w w w . a k s i t a r i h . c o m SAYI 1 | GÜZ 2012 TOBB ETÜ TARĠH VE FELSEFE TOPLULUĞU YAYINIDIR Bu kitapta gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider, bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Rivierası‟na inerler; Provence‟da, Yunanistan‟dan zeytinler toplanmıştır; Venedik‟in durgun sularında ya da cebre kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar… Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz. Giriştiğimiz deneme, geçmişin ve bugünün sürekli karşılaşması, birinden ötekine sürüp giden bir geçiş, açık yürekle çağrılan iki sesli, sonsuz bir türküdür. Bu diyalog birbirine yansıyan sorunlarıyla bu kitaba bir ruh verirse, amacımıza ulaşmış olacağız. Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün sorunları -hatta kaygı ve sıkıntıları- adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir… Uygarlıkların mükemmel bir yol göstericiler olduğunu kim inkâr edebilir? Zamanı aşan, süreyi alt eden onlardır. Tarihin filmi bir yandan oynayadursun, sarsılmaz güçleriyle onlar ayaktadırlar. Ve aynı güç onların kendi alanlarına egemen olmalarını sağlar, çünkü işgal ettikleri topraklar sınır değişikliklerine uğrayabilir fakat en ortada, merkez bölgede onların almış oldukları yer değişmez. Sezar ve Augustus zamanında nerede idiyseler, Mustafa Kemal ve Albay Nasır zamanında da oradadırlar. Zaman ve mekân içinde hareketsizdirler ya da çok az hareket ederler. ter istemez onların niteliğiyle bütünleşir. Romalılık İsa ile başlamadı. İslamiyet 7. yüzyılda Muhammed ile başlamadı. Ve Ortodoks dünyası da 330 yılında Konstantinopolis‟in kuruluşu ile başlamadı. Çünkü bir uygarlık süreklilik demektir, öyle ki bu uygarlık değiştiği zaman -hatta bu değişiklik yeni bir dinin getirdiği derin bir değişiklik olsa- kendi içinde yaşamaya devam eder ve özünü oluşturan eski değerleri içine sindirir. Valery ne derse desin, uygarlıklar ölümlü değildirler. Çeşitli sarsıntılara, felaketlere göğüs gererler. Gerekince külleri içinden yeniden doğarlar. Yıkılsalar, harap olsalar da ayrıkotu gibi yeniden biterler. Bu Sayıda: Teknoloji Tarihi’ne BakıĢ 2 Ruh ve Yaratıcı 3 Mülteci Kral: DemirbaĢ ġarl 4 Abbasi Yönetimine KarĢı Mesiyanik Bir Hareket: Bâbek el-Hürremî Ġsyanı 5 SavaĢtan Spora Osmanlı’da Okçuluğun Dönemsel GeliĢimi 6 Osmanlı Devleti’nde Kadınlar Saltanatı 7 BatılılaĢma Ekseninde Saat Kuleleri 8 Ġbn Battûta’nın Gözünden ġehirlerin Anası, Firavunlar Diyarı Mısır 9 Amerikan Yayılmacılığının DoğuĢu ve MeĢruiyet Kaynakları 10 Osmanlı Devleti’nde Malikâne Sistemi 11 Batı Literatüründe Selahaddin Eyyubi 12 Danışman: Dr. Serpil Atamaz Bu hareketsizlik uygarlıkların, ilk bakışta göründüğünden çok daha gerilerde bulunan bir geçmişe kök salmalarını sağlar ve bu uzun süre, is- Fernand Braudel’in Akdeniz eserinden. Sayfa 2 Teknoloji Tarihi’ne BakıĢ Bugün dünyada milyonlarca insan Facebook ve Twitter kullanıyor. İletişim teknolojisi akıl almaz boyutlarda gelişmeye devam ediyor. Youtube‟a yüklediğiniz bir video 200′ü aşkın ülkeden izlenebiliyor. Peki, insanoğlu ateşle haberleştiği zamanlardan günümüze nasıl geldi. Bu otantik seyahati bize kim anlatacak? Kültür Tarihi kavramını duymuşsunuzdur. İletişim ve teknoloji de milletlere göre değişen bir kültürdür. Dünyada bu kültürün geçmişi Teknoloji Tarihi adı altında inceleniyor. Yaklaşık elli yıldır bu hususta çalışmalar yapılıyor, kitaplar, makaleler yazılıyor. Her alanda olduğu gibi teknolojide de dönüp geçmişe bakma eğilimimiz var. Yaşlı insanların “bizim zamanımızda” diye başlayan ve çoklukla özlem yüklü olan cümlelerini yıllar sonra bizler de kuracağız. Bu olguyu daha da gerilere götürdüğünüz zaman Karl Marx‟ın teorisinin ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Aslında en ideal toplum yapısı ilk insanların, teknolojiden yoksun toplum yapısıdır. Eski zamanları bu kadar seviyor olmamız ve geri gitmek istememize rağmen teknoloji neden giderek artan bir hızla gelişmeye devam ediyor? Bu gelişimin sebebi olarak genelde nüfus artışı gösterilir. Devendra Sahal 1983′te yazdığı bir makalede teknolojik gelişimi şans ve ihtiyacın etkileşimine bağlar. Geçen yıllar bu görüşün ne kadar doğru olduğunu ispat etti. İhtiyaçlarımız doğrultusunda kullandığımız pek çok araç şans sonucu bulundu. Newton da Steve Jobs da bir şekilde talihin yüzlerine gülmesi ile birtakım yenilikler getirdiler. Şimdi teknolojik gelişmeyi büyük oranda ihtiyaca bağladık, ihtiyaçların da nüfus artışı sonucu ortaya çıktığını belirttik. Çeliştiğimiz nokta şu ki teknolojik gelişmeler insan gücüne olan ihtiyacı azaltıyor. Nüfus arttığı halde istihdam azalıyor, bu da toplumsal sorunlara sebebiyet veriyor. Günümüzde hizmet sektörü dediğimiz alan bu fazla nüfusun bir kısmını iş hayatına dâhil etmiştir. Buna rağmen antik çağlarda söz konusu olmayan işsizlik sorunu modern dünyanın en önemli problemlerinden birini oluşturuyor. Gel gelelim bu tür konular daha çok sosyoloji biliminin alanına giriyor gibi gözükür. Yaygın kanaatler tarihçinin incelemesi gereken teknik boyutun savaş teknolojisi olması gerektiğini söyler. Fakat anketler ve sosyal gözlemlerle kendi sınırlarını epey daraltmış olan sosyologların sorunları ve gelişmeleri tarihsel bakış açısı ile görebilmeleri zor olmaktadır. Yakın dönem teknolojik gelişmelerin etkisi de mutlaka geçmişle karşılaştırılarak ele alınmalıdır. Ama bir tarihçi teknolojiyi nasıl konu edinebilir? Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü adlı kitabının girişinde şöyle yazar: “Modern insan beyninin ortaya çıkışından sonra geçen yüz bin yılın yalnız son dört yüz yılı gerçek modern akla tanıklık etmiştir. Onun da yalnız son elli yılında teknolojik ilerlemeler, günün birinde torunlarımızı yıldızlara taşıyacak gibi görünen gözü kapalı gidişe hız katmıştır.” Demek oluyor ki teknolojik gelişmeyi insanlık ile eşdeğer bir çizgide incelemek mümkündür fakat asıl bakılması gereken yer son dönemler olmalıdır. Bu da bizi bilgisayar ve iletişim teknolojisine odaklanmaya götürüyor. Bir tarihçinin yakın teknolojiyi konu edinmesi görece pek zordur. Paleografik metinlere ve yıllar öncesi döneme yönelik bir metodoloji, belge kavramının tümüyle başkalaştığı günümüz dünyasını anlamak için yeterli değildir. Örneğin ben, sosyal medya üzerinde yaptığım araştırmalarda öncelikle şekilsel değişimi ve bunun kullanıcılar üzerindeki etkisini ön plana aldım. Her değişim başta tepkiyle karşılanıyor fakat yine de insanlar alıştıkları ağları terk etmeyi göze alamıyorlar. Tasarım açısından baktığımızda da bu tür sitelerin kullanıcılarına sınırlı bir hareket alanı tanıdığını görebiliyoruz. Kişiselleştirebileceğiniz grafik sayısı Twitter‟da üç, Facebook‟ta ise sadece iki tanedir. Bu grafiklerde de yüksek çözünürlük kullanmanız engellenmiştir. Bu durumda sadece içeriksel olarak birtakım faaliyetlerde bulunabilirsiniz. Bunun felsefi açıklaması sosyal medya araçlarının insanlara sınırlar verdiğidir. Farkında olmasanız da çevrenizdeki sanal sınırların içerisinde dolaşmak mecburiyetinde kalırsınız. Tıpkı tarım toplumlarındaki çitleri andırır bu sınırlar. İnsan yığınlarını -bunlar her zaman halk olgusunu oluşturmayabilir- kontrol etmenin en etkili yolu onları sınırlamak ve bu sınırlar içinde kendilerini özgür sanabilecekleri boşluklar bırakmaktır. Bir tarihçi olarak bu sosyal durumu geçmişle kıyaslayarak araştırıyor oluşum metodolojik olarak alakasız gözükebilir. Peki bu değişimi kim nasıl açıklayabilir? Sayfa 3 Ruh ve Yaratıcı Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir. (Kur’an 17:85) Sana Beceri, anlayış, bilgi ve her türlü ustalık vermek için onu kendi Ruh'uyla doldurdu. (Mısır'dan Çıkış 35:31) Ey günahkârlar! O karanlık dünyaya (cehenneme), o kasvetli aleme siz; kendi eylemleriniz, ve öz ruhlarınız yüzünden atıldınız. (Vendidad 7:22) Maddi doğa ilerleyen zamanda insanların tahakkümüne girmiştir. Artık ateşin gölgesine sığınan veya yağan her yağmurdan etkilenen bir insan yoktur. Yağan yağmur, esen rüzgâr insanlar için sadece hava durumu olmuştur. Herkes, doğanın somut tarafıyla bir şekilde savaşıp başarıya ulaşmış olsa da soyut alanlarda aynı başarıyı kazanamamıştır. Yani, birçok kişi karmaşık görünen çoğu nesnenin basitliği ile basit görünenlerin karmaşıklığı karşısında gereksiz çaba harcamış ve bunların arkasındaki gizi veya tini keşfedememiştir. Doğanın gizemi, insanın doğayı yendiğini düşündüğü bir anda kendini gösterir. Ancak çok az insan bu giz ve tini keşfetmiş ve başarılı bir şekilde onunla etkileşim kurabilmiştir. Doğanın bu meçhul yüzünü görenlerin uzun zaman boyunca sürdürdüğü etkileşime, diğer insanlar “sanat” adını vererek olayı zihinlerinde anlamlandırmıştır. Yine bu insanlar, sanatkârların bu tür iletişim ve etkileşimini doğaya karşı bir “zafer” olarak yorumladığı gibi; doğanın egemenliğini tartışılmaz kabul edip bu eylemlere “taklit” demişlerdir. Uzun asırlar boyunca herkes, sanatçıların çalışmalarını bu iki menzilde görmüş ve değerlendirmiştir. Sanmayın ki ben bu iki kelime arasına sıkıştırılarak temellendirilmiş sanat eleştirilerini sığ olarak değerlendiriyorum. Hayır, aksine insanlar, sanatkârın bu çalışmalarını eleştirirken doğru tetkik etmiş ve değerlendirmelerini de hakkıyla yerine koymuştur. Ancak bizim buradaki problemimiz eserin ne ve nasıl olduğu değil, nasıl ortaya çıktığıdır. Ayrıca bu eserlerin ortaya çıkışında sanatçıların muhayyilesi mi etken olmakta yoksa biraz sonra bahsedeceğim evrensel ruh mu? Yukarıdaki sorunun cevabı, sanatın tüm yaratıcısı, çok önceden beri var olan soyut bir şeydir. Yani her zaman mevcut olmuş ve bütün varlıklara anlam veren, enerji veren bir şeydir. Bu, evrensel ruhtur. Eflatun‟un Devlet‟inde bilgiye çok az sayıda insanın ulaşabildiğinden bahsedilir. Aynı şey bu evrensel ruh için de geçerlidir. Sanatkârlar, bu evrensel ruha ulaşmış kişilerdir. Evrensel ruha ulaşmış her sanatçı, ona ulaşırken yaşadığı tecrübeleri ve onunla etkileşim halindeyken yaşadığı hissiyatın tezahürünü eserlerine yansıtır. Hatta ortaya çıkan ve sanatçılardan başka insanları da hayrete düşüren çoğu eser, bu evrensel tinin parıltısını taşır. Evrensel ruh nedir? Bu ruh, tüm evrene hayat verendir, evreni canlı tutan ve ona anlam kazandırandır. Bu ruh evrenin kendisi olduğu gibi Tanrı da olabilir veya O‟nun bir yansımasıdır da. Zaten panteist açıdan baktığımızda evren, Tanrı ile bütün değil midir? Ayrıca evrensel ruh, dünya üzerinde her bir insana ayrı ayrı verilmiş tüm ruhların merkezidir. Tüm güzelliklerin kaynağıdır. Evrenin ruhu herkese hitap etmektedir. Ama bizler bunu fark edemiyoruz. İşte evrensel ruh ile insan arasındaki köprüyü sanatkârlar kurmaktadır. Sanatçılar evrensel ruha ulaşan ve iletişim kuranlardır. Ve evrensel ruhun mesajlarını diğer insanlara aktarırlar. Bunu yapmak için yetenek gerekli midir sorusuna gelince, yetenek nedir onu da bilelim. Yetenek, kitleleri hayran bırakacak bir eserin -bu resim olur, şiir olur- yapılışında yer almaktır sadece. Evet, sadece yer almak dedim çünkü sanatçı her yaptığı eserin tek faili değildir. Evrensel ruh tüm sanat eserlerinin faili ve muharrikidir ve tek yaratıcısıdır da. Sanatçılar evrenin ruhundaki mükemmelliği gördükleri için kendi eserlerini de en mükemmele ulaştırmak hususunda çaba sarf ederler. Bu tanrısallaşma değildir; bu, Tanrı‟nın mükemmelliğini anlayabilme ve onun eserlerinin kusursuzluğunu idrak edebilmedir. Sayfa 4 Mülteci Kral: DemirbaĢ ġarl 1697‟de İsveç Kralı XI. Karl‟ın yaşayan tek oğlu olarak 15 yaşında tahta geçen XII. Karl, yedi ay süren kayyum hükümetin ardından dizginleri tamamen eline aldı ve Poltava Savaşı‟na kadar İsveç‟i zaferden zafere götürecek olan serüvenine başladı. 18 yaşına geldiğinde ülkesini parçalama gayesiyle bir araya gelmiş düşmanların meydan okumasıyla karşılaştı. Ancak gençliğinden ötürü kendisiyle alay edilen Kral, sanıldığı gibi toy değildi. Kuzeyi Titreten Kral: Osmanlı‟nın II. Viyana Bozgunu‟nu müteakip 16 yıl süren savaşlar Lehistan‟ı güçten düşürmüş ve bir zamanların büyük devleti, yayılma arzusunda olan mücavir devletlerin iştahını kabartır hale gelmişti. Üstelik kral seçiminde takip edilen yanlış usûller devleti yabancı ülkelerin müdahalesine açık hale getirmişti.[1] Rus Çarı I. Petro; siyasi hamlelerle Saksonya Elektörü I. Frederick Augustus‟u II. Augustus (Osmanlı kaynaklarında Nalkıran olarak geçer. Zira bu şahsın, fiziki kuvvetini göstermek için at nallarını kırıp bükme gibi bir âdeti vardı.) namıyla Lehistan Kralı seçtirmeye muvaffak olmuş ve akabinde İsveç‟i Baltık Denizi‟nden atmak amacıyla onunla anlaşmıştı. Holstein‟daki İsveç nüfuzunu kırmak isteyen Danimarka da bu ikiliye katılarak, İsveç‟i tümüyle saf dışı etmek üzere üçlü ittifak oluşturmuştu. Leh kuvvetlerinin saldırısıyla Vestfalya Barışı sonrası Avrupa‟yı yeniden şekillendirecek olan Büyük Kuzey Savaşı başlamış oluyordu (1700). Bunun üzerine süratle hareket eden İsveç Kralı, İngiltere ve Hollanda‟nın desteğinden emin bir vaziyette Danimarka‟ya saldırdı. Bir aydan kısa bir sürede Danimarka‟yı ezme başarısını gösteren genç Kral, Travendal Barışı ile düşmanlarından ilkini saf dışı bıraktı (18 Ağustos 1700). Danimarka‟nın çekildiğinden habersiz olan Ruslar derhal İsveç‟e saldırarak Fin Körfezi‟nin güneyinde önemli bir mevki olan Narva‟yı muhasara etti. Ancak Ruslar ne yaptılarsa da bu kaleyi ele geçiremediler. Rus Çarı‟nın Narva‟ya intikal etmesi de sonucu değiştirmedi. Bu esnada Danimarka‟nın yenildiğini haber alan II. Augustus‟un sıranın kendisine geldiğini düşünerek Riga Kuşatması‟nı kaldırıp geri çekilmesi Karl‟ın kozunu güçlendirdi. Dokuz on bin kişilik bir kuvvetle vakit kaybetmeden Narva‟ya koşan İsveç Kralı, Narva yolunu tutmuş olan Şeremetev kumandasındaki Rus süvarilerini mahvetti. İsveç ordusunun üzerlerine geldiğini haber alan Bü- yük Petro, ordusunu terk ederek ardına bile bakmadan kaçtı. Kırk bin kadar askerle direnme kararı alan Ruslar kendilerinin dörtte biri kadar kuvvete sahip olan Karl‟ın gazabına uğradılar. Yarma harekâtıyla önce süvarileri, daha sonra da piyadeleri bertaraf eden İsveç ordusu, 20.000 esir ve bütün top ve cephanesiyle Rus ordugâhını ele geçirdi. Ancak İsveç Kralı, bu parlak zaferden hakkıyla istifade edememiş, Rusları takip edip tümüyle yok etmesi gerektiği yerde yüzünü II. Augustus‟a çevirdiği gibi, esir ettiği 20.000 Rus‟u da oracıkta serbest bırakmıştı. Çar ise toparlanmak için bu fırsatı değerlendirmesini bilmiş, en büyük kaybı olan topları telafi etmek için kilise çanlarını dahi eritmekten geri durmamıştı. XII. Karl‟ın Narva Zaferi‟nden sonra 6 yıl boyunca Lehistan ile uğraşması Ruslara bellerini doğrultacak zamanı vermişti. 1707 Baharı‟nı ordusunu takviye ve talim ile geçiren Kral, Ağustos‟ta 40.000 kişilik ordusuyla Lehistan‟a hareket etti. Fakat Rusların en stratejik noktaları büyük kuvvetlerle tuttuğunu görecekti. Bunların ilki Vistül Nehri geçidi idi. Burada büyük bir Rus kuvvetiyle karşılaşan Kral, ordusunu müthiş biçimde sevk ve idare ederek uzun bir yürüyüşten sonra bu nehri geçmeye muvaffak oldu. Tarih boyunca kaderi nehirlerle çizilen Avrupa‟da yine bir savaşın seyri nehirlerle belirleniyordu. Vistül‟ü aşan İsveç Kralı, Neman Nehri önünde daha büyük bir Rus kuvvetiyle karşılaştı. Fakat Kuzeydoğu Avrupa‟nın ırk, ulus, din tanımayan soğuğu taraflara geçici bir barış getirmişti. Karl, Doğu Prusya‟da kışladı. Şubat 1708‟de Rusların Lehistan‟daki en müstahkem bölgesi Grodno‟yu işgal eden İsveçliler, Dinyeper Nehri boyunca kaçan Rusları korkunç soğuklara rağmen takip ediyorlardı. Böylece Haziran‟a kadar tüm Lehistan Ruslardan arındırılmış oldu. Kral Karl, ordusundan 8.000 kişilik bir kuvveti Lehistan‟da hâkimiyetini tümüyle tesis edemeyen müttefiki Leszczynski‟yi koruması için bıraktı. Bu suretle gücünü azaltan Kral, otuz bini biraz geçen kuvvetleriyle Rus topraklarına girdi. Rusların geçtikleri yerlerde bir ordunun yarar sağlayabileceği hiçbir şey bırakmaması İsveç Kralı‟nın durumunu zora sokuyordu. Şans, Rusların yüzüne mi gülmeye başlamıştı? Kuzeydoğu Avrupa‟yı baştan başa ezen bu cengâver Kral nasıl Osmanlılara sığınacak duruma geldi? Sayfa 5 Abbasi Yönetimine KarĢı Mesiyanik Bir Hareket: Bâbek el-Hürremî Ġsyanı Abbasi hareketi bir ihtilal ile Emevi hâkimiyetine son vermiş, Emevi Hanedanı‟na mensup olan tüm kişileri öldürmüş ve yönetimi ele geçirmişti. Bu ihtilalin gerçekleşmesi safhasında çok önemli bir misyon yüklenen ve ihtilalin başarıya ulaşmasında kilit rol oynayan Ebû Müslim-i Horasanî‟nin Abbasi Halifesi el-Mansur tarafından öldürülmesi, Maveraünnehir, Azerbaycan ve Horasan gibi bölgelerde büyük bir infialin doğmasına neden olmuştu. Ebû Müslim-i Horasanî‟nin katli, Abbasi Devleti‟nin yönetim kadrosunun ve meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmakla birlikte, Ebû Müslim-i Horasanî‟nin efsanevî bir şahsiyet olarak hafızalarda yaşamasına ve onun intikamını almak için birçok isyan girişiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşte ele alacağımız Bâbek elHürremî İsyanı, bu isyan girişimlerinin en etkilisi ve Abbasi yönetimini en çok uğraştıran isyandır diyebiliriz. İran topraklarında daha evvel tohumları atılmış bazı dini hareketler, İslam‟ın o coğrafyada yayılması sürecinde mevcut sisteme cephe alan dini oluşumları meydana getirmiştir. Mazdek‟in mevcut sisteme karşı ayrılıkçı fikirleri daha sonra bu dini oluşumların varlığına katkı sağlamış ve onların yayılmasında önemli etken olmuştur. Abbasi merkezi otoritesinin uzun süre başını ağrıtan bu hareketler, Mazdek‟in karısının ismiyle anılan Hürremiyye ve onun çatısı altında olup, Ebu Müslim-i Horasanî‟nin takdis edilerek mesiyanik bir karaktere sokulduğu Müslimiyye hareketleridir. Bu hareketler genellikle gizlilik içinde faaliyetlerini sürdürseler de o coğrafyanın sürekli karışmasında etkisi olmuştur. Genel hatları ile baktığımızda Hürremîyye‟nin, eski İran dinlerinin özellikle Mazdek- etkisi altında gelişen bir fırka olduğunu söyleyebiliriz. Bâbek İsyanı ise bu mesiyanik mezheplerin Abbasi yönetimine karşı giriştiği önemli bir hareket olacaktır. Bâbek, başlattığı isyan hareketiyle adını duyurmuştur. Onun isyan öncesi bilinen hayatı, sadece öne sürülen rivayetlerle sınırlıdır. Bu rivayetlerin de Bâbek‟in isyanından veya onun öldürülmesinden sonra ortaya atıldığı ihtimal dâhilindedir. Bâbek 816 yılında el-Bezz şehrinde isyanı başlatmıştır. İsyanın bu tarihte başlatılması planlı bir harekettir. Abbasi Halifesi Emîn ve Me‟mun arasındaki taht kavgası sonucu devlet kendi derdine düşmüş ve uzak eyaletlerdeki gelişmelere karşı kayıtsız kalmıştır. Bunu kendisi açısından büyük bir şans olarak gören Bâbek, bu fırsatı geri çevirmemiştir. Me‟mun, otoritesini tam olarak sağladıktan sonra Bâbek üzerine ordular ve komutanlar göndermiş ancak çoğunda mağlup olmuştur. Ayrıca Me‟mun‟un birçok komutanı da öldürülmüştür. Bâbek, Abbasi kuvvetlerini mağlup ettikçe daha cüretkâr davranma fırsatı bulmuştur. Bununla birlikte Bâbek İsyanı‟nın bastırılamamasında Halife Me‟mun‟un bu isyana küçümser bir tavırla bakması ve gereken önemi vermemesi de rol oynamıştır. 833 senesinde başa geçen Mu‟tasım, Me‟mun‟un aksine ilk iş olarak Bâbek İsyanı‟nın bastırılması ve onun yakalanması için güvendiği bir Türk kumandanı olan Afşin‟i Bâbek üzerine yollayarak önemli bir adım atmıştır. Mu‟tasım zamanı Bâbek probleminin en yoğun yaşandığı dönemdir. Cibâl, Hemedan ve Isfahan bölgeleri kaybedilmiş, Hürremîlerin kontrolünde idi. Afşin 836 yılının başlarında Bâbek‟e ilk ciddi yenilgisini tattırmıştır. Burada önemli olan nokta şu ki, Bâbek ilk isyanından ancak yirmi yıl sonra ciddi manada yenilgiye uğratılabilmiştir. Bâbek, yenilgi sonrası Bezz şehrine çekilince, Afşin bu şehri kuşatmıştır. Bâbek bu kuşatmadan kurtulmayı başarsa da daha sonra Afşin‟in birlikleri tarafından yakalanarak 838 yılında Samerra‟ya getirilmiş ve Mu‟tasım‟ın huzurunda ilk önce elleri ve ayakları kesilmiş, daha sonra da boynu vurulmuştur. Bâbek İsyanı‟nın inanç ve sosyal yönü, kendisinden yüzyıllar sonra ortaya çıkan diğer isyanlarda da karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan baktığımızda tarihsel süreç içerisinde farklı zamanlarda ortaya çıkan bu tarz isyanların aynı temeller üzerine bina edilerek ortaya çıktığını söylemek pek de yanlış olmaz. Sayfa 6 Osmanlı Devleti’nde Kadınlar Saltanatı Batılı kaynakların sapkın öğretilerinin aksine, kadınlar için zamanının en çağdaş eğitim ve öğretim kurumu olan Harem, kelime anlamı olarak “girilmesi yasak yer” manasına gelmektedir. Mekke-i Mükerreme‟nin belli yerlerine ihramsız girmek yasak olduğu için Harem-i Şerif denilmiştir. Aynı anlamdan hareketle yabancı erkeklerin girmesi yasak olan mekanlara da harem adı verilmiştir. Osmanlı padişahlarının kadınlarının yaşadığı yerler de Harem-i Hümayûn ismi ile zikredilmiştir. Osmanlı Devleti tarih sahnesinde boy gösterdiği andan itibaren devlet merkezi olarak birçok yeri kullanmış; bu bağlamda ailelerin yaşadığı yerler de çeşitlenmiştir. Evliya Çelebi‟nin aktardığı malumata göre ilk devlet merkezi olan Bursa‟da hanedanın ilk devlet sarayı yapılmıştır. İkinci büyük saray Edirne‟de kurulmuş; I. Murad, Yıldırım Bâyezid ve II. Murad burayı devlet merkezi olarak kullanmışlardır. Saray-ı Atîk-i Mâ‟mûre İstanbul‟un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan ve bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının yerinde olan saraydır. Daha sonra Saray-ı Cedîd-i Mâ‟mûre olarak belgelerde zikredilen Topkapı Sarayı‟nın yapımı 1478‟de tamamlanmış ve III. Murad devrinden itibaren tamamen buraya taşınılmıştır. Haremin Eski Saray‟dan Topkapı Sarayı‟na aktarılması bazı tarihçilere göre 1541, bazılarına göre ise 1550 yılında olmuştur. Kesin olarak söyleyebiliriz ki bu taşınma Kanuni Sultan Süleyman döneminde gerçekleşmiştir. Osmanlı Haremi‟nde yaşayan insanlar padişahın ailesi ve Harem personeli olarak iki ayrı kategoride düşünülebilir. Bundan hareketle söyleyebiliriz ki Osmanlı karşıtı aydınların ve Batılı birçok yazarın belirttiği gibi Harem‟deki herkes padişahın münasebette bulunduğu kişiler değildir. Hünkarın cinsel birliktelikte bulunmadığı Harem çalışanlarının sayısı her zaman çoğunlukta olmuştur. Bunlar daha çok temizlik ve yemek yapmak gibi işlerde kullanılmıştır. Osmanlı Devleti‟nde her kurumda olduğu gibi Harem teşkilatı içinde de bir hiyerarşi söz konusudur. Bunun en tepesindeki isim “Valide Sul- tan”dır. Hükümdarın kadınları olarak ayrı bir sınıfta toplayacağımız kadın efendiler (hasekiler), ikballer, gözdeler, peykler, has odalıklar ve padişahın kızları Valide Sultan‟dan sonra gelir. Harem ile ilgili temel birkaç bilgi aktardıktan sonra Harem‟in Osmanlı tarihinde en zirvede olduğu döneme, yani “Kadınlar Saltanatı”na bakmakta fayda görüyorum. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hürrem Sultan ile başlayan Kadınlar Saltanatı, Osmanlı Devleti‟ne büyük sarsıntılar yaşatmıştır. Peki Harem‟deki hatunlar durduk yere mi devleti, bürokrasiyi hatta toplumu yönetmeye kalkmıştır? Kadınların yükselişinin Kanuni Sultan Süleyman gibi devlete altın çağını yaşatan bir hünkar döneminde başlaması bir çelişki değil midir? 1656‟da Köprülülerin sadrazamlık dönemi başlayana kadar sürekli güçlenen bu kadınlara hiçbir padişah, hiçbir sadrazam “Dur!” dememiş midir ya da diyememiş midir? Bu soruların cevabını bulmak için öncelikle kadın saltanatına zemin hazırlayan oluşumlara bakmak gerekmektedir. Kanuni‟den sonra II. Selim‟den itibaren padişahların ordunun başında sefere gitmeyip sarayda hayat sürmesi geleneği başlamış, bu doğrultuda sarayda kalan hünkar yavaş yavaş Harem‟in etkisine girmeye başlamıştır. Hürrem Sultan ile şehzadelerle birlikte annelerinin de sancağa gitmesi geleneği bozulmuş ve şehzade anneleri sarayda kalarak padişah üzerindeki tesirini artırmış, kendi çocuklarının tahta geçebilmesi ve “Valide Sultan” olmak adına güç yarışına girmişlerdir. Bunun için rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluk yöntemlerinin tümünü kullanmışlardır. I. Ahmet döneminde gelen “kafes usûlü” ile şehzadeler babalarından ve kardeşlerinden koparak annelerine yaklaşmış, onların etkileri altına girmeye başlamışlardır. İşte Osmanlı‟da Harem‟in yükselişine zemin hazırlayan olaylardan sadece birkaçı bunlardır. Peki Kadınlar Saltanatı‟nın önde gelen isimleri kimlerdi? Neden akıllarda sadece Hürrem Sultan‟ın ismi kaldı? Sayfa 7 SavaĢtan Spora Osmanlı’da Okçuluğun Dönemsel GeliĢimi İslamlaştıktan sonra büyük kitleler halinde Anadolu‟ya gelen Türk boyları Doğu Roma üzerine yaptıkları akınlarla yeni yurtlar edinmişler ve savaşçı özellikleri sayesinde hem Doğu Roma‟ya hem Haçlılara karşı direnip Ön Asya‟daki yurtlarında kalacaklarını göstermişlerdir. Hem kılıcı hem de yay ve oku iyi kullanmaları, at üstündeki becerileri savaş alanında üstün olmalarının başlıca sebepleridir. Anadolu Selçukilerinin dağılmasından sonra ise Türk cihan hakimiyeti ülküsünü devam ettirmek için sancağı devralan Osmanlılar ise başta bu savaşçı becerileri sayesinde 6 asır hüküm sürme muvaffakiyetine malik olmuşlardır. Şüphesiz bu başarıda Devlet-i Aliyye‟nin istimalet ve hoşgörü politikası da bu kadar uzun bir müddet hüküm sürmesinin sebeplerindendir. Ancak bu bölgelere yayılmak ise gaza ve fütuhat anlayışıyla gerçekleşmiştir. Gaza ve fütuhatın başarıya ulaşabilmesi için ise güçlü bir ordu gerekmektedir. Gaza ve fetihlerde Osmanlı‟nın en önemli silahlarından biri ise yay ve oktur. Yay ve ok çok eski zamanlardan beri mevcut olup, avlanmada ve savaşta çokça kullanılmıştır. Daha kuruluş devrinde ne kadar önemli olduğunu bir alp olan Osman Gazi‟de görmekteyiz. Kuruluş devresinde alplerin oynadığı rol çok mühimdir ve alp olmanın şartlarından biri de iyi yay ve oka sahip olmaktır. Her Türk devletinde olduğu gibi Osmanlı‟da da yay ve ok çok büyük önem arz etmekte ve sahip olduğu yayların özelliğiyle düşman karşısında avantaj sağlamaktadır. Osmanlı‟da okçuluk sadece bir savaş unsuru olarak kalmamış, spor müsabakalarında ve gösterilerde kullanılmıştır. Talimlerin ve yarışmaların düzenlendiği, bugün eski halinden çok uzak olsa da Okmeydanı diye anılan semt de yine Osmanlılardan kalmıştır. Bu bize Osmanlı‟da okçuluğun ne derece bir önem arz ettiğini göstermesi açısından bir örnek teşkil etmektedir. Spor faaliyeti olarak da önemli bir yere sahip olan okçuluk için kanunlar çıkarılmış ve ok atmanın kaideleri ortaya konmuştur. Ok müsabakalarında çeşitli kategorilerin olması ise okçuluğun Osmanlı‟da ne kadar ilerlediğinin bir göstergesidir. Osmanlı‟nın hüküm sürdüğü zaman boyunca savaşlardan elde ettiği zaferlerin ehemmiyetini daha önce söylemiştik. Bu savaşlarda muzafferiyet ise devletin asıl ordusu olan yeniçeriler saye- sinde olmuştur. Yeniçeriler hazar vaktinde eğri bir hançer taşırlardı, sonraları büyük bıçak taşıyanlar da görüldü. Sefer vaktinde boynuzdan yapılmış mükemmel bir yay ile okları vardı, onaltıncı asırdan itibaren ise orduda iyice taammüm eden tüfenk kullanırlardı. Görüldüğü üzere ok ve yay bir dönem Devlet-i Aliyye‟nin merkez ordusunda önemli bir yer teşkil etmektedir. Meşakkatli uğraşın neticesi ve imalinde kullanılan malzemeleriyle ok ve yay imalatı Türk devletlerinde bir sanat haline dönüşmüştür. Ok ve yay üretiminin uzun zaman aldığı bilindiği gibi okçuların eğitimi de hakeza uzun süreyi kapsıyordu. Okun kullanımında, her malzemenin (örn. zihgir) kendisine has bir karakteri mevcuttur. Ateşli silahlardan sonra okun önemi nispeten azalmışsa da ok ile yapılan avcılık geleneği devam ederken, okçuluk bir spor faaliyeti olarak Osmanlı‟da ve günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Osmanlı‟da okçuluğun yeri, zaman içinde değişse bile devletin sonuna kadar varlığını sürdürmüştür. Zaman değişmiş, teknoloji ilerlemiş ama okçuluk kendini av sahasında ve sporda devam ettirebilmiştir. Bundaki en önemli neden ise Osmanlı‟nın geleneklerine bağlılığı ve bu işte sistemli bir şekilde hareket etmesidir. Kanunlarla, maddi desteklerle bu olgunun yaşamasına vesile olmuştur. Okmeydanı‟na verdiği önem, atıcıların mükâfatlandırılması bu işin devamını sağlamıştır. Okçuluk, Osmanlı‟da imalathanesinden yarış alanına kadar bir bütünlük içerisinde yaşatılabilmiştir. Yaşatmıştır çünkü bir zamanlar başarılı okçuları sayesinde o günlere gelebilmiştir. Osmanlı‟nın bu konuda sistemli olması da devlet yapısının bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Devletin belli bir nizam dâhilinde işleyişi her olay ve olguda bir nizam getirmiştir. Talimlerdeki düzen ve kanunlar, oluşturulan av teşkilatı ve av merasimleri hep bu düzenin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı‟nın 6 asır hüküm sürmesi savaşta ve idaredeki başarısının yanı sıra aslında bu sistemli olmanın ürünüdür. Sayfa 8 BatılılaĢma Ekseninde Saat Kuleleri Osmanlı Devleti 18. yüzyılda devletin birçok kurumunda belirginleşmeye başlayan bir Batılılaşma sürecine girmişti. Bu süreçten sadece devlet değil, aynı zamanda halk ve şehirler de nasibini almışlardı. Batılılaşma ilk olarak devlet eliyle gerçekleşmeye başlamıştı. Öncelikle Avrupa devletlerine geçici elçilikler açılmış, Batı‟daki gelişmelerden ve havadislerden daha iyi haber alabilmek için sürekli elçilikler de ortaya çıkmıştı. Model olarak Batı‟nın alınması şarttı. Çünkü Osmanlı Devleti savaşlarda Batı‟ya karşı mağlup olmaya başlamış, medeniyet noktasında da Batılı devletlerden geride kalmıştı. Batılılaşmanın mimariye etkisi de bu yıllarda gerçekleşmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti‟nin kuruluş dönemine baktığımızda dönemin mimarisinde İran, Bizans ve Selçuklu devletlerinin etkilerini görmemek mümkün değildir. Yükselme dönemiyle birlikte Osmanlı Devleti‟nin özgün mimarisi de ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu özgün Osmanlı mimarisi devletin zayıflaması ve Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmesiyle yerini Barok ve Rokoko mimarisi başta olmak üzere genel olarak Batı mimarisine bırakmıştır. Batı eksenine doğru kaymaya başlayan Osmanlı mimarisindeki değişimi, en belirginleşmiş olduğu örnekler olan camilerde görüldüğü gibi II. Abdülhamit döneminde Anadolu‟nun hemen her yerinde zuhur eden saat kulelerinin üzerinde inceleyeceğiz. Temel amacımız saat kulelerinin mimari özelliklerini anlatmaktan ziyade, saat kulelerinin neden zuhur ettiğini ve bu tezahürün sosyopolitik arka planının neler olduğunu anlamaya çalışmak olacaktır. Osmanlı‟yı gezen Batılı seyyahlar (örn. Hans Dernschwam ve Von Busbecq) Osmanlı gibi büyük bir devlette saat kulelerinin olmayışına şaşırmışlardır. Von Busbecq, “… hiçbir millet başka milletlerden gördüğü yararlı şeyleri, Türkler kadar benimseyemez…” dediği halde Osmanlı Devleti‟nde saat kulesinin olmamasını hayretler içerisinde kalarak anlatır. Saat kulelerinin Osmanlı topraklarında 16. yüzyılda görülmeye başladığını söylesek de bunu o dönemdeki Batı mimarisine bir özenti olarak açık- lamamız mümkün değildir. Çünkü Osmanlı Devleti bahsettiğimiz yüzyılda en parlak dönemlerini yaşamakta ve bir cihan imparatorluğu olma yolunda ilerlemekteydi. Zaten 16. yüzyılda saat kulelerinin dikildiği bölgelere bakacak olursak sonradan Osmanlı hakimiyetine girmiş olan Avrupa topraklarında tezahür ettiğini görecek ve Anadolu‟da herhangi bir örneğiyle karşılaşamayacağız. Saat kulelerinin Anadolu‟ya gelişi ise 18. yüzyılda başlasa da hemen hepsi II. Abdülhamit döneminde dikilmişlerdir. Bu kulelerin Anadolu‟nun her köşesine yayılmasının nedeni ise II. Abdülhamit‟in tahta çıkışının 25. senesinde valilere gönderdiği bir fermandır. Kulelerin yangın söndürme, rüzgar gülü, pusula, barometre ve gözetleme kulesi olarak kullanılmasından ziyade en önemli fonksiyonu din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devlet kurumlarının ve resmi dairelerin ezanî saat yerine Batıdaki gibi güneş saatiyle çalışma düzenine girmelerine yol açması olmuştur. Saat kuleleri mimari özellik olarak bulunduğu coğrafyayı yansıtanlar ve Barok-Rokoko etkisini içerenler olmak üzere iki grupta toplanır. Saat kulelerini şehirlerde bulunduğu mevkilere göre yamaç ve tepelerde yer alanlar, tarihi bir yapının üzerine inşa edilenler ve meydanlara inşa edilenler şeklinde tasnif edebiliriz. Saat kulelerinin Osmanlıların gözündeki anlamının Avrupalılardan farklı olduğu muhakkaktır. Kimi Osmanlı‟ya göre saat kuleleri “gavur ve dinsizlerin binası” olarak nitelense de Batılılaşma döneminde devletin halk üzerindeki görünürlüğü olarak da işlev görmüştür. Saat kulesi asırlarca süregelen bir geleneksel zaman kavramının (ezani saat) yerini artık Batı zaman kavramına bırakmaya başladığının işaretiydi. Zaten geleneksel ezan saatine tabi Müslüman halkın Batılı saatine geçmesi hayli zahmetli olmuştu ve saat kulelerinin bu süreçteki fonksiyonu hedeflendiğinden farklıydı. Zaman geçtikçe saat kuleleri, üzerindeki ilgisini kaybetmişti. Oysaki zaman mefhumunun değişimi, belki de bir devrin batışıydı. Sayfa 9 Ġbn Battûta’nın Gözünden ġehirlerin Anası, Firavunlar Diyarı Mısır Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî ya da bilinen adıyla kısaca İbn Battûta 14. yüzyılın en büyük Arap seyyâhlarından biridir ve hattâ gezip dolaştığı 13 bin millik mesâfe göz önünde bulundurulduğu takdirde en büyük seyyâh olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Dile kolay gelen bu mesâfeyi İbn Battûta, seyâhatine başladığı 13 Haziran 1325 tarihinden Aralık 1353‟e kadar; Kuzey Afrika‟dan Mısır‟a, Orta Doğu‟dan Arabistan‟a, Yemen‟den Doğu Afrika sahillerine, İran‟dan Hindistan‟a, Anadolu‟dan Deşt-i Kıpçak‟a, Çin‟den Güneydoğu Asya‟ya, Akdeniz adalarından Endülüs‟e ve dahi İç Batı Afrika‟ya uzanan çok geniş bir coğrafyada, 28 yıl boyunca kâh karadan kâh denizden adımlayarak kat etmiştir. Gezdiği memleketlerle ilgili döneminin şartları göz önünde bulundurulduğunda oldukça teferruatlı ve kıymetli bilgiler veren İbn Battûta‟nın Seyâhatnâmesi genel tarih, dil tarihi, antropoloji, iktisat tarihi ve sosyal tarih alanları için önemli bir başvuru kaynağıdır. Bulunduğu ülkelerin o dönemdeki siyasi tarihinden tutun da idari görevlileri, bina ve yapılarının nitelikleri, para birimlerinin mukayeseli değerleri, geçim kaynakları gibi ayrıntı teşkil eden birçok mevzuyu oldukça sade bir üslûp ve sağlam bir tasvir yeteneğiyle okuyucuya takdim etmeyi başaran İbn Battûta‟nın, döneminin diğer seyyâhlarına göre daha gerçekçi bir tavır takındığı da araştırmacı ve şârihler tarafından belirtilmiştir. İskenderiye: İbn Battûta, sırasıyla Mağrib-i Aksâ (Fas), Ifrîkiyye (Tunus ve Cezayir) ve Atrablus (Libya) istikametinde yol alarak Mısır‟daki ilk durağı olan İskenderiye‟ye 5 Nisan 1326 tarihinde varır. İskenderiye‟yi edebi bir dille “ışıltısıyla gözleri alan bir zümrüde” ve “baştan aşağıya süslenmiş bakire bir kız” olarak tasvir eder. Daha sonra İskenderiye limanını gezen İbn Battûta, bu limanın büyük limanlardan biri olduğunu söyler. Ardından eserde İskenderiye Feneri‟nin ayrıntılı tasviri yapılır. İskenderiye‟nin genel tasviri yapılırken bir yandan burada yaşayan önemli tarihi kişiliklerden bahseder. Dimyat: İbn Battûta, Dimyat‟ın muzlarının meşhur olduğunu ve gemilerle Kahire‟ye gönderildiğini bildirir. Ayrıca Dimyat şehrinin görünüşünü tanımlayan “surları helva, köpeği koyun” tabirini bildirmeyi de unutmamıştır. Şehre giriş-çıkışın sıkı bir denetim altında olduğunu bildirerek, şehre girenlerin eline mühür vurulmuş bir kâğıt parçası verildiğini, eğer bu kişi sıradan biriyse koluna mühür vurulduğunu söyler. Kalenderiyye tarikatı şeyhi Cemâleddîn Sâvî‟nin tekkesini de ziyaret eden İbn Battûta, Anadolu‟daki Babaî İsyanı‟nda da önemli rol oynayan Kalenderîlerin saç, sakal ve kaşlarını tıraş etme sebebinin Cemâleddîn Sâvî‟nin başına gelen bir olaydan kaynaklandığını belirtir. Kahire: İbn Battûta, Kahire‟yi: “…Mısır (Kahire), şehirlerin anası, Firavun‟un diyarıdır. Semtleri ve bağlı bulunduğu kasabaları fevkalade bayındırdır.” diyerek betimler. Kahire‟nin abidevî yapıtlarını tasvir ederken Battûta hayranlığını gizleyememektedir. Amr bin Âs Câmii, İmam Şâfiî Medresesi, Bimâristan-ı Kalâvûn bu yapıtlardan bazılarıdır. Özellikle Kalâvun Bimâristanı (hastane) karşısında Battûta “buranın güzelliklerini tarif etmede kaleminin âciz kaldığını” itiraf etmiştir. İbn Battûta tam bir Nil âşığıdır. Nil‟i anlattıktan sonra Mısır‟ın en önemli sembollerinden biri olan ehramları (piramitler) tasvir eden Battûta, bu tapınakların Mısır Kralı Ahnûh (I. Hermes) döneminde yapıldığını bildirdikten sonra, dönemin bütün İslâm tarihçilerinin de üzerinde uzlaştıkları şekilde bu hükümdarın İdris Peygamber olduğunu belirtmiştir. Kahire‟den ayrılan seyyah, yaklaşık iki ay süreyle Güney Mısır‟da seyâhat etmiş, Ayzâb limanı üzerinden hac vazifesini yerine getirmek için Hicaz‟a geçmek niyetindeyse de bu niyetini gerçekleştiremeyip -Şeyh Ebû Muhammed Abdullah Hasenî‟nin tesiriyle- hac vazifesini Şam üzerinden gerçekleştirmek üzere Temmuz 1326‟da Kahire‟ye dönmüştür. Aynı ayın ortalarında ise Kahire‟den Şam‟a doğru seyâhatine başlamıştır. Sayfa 10 Amerikan Yayılmacılığının DoğuĢu ve MeĢruiyet Kaynakları ABD halklarını oluşturan milletlerin kıtaya ayak basmalarının nedenleri farklıdır. İskoç, İrlandalı, Alman gibi milletler din savaşlarından kaçarken; Avrupa‟dan, yoksulluk çektiği için göç edenler de mevcuttu. Bunların yanında, toplum tarafından kabul görmediği için Avrupa‟yı terk edenler bir hayli fazlaydı. Ayrıca, Afrika‟dan da köle ticareti ile siyahlar kıtaya göç ettirildi. İngiltere, İspanya, Fransa ve Hollanda gibi devletler arasında yaşanan savaşlar nedeniyle kıta halkı kendisini koruyacak bir üst otoriteye ihtiyaç duyuyordu. İngiltere ve Fransa arasında yaşanan 7 Yıl Savaşları öncesinde kıta halkı ile İngiltere birbiriyle olan ilişkileri, iki taraf arasındaki ticari akışın varlığı ve kıtanın kuzeyinde orta sınıf üreticilerin artmasıyla iyi bir dönemdeydi. Hatta Virginia kolonisinin “House of Burgesses” adıyla kurduğu meclisin ticari ve sosyal hayatı düzenleyici yasaları vardı. Savaş öncesi kıta halkının İngiltere‟ye yapacağı her yardımın karşılığını alacağı vaadi, İngiltere‟ye duyulan bağlılık ve güven nedeniyle kabul gördü. Fakat İngiltere savaş sonrası yıpranmış olan ekonomisini ve mevcut durumunu değerlendirerek vaatlerini gerçekleştirmediği gibi; günlük yaşamı etkileyecek bir takım ek vergiler koyarak kıta halkının tepkisini çekti. Bunun yanında savaş sırasında İngilizlerin kıta halkını ikinci sınıf vatandaş olarak görmesi kıta halkında Amerikalılık bilincini yeşertti. Aslında bu, tüm Avrupa‟nın bakış açısını yansıtıyordu. Amerika, Avrupa için öteki ve istenmeyendi. Kral‟ın yasasına verilen tepki, İngiltere yönetimine karşı açık bir baş kaldırmanın yanında kendi güçlerini ve varlıklarını kavramaları, milli bir bilincin doğmasıydı. İngiltere savaşı kazanmıştı, fakat kıtayı kaybedecek adımlar atmıştı. Kıta halkı kendi çıkarlarına ters düşen vergilendirmeden duyduğu rahatsızlığı boykot ederek tepkisini ortaya koydu. Bu tepkiyi Boston limanında demirlemiş olan İngiliz gemilerinde bulunan ticari değere sahip çayların denize dökülmesi izledi. ABD halkı 7 Yıl Savaşları‟nda kendilerine yapılan “öteki” yakıştırmasına milli bir bilinçle cevap verirken Amerikalılık bilinci oluşmuştur. Sonuç olarak ABD için kendi menfaatlerine ters olarak çıkartılan baskıcı ve zorlayıcı yasalara boyun eğmemek, İngiltere‟ye karşı verilen mücadeleyi bir bağımsızlık mücadelesi yapmıştır. Bu da Amerika‟nın doğuşunu meşru kılmıştır. Gelelim Amerikan yayılmasına: Akdeniz korsanlarıyla 1801 yılında yaşanan Trablus ve 1815 Cezayir Savaşları ABD tarihinin ilk zaferlerindendir. ABD, İngiltere‟ye karşı verdiği mücadele sonrası aldığı bu zaferlerle kendisine duyduğu güveni pekiştirerek içte artan nüfusun toprak talebine paralel bir yayılma politikası izlemiştir. ABD kazandığı savaşları Tanrı‟nın bir hediyesi olarak görmüştür. Görünürde eşitlikçi, adaletçi, demokrat, medeni bir metin olan ABD Anayasası ve Özgürlük Bildirgesi‟nin varlığı Amerikalıların kendilerine bir üstünlük bahşedildiğini düşünmelerine yol açmıştır. Artan nüfusla birlikte batıya yayılma ihtiyacı doğduğunda ise karşımıza “frontier” kavramı çıkmaktadır. Sınırları genişletmek, ilerlemek ve daha geniş anlamda ise sınırsızlığı karşılayan frontier kavramı aynı zamanda bunu demokrasiyi, medeniyeti ve adaleti yaymak için yapmaktadır. Buna ek olarak, frontier düşüncesini “American Exceptionalism” düşüncesi de desteklemektedir. Bu düşünceye göre Amerika diğer devletlerden Tanrı katında ayrılmıştır. Onlar seçilmiş ve korunan bir halk olarak kendi medeniyetlerini yaymak zorundadırlar. Medeniyet ise eğitim seviyesi, teknolojik gelişmişlik ve sahip olunan güç ile bağlantılı olacaktır. Doğu ve Batı ayrımının temellerinde yatan bu iki düşüncede Doğu‟nun sahip olduğu egzotik ve mistik özellikler vurgulanırken; Batı‟nın gelişmişliği, medeniyeti ve demokrasisi vurgulanmaktadır. Daha sonra görülen ise egzotik olan Doğu‟nun ötekileştirilmesi ve Batı‟nın medeniyetine duyduğu ihtiyaçtan dolayı yayılmaya açılmasıdır. Amerika‟nın siyasi ideolojisinde bu iki düşünceyle bütünleştirebileceğimiz bir diğer düşünce ise “Manifest Destiny” düşüncesidir. Bu düşünce özel değil genel bir düşünce olduğundan Amerikan siyasi hayatında halen etkilidir. Amerika‟nın görevi tüm dünyaya demokrasiyi yaymak ve tüm dünyada demokrasiyi savunmaktır. Amerikan ideolojisinde Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan adam için “free land” olarak görülen yayılma alanı Amerikan demokrasisine, adaletine ve medeniyetine muhtaç olarak görülmektedir. Günümüzde ise buna “American life” yaşayış tarzını da ekleyebiliriz. Birbirini tamamlayan bu üç düşünce ABD yayılmasının meşruiyetini oluşturmaktadır. Sayfa 11 Osmanlı Devleti’nde Malikâne Sistemi Osmanlı‟da 17. yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşan savaşlar giderleri arttırdı. Bunun yanında gelirler de, elden çıkan topraklar sebebiyle azaldı. Devlet, bütçedeki açığı kapatmak için mukataaları peşin ödeme şartı ile bir yıllık veya 6 aylık süreyle iltizama vermeye başladı. Bu durum, mültezimlerin peşin ödedikleri parayı daha hızlı elde edip kâra geçmek için reayanın üstündeki vergi yükünü artırmasına sebep oldu. Elindeki tüm nakit parayı vergi olarak veren çiftçi ise tohum, hayvan vb. ihtiyaçları için tefecilere başvuruyordu. Dolayısıyla çiftçi borcunu ödeyemediği zaman toprağını kaybediyordu. Devlet, hem çiftçiyi korumak hem de nakit gelir sağlamak için 1695 yılında yayınlanan ferman ile mukataaların kaydı hayat (ömür boyu) şartıyla umuma açık müzayede ile satılmasını kararlaştırmıştır. Bu sistemle, devlet vergi kaynağı olan toprağı ve çiftçiyi koruyor, aynı zamanda her yıl vergiyi nakit olarak almayı garanti ediyordu. Bunun haricinde, malikâne sisteminin getirdiği bir başka gelir kaynağı ise “muaccele” denilen mukataaların satış bedeli idi. Muaccelenin asgarisini devlet belirler, akabinde müzayede yapılırdı; en yüksek teklifi veren kişi ömrü boyunca mukataanın sahibi olurdu. Eğer ki tekliflerin hiçbiri asgari hadde ulaşmazsa satış yapılmazdı. Kurallara uyulmaz ve böyle bir satış gerçekleştirilirse satış hükümsüz sayılır ve yeniden müzayede yapılırdı. Önceleri satışa çıkarılan mukataaların çoğu düşük gelire sahip olanlardı. Temin edeceği kâr oranı düşük olacağı için muaccele bedelleri de düşük olan mukataaların satışa çıkarılmasının temel sebebi mümkün olduğu kadar geniş bir alıcı kitlesini malikâne piyasasına çekmekti. Nitekim bir kişinin muaccelesini ödeyemeyeceği oranda büyük mukataalarda ise hisselere bölünmek suretiyle, birkaç kişinin müştereken almasına olanak sağlanmıştır. Malikâne sahipleri mülklerinde ömürleri boyunca hüküm sürerlerdi. Malikâne sahibi öldüğü zaman devlet mukataayı geri alır ve yeniden müzayedeye koyardı. Rahmetli malikâne sahibinin yetişkin oğlu varsa ve artırma sonucunda en yüksek bedeli ödemeyi kabul ederse mukataayı alırdı. Malikâne sahibi, mukataasını satma hakkını elinde bulundururdu. Malikâne sahibi öldüğü zaman tekrar muaccele ödemek istemeyen varisler, ölü- mü gizler ve ölümden önce başkasına satılmış gibi gösterirlerdi. Bunları engellemek için 1705‟te malikânelerin satışıyla ilgili şu yöntem kabul edildi: Malikânesini satmak isteyenler şahsen Defterdar‟a veya bölgenin yetkili maliye memuruna isbat-ı vücud etmek zorundaydı. Ayrıca bu şarta uygun olarak mukataayı sattıktan sonra 40 gün içerisinde ölürse, satış geçersiz sayılacak ve mukataa devlete geri verilecekti. Özel satışlardan başlangıçta hiçbir resim (vergi) alınmazdı. Bunun bazı suiistimallere yol açtığı öne sürülerek 1735‟ten itibaren, fertler arası malikâne alım-satımında, kayıtlı muaccele bedelinin %10‟u kadar resim alınmasına karar verildi. Malikâne sahibi, satın aldığı mukataanın yıllık nakit vergisini ve bu vergi miktarının %5-20 arasında değişen kalem vs. harçlarını yılda üç taksitle ödemeyi garanti ediyordu. Eğer ödeme gerçekleşmezse, devlet mukataayı geri alırdı. Buna karşılık devlet de vergi miktarını malikâne sahibinin rızası olmadıkça artırmamayı garanti ediyordu. Malikâne sisteminin temel amacına bakacak olursak, malikâne sahiplerinin topraklarının bizzat başında bulunduğu düşünülebilir. "… mukataasının yanı başında kalarak vergileri bizzat tahsil etmek üzere yaratılmış görünen malikâneci tipi, zamanla iyice belirginleşen bir şekilde İstanbul‟da oturan ve malikânesini iltizamla idare ettiren bir nevi „rentier‟ haline girmiştir." (Mehmet Genç) Bu açıdan bakıldığında malikâne sisteminin iltizam usulünü bitirmediğini, hatta onunla bütünleşerek varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Bütün bunlar düşünüldüğünde malikâne sahipleri, vergi gelirinden pay alan, mültezimle devlet arasında bir nevi parazitmiş gibi görünebilir. Lakin malikâne sahipleri “vergi kaynağının himayesini yüklenen ve bunun karşılığında vergi giderinden bir miktar pay alan” bir zümredir. Genel olarak bakarsak, malikâne sistemi, devlet ekonomisinin aynîlikten nakdîliğe geçişini kolaylaştıracak şekilde tasarlanmış ve birleştirmeye çalıştığı iltizam ile tımar arasındaki uyumsuzluğun sembolü haline gelmiştir. Sayfa 12 Batı Literatüründe Selahaddin Eyyubi Selahhadin Eyyübi ile Kudüs Kralı Guy de Lusignan’ı tasvir eden resim Suriyeli ressam Said Tahsin tarafından çizilmiĢtir. Haçlı Seferleri incelendiğinde Orta Çağ Avrupası ve İslam medeniyeti için en büyük tesiri ehemmiyeti haiz olan olay hiç şüphesiz ki Selahaddin‟in 1187 Hittin Savaşı‟nda Haçlı ordusunu yenilgiye uğratması ve Kudüs‟ü Latin Krallığı‟ndan geri almasıdır. Selahaddin‟in bu süreç içerisinde düşmanlarıyla olan ilişkileri başından itibaren Batı‟da bir Selahaddin efsanesinin oluşmasına neden olmuştur. Bu anlamda Selahaddin Batı‟nın tasavvurunda tarihsel bir gerçekliğin konusu olmaktan ziyade tarihsel bir ilginin odağı haline gelmiştir. Batı algısındaki Selahaddin imajı uzun tarihsel süreç içerisinde büyük bir değişime ve dönüşüme uğramış, öyle ki Selahaddin Batılı yazarlar için kendi toplumlarına onun zatında verilecek mesajların aracısı olmuştur. Batılı yazar- lar nezdinde Selahaddin meselesi paradoksal bir durum arz etmektedir, zira Hıristiyan aleminin en azılı düşmanı olan, bir anda iktidara yükselip kendi zamanına kadar parçalanmış vaziyette bulunan İslam alemini bir araya getiren ve bu güçle Hittin Savaşı‟nda Latin Krallığı‟nı yenilgiye uğratıp aynı yılın Ekim ayı içinde bir asra yakındır Kudüs‟ü elinde bulunduran Hıristiyanlardan geri alan Selahaddin her türlü kötülemeyi (demonization) hak ederken -bir çok Orta Çağ kroniklerinde yer aldığı gibi- sürpriz bir şekilde, fethin akabinde teslim aldığı düşmanlarına karşı gösterdiği müşfik ve centilmen hareketlerinin bir sonucu olarak kendisine karşı bir hayranlık uyandırmıştır.