Washington'un sessizliğini Guardian Sunday'da çıkan yazısında ' politik terör suçu' yakıştırması yaptı. Hem Kerimov hem ABD ve İngiltere politik terör suçu işliyordu. İşkencelerin sıradanlaşması, birçok sıradan insanın sahte gerekçelerle hapishaneye atılması, 2002'de Jaslik hapishanesinde Muzafar Avazov ve Husnidin'in kaynar suya atılarak öldürülmesine dikkat çeken Murray, bu suça gözyumanların ne kadar günah çıkartsalarda suçlu olacağının altını çizdi. Özbekistan yönetiminin terörle savaş kapsamına sokmaya çalıştığı politikanın bizatihi konseptin kendisine zarar verdiğini düşünen İngiliz büyükelçisi, kamuoyu önünde tüm diplomatik teamüllerin dışında Özbek yönetimini sert bir dille eleştirdi. Büyükelçi Murray, 9 Kasım 2004’te Londra Chatham House’da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Özbekistan’da demokrasinin zerresi yok. Başkan İslam Kerimov’un görev süresi, hileli seçimler ve referandumlarla sürekli olarak uzuyor... Birlik, Erk, Özgür Çiftçiler gibi gerçekten demokratik partilerin seçimlere katılmasına izin verilmiyor. Rejimi eleştirmek imkansız. Basın, din, ifade, toplantı özgürlüğü yok. Büyük çoğunluk için zulüm, küçük bir azınlık için lüks demek olan rejim ağır baskılarla ayakta duruyor. Ülkeden çıkmak için vize almak zorunlu. Ülke içinde seyahat de izne tabi. Devlet çiftliklerinde doğanlar ömür boyu serfliğe mahkum. Kerimov’a direnen yegane muhalefet, yasadışı ‘Cami hareketi’ ya da Hizbüttahrir. Korkunç işkence ve zulüm bu grupları giderek daha radikalleştirmekte. Sistem kaçınılmaz olarak şiddetli bir çatışmaya doğru gidiyor. Bu 5 ya da 7 yıl sonra gerçekleşebilir, ama felaketli bir rejim değişikliği modeline doğru gittiğimiz konusunda en küçük bir tereddüdüm yok. Ve ABD’nin Kerimov’a sağladığı destek yüzünden, bunun Batı - aleyhtarı bir rejimle sonuçlanması büyük olasılık. Amerikan ve İsrail büyükelçiliklerine yönelik saldırılar, Batı’dan nefret eden yeni bir kuşak yarattığımızı gösteriyor. Gençler radikal İslamcılığı benimsiyor, çünkü onlara Kerimov’a karşı bir alternatif bırakmıyoruz. Kerimov’a destek vermek İslam köktenciliğiyle mücadele değil, onu teşvik demektir. ABD’nin desteklediği Kerimov rejiminin işkencehanelerinden yükselen her feryat, Şaron’un duvarına döşenen her tuğla ve Felluce’de evlerin üzerine düşen her bomba gibi İslam dünyasındaki nefreti körükleyecektir.” Özbekistan'da gerçekten neler oluyordu? 11 Eylül sonrası ABD'nin bölgedeki operasyonları sonucu çökertilmiş Vehhabi destekli Özbekistan İslam Harakatı ve öldürülmüş lideri Cuma Nemangani bir süredir Özbek Lider Kerimov için tehdit olmaktan çıkmıştı. Diğer Vehhabi destekli örgüt Hizbul Tahrir'e bağlı olduğu iddiasıyla 7 bin kişi cezaevini boyladı. Lideri Tahir Yoldaşav ve kaçan 1500 aile Kırgızıstan, Kazakistan ve Tacikistan'da bugün zor şartlar altında yaşıyordu. Bununla birlikte Kerimov yönetimi, pasifize edilmiş bu tehditleri, 11 Eylül sonrası oluşan politik iklimde son derece hünerli bir şekilde kullanarak, ülkeyi siyasal özgürlükleri tümüyle ortadan kaldıran sürekli bir olağanüstü hal durumuna sokmuştu. Hizbul Tahrir, Nemangani örgütünün aksine 'barışçıl cihad" olarak tanımladıkları bir çerçevede ideolojilerini savaşla değil "sözlü tebliğ" ile yaymaya dayandırdılar. ÖİH militanlarını ‘ekstremist' olarak suçlayarak "Kerimov'un rejimi tarafından beyinleri yıkanmış olsa bile bir Müslümanın diğer müslümana ateş açmasının kabul edilemeyeceğini" belirttiler. Son iki yıldır ABD'nin baskısıyla Kırgızistan, Kazakistan ve özellikle de Tacikistan'da da yüzlerce aktivistleri tutuklanarak hapse konuldu. Yurtdışından destek bulan bu yapılanma sanılanın aksine halktan büyük bir teveccüh görmedi. İddia edildiği gibi 80 bin üyesi yoktu. Dr. M. Turgut Demirtepe, Turkish Weekly Journal'da yayımlanan 'Orta Asya'da radikalizm ve terör' başlıklı yazısında, son yıllarda eylemlere karışan ve tutuklananlara vurulan damganın HT sempatizanı olmasını şüpheli buluyordu. Görüşü şöyleydi: Bu durum bağımsız kaynaklarca genellikle hükümetin terör eylemleri ile HT arasında bir bağ kurmaya yönelik bilinçli bir çabası olarak yorumlandı. Ancak uzun süredir dikkat çekilen bir başka olgu, Kerimov'un yoğun şiddet içeren baskı politikalarının İslamcı muhalifleri radikalize ettiği, ülkede anti-militer olmakla birlikte radikal görüşlere sahip unsurları teröre ittiğidir. Nitekim bölgede silahlı mücadele yanlısı grupların ve bu tür eylemlerin yalnızca Özbekistan da taban bulduğu, bölgedeki diğer ülkelerde İslamcı muhalefetin militer özellik taşımadığı gerçeği bu argümanı doğrular niteliktedir. Bu açıdan ülkedeki ortam bazı HT aktivistlerinin gruptan koparak teröre yönelmesine son derece müsaittir. Bu anlamda HT'yi de teröre kaynaklık eden ideolojik düşüncenin bir parçası olarak değerlendiren görüşler mevcuttur. İslamcı muhalefet, faaliyetleri ve eylemleri ile ses getirmekle birlikte, halkın İslam anlayışından farklı ideolojik konumu nedeniyle geniş halk kitlelerinde karşılık bulamıyor. Bu anlamda İslamcı muhalefetin halkla duygusal özdeşlik sağlayamaması büyümesinin de sınırlarını çiziyor. Afganistan sınırından 90 mil uzaklıktaki Hanabad hava üssünü ABD askerlerine açarak teröre karşı savaşta ABD ile aynı safta yer alan Özbekistan'ın ABD'ye verdiği bu destek, yalnızca, ülkesindeki terörü besleyen kaynakların kurutulması amacıyla sınırlı değildi. Özbek yönetimi, terörle savaş konseptinin doğurduğu psikolojik zemin üzerinden, uzun süredir Özbekistan'daki insan hakları ihlallerini gündeme getiren ve ülkede demokratik ve açık bir sistemin yürürlüğe geçmesi talebinde bulunan ABD'yi "bağlamak" niyetindeydi. Nitekim bu niyetini gerçekleştirmekte de başarılı oldu ve ABD ve Batılı ülkeler özelde Özbekistan genelde de tüm Orta Asya ülkelerinde, giderek daha da kesifleşen insan hakları ihlalleri ve otoriter yönetim anlayışı karşısında susmayı tercih ettiler. Kerimov, Aralık 1997'de İslamcı hareketlerin beşiği olarak bilinen Namangan'da dört polisin öldürülmesi ile sonuçlanan arbede sonrası ülke genelinde yürütülen bir kampanya ile binlerce kişi tutuklatarak sorgudan geçirdi. Bu çerçevede 900'ün üzerinde cami Vahhabizm'in odak noktası olduğu gerekçesiyle kapatıldı. Mayıs 1998'de Din Özgürlüğü Yasası, Parlamento tarafından yenilenerek hükümet kontrolü altında olmayan tüm dini faaliyetler yasaklandı. Yasa, resmi dini kuruluşlar dışında yapılan din öğretimini ve dini yayıncılığı suç kapsamına aldı. Ayrıca, hükümet camilerde ezan okunmasını yasaklayan ve eğitimin her düzeyinde dini konuları ders müfredatından çıkaran bir kararname yayınladı. Resmi olmayan camileri kapatma süreci hızla devam ederek 1997'de 10 bin civarındaki cami sayısı günümüzde 2 bin beşyüz düzeyine indi. Bu süreç içinde, resmi yetkililer, Human Rights Watch'ın yerinde ifadesiyle "suç niyeti taşıyan ile yalnızca camiye devam etmekte olan ortalama Müslümanları aynı kefeye koyan" bir yaklaşımla kitlesel düzeyde bir ‘cadı avı' başlattı ve binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirilerek, üniversiteden ya da işten atılmadan uzun hapishane cezalarına kadar değişik müeyyidelerle karşılaştı. Demokratik gelişim sağlanmadığı, muhalefet için sistem içi meşru kanallar açılmadığı ve sosyo-ekonomik koşullarda iyileşmeye gidilmediği takdirde, bu ülkeden renkli devrim haberi değil, daha çok katliam haberi duyulması olasıydı. Zira Kerimov arkasını dayılarına yaslamış durumda ve şimdilik devrilmeyeceğinden emindi! Bini aşkın göstericinin emniyet güçlerince öldürüldüğü 13 Mayıs günü, Özbekistan Cumhuriyeti’nin tarihinde “Kanlı Cuma” olarak çoktan yerini aldı ve Özbekistan Devlet Başkanı Kerimov da, koltuğunu korumak uğruna kendi halkını katleden acımasız diktatörler safına katıldı. Ülkeyi bugünlere getiren olaylar zinciri, aslında bağımsızlığın elde edildiği 1991’lere kadar uzanıyordu. Bağımsızlığın ardından devlet başkanı seçilen Kerimov, iktidarının daha ilk yıllarında muhalefeti tasfiye etmiş, Erk Partisi ve Birlik Halk Hareketi gibi siyasi muhalefet partilerinin liderlerini ülkeyi terk etmeye mecbur bırakmıştı. 1996 yılında Afganistan’da ortaya çıkan ve Taliban hareketiyle işbirliği halinde faaliyet gösteren Özbekistan İslami Hareketi, Kerimov’a, otoriter yönetimine kılıf olarak çok iyi bir fırsat sağladı. Özbekistan’da şeriatçı bir yönetim kurulmasını isteyen bu grubun Özbekistan içerisinde yürüttüğü faaliyetlere karşı büyük bir mücadele başlatan Kerimov, bu tarihten itibaren, kendisine karşı yürütülen her türlü muhalefeti köktendincilikle suçlamaya başladı. 1999 yılında şahsına yönelik suikast girişimi konusunda da İslamcı örgütleri suçlayan Kerimov, bu olaydan sonra, yeraltındaki muhalefet üzerindeki baskısını daha da artırdı. İktidarının onuncu yılına gelindiğinde Kerimov, sansürün, insan hakları ihlallerinin, düzmece mahkemelerin ve işkencenin günlük hayatın sıradan bir parçası haline dönüştüğü bir polis devleti yaratmıştı. Ülke hapishanelerinde 7000’i aşkın siyasal mahkum vardı. Muhalifler birdenbire ortadan kaybolmaktaydılar. Gözaltında veya hapiste ölüm olayları sıradan bir hal almış durumdaydı. Kerimov’a göre ekonomik gelişme gerçekleşmeden demokrasiye geçilemez, siyasi alanda reformlar uygulanamazdı. Dolayısıyla yönetiminin başlangıcından itibaren, ekonominin her alanında devletin kontrolünü ön plâna çıkaran bir model uyguladı. Sonuç tam bir başarısızlık oldu. Halkın refah düzeyi Sovyetler Birliği dönemindekinden de geriye gitmişti. 2000’li yılların başlangıcında Özbek halkı, kişi başına 30 dolarlık aylık gelir seviyesiyle, fakirlik, işsizlik ve sefalet batağına saplanmış durumdaydı. Milyonlarca Özbek, başta Kazakistan ve Rusya olmak üzere, dış ülkelerde yaşam savaşı vermekteydi. Aslında 27 milyonluk genç nüfusu, yılda 5 milyon tona ulaşan pamuk üretimi, dünyanın ilk on sırasına giren altın üretimi ve zengin doğalgaz kaynaklarıyla Özbekistan, kaynaklarının doğru kullanılması ve gelirlerinin adil paylaşımı durumunda çok büyük bir gelişme gösterebilirdi. 11 Eylül olayı sonrasında Amerika’nın Afganistan’a müdahalesi Kerimov yönetimi için büyük bir şans oldu. Teröre karşı ortak mücadele şemsiyesi altında ABD ile aynı safta yer alan Kerimov, ülkenin güneyindeki Hanabad şehrinde ABD’ye bir hava üssü verdi. 2500 personelin görev yaptığı bu üssün tahsis edilmesinin karşılığı, demir yumrukla yürüttüğü yönetim şekline göz yumulması ve ciddi boyutta ekonomik yardım sağlanması olacaktı. Artık ABD için Kerimov, Büyük Ortadoğu Projesi’yle ortaya konulan “demokratikleşmenin desteklenmesi” iddiasının aksine, birlikte çalışılabilir diktatörler zincirinin bir halkası haline gelmişti. Bu arada Afganistan’daki Taliban kamplarıyla birlikte Özbekistan İslami Hareketi kampları da yok edilmiş, böylece Kerimov yönetimi dişli bir muhalif rakipten kurtulmuştu. Ayrıca söz konusu örgüt ABD’nin mücadele edilmesi gereken terör örgütleri listesine de alınmıştı. 2000 yılında Sırbistan’la başlayıp daha sonra Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’la devam eden kadife devrimler Özbek yönetiminin alarma geçmesine sebep olmuştu. Gürcistan örneğinde Soros ve benzeri Batı kaynaklı vakıfların oynadığı rolü gören Kerimov, Gürcistan devriminden kısa bir süre sonra, Soros Vakfı’nın Özbekistan bölümünü kapattı ve benzeri sivil toplum örgütlerini yoğun kontrol altına aldı. Kadife devrimlerin bir diğer önemli parçası olan muhalefetin seçime katılması, seçimlerin uluslararası denetimlere açılması gibi konulara karşı stratejiler geliştiren Kerimov yönetimi, 2004 yılı sonunda yapılan parlamento seçimlerine hiçbir muhalefet partisinin katılmasına izin vermedi. 2005 yılı Mart’ında, komşu Kırgızistan’da gerçekleşen halk ayaklanması, Kerimov yönetimini fazlasıyla rahatsız etti. Özbekistan’da da bir devrim olabileceği ihtimali, içerideki baskının daha da artırılmasına sebep oldu. Andican’da, köktendincilikle suçlanarak yargılanan işadamları, Ekrem Yoldaşev adlı bir eski Hizbûttahrir üyesinin taraftarları olarak biliniyordu. Yoldaşev, Orta Asya’da İslami bir devlet kurmayı amaçlayan, fakat şiddet yöntemlerine başvurmadığı için Batı tarafından da terör örgütü tanımlamasına sokulmayan Hizbüttahrir’den ayrılmış bir matematik öğretmeniydi. 1992 yılında, tamamen dinî nitelikte olan “İmana Giden Yol” başlıklı bir kitap yazmış, 1997’de uyuşturucu bulundurduğu iddiasıyla tutuklanıp serbest bırakılmış, 1999’da bu kez yazdığı kitap nedeniyle yeniden tutuklanarak 17 yıla mahkûm edilmişti. Ekremiye grubu üyeleri olarak bilinen bu işadamları, 1999 yılından itibaren bölgede kurdukları ticari kuruluşlar aracılığıyla işsizliğe ve fakirliğe karşı mücadele etmeyi amaçladıkları iddiasındaydılar. Yönetim ise onları köktendincilikle suçlayarak yargılamaya başlamış, on gün süreyle her gün mahkeme önünde toplanan kalabalık, karar günü gecesinde Andican hapishanesini basarak, söz konusu 23 kişinin de içinde olduğu yaklaşık dört bin mahkûmu serbest bırakmıştı. Sonuçta 12 mahkum Kırgız tarafa kaçmayı başardı, kalanları büyük ihtimalle öldürüldü. Geldiğimiz noktada sorulan temel soru şudur: Özbekistan’daki olaylar, diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde olduğu şekilde yayılarak iktidar değişikliğine yol açabilir mi? Bu sorunun cevabı, Özbek halkının durumu, Kerimov’un tutumu ve dış etkenler olmak üzere üç boyutlu bir değerlendirme ile verilebilir. Özbekistan’da devrim olacak mı? Öncelikle Özbek muhalefeti, liberaller (Erk Partisi, Birlik Halk Hareketi, Azad Dikanlar Partisi), şiddet yanlısı olmayan ılımlı dinci muhalefet ve şiddet yanlısı radikal dinci muhalefet şeklinde parçalı bir durumdaydı. Özbekistan’da resmî bir muhalefetin oluşmasına engel olunmuş, muhalefetin etrafında toplanabileceği, Batı tarafından desteklenen karizmatik bir muhalefet liderinin ülkede barınmasına imkân verilmemişti. Nitekim Andican’daki ayaklanma da ülke genelinde örgütlenmiş bir muhalefetin ürünü değildi. Yargılanan sanıkların yakınları, hemşerileri tarafından başlatılan bölgesel hareket, muhalif grupların desteğiyle büyümüştü. Sonuç olarak, Özbekistan geneline yayılmış, Kerimov yönetimini köşeye sıkıştıracak eşzamanlı bir ayaklanma hareketi gerçekleşmesi ihtimali zayıf görünüyordu. Çeşitli gerekçelerle, zaman zaman bölgesel ayaklanmalar ise devam edecekti. Kerimov açısından bakıldığında ise, artık her çareye başvurarak iktidarını sürdürmekten başka çaresinin kalmadığı görülmekteydi. Yüzlerce kişiyi katletmek suretiyle kendi halkıyla olan diyalog köprülerini atmıştı. İktidarı kaybetmesi durumunda, eli kanlı bir diktatör olarak, ne ülkesinde, ne de ülke dışında barınabilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla baskıyı daha da artırarak her türlü ayaklanmayı şiddetle ezecekti. Kerimov yönetiminin kaderini etkileyebilecek iki dış güç, yani ABD ve Rusya’nın tutumları, en azından bugüne kadar, Kerimov’u destekleyici yönde olmuştu. Olayların başladığı dönemden beri Rusya, Taşkent yönetimine paralel görüşler gündeme getirdi. Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un 15 Mayıs’ta yaptığı “Özbekistan’daki olaylar Taliban stili bir provokasyondur” değerlendirmesi, Kerimov’un olayları değerlendirmesiyle özdeşti. Uluslararası ekonomik ve siyasi baskı uygulayarak Kerimov’u köşeye sıkıştırabilecek diğer büyük güç, yani ABD ise, olayların başlangıcından beri, “demokrasiyi isteyip istememenin Özbek halkının kendi konusu olduğu ve halkın demokratik yönetim talebini barışçıl yöntemlerle savunması gerektiği” gibi ne anlama geldiği belli olmayan bir değerlendirme dışında ciddi bir reaksiyon göstermemişti. Bir diğer deyişle ABD, Orta Asya’daki en önemli stratejik partnerini kaybetmek istememişti. Olayların kontrol altına alınması durumunda ABD, Andican katliamına ve Özbekistan’daki demir yumruk siyasetine göz yumarak Kerimov yönetimiyle ilişkilerini sürdürecek gibi görünüyordu. Ancak Andican’daki gibi yeni olayların olması ve Özbek yönetiminin katliamları sürdürmesi durumunda, dünya kamuoyunun baskısı sonucunda, ABD, Özbekistan yönetimine karşı bir tavır almak zorunda kalacaktı. Görüldüğü gibi, olayların akışını değiştirebilecek üç unsur da, en azından şimdilik, Kerimov’un koltuğunu koruyabilmesini sağlayacak yönde görünmekteydi. Fakat etkinin güçlendiği ölçüde tepkinin de güçlenmesi bir doğa yasaydı. Dolayısıyla Özbekistan’daki siyasi baskı arttıkça, tepkisel olaylar patlak vermeye devam edecekti. Bir diğer deyişle Kerimov diktatörlüğünün sona ermesi, yalnızca bir zaman meselesiydi. ( 64) ABD’nin 21. yüzyılın enerji imparatoru olmasına hizmet eden, kapsama alanı genişletilerek hepsi müslüman 22 ülkede rejim ve sınır değişimlerine gidilmesini öngören Büyük Ortadoğu Projesi’nin hazırlanması ve uygulamaya konulması 15-20 yıl öncesine gitmekle birlikte Türkiye'de gündeme gelişinin üzerinden fazlaca bir zamanın geçtiğini söylemek mümkün değildi. Ankara’da ancak sırlara vakıf yetkililer 1995’de bu projeden haberdar edilmişti. Esasen sadece isimler değişmiş, bölge üzerinde oynanan oyunlar değişmemişti. Büyük Ortadoğu Projesi üzerine tartışmalar sürerken, arada bir de Büyük Ortadoğu Projesi'nin(BOP), aslında Büyük İsrail Projesi(BİP) olduğu söylenmeye ve yazılmaya başlandı. Aslında Büyük Ortadoğu Projesi ile Büyük İsrail Projesi birbirinden farklı ve bağımsız projeler değildi. Projenin adına BİP ya da BOP denilmesi fazla birşeyi değiştirmiyordu. Mimarları enerji dünyası ile ilişkili, dünyayı yöneten tüm gizli örgütlere hükmeden Yahudi patronlardı. Büyük Ortadoğu Projesi'nin Mezapotamya’da esasını Büyük İsrail oluşturuyordu. İster BİP, ister BOP diyelim her iki durumdada İsrail'i merkez kabul eden bir yapılanma sözkonusuydu. Belki Büyük Ortadoğu Projesi demekle Büyük İsrail hedefi biraz olsun gizlenmeye çalışılmaktaydı. Hepsi bundan ibaretti. Çünkü, ABD yönetimini kontrol altına almış olan Yahudi lobisi hedefine ulaşmak için ABD'yi kullanıyordu. Bu kullanılışa ABD yöneticilerinin gönüllü katkılarının da olduğunu belirtmek yanlış olmazdı. Aslında Siyonistlerinin hedeflerini gerçekleştirmek anlamına gelen BOP ve BİP ABD'de tezgahlanmakta, bu ülkenin askeri gücü, enerji gücü, derin devlet ve vakıfları koordinesinde uygulamaya konulmaktaydı. Bu arada, tabii ki, ABD'nin çıkarları da dikkate alınacaktı. Söz konusu projelerin uygulamaya konulması ise, bölgede sürekli kaos ortamının oluşturulmasını gerektiriyordu. Ortaya çıkan kaostan yararlanan başta ABD olmak üzere emperyalist güçler artık doğrudan müdahaleler ile projenin gerçekleşmesini sağlama hususunda adımlar atıyordu. Bu adımları atarken tabii ki, hiçbir ABD yöneticisi ve Siyonist, Büyük İsrail'i kurmakta olduklarını söylemiyorlardı. Enerji parsasını toplayan Yahudi patronlar, 1990’larda bütçesi trilyon dolar açık veren ABD ekonomisini toplamayı başarmıştı. Bir takım kavramların arkasına gizlenerek bu sinsi emellerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. En çok kullandıkları sihirli kavramlar ise demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlükler ve korku aracı terör olmaktaydı. Bu kavramları kullanmalarına rağmen sergilenen davranış tam bir faşist anlayışa uygundu. İnsan haklarını korumaktan söz edilirken, insanların en tabii ve vazgeçilmez hakkı olan yaşama hakkına son verilmekte, demokrasi diyerek işgal edilen ülkelerde faşist yönetimler oluşturulmaktaydı. Terörle mücadele edildiği söylenmesine karşılık, ABD ve yandaşlarının işgali ve kontrolü altındaki ülkelerde terör havası esiyordu. Bir bakıma işgal öncesi terörden eser yokken, şimdi bu ülkeler terörün merkezi haline gelmişti. Çünkü, işgalciler ve Siyonistler böyle ortamlardan yararlanıyorlardı. Bu yüzden uygulanmakta olan projenin adının şu ya da bu olmasından ziyade önemli olanın bu projenin hedefiydi. (65) Pentagon'un yeni savaş vizyonu ! Pentagon'un yeni savaş vizyonu strateji belirleyici 'Savaş Bakanı' Donald Rumsfeld tarafından 2005 başında gizlice çizildi ve üst düzey komuta seviyesinden başlayarak ABD ordusuna anlatıldı. Amerikan ordusu gittikçe daha belirgin biçimde ' global petrol jandarması' oluyor ve enerji imparatorluğunu korumak için petrol ve doğalgaz zengini tüm ülkelere ve nakil ülkelerine üslerle yerleşiyordu.. Yeni vizyonu hayata geçirmek için CIA'nın operasyon güçleri şefleride bizzat Rumsfeld tarafından bilgilendirildi. Rhode Island'da bulunan Deniz Savaş Koleji Profesörü Thomas Barnett, ' Pentagon'un Yeni Haritası' adlı kitabında sınırsız bir bölgede yürütülecek bu akılalmaz savaşın sınırlarını tanımlamaya çalışmıştı. Barnett'e göre, Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu ve Merkezi Asya petrol üretiminde anahtar bölgeler olduğu için kibarca ' koruma altına' alınacak, kabaca 'işgal' edilecek coğrafyalardı... ABD, global kaynakları, insanları, enerjiyi ve parayı yönetemezse zengin ve fakir arasındaki uçurumun büyüyeceğini ileri süren Barnett, Pentagon'un tek çaresinin askerini bu bölgelere sokarak kontrol etmesini olduğunu savunuyordu. 3. dünya ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmanın yolu boyunlarından yakalayıp bu global çarka sokmakmış. Washington'un yeni savaş söylemi Hitler'in tarzını andırıyordu. Tüm dünya haksız olduğunu kabul etsede kimseden izin almadan sonu olmayan işgallerle yürüyen bir radikalizm. Hitler kimseyi dinlemeden Avrupa'yı işgal ederken ve Rusya'ya saldırırken haksız savaş tabirini lügatından silmişti ve çoksesliliği ortadan kaldırrarak dünyanın güvenlik sistemini yok etmişti. Elbette sonu hüsran oldu. İşin ilginç tarafı işgal edilecek ülkeler artık sır değildi. Hitler, yarın işgal edeceği ülkeyi son dakikaya kadar en yakın komutanlarına dahi söylemezdi. Oysa şimdi ABD'nin hedefi belliydi: Tüm petrol bölgelerini kontrol altında tutacak şekilde işgal ordularını sevketmek. Bahane bulmak dışişlerine ve savaş borazanı medyaya havale edilmiş durumdaydı. İran'ın işgal edilmesi lazım. O halde gözünün üstünde kaşın var türünden savaş sebepleri icat edilmeliydi. Rusya'dan uzun menzilli füzeler alıyormuş, hatta İran malı füze üretmiş, nükleer silah yapacakmış, Ladin'in oğlu Tahran tarafından himaye ediliyormuş vs. vs. Barnett'e göre ABD, en az 25 yıl merkezi Afrika'da kalmak için savaş verecekti. Ortadoğu'da 25 yıl kalma planı çoktan yürürlüğe konulmuştu. Irak'ta kaos Washington'un planı gereğiydi. Bu nedenle tepki geleceğini bile bile düğün bombalamaya, masum sivilleri çocukları önünde acımasızca öldürmeye, kadınlara tecavüz etmeye devam ediyorlardı. Bağdat'ı zalimane işgal eden son zalim hükümdar Moğol Hülağu'da aynı uygulamayı yapmıştı. 40 yıl hakimiyetde kaldı, ancak tarih sahnesinden öylesine silindi ki, Moğollar Irak üzerinde hiçbir iz bırakamadı. Halk ve Halık zalimleri unutmaz ve asla affetmezdi. ABD, gayrinizami harp yürütmek için özel eğitimli komandolarını iki ayrı kurum altında ayırdı. Air Force-Navy-Army-Marines olarak bilinen operasyonel güçten biri yer altına çekildi. Leviathan adlanan kuruma bağlı olanlar hiçbir uluslararası mahkemede hesap vermeden insafsız infazlar yapmakla yükümlüydüler. Düşman görülen her hedef hiçbir kurala bağlı kalmaksızın yok edilecekti. Bu gruptaki komandolar verilen emri tartışmayan askerlerdi. ABD'nin sisteme bağlı çalışan diğer askeri yapılanması bölgesel polis güçleri oluşturarak işgal altındaki halkı kendi halkından insanlarla karşı karşıya getirmekle yükümlüydü. İmparatorluğun gücünü ve prestijini kullanarak herkesi satın alabileceğini veya boyun eğdireceklerini düşünüyorlardı. Irak'ta hergün patlayan bombalarla öldürülen Iraklı polisler, emniyet güçleri bu kurumun işbirlikçisi, yani hain olarak görülüyordu. Celal talabani cumhurbaşkanı olduktan sonra saldırılar artmış, hatta Erbil’e Kuzey Irak’a da sarkmıştı. Bu ekip, bölgeye uyum sağlayarak asla anavatanlarına geri dönmeyecek insanlardan kuruluydu. Ancak Amerikalıların değil yerli işbirikçilerin hayatları topun ağzında olacaktı. ABD, soğuk savaş döneminde 50 yıl içinde kurulmuş askeri üsleri yeni global savaş hedefinde maksimim kullanmayı hedefliyordu. Senegal, Gana, Mali, Uganda ve Kenya'da kalıcı üsler planlanıyordu. Nijerya'ya çöreklenecek askeri güç, ABD'nin yüzde 25 oranında güvenli petrol ihtiyacını garanti altına alacaktı. Diğer Afrika ülke liderleri ile ilişkiler kurularak Afrikalıların arasına ayrılık tohumları ekilecek ve asla bu güçlü düşmana karşı gelemeyeceklerdi. Acil füze güvenlik sistemi için Dpğu Avrupa'da Macaristan, Romanya, Polonya ve Çek cumhuriyetine birer üs kurulacaktı. İran’ın vurulması için Azerbaycan, Türkmenistan, Irak ve Afganistan’da füzelerle donatılacaktı. Kısacası Pentagon kendi çıkarlarını ilgilendiren tüm petrol coğrafyasını ‘ Allah’ın Gözü’ oldukları iddiasıyla işgal etmeye hazırlanıyordu. Enerji imparatoru olarak Çin ve Rusya’yı karşısına alan ABD, petrole muhtaç ülkeler AB ülkeleri ve Japonya’yı diz çöktürerek yanına çekecekti. 21. yüzyılda enerjiye kim hakimse patron, süpergüç oydu. En az 20 yıl bu kuralın değişmesi beklenmiyordu. Satrancın Rus Şahı, yanına Çinli Veziri alabildiği ölçüde ABD şahını ve İngiliz veziri altetmesi mümkündü. Bu petrol satrancı yaşlı dünyayı kıyamate götürebilirdi. Peygamber Efendimizin hadislerinde belirtilen kıyamete yakın dünyayı kana bulayacak millet tanımına Yecüc olarak Çin veya Rusya, Mecüc olarak ABD ve İngilizlere uymaktaydı. İki fitneci topluluğun mücadele alanı Büyük Ortadoğu bağlamında İslam ülkeleri, Kafkasya ve bu topraklardaki petrol ve doğalgaz rezevleriydi. Ahirzamanda yerin altından altın ve gümüş cinsinden olmayan kara renkli bir servetin çıkartılacağına işaret eden ve bölgedeki kara altın petrolün yanısıra suyun savaş odağı olacağı teşbihle anlatan Peygamberimiz, sonuçta büyük ölümlere yol açacak bu mücadeleden sonra parlak günlerin geleceğini müjdelemişti. Bu savaşta galip egelen olmayacaktı.Büyük Petrol Satrancının sonucu 'PAT', yani berabereydi. Gerçek zafer son bir kere daha inananların olacaktı. Ancak bu zamana kadar petrol kanı akmaya devam edecekti. Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir. …Son……. Bu Kitap Bizzat Benim Tarafımdan [ [ By-Igleoo ]] Tarafından www.CepSitesi.Net - www.MobilMp3.Net - www.ChatCep.Com Siteleri İçin Hazırlanmıştır. E-Book Ta Kimseyi Kendime Rakip Olarak Görmem Bizzat Kendim Orjinalinden Tarayıp Ebook Haline Getirdim Lütfen Emeğe Saygı Gösterin. Gösterinki Ben Ve Benim Gibi İnsanlar Sizlerden Aldığı Enerji İle Daha İyi İşler Yapabilsin. Herkese Saygılarımı Sunarım . Sizlerde Çalışmalarımın Devamını İstiyorsanız Emeğe Saygı Duyunuz Ve Paylaşımı Gerçek Adreslerinden Takip Ediniz. Not Okurken Gözünüze Çarpan Yanlışlar Olursa Bize Öneriniz Varsa Yada Elinizdeki Kitapları Paylaşmak İçin Bizimle İletişime Geçin. Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi İçin Bilgece Yaşayanlara. By-Igleoo www.CepSitesi.Net