TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynaklan 2 IAIISV8 Z Bu kitabın yayın hakları A naliz B asım Y ayın T asarım U ygulam a Ltd. Şti.nindir. B irinci B asım : K asım 1995 İkinci B asım : Şubat 1996 D izgi: K aynak D izgi Servisi B askı: K uşak O fset K apak: G iovanni B attista Pittoni (1687-1767) ISBN: 975-343-103-1 (Tk. N o.) 975-343-105-8 (2. Cilt) K A Y N A K Y A Y IN L A R I: 173 KAYNAK İYAVİNLARIİ A N A L İZ B A SIM Y A Y IN T A SA R IM U Y G U L A M A LTD. ŞTİ. İstiklal Cad. 184/4 80070 Beyoğlu/İstanbul Tel/Faks: (0212) 252 21 56 - 252 21 99 TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynakları 2 İÇ İN D E K İLE R PEY G A M B E R L İK N E D İR ? 7 BİR A R A C IL IK K U R U M U O L A R A K PEY G A M B E R L İK "D in"-"G iz" A racılığında M addi Ç ıkar "D in"-"G iz" A racılığında "Sivrilm e", "Öne G eçm e" T utkusu "M uham m ed'in Ö vünm elerinin A nlam ı" ve "Sivrilm e Tutkusu" 8 9 43 K A B İLE PEY G A M B E R İ M U H A M M E D 46 "Y A LN IZC A M EK K E V E ÇEV RESİN İN PEY G A M B E R İ" "D in"-"G iz" A racılığında A kım a S ürüklenm e 56 57 "V A H İY " V E "PEY G A M B ER L İK " T Ü R L E R İ İslam Savunurlarına G öre "V ahiy" 59 59 FELSEFECİLERE G Ö R E PEY G A M BERLİĞ İN Ü Ç K O ŞU LU 75 Y A H U D İL İK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY V E PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ 77 H IR İST İY A N L IK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ 82 A R A C ILA R IN SA H İPM İŞ G İB İ G Ö R Ü N D Ü K L ER İ "G İZ 'L İ "B İL G İ'L E R "B ilgiç"ler E liyle Pazarlanan "Giz" Dolu "B ilgi"m sili U ygunluk: "H ikm et" "H ikm et" H ırsızlığı, E skilerin M asalları ve L okm an "Lokm an ve Ö ğütleri" 33 91 91 101 107 K ur'an'm H ikm etli A dam ı L okm an-A surlu A hikârEski Y unan'dan M asalcı A isoposY ahudilerin (Tevrat'taki) "Bal'am "ı "Yedi K artallı Lokm an" Lokm an'dan A ktanlan B ir "Hikm et" "İm anlılaştırılan H ikm etler" "İm anlılaştırılm ış H ikm etin A nayurdu" "V eda'lar"daki "Gizli Bilgi" (H ikm et) ve M uham m ed'in Pazarlam ası K ur'an'm P azarladıkları A rasında B uda H ikm etleri, B udizm ve İslam G izem ciliği K uı'an'da B uda'dan B ir P eygam ber O larak mı Söz Ediliyor? K U R AN V E İSLA M 'D A PA Z A R L A N A N ESK İ Y U N A N H İK M E T 'L E R İ (FE L SE FE LE R İ) K ur'an’da Ö vülerek A nlatılan "İki Boynuzlu" K im ? B üyük İskender m i? K U R 'A N VE İSLA M 'D A 'H E L E N İZ M 'D E N İZ L E R FEL SE FE -D İN Ç İFTL E ŞM E Sİ VE K U TSA L K İTA PLA R D A Y E R A L A N Ç O C U K L A R I A hiret İnancı ve B una İlişkin "H ikm et"ler N ereden Sokulm a PEYGAM BERLİĞİN GEREKÇESİ P eygam berliğin, S avunurlarına G öre G erekçesi P eygam berlik G erekçesine K arşı, G erçek 110 114 116 123 127 133 148 153 163 165 181 193 196 209 209 219 PEY G A M B E R L İK N E D İR ? "Peygamber" anlamında Kur'an'da kullanılan iki sözcük göze çarpar: "Resul" ve "Nebî". İkincisi Arapça değildir, "Arami"-"Süryani"' ve "İb­ rani" dillerinden alınmadır.2 İslam öncesinde yalnızca ikinci sözcük "Pey­ gam ber" anlamında kullanılırdı. Birincisi, yani "Resul" sözcüğüyse "din­ sel" anlam da kullanılmazdı ve "elçi" anlam ına gelirdi yalnızca. Yani "Peygamber" anlamıyla ilgisi yoktu.3 Bu anlamı da içermesi, Kur'an dönem ine rastlar. "Resulu'llah" deyim ini bilirsiniz. Kur'an'da da geçer.4 "A llah'ın Elçisi" anlam ında. B u anlam a gelen bir deyim de, Süryatıilerde kul­ lan ılm aktaydı.5 "A llah'ın Elçisi"nin olabileceğini düşünebiliyor m usunuz?! "U lular ulusu A llah", "elçi"lerle iş görüyor. "B uyruk"larım "kul­ larına iletsinler" diye gönderiyor o n ları!!! Çünkü kendisi, çok çok "yüksek"lerde, "gök"te, bir "Kral" ("Melik") olarak özel "saray"ındaki "taht"ında! K uran daki özel sözcükleriyle "A r/'ın d a, "Kürsî"sindeü! Oradan "görev"lendiriyor "elçi"lerini. Çünkü Secde Suresi'nin 5. ayetindeki "açıklama"yla: "işleri g ökten y e re doğru y ö n e tir Bu "Kral TanrTnın "gök"te olduğunu ve "işler'i oradan yönettiğini anlatan daha nice "ayet"ler var Kur'an'da.6 Ayrıca Kral Tanrı, "giz" ("sır") dolu "bilgi"leri, seçtiği özel " e lç ile ­ rinden başka kime güvenebilir?! Tüm bunlar da, Kral T anrı'yla "yeryüzü"ndeki "kullar"ı arasında kullandığı "elçi"leri "vazgeçilm ez" kılm aya yşter! Hey, "akıllı yaratık" insanoğlu, "aklın" nerede?! H ey, "Kur'an" inanırları! H ey, bu saçm alıkların Kur'an'dan önceki kaynaklarından Incil, Tevrat inanırları!!! H ey tüm inanırlar! B iraz "düşünsenize"!!! 7 BİR A R A C IL IK K U R U M U O L A R A K PEY G A M B E R L İK "G üçsüzlük" ortam ında, "korku"ya, "um ut"a yaslanarak yaratılan ve öylece yaşatılan "Tanrı" d ü şüncesinde ne olur? Kuşkusuz, "giz"ler ve "gizlilik"ler olur en başta. "Kaygı"lar olur. "Giz" kaynağı aranır. "Bilgi" sağlam aya çalışılır. "Sığınak" aranır, "kur­ tarıcı" aranır. Yardım sağlam aya çalışılır. O rtam bu olunca, "aracı" önem kazanır. "Giz"lerin, kaygıların ve umutların durum una göre vaz­ geçilm ez olur "aracı". V e işte tam böyle bir ortam da, ilgi çekebilen birinin kalkıp şöyle dediğini düşünün: "Gelin bana. Aradığınız bende. Ben istediğinizi sağlayabilirim. O görünmeyen Yüce Varlık'la ilgili bilgi mi almak istiyorsunuz? Bende var. Görünmeyen tehlikelere karşı güvence mi istiyorsunuz? Bende var. Umut­ larınıza kavuşm a olanağı mı istiyorsunuz? Bende var. D aha neler, neler var benim elimde. Tüm sorunlarınıza çözüm, tüm düşlerinizi gerçekleştir­ me olanağı yanında, sizin hiç düşleyemeyecekleriniz bile var. Elverir ki, siz bana güvenin, bana uyun ve benim dediklerimi eksiksiz yerine getirin. "A m m a bunun tersine yönelirseniz, başınıza geleceklerden sizi kim se kurtaram az. D üşünün, taşının ve ayağınızı denk alın. Ben uy a­ rıyorum sizi." "D in" aracıları, kitlelerin önüne hep böyle çıkm ışlardır. O rtam ı göz önüne g etirerek değerlendirin şim di: Bu "aracı"lar "ilgi" toplam azlar m ı? H ele biraz "kitleleri çekm e" özellikleri varsa. H ele bir de "güçlü" ve etkili kesim den "destek" g ö rü y o rla rsa... Düşünün ki, "Yüce V arlık"la "bağlantı kurulabildiği" savı ortaya atılıyor. Bunun tersi nasıl kanıtlanabilir? Ben Y üce V arlık'la ilişki içindeyim, bağım-bağlantım var!" diyen kimseye "yalan söylüyorsun!" dem ekle iş biter mi? K esinlikle "yalan". A m a bu yalanı nasıl kesin biçimde ortaya koyabilirsiniz? ' Yüce Varlık" ya da "Ulu Tann" dediği ve 8 "var" gösterdiği "güç", "görünen" türden değil. "Gözlem"e, "deney"e gir­ miyor. "Var olsaydı görülürdü!" deseniz; "Bu, senin bildiğin 'var'lardan değil. Bu, görünmeyen varlıklardan. Herkese görünmez O. O nu görmek, özellik ister. Sende o özellik yok!" deyip çıkacaktır. "Elle tutulur" yanı yok ki, "yalan"ını, som ut biçimde ortaya koyabilesiniz. N e deseniz, "Benim, O'nunla ilişkim var!" diyen kimse, bir karşılık verecektir size. H ele biraz da "söz" ustasıysa, "yalan" ustasıysa... Sizin akla, gerçeğe da­ yanan sözleriniz onu susturamaz. Hele inanm aya hazır kitleler ö n ü n d e... N e denli "cahil" de olsa; bu kitlelerce, "çok bilgili", üstelik "gizli-gizemli bilgilerle donatılmış" olarak görülür. Kafalar, "görünmeyen güç"e takı­ lıdır çünkü. Ortam karanlık bir ortamdır. A yrıca güçsüzlük ortamıdır, korkular, um utlar ortamıdır. "İnanma"nın koşulları alabildiğine var. İna­ nacaklar hazır. Biraz "numara", biraz yalan becerisi yeter inandırmak için. Bir de bu becerinin çok ileri götürüldüğünü, "uzmanlık" derecesine ulaştırıldığını düşünün. "G eçim kapısı" yapıldığını, "meslek" durum una getirildiğini düşünün. V e birçok çıkarın da halka halka, zincirlemesine buna bağlı olduğunu, bağlı olduğu için de önem kazandığını, güçlülerce destek gördüğünü düşünün. O zaman geçerli olmaz mı, o "din ara­ c ıs ın ın savlan? Saçmalıkları "hikmet" diye kabul edilmez mi? D in"-"G iz" A racılığınd a M addi Ç ıkar H er tür aracılık gibi, dinsel aracılık da, şu ya da bu ölçüde "m addi çıkar"a dayanır. B urada hem "aracı ’nın, hem de onu destekleyip k ul­ lanan güçlülerin çıkarı olur. Tem el neden bu. A m a kim inde arka planda tutulur. Perdelenir, saklanır, yokm uş gibi gösterilir. Ö zellikle "kutsal", çok "m üteâl" (y ü ­ ce) konularda... Plan; kimi zaman aracının kendi eliyle oluşturulur. Yani aracı, neyi sağlayacağını "hesap ederek" işe girişir. Kimi zam an da, "plan"ı başkala­ rıyla birlikte düşünüp oluşturur. Başka türlü de olur: H er şey önceden planlanıp hazırlanmıştır. "Tezgâh" hazırdır. A racı sonradan itilmiş, ge­ tirilip bu tezgâhın bir yerine, ya da görünürde başına konulmuştur. "Peygam ber" denen aracı da başka türlü değil. O da öyle. 9 Ancak; "M uham m ed" için bunun böyle olm adığını söylerler. O nun "m addi çıkar"la ilgisi, ilintisi olm adığını ileri sürerler. Y alnızca "yüce bir am aca gönül verdiğini", başka bir şey düşünm ediğini o r­ taya atıp savunurlar. K im ler savunur? M uhammed'i başlangıçta yaratanların sonraki "temsilci"leri! M u­ ham m edi ve İslam'ı savunm akta çıkarları olanlar. İnsanlığın aldatıcıları. A m a kuşkunuz olmasın ki, "çıkar düşüncesi", M uham m ed'de de vardı. "G a n im e t'ierd e kendisine düşen payı düşünün bir kez. Enfâl Su­ resi'nin şu ayeti hiçbir şey anlatm az m ı? "Bilesiniz ki, ele geçirdiğiniz ganimetin (çapulun) beşte biri; A l­ lah'ın, P eygam berin, onun yakınlarının, öksüzlerin, düşkünlerin ve yolcularındır..." (A yet41.) "G anim et"te neler ele geçirilirdi? En başta "köle", "cariye". "M ü slü m an 'iarın eline düşen "kâfirler", mal nasıl pay laştırılıy o rsa öyle p aylaştırılırdı. K adın ve çocuklar da içinde olm ak üzere. "K öle"nin, "cariye"nin az mı önem i vardı? Sonra silah, türlü eşya, m al, davar, d ev e ... "H uneyn günü", elde edilen "ganim et" içinde şunlar vardı: Y irm i d ö rt bin deve, k ır k bin davar, dört bin o kiyye g ü m ü ş J B unun beşte biri: D ört bin sekiz yüz deve, sekiz bin davar, sekiz yüz okiyye güm üş. B unun da beşte biri, A llah'ın ve P eygam ber'in payı: 960 deve, 1600 davar ve 160 okiyye güm üş. Bunu ikiye katlayalım . Çünkü "Peygam ber'in ailesi"ne de beşte bir pay düşüyor. O zam an "A llah"ı bir yana bırakırsak, P eygam ber ve ailesine düşen; bin dokuz yüz yirm i deve, üç bin iki yüz davar, üç y ü z yirm i okiyye güm üş eder. "Yolcular"ın payı olan beşte biri de P eygam ber'in kesim ine eklem ek g e­ rekir. Ç ünkü "yolcular” denirken bununla anlatılm ak istenen; "yolda kalm ışlar"dır. B ununsa çok önem li bir "gider" gerektirm eyeceği açık. K alan, beşte bir "öksüzlerin payı"yla, yine beşte bir "düşkünlerin p a­ yı". B unu da "Peygam ber, arada sırada, M üslüm anlığa kazanm ak is­ tediklerine, "Tanrı adına" verdiği "rüşvet"lerde değerlendirir. "Ö rtülü ödenek" niteliğinde! 10 Bu satırları okuyan okurlar, bu anlatımlarımla, Muhammed'e haksız yere saldırdığımı sanacaklar. Böyle bir düşüncenin yanlışlığının kanıtı: Yukarıdaki "ganimet"in elde edildiği savaşı ve "ganim ef'in n a sıl bölüştürüldüğiinü, " h a d is"ler açıklıyor. Bu "hadis"ler, en sağlam kabul edilen, İslam dünyasınca itirazsız benimsenen "hadis kitaplarTnda da var. İşte bu "hadis"lerin, çok açık seçik anlattıklarına göre: "H uneyn S av aşı"nda elde edilen "ganim et"ten, "K ureyş'in zen g in ve ileri g e­ lenlerine y ü z e r deve verilm işti." O ysa aynı ganim etten h er b ir sav aş­ çıy a verilen deve sayısı, yalnızca "dörttü"! Bunları anlatan ve Buharî'nin E's-Sahih'mAt de yer alan bir "hadis"i okuyalım: "Tanrı hoşnut olası A bdullah İbn M es'ud anlatıyor: "Huneyn günü olup bitince, Tanrı'nın selam ı üzerine olası P ey­ gamber, ganimeti bölüştürm ede kim i insanları kayırdı: Ak'ra' İbn Hâbis'e yüz deve verdi. Uyeyne'ye de yüz deve verdi. Arab'ın ileri gelenlerinden ('eşrafından) kişilere böyle yüzer deve verdi. Ve böylece; o gün, onları, ganim etin paylaştırılm asında kayırdı. B u­ nun üzerine bir adam şöyle konuştu: 'Tanrı'ya ant içerek söylerim ki; bu, adaletin gözetilm ediği bir paylaştırm adır. Ve bu p a yla ş­ tırmada Tanrı h o şn u tlu ğ u n u n gözetilm iş o ldu ğ u n u sa n m ıyo ­ rum !' Ben ona dedim ki, 'Tanrı üstüne ant içerim ki, seni, söy­ lediklerini Peygam ber'e ihbar edeceğim!' V e gidip Peygamber'e an­ lattım. Peygam ber'se şöyle söyledi: 'Allah ve Peygam ber'i adil ol­ mazsa kim adil olabilir? (Yani Tanrı ve Peygamber, adaletsizlikle nasıl suçlanabilir?) A m a işte konuşurlar. Tanrı'nın iyiliği üzerine olası M usa (Peygamber), bundan daha çok (daha ağırlarıyla) üzül­ müştü. A m a katlanm ıştı."8 O layı, P eygam ber'in arkadaşlarından başkaları da, örneğin E bu H ureyre,9 C abir,10 Enes İbn M âlik,11 C ubeyr İbn M ut'im 12 ve M edineli kadınlardan H avle13 de anlatır. Y ine "hadis"lerde anlatıldığına göre, bu olayda, hom urdanm aları, hoşnutsuzlukları gören P eygam ber, hem en önlem e başvurm uş, kim i "M edineli"leri bir "çadırda" toplam ış ve duygusal bir söylevde bulünm uş. O nun üzerin e o rtalık y a tışm ış.14 11 İyi am a, "Peygam ber" neden kim i kişileri, " e ş r a f ı kayırır? G e­ rekçesi ne olabilir bunun? G erekçeyi, Peygam ber'in kendisi anlatm akta. A ynen şöyle: "K ureyş'i İslam 'a ısındırayım , kazanayım d iye ganim etten çok verdim onlara. Ç ünkü İslam öncesine, K ureyş'ten olanlar, daha yakındılar. (Y akında M üslüm an olm uşlar ve dön eb ilirlerd i.)"15 A çıklam a böyle. Özeti de şu: Kureyş ileri gelenlerine verilen "deve"ler, tümüyle bir "rü şv efti. "İslam"da kalsınlar diye verilen bir "rüşvet". "Tann" adına! B u türden "rüşvet" verm e kurum u, "kutsal kitabım ız" K u r'a n 'a da geçirilm iş bulunm akta. T evbe Suresi'nin 60. ayetinde, "zekât"ın kim lere verileceği şöyle açıklanır: "Zekâtlar; yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına, bir de kalp­ leri (İslam'a) ısındırılm ak istenenlere verilir..." D üşünün, "yoksul" olm ayanlara, bunlar "zengin" de olsalar, eğer gönülleri İslam 'a ısındırılıp kazandırılm ak isteniyorsa, "zekât" ve­ rilebileceği bildiriliyor. "Ayet" oldukça açık olduğu için, Kur'an y o ­ rum cuları ve İslam "hukuk"çuları da bu anlam ı verirler.16 İşte bir soru: "Tann", sınırsız güce sahip. Dilediği her şeyi yapabilir. D ilese tüm insanlan istediği çizgiye çekebilir. Yeryüzünde herkesi M üslüman ya­ pabilir. "Kutsal" kitaplann ve bu arada Kur'an'm anlattığı bu. Anlatılan huyken, aynı "Tann", "gönüllerini İslam "a "ısındırmak", bu "din"e çek­ mek istediklerini kazanmak için, onlara "maddi çıkar" sağlanm asına ne­ den gerek görüyor? Bu işi "rüşvetsiz" de çözüm leyem ez m i? "İslam"a "ısındırmak" amacıyla, Kureyş ileri gelenlerine "fazladan" deve verdiğini açıklayan Peygamber'in bu gerekçesi "mantıksız" değil mi? A yrıca "yok­ sulların hakkı" olduğu düşünülen "zekâf'tan da aynı am açla bu "sın ıf'a verilebileceğini anlatan Kur'an ayetinde "mantık" görülebilir mi? "Şarlatan'Mar diledikleri karşılığı versinler, am a gerçekte sorunun k arşılığ ı yoktur. 12 " E ş ra f’a bol keseden dağıtılan "ganim et"te, bir sürü "köle-cariye" de vardı. Hepsi bu da değildi. Başka "savaş"lardan da sağlanmıştı "ganimet"ler. "U lu T anrı", inanırları sürekli kışkırtm aktaydı: "C ihadda b u lu ­ nun!" dem ekteydi.17 M uham m ed "savaş hiledir!" d ey ip 18 türlü "hile­ lerle" yapardı "cihad"ı.19 Bu da "ganim et" getirirdi. Kimi zam an gö­ türdükleri olsa bile. M uham m ed'le işbirliğinde, anlayış birliğinde o lan Ö m er de, A rapları "ganim et" elde etm eye kışkırtm ıştı. "Y oksa aç kalacaklarını" bildirm işti.20 İslam "fetih"lerinde hep bu anlayış egem en olarak sürm üştür. Şim di düşünelim : B ir "Peygam ber" ki, "İslam 'a ısındırm ak" için kim i insanlara, zen­ ginlere "hak etm edikleri"ni veriyor, bir çeşit "rüşvet" veriyor; bu "Peygamber", "m addi çıkar"ın ne dem ek olduğunu bilm ez o lu r m u? B öyle biri için "m addi çıkar düşünm em iştir!" denebilir m i? H ele "ga­ nim et 'lerden kendisine küçüm senem eyecek bir "pay" sağladıktan ve bunu "Kur'an hüküm leri"ne bağladıktan sonra. H aşr Suresi'nin 6. ayetinde şöyle denir: "Onların ('kâfir'lerin) mallarından fe y ' olarak alıp Paygamberi'ne verdikleri için siz ne at, ne de deve sürdünüz. A m a gerçek o ki, Tanrı, Peygamberi'ni dilediği kimselere m usallat' eder. T ann'nın her şeye gücü yeter." "Ayet"te geçen "fey" sözcüğü, "kâfirlerden alınan "ganimet", "haraç" türünden şeyleri anlatır. A m a özel anlamıyla; "g a n im e tin savaş yoluyla alınmayan türü olduğu ileri sürülür.21 "Dönen", "dönen gölge" anlamını da içerdiği belirtilir. Yine " a y e tle geçen "musallat eder" de "başa dolar, sultasını kurar" anlamındadır. "Peygamberi'ni dilediği kim selere musallat eder", "Pey­ gam beri'ni dilediği kimselerin başına dolar, saldırtıp baskın kılar. Sul­ tasını kurar onun" dem ek oluyor. A yetle şu dem ek istenir: "Tann, Peygam beri'ni üstün, düşm anlarına korku verir kılmıştır. Bu yolla düşmanlardan, hiç savaşmadan 'ganimet' elde edildiği olur. Böyle at ve deve koşturmadan elde edilen ganimetler, peygamberindir." 13 Bu anlam verildiği için, kim ilerince, bu türden "ganim et"in "bö­ lüştürülm eden" olduğu gibi "P eygam ber"e bırakılm ası gerekir.22 "Fey"' sözcüğünün "dönen" anlamından yola çıkılarak da şöyle bir düşünce geliştirildiği görülür: "’K âfır'lerden alm an m allar, 'asıl sahibine döndüğü için' bu söz­ cük kullanılıyor. Ç ünkü ’kâfır’ler m alın asıl sahibi olam azlar, asıl sahip sayılam azlar."23 K ısacası "kâfir "lerden alm anlar, "asıl sahiplerine döndürülüyor" dem ektir. Söz konusu "ayet"te anlatılan türden "ganim et"ler de sağlam ış "P eygam ber". T ürlü "m al"lar. T aşınırları var, taşınm azları var. "Peyg am ber"e b ırakılm ış bunlar. Bu türden "ganim et"lere örnek olarak, "Benu N adîr"den (Nadiroğullarından) alınanlar gösterilir. Söz konusu "ayet"in de bununla ilgili olduğu söylenir.24 Benu Nadîr, bir "Yahudi kabilesi"ydi. M edine’ye iki saat ötede "yurt"lan vardı. M uhammed'le "antlaşma" yapmışlardı. Gerektiğinde M u­ hammed'e yardım etmeyi üstlenmişlerdi. Bir "adam öldürme" olayından ötürü, M uham m ed "diyet" (öldürmeye karşılık akça) toplamaya yöneldi. Âm iroğullanndan iki kişi öldürülmüştü. Öldürense A m r tbn Ümeyye adında bir Müslümandı. Muhammed, "diyet" için gerekli olanı toplayıp Âmiroğullarma verecekti. Buna, Benu Nadîr'in de katkıda bulunmasını is­ tedi. Katkılarını sağlamak için onların yurtlarına gitti. Arkadaşları da yanında vardı. Onlara istemini söyledi. Yahudi kabilesi isteme karşı çık­ madı. Yalnız, aralarında bir görüşme yapmaları gerektiğini Muhammed'e bildirdiler. Biraz beklemesini söylediler. M uhammed bu arada, bir evin duvarının önünde biraz bekledikten sonra, hızla ayrılıp Medine'ye döndü. Ve bu hızla dönüşün nedenini anlattı herkese: "Açıklaması"nda; ciddi ciddi; duvarının önünde beklediği evin üzerinden, öldürmek için kendisine taş atılmak istendiğini, Benu N adîr Yahudileri tam bunu gerçekleştire­ cekleri sırada Tann'nın durumdan haber verdiğini söyledi. M eğer "namussuz"lar "Peygam ber'e "sû-i kast" düzenlemişler. İşte M uham m ed bu gerekçeyle kararını bildirm iş: "B enu N adîr kabilesi yurtlarını bırakıp gitm eliler! H em de on gün içinde! Y oksa boyunları vurulacak!"25 14 Z avallı Benu N adîr, önce biraz direndi, am a sonra çekip gitm ekzorunda kaldı. Kaynakların, "sahih hadis"lerin verdiği bilgiye göre; Benu N adîr Yahudileri yurtlarını bırakıp gitm eden önce, Peygam ber tarafından bir süre kuşatıldılar da. K uşatm a sırasında, M uham m ed bunların "hurm alıkla­ rındaki ağaçların kesilmesini" buyurdu. Çok etkili oldu bu. Yahudi ka­ dınları ağlaşm aya başladılar. Sonunda "Peygamber", istediği sonucu elde etti. Yahudiler boşalttılar yurtlarını.26 Bunlardan çokça "ganim et" kalmıştı. Çeşitli" türden eşyanın dışında çok değerli "hurmalık"lar, topraklar kalmıştı. Yine kaynakların belirttiğine göre,27 "Peygamber"den bunların "pay­ laştırılması" istendi. A m a o paylaştırm a yoluna gitmedi. "Ayet"teki ge­ rekçeyle. Yani bu "ganimet"leri kimse "at koşturarak, deve sürerek" elde etmem işti. "Peygamber"in "otoritesi"yle, onun kalplere düşürdüğü kor­ kuyla sağlanm ıştı. B üyük bir savaş olm am ıştı. Biraz "kuşatma" o l­ muştu, o kadar! K im e, kim lere kalm ıştı bu ganim etler? V erilen bilgi şöyle: M uham m ed bu "ganim ef'ten bir bölüm ü, kendisi gibi "M ekke"den g elm iş olanlara, "m uhacirler" adı verilen "hem şehri"lerin e d ağ ıtm ış­ tı. M edinelilere gelince: B irkaçı dışında, bunlardan kim seye b ir şey v erm em işti.28 G eriye çok önem li bir bölüm kalm ıştı "ganim ef'ten . K im e mi, kim lere m i? "P eygam ber ve ailesi"ne! İslam dünyasında en sağlam sayılan "hadis" kaynaklarına göre de bu, böyle.29 'Peygam ber ve ailesi"ne çok "verimli" topraklar, çok değerli "hurnıalık"\aı kalm ıştı. Y alnızca bu da değil: "Fedek"teki "hurm alık" ve topraklar da "sa­ vaşsız" alınm ıştı. "A y e f'te k i "gerekçe"yle burası d a "P eygam ber"e k a lm ıştı.30 'M addi çıkar"a önem verm ediği, avukatlarınca ileri sü­ rülen "Peygam ber"e. "Sevgili Peygam ber ve ailesi"ne, "H ayber" topraklarından da kalan "hurm alık" vardı.31 15 Bu topraklar, "hurm alık"lar varken, bunlara sahipken "yoksul" olur mu insan? A m a o denli "yalan" uydurulm uş, örülüp öne sürülm üş ki, onlara bakarsanız, "Peygam ber ve ailesi" yine de çok çok "yoksul" bir du­ rum daydı.32 A ğlanacak durum daydı! "Peygam ber" ölürken, bir "beyaz katırı", bir de "arazisi" kalm ıştı. "B unların gelirleri"yse "yolculara, y o ksullara" ay rılm ıştı!33 Oysa "ayet"lerirı açık seçik arılattıklarına göre; "yoksulların, yolda kalm ışların p a y la n " ayrıydı. "Peygamber ve ailesi"ninkinin dışın d a , "beşte bir" biri, "beşte bir" de öbürü hak sahibiydi "ganimet"te. Bu, bir. İkincisi; M uham m ed, "yoksullar için” deyip, ayrıca "sadaka-zekât" toplardı. "Z enginler"in m alından toplayıp "y o k su llar'a dağıttığı ya da dağıtılm ak üzere biriktirdiği savındaydı. Tevbe Suresi'nin 103. ayetinde, "TanrTsı M uhammed'e şöyle seslenir: "M allarının bir bölüm ünü, onları tem izleyip arıtacak nitelikte 'sadaka' (zekât) olarak a l . .." B uharî'nin de içinde bulunduğu hadisçilerin bize aktardığına göre, M uham m ed "zorla" toplardı bu "sadaka"yı. M uâz'ı Y em en’e g önde­ rirken, buyrukları arasında şunu da bildirm işti: " ...V e hem en onlara söyle ki, A llah onlara, m allarından 'sadaka' (zekât) verm elerini farz kıldı. Z enginlerinden alınıp, yoksul­ larına verilecek."34 Y ine B uharî'nin de yer verdiği bir "hadis"e göre, M uham m ed şöy­ le der: "A llah'tan başka A llah olm adığına, M uham m ed'in O 'nun elçisi olduğuna tanıklık edinceye, bunun yanında nam az kılıncaya ve zekât verinceye dek; insanlarla savaşm a buyruğunu aldım . Bu koşulları yerine getirenler, canlarını ve m allarını benden (be­ nim elim den) kurtarm ış olurlar. İslam 'ın öldürm em ve alm am için yetki verdikleri bunun d ışın d a ..." 35 Hâkim'in Abdurrahman Zaterî'den aktardığı bir hadis de şunları anlatır: 16 "Eş'ca' kabilesinden birinin m alından zekâtı alıp getirsin diye, P eygam ber bir zekât m em uru gönderm işti. "M emur gidip zekâtı istedi. Am a adam vermedi. M em ur durumu gelip Peygam ber'e iletti. Peygamber, adamdan zekâtı isterken; "Ben Peygamber'in memuruyum. Zekâtı almam için o gönderdi!" de­ mesini buyurdu memura. M emur buyruğu, buyrulduğu gibi iletti. N e var ki, adam zekâtı yine vermedi. M em ur gelip anlattı Pey­ gamber'e. Bu kez Peygam ber buyruğunu şöyle bildirdi: "'Ü çüncü kez git. Bu kez de verm ezse boynunu vur!"'36 B öylesine katı, acım asız davranıyordu M uham m ed. Ve anlatılır ki, Ebubekir, kendi halifeliği döneminde, "zekât ver­ miyorlar" diye ölüm saçarken, insanların kimini kılıçtan geçirtir, kimini de "yaktırırken"; Peygam ber’in bu tutumundan "fetva" alıyordu.37 "Ze­ kât" la n istenenler, E bubekir döneminde, "Devlet B aşkani'nm , "zekât toplam ası"nı "meşru" (yasal) bulmuyorlardı. Şöyle diyorlardı: "Biz, M u­ hammed'in Peygamberliği'ni kabul ediyoruz. N am az da kılarız. A m a zekât vermeyiz. Zekâtı, D evlet Başkanı'na vermeyiz. Peygam ber'e ve­ riyorduk, ona olan saygımızdandı b u ..." Ebubekir ise, "zekâf'ın devletin memurları eliyle toplanması gerektiğini bildiriyordu. Bunda direniyordu. Karşı çıkanları öldüreceğini, öldürteceğini söylüyordu. Kendisiyle her zaman çıkar birliğinde bulunan Ömer bile bu tutum u çok sert bulmuştu ve şöyle konuşmuştu. "Ey M üslüm anların halifesi! M uham m ed'in Pey­ gamberliği'ni kabul eden, nam az kılan kimselere sen nasıl kılıç çeker­ sin?" Ebubekir, şu karşılığı vermişti: "A llah'a ant içerim ki, nam azla zekât arasında bir fark varm ış gibi gösterenlerle savaşacağım ! N am az nasıl bedenle yerine g e­ tirilm esi gereken bir görevse, zekât da, o ayarda, mali bir gö­ revdir. H er ikisi de İslam hukuku içindedir. Y ine A llah'a ant içerim ki, Allah'ın P ey g a m b erin e verdikleri bir dişi oğlağı, b en ­ den esirgeyenlerin kafalarını koparırım !"3* 'D evlet de zekât toplar m ı?" diyeceksiniz. Bu devlet, eğer "M uham m ed'in devleti"yse "toplar"! M uham m ed'in toplattığı "sadaka", "zekât", "yoksullara" diye top­ lanıyordu. A m a tüm ü yoksullara mı dağıtılıyordu? 17 O layları izler, onun yaşam ını incelerseniz, bu soruya kolaylıkla "evet!" diyem ezsiniz. Toplananlardan, "yoksul"lardan çok, "ileri gelen ashâb" ya da Peygam ber’in "gönüllerini İslam 'a ısındırm ak istediğini" söylediği kim seler yararlanm aktaydılar A m a bu noktayı geçelim . "Hadis"ler, "Peygamber ailesi"nin, "sadaka-zekât malı"ndan yeme­ diklerini anlatır. Peygam berin bu konuda son derece titizlik gösterdiği aktarılır. Bunun gerekçesini de Peygam berin herkese açıkça anlattığı bil­ dirilir. Bu açıklamaya göre; Peygamber, "Sadakanın, zekâtın; zenginlerin her türlü malının kiri olduğunu ve ailesinin böyle bir kiri yiyemeyeceğini" bildirmekte.39 "İyi am a, zekât alan yoksullara nasıl uygun görülüyor bu kir? Y ok­ sul kitlelere nasıl yediriliyor? Ulu Tanrı, bunu nasıl uygun görm üş?" diye sorulabilir elbet. A m a M uham m ed’e ve "T ann"sına sorulm alı. Bir de inanırlarına!.. B unu da geçelim . M uham m ed'in ailesi için "sadaka", "zekât" mallarından yararlanma "yasak" olduğuna göre, bu ailenin "geçim kaynağı", sözü edilen "sadaka, zekât gelirleri" değildi. Olamazdı. Çünkü M uhammed, "kir" sayıp ya­ sakladığı bu türden gelirleri, bu nitelikte bir kaynak görünümünde bulunduramazdı. "El altından" yararlanılabilirdi belki. A m a görünüşe ters düşm em ek zorunluydu. Sözü edilen gelirler hem "kir"liydi, hem de "yok­ sullara dağıtılm ak üzere" toplanan bir "devlet geliri"ydi. Ö yleyse, M uham m ed ve ailesine, bunun dışında bir geçim kay ­ nağı olm alıydı. O nitelikte ki, yalnızca "el altından" değil; rahat rahat yararlanabilsin bu aile. B uysa ancak; "özel m ülk"ü olursa m üm kündü. A ilenin kendi malı m ülkü olm alıydı. O zam anki toplum sal yapıyı, üretim ilişkilerini göz önünde tutarsak kolaylıkla görürüz ki, başka bir yol yoktu. işte "kâfir"lerden elde edilen şu ya da bu türlü "ganim et"lerden "P eygam ber ve ailesi"ne ayrılanlar, çeşitli "nıal'lar, bu arada to p ­ raklar, "hurnıalık”lar bu türdendi. Y ani ailenin kendi m alıydı, kendi "m ülk"üydü. Bunlar, Muhammed'in ve ailesinin "özel mülkiyeti" içine girdiğindendir ki, M uham m ed de, ailesinin öteki bireyleri de, "alın teri"yle kaza­ nılmış mal ve mülkleri gibi kullanıyorlardı. "Sadaka", bağış veriyor­ lardı, "arm ağari'lar veriyorlardı, borçlar veriyorlardı, borçlar k arşılıyor­ 18 lardı. M uhammed M ekke'den Medine'ye yeni "göç"tüğünde, kendisine verilen borç ya da arm ağanlara daha sonra karşılıkta bulunm a gereğini duyduğunda, hiç değilse bir bölüm ünü karşılamıştı. N eyle? İşte bu tür­ den "özel mülkiyet"inde olan m alıyla mülküyle. Örneğin; M üslim'in ve başkalarının yer verdikleri bir "hadis"e göre; M edine'ye yeni göçtüğü sıralarda, "Allah'ın elçisi"ne armağanlar sunanlar arasında bir adam vardı ki, "hurmalıklar" bağışlamıştı. Peygam ber'in kendisine, özel m ülk olarak armağan etmişti. Sonra Peygam ber, Benu K urayza ve Benu N adîr Y a­ hudilerinin yerlerini ele geçirince, kendisine aynlandan bir bölümünü, o adam dan aldıklarından bir bölümüne karşılık olarak verme gereğini duym uş, adam a verm işti.40 Buna ne derseniz deyin, ister "borç ödeme" deyin, ister "arm ağana arm ağanla karşılık verme" deyin... "Özel m ülkiyet"inde bir şeyler vardı ki, M uham m ed "sadaka" ve­ riyordu. Ü stelik "zekât" niteliğinde verdiğini yansıtan aktarm alar bile var. O nca gelirler göz önünde tutulursa, buna şaşm am ak gerekir. M uhammed'in işi "ticaret" yapm ak değildi, am a kimsenin küçümseyemeyeceği gelir kaynakları vardı. Bu kaynaklardan kimini, "kâfir"lerden elde edilen "ganimet"lerden kendisine ve ailesine aynlanlar oluşturuyordu. K im iniyse inanırlarının verdikleri "arm ağari'lar m eydana getiriyordu. M uhammed, "sadaka", "zekât" adı altındakileri kabul et­ miyordu, am a "armağan" olarak verilenleri kabul ediyordu.41 Ailesine de, bu türden şeyleri geri çevirmem elerini "tem bih” ediyordu. "A rm ağan" (hediye=hibe) deyip geçm eyin. Peygamber'e, ailesine inanırların verdikleri armağanlar, yabana atıla­ mayacak bir tutara ulaşıyordu. Tek tek ele alındığında bile, içlerinde, bir aileyi, birkaç kez "zengin" edecek türden olanlar vardı. M uhammed'i çok savunan, göklere çıkaran, çağımızdaki avukatlarından, Haydarabad Üniversitesi'nin eski Devletler Hukuku Profesörü, Türkiye üniversitelerinde de sözleşmeli profesör olarak çalıştığı için Türkiyelilerin çok iyi tanıdığı ve Türkiye'nin üniversiteli dincilerinin bir çeşit "ışık tutucu"su durumunda bulunan Prof. Dr. M uhammed Hamidullah'ın İslam Peygamberi adıyla Türkçeye de çevrilen kitabında bakın ne deniyor: "Hicri 3. yılda, M uhayrık adında bir ’sahâbrsi, M u h a m m ed A.S.S'a (Aleyhissalatu Ve's-Selâm'a) vasiyet yoluyla yedi h u rm a bahçesi b a ğ ışla m ıştır."42 19 Düşünün, "yedi hurm a bahçesi" bağışlanmış bulunuyor M uham ­ med'e. Bu, yalnızca bir kişinin armağanı. Bu "yedi hurm a bahçesi" bile, bir insanın "yedi sülalesi”ni zengin etmeye yetmez mi? Bir "dinci", bir "İslam ve Muhammed propagandacısı" Profesör bile, bunu kitabında yazmaktan kendini alamıyorsa üzerinden vurup geçilemez. G erçek kısaca şu: G erek "ganimet"lerden ayrılan mal ve mülklerle, gerek inanırlarınca sunulan armağanlarla M uham m ed ve ailesi, önemli ölçüde "varlıklı" bir duruma gelmişti. Bu mal ve mülklerin kiminin, Ebu­ bekir ve Ö m er dönem lerinde "kamulaştırılması", gerçeği değiştiremez. M uham m ed’in de bunu böyle istediği yolunda "hadis"ler var. Ama bunlar sonradan uydurulmuştur. Çünkü M uhammed'den hiçbir "vasiyet" kal­ m am ıştır geriye.43 Kaldı ki, M uham m ed öyle isteseydi, o mal ve mülkü, sağlığında "özel mülkiyeti"ne almazdı. Üstelik, M uhammed, "ailesi'ne son derece düşkündü. Sahip olduğu hiçbir "nimet"in, aile ve yakınlar dışına çıkm asını istemezdi. Ç ok düşündürücü bir örnek sunayım: B uharî'nin E 's-Sahih'ındc de yer alan bir "hadis"e göre: "Peygam ber'in karılarından H aris kızı M eym ûne, bir cariyesini azad etm işti. B unun için P eygam ber'den izin alm am ıştı. P ey ­ gam ber, belirli birleşm e günlerinden birinde onun yanına varm ıştı ve aralarında şöyle bir konuşm a geçm işti: -B iliyor m usun, ben cariyem i azat ettim! -G erçekten yaptın mı bunu? -Evet! -A zat etm eyip dayılarına arm ağan olarak verseydin daha çok sevap kazanm ış olurdun!"44 B urada üzerine durulup düşünülm esi gereken şu: P eygam ber'in ka n la rın ın bile "cariye"si (dişi köle) var. P eygam ber'in karısı, zavallı "cariye"yi insancıl am açla "azat etm ek"te; am a "Allah'ın P eygam beri, bunu uygun bulm am akta. Peygam ber, karısının, "cariye"sini "azat" etm ek yerine, ailesinden bir yakınına "armağan etm e "sini daha uygun bulmakta. N eden? Çünkü "köle-cariye" çok değerli birer "mal”dı. Peygamber, bu malın, bu değerli "nimet"in "özel mülkiyet"inden çıkıp "aile" ve yakınlarının dışına gitm esini istememişti. "İnsancıl am aç"la da o lsa ... 20 Böyle bir "Peygamber", ailesinin çıkarlarını nasıl "feda" eder ve nasıl bunlara ait olan "mal" ve "mülk"iin "kamulaştınlması"nı istemiş olabilir? Demek ki, ne M uham m ed ölmeden önce "malı mülkü olmayan" bi­ riydi, ne de bu malını mülkünü öldükten sonra "kamuya bırakılmasını vasiyet etmişti". M uham m ed’in avukatları, öncekiler ve sonrakiler, bu iki başlı yalan için durm adan "hadis" de uydurmuşlardır. Dahası, bu ha­ disleri, "en sağlam" sayılan hadis kitaplarına bile sokmuşlardır. A m a yine de iki yandaki gerçek tümüyle örtülememiş. Y alanları biraz daha aydınlığa çekm eye çalışayım : S a h ih u 'l-B u h a rînin de yer verdiği bir hadis: P eygam ber'in karılarından A işe anlatıyor. A nlattığı kim se kız kardeşinin oğlu U rve: "Biz Peygam ber karıları bir 'yeni ay'ı görürdük; o geçerdi. Bir 'yeni ay' daha görürdük; o da geçerdi; B ir üçüncü 'yeni ay' daha görürdük. B öylece üç 'yeni ay' görm üş olurduk ve (kosko­ cam an) iki ay geçm iş olurdu da, P eygam ber'in odalarında ateş parçası yakılm azdı!" B ununla ne denli "yokluk" içinde yaşadıklarını, ne denli "yoksul" o lduklarını anlatm aya çalışıyor. U rve soruyor: "Peki teyzeciğim, siz ne yiyip içiyordunuz, neyle yaşıyordunuz?" A işe şu k arşılığ ı veriyor: "İki 'kara' nesneyle: H urm a ve su. B ununla birlikte; P eygam ­ ber'in, M edineli kom şuları vardı bunların d a sağılan koyunlar] vardı. B unlar, sağdıkları koyunlarının sütünden A llah'ın elçisi­ ne arm ağan gönderirlerdi. P eygam ber bize de içirirdi."45 Bunu okuyan ya da işiten, am a gerçeği bilm eyen inanırlar, "ağ­ layacak" olurlar. A ğlarlar da kimi zaman. Oysa bu gerçek olamaz. Yukarıda, Peygam ber'e "kâfır"lerden neler, ne "ganimet"ler kaldığını, bunun dışında nice önem li armağanlar (ina­ nırları tarafından) sunulduğunu, Buharî’nin kitabının da içinde bulunduğu hadis kitaplarından aktardım; gördük. Bu yollardan gelen "servet"ler, bir aileyi değil; bir sürü aileyi zengin etmeye yeter. 21 A yrıca, aynı hadis kaynaklarında yer alan başka hadisler de bunu, yani A işe'ye anlattırılanı yalanlıyor: Peygam ber "Kurban Bayramı" olunca kurban keserdi. Hem de bir ye­ rine, "birkaç tane” keserdi. Arkadaşlarından Enes'in anlattığına göre, bir "Kurban Bayram ı"nda "iki koç" kesmişti.46 Abdullah İbn Ömer de, Pey­ gamber'in bir bayramda "bir sığır, bir de deve" kurban kestiğini an latır47 B ilindiği gibi "kurban' ı "zengin"ler keser. D em ek ki, Peygam ber "zengindi". Ü stelik, bir K urban B ayram ında "bir sığır, bir deve" ke­ secek kadar. H ayır, bu kadar değil. Peygam ber ailesinin "çok yoksul olduğu" anlattırılan aynı Aişe, Pey­ gamber'in "hac" için de, "kanları adına" kurbanlar kesip gönderdiğini anlatır. Bunu da Buharî gibi sağlam sayılan hadisçiler yazar.48 B ir aile düşünün ki, bayram ında önem li kurbanlar kesiyor, haccında önem li kurbanlar kesebiliyor, kestirebiliyor; bu aile "yokluk-yoksulluk" içinde görülüp gösterilebilir mi? D aha bitmedi: Bilindiği gibi, M uham m ed ölüm ünden birkaç ay önce, sonradan "vedâ' haccı" adı verilen bir "hacc"ı yerine getirm işti. (Şubat, 632.) İşte bu "hac" sırasında, kendi ve ailesi için kesilm ek üzere M u ­ ham m ed'in ortaya getirdiği "kurbanlık deve"lerinin sa yısı çok ilgi çekicidir: "Yüz''\ Evet, Buharî'nin de yer verdiği "hadis"te açıkça belirtildiğine göre, Pey­ gamber, "Veda Haccı"nda "yüz tane deve" kurban olarak sunmuştu.49 Ve Müslim gibi önemli hadisçilerin de yazdıkları anlaüma göre, bu "kur­ banlık" develerin altmış üç tanesini, M uhammed kendi eliyle kesmiş, öbürlerini de Ali'ye kestirmişti.50 Bu "kurbanlık deve"ler, "devletin malı"ndan olamazdı. En azından ol­ maması gerekirdi. Çünkü "hac" ibadeti de, sunulan "kurban"lar da "kişi"lerin kendilerine düşen "ödev" anlamını içerir. "Kişisel" ödevlerin gi­ derlerinin "devlet malı"ndan sağlanamayacağı da açıktır. Öyleyse, "Peygamber"in sunduğu "yüz kurbanlık deve", özel mülkiyetindeki develerdi, kendi malıydı bunlar. Yani öyle olması gerekiyordu. B ir adam düşünün ki, "hac" gereklerini karşılam ak için yalnızca "kurban" olarak, yüz deve çıkarıp sunabiliyor; bu insanın ve ailesinin 22 serveti küçüm senebilir m i? Bir "hac" için çıkarılan bu sayıdaki d e­ veler bile, birkaç aileyi zengin kılacak ölçüde büyük bir "servet"tir. Ö yle değil mi? Peygamber öylesine "cömert" davranmış ki, yine Buhaıfnin de yer verdiği bir hadiste, Ali'nin anlattığına göre; develerin tüylerinin ve de­ rilerinin de "sadaka olarak" dağıtılmasını buyurmuş.51 "Yokluk" ve "yok­ sulluk" içindeki kişiler, aileler, bu "cömertliği" gösterebilirler mi? Başka deyişle, böyle "savruk" davranabilirler mi, ya da bunun için "olanak" bu­ labilirler mi? Gerçekleri göz önüne getirerek düşünüp değerlendirelim. D ahası var: En sağlam sayılan hadis kitaplarında bile, "Peygam ber"in, ken ­ disinden ne istenirse, istensin, "yok!" dem ediğini ve "verdiğini" kanıtlam a am acını güden birçok hadis var. Bunlardan birinde şunlar anlatılm akta: "A dam ın biri Peygam ber'e gelip istekte bulundu. Peygam ber de o kişiye ik i dağın arasını d o lduracak kadar çok ko y u n verdi. Sonra adam kendi toplum una gidip şöyle konuştu: ’Ey toplumum! (Y a K evm î!) M üslüm an olun! Ç ünkü M uham m ed, iste­ neni veriyor .y o k s u llu k ta n korkm uyor!"'52 "Ö vgü" için anlatılan bu "hadis", M uham m ed'in "alabildiğine ze n ­ g in " olduğunu da ortaya koym uyor m u? V e düşünelim şim di, M uham m ed'in bunca "devesi", koyun sü rü ­ leri varken, "karısı" A işe kalkıyor, "Peygam ber'in odalarında, aylarca ateş yanıp yem ek pişm ediğini, Peygam ber'in gerek kendisinin, gerek aile bireylerinin, kom şulardan getirilen sütle, bir de su ve hurm ayla g eçindiklerini" anlatıyor. Y a da ona böyle anlattırılıyor. O nun ağzın­ dan uyduruluyor. İnanılır mı buna? G örülüyor ki, M uham m ed'in çok önem li "servet"ler edindiği, bunu da çok büyük ölçüde kendisi ve ailesi için edindiği gerçeği tüm üyle örtülem iyor. Y alanın "m ızrak"ları "çuvala sığm ıyor". E dindiği ser­ vetlerden "cöm ert"çe harcam asına gelince: "C öm ertçe harcam aları"na şaşm am ak gerekir. "C öm ert görünm e" gereğini duyuyordu. "M addi çıkar"lar yoluyla insanları "kazanm ak" istiyordu. Bu, "itiraf" da ediliyor. "İtiraf', hadislerden başka Kur'an'a. 23 d a geçm iştir. K ur'an 'a açıkça bir "kurum " olarak yerleştirilm iştir: "G önülleri İslam 'a kazanılm ak istenenler" adıyla. B unun yukarıda sö­ zü edilm işti. Muhammed'in gerçekte kaygısı "İslam"dan çok, kendi çıkarlarıydı. A m a İslam 'la onun çıkarları "özdeş" durum a gelmişti. İç içeydi. İslam ol­ mazsa, onun çıkarları da elden gidecekti. "Harcama"larının en büyük ne­ deni buydu. Bir nedeni de, "servet"lerinin elde ediliş biçimiydi. "Zorbalık"larla, korkutmalarla, çeşitli "hile"lere dayalı "cihad 'larla, çapul yoluyla, yağma yoluyla elde edilmişti. Ve artık "m aya tutmuş", işler yoluna da girmişti. Gerisi de geliyordu "servetlerin. B öyle olunca M uham m ed neden "cöm ert" davranm asın? D aha nice "n ed en ler sıralanabilir onun "hovardaca harcamalan"na. M uham m ed'in onca malı mülkü, serveti varken; şu yalan uydurulabiliyor: "Peygamber öldüğünde, zırhı, bir Yahudi'de 30 dirhem karşılığında tuttu (rehin) olarak bulunuyormuş." B unu, en sağlam sayılan hadis kitapları bile yazıyor.53 O denli serveti olan kim se, otuz dirhem (güm üş) bulam ıyor o la­ bilir m i? Serveti filan olm asaydı bile, bunu inanırları sağlayam az m ıydı kendisine? İnanırlarının tüm ü de o denli yoksul m uydu? Ölmeden birkaç ay önce, yüz deveyi "hac"da "kurban" kesip sunan bir insanın, otuz dirhemi bulamadığı için bir "Y ahudi'ye başvurmak zorunda kalması, ona "zırh"ını "rehin" olarak vermesi hiçbir aklın, mantığın kabul edebileceği bir şey değildir. A çık seçik yalandır. İşte böyle yalanlar da uydurulabiliyor Peygam ber'in avukatlarınca. B ir yandan "Peygam ber"in "yokluk-yoksulluk" içinde öldüğü ileri sürülürken, öbür yandan da bununla hiç bağdaşm ayacak bir sav o r­ taya atılıyor; "Peygam ber, tüm servetini, sadaka olarak kam uya bırak­ m ış." Y ani "servet" hem yok gösteriliyor, hem de "sadaka" olarak "kam uya bırakılm ış" gösteriliyor. M uhammed'in "servet"ini "kam uya bırakmış" olam ayacağını yuka­ rıda anlatm aya çalışmıştım. Buna yeniden dönm eyeceğim . Ancak; bu konuda uydurulduğu belli olan "hadis"ler neden uydurulmuş olabilir? Bunun üzerinde kısaca durm akta yarar var: 24 M uhammed'den kalan "mal mülk", öyle ailesine bırakılacak kadar az değildi; çoktu, pek çoktu. Hele birkaç yerde, verimli, çok verimli top­ raklar üzerinde bulunan "hurma bahçeleri"nin değerine paha biçilmezdi. B unlar ne olacaktı? Yalnızca bir bölüm ünü almak, kalanını aileye vermek olamazdı. Çünkü bunun formülünü bulmak kolay değildi. Y a hep alınırdı, ya da hiç alınmazdı. "Hiç almamak" ve bunca serveti bir aileye bırakm ak olam a­ yacağına göre, "tümünü alma" yoluna gidildi. Tüm ü "kamulaştınldı". N e var ki, "Allah ve Peygamber'in buyrukları"nın dayanak alındığı bir yönetimdi. Bu konuda "ayet" olmadığına göre, "hadis" gerekliydi. İşte bu "hadis"ler uyduruldu. Daha darda kalınsaydı, "ayet" bile uydurulabilirdi. Nice uydurulanlar g ib i... K onuyla ilgili kavgalardan, tartışm alardan ve hadislerin n iteliğin­ den anlaşılan odur ki, bunları uyduran ya d a uydurulm asını sağlayan, d ah a çok; E bubekir ile Ö m er olm uştur. Ebubekir ve Ö m er için "m addi durum " çok önem liydi. H em "dev­ letin başındaki k işiler olarak" önem liydi, hem de özel çıkarları için. B unlar, onca serveti M uham m ed'in ailesine bırakam azlardı. M u h am ­ m ed'in karıları içinde kendi kızları olsa b ile ... G erekirse, kendi k ız­ larına, M uham m ed'in karıları içinde alabileceklerinden çok daha faz­ lasını sağlayabilirlerdi de. Aslında, Ebubekir ve Ömer, M uhammed'in "Peygamberliği"ne inan­ mış kişiler değillerdi. "Peygamberliği" değil; kendilerine neler kazan­ dırabileceği, neler sağlayabileceği ilgilendiriyordu onları. Onunla her şeyden önce "çıkar ortaklığı" yapm ışlardı. İşin ta başından beri bu böyleydi. Nice kanıtları var bunun. Bu kanıtların biri de, M uhammed'in "vasiyef'ine engel olmalarıdır. Kendi çıkarlarıyla bağdaşmaz diye. B u­ harî'nin de yer verdiği şu hadis, bunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan yalnızca biri: A bdullah İbn A bbas anlatıyor: "Peygamber'in hastalığı artınca: 'Haydi yazı yazacak bir şey (kalem, şu bu) getirin de bir yazı (vasiyet) yazayım. Öyle bir yazı yazayım ki, size yol göstersin de, benden sonra şaşkınlığa düşmeyesiniz!' dedi. Am a Ömer hemen şöyle konuştu: 'Peygamber'in hastalığı çok arttı, ağırlaştı. (Bırakın onun dediklerini. Yazı yazacak bir şey ge­ 25 tirmeye gerek yok. Çünkü:) Allah'ın kitabı var ve o bize yeter!' Onun bu konuşması üzerine tartışmalar, çekişm eler oldu orada. Bu durumu gören Peygamber, 'Çekip gidin haydi, dağılın! Benim ya­ nım da tartışma olamaz!"’54 A bdullah İbn A bbas şöyle der: "Ne büyük m usibettir ki, P eygam ­ b e rle yazm ak istediği vasiyeti arasına geçm iştir."55 Ömer, "Peygamber'in vasiyeti"nin yazılm asına niçin engel olmuştu? K uşkusuz bundan kaygılandığı için. İleriye yönelik kişisel tasarı­ larına ve çıkarlarına engel olur diye. Bu nedenle o dev yapısıyla he­ men önlem işti vasiyet yazılm asını. Olay, Ömer'in kişisel "hırs"ını ortaya koyduğu gibi, "Peygamber"e inanmadığını da ortaya koyuyor. "İnanır" bir kişi, "Peygamber"ine böyle karşı çıkarak saygısızlık gösterebilir mi? Şaşılası bir durum dur ki, bir yanda ortada böyle b ir olay var; öbür yanda: "Peygam ber, ailesinden kim senin m irasçı olam ayacağını, tüm m alının sadaka olarak değerlendirilm esini vasiyet etti!" türünden bir sav. Yani, "vasiyet etm esine engel olunm uş" bir insanın "vasiyet et­ tiği" ileri sürülebiliyor! Ali direnir gibi görünm üştü.56 A m a A li'de, Ebubekir'e, Ö m er'e karşı sonuç alabilecek güç ve [ ...] ne gezer. M uhammed'in servetine ilişkin sözü uzatmaya gerek yok. Özeti şu ki; "Peygamberliği"nde, gerek kendisine, gerek ailesine, yakınlarına "maddi çıkar sağlama" düşüncesi az etkili değildi. Bir sürü belgesi olan bir ger­ çektir bu. Yadsınamaz. . M uham m ed böyle. G eçelim İsa'ya: "İsa öyle değildi!" diyenler çıkabilir. O ’nun öğütlerine bakarak bu yargıda bulunulabilir. B aksanıza ne diyor İncil'de: "G öklerin m elek u tu n azen g in adam güçlükle girer." A /alfn'sında (19:23), M arkos unda. (10:24) ve öteki İn cillerin d e yer alır bu öğüt. İsa, bununla da kalm az, Incil'lere göre, öğüdünü bir benzetm eyle de dile getirir: "Y ine size derim ki, D even in iğne deliğinden geçm esi, zen g in in A llah'ın m elekutuna (K rallığına) girm esinden daha kolaydır."51 26 M uhammed de bu "benzetme"yi çok beğenmiş olmalı ki, alıp Kur'an 'a koymuş. [...] kimi "yazar"lar gibi "kaynak" göstermeden ve "TanrTsına mal ederek... A m a başka biçim verip kullanmakta: A 'râf Suresi'nin 40. ayetinde şöyle denir: "Ayetlerimizi yalan sayıp, büyüklük taslayarak ondan uzaklaşanlara, göğün kapısı açılmaz. Ve onlar, deve, iğne deliğinden geçene dek cennete girem eyecekler..." Incil'de,, İsa’nın bir gençle konuşm asına, gence öğütlerine ilişkin kesim de ilgi çekici: "Genç adam İsa'ya şöyle dedi: B ütün bu öğütleri tuttum . Şim di eksiğim nedir? "İsa ona şu karşılığı verdi: E ğer eksiksizliğe erm iş (kâm il) o l­ m ak istersen, git; nen varsa sa t ve yo k su lla ra ver. G öklerde h â­ zinen olacaktır. Ve gel benim ardım ca yürü. "Fakat genç adam bu sözü işitince üzgün gitti. Ç ünkü çok malı vardı."58 Bu tür öğütler, İsa'nın "m addi çıkar"a önem verm ediğini ve bunun yanında tüm üyle "yoksullardan yana" olduğunu gösterir mi? "İsa" diye bir "Peygam ber'in "yaşadığı" ve nasıl yaşadığı kesin ola­ rak bilinseydi, "maddi çıkar"a önem verip vermediği bilinebilirdi. Öğüt­ leriyle yaşamı karşılaştırılarak. Bu olanağınız yok. Çünkü yazarları bile tartışılan59 /nci/lerden başka, önemli sayılabilecek bir kaynak bulun­ mamakta.60 /nci/lerin birçok yerinden alıp aşırdığını, bu kitapları "kay­ n ak larından biri olarak kullandığını gördüğümüz Muhammed'in tanıklı­ ğı, yani İsa'yı "var" göstermesi, "İsa şöyleydi, böyleydi..." demesi bilim­ sel bir kanıt olamaz. Onun için, bu konuda yargıya varılamaz. Yani "İsa, nasıl öğüt veriyorduysa öyle yaşıyordu, elinde neyi var, neyi yok yok­ sullara dağıtıyordu..." gibi bir sav da, bunun tersi de kesin bir yargı olarak ileri sürülemez. A ncak; bilebileceğim iz bir şey var: Elindeki her şeyi dağıtan bir insan, dünyam ızın gerçekleri içinde yaşayamaz. Çünkü yaşam ın neye bağlı olduğu, koşullarına uyulm adan 27 yaşamın sürdiirülemeyeceği bellidir. Hiç yemeden, içmeden, hiçbir şey giymeden, hiçbir barınağı olmadan yaşayabilecek insan düşünülebilir mi? "Elindeki her şeyini dağıtan insan", bu durum dadır işte. "Göklerde hâzinen olacaktır!" sözününse "ciddiye" alınabilecek bir yanı yok. Bir "uyutmaca", bir "yutturmaca" olmaktan öteye gidemez. Incil'deki şu sözler de öyle: "Ne yiyeceksiniz, ya da ne içeceksiniz diye yaşam ınız için; ne giyeceksiniz diye de bedeniniz için kaygı çekm eyin. Yaşam (hayat), yiyecekten; beden, giyecekten daha üstün değil m idir? G öğün kuşlarına bakın: O nlar ne ekerler, ne biçerler, ne de am ­ barlara toplarlar. V e gökteki babanız, onları besler. Siz onlardan daha değerli değil m isiniz?"61 K ur'an'da da var bu tür "uyutm aca"lar: Tâhâ Suresi'nin 132. aye­ tindeki şu öğüt de bu türdendir: "A ilene, nam az kılm alarını buyur ve üzerinde diren. Biz senden 'rızık' (yiyecek, içecek) (kaygısı) istem iyoruz. (K aygıya gerek yok.) S ana rızkını verecek olan, biziz. En iyi son, T anrı'ya karşı gelm em enin karşılığıdır." "G anim etten ganim ete koşan M uham m ed"in "T an n "sı veriyor bu öğüdü! İsa'nın "yoksullar"dan yana olup olm adığı konusuna gelince: Incil'e göre değerlendirip yargıda bulunmak gerekirse, şu, rahatlıkla söylenebilir: İsa, yoksullardan yana değildi. Çünkü In c ildeki öğütleri yoksullar yararına değildir. Yoksul kitleleri uyutucu niteliktedir. Zengin­ lere, "Allah'ın melekutuna kolay kolay giremeyeceklerini" bildirmekle ve "malınızı yoksullara dağıtın!" dem ekle yoksul kesimden yana olunmaz. "Zengin"lerin umurunda bile değildir bu "bildiri"ler, bu öğütler. "Allah'ın melekutuna" gireceklermiş, girmeyeceklermiş sorun değil onlar için. Öğüde kulak verip mallarını mülklerini dağıtacak da değiller. Olan, yine yoksul kitlelere oluyor. "Bildiri"leri "TanrTdandır" diye "ciddiye" alan onlar. Öğütlere boyun eğen onlar. Çünkü güçsüzlük batağındalar, bil­ gisizlik batağındalar. İsa'nın öğütlerini ciddiye alm ak, herkesten önce "din adam ları"na düşm ez m iydi? 28 "Kilise"yi, "kiliseler'l ve buralardaki din adamlarını göz önüne getirin. Bir zamanların; "para" karşılığında "Tanrı" adına "bağışlam aların ı, şu "Endüljans" (Indulgence) rezaletini düşünün. 31 M art 1515'te Roma'daki Saint-Pierre Kilisesi nin yapımının bitmesi için bir papanın, "yardım" ve­ recek olanların yararına bir özel bağışlama düzenlemiş olmasını ve son­ radan ortaya çıkarılan "çıkar oyunları"nı düşünüp göz önüne getirin. "Maddi çıkar "in; çağlar boyu, kiliselerde, ülke yönetimlerinde egemenlik kurmuş olan "din adamları"nın iniş ve çıkışlarında ne tür etkiler oluş­ turduğunu anımsayıp değerlendirin. N eredeydi İsa’nın "öğüt"leri?! Belli ki, bu öğütlerin "geçerli" olduğu yalnızca bir kesim var, o da; yoksul kesimdir. V e bu öğütlerden hep, varlıklı kesim yarar görmüştür. Ben kuşku duy­ muyorum ki; İsa'yı da, İncillerini de "yaratan" bu kesimdir. Yani o "Al­ lah'ın melekutuna kolay kolay giremeyecekleri" bildirilen zengin kesim. İsa diye biri eğer "Peygamber" olarak yaşamışsa, Peygam berliğinden de, /nci/lnden de önce, "Yahudi"ydi. "Y ahudi'lerin hangisi, ya da hangi "Peygam ber’! "maddi çık ar'la ilgilenmemiş ve "çıkar-tapar" olmamış ki, İsa öyle olm asın? "Musa" mı? Eğer gerçekten yaşam ışsa, Tevrat'ın açıklamasına göre "Tanrf'sının buyruğuyla "soygun" yapan ve yaptıran biri62 için "madde"yle, "ç ık a rla 'ilgilenmedi" nasıl denebilir? Tevrat’ın "Kral"ları mı "çıkar düşkünü" olmadılar, Krallıkla Peygam berliği birlikte yürüten D avud’u mu öyle olmadı, Süleyman'ı mı öyle olmadı? Tevrat'ın "tanıklığı"na bakalım : Bir sürü "kan"sı ve "cariye"si olduğu halde komutanlarından Hitti Uriya'nın karısını da getirtir ve koynuna alıp yatar. Sonra da "cephe"ye gönderdiği bu komutanın öldürülmesi sağlansın diye mektup yazar ve buyruk yerine getirilir.63 Tevrat bu olayı anlattıktan sonra şöyle der: "D avud'un yaptığı şey, R abbin gözünde kötüydü." "İsrail'in Allah'ı Rabb", D avud’a "sitem "ini bir aracıyla bildirir. A racı gelip bir soru sorar: "Bir kentte, bir zengin, bir de yoksul kişi yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunları ve sığırları vardı. Yoksul adamınsa, satın alıp beslediği bir küçük dişi kuzudan başka hiçbir şeyi yoktu. ( ...) 29 "Zengin adam a bir yolcu geldi. Adam, yolcusunu (konuğunu) ağır­ layıp sevindirmek için kendi koyunlanndan, sığırlarından birini alıp sunmak yerine, yoksul adamın kuzusunu alıp sundu (yedirdi ya da verdi). (Zavallı yoksul, elinden alman bir kuzudan da oldu.) "(N e dersin sen bu işe?)"64 D avud, tepkisini şöyle belirtir: "Bunu yapan adam , ölm esi gereken bir adam dır. (Yani 'o zengin çok kötü bir insanm ış' dem ek ister.)"65 B unun üzerine "Tanrı" aracısı hem en şöyle söyler: "İşte o adam , sensin!"66 V e ardından Tanrı'nın "sitem"ini iletir. "İsrail'in Allah'ı Rabb", şöyle demekte Davud'a: "Ben seni, İsrail üzerine K ral olarak uygun görüp kutsadım . Seni Saul'un elinden kurtardım . Efendinin evini sana ve onun karı­ larını senin koynuna verdim . İsrail'le Y ehuda evini sana verdim. E ğer bu az geldiyse sana daha neler neler verirdim . Niçin R ab­ bin gözünde kötü olanı yaptın?"67 K ur'an'm da bu öyküyü aldığı görülür. "Sâd" Suresi'nin 22. ve 24. ayetlerine göre, D avud'un yaptığı şey şuna benzer: K endisinin d o k­ san dokuz koyunu olduğu halde, yalnızca b ir koyunu olan kişinin elin ­ deki bu bir koyunu da alıp kendisininkilere katm a yoluna giden kişinin davranışı. D avud da, bu anlam da bir dav ran ışta bulunm uştur. "Tevrat'ın ve K ur'an'm bu anlattıkları gerçektir!" dem ek istem iyo­ rum. Ç ünkü ikisindeki de bir "m asal". A ncak, anlatılanlar, "T anrı'nın seçtiği adam " ve "Peygam ber" ola­ rak sunulan kişinin neye, nelere "düşkün" olduğuna "tanıklık" yönün­ den ilgi çekici. Tevrat'ın, Kral Süleyman (Peygamber) hakkında da benzer tanıklığa, benzer anlatımlara yer verdiğini görürüz. Anlatılanlara göre, Süleyman da "maddi varlığa" ve "[...] keyfine” az düşkün değildi!68 Kur'an da bir "kopyacı" olarak bu tanıklığa katılır.69 30 Tevrat'jn Y erem ya bölüm ünde bakın neler okum aktayız: "H ırsız tutulunca nasıl utanırsa, İsrail evi de, kendileri, K ralları, B aşk an ları, kâhinleri ve P eygam berleri öyle utanıyorlar."70 "Ülkede, şaşkınlık ve dehşet verecek bir iş oldu: Peygamberler, hileyle peygamberlik ediyorlar. Ve kâhinler (din yöneticileri), onla­ rın eliyle yargıda, yürütmede bulunuyorlar."71 "Ve Rabb bana dedi: Peygam berler, benim adım la yalan sö yle­ yerek peygam berlik ediyorlar. O nları ben gönderm edim . O nlara ben buyruk verm edim . O nlarla konuşm adım . O nlar size yalan vahiyler iletiyorlar. Söyledikleri falcılıktır, birer hiçtir ve y ü rek ­ lerindeki hileye dayalıdır."72 "...A dım la yalan söyleyerek peygamberlik edenlerin dediklerini işittim. N e zam ana dek bu yalancılık, yalana dayalı peygamberlik edenlerin yüreklerinde olacak?! Onlar, yüreklerinin hilesiyle Pey­ gamberlik ederler. ( ...) Rabb, bu yüzden; 'ben peygamberlere karşıyım. Birbirlerinden çalıyorlar sözlerimi!' diyor. (...) 'İşte ben, yalancı düşlere dayalı peygamberlik edenlerin, bunları anlatarak, yalan ve boş övünmelerle toplumumu aldatanların aleyhindeyim!' diyor. 'Onları ben göndermedim. Onlar aracılığıyla buyurmadım. Onlar topluma hiç yarar sağlamazlar!' diyor."73 Tevrat'ın "Peygam berler" hakkındaki "tanıklığı" bu. Y ahudi ileri gelenleriyle birlikte "peygam berler" böyle "övülüyorlar" işte! Y erem ya da bir "Tevrat P ey g am b eriy d i. O nun "farklı" olduğunu kim söyleyebilir ve nasıl söyleyebilir? Tevrat'ın H ezekiel bölüm ünde, H ezekiel "Peygam ber" de şöyle tanıklık eder "m eslektaş"ları hakkında: "Ve bana Rabbin şu sözü geldi: 'Ey Ademoğlu!' deyip sürdürdü: 'İsrail Peygam berlerine karşı sen Peygamberlik et! Kendi yüreklerindekine dayalı peygamberlik edenlere söyle: Rabbin sözünü dinleyin de! Rabb şöyle der: O ahm ak peygamberlerin vay halle­ rine. Ey İsrail, senin peygamberlerin, viranelerdeki tilkiler gibi o l­ 31 dular.' ( ...) Rabb’in sözüdür diyenler, Rabb göndermediği halde O'nun gönderdiğini söyleyenler, yalancı falcılık ederler ve sözle­ rinin yerine geleceğini söylerler, umut verirler. ( ...) Bundan dolayı Rabb Yehova 'Sözleriniz saçma, vahyiniz yalan olduğu için ben size karşıyım !' d iy o r.. ."74 "P eygam berlerin "ahmak" diye nitelenmeleri, öbür yandan birer "tilki"ye benzetilmeleri ilginç. Bu "tilki" benzetmesi, Tevrat'ın N eşideler Neşidesi adlı bölümünde, 2. babın 15. ayetinde şöyle yer alıyor: "Bize tilkileri tutun! "B ağları harap eden küçük tilkileri... "Çünkü bağlarım ız çiçeklendi!" "Peygam ber’lerin ne tür "tilki"ler olduklarını kendi "kutsal kitap"lan dile getiriyor. Bu kitaplarda, bu "eski b elg ele rd e bunları okumak, in­ sanlığı uyarm aya yetmeliydi. A m a yetmedi. Bugün de yetm em ekte... "Tilkiler", tarih boyunca, insanlığın "bağlarını harap ettiler". Bu bağlar "çiçeklenem edi". Ç içeklenir oldu, am a olduğu yerde öldü. E ge­ m enlerle el ele "giz ticareti" yapan "tilkiler" yüzünden. D ün vardı, bu­ gün de var bunlar. "Peygam ber"e neden "tilki" deniyor? Bilindiği gibi, "tilki", hemen her zaman "kurnazlığı" dile getirir. Buy­ sa, "kolayca kanmama" ve "başkasını kandırma" becerisidir. "Kurnaz kişi", ufak tefek oyunlarla bile, am acına ulaşmayı becerir. "Peygamber" de öyle. "Giz" (sır) der kandırır, "mucize" der kandırır. Çeşitli biçimlerde numaralarını sergiler ve inanırlar toplar. Doğaldır ki, "inanırlar"la bir­ likte, "çıkarlar" da gelir. Y alnızca "peygam ber"ler mi böyle? Tüm "din aracıları" da böyle değil m i? N eşideler N eşidesi'ndeki anlatım larla konuyu bağlayalım : "B ize tilkileri tutun! "B ağları harap eden küçük tilkileri!.. "Ç ünkü bağlarım ız çiçeklendi!" 32 "D in"-"G iz" A racılığınd a "Sivrilm e", "Ö ne Geçm e" Tutkusu Sivrilip öne geçm eyle, "çıkar"ı bir arada düşünm ek gerekir. Biri, öbürünü de sağlar genellikle. Ç ıkarları, dünyalıkları olanlar, "sivrilirler" de. B unun tersi de gerçek. Y ani sivrilebilm iş, öne geçebilm iş olanlar da daha bol çıkar sağlarlar. Ç ünkü sivrilm ede genellikle "ik­ tidar" var. "İk tid a r"d ad a "çıkar"... Sivrilm elerin "tehlikeleri" de olur elbet. A m a çıkar sağlam a ve sivrilm e tutkusunda olanlar, "tehlike"yi göze alırlar. En azından göze alabilenler bulunur. "Tutku"nun büyüklüğü oranında. "Giz" aracılarını, insanlığın çok eski çağlarından başlayarak her çağda, her dönemde "önde" görürüz. Toplumlann en ön basam aklarında... "B üyücü"yü alın: "İlker'lerde önem li kim sedir. K endisine özgü yöntem le "doğaüstü güç"lerin yardım ını sağlasın, elde edilm esi iste­ nen sonuçları elde ettirsin diye kendisine başvurulur. İstenen sonuçla­ rı sağlam anın tekniğini o bilir ancak. Ç ocuk m u isteniyor? B aşvuru­ lur. M al m ülk mü isteniyor? Başvurulur. Bol ürün mü isteniyor? B aş­ vurulur. "Zararlı etkiler"den uzaklaşılm ak mı isteniyor? B aşvurulur. "T ehlike"lere karşı güvence mi isteniyor? B aşvurulur. B irilerine "kö­ tülük" yaptırılm ak mı isteniyor? B aşv u ru lu r... Önde gelen bir çeşit "bilim adamı"dır "büyücü". Kuşkusuz, "bilim" ile "büyü" kökten ayrıdırlar. "Bilim" deneylerden doğar. "Büyü"yse gelenek­ lerden. "Bilim"de "akıl" güder, yol gösterir; "gözlem" de düzeltir. "Büyü"yse ikisinden de uzaktır. "Bilim" herkese açıktır, "büyü"yse kapalıdır ve babadan oğula geçer ya da birtakım "gizli alıştırma"larla öğretilip öğrenilir. "Bilim" tümüyle "doğal güç"ler kavramına dayanır. Oysa "büyü", ilkellerin inandığı, gizli-gizemli ve kişilik dışı, "doğaüstü bir güç" (mana) düşüncesinden kaynağı alır75 Başka farklar da var ikisi arasında. Am a yine de "büyücü", inanırlarının hiç vazgeçemeyecekleri bir kişidir. Belirli bir "cemaat"i yoktur.76 Ama sözleri geçerlidir "topluluk"ta. Etkindir. "Şaman"ları alın: Bilindiği gibi "Şamanizm"e oldukça eski bir "din" güzüyle bakılır. Kimi eski Türklerin de bu "din"e inandıkları savunulur.77 Gerçekte başlı başına bir "din" diye nitelemek güç. "Birçok inanç kar­ masıdır" dem ek daha doğrudur. Çeşitli din ve dünya görüşlerini içeren bir 33 karma.78 En belirgin yanı olarak görülen de; "aracı"1anndaki yani "Şa­ m a rla rd a k i "coşkular, "kendinden g eçm eler, "trans durumlan"dır. Ki­ mileri, "esriyip kendinden geçme (extase) tekniği" diye anlatır Şama­ nizm'i.79 Şaman da bu durumun "teknisyeni. Bu niteliğe erişen kişinin, "fızikötesi, doğaüstü g ü ç le rle bağ-bağlantı kurabildiğine inanılır. "Şa­ man", bunun gösterilerini sergiler. Söz konusu "g ü çlerle "özel ilişkiler" içindeymiş gibi davranır. "Yardım" sağlama çabalarına girişir. "Dinselbüyüsel" girişimlerle, yetenekleriyle "toplum yararTna çözümler sağlı­ yormuş gibi gösterir kendini. V e bunun törenleri olur.80 Yine "korku" var ortada. Alabildiğine korku. Yine "umut" var. "Kur­ tulm a umudu". Yine "iyicil r u h la r var, "Tanrılar" var ve "Baştann", "Kral Tann" var. (Altay Şamanistlerine göre: ’Ülgen'.)81 Yine "kötücül, zararlı ruhlar" var. Bir çeşit "şeytanlar". B unlann da başında "İblis" gibi bir "Başkan". (Kimi Şamanistlere göre: 'Erlik'.)82 Yine vikiye aynlm ış do­ ğaüstü güçler"den oluşm a "ordular", yine bitip tükenmeyen "savaş". A bdulkadir İnan, Şam anizm konusundaki önem li kitabında şun­ ları yazm akta:83 "Şam anistlerin inançlarına göre, güneş ve ay ile kötü ruhlar, m ücadeleye kalkışırlar. B azen (güneş ve ayı, onlar) yakalayıp karanlık dünyasına sürüklerler. G üneş ve ayın tutulm asının ne­ deni budur. B ütün T ürk lehçelerinde ’k ü su f (G üneş tutulm ası) ve 'h u su f (Ay tutulm ası) hadisesinin "tutulm ak" ile ifade edil­ m esi de,- eski bir inancın izini taşım aktadır. G üneş ve A y tu ­ tulduğu zam an Şam anistler, bunları kötü ruhun elinden ku r­ tarm ak için bağırıp çağırırlar. Bu gürültü ve patırtıların, kötü ruhu korkutacağına in a n ırla r.,lM İnan, "Güneş Kültü"nün ve "Ay Kültü"nün "Orta Asya toplumlan"nda da "eski çağlar”dan bu yana bilinegeldiğini de belirtmekte.85 D em ek ki, yine bu "k ü lf'le r söz konusu. Y ine "ışık" ve "karanlık". Y ine "gök", yine "yer" ve "yeraltı"! V e yine "sahne"de "din-giz aracısı": Şaman. "G öklef’e "yükselmek" istenebilir. Oralan dolaştıktan sonra "yeraltı dünyası' na "inmek" ve burayı da dolaşmak istenebilir. Bunun için "ruh"un hazırlanması gerek. İşte Şamanizm inanırına göre, bunun "ustası", "Şa­ 34 man"dır. Bu "aracı", kendine özgü "yöntem"ler kullanır söz konusu gezi için. "Aşk"a gelir, "kendinden geçer". Ve "gezi" gerçekleşir! Konuyu araştırıp inceleyenlerden Eliade'ye göre, Şaman, böyle bir gezi için ge­ rekli "aşkın ustası"dır. Bu "usta", söz konusu gezi için hazırlanan "ruh"un "beden"den ayrıldığını bile duyar kendinde.86 A bdulkadir înan'ın kitabında görülen satırlardan: "K endisini tanrılar tarafından 'Kam' (Şam an) olarak tayin edil­ diğine, ruhların kendisinin hizm etinde bulunduklarına inanan 'Kam', hayali geniş, m istik ve yaratılıştan zeki b ir adam dır. T a­ biattaki bazı sırlara da vakıftır (!) (Ü nlem bana ait-T.D .) K am (Şam an) olacak adam , küçükten beri düşünceli olur. V akit vakit canı sıkılır. T ab’an şairdir; irticalen şiirler, ilahiler söyler. (B u­ rada, kimi 'Peygam ber'den, özellikle de ’M uham m ed’den söz ed i­ liyor gibi, değil m i? -T.D .) "Derûnî ve gerçek vecd (kendinden geçme) halindeyken, ruhunun göklere çıktığına ve yeraltına inip cehennemleri gördüğüne inanır. (!) (Ünlem benim. Kimi yerlerin altını da ben çizdim-T.D.)"87 Prof. Dr. Sedat V eyis örnek de, ilginç alıntılara yer verir: "Şaman olm a özelliğini taşıyan biri, daha çocukluğundan başla­ yarak, iki-üç, kimi zaman da altı yol boyunca ruhen hasta olur. Şa­ man olmadan önce bir düş görür: Artık kötü cinlere dönüşmüş olan ölmüş Şamanların ruhları, yeraltından ve gökyüzünden gelerek ada­ yın vücudunu parça parça, dilim dilim keserler. Bu sırada Şaman adayı hiç kıpırdamadan, ölü gibi yatmaktadır. "Şam an olm ası geçeken bir insan, üç ile dört yıl boyunca, ruhsal bir hastalığa yakalanır. A day, bir yerde yatar ve bedeni parça parça kesilir. A nlattıklarına göre, kesilen beden parçalan ve akan kan, tıpkı bir kurban eti ve kanı gibi hastalık ve ölüm ge­ tiren yerlere atılır ve serpilir."88 H ervö R ousseau da şunları yazıyor: "Şam an çok ilkel bir tiptir. V e bu tip, zay ıf teşkilatlı toplum larda görülür. Şaman, tabii bir istidatla aracı olarak doğar ve 35 genel olarak, kendini birtakım saralı hareketlerle gösterir. O, herhangi bir suretle, ilahlar tarafından 'seçilm iştir' ve anormal, huzursuz hareketlerle topluluğa kendini tanıtır."89 Şam anların iki çeşit "görevleri" olduğu ileri sürülür: "H astalan iyileştirm ek" ve "ölülerin ruhlarının öte dünyaya gidişlerine eşlik et­ m ek". B unlardan başka işlerle de uğraşırlar. Ö rneğin; büyü yapm ak, y ağm ur yağdırm ak, bitki ve hayvanların çoğalm asını sağlam ak, fala bakm ak bunlar arasında. A ncak, tem el "görev"leri ilk ikisi.90 "Şam anın bir doktor gibi iş görm esinin gerekçesi, hastalık ne­ deni olarak, devlerin, cinlerin ya da kötü ruhların, hastanın ru­ hunu alıp götürdüğü inancında yatm akta. B unun yanı sıra, birta­ kım cinlerin, insanların içine girerek, onları hasta ettiği inancını da belirtm ek gerekir."91 D urum böyle olunca, inanırları için Şaman nasıl "önem li" olmaz?! V e toplum un gözünde Böyle önem kazanm ak için kişilerin "Şaman" olm ak-istem eleri doğal değil m i? E skilerin "sınıf" oluşturan "rahip"lerini alın: Ö rneğin, Eski M ı­ sır'ın "tarih dönem i"nin rahiplerini: Bu çağlarda başka yerlerde olduğu gibi Eski M ısır'da "din adamı" (rahip) çok önem liydi. Ç ünkü "din" önem liydi. "Köleci toplum "un egem enleri için tem el dayanaklardandı. Eski M ısır'da "Firavun", Kral olduğu kadar, dinsel örgütün en bü­ yük "B aşkanı"ydı da. İlk dönem lerde K ral, "T anrı"yla hem en hemen özdeş durum daydı. K endisine "Tanrı" niteliği verilirdi.92 Sonralarıysa "T anrı'nın gölgesi" olm uştu.93 "Din" bu denli geçerli olursa "rahip"ler, yani "din adamları" önemli olm az mı? "Rahipler", başlı başına ve çok önemli bir "sın ıf' oluşturmuşlardı. "Tanrı'nın gölgesi, Tanrı'nın oğlu" sayılan "M ısır fıravunlan"yla bütün­ leşmişlerdi. K ral'a ortak olmuşlardı. Devletin "siyasi iktidarını” ele ge­ çirmişlerdi. Devletin "ekonomisini" ele geçirmişlerdi.94 "Amon (Tanrı) rahipleri" tümüyle "devlet içinde devlet" durumuna gelmişti. Devlet yönetiminde, "yürütme"yle birlikte "yargı" da çok büyük ölçüde (tümüne yakın) bunların elinde, denetimindeydi. "Vezirlik" maka­ 36 mı çok önemliydi, "Amon Başrahibi" de kimi dönemlerde bu makamday­ dı, yani "V ezindi.93 Öteki "vezir"ler gibi Başrahip de alabildiğine geniş "yetki"lerle donatılmıştı. "Yargı gücü"nün başında bir sorumluydu. D ev­ let dairelerindeki tüm işler gibi, "adalet işleri"nin de başındaydı. "M ah­ kemelerin verdikleri kararlan" da Kral adına denetleyebiliyordu.96 B aşra­ hip Kral'ı, Başrahibe de Kraliçe'yi "temsil" etmekteydi.97 "Amon Başrahibi"ni Kral'ın seçmesi "şart"tı. A dayın başrahiplik makam ına getirilişinde ilginç bir tören yapılırdı: T ann'nın simgesi olan Heykel önünde, Kral, adayın "Tann tarafından kabul edildiğini gösteren bir mucize"sini sergilettirirdi. Tanrı Amon (Güneş-Tann), yani onu sim ­ geleyen heykel, "başını sallamalı"ydı. Ve de "sallar"dı! Y a da "öne doğ­ ru adım" atmalıydı. Bu adım ona attırılırdı. Bu yolla "Başrahip", "Baştanrı" Amon tarafından seçilmiş ya da "onaylanmış" sayılırdı.98 Böyle bir "mucize"yle m akam ına oturan Başrahip, seçilişine, onay­ lanışına uygun düşecek biçim de geniş, çok geniş yetkilerle donatılırdı. Bunu, Eski Mısır Tarih ve M edeniyeti adlı kitabında Prof. Dr. Afet İnan şöyle anlatır: "Amon Başrahibi en büyük selahiyet sahibiydi. Bu itibarla, Kral­ lar, devlet idaresi için daima. Başrahibin yardım ına muhtaç bir d u ­ rumda kalıyorlardı. "...B ütün teşkilatı, zenginliği ve Başrahibe verilen selahiyetiyle 'Amon' mabedi, devlet içinde bir hükümet kurmuştu. Ve Mısır dev­ letini tesiri altında bulunduruyordu. Bilhassa, bazı zamanlarda, ilahın mucizesine başvurulduğu vakit, Başrahip, en son sözü söyler bir durum kazanmış ve böylece de Kraldan üstün bir otoriteye sahip olmuştu. "Rahipler", ülke içinde, devlet yönetim inde sözlerini geçirdikleri için geniş maddi çıkarlar da elde etm işlerdi. T oprak üstüne toprak, zenginlik üstüne zenginlik edinm işlerdi."1" G erek "B aşrahip"in gerek öteki rahiplerin ülkede oluşturdukları güç, sözcüğün tam anlam ıyla korkunçtu. Bu korkunç güce, Firavun IV. A m enofıs, daha sonraki adıyla da "A khnaton", artık bir son ver­ mek istem işti. Bunu bir süre gerçekleştirir gibi oldu da. N e var ki, 37 yeni durum , bu Firavun ölünceye dek sürm üştü yaln ızca.101 Amon ra­ hipleriyle yeniden iyi geçinm e gereği duyulm uştu.102 K ral-Rahip or­ taklığı şu ya da bu biçim de kendini her zam an gösterm işti. R ahipler, halkın da vazgeçem eyeceği işler görüyorlardı. "Din iş­ leri" yanında, "dünya işleri"ni de uğraşı alanların a alm ışlardı. Ö rne­ ğin, "doktorluk" bile yapm aktaydılar.103 G üçlerinin ağırlığı bir de bu durum dan ileri geliyordu. Böyle olunca "rahip" olm ak için can atılırdı elbette. Hemen tüm eskiçağ toplum lannda "rahip"ler, yani "din-giz aracıları", ön sıralarda yer alıyorlardı ve etkiliydiler. En ilkel dönem lerde oluşmaya başlamış, daha sonra, özellikle yerleşik düzene geçtikten sonra ve "köle­ ci toplum" aşam asında gelişerek sürmüştü bu. "Din-giz adamı" demek, hemen her şeydi. Eski "Mezopotamya" toplum lannda bu böyleydi. Eski Suriye-Filistin ve dolaylarında bu böyleydi. Eski İran'da, eski Hint'te, eski Çin'de ve tüm eski A sya toplum lannda bu böyleydi. Eski Ege ve Yunan kesimlerinde böyleydi. V e öteki eski uygarlıklarda hep böyleydi durum. Din-giz adamı" etkiliydi. Çünkü her yerde kendisine başvurulan ve vazgeçilm ez bir "aracı"ydı. Bu tür aracılar, "Peygam ber"lerin ortaya çıkm asında d a önem li bir "hazırlayıcı" olm uşlardır. Yahudilerin "köhen"leri ("kâhin"ler) "P eygam berlerin yanında birer "soylu" "şeriat uygulayıcılan"ydılar. Ç ıkarlan gereği zaman zaman ça­ tışır olsalar da, "P eygam berlerle bir çeşit "meslektaş"tılar. Ve Peygam ­ berlerin "yardımcılan" olarak görev yaparlardı. D oğubilim ci Prof. Dr. P hilip K. H itti, şöyle der: "K öhen ('kâhin'), 'şeriat öğreticisi'ydi. A m a bildiğinden de ço ­ ğunu öğretirdi. S unaklarda kurban törenlerini o yönetirdi. Ö teki dinsel ayinleri de o yürütürdü. Tanrı ile insan arasında bir çeşit ’a racı'ydı o. K öhenler ('din aracıları'), eskiçağ toplu m la n n d a özel bir sınıf oluştururlardı. İbranilerdeki (Y ahudilerdeki) Köhenlik ise; H arun ailesine özgüydü. V e bu aileye, 'miras' biçi­ m inde sürecek nitelikte verilm işti."104 H itti'nin, Tevrat'tan bakm am ızı önerdiği ayetlere bakıyor ve şun­ ları okuyoruz: 38 "Ve (ey Musa!) sen, İsrailoğullan arasından, bana kâhinlik etmeleri için kardeşin Harun'u ve oğullarını birlikte, yani onu ve Nadab'ı, Abihu'yu, Eleazar'ı ve İtem ar'ı yanına al." ("Çıkış, 28:1.) "Ve H arun'un soyundan olm ayan bir yabancının R abbin önünde buhur yakm asına izin verilm esin d iy e ..." (Sayılar, 16:40.) Y ukarıdaki ayetlerin ilki, "köhenlik" kurum unun, M usa dönem in­ de de geçerli olduğunu açıkça anlatır. "Soylu bir sınıf' oluşturm uştu "köhenler". B ir "aile"den gelenlere özgü olm akla birlikte, ailenin genişlemesiyle "köhenlik" de genişlemişti zamanla. "Sınıf" durumuna gelerek uzun süre yönetimleri de ellerinde bu­ lunduran bu meslekten din aracıları, "din işleri"ni yapm akla-yönetmekle kalmıyorlardı. "Dünya işleri"ni de görüyorlardı. Uygulayıcılığını yaptık­ ları "şeriat", bunların tümünü içine alıyordu çünkü. D oktorların baktık­ ları türden işlere bile "Köhen"ler (kâhinler) bakmaktaydılar. Örneğin, herhangi bir kimsenin "derisinde bir şişlik, bir leke" mi görüldü? Bu din aracılarından birine gitme zorunluluğu var. "Köhen" (kâhin), "deri"yi gö­ rünce, ne yapılması gerektiğini bilecek ve söyleyecektir. Tevrat bölüm­ lerinde uzun uzun anlatılır bunlar.105 A yetlerden anlaşılan o ki, eğer "de­ rideki hastalık" bir "cüzzam" hastalığıysa, din aracısının "iyileştirmek" yönünden yapacağı pek bir şey yoktur. O, yalnızca "teşhis"ini koyar, hastalığı duyurur, hastaya dokunulmaması gerektiğini buyurur. Yalnız, hastanın, onun "talimatı" üzerine davranması zorunludur. Belirli za­ manlarda da belirli biçimde gelip, ne durumda olduğunu ona göstermesi gerekir.1(16 Tevrat in "köhen' leri, yani "kâhin"ler, "suç"lara da bakmaktalar. Tıp­ kı birer "yargıç" gibi. Çünkü "suç" demek, "günah" demektir. Bunun tersi gibi. Yani her "günah" sayılanın, aynı zamanda "suç" sayılması gibi. Kâ­ hinler, suça-günaha bakarlar ve "gereği"ni bildirirler. "Bağışlanabilir" gö­ rülenleriyse bağışlarlar "Tann adına". "Tören" düzenlerler bununla ilgili. Töreni yürütürler. Bu arada "günah sungusu" da hazırlanır. Ve "kâhin" eliyle "Tann "ya sunulur. Suç ve günah için nelerin sunulacağı 7evraf'ta da açıklanm akta: 39 "Ve R abb, M usa'yı çağırdı. T oplanm a çadırından ona şunu söy­ ledi: İsrailoğullarına şunu söyle: Sizden biri, Rabbe 'takdim e' (sungu) sunduğu zam an, takdim enizi hayvanlardan, sığır ve d a­ vardan sunacaksınız!"107 H angi suçlar için hangi hayvanların sunulacağı, ayrıntılarla açık­ lanır. V e sunulan ne olursa olsun; "kâhin" eliyle olm ası gerektiği de açık seçik belirtilir. Kâhinler için "kurban" (sungu) ve bunun sunulduğu yer, "mabet" çok önemlidir; "çıkar" kaynağıdır, "arpalık, yemlik" kaynağıdır. Bu nedenle "kurban"la ilgili törenlerin, kurban kesilen yerlerin ve "mabet"lerin "gönüllü hizmetlileri"dirler. "Soylu bir s ın ıf oluşlarına engel değildir bu. "Kurban" törenlerinde ve öteki hizmetlerinde kendilerine "neler ve­ rileceği", Tevrat ayetlerinde de açıklanır.1"8 A m a Tevrat'ın açıklamalarını onlar "yorunT'layıp genişletebilirler de. Yetkileri var çünkü. Kâhinler, "kutsal metin"lerin hem "tek yetkili" yorumcuları, hem de yazıcılarıdırlar. "Hukukçu"durlar. "YorunT'lanna göre "yazar"lar ve yaz­ dıklarına göre yorumlarlar. "Hükümler" çıkarırlar çeşitli konularda: "Gü­ nah" (suç) ve "sevap" konularında. Sosyal ilişkilerde. Evlenme, boşanma işlerinde... "Hüküm"leri kendileri çıkarırlar ve kendileri uygularlar. Bir çeşit "yasa koyma" ve "yürütme" işlerini bir arada görürler. Tabii "Tanrı adına". "Peygamber"lerle kimi zaman "işbirliği" yaparak, kimi zaman "çatışarak"... "Yönetim" (iktidar) ellerinde öyle sürüp gider. D aha önce de belirtildiği gibi, "kâhin"ler, yönetimi, uzun süre ellerinden bırakma­ dılar. Bıraktıkları dönem lerde bile "etkinlik"leri vardı.109 "Maliye" konularına, "hesap uzmanlığı"na varana dek, toplumu ilgi­ lendiren çok çeşitli dallara el atmıştı kâhinler. "S iy asefçi ve "cemiyetçi"ydiler de. Örgütleri korkunç güçlüydü. "Meclis"leri ve "meclis üye­ leri", sırtlarını "Tanrı"yadayam ışlardı. "T apınaklarıyla; T anrının "buyrukları"nı, M usa'nın "şeriatı"nı ve altın, gümüş, önem li belgeleri içinde bulunduran "Ahid Sandığı"yla tüm "kutsal" şeyler onların tekelindeydi. Ayrıca "Başkâhinlik", önemli bir makamdı. Zam an zaman kendilerine "vahiy" bile geliyordu! "P eygam berlere geldiği gibi!.. Üstelik kimi "kâ­ hin", aynı zamanda "Peygamber"di de. Harun g ibi... Demek ki, "gerektiği 'nde "Peygamberlik" işini de görüyorlardı. Bu işin asıl "meslek sa­ hipleri" eksik olmasa bile.. .11(1 40 Eh doğaldır ki, görülen bunca işin, üstlenilen bunca "görev"in " k a rş ılık la r ı da olur. V e olurdu. Uygun olm ayan yollarınki de eklenerek: Kimi kâhinlerin durum larıyla ilgili olarak T evrat'ta şunlar yazılı: "Ve (kâhin) Eli'nin oğulları (olan kâhinler) alçak adam lardı ve Rabbi tan ım ıy o rlard ı..." (I. Sam uel, 2:12.) B unların ne tür "alçaklık" ettikleri de anlatılır ayetlerde. B una g ö ­ re "kâhin"ler, "hizm etçi"leri aracılığıyla "zorbalık" etm ekteler ve "paylarından çok pay alm a" yoluna giderek, "R abbin takdim esine hor bakm aktalar." (2:12-16.) B üyük bir "alçaklık" sayılır mı bilm em , am a kuşkum yok ki, bun­ dan kat kat büyük "alçaklık"lar yapılm ıştır. Tevrat'a, y an sıtılm am ış olanlar arasında... Tevrat'ın bir de "H âkim ler"i var ayrıca. Salt "dünya işleriyle il­ gili" yönetici ve kom utanlar olarak, İsrailoğulları sıkışınca bunlara gerek duyulm uş görünüyor. B unlar birer "kurtarıcı" niteliğinde su ­ nuluyor. Şöyle deniyor: "Ve Rab onları, yağm a edenlerin elinden kurtaran hâkim ler çı­ kardı. Ve hâkim lerini de dinlem ediler..." (H âkim ler, 2:16.) "H âkim ler" de ayrıca olm uştu am a, bunlar nasıl "seçiliyordu?" Tevrat'taki açıklam alardan: "Ve Yeşu'nun ölümünden sonra vaki oldu ki, İsrailoğulları Rabbe şöyle sordular: Kenanlılara karşı savaşm ak üzere bizim için önce (önder olarak) kim çıkacak? V e Rabb karşılık verdi: Yehuda çıka­ cak. İşte ülkeyi onun eline verdim!" (Hâkimler, 1: 1-2.) D em ek ki, "hâkim " (yönetici, önder, kom utan) olacak kişinin ad ı­ nı, "Rabb" veriyor. "Rab"le "bağı-bağlantısı" olan kim ler? "K âhin"lerle "Peygam ber"ler. D oğaldır ki, bu iş, çoğu kez, belki de tüm üyle,111 kâhinlerin elin ­ deydi. "Soylu sınıf" onlarındı, güçlü örgüt ("M eclis") onlardaydı. Ü s­ telik bir "B aşkâhin"leri vardı ki, "İsrail'in B a ş y a rg ıc ıy d ı.112 41 Kısacası, "hâkim" olacak kişinin adını "Tann" veriyor ve "kâhinler" de "Tann adına" atama yapıyorlardı. A m a "Tann"dan "ad" alan da yine büyük çoğunlukla onlardı. "Hâkirri'lerin türlü oyunlarla "başa" getirilmiş olabileceklerini "tah­ min" etm ek güç değil. Başa getirilenlerden kimilerinin de "aşağılık" ki­ şiler olduklannı öğreniyoruz Tevrat ayetlerinden. Örneğin I. Samuel bö­ lümünde, 8. babın 1 ve 3. ayetlerinde şöyle denmekte: "Ve vaki oldu ki Samuel yaşlanınca, İsrail üzerine oğullarını hâ­ kim kıldı. V e ilk oğlunun adı Yoel, İkincisinin adı A biya idi. BeerŞeba'da hâkimdiler. Oğullan onun yolunda yürümediler. Ve kötü kazancın ardınca saptılar ve rüşvet alıp iğri hüküm verdiler." Burada oğullanndan söz edilen Samuel, "soylu" değildi, ama "kâhinlik"le "Peygamberliği" bir arada yürütüyordu. Eli adındaki soylu kâhinin "himmet"iyle anasına kazandınlmıştı. Çünkü Tevrat'a göre, "Rab", onun annesinin "rahmini kapamıştı" da, bu kapı "Eli'nin duasıyla" açılmıştı! (I. Samuel, 1:5-27.) V e Samuel çocukken, Eli'nin yanında yetişip büyümüştü. Kur'an'da. bu peygamberin bir "öykü"süne, İsrailoğullannın isteği üzerine İsrail’e bir Kral belirleyip göstermesine değinilir.113 Tevrat'ın "hâkim ler"i konum uzu doğrudan ilgilendirm em ekte. Bizi burada ilgilendiren "kâhinler"le "Peygam berler". Bunların toplum daki yerleri, etkinlikleri. V e bu türden " d in s iz aracısı" olm ak için insanda beliren eğilim lerin doğal oluşu. Bu türden aracı olan, "sivrilm iş" de oluyor. S ivrilince çıkarla birlikte toplum da önem kazanıyor, saygınlık kazanıyor. K onum uzdaki am aç, bunu anlatm ak. Özet: Tüm eski çağlardaki "din-giz adamları"nda sivrilebilmek için geçerli olan yola, Tevrat'ın "kâhin"leri ve "Peygamber"leri de başvur­ maktaydılar. Bu yolla elde etmekteydiler ulaştıkları durumları: Bu yol, "numara" yoluydu: "Tann"yla, "doğaüstü güçler"le ilişki kurm a numa­ raları. Tevrat kâhinlerinin elinde bir de "soyluluk" silahı vardı. "Resmi ni­ te lik le ri vardı. Çoğu Peygam berle aralarındaki başlıca fark da buydu. N e var ki, "kâhinlik" kurumu da, başlangıçta aynı numarayla, yani "Tan­ rı, doğaüstü güç aracılığı"na ilişkin gösterilerle oluşturulm uştur. "Soy­ luluk" ve "soylu aile" öyle sağlanmıştır. Ve bu tür gösteriler, "Pey­ gamberler" de olduğu gibi "kâhinler"de de hiç eksik olmamıştır. 42 Ö zetin özeti: Sivrilip öne geçm ek, önem liydi. Bu da, "kandırıcı num ara yapm a" becerisine bağlıydı. Muhammed'in yaşadığı yörelerde de vardı bu türden "numaracı"lar: "Kâhin"ler, "falcılar", büyücüler, kimi "şair"ler, kimi "Tektanncı" geçi­ nenler, "Hanif'ler. Yöntemler, numaralar değişikti. A m a hepsi aynı kapıya çıkardı. Hepsi de toplum katlarında öne geçirirdi, "önemli" kılardı. G elelim sevgili (!) M uham m ed'im ize: M uhammed'in bir övünmesine tanık oluyoruz: "Soy"uyla, "sop"uyla övünmekte. "M uham m ed'in Ö vünm elerinin Anlam ı" ve "Sivrilm e Tutkusu" Sahihu'l-M üslim 'in de yer verdiği bir "hadis"inde, M uham m ed bakın ne diyor: "Kuşkusuz; Allah, İsmailoğullanndan 'Kinane'yi (Kinaneoğullannı) seçti. Kinane'den de 'Kureyş'i seçti. Kureyş'ten de Haşimoğullarını seçti. Haşimoğullarmdan da beni seçti."'1* M uhammed'e göre "kuşku" duymamak gerekir ki, "Allah" bir seçim yapm ış. Sivriltmiş. Şunlar arasından şunu, şunlar arasından şu n u ... Derken, en sonunda hepsinin arasından M uhammed'i "seçmiş". Bu "hadis"e göre M uhammed, "seçilenden seçilenden seçilen"diri M uhammed'in neyi "kafasında" yaşattığını, "Peygamberliği"yle neye ermek istediğini göstermiyor mu bu? B unun [...]* olduğunu söylem ek için 'psikolog olm ak" şart o lm a­ sa gerek. Bu öyle bir "övünme" ki, M uhammed'in kendi çağındaki akıl ve m an­ tık ölçüleriyle bile bağdaşmaz. Onun için bunu, Prof. Dr. N eda Armener'in çok sevdiği bir deyim 115 ile "[...] belirtisi" saym ak gerekir. A m a bunu tek başına alm ak doğru olm ayabilir değerlendirm ek için. B aşka ne dem iş bakalım : * Ü ç s ö z c ü k ç ı k a r ıI m ı ş tır .( Y .N .) 43 Yine Müslim'in de yer verdiği bir sözünde M uham m ed şunu açıklar: "K abe'de bir ta ş bilirim ki, Peygam ber olm adan önce (bile) ba­ na selam verirdi."116 H em en belirtm ekte yarar görüyorum : M uham m ed'in, halkın anla­ dığı anlam da b i r "[ . ol duğunu kanıtlam a çabasında olduğum sanıl­ masın. H em ben bu görüşte değilim , yani onun herkesin anladığı an­ lam da bir "(. 1" olduğunu sanm ıyorum ; hem de bunu "kanıtlam ak" bana düşm ez. "M eslek" olarak!.. D aha başka övünm elerinden de sunayım : Sahihu'l-Buharî'nın yer verdiği bir "hadis": "Ben Ademoğulları soylarının en hayırlısından belirip ortaya çık­ tım. Kuşaktan kuşağa, en hayırlısından en hayırlısına geçerek gel­ dim. Sonunda içinde bulunduğum oymağa geçip meydana g eld im ''111 M uham m ed'in kendi söylüyor bunu. Sahihu'l-M üslim 'in yer verdiği bir "hadis": "Ben, K ıyam et gününde de A dem oğullarınm efendisiyim . M eza­ rı ilk yarılıp çıkacak olan benim . İlk 'şefaat ed ici' ve 'şefaat y e t­ kisiyle donatılan' da benim !" M uham m ed'in kendi söylüyor. B uharî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri bir "hadis": "Ben Peygam ber'im, yalan yok. Ben, A bdulm uttalib'in oğluyum (torunuyum )!"118 M uham m ed'in kendi söylüyor. (Şiir biçim inde.) Sahihu'l-M üslim 'in yer verdiği "hadis": "K ıyam et günü, p eygam berler içinde en çok ya n d a ş topladığı görülen ben olacağını. C ennetin kapısını ilk ça lacak olan da... K ıyam et günü, gidip cennetin kapısının açılm asını isteyeceğim . Bekçisi, 'Kim o?' diye seslenecek. Ben, 'M uham m ed'im !' diyece­ ğim. K apıyı açarken bekçi şöyle konuşacak, 'Tamam, sana ka ­ pıyı açm am ve senden önce kim seye kapıyı açm am am için bu y­ ruk ald ım !"'119 44 B uharî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri "hadis": "(Kıyamet günü) ben hepinizden önce gidip havuzda bulunacağım, hazırlayacağım. (Hepinizi sulayacağım.) Kim gelirse içecek ve kim içerse bir daha hiçbir zaman susamayacak!"120 "Ayrıca ben size orada tanıklık edeceğim . A llah'a a n t içerek söylerim ki, şu anda oradaki havuzum u görüyorum ."'2' B u harî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri "hadis": "Peygam berler içinde benim durum um şudur: A dam ın biri bina yapm ıştır. B inayı yapıp bitirm iş, süslem iş, am a bu b in ad a bir kerpiç yerini boş bırakm ıştır. H alktan gelip görenler: 'Bu kerpiç y erinin boş b ırak ılm ası şaşılası b ir şey' d iy erek şa şk ın lık b e­ lirtirler. İşte ben, yeri boş bırakılan kerpicim . B in a benim le ta ­ m a m lan m ıştır ve ben peygam berlerin sonuncusuyum ,"122 Adamdaki "[...]"a bakın ki, kendisinden sonra kimseye "peygamber olm a olanağı" da tanımamış!!! "Sonuncusu benim!" deyip çıkmış! "Ben şuyum !", "ben buyum !", "ben şöyleyim !", "ben böyleyim !" diyerek övünm eleri bu kadar değil. Bunları "örnek" olarak sundum. Ü zerlerinde düşünüp M uham m ed'in "kişiliği" ve neye yöneldiği k o ­ nusunda değerlendirm e yapılırken bunlar aydınlatıcı olur diye düşü n ­ düğüm için. M uham m ed'in bu övünm eleri çok "ipucu" verm ekte: Başından beri ulaşmak istediği yer vardı. Önce ailesi içinde bir yere ulaşm ak istiyordu o. Başlangıçta "aile Peygam beri" olarak ortaya atıl­ mıştı. Aile içinde etkinliğini ancak böyle gösterebilirdi. Kendi yete­ neklerini "sivrilmek" için yeterli görmeyince "üstün" ve "doğaüstü" bir güce dayanm a gereği duymuştu. İlk karısı olan "Hatice"yi yanına çek­ m ekle başlam ıştı işe. A vladığı zaman kendisi yirm i beş, H atice'yse kırk yaşındaydı, üstelik "dul"du. A m a kadın "zengin" bir duldu. O da Kureyş kabilesindendi. Zenginliği ve kişiliği nedeniyle etkinliği vardı Hatice'nin. Bu özelliği M uhammed'in gözünden kaçmamıştı. Bu, M uhammed'in çok işine yaradı ve bunu kullanmayı bildiği açık. Peygam ber adayı, Peygam ­ berliğini ortaya atınca Hatice destekledi ve desteklenirdi.123 Aile içinde "maya"nın "tutabileceği"ne belirtiler belirdi. 45 K A BİLE PEY G A M B E R İ M U H A M M ED M uhammed, Peygam berlik savının aile içinde şöyle ya da böyle ilgi görmeye başladığını görünce, aile ve kabile içinde işi biraz daha genişletmeye yöneldi. "Kabile"deki "en yakınlarının Peygamberi" olarak kendini ortaya koydu. Şuarâ Suresi'nin, "Aşiretinde en yakınlarını uyar!" diyen 214. ayetinin anlamı budur. Bu aşam ada M uhammed yalnızca "kabile Peygamberi "dir. Kabilenin de yalnızca bir kesiminin, kendi aile ve yakın çevresinin "Peygam ber"i... Kendinden önce böyle meslektaşları vardı. Tevrat ve İncil "peygamber­ leri" arasında da, başka kesimlerin din aracıları arasında da böyle "yakın çevre"de "Tanrısal görev" yapanlar bulunm aktaydı.124 M uhammed duyup öğrenmiştir. Kendi yaşadığı yörelere pek uzak olm ayan, M ekke'nin ko­ numu nedeniyle iletişimler olabilecek kesimlerde de öyle "kabile" ya da aile "peygamber"leri eksik değildi. M uhammed'den sonra Peygamberlik savında bulunm uş göstermek için çok çaba harcanan ve "küçültmek" amacıyla adı bile değiştirilerek "küçük Müslim" anlam ında "Müseylime" diye ad verilen "Mesleme" (Ebu Sümâme), bunun bir örneği. Bu adam da "Hanife kabilesi"nin "Peygamber"iydi! "Yalancı Peygamber" denir. [...] olmayanı varmış gibi. Değerli bir dostum olan Bahriye Üçok da, İslam Tarihinde İlk Sahte Peygam berler adıyla yayımlanan bir kitabında bu "sahte Peygam ber"e de yer verirken, M uhammed'den sonra ortaya atıl­ dığını gösterm e çabalarına katılır ve kendini epeyce yorar.125 Bu konuyu geçeceğim, çünkü ileride "M üseylime" ve benzerleri üzerinde duracağım. M uham m ed'in benzeri "kâhin"ler ve "şair"ler de vardı yaşadığı çev­ relerde. Onlar da genellikle aile ve kabilelerince desteklenmekteydiler. İleride bunlar üzerinde de durulacak. 46 M uham m ed'in ’kabileciliği", hem en hem en yaşam ı boyunca sür­ m üştür. H adis kitaplarında, bu arada B uharî ve M üslim 'de "Kureyş"in ve bu kabileden olanların "üstünlük"lerine ilişkin "hadisler"in toplandığı görülür.126 "Peygamber", hemen her "fırsat"ta "Kureyş" kabilesini övmüştür, bu kabileden olanları kayırmıştır. Kureyş'ten olanların, "Huneyn günü"nde, "ganimet"lerde nasıl kayırıldıklarım daha önce görmüştük. B aşka ha­ dislerden birkaç öm ek sunayım: "(İslam öncesi dönem de) halk, yönetim de K ureyş'e bağlılık g ö s­ terirdi. M üslim leri, K ureyş'in M üslim lerine, kâ firleri de K u­ reyş 'in kâfirlerine uyarlardı, insanlar birer m aden gibidir. İslam öncesi 'en iyi' olanları, İslam 'da da 'en iy ile rid ir... "127 "İslam öncesinde", insanların "en iyileri" (en hayırlısı) olanlar sözüyle anlatılmak istenenler, Mekke'deki Kureyşlilerdir. İşte Muhammed, açık b ir "[.. .]"le bunları "İslam"da da "en iyiler" (en hayırlılar) olarak "ilan" edi­ yor. "[...]" diyorum, çünkü: Kendisinin de birçok kez "itiraf ettiği gibi, övgüsünü yaptığı "Kureyş"liler Mekke'den kovmuşlardı kendisini. Büyük çoğunlukla. Buna karşılık, M edineli Müslümanlar tutup desteklemişlerdi. Şimdi kalkıyor; "ganimet"lerde kayırması yetmiyormuş gibi, bir de o "kabile"den olanların "en iyi", en üstün olduklarını duyuruyor. Medineliler destekledikleri için belki de "bin pişman" olmuşlardı. Ne var ki, kendi­ lerinin desteğiyle yaratılan gücün karşısında ses çıkaramıyorlardı artık. İş işten geçmişti. A rada bir, "M uhammed'in Kureyş'ten olanları kayırdığını" söyleyerek homurdanıyorlardı128 o kadar! Yukarıdaki "hadis"te M uhammed, halka önder (lider) olacak kim ­ selerin, ancak Kureyş Kabilesi içinden seçilmesi gerektiğini de duyuru­ yor. İslam öncesi dönemde de halkın "M üslim 'lerinin Kureyş'in M üslim ­ lerine, "kâfir"lerininse yine Kureyş'in kâfirlerine boyun eğip bağlandıkla­ rını anlatıyor. Burada sözü edilen "Müslim", İslam öncesinde olduğuna göre, Muhammed'in "Müslim"i (Müslüman) değildir. Sabitlerin bir dalı olduğuna kuşku duym adığım "Hanifilik" inanındır. "Kâfir"se onun kar­ şısında olan. M uhammed'in, "Haniflik "ten de, Sabitliğin öteki kolundan olduğu gibi çok şey alıp kopya ettiğine hiç kuşku yok. D aha önceki bö­ lümlerde belirtmeye çalıştım. M uhammed; "İslam", "Müslim", sözcük­ lerini de aynı inanırlar çevresinden almıştır. 47 M uham m ed bu "hadis"iyle, K ureyş'in övgüsünü yaparken, İslam öncesinin K ureyşlilerinde de "M üslim " diye anılanların bulunduğunu açıkça yansıtıyor. Demek ki, Muhammed, Kureyş kabilesi içinde de var olan "Müs­ lim 'ler arasında bir "yarışma" içindeydi. İleride buna yeniden döneceğim. Buharî'nin de yer verdiği bir hadiste, M uaviye'nin, ateşli bir söy­ levinde; M uham m ed'in şöyle dediğini anlattığı görülür: "Bu iş (Halifelik); yalnızca Kureyş'te olacaktır. Kim onlara (Kureyş'ten olanlara) düşm anlık ederse, Allah onu yüzünün üstüne dü­ şürür (burnu sürtülür)."129 A bdullah İbn Ö m er de, M uham m ed'in şöyle dediğini anlatır: "Kureyş içinde iki kişi bile kalsa, Halifelik, Kureyş'te bulunacaktır." B u hadisi de başta Sahihu'l-B uharî olm ak üzere sağlam sayılan hadis kitapları yazm akta.130 Muhammed bu sözleri, Kureyş'in ileri gelenleri "saflarına” katıldıktan sonra söylemiştir. Daha önceleriyse, aynı Kureyş ileri gelenlerinin de içinde bulunduğu aynı kabilelileri kötülemiş ve kötülettirmişür. Şu "hadis" bakın ne denli ilginç: A işe anlatm akta: "P ey g a m b e rin özel şairi H assan, K ureyş pu tatap arların ı şiirle­ rinde kötülem ek için ondan izin isteyince, o şöyle dem işti: "İyi am a benim soyum ne olacak?!" B unun üzerine H assan, şu k arşılığı verm işti: "Ben; seni, şeninkini (Haşim oğullannı) onların içinden çeker ayırı­ rım. Tıpkı hamurun içinden kıl çeker gibi!.."131 "K abileci" M uham m ed'in, herkese, "soyunu sopunu öğrenm esi, öğretm esi gerektiği"ni öğütlediği de yer alır hadis kitaplarında.132 M uham m ed; olm ak istediği gibi gerçekten "soylu" m uydu? Z u h ru f Suresi'nin 31. ayetinde şöyle dendiği görülm ekte: 48 "(M ekke'deki inanm ayanlar) 'bu Kur'an şu iki kentin birinden bir büyiik adam a inm eli değil m iydi?' dediler." 32. ayette de, "Senin R abbinin rahm etini onlar mı bölüştürüyor?" den erek "inanm ayanlar"a karşılık verilm ekte. Ayette geçen "iki kent"in hangi kentler olduğu belli: M ekke ve Tâif. Bu ayeün açıklamasına göre, Muhammed'e inanmayanlar, inanmayışlarm a gerekçe göstermişler: Kur'an'm M ekke ve T âif ten birinden "büyük" bir adam a inmemiş olmasından dolayı "ciddiye" alınamayacağını belirtmişler. Dem ek oluyor ki, Mekkeli inanmazlar, M uhammed'i, M ekkeli "büyük bir kişi" görmemekteler. "Büyük" sözcüğü bu A rapların dilinde "zengin" ve "soylu" olanı an latır.133 M uham m ed, H atice'yle evlendikten sonra, "zenginlik" yönünden, A rapların dilindeki "büyük" olm aya yetecek ölçüde "mal m ülk" ed in ­ m işti. Ö yleyse "büyük" olm ak için eksik bulunan, "soyluluk"tu. M u­ ham m ed'in "kabilem " deyip sahip çıktığı "K ureyşliler", bunu eksik bulm uşlardı kendisinde. Caetani, büyük bir emek ürünü olan kitabında, Muhammed'in "soykütüğü"nü (’şecere'sini) incelerken şöyle düşünür: "Yabancı bir aileden doğm uş ve büyüm üş bir genç, gelip Mekkelilere karışıyor. Araplarda çok eski bir gelenek olan 'aman' ('ci­ var') ya da 'koruma' ('himaye') geleneği sayesinde Mekkelilerle aynı durum a ulaşıyor. Ve (giderek) Kureyş'ten sayılıyor,.." 134 Bununla birlikte Caetani, "Muhammed'in hiçbir zaman kendisinin soy­ lu olduğunu ileri sürmediği" görüşünde.135 Ünlü doğubilimci yazara göre, soykütüğünde ona "soyluluk kazandıran adlar", sonradan uydurulmuştur. O, "Abdulmuttalib ailesi"ne de sonradan sokulmuştur.136 Bu aileden ken­ disine bir "baba", babasına "Abdullah" diye bir ad uydurularak. "Abdulmuttalib"in öyle bir oğlu olmadığı halde oğul uydurdular, ya da bu bü­ yükbabanın oğullarından birini aldılar, adını değiştirerek Muhammed'e baba yaptılar."137 "Muhammed, söz konusu aileye kan bağıyla bağlı de­ ğildir, evlatlık olarak alınm ıştır."138 Yazar, araştırma ve incelemelerin bu­ nu gösterdiğini, kaynaklardaki ciddi belgelerin bunu ortaya koyduğunu, 49 onun için bunu ileri süren kimi doğubilimcilerin görüşlerinin haklı oldu­ ğunu, aynı görüşe kendisinin de katıldığım uzun uzun yazdıktan sonra, ”M uhammed"i "masum" göstermeyi de hiç "ihmal" etmiyor. "Tüm uy­ durmaları, Muhammed'in kendisi değil; kendisinden sonra gelenler ya­ ratmışlardır. Muhammed'e soyluluk kazandırmak, dolayısıyla kendilerine de soyluluk sağlamak amacıyla uydurmuşlardır her şeyi" diyor. Bu savını yineleyerek belirtiyor.159 S oykütüğünde "soyluluk" kazandırıcı adların uydurm a olabilece­ ğini ben de düşünürüm . A m a bunların uydurulm asında M uham m ed'in "hiç payı olm adığı" yolundaki görüşe katılm am . O nun "hiçbir zam an, soyluluk savında bulunm adığı" yolundaki, son derece yadırgadığım gö rüşe de. M uham m ed'den sonrakilerin çok şey "uydurdukları", tüm üyle bir gerçek. D ahası, kendi dönem inde de, kendi dışında uydurm alar ol­ m uştur. A ncak, M uham m ed'i tüm uydurm aların dışında tutm ak, kimi doğubilim cilere özgü bir tutum dur ve doğru değildir. G erçek değildir çünkü. O lam az da: Muhammed, "peygamberlik numaraları"yla sahneye çıkmıştır. İleri­ de genişçe üzerinde durulacak olan "mucize"lerini bir "numara ustası" olarak herkesin önünde sergilemiştir. Bu, belli ve kolayca yadsınamaz. "Numaracı" diye, bilindiği gibi dilimizde "[...]"ya, "uydurm acı"yaderler. "Argo"dadır, ama yaygındır. Burada da, tan, yeridir diye kullanıyorum. Ama bir "küfür" anlamında değil. M uhammed'in "[...]"ı, "[...]"ı gerçek diye gösterdiği ortada. O, birtakım "özel olaylar"ı, ayrıca "eskilerin kıs­ saları" masallar için "Tanrı'dan bildiriliyor!" derken gerçeği söylemi­ yordu, "uyduruyordu". Tüm "peygamberliği", uydurmalarına, uydurmacı­ lığına bağlıydı. M ilyonlarca (sonradan) inanırı olm uştur, yüzyıllar boyu "inanır yığınları" olagelmiştir, ama bu bir gerçek olduğu için söylü­ yorum. Hiç gevelemeden. Onca "numarası", onca uydurmaları ortada olan bir insan, soykütüğündeki "uydurma"lann dışında tutulamaz. Tutulursa ciddiye alınamaz. Kimi hadislerden ve hadisçilerin açıklamalarından anlaşılan odur ki, kimi "ashâb" (Peygamber'in arkadaşları), en başta da Ebubekir, soykütüğünde düşünülebilen uydurmalarda M uhammed'e "yardımcı" olmuştur. Örneğin, Kureyş kabilesinin "Putataparlan"m "hicvetmek" için Peygamber'e baş­ 50 vurduğu ileri sürülen Hassan'ı, soykütüğünde yeterli bilgi alması için onun Ebubekir'e gönderdiği anlatılır.140 Yani Hassan'ın, "Ben, senin soyunu, on­ ların içinden çeker sıyırırım. Hem de hamurdan kıl çeker gibi çekerim" dediği zaman, bunu başarabileceğine, o güvenmemekte. İşi, tümüyle ona bırakmamakta, Ebubekir'le çözümleme yolunu seçmekte. M uhammed’in "hiçbir zaman soyluluğunu ileri sürmediği" yolundaki sav da ciddiye alınamaz. Çünkü kendisinin "Kureyş'ten olduğu"na, Kureyş'i övüp göklere çıkardığına ve Kureyşlileri "kayırdığı"na ilişkin ha­ disler pek çoktur. Bunlar, ciddiliğiyle tanınan kaynaklarda da çok sayıda bulunmakta. Tümünün uydurma olduğunu düşünebilsek bile, bu yoldaki uydurmalara, Muhammed inanırlarının ya da öyle görünenlerin tümünün çıkarına uygun düşmeyeceği için karşı çıkanlar olurdu. Çünkü inanır­ ların, ya da inanır görünenlerin hepsi, aynı soykütüğünde bulunmamak­ taydı. Ortada Halifelik gibi de çok önemli bir sorun vardı. Halifeliğin "Kureyş"ten olan kişilerin hakkı olduğunu açıklayan "hadis"ler, çok ciddi karşı çıkm alara uğramamıştır. "Muhammed'in söylediği kesinlik kazanı­ yor" diye. Muhammed'in söylediğine "kesin gözü"yle bakılmış, "İslam hukuku"na da öyle geçirilmiştir.141 Oysa nice gürültü koparabilecek güçte olanlar vardı. "Kureyş'ten olduğunu", Halifeliğin de bu kabileden olan kişilerde kalacağını M uhammed gerçekten söylememiş olsaydı, bu soy­ dan olmayan kurtlar, işin peşini bırakmazlardı. N e yapıp ederek "uydurma"yı ortaya çıkarırlardı. Kaldı ki, Zuhruf Suresi’nin 214. ayetinde "Aşiretinden en yakınlarını uyar!" denirken; M uhammed'in "aşiret"ine bir özellik, bir ayrıcalık ve­ riliyor. Onun, bu "aşiretin peygamberi" olduğu yansıtılıyor. "Ayet" de uydurm a olabilir elbette. A m a bence bu "ayet", Muhammed'in dışındakiler tarafından uydurulmamıştır. Onun bıraktığı gibi kalmıştır. Asıl "ayet" diye uydurulanlar; bu "ayet"le çelişen ve onun "tüm insanlara peygamber gönderildiğini" anlatan "ayet"lerdir. Çeşitli ırklardan inam dan toplamak için uydurulmuştur bun­ lar. Bir çatı altında toplayarak çeşitli toplumlara egemen olma çabasında olanlar eliyle... Muhammed'in "aşiretine", peygamberliği özgü kılacak kadar özellik veren "ayet", bu çabada olanlann işine gelmez. Yani pey­ gamberliğin bir "aşiret" çerçevesinde bırakılması; her kabileden, her ırktan "inanır" toplamak isteyenlerin benimseyecekleri şey değildir. ' 51 Ve kaldı ki, "soylular"ın soykütüklerine katılmak, ”Kureyş"e, Kureyş soylulanna yanaşmak, Muhammed'in politikasına uygundu. M ekke döne­ minde onlan elde etme çabası içindeydi. Onlar olursa güç kazanacak ve "maya"nın "tuttuğu"na güvenecekti. İşe koyulduğunda dar bir ailenin kimi üyelerince desteklenmişti. Am a bu yetmiyordu. "Soylu"lar da katılma­ lıydı. Soylu olmayanlardan İslam ’a katılanlara umut bağlamıyordu. Çünkü bunlann tümünü, ya da bunlardan çok büyük kalabalıkları toplamak kolay değildi. Mümkün bile görülmüyordu. Soylular, güçlüler buna izin ver­ mezdi. Ufak tefek katılanlarsa önemli bir güç oluşturmuyordu. Bundan daha çoğunu elde edebileceğine ne Muhammed'in kendisi inanabiliyordu, ne de Mekkelilerin bu yönde bir kaygılan vardı. Mekkeliler "ciddiye" bile almıyorlardı onu. Putataparlann "büyük telaşa kapıldıkları" ve "Müslümanlara olmadık baskı uyguladıklan, türlü kötülük ettikleri" yolundaki "hadis"ler için, Caetani: "Bunlar, sonradan hadisçiler tarafından uydurul­ muştur!" der ki,142 bence de öyledir. Şunu da belirtir yazar: "Mekkelilerin ilgisizlikleri ve dinsel umursamazlıkları gerçekten o ölçüde büyüktü ki, on yıldan çok uzun bir süre içinde, gerçekten İs­ lam'a katılmışların sayısını 'yetm işten çok tahmin edemeyiz."143 C aetani, sonra şunları yazm akta: "Muhammed'in M ekke'deki son yıllan, İslamiyetin düştüğü en aşağı durumu sergiliyor. Kureyşlilerin o zaman M uhammed'den korkacak hiçbir şeyleri yoktu. Çünkü M uham m ed’in yandaşlarının sayısı, git­ tikçe azalıp eksilme eğilimindeydi. Muhammed, küçültülmüştü, bir şey yapamayacak durum a getirilmişti. M edine hacılannın İslam'ı kabul etmeleri gibi mutlu bir rastlatın meydana gelmeseydi; İslam'ın yavaş yavaş söneceği, zengin sınıfın dinsel umursamazlığı, aşağı sınıflann da yüce gönüllü bir eğilimi yeterli ölçüde göstermeyişleri yüzünden boğulup gideceği kuşkusuzdu,"144 (Kimi sözcükler Türkçeleştirilm iştir-T.D .) D oğaldır ki, "ah soylular da bir katılsalar, ah şu güçlüler de İs­ lam ’ı kabul etseler!.." diyerek yanıp tutuşuyordu M uham m ed. A m a M ekke dönem inde bir türlü bunu sağlayam ıyordu. 52 İşte bu sıralarda onun soylu görünm eye, kendini "K ureyşli so y ­ lu la r d a n biri olarak tanıtm aya çabalar olduğu, düşünülem eyecek şey değil. Ayrıca, onun bir aşağılık duygusu içinde bulunduğu da rahatça dü­ şünülebilir. Bir öksüzdü. Sığındığı aile ya da aileler, ne denli "iyilikçi" olurlarsa olsunlar; horlandığı olmuştur, itilip kakıldığı olmuştur. Bundan da, içinde birtakım birikim ler oluşmuştur. Nice neler, "bilinçaltı"na itil­ miştir. Tutkular belirmiştir. "Ben de analı babalı olsaydım, ben de soylu olsaydım, ben de öyle olsaydım, ben de böyle böyle olsaydım" türünden düşünceler kabarmıştır. Bütün bunlar olabilir. O da bunların baskısı al­ tında bocalarken, kendini o zamanki "dinci"lerin (Sabitlerdeki "Müslim"lerin) kucağında bulabilir. Bakmıştır ki, "yükselmek" için geçerli bir yol. "Dincilik", "din-gizem aracılığı" ilerletilirse, "itibarlı" bir durum a ulaşılabilir. "Soylular" arasına katılmak bile mümkün. O zaman, daha önce "hor görmüş" olanlara karşı; "Bakın işte ben buyum! O ysa siz beni küçük görüyordunuz!" dem e fırsatı da elde edilmiş olur. Bu, önlenemez bir "tutku" durumuna gelebilir. Ve denebilir ki, işte M uhammed, böyle bir tutkunun itmesiyle "Peygamberliğe" atılmıştır, yine böyle bir itil­ meyle "soyluluk gösterileri"ne heveslenmiştir. Bu düşünceyi destekler nitelikte çok şey, çok kanıt var. Bunlar ara­ sında bir "hadis"e dikkatinizi çekm ek istiyorum. Sunacağım hadise, Buharî'nin de içinde bulunduğu, sağlam kabul edilen hadisçiler kitaplarında yer verirler. Hadis şöyle: » "K ureyş bir zam anlar beni horlar ve yanlarından uzaklaştırırlarken (ya da benim le alay ederlerken); A llah'ın şim d i bunu benden nasıl uzak kıldığına şaşm az m ısın ız? K ureyş kınayıp horlayarak bana 'm üzem m em '(kınanm ış) dendi. O ysa ben, ’M uham m ed'im !"ui B ilindiği gibi, "M uham m ed", "övülm üş" anlam ındadır. Bu hadis de, birçoğu gibi son derece önemlidir. Özellikle iki yönden: Birincisi: Kureyş'in, M uhammed'i (belki de Peygamberlik öncesinde) "horladığı", onunla eğlendiği ortaya çıkıyor. M uham m ed bunu anlatırken bir "övünç" içinde, bir kıvanç içinde. "Beni bir zamanlar küçük görüp 53 horlayanlar, şimdi gelip görsünler!", ya da "onlar görüp utanıyorlardır şimdi!" der gibi. B ir zamanlar kendisiyle eğlenenlere karşı şimdi "ken­ dini gösterm eyi başarmış" olm anın coşkusunu duyurur gibi. Bu, M uhammed'in ne tür bir "psikoloji" içinde "Peygamberlik" yap­ tığını ve neden kendisinin de "Kureyşli" Putataparlar gibi "soylu" oldu­ ğunu yansıtm a çabalarına giriştiğini gösterir nitelikte bir belgedir. İkincisi: M uhammed, burada adını, özel ad değil de; bir "nitelik" (sı­ fat) olarak kullanıyor. "Ben, ’müzemmem' değilim. Böyle nitelenmem doğru değil. Kınanılası biri olm adığım için bana böyle denmemeli. Ben M uham m ed' (övülmüş, övülesi) biriyim!" dem ek istiyor. M uhammed'in adı, başka yerlerde de kendisi tarafından nitelik olarak kullanılır olm uştur.146 D em ek ki, "Peygam ber' in adının "M uham m ed" olduğu da, "kuş­ kuludur!" denebilir. Ü stelik böyle diyenler; adının "M uham m ed" ol­ duğuna kuşkuyla bakm ak gerektiğini, dahası bu kuşkunun çok güçlü olduğunu söyleyenler vardır. C aetani de bunlar arasında.147 "Ahmed", "Muhammed" adlarının neden uydurulmuş olabileceği üze­ rinde ayrıca durulacak. M uham m ed K ureyşlilere çok içerlem işti. K endisini "küçük" gör­ dükleri ve kendilerinden saym adıkları için. A laya aldıkları için. K endisini gösterecekti onlara. K anıtlayacaktı. H orlanacak ve "cid­ diye" alınm ayacak biri olm adığını "kanıtlayacak"tı. K ureyşliler neden onu ve "peygam berliği"ni ciddiye alm ıyorlardı? Çünkü "tanıyorlardı" onu. Muhammed, on yıldan çok bir süre içinde M ekke'de çabaladı durdu. Kureyş soylularına yanaşm ak için çok uğraştı. A m a önemli sayılabilecek bir sonuç elde edemedi. "Mucize" numaralan gösterme yoluna gitti. Kim­ seye yutturamadı. "Ticaret"le uğraşan ve çeşitli yerleri-yöreleri gezip gör­ müş bulunan "kurt" Kureyşliler "yutmuyordu" bir türlü. A m a M uhammed, kendini göstermek için kararlıydı. Mekke çevresine yöneldi. Mekke'ye gelen "hacı"larla ilişkiler kurdu. Gerek bu "hacı"lar, gerek bunlann kabilelerindeki insanlann çoğu, inanm aya "hazır"dılar. Ya­ hudilik, Hıristiyanlık ve daha önce de Sabiîlik; elverişli bir durum oluş­ turmuştu. A ynca "kabilelerarası çatışmalar", bitip tükenmeyen "sa­ v a ş la r, insanlan bıktırmıştı. "Kurtancı" bekleyenler az değildi. Mu- 54 hammed bütün bu durumları biliyordu. Kimlere, hangi çevrelere nasıl ya­ naşılır, uzun uzun düşünüp hazırlam ıştı kendisini. "Kutsal kitap"lan bi­ lenlerden, özellikle de ileride kendilerinden söz edilecek olan "yabancı kökenli köleler"den çok şey öğrenmişti. Y ahudiliğe ilişkin. Yahudi "peygamber"lerine, bunların "num ara"lanna ilişkin, Hıristiyanlığa ilişkin, "es­ ki masal"lara ilişkin bilgi birikimi oluşmuştu. Neler, nerelere sergilenip satılabilir; öğrendikten sonra işe koyuldu. "Duygu"lara seslendi, "çı­ k ak lara seslendi. Yani küçümsenmeyecek bir "politikacı"ydı. Çok çok "va'ad"lerde bulundu. "Güçsüz"lerine bir türlü sözler verdi, "güçlü"lerine bir başka türlü sözler verdi. Kısacası, önüne çıkan "fırsat"lann ne kada­ rından bilemem, ama herhalde çoğundan ve tüm elverişli koşulların oluş­ turduğu "ortam"dan yararlanmayı bildi. Hiç "güçlük çekmedi" denemez el­ bette. Elverişsizlerin yanında elverişli olanlar az değildi. Kullanmayı bi­ lince kendisine yetmişti bunlar. Tarihteki nice benzerleri g ib i... V e özellikle "M edineliler"in desteğiyle "m aya tuttu". Bu başarıyı "M ekke"de sağlayabilseydi, "Kureyş"i elde edebilseydi, M uham m ed bunu kendisi için yeterli sayabilecekti belki de. Yalnızca "Kureyş Kabilesi Peygamberi" olmakla yetinecekti. A m a işler başka türlü gelişince sonuç başka türlü oldu: Şim di "M ekke ve çevresinin P eygam beri" olm uştu! "Son Peygam beri i k ni­ teliğiyle, am a buraya ö z g ü ... 55 • Y A LN IZ C A M E K K E V E Ç EV R ESİN İN PEY G A M BERİ" İki surede ayrı ayrı yapıları bir "açıklam a"ya göre; M uhamm ed, "M ekke ve çevresini uyarm akla görevli". Kur'an da bunun için in­ dirilm iş gösterilm ekte. Söz konusu açıklam a, E n'âm Suresi'nin 92. ve Şûrâ Suresi'nin 7. ayetinde. Bu ayetler, Kur'an'm ve onu iletmekle görevli M uhammed'in "Ümmü'l-Kura" yani M ekke ve "çevresi"nin "uyarıcısı" olduğunu bildirir. Bir başka deyişle, bu ayetlere göre, M uhammed, yalnızca "M ekke ve çevre­ sinin Peygamberi"dir. Onun "tüm insanlara" Peygam ber olduğunu anlatan ayetler de var K u r’an'da. A m a ortada bu iki ayetin de olduğunu göz önüne getirirsek şöyle diyebiliriz: • M uhammed, m aya tuttuğunu görünce, "Peygamberliğinin sınırını" genişletmeye başlamıştır. Yani M ekke ye çevresinin Peygamberi olmakla yetinmemiş; "tüm insanlığın Peygamberi" olarak sunmuştur kendini. A m a şöyle dem ek gerçeğe daha uygun olur gibim e geliyor: • M uham m ed'in kendisi böyle bir savda bulunmamıştır. Onu "tüm in­ sanlığa Peygam ber" gösteren, kendi dışındakiler olmuştur. "Ayet"leri de onlar uydurmuşlardır. Böyle, ya da öbür türlü... M uhammed'in kendi anlatımıyla bir "bina" vardı ortada. Yapımını asıl oluşturan, ya da asıl planlayıp düzenleyen; çeşitli çağların egemenleriydi. "Efendiler"di. "Peygamber" diye ortaya atılanlar da kullanılmışlardı bu yapı için. M uham m ed'se, yine kendi anlatımıyla, yalnızca bir "kerpiç"ti. Belki de o kadar bile değildi. Çünkü kendisine om uz verenleri de unutmamak gerekir. M uhammed, "binanın eksiğinin bu kerpiç olduğunu" söyleyerek övünür. Bu da gerçek değil. Çünkü kendi dönem inde olduğu gibi, kendinden sonra da nice kişiler, 56 "ben de peygamberim !" diye ortaya atılmışlardır. Bunların içinde "Bâbîlik"te ve "Bahailik"te olduğu gibi, M uhammed'in Kur'an'mm "artık hükm ünün ortadan kaldırıldığım" ileri sürerek kendi "kitap"larını ortaya koyanlar da var.148 Bunlar da inanırlar toplulukları bulmuşlardır kendile­ rine. Bunlardan kimilerininki de dünyam ızda bugün kalabalıklar oluştur­ makta. Dünyamız böyle giderse, bugünkü kalabalıklarının yarın hangi aşam alara ulaşacağı belli değil. "Peygamberler"in de kullanılm alarıyla oluşturulan "bina", tüm üyle "ilkellik" binasıdır. Ve sürüler içindir. "Efendi"lerinin önünde hep "köleler"den oluşan "sürüler" olarak kalsınlar d iy e ... "D in"-"G iz" A racılığınd a A kım a S ürük len m e Maddi çıkar ve sivrilme tutkusu yanında "akıma sürüklenme" de önemli. Bilindiği gibi, insanlar, "ilgili" yaraüklardır. İlgileri de belirli yön­ lere yöneliktir. En çok da "giz"lere. "Din-giz akımlan"na. İlgiler, düşünce yörüngeleri, "efendiler" nasıl olsun istiyorlarsa öyle çerçevelendirilmiştir. Öyle saptırılmış, öyle yozlaştırılmış. Yani arı-duru ve akıllı yaratıklara yaraşır eğilimlere olanak verilmemiş. Gerçek bu. "Giz-din aracısı" olarak ortaya atılanlar da ilgi duydukları, geçerli gördükleri "akım"larda kendilerini bulmuşlardır. Sürüklenmişlerdir sü­ rekli. İş ilerledikten sonra da kendilerini çekem emişler, öyle yürüyüp gitmişlerdir. İsteyerek, ya da istem eyerek... "Peygamberler" de öyle. Hepsi bir akım a kapılarak yol tutturmuş. Peygamberliği daha geçerli buldukları için ve daha yaygın, ya da ken­ dilerine daha elverişli bir "moda" olduğu için seçmişlerdir. Büyücülerin büyücülüğü, falcıların falcılığı, şairlerin şairliği, filozofların filozof­ lu ğu... seçmelerinde de bu görülmez mi? "Peygamberli" toplumlarda "Peygamber"lerin, "filozoflu" Yunan'da ve izleyicisi kesimlerde "filo­ z o f ’lann "çıantar" gibi ortaya çıkmasında bunun da payı yok mu? Bakar­ sınız; bir yörede "tarikatçılık" mı geçerli bir m oda? "Ben de olabilirim!" diyen; hemen ona yönelir. "Mürit" olur, "halife" olur, "şeyh" olur. Şiirler söyleyerek "hak âşığı olmak" mı seviliyor? "Olabilirim!" diyen ona yö­ nelir. "Halk ozanı olmak" mı daha ilgi topluyor? "Olabilirim!" diyen ona 57 yönelir. Yeterli olsun olmasın. "Büyük edebiyatçı görünen"ler mi daha "havalı"? "Ben neden olamayayım!" diyen ona yönelir. "Şair" olur, "öykücü" olur, "romancı" o lu r... Olur da olur. Yeterli de olsa, yetersiz de olsa. "Politikacılık" mı daha sivriltici? "Bende de yetenek var!" diyen ona yönelir. "Sağcı"sından olur, "solcu"sundan olur. "M oda" neyi gerek­ tiriyorsa o "hava"lara girer. "Giyim kuşam" yani kılık kıyafet, oturuş, kalkış, yürüyüş, ağız hareketi, göz hareketi ve öteki davranış biçimlerine varana dek, her biçim, her görüntü ona göre düzenlenir. Tevrat ve Incil Peygamberlerini gören M uham m ed de "Peygam­ berlik" mesleğini seçmiş. Bu "akım" ardından sürüklenmiş. Hem, "çıkar"ını bu akım da gördüğü için, hem de bu yolla sivrilip önem kazana­ cağını hesapladığı için. Yaşadığı yörelerde "filozofluk" geçerli bir moda olsaydı, belki de ona yönelirdi. Araplarda "şairlik", "kâhinlik", her ikisini de içine alan "hatiplik" de geçerli bir modaydı. M uhammed bu yöne neden yönelmedi, denebilir. Y anıtı güç değil: M uham m ed hatipliği de, şairliği de, kâhinliği de toplayıp içine alan bir mesleği seçmiştir. "Peygamberliği" de "fazladan"!.. "Kur'an mucize­ si" yutturmacasının anlatıldığı bölümde, bu da anlatılacaktır. 58 "VAHİY" V E "PEY G A M B ER LİK " TÜ RLERİ İslam Savunurlarına G öre "Vahiy" İslam "kelam 'cilan, "kimin Peygam ber olduğunu" anlatırlarken şöyle derler: "Tanrı kime, 'seni (Peygam ber olarak) gönderdim !' ya da 'sana bildirdiğim i ilet!' dem işse ya da buna benzer bir sözlerle buyruk verm işse, P eygam ber o kim sedir."149 "Peygam ber o insandır ki, A llah'ın kendisine vahyettiği (bildir­ diği) şeyi (insanlara) iletir."150 D em ek ki, "Tanrı", insanlara "iletilm ek üzere", "Peygam ber"e bir şey bildirir, bu "bildirm e"sine de "vahiy" denir. Yani bir asıl "bildiren" var: "Tanrı." N e bildiriyorsa onun "iletileceği insanlar" var: T ann'nın kulları. Bir de "ileten aracı" var: "Peygamber." V e "iletilecek olan" neyse bir de o. "Vahiy" söz konusu olduğu zaman bu öğeler söz konusu olur. D ört şey: Tanrı, insanlar, aracı ve "Tann'nın bil­ dirdiği". Kimi zaman, buna bir de "melek" eklenir. "Aracı"yla yani "Peygam ber"le "Tanrı" arasında bir başka "aracı" olarak. Melek, "Tanrı'nın bildirdiği"ni "Peygamber"e "iletir"; o da insanlara duyurur. Belki "komik" bulacaksınız; ama, "milyar"lara sunulup inandınlagelen, bu. "Komik" olm asına kom ik ama, kim i "din savunuru" doğubilim ci bunu hiç de öyle gösterm em ekte. Bence "utanılası" bir tutum içinde olan bu bilim cilere göre: A ile (yani "Tanrı") ile B (yani Peygam ber) arasında gerçekten bir "haberleşm e" olabilir. B, A 'dan bilgi (haber) alabilecek düzeye erişebilir. "Tanrı’dan bir parça olm a" aşam asına y ü k selerek ... M uham m ed'le "Tanrı" arasında da böyle olm uştur. B u ­ 59 nu böyle yorum layan İslam "kelam "cıları, "gizem ci"leri de haklıdır­ lar.151 D in savunuru doğubilim ciler, inanm adıkları "Peygam ber"i böy­ le sunar ve savunurlar işte. İnsanlığı aldatm akta bir "hizm et"leri olsun diye!!! "M uham m ed'e vahiy, nasıl gelir"m iş, bakın: A işe anlatm akta: "H işam oğlu H âris sordu: "-E y Tanrı elçisi, vahiy sana nasıl geliyor?" P eygam ber karşılık verdi: ''-K im i zam an 'çıngırak sesi' gibi ses çıkararak gelir. B ana en ağır geleni budur. Bu durum benden geçerken, onun (m eleğin) bana ilettiğini alıp algılam ış olurum . K im i zam an da melek, bir adam (insan) biçim ine girip önüm e çıkar. K onuşur benimle. V e onun ne dediğini anlarım ."152 Bu ilkel düşünüşe insanlığın inanm ası ve insan lığ a bunun gerçek diye sunulup inandırılm ası, utanılacak bir şey değil m idir? İslam öncesi A raplarda da "şair"lerin, özellikle "kahin şair"lerin "cin"leri olurdu, onlar da "cin"lerinden "vahy" alırlardı.153 "Kâh nalına, kâh m ıhına vuran" doğubilim cilerin yazdıkları ara­ sında, yer yer "gerçek"leri de bulm ak m üm kün. B u bilim cilerden b i­ rinin şu anlattıkları gibi: "Şair, 'şaara' ya da ’şaura' kökünden türem iş bir sözcüktür. Şaara, bir şeyin farkında olm ak demektir. Görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi edinmiş kişi şairdi. Bu bilgiyi, kendi kişisel gö­ rüşüyle değil; cin denen üstün varlıklarla içsel ilişkiler kurarak alır­ dı. (Öyle ileri sürülürdü.) Onun için bu çağda şiir, pek sanat de­ ğildi. (Sağlanan bilgi), çevredeki havada uçuştuklarına inanılan, görülmez ruhlarla doğrudan ilişki kurmaktan gelen bir bilgiydi. "Cin, herkesle konuşm az. H er cin, kendine özgü bir adam seçer; onunla konuşur. B ir adam ı sevgisine layık görürse, o erkek ya da dişi cin, o kim senin üzerine atılır; göğsüne çıkar ve onu, bu dünyada kendisinin sözcüsü olm ak zorunda bırakır. Bu; ...b a ş ­ 60 langıcıydı. O andan başlayarak, o adama, sözcüğün tam anlamıyla 'şair' denirdi. Şairle şiir arasında, çok içten bir kişisel ilişki ku­ rulmuştu. Her şairin zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cinni vardı. Şair, genellikle kendi cinnine 'halîr='içten arkadaş' derdi. Bununla da kalmazdı, herhangi bir şairle böyle yakın ilişki kurmuş olan cin, Y ahya ya da M eryem gibi ad bile alırdı. Örneğin, İslam öncesi dönemin en büyük şairlerinden olan El-A'şa'l-Ekber'in cinni, Mishal adını taşırdı. Bunun asıl anlamı da 'kesici bıçak' de­ mekti. Bu ad; şairin, iyi konuşan, etkili dilini sim gelerdi..."154 (Çe­ virenin kimi sözcükleri Türkçeleştirilmiştir-T.D.) M uham m ed'in "cinn"i de bir "m elek"ti: "Cebrail"! M uham m ed’in [...] "ta n ık la rın d a n A işe, ona "vahiy" geldiği za­ man; sıkıntılı bir durum belirdiğini, "çok soğuk olduğu günde bile, vahyin ardından, onun şakaklarından terler ak tığ ım ” an latır.155 Aişe, "ilk vahyin nasıl geldiği"ni de anlatır: Önce; "sabah aydınlığı g i­ bi" her şeyi açık açık "gördüğü rüya"Iar biçiminde başlamış. Sonra pey­ gamberlik adayı Muhammed, Hira Dağındaki bir mağaraya çekilmiş. Daha sonra da Cebrail aracılığıyla "ilk vahiy" gelmiş. Alak Suresi’nin ilk "ay etleri bildirilmiş kendisine. Bu ayetler geldiğinde, "Melek" kendisini çok "sıkmış". Sıkarken: "Oku!" demiş. M uham m ed "Okuma bilmem!" dedikçe o sıkmış. Üç kez böyle yapmış. Sonra "P eygam berin dili çözül­ müş, başlamış okumaya. Zavallı bu arada "çok korkmuş". O sırada "Ha­ tice'yle evli olduğu için, onun yanına varmış: "Örtün, örtün beni!” demiş. Korkusu, sıkıntısı geçince de, durumu anlatmış, "hayatından korktuğunu" söylemiş. Hatice, güzel sözler söyleyip yatıştm rken bir yandan da alıp "Hıristiyanlık" inanırlarından ve "Incil yazıcısı" bulunan bir yakınına, Nevfel Oğlu Varaka'ya götürmüş. V araka o sırada, çok yaşlı bir kişiymiş. Gözleri de görmüyormuş. M uham m ed'i dinlem iş ve şöyle konuşmuş: "Bu sana gelen, Musa’ya da gelmiş olan namus’un ta kendisidir. Seni top­ lumun buradan çıkarıp atarlarken, keşke yaşıyor olsaydım!" demiş. M u­ hammed, "Demek beni çıkaracaklar mı?" diye sormuş. O şu karşılığı vermiş: "Bu türden bir şey (namus) getiren her kişiye, düşman olun­ muştur. Eğer senin çağrıda bulunacağın günlere erişirsem, sana ada­ makıllı yardım ederim!" Aradan çok geçmeden de ölm üş.156 61 Bu "hadis", en sağlam kaynaklarda da bulunm akta. A ncak; baştan sona dek [ ...] dolu. ■JC "01ay"ı "görm üş" gibi anlatan A işe, ya "anasının karn ın d a” bile değildi; ya d a yeni dom uştu. Bu, bir. ^ " P e y g a m b e rlik " te n önce M uham m ed'in hep doğru çıkan "rüya"lar gördüğünü, bir başka anlatım la "rüya"larının hep "doğru çıktığını", Aişe nasıl belirlemiş olabilir? O değilse, belirleyen, saptayan kim ? Eğer, "M u­ ham m ed anlatm ıştır, A işe de işitm iştir!" denirse, bu, "şeyhin kerameti kendinden menkul" türünden bir şey olmaz mı? Yani M uhammed'in bu konuda anlattıkları, kendi ileri sürdükleri, "Peygamberliğin kanıtı" olarak nasıl alınabilir ve nasıl inandırıcı olabilir? Ayrıca, A işe "aktarıyor" gibi değil; "görmüş gibi" anlatıyor. Bu iki. "M addi bir varlığı olm ayan melek", M uham m ed'i nasıl "sıkmış"? "Fiziksel" bir güç mü kullanmış? A yrıca "üç kez sıkıp bırakmaya" neden gerek görm üş? Eğer "okuması olmayan" birine, "Tanrısal güç"le "okuma yeteneği" sağlanacaksa -k i, ileri sürülen de o - hiç "sıkmadan" da o iş başarılam az m ıydı? Bu üç. V e daha bir sürü çarpık durumlar. Yani uy­ durulan ve zavallı inanırlar kitlelerine "hap" diye yutturulan "[...]", "hadis"in her kesiminden açık seçik belli oluyor. Yalnız burada, M uham m ed'in "melek" eliyle sıkılıp sıkılıp bırakıl­ dığının anlatılması bir başka yönden ilginç: ”Cin"lerinin kendilerini boğarcasına sıktığını anlatan "şair"leri, "kâhin"len anımsatıyor. Belli ki, M uham m ed, bu tür "numara"ları bu çevrelerden öğrenmiş! Bu çevrelerse başka çevrelerden, örneğin; daha önce sözünü ettiğim Şamanist çevrelerden öğrenmişlerdir. Her birinin, kendisine baskı yapan bir "cin"i olan, yani böyle ileri sürülen "şair ve kâhin"lerden daha geniş söz edileceği yer gelecektir. O rada da, bu çevrelerin, "numara”lannı hangi çevrelerden öğrenmiş olabilecekleri üzerinde durulacaktır. Aişe'nin, "Peygamber'in algıladığı vahyi" anlatm asına bakarken ol­ dukça ilginç bir şey daha anımsamaktayız: M uhammed'in bu sevgili karısının bir olayla ilgili tanıklığı ve tepkisi. "Vahy"in ne olduğunu ve ne olmadığını ortaya koyacak nitelikte bir durum sergilediği için sunuyorum: M uham m ed "k a d ın 'ia ra [ ...] . Y aşı ilerlem iş olduğu halde, "güzelliği"nden söz edilen bir kadın duydu mu, ne yapıp ederek alıyordu onu "karı"ları arasına. V e "karı"lar biriktikçe birikm işti. 62 B unca "karı"nın, elbette ki, "sorun"lan da olur. "K anlar", M uham m ed ’den daha iyi bir yaşam istediler, giyim kuşam gereklerini is­ tediler, "ziynet" istediler. Bunca karının isteği nasıl karşılanır? "Karşılandı" diyelim, ya "süs­ lenip püslenip ortaya çıktılannda" başka erkeklerin ilgilerini çekerlerse, ya "[...]" ederlerse?! Bütün bunlar düşündürüyordu Muhammed'i. Am a o bir "Peygamber" olduğuna göre, niçin "ayet" (vahiy) gel­ mesin? Niçin vahiyle sorun çözümlenmesin? M uham m ed’in [...] keyfinin gereği de olsa, "Tann"sı ilgilenmeliydi. Gelmeliydi vahiy. Ve geldi: A hzâb Suresi'nin 28. ayetinden 33. ayetine değin olan bölüm de "Tanrı" şöyle seslenm ekte: "Ey Peygam ber! K anlarına şöyle söyle: 'Eğer dünya yaşamını ve süslerini istiyorsanız, haydi gelin, gereken karşılığı verip sizi gü­ zellikle bırakıvereyim (boşayayım). Am a eğer Tanrı'yı, O'nun Pey­ gam beri'ni ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki, sizlerden iyilikçi kadınlar için büyük ödül-karşılık hazırlamıştır!" "Ey P eygam ber karıları! Sizden herhangi biriniz açık bir [ ...] (zina) ederse onun cezası iki kat olacaktır. Böyle bir ceza ver­ m ek, Tanrı için kolaydır. "Sizden kim T anrı'ya ve O ’nun Peygam beri'ne boyun eğip güzel d avranışta bulunursa, onun da ödülünü iki kat veririz. V e ona tem iz bir rızık hazırlarız. "Ey P eygam ber karıları! Siz, herhangi kadın gibi değilsiniz. Tanrı'datı korkuyorsanız, ’edalı-işveli' (kırıtarak) konuşm ayın. Ö yle konuşursanız kalplerinde bozukluk olanlar, (sizden) bir şey um abilirler. U ygun biçim de konuşun. "Evlerinizde kaim. İslam öncesinin ilk dönem indekiler gibi açı­ lıp saçılm ayın. N am az kılın, zekât verin, T anrı'ya ve P eygam ­ beri'ne boyun eğin. Tanrı sizden kiri-kötülüğü giderm ek ve sizi tertem iz kılm ak istiyor ey Peygam ber'in ev halkı!" Bu "vahiy"den sonra "Peygam ber karılan"nm "ayaklarını denk aldıkları"nı tahm in etm ek güç değil. 63 N e var ki, bu da yeterli görülm ez. Tanrı, "Peygam ber"ini kadınlar konusunda başka yetkilerle de donatır. A ynı surenin 50. ayetinde, "yalnızca sana özgü bir yetki olm ak üzere" denerek, "Peygam ber"in "m ihirsiz" de "karı" alabileceği bildirilir. Bu bir anlam da; "Peygam ber daha da k an toplayacak" dem ekti. A rkadaşlarının birbirleriyle yarışırcasın a buldukları y a d a "haber"ini getirdikleri ya da kendisinin bulup beğendiği güzel, "fettâne" kadın­ ların sa y ısın d a daha da artış olacak dem ekti. İşte bu durum un, A işe'nin "sabr"ını taşırdığını görm ekteyiz: Peygam ber'e "tanıklık" etm ekte elinden geleni geri bırak­ m ayan A işe, bu kez "kadınlık k ıskançlığı"yla bir b aşka türlü atıl­ m ıştı ortaya. P eygam ber'i açıktan kınayam ayınca; "Peygam bere ken ­ disini m ihirsiz teslim eden kadınlar"a saldırm ıştı. T utum larım "ka­ dın lık o n u ru "y la bağdaştırm ay arak bunları kınam ıştı. A işe'nin "susturulm ası" gerekiyordu. E bubekir gibi güçlü birinin kızı olduğu için fazla baskı yapılam azdı. A m a bir şey yapılm alıydı. P eygam ber, onunla daha çok "cinsel birleşim de" bulunursa "so­ run" çözüm lenebilirdi. Gelin görün ki, "nöbet" diye bir şey vardı. Bunu Peygamber'in kendisi koymuştu. Gerçi onun da yolu bulunm uş gibiydi. Çünkü Aişe, yaşlı bir kadın olan Sevae'nin nöbetini, onun hoşnutluğuyla alm ıştı.157 Ne var ki, bu gerilerde kalmıştı. D aha çok [...]* durum da bulunan Aişe için başka "çözüm" bulunmalıydı. "Nöbet" yöntemi kaldırılmalıydı. Bu, "Peygam­ ber" için de önemliydi. Artık "heves"inin geçtiği, biraz çirkinleşmiş bul­ duğu kadınlarla değil; "seçme kadın"larla yatmalıydı. K ısacası, "çözüm " getirilm eliydi. V e getirildi: Kur'an ayetleriyle. A hzâb Suresi'nin 51. ayeti olarak yer alan "vahiy"le "Ulu Tanrı" şöyle seslendi: "Ey Muhammed! Bunlardan (kadınlardan) istediğini bırakır; is­ tediğini koynuna çekebilirsin. Uzaklaştığın kadınlardan da dilediğini kendine çekmekte senin için bir günah yoktur. Bu (yöntem), onların "gözlerinin aydın olmasını", üzülmemelerini ve her birine verdiğin şeylere razı olup kalmalarını daha iyi sağlar. Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah, bilgi ve 'hilim' (yerinde uysalbk) sahibidir." * B e ş s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 64 Bu "vahiy" gelince A işe ne diyor biliyor m usunuz? En sağlam hadis kitaplarının da yer verdiğine göre, A işe'nin M u ­ ham m ed'e dediği şu: "Bakıyorum da senin Rabb'in, senin ke yfin i yerine getirmekte ("fi hevâke") çok hızlı. O'nu yalnızca bunda hızlı görüyorum."™ İşte A işe'nin sözünü etm ek istediğim "tanıklığı" bu. "Vahy in ne o lduğunu ve ne olm adığını som ut biçim de ortaya koym uyor m u? Ö ykü aslında bununla bitm işe benzem ez. G erek A işe'ye ve gerek öteki [...]* kadınlara çok daha önem li bir ödün verilm esi gerektiği için, aynı konuda başka bir "vahy"in daha eklendiğini görm ekteyiz: A hzâb Suresi'nin 52. ayeti. Bu ayetle P eygam ber'in "artık k an b i­ riktirm eyeceğine" ilişkin, söz konusu karılara güvence veriliyor. P ey­ gam ber bundan böyle, "cariye" alabilecek am a, yeni kan alam ayacak. Şöyle "buyurulm akta": "Ey Muhammed! Bundan sonra ka n alm ak sana helal değildir. Kanlarını başka kanlarla değiştirmek de. Güzellikleri seni im­ rendirmiş olsa da bu böyle. (Sınır bu kadar.) Ancak; sağ elinin mülk edindiği (cariyeler) bunun dışında. Allah, her şeyi gözetleyicidir." İslam savunurlarının, "M uham m ed şehvetinin ardından gitm iy o r­ du. Ş ehvetle sevdikleri kadınları değil; güç durum da olan kadınları k arılığa alıyordu!" dediklerini bilirsiniz. Şu son ayetteki "G üzellikleri seni im rendirm iş olsa d a ..." sözü, bu savı yalanlam akta. Yine İslam savunurlannın "M uhammed'in cariyesi yoktu. O cariye edinmezdi. O, köleye, cariyeye karşıydı..." biçiminde de "Peygamber"i savunduklarına tanık olmuşsunuzdur. Ayetteki, "Sağ elinin mülk edin­ diği" gibi ilkel bir anlatımla ortaya konan, yani açığa vurulan "gerçek" de, bu savunm ayı kökünden çürütmekte. Evet, M uham m ed "[...]" n in ardından da sürükleniyordu. Karı üstüne karı alıyordu. Çoğu kez, seçm e güzelleri seçiyordu. Bu arada "güzel" bulduğu "cariye"leri de "sağ elim le satın alıp m ülk edindim !" diyerek kaçırm ıyordu. K im ini böyle, kim ini de "arm ağan olarak" alıy o rd u .139 "Soylu" karılar engel çıkarm asaydı, "cariye" sayısı çok * İk i s ö z c ü k ç ık a r ıl m ış tı r . (Y .N .) 65 k abarık o lacak tı.160 Y ine de hiç kaçırm ak istem ediklerini elde edi­ y ordu. İsteği, karşılıksız kalm ıyordu. Ve "vahy"i d e bunlara "araç" yapıyordu. B ir kez, birkaç kez değil; birçok k e z ... "V ahiy" dem ek, "Peygam ber"in "arzuları-istekleri" dem ekti. Bir olay mı var?'O layla ilgili "Tann"nın falanca türlü bir "açıklaması"nı mı istiyor? Hemen "vahiy" hazırdı. Aişe'nin "kolye olayı"nda161 "Safvan'la zina ettiğini" söyleyenlere karşı da "vahiy" gelmişti hemen. Hem de on ayet birden. Bu ayetler N ûr Su­ resi'nin 10. ayetinden sonra yer alırlar. Bu ayetlerden birine göre (13. ayet); "Aişe'nin zina ettiğini eğer dört kişi görmemişse, zina ettiğini söyle­ yenlerin tümü yalancıdır, iftiracıdır". Bundan daha önce de söz edilmişti. Şu ya da bu konuda bir "hüküm " m ü getirilm ek isteniyor? M uham ­ m ed nasıl istiyorsa ona uygun "vahiy"le desteklerdi "Ulu Tanrı". B i­ raz "num ara" tam am , "ayet-vahiy" gelirdi! "Ulu T anrı", sevgili "Peygam ber"i için bunu bile yeterli görm edi. O nun tüm sözlerini bile "vahiy" saydı ve bunu şö yle duyurdu: N ecm Suresi, ayet 1-6: "Akıp giden yıldıza ant olsun ki; sahibiniz (M uhammed), ne sap­ m ıştır, ne de azm ıştır. O, kendiliğinden konuşm az. Ne söylerse vahidir, kendisine öyle bildirilmiştir. O na bildirip öğreten çok çetin, üstün güçleri olan biridir (Cebrail)." İslamcılar, özellikle İslam "Usulu'l-fıkıh"çıları (İslam hukukçuları), "vahy"i ikiye ayırırlar: A çık vahiy ve kapalı vahiy. Ü nlü B uharalı S adru'ş-Ş arîa U beydullah İbn M es'ud (ö. H icri 747/ M iladi 1346), kendisi gibi ünlü olan kitabında, konuyu şöyle açıklar: "V ahiy, bir 'açık' olur, bir de 'kapalı' olur. 'Açık' olan d a üç türlüdür: "Birincisi, meleğin diliyle olur. Meleğin ağzından çıkan, Pey­ gam berin kulağına girer. Peygam ber de, bildirenin kim olduğuna ilişkin kesin bir belirtiyle durumu kavradıktan sonra bildirileni alır. Kur'an, bu türden bir vahiydir. A çık vahyin İkincisi, meleğin 'işaretiyle olandır. Sözlü açıklam a olmaksızın. Örneğin Pey­ gamber: 'Ruhui-K udüs (Cebrail), kalbime esinledi ki, hiçbir kimse, 66 yiyeceğini içeceğini tastamam almadan ölmez!' derken bu türden bir vahiy görülür. Bu türden vahye, 'meleğin anımsatması’ (’hatıru'lM elek') adı verilir. A çık vahyin üçüncüsü, kuşkuya yer bırakm a­ yacak biçimde Tanrı'nın esinlemesiyle (ilhamıyla) olandır. T ann, katından bir nur (ışık) yaratır ve o nurun aracılığıyla Peygam ber, Tann'nın bildirdiği gerçeği görüp algılar. T ann Kur'an'da (4/105) T ann'm n sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye, derken, bunu anlatmak ister. (...) "Kapalı olan vahye gelince: Bu, Peygamber'in kendi görüşü ve ’içtihad'ıyla olan değerlendirmesidir, bu yolla vanlan sonuçtur.. ,"162 E zher Üniversitesi Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri D ekanlıklannı birlikte yürüten bir İslam savunuru Prof. Dr. A bdulcelil İsâ, profesör­ lüğüne, dekanlığına yakışır (!) bir kitap yazm ış. Adı lctihadü'r-Resûl (Peygam ber’in İçtihadı). "Peygamber'in içtihatları"na, bu kitapta örnek­ ler verilir ve "Allah'ın elçisi" savunulur. Bu örneklerden ikisini ben de size sunayım. Sevgili "Peygamber'imiz" ne tür "içtihat"ta bulunurlardı, birlikte görelim: Birinci örnek: "Peygamber"e göre, Tann, İsrailoğullanna çok kızmıştı. Bu nedenle onların kimilerini, sıçana çevirmişti. Kendi döneminde bir­ takım sıçanlarla karşılaşm ıştı M uhammed. V e bunların, "Yahudilerden dönüştürülm üş sıçanlar" olduklarını hemen anlamıştı! "İçtihat"h: Bir de­ nem e yapm ıştı; sıçanlann önüne "deve sütü" koymuştu içsinler diye. Ne var ki, sıçanlar sütü içmemişti. Bu kez "koyun sütü" koymuştu. O zaman görmüştü ki, sıçanlar sütü içiyor. "Bu ne dem ektir?" deyip düşünmüş, kafa yormuştu. Düşünmüştü ki, Israiloğulları, yahi Yahudiler, "deve sütü iç­ mezler", yalnızca "koyun sütü içerler." Öyleyse? Evet, "Öyleyse" deyip so­ nuca varmıştı: "Bu sıçanlar, Tann'nın bir zam anlar öfkelenip Yahudileri dönüştürdüğü sıçanlardır. O sıçanlardan üremedirler." B unu yansıtan "hadis", B uhari ve M üslim 'in de içinde bulunduk­ ları en sağlam hadisçilerin kitaplarında da yer alm ıştır.163 İkinci örnek: "Peygam ber"e göre, T ann’nın kızıp hayvana çevirdiği Yahudilerden kimileri de, "kertenkele"ye çevrilmişlerdir. Onun için de yine düşünüp taşınarak, yani "içtihaf’ta bulunarak, "kertenkele"nin, bu­ nun için yenm em esi gerektiğini söylemiştir. 67 Bunu anlatan "hadis" de, "sağlam" kabul edilen (örneğin Müslim'in E's-Sahihi gibi) hadis kitaplarında bulunmakta.164 Peygamber'in anlattığına göre, Yahudilerden kimileri de, "m aym un'iara, "dom uz"lara çevrilm iş. A m a nedense bunların "nesilleri tükenm iş " m iş .165 Ç ünkü M uham m ed, arkadaşlarına, bu h ay v an lara d ö n ü ş­ türülen Y ahudilerin y alnızca "üç gün" yaşadıklarını an latm ış!166 Bir insan düşünün ki, ne söylese vahiy sayılıyor, ne düşünse vahiy sayılıyor. V e bir din, bir "hukuk", bir "ahlak" düzeni düşünün ki; bu in­ sanın yaşam ında, hem de ilkel denebilecek türden yaşam ında yer alan söz konusu "vahiy'ien, yargılarına "dayanak" kabul ediyor, ona göre so­ nuçlar çıkarıyor ortaya. Acı acı düşünm ez misiniz? M uham m ed'in söyledikleri, düşündükleri arasın d a hiç "yanlış" yok m uydu, hiç "saçm a" yok m uydu? "[...]" bile vardı. Kur an d a bile açığa vurulur bu. Örneğin A hzâb Su­ resi'nin 37. ayetine göre, M uham m ed, oğulluğu Zeyd'in karısını sevmişti. A m a Zeyd'e bunun tersini açıklam ıştı. "Karını tut, bırakm a!.." demişti. "Yalnızca Tann'dan korkacağı" yerde, "insanlardan çekinmiş"ti. O ne­ denle, Zeyd'in karısında gözü olm adığını belirtmişti. O ysa gözü vardı. Yani M uham m ed, söylemişti o adama. "Tanrı" bunu açığa vurur görünmekte. "M uhammed, gerçekten biraz saparsa işte böyle açığa vu­ ruruz!" dem ek istenmekte. Tanrı'ya bunu söyletir görünmesi, M uham ­ med'in bir başka tür "numara"sı. Bu ayetle ne am aç güdülürse güdülsün, "Peygam ber"ın "[...]" da söyler olduğunu belirtm iyor m u anlatılanlar? O nun "her söylediği vahiy" olunca, "[...]" la rı da "vahiy" sayılıyor dem ektir. O nun düşündükleri, ileri sürdüğü görüşleri içinde nice saçm alar bulunduğunu da "hadis"lerinde bol bol görm ekteyiz: B uhaıînin de yer verdiği bir hadise göre, "Hayber'in ele geçirildiği gün", M uham m ed, "eşek eti"nin pişirildiği kazanlara yaklaşır, "eşek eti" olduğunu öğrenince; "Etleri hem en dökün ve kazanları da kırın!" b u y ­ ruğunu verir. "Etler dökülsün", neyse de; "kazanlar neden kırılsın"? Saç­ ma değil mi bu? "Kazanlar", yıkanıp temizlenebilir. "Peygamber"e anla­ tılır. O da, "kazanların kırılm ası"na ilişkin buyruğunun saçmalığını anlar ve buyruğu geri alır.167 68 "İyi ki, adam sözünden dönm üş!" diye düşünülebilir. B ence "dönm ek zorunda kaldığım " düşünm ek dah a doğru. G ös­ terilen tepkilerden ötürü. B ir başka örnek: B ir topluluk, hurm alarına "aşı" yapıyordu. M u­ ham med, yanında A işe'yle birlikte yanlarına uğrayıp durumu gördü. N e yaptıklarını A işe'ye sordu. A işe, "aşı" yaptıklarını ve "aşının ne oldu­ ğunu" anlattı kendisine. A işe'yi dinleyen "Peygamber", görüşünü şöyle belirtti: "Bu yöntemin bir yarar sağlayacağını hiç sanmam!" "Peygamber’in görüşü, vahiy" değil miydi? N e denli saçm a da olsa; hum ıa sahip­ leri, "hurmalarını aşılama" yöntem ini bıraktılar. A m a ne oldu, nasıl ol­ duysa, "Peygamber", önem li bir zarara yol açtığını anladı. Belki de ken­ disine bu anlatıldı. V e bunun üzerine, adam lara haber gönderdi; aynı yöntemi sürdürebileceklerini bildirdi.168 Bu olay üzerine, onun "Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz!" dediği de yer alır hadiste.169. Peki, "dünya”da yaşam ıyor muydu bu adam ? İçinde yaşadığı "dünya"ya, "dünya yaşam ı"na ilişkin hiçbir şey söylem eyecek miydi ve söy­ lem iyor m uydu? Bu sözler "vahiy" sayılmalı mı, sayılmamalı mı? "Sayılm am alı!" denem ez. Ç ünkü N ecm Suresi'nin, yukarıda anla­ m ını sunduğum 3. ayeti oldukça açık: "O (M uham m ed), kendiliğin­ den söylem ez!" deniyor. 4. ayet daha da açık: "Ne söylerse vahiy­ d ir..." diye "buyurulm akta". M uham m ed'in saçm a sözleri, saçm a görüşleri ne olacak? "Tanrı"sı bulunm alı da o n a sorulm alı! M uham m ed'in "dünya yaşam ı"na ilişkin sözleri, öğütleri, ö nem li bir yer tutar: O, bir "öğretm en"di aynı zam anda. Örneğin: "Yalan söyleme" gereği mi duyuluyor? O öğretirdi bunun alanını, yolunu yöntemini. Buna göre, "Ara düzeltmek için" yalan söy­ lenebilir, "savaşta hile yapm ak için" yalan söylenebilir, "kankoca" ara­ sında yalan söylenebilir. En sağlam sayılan hadis kitaplarında bile bunu anlatan hadisi görüp okum aktayız.170 N asıl "yeneceğini", nasıl "içileceğini" de öğretirdi o. Ö rneğin, "H ep bir arada (aynı kaptan) yiyin! A yrı ayrı (kaplardan) yem eyin! Ç ünkü, 'bereket', bir arada yem ek yem ededir" d erdi.171 N asıl y en ece­ ğini "parm aklarını yem eğe batırarak" gösterirdi. "Parm aklarını ya­ 69 lar"dı. Ve öyle yapılmasını söylerdi. Bu "yalama"da "bereket" olduğunu bildirirdi. "Parmaklarınızı ya kendiniz yalayın, ya da başkasına yalatın!" derdi, "parmaklarını yalamadan ya da başkasına yalatmadan, kimse el­ lerini mendile silmesin!" derdi.172 Yalnızca "parmaklar"m değil; "yemek tabağı"nın da "yalanmasını" buyururdu. Bunun gerekçesini de şöyle açık­ lardı: "Çünkü siz, 'bereketin nerede olduğunu bilemezsiniz!"173 Sonra "ağızdan yere düşen bir lokma"nın da alınıp yenmesi gerektiğini anlatırdı. "O lokmayı alın, yiyin ki, şeytana kalmasın!" diye açıklardı nedenini.174 "Artık"lann yenmesini, içilmesini öğütlerdi. Herhangi bir şey içilen su kabının, bardağın "dışında üç kez solumak" (nefes almak) gerektiğini, içilecek şeyin böyle içilmesinin uygun olacağını bildirirdi.175 B öyle "edep erkân (görgü) öğretm enliği"nin d ışında d a niteliği" vardı: B ir "doktor"du da: D iyelim ki, yenen, içilen şeyin üzerine sinek kondu. K onar ya! İşte o zam an, yani bu konuya ilişkin olarak, bir "doktor" niteliğiyle konuşur M uham m ed'im iz: "H erhangi birinizin kabına, b ir sin e k gelip düşerse; yiyen içen k işi hem en o sineğin tüm ünü kabın içine (iyice) batırsın! Ç ünkü o sineğin b ir kanadında zehir, öbür kanadında (zehri etkisiz kı­ lacak) 'şifa' (ilaç) vardır," 176 "Bilim adamı" kılığıyla ortaya çıkm ış olan niceleri de, bunu "bilim"le bağdaştırma çabasını gösterirler. M uhammed'im izin "ilkel doktorluğu"nu "bilime uygun göstermek için.177 V e kimi "âlimane açıklama"ya göre, "si­ nek", önce, "zehir" bulunan kanadını batırırmış bir nesneye konduğunda. Büyük "âlim"lerimizden (!) Prof. Dr. Kâmil Miras, bir sineğin bu işi "nasıl becerebileceği" sorusunu getiriyor ve "evvela", "sonra" diyerek "cevap"lar veriyor. Özeti şu: "İlahi bir ilham"la bunu bilip üstesinden gelebilirm iş.178 Şu "Tann"ya bakın siz; "sineğin bir kanadına zehir koyan" da kendisi, o zehri nasıl kullanacağını, nasıl zarar vereceğini "sineğe ilham eden" de kendisi, öyleyken kalkıp "Peygamber"ıne, bu zehrin nasıl "etkisiz duruma getirilebileceği"ne ilişkin bilgi vererek "kurtuluş çaresi" öğütletmiyor! M uham m ed, "doktor" olarak "hastalık"lar konusunda konuşurken çok, pek çok önem li şey söyler: 70 B u harî ve M üslim 'in de kitaplarına aldıkları şu "hadis"e bakın: "H astalık başk asın a geçm ez (hastalık b ulaşm az= b u laşıcı h as­ talık yoktur)!"179 B öyle diyor M uham m ed. "Tanrı"sından aldığı "vahiy"le! Ancak; "doktor M uham m ed" bunu söylerken, bir "itiraz"la karşılaşır. İtirazı yönelten: B ir "A'rabî", yani bir Arap "köylüsü" ya da bir "göçebe". "A ’rabî"yle M uham m ed arasında geçen konuşm a şöyle: "-S en öyle diyorsun, 'hastalık bulaşmaz!' diyorsun ama; ya benim develerime ne oldu?! Benim geyikler gibi olan develerimin arasına yabancı uyuz develer girdi; sonra olan oldu: U yuz develer, benim develerimi de uyuz yaptılar. Buna ne dersin?! -P e k i ya ilk uyuz deveyi kim uyuz yaptı, ona ne o ld u ?!"180 İkinci soruyu soran, "doktor" Muhammed! A klınca A rabi'yi susturmuş oluyor bu sorusuyla. "Uyuz bulaşmayla olmamışür. Hastalık bulaşmaz. 'Uyuz bulaşmayla senin develere geçmiştir!' dersek; 'ilk uyuz deveye, uyuz nereden bulaşmıştır?’ sorusuna karşılık bulmak gerekir. Yani, senin de­ velere falanca develerden, o develere de filancalardan, onlara da başka­ larından, ona ondan, ona ondan... diyerek taa 'ilk uyuz' deveye dek var­ dığımızda: 'Bu deveye ne oldu, buna nereden bulaştı uyuz?' sorusu kar­ şım ıza çıkar. V e bu soruya cevap bulunmaz. İşin gerçeği şu: Hastalık, bulaşmadan değil; Allah'ın takdiriyle olur, oluşur!" dem ek istiyor! V eteriner D oktor M uham m ed'in sözleri, A 'rabî’yi doyurmuş m udur? Sanmıyorum. N iye derseniz: O adam M uham m ed gibi değildi, işin için­ deydi, işin "tecrübe"sindeydi. M uham m ed gibi havadan konuşm uyordu. "Vahy"i filan yoktu, ama, o konuda "tecrübe"si vardı. Belki "susmuştu". A m a "aydınlandığı için" değil. M uham m ed'in doktorluğu, "Peygam berlik" m esleğine uygun o la­ rak, "üfürükçülük"le k arışık bir doktorluktu. B irkaç örnek: "Baş" ya da "kulak" mı ağrıyor? Y a da bir "zehirlenme" mi var? D ok­ tor M uham m ed'e göre "göz (nazar) değmiş" olabilir. "Tedavi" için yapılm ası gerekense: "Üfürük.'' Yani "okuyup üfürmek" gerek. A rada da elle şu türlü, bu türlü dokunm ak... M uham m ed'in en yakın dostlarından Enes İbn M âlik anlatır ki; Bir M edineli aileden kişiler (yılan, akrep gibi 71 ağılı hayvan sokmasıyla) "zehirlenmiş"lerdi ve kimilerinin "kulakları ağrıyordu" da, "Peygamber'in izni"yle "üfürükle tedavi" yoluna gidildi.181 Sevgili "karıların d an Aişe de "Peygamber"m, "her türlü ağılı hayvan ağılam asından dolayı, üfürük yoluyla tedaviye 'ruhsat verdiğini"’ anla­ tır.182 Dahası, Aişe, "göz değm e (nazar) olaylarında Peygamber'in, üfürü­ ğü kesinlikle emrettiğini" de söyler.183 K arılarından Ü m m ü Selem e anlatır ki; M uham m ed onun odasındayken, yüzünden "sarılık" olduğu anlaşılan b ir kız getirildi. "Pey­ gam ber" ya da D oktor M uham m ed, hem en şu buyruğu verdi: "Bu k ız­ cağıza okutun, üfletin! Çiinkü bunda 'göz değm e' (nazar) v ar."184 Yani "göz değince", insanoğlunun başı ağrır, kulağı ağrır; yılan, ak­ rep gibi ağılı hayvanlar sokar; insan zehirlenir; sanlık olur. Olur da olur. Her türlü hastalık olabilir "göz değince". Bunun da bir "tedavi" yolu var: "Okumak, üfürmek" ve yöntemine göre elle dokunmak. Haa, bir şey unuttum: "Üfürük"le tedavide, "tükürük" de önemli. Şaka yaptığımı san­ mayın. İncelem e konulannda yapm am da. [...] D oktor M uhammed'in kendisinin de "üfürükle tedavi" yaptığını söyleyen kansı Aişe, bakın ne diyor: "(Getirilen ya da yanm a gittiği) hastaya, Peygam ber tedavi eder­ ken şöyle derdi: Bism illah (Tanrı'nın adıyla). Bizim toprağım ız­ la, kim im izin tükürüğü, R abbim izin izniyle hastalarımızı iyi­ leştiricidir."185 "Peygam ber doktor" M uham m ed'in doktorluğunu, çağım ızın "din savunuru doktor"ları da över.186 Doğaldır, överler. İnanır sürüleri iyice benimsesinler diye. "Bey"lere, "efendi"lere çağdaş doktorlar, çağdaş yöntemler; inanır sürülerineyse "Peygamber doktor" Muhammed'in yöntemi. "Üfürükçülükle tedavi" yön­ temi. Uygun görülen bu. Bunun böyle sürüp gitmesi için görev almış "gö­ nüllü hizmet erbabı" arasında, her meslekten kişiler olduğu gibi, "dokto r'lar da bulunacaktır elbet. Onun için, kimi "çağdaş" doktorların da, Muhammed'imizin "doktorluğu"nu övmelerini yadırgamamak gerekir. B ununla birlikte şu da var: Kimi "bey"ler, "efendi' ler, M uham ­ m ed'in "üfürük" ve "tükürük"le tedavi yöntem ine karşı çıkarlar. B u­ 72 nun "ilkelliği"nı söylerler. A caba "insancıl duygular"la mı bu tutum u gösterirler. Belki. Kim i zam an bu duygular kabarır. A m a başka neden de bulunabilir. Ö rneğin, "sürü"lerin "güç"lerinden yararlanm ak. Ç a­ lışm alarından, kendi çıkarları için yararlananlar, hastalıklar nedeniyle işgücünün tehlikeye sokulm asını istem iyor olabilirler. İster insan sürülerininki olsun, ister hayvan sürülerininki olsun, işgücü önem lidir o nlar için. Y ani hayvanlarına nasıl bakıyorlar, hayvanlarının sağ lığ ıy ­ la nasıl ilgileniyorlarsa, çalıştırdıkları inanırlarla öyle ilgilenm elerini de doğal bulm ak gerek. E lverir ki, sürü, kendilerine başkaldıracak güce erişm esin. M uham m ed'im izin Peygam berliği yanında uğraşı yalnızca "dok­ torluk" da değil. D aha nice uğraşlarına rastlan ır "dünya yaşam ı"na ilişkin olarak. Bütün bunlar, "vahiy" ve "vahiy ürünü" sayılmakta. Onun tüm sözleri, görüşleri, "izin’ leri, davranışları böyle nitelenmekte. Böyle nitelemek de zorunlu. Çünkü yukarıda da sunulm uştu ki, Kur'an ayetleri açık. Onun "her sözünü"nün "vahiy" olduğu belirtiliyor açıkça. "Tanrı" tarafından! Onun tutum ve davranışlarının örnek alınması gerektiğini bildiren buy­ ruk da var: Ahzâb Suresi’nin 21. ayetinde şöyle dendiği görülür: "A nt olsun ki, sizin için, A llah’a ve ahiret gününe kuşku duym ayıp um ut bağlayanlar ve A llah'ı çok çok ananlar için, M uham ­ m ed'in tutum ve davranışları güzel örnektir." K alem Suresi'nin 4. ayetinde de, "T anrı"sı kendisine şöyle ses­ lenm ekte: "K uşkusuz sen, en büyük ahlak üzerindesin!" İslam savunudan, M uhammed'in en ilkelliklerini bile, "üstün ni­ telikler" olarak gösterm ek için ellerinden gelen çabayı eksiksiz harcarlar. B ununla birlikte, "akılcı" görünen kesimi bir yana bırakacak olur­ sak; İslam "kelam"cıları, "vahiy" için, yani "peygam ber olmak" için "üstün" ve "olağanüstü" niteliklere sahip olm ayı "şart" görm ezler. "Bir insanı, Tanrı'nın peygam berliğe uygun görüp seçm esi yeterlidir. Tanrı 73 kimi dilerse onu seçer. B aşka koşul aranm az" derler.187 Kur'an ayetleri de bu görüşü destekler nitelikte: Örneğin En'âm Suresi'nin 124. aye­ tinde: "...A llah , peygam berliğini vereceği insanı daha iyi b ilir..." denir. Bakara Suresi'nin 105. ayetinde de, "...A llah, rahm etini dilediğine özgü olarak v erir..." dendiği görülür. Aynı açıklama,  li İm rân Suresi'nin 74. ayetinde de var. Ancak, "din" ve "İslam" savunurluğu da yapan "felsefeciler", vahiy alabilm ek ve "peygamber" olabilmek için "koşullar" ileri sürerler: 74 FELSEFECİLERE G Ö R E PEY G A M B ER LİĞ İN Ü Ç K OŞULU A dudu’d-D in İcî (ö. 1355) ve Seyyid Ş erif C ürcânî (1340-1413), şu b ilgileri aktarırlar: "Felsefecilere göre: Peygam ber olmak için, peygamberi başkaların­ dan ayıran üç özellik gerek: "Birinci özellik: Peygam ber olan kişi, 'bilinm eyen’leri bilmeli. G eçm işte, o sırada ve gelecekte neler bilinemiyorsa, onları... Olup bitmişleri, olm akta olanları ve olacakları... Gizleri, gizlilikleri, peygam ber, açık seçik bilmeli, anlatmalı, haber vermeli. "Bu, olm ayacak şey değil. Çünkü, insanlara özgü ruhlar, yere, m addeye bağlı değildirler, soyutturlar. B u ruhların, bu dünyada olup biten ve olacak olan her şeyin biçim lerinin çizili, b ilg i­ lerinin yazılı olduğu göksel ve soyut ru hlarla bağları-bağlantıları vardır. İnsandaki 'algılayıcı ruh' (=kavram a yeteneğ i= ’E 'n-N efsü'n-N âtıka’), göksel soyut ruhlarla bağlantı kurup, dünyam ızda olup bitenleri ya da olacak olanları o ruhlarda g ö ­ rebilir ve bir yazı okur gibi, her şeyi oradan okuyup bildirebilir. A yna, karşısındakini nasıl yansıtırsa, o ruhlar da, d ü nyam ızda o lanları, ya da o lacak olanları öyle yansıtır. ( ...) "İkinci özellik: P eygam ber olan kişi, olağanüstü durum lar (m u­ cizeler) ortaya koym alı. Şu dört öğenin (hava, su, toprak, ateş) egem en olduğu dünyanın, m addesi ve biçim iyle birlikte Peygam ber'in buyruğunda olm ası gerekir. H er şey P eygam ber'e boyun eğm eli. B edeninin, ruhuna bağlı olm ası gibi. 75 "Bu da olm ayacak şey değil. Çünkü, insana ö zgü ruh, m addeyi etkiler. U tanm a, korkm a ve öfkelenm e durum larında insan b e­ deninde m eydana gelen değişiklikler, kızarm alar, sararm alar, ateşlenm eler de bunu gösterir. ( ...) "Ü çüncü özellik: P eygam ber olan kişi, m elekleri som ut biçim de görebilm eli. V e m eleklerin T anrı'dan aldıkları vahyi, açık-seçik kavrayacak nitelikte sözlerini işitebilm eli. "Bu da olm ayacak şey değil. Çünkü, insan uykudayken bu du­ ru m lara erişebilm ekte. B irtakım kişilerle konuşabilm ekte, o k i­ şilerin, gerçeği açık seçik anlatan sözlerini duyup işitebilm ekte. N eden? O sırada insan, ruhu m eşgul eden şey lerd en sıy rılm ış­ tır d a o n d a n ... İnsanın uyurken ulaştığı durum a, P eygam ber uyanıkken neden erişm esin? ( ...) P eygam ber, kutsal ve kutsallar dünyasıyla bağlantı kurduğuna göre, bu o lm ay acak bir şeym iş gibi d ü şü n ü lm e m e li..."188 F elsefecilerden aktarılan görüşleri, ben özet olarak sundum . İnsanlığın aldatılm asında, "felsefeciler"in çabaları d a bir b aşka türlü. Bu din savunuru "felsefeciler"in, "akıl"la, ”bilim "le ilgileri var sanılır, am a gerçekte dogm acı dincilerden hiç farkları yoktur. E ve­ lem eleri, gevelem eleri gelip bir noktaya dayanm akta: "Soyut ruhlar", "m adde dünyası"nı etkileyen "m adde dışı varlıklar" ve de "hükm eden üstün varlık", yani "Tanrı". "Ü stün güç", evrene, bu arada dünyaya düzen verir, dünyayı düzenlem ek için de "üstün nitelikli insan"lar y a­ ratır ve kim ilerini "peygam ber" olarak gönderir. Şu bir tek som, topunu birden yere sermeye yeter: "Üstün güç", "Tanrı", mademki, "üstün nitelikli insan"lar yaratabiliyor; eli değmişken tüm insanları "üstün nitelikli" yaratsaydı, evrenin "düzeni" için daha iyi olmaz m ıydı? Kimini, kimine aracı kılm aya ne gerek vardı? 76 Y A H U D İL İK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ Y ahudi ulularından M u sa İbn M eym un (1135-1204), "Peygam ­ berlik" le ilgili görüşleri üç görüşte toplar: İbn M eym un'un anlattığına göre, peygam berliğe ilişkin birinci g ö ­ rüş, Y ahudilerin halk (avam ) tabakasıyla, "din adam ları"nın bir b ölü­ m ünün görüşüdür. Ö zeti şu: "Tanrı, insanlardan kimi diliyorsa onu seçer ve peygam ber yapar. O kişi ister âlim , ister cahil, ister ileri yaşta, ister k üçük yaşta olsun, fark etm ez. Y alnız pey g am b er olan kişinin; iyi, y a­ rarlı kişi, yüksek ahlaklı olm ası g e re k ir..." 189 Y ine İbn M eym un'a göre, ikinci görüş, "felsefeciler"in görüşü. V e ö zeti şu: "Peygamberlik, insanın yapısındaki bir çeşit olgunluktur ('kemâl'). İnsan türündeki bu olgunluk, birtakım çilelere girmelerle ancak 'güç' durum undan 'iş' durum una geçerek gerçekleşebilir. D oğal yapısında, m izacında buna bir engel yoksa. Y a da dıştan bir engel, bunun önüne geçmezse. Her olgunluk da öyle. Engele takılm adıkça gerçekleşebilir. Bu şu dem ektir ki, söz konusu olgunluk, insan türünün tüm bireylerinde değil; yalnızca kimi bireylerinde vardır. K oşullar tamam olunca, zorunlu olarak belirir. D em ek ki, söz ko­ nusu olgunluğu doğurtup ortaya koyacak bir şey gerekli. (Çileli uğraşmalar.) Bu şunu gösterir: Cahil olan, peygam ber olamaz. Bir insan akşam peygam ber değilken, peygam ber olmayarak ge­ celerken, sabah peygam ber olarak ortaya çıkamaz. Yani birdenbire bir buluş elde etm iş gibi olamaz. B ir süreç işidir bu. O lgunlaşm a bir süreç içinde tam am lanır. G erekli olg u n lu ğ a erişm iş kişinin 77 durum u, konuşm alarından, yaşayışından belli olur. İnsan, b ö y ­ le bir olgunluk durum una ulaştıktan sonra da, ister istem ez p ey ­ gam berlik niteliğini kazanır. Söz konusu olgu n lu ğ a erişsin de peygam ber olm asın, bu m üm kün değil. Peygam berlik, olgunlu­ ğun zorunlu sonucudur. Tıpkı iyi besinin, yararlı, tem iz kan sağlar olm ası gibi."190 İbn M eym un bunları aktardıktan sonra "üçüncü görüş"e geçiyor. V e şöyle diyor: "Ü çüncü görüş, bizim şeriatım ızın görüşüdür. Bizim görüşüm üz de, tem elde felsefecilerin görüşünün aynıdır. B ir noktanın dışında: "B izim görüşüm üze göre, insan, peygam berliğe tam hazır duru­ m a gelm iş olabilir de; peygam ber olm ayabilir. Ç ünkü, T an rın ın dilem esiyle olacak şeydir bu. B ence bu, tüm m ucizelerde görü­ len durum a benzer. H em en hem en aynı. Ç ünkü doğal olan, k a­ rakteriyle, aldığı eğitim ve edindiği yeteneklerle, kişinin p ey ­ gam ber olm asıdır. D oğal olan buyken yine de peygam berliği önlenebilir. (D oğallığa ters m ucize gibi.) E linin hareketi b ir­ denbire duruveren insan gibi. ’Y eroboam ’ g ib i..." 191 B urada sözü edilen Y eroboam , İsrail'de devletin bölünm esinden sonra kuzeydeki kabilelerin K ral yaptıkları bir kişidir. Tevrat'a göre, Y eroboam , yeni bir tapınak yapar ve bu tapm ağa, soyluların dışında rahipler (kâhinler) görevlendirir. V e bir "m ucize" olarak da "eli kurur".192 M usa İbn M eym un, peygam berlik için yeterli olgunluğa ulaştığı halde peygam berliği önlenen kim selerden örnekler veriyor. B unlardan biri; N eriya oğlu Baruk. Şöyle diyor: "B aruk, Y erem ya P eygam ber'e bağlıydı. Y erem ya onu çileye sokup yetiştirdi, eğitti, hazırladı. A rtık kendisi de peygam ber olacağını um m uştu. A m a olm adı, önlendi peygam berliği. 'İnil­ tim den yoruldum ve rahat edem iyorum !' dem işti de; Rabb, Y e­ rem y a aracılığıyla o n a karşılık verm işti: 'O na şöyle d iy ecek ­ sin, R abb şöyle diyor: Sen kendin için büyük şeyler istiyorsun, istem e!"'193 78 A m a Tevrat'ta, şunları okuyoruz: "Ve ondan sonra vaki olacak ki, bütün insanlar üzerine ruhum u dökeceğim : O ğullarınız da, kızlarınız da peygam berlik ed ecek ­ ler!" (Y oel, 2:28.) M u sa İbn M eym un diyor ki: "Bu, sizi yanıltmasın. Çünkü, Rabbin kendisi bunun yorumunu ge­ tiriyor ve bunun, bu peygamberliğin ne tür peygamberlik olduğunu yine kendisi şöyle anlatıyor: 'Gençleriniz rüya görecekler ve yaşlılarınız rüyalar görecekler!' (Yoel, 2:28.) Çünkü kâhinlik ve sezgi yoluyla 'bilinmeyen'in bilinmesi ya da gerçek çıkan rüya yo­ luyla o bilginin elde edilmesi de bir çeşit 'peygamberlik' sayılır. Böylelerine de 'Peygamber' derler.. ,"194 tbn M eym un, "M u sa 'y a geldiği ileri sürülen "vahiy"deki "ses" ve "söz" üzerinde de durur: "Rabbin sesini herkesin işitebildiğini; am a ’söz'lerini yalnızca M usa'nın duyup kavradığını, çünkü R abbin y al­ nızca onu kendisine 'm uhatap' aldığım " y a z a r.195 T evra t'taki (M u­ sa'nın anlatım ını aktaran) şu ayetleri anım satır: "Ve Rabb, size ateş içinden söyledi. Siz sözlerinin sesini işittiniz. B ir kimsenin kendini görmediniz, yalnızca ses işittiniz. Rabb'di O. Yapasınız diye size buyurduğu on em ri size bildirdi ve onları iki taş levha üzerine yazdı." (Tesniye, 4:12-13.)196 N e güzel bir "kandırm aca". Z avallı inanır kitleleri, "işte bakın, bir ses işittiniz ya, işte o ses, R abbin sesidir. B an a sesleniyor. Siz sesteki sözleri anlayam azsınız. Ç ünkü O yalnızca benim le konuşuyor. Size olan 'ahd'ini, 'on buyruğu'nu benim aracılığım la iletm ek istiy o r!"... türünden sözlerle ne güzel kandırılıyorlar. O ysa "işitilen ses", ya bir "gök gürültüsü"dür, ya da herhangi bir "ses"!!! İbn M eym un, M usa'nın yanında bulunanların, onun "m ertebe"sine erişm edikleri için "R abb'in sesindeki sözleri kavrayam adıklarını" ileri sürm ekte.197 M usa İbn M eymun, "Peygamber" M usa'nın, başka peygamberlerinkinden çok farklı bir peygamberliği olduğunu açıklamalarıyla ortaya koyduğunu anlatır.198 79 P eygam berliğin de şu dem ek olduğunu yazar: "Ö yle b ir verim li akıştır (’feyz') ki, T anrı'dan akıp gelir. İş d u ­ rum unda, çalışır d urum da olan akıl ('el aklu'l-faal') aracılığıyla (insandaki) 'algılayıcı güç'e (insandaki kavram a yeteneğine) akar. Ö nce buraya, sonra da 'yaratıcı hayal gücü'ne (el kuvvetü'lm iitehayyile'ye) akıverir. Bu durum , insanoğlundaki en yüce m ertebe ve ulaşılabilecek en son derecedeki o lg u n lu k tu r!"199 İnsanoğlunun "aklım" nerelere saptırmışlar, görüyorsunuz. Burada sözü edilen "akıl"lann "insan aklı"yla hiçbir ilgisi yoktur. Eski Yunan'da "tezgâhlanan" bir kandırm a aracıdır. Bu araçla da nice insan kitleleri yüzyıllar boyu oyalanıp gerçeklerden saptırılmışlardır. Yüzyıllar boyu "din"ciler, bu "tezgâhlanmış akıl"lara dört elle sarılarak, Tevrat'ın, İn ­ c ilin ., Kur'an'm [...]larını savunagelm işlerdir. İbn M eymun, "rüya"nın da "Peygam berlikken bir parça olduğunu an­ latan Tevrat yorumcularına hak verir. Tevrat yorumlarından, "rüya, pey­ gamberliğin altmışta biridir" sözünü aktarır. Aynı yorum larda yer alan, "rüya, peygamberliğin koruğudur" sözü üzerinde durarak şöyle der: "R üyanın koruğa benzetilm esi ilginç' bir benzetm edir. Çünkü koruk, m eyvenin ta kendisidir. N e var ki, daha olgunlaşm adan, zam anı gelm eden kopm uş-koparılm ıştır. U ykudayken, insanda­ ki düş gücü de öyle. P eygam berliğinkine benzer bir durum da çalışır. N edir ki, d ah a eksikleri var. E n son noktaya ulaş­ m am ıştır daha."200 Nice "yüksek düzeyde kültürlü" geçinen, "yüksek tabaka"dan kişiler görm üşüm dür ki, bu tür saptırmacaları "gerçek" diye benimser, ileri sürüp savunurlar. İnsan aklının "ırzına geçilerek" yaratılan bu tür "düşünceler"iü! S avunulurken şöyle bir soru sorduğunuzda bocalam a başlam ıştır hemen: Demek "rüya", "Peygamberliğin koruğu". Ve dem ek "Peygamberlik", bu koruğun "olgunlaşmış"ı. İyi am a bu "olgunlaşm ış biçimi", neden başkalarında değil de, yalnızca "Peygamber" diye ortaya çıkm ış ya da çıkarılmış kişilerde görülüyor? O ysa gerek kendi çağlarında, gerek daha sonraki çağlarda, onlardan daha akıllı, daha zeki ve her yönden daha 80 gelişm iş insanlar var. İlkelliği her şeyinden belli olan bir "Peygamber"de "koruk olgunlaşm ış" da, örneğin çağım ızın nice alabildiğine gelişmiş, kültürlü, bilgili insanlarında o "koruk" neden "olgunlaşmamış"? V erilebilecek karşılık şu olabilir yalnızca: "Tanrı öyle uygun görüyor. Kimi diliyorsa onu seçiyor. O 'nun hik­ m etinden sorulm az." B öyle diyenlerle de "pek tartışm a olam ayacağı" için; çoğu kurnaz "din" savunurları bu "cevap yolu"nu tutarlar. M usa İbn M eym un, "rüya"nın önem ini kanıtlam ak için T evra t'tan şu ayetin de üzerinde durur: "Ve Rabb şöyle dedi: Şimdi sözlerimi dinleyin: Eğer aranızda bir peygamber varsa, ben Rabb, rüyada ona kendimi bildireceğim, rüyada onunla söyleşeceğim." (Sayılar, 12:6.) İbn M eym un, "Peygam berlik"leri "dört tür"de toplar: "Birinci türde: P eygam ber, vahyi m elekten aldığını belirtir. A y­ rıca ’rüya'da m ı, yoksa uyanıkken açık açık görerek mi m eleğin sesini, sözünü işittiğini açıklar. "İkinci türde: Peygam ber, m eleğin kendisine seslendiğini, onun­ la konuştuğunu açıklar am a, ne durum dayken, yani uykudayken m i, uyanıkken m i bunun gerçekleştiğini açıklam az. "Ü çüncü türde: M eleğin sözünü hiç etm ez. Yalnız, vahyi, hangi durum dayken aldığını belirtir. "D ördüncü türde: Peygam ber, 'm utlak' bir sözle, T an n 'y la ko­ nuştuğunu anlatır. Y a d a T an n 'n ın kendisine, 'şunu yap, bunu y a p ...' dediğini belirtir. Bunu belirtirken ne 'm elek'ten söz eder, ne de hangi durum da vahyi algıladığından. Ç ünkü belli ki, ya rüya durum undayken, ya da uyanıkken vahiy gelm iştir. Y ine belli ki, vahiy, m elek aracılığıyla gelm iştir."201 M usa İbn M eymun, bu anlattıklanna, Tevrat ayetlerinden örnekler verir.202 Aynı zamanda bir "filo z o f olduğu için, hangi türü olursa olsun, "Peygam berlik"leri savunur ve "ırzına geçilm iş a k ıf la bağdaştırm a işin­ deki ustalığını gösterir! İnsan sürülerinin kafalarına "iyice yerleştirmek" için... 81 H IR İST İY A N LIK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PE Y G A M B E R L İK T Ü R LER İ Bilindiği gibi, Tevrat'a göre M usa, "efendi" (Rab) T ann'yla insanlar, daha doğrusu Yahudi toplumu arasında "eski ahid" (=eski ant=eski söz­ leşme) için "Peygamberlik" ediyordu. Musa, "Rabb"inin "buyruklar"ını "İsrailoğulları"na ilettiğinde, O'nun şu sözünü de iletmişti: "Ve şimdi gerçekten sözüm ü dinleyeceksiniz, ahdim i tutacaksınız; bana tüm toplumlardan daha 'has' toplum olacaksınız. Çünkü bütün dünya benimdir. V e siz bana, kâhinler krallığı oluşturacak ve kut­ sal toplum olacaksınız. Senin İsrailoğullarına söyleyeceğin sözler bunlardır." (Çıkış, 19:5-6.) "Buyrukları" yerine gelirse "Tanrı" için bu, bir "söz verme"ydi, "antlı bir söz verme"ydi. Y ine açıklam aya göre, İsrailoğulları, "buy­ ruklar"! yerine getireceklerine, söylenenlere uyacaklarına söz verdiler: "Rabbin bütün söylediklerini yapacağız!" dediler (Çıkış, 19:8). Yani İsrailoğulları da "antlı bir söz verm e"yle karşılıkta bulundular "Rabb"e. V e böylece "Rab"le Y ahudi toplum u arasında bir "sözleşme" (’ahidleşm e') oluşm uş oldu! İşte M usa, bu "eski sözleşm e"nin izleyicisi, d e­ netleyicisi ve "peygam beri"dir. "Tanrı"yla Y ahudiler arasındaki tüm "aracılığı", bununla ilgili. İsa dönem indeyse "yeni" ve başka tür bir "antlı sözleşme" yoluna gi­ dildiği görülür. İsa da, "Rab" ile insanlar arasında bu "yeni sözleşme"nin ("Ahd-ı Cedîd"in) "aracısı" olarak ortaya çıkmış görünür. Yani Incil'lere g ö re ... M usa'nın "Rab"den aldığı "on buyruk", "şeriat hükümleri" söz ko­ nusu değildi artık. Çünkü bunlar, Yahudi toplum uyla başka toplundan ayırıyordu. Oysa "Rabb"in "din"i tüm toplumları içine almalıydı. Dünya "efendi"lerinin de bunda çıkarlan vardı. Yani "eski din"e yeni bir "biçim" 82 vermek, onu "evrenselleştirmek" gerekiyordu. Bunun için "peygamber" ya da "peygamberler" yaratmak gerekti. Ve yaratıldı. Y a da yaratılanlara sahip çıkıldı. İsa’nın "yeni biçim " altında "yeni sözleşm e"ye ilişkin "aracılığı" (Peygam berliği) İn cillerd e şöyle sunulur: "'K elam ' (söz=T anrı sözü) başlangıçta vardı ve 'kelam ' A llah katındaydı ve 'kelam ' A llah'ın kendisiydi. H er şey onunla oldu ve olm uş olanlardan hiçbir şey onsuz olm adı. H ayat ondaydı ve hayat insanların ışığıydı. Işık karan lık ta parlar, karanlık onu anlam adı. A llah tarafından gönderilm iş bir adam şıktı. Adı Y ahya'ydı. T anıklık için geldi. Işıkla ilgili tanıklık etsin de; tüm insanlar onun aracılığıyla inansınlar diye. Ç ünkü kendisi ışık değildi, gelişi, ışığ a tanıklık içindi. D ün y ay a gelerek, her insanı aydınlatacak bir ışık vardı. D ünyadaydı o. V e dünya onunla oldu. ( ...) V e 'kelam ', beden olup, inayet ve hakikatle dolu olarak aram ızda oturdu. Biz de onun izzetini, B aba’mn (Tanrı'nın) biricik oğlunun izzeti olarak gördük. Y ahya onun hakkında şöyle seslenip tanıklık etti: 'B enden sonra gelen, ben­ den ileri oldu. Ç ünkü benden önceydi d iye sözünü ettiğim odur. H epim iz, onun doluluğundan aldık. V e inayet üzerine inayet. M usa ile Şeriat verildi. İsa M esih'teyse inayet ve hakikat geldi." (Y uhanna, 1:1-10, 14-17.) "O istiyor ki, bütün insanlar kurtulsunlar ve hakikat bilgisine gelsinler. Çünkü b ir A llah ve A llah ile insanlar arasında bir aracı vardır. İnsan olup herkes için kendisini fid y e verm iş olan M esih İsa'dır o." (I. T im oteos'a, 2: 4-6.) "Ş im di o, daha iyi söz verm eler üzerine konulm uş olan daha iyi b ir 'sözleşm enin aracısıdır, o ölçüde de daha üstün b ir hizm et g ö rm e olanağına erdi." (İbraniler, 8:6.) "T anrı"yı gören var m ı? Yok! Ö yleyse "aracılık" kolay. 83 İsa da aynı "kolaylık"la "O 'ndan vahiy alm ış" ve "O 'nunla in ­ sanlar arasında", M usa ve ötekiler gibi; am a bu kez "insanları tüm üyle kurtarm ayı am açlayan, daha iyi, yepyeni bir sözleşm e" için "aracılık" işine koyulm uş!!! "H içbir zam an A llah'ı kim se görm em iştir. B ab a'n ın (T an n 'n ın ) kucağında olan biricik oğulun (İsa'nın) kendisi bildirdi." (Y u­ hanna, 1:18.) "H er şeyi yoktan var etm e" özelliği olan "kelam ", yani "Tanrı sö­ zü", zam anla "bir beden" biçim ini alm ış ve "İsa" olup çıkıverm iş! (Y uhanna, 1:14.) "M esih"tir de o.202 Y ani T anrı onu "kutsal" kılm ak için "m esh" et­ m iş. "D okunm uş" ona. Y a da "Tanrı adına" ona dokunm uşlar. (V aftizci Y ahya eliyle.) "Ve vaki oldu ki, bütün halk vaftiz edilirken, İsa d a vaftiz edildi. D ua ettiği zam an, 'gök açıldı’. V e R uhu'l-K udüs (kutsal ruh), bed en leşm iş biçim de, güvercin gibi, onun üzerine indi. Ve gökten; 'Sen benim sevgili oğlum sun! Senden razıyım !' diye bir ses geldi." {Luka, 3:21-22.) İsa'nın "m esih"liği (m eshedilm işliği) sıradan değil. "T ann"nın "aracı" olarak "belirlem işliği" anlam ını da içerir. "M esih", İbranice bir sözcüktür. Y unancası: "K hristianos" (H ıristos). H ıristiyanlık adı da buradan gelm ekte. "K adın ona şöyle dedi: B iliyorum ki, H ıristos denen M esih g e ­ lecektir. O gelince bize her şeyi bildirecektir. İsa on a şu karşılığ ı verdi: Sana söyleyen ben, işte oyum (H ıristos denen M esih benim )!" (Y uhanna, 4:25-26.) Y aşayıp yaşam adığı bile belli olm ayan bu kişinin, bu efsane adam ının, hem "M esih", hem de "T anrı'nın sözü" olduğunu "kopyacı" Kur'an da duyurur inanırlarına: Ö rneğin Âli İm rân Suresi'nin 45. aye­ tinde şöyle dendiği görülür: 84 "M elekler dem işlerdi ki, 'M eryem ! Tanrı, kendisinden bir '.röz'ü, sana m üjdeliyor. A dı, M eryem Oğlu İsa M esih’tir. D ünyada ve ahirette saygındır, T anrı'nın da gözdelerindendir.'" Ö vgü, daha da sürüp gider. B urada, İsa'nın anası "M eryem ", bir çeşit "peygam ber" durum un­ dadır. Ç ünkü "m elek"ler ona, "Tanrı"dan "haber" getirip iletm ekteler! Yani, "Peygam ber"lere nasıl "vahiy" geliyorsa, M eryem 'e de "vahiy" geldiği açıklanm ış oluyor. O ysa İslam , "kadın"ın "peygam berliği"ni kabul etm ez. M uham m ed, İn c ille rden kopya ettiği için bu "çelişki"ye fark ın d a olm adan d üşm üştür. L uka Incili'nde şunları okum aktayız: "A ltıncı ayında A llah tarafından C ebrail M elek, G alile'de N ası­ ra denen kente, D avud evinden Y usuf adındaki adam a nişanlı olan bir kıza gönderildi. Adı M eryem 'di. M elek onun yanına g i­ rip dedi: 'Selam ey nim ete eren kız! Rabb seninledir.' "M eryem bu sözlerden çok şaşırarak; 'Bu nasıl selam dır' diye düşünüyordu. "M elek ona seslendi: 'K orkm a M eryem ! Ç ünkü A llah önünde inayet buldun. G ebe kalıp b ir oğlan doğuracaksın. A dını İsa ko ­ yacaksın. O, büyük olacak. Ona, Yüce A llah'ın oğlu denecek. R abb A llah ona, babası D avud'un tahtını verecek. Y akub'un evine ebedi olarak saltanat sürecek. O nun krallığına hiç son o l­ m ayacaktır!'" (1:26-33.) İn cillerd e ki "vahiy" sınırı oldukça geniş: "O yörede çobanlar vardı. G eceleri kırda kalarak sürülerini n öbetleşe beklerlerdi. "R abb'in bir m eleği onların yanına geldi. R abb'in izzeti onların çevresini aydınlattı. Ç ok korktular. M elek onlara şöyle seslendi: '"K orkm ayın! Ç ünkü ben size, bütün toplum a yönelik büyük se­ vinci m üjdeliyorum : B ugün D avud'un kentinde size kurtarıcı doğdu. R abb M esih'tir o. Y em likte yatan, kundağa sarılm ış bir çocuk bulacaksınız. B u, size kutlu olsun!' 85 "Ve birdenbire, m elekle birlikte, 'gök ordusu'ndan bir kalabalık A llah'a ham d ederek şöyle dediler: "'En yücelerde A llah'a izzet! Y eryüzünde hoşnut olduğu in­ sanlara selam et!' "Ve vaki oldu ki melekler, çobanların yanından göğe çekildikleri zaman, onlar konuşm aya başladılar: Haydi Beytlehem 'e gidelim ve Rabb'in bize bildirdiğini görelim .. ( Luka, 2:8-15.) Görüldüğü gibi, "kırda çobanlar"a da "vahiy" gelmiş! A m a neredeler bu yalancı "tanık"lar?! Bunları kim görm üş? Çobanlardan, baştan sona yalan ve boş inançlarla dolu Incil'lerden başka "haber" veren var mı? Yine İncillerde anlatılan "Vaftizci Yahya"nın "İsa M esih"e ilişkin ya­ lancı tanıklığı da öyle. Bu "kutsal metinler"in dışında "Vaftizci Y ah­ ya yı da ne gören var, ne de ondan bir "haber" aktaran. B ilindiği gibi Incil, "iyi haber, m üjde" anlam ında. Y unanca "Evangalion" (Evangile) sözcüğünden gelm e. Bu "iyi haber, müjde", "Rab"den geliyor insanlara! "R abb'in "söz"ü. Yani "Vahiy". Tabii "inanırlar'inagöre!!! Incil'de, Rab, İsa'ya diyor ki: "Senin sözün gerçektir!" (Y uhanna, 17:17.) İsa da kendisine kötülük için yönelm iş olanlara şöyle diyor "Şim di beni, yani A llah'tan işittiği gerçeği size söylem iş olan bir adam ı öldürm eye çalışıyorsunuz." (Y uhanna, 8:40.) V e şunları okuyoruz: "Bütün kitap, A llah'tan 'ilham ' (vahiy) olarak alınm adır. H er y a­ zı; eğitim öğretim, yola getirm e, düzeltm e, dirlik düzenlik sağla­ m a yönünden yararlıdır." (II. Tim oteos, 3:16.) G erçeği şu: "Sürü ahlakı oluşturup g eliştirm ek için birebir!" 1546'da M erano R uhani M eclisi, "K utsal K itap"ın "Tanrı ilh a m ı" ( ’vahy'i) olduğundan kuşkulanm ayı yasaklam ıştır!2m Görülüyor ki, "kuşku"sunu bile "yasaklamışlar". Niçin? Çünkü "sürü"ler bir "kuşku" duydular mı, "efendi"ler için "iş felaket"! 86 İncil yazarları da "Tanrı'dan ilham " ("V ahiy") (!) alarak yazm ışlar y azdıklarını! Bilindiği gibi bu yazarlardan kimi, "İsa'nın 12 H avarisi" arasında yer alıyordu, kim i de "H avarilerin arkadaşı"ydılar.204 K ısacası; İsa gibi, bu kişiler de birer "peygam ber" (elçi) niteliğindeydiler. E lçinin elçisi. Y ani, İsa, "T anrf'nın, bunlar da İsa'nın "el­ çileri" durum undaydılar. D ahası, o sıralarda öyle "elçi"ler vardı ki, "elçinin elçisinin elçisi" durum unda bulunuyorlardı. B ununla birlikte hepsi de "Rab" adına görev yapıyordu, İsa'dan kaynaklandığını söyle­ seler de, iş yine "B aba"ya dayanıyordu. "Incil'ler" bütünü içinde "R esullerin İşleri" adıyla yer alan b ö ­ lüm de, bu tür "resul"ler (elçiler=peygam berler) uzun uzun anlatılır. Bir yerinde de Y eruşalim 'den A ntakya'ya gelenlerinden söz edilir: "O günlerde, Y eruşalim 'den A ntakya'ya kimi peygam berler indiler. B u n ­ lardan A gabus adında olan kalkıp, bütün dünya üzerinde büyük bir k ıtlık olacağını K utsal R uh'a dayanarak (elçisi olarak) b ild ird i..." denir (11:27-28) ve anlatım lar sürdürülür. M uham m ed’in K u r'a n 'ı da buralardan alarak, "A ntakya'daki P ey ­ gam berler" konusuna, Yâsîn Suresi'nde genişçe yer verm ekte: "Ey M uham m ed! O kasabalıları (A ntakyalılan ) anlat onlara. B uralılara peygam berler gelm işlerdi. B uralılara önce iki tane gönderm iştik. B unları yalanlayınca bir üçüncüsüyle onları d es­ tekledik. V e varıp oralılara: 'Biz size gönderilm iş birer elçiyiz!' d e d ile r..." (13-14). Ö yküye, böyle başlanır ve sürdürülür. D em ek oluyor ki, "elçinin elçisi", M uham m ed'in K u r'a n 'm a göre de, "vahiy alm ış bir peygam ber" sayılm alıdır! "İsa'nın elçileri"ne, ya da "elçilerinin elçileri"ne birer "peygam ber" niteliğinin verilm esi, Kur'an için yine bir "çelişki". A m a yine neden ileri geldiği belli. In ­ cil'den "kopya" ederken farkında olm adan düşülm üş bir çelişki. M uham m ed, İsa'nın "elçi"lerine, "H avari"lerine çok ilgi göster­ mişti. O denli ki, İsa'nın "12 H avarisi"nden mi söz ediliyor, o da "12 H avari" edinm işti kendine. 620 yılında "ilk A kabe biati"nde, bunu g erç ek le ştirm işti.205 R ab İsa'nın ayrıca "yetm iş"ler diye bilinen "el­ 87 çiler"i mi vardı; M uham m ed de 622'de, "İkinci A kabe Biati"nde gerçek leştirm işti bunu.206 Y ani İsa'ya benzem ek için oldukça çaba h arcam ıştı. K ur'an'da İsa'nın "H avariler"inden çokça söz edilir.  li İm rân Su­ resi'nin 52. ayetinde şöyle dendiğini görürüz: " ... (İsa) A llah uğruna yardım cılarım kim lerdir? dedi. H avariler, A llah'ın yardım cıları b iz le riz ... dediler." B aşka surelerde de bu anlatılır.207 N için bunlar anlatılır K ur'an'da? "Ey M uham m ed'in havarileri siz de M uham m ed'e yardım cı olun!" dem ek için. M âide Suresi'nin 111. ayetinde, İsa'nın Havarilerine "Tanrı"nın "vahyettiği" bildirilir. "Vahiy" sözcüğüyle!!1 Çok önem lidir bu. Hıristiyanlık savunurlarının savundukları "vahiy" anlayışıyla, hiç mi hiç fark olm am acasına birleşiyor. "Yorumcu"lar, bu "ayet"i ne denli "te'vil" etseler de, bu böyle. İleri sürüldüğüne göre, "İsa'nın Havarileri"nden Y uhanna adlı biri de yaşam ış şu dünyada. "D ört İncil" arasında yer aldığını gördüğüm üz bir Incil'den başka, "aldığı" (!) bir de "Vahiy" var. Yani "kitap" olarak. Yulıanna'nm Vahyi adıyla. Onun yazdığı ileri sürülen bu kitap, "Kutsal Ki­ tap" bütünü içinde sonuncu. Şöyle başlamakta: "İsa M esih'in vahyidir. O nu A llah, yakında o lm ası gereken şey­ leri kullarına gösterm ek için kendisine verdi. O, m eleği aracı­ lığıyla gönderip kulu Y uhanna'ya işaretle bildirdi. O da, A l­ lah'ın 'kelam ’ına ve İsa M esih'in tanık olduğu şeylerin hepsine tanıklık etti. O kuyana, peygam berliğin sözlerini dinleyenlere ve onda yazılm ış şeyleri tu tan lara ne m utlu. Ç ünkü vakit y a k ın ­ dır." (1:1-3.) "Çünkü vakit yakındır" sözü, K ur'an'daki E nbiy â Suresi'nin ilk "ayet"ini anım satıyor. A yet şöyle: İnsanların hesaba çekilm eleri zam anı yaklaştı. Ö yleyken onlar daha aynı durum da, 'gaflet' içinde yüz çevirm ekteler." 88 M uham m ed'in, "doğrudan A llah'tan alıyorum !" dediği "vahiyler" bütünü olan K ur'an'da, Y uhanna'nın İsa'dan aldığını açıkladığı Vahiy kitabından aşırılm a birçok "ayet"e tanık olm aktayız. İlginç değil m i? Yeri gelince üzerinde durulacak. K ur'an'a da k a y n a k lık ettiği kesin bilinen İnciller, gerçekte kim ler eliyle kalem e alınm ışlardır? B unları kim ler, hangi "tezgâh"lar "va­ hiy" diye yutturm uşlardır insan sürülerine? Bu, kesin olarak bilin­ m em ekte. Yani bugün genel olarak, Incil'ler, "kimin yazdığı belli o l­ m ayan kitaplar" sayılm akta.208 Incil yazarı olarak M arkion adında birinden de söz edilir. II. yü z­ yılın b aşlarında yaşam ış. B ir "doktrin" o rtay a koym uş: İleri sü rü l­ dü ğ ü n e göre, onun görüşü şöyleym iş: "Eğer yaratıcı T anrı, var ettiği dünyada bulunan kötülüğü, ö n ­ ceden kestirem ediyse, cahildir. Bunu kestirip de önlem ediyse kötüdür. Ö nlem ek isteyip de yapam adıysa acizdir." Ö yleyse iki Tanrı var. Biri "kötücül Tanrı". Tevrat da denen "Eski A hit"in T anrı'sıdır O. "G örü­ nen dünyayı yaratm ış olan T anrı. A dem 'in işlediği günahtan O so ­ rum ludur. K endi hatasını, A dem 'in soyundan gelen bütün insanlara yüklem ekte." Bu T anrı'nın karşısında bir de "İyicil T anrı" var. Bu T anrı, "ne dünyanın, ne de insanın y aratılm asında bir rol oynam ıştır. O, sadece görünm ez varlıkları yaratm ıştır." A cıyan bir Tanrı. Ö yle olduğu için de "insanları, kötücül T anrı’nın baskısından kurtarm aya karar verm iştir. B unun üzerine, erm iş bir insan olan İsa'nın kılığında, ancak insan vücudunun dış görünüşlerine sahip olarak yeryüzüne in ­ m iştir. K anun ('Ş eriat') ve peygam berleri kaldırm ış." H erkes iyi o l­ malı, "m erham etli" olm alı, kusurları bağışlam alı, kim se kim seye k a r­ şı k o y m am alı... B unu ö ğ ütlem iştir. V e böylece "insanların ruhlarını k u rta rm ıştır."209 D eğişik bir "doktrin"i m i dile getiriyor bu? Ö yle görünüyor. A m a bence "evrensel aldatm aca"nm bir başka görüntüsüdür. "Kö­ tülük sorunu"na, "Tann, kötü olanı nasıl yaratmış olabilir?" sorusuna bir "çözüm" getirmiş görünerek bir başka türlü aldatm akta insanlan. Özet: Elimizdeki İnciller için, Matta, Markos, Luka, Yuhanna... diye birtakım adlar, "yazar" olarak gösterilmekte. Hıristiyanlık inanırlan ve sa­ 89 vunurları, bunların, "Rab"den, "İsa”dan "ilham" alarak, yani "vahiy" olarak algılanmış nitelikte yazdıklarını savunurlar. Bunu savunurlarken de, İncil adıyla ya da bir başka adla, "İsa'ya gökten indirilmiş bir kitap” olduğunu ileri sürmezler. Süremezler de. Çünkü böyle bir "kitap" yok. H içbir zam an olm am ıştır da. M uhammed'in döneminde de, kuşkusuz; ondan önce de var olan; bugün elimizde bulunan İncillerdi. Geçmişte, yazılan bu ki­ taplarda, "değişmeler", "değiştirme"ler olmuştur elbette. A m a "tahrifler, aynı kitaplarda olmuştur. Yani falancanın, filancanın yazdığı kitaplarda... "Tann'nın İsa'ya indirdiği herhangi bir kitap"ta değil. Böyle bir kitap ol­ saydı, "ta h rif edilm iş biçim i"yle de olsa bulunup gösterilebilirdi. "İşte İsa'ya, A llah'ın indirdiği İncil budur, tahrifler de bunun üzerinde ya p ılm ıştır!" denebilirdi. Şim diye dek böyle b ir şey denm em iştir, d e­ nememiştir. Yani herhangi bir dönemde İncil diye bir kitap olmamıştır, falancanın, filancanın olduğu ileri sürülen İncil'ler olagelmiştir. Peki ama, Kur'an d a Tanrı, "Tevrat'ı, İncili indirdik..." diyor. (3/3, 65.) "İsa'ya İncil verdiğini" söylüyor. (5/46; 57/27.) Buna ne demeli? İsa'ya "indirilip verildiği" bildirilen İncil nerede? Bu soru, Kur'an inanırlarına sorulmalı! Bir de bulunabilirse Kur'an'm Tanrı'sınaü! 90 A R A C ILA R IN SA H İPM İŞ G İB İ G Ö R Ü N D Ü K L E R İ "G İZ' Lİ "BİLG İ 'LE R "D in-giz aracıları", insanların "bilm e", "öğrenm e" eğilim lerini de saptırırlar. "G üçsüzlük"lerinden yararlanarak. "K orku" ve "um ut" v e­ re re k ... İnsanları neyi "bilm e"ye, öğrenm eye yöneltirlerse, gerçekte "yok"tur. "Yüce varlık" derler, "yok"! "Tanrı", derler, "yok"! "Cin" derler, "m elek" derler; "yok"! D aha nice "olm ayan"ları "bilm e"ye, "öğrenm e"ye yöneltirler. D oğal olarak insanda var olan öğrenm e isteğini, "m erak"ı, verdikleri korku ve um utla daha da ayaklandırırlar. A m a gerçekte olm ayanlara, "yok"lara doğru. Bu yönlere "bilgi" için sürüklem iş görünürlerken, "bilgisiz" bırakırlar kitleleri. "B ilgiç"ler E liyle P azarlanan "Giz" D olu "B ilgi"m sili U ygunluk: "H ikm et" Kur'an'da, Bakara Suresi'nin 269. ayetinde şu "açıklama"yı okuyoruz: "Tanrı, 'hikm et'i dilediğine verir. O, kim e 'hikm et' verm işse, kuşkusuz o kişiye çok iyilik edilm iş dem ektir. B unu ancak akıl sahipleri değerlendirebilir!" M uham m ed'in bu sözleri nereden aşırdığını, yani kaynağını bu­ labiliyoruz: Ö rneğin Tevrat'ta, V aiz bölüm ünün 2. babının 26. ay e­ tin d e şöyle denir: "Çünkü A llah, hikm eti, bilgiyi, sevinci, gözünde m akbul olana verir." A ynı bölüm de, "hikm et"le ilgili şunlar da anlatılır: 91 "Ve gördüm ki, ışığın karanlığa üstünlüğü olduğu gibi, h ik­ m etin de akılsızlığa öyle üstünlüğü vardır." (2:13.) "Hikmetli adamın yüreği, yas evindedir. A m a akılsızların yüreği, sevinç evindedir. Bir adam için, akılsızların türküsünü işitmektense, hikmetli olamn azarlamasını işitmesi daha iyidir." (7: 4-5.) "H ikm et, sahibine, kentte bulunan on hüküm et adam ından daha çok güç verir." (7:19.) Böyle sürer. M uham m ed'in bu konudaki "bilgiççiliği"nin bir başka kaynağını oluşturduğu kesin belli olan "Süleyman'ın Meselleri" adlı bölümde de "hikmet" çok övülür. "İsrail Kralı Davud'un oğlu Süleyman'ın meselleri: Hikmeti ve terbiyeyi bilmek için; anlayış yansıtan sözlerini kavramak için; akıllı davranışta, iyilikte, hakta ve doğrulukta terbiye almak için; bön adam a basiret, genç adam a bilgi ve düşünce verm ek için 'hikmetli adam ' da dinlesin ve bilgisini artırsın" diye başlıyor bölüm. "H ikm et bulan adam a, anlayış bulan adam a ne m utlu. "Ç ünkü güm üş kazanm aktansa onu kazanm ak iyidir. "O nun kazancı, halis altından d a iyidir. "O, yakutlardan da daha değerlidir. "Ve sevip hoşlandığın hiçbir şey ona denk olam az." (2:13-15.) "Rab, dünyayı hikm etle kurdu. G ökleri, anlayış ü stüne pek iştir­ di. V e bilgisiyle gökler yarıldı." (2:19-20.) "B ütün yüreğinle R abb'e güven ve kendi anlayışına dayanm a. B ütün yollarında O 'nu tanı. O, senin yolunu doğrultur. Kendi gözünde hikm etli olma. Rab'den kork ve kötü olandan ayrıl!" (2:5-7.) "H ikm ete: 'Sen kız kardeşim sin!' de. A nlay ışa akraba diye çağır." (7:5.) "H ikm etli adam, bilgi biriktirir." (10:14.) "H ikm etli adam öğüt dinler." (12:15.) 92 "Terbiyeyi seven, bilgiyi sever." (12:1.) "H ikm etlilerle yürüyen hikm etli olur." (13:20.) "Y üreği hikm etli kişiye basiretli denir." (16:5.) "H ikm etlilerin dudakları bilgi dağıtır." (15:7.) "H ikm etlilerin öğretişi, hayat pınarıdır." (13:14.) "Oğlum, kulağını hikmete çevirerek ve anlayışa yüreğini yönelterek sözlerimi kabul edersen ve buyruklarımı yanında saklarsan, sonra gerçekten kavramayı benimsersen, anlayışı dilersen ve güm üş arar gibi hikmeti ararsan, defineler arar gibi onun ardına düşüp aramaya koyulursan, Rab korkusunu o zaman anlayacaksın. V e Allah bilgisini bulacaksın o-zaman. Çünkü Rab, hikmet verir." (2:1-6.) Süleym an'ın M eselleri'nde "hikm et"e ilişkin yalnızca bunlar değil. D ah a nice coşturucu övgüler dizilm ekte. Y ine kuşkusuz olarak biliniyor ki, M uham m ed'in, aynı konuya ilişkin bir kaynağı da "Eyub" bölüm ü. İşte birkaç ayet: "H ikm et. N erede bulunur o? A nlayış nerede? O nun değerini insan bilm em ekte." (28:12.) "H ik m et..., A llah'tadır. Ö ğüt ve anlayış onundur." (12:13.) "Güç ve hikm et ondadır." (12:16.) "H ikm etli adam boş bilgiyle cevap verir m i?" (15:2.) "H ikm eti olm ayana nasıl öğüt verirsin?" (26:3.) "A m a hikm et, o nerede bulunur? "Ve anlayışın yeri neresi? "Y aşayanlar ülkesinde bulunm az o. "Engin diyor: 'O bende değil!' "D eniz diyor: 'B enim yanım da da yok!' "H alis altın on a karşılık olam az. O nun pahası olarak güm üş tartılm az. 93 "D eğer biçilem ez ona. N e ofir altınıyla, ne değerli akik ile, ne gök yakut ile ... ( ...) H alis altından kaplarla da değiştirilem ez. M ercan ile billurun adı bile anılm az onun yanında. V e hikm etin pahası, incilerden (çok) üstündür. H abeş ülkesinin sarı yakutu da denk olm az ona." (28:12, 14-19.) Bu denli "değerli" olan "hikm et" nedir? Eyub bölüm ünde de bu soru soruluyor, hikm et aranıyor. Y erlerde, denizlerde, göklerde arandıktan sonra bulunuyor: "Rab korkusu. İşte hikm et budur." (28:28.) V aiz bölüm ünde de "hikm et", "hikm etli"ler ve "hikm etsiz"ler üzerinde genişçe durulduktan sonra anlatılanlar şöyle bağlanır: "B ütün bu anlatılanların sonucunu işitelim : A llah'tan kork ve O 'nun buyruklarını bırakm a. Ç ünkü insana farz olanların tüm ü, bunda toplanır." (12:13.) B irçok cam ide, "Peygam ber'in hadisi" diye eski harflerle yazılıp asılm ış bulunan bir levha görülür. Y azının anlam ı şu: "H ikm etin anlamı, A llah korkusudur!" Bu söz, Tevrat'ta, Süleym an M eselleri adlı bölüm de "ayet” olarak ye r a lır ve "tekrarlanır". (1 :7 ,9 :1 0 .) "H ikm et", Süryani ve İbrani dillerinden gelm e bir sözcüktür. Clem ent H uart d a bunu belirtir.210 A nlam ı için çok şey söylenm iştir. Eski Y unan'da, kendi düşünce d ü n yalarına uygun "felsefi" anlam verilm iştir. O düşünce dünyasıyla tanışan İslam kesim inde de "felsefe"ye dayalı anlam lar verildiği gö­ rülür. İslam "usulu'l-fıkıh"çılan, "kelam "cıları, "ahlak"çıları ve "tasav v u f'çu ları (gizem cileri) "hikm et”i önem le ele alır ve eski Yunan'dakine uygun nitelikte açıklam aya çalışırlar: "H ikm et, dört ana erdem den biridir!" derler ve ne olduğunu şöyle açıklarlar: "İyi ile kötüyü kavram aya yarayan bir güç var. K avram a gücü, akıl gücü, yatışm ış nefis (huzurlu ruh) adı verilir. Bu gücün aşırı kullanılm ası 'cerbeze' denen aşırılığa yol açar. C erbeze, düşünceyi, gereksiz yerde 94 kullanm aktır. A ynı gücün eksikliği, ya da eksik kullanılm ası 'ahm aklık'tır. İşte hikm et, bu iki ucun ortasıdır. Y ani, akıl gücünü yerinde kullanarak, gerçekleri olduğu gibi kav ram ak tır.. ,"211 "Hikmet"e böyle anlam verirlerken de, "Kim e hikmet verilmişse, o kim seye çok iyilik edilm iş, çok şey verilmiş dem ektir..." anlamındaki K u r’an ayetinin de aynı anlam a geldiğini ileri sürerler.212 O ysa "Kur'andaki hikmet"in kaynağı belli. Söz konusu "felsefi" an­ lam la hiçbir ilgisi yok. İslam savunudan, tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilik savunurları gibi, "felsefe"yi, "kutsal kitap saçmalan"nı savunurlarken araç olarak kullanırlar. "Hikmet"e verdikleri anlam da o türden. Yani "felsefe"nin araç olarak kullanılmasının ürünü. "Hikmet"le, "olduğu gibi kavranıldığı" ileri sürülen "gerçekler"; "gerçeklik"le ilgisi olmayan saçma­ lardır. "Tann"dır, "Tann korkusu"dur, "Tann buyruğu"dur, "Tann yasağı"dır, "eskilerin masallan"dır, "cin"dir, "melek"tir, "ölüm ötesi yaşam"dır, "ölümsüzlük"tür, "cennet"tir, "cehennem "dir... "Bilgi" diye ileri sürülen bunlara ilişkin bilgi(!)dir. "Kavrayış"ları da, bunların "kav­ ranması", yani bunlann birer "gerçek"(!) diye kabul edilmesidir. "Kutsal kitaplardaki "hikmet"te neyin "var" olduğunu, yine bu ki­ taplar açıklıyor. Y ukarıda görüldüğü gibi, "en başta Tanrı korkusu" var. Ve buna uygun "anlayış" var. Yani "anlayış gösterip ses çıkarm am a" var, "boyun eğme" var, "karşı durmam a" var. Egem enler için!!! 7evraf'ta, V aiz bölüm ünde bakın ne deniyor: "Ben sana öğüt veriyorum. Kralın buyruğunu tut! Buna da, Allah'ın adından ötürü yönel. İvedi davranıp onun önünden gitme. Onun kötü gördüğü şeyi yapm akta direnme. Çünkü Kral ne dilerse onu yapar. Kralın sözünde hüküm vardır. O na 'ne yapıyorsun?' diye kim sorabilir? Onun buyruğunu tutan, kötü sonuca uğramaz. Hikmetli adamın yüreği, zamanı ve uygun olanı bilir." (8:2-5.) D em ek ki, "hikm et öğüdü", verm ekteki "hikm et", bundan başka değil. İnsanları, "buyruğa tam boyun eğm iş" ve "her zam an arkadan sürüklenen sürüler" durum una getirm ek, o d urum da tutm ak. "Ö ğüt" onun için çok önem lidir dinlerde. Süleym an'ın M eselleri bölüm ünde öğüdün önem i şöyle belirtilir: 95 * "Sağlam öğütler olmayınca, toplum düşer. Öğütçülerin çokluğunda kurtuluş vardır." (11:14.) "Ö ğütçüler", toplum ları "sürüleştirm e"nin gönüllü (aslında çıkara dayalı) propagandacılarıdır. "H ikm et"in var m ı? "Ö ğüt dinleyeceksin!" Ç ünkü açıkça: "H ik­ metli adam öğüt dinler" deniyor aynı bölüm de. (12:15.) B ir b aşka ayetinde de şunu okuyoruz: "Ö ğüt olm ayan yerde, tertipler boşa çıkar." (15:22.) M uham m ed de, "Din, tüm üyle öğüttür"213 dem ez m i? K ur'an'da "öğüt" verilir: "Ey inanırlar! Sakın Allah'ın ve Peygamber'in önüne geçmeyin. Al­ lah'tan korkun. Çünkü Allah, işiten ve bilendir. Ey inanırlar! Sesini­ zi, Peygamber'in sesinin üzerine çıkarmayın! Birbirinizle konuşma­ larınızdaki gibi Peygamber'le yüksek sesle konuşmayın. Kazan­ dığınız sevaplar boşa gider de, farkında olmazsınız sonra. Peygam­ ber'in yanında seslerini kısan kimseler, gönüllerini Tann'nın takva ile sınadığı kimselerdir. Onlar için günahlardan bağışlanma var. A ynca büyük ödül de v ar..." (Hucurât Suresi, ayet 1-3.) "...P e y g am b er size neyi verirse onu alın. O size neyi yasak­ lıyorsa, ondan uzaklaşın. V e A llah'tan korkun. Ç ünkü O, cezası çok şiddetli olandır." (H aşr Suresi, ayet 7.) G örüyorsunuz "öğüt"leri! V e M uham m ed, "T anrı"sını şöyle konuşturuyor: "(Ey M uham m ed!) R abbinin yoluna, 'hikm et'\e, güzel öğütle çağır. V e onlarla en güzel biçim de m ücadele et. K uşkusuz, se­ nin R abb'in, yolundan sapm ış olanı da, yolun a girm iş olanı da en iyi bilendir." (Nahl Suresi, ayet 125.) Dârimî'nin kitdbında yazılı bir hadiste M uhammed, "Bir insana, hik­ met anlatan bir sözden daha üstün bir armağan verilemez" der. (M u­ kaddime, 32.) Aynı kitaptaki bir başka hadisinde de şunu söyler: "Hik­ meti bırakma, çünkü hayrın tümü, hikmettedir." (M ukaddime, 34.) 96 B uharî'nin de yer verdiği bir hadise göre, M uham m ed, "hikm et"in ne olduğunu anlatırken şunu da söylem ekte: "Hikmet, gerçeği tutturm adır. ('El ısâbe'.) Peygam berliğin dışında tutturm a..."214 K uşkusuz, M uham m ed'in pazarladığı "gerçek" de, öteki pey g am ­ berlerin pazarladıkları türden. "Tanrı"lı, "cin"li, "m elek"li, "ahiret"li tü rd en ... Bu "hikmet"te "bilgi" var. A m a gerçekte "bilgi"yle ilgisi yok. "Akıl" var. A m a gerçekte "insan aklı" değil. "Düşünce" var. A m a gerçekte in­ sana özgü düşünce değil. H ep "gerçekdışı" olanlara ilişkin. Kimileri saptırarak "gerçeküstü" derler. Am a değil. D üpedüz "gerçekdışı". Söz konusu "hikmet"te, "sözle davranış uygunluğu" koşulu var. A m a hangi "söz", hangi "davranış"? "Bilgi"nin "gereği"nin "yapılması", yerine getirilmesi de "istenir". A m a hangi "bilgi"? İstenen şu: "Öğüt"leri dinleyeceksin. Dinlerken anlatılanları iyice öğreneceksin. Sonra uygulamaya söz vereceksin, karar vereceksin ve kesinlikle uy­ gulayacaksın. N e var ki, "oğütler"de öğrenilenler, hep "tanrısal" diye ileri sürülen ya da "Tanrı'nın bildirdikleri" diye savunulan şeylerdir. İnsana, doğaya, gerçeğe dayanmamakta. İnsanoğlunun yaşaması gereken "y a şa m la da il­ gili değil bunlar. Yani, insana, insan toplum lanna yaraşır bir yaşam amaçlanmamakta. Sürülere göre, tümüyle sürülere özgü bir yaşam düşünülüp kotarılmakta. E ğer dünyam ızda "bilim " diye, "teknik" diye bir şey varsa, din aracılarının pazarladıkları "hikm et"teki " a k ılla , ondaki "k a v ra y ış la , ondaki "b ilg i'y le elde edilm em iştir. B ilim ve teknikteki gelişm eler, söz konusu " h ik m e tin "s a ç m a la rıy la ç a tış m ış tır her zam an.215 Kur'an'a göre, "hikmet" falanca "peygamber"e, filanca peygambere, örneğin M usa'ya216 İsa’ya,217 tüm İbrahim ailesine,218 Davud'a, Süley­ man'a219 ve bu arada peygam berliği "tartışmalı" olan Lokm an'a220 "ve­ rilmiş"! Yani "Tanrı" tarafından. Peygam berlere "hikmet" verilirken de hepsinden bir "söz" alınmış! Ne tür "söz" (!) alındığını K ur'an' anlatıyor. Âli İmrân Suresi'nin 81. aye­ tinde. "İbret"le okuyalım: 97 "Anım sanmaya değer o olay ki, Tanrı peygam berlerden 'ahid' (söz) almıştı: 'Ant olsun ki, size kitap verdim, hikm et verdim. Sizi izle­ yen peygam ber gelecek sonra. Sizde bulunanı onaylayacak (tasdik edecek). O na kesinlikle inanm alısınız ve ona yardım etmelisiniz. (Edeceksiniz.) İkrar edip bana söz veriyor musunuz bunun üzerine?' diye konuşmuştu. Peygam berler de, "Evet ikrar ettik! (Söz ve­ riyoruz!)’ demişlerdi. Bunun üzerine Tanrı, 'tanık olun!' Ben de si­ zinle birlikte tanık olanlardanım !' demişti." Ş aştınız değil m i? Tanrı, "peygamberler"e kitap ve "hikmet" verirken, önce, verdiğinin "hikmet" olduğuna "ant içiyor". Sonra "fırsat"ı yakaladığı için "Peygamber"lerden "söz vermelerini" istiyor. "Sizden sonra bir peygamber daha ge­ lecek. O na kesinlikle inanacağınıza, yardım edeceğinize söz verin!" diyor. "Tamam mı?" diyor. Peygamber [...] da "tamam, söz!" diyorlar, kesin ke­ sin "söz veriyorlar". Söz, "tanık", tutanak... hepsi "tamam"! "Ulu T anrı", kim için sağlam ış bunu? "Sevgili kulu" M uham m ed için! Yani: "Hikmet" verilen "peygamberler", M uhammed'in peygamberli­ ğine inanacaklarına, ona yardım edeceklerine "söz vermişler". Alınan "ik­ rar" buna ilişkin. İyi ama kesin kesin "ikrar"da bulunup söz veren o "peygamberler" ne­ rede, M uhammed nerede? Onlar şu "gelimli gidimli" ve de "son ucu ölümlü dünya"da, çoktan "gelip gitmiş"ler. Nice zaman sonra da M u­ hammed "Peygamberim!" diyerek ortaya çıkmış. Bu durumda, o sözü edi­ len "peygamberler" [,..]'nun verdikleri açıklanan "söz"leri neye yaramış olabilir? Muhammed'imize inanabilecekleri, "yardım" edebilecekleri nasıl düşünülebilir? "Yardım edeceklerine" ilişkin kendilerinden "söz" alan "Ulu Tanrı", onlardan, yerine hiçbir zaman getiremeyecekleri bir sözü al­ mış olmuyor mu? Üstelik "yalan" sayılmaz mı bu? Ve de "hikmet" bunun neresinde?! Bence peygam berlerin, yine de "yardım"ları olm uştur M u ­ hammed'imize. Şöyle: O nlanndır diye ileri sürülen "kutsal metiri'ler, M uham m ed’e "kaynak­ lık" etmiştir. "Peygamberimiz" oralardan alıp alıp aktarmıştır. "Tanrı'dan geldi!" diyerek... Şöyle ya da böyle biçimler vererek, ya da verdirterek... * İk i s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 98 K ur'an'a göre, M uham m ed'in "peygam berliği" ve ona "hikmet" ve­ rilişi, aslında (yaşam ışsa) Y ahudilerin "ata"sı olan "İbrahim "in; oğ­ luyla, İsm ail'le birlikte "T anrı"ya yönelttiği "dua"nın sonucu. B akara S uresi'nin 129. ayetinde, İbrahim 'le oğlu İsm ail'in şöyle yakardıkları açıklanır: "R abbim iz! İçlerinden, onlara senin ayetlerini okuyan, onlara kitabı, 'hikm et'"i öğreten ve (böylece) onları arıtan 'peygamber' gönder!" O nlar dua etm eselerdi ne olurdu acaba? A rtık sorulm az! "H ikm et"tir! İyi ama, yine de bir soru sormak gerekiyor: İbrahim'le İsmail (eğer böyle birileri yaşamışsa;, "Onların içlerinden peygamber gönder!" der­ lerken, "onlar" sözüyle "Arap"lan, özellikle de Muhammed dönemindekileri, "peygamber" sözüyleyse "M uhammed"i nasıl amaçlamış olabi­ lirlerdi? Yahudileri amaçlıyor olamazlar mıydı? "Soyum uzdan..." dem e­ leri de (eğer demişlerse) bunu göstermiyor m u? "Dua" edenlerle (eğer böyle bir şey varsa) M uham m ed arasında, "kutsal kitap" ve yorumlarına göre yüzyıllarca zaman var. Kimi yorumculara göre hemen hemen 2500 yıl. Çünkü bu yorumculara göre, İbrahim'in oğlu İsmail, İÖ 1910'da (yak­ laşık) d oğm uş.221 M uhammed'se İS 571'de. Kimi yorumculara göreyse, süre çok daha fazla. Çünkü bu yorumculara göre İsmail, İÖ 2183'te doğmuş. "Dünyayla birlikte yaratılan Adem'in yaratılışından o zamana değin, "tam" 3401 yıl geçm iş bulunuyormuş!222 Yani, arada daha 2500 yıl ya da daha çok zaman varken, İbrahim'le oğlu İsmail, oturmuşlar, Mekke ve çevresindeki "Araplar"ı düşünmüşler, onlara bir "peygamber" gön­ dermesi ve o peygambere, onlara öğretilmek üzere "kitap ve hikmet" ver­ mesi için "Tann"ya "dua" etmişler ciddi ciddi! Tanrı da bu duayı çok "ciddi" bulmuş ve "kabul etmiş". D üşünebiliyor m usunuz bunu? B ir soru daha: D iyelim ki, Tanrı, söz konusu A raplara sözü edil­ diği biçim de bir peygam ber gönderileceğine ilişkin yöneltilen bir "dua"yı "kabul" buyurm uş. A rap olm ayanlara düşen neydi peki? A raplara "öğretilm ek üzere" gönderildiği bildirilen "hikm et"in içine, başka toplum lardan o lanlar niye çekilm iş? Ö rneğin, bizim T ürklerin ne suçları vardı?! 99 K u r'a n 'da sözü edilen "dua"nın kaynağı: Tevrat. T ekvin b ölü­ m ünde anlatıldığına göre, İbrahim T anrı’dan, İsm ail'i yaşatıp uzun öm ürlü kılm ası için dilekte bulunur. (17:18.) T anrı d a şu karşılığı verir: "Seni işittim , işte onu m übarek kıldım . V e onu, m eyveli k ıla­ cağım . O nu, çok çoğaltacağım . 12 beyin babası olacak. O nu büyük m illet edeceğim !" (17:20.) M uham m ed'im iz de alıp kendine "yontm uş" bunu. Y a da Y ahudilerin bir başka "efsane"sini. K u r'a n 'ın "Tam T'sı, M uham m ed eliyle kendilerine "kitap" ve "hik­ met" öğretildiği için A rapların başına kakm akta. B ak ara Suresi'nin 151. ayetinde şöyle açıklanm akta: "N asıl ki, biz size, içinizden bir Peygam ber gönderdik. O size ayetlerim izi okuyor, sizi arıtıyor. Size kitabı ve hikm eti öğ­ retiyor. Size, bilm ediklerinizi belletiyor." Bu, herkesin anlayacağı bir açıklıkta "başa kakm a" değil m i? Ö yle ama. Kur'an'm T ann'sı, Arapların yine de anlamayabileceklerini düşünm üş olm alı ki, bir başka suredeki ayette, "başa kaktığını" daha da açıkça belirtiyor: Âli İmrân Suresi'nin 164. ayetinde şöyle diyor: "A nt olsun ki, A llah, inanırların başına kakm akta. ('L akad menne’llahu ale’l-m ü’m inine'.) İçlerinden ve kendilerinden bir p ey­ gam ber gönderdiği için. O peygam ber, O 'nun ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, o n lara kitabı ve hikm eti öğretiyor. O ysa daha önce, onlar, açık bir şaşkınlık içindeydiler." T üm bu seslenişler, A rap toplum una, hem de M uham m ed d öne­ m indeki M ekke ve çevresinin A raplarına olduğu halde, İslam savu­ nurları, "tüm insanlığa" yöneltilm iş gibi gösteregelm işlerdir. "B aşa kakm a" ('m enn') olunca, bir "iyilik", bir "nim et" k arşılığ ın ­ da olabilir değil mi? M uham m ed ve "T a n n ’dan aldığını" söylediği "hikm et" de, "iyi­ lik", "nim et" sayılm ış. O ysa Muhammed'in, eskilerinkinden derlenme "hikmet"ini, Arap top­ lumu içinde bilen başkaları da vardı. İleride bunlar üzerinde durulacak. 100 [ ...] "H ikm et" H ırsızlığı, E skilerin M asalları ve L okm an N isâ Suresi'nin 113. ayetinde, "TanrTsı M uham m ed'e şöyle seslenir: "A llah sana kitabı ve hikm eti indirdi. V e sana, senin daha önce bilm ediğini öğretti." A slında, "öğretm enler"inin kim ler olabileceği üzerinde ileride du­ rulacak. Şim di, sözü edilen "hikm et"in nelerden "derlem e" olduğuna bakalım : Kur'an'da dokuz surede, inanmayanların "Bunlar, 'eskilerin masallan'ndan başka değildir" dedikleri anlatılır.223 Yani Kur'an "ayet"leriyle anlatılanlar için böyle söyledikleri açıklanır. K ur'an'a "A llah sözü" d iye inanm ayanların böyle dem eleri çok önem lidir. Kuru bir "suçlam a" değildir bu. G erçektir. G erçekten de K ur'an'da anlatılanlar, ço k büyük bir çoğunlukl'a, "eskilerin m asalları"ndan oluşm aktadır. D ah a önce de biraz değinilm işti buna. "Masallar" diye çevirilen sözcük, ayetlerde "esâtîr"dir. Çoğuldur. Te­ kili: Usture. Farsçasıyla "efsane" de denir. Türkçe Sözlük’te "esâtîr" için şöyle denir: "Tarih öncesi tanrılarının efsaneli serüvenlerini anlatan ve bir topluluğun duygularını, eğilim ve özlemlerini göstermesi bakımından değerli olan hikâyeler." Y ine Türkçe Sözlük'te "efsane" sözcüğü de şöyle açıklanır: "Halkın im gesinde doğarak, ağızdan ağıza dolaşan ve konusu çok defa olağanüstü nitelikte olan hikâye."224 "Mitoloji" için Araplar "İlmu’l-Esâtîr" (ustureler ilmi=efsanebilim) derler.225 Gerek "esâtîr", gerek "efsane" için Türkçe Sözlük'te verilen anlamlar, konum uz yönünden ye­ terli değildir. Bununla birlikte, konunun uzmanı olan Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek'in "efsane"ye verdiği anlam 1 "esâtîr" sözcüğünün anlamına biraz daha yakın bulabiliriz. Örnek, şöyle diyor: "Efsane: Tanrıların, insanların, kahram anların ve evrenin yaratı­ lışının yanı sıra ilk günahı, ilk ölümü, tufanı, tanrıların insanları nasıl cezalandırdıklarını, ikinci planda ise, avcılığın ve hayvan­ cılığın başlangıcını, bitkilerden nasıl yararlanıldığını, ateşin ilk kez elde edilişini, cinsel hayatın başlangıcını, ilk ailenin, törenlerin 101 I ve toplumsal kurum lann ortaya çıkışını konu edinen; bunları des­ tansı ve şiirli bir dille anlatan, çoğu zaman kutsal sayılan öyküler."226 N e var ki, Kur'an 'daki "esâtîr" sözcüğü, "efsane"ye verilen bu an­ lam dan kim i yerde biraz daha geniş, kim i yerdeyse biraz daha dar; k ısacası, d ah a özel bir anlam taşım akta. T C D iy an e t İşleri B a şk a n lığ ın ın y ayım ladığı K ur'an-ı Kerim ve Türkçe A nlam ı adlı K ur'an çevirisinde, bu sözcüğün, "m asallar" diye çevirildiği görülüı.227 Ben de öyle çevirdim . A ncak, "m asallar", "esâtîr"e tam anlam olabilir m i? "M asal", Prof. Dr. Orhan A cıpayam lı’nın Türk Dil K urum u Y ayınlan arasında bulunan Halkbilim Terimleri Sözlüğünde şöyle anlatılıyor: "(Alm. Erzahlung M archen), (Fr. conte), (İng. tale): İnsanoğlunun evren, dünya, yaşam, doğa, toplum ve kendisiyle ilgili tarihsel olu­ şum, düşün, istek ve izlenimlerinin az ya da çok değişikliğe uğ­ rayarak ağızdan ağıza geçm e yoluyla çağım ıza ulaşan geleneksel anlatı örnekleri. Bkz. Öykülü masal, küm e masal, sevi masalı, yiğitlik masalı, kurtanm m asalı."228 N edir ki; "masal" sözcüğü, Türkçede bu anlam da kullanıyor olsa da, geldiği dillerde bu anlam da değildir. Kur'an ayetlerinde de geçer; bu­ ralardaki anlamı da bu değil. Asıl geldiği yer; Habeş, Arami ve İbrani dil­ leri. C. Brockelm ann’ın da belirttiği gibi,229 Kur'an'a "mesel" diye geçen sözcük; Habeşçede "mesl", "messale", Aramicede "maşla" ve İbranicede "masal"dır. H epsinde de "benzeterek karşılaştırm a" anlam ını içerir. Am a genel olarak "atasözü" (darb-ı mesel) anlamına gelir. Kur'an'daysa örneğin Rûm Suresi'nin 51. ayetinde, "Ant olsun ki, biz insanlara bu Kur'an'âa. her türlü 'mesel' sunduk..." denirken; "atasözü", "özdeyiş" biçim inde sunulanlardan başka şeyleri, başka anlam ları d a içine alır. G erçekten "her tür" şey var "Kur'an'm meselleri" içinde. A buk sabuk "benzetmeler, karşılaştırm alar" var. Sözüm ona "atasözleri, özdeyişler" var. H içbir "tarihi değeri" olm ayan, öyleyken "geçm işte yaşanmış olay" diye sunulan "kıssalar" (öyküler) var. Bunlardan hangileri olursa olsun; Kur'an'a inanmayanların "saçma" diye nitelendirdikleri bildiriliyor. Yukarıdaki ayette, "Ant olsun ki, biz insanlara bu Kur'an'âa her türlü 102 'mesel' sunduk" dendikten sonra" (ey M uhammed!) A nt olsun ki, sen on­ lara bir 'ayet' getirdiğinde, ant olsun ki inanmayanlar: 'Siz yalnızca 'batıl' (saçma, hurafe, boş inanç) türünden şeyler sergilemektesiniz!' derler" de­ niyor ki, çok ilginçtir. B ence K u r'a n 'a inanm ayanlar; "bunlar, eskilerin esâtîridir b a ş k a değil!" derlerken de, "K ur'an 'ın m eselleri"nin tüm ünü, yani birer "hik­ met" diye sergilediği "benzetm e"leri, "özdeyiş"leri, "inanç"ları, "öykü"leri bir arada düşünerek nitelem işlerdir. "E skilerden süregelen bu d erlem elerin gerçekle ilgisi yok" dem ek istem işlerdir. "Eskiçağ boş inançlan"ndan yapılan "derleme"ler arasında "kıssa"larla "özdeyiş" biçiminde ("darb-ı mesel" diye) sunulanlar başta gelir. Kur'an'm "hikmet" dediği ve birer "derin bilgi kaynağı" diye gösterdiği de, daha çok bunlar. Bunlar, kimi zaman ayrı ayrı, kimi zamansa bir arada "sa­ lata" gibi sergilenir: Eskilerden süregelen bir "kıssa" (masal) anlatılır. Anlatılanlar arasında da, tıpkı eski masallarda görüldüğü gibi birçok şey sokuşturulur. Bu arada "darb-ı mesel"ler de serpiştirilir. İşte o zaman, olur bir "boş inançlar salatası". Kur'an'm deyişiyle de "akıl sahiplerinin ibret alacakları hikmetler" ve özet anlatımla: "Bilgi hâzineleri"! K ur'an'daki "kıssa"lan, "vaizler" de ballandıra ballandıra anlatırlar "cemaat"lerine. Ü nlü benzetmeyle, "herkes koyunun kavala kulağını ve­ rip dinlemesi gibi dinler". "Mest" olanlar olur. "Allah!" diye bağıranlar olur. Anlatılanlar, olmuş, yaşanm ış birer olay, birer gerçek biçim inde su­ nulur ve öyle algılanır. "A derri'in "yaratılması"na karar veren "Tann"yla, bu karan pek beğenm eyen "melekler" arasındaki "tartışma"lar. Bu "ilk insan"ın, önce heykelinin yapılması, ne tür "çamur"dan yapılması, sonra bu heykele "can" (ruh) "üfürülmesi". "Cennet"e konulması. Burada bulunanlar. M ey­ vesinin yenmesi "A dem 'e "yasak"lanan "ağaç". "Havva"nm yaratılışı. Aynı yasağın onu da içine alışı. "İblis." İblis'in aldatarak "H avva"ya yasak meyveden yedirmesi. Sonra Adem'in de katılması. Bunun üzerine A dem ve eşinin "cennetten kovulmaları". "İlk günah"ın "cezası" olarak! D ünyada bu iki insandan "türeyiş". D oğanlar arasında "Adem'in iki oğlu" (Habil ve K,abil). Bunlardan birinin öbürünü nasıl öldürdüğü ve "Allah tarafından gönderilen bir karga"nın kılavuzluğuyla "nasıl gömdüğü". Yani "ilk cinayet" ve "ilk gömme" olayı! Yeryüzünde çoğalma. O rtaya 103 çıkan "peygamber"ler. İletilen buyruklara "karşı gelme"ler. insanların uyarılmaları. A m a "uyan"ları um ursam am aları. "Tann"nın, "damızlık" olarak alınacak kimi "erkek ve dişi"lerin dışında, tüm canlıları "yok etme"ye karar vermesi. "Dünyayı kaplayan sular." Yani "Nuh Tufanı". Tann'nın N uh'a yaptırdığı "gemi". İnsan ve hayvan çiftlerinin bu gemiye alınışları. Bunların "Nuh'un gem isiyle kurtarılışları". Sonra yeniden türeyiş. Falanca toplum, filanca toplum , falanca peygamber, filanca pey­ gamber. "U yarf'lar, "karşı gelme"ler. "Tanrı'nın gazaba gelmeleri." Ve yok etm eye karar verişleri. Falanca toplum un şu tür, filanca toplumun bu tür "felaket"e uğratılarak yerle bir edilişi. Yine üreyip çoğalmalar. Yine falanca "olay", filanca "felaket"!!! Tabii bunların hepsinden önce, dünyanın da içinde bulunduğu ev ­ renin nasıl yaratıldığı (!) anlatılır. "P e y g a m b e rle r ve "kavim "lerinin "kıssa"ları yan ın d a nice nice "hikm et" dolu kıssalar anlatılır K ur'an'ım ızda. B iz "insanların iyiliği" için! "A kıllarım ızı kullanıp da ibret dersleri alalım " diye! "Kur'an'm kıssaları'nda "ad"lar ya hiç bulunmaz, y a da çok az bu­ lunur. Bu da M uhammed'in "açık vermeme çab asfn d an doğuyor. Yani, "k u rn azlığ ın d an ... Aynı nedenle "ayrıntı"laıa da Tevrat ve İnciller öl­ çüsünde yer verilmez. Am a yine de vardır "saçma sapan aynntı"lar. Y usuf Suresi'nin 3. ayetinde, "Ey M uham m ed! Biz bu K ur'an'ı sa ­ na vahyederek, kıssaların en güzellerini anlatıyoruz. D aha önce sen bunları biliyor değildin/" deniyor ve ardından çok uzun bir "kıssa" anlatılıyor: "Y usuf kıssası." T evrat in T ekvin bölüm ündeki çoğu ay­ rıntılarıyla birlikte.230 D ahası, yer yer "eklem eler" y ap ılarak ... Bu "kıssa" (m asal) anlatıldıktan sonra, surenin 102. ve 103. ayet­ lerinde şöyle denir: "(Ey Muhammed!) Bu anlatılanlar, sana ’g ayb'den (’gaip'ten='bilinmeyen'den=görülmedik-bilinmedik kesimden) 'haberlerdendir. On­ lar, (Y usufun kardeşleri) hile için (Y usufu tuzağa düşürm ek üzere) toplanıp işbirliği ettikleri zaman, sen onların yanlannda değildin (ki hileydin). Bununla birlikte, sen ne denli istesen de, bunun böyle ol­ duğuna (yani bu anlatılanları, Tann'nın sana bildirdiğine) insanların çoğu inanmazlar." 104 A m a yazık ki, zam anla "çoğu insan inanmış buna. İnandırılmışlar. Aynı surenin 109, 110 ve 111. ayetlerinde de şöyle dendiğini görürüz: "(Ey M uhammed!) Senden önce, kasaba halklarının içinden; ken­ dilerine vahyettiklerimizden başka şey bulunmayan kişiler (pey­ gamberler) gönderdik. (Şu sana inanmayanlar) yeryüzünde dolaşmı­ yor mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu görsünler?! Allah'tan korkanlar için 'Ahiret yurdu' kuşkusuz çok hayırlıdır. '/U /flarını kullanmıyorlar m ı? Derken; peygamberler umutsuzluğa kapılıp yalanlandıklarını düşündükleri sırada, bizim yardım ımız ulaştı. Dilediğimizi kurtarırız biz. Suçlu (günahkâr) top­ lum a yönelen baskınımız, (kimse tarafından) önlenemez. "Ant olsun ki, peygam berlerin 'kıssa’la n n d a 'aklı olanlar' için ib ­ retler vardır. Kur'an, (A llah’tandır denerek) uydurulan sözler öyküler bütünü değildir. Fakat, kendinden önceki kitapları o n ay ­ layan, inananlara açıklam aları, yol gösterm eyi, rahm eti içeren anlatım lardır." "Kıssa"lar anlatıldıktan sonra, hemen her zaman, M uham m ed'in "Tann"sı aynı açıklam ayı yapar: "Anlatılanlar"ın, M uham m ed'e "kendi katindan" ("gayb"den) bildirdiğini açıklar. Bu açıklam a gereğinin du­ yulması düşündürücüdür. M uham m ed'in ikide bir buna başvurması, "aklınıza bir şey gelm esin haa! Hepsini A llah bildiriyor. Yoksa ben ne­ reden bilebilirdim?!" anlam ına gelir. "Akıl"larını "inanç"larına yedirm iş olan "sürü"lerde "y u ta rla r bunu. N e var ki, M uhammed'in ilk dönem lerindekiler yutmazlardı. Özellikle "Mekke inanmazları", gerçeği bilirlerdi. Bilirlerdi ki, gerçek, ileri sürülen gibi değil. Yani "Tann"dan, "gayb"den falan anlatılmıyor M uhammed'e. Çünkü anlatılan masalların kaynakları belliydi. D ahası: "A yet"lerin yorum larını yapan "M üslüm an" yorum cular da ("eski m üfessirler"), kaynakları az çok biliyorlardı. İnanır görünüp İslam savunurluğu yapsalar da. B ildikleri için, "ayet"lerde anlatılan "öykü"lerin "eksik'lerini tam am lam ak üzere daha çok, Y ahudi ve H ıristiyan çevrelerindeki kaynaklara başvuruyorlardı. Ç ok örneği var bunun. K olayca sayılam ayacak kadar.231 105 Kur'an'da bir çeşit "bilgi hâzinesi" gibi sunulan "hikmet"lerden "sözüm ona ö zdey işlerin ne olduklarına ve nasıl derlendiklerine gelince: B unlar da A raplarca bilinm edik duyulm adık şeyler değildi. Kimileri, Arap atasözleridir. Derleyenleri vardı bunların da. Yani ağızdan ağıza, kulaktan kulağa dolaşarak sürüp gelen atasözleri, kimileri eliyle derlenip yazıya bile dökülmüştür. Onun için bilebilmekteyiz. Bugün elimizde birçok "Arap atasözü"nden derlemeler yapılmış kitaplar var. Örneğin şunlar anılmaya değer: Hicri 170/ Miladi 786'da ölen El Mufaddalu'd-Dabbînin Emsâlu'l-Arab (Arap Atasözleri) adlı kitabı.232 Hicri 395/ Miladi 1005'te ölen Ebu'l-Hilal El Haşan İbn Abdillah El Askerî E'nN ahvînin Cemheretu'l-Emsâl (Topluca Atasözleri) adlı kitabı.233 Hicri 518/ Miladi 124'te ölen Ebu'1-Fadl Ahmed Ibn M uhammed El Meydanfnin Mecmau'l-Emsâl (Atasözlerinin Toplandığı Kaynak) adlı kitabı.234 A raplardan, ya da A rapların dışından derlem e "atasözleri"nin kim i, K ur'an'da "kalıp" olarak y er alm asa da "anlayış" olarak yer alır. İçlerinde K ur'an'm "dünya g ö rü şu 'n ü etkileyen, dahası; belirleyen bile var. Ö rneğin, "H er şeyin en iyisi ortasıdır" anlam ındaki atasözü. Kur'an d a, son derece "ağırlıklı"dır. B irçok konusunda işlenir. Birçok öğüt ve yargı, bunun üstüne oturtulm uştur. A ynı atasözüne dayalı "hikm et"leri, Tevrat'ın çeşitli bölüm lerinde de bulabiliyoruz. "Süley­ m an'ın M eselleri" adlı bölüm ünde, 4. babın 27. ayetinde şöyle d en­ diğini görm ekteyiz: "Ne sağa sap, ne so la !" A tasözlerinde olduğu gibi, dinlerin "kutsal m etirî'lerinde de "orta"dan, "orta yol"dan, "denge"den yana olunm ası doğaldır. K urulu "d üzerî'ler bunun üstüne kuruludur. "D irî'lerse kurulu düzenlerin ko­ runm asında "görevli"dirler. "Sahip"lerinin yararına. Kimi Kur'an inceleyici "M üslüm an'lar, Kur'an d a birçok A rap atasözü, dahası; A cem atasözü bulduklarını açıkça belirtirler. Ö rneğin C elaleddin Süyûtî (ö. Hicri 911/ M iladi 1505), El İtkim adlı kitabında, çok ilginç bir k arşılıklı konuşm aya yer verir: M üslüm an büyüklerinden biri, öbürüne sorar: 106 "Kur'an'dan, Arap ve Acem atasözlerini çıkarıyorsun. Allah’ın ki­ tabında, 'işlerin hayırlısı ortalandır. (Her şeyin en iyi yanı, ortası­ dır, en iyisi orta yol) anlamındaki atasözünü de bulabilir misisin?" Ö bürü karşılık verir: "Evet! H em de dört yerde." B öyle der ve bir bir anlatır. Öbürü, daha başka "atasözleri"nin de Kur'an d a yerlerini sorar. Be­ riki, onları da gösterir. "Falanca ayet, filanca ayet., diyerek... Yani bir sürü "atasözü"nün, Kur'an'da yer aldığını, yerlerini göstererek anlatır.235 "H ikm et"lerin nasıl "derlem e h ik m e f'le r olduğu, bununla d a o r­ taya çıkm ıyor m u? Kur'an'da, alıntıların kaynakları pek gösterilm ez. A m a kim inin gösterildiğini görürüz yine de. "Lokm an'ın hikm etleri" bunlardan. "L okm an ve Ö ğütleri" Lokm an Suresi'nin 12. ayetinde, Lokm an’a "hikmet" verildiği bil­ dirilir. 13. ayette: "Anılmalı ki; Lokman öğüt verirken şöyle demişti: 'Ey oğulcuğum! Tanrı'ya (Tanrılıkta) ortak tanıma. Çünkü O 'na ortak ta­ nımak, büyük haksızlıktır’" denir. "Anaya babaya saygı gösterilmesi"ne ilişkin "Tanrı vasiyeti" olduğu bildirilen 14. ayetten sonra, bununla hiç de bağdaşm ayacak biçim de anlatım yer alır. 15. ayete şöyle başlanır: "Eğer anan baban, bana (Tanrılıkta), bilemeyeceğin türden ortak tanımaya seni yöneltirlerse, onlara 'itaat etm e'..." 16'dan 19’a kadarki ayetlerde, Lokm an'ın oğluna öğütleri ve özdeyişleri şöyle sıralanır: "Ey oğulcuğum! İşlediğin şey (günah-sevap), bir hardal tanesi ağırlığında da olsa, bir kayanın içinde, ya da göklerde, ya da yerde de bulunsa, Allah onu getirip karşına çıkarır. Kuşkusuz Allah, in­ cedir, her şeyden haberlidir." Ö zeti: "Eden bulur." Y a da: "Ne ekersen, onu biçersin." "Ey oğulcuğum ! N am az kıl. U ygun olanı buyur. U ygun olm a­ yanı önle. B aşına gelene katlan. Y önelm eye değer bir tutum dur 107 bu. İnsanlara, yüzünü yan çevirm e böbürlenip de. Y eryüzünde de çalım lı çalım lı yürüm e. Ç ünkü Allah, hiçb ir böbürgen ve övüngeni sevm ez. Y ürüm ende dengeli ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, kuşkusuz, eşeklerin sesidir." Bu öğütlerde de birtakım "atasözleri” bulmak mümkün. "Uygun olan" ve "uygun olmayan" üstüne, "başa gelene katlanmak" üstüne, "güleryüzlü", "hoşgörülü" olmak üstüne, "alçakgönüllülük", "böbürgenlik" üs­ tüne, "dengeli olmak" üstüne, "alçak sesle edepli konuşmak" üstüne. Tüm bu konularda, çok eski "atasözleri"ni derleyip sunan kaynaklarda da bolca "özdeyiş" bulabiliriz. Y ani M uham m ed'in "T anrı"sının "Lokm an'dan hikm etler" olarak "aktardığı" bu öğütler, "bilinm eyen hikm etler" değiller. H epsini, h e­ m en herkes çok rahat bilebilm ekte. K aldı ki, önem li bir nokta var: Bilindiği gibi, evrende her şey sürekli değişir. Kimi er, kimi geç, ama mutlaka değişir. Kuşkusuz, yaşam koşullan da, gelenekler, görenekler d e... Bu arada, "değerler, "yargılar, "ölçüler" de değişir elbet. Bunlar ve her şey değişsin de; "atasözleri"yle önerilen ilkeler, "a n lay ışlar değiş­ mesin; olabilir mi? Her şey değişirken bunlar, "hiçbir çağ"da, hiçbir "ortarri'da değişmeden "olduğu gibi" kalsın; böyle bir şey düşünülebilir mi? Bunu ancak, "kutsal k itap lan n , "bilgiç" geçinen "peygam berleri türünden kimseler düşünürler. Onun için de "tüm çağlan içine alsın" diye "hik­ m e tle r, kurallar koyarlar "insanlığa" sunduklan kitaplanna. Buradaki hikmetlere bakalım şimdi: Bunların içinde, bugün "doğru" saymamamız gerekenler, hemen gözümüze çarpmakta. Ayette "uygun olan" diye dilimize çevirilen sözcük, "ma'ruf" sözcüğüdür. "Bilinen", "ya­ dırganmayan", "örf'e (geleneğe) uygun olan demektir. "Uygun olmayan" da, "münker" sözcüğünün karşılığıdır. "Yadırganan", "ö rf'e (geleneğe) aykırı anlamında. Ö yleyse, "ayet"te, "Lokm an'dan" aktarılan "hikm et"te; "ö rf'e , yani geleneğe "uygun" davranış isteniyor. B unun "ters"i istenm iyor. B u ra­ daki "gelenek"se, belirli bir d ünya görüşüne, belirli bir ortam a göre biçim lenm iş gelenektir. B elirli bir "anlayış"ı vardır. D ahası, "m a'ruf" ve "m ünker" sözcüklerinin, "yetkili"lerince yapılan yorum larına ba­ 108 kıldığı zam an, "akla ve şeriata (ikisine birden) uygunluğun" ölçü alındığı görülür. K uşkusuz buradaki "akıl" da "dine dayalı akıl"dır. D em ek oluyor ki, uyulm ası istenen "gelenek" ("örf") de, "din"e, yani dinin katı kurallarına ve yine bu kurallara dayalı akla bağlanm ış ge­ lenektir. İnsanlar, hem de "tümü"; buna "uygun" yaşasın isteniyor. D ahası: Senin uym an da yeterli sayılm ıyor: "Uygun olanı buyur, uygun olm ayanı önle!” deniyor. N edir bu? İlkellik değil m idir? Y ani çağım ızda, "ilkel sayılm ası g ereken anlayış"lar arasında değil m idir bunun yeri? Sonra, insana; "başına gelen sıkıntıya katlanma"yı öneren "hikmet" (!) de artık "sınırsız” değildir. Başına gelene "katlanma' lı insan. Am a nasıl? Bunun bir "insancası" var, bir de "eşekçesi" var. Diyelim ki, bir "toplum" sıkıntıya "katlanıyor". Bunun da "bilinçli" bir topluma yaraşırcası var; bir de "sürü"lere özgü olanı var. Sen kalkıp da, "Başına gelene sabret, katlan!" dediğinde; buna bir "kayıt" koyup, bir "sınır" çizmedin mi, "eşekleşme"yi ve "sürüleşme”yi öneriyorsun demektir. Hele; "sürü ahlakı"nı içeren bir "din” aracısı ya da savunuru isen!!! "Lokman"dan aktarılan öteki "hikm et'ier de, ”ortam"ına, ”anlayış"a göre değişik değerler, değişik anlamlar kazanabilir. "Güleryüzlülük." Her zaman olmayabilir. Gerekmeyebilir de. "Hoşgörü." Güzel. A m a yerine göre güzel. Yerine göre de "alçaklık"tır. "Seyirci" kalmaman gereken bir konuda gel de, "hoşgörü" göster. Örneğin insanlıkdışı bir tutum kar­ şısında. "Alçakgönüllülük" de iyi. Ama, bunun da gereksiz olduğu yer bu­ lunabilir. Bir gerçeği anlatmanız, "alçakgönüllülük" anlayışına ters dü­ şebilir. "Böbürlenmek" ya da "böbürlenmemek", değerlendirmelere göre değişir. "Dengeli olmak" da öyle. Kurulu düzenler genellikle, "dengeli olma"yı isterler. Ama öyle zamanlar olabilir ki, "dengeli olmak", insanı alçaltabilir. "Dengesizlik pahasına", insanlığınıza yaraşır bir ödevi yerine getirmek zorunda kalabilirsiniz. "Alçak sesle edepli konuşmak." Bu da iyi, am a her zaman değil. Bililerinin yüzüne, sesinizin tüm yüksekliğiyle bir şeyler "haykırmanız" gerekebilir. Yüzüne haykıracağınız kimse, çok "edepli büyük bir canavar" da olabilir pekâlâ. G elelim ; "Seslerin en çirkini, kuşkusuz, eşeklerin sesidir!" an la­ m ındaki "hikmet"e! 109 K ur'an'm "T anrı"sı, bu "özdeyiş"i (!) de çok "beğenm iş" olm alı ki, bunu da "L okm an"dan aktarm ış. K onuşm a sırasında "abartılmış" sözler söylenebilir. "Çirkin" bulunan bir "ses karşısında da: "Bu, dünyanın en çirkin sesi" diye bir tepki gös­ terilebilir. V e bu tür sözler hoş görülebilir. Çünkü konuşanın kendisi de, dinleyen de bilir ki, bu söz abartmadır, gerçek değildir. Am a bir "kutsal" kitapta, "Tanrı'nın onaylaması"na da yaslandırılarak böyle bir söz söylenirse nasıl hoş görülebilir? Belli ki, gerçek değildir. Düşünün; "eşeklerin sesi" için: "Dünyanın en çirkin sesi" de denmiyor. Böyle dense, söylendiği zamanın ’Jünyası"nın sesleri içinde en çirkini olduğu düşünülebilir. Çok daha abartılmış olarak; "Seslerin en çirkini" de­ niyor. Hem de, "kuşkusuz" diye pekiştiriliyor. Yani bunun böyle olduğu, "kuşkusuz”muş, kesinmiş! "İki kere iki dört eder" gibi. Böyle bir sav için "doğrudur!" denebilir m i? "[...]" olduğuna kuşku var mı bunun? Sonra araştırılıp bulunuyor ki, İÖ 681'de öldürülen A sur K ralı Sanherib'in "m asal ve atasözü" derleyiciliği de yapan V eziri "Ahikâr" d a "eşeğin sesi"ni çok "çirkin" bulm uş. O da o ğ lu n a şöyle dem iş: "Başını eğ, alçak sesle konuş ve aşağıya bak. Ç ünkü b ir ev yapm ak için yüksek sesle konuşm ak gerekseyeli, eşek h er gün iki ev ya p a r­ dı."236 Görüyorsunuz, adam, eşek anırmasını çirkin bulurken; Kur'cm'daki kadar abartmıyor. O nunkinde o denli abartılm ış olm asa da, içinizden şöyle geçm iş­ tir sanıyorum : "Şu L okm an diye ileri sürülen, o V ezir A hikâr olm asın?!" "Olabilir!" diyen araştırm acı ve incelem eciler var. B unlardan biri, Ahikâr'ın olduğu bilinen başka sözleri de ele alıp "L okm an H ekim "in olduğu ileri sürülegelenlerle karşılaştırm ış ve aradaki benzerliklere dayanarak bu sonuca varm ış bulunuyor.237 Kur'an'm Hikmetli Adamı Lokm an-Asurlu AhikârEski Yunan'dan M asalcı A isoposY ahudilerin (T evrat’taki) "B al'am "ı Kaynakların belirttiğine göre, Ahikâr'ın "m asal"lannı, "öğüt"lerini ve "özdeyiş"lerini içine alan bir kitap bulunmakta. Bu kitap içinde, Tev­ 110 ra t'tan da bölümler yer almakta. Süryani bilim ve edebiyat tarihine ilişkin önem li bir kitabı (Arapça) elimizde bulunan, Antakya ve öteki Doğu Süryanileri Patriği Ignatius I. Aphram Barsam, söz konusu Ahikâr'ın kitabını, bir Süryani-Arami kitabı olarak sunmakta. Şöyle demekte: "Bilesin ki, Süryani-Aramilerin ilk dönemlerinde an bir dille kar­ şılaşılan düzyazı (nesir) ve koşuk (nazım) türünden edebiyat ör­ nekleri vardır. Bilim dallanna önem verdikleri de görülür. Ancak edebiyatlanndan, A sur Kralı Sanherib'in (ö. İÖ 681) Veziri Ahikâr'ın kitabından başka bize değin ulaşan (kitap olarak) yok. Ahikâr'ın kitabı, birtakım öğütleri, özdeyişleri içermekte. Sonradan, birtakım öykülerin de eklendiği görülmekte. Ve bütün bunlann İÖ 5. yüzyıl derlemeleri olduğu sanılmaktadır. Bu kitapta, {Tevrat'tan) Tobya’ya ilişkin 'kitaplar' (bölümler) de var."238 B una göre, Lokm an, bir "A surlu"ydu. O zam anki birçokları gibi "A ram i", "Süryani" dilini konuşan bir "A surlu"... V e çok büyük bir olasılıkla, "Sabitlik" dini inanırıydı. O zam anki niceleri g ib i... Belki de; İbrahim ("Peygam ber") gibi, bir "Sabiî Peygam beri"ydi. Lokm ania, eski Yunan'dan Aisopos (Ezop) arasında da benzerlik bu­ lunmakta. Dahası; şöyle düşünülmekte: "Lokman efsanesi, zamanla, Ai­ sopos efsanesinden çok şey almıştır. A isoposia Ahikâr arasında da ben­ zerlik var. Bu nedenle, Lokman, zamanla beliren gelişmelerinde Aisopos'unkinden çizgiler alırken, bu yolla, Ahikâr efsanesine de yaklaşmış­ tır." Yani Lokman, "doğrudan doğruya Ahikâr'a değil; Aisopos'a bağlan­ makta" kimi incelemecilerce.239 Kimileriyse, "Lokman, Aisopos'un kendisidir" diye düşünmekteler.240 Ü nlü Yunanlı tarih yazarı Heredotos (İÖ 5. yüzyıl), Aisopos'a değinir. "...S am osiu İadmon'un kölesi ve masalcı A isopos..." diyerek...241 Bu ünlü tarih yazarının yazdıklarından anlaşılan o ki, Aisopos (Ezop), eski M ısır firavunlarından Amasis döneminde (VI. yüzyılda) ve Samos'ta, yani Sisam adasında yaşam ıştır.242 "Masalcı bir köle" olarak... Belki de "masalcılığı", kölelikte "sivrilmek" ve bir noktaya ulaşmak için başka bir yol bulamamaktan ötürü seçmişti. Değerlendirme yanlış değilse, bu masalcı köleden sonra nice yüzyıllar geçecek, masalları o ülkeden o ülkeye yayılacak ve bir zaman gelecek, Araplarda "Peygamberim!" diye biri (Mu- 111 hammed) ortaya çıkacak, onun masallarındaki "hikmet"lerden yararla­ nacak. Sonra da bir kesimini, "Tanrı tarafından, 'gaip'ten bildirilen Lokman'm hikmetleri" diye sunacak kendi inanırlarına. Başta M uhammed'in genç ve yakın dostlarından İbn Abbas (ö. Hicri 68/ M iladi 687) olmak üzere, ünlü Kur'cuı yorumcularına göre de, Kur'an'da kendisine "hikmet verildiği" anlatılan "Lokman" (belki de Yu­ nanlı masalcı Aisopos) bir "köle"ydi. Yorumlarındaki anlatımla: "Kap­ kara, iki kalın dudaklı, ayrık bacaklı bir k ö le "...243 Sonra "azad edil­ mişti". "Hikm et"leri yanında m eslek de edinmişti aynca: Kimine göre çobanlık, kimine göre "dülgerlik", kimine göreyse "terzilik".244 Kimi onun "Mısırlı" olduğunu ileri sürer. Eğer o Yunanlı "masalcı Aisopos"sa, kimi Kur'an yorumcusunun ileri sürdüğü bu sav, yani "Mısırlı" olduğuna ilişkin görüş, Aisopos'un, Firavun Amasis dönem inde, efendisiyle birlik­ te M ısır'a gitmiş olm asından kaynaklanan bir düşünce olabilir. M asalcı köle, orada bir süre kalmış olabilir ve orada da masallarını sergile­ mesinden dolayı, böyle bir sanı doğmuş olabileceği düşünülebilir. Onun başka yerli olduğunu söyleyen M üslüman yazarlar da var: Kimilerine göre o, A kabe Körfezi yakınında bulunan eski Eyle'de ve M edyen do­ laylarında yaşam ış, Eyle'de ölm üştür.245 K ur'an ve hadis yorum cuları, söz konusu L okm an’ın, Tevrat'la genişçe sözü edilen B âûra (B eor) oğlu B el'am (B alam ) olduğunu yan ­ sıtır nitelikte görüş belirtirler.246 A ncak; Tevrat'ın anlattık ların a b ak ı­ lırsa, B eor oğlu B alam 'ın "M ezopotam yalı", eski B abil'in Petor (Penthor) kentinden olduğunu düşünm ek gerekiyor.247 M üslüm an yazar ve araştırıcıların, Lokm an'ın kaynağını, Tevrat'la aramalarını ve arayıp tararken de "Balam" üstüne anlatılanları gördük­ lerinde, "işte Kur'an 'da anlatılan Lokman, budur!" demelerini doğal bul­ malıyız. Çünkü, M uhammed'in şuradan buradan derleyip, Kur'an’a şu ya da bu biçimde aktardığı "masal"lardaki eksikleri, ancak bu tür çabalarla giderm eye çalışıyorlar. "B oşlukT an doldurarak... Yahudi kaynaklan; K uran ve hadis yorum culannın, Kur'an m asallannda, ilk başvurma ge­ reğini duyduklan kaynaklar arasındadır. Y orum cuların ileri sürdüğüne göre, Lokm an, Israiloğullarında da "kadılık" y ap m ıştır.248 Kim ine göre, "peygam ber'di. A m a çoğuna gö­ re, yalnızca "hikm et"li bir kişiydi. V e çok uzun "öm ür"lü olm uştu. Bin yıl kadar... 112 B eyzâvî (? -1291?), "tefsir"inde şöyle der: "Ayette sözü edilen Lokman, Bâûra'nın (Beor'un) oğludur. (Balam.) Azeroğullanndandır. Eyyub Peygam ber'in kız kardeşinin y a da halasının oğludur. Bin yıl yaşadı. D avud (Peygamber) dönemine ulaştı. Ondan 'ilim' aldı. Onun Peygam berliğinden önce, 'fetva' ve­ rirdi (Kadılık ederdi). İnceleyicilerin çoğuna göre o, yalnızca 'ha­ kim di ('hikmet' sahibi, belki bir yönüyle de o dönem e özgü doktor), "Peygamber" değildi.. . 1,249 T evrat’ın genişçe yer verdiği B eor oğlu Balam , Kur'an ve hadis y orum cularının ilgilerini çekecek niteliktedir. B ir kez; "Y ehova" (T anrı) ile konuşabilm ekte.250 Bu nitelik ancak bir "peygam ber"de bu­ lunabilir. İkincisi, "olağanüstü durum "lar sergileyebilm ekteydi.251 P ey ­ gam berlerin "m ucize"leri tü rü n d en ... Sonra, "eşeği" vardı onun. K en­ dine özgü ve binip sürdüğü bir eşeği. Y orum cular için bu da çok önem lidir. N iye derseniz: "E şeğe binm ek", din-giz aracılarının çok önem lilerinin "ayırt ed i­ ci nitelik"leri arasında bulunm akta. "Peygam ber"ler de kendilerine ö z­ gü "eşek"lere binm ekteler. "Peygam ber" olarak M uham m ed'in de eşeği vardı. Bu eşekle ilgili, ancak "e şek 'le rin inanabilecekleri tü r­ den "öykü”ler de anlatılm akta. B unlardan birini, D em iri (1349-1405), bir çeşit "H ayvanlar A nsiklopedisi" niteliğinde olan H ayatu'l-H ayevan adlı kitabında aktarır. İlginç olduğu için aynen çeviriyorum : "Beyhakî, İbn Mesud'dan aktararak der ki, 'Peygamberler, hep eşeğe binerlerdi... Peygam ber'in (M uham m ed'in) de eşeği vardı. Adı daU feyr'di. (...)' "İbn Asâkir, Ebu M ansur'a dayandırdığı bir ’sened'le şunu anlatır: '"Peygam ber (M uham m ed) Hayber'i fethedince, kendisine, kara bir eşek düşm üştü. (A ldığı ganim etler arasınd a bu da vardı). E şek le k o n u şm ay a başladı: -A d ın ne? -Ş ih a b oğlu Yezid! Tanrı,, benim soyum dan altmış eşek çıkardı. Bunların hepsine de yalnızca peygamber olanlar binmiştir. Sen ba­ na binesin diye, seni bekliyordum. Soyumdan gelen eşekler içinde 113 yalnızca ben kaldım, başka kalmadı. Bundan böyle peygamber ola­ rak da yalnızca sen varsın, başka peygam ber yok. Senden önce, bana bir Yahudi sahipti. Onun yanındaydım. ( ...) -S e n in adın Y a'fûr olsun. Y a'fûr, söylesene (çiftleşm ek için) d i­ şi eşek ister m isin? -H a y ır, istem em !" "P eygam ber bu eşeğe gerektiğinde binerdi. A yrıca, şuraya bu­ raya da gönderirdi. A rkadaşlarından çağırtm ak istediklerinin evine Y a'fûr'u yollardı. O da gider; çağıracağı kişinin kapısını çalardı başıyla. E v sahibi çıkınca, Y a'fûr işaret ederdi. O da çağırm ak için Peygam ber'in gönderdiğini anlardı h em en.”252 S onra ne olm uş! B iliyor m usunuz? Süheyli'nin anlatmasına göre, "Peygamber öldüğünde, bunu öğrenince Ya'fûr kendini bir kuyuya atarak" intihar etmiş.253 Yani zavallı çok üzüldüğü için dayanam ayıp kendini öldürme yolunu seçmiş! Beor oğlu Balam, nitelikleri arasında "eşeğe binen", "eşeği olan" bir kişi oluşuyla da Kur'an ve hadis yorumcularının ilgisini çekmiştir. Buna kuşku duymuyorum. Onun bu "nitelik"lerinden ötürüdür ki, kimi hadisçi ve yorumcular, Peygam ber olduğunu savunmaktalar. "Allah'ın Kur'an'da 'hikmet verdiğini' bildirdiği Lokman budur..." diyerek.. ,254 B ununla birlikte "L okm an”ın üç temel niteliği üzerinde durulur özellikle: B irincisi: "Ç ok uzun yaşam ış"lar arasında bulunm ası. İkincisi: "H ikm et"li (derin düşünceleri, bu ara.da doktorluğu da olan ) kişi oluşu. Ü çüncüsü: "K ahram an" oluşu. A rapların kendi efsanelerinde de, bu üç niteliği kendinde toplayan bir "Lokm an" bulunduğunu görm ekteyiz: Eski "Âd top!umu"ndan: İrem (A ram ) oğlu Ös (Uts) oğlu Âd oğlu Lokman. "Yedi K artallı Lokm an" B irinci nitelik vardı bu L o k m a n d a. Çünkü, "çok yaşam ıştı": Kur'an yorumlarına ("tefsir'lere) ve hadis kitaplarına da geçen bir "öykü"ye göre; Âd toplumu, "günath"ı yüzünden "kuraklığa", dolayısıyla 114 da "kıtlığa” uğratılır. Toplum un ileri gelenleri bir araya gelip ne yap­ maları gerektiğini görüşürler. Aralarından bir kurul seçerler: "Mekke'ye gidip, yağm ur için Tanrı'ya dua etme" görevini verirler seçilenlere. Bunlar arasında Ad oğlu Lokman da bulunur. Ö ykünün, bizi burada ilgilendirm eyen bölüm ünü geçelim. O lan olur ve A d toplum u "yağm ur bulutu" isterken, "felaket bu­ lu tu y l a yok edilir. "Yağmur duası" için M ekke'ye gitmiş olan kurul üyelerine gelince: Bunlardan üçünün kendileri için "dilek"leri olur. Ve dilekler yerine getirilir. İşte bu "d ilek ler içinde Âd oğlu Lokman'ın da dileği var: Uzun ömür. K endisine denir ki, "Sonsuz yaşam ak m üm kün değil. A m a diler­ sen çok yaşayabilirsin. İstersen falanca dağda bulunup kızıl koyunun tezeği kalasıya yaşa, ya da yedi kartal yaşını seç, o kadar yaşa!" L ok­ m an da, "yedi kartal öm rü"nü seçer. L okm an'ın "yedi kartal"ından biri ölünce bir başkası belirirdi "yum urta"da. O da büyür, yaşar, ölür; sıra bir başkasına gelirdi. H er k ar­ talın öm rü: "Seksen yıl." Ö le öle, sıra "yedinci kartal"a gelm işti. Bu kartalın adı: "Lubed." Bu da yaşadı seksen yıl, sonunda bu da öldü. H em en ardından da  d oğlu Lokm an can verdi.255 "Ö ykü" böyle... "E fsane’ nin önem i, İslam öncesi A raplarda yaygın olm ası. Şair­ lerinin, örneğin E 'n-N abigatu'z-Z ubyani (Ö.604) adlı şairin şiirlerinde de yer alm ıştır bir bölüm üyle. Bu şiirlerde, L okm an'ın sonuncu kar­ talı L u bed’in "kaçınılm az ölüm ü"ne değinilir.256 "Lubed" sözcüğü, K ur'an'da, Beled Suresi'nin 6. ayetinde de geçer. Bu sözcüğe, K u r'a n 'daki "garip" sözcükleri toplayanlardan R âğıb El İsrahanî (ö. 1108?) k itabında yer verirken, L okm an'ın bu adı taşıyan kartalına da değinir ve şöyle der: "...V e L ubed, (aynı zam anda) Lokm an'ın kartallarının nuncusudur."257 so­ Y azar burada, "falanca L okm an..." demiyor, yalnızca "L okm an..." diyor. "Yedi kartallı Lokman"ın, Kur'an'da. "hikmet verildiği" bildirilen ve "öğüt"lerinden söz edilen "Lokman" olduğunu anlatır gibi.  d oğlu L okm an'da ikinci nitelik de var. Yani "hikm etli kişi" ola­ rak da nitelenir. Bu niteliğiyle, eski A rap "atasözleri"ne de geçm iştir. 115 4 "D eyim 'Ierine d e ... Ç ok "hikm etli", bilgili ve akıllı birinden m i söz edilm ek isteniyor? V e abartm a yoluna mı gidiliyor? "Bu adam, Lokm an'dan da hikm etli!" denirdi A raplarda.258 V e buradaki "L o k m an d a da  d oğlu L okm an anlatılm ak istenirdi.259  d oğlu L okm an'ın, "T anrı katı"nda da çok "önem li bir kişi" olduğunu düşünm ek gerekiyor. Y oksa, Tanrı çok uzun öm ür vererek "ayrıcalıklı" kılar m ıydı onu?! B una ilişkin "efsane", A rapların bu L okm an'a ço k önem li bir kişi gözüyle baktıklarını anlatır. "Peygam ber" o la ra k bile düşünülm üş olabilir kim ilerince. En azından "dilekleri yerine getirilen bir Tanrı dostu" ("veli") diye yer alm ıştır düşüncelerde. Eski "atasözleri"ni ve "deyim ler"i derleyen eski kaynaklarda, Lokm an'ın kendi "ö zd ey iş'ierin e de rastlanm akta.260 B unlar arasında çok. ilginç bir "d ey işd n e yer verildiği görülm ekte: Lokm an'dan A ktarılan B ir "H ikm et" "T anıdık budur işte!"261 Bu "özdeyiş"i, Arapçasından çevirdim. Burada geçen bir sözcük ([...]), "ayıp" sayılabilir ve "kullanılmaması gerektiği” düşünülebilir. Ben öyle düşünmüyorum. Arapçasımn "Türkçe karşılığı"nı aynen koym akta sa­ kınca görmedim. Arapçası: "Hirr." Buna Arapça "ferç" de denir.  d oğlu L okm an'ın, bunu neden söylediği de anlatılır kaynak­ larda. Ebu'1-Fadl A hm ed İbn M uham m ed El M eydanî (ö. Hicri 518/ M iladi 1124), M ecm au'l-E m sâl (D erlenm iş A tasözleri) adlı kitabında şunları yazıyor: (A rapçasından aynen çeviriyorum ): "Bu sözü ilk söyleyen, İrem oğlu U s oğlu  d oğlu Lokm an'dır. S öylem esine şu olay neden olm uştur: "Lokman'ın kız kardeşi, 'zayıf (yani pek zeki ve akıllı olmayan) bir adamla evliydi. Kadın, kardeşi Lokman gibi akıllı ve dehâ sa­ hibi bir oğlu olmasını istiyordu. Bunu sağlam ak için kardeşinin (Lokman'ın) karısına varıp şöyle dedi: 'Benim kocam zayıf bir adam. Ondan, daha da zayıf bir oğlum olur diye kaygılanıyorum. 116 Kardeşimi (kocanı) bu akşam bana ödünç olarak ver de benimle yatsın (ondan gebe kalayım)!' dedi. O kadın da kabul etti. Bunun üzerine Lokman, sarhoş olarak gelip kız kardeşinin koynuna girdi. Tutup onunla birleşti. V e kız kardeşi, Lokman'dan, Lukaym 'e (’Lukaym '=Lokm ancık adı verilen çocuğa) gebe kaldı. İkinci gece olup da, Lokman, kendi karısının yatağına girince, ([...] görür görmez); 'tanıdık budur işte!' dedi."271 El M eydanî, olayı anlatan bir de altı dizeli şiir aktarıyor.272 "Eğer Kur'an'dn, T ann'nın överek sözünü ettiği Lokman buysa, Ulu T ann ne biçim adamı övüyor öyle?! Kız kardeşiyle yatıp onu gebe bırakan bir adam övülür mü hiç?!" diyenler bulunabilir. Böyle bir soruya da, "Onun yaşadığı dönem de böyle bir şey, ahlaka aykırı sayılmazdı, günah değildi..." biçim inde karşılık verilebileceği düşünülebilir. Ben, böyle bir karşılık verilebileceğini sanmıyorum. Çünkü: Tevrat'ın, Incil'in ve Kur'an'm ve bunlann yorum lannm verdikleri "bilgi"ler doğru kabul edilecek olursa, "Ad toplurnu"nun "yok edildiği" ta­ rihi düşünmek gerekiyor. Yine bu "kutsal kitap" ve yorumlannın verdikleri "bilgi"lere, bunlar üstüne yapılan değerlendirmelere göre; söz konusu top­ lumun "yok edildiği" tarih, İÖ 2000'den daha gerilere gitmez.273 Burada sözü edilen Lokman'ın gerçekten yaşadığı varsayıhrsa, "Âd'm oğlu" ol­ duğu ve "çok uzun yaşadığı'r göz önünde tutularak değerlendirildiğinde, tarih, daha da eskiliğinden yitirir. O zaman, onun "kız kardeşiyle yattığı" tarihte, "zina", hele "kız kardeşle zina", çoktan "yasak" (haram-günah) ol­ muştur. Düşünün ki, "Hammurabi Yasalan"nda bile "akraba" ve "evlilik" önemliydi ve "evli kadınla zina" ağır suçlar arasındaydı. Hele "evli kad ın 'in kendisi için. "Evli erkek'ie yatması, ölüme bile götürebilirdi. Bu ya­ saların 129. maddesinde şöyle denir: "E ğer bir adam ın karısı, bir başka erkekle yatarken yakalanırsa, onları bağlayıp suya a ta c a k la r..."274 H amm urabi Yasalarının tarihi, bugün bile tartışmalı. Ancak, Tevrat'ın en eski bölümünden bile eski olduğu bilinmekte. Hammurabi'nin Babil’deki Krallığı (43 yıllık), İÖ 1728-1686 yıllan arasına yerleştirilir.275 Tevrat, onun yasalanndan, bizim Kur'an da Tevrat'tan çok "hüküm" alıp aşır­ mıştır. Yeri gelince, örnekler verilerek üzerinde durulacak. 117 H am m urabi Yasalarından çok hüküm ler yansıdığı bilinen Tevrat'in Tesniye bölümünde, 22. babın 22. ayetinde şöyle dendiği görülür: "Eğer b ir adam , başka bir adam ın karısı olan kad ın la yatarken bulunursa, o zam an kadınla yatan adam ve kadın, ikisi de, öleceklerdir." L evililer bölüm ünde de şu ayeti okum aktayız: "Eğer bir adam, kız kardeşini, babasının kızını, ya da anasının kı­ zını alıp onun çıplaklığını görürse, kadın da onun çıplaklığını gör­ müş olursa, utanılası bir durumdur. V e toplum un insanlarının göz­ leri önünde atılacaklardır; kız kardeşinin çıplaklığını açmıştır, gü­ nahını taşıyacaktır." (20:17.) D em ek ki, L okm an'ım ızın "kız’ kardeş"iyle "yatm ası", eğer ger­ çekten yaşam ışsa, onun yaşadığı çağda kolay "hoş görülebilir" bir şey olam az. Y ani, eğer yaşam ışsa, L okm an bu işi, "o çağ d a hoş g ö ­ rüldüğü için açıktan yapm ıştır" denem ez kolay kolay. B enim söyleyebileceğim şu: "Kutsal kitap ların "peygam berleri, "din ululan", yine bu kitaplann açıklam alanna göre, hep "[...]* pek düşkün" insanlardı. "T a n rıla n da sürekli "yardımcı" olmuştur onlann "[.. .jle rin i doyurmalanna. Onun için, "kız kardeşiyle yattı" diye Lokm an neden kınanmalı?! Eğer "peygamber” ya da başka tür bir "din aracısı" olarak görev yapıyorduysa, "Tann"sınm yalnızca ona özgü olmak üzere bir "özel hüküm" çıkarmış olabileceğini neden düşünmeyelim?! M uham m ed’imize, nice "özel hükümlü a y e tle r "iniyor" da, ona neden buna benzer bir ayncalık sağlanmasın?! Bu L okm an'ı, A rap m itolojisinde çokça sözü edilen "k a h ra m a n la r arasında da görm ekteyiz.276 D em ek ki, üçüncü tem el nitelik de var. B öyle olunca; K ur'an'da kendisinden övgüyle söz edilen ve kim i " h ik m e tle rin e yer verilen "L o k m a n ln , bu Lokm an olm a olasılığı da az değil. Belki de "Asurlu" A hikâr, Y unanlı "m asalcı" A isopos (Ezop) ve bu L okm an, aynı kişiydi. " M a s a lla rı her yana yayılm ış, y a da adına " m a s a lla r uydurulm uş bir m itolojik k işi... * İ k i s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 118 İster öyle, ister başka türlü olsun; bir gerçek var: Söz konusu kişi y a d a kişilere yaslandırılan "m asallar" var ortada. B irçok "deyiş", "atasözü" gibi "özlü" sayılan, "hikmet" ve "giz dolu bilgi" kaynağı gö­ rülen m asallar... K u r'a n 'daki en saçm a sözlerin bile, sözcük sözcük ele alarak, "biIfm -teknik çağm a uygun derinden bilgi ve hikm etler"le dolu olduğunu sergilem e çabasında olanların ileri gelenlerinden E l Cevahir Fi Tefsiri'l-K ur'an'ı-K erim (Tantavî) adlı "tefsir"de de konu ele alınıyor ve şöyle bağlanıyor: "Allah, hangi ulustan olduğu, kim olduğu konusunda ulusların tar­ tıştığı bir adam ı şunun için seçmiştir: H ikm etin yeri, yurdu yok­ tur. N erede bulursak, orada alalım istemiştir Allah. H ikm et ala­ bileceğimiz kimse, ister köle, ister hür, ister soyu sopu bilinen, ister bilinmeyen, ister eski, ister yeni olsun; hikmetini almamızı buyur­ muştur. B unu anlatm ak için de böyle bir kişi seçmiştir."277 G örüyor m usunuz "göz boyam a"yı?! N e "parlak sözler"! Şim di bir soru soralım : "Allah", sözü edilen "hikmet"i, "nerede" ve "kimde" olursa olsun "ara­ yıp bulma"yı insanlara bırakmıştır da; neden "din aracıları" göndermiştir? "Hikmet" sergileyen falanca ya da filanca ”peygamber"in araya konul­ masının anlamı ne? Tüm insanlığa bir "Arap" (üstelik [...] dolu) M u­ hammed'in gönderilmesindeki amaç ne? Ve Muhammed'in kendisi, şöyle şöyle "üstün soylu" olduğunu anlatma gereğini neden duyar? G erçi M uham m ed'in, "sağlam " sayılan "hadis" kitaplarının d a yer verdiği bir sözü var: "H ikm etli kelim e, inanırın yitiğidir."278 Şu da eklenir: "...İn an ır, bu yitiğini nerede bulursa alır."279 A m a bu, zam an zam an ileri sürüldüğü anlam da değil. Yani, M u ­ ham m ed'in "bilgiseverliği"nden ileri gelm ez. "[...]" n ın itirafıdır bu. "H ikm et [...]"n m itirafı. A ynı [ ...] inanırlarına da önerm esi b ir "er­ dem " değildir. 119 Elbette ki, "bilim" ve "kültür", insanların, tbplumlann ortak malıdır. Herkes yararlanabilir. A m a birinin "yapıt"ı, bir başkasının olamaz. Bir ki­ tap düşünün; biri yazmıştır. Bir başkası gelip de bu kitabı "kendine mal ederse", bu, düpedüz "hırsızlık" olur. Birinin yazdığı bir "şiir"i, bir baş­ kasının aşırıp kendisininmiş gibi göstermesi yine öyle. Bir hırsızlık... Bi­ rinin çok beğenilen bir "özdeyiş"i, bir "hikm ef'i olm uşsa ve bir başkası ona "sahip çıkm ış”sa, o da öyle. Bir hırsızlık.., Varsayalım ki, M uhammed tuttu; falanca kişiye (ister gerçek kişi olsun, ister bir mitoloji kahramanı olsun) ait, "hikmet", derin anlam ve bilgi içerdiğine inanılan şu ya da bu "özdeyiş”i, "özdeyişler"i, kendisininmiş gibi, ya da "Tanrı"sından kendisine "bildirilmiş" gibi gösterdi. Eğer ol­ muşsa bu, ne denir buna? B u n a "[...]" denm ez m ü?"[...]" denmez mi? Ben "eğer olmuşsa" diyorum. Sözün gelişi. G erçekteyse ^'eğer"i filan yok. Artık iyice bilinmekte ki, M uhammed, bu yola gitmiştir. Kendisi yönünden "değerli" bulduğu nice "hikm ef'leri, başkasına ait de olsa, "kendi malı" sayıp [...] kendisine mal etmiştir. "Lokm an'ın hikm etleri", bunlardan yalnızca bir örnek. "Lokm an Suresi"nde, yer verilen "öğütler"in, Lokm an'ın olduğu belirtiliyor. A m a "Tanrı’dan M uham m ed'e bildirilm iş" gibi gösterili­ yor. ”[...]" yanı burası. Bu, bir. İkincisi, "Lokm an'ın hikm etleri"ııden aşırılıp K ur'an'a konulduğu halde onun olduğu belirtilmeyenler buluna­ bileceğini düşünüyorum. Değil mi ki, Muhammed, "nerede bulunursa bu­ lunsun, kime ait olursa olsun, bir yitik gibi alınmasında" sakınca görme­ diğini açıkça belirtmiştir; Lokm an’a ait de olsa, "bir yitik malı gibi" alıp kendisine (Tann'sına!) mal etmiş olabileceği düşünülebilir. "M uham m ed'in yanında, L okm an'ın olduğuna inanılan özdeyiş ve m asallardan derlenm e bir kitap var mıydı acaba?" B öyle bir soru akla gelebilir. Y anıtlam aya çalışayım : Şunu bilebiliyoruz: M uham m ed'in "Peygam berlik" savıyla ortaya atıldığı dönem de, böyle bir kita p vardı. İşte b ir kanıtı: Ü nlü İbn H işam (ö. Hicri 218/ M iladi 833), doğuda ve batıda önem li kaynak kitap sayılan E s-Siretuiı-N ebeviyye adlı kitabında, ko­ num uz yönünden son derece ilgi çekici bir karşılaşm aya yer verir: M uham m ed’le Sam it oğlu S üveyd’in karşılaşm ası. 120 K itapta, Süveyd, aynen şöyle tanıtılıyor: "Toplum u (kabilesi) onu, 'kâmil' (olgun insan) diye nitelerdi. S ağlam lığı, şiirleri, onuru ve soyu n e d e n iy le ..."280 M uham m ed, işte bu adam ın ününü işitince onunla tanışm a y o lu ­ na gider. İslam 'a "çağırır" (!) onu. O sırada aralarında karşılıklı bir konuşm a olur. A rapçasından olduğu gibi çeviriyorum : Süveyd: "B endekinin bir benzeri sende de var herhalde!" M uham m ed: "N edir sende olan?" Süveyd: "Lokm an'ın 'm ecelle’si. Y ani Lokm an'ın ’hikm et'i(ni içeren kitap)." M uham m ed: "Sunsana bana!" Süveyd, o sözünü ettiği ’m ecelle'yi ’peygam ber'e sunar. Sonra: M uham m ed: "G erçekten güzel sözler bunlar. N e var ki, bende bulunan; bunlardan daha üstün; Kur'an. A llah, onu indirdi bana. O, doğruluk kaynağıdır, ışıktır."281 S onra M uham m ed, "T an rıd an indiğini" ileri sürdüğü K u r 'a n 'dan "ayet"ler okum uş ve S üveyd'i İslam 'a çağırm ış. D inledikten sonra S ü v ey d 'in karşılığ ı da şu olm uş: "G erçekten güzel sözler!"282 Süveyd, "Kur'an ayetleri" için söylemiş bunu. Sonra dönüp M e­ dine’ye gitmiş. O rada bir süre kaldıktan sonra da Hazrecliler tarafından öldürülm üş. Süveyd'in toplum undan kimi kişiler şöyle dem işler: "Biz öyle görüyoruz (sanıyoruz) ki; o, M üslim olarak öldürüldü."283 Bu son sözü "kimler"in söylediği, "rivayet"in kimlerden aktarıldığı belli değil. Uydurm a da olabilir. Değilse, yalnızca bir "tahmin"dir. Kaldı ki, "M üslim" sözcüğüyle "H anif'lerin "M üslim"i anlatılmak istenmiştir diye düşünebiliriz. Yani Süveyd'in, M uham m ed'in "M üslüm an'larından olduğu anlatılmak istenmemiştir. Şunu da düşünm ek gerek: Süveyd, gerçekten "Müslüman" olsaydı, M uhammed'den Kur'an dinlediği zaman M üslümanlığını belirtirdi. "Gerçekten güzel sözler!" diyerek, nezaketen de söylenebilecek sözlerle yetinmezdi. Belki de işittiklerini gerçekten be­ ğenmişti. İlgi duyduğu ve eskilerden derlenme "hikmet"ler içerdiği iç in ... Buysa M üslüman olm asına yetmez. 121 Konunun bu yanı o denli önem li değil. Önemli olan, M uhammed'in ortaya atıldığı sıralarda "Lokman'ın mecellesi", bir kitap ya da kitap­ çığın bulunması. B ir de bunun, M uham m ed'e sunulm uş olması. M uham m ed'in kendisinin bundan, ya da bu tür "m ecelle"lerden edinip edinm ediğine gelince: Muhammed'le aynı konulara ilgi duyan kimselerin bildiklerini, bul­ duklarını onun bilememiş, bulam am ış olmasını düşünm ek kolay değildir. "Lokman'ın hikmetleri" türünden konular, Muhammed'in ilgiyle yöneldiği konulardı. Seçtiği meslekte geçerliydi bunlar. Bir insan düşünün: Şairdir. Bu insan, beğenilen şiirleri bilmesin, ya da bilme çabasını göstermesin; düşünülebilir m i? Bir büyücü, bir üfürükçü; büyü ve üfürük için önemli gereçleri, yol ve yöntemleri hiç bilemesin, öğrenmek için de çaba gös­ termesin; kim düşünebilir böyle bir şey? M uhammed'in de "hikmet me­ celleleri"* peşine düşmemiş olmasını akıl kabul etmez. O, bu türden konulara, çok ve ilgiyle kulak verm iştir. K uşku yok bunda. Y ine kuşku yok ki, "dinlem ek"le de yetinm em iştir, bu türden konuları içine alan kitapları, kitapçıkları arayıp bulm a çabasını gösterm iştir. B ir şey "yitirm iş" olan kim senin "yitiğini a ra r g ib i" a ra ­ m ıştır "hikm et" içeren "m ecelle"leri. N icelerini bulm uştur. En azın­ dan çok ünlü ve önem lilerini bulm uştur. B u arada, "L okm an"ın o ldu­ ğu söylenenleri de ele geçirm iştir. İleride de üzerinde durulacağı gibi, bu tür şeyleri bilen ve okuyabilen "köle"ler vardı, M uham m ed'in dö­ nem indeki M ekke'de ve çevresinde. M uham m ed okum a yazm a bil­ m ediği dönem lerinde, şu ya bu yoldan ele geçirdiklerini bu kölelere okutm a olanağına sahipti. O kutm uş, dinlem iştir. Z am an la kendisinin de okum a yazm a öğrendiği düşünülebilir. Bunu gösteren belgeler de var.284 Ö ğrenm ese de çok büyük sorun olm am ıştır. O dönem in A raplarındaki "ezberlem e" alışkanlığı, çok şeyi çözüm lem iştir. Ç ünkü k u şkusuz aynı alışkanlık M unam m ed'de de vardı. M uham m ed'in şuradan buradan aşırıp "T ann’dandır" diyerek ser­ gilediklerini o zamanki M ekke A raplarına yutturm ası kolay olmamıştır. Dahası, "Hemen hemen hiç yutturam am ıştır!" bile denebilir. D aha önce bunun üzerinde durulmuştu. M uham m ed sergilediklerini yutturm ak için, * " M e c e lle " , a s lın d a , " iç in d e h ik m e t b u lu n a n s a h ife (k ita p ç ık y a d a k ita p ) d e m e k tir . A m a b e n b u r a d a y a ln ız c a " k ita p " v e " k ita p ç ık " a n la m ın d a k u lla n d ım . O n u n iç in " h ik ­ m e t m e c e lle le ri" d e y im i y a d ır g a n m a s ın . 122 M ekke çevresindeki elverişli kesim lerden ve olaylardan yararlanmıştır. Çıkar işbirliklerinin de yardım ıyla... D aha önce bu da belirtilmeye ç a lış ılm ış tı. Özet: Kur'an'm "öğretir" göründüğü "hikmetler", birtakım derleme­ lerden oluşmakta. Bunlar içinde, "eskilerin m asallan,,mn ve "derin an­ lamlı" diye düşünülen "deyişlerin, "deyim lerin çok önemli bir ağırlığı var. Kimileri biliniyor: Falanca masalcının derlemelerinden, filanca mi­ toloji kahramanının olduğu söylenenlerden yansıyanlar g ib i... Kimilerinin de hangi çevrelerden, hangi toplumlardan aşınlm ış oldukları az çok belli olsa da, hangi ”kişi"lerin yapıtlarından aşınldıkları pek belli değil. "Eskilerin masalları" ve "özdeyişler", "din"lerde "farklılık"lara da uğ­ ratılmışlardır. Hem biçim, hem de anlam yönünden. "Masal" ve "de­ y iş le rd e k i "y a lın lık la r kaldırılmış, "iman" katılm ış ve "d in lerd ek i inançlar doğrultusunda "boyutlandınlm ışlari’dır bunlar. " İm a n lıla ştın la n H ikm etler" Bilindiği gibi, birbirinden kopya da olsa, "d in lerin "temel in a n ç la rl var. "Amentü" de deniyor bunların bütününe. Örneğin İslam'ın "amentü"sü: "Tann"ya, "m eleklerine, "kitaplarına, "peygam berlerine, "Ahiret günü"ne ve "kader"e inanmak. Hıristiyanlıktaki ve Yahudilikteki "te­ mel inançlar" da aşağı yukarı böyle. Hepsinden önce de Sabitlikte ve bu dinin öteki "türevlerinde, örneğin bu dinden pek çok şey almış olan Zer­ düştçülükte de aynı tem el inançlar, şu ya d a bu biçim de bulunmakta. İşte bu "d in ler, eskilerden sürüp gelen "masal" ve "deyişlere, kendi "am entülerine göre yön vermekteler. O na göre biçim, ona göre anlam vermekteler. "Masal" ve "d e y işle r bunlarsızsa, bunlarlı yapmaktalar. "Allah'lı" yapmaktalar, "m ele k li yapmaktalar, "kutsal kitaplı" yapmaktalar, "Peygamberli", Peygamberinki türünden "mucizeli" yapmaktalar, "kaderli" ve "ahiretli" yapmaktalar. Dahası, "şeriat" hükümleri de giydirmekteler. Lokman'ın "oğluna öğütleri" arasına, Kur'an'&d "namazım kıl!" öğüdünün sokuşturulması bundan. İsrâ Suresi'nin 23'ten 39. ayete değin olan kesi­ minde, "özdeyişli öğütler" sıralanır. Bunların içinde, Tevrat in "şeriat" hükümlerinden aktarılma buyruklar da yer alır. Hepsi iç içe sunulduktan sonra şöyle denir: 123 "(Ey Muhammed!) Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği 'hikmetler­ d e n d i r . ( A y e t 39.) Eski çağların çeşitli toplum larından sürüp gelen anlayışlar, "iman" ve "şeriat" kalıplarına dökülerek birer "hikmet" diye sunulur. * Öylesine "giz" dolu, öylesine "derin anlamlı" ve değerli "h ik m etler olarak sunulur ki, bunları anlamak için üstün özellikler gerektiği izlenimi verilir. Şu işlenir sürekli: B unlar "derin" (!) bilgilerdir, "değerli" (!) bilgilerdir, anlam ak için de "Tanrı katında nasipli ve değerli olm ak" gerekir. T anrı, bu özelliği ancak, dilediği seçkin kullarına verir. Öyle bir anlayış oluşturulur ki, inanırlarda; bu türden olduklarına inanılan kimseler "saçmalasalar" da "muhakkak bir hikm et vardır!" denir. Çünkü "iman gözlüğü"yle bakılır. Bu gözlüklerle bakıldığında da "imana göre boyutlar" oluşur gözler önünde. G erçek olmayan boyutlar. "İman"la, "insan aklı"nın nasıl "[...] geçilm işse", "im an"la oluştu­ rulan boyut"larla, "m asal"lann, "deyiş"lerin, deyim lerin de ırzına geçil­ miştir. ”Din"lere mal edilen m asal, "atasözü" ve "deyim "lerde aslında var olan ilkel düşünce, başka anlatım la "ilkel mantık", im anla verilen boyut içinde "yok edilmiş" değildir. Bu mantığa, "din"lere özgü kalıplar içinde "yaptırımlı giysi"ler giydirilm iştir. İlkel olm ayan dönem lerde, ilkel olm ayan insanlar, toplum lar aşam asında bile, ilkel insanın dünyaya bakışı ve anlayışı sürdürülebilm iştir. "İlkel m antık", hem en olduğu gibi sürm üştür. N edir ilkel m antık? B ilindiği gibi, ilkellere özgü düşünüştür bu. B u d üşünce dünya­ sında, ileri aşam adaki "akıl ilkeleri" yoktur, varsa da, yani var olan da "net" değildir, karışıktır. Örneğin Levy-Bruhl'ün deyişiyle "ilkel düşünce, çelişmeye karşı şerbetlidir."^5 Levy-Bruhl, ilginç bir örnek veril'. "Mis­ yoner Grubb"un aktardığı bir örnek: İlkel bir yerli, bir niya görür. "Rüyasında, Grubb, gelip bunun bahçe­ sine girip, helvacı kabağını çalmıştır." Grubb'sa o sırada, 150 mil uzakta bulunmakta. Yerli rüyayı görür görmez, bu kadar uzak olan Grubb'a gider, rüyasını anlatır ve kendisinden "tazminat" ister. Gmbb, doğal olarak "iti­ raz" eder. İtirazını da bir akıl ilkesine dayandırarak; "Olayın geçtiği (yani 124 rüyada geçtiği) anda, ben, 150 mil uzakta bulunmaktayım. Aynı anda, iki yerde birden bulunmuş olamam. Öyleyse, senin ileri sürdüğün de, gerçek olamaz" der. N e var ki, yerli, ileri sürdüğünde direnir; "yine de sen benim bahçem den o kabağı çaldın!" diye konuşur. Çünkü, "rüyasında gördüğü" "olay"ın "gerçek" olduğuna inanmakta. Yani ilkel yerli için, aynı anda, bir insan, hem A yerinde, onun bahçesinde; hem de B yerinde, Grubb’un bu bahçeye 150 mil uzaklıktaki yerinde bulunabilir. Burada birbiriyle çelişen "iki önerme"nin ortaya çıkması, yerlinin umurunda bile değil.286 Levy-Bruhl'ün bu görüşüne itiraz edilem ez m i? Elbette ki, edilir. E dil­ miştir de. Ama, çok büyük bir ölçüde gerçeği yansıttığına kuşku yok. Yerlideki ilkel mantık, "dünyaya ilkel bakış" ve ilkel değerlendirme, "din"lerin kendilerine mal edip "iman" kattıkları "masal" ve "deyiş"lerde de korunmuştur. "M ucize" ve "keramet" türünden olağanüstü durumların m eydana gelebileceğine inanan bir din inanırı için, hiç am a hiç, "ola­ m ayacak şey" yoktur. B ir insan, hem falanca yerde, hem de bu yere ki­ lometrelerce uzak filanca yerde ve aynı anda bulunabilir. Bu görüş ve değerlendirm e "İslam fıkhı”na da geçmiştir. G erekçesi de şudur: "M u­ cizem le, onun olmadığı yerde de "keram ef'le, "yer dürülebilir".287 L evy-B ruhl, "ilkel insanın deneyi" için şunları yazm akta: "İlkel insanın deneyi, bizim kinden farklıdır, onun deney alanı daha geniştir. B izim için, hom ojen ve olağan bir deney söz ko­ nusudur. O nlar içinse olağan ve m istik deney aynı zam anda söz konusu."288 A raştırm acı ve incelem eci yazar, şunu savunur: B izim deneyim im iz farklıdır. Çünkü, biz, iki alanı birbirinden ayırırız. B ir yanda m itler, m asallar, efsaneler âlem i var; öbür yanda, bize doğrudan doğruya verilen ve bilim in konusu olan "objeler" vardır. G erçek olan, deneyde dayanak alınan, bu kesim dir. M asallar âlem i değildir. A ncak, ilkel insanlarda bu düşünüş pek yoktur. İki âlem arasındaki ayrılık biraz hissediliyor o lsa da, ilkel insan, bu iki âlem i birbirine, gerçeklik yönünden karıştırır. İlkel insanlar için "m a­ sallar ve m itler âlem i"nin gerçeklik değeri, doğa olaylarının gerçeklik değerinden farksızdır. L evy-B ruhl, bu görüşünü, şöyle diyerek sürdürür: 125 "Ö rneğin, mitler, m asallar, onlar için, gerçek tarihlerdir. Yani tıpkı Sezar'ın N apolyon'un tarihleri gibi, b ir zam anda ve bir m ekânda 'vaki' olm uşlardır."2® "D in"ler, din aracıları, m istikleri, inanırları için de durum böyle değil m idir? E vrenin "yaratılış"ı, A dem -H avva m asalı, "Tufan" m a­ salı, başka türlü m ü görülm ekte? "Eskilerin" masal ve deyişlerindeki "ilkel manük", bu masal ve deyişler, dinlere mal edildikten sonra da korunmuştur. Ama, bunlara "din'ierdeki "iman" katıldıktan sonra, biçim, anlam, yön ve boyut farkı olm uştur yine de. Onun için "bunların da ırzına geçilmiştir!" diyorum. A isopos'tan bir m asal, "B alıkçılarla Palam ut" m asalını alıp üzerin­ de düşünelim : "B alıkçılar balığa çıkm ış, uğraşmış, bir şey tutam am ışlar. K ayık­ lara oturmuşlar; 'nedir bu bizim başım ıza gelen’ diye düşünmeye koyulmuşlar. Tam o sırada, daha büyük bir balığın elinden kur­ tulm aya çalışan bir palamut, can korkusuyla, kendini kayığa atıvermiş. Balıkçılar alıp kente götürmüşler, orada satmışlar."290 Bu m asalda "abartm a" da var, am a yalınlık da var. K endine özgü bir çerçeve için d e... Bu masalı, bir "din aracısı"nın kullandığını, "din"e mal ettiğini düşü­ nün. "Din"e özgü bir "iman" katacaktır buna. "Allah", "Peygamber", "me­ lek", "cin-şeytan", "vahiy", "ilham", "kader"... gibi bir sürü şey katacaktır. V e bunlarla da, masalın kendi çerçevesi, sımrlan genişleyecek, yerden göğe, bu dünyadan öbür dünyaya, "zahir"den "bâtın"a doğru boyudan oluşacaktır. M asalın biçimiyle birlikte, özü, anlamı da "farklılaşacak”tır. İleride, "mucize"lerin anlatıldiğı bölümde bolca örnekleriyle görüleceği gibi, "mucize" olayı olarak ileri sürülenlerin birçoğu, tümüne yakın bö­ lümü, "masal" kökenlidir. Kuşkusuz* bunlar masalken başkaydı, "diri'lerin "mucize olaylan" biçimlerine dönüştürüldükten sonra başka olmuştur. Bir "Adem, H avva ve Yılan” masalı, bir "Habil, Kabil ve Karga" masalı, bir "Salih ve Devesi", bir "Üzeyir ve Eşeği" bir "Yusuf ve Züleyha (Zeliha)", bir "Yedi U yur ve Köpekleri"... türünden masallar; Tevrat ve yorum­ larındaki, Incil ve yorumlanndaki, Kur'an ve "hadis'lerdeki kalıplanna 126 dökülmeden önce, daha başka biçim ve çerçevede bulunmuşlardır. Ve "dinlere özgü iman"sız, daha yalın... Eskilerin "atasözleri" $e "deyimleri" de öyle... Dinlerin bunları aşırmalarından önceki çerçeveleri, boyudan başkadır, dinlerdeki iman alanına çekildikten sonraki çerçeveleri, boyudan başkadır. K alan ve korunan şu olmuştur yalnızca: "tikel mantık", ilkel bakışla dünyaya bakıp değerlendirme. " İm an lılaştırılm ış H ik m etin A nayurdu" Özellikle kimi İslam savunuru, bu dini "akla, bilime uygun" ve "se­ vimli" gösterm ek amacıyla, "hikmetin yeri yurdu yoktur!" diyedursunlar, M uham m ed'in kendisi şöyle demekte: "İman Y em enlidir, h ik m e t de Y em enlidir!"291 Buharî ve M üslim'in içinde yer aldığı sağlam kabul edilen hadis top­ layıcısı ve uzmanları, bu hadise yer veriyorlar kitaplannda. D em ek ki, M uham m ed, böyle bir söz söylemiştir. "İman"ın da, "hikmet"in de "ne­ reli" olduklannı gösterm iştir, kendi ağzıyla anlatarak. Söz konusu hadisin, değişik yollardan aktarıldığı görülür. B u n ­ lardan birinde; "fıkh"ın da "Yem enli" olduğu açıklanır. Y ine "Peygam ber"in kendi a ğ z ıy la ...292 "Fıkıh", yani "din anlayışı", "din b ilg i­ si" ve "şeriat hüküm leri" de, "iman" ve "hikm et" gibi "Y em en"den gelm e dem ek oluyor. "H adis"i, Peygam ber'den aktaran Ebu H ureyre (Ö.678) de b ir Y e­ m enli. B u durum a bakılınca "söz konusu hadis, E bu H ureyre'nin uy­ durm ası olabilir" diye düşünüyor insan ister istem ez. H ayber "fet­ hinde" (628'de) M edine'ye gelip M üslüm an olan293 bu kişi, "Peyg am ber"den en çok "hadis rivayet eden" kişiler arasındadır. B u ne­ d enle de "çok yalan söylem iş olabileceği" düşünülebilir. A ncak, ü ze­ rinde durduğum uz hadis, hadis uzm anlarınca en sağlam sayılan k i­ taplarda da benim senerek y er alm ıştır. Sonra, E bu H ureyre'nin "Peyg am ber"den aktardığı bu sözleri, M uham m ed'in, A bdullah İbn M esud (Ö.652) gibi "Y em enli olm ayan" arkadaşlarının aktardıkları da güçlendirm ekte.294 127 Böyle olunca da, bu sözleri M uham m ed'in kendisinin söylediğini d üşünm em ize engel yok. Ortaya çıkan şu: Bu sözleri söylemekle, kendisini bir kez daha ele ver­ miştir Muhammed. "Tann'dandır!" diyerek inanırlarına yutturduklarının "anayurdu"nu açıklamakla, kendi ağzıyla bir "itira fta bulunmuştur. Gerçeğin yalnızca "bir yüzii"nü yansıtarak bile o lsa ... Son derece önemli­ dir bu. "M uhammed samimidir. Vahiylerin kendisine Tann'dan geldiğine inanıyordu!" türünden sözlerin ne denli yanlış ve kandırm aca olduğunu or­ taya koyan nice kanıtlardan biri niteliğindedir. M uham m ed, böyle bir " itir a f ta neden bulunm uş olabilir? "Dürüstlüğünden” değil bence. Bir "sahteci"nin bile, kimi zaman dü­ rüstlüğü tutabilir. Am a onunki bundan değil. îçinde bulunduğu ortamdan. Zam an zam an yaşadığı coşkudan. Ö nem li bir ağırlıkları olan "Yemen­ lile r i "memnun etme" çabasından. Üzerinde durduğum uz sözler, ya ağ­ zından bilinçsiz dökülüvermiştir; ya da o, gerçeğin bir yüzünü yan­ sıtmakta sakınca görmem iştir bu sözleri söylerken. "S ahtecilikle en usta olanlar bile, kapıldıkları coşkular içinde "ipuç­ ları" verirler. K ısa ya da uzun zaman için düşünülmüş "kurnazlıklar da bu tür ipuçları vermeye sürükleyebilir. Muhammed'inkini de öyle düşüne­ biliriz. Yaşamı incelendiğinde görülür ki, sık sık "çelişk ilere düşmüştür, yer yer "a ç ık la r vermiştir o. Kur'an'&d da sıkça görülür bu durum. Çoğu [,..]nin, f...]nın "üstü açık" kalmıştır. "Bedava"dan ve "bol kese"den herkesi sevindirm e alışkanlığı vardı. Örneğin "müjdeleme" yöntemini çok kullanırdı, arkadaşlarına da bu yön­ temi bırakmamalarını öğütlerdi.295 "Korku" öğesinin yanında, "umut" öğesinin de son derece önem inden ö tü rü ... İşte bir-iki ömek: Ebu M usa El E 'arî anlatıyor: "Peygamber, M ekke ile M edine arasında bulunan Ci'râne'deyken, ben yanındaydım. Bu sırada bir Arap köylüsü (A'rabî) yanına ge­ lerek; 'Muhammed! B ana verdiğin sözü daha ne zaman yerine ge­ tireceksin?' dedi. Peygam ber hemen; 'Sana müjde!' diyerek karşılık verirken, o; 'Müjde, m üjde... deyip müjdeleri çoğaltıp duruyorsun!' diye konuştu. Bunun üzerine Peygam ber öfkeli biçimde Ebu M usa'ya (bana) ve Bilal’e dönerek: 'Bu adam, verdiğim müjdeyi kabul etmedi, (bari) siz kabul edin!' dedi. B u iki kişi (ikimiz) de; 128 'Tamam, kabul ettik!' dediler (dedik). Peygamber, sonra su dolu bir kap istedi. Getirildi. Kabın içinde ellerini ve yüzünü yıkadı, bu ara­ da ağzım da çalkalayıp onun içine boşalttı ve: 'Alın için. Birazını da yüzünüze, göğsünüze sürün!' dedi. İki kişi (Bilal ile ben), buyurulam yaptılar (yaptık).. . "2% G örüyor m usunuz "peygam ber müjdesi"ni?! H usayn oğlu İm ran anlatıyor: "Temimoğullanndan bir topluluk Peygam ber'e geldiler. Peygam ber onları görür görmez: 'Ey Tem imoğullan! M üjde size!’ diye kar­ şıladı. Onlarsa; B izi müjdeleyip durdun. Şimdi sen bize (müjde ye­ rine), dünyalık ver!' dediler. Peygam berin yüzü değişti (yani bo­ zuldu Peygamber). Tam o sırada Yemenli bir topluluk geldi. Pey­ gam ber onlara seslenerek şöyle konuştu: 'Ey Yemenlileri Temimoğullarının kabul etmediği müjdeyi siz kabul edin!’ Onlar; 'Kabul ettik!' diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Peygamber, evrenin ve rirç in nasıl yaratıldığını anlatm aya b aşlad ı.. ."297 İşte: "İm an Y em enlidir, hikm et de Y em enlidir, 'fıkıh' da (şeriat hüküm ­ leri) de Y em enlidir!" sözünü söylerken de, böyle bir hava içinde bu­ lunm uş olabilir. Kimi hadisbiliri, örneğin Buharî (809-869), bu sözün "Hayber ele geçirildiği" sırada (628'de) ve "Eş'ariler"den bir topluluğun, kendisine gel­ mesi üzerine söylendiğini anlatır gibi bir izlenim veriyor.298 Muhammed, gerçekten bu sırada söylemiş olabilir bu sözü. Çok coşkuluydu çünkü. "Hayber"le birlikte, Yahudilerden bir sürü "ganimet" ele geçirmişti. Bu "ganimet"i ele geçirmek için "düş"ler kurmuştu, "topluluk önünde Tanriy a dualar" etmişti.299 Sonunda gerçekleşmişti bu düşü. "Eş'ariler"in ge­ lişleri de "coşku verici”ydi. "Yemen"liydi bunlar. Kalabalıktı. Yeni "Müs­ lüman" olanlar' vardı. Başlarında da Ebu M usa el Eş'ari (Ö.664) bulunu­ yordu ki, daha önce M üslüman olmuş ve "Peygamber"in çok yakın dost­ luğunu kazanmıştı. Gittiği Habeşistan'dan dönüyordu. N e var İd, başka birçok hadisbilirinin, hadislerden çıkardıklarına göre, "Peygamber" daha sonra söylemişti bu sözü. Mekke'nin ele geçirilme­ sinden, "Huneyn günü"ndeki savaşın da kazanılmasından sonra, Tebük'te (630'da). Yine "Yemenli bir topluluk”la karşılaştığı bir sırada.. ,3no 129 Muhammed'in üzerinde durduğum sözü, bu tarihte söylemiş olma olasılığı daha çok. Çünkü, bu sıralarda o, çok daha coşkuluydu. Elde ettiği başarı, göz kamaştırıcıydı. Kimileri korkularından, kimileri birtakım çıkarlar sağlamak amacıyla gelenler vardı kendisine. Kişiler, "kabile tem­ silcileri", akın akın geliyordu. Bu arada, "din" ve "din propagandasında eşleri az bulunur Yemenliler de gelmişlerdi. Bunların, en azından çoğu­ nun, "inançlarında samimi olmadıkları", M uhammed'in ölümüne yakın günlerde ve özellikle Ebu Bekir döneminde görülecektir.301 A labildiğine kapıldığı coşku içinde kendinden geçiyordu M uham ­ med. B ilinçli, bilinçsiz konuşuyordu. B aşarılardan ötürü kendine d a­ h a çok güven geldiği için, çekinm iyordu da. îşte düşünebiliriz ki, "İm an"ın da, ”hikm et"in de, "fıkh"ın da "Yemen 'Yı olduğunu bu sıra­ larda söylem iştir. Ö nem li olan, söylem iş olm ası. "H adis"i arkadaşlarının uydurduğunu bile varsaysak, söz yine önem li. "D inleştirilm iş" ve "im anlaştırılm ış" hikm etin "anayurdu" y a d a anayurtlarından biri neden Y e m e n i Burası neden önem li? Prof. Dr. Philip Hitti şöyle der: "Güneydoğu halkı, Yemen, en eski ticari faaliyet merkezlerinden üçünü oluşturan, Mısır, M ezopotam ya ve Pencab (Hindistan'da) arasında, mümkündür ki, bir aracı rolünü oynam ıştır.. ."302 Y em en'in konum unun bu özelliği, dinsel alana d a yansıyıp özellik verm iştir. E ski M ısır'dan, M ezopotam ya'dan, H int'ten, İran'dan ve da­ h a başka kesim lerden nice din ve inanç yansım ası olm uştur Y em en'e. Burası, dinlerin, inançlarını alabildiğine sergileyip pazarladıkları bir y er niteliğini almış, bunu yüzyıllar boyu sürdürm üştür. "D in"den, "inanç"tan ne ararsan vardı bu yörede: S abiîlik mi? Vardı. "Güneş Kültü"yle, "Ay Kültü"yle ve öteki "yıldız-gezegen" tapanlarıyla... "Çoktanncılık” görünümündeki biçimiyle, "Tektanncılık" görünümündeki biçimiyle ("Haniflik")... "Putataparlık" diye nitelenmiştir. A m a Sabiîlik dinini, böyle niteleyen, yine kendi türevleri durumundaki din­ ler olmuştur. İslam da bunların arasındadır. D aha önce sözü edilmişti. Bu­ 130 nunla birlikte, yine önceki bölümlerde değinildiği gibi, K ur'an, Bakara Su­ resi'nin 62., Mâide Suresi'nin 69. ve Hacc Suresi'nin 17. ayetleriyle "Sabiîleı ' i "kitaplılar" (ehlü’l-kitab) arasında saymıştır. Tüm kitaplı dinlere "kay­ naklık" ettiği kesin olan Sabiîlik dininin, Yemen'de yaygın biçimde bu­ lunduğu, araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Kimi doğubilimci, örneğin Philip K. Hitti, bunu dolaylı olarak belirtir.303 Kimiyse, örneğin Leone Caetani, adını da koyarak açıklar.304 Sabitliğin Yemen'de geçerli bir inanç niteli­ ğinde bulunduğu, Kur'an ayetlerinde de anlatılır dolaylı biçimde; Örneğin, Nemi Suresi'nin 22. ve 23. ayetlerinde, Süleyman'a Sebe' ülkesinden "ha­ ber" getirdiği bildirilen "Hüdhüd"iin şöyle dediği anlatılır: "Orada, halkına hüküm darlık eden bir kadın buldum ki, her şeyden kendisine bolca verilm işti. V e büyük bir tahtı-sarayı vardı. Bu kadını ve toplum u, T anrı'nın d ışında G ü n e ş 'e secde ediyor buldum ..." Bilindiği gibi, "Güneş Kültü" de Sabiîlik içindedir. Bu kültün, "Sebe' ülkesi"nde bulunduğunu söylemek, "Sabitliğin Yemen'de var olduğunu" söylemektir. Çünkü, yine bilindiği gibi, "Sebe' (Seba) Devleti", eski Yemen'deydi. Kur'an'da, Süleyman "Peygamber"in, "Sebe' Kraliçesi"yle bu­ luşm asına ilişkin anlatılanlar, ileride "m ucize"leıden "örnekler" veri­ lirken üzerinde durulacağı gibi, "tarihi gerçeklere uymaz". Ama, bu du­ rum, burada bizi ilgilendirmez. İslam 'ın da kendisinden çok şey aldığı Z erdüştçülü k m ü? V ardı Y em en'de. M uham m ed dönem inde d e ... Bu durum , onun, Y em en'deki çeşitli kesim lere gönderdiği ileri sürülen "m ektup"lardan, b u ralarla olan yazışm alarından da anlaşılabiliyor.305 Z erdüştçülük (M ecusilik) İran'dan gelip girm işti Y em en'e: Y em en, birçok kez "yabancı işgali"ne uğram ıştır. B urasını eg e­ m enlikleri altına alan, ilkin H abeşler olm uştur. "K urtarıcı" olarak gelm işler bunlar. V e tarihteki nice benzerleri gibi, bir daha gitm ek is­ tem em işlerdir. B ir başka güç yardım ıyla egem enlikleri sona erdirilene d e k ... İşte bu "güç", İran'dan gelm iştir. G elirken; İran'daki g e­ çerli din olan Z erdüştçülüğü de birlikte getirm iştir. İran (Sasani) İmparatoru Birinci Husıev (Anuşervan) (Hükümdarlığı; 531-579), Vehriz adında birinin komutanlığında gönderdiği bir askeri 131 güçle, Yemen'i Habeşlerin egemenliğinden "kurtardı". N e var ki, sonra da bu "kurtarıcı güç"tekiler Yemen'e yerleşmeye başladılar. Bunlara "ebnâ" denmekte. "Oğullar" anlamında. Yani İran'dan gelip Yemen'e yerleşenler. "Yönetici" olarak... Ve bunlar Zerdüşt’ün dinindeydiler. (Mecusi.)306 K aynakların bize verdiği bilgilere göre, M uham m ed, bunlarla y a­ kın ilişk ile re g irm iştir.307 B unlarla, karşılıklı çık arlara dayalı düzen ­ ler kurm uş, birçok [...]* çevirm iştir.308 G österm elik M üslüm anlar b i­ le oluştu rm u ştu r bunlardan.309 Y ahudilik mi? V ardı. Yahudilik, Yemen'de bir zamanlar, çok geçerli durum a gelmiştir. Himyerliler Devleti'nin ünlü hükümdarı, Zu Nuvas, ülkesinin bağımsızlık savaşında halkı kendisini bir ulusal kahramanı olarak alkışladığı zaman, Yahudiliği benimsemişti. 521'de, başına geçtiği halkını, Hıristiyan Bi­ zans'ın ajanı durumundaki Hıristiyan Habeşistan'ın Yemen'deki egemen­ liğine karşın ayaklandırm ıştı. A yaklanm a başarıya ulaşm ıştı sonunda. Zu Nuvas, ülkesindeki Hıristiyanlan, Hıristiyan Habeşlerle, ülkesinin bağımsızlığı zararına ilişkiler içinde görüyordu. Ö yle suçluyordu. K uşkulan, kendisini korkunç cezalar düzenlem eye sürüklemişti. Gözü dönm üş bir Yahudi milliyetçisi nasıl davranırsa, öyle davranıyordum Kur'an'm geleneklerden alıp aktardıklarına bakılacak olursa, bu acımasız Yahudinin cezalandınlm aları arasında "ateşte yakm ak" da vardı. Ateş yakılan çukurlarda, hendeklerde ("uhdûd"). Bürûc Suresi'nde şöyle anlatılır: "T utuşturulm uş ateş bulunan hendeklerin sahipleri öldürülesi kim selerdir. Bunlar, o ateş hendeklerine bakan kesim lere otur­ m uşlar, inanırlara y apılanlara (bunların yakılışların a) tanık o lu­ yorlardı. G üçlü, övülesi T anrı'ya inanıyorlar diye öç alıyorlardı inanırlardan." (A yet 4-8.) "İnanışlarından ötürü yakılışları" kınan ıy o r Kur'an'âa. A m a, bir zam an gelecek; M uham m ed'in İslam ’ında da benzer acım asızlığa ta­ nık olunacak. Kendi dönem inde, halifeleri, özellikle de Ebu B ekir d ö n em in d e... K endi "fetv aları"y la...310 * İk i s ö z c ü k ç ık a r ılm ış tır . (Y .N .) 132 Hıristiyanlar, inançlarından ötürü, böylesine canavarca cezalandırıl­ mışlarsa, bunu, biz de çağımızdan seslenip kınıyoruz, kınamalıyız. A n ­ cak; Hıristiyanlar da, fırsat bulduklarında, başkalarına uygulamışlardır aynı canavarlığı.3" Demek ki, "din"in özünde vardır canavarlık. Bu anlatılanlardan da anlaşılır ki, Y em en'de H ıristiyanlık da var­ dı. B urada, H ıristiyanlık, oldukça yaygın bir durum a da gelm işti. B i­ zans'ın ve H abeşistan'ın d e ste ğ in d e ...312 M uhammed'in "Peygamberim!" diyerek ortaya atıldığı ve M edine'de devletini kurduğu sıralarda, Yemen'de, "kitap ehli" bulunduğunu, sağlam sayılan hadis kitaplarının yer verdiği "hadis"ler de anlatır.313 "Kitap ehli." Yani "Sabiîler", Yahudiler "Mecusiler", Hıristiyanlar. İnançları ve "hikm et"leri, Y em en'de alınıp satılanlar, yalnızca b unlar m ı? Değil. H int'ten gelenler de var. "V eda'lar"dan türeyenler ve bu n la­ ra bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenenler. Bunlarınki de pazarlanm aktaydı "Y em en illeri"nde. B öyle olunca M uham m ed'in, "İm an Y em enlidir, hikm et de Y e­ m enlidir, fıkıh da Y em enlidir" sözü anlam sız bir söz değildir. E ğer Y em en'de "H int inançları” da pâzarlanm ışsa, - k i, bunun ter­ sini düşünm ek bence saçm a o lu r - M uham m ed'in K ur'an'm a da b u n ­ lardan yansım alar olduğunu düşünm ek gerekir. O lm uştur da. İster Y em en yoluyla, ister başka yollarla gelm iş olsun; K ur'an in ­ celendiğinde "H int hikm etleri", bolca görülür. Y alnızca K u r’a n'da m ı? "H adis"lerde ve "İslam gizem ciliği"nde d e ... "Y eda’lar"daki "G izli Bilgi" (H ikm et) ve M uham m ed'in Pazarlam ası K im i incelem eciye göre, "H int inançları"nın kaynağı ve "kutsal kitabı" olan "V eda'lar", özellikle kim i bölüm leri, "insanlığın en esk i k u ts a l kitabıdır. "314 "Veda" sözcüğü "bilgi" anlam ına gelir. "G özler aracılığıyla değil de, kulaklar aracılığıyla edinilen b ilg i" ...315 133 Ve bu "bilgi", belirli "din adam ları" (B rahm anlar) sınıfının te­ kelindedir. "A lım satım "ını bu sın ıf yapar. Son derece gizli tutulur bu "bilgi". H indistan'daki araştırm a ve incelem eleriyle de ilgi çeken Ebu R eyhani'l-B irunî (973-1051), ilginç aktarm alarda bulunur. O nun ver­ diği bilgilere göre: "Veda'lar, Hint'teki inanırlarca Tanrı sözüdür. Brahm a ağzıyla söy­ lenmiştir. Brahmanlar, bunun anlamını anlamadan okurlar. Ağızdan öğrenilir. Sözlerin yorumunu pek az kimse öğrenir. Üzerinde araş­ tırm a yapan, yok denecek ölçüde azdır. Kşatriya (Kuştra) sınıfı (Brahmanlardan sonra gelen sınıf), V edalan öğrenebilir, ama öğ­ retemez. Vaişya ve Şudra sınıfından olanların, Veda'larda an­ latılanları işitm eleri bile caiz değildir. İşiten, ya da okuyan olursa dili kesilir. '316 İlginçtir ki, M uhamm ed de, "sefih (anlamaz, cahil, halk tabakasından) kimselere, 'hiknıet’i (gizli bilgiyi) anlatma (öğretme)! der.311 V eda'larda neler bulunduğu, bir yapıtta şöyle özetlenir: "A yinlerde okunacak kaside ve ilahilerle, büyücülük form ülleri, özellikle büyü çözm e yöntem leri ve sevgiyi uyandırm a çareleri, ayrıca felsefi şiirler, m ondain (m etafizik) m anzum eler."318 B irunî'den yapılan bir özetlem eye göre de şunlar var V eda'larda: "B uyruklar, yasaklar, iyi kötü şeyler hakkında bilgiler, ibadetle ilgili şeyler, kurbanlar, tespihler, vb."319 "İnsan öldürmek", "yalan söylemek", "zina etm ek"... yasaklanıyor; "oruç tutmak", "temizlik", "eski püskü giymek" (pejmürdelik) ve "tespih biçiminde ibadet" gibi şeyler "emrediliyor" Birunî'nin aktarmasına gore. "V eda’lar"da Ç oktanrı var. A m a bu "Tanrılar", b ir "Tektanrı"nın değişik nitelikleri de olabilir. B öyle düşünüldüğü de gözlenm ekte. V eda'lardaki kimi sözlere, örneğin Rig-V eda'nın 10. kitabının 121. kasidesindeki şu sözlere dayanarak: "O ki, hayat verm ekte, güç verm ekte. O 'nun gölgesi ölümdür, hem de yaşam. K im dir bu Tanrı, kurbanlar keselim onuruna? 134 "O ki, karlı dağlarda denizi ve uzaklardaki ırm ağı yaratm ıştır. O ki, kollarını göklerin içine salm ıştır. K im dir bu Tanrı, kur­ banlar keselim onuruna? " ...O ki, bütün tanrılar üstünde Tek T anrı'du. K im dir bu Tanrı, kurbanlar keselim onuruna?!"321 R ig -V eda'nın bir başka "kaside"sindeki şu sözler de ço k ilginç bulunur: "H ikm et sahipleri (bilgeler), T ek V arlığı başka başka ad lan ­ dırırlar: A gni derler, M ithra (G üneş-Tanrı) derler, V eda derler O 'n a ..." 322 "V eda'lar inanırlığı"na "V edizm " (V eda'cılık) denir. "D inler Tarihi" yazanlardan Felicien C hallaye der ki: "Hıristiyanlık çağından önceki IX. ya da VIII. yüzyıla doğru, Brahmanlar, Vedizm'den, kendilerinin, toplum un ilk planında işgal et­ tikleri yeri haklı gösterecek olan bir din çıkardılar: Kelimenin dar anlam ıyla Brahm anizm diye adlandırılan, işte budur."323 V e şunu ekler: "B rahm anizm 'in kutsal m etinleri, B rahm ana’larla, U panişad'lard ır."324 Yani "V eda'lar"la birlik te... Y azar, şunları da yazm akta: "B rahm an sözcüğü, ilkin, kurban form ülünü anlatm ak için k ul­ la n ılm ıştır." "B aşlangıçta, yalnızca B rahm an vardı: T anrıları, O yarattı." "Gerçekte ölümsüz olan Brahman, her yerde; önde, arkada, sağda, solda, yerde, gökte hazır-nazırdır... Yerin, göğün, havakürenin, sonra ruhun ve bütün duyuların benliğinde dokunulmuş olan kimse, O 'dur..." 135 "K öpüklerde dalgalar, denizin bütün görünüşleriyle bütün m an­ zaraları nasıl denizden ayrı değilse, evrenle B rahm an arasında da hiçbir fark yoktur."325 K endilerine "B rahm an" adını verm iş "din adam ları" (rahipler) bu­ lunduğunu d a görm ekteyiz. B unlar "B rahm anlar" diye bir sın ıf oluş­ turm uşlardır. "B rahm anlar”... Y ani "Brahm a" denen ve "evreni yarat­ tığına inanılan T anrı"ya in a n a n la r...326 B rahm ana'lar, Tanrı B rahm a ağzıyla söylendiğine inanılan Veda'ların, dört V eda'nın yorum larıdır. U panişad'larsa, V eda'ların bir bölüm ünü oluşturm akta.327 Veda'larda ve'onun bir bölümü olan Upanişad'larda görülen "Tanrı anlayışı", ünlü Muhyiddin İbnü'l-Arabi’de de, şu ya da bu biçimde görülmekte.328 Evrendeki varlıkların tümünü "Tanrı'yla özdeş" gören; ev­ reni, Tanrı varlığından ayrı görm eyen öteki İslam gizemcilerinde d e ... Ki, bunların bu görüş ve inanışları, bilindiği gibi; "vahdet-i vücut" deyimiyle de dile getirilir.329 İslam "vahdet-i vücutçuluğu", çok değişik kesimlerden ve değişik yollardan girmiş olan bu doğrultudaki "Tanrı anlayışı"yla oluşm uştur.330 "Din-giz aracıları" olan Brahm anlar, toplum üzerinde son derece et­ kiliydiler. "Kutsal metinler"i yalnızca bunlar yorumlayabilirlerdi. "Veda'lar"daki "gizli-gizemli bilgi’Teri, "hikmet"leri yalnızca bunlar kav­ rayabilirlerdi. Tüm öteki bu türden aracılar gibi, bunlar da etkilerini kötüye kullandılar. D ayanılm az "baskı"lar oluşturdular. Buysa "tepki' lere yol açtı. Bundan da yeni dinler doğdu: Jainizm ve Budizm.331 B rahm anlar, tepkileri önlem e yoluna yöneldiler. K itleleri daha çok kandırıcı, uysallaştırıcı uyuşturucular arayıp buldular. B ulam ad ık la­ rını yarattılar ve bunları "din"lerine eklediler. Y eni bir biçim verdiler. Bu yeni biçim e "H induizm " denir.332 Hinduizm'in "kutsal kitapları"nın başında yine "Veda'lar" var. Sonra yorumları olan "Brahmanalar" ve "Veda'lardan bir bölüm" sayılan Upanişad'lar gelir. Bunlardan sonra da şunlar gelmekte: "Purana"lar. "Eski efsaneler"i anlatır bunlar. "H int m itolojisi"nin tem el kaynaklarından... D aha önce gelen "kutsal kitapları" okum aları yasaklanm ış olanlar, yani aşağı sınıftan kişiler, bunları okurlar.333 136 "R am ayana"lar. H er bir R am ayana bir "destan". H epsinin ortak k o ­ nusuysa; T anrı ya d a Tanrı nitelikli Kral R am a'nın (V işnu) yaşam ı ve kahram anlıklarıdır. V e önemli sayılan "M ahâbhâratâ". İki yüz bini aşkın dizesi, on sekiz bölüm ü olan şiirler bütünü. "Bhâratâ'mn büyük şiiri" anlamında.334 Ki­ m ine göre, bunların "en güzel parçası" da, "Tanrı Krişna"yı öven ve "cennetliğin şarkısı" anlam ına gelen "Phagavat G ita"dır.335 Bu parçada da, İslam gizem cilerindeki "vahdet-i vücut"u anım satır nitelikte anlatım lar bulunur. Bu, Birunî'nin de ilgisini çekm iş ve Birunî, "aydın B rahm anlar"ı, bir çeşit "tevhid ehli" (Tanrı'yı birleyenler) niteliğinde kabul ederken; bu parçadan da kanıtlar aktarır. Ö r­ neğin şu sözleri: "Ben, 'küll'üm (bir bütünüm). Doğmadım, başlangıcım ve sonum yoktur. Ö lm em ... İnsanların çoğu, 'Tanrı'yı bilmezler. Bunlar du­ yuları aştığı için, alıştıkları şeylere saplanıp kalırlar. D oğm ayan, doğurmayan, gözle, gerçekliği kavranamayan ve bilgisi her şeyi kuşatan bir zat bulunduğunu bilmezler."336 V e şu sözü: "Tanrı h e r şeydir. Ve h e r şey, T an rı'd ır. "™ G erek Kur'an d a, gerek "hadis"lerde ve gerek İslam gizem cilerinin sözlerinde, yazılarında, "H int inanç ve düşünce dünyası"ndan ço k ça yansım alar bulunduğu görülür. Şu dem ektir bu: M uham m ed ve in a­ nırları, eski "H int'in hikm etleri"ni de "pazarlam akta"lar. Söz konusu yansımalardan, Hinduların önem li "kutsal kitap ların d an olan, "U panişad'lar"dan da bolca var. Karşılaştırıldığında, bu açıkça görülür. Birkaç örnek: "Svetaketu'ya babası seslenir: -S vetaketu! K endini çok büyük görüyorsun am a, sayesinde, işitilm eyeni işittiğim iz, anlaşılm ayanı anladığım ız ve bilinm eyeni bildiğim iz B ilgi'yi öğrendin mi?" Svetaketu, karşılık verir: -H a y ır baba, bu bilgi nedir?" 137 Sonra babası anlatmaya koyulur: "Çamur"dan ve "altın"dan yapılanlar­ dan örnekler üzerinde düşünmesini önerir. Bunlar, değişik "ad"lar ve "biçim"ler alsalar da, temel yapılarını oluşturan maddelerinde aynıdırlar. Çamurdan yapılanlar "çamur"durlar, altından yapılmış olanlar da "altın"dırlar. "Bu nedenle, sayesinde her şeyi bildiğim iz bilgi de, aynen böyledir" der. S vetaketu konuşur: -B ab a ! Benim öğreticim , bu bilgiyi bilm iyordu. Bilseydi onu bana öğretirdi. Lütfen bu bilgiyi bana sen öğret! B abası, "Peki oğlum , öğreteceğim !" karşılığını v erir ve anlatır: -B aşlangıçta, yalnızca; İkincisi olm ayan tek varlık (Tanrı) vardır. (İkincisi olm ayan tek varlıktır O .)338 Dr. R asih G üven, U paııişadic A n d Q ur'anic P hilosophy A n d Schools O f Vedanta A nd Islanıic M ysticism adlı ilginç incelem esinde, Svetaketu'nun babasının bu son sözünü, K ur'an'dan En'âm Suresi'nin 19. ayetindeki, " ...D e ki, 'O, başkası olm ayan tek b ir T an rı'd ır...'" sözüyle karşılaştırır haklı o la ra k .339 A ncak, aynı anlam daki sözler, anlatım lar, başka surelerde, b aşk a ayetlerde de b olca var.340 Svetaketu'nun babası, anlatım larını sürdürür: "Kimileri, başlangıçta hiçbir şeyin bulunm adığını ve evrenin bu hiçten doğduğunu söylerler. A m a böyle bir şey nasıl olabilir? Var olmayandan, var olan şey nasıl meydana gelebilir? Evet oğlum! Başlangıçta, yalnızca; 'İkincisi olmayan tek varlık' vardı. Bu tek varlık, kendi kendine düşündü: 'Çoğalayım, gelişeyim !' dedi. Böylece, kendisinden evreni yaratü. Ve her varlığın içine girerek gizlendi. H er şeyin A tm an’ı {Ben'i) oldu. H er şeyin özü oldu. "Svetaketu! Sen O 'sun işte!"m Svetaketu, bu anlatılanlarla yetinm ez. "Lütfen daha anlat baba!" diyerek sürdürülm esini ister. Babası da "anlatır, anlatır, anlatır". O "T ek V arlığı", değişik örneklerle anlatır oğluna.342 138 İslam gizem cilerince "hadis" diye ileri sürülen şu ünlü söz, Svetaketu'ya anlatılanlara çok uygun düşm ekte: "Ben, bir gizli hâzineydim . Bilinm ek istedim . B ilineyim diye de, evreni yarattım !"343 "Tanrı'nın birliği" ("tevhid") konusunda İslam gizem cilerinin ve özellikle de "vahdet-i v ü c u tç u la rın ın , önem le yer verdikleri iki tem el inanç var: Birincisi: "A llah'tan başka ilah yoktur!" İkincisi: "V arlıkta, A llah'tan başka hiçbir şey yoktur!"344 Bu iki inancı da, U panişad'larda sıkça bulabilm ekteyiz. B irincisine örnek: (Y ukarıda anlatılanlardan başka): "-Y agnavalkya! K aç tane Tanrı vardır? -T anrılara ait ilahilerde anlatıldığı gibi, üç yüz üç ve üç bin üç tane. -D o ğ ru ! A m a gerçekte kaç tane? -O tu z üç. -D o ğ ru . A m a gerçekte kaç tane? -A ltı! -D o ğ ru . A m a gerçekte kaç tane? -Ü ç ! -D o ğ ru . A m a gerçekte kaç tane? -İk i! -D o ğ ru . A m a gerçekte kaç tane? - B ir buçuk! -D o ğ ru . A m a gerçekte kaç tane? -Y a ln ız c a B ir tane! -Ö y ley se bu üç yüz üç ve üç bin üç tane olan nedir? -B unlar, Tanrısal güçlerdir ki, en önem lileri otuz üç tanedir!"345 İslam 'daki "Tanrı"nın "ad"larını, ”sıfat"larını düşünün ve burada an latılanlarla karşılaştırarak değerlendirin. A radaki benzerliğin ne denli şaşılası olduğunu göreceksiniz. İslam'da, bir "el ismü'l-a'zam"dan ("ism-i a'zam ’dan) söz edildiğini bi­ lirsiniz. Hıristiyanlıkta da benzeri olduğu söylenir. İbn Hişam (Ö.838), Hıristiyanlığın Yemen'deki Necran'a, Feym iyon adında bir H ıristiyan 139 aracılığıyla sokulduğunu anlatırken, bu adam ın "el ism ü'l-a'zam "ı bildiğini, bununla şaşılası olağan ü stü lü k ler gösterdiğin i anlatır.346 "El ism ü'l-a’zam ", "en büyük ad" (T ann'nın en büyük adı) dem ek. A m a yaln ızca böyle açıklam akla durum anlatılm ış olm az. Bu "en büyük ad", birçok şeyi çözen, birçok kapıyı, hatta tüm kapıları açabilen bir büyülü anahtar niteliğindedir. B ir "gizli bilgi hazinesi"dir de. B unu bilen, "her şeye erm iş" sayılır. ' İşte bu büyülü anahtar, U p anişad'larda da var: Om. K atha U panişad'da şöyle dendiği görülür: "Tanrı B rahm an'ı anlatan Om, varlığın en yüce m ertebesidir. T üm varlıkların kaynağıdır. U lu bir sim gedir. B u hecenin an­ lam ını bilen kişi, am acın a ulaşm ış ve T an rı'y ı tan ıy an b ir k im ­ se olarak, bütün insanlardan saygı görür."347 Om, "T anrı" niteliği taşıyan ve "Ben" dem ek olan "A tm an"ı d a anlatır. Şöyle açıklanm akta: "Simgesi Om hecesi olan Atm an (gerçek Ben), her şeyi bilen Tanrı Brahm an'la aynı varlıktır. D oğm am ıştır. H erhangi bir nedenin so­ nucu değildir. Ölmez, yok olmaz. Beden yok olsa b ile .. .',348 " ...B ilg e kişiler (hikm et sahipleri), kişiliği olan A tm an (Ben) ile, evrensel Ben dem ek olan T anrı B rahm an'ın, bir ışık ve g ö l­ gesi gibi olduğunu söylerler."349 "(A tm an). En içteki bu varlık, bu Ben, ne kutsal m etinlerin yardım ıyla, ne aklın inceliğiyle, ne de aşırı b ir öğrenim le bu­ lunabilir. O, ancak kendi istediği kişinin aracılığıyla b u ­ lunabilir."350 M uham m ed’in "okum a yazm a bilm eyen kişi" olduğunu ileri süren savı göz önüne getirin. "(B rahm an=A tm an), biçim sizdir, sessizdir, tatsız ve kokusuzdur. Ö lçülem ez. H esaba gelm ez. B aşlangıcı ve sonu yoktur, eb e­ didir. D oğanın ötesindedir. O 'nu tanıyan kişi, tüm acılardan ve ölüm den kurtulur."351 140 Dr. R asih G üven, buradaki anlatım ı da, E n'âm Suresi'nin aynı aye­ tiy le (19. ayetle) k arşılaştırıy o r.352 A m a ben, buradaki böyle bir kar­ şılaştırm ayı p ek y erin d e bulam ıyorum . İslam gizemcilerince ikinci temel inanç olarak benimsenen, "Varlıkta A llah'tan başka hiçbir şey yoktur!" ilkesinin de U panişad'larda çok örnekleri var: İşte biri: "Bütün evrende va r olan, yalnızca Tanrı'dır. T a n rı'd a n b a şka h iç b ir şey y o k tu r ,"353 B ir b aşka örnek: "Ö lüm süz A tm an (B en); gökyüzünde p a rlayan güneş, boşlukta esen rüzgâr, ocakta yanan ateş, eve gelen konuktur. O; bütün in ­ sanların, bütün tanrıların, bütün varlıkların ve ’eter'in içine g iz­ lenmiştir. G erçeğin olduğu her yerdedir. Suda doğan balık, to p ­ raktan çıkan bitki, dağlardan akan akarsular hep O'dur. O, çe­ şitli görüntülere büründüğü halde, hiç değişm eyen bir gerçektir, bir güçtür."354 Bilindiği gibi, Yahudilikte, Hıristiyalıkta ve İslamda, "Tann", "insana benzer nitelikte" düşünülür ve çoğu kez de "Tanrı", din ölçüleri içinde "ol­ gunlaşmış" ("kâmil") "insan"da görülür.355 Bu görüş, İslam gizemcile­ rinde, "vahdet-i vücut"çulannda, daha da belirgindir. "Kâmil insan" denen, gerçekte insanlığım bile yitirip "mistikleştiği ölçüde mallaşmış" olan kişiye verilen önem o noktaya götürülmüştür ki, kimilerince "insan"a, "Tann" diye bile bakılabilmiştir. Ünlü gizemci Hallaç'tan aktanlan, "Ben H akk’ım" ya da "Hak (Tann), benim!" dem ek olan "Ene'l-Hakk!" sözünü anımsayın. "İlerici" geçinen kimilerince de, bu söz, insana böyle bakış; "ileri" bir söz, "ileri" bir bakıştır. Oysa, ilkçağın, "ilkel" inancım, ilkel dün­ ya görüşünü yansıtır bu. "İnsana tapınma"nın bir kalıntısıdır. V e M ilat’tan önceki toplumların birçoğunda vardır. Söz konusu bakış ve anlayış da, U panişad'larda bolca bulunabilmekte: K atha U panişad'dan bir örnek: "Bu insan vücudun, yedi kapısı olan bu beden; sonsuz bilinçli ve başlangıçsız varlığın, T anrı'nın yerid ir."356 141 İslam ’da, kimileri bunu bir "hadis" olarak yansıtırlar. "Tann"nın "hiçbir şeye ve hiçbir yere sığmayıp", yalnızca "insanın, inanır kişinin kalbine sığdığını" anlatan bir "hadis" İslam gizemcilerinde ünlüdür.357 M u n d ak a U panişad'dan bir örnek: "G erçek Ben (Atman), her şeyi bilir, her şeyi anlar. Yeri (mekânı), Tanrı'nın ışıklı tahtı olan kalptir."m C h andogya U panişad da, h er varlıktan önce bulunup h er şeyi ve herkesi yarattığı anlatılan "T anrı"dan söz ederken, Svetaketu'nun b a ­ basının, "Svetaketu! Sen O 'sun işte!" d em esi de, "E ne'l-H akk" inancı­ nı ya n sıtm ıy o r m u? U p an işad ’larda, "kişinin T anrı'yı bilm esi", bilgiler içinde "en yiice bilgi" kabul edilir.359 İslam gizem cilerinde de ö y le .. .36° M undaka U panişad'da, "bilgi"yle, en değerli, "en yüce" bilgi sayılan "hikm et" ara­ sındaki "fark"ın gözden kaçırılm am ası istenir. "H ikm et", hem "Tanrı'ya ö zgü" bilgidir, hem de "Tanrı'yla birleşm ektir. 1/361 Y ahudi ve H ıristiyan "kutsal kitap"larında olduğu gibi, Kur'an d a da önem le üzerinde durulup "hikm et" diye "pazarlanan"ların çoğunu, hiç g üçlük çekm eden U p an işad ia rd a da bulabilm ekteyiz. B unlardan biri "söz”dür, K u r'a n 'daki deyim le "güzel söz". İbrahim Suresi'nin 24. ve 25. ayetlerinde, "güzel söz"; "kökü sağlam, dallan göğe yükselmiş, her m evsim de meyvesini veren ağaca" benzetilir. 26. ayette de "kötü söz"ün, "kökünden kopup yeryüzüne düşmüş ve bir yerde, bir kararda duramayan ağaca (ya da bitkiye)" benzetildiğini görü­ rüz. Bu tür (hemen hemen aynı) benzetme, Tevrat'ın M ezm urlar bölü­ münde (1:3-4) ve öteki bölümlerinde de362 yer almakta. "Ağaca benzeti­ lerek anlatım", U panişad'larda d a görülür.363 K u r’a n ayetlerinin "güzel söz"ü anlatışı, okuyan ya d a dinleyenlere "güzel" gelebilir. Ancak, burada üzerinde durulan ve "pazarlanan"; akla ilk gelen türden değil. "İnsanca" değil çünkü. "Tann’ca"!!! Yani, insanlara yarar sağlayacak, yararlı bilgiler verecek ve "insanca yaşam "a götürecek türden bir "güzel söz" am açlandığı sanılmasın. A m açlanan, yalnızca "im a n ”364 ve "imanlaştırılmış hikmet"tir. Öteki "kutsal kitap"larda önem verilen "söz"le de amaçlanan budur! Upanişad'larda d a "söz"e son derece önem verilir ve bu "söz"le am açlanan da aynı: 142 Yuhanna İncili'nin birinci babının birinci ayetinde, "söz"ün, "evrenin yaratılması"ndan önce de "var" olduğu, üçüncü ayetindeyse; "her şeyin, bu söz aracılığıyla yaratıldığı" anlatılır. Böylece, Tevrat'ın ilk kitabı olan "Tekvin"in ("yaratış"ın) birinci ve ikinci baplarında anlatılanlara uygun bir açıklam a yapılmış olmakta. Kur'an'da buna uygun açıklama görülür, "kün!" ('ol!') "söz”üyle "her şeyin yaratıldığı" bildirilir!365 Upanişad'larda da, "söz"ün "başlangıçta" var olduğu ve "yaratma"da rol aldığı anlatılmakta. Örneğin Aitareya Upanişad'da, "evren yaratılır­ ken", "söz"den "ateş" meydana geldiği ve bunun da birtakım oluşumları doğurduğu yazılı.366 Yuhanna İn cili'nin b irinci babının y in e 1. ay etin d e aynen şöyle deniyor: "...V e söz, T a n rı'y d ı." "Y arattığı", anlatıldıktan sonra böyle denm esi şaşılası değil. Ç ü n ­ kü, "yaratan"ın, "Tanrı" sayılm ası doğal. U panişad'larda d a böyle dendiği görülür. Ö rneğin B rihadaranyaka U p anişad'da aynen şöyle denm ekte: "Söz bilgidir. Çünkü, dünyevi olsun, semavi olsun her şey, her bilgi, söz sayesinde bilinir. Bu dünyanın ve öte dünyanın bilgisi, söz sa­ yesinde elde edilmiştir. ( ...) Majeste! Söz, Yüce Tanrı'dır!"m "Söz", din gizemcileri için, tüm dinler ve aracıları için çok önemlidir. Çünkü "öğüt"lerini, "söz"le sunuyorlar, kitleleri "söz"le kandırıyorlar, çı­ karlarını "söz"le sağlıyorlar. U panişad'm yukardaki anlatım ını dile ge­ tiren de bir "din aracısı"dır. B u parçanın yer aldığı bölüm de anlatıldığına göre, bu "din adamı", "M ajeste!" diye seslendiği kişiye, "Tanrı" konu­ sunda "bilgi" veriyor. A m a "karşılıksız" değil. Verdiği her "bilgi"nin so­ nunda, "M ajeste"nin şöyle dediğini okumaktayız. "Sana bin koyun daha veririm , bana daha öğret!" A ynı bölüm de anlatılır ki, aynı din adam ı, bu sözü, "M ajeste"ye birkaç kez368 söyletm eyi başarm ış. Y ani "M ajeste", alm ak istediği her bilgi karşılığında "bin koyun"u gözden çıkarm ış! A m a yine de, T an ­ rı konusunda kendisine verilen "bilgi"ler doyurm am ış olm alı ki, za­ v allının, aynı "din adam ı"na şöyle dediği an latılıy o r U panişad'da: 143 "H er şeyim i sana veriyorum . (G erekli bilginin tüm ünü vererek) beni kurtar!"369 Z avallı "M ajeste", kaçıncı "bin koyun" verdikten sonra böyle söy­ lem ek zo ru n d a kalm ış, artık bu, iy ice açıklanm ıyor! U panişad'larda, "bilgi"ler "sıra"ya konmakta. Tüm "bilgi'ler, "aşağı düzeyde". "Yüksek düzeyde" gösterilen yalnızca bir "bilgi" var: "Tanrı'ya ilişkin bilgi". Ve "Tann, bilginin kendisi" sayılm akta.310 Yine Upanişad'larda, "bilgi"nin, "hikmef'in, yalnızca "öğretici"den, yani "din-giz aracısı"ndan alınabileceği açıklanır sık sık.371 D emek ki, "Tann" konusundaki bilgi, başka türlü sağlanamaz. Çünkü, bu "bilgi", geçim kaynağıdır bu tür aracılar için. "MaT'dır, "koyun"dur. "Kutsal metin"lere, söz konusu "açıklama"yı koymakla, "din" ve "giz" aracılan, çıkarlannı güvence altına almışlardır. K im i "ilerici” geçinenler, "B udizm "deki durum un "farklı" o ldu­ ğunu savunm a hevesi içinde görünürler.372 A m a işin gerçeğine in ild i­ ğinde görülür ki, "B udizm ”deki durum da aynı. M uham m ed d öne­ m indeki durum undan örnek sunayım : N azm iye Togan'ın, "Peygamber'in Çağında Orta Asya" başlıklı ince­ lemesinde yazdıklarını, anlaşılır dile çevirmeye çalışarak aktarıyorum: "Ç inli B udist rahip H üen-Ç ang, kalabalık m aiyetiyle birlikte, M iladi 629 yılında, yani P eygam ber'in ölüm ünden dört yıl ö n ce­ sinden başlayıp, H alife O sm an'ın hüküm darlığının 2. y ılına dek süren 17 y ıllık bir geziye çıktı. O sıralarda G öktürklerin y öne­ tim inde bulunan D oğu ve B atı T ürkistan'ın orta kesim lerinde ve H indistan'da gezip dolaştıktan sonra aynı ülkenin güneyinden geçip Ç in'e döndü. (645'de.) ( ...) "H üen (Y üen)-Ç ang'ın 629'da, Ç in'den çıkıp T iyanşan uygar­ lıklarının başkenti olan Q oco'ya (şim diki K ara-H oca'ya) ve Karaşehre gelinceye kad ar olan gezisine, karşılan ışın a ve b u ra­ la rd a gösterilen ilgiye ilişkin yazılanların özeti şu: "B udist rahip, D oğu T ürkistan'ın bugün bile önem li olan Q om ul kentine geliyor. B urası G öktürk ülkesiydi. H alkı d a B u d ist idi. R ahip, buradaki B udist m anastırında konuk kaldı. Q om ul ken­ 144 tinin valisi de, bu valinin bağlı bulunduğu Qoço H üküm dan olan Khio-Ven-Tay da, Budist idiler. Budizm teolojisinin büyük 'âlim'i diye ünü olan rahibi; gerek Vali, gerek H üküm dar, saraylarında konuk ettiler. Q oço H üküm dan, Q om ul'a görevliler göndererek, özel bir saygıyla getirtti. H üküm dar, ileri gelen m em urları, ka ­ dın ve çocuklarıyla karşıladı. H üküm darın eşi K ra liçe de, k a ­ dın ve kızlardan oluşan bir kalabalıkla rahibi karşılam aya ç ık ­ m ıştı. R ahip, H üküm darın sarayının yanındaki b ir B udist m a­ nastırında konuk oldu. Ç ok kalm ayıp hem en gitm ek istiyordu. H üküm dar buna çok üzüldü. S onra R ahip bir ay daha kalm aya razı oldu. M anastırda çok sayıda kadın ağaları vardı. R ahip, b u ­ rada, B udizm 'le ilgili konferanslar verdi. Bu konferanslara, H ü ­ küm dardan başka, yaşlı annesi de geliyordu. H üküm dar bu B u ­ d ist rahibe, o denli saygı gösterirdi ki, o m in b e re çıka rken , sır­ tın ı o n a b a sa m a k yapardı. B udist R ahip H üen (Y üen)-Ç ang, g ezisine devam etm ek üzere ayrılırken, Q oço H üküm darı ona, y ü z o k k a altın, o tu z b in g ü m ü ş para, beş y ü z p a rç a atlas ve ip ek verdi. O tuz sekiz at ve yirm i dört hadem eyle birlikte, asıl bağlı bulunduğu B atı T ürk H anı T üng Y abgu'nun ülkesine d o ğ ­ ru yola çıkardı. G idinceye dek, kendisine eşlik etsin diye de, yüksek rütbeli m em urlarından H un-Sin’i, kalabalık bir görevliler to pluluğuyla birlikte yanına kattı. A yrıca rahibe gerekli ilgi ve saygının gösterilm esi için gerek Tüng Y ab g u ’ya, gerek H in d is­ tan'a geçeceği yerlerdeki 24 ülkenin büyüklerine m ektuplar y az­ dı. V e u ğ u rla d ı..."373 N azm iye Togan'ın yazısı asıl kaynaklardan özetlenerek alınmış. A m a yine de oldukça Uzun. Budist rahip Hüen Çang'ın bundan sonraki gezisi de, uzun uzun anlatılıyor. Yol boyunca karşılaştıkları, bir "din adamı" olarak "din çevreleri"yle ilişkileri, inanır topluluklarından ve dev­ let adam larından gördüğü ilgi, saygı ve aldığı arm ağanlar.. ,374 Bizi burada ilgilendiren, B udist rahip H üen Ç ang'ın, bir B udist din aracısı olarak, "pazarladığı" din ve giz "hikm et"lerine k arşılık gö rd ü ­ ğü ilgi ve sağladığı "çıkar"lardır. Bu, B udizm 'deki durum un, öteki dinlerdekinden "farklı" olm adığını gösteren kanıtlardan biri. B u ­ dizm 'in kendisi de öteki dinlerden pek farklı değildir. T üm üyle b a ş k a 145 olsaydı, onun "hikm et"leri, başka dinlerde de "pazarlanıyor" olur m uydu? Bu "hikm et"lerden birçoğu, M uham m ed'in K ur'an'ında da y er alıyor ve "piyasaya sürülüyor". Örneğin, Budizm'in de içinden çıktığı "Hint inançlarTnın tümünün benimsediği "Karma Yasası"nı bu din de açıkça benim ser.375 Şöyle ya da böyle anlatması önem li değil. Önemli olan, benim sem iş olması. "Karma"da, savunurları ne derse desinler, Budizm'inkinde de, "iflah kesici" bir "kadercilik" var. Kur'an'm inanırlarına sunduklarının d a odağını bu oluş­ turur. Yani; "kadercilik". "Karma"yı, kısaca; "eden bulur!" dem ek olduğunu söyleyerek açıklar kimileri.376 Kimileriyse, "eveleyerek geveleyerek", başka türlü gösterirler. "Akılcı" ve "bilimsel" diye yutturm ak için "bilimsel' nedensellik" biçi­ m inde sunarlar.377 O ysa oldukça "ilkel" kafalardaki inançlardan "bilimsel nedensellik" diye bir şey çıkarılıp ortaya konabilir m i? Bence, aktarılan­ lara dayanarak söylemek gerekirse, Buda’daki "kadercilik", çağdaşların­ dan, en azından çoğundan, çok daha katıydı. Örneğin o çağdaki "Brah­ manizm " inanırlarındaki "kadercilikken. N iye derseniz, uydurmaca da olsa bir "kurtuluş" um udu içindeydi bu inanırlar. "Tanrılara kurbanlar sunma" yoluyla, şu ya da bu yolla, şu ya da bu biçim de bir "kurtuluş" umarlardı. Biraz daha iyi durum a ulaşm a biçiminde de o lsa ... O ysa B u­ dizm 'deki "karm a çemberi"nden, "boş laflar"ı bir yana bırakırsak, hiçbir biçim de "kurtuluş" yok. İnsanca yaşam ın gerektirdiği "isteklerden vazgeçilm edikçe"... B udizm savunuru görünen birinin B uda ve Ö ğretisi adlı kitabında şöyle deniyor: "K uşkusuz, karma_ yasası karşısında, tanrıların da elleri kollları bağlı olm alıydı. İnsanları, eylem lerinin sonuçlarından ku rtar­ m ak, onları bağışlam ak; nedenleri, sonuç bağlantılarından k o ­ parm ak dem ek olacaktı ki, böyle b ir şe yi ya p m a ya ta u n la rın bile gücü yetm ezdi. O zam an da, tanrılardan m edet um m anın, onlara adaklar adam anın, kurbanlar sunm anın ne yararı olabi­ lirdi? Bu durum da kurban törenlerini yöneten keşişlerin g e ­ reksizliği de kendiliğinden ortaya çıkıyordu. "378 146 Yazar, Budizm düşüncesini, Budizm'deki "karma"yı anlatmak; dahası, savunmak için Budizm adına yazıyor bunlan. "Kurban törenlerini yöneten keşişlerin gereksizliği, kendiliğinden ortaya çıkıyor"muş! Önemli olan bu tür "keşişler"e "gerek duymamak" ya da "gerek olmadığını söylemek" mi, tüm "rahipler"e, din aracılarına son vermek m i? Budizm'deki "rahipler"in, din-giz aracılarının, "iman" ve "imanlaşmış hikmet" pazarlamakta, karşı­ lığında da büyük çıkarlar sağlamakta, başka dinlerin aracılarından geri kal­ madıklarına yukarıda bir öm ek sundum. Yazar, Budizm adına konuyu sürdürürken: "Eylemlerimizin sonuç­ larından bizi kurtaracak ne Tanrı, ne de başka bir güç olam ayacağına göre, eylemlerimizin sorumluluğunu üstlenmekten başka bir çözüm kalm ıyor o rtada..." diyor.379 "Eylem lerim iz" denirken ne anlatılm ak isteniyor? Yazarın kendisi burada neyi amaçlarsa amaçlasın; "diri'lerin ve bu ara­ da "Budizrri’in "eylemler"den neyi amaçladıklarını, "eden bulur!" dedikleri zaman ne anlatmak istediklerini çok iyi biliyoruz. "Din"ler, ”öğüt"lerine, "şeriat"lanna göre değerlendirirler "eylenT'leri. "Uygun" olanlara "ödül"ler, "ters" olanlara "ceza"lar biçerler. Budizm'deki durum da başka türlü değil. "TamT'sının olmaması, ya da bu dinde "Tanrı'ya inanılmıyor" gösteril­ m esi de çok şeyi değiştirm iyor. "Tann"ya inanılm adığı doğru bile olsa, çeşitli dinsel "kurum "lan var, din aracıları var. H er şeye ve bu arada "eylem"lere, "dinsel gözlük"le bakmak için, bu yetiyor. Buda, insanlığa bir "kurtuluş" önermiş: "İstekleri yok etmek." İnsanca yaşamın vazgeçilemez gereklerinden olan "istek"lerden vazgeçmeyi öner­ miş. Tüm "acı"lann "kaynağı"nı "istek"ler oluşturuyor Buda'ya göre. Ne denli akla, mantığa uygun "yorum"lar getirme çabası gösterilirse göste­ rilsin, "Buda'nındır!" diye aktanlagelen düşüncenin özü, özeti bu.380 B u düşünceninse toplum lara egem en olanların y ararın a olduğu belli. K itleler "istekler"inden uzaklaşacaklar, onlar da egem enliklerini d iledikleri gibi sürdürecekler. B aşka türlü anlatm ak, insanlığı al­ d atm aktır bence. Budizm'de "evrim" var, ama ilkel bir evrim dir bu. Budizm ’deki "nirvana" da, gizem cilere özgü "safsata"dır, boş ”bilgicilik"tir, boş inançtır. "Nirvana", "acıdan kaçma" demek sözlük anlamıyla.381 "Ruh, aydın­ lanınca, nirvanaya geçer"miş. "E ğ itim le "aydınlanır"mış. 147 N asıl bir eğitim le? K ısacası: "İstekleri yok etm e e ğ itim i"y le ...382 "Ö lm eden önce öl­ m ek" de diyebilirsiniz buna.383 İslam gizem cileri de "ölm eden önce ölün!" anlam ında "hadis" diye ünlü bir sözü de dayanak alarak böyle ölm eyi öğütlerler. "Fena" (yok olm a) derler buna. "M ürit"lere "Şeyh'te yok olm a"yı, "Peygam ber'de yok olm a"yı ve en son, B udizm 'in "Nirvana"sına (isterseniz zırvasına deyin) benzer nitelikte; "T anrı'da yok olm a"yı ödev olarak verirler. K ur'an'm P azarlad ıkları A rasınd a Buda H ikm etleri, B udizm ve İslam G izem ciliği R eynold A. N icholson, "Bu sözcükler ( fena' yani yok olm a ile 'nirvana'), birbirleriyle öylesine uyum halindedir ki, onları tam am en bağlantısız sayam ayız" diyor.384 Kur'an'm yaydığı (pazarladığı) düşüncede de, bir yandan "kader" ve "kadercilik", öbür yandan "ölüm ”ü, "öbür dünya"yı ve "Tann"yı dü­ şünerek bir çeşit "ölme", "yok olm a" öğüdü var.385 Kadercilik ve bu öğüt, Kur'an'm bütünü içinde, ayetlere serpiştirilerek yerleştirildiği için, gi­ zemciler, bu yöndeki düşüncelerini, benimsedikleri ilkeleri ileri sürer­ lerken, yer yer "ayef'lere de dayanm aktan geri kalmazlar. Zam an zaman, "ayet"lerin (bu arada "hadis"lerin) "yabancılardaki "kaynak"lanna baş­ vurarak, sergilerindekini tam am larlar. îşte bunların başvurdukları kay­ naklar arasında "Budizm" de görülmekte. Reynold A. Nicholson, bakın ne diyor: "Prof. Goldziher, şu önem li noktaya dikkati çekmiştir. Sufi (gi­ zemci) zahid (dünya tadlannı bırakarak kendini tümüyle ibadete veren) İbrahim b. Edhem , İslam m enkıbelerinde/tahtını terk ederek gezgin bir derviş olan B elh Emiri olarak görülm ektedir ki, bu; Buda'nın hayat hikâyesinin bir tekrarıdır. Sufiler (gizem ciler), 'tes­ p ih kullanma'yı, Budist rahiplerden öğrenmişlerdir. Konunun ay­ rıntılarına girmeden rahatlıkla söylenebilir ki, Sufılik yolu, 'ahlaki bir nefis terbiyesi, 'zuhdî murakabe' ve 'fikri arınma' olması ba­ kım ından; Budizm'e çok şey borçludur."m 148 Zen Budizm, D.T. Suzuki'den Seçm e Yazdar adlı kitabı, "sabır" sözcüğünü açıklarken, "yoksulluk, haksızlık gibi üzücü haller karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini "bekleme"yi "erdem" sayacak ölçü­ de387 "ilerici", olan T ürk Dil Kurumu'nun "çeviri ödülü"nü kazanan bir "ilerici çağdaş" yazarım ız, Buda ve Öğretisi adlı kitabında, Budizm ’i ile­ riciler kesimine sevimli gösterm ek için çokça ter dökm üşe benzer. Bu kitabında, "Budist metinler"den aktarılan alıntılara da dayanarak (Bu­ dizm adına) şu özet değerlendirm eyi sunuyor: "B ütün bağım lılıkları inceden inceye irdelersek, her tür bağ ım ­ lılığın ardındaki güdünün, gücünü doyum suzluktan alan istek ­ ler, tutkular olduğu görülüp anlaşılacaktır. Y aşam daki bütün bu kavga, çekişm e, boğuşm a, itiş kakış, savaşm a, k aralam a, k ara çalm a uğraşının ardındaki güdü; aram a, elde etm e, elde ettik­ lerine sıkı sıkı sarılıp elden kaçırm am ak için sürdürülen bir ça­ balam adan başka nedir? " ...B ir kez gözüm üzü açıp da, nedenini yanılgıdan alan bu ko ­ şu ştu rm a n ın am açsızlığını, a n la m sızlığ ın ı görebilsek, k u şk u ­ suz bizi böyle k oşuşturm aya iten koşullanm alar, b içim lenm eler (sankhara) etkisini yitirecek, bu koşullanm aların, biçim lenm e­ lerin zorladığı bağım lılık da kalkacak ortadan."388 A çıkça şunun dem ek istendiği görülüyor: "Y aşam daki bütün kavga" ve tüm "koşuşturm alar" bırakılm alı. Ç ünkü bunlar, "neden"ini " y a n ılg ıd a n alıyor. "Y aşam k avgası"na ilişkin tüm "istek"ler, "tutku"lar tüm üyle b ırak ılm alı. Y ani ne dem ek? "Ö lm eli insanlar. Y aşarken, yaşar görünürken ölm eliler!" dem ek. "Yanılgı", "nedensellik çemberi"nin "12 çubuğu"ndan biri diye göste­ rilmekte. "Kurtuluş", bu "çember"i parçalam akla olabilirmiş. "Çember"in, ya da "zincir"in "kopanlabilecek tek halkası", Buda'nın üzerinde durduğu "yanılgı"ym ış.389 Peki, neym iş bu "yanılgı"? "Y anılgı"yı, B u d a şöyle anlatıyorm uş: 149 "O nunla y o k lu k , varlığa dönüşüyor. B ir olan şey, bin bir gibi gözüküyor. Bu benim , bu da babam , buysa anam , bu malım, bu d a zenginliğim , dedirtiyor." Y orum u da şuym uş: " ...B u d a 'y a göre 'yanılgı', görünüm ün yanıltıcı alım lılığ ın a k a­ pılm ak tır y a da dört yüce gerçeği; ıstırabı (acıyı), ıstırabın ne­ denini, ıstırabın yok edilebileceğini, ıstırabın y o k edilm esini sağlayacak yöntem i bilem em ektir."390 "Isıtırabın yok edilm esini sağlayacak yöntem " neym iş peki? "İstekler"i ve insandaki "ben"i "yok etm ek"!!!391 D öne d o laşa aynı noktaya geliniyor: "Ölmeden ölm ek"... "Kurtuluş" için, "özgürlük" için önerilen bu!!! D eniyor ki: "B uda’nın dünya ve evren görüşünde 'kast'tan (sınıftan), soydan gelen ayrıcalıklara y e r olm adığı gibi, ne kişisel, ne de evrensel bir ruha, Tanrı 'ya da yer y o k ... ”392 İyi am a; kitlelerin "canlı ölüler" durum una gelm elerini istem ek ya da önerm ek; üstün "kast"ın, egem en sınıfın ya da bu durum daki sınıf­ ların "yararına olan ortam ı hazırlam ak" anlam ına gelm iy o r m u? B uda’nın "ruh"a ve "T anrı"ya "yer verm ediği" yolundaki savı da pek ciddiye alm am ak gerekir bence. C handogya U panişad'da "Bir za­ m anlar, Satyakam a adında, küçük bir B rahm anoğlu vardı. Bu küçük bilge, Y üce G ötam a’ya (B uda'ya) öğrenci olm aya karar v e rd i..." de­ nerek başlanan bir yerinde, S atyakam a ile B uda arasın d a geçen "konuşm alar"a yer verilir. Bu konuşm alar sırasında bir sorusuna Satyakam a'nın verdiği k ar­ şılık üzerine B u d a şöyle der: "O ğlum , doğruyu söyledin! G erçek bir B rahm in'den başkası böyle konuşam azdı!"393 D em ek ki, "Buda'nın dünya görüşünde ayrıcalık lara yer o lm a­ dığı", sanıldığı ölçüde doğru değil. B uradaki "gerçek B rahm in" de­ yim inde, bir "ayrıcalık" kokusu, hem en kendini duyurm akta. 150 A ynı kesim de anlatılanlardan bir parça: "Yüce bilge (Buda), Satyakam a'ya dört yüz tane zayıf ve hastalıklı davar verdi. 'Oğlum! Bu hayvanlan orm ana götür, otlat! Sayılan bin taneyi bulmadıkça, kesinlikle geri dönmeyeceksin!' dedi. "K üçük bilge (Satyakam a) hem en bu buyruğa uydu. D avar sü­ rüsünü orm ana doğru sürdü. Ve gözden kayboldu. A radan yıllar geçti. S onunda dav arların sayısı bine ulaştı. İşte o zam an, sü­ rünün başı, S atyakam a'nın yan m a yaklaştı ve dile gelerek: 'Sat­ yakam a! B iz artık bin taneye ulaştık. Şim di bizi, Y üce B ilge'nin (B uda’nın) evine götür ve ben sana Tanrı'nın bir p a rça sın ın ne olduğunu söyleyeceğim!' dedi. Satyakama: 'Lütfen söyle, nedir?' dedi. O, karşılık verdi: 'Doğu yönü, Tanrı'nın bir parçasıdır. Batı da öyle. Kuzey ve güney yönleri de öy le... Bu dört ana nokta, Tanrı'nın bir parçasını oluşturur. O'nun başka bir parçasını sana 'ateş' ö ğ retecek ..."394 E rtesi gün, sürüyü toplayıp B uda'nın evine doğru yola çıkar S at­ yakam a. A kşam a doğru b ir yerde konaklanır. K üçük bilge bir "ateş" yakar. "İbadet etm ek" üzere de "doğu"ya doğru yönelip oturur. O sı­ rad a yanan ateşten bir ses işitir: "Satyakam a, T anrı'nın bir p arçasını da sana ben öğreteceğim : Toprak. G ökyüzü ve gökler, O 'nun par­ çalarıdır. O kyanuslar d a . .. B ütün bunlar, T anrı'nın bir parçasını o lu ş­ tururlar. B ir başka parçasını da sana kuğu öğretecek!" Satyakam a, y i­ ne yürür yoluna. B ir yerde yine konakladığında aynı biçim de doğuya yönelip ibadete koyulur. B u arada "ateş"i de yanm aktadır. Bir kuğu uçarak gelir yanına. O da şöyle seslenir: "Sana, Tanrı'nın bir başka p ar­ çasını öğretm ek için geldim . Ö nünde duran bu ateş, Tanrı'nın bir başka parçasıdır. G ökyüzündeki A y ve aydınlık da O 'nun parçası. Bütün bun­ lar, T anrı’nın bir parçasını oluşturur. B ir başka parçasınıysa sana bir dalgıç kuşu öğretecek!" K üçük "rahip", yürür yoluna. Y ine konakladığı bir yer olur. Y ine ateşini yakar. Y ine aynı yöne yönelip ibadet ederken bir dalgıç kuşu gelir. O d a şöyle konuşur: "S ana T anrı'nın bir başka parçasını öğretecek olan benim . Soluk, görm e, işitm e ve zihin, Tanrı'ın birer p arçasıdırlar..." S onra şunları okum aktayız C handogya U panişad'da: 151 "Daha sonra Satyakama, yine yoluna koyuldu. V e yüce öğreticinin (Buda'nın) evine vardı, kendisini tanıttı. Yüce Götama (Buda), onu görür görm ez bir çığlık kopardı: '"O ğlum ! Yüzün, Tanrı'yı tanıyan b ir kim senin ışığını saçıyor. Tanrı bilgisini sana kim öğretti?' "S atyakam a karşılık verdi: '"İnsanlar değil, bana başka yaratıklar öğretti saygıdeğer efendim!' A m a ben sizin de bir şeyler öğretmenizi diliyorum. Çünkü bilge kişilerden, insanı, En Y üce İyilik’e ulaştıracak bilgiyi, ancak; bir 'guru'nun (bir din öğreticisinin) verebileceğini işittim!' "Yüce G ötam a (Buda), gerçekten bütün varlığıyla Tanrı'yı a ra ­ yan bu Brahm anoğluna, bu bilgiyi de öğretti ve artık, geriye, ö ğrenecek hiçbir şey ka lm a d ı.1,395 Bu anlatılanlar da varken, B u d a’nın "T anrı"ya "yer verm ediği" y o ­ lundaki sav, nasıl ciddiye alınabilir? "Budist Tanntanım azlığı"nın sonraları "Çoktanrılılığa dönüştüğü" ile­ ri sürülür.396 Varsayalım ki, bu gerçek. O zaman şunu sormak gerekir: D önüşm eye elverişli olm asaydı, "Çoktanrılılığa" dönüşür m üydü? B udizm ’in, kim i "kitaplı dinler" üzerinde etkisi olduğu belirtil­ m ekte.397 B ence doğrudur bu sav. Ç ünkü birçok din gibi bu din de, "propagandacı" din aracılarını, şuraya buraya gönderm iştir. B ir y a­ bancı yazarın D inler T arihi'nde şunları okuyoruz: "Salomon Reinach'a göre, 'Kral Asoka, İÖ 250 yılına doğru, kom ­ şusu olan Y unan K rallarına Suriye'ye ve M ısır'a m isyonerler gön­ dermekle övünüyordu. ’E ssenyenier (kimine göre bir Yahudi m ez­ hebidir.398 Clement H uart'a göre: Hanifler.399 B ana göre de Sabiîlik dininin bir büyük kolu-T.D.) hatta İskenderiye Helenizm'i üzerinde etki yapm ış olması pek de uzak bir ihtimal değildir.' Nitekim, ilkel (ilk) Hıristiyanlar da, Essenyenlerin etkisi altında kalm ışlardır.”400 B ence, Budizm , Sabitlikten etkilenm iştir. Y ine benim sediğim gö­ rüşe göre, Sabiîlik, B udizm 'den de, öteki H int dinlerinden de önce 152 vardı. Çünkü, H int dinlerinin kutsal m etinlerinde, Sabiîliğin içeriğini o luşturan "G üneş K ültü", "Ay K ültü" ve "yıldızlar" kültü, ağırlıklı b içim de görülm ekte.401 Budizm ’in gerek Yahudi, gerekse Hıristiyan inançlarında çok etkili olduğunu bir gerçek olarak kabul etmek mümkün. İslam üzerinde d e ... Kimilerine göre, Buda’nın adı da, "Zül Kifl" diye Kur'an'da geçmekte: K u r 'a n ’d a B u d a 'd a n B ir P e y g a m b e r O la r a k m ı Söz E d iliy o r? M uham m ed’in, çağım ızdaki "hem nalına hem m ıhına vuran" savu­ nurlarından ve uluslararası ünü olan Prof. Dr. M uham m ed H am idullahin İslam Peygamberi adlı kitabından bir parçayı aktarıyorum: "M uham m ed aleyhi's-salat ve’s-selâm devrinde bile Budizm , dünyanın ileri gelen büyük dinlerinden biri durum undaydı. H in­ distan ve Çin kıtasından olm ak üzere, B udist birtakım tüccarlar, özellikle A rabistan’ın güney-doğu bölgelerinde kurulan büyük fu arlara katılırlardı. A m a bu gelenlerin sayılarının az oluşu, d il­ lerinin farklılığı ve ülkelerinin denizlerötesi uzak ülkeler oluşu nedeniyle, A raplar arasında, bunların dinleri hakkında pek az şey biliniyordu. K ur'an-ı Kerim, bu dinle ilgili olarak doğrudan doğruya bir bilgi verm em ektedir. B azı Kur'an tefsircilerinin gösterdikleri ince a raştırm alar sonunda, onlar, B udizm 'in de K ur'an - 1 K erim 'de geçm ekte olduğunu keşfedip gösterm işlerdir. Bu, ’Z ü'l-K ifl' adıyla K ur'an'da geçen b ir p eyg a m b er d olayısıyla olm uştur. B aşka b ir şekli b ilinm eyen ve Kur'an'da geçen bu ad, ’k ifl’li, ya da ’K ifl'e m ensup’ anlam ına gelm ektedir. Bu Kur'an tefsircileri, 'K ifl' adıyla geçen kentin de Kapilavastu, ya n i Götam a Buda'nııı doğduğu kent olduğunu ileri sürerler. 'Zül-K ifl' aynı zam anda 'b e sle y ic i'y a da 'besin', g ıd a anlam larına da g el­ m ektedir. B urada hatırlatalım ki F illiozat adlı doğubilim ci b il­ gin, L 'lnde lassique adlı eserinde (II, s.468-469: 2177), G ötam a B uda'nın, bir D evlet B aşkanı olan babasının adının S udodâna ve devlet başkentinin adının d a K apilavastu olduğunu söyler. 153 Sudodâna'nın anlam ı, 'temiz besin', 's a f yiyecek'tir. B udizm 'le il­ gili izleri izleyen başka tefsirciler, K u r’an-ı Kerinı'in şu ayetini gösterirler: "’în c ir ağacına, zeytin ağacına, Sinin dağına ant olsun ki!.. V e şu güvenli kente ant içerim k i...' (Kur'an, 95:1-3.) "Bu ayette sözü geçen 'şu güvenli (emin) kent’, M uham m ed aleyhi's-salat ve's-Selâm'ın doğduğu kent olan 'M ekke'yi anlatmaktadır. 'Sina (Sinin) Dağı'ysa, insana doğruca 'M usa P eygam beri hatır­ latmakta. 'Zeytin ağacı'yla da, bütün herkes, Filistin'deki 'Zeytin D ağı’ ve 'İsa' Peygam beri düşünmektedir. 'İncir ağacı'na gelince: Şimdiye dek hiç kimse, kalkıp da bununla ilgili, yabani bir incir ağacı dibinde 'itfan'a ulaşan vahiy alan Buda'nın anlatılm ak is­ tendiğini ileri sürmemiştir." (Kimi sözcükleri Türkçeleştirdim, kimi yerlerin altını çizdim -T.D.) Y ukarıda anlamları verilen Kur'an ayetlerinde "incir ağacı, zeytin ağacı" değil; "incir, zeytin" anlamlarına gelen sözcükler geçmekte. Bu­ nunla birlikte, ileri sürüldüğü gibi, bu sözcüklerde "incir ağacı, zeytin ağacı" anlatılmak isteniyor olabilir. Ne var ki, buradaki "incir"in kay­ nağını Tevrat'ın Y erem ya bölüm ünde görm ek de mümkün: (24: 1-8.) Yi­ ne de alıntıdaki yorum daha doğru olabilir. Yani buradaki "incir"le "incir ağacı"m n; onunla da, Buda'nın, altına oturup "aydınlandığı" ve "erece­ ğine erdiği" ileri sürülen ve "bilgi (bilgelik) ağacı" diye de adlandırılan incir ağacının anlatılmak istendiğini söylemek, gerçeğe daha yakın bir sav görülebilir. Yazarın, "burada Buda'mn anlatılmak istendiğini ileri sürmek kim ­ senin aklına gelmemiştir" yolundaki savıysa, hem doğru değil,41)2 hem de, aynı paragrafta kendi belirttikleriyle çelişmekte. Çünkü kendisi, kimi Kur'an tefsircilerinin bu yorumu ileri sürdüklerini, açıkça belirtmekte. Buda'nın "incir ağacı"ndan söz edilince, yaşam öyküsüne hiç de­ ğinm em ek doğru olm az. K ısaca değinelim : D enir ki: Buda, en güçlü olasılıkla, İÖ 563'te, K uzey H indistan'da doğdu ve İÖ 483 yılında, yine H indistan'da öldü.403 İleri sürülür ki, S akya (Şakya) diye bir ailedendi G ötam a Buda. Babası: Suddhodana (Sudodâna) adında bir soylu kişi. Sakya D ev ­ 154 letinin Kralı. Buda’nın bir başka adı: Sakya M uni (Sakyamuni).404 A n a ­ sının "dölyatağı"na düşmesi, "cinsel birleşme", yani babasının anasıyla yatm ası sonucu d e ğ il."M ucizeli" .. ,405 Aile, İskitlerin Asya'daki bir uzan­ tısını oluşturan "Sakalar"dan.406 V e anlatılır ki, çocuk, sarayda bin bir özenle büyütülür. B üyür, g e­ lişir. H er dönem inde de "olağanüstü durum "lar görülür. "Peygam ber"lerinkinde görülen türden.407 A labildiğine olanakların önüne seril­ diği gösterişli bir yaşam sürerken evlenir de. B ir oğlu olur. N e var ki, bu arada "dört rastlantı" çıkar önüne: Götama, bir eğlence yerine gitm ek istemekte. Çıkar saraydan. Y olda giderken bakar ki, bir yaşlı kişi. Sonunda böyle olacağını düşünür, "gençliğin boşluğu, hiçli­ ğini" anlar. Bir başka kez, bir "hastalık"lıya rastlar. Sağlığın, er y a da geç, yerini hastalığa bırakacağını anlar. Bir başka kez, ölm üş birinin "ceset"iyle karşılaşır. Sonunda öleceğini, "ölümün kaçım lm azlığı"nı anlar. V e bir başka kez, "rahat, sakin" bir "keşiş" çıkar karşısına. "M utlu" ol­ duğu, durum undan, yüzünden belli bir keşiş. G österişsiz am a "mutlu". G ötam a Buda, böyle olm ak ister. "M utluluğun", "kurtuluşun" böyle ol­ m akta bulunduğunu düşünür.408 B u d a artık, bir yazarın deyişiyle; "derin bir m elankoliye tu ­ tulm uştur'."409 Sarayını, saray çevresini, eşini, çocuğunu ve her şeyini bırakm aya ka­ rar verir. Gider; babasından "izin" ister. Babası üzüntüye gömülür. V az­ geçirmek ister oğlunu kararından. "Ne isterse" yerine getireceğini söyler. Buda da "üç şey" ister; Hiç elden gitmeyen bir gençlik. Hiçbir acının, has­ talığın karışmadığı bir sağlık. V e hiç sonu gelmeyen, ölümsüz, mutlu bir y aşam .410 Babası nasıl versin bunları? Bunları vermeye gücünün yetme­ yeceğini oğluna anlatır. İşte o zaman, Buda şöyle konuşur: "M adem ki, bunları bana verem iyorsun; öyleyse izin ver. İzin ver de, her şeyden elini eteğini çekm iş b ir kişinin yaşam ın ı seçe­ yim. V e bu yolla, kendim i b ir daha doğm am anın 'genedoğum 'un zoruııluğundan kurtarm aya y öneleyim !"411 V e her şeyini bırakır, saraydan ayrılıp y o luna koyulur. Y irm i d o ­ k uz y aşın d ad ır o sırada.412 155 Y edi yıl boyunca, kendisini d ünya tatlarından, yem eden içm eden keser. Y ani çok az yiyip içer. Y anında kendisiyle birlikte, aynı du­ ru m d a beş k işi d ah a vardır. A m a bu yolun, "m utluluk" ve "kurtuluş" yolu olm adığını anlar so ­ nunda. Y eniden yem eye, içm eye başlar. Y ani "orucu m orucu" bırakır. Y anındaki arkadaşları da onu bırakırlar. O tuz altı yaşındadır artık. K endi iç d ü nyasına dalar. V e gidip, bir in c ir a ğ a c ın ın altına oturur. "B ilgelik ağacı"nın altına. B ir gece, 8 A ralık gecesi "gerçek” belirm eye başlar.413 S abahleyin, güneş ilk ışınlarını yayarken de B u d a'd a "aydınlanm a" gerçek leşir.414 A nlatılanlar böyle. Y ine anlatıldığına göre, G ö tam a uzun bir öm ür sürm üş. Seksen y a ş ın d a ö lm ü ş. A slında, bütün bunlar "kesinliği" olm ayan "rivayet"ler. A m a anlatılanlardan birtakım şeyler çıkarm ak m üm kün: Burada ilgi çeken noktalardan biri, anlatılanlarda "ağaç totemi"nin yer alışı. "İlker'lerdeki "Totemcilik"ten, Budizm 'e de birtakım öğelerin gir­ diğini gösterir bu. Abdulkadir İnan, Şamanizm adlı kitabında, Şama­ nizm'de de dinsel anlam da "ağaca saygı"mn önemli yeri olduğunu ve kimi ağacın "kutsal" sayıldığını uzun uzun anlatır.415 Anlatırken de, "ağaç-orman kültü, ilkel toplulukların, orman ürünleriyle ve avcılıkla ge­ çindikleri devrin hatırasıdır" der. Kimi incelemecilerce, Budizm'le Şa­ m anizm "özdeş" gibidir. Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, bu görüşte olanlardan. Birunî'nin, "Buda dininin (Budizm'in), esasen bir Şam anizm dem ek olduğunu" söylemesine dayanır, aynca aynı konuda Prof. VV. Ruben'in incelemesini dayanak gösterir ve Budizm 'de "Türklerin ağaç to­ temi" bulunduğunu belirtir.416 B udizm "Şam anizm 'de "özdeş" m idir, ya da ne ölçüde, bunlar ara­ sında b enzerlik var? T artışm asına girm eyeceğim . Ç ünkü, yeri burası değil. A ncak, "Türklerin, çok eski zam anlarda B udizm 'i kabul ettik­ leri" bilinm ekte. İnan da, bir incelem esinde belirtir bunu.417 G ene İnan'ın da Şam anizm adlı k itab ın d a yazdığı gibi, G ö ktürk H akanı T oba H an (572-581), bir Ç inli B udist'in özendirm esiyle B udizm 'i res­ m en kabul etm iştir ve bu din, "G öktürkler" arasın a resm en sokul­ m u ştur böylece.418 156 Şamanizm'in "kitaplı dinler" olarak bilinen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam üzerinde önemli "etkiler" bıraktığına daha önce değinilmişti.419 Bu dinler üzerinde ve "kutsal kitaplarında Budizm'den öğeler, etkiler, yer yer görülmekte. "Ağaç totemi" de, bunlardan biri sayılabilir. Bununla birlikte, söz konusu totem, bu dinlere başka yerlerden ve yollardan da girmiş olabilir. "Ağaç totemi", Tevrat'ta ve /««7lerde, daha çok, "mecazlı anla­ tım la r d a görülür: Tevrat'ın İşaya bölüm ünde, 60. babının 21. ayetinde, Yahudi toplumu, "Tanrı'nın gücünü gösterm ek için eliyle diktiği fidan" diye gösterilir. A ynı bölümde, 61. babın, 3. ayetinde de benzeri görülür bu benzetmenin: "Siyon"da, üzüntülü ve "yaslı" olan Yahudilerin, "Rabbin diktiği iyilik ağaçları" diye nitelenmeleri istenir. Yuhanna İn c ilin in , 15. bap ve 1-2. ayetlerinde, İsa’nın şöyle dediği yazılı: "Ben, gerçek b ir asm ayım (üzüm asm ası). V e babam , bağcıdır. B endeki m eyve verm eyen bir çubuğu koparır ve m eyve veren çubuğu, daha çok versin diye tem izler." B u tür benzetm elerle anlatım lar sürer gider. Tevrat'ta, Yahudi toplum unun benzetildiği "fıdan"ın hangi tür "ağaç"tan olduğu, kimi yerde açıklanmaz. K im i yerdeyse, bu ağacm türü de açıklanır: D aha çok, "yeşil zeytin ağacı". M ezm urlar bölümünde, 52. M ezm ur'un 80. ayetinde: "A m a ben, Allah'ın evinde yeşil zeytin ağacı gi­ biyim" denir. Yerem ya bölüm ünde 11. babın 16. ayetinde de, Y ahudi top­ lumu için şöyle dendiği görülür: "Rab, senin adını, 'iyi meyvesiyle güzel, yeşil zeytin ağacı' diye k o y d u ..." H oşea bölüm ünde de aynı benzetm e, biraz daha süslü biçim de yer almakta. (14:5-6.) "A ğaç totem i"nin izi, K ur'an'da, çok daha belirgindir: D üşünün ki, K u ra n 'm "Tanrı"sı, "incir"e ve "zeytin"e a n t içmekte. "Tin" (incir) Suresi'nin 1. ayetinde, "Tann"nın şöyle ant içtiğini görürüz: "İncire (incir ağacına) ve zeytine (zeytin ağacına) ant olsun k i..." B u ayet, daha önce de geçm işti. N ûr Suresi'nin 35. ayetinde de "mübarek zeytin ağacı”ndan söz edilir. Bu ayette; Sabitlikte, Zerdüştçülükte ve Budizm de çok önemli, özel yeri olan "ışık" ("nur”) ile "ilkeller"den çeşitli dinlere yansıdığını gördüğü­ m üz "ağaç totemi" iç içedir. A yette şöyle denmekte: 157 "T anrı, göklerin ve yerin ışığıdır. O 'nun ışığı şöyle: B ir lam ­ balık. İçinde de lam ba. L am ba bir cam içinde. C am sa, sanki inci türünden bir yıldız. M ü b a re k bir zeytin ağa cın d a n yakılır. N e doğulu, ne de batılıdır bu ağaç. Z eytini, ateş değ m ese bile ışık (aydınlık) verecek nerdeyse. Işık üstüne ış ık ..." D aha önce, bir başka nedenle bu ayete de d eğinilm işti.420 Y âsîn Suresi'nin 80. ayetinde de, "O, size, yeşil ağaçtan ateş çıkaran­ dır. Siz, o ateşten yakm aktasınız" deniyor ki; buradaki "yeşil ağaç", Tev­ rat'ta geçen "yeşil zeytin ağacı"nı; "ateş" de, Zerdüştçülükte ve Hint inançlarında (ayrıca Sabiîlikte) özel yeri, anlamı olan "ateş"i anımsatır. U panişad'larda, "erm iş"lere "ses"ler, genellikle "ateş"ten, ateş yönünden geliyor gösterilir.421 Tâhâ Suresi'nin ayetlerinde de yer alan Musa'nın "gördüğü" ve "kılavuzluğu"nu istediği "ateş" de böyle. Ayetlere göre, M usa bu "ateş"i, "kutsal bir vadi" diye nitelenen "Tuvâ"da görmüştür. B uraya gelen M usa'ya, Tâhâ'da şöyle seslenildiği anlatılır: "Ben senin R abbinim . A yağındakileri çıkar. Ç ünkü sen, kutsal bir vadidesin, T ûvâ'da bulunm aktasın" (ayet 12). Ö ykü, kuşkusuz T evrat'tan alınm a. Y a doğrudan, y a da İn c in e .r yoluyla. B u kaynaklarda da, anlatım hem en hem en aynı.422 A ncak, T evrat'ta ve Incil'de anlatıldığına göre, bu ateş "ağaç"sız değil. "Ç alılar ortasında bulunan bir ateş." B elli ki, b ir "koru"da, ilkçağ toplum larının T a n rıla rın ın özel olarak ayırdıkları türden bir "koru"da bulunuyordu. B u tür korulardan, daha önceki bölüm de uzun­ ca söz etm iştim .423 D em ek ki, M usa'nın bu öyküsünde, iki "kutsal", bir arada: "Ateş" ve "ağaç". "A dem ve Havva" öyküsündeki, m eyvesi "yasaklandığı" bildirilen "ağaç" da, bir "ağaç totem i"nden başka nedir? K u r'a n 'da sözü edilen bir de "zakkum ağacı" var. "CehennenV’de o la c a k m ış.424 Isrâ Suresi'nin 60. ayetinde, bu ağaç, şöyle nitelenir: "K ur'an'da la n e tle n m iş ağaç." "L anetlem e" de, "kutsallaştırm a"nın bir başka türü. H adislerde sözü edilen "T uba ağacı"nı da unutm am ak gerek. 158 Fetih Suresi'nin 18. ayetinde de, altında, M uhammed'in oturduğu ve arkadaşlarının kendisine el vererek (biat ederek) Tanrı'nın hoşnutluğuna erdikleri bir ağacın sözü edilir. Bu ağaç altında M uhammed'e “el verme" (biat), 13 M art 628'de M ekke'ye doğru yola çıkılan yürüyüşte, konaklandığı bir yerde olm uştu ki; "Hudeybiye barış anlaşm ası"yla sonuç­ lanm ıştı bu yürüyüş. K onum uzu ilgilendiren "hoşnutluk ağacı"hin a l­ tında, "Hudeybiye A nlaşm ası"ndan kısa bir süre önce, "M üslümanlar"ca "ant içilm iş"ü.425 Rahman Suresi'nin 6. ayetindeyse, "ağaç"ın yanında "yıldız" var. İkisi de "secde ederler” sözüylö, "ibadet" içinde gösterilmekte. Ayette, "yıldız" diye çevirdiğim sözcüğü Kur'un yorum lan (tefsirler), genellikle, "sapı ol­ m ayan bitki" diye "tefsir" eder. Sözcük "tefsirlerdeki anlama da gelir. Ancak, bence, buradaki anlamı "yıldız"dır. Bu anlamı veren de var.426 Bu anlam daha uygun. Çünkü: "Dinsel" nitelik verilen "ağaç"la "yıldız"ın bir araya gelm esi, "ilkel inanış"ta, anlamlıdır. "Gelişmiş" dinlerdeki inanç­ lara da geçm iştir bu: Şam anizm 'de "kam"lar ("şam an lar), "Altın yap­ raklı mübarek kayın/ Sekiz gölgeli mukaddes kayın" diyerek, "kayın ağacı"nın kutsallığına olan inançlarını dile getirirler, işte bu "kayın ağacı", "k a m la rın "davullarında" güneş, ay, şim şek resimleriyle birlikte bulunur resim olarak.427 Şamanizmdeki bu inanç da, ana kaynak Sabit­ liğin temel inançları arasında bulunuşundan ileri gelmekte. Yani Sabit­ likte bulunduğu için, Şamanizm de de vardır. V e aynı nedenle Budizm'de de bulunmakta. Bu, şu dem ektir de: B uda dinindeki "aydınlanma" ve "h ik m e tle r de, Sabitlikteki "hikm etlerdir. V e şu demektir: Kur'an, Yahudilik ve Hıristi­ yanlık. .. gibi Sabitliğin türevlerinin "hikm etlerini "pazarlarken" de, Şamanizm in, Budizmin "hikm etlerini "pazarlamış" olm ak ta... B udizm in, S abiîlik dininin çatısından, içeriğinden ayrı tu tu lam a­ yacağı, A rap-İslam yazarlarının da dikkatini çekm iştir: Bu yazarlar, "Sabitliğin kurucusu" diye sözünü ettikleri kim seye, B uda'nınkine benzer "ad" ve nitelik verm ekteler: Sözünü ettikleri "kurucu"nun adı, bu yazarların kitaplarında, "B udasb"dır (B udasp).428 K i­ mi kitapların kim i nüshalarında, "Yudasf" ve "Y urasb" biçim inde y a­ zılm ış. A m a, iyi incelendiğinde, "B udasb"ın dışındaki b içim lerin, dizgi yanlışlarından ileri geldiği görülür 429 B u kitaplarda, "Budasb"la 159 ilgili olarak anlatılanlar, konumuz yönünden çok ilgi çekicidir. Örneğin M esudî (5.346/ Miladi 957), M urucu'z-Zeheb adlı kitabında, "Budasb"m " H in tli olduğunu, "TanrTyla "halk" arasında bir "elçi" niteliğinde ortaya atıldıktan sonra, birçok yeri dolaştığını, sonunda İran'a (Kerman'a) git­ tiğini yazıyor. D aha önemlisi, M esudfnin yazdıklarına göre: "Budasb", bir yandan "y ıld ız la ra saygıya, "T ann"ya yaklaştırdıkları gerekçesiyle "tapmm a"ya çağırırken, öbür yandan da, (tıpkı B uda gibi:) "dünyadan eletek çekm e "ye ("zühd"e) yöneltmekte.1130 Yazar, Budasb'ın ortaya çıkışının, "İran H üküm dan Tahm ûras" dönem ine rastladığını da ekliyor. N e var ki, Tahmûras, İran'ın "mitoloji kahramanlanndan". Onun için de bir tarih belirlem ek mümkün değil. Ama, çok eski çağlarda olduğu yansı­ tılm ış oluyor. B u yazarların kitaplarında sözü edilen "B udasb" (Budasp), sözcük olarak, "B uddha", ya da "B oddhisatva" sözcüklerinden birinden alınıp bozulm uş olabilir m i? V. M inorsky, "O labilir. B u izlenim var" d i­ yor.431 C arra D e V aux ise, sözcüğün, İrancada "B utasp" biçim inde o l­ duğunu ve bunun da "Butast" sözcüğünden bozularak oluştuğunu y az­ dıktan sonra, görüşünü açıklıyor. C arra D e V aux'y a göre, bu söz­ cüğün, "B uddha" sözcüğünden değil, daha çok, "B oddhisatva" sözcü­ ğünden bozm a olduğunu düşünm ek gerekir.432 "B uddha", Budizm 'in kurucusu diye bilinen kim senin adı (Buda). İkinci sözcüğe gelince, "B odhi'leşen kişi" dem ek. "B odhi"yse, B u d a'd a belirdiğine, var o l­ d uğuna inanılan "bilgelik".433 D em ek ki, A rap-İslam yazarları, B udizm ’in kurucusunu, Sabiîliğin kurucusu olarak gösterm iş oluyorlar anlatım larıyla. E n azından, B u ­ dizm 'i S abiîlikle çok yakından ilişkili; dahası, "özdeş" gibi sunuyor­ lar. İşte, konum uz yönünden, bu çok ilginçtir. Ö zet: B udizm 'deki "hikm et"lerin de K ur'an'da, "hadis"lerde ve İs­ lam gizem cilerinin anlatım larında "pazarlanıyor" olduğu, b ir gerçektir v e bu, şa şıla sı değildir. B ir ilgi çekici olan da şu: B udizm 'de, B uda'nın doğum ve yaşam öyküsüne ilişkin anlatılanlarda ileri sürülen "olağanüstü durum "lar ("m ucize"ler), kimi Y ahudi peygam berleri, İsa ve M uham m m ed için de ileri sürülür inanırlarınca. 160 M uhammed'in pazarladıkları arasında daha başka "din" ve inançlar­ daki "h ikm etler de var kuşkusuz. Çin dinlerinden, Japonya'daki dinler­ den. .. Ancak, M uhammed"in ya da "öğretm enlerinin bunlardan doğrudan aldığı çok kuşkulu. Kur'an'da, "anaya babaya saygı"yla ilgili ayetler, bun­ lara, usanç ya da öfke belirtisi olarak "uf' bile dem emek gerektiğini anlatan öğüt, Uzakdoğu kaynaklı görülebilir. "Atalara tapınma" inancından, eskiye bağlılıktan alınarak oluşturulmuş bir "bilgelik"ten, özellikle de Konfüçyus'tan kaynaklanmış olduğu söylenebilir. Muhammed'in ünlü bir "hadis"indeki sözü, Konfüçyus'un olduğu bilinen ünlü bir sözle karşılaş­ tırıldığında, M uhammed'in, ya da öğretmenlerinin Konfüçyus'un "hikmet"lerinden de aşırdıkları düşünülebilir. İşte ünlü hadis: "Kendisi için istediği şeyi, bir (inanır) kardeşine (ya da kom şu­ suna) da istemedikçe, hiçbiriniz 'iman' etmiş sayılmaz!"434 "İman" etm iş olm ak için, bir inanırın, "kendisi için istediğini ina­ nır kardeşine de istem esi"yle birlikte, "kendisi için istem ediği şeyi, in an ır kardeşi için de istem em esi" koşulunu d a getiren biçim i de var "hadis"in.435 ("D a"lar, "de"ler çok oldu, hoş görün!) V e işte K onfüçyus'un olduğu bilinen söz: "K endin için istem ediğin şeyi, başkalarına yapm a!" D si G ung'un şöyle bir sorusu üzerine, K onfüçyus'un verdiği k ar­ şılık ta böyle dediği y azılıp anlatılır: "İnsanın, tüm yaşam ı boyunca uyabileceği bir söz var m ıdır?" V erilen k arşılığ ın tam am ı şöyle: "B aşkalarını sevm ek. K endin için istem ediğin şeyi, başk aların a y apm a!"436 K onfüçyus'un şöyle dediği de yer alır kitaplarda: "K endinizden yüksek olanlarda hoş görm ediğiniz şeyi, k en ­ d inizden aşağı o la n lara yapm ayın. K endinizden aşağı o lanlarda hoş görm ediğiniz şeyi de, kendinizden yüksek olanlara yap ­ m ayın!"437 161 G örülüyor ki, M uham m ed'in ünlü "hadis"inin anlattıklarıyla, K on­ füçyus'un yukarıdaki sözlerinde anlatılm ak istenen, hem en hem en ay ­ nı. B ununla birlikte, K onfüçyus'un sözleri, daha evrensel. Çünkü, M uham m ed, "inanır"a sesleniyor ve "inanır"ına, "inanır kardeş"ine ya da "kom şu"suna nasıl "davranacağı"nı anlatıyor. K onfüçyus'un anlattı­ ğındaysa böyle bir "kayıt" yok. K onfüçyus, M uham m ed'den bin y ıla yakın b ir zam an önce y aşad ığ ı438 halde, daha "insancıl" görünüyor. Ç ünkü "insan"a sesleniyor. M uham m ed'inkindeki "hikm et", oldukça "im an lılaştırılm ış" durum da. G ene de iki anlatım ı karşılaşürdıktan sonra, M uham m ed'in buradaki "hikmet"inin, K onfüçyus'un sözlerinden alınıp aşırıldığını düşünm ek mümkün. N e var ki, kaynağın K onfüçyus olduğu bile düşünülse, ben derim ki; M uham m ed ya da öğreticileri, gerek Kur'an ayetlerinde "anaya babaya saygı" üstüne gördüklerimizi, gerekse bu ”hadis"te anlatılan ”hikmet"i başka yer ve yollardan almışlardır. Örneğin, "Hint hikmetçileri"nden, Buda'dan, Budizm inanırlarından... Bu nedenle, U zakdoğu dinleri üzerinde durm ayacağım . 162 K U R 'A N V E İSL A M ’D A PA ZA R L A N A N ESK İ Y U N A N "H İK M E T L E R İ (FEL SE FE LE R İ) K ur'an'da, L okm an Suresi'nde sözü edilen Lokm an'ın, birçok D o ­ ğu ve B atı inceleyicisine göre, eski Y unan'dan ünlü A isopos (İÖ VI. yüzyıl) olduğu, ya da olabileceği daha önce anlatılm ıştı.439 E ğ er bu yoldaki görüşler doğruysa, A isopos'un ”m asalları"ndaki "hikm et"lerinden (felsefesinden) hiç değilse bir bölüm ü, şu ya da bu kadarı, K ur'an'da, "Lokm an'ın hikm etleri" denerek, ya da başka ad ve g ö rü n ­ tü ler altında "pazarlanıyor" dem ektir. Eski Y unan'dan K ur'an'a yansım a "sözcük'ler de var. Celaleddin E 's-Süyûtî (Ö.1505), El M zzninda,440 Tefsir'inde441 ve başkaları da kendi kitaplarında442 örnekler vererek anlatırlar. Ö nceki bölümde, ben de kim i örnekler sunm uştum ve söz konusu sözcüklere ilişkin görüşlerden ak ­ ta rm ıştım .443 B u d a gösterir ki, "eski Y unan düşünce dünyası"ndaki kim i "hikm et"ler (ilkel nitelikli bilgelikler) yer alm ıştır K ur'an'da. M uham m ed'in savunurlarından Prof. Dr. M uham m ed H am idullah, "Peygam ber"ini evrensel gösterm e çabasıyla, şöyle der: " . . .(M uhammed Peygamber), damarlarında, çeşitli insan ırklarından unsurları da taşım aktaydı."444 Profesör'ün, "dam arlarda dolaşan kan"a "çok önem verdiği" anla­ şılıyor. Z avallı İslam savunuru, "Peygam ber"ini "evrensel" gösterm ek isterken, kendisinin "dar kafalılığını" o rtaya koyduğunun farkında b i­ le değil! Ü nlü Profesör, şunları da yazm akta: "M uhammed aleyhi's-salat ve's-Selâm'ın yakın akrabaları arasın­ da, Grek (eski Yunan) soyundan gelen birini de görmekteyiz: Ger­ çekten de klasik bir soybilim uzmanlarından M us'ab, E'bu'r163 Rûm i'bn U m eyr’in annesinin bir G rek olduğuna işaret etmektedir. İşte bu Ebu’r-Rûm 'un erkek kardeşi, M ekkeli ve Kureyşli M us'ab İbn Umeyr, Resulullah'ın (Peygamber'in) halalarından birinin kı­ zıyla evlenerek yakın akrabası olm uştu."445 Yani Profesörümüze göre, bir "Rum" (Yunan soyundan gelip İslam ülkesinde oturan biri), M uham m ed'in halalarından birinin kızını [...]* diye, "Peygamber’in dam arlarındaki kan”a, "Grek" kanı da katılmış! Ve böylece "Peygamber evrenselleşmiş"! Senin "uluslararası" ününe yazık olm uyor mu, ya Prof. Dr. M uham m ed Hamidullah?! Y a "hazret"?! Ham idullah'ın kitabını Türkçeye (hem de şaşılası biçim de!) çeviren, ülke­ mizin "İlahiyat mollaları"ndan Prof. Dr. Salih Tuğ da, hazretin "keşf'i dolayısıyla bir "not" düşm üş ve ünlü AvusturyalI din adamı Mendell'in (kalıtım) "kanunları"nı anım satm ış. Şöyle: "A caba M endel kanunlarına göre mi, A bdul-M uttalib (Peygam ­ b er'in dedesi), g üm üşî sarışın saçlara sahip o lm uştu?"446 İyi ama, a kardeşim, Abdulmuttalib, M uhammed'in dedesi değil miydi? Sözü edilen "Rum", Abdulmuttalib'in "anası"m mı "şey etmişti", yoksa A bdulmuttalib'in "kızının kızını" mı?! "Kızının kızını şey etm iş­ se", bundan onun, ya da torunu M uhammed"in "kan"ına ne oluyor?! Böy­ le bir durumda, bu "kan"a "Grek kanı" neden katılmış olsun?! "Mendel kanunlan"nı, filanı niye karıştırıyorsun "bilgiçlik" taslayarak?! Üstad'ın H a­ midullah bir "hata" yaptı diye, senin de o hatayı, bir yenisiyle "katmerleştirm e"n şart mıydı?! Arap M uhammed'in "kan"mda ille de bir "Grek kanı" var gösterilmek mi isteniyor? Biraz daha gerilere gitm ek gerek: Örneğin "Büyük İskender" dönemine. Onun doğuya çıkışını izleyen gelişm elere ve bu gelişm eler içinde "Yunanlılarla doğuluların yan yana yaşadıkları" dönem lere... Buralara uzanmalı, buralardaki "çiftleşme"lere bakılmalı. M uham m ed'in "ata"lanndan birinin "anasını" ya d a "karışım" Büyük İskender, ya da doğuya giden Y unan’hlardan biri, birileri [...]** mi, o araştırılm alı. Eğer böyle bir şey olm uşsa, ya da "olmuş" deniyorsa, o zaman "Mendel" filan karıştırılmalı konuya. Çünkü, ancak o zaman "Mendel" ve "kalıtım kanunları"ndan söz etmenin bir "anlam 'î olabilir! * Ü ç s ö z c ü k ç ık a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) * * B e ş s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 164 Öyle değil mi?! Bence, "Üstad", Kur'an'da övülerek anlatılan "Zu'l-Karneyn"den "Büyük İskender" diye söz ederken bu konudaki yorumunu ileri sürmeliydi. Yani o zaman "Grek kam"nın "M uhammed’in damarları"na ulaşacak biçim de A rapların kanm a karıştığını savunm alıydı. M uham med "aleyhi's-Selât ve's-Selâm"ı, bu yolla ”evrenselleştirme"de daha ba­ şarılı olurdu! D aha "inandırıcı" olurdu! K ur'an'da Ö vülerek A nlatılan "İki Boynuzlu" K im ? B üyük İskender mi? Prof. D r. M uham m ed H am idullah'ın yazdıklarına bakalım . A ynen şö y le: "Bu arada hemen işaret edelim ki, Arapların geleneksel nakillerine göre: Büyük İskender (Alexandre le Grand) (İÖ 356-323), M ekke'de bulunan Kâbe'yi ziyaret etmişti. Araplar, buna ’Z ül-K am eyn’, yani 'iki boynuzlu' adını verirler. B u olayla ilgili çeşitli açıklama ve yo­ rum lar arasında en iyisi gibi duran, şudur: İskender, erkek keçiyi (tekeyi) 'totem' edinmiş ve ona tapıyordu ki, bunun iki boynuzu, bu totemin simgesiydi. A ynı dönemde, çift boynuzlu süslü bir şapka (bicom etbikom ) da vardı. Bu şapkanın kullanılışı bugün bile M a­ kedonya 'da tamamen kaybolm uş değildir. ',447 "İki boynuz", "doğu-batı” anlam ına da alınıyor ve Kur'an'da. "iki boynuzlu" diye nitelenm iş olarak anlatılan kim seye "güneşin doğdu­ ğu ve battığı kesim lere" (doğuya ve batıya) gittiği için böyle dendiği ileri sürülüyor. Ç ünkü K ur'an ayetlerinde, söz konusu "iki boynuz­ l u c u n , "güneş"in tam "battığı" ve tam "doğduğu" kesim lere gittiği anlatılm akta. (K ehf Suresi, ayet 83-101.) Tevrat'ta adı geçen bir yer var: "Aşterot-Kamaim" (Ashteroth Karnaim). "İki boynuzlu 'Ashtart' (Tanrı)" anlamında. Bu ad da, bu adın anlamı da, "Zu'l-Kameyn"e benzemekte. Eski Suriye kentlerinden biri burası. Eski Suriye'nin, Y unanlılarca da önem senip benimsenmiş olan448 "TanıT'larından "Atargatis"in "Camion" adında bir yerde, bir tapmağı vardı. Bu "Tanrı", bir "güneş kursu" ve bir "ay" resm iyle sim geleniyor­ 165 du. Y ani "iki boynuz"u vardı: Biri "güneş"in, öbürü de "ay"ın sim ­ gesiydi. D oğubilim ci Philip K. H itti, "C arnion"un, T evra t'ta sözü ed i­ len ve "iki boynuzlu 'A shtart'" anlam ına gelen "A şterot-K arnaim "in olabileceğini yazar.449 B una göre, K u r'a n 'da "iki boynuzlu" niteliğiyle sunulan ve "T anrı’dan buyruklar" aldığı bildirilen "ulu kişi"nin, g er­ çekte, bir zam anlar "Tanrı" diye inanılm ış, adına, "iki boynuzlu" n i­ teliğiyle anılan yerde "tapm ak" kurulm uş bir "efsane kahram anı" o l­ duğunu da düşünm ek m üm kün. K im ileri de, K ur'an'âakı "iki boynuzlu"nun, "Y em en H üküm -darlarından biri" olduğunu ileri sürerler.450 A ncak, bence, sözü edilen "iki boynuzlu", ayrı ayrı "efsane"lerin "kahram an"larına verilen bir "san"dan alınm ıştır. K ur'an'daki "Zu'lK arneyn"in kahram an olarak y er aldığı surede çeşitli "m asaf'lard an b ir "karm a"nın yer alıyor olm ası da bunu gösterir. Bu "masallar karması" K ehf Suresi'nde. B ir bölümü, 60. ayetten baş­ lıyor; 82. ayete dek sürüyor. Burada anlatılan, "Musa" ile "Tanrı katından kendisine özel bilgi verildiği" bildirilen bir "kul"un karşılaşması. Bu bölümde, birkaç masaldan iz bulunabiliyor: "Gılgamış Destanı"ndan var, bir "Yahudi efsanesinden var. V e "İskender ro m an in d an ("İskender-Nâme"den) var. Öyle ki, masalın başkahramanı "Musa", üç masalın kahra­ manının rolünü de alabilmekte. Bölüm ün birinci kesiminde, "Gılgamış D e sta n im n "Gılgamış"ı ve "İskender ro m a n in ın kahramanı "İskender" (Büyük İskender); ikinci kesimindeyse, Yahudi masalının "İlyas"ı ola­ bilmekte.451 Ayetlerde "ad" olarak "Musa"nın geçmesinin de, yanlışlıkla iki adın karıştırılmış olm asından ileri geldiği anlaşılmakta: M asalda bir "hizmetçi" ("fetâ"), Yahudi efsanesinde, "Yeşu"dur. A ncak iki Yeşu var: Biri N un oğlu Yeşu; biri de Şafat'ın oğlu Yeşu (Elişa). Birinin "efendi"si "Musa" (M usa Peygamber), öbürünün "efendi"siyse "İlyas"tır (İlya=Eliya).452 Yahudi kaynaklarında, "efendi"si "İlyas" olan Yeşu (ben Levi=ben Şafat), "haham"dır da aynı zamanda. "Efendi"si (İlyas) ile birlikte yola çıkarlar. A m a yolculuk sırasında, "arkadaşlık" için "İlyas"ın birtakım ko­ şulları olur. Kur'an'da, "M usa"ya koşullar ileri süren kişininkine benzer koşullar.453 Burada, Kur'an'daki "efendi", kendisine karşı koşullar ileri sürülen kişidir (Musa). O ysa Yahudi efsanesinde, koşullar ileri süren, "efendi"dir (İlyas). Bununla birlikte, Kur'an'daki "Musa" ile, Yahudi ef­ 166 sanesindeki "İlyas", bir başka yönden, "efendi" olm ak yönünden bir­ birlerine benzemekteler. Ancak, Kur'an'dakl biçimiyle masalın kahramanı olan "efendi"ye eşlik eden "hizmetçi" ("fetâ"), önem li rol almamakta. Bu "efendi"ye eşlik eden bir başkası, ki; bu, "hizmetçi" değildir; önemli rol almakta. "Arkadaşlık" isteğinde bulunan "M usa"ya karşı "koşullar" ileri süren kişi budur. Buna karşılık, Yahudi efsanesinde, asıl önemli rolü "efendi" (İlyas) alıyor. Yani, masal, iki yönden değişm iş ve karıştırılmış olarak Kur'an'a geçmiş durum da. Hem "efendi"nin adı değişmiş, ki bu, iki ayrı "Yeşu"nun "efendi"sinin karıştırılmış olm asından ileri gelmiştir; hem de "efendi”nin "rol"ünde değişiklik olmuş. A m a masalın bir kay­ nağının söz konusu Yahudi masalı olduğu belli. Ö te yandan, aynı masal, öteki iki masaldan da "iz"ler taşımakta: "Gılgamış D estanı"ndan: Gılgamış, yoldaşı Enkidu ölünce üzün­ tülere gömülür. "Sonsuz yaşam"ı aramaya koyulur. Utnapiştim 'i düşünür. "Sonsuz yaşam", onda. Bu yaşam ın nasıl elde edilebileceğini de o bilir. Böyle düşünüp yola çıkar. Utnapiştim'i, Tanrılar, sonsuz yaşamı verdik­ ten sonra, "ırmakların ağzı"nda bir yere yerleştirmişlerdir. Gılgamış yola düşer. "Çöllerde yolculuk eder, dere tepe aşar. Tanrıların Dilmun ülke­ sindeki güneşin bahçesine yerleştirdikleri ve insanlar arasında, ölüm ­ süzlüğü yalnızca kendisine bağışladıkları U tnapiştim 'i bulur en sonunda!" Ne var ki, Utnapiştim, G ılgam ış'a "ölümsüzlük" yerine öğüt verir. A ra­ dığı şeye erişm enin m üm kün olm adığını an latır.. .454 K ur'an'daki biçim iyle de m asalda, "aranan kişi", sıradan b ir kişi değil. ”M usa"nın, sonunda bulduğu bildirilen bu kişi için, 65. ayette şöyle denm ekte: "Sonunda, M usa ve yiğidi (hizm etçisi), kullarım ızdan kendisine katım ızdan rahm et ve 'ilim ' verdiğim iz kulu buldular." "İskender romanı"ndan: İskender de "sürekli yaşam " kaynağını ara­ m ış gösterilmekte. B ir aşçısı vardır: Andreas. B irlikte yola çıkarlar. "K a­ ranlıklar Ülkesine" (Uzakdoğuya) doğru... Y olculuk sırasında bir gün Andreas, bir tuzlu balığı alıp bir su kaynağında yıkam aya yönelir. Tam yıkarken, balık diriliverir. Çünkü "sürekli yaşam" kazandıran suya do­ kunmuştur. V e kaçıp gider. Andreas da arkasından suya atlar. O da "sü­ rekli yaşarri'a (ölümsüzlüğe) kavuşur öylece. Olayı, "efendi"si İskender'e 167 anlattığı zaman, İskender durum u hemen anlar. A nlar ki, o kaynaktaki "su", özelliği olan bir su. ("Ab-ı hayat"). O kaynağı bulm ak için atılır, ça­ balar, am a boşuna. B ulam az.. ,455 M asal, Kur'an'da adı geçen surenin (K ehf) 60-64. ayetlerinde şöyle anlatılm akta: "M usa (İskender rom anında da İskender), yiğidine: 'Ben, iki d e­ nizin birleştiği yere (G ılgam ış destan ın d a U tn ap iştim 'in o tu r­ duğu anlatılan iki ırm ağın ağzı da olabilir) ulaşm aya, y a d a y ıl­ larca başım ı alıp gidinceye d ek bu çizgim de bulunacağım !' d e­ di. İkisi birlikte yürüyüp iki denizin (iki ırm ağın) birleştiği yere u la şın c a b a lık 'la n m u n utm uşlardı. B u b a lık ’, hem en (fırlayıp) denizde kendine bir y o l bulm uş, kayıp gitm işti o sırada. (Musa’nınsa bundan hiç haberi yoktu.) O radan uzaklaşınca, M usa, 'haydi besinim izi getir. A nt olsun ki, bu yolculuk bize yorgunluk getirdi' diye söyledi yiğidine. Y iğidiyse şöyle dedi: 'Biliyor m u­ sun, (falanca) kayanın yanm a geçip oturduğum uzda b a lığ ı unut­ m uşum . B elli ki, anım sam ayayım diye b an a onu unutturan, şeytandan başkası değil. B alık, şaşılası biçim d e d en izd e kayıp yol bulm uştu kendine.' M u sa da şöyle konuştu: 'İsteyip a ra d ı­ ğ ım ız da zaten buydu!' B unun üzerine, hem en geri döndüler. G eldikleri yoldan izleri üzerine..." Bu ayetlerde anlatılanların, biraz ve önem siz değişiklik olsa bile, İskender romanından özet olarak aktarılan yukarıdaki anlatılanlara ne denli uyduğunu "izah"a gerek var m ı? "Balık", "balığın dirilivermesi”, "su", büyük bir ilgiyle "balığın izlenm esi"... M asalın, Kur'an'daki biçi­ minde de, İskender romanındaki biçiminde de önem li noktalar. Gerisi hep ayrıntı konum uz yönünden. A yetlerde ve İskender rom anında anlatılanlar birbirine uyduğu içindir ki, İslam A nsiklo p ed isin d e, İskender-N âm e m addesinde, "Bu ayetlerde M usa'nın anlattıkları, gerçekte, bu hikâyelerden (İskender ro m anından) alınm ıştır" deniyor haklı olarak.456 Y ine haklı olarak, bu g örüşü paylaşan b aşkaları d a var.457 G örü­ yorsunuz, K u r’an, nerelerden derlenm e m asalları, "Tanrı’dan vahiy ürünü" birer "hikm et” diye sunuyor inanırlarına! 168 İskender'in m asalda geçen aşçısı (K u r'a n 'ın deyim iyle yiğidi) A ndreas, kim ilerine, örneğin R. H artm ann'a göre; K u r'a n 'da "peygam ­ ber" olarak geçen "İdris"in kendisidir. B aşkaları da bu görüşü haklı bulm aktalar.458 Y ukarıdaki ayetlerden sonra gelen ayete (65. ayet) de yer veril­ m işti. B u ayette, M usa ve yiğidinin bulm aya yöneldiği, sonunda da b ulduğu kişinin "niteliği" çok önem li. B u kişi, "Tanrı katından özel olarak bilgilendirilm iş". Bu kişiye verildiği bildirilen "bilgi", "M usa"y a verilenden başka olm alı. "Başka" ve daha "önem li" olm alı ki, M usa, yiğidini de alarak onun peşine düşm üş olsun. 66. ayette, M u ­ sa'n ın o kişiye şöyle ded iğ i anlatılır: " ...S a n a ö ğ retilen b ilg i'yi, b an a d a ö ğretm en için ard ın d an g e le b ilir m iyim ?" B u sözü edilen bilgi, anlaşılan "gizli bilgi". V e son derece önem li. B uysa, o lsa olsa, "ölüm süzlüğe ilişkin" bir "bilgi" olabilir. Y ukarıdaki k ay n aklarında da, "m asal"da işlenen bu. G ılgam ış destan ın d a da, İs­ kender rom anında d a ... B ir de bu "bilgi", "gizem ci"lerin önem verdikleri "bilgi" açısından ele alınır. "G izler bilgisi"dir ("ilm ü'l-esrar") bu. 65. ayette "ledün" (kat, Tanrı katı) geçtiği için bu bilgiye "ledünnî bilgi" dendiği de olur. "T anrı'nın kendi katından araçsız olarak verdiği"ne inanılan "bilgi". K ur'an'm ve bu ayetlerin bir am acı da, bunu pazarlam ak. İslam gi­ zem cilerince son derece önem verildiği görülür "ledünnî bilgi"ye.459 K aynağıysa, kuşkusuz yabancı kaynaklar. Bu yabancı kaynaklar arasında, "Eski Y unan düşüncesi" de var.460 Ç eşitli kaynaklardan ve bu arada İskender'in aracılığıyla "Eski Y unan"dan alınan m asal parçalarından oluşm a "m asallar karm ası"ndan biri biter, ardından bir başkası başlar. A ynı surenin 83. ayetiyle, şöyle denerek: "(Ey M uham m ed!) Sana, Z u'l-K am eyn'i ('iki boynuzlu'yu) so­ rarlar. D e ki, size anlatacağım onu!" V e 101. ayete dek sürer. 169 "Sana Zu'l-Kameyn'i sorarlar.. dendiğine göre, M uhammed'in döne­ minde bu "iki boynuzlu"nun sözü ediliyordu birtakım çevrelerde. A nla­ şılan, bir "kahraman" olarak "destanlaşmış"tı. Y ukarıda belirtildiği gibi, kimileri haklı olarak "Büyük İskender"i bulurlar onda. Bir kez, "iki boy­ nuz" simgesi, bu ünlü Kral'da da var. İkincisi, daha önceki ayetlerde anla­ tılan "m asallar karması" da, bu Kral adına oluşturulm uş romandan da öğeler bulunan parça içeriyor. Birlikte gördük. Sonra, "Zui-K am eyn"in ayetlerde anlatılan "gezisi", şöyle ya da böyle bu Kral'ı anımsatıyor. İnceleyicilerince haklı olarak şöyle dendiği görülmekte: "İskender, doğuluların katında, yalnızca bir 'cihangir' (dünyayı ele geçirm eye çabalayan biri), yalnızca kentler kurm uş bir kurucu değil; aynı zamanda, dünyanın bir ucundan öbür ucuna varmış bir kahramandır. V e yalnızca ülkeler ele geçirmek am acıyla değil; yani dünyaya yönelik bir tutkuyla değil; öğrenmek, bilgi -elde etmek am acıyla atılmıştır hareketlerine. Kendisine her yerde, filozofların eşlik etmesi de bundan. D oğanın olağanüstü durumları ve ’tılsım 'lan, onun ilgisini çekmiştir. "İskender, bir 'din m ücahidi' olarak ortaya çıkm ış biri diye gö­ rülür bir a ra lık ..." 461 84. ayette, "K uşkusuz, biz onu yeryüzüne yerleştirm iş ve h er şey­ den bir 'neden' (bir tem el çıkış yolu) verm iştik ona" dendikten sonra m asal şöyle sürdürülür: "O da bir nedene uydu (bir yol tuttu), vara vara, güneşin battığı yere vardı. G üneşi, bir kara suda batıyor buldu. V e yanında da bir toplum . B iz ona seslenip: 'Ey Z ui-K arneyn , dilersen bu top­ lum a ceza verirsin ve yine dilersen onlar içinde iyi ilişki k u ­ rarsın!' dedik. (Ayet 85-86.) "Sonra yine bir nedene uydu. V ara vara, güneşin doğduğu yere vardı. Güneşi, öyle bir toplum üzerine doğar buldu ki, o toplum a hiçbir 'örtünm e-saklanma' aracı (sitr) yaratmam ıştık. İşte b ö y le... Onun katında olanın hepsini biliyorduk..." (Ayet 89-91.) M asalın daha sonraki bölüm ünde de, Z ui-K arney n 'in , vardığı bir ülkede "Y e'cüc", "M e'cüc" diye adlandırılan bir toplum la k arşılaş­ 170 tığı, bu toplum un "bozguncu" olduğu ve bu toplum dan "zarar gördükleri"ni anlatarak yakınanların isteğiyle Z u'l-K arneyn tarafından bir "sed" yapıldığı "hikâye" edilir. "Zu'l-K arneyn"i M uham m ed'den soranlara, bu masal anlatılarak k a rşılık v erilm iş oluyor. A caba "soru"yu soran kim lerdi? H angi kesim dendi, hangi inanırlar kesim indendi? B u bilinebilse, "m asal" oldukça aydınlanm ış olacak. B u soru, "Y ah u d i'lerin "kutsal" kitaplarını okuyanlardan gelm iş olabilir. E ğer böyleyse, m asalın, hiç değilse b ir bölüm ünün kaynağını bu kitaplarda aram ak h iç de yararsız olmaz: Tevrat'ı açıp bakıyoruz, D anyal bölüm ünde şunları okuyoruz: "Ve gözlerimi kaldırıp baktım ve işte ırm ağın önünde bir koç dur­ maktaydı. V e koçun iki boynuzu vardı. İki yüksek boynuz. A m a biri, öbüründen daha yüksekti. Y üksek olanı sonradan çıktı. Koçu, batıya, kuzeye ve güneye doğru tos vurm akta gördüm. "Ve ben düşünm ekteyken işte batıdan, tüm yeryüzü üzerinde, ayağı yere dokunm ayan bir teke geldi. T ekenin gözleri arasında, göze çarpan bir boynuzu vardı. V e ırm ağın önünde durm akta olduğunu gördüm . İki boynuzu olan koçun yanm a geldi. V e tüm gücüyle onun üzerine seğ irtti... V e ona karşı kudurdu ve vurup koçun iki boynuzunu k ırd ı..." (8:3-7.) "Ve vaki oldu ki ben, Daniel (Danyal), bunları görünce, anlayayım diye araştırdım. Ve işte karşım da biri durdu. Bir insan görünüşündeydi. Ve Ulay Irmağı ortasından bir adam sesi işittim. Şöyle sesleniyordu: 'Cebrail! Gördüğünün anlamım bu adama anlat!' V e durduğum yere yakın geldi. Ve gelince ben korkup yüzüstü ka­ pandım. Ve bana şöyle dedi: 'Ey Ademoğlu! Bu gördüğün, 'ahir zaman alameti'dir. Dinle!' V e benimle söyleşirken, yüzüm yerde ola­ rak derin uykuya daldım. V e bana dokunarak beni ayağa kaldırdı. V e şöyle konuştu: 'İşte Tanrı gazabının sonunda ne olacağını ben sana bildiriyorum! Çünkü gördüğün, ahir zamanı belirtmek içindir: "'G ördüğün ik i b o yn u zlu koç, M edya ve Fars K rallarıdır. 171 "'O kıllı teke de, Y u n a n Kralıdır. G özleri arasında olan büyük boynuz, birinci K raldır.'" (8: 15-21.) Burada anlatılanlara bakarak, Kur'an 'daki "Zu'l-Kameyn"in ("iki boy­ n u zlu cu n ); eski İran’da Pers Krallığının, sülalenin beşinci kralı olan ünlü Kiros (Keyhusrev, İÖ 559-529) olduğu söylenebilir. B u kral, valisi bu­ lunduğu M ed K ralına karşı başkaldırm ış ve yenerek M ed Krallığına son vermişti. V e İran yaylasından A nadolu'da Kızılırmak'a kadar uzanan Pers K rallığını kurm uştu.462 Yani "Medya" ile "Fars", bu Kralın egemenliği al­ tında birleşmişti. Bu Kral, yukarıdaki Tevrat ayetlerinde neler "gördüğü" anlatılan ve kendisine, Cebrail tarafından gördüklerinin anlamı bildirilen Danyal (Daniel) ile "çağdaş" bulunmakta. Yahudiler, bu Krala çok saygı göstermekteler. Çünkü bu Kral, İÖ 539’da, Babil’i ele geçirmiş. Krallığa katmıştı. O sıra, uzun süreden beri, Babil’de sürgün yaşamı süren, tutsak bulunan "İbraniler"in ülkelerine geri dönüp Kudüs'te yeni bir tapmak yap­ m alarına izin vermişti.463 Onun için "iki boynuzlu koç"la bu Kral anlatı­ lıyor olmalı. Dahası var: M. Sadeddin Evrin’in anlatm asına göre, 1838'de, Istahar Pasargadae'de meydana çıkarılan Keyhusrev'in (Kiros'un) hey­ kelinin başında koç b oynuzlan ve sırtında kartal kanatlan bulunmakta.464 Evrin, buna dayanarak K u r'a n 'daki "Z u'l-K arneyn"le de bu kralın anlatıldığını ileri sürer.465 A m a bence anlatılm ak istenen, bu kral değildir. Çünkü: "İki boy­ nuzlu koç, M edya ve Fars krallarıdır" deniyor D aniel ayetinde. Y ani burada söz konusu olan bir tek kral değil, iki kral. İki boynuzdan biri birini, öbürü de öbürünü sim geliyor. Şunu da düşünm ek gerek bence: Tevrat'ın kim i bölüm leri gibi D a­ niel bölüm ü de Y unanlıların, "H elenizm " kültürünün alabildiğine et­ kisinde kalındığı sırada kalem e alınm ıştır. İleride bunun üzerinde d u ­ rulacak. D aniel (D anyal) bölüm ünün, İÖ 2. yüzyıld a yazıldığı bilin­ m ekte. "İki boynuzlu koç"un "güçsüzlüğü"nün, b una karşılık "tek boynuzlu teke"nin gücünün, üstünlüğünün belirtilm esi bundan. Y ani B üyük İskender'in gücü görüldükten sonra anlatılanların kalem e alın­ m ış olm asından. "G üçsüz" ve boynuzları k ırılarak perişan edilm iş olduğu açıklanan bir "iki boynuzlu koç", K u r’a n 'da çok güçlü gös­ terilen bir "Zu'l-K arneyn"e uym am akta. 172 "Bir tek boynuzlu teke de, Kur'an'dakine uymuyor. Çünkü Kur'an'daki, 'iki boynuzlu'" denebilir. B oynuzların sayısından çok, "güç" önem li. "Tek boynuzlu teke", öbürüne göre çok güçlü. Buysa, K u r'a n 'ınkine çok uygun b ir nitelik. "B oynuz"un "tek" olm ası, bir tek kral anlatılm ak istenm esindendir. B u rada anlatılm ak istenen, B üyük İskender'dir. A ynı yerdeki ayet­ lerden birinde şöyle b ir açıklam anın bulunm ası da bunu gösterir: "V e teke kendini pek çok büyüttü. Z orlu olunca, o büyük boy­ nuz kırıldı ve onun yerine, göklerin dört yeline doğru göze çarpan d ö rt b o y n u z çıktı" (D aniel, 8:8). B u açıklam a, tarihe de tıpatıp uym akta: Ç ünkü bilindiği gibi, B ü­ y ü k İskender İÖ 323'te ölünce bölünm eler olm uş ve "dört boynuz" m eydana gelm işti. Y ani bir K rallıktan, dört "baş" doğm uştu: A ntip atro s-P to lem aio s-S elev k o s-A n tig o n o s.466 V e şu devletler: • B aşkenti P ella olan M akedonya devleti. • B aşkenti A ntiokhia (A ntakya) olan Selevkoslar devleti. • Başkenti A leksandria (İskenderiye) olan P tolem eler (Batlamyus'lar) devleti.467 B enim yorum um şu: B üyük İskender, "teke"ye ve "boynuzları”na özel bir anlam veriyordu. Y ukarıda H am idullah’tan alınan alıntıda da b elirtildiği gibi, "totem " edinm işti bu hayvanı. B oynuzlarını d a sim ge o larak alm ıştı. B oynuzlardan birinin G üneş'i, öbürünün de A y'ı sim ­ gelediğini ve B üyük İskender güneş ve ay kültlerine inandığı için bunları sim ge olarak aldığını düşünebiliriz. D aniel'deki "teke" y al­ n ızca "bir boynuzlu", am a bu boynuz İskender'in 'rakipsiz" olduğunu anlatm ak içindir. K endisinin seçtiği sim geyse; iki boynuz. G ücü ve b ü y ük etkisiyle doğuda d a yayılm ıştır bu sim ge. V e İskender d oğuda "iki boynuzlu K ral", "iki boynuzlu kahram an" olarak dilden dile an latılm ış, biçim den b içim e giren m asallara konu olm uş ve işte bu m asallardan biri de K u r'a n 'a geçm iştir. "İki boynuzlu" olm ak, İskender'in etkisiyle bir kralın, kahram anın ü stün gücünü anlatm akta kullanılır olduğu için de, b aşka krallara, k ah ra m an la ra da y ak ıştırılm ıştır. B ir H im yeri şairin şöyle dediği aktarılır: 173 "Zu'l-K arneyn, benim 'm üslim ' dedem dir. Y eryüzünde bir hü­ küm dar olarak yücelmişti. A m a bunak olmamıştı. D oğuya ve ba­ tıya ulaştı. Yol gösteren iyilikseverden sağlayacağı mülk-egemenlik yollarım aradı. Varıp, güneşin dönüş yerindeki battığı yeri gördü. K ara balçıklı bir suda batıyordu güneş."468 (Arapçasından, olduğu gibi çevirdim-T.D.) Bu şiirde kullanılan sözcüklerin çoğu, aynen Kur'an'm konuyla ilgili ayetlerinde de geçmekte. Y ani devlet kurmuş olan (Yemen'de) "Himyeriler"in de "iki boynuzlu"su vardı. B u şiirlere de yansımıştır. "Zu'lKarneyn" iki sözcükten oluşturulmuş: "Zu" (yerine göre za ve zi de ola­ biliyor) ve "Kameyn" sözcüklerinden. Yemen'deki söz konusu toplumun hükümdarlarının adlan da "Zu"luydu genellikle.469 Buna bakarak, "Zu'lKam eyn"in bu toplumun hüküm darlanndan biri olduğuna hükmeden ciddi yazarlar bile var.470 B ana göreyse başka kaynaklardan yansımalarla ve bu arada B üyük İskender'in de etkisiyle oluşm uş bir masalın kah­ ram anıdır buradaki Z ui-K am eyn de. Olabilir ki, M uhammed, "Zu'lK arneyn"i, ”H imyeriler"de, bunların şiirlerinde görmüştür. Kur'an'a da buralardan alıp geçirmiştir. N iye olmasın? "İman"ın da, "hikmet"in de, "şeriat"ın da "Yemenli" olduğunu söylememiş m iydi? Ancak; "kutsal m etin'ierdeki özel deyimlerin ve Büyük İskender’in de etkisiyle bu nitelikteki masal kahram anlanna ilişkin anlatılanlar, hangi kesimden, hangi söz dizimleriyle ve hangi görüntü altında K ur'an'a yansım ış olursa olsun, kökenine inildiği zaman, yine Sabitlikteki inanç bulunur. Kâmûs ta, "Zu'l-Kameyn"deki "kam" sözcüğü ele alınırken; bu söz­ cüğün en başta gelen anlam larından biri olarak şu gösterilir: "Güneş te­ kerinin bir yanı."471 Bilindiği gibi gökbilimde, "teker" (kurs) diye bir şey var. "Bir gökcisminin, teker (tekerlek) biçiminde gördüğümüz yüzeyi". "Karn" sözcüğünün, "Güneş"e ilişkin başka anlam lar da içerdiği anlatılır.472 D em ek ki, Sabiîlik dininin içeriğinde bulunan "G üneş K ültü"nden, "Z u'l-K arneyn"de bir anlam var. Bu kadar değil: En sağlam sayılan hadisçilerin de kitaplarında yer verdikleri bir hadiste, şöyle denm ekte: 174 "Namazınızı, G iineşîn tam doğduğu ve tam battığı zam ana rast­ latmayın. Çünkü, Güneş, şeytanın 'iki boynuzu arasında doğar."473 B urada "boynuz" için "karn" (iki boynuz için 'karneyn') sözcüğü kullanılm ıştır. Bu hadiste "güneş" de söz konusu edildiği için "karn" sözcüğündeki "G üneş" anlam ı daha da güçlenm iş olm akta. İskender rom anında, yani doğuda "Z ul-K arneyn" olarak da görü­ len B üyük İskender için oluşturulm uş öyküde-efsanede, İskender'in "aşçısı olarak" yer alan "A ndreas", yukarıda da belirtildiği gibi; "İdris" (Peygam ber) ile özdeş görülm ekte. "İdris"se, sonunda "ölüm ­ sü zlü ğ e ulaşm ış" bir "G üneş kahram anı" niteliğindedir. İlgili Kur'an ayetini anım sam akta yarar var: M eryem Suresi'nin 57. ayetinde, İdris için şöyle denm ekte: "Biz, onu, yüksek bir yere (göğe) yükselttik." İslam i kaynaklarda, İdris'le ilgili, konum uzu ilgilendiren ilginç ef­ sane anlatım larına rastlanır: B ir gün, İdris, "Güneş meleği"nin yararına dilekte bulunur. Bu m e­ leğe, görevinde kolaylık göstermesini diler Tann'dan. Tanrı da, dileği ye­ rine getirir. Efsane bunlar anlatılarak sürer. Sonunda İdris'in özel çağrılı olarak "gök'iere götürüldüğü, birçok yer ve "cennet" gösterildikten sonra orada, yani "cennet"te bırakıldığı anlatılır.474 B u arada onun "makam"ının "dördüncü kat gök"te olduğu da anlatılmakta. B u, açıkça şunu gösteriyor: İdris, efsanede, bir "G üneş k ah ram a­ nı" rolündedir. Şu da ilginç: İdris, Sabiîlik dininin kutsal kitaplarında da "Peygamber" olarak yer alıyor. İbn Nedim'in El Fihristinde bu, açıkça belirtilmekte.475 İdris, İskender'in aşçısı A ndreas'la özdeşse, o bir "Güneş kahram anı" olur da, İskender'de bu nitelik bulunmaz m ı? İskender rom am nın ve Kur'an daki konuya ilişkin ayetlerin gerisinde Sabiîlikten gelme inançları görmek, kaçınılamayacak bir sonuçtur bence. V e bence, "iki boynuz" sim gesi alan İskender'in "boynuz"larından biri, "G üneş"i, öbürü de "Ay" ı sim geliyordu. G elelim , "Zu'l-K arneyn"in anlatıldığı K ur'an ayetlerinde geçen "Y e'cüc"-"M e'cüc"e ve "Z u'l-K arneyn"in yaptırdığı bildirilen "sedd"e: 175 "B ozguncu" oldukları ayetlerde anlatılan "Y e'cüc"-"M e'cüc"le, Türklerin (Tatarların) anlatılm ak istendiğini yazıp savunm ada, Kur'an yorum cuları, A rap-İslam yazarları birleşm iş gibiler.476 T antavi (El Cevahiru Fi T efsiri'l-K ur'an'i'l-K erim ) tefsirinde b ir de "harita" yer alıyor: "Y e'cüc-M e’cüc Ü lkesi": T ürklerin (T atarların) yaşayıp eg e­ m en oldukları yerler, yöreler.477 Bu yazar ve yorumcular, yorum larında haksız da sayılmazlar. İki yönden: Bu yorum, Tevrat'ın açıklam alarına uygun düşüyor. İkincisi; Türkler, özellikle de Tatarlar, toplum lar içinde "vurucu-kıncı", Kur'an'm deyim iyle "bozguncu" olarak tanınmışlardır. D oğal olarak Araplarca da böyle bilinmişlerdir. O denli ki, Arap yorumcular, örneğin Tantavi, İslam'ı kabul etmiş olan Türkleri bile "Ye'cüc"-"M e’cüc" saymakta 478 Bu kadarla kalsa iyi. "Kıyamet alametleri" arasında göstermekte. M u­ hammed'in hadislerine ve E nbiyâ Suresi'nin 96. ayetine dayanarak.479 Bu ayetin anlam ı şudur: "Y e'cüc ve M e'cüc (için sedd) açıldığı zam an (K ıyam ete yakın zam anlarda) bunlar, h er dere ve tepeden akarlar." Konuya ilişkin ileri sürülen hadislerin çoğu, belli ki, uydurma. Sağlam olarak bilinen "hadis" kitaplarında da yer almamakta. Ancak; "Ye'cüc""Me'cüc"le ilgili ve bunları "Kıyamet alameti" olarak gösteren "hadis"lerden, bu tür kitaplarda yer alanlar da var. Örneğin, Buharî ve Müslim'in de kitaplarında yer verdikleri bir hadisin anlamı şöyle: "Peygam ber, C ahş kızı Z eyneb'in yanına, büyük bir paniğe k a­ p ılm ış o la ra k g elm iş ve şöyle k onuşm uştu: -L âilâhe illallah! A rap'ın başına gelecek olan kötülük yaklaştığı için vay haline! Y e'cüc ve M e'cüc şeddinden şunun gibi bir yer açıldı. "'-Şunun gibi bir y e r ...' derken, başparm ağıyla onu izleyen par­ m ağını çevirip g ö ste riy o rd u ..."480 Y ine sağlam kabul edilen hadisçilerin kitaplarında yer alan kim i hadislere göre, M uham m ed, "tarif ettiği" bir toplum la, ya da kim i top­ lum la "çarpışılm adıkça kıyam etin kopm ayacağını" anlatır. Buharî'nin de yer verdiği bir hadise göre şöyle dem ekte: 176 "Sonra bir beladır (kıyamet alameti) ki, hiçbir Arap evi kalmam a­ casına o bela gelip girer. Sizinle Esferoğullan arasında bir anlaşma vardır o sırada. A m a onlar bu anlaşmayı bozm uşlardır.. ,"481 B urada sözü edilen "E sferoğullan" ("B enu'l-E sfer) ile kim lerin an­ latılm ak istendiği belli değil. B elirtilen sadece, bunların renkleridir: "Sarı." Y a da, "ak"la "kara” arası. B uharî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri bir başka hadiste daha ço k açıklık var: "Burunları basık, gözleri küçük, yüzleri deri üstüne deri kaplanmış halkalar (ya da kalkan) gibi, ayakkabılarıysa keçeden-deriden olan bir toplum la siz çarpışm adıkça kıyam et kopm az."482 Buharî'deki hadiste, bu toplumun "Huz" ve "Kirman"da yaşadıkları da açıklanmakta.483 M üslim 'in de yer verdiği biçim indeyse, söz konusu toplum un "adı" d a açıklanm akta: H adis aynen şöyle: "Yüzleri deri üstüne deri kaplanmış halkalar (ya da kalkan) gibi olan, kıldan giysileri bulunan, kıldan-deriden ayakkabı (çank) gi­ yen Türklerle M üslüm anlar savaşm adıkça kıyam et kopm az."484 A rap "Peygam ber" M uham m ed böyle dedikten sonra, "K ıyam et alam etleri"nden gösterilen "Ye'cüc" ve "M e’cüc"le, "Türkler"in anla­ tılm ak istendiği yolundaki yorum haklı olm az m ı? B u yorum , "Tevrat'taki açıklam alara da uygundur” dedim . Çünkü: Tevrat'ta, N uh'un üç oğlundan biri olarak yazılan Y afet'in oğulları: "G öm er M e c ü c ..." diye başlanarak sayılır. (Tekvin, 10:1-2; I. T a­ rihler, 1:4-5) Ord. Prof. Dr. Zeki V elidi T ogan'ın da belirttiği gibi Sa­ kalar, ÎÖ 665'te, A sur yazıtlarında adı, Gogu, ya da G og diye yazılan hüküm darın yönetim inde K uzey A zerbaycan'a geçm ekteydiler. Togan diyor ki, "...G o g eren bölgesi, adı geçen hüküm darın A surca yazılan adı olan G og'un, G ogar dem ek olduğunu gösterir. Ki, bu da, T ürkçe bir sözcükse, Gök ve G öker dem ek olabilir."485 Şunları d a yazm akta: "G ogu ya da G ogar'ın, Y ahudilerde (Tevrat'ta) Gog adını aldığı ileri sürülm ektedir. Bu Gog ve M agog'a ilişkin anlatılanlar, T ev­ ili rat'çıların belirlem esine göre İÖ 629-580 yaşayan İrem ie (Yerem ya) ile İÖ 595-575'te yaşadığı Incil'c'ûerce kabul edilen E zekhil (H ezekiel) öyküleri içine sokulm uştur."486 Togan, konunun uzm an araştırıcısı olan başka yazarlar gibi, Tevrat'ta geçen "Gog" ve "Magog"un, K u r’a n'âa "Ye'cüc" ve "Me'cüc" diye geçen toplum un kendisi olduğunu y a z a r487 "Gog" ve "Magog" sözcükleri, Tevrat'ın eski Arap harfleriyle yazılı nüshalarında "Cüc" ve "M ecüc" diye yazılıdır.488 Bu "G og" ve "M agog", yani "Y e'cüc" "M e'cüc", Tevrat'ta uzun u zun anlatılm akta. (H ezekiel, 38:1-23; 39:1 ve ötekiler.) Incil'de de anlatıldığı görülm ekte. H em de K ur'an'âa olduğu gibi ve M uham m ed'in "hadis"lerinde anlatılanlara tam uyar nitelikte "K ı­ y am et olayları" arasın d a... Şim di, Y uhanna'nın V ahyi'nin 20. babında anlatılanları birlikte okuyalım ve M uham m ed'in Y e'cüc ve M e'cüc'le ilgili "bilgi"leri nerelerden a ş ır d ığ ın ı birlikte görelim : "Birinci K ıyam et budur. B irinci K ıya m et’te payı olan, m utlu ve m ukaddestir. O nların üzerine ikinci ölüm ün egem enliği yoktur. A llah ’ın ve M esih’in din aracıları (kâhinleri) olacaklar. O nunla birlikte bin yıl saltanat sürecekler. "Ve bin yıl tamam olunca, Şeytan, zindanından çözülecektir. V e yerin dört bir köşesinde olan toplulukları, yani Ye'cüc ve M e'cüc'ü saptırmak ve onları savaş için bir araya toplam ak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kum u gibidir..." (Ayet 5-8.) M uham m ed’in ya da öğretmenlerinin, tüm öteki /n ri/lerd en olduğu gibi, Y uhanna’nın V ahyi'nden de çok şey aldığına ve aşırdıkları arasında "Kıyametin alametleri"nin de bulunduğuna tanık olmaktayız. "Ye'cüc" ve "Me'cüc"ün "deniz kumu gibi" sayılamayacak ölçüde "yeryüzü"ne dağılmalarının "kıyamet alametleri"nden sayılışını alıp, Tev­ rat'taki Daniel'in "âhır zaman" olaylarına ilişkin anlattıklarıyla karşılaş­ tırırsak, "Zu'l-Kameyn"le "Ye'cüc" ve "Me'cüc"ün Kur'an'âa neden bir arada anlatıldığı da aydınlanır. Çünkü yukarıda da değinildiği gibi, Daniel (Danyal), "iki boynuzlu koç"tan ve "tek boynuzlu teke"den söz ederken ve bunları "Cebrail'in "ülkelerin kralları" olarak yorumladığını açıklarken, "ahir zaman olayı" diye gösterir anlattıklarım. 178 D em ek ki, m asalın kökü, T evrat’a değin uzanm akta. O radan da, başk a toplum ların m asallarına. V e bana göre, G üneş, Ay ve "yıldız" kültlerinin ağırlığı olan inançlara, hatta daha da gerilerde ilkel inanç kesim lerine değin varıp dayandığı söylenebilir. A ncak m asalın son o luşm asında, y ukarıda genişçe anlatm aya çalıştığım gibi, "iki b o y ­ nuzlu" niteliğiyle doğuda da bilinip önem senen B üyük İskender'in ve Y unan etkisinin büyük payı vardır. "Y e'cüc-M e'cüc"ün önüne geçm ek için "Z u'l-K am eyn"in yaptır­ d ığ ı K ur'an'da anlatılan "Sedd" nerede olabilir? B u soru, Kur'an ve hadis yorumcuları, Arap-İslam yazarları tara­ fından çok sorulup üzerinde durulmuştur. A m a ben bunun üzerinde dur­ mayacağım. Çünkü, bir "m asa fd a sözü edilen "sedd", gerçek dünyada bulunam az. Ç ok araştırıldığı halde, bulunam am ıştır da. Din savunurları ve şarlatanlarının birtakım zorlam a yorumları olsa bile... Söz konusu masal gibi, sözü edilen "Sedd” de, M uham m m ed ya da öğretmenleri tara­ fından, eski m asallardan alınıp aşırılmıştır. Bu, bir gerçek. Ö tesi laf. Kur'an'da bu m asalın, daha doğrusu m asallar karm asının anlatıl­ m asındaki am aç nedir? A rap m illiyetçisi şeriatçı profesörlerden (M ı­ sır) Tantavi, önce; "amaç, yalnızca öğüttür!" diyor.489 Tantavi'ye göre, K u ra n d a ki "Zu'l-Karneyn", Büyük İskender olamaz. Çünkü, İskender'in tarihteki yaşamı bellidir. Bu "Zu'l-Karneyn", H im yer hükümdarları arasında var olduğu söylenen "Zu'l-Kameyn"e daha çok benzemekte. Kur'an'daki olsa olsa Arap olabilir. Ancak, bu Z u’l-Karneyn'in, "Himyeri Zu'l-Karneyn" olduğu da söylenemez. Çünkü, Y em en­ li ve Himyeri hükümdarlarının tarihleri, yaşamları da bilinmekte. T antavi bu görüşünü belirtirken şöyle de dem ekte: "K ur'an'daki Zu'l-K arneyn, ne M akedonyalI (B üyük) İskender o labilir. N e de H im yerilerden g eçm işte yaşam ış herhangi bir adam olduğu söylenebilir. Çünkü Kur'an, bize Y unan tarihini, y a da H im yeri tarihini öğretm ek için gelm iş değildir. Kur'an, dünya tarihinden ve bütün bilim lerden daha üstündür... "490 Bu, "tüm bilim ler"i "K ur'an"a "feda etm iş" görünen "P rofesör"ün, daha sonra, "K ur'an'm B u Bilgileri B ize V erm esindeki H ikm et" baş­ lığı altın d a şöyle dediği görülür: 179 "K ur'an inm eden önce, özellikle A rap toplum u, genel olarak da M üslüm anlar, tarihlerini ve ülkelerin yerlerini belirlem eyi u nut­ m uşlardı. V e Ye'cüc-M e'cüc toplum undan A rap toplum unun b a­ şına neler geldiğini de bilm iyorlardı."491 Yani Kur'an'm söz konusu masalı içeren ayetleri, "M üslümanlar"a, özellikle de Arapların tarihlerini, ülkelerin sınırlarını ve Arapların, Ye'cüc-M e'cüc toplumundan, yani Türklerden neler çektiğini anlatmak için gelmiş. O ysa daha önce de aynı m olla profesör, Kur'an'm am acının, falanca ya da filanca toplum un "tarihini bildirm ek olmadığını" sa­ vunmakta.492 B una şaşm am ak gerekir. "Çelişkiler", din savunurlarının hiçbir zaman kaçınamayacakları olgulardır. "Din", demek, bir anlamda "çelişki" demektir. G eç elim ... K ur'an'da bu m asala yer verilm esindeki am aç, bence de "öğüf'tür. "H ikm etli öğüt." Bu arada, yani "pazarlanan hikm et"lerle birlikte Kur'an i "derin bilgi kaynağı" olarak gösterm ek. "G izli-gizem li bil­ giler" kaynağı. Z avallı "inanır sürüleri" nereden bilecekler ki, Kur'an da, yolunu izlediği öteki "kutsal kitaplar" gibi, hep derlem e, hep aşırılm ış inanış ve m asallardan oluşm akta? N ereden bilecekler, ya d a sürüdekilerin hepsi bilebilir m i? D aha doğrusu, dünyanın gözü doy­ m az egem enleri, bunların gerçeği bilm elerine "im kân" verir m i? Yunan düşünce dünyasından Kur'an'a ve "hadis"lere, bu nedenle de "îslam "a yansıyan, Büyük İskender için uydurulm uş "öykü" ve "masa i'la r değildir yalnızca. K uşkusuz başka m asallardan şu ya da bu bi­ çimde alıntılar da vardır. "Eski Y unan hikmetleri"nden (felsefesinden) b ile ... D aha önce de değinilmişti. A ncak, alınanların tüm ü "özel" biçim de "im anlılaştırılmıştır". Yani: Yunan düşünce dünyasından da alınmıştır. A m a "ırzına geçilerek"... A lınmamış olması zaten düşünülemez. Yunanlıların D oğuda ve "Do­ ğulularla yan yana" uzun bir yaşamları olmuştur. Kaldı ki, "evrensel" bir "Helenizm" var. Helenizm kültürü, Yunanlıların (ortak) malı olmakla bir­ likte "evrensel" özelliğiyle yayılırken, Ord. Prof. Dr. A rif Müfıd Mansel'in anlatımıyla: "Yunan dünyasının sınırlarını aşarak, içinde bir tek Yunanlı bile bulunmayan ülkelere de girme yollarım bulmuş, bu ülkelerin kül­ türlerinden az çok etkilenmekle birlikte, bu kültürlerin başka bir renk alm asında büyük rol oynam ıştır."493 180 K U R 'A N V E İSL A M 'D A "HELENİZM "DEN İZLER Kur'an ve İslam büyütülm üş gibi oluyor. Kur'an ve İslam bir "ta­ şıyıcı" dır yalnızca. B ir "kopyacı"dır. B irinci elden de değil. "K opya­ cının kopyacısının k o p y ac ısı..."! B u y sa bir "büyüklük" olam az. B ir "üstünlük" sayılam az. "D in"lerin ortak özelliğidir bu. Ö zellikle de "Sam i kitaplı dinler”in. Y ani Y ahudiliğin, H ıristiyanlığın, İslam 'ın ... Ord. Prof. D r. A rif M üfid M ansel, E ge ve Yunan Tarihi adlı k ita­ bında, "H elenizm kültürü"nü anlatırken şöyle başlar: "'H elenizm ' sözcüğünü, ilk bilim sel bir terim olarak tarihe mal eden A lm an tarihçisi J.G. D rosyen, bununla, Yunan kültürünün, Yunanistan sınırları dışına çıkıp A kd en iz bölgesi ve Ön A s y a ’da D oğu kültürleriyle karışm ası ve kaynaşm ası sonunda m eydana gelen üniversel b ir kültürü anlatm ak istem iştir."m "H elenizm "i ben de bu anlam da kullanacağım . Y ine M ansel şöyle dem ekte: "İskender'in fetihleri sonunda, Yunan kültürü, Akdeniz bölgesinden, Hindistan içlerine kadar yayılmış, birçok yerde Doğu kültürlerine etkilerde bulunm uştur.. ,"495 M ansel, bu kültürün aldığı etkilerden de söz eder.496 Prof. Dr. W. Barthold, İslam M edeniyeti Tarihi'nde, daha başlarken, Aristo'nun bir "düş"üne yer verir: A risto'ya göre; Helenler, "dünyaya ege­ m en olmak için gönderilmişlerdir." Barthold, bunu belirttikten hemen sonra şunları yazmakta: "Aristo'nun bu düşü, kısm en olsun; M akedonyalI İskender (Büyük) tarafından gerçekleştirilmiştir. İskender'in D oğu fetihleri, Yakın A sya ve Mısır'ı siyasi ve m edeni yönden Yunan'a boyun eğdirmiş ve Y unanlılaşm ış b ir D oğu m edeniyeti vücude getirm iştir." 181 Bu "Y unanlılaşm ış D oğu m edeniyeti"nden, Sam ileıin kopyacı din­ leri, bu arada İslam ve "kutsal kitabı" Kur'an, "hiç etkilenmesin"; düşü­ nülebilir m i? Konunun başından beri anlatılanlar da, ne denli çok etki alınmış olabileceğini gösterm iyor m u? "H elenizrri'den alınmış olabileceklerini rahatlıkla düşünebileceğim iz etkiler, Kur'an'a ve "îslam "a daha çok Y ahudilik ve Hıristiyanlık aracılı­ ğıyla girmiştir. Çünkü M uham m ed'in öğretmenleri, daha çok, bu dinlerin "bilirlerim den oluşuyordu. Prof. Dr. Philip K. Hitü, "İskender’den önce; Peygamberler, ırka-toplum a dayalı sınırları, yalnızca ’düş'lerinde aşmışlardı. Aksak-eksik dü­ şüncelerle, 'insan kardeşliği'ni düşünmüşlerdi" diyor ve hemen ardından şunu ekliyor: "A m a şim di ilk kez, büyük bir eylem adam ı (B üyük İskender) var karşım ızda. Y unanlılarla 'B arbarlar' arasın a konulan sınır­ dan iz bulunm ayan bir birliğin tam bilincinde ve bunu eylem iyle gerçekleştiren bir eylem adam ı."497 "Peygam ber"lerin, "din kurucuları"nın zam an zam an birtakım "sım r"ları aşm ayı düşündükleri, dahası aştıkları doğrudur. H ıristiy an ­ lık ve İslam "peygam ber"leri buna örnek gösterilebilir. E ğer "İslam P ey g am b erim in , A rapların dışındaki to p lu m lara d a uzanm ayı düşü n ­ düğünü varsayarsak. A ncak; bence "düş" planında bile olsa, "diri'lerde ve "kurucu"lannda "katıksız bir insan kardeşliği" düşüncesinin benim senm iş olabileceğini sanmak kolay değil. Bence müm kün bile değil. "D iri'ler, birbirlerinin ne denli kopyası olurlarsa olsunlar, "inanç"larına ve "inanırlari’na belirli "sı­ n ır la r çizerler. "İnsanlara, "insan" olmaları yönünden değil; bu "sı­ n ır la ra göre ve bu sınırlar içinde değer verirler. Y oksa varlıklarını yiti­ rirler. "İnsan sevgisi"ne en çok değer verir görünm eye çalışan Hıris­ tiyanlık bile, iyice incelendiği zaman, "katıksız insancı olmak"tan çok uzaklarda görülür. Bu, bir. İkincisi: Zam an zaman değindiğim gibi, "diri'ler de, "a ra cıları da,-daha çok "g ü ç lü le rin güdüm ünde ortaya çıkmışlardır. V arlıkları da "g ü çlü lere, "e g em en le re bağlıdır. Böyle olunca, "sınırsızlık" ve katıksız insanca "evrensellik" nasıl düşünülebilir bunlarda? Nasıl gerçekleşebilir? 182 Büyük İskender'le D oğuya giden "evrenselliğe"de tam "insanca" de­ m ek kolay değil. Çünkü Helenizm kültürünün yöneldiği sınıf, "yüksek" sınıftı, "egemen s ın ıftı. M ansel de haklı olarak, bu kültürün, belirli bir bölgeye bağlı kalmayıp "evrensel" bir nitelik almasını, gücünü, yaygın­ lığını sağlayan bir özellik sayarken, hangi sınıfa yöneldiğini belirtmeyi de ihmal etmez. Söz konusu kültürün gücü, bir yandan "evrensel" görü­ nüşünde aranırken, öbür yandan da M ansel’in deyişiyle; "Yüksek ve ege­ m en sınıfları fethetm ek yollarını bulm asında aranm alıdır."498 B üyük İskender'in D oğudaki çabalarına ilişkin çeşitli kaynakların belirttikleri bize gösterir ki, bu ünlü hüküm dar, "yüksek" ve "egem en sınıfları" şöyle ya da böyle "fethederken"; "din aracıları"ndan d a b ü ­ yük ölçüde yararlanm ıştır. Y eni "efendi"nin egem enliğinin "kabul görm esi", kuşkusuz am an verm eyen güce dayanıyordu. A m a, o güce, bu aracılar da, küçüm senm eyecek ölçüde "om uz veriyorlardı". B u "om uz verm e" sırasında, "din aracıları", yaln ızca "yeni efen ­ d i l i n kendisine değil, götürdüğü "kültür"e de aracılık ediyorlardı. İşte bu ve başka nedenlerle, gerek B üyük İskender dönem inde, ge­ rekse ondan sonraki uzun çağlar boyunca çeşitli kültürlerden hem etkiler alıyor; hem de etkiler bırakıyordu Y unan düşünce dünyası. H elenizm kültürü. "Yüksek sım f'la el ele verilerek... K entler ve çok önemli kurum ­ lar kurularak... Profesör Philip Hitti ve başka yazarlar, İskender ve ardıl­ ları eliyle kurulan "kenf'lerden önemle söz ederler haklı olarak. V e bu kentlerin kuruluşunda en başta gelen amacın, H elenizm kültürünü yay­ mak old u ğ u m belirtirler.4" İskenderiye kentini ele alalım: B ilindiği gibi bu kenti, B üyük İs­ k en d er kurm uştur. İÖ 3 31'de. M ısır'da. A kdenizin kıyısında. A dı, İs­ k ender’in adından ileri gelm ekte.500 A dnan A dıvar, Tarih B oyunca İlim ve D in adlı k itab ın d a şu n ları yazıyor: "Eski Yunan felsefesi, M ısır, Keldani (K alde'li) ve özellikle M u ­ sevi dinleriyle, İsken d eriye'd e tem asa geldikten sonra, b a ş lıc a üç yo ld a gelişm eye başladı: " 1. B ir D oğu dini olan M u sev ilik le Y u n a n m eta fiziğ in in u zla ş­ tırılm a sı (M usevi-Y unan felsefesi). 183 "2. P ythagoras inançları üzerine kurulu yeni bir Pithagorculuk. "3. E flatun'un derslerinden çıkarılm ış Y eni E flatunculuk (NeoP latonizm ) felsefesi. "Bu üç ayrı yoldan giden dini felsefeler arasında, çok önem li temas noktalan vardır. Örneğin, Tanrı'nın 'yüce' ('trcınscendent') bir var­ lık gibi düşünülmesi. Tanrı ve âlem (evren) arasındaki ikilik: 'Dualisme'. Tanrı'nın vahiy ve ilhamla ve mistik bir yoldan tasarımı. Zühd ve takva. Yani dünya işlerinden el çekme. Şeytanla meleklere inanm a... gibi noktalar, her üç felsefede de ortaktı."5m D enir ki, "A risto'dan sonra, İskenderiye ve R om a'da süren Y unan felsefesinin uzantısında (H elenistik felsefe süresi içinde), Platon (Ef­ latun) ve A risto gibi büyük m etafizikçiler yetişm edi."502 A ncak nedenleri var bunun: E n başta gelen nedeni, bu filozofların "sergiledikleri"nin egemenlerin işine geliyor olmasıydı. Bunların ser­ giledikleri, "din"lerin, din "gizci" ve "gizemci"lerinin de işine gelmek­ teydi. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, bu filozofların "felsefelerinden, bir başka deyişle "hikm et'ierinden bolca "kan" alm ışlardır. Bu filo­ zofların "hikm et'ieri, özellikle Aristo'nunkiler, Aristo mantığı, dinlerin ipe sapa gelm eyen saçm alıklarına "yalancı tanık" olarak kullanılm ış­ lardır zamanla. Aristo'nun, Büyük İskender'in "hocası" oluşu, önemliydi. Bu iki ünlü arasında alabildiğine gelişmiş bir dostluk vardı. A risto’nun düşünceleri kendinden olduğu ölçüde, belki de çok daha fazla, bu dostluk ilişkisinden güç alıyordu. Y ine bu dostluk ilişkisi nedeniyledir ki, İskenderiye ken­ tinde ilk yerleşen "felsefe", "Aristo felsefesi" olm uştu.503 B ununla birlikte İskenderiye’de zam anla oluşan b ir "İskenderiye okulu" ve bu okulda toplanm ış "m istik P latoncu (Eflatuncu)" eğilim ­ ler görülm ekte.504 K ısacası: İskenderiye kentinde her iki filozof d a var. Şu y a da bu türlü. İÖ 2. yüzyılda, bu iki filo zo fu n bütiin yapıtları, söz konusu kente a kta rılm ış bulunuyordu.505 İÖ 2. ve 1. yüzyıllar, Tevrat'ın kim i bölüm leri ve Tevrat'a sonra­ dan geçirildiği görülen "ölüm süzlük” ve "ahiret" inancı yönünden de önem li yüzyıllardır. B iraz ilerde bu noktaya yeniden döneceğim . 184 İskenderiye kentini Y unan düşünce dünyasına önemli bir alan, bir odak durum una getirme çabalan, bu kentin, Büyük İskender'den sonraki ilk egem eniyle başlar. Birinci Ptolemaios (Batlamyus) (İÖ ?-285) ile ... B üyük İskender'in generallerindendi. İskenderiye kentinin de içinde bu­ lunduğu M ısır'a kral oldu. Söz konusu çabalar, bu kralla başlar; oğlunun dönem inde hızlanarak sürer. İkinci Ptolem aios Filadelfos (İÖ 285-246) deniyordu bu krala da. Bu dizinin kralları, hep aym adı (Ptolemaios) al­ maktalar. B unlann hepsi, Y unan düşüncesinin yayıcılığını ve koruyucu­ luğunu yapm ışlardır. H epsinde de İskenderiye kenti, bu düşünceye önem li "merkez" yapılm ak istenmiştir, yapılmıştır. Bu kentin bu yönden önem inin yitirilmemesi için elden gelen çaba gösterildiği görülmekte. Ç abaların, başarıya ulaştığı d a ... N eler oldu? K ısaca göz atalım : O lanlardan belki de en önem lisi, Y unancanın ağırlık kazanm ası. H ayrullah Örs, şunları yazm akta: "B irinci Ptolem aios ve oğlu İkinci P tolem aios Filadelfos, baş­ kentleri İskenderiye'yi, H elen (Y unan) kültür ve bilim inin m er­ kezi durum una getirdiler. B u kentin ünü, o zam anki dünyaya y a­ yıldı. Y ahuda'dan geçenleri de kendine çekti. B uradaki Yahudiler, Yunan dilini, d oğal olarak yoksul kalm ış olan A ra m i dilin­ den üstün buldular. Şunu da söyleyelim ki, artık İbranice konu­ şulm az olm uş; yerini, karm a b ir dil olan A ram ice alm ıştı. Y u ­ nan dilini, filozoflar ve şairler, büyük bir zenginlik ve güzelliğe eriştirm işle rd i ve bu dil, b ü tü n A kdeniz çevresinde b ilim ve ti­ caret için orta k d il durum una gelm işti. İskenderiye'ye yerleşm iş o lan on binlerce yu rtsu z Yahudi de bu dili konuşm aya b a ş­ lam ıştı. Ö yle ki, y eni yetişen kuşak, artık ne İbraniceyi, ne de A ram iceyi anlayabiliyordu. S inagoglarda ibadet sırasında en önem li yeri alan Tevrat'ın okunuşu da, bunlar için yabancı bir dilde söylenen sözlerden ibaret k a lıy o rd u ..."506 Örs, Yunancanın vazgeçilmez bir önem kazanması nedeniyle "M ı­ sır'daki Yahudi cemaati"nin bir kararına değinmekte ve şöyle demekte: "M ısır'daki Y ahudi cem aati, 'Thora'nın (Tevrat'ın) Y unancaya çevrilm esine karar verdi!"507 185 Çok önem li bir olaydır bu. Ö rs'ün yazdıklarından izleyelim : "...İkinci Ptolemaios, dünyanın en güzel kitaplarını, kitaplığında toplam ak istemiş. Bir gün kitaplık memuru kendisine, dünyanın en güzel kitapları olan 995 cildin toplanmış olduğunu, ama, en yüce kitap olan 'M usa'nın beş kitabı’mn bunlar arasında bulunmadığını bildirmiş. Bunun üzerine Ptolemaios Filadelfos (İÖ 285-246), Yeruşalim 'deki Başkâhin'e bir mektup yazm ış ve bu kitapların bir kopyasını istemiş. Aynı zamanda, bu kitapları Y unancaya çevi­ rebilecek adamlar da göndermesini istemiş ondan. Başkâhin de, Tevrat nüshalarıyla birlikte 72 bilgin göndermiş. Bunlar, İsken­ deriye'de büyük bir saygıyla karşılanmış, Kral, bu adamların bil­ geliklerine hayran olmuş. Törenlerden bunlara, her biri için ayrı odalar ayrılmış. 72 bilgin, birbirinden habersiz, aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan İbranice'den Yunanca'ya çevirmişler Tev­ rat'ı. Sonunda, çevirilerin yetmiş ikisi de harfi harfine birbirinin aynı çıkm ış!"508 B urada "abartm a” da olabileceğini dikkatten uzak tutm am ak ge­ rekir. O nokta konum uzu ilgilendirm ez. Tevrat'ı İbraniceden Y unancaya çevirttiğinden söz edilen ikinci P tolem aios Filadelfos (İÖ 285-246), etkinliğinin ve egem enliğinin sınırlarını genişletm işti zam anla. İÖ 274'ten İÖ 2 7 1 'e değin süren "B irinci S uriye Savaşı"nda sağladığı başarıyla "zam anının en zengin ve en güçlü hüküm darı" durum una gelm işti. B üyük donanm ası sa­ yesinde "denizlerin egem eni" ve "adalar birliğinin koruyucusu" niteli­ ğine de sahip olm uştu. "K ralın elçileri, batıda R om a'ya, doğuda H in­ distan'a kadar uzanıyordu."509 B u hüküm dar dönem inde, kara ve d e­ nizyollarına önem verilm iş, ticaret ve bu yolla d a ülke ekonom isi güçlendirilm işti. Ord. Prof. Dr. A rif M üfıd M an sel’in anlatım ıyla: "G üneyden getirilen m alların küçük bir bölüm ü ülke içinde harcanır, asıl büyük bölüm üyse, İsken d eriye yoluyla A kdeniz piyasasına sürü­ lürdü." Y ine M ansel'in anlatım ıyla: "İskenderiye, o dönem dünyası­ nın yalnızca en büyük tahıl pazarı değil; ham m addelerin işlendiği en ö n em li sanayi m erkezlerinden biri"ydi.510 186 V e "kültür dili" olan "Y unanca"m n bir "iş dili", "ticaret dili" d u ­ rum una gelm esi de gerçekleşm işti o dönem de.511 B unun böyle olm asında da en başta rol oynayan İskenderiye kenti olm uştu. B ir "m erkez" olarak. "K ültür"ün ve "ekonom ik güç"ün, iç içe gelişip dal budak saldığı bir m erkez. V e bu "m erkez"de önem inden söz edilegelen bir "kitaplık": Y üz binlerce kitabının sonradan "din canavarları"nca "yakılıp yok edil­ diği" anlatılan bir kitaplık! İbn Haldun (1332-1406), "Bilimler çoktur. İnsan toplum lan içinde ço k sayıda bilgeler, bilginler gelip geçmiştir. Bize ulaşmayan bilinçler, bize ulaşanlardan çok daha kabarıktır" dedikten sonra şöyle sorar: "Tanrı hoşnut olası Ö m er'in, 'fetih' sırasında (İskenderiye ele geçirildiğinde) yok edilm esini buyurduğu o bilim belgeleri n e­ rede, var m ı şim di?"512 Bu "belgeler" ve bunlardaki kim bilir ne denli önem li bilgiler yok, ulaşm adı elim ize. "Y akılıp yok edildikleri" için!!! D üşünülm esi bile tüyler ürpertici bir cinayet. K im işlem iştir bu cinayeti? B ilinegelen o ki, bu cinayeti işleyen, ya d a işlettiren: Ö m er. İbn H aldun da onun için yukarıdaki soruyu soruyor. A m a sonraları kimi yazarlar, özellikle de "İslanT'a "toz kondurmak istemeyen"ler, "kabul etmiyorlar" bunu. "İskenderiye Kütüphanesi çok da­ ha önce yakılmıştır" diyorlar. K im ler yakm ış? "H m stiyanlar"! Şöyle de dendiği görülür: "Kütüphanenin falanca bölümü, falanca dönemde falanca piskopos tarafından yaktırılmıştır". Y a başka bölüm leri? Kimileri bu so­ runun karşılığını bilm ediklerini, am a yaktıranın "Ömer" olam ayacağını söylerlerken, kimi yazar da şöyle der: "Kütüphanenin bir bölüm ünü İS 390 sıralarında Theophilus adlı bir Hıristiyan papaz, geriye kalan bö­ lümlerini de 640'ta (642 olmalı) Müslüman istilacılar yok etti."513 Bu görüşü ileri sürenler arasında, Prof. Dr. Cemal Yıldırım da var. Adnan Adıvar'sa: "İskenderiye K ütüphanesinin Serapium adındaki bölümü, H ı­ ristiyanlığın IV. yüzyılda bir ileri geleni, Piskopos Theophilos tarafından yaktırılmıştı" dedikten sonra, kitaplığın öbür bölümünün, İskenderi­ 187 ye'nin ele geçirilmesi sırasında H alife Ö m er tarafından "yaktınldığına" ilişkin "haber"in, bir "Hıristiyan tarihçi"nin yazdıklarından kaynaklan­ dığı için kabul edilem eyeceğini yazar. A dıvar'ın "itiraz"ına ilişkin aldığı dayanaklar, şu anda elimde. A m a bunlar inandırıcı olmaktan uzak. Bun­ lardan biri, M ehm ed M ansur adında birinin "Batılı İslam düşmanlarına karşı" aşka gelip yazdığı bir kitap. Yazar, "Şûrayıdevlet muavinliğin­ den" em ekliymiş. İlgili ilgisiz birçok şeyi doldurm uş kitabına. Kitabın adı, İskenderiye Kütüphanesi.514 İskenderiye kitaplığının hiç değilse bir bölüm ünün Ö m er'in buy­ ru ğ uyla "yakılıp yakılm adığı" yolundaki tartışm aya burad a g irm eye­ ceğim . Şunu söylem ekle yetineceğim : Söz konusu kitaplığın yakılıp yok edilm esi, en korkunç cinayet­ lerden biridir. C inayeti işleyen falanca dindenm iş, filan ca dindenm iş; bu, bir gerçeği değiştirm iyor: Bu korkunç canavarlığı yapanlar, "din canavarları"dır. Yaptıransa: "Din." Y unan düşünce dünyasının sokulduğu, geliştirildiği ve yayıldığı "merkez", yalnızca İskenderiye değil. Başka m erkezler de var. D aha önce de belirtilmişti bu. İskenderiye üzerinde bu denli durmam ın nedeni, ko­ numuzu daha yakından ilgilendirmesinden. Burada geliştirilen "felsefe", öteki merkezlere, örneğin bir A ntakya'ya ("Antakya okulu"na) göre daha "gizli-gizemli", daha "din-iman" d o lu .. ,515 Burada beslenip büyütülmüş olan "felsefe"ler, öteki merkezlerden çok daha fazla "din'ierden "kan" almışlar ve çok daha fazla "kan" vermişlerdir. Burada "din"le "felsefe" çok daha fazla beslemiştir birbirini. Buysa konumuzu çok ilgilendirir. Y unan düşünce dünyasından iki nitelikte "felsefe" yansım ıştır D oğuya: Biri: "Katıksız." Tümüyle "insanca". Yani "diri'le, "im ari'la karıştırıl­ mış, bulandırılm ış değil. B aşka deyişle: "Irzına geçilm em iş düşünce." "Bilgi"ye yönelik. "Salt bilgi sevgisi"ne dayalı, "bilgi"nin "kendisi için". Ve "genel-evrensel". B ir örnekle daha iyi anlaşılabilir: Prof. Dr. M acit G ökberk'in bir kitabından alıp sunayım: "B abillilerin ünlü astronom isi, yıldızlara tapan B abillilerin dini­ ne dayanıyordu. Bu, dinin ve pratiğin hizm etindeydi. Y ıldızlar üzerinde yapılan inceden inceye gözlem ler, güneş ve ay tu­ 188 tulm alarının hesaplanm ası, hep, din i-p ra tik am açlar içindi. B u ­ rada da Y unanlılar, B abillilerin zengin gözlem gereçlerinden y a­ rarlanm ışlar, am a sonunda ( ...) gökyüzünü çizen bir teori' k u rm u şla rd ır."516 G ökberk, böyle dedikten hem en sonra şöyle diyor: "Bütün bunlardan görüyoruz ki, Y unanlılar, doğruya ve bilgiye, doğrunun ve bilginin k e n d isi için yönelm iş olan bir bilim in, bir felsefenin ilk yaratıcılarıdır." ",. .ilk yaratıcılarıdır" yargısına katılmadığım ı belirterek geçiyorum. Y unan düşünce dünyasından D oğuya yansıyan "felsefe"lerden İkin­ cisiyse bunun tam tersi: "Din" ve "iman"la bulandırılmış. "İnsanca" ol­ m ayan, "dış" ve "doğaüstü" alanda var gösterilen "güç"lere dayalı. A yrı­ ca, şu ya da bu yönden "sınırlı". Falanca ”inanç"la, filanca kesimle, en başta d a "çıkar"larla sınırlı. B u nitelikte D oğuda, özellikle de İskenderiye'de beliren "felse­ fe le rd e n kimi, buraya gelm eden önce de böyleydi. Kim iyse, buraya geldikten sonra bu niteliğe girm iştir. Ö rneğin: P ythagoras (İÖ 580-500 aralarında) ve Eflatun (Platon) (İÖ 4277-347?) felsefeleri, D oğuya gelm eden önce de bu nitelikte bu­ lunuyorlardı: P ythagoras (Fisagor=Pitagor), "gizli bir din tarikatı" kurm uştu. V e P ythagor'culuk; bir "din", "dinsel inanç, dinsel düşünce" akım ı olarak g ö rü lm ü ştü r.517 Cemil Sena, "Fisagor (Pythagoras), İÖ 540 yılm a doğru İtalya'ya geçm iş ve Krotom'daki ’tarikatı'm kurm aya yönelmiştir" dedikten ve "söylendiğine göre: Kroton sitesinin yasalarını Fisagor yazmış, üç yüzü aşm ış olan öğrencileri, B üyük Yunanistan'ın türlü kentlerini yönetm iş ve buralarda, ıslah etm ek şartıyla aristokrat yönetim i korumuşlardır" diye de yazdıktan hem en sonra şu satırlara yer vermekte: "Fisagor, daha ilk geldiği günlerde söylev ve va'zlarıyla halk üze­ rinde derin etkiler yapm ış ve orada bir 'kâhinlik' ve bir de 'ayin' (mistik tören) kitabı yazmıştır. (Bu iddia kuşkulu.) Rom a'dan, Si­ cilya’dan ve bütün İtalya'dan pek çok 'mürit' toplamış olan Fi- 189 sagor'un okulu, bir çeşit tekkeydi. ( ...) Tarikata türlü alıştırma d e­ nemeleri yapılıyor, sembolik ve kapalı bir dille üstadın sözlerine kutsal bir değer veriliyordu. 'Onu Üstat söyledi!" sözü, bütün m ü­ ritler arasında bir dinsel ayetin bıraktığı etkiyi yapardı."5ıs Şunları da yazm akta Cem il Sena: "O (Fisagor), dem okrasinin aleyhindeydi. D isiplinli bir aristok­ rasi kurm ak em elindeydi. B u bakım dan onun okulu, bir yandan da siyasal bir cem aat m anzarası gösterirdi."519 D em ek ki, "Pythagoras"ın olduğu bilinen "felsefe", hem "dinliim anlı", hem de bir "yönetim "in ve b ir " s ın ıfın "çıkar"ıyla sınırlıydı. Cem il Sena, "'Fisagor tarikatı'nda, hem eğitim, hem bilgi, hem de m istik fa a liye tle r vardı" diyor.520 Fisagor'un "kendi yapıtı" olarak zam anım ıza değin gelmiş hiçbir şey, hiçbir "belge" bulunmamakta. Bunu, başka yazarlar gibi521 Cemil Sena da belirtiyor. A m a onun "sistemi”nden söz edilmekte yine de. "Öğren-ciler"i ne, "Fisagorcular"a dayanılarak... Yazar da, "Fisagor tarikatında şun­ lar şunlar v a r.. ."derken, anlattıklarını bu dayanaklara yaslandırmakta. E vet "var", söz konusu "tarikat"ta ileri sürülenler var: "M istik fa­ aliyetler" de var, "eğitim" ve "bilgi" de var. "Mistik faaliyetler" ve "eğitim", anlaşılıyor ki; "belirli bir doğrultu"da. "Belirli bir s ın ıfın yararına. "B ilgi"ye gelince: O da aynı doğrultuda. K itleleri belirli bir yöne doğru yönlendirm e am acıyla kotarılm ış, "ırzına geçilm iş b ir bilgi". "Bilgi" ve "akıl". Bunun ikisi de önemli bir "tarikafta. Am a ikisi de "insanca" olmaktan uzak. "Bilgi" de bulanık, "akıl" da. "Din", "iman" kir­ leriyle kirletilmiş. Yahudilikteki Hıristiyanlıktaki, İslam daki... gibi. Prof. Dr. M acit G ökberk, P ythagoras’tan (Fisagor'dan) söz ederken şöyle der: "İÖ 6. yüzyılın ortalarında Y unanistan'da yayılm aya başlayan bir dinin, efsanevi şarkıcı Orpheus'un (Orfevs'in) kurduğu Orphik kül­ tün çok etkisinde kalmış. Ruhun göçtüğünde, doğuşların dönümlü (periyodik) olduğuna, bedenden ayrılan bir ruhun, insan ve hayvan bedenlerine geçtiğine inanç, Trakya D ionysos'una tapan Orp- 190 hiklerin başlıca inançlarıdır. Bu inançlara sıkı sıkıya bağlı olan Orphikler, disiplinli ve perhizli bir yaşam sürerler. ( ...) İşte bütün bu inançları ve yaşam a biçimlerini, başlangıçta daha çok bir din ta­ rikatı gibi olan Pythagoras'çılarda da bulumz. Bu tarikat, siyasi bir rol de o ynam ıştır.. .’’522 Prof. Dr. A rif M üfid Mansel, "Orfevs dini"nden söz ederken, "Ana­ dolu, Trakya ve Yunanistan dinlerinin bir karışımı olduğu anlaşılan O r­ fevs d i n i . d i y e başlar.523 Pythagoras'ın etkisinde kaldığı ileri sürülen bu din, bence D oğu kö­ kenli olabilir. Tıpkı Dionysos (Dionizos) g ib i...524 Pythagoras'ın kendisi­ nin de Doğudaki, özellikle M ısır'daki inançlardan etkilendiği ileri sürülür. Cem il Sena'nın Filozoflar Ansiklopedisi'nde şunları okuyoruz: "Geleneklere göre Fisagor (Pythagoras), bazı geziler yapmış. M a­ tematiğe ilişkin öğretileriyle ruh göçüne ilişkin inançları, M ısır'da öğrenmiş. İran'a gitm iş, orada büyücü Z aratasia görüşmüş. ( ...) Sözde bir görevle gönderildiği Mısır'da, Menfıs'te bulunan İzis tapınağına kabul edilm iş ve burada yirm i yıl kalmış, sonra buraları İranlılann ele geçirmesi üzerine tutsak olarak Babil'e götürülmüş. Sıımer ve Asur'daki bilgilerle Zerdüşt ve Buda'nın gizleri hakkında bilgiyi de, kuşkulu olan bu geziler sırasında elde ettiğini kabul edenler v ar..."525 Söylentiler, "kuşkulu" olabilir. A m a kuşkulu olmayan da var: Pythagoras'daki "inanç" ve "düşünce"nin "Doğu özellikli" oluşu. Ord. Prof. Dr. Hilmi Z iya Ülken, "Fisagor'a (Pythagoras'a) v e ... göre: Yıldızlar, hem melekler, hem de şahıslardır" diyor.526 Şunlan d a yazıyor: "Pythagoras diyor ki: Ruh, bedene bağlı olm ası bakım ından, şehvetten ve düşüklüklerden vazgeçm eye çalışırsa, şey lere ait derin bilgiyi kazanır. Ruh, önce özü paslı olan aynaya benzer. Pası silindiği zam an, orada bütün şekiller görünür. V e ruh, uyu­ m az. Ç ünkü uyku sırasında, duyuları kullanm ayı bırakır, kapalı kalır. Bu sırada özgürdür. E vrende olan g izli a ç ık h e r ş e y i bilir. E ğer bu ruh, uyum uşsa, yani uyku sırasında kesintiye u ğram ış­ sa, insan uykuda olduğunu bilm eyecektir, bu durum u uya­ 191 nıklıktan ayırm ayacaktır. Üstün âlem e götürücü b ir köprüye benzeyen bu âlem den kurtulacağı zam an; onun yeri, sürekli o la­ rak ö te ki âlem olacaktır."521 "Yıldızlar"a birer "melek" diye inanma, ”ruh"lar, "ruh"un şöyle şöyle nitelik kazanması, "şu âlem", "öteki âlem "... Bütün bunlar, "Doğu özel­ likli" inanç ve düşüncelerdir. Bu inanç ve düşüncelerde, "yıldızlar" kül­ tünü de görüyoruz. Sabitliğin içerdiği kültü... Pythagoras'tan aktanlan-lar doğruysa, bu filozofu, bir "Sabiî" bile sayabiliriz geniş anlam ıyla... Kısacası, Pythagoras'tan aktarılanlarda, Pythagorasçılıkta; "düşünce", "inanç" iç içe. G elelim Eflatun diye de bilinen Platon'a: "D oğu özellikli düşünce”yi, bu düşünürde de bulabiliyoruz: Bu düşünürdeki "felsefe" de "din-im an" kokm akta. "B ulanık." G erçeğe dayalı olm aktan ve "insanca" olm aktan uzak. V e bu felsefe de "üstün s ın ıf' çıkarı doğrultusunda.528 "A kıl" m ı? B u düşünürden aktarılan "akıl" d a "kirletilm iş" bir akıl. Ö ylesine ki, "Tanrı" düşüncesine, "doğaüstü" alanda gösterilen "güç"e, güçlere, "ölüm süzlüğe" ve dinlerce benim senen daha nice abuk sabukluklara en g el olam am akta. Bunda ve başkalarında "akıl", insan düşüncesi, birtakım "yo-ra/n'tar­ la529 bulandırılmış ve "kirletilmiştir". Yunan düşünce dünyasından D oğuya gelen düşünce akımları, Doğu­ daki dinlerle, özellikle de "kitaplı" dinlerle buluştuğunda "y o ru m lar yar­ dım a yetişmiştir. "F elsefelerle "d in lerin "çiftleşmesi"ni sağlamıştır bu yorumlar. En abuk sabuk, en saçma sözleri, savlan bile, ortamına göre "uygun" ve "akla yatkın" gösteren "m ecazlı yorumlar. Bu yorumlarla sağlanan 'felsefe-d in çiftleşm esi"tiden çokça "çocuk" doğmuştur. D aha sonraki tüm çağlarda insanlığın aldatılm asında kul­ lanılmıştır bunlar. Ve bunların, bir yanda "felsefe sistemleri "nde, öbür yanda da "dinlerde, dinlerin "kutsal kitaplan"nda yer aldıktan görülür. Hem de b o lca... 192 F E L S E FE -D İN Ç İFTL E ŞM E Sİ VE K U TSA L K İTA PLA R D A Y ER A L A N Ç O C U K L A R I "Felsefe"yle "din"i "çiftleştirm e" eylem i, ilkçağın çok eski y ü zy ıl­ larından başlar. B üyük İskender'in D oğuya açılm asından sonra daha bü y ü k bir özenle ele alınır ve hızlandırılır. D eğ işik "m erkez"lere y an ­ sıtılır, değişik toplum k atların a yayılır. H elenizm 'le kurulan en ö n em ­ li m erkez durum undaki İskenderiye'de daha da düzenli bir politika çerçevesinde yürütülür. Ptolem iaos (B atlam yus) adlı hüküm darlar y ö n etim inde... İÖ 2. yüzyıldan başlayarak, D oğuda yeni gelişm elere göre, yeni "yorum " ve "çiftleştirm e" çabaları görülür. "K utsal m etinleri", "Y u­ nan felsefesi"ne uygun düşecek biçim de "yorum lam a" çabaları. Bu çabalardan örnek verilm eye değer birini, İskenderiyeli bir Y a­ hudi gösterm iştir. A dı: A ristobul. C em il Sena, bu Y ahudi'yi anlatırken şunları yazar: "Yahudi filozofu ( ...) İÖ 150 yılllannda Ptolem ee Philometor (Pto­ lemiaos V I Filometor) döneminde İskenderiye'de yetişmiştir. İsken­ deriye'deki Yunanlılar arasında, kutsal kitapları tanıtanların birincilerindendir. ( ...) Beş sifr (Tevrat'ın başında yer alan M usa'nın beş kitabı) hakkında kinayeli ve felsefi bir yorumlama yazm ış ve bu eseri, Ptolemee’ye (hükümdara) 'ithaf (armağan) etmiştir. ( ...) Onun anlatışına g ö re... Fisagor ve Eflatun'un da, Tevrat’ı okum uş ve bu kutsal kitaptan yararlanmış olduklarını kabul etmek gerekir. (...) Yarı-Yunan ve yan-F ars etkisini taşıyan okulun kurucusu sayabiliriz onu. Ki, bu okulun am acı; Kutsal kitaptan uzun birtakım m ecazlar çıkararak başlıca fe lse fe sistem lerini bu kitapla uzlaştırm ak veya daha çok, bu sistemlerin baştan başa İbrani (Yahudilere ait) eser­ 193 lerden yararlanılarak meydana getirildiğini göster-mektedir. Aristobul, gizemciliğe bağlıdır. Fakat, buna, Eflatun'un, Fisagor'un bazı düşüncelerini karıştırm ıştır. "53° A ristobul; İÖ 8. yüzyılda yaşadığı sanılan H esiodos, İÖ 9. yüzyı­ lın sonların d a yaşadığı sanılan H om eros adlı ünlü Y unanlı ozanların ve çok daha önceleri, örneğin İÖ 14. yüzyılda yaşadığı ileri sürülen ve "O rfevs" (O rpheus) dininin kurucusu olarak bilinen O rfevs adlı yine ünlü Y unan ozanın da P ythagoras ve E flatun gibi, Tevrat'ı o k u ­ duklarını, bu kitaptan yararlandıklarını savunur.531 A irstobul'un kendisi böyle b ir şeye inanıyor m uydu acaba? K uş­ kusuz, bilinem ez bu. A ncak, buna inanan Y ahudiler ve her şeyde "Y a­ hudi parm ağı" arayan "Y ahudi düşm anları" var. T ürk yazarlarından örnek verm ek gerekirse, işte bir örnek: Z iya U ygur. Ateşli bir Yahudilik ve K om ünizm düşmanı. H astalık ölçüsünde. Tarih Boyunca İhtilâller ve Siyonizm diye de bir kitabı var. Bu kitabında savunduğuna göre: "Tarih boyunca" dünyayı berbat edegelmiş olan, "Yahudiler"dir. "Komünizm" yoluyla... Bu am açla "Yunan felsefesi"ni de yaratmışlarda-. Ama, bu felsefenin, tümüyle "kendilerinin olduğunu, gizli tutm uşlar"dır. "Y azık ki, bunu da başarm ışlar"dır...532 O ysa "Y ahudiler", Y unan felsefesini, "kendilerine mal etm ek" ve bunu olabildiğince "yaym ak" konusunda gönüllü görünm ekteler. Hem de "övünerek"... A ristobul'dan aktarılanlar da bunu gösterm iyor m u? A nlatm aya gerek yok ki, Y unan felsefesi, Y ahudilerin değildir, olam az d a ... İlkçağın ünlü Yunan ozanları da, "filozofları da, "Yahudi kaynakla­ nandan, bu arada Tevrat’ı m yararlanmışlardır elbette. Ancak, "yararlan­ ma" tek yanlı değildir. İki yanlıdır. "Ç iftleşm elerde hep böyle olmaz mı? Yahudi kaynaklan ve en başta "kutsal kitap"lan olan Tevrat ile Yunan Felsefesi, hem "etken ", hem de "edilgen" olarak "çiftleşmişler"dir. Yani, hem Yahudi kaynaklanndan yansımalar olmuştur Yunan felsefesine. Hem de bu felsefeden söz konusu kaynaklara; bu arada Tevrat'a, geçmeler, "geçirilmeler" olmuştur. Şu da var: "M ecazlı ve "uygun" yorumlarla sağlanan "felsefe-din çiftleşmesi"ndeki "felsefe"yi, yalnızca Yunan felsefesi; " d in i de yalnızca "Yahu­ 194 dilik" olarak düşünmemek gerek. Buradaki "felsefe" de, "din" de "karma"dır. Çeşitli ülke ve toplumlardan yapılan derlemelerle biçim almış bir karma. H em Batıdan, hem de Doğudan var. Aristobul ve benzerlerinin girişimleri ve "mecazlı yorum "lanyla oluş­ turulan çiftleşme, bu kapsam dadır işte. Başta Tevrat olmak üzere, "kutsal kitaplar"a da geçip bağdaş kuran yüz karası "çocuklar"; bu "birleşme”nin ürünü. Bu çocuklardan, "kutsal kitaplarda, "hikmet" diye söz edilir. Tevrat ayetlerinde olduğu gibi, Kur'an ayetlerinde de alabildiğine övülen "hik­ met", "hikm etler, bunlardan ve çoğunlukla bunların aralarına serpiştirildiği "m asallardan oluşmakta. A ristobul'un "m ecazlı y o r u m la rla "felsefe-din birleşm esi"ni sağ­ lam aya, özellikle de Y unan felsefesine uygun din ve Tevrat yorum ları y apm aya yöneldiği yüzyılda, yani İÖ 2. yüzyılda birtakım Tevrat bö­ lüm lerinin kalem e alınıp Tevrat'a, eklendiği görülür: • D aniel (D anyal) bölüm ü. • V aiz bölüm ü. • İki bölüm halindeki "M akkabiler". (Bu iki bölüm de, kim i ina­ n ırların ca 7 evrat'ın bölüm leri sayılırlar.)533 D ah a önce b ir k a rşıla ştırm a y ap m ay a çalışm ıştım : K ur'an'daki "hikm et"ten söz eden ve "hikm et"i öven "ayet"lerle Tevrat'ın kim i bölüm lerindeki yine ”hikm et"i anlatan ve "hikm etli sözler"e yer veren "ay et"ler karşılaştırılm ıştı. A yetlerinden örn ek ler verilm işti. Tevrat bölüm leri arasında D aniel bölüm üyle V aiz bölüm ü de vardı. Kur'an ayetleriyle Tevrat ayetleri arasında, bu konuda da ne denli b ir ben­ zerlik, dahası tıpkılık bulunduğunu birlikte görm üştük.534 Y eniden k arşılaştırm ay a gerek yok. Bu durum da ortaya çıkan şu: Kur'an'da sergilenen "hikm ef’ler ara­ sında, Y unan düşünce dünyasından da var. "Felsefe-din çiftleştirmesi" sı­ rasında "[...] geçilmiş "terinden... H iç değilse önem li bir bölüm ünün İÖ 2. yüzyılda Tevrat'a eklen­ diğine kesin gözüyle bakılan D aniel bölüm ünde "ölüm ötesi"nden de söz edildiği görülm ekte. Y ani "ahiret"ten... "D ini bütün bir ilahiyatçı"nın, D oç. D r. Y aşar K utluay'ın önem li sayabileceğim iz İslam ve Yahudi M ezhepleri adlı kitabından alıntı yapm akta yarar görm ekteyim . O la ki, "dini bütün"ler uyanırlar diye: 195 A h iret İn a n c ı ve B u n a İlişk in " H ik m e t" le r N e r e d e n S o k u lm a ? K utluay şöyle dem ekte: "Ölümden sonra dirilme ('ba'su ba'de'l-mevt') doktrini, ilk defa ola­ rak Ahd-ı Atik'in (Tevrat'ın) D anyal (Daniel) kitabında yazılmış bulunmaktadır. Tarihi bir şahsiyet olup olm adığı hususu tartışma konusu olan Danyal'ın yaşadığı kabul edilen zaman İÖ VI. yüzyıl, yani Babil esareti devridir. Fakat kitap h alin e getirilişi, burulan ç o k sonradır. Talm ud'un da belirttiği gibi, Yahudi ve Hıristiyan an’anesi, kitabın, bizzat D anyal tarafından yazıldığını kabul ederse de, ilm i araştırm alar, aksini ispat etm ekte ve yazılışın, İÖ 2. yüzyılda olduğum ortaya koym aktadır. "535 D em ek ki, "ölümden sonra diriliş" inancı, y o k tu Tevrat'ta. "Kutsal kitap" bu inancı, ç o k so n ra la rı tanıdı. B eş tem el bölüm ü ve öteki birçok bölüm ünün kesin b iç im in i aldığı ve a rtık h iç d eğ işikliğ e u ğ ra m a d ığ ı belirtilen tarihten - k i bu tarih, İÖ 300'e d o ğ ru d u r-536 nice zam an so n ra ... N ice zam an sonra Tevrat'a eklenen D aniel'de y er alan bu inanç, şöyle sunulur: "V e yerin toprağında uyuyanlarından birçoğu, kim i sonsuz y a­ şam a, kim iyse sonsuz ezilm eye ve alçalm aya doğru uyanacak­ lar." (D aniel, 12:2.) İn cillere ve Kur'an'a d a yansıyan budur işte. "Ahiret" ("ölüm ötesi", "ölüm ötesindeki ölüm süzlük"). "Ö lüm ötesi yaşam "daki "Cennet ve C ehennem ". A çıkça görülüyor: Bu inanç, "yabancı bir inanç". T evrat’a sokul­ duktan sonra da İ n c ille n ve Kur'an'ı oluşturanların eliyle -k o p y a ola­ rak a lın ıp - H ıristiyanlığa ve İslam 'a sokulduğu görülüyor açıkça. Y i­ nelenerek ele alınm aya, üzerinde durulm aya ve uzun uzun düşünül­ m eye değer bir durum dur bu. K ur'an'da, Tevrat'ın başka bölüm lerindekilerden de kim i ayetlerin "A hiret" anlatım ı olarak alınıp yansıtıldığını görm ekteyiz: Ö rneğin, İşaya bölüm ünün 26. babının 19. ayetinde şöyle denir: " ...V e yer, ölüleri dışarı atacak." 196 K u r'a n 'da Z ilzal S uresi’nin 2. ayetinde de "K ıyam et"i anlatm ak am acıyla şöyle dendiği görülür: "V e yer, ağırlığım (ölüleri) dışarı atar." A diyat Suresi'nin 9. ayetinde de şöyle bir soru var: "İnsan, kabirdekilerin (ölülerin) dışarıya atılacağı (diriltileceği) zam anın geleceğini bilm ez mi?" B u ayetlerdeki anlatım ların, İşaya’ daki ayetten kaynaklandığı çok rah at söylenebilir. İşaya'nın söz konusu ayetinin başı şöyle: "Senin ölülerin dirilecekler ve benim kilerin cesetleri kalkacak. E y sizler, toprak içinde yatanlar! U yanın ve şarkı söyleyin! Ç ünkü senin çiğlerin, otların çiği g ib id ir..." Sesleniş, Y ahudi toplum una, Y ahudilere. N e var ki, İşaya'nın bu ayetinde anlatılm ak istenen, "A hiret" m idir? Ö lülerin, A hiret'te gerçekten diriltileceklerinden- mi söz edil­ m ek isteniyor? Buna, "E vet!” dem ek kolay değil. D ahası; bu ayetin önü, ardı, ses­ leniş biçim i ve seslenişin kim e olduğu incelenir, düşünülürse, "evet!" d em em ek gerektiği görülür. G örülür ki; anlatılm ak istenen, gerçekten b ir "dirilm e, diriltilm e" değildir. "Ü zerine ölü toprağı serpilm iş gibi", bir çeşit "ölü" durum unda görülen toplum un silkinip kalkm ası ve h a­ rekete geçm esi istenm ekte bu ayette. İnceleyenler de görüşlerini böyle belirtm ekteler.537 Kur'atı'da, "A hirette ölülerin gerçekten dirilm eleri" anlam ına sokulm ası da b ir yanlış anlam a sonucu değildir bence. B i­ lerek ve am açlıdır. İşaya'nın söz konusu ayetinde "A hiretteki dirilm e" anlam ının bu­ lunm adığını haklı olarak belirten inceleyiciler, D aniel'deki ayette, bu anlam ı bulurlar.538 Y ine haklı olarak. İÖ 2. yüzyılda Y ahudiler arasında yerleşip benimseninceye dek bu inancın Tevrat'ta bulunmadığı savunulurdu. Örneğin Yahudilerdeki "Sadukim" mezhebi, bunu savunurdu. Savunurken de "Ahiret"e inanmadı­ ğını açık seçik belirtirdi. V e dinden çıkmış sayılmazdı. Y aşar Kutluay, bence de haklı olan bir m antıkla görüşünü şöyle belirtir: 197 "Sadukim'in, bu husustaki aksi kanaat ve görüşlerinden dolayı 'din­ den çıkmış' sayılm ak gibi bir durum la karşılaşm am aları gösterir ki, İÖ 2. yüzy'ila kadar, Y ahudi inancında, yerleşm iş bir 'Ahiret m efhum u yoktu."539 "A hiret" inancının Y ahudiler arasına sonradan sokulduğuna kuşku yok. Z am an içinde yerleştiğine ve "karşı çıkılm az" b ir d u rum a ulaş­ tığına d a ... A m a, S adukim m ezhebinin inanm ayışını, bir b aşk a gö­ rüş açısından da ele alıp d üşünm ek m üm kün: Bu m ezhepten olanlar, "soylu" ve etkin sınıftandılar. Sözleri ge­ çerli olan yerdelerdi. A yrıca varlıklıydılar, zengindiler.540 K utluay'ın anlatım ıyla: "D evletin soylu tabakasını, kum andanlarını, kohenlerini, büyük m em urlarını" oluşturuyorlardı.541 Bu durum da olanlar içinse; "din-inanç", kitleleri kandırm ak ve söm ürm ek yönünden önem lidir. K endileri için değil. Tarihin hangi dönem ine bakarsanız bakın; bu böyle. "Ö lüm den sonra diriliş" inancı, kim i "K utsal K itap" inanırlarınca Tevrat in bölüm lerinden sayılan M akkabiler'de de var. II. M akkabile r'd e ...542 B u bölüm ler de, yukarıda belirtildiği gibi, Tevrat'a sonra­ dan eklenm iştir. B unların d a y azılışların a İÖ 2. yü zyıld a b a şla n d ığ ı belirtilir inceleyenlerince.543 Prof. Dr. Philip K. H itti, aynı dönem de İbranice ve A ram ice ile k a­ lem e alındığını belirttiği ve "H abeşçesiyle tüm ü bize ulaşm ıştır" d e­ diği544 bir kitaptan söz eder: "E hnuh'un K itabı". "Ehnuh", "H enuch" adının A rapçalaştınlm ışıdır.545 İslam yazarları, bu adla, "İdris Peygam­ berim anlatıldığım yazarlar.546 Hitti; "A hiret günü"nden, o günkü "hesap sorm a"dan, o gün "gü­ nah ve sevaba göre karşılık" verileceğinden, "günah-sevap tartılm ası"ndan ve "ölüm süzlük"ten, "Ehnuh'un K itabı"nda söz edildiğini y a­ zar.547 Y azar der ki; "Ebedi yaşam (ölüm süzlük), bu dönem e değin, yalnızca dünyadan el-etek çekm işlerin, erm işlerin (yani belirli bir züm renin) elde edebileceği bir 'nasip' görülürdü. B u dönem deyse, ölüm süzlüğe erişebilm e olanağı, tüm halkı da içine alan bir kapsam a u la ş m ış tır." 548 E hnuh'un kitabına, K utluay'ın da yollam ada bulunduğunu gör­ m ekteyiz bu konuda.549 198 K utluay, gerek bu kitapta, gerek öteki Y ahudi kaynaklarında yer alan ''ölüm süzlük" inancının n ered e n a lın d ığ ım , bir kaynağa dayan­ dırarak şöyle belirtm ekte: . .Ruhun ölümsüzlüğü inancı, kesin olarak Y unan'dan alınmıştır."550 Bu görüşe hak verm ek gerekir. Doğuya, en önem lisi İskenderiye'ye taşman Yunan düşüncesini göz önüne getirin ve bunlar içinde örneğin bir Eflatun (Platon) felsefesini düşünün; hak vereceksiniz. Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, bakın ne diyor kitabında: "Eğer (Eflatun felsefesindeki) 'idee'ler, her şeyin ilköm ekleri (prototype) ise, bütün varlıklara değişmezliği ve ezeliliği veren, yalmz 'idee'ler oluyor. Ruhun ölm ediği sorusu da burada bir cevap buluyor. 'Sokrat'ın övülmesi' adlı diyalogunda Platon (Eflatun), ru h u n ölm ez­ liği görüşünü, açıkça savunur."551 K uşkusuz, E flatun'a ve öteki Y unan düşünürlerin e de b aşka k e­ sim lerden yansım ıştır bu görüş. B ence tem el kaynak, yine: Doğu. "Ö lüm süzlük" ("ruhun ölm ezliği") inancı, eğer kesin o larak Y u ­ n a n 'd a n a lın m ışsa , şu dem ek oluyor bence: Söz konusu inanç, önce D oğudan B atıya, sonra da Y unan yoluyla B atıdan doğuya yansım ıştır. Bu son yansım ayla d a Y ahudilerin d ü n ­ y asın a ve kutsal kitap ların a sıçram ıştır. B öyle denebilir. Kutluay'ın kitabında "Ahiret" inancıyla "ölümsüzlük" inancı ayrılıyor: İkincisi için "kesinlikle Yunan'dan alınmıştır" denirken; birincisi, yani "Ahiret" inancı için bu yargı yer almıyor. Bu inancın, İran'dan girdiği görüşü benimseniyor. "İlahiyatçı, dini bütün" yazar K utluay, aynen şunları yazıyor: "İran d in in d e n Y ahudiliğe giren en önem li doktrin, ö lü m d en so nra dirilm edir. S o n g ü n ü n gelm esiyle ölülerin d irilm esi esası, D anyal'da (12:2) hu sebeple sarih ifadesini bulmuş, ondan önce hiçbir yerde zikredilm em iştir. Böylece, insanın, bu dünyada ya p tıkla rın ın ta m k a r ş ılığ ın ı bulacağı bir 'gelecek d iin y a ' (=olam ha-ba) inancı yerleşm iştir. İra n d in in in te­ sirleri, İran'ın çöküşüne kadar devam etm iştir."552 199 "İran dini" deyimiyle anlatılmak istenen: Zerdüştçülük (Mecusilik). Bu, belli. Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslam'ın "kutsal" kitaplarına, bu dinin nf’ denli etkide bulunduğunu anlatm aya çalışmıştım: "Kral Tanrı, Kral Şeytan İblis ve Savaşan O rdularının Ç ok Önemli bir Kaynağı: Z eıdüştçülük" başlığı altında.553 K utluay'ın satırları, "İlahiyatçı" bir inanır olm ası açısından ayrıca önem li. B u "dini bütün" yazar, "A hiret-hesap, ceza-m ükâfat günü" inancının, "İran d in i"nden geldiğini açıkça belirtiyor ve açıkça k a b u l ediyor. Ö nündeki kaynakların ve belgelerin zo ru y la... Y ani kabul etm ek zorunda kalıyor. A m a İslam inanır sürüleri, M üslüm an inceleyicilerin bu tür "itiraf'larını ve anlamını biliyor, kavrıyorlar mı? Kavrıyorlar mı ki; "amentü"lerinde yer alan bir temel inancın "Mecusi"lerden girdiğini kabul et­ mek, işin kökünü açığa vurmaktır? K avrıyorlar mı ki; bunu kabul etm ek dem ek, bir temel inancın, "ateşetaparlar" diye nitelenenlerden aşırıldığını kabul etmektir? K avrıyorlar mı ki, aşıranlar Y ahudiler bile olsa konu çok önemlidir? Çünkü yutturm aca sürmüş ve K ur'an'a da so­ kulm uştur sonunda. Yani Zerdüştçülerden alınan bir tem el inanç, Tev­ rat'ın, Incil'in, Kur'an'm "vahiy"lerine "mal edilmiştir". înanır sürüleri, buradaki itirafı ve daha nice itirafları okusalar, düşünseler de uyansalar. Yahudiliğinkine, Hıristiyanlığınkine olduğu gibi İslam'ın "amentü"süne de sokulan "ahiret-öldükten sonra dirilme" ve "cennet-cehennem" inan­ cının "kaynağı" üzerinde biraz olsun kafa yorarak... V e [...]* aklı, biraz "i nsanca"laş tırrnaya çabalayarak... Ah elim den gelse de, bu uyanm ayı tüm dünya sürülerine sağlasam . Sağlasam d a kim seler, "inanç kurbanı" olm asalar artık! N e var ki, sö­ m ürgen "çoban"lar buna izin verm ez. Prof. D r. Philip H itti, konuyu ele alırken önce, Z erdüştçülükten "ikici" inancın Tevrat'a geçtiğini anlatır. Şöyle diyerek: "B irbirine karşıt ilkeler alınıp konulm uştur Tevrat'a: D oğru il­ k esin in karşısın a yanlış ilkesi, ışık ilkesinin k arşısın a k aran lık ilkesi yerleştirilm iştir."554 H em en ardından şunu eklem ekte: * İ k i s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 200 "M eleklerin tabaka tabaka sıralandırılm asına, ölüm den sonra m ükâfat ve cezayı içeren hesap gününe, A hiret gününe ilişkin Y ahudi inanç düzenlem esinde yer alan inancı, İran etkisine day andırabiliriz." Y azar aynı yerde, ölüm den sonra "günah-sevap tartılması” inancının, eski Babil ve M ısır inançlarına dayandığını belirtmeyi de unutmamakta. Y ani kitaplı dinlerin söz konusu temel inancının asıl kaynağı, y a da kay­ nakları, Zerdüşt dininden çok daha eski. A m a bu din aracılığıyla Y a­ hudiliğe ve türevlerine geçtiğine ilişkin görüş benimsenmekte. Hitti, söz konusu inancın Yahudiliğe İÖ 2. yüzyılda geçtiğini yaz­ m akta ve bunun "şaşılası" bulunduğunu belirtm ekte.555 Yani, niye daha önce değil de bu yüzyılda etkinin belirdiğine şaşıldığını anlatmakta. B ence "şaşılacak bir durum " yok bunda. Ç ünkü "İran etkisi"nin, Y unan felsefesi, H elenizm yoluyla Tevrat'a geçtiğini düşünebiliriz. İÖ 2. yüzyılda, Y ahudilik ağırlıklı "din"le, Y unan felsefesi ağırlıklı "felsefe"nin düzenli bir politika içinde "çiftleştirildiğini" ve aynı yü zy ıld a Tevrat'a eklenenleri göz önünde bulundurduğum uz zam an durum u doğal buluruz. Y ani "İran dini"nin söz konusu "etki"sinin, ne­ den bu yüzyılda Tevrat'ta belirdiğini anlarız o zam an. İÖ 2. ve 1. yüzyıllar, Yahudilik dünyası ve Tevrat için çok önemli yüzyıllar. Ç ok önemli gelişm eler olmuştur. H em Y ahudi düşünce dünya­ sında, hem de Tevrat'ta.. B u gelişmelerle sürekli "inanç" ve "düşünce" emilmiştir. Emilenler arasında "İran"a ait olanların bulunması da doğal. Emilenler, bu yüzyıllarda, daha çok Yunan yoluyla sokulmuştur Yahu­ diliğe. Yeni bakış açılarıyla, yeni "yorum"larla. ”Din"i, "felsefe"yle uz­ laştırmaya yönelik alabildiğine yoğun çabalar için d e... B irtakım kazı ve incelem eler sonucunda, bu yüzyıllara ait, önem li belgeler, bilgiler elde edilm iştir: Ö rneğin, K ahire'nin eski yeri olan "Fustat"ta, 19. yüzyılın sonla­ rın d a bulunanlarla, L ut G ölü yakınlarında, K um ran adındaki eski bir y erleşim yerinde, 1947 yılın d a bulunm aya başlananlar: "Eski Kahire"de bulunanlar arasında, "Şam elyazm alan" adı ve­ rilenlerle, "Kumran elyazm alan"ndan kimileri, aynı konuları, aynı bil­ gileri içermekte. Ve ikisindekiler de İÖ 2. ve 1. yüzyıllara ait. Kumran elyazmalarmın, bu yüzyıllarda yazıldığı,556 "Şam elyazm alan"nm sa yine bu yüzyıllara ait bir orijinalden yazılm ış olduğu557 belirlenmekte. 201 Bu elyazm alardan elde edilen bilgilere göre, "A dalet Ü stadı" diye nitelenen birine çok önem verilm ekteydi. O nun inanırlarından bir top­ luluk oluşm uştu: "Yeni B irlik T opluluğu" ("Y eni İttih at Cem aati"). K um ran elyazm aları arasında yer alan H abakkuk Yorumu (Habakkuk T efsiri) diye adlandırılan kitabın adı bilinm eyen yazarı, ilginç savlar sergilem ekte: B una göre; "A dalet Ü stadı", "bu dünya"dan gö­ çüp gitm iş, am a "ölm em iş" daha. "Y aşam akta." V e onun "onur v ere­ cek olan dönüşü" beklenm ekte. "H abakkuk Y orum u"nun yazarına göre; "bu yorum un yazıldığı sıralarda, in sa n lık en son d ö n e m in i yaşam aktadır. Y a kın d a K ıya m et ko p a ca k ve Ü stat, bütün dünyaya adaletini gösterecek. B ütün im an etm iş o la n lar da 'kâfir'ler gibi, bu durum la karşılaşacaklar. A ncak, k u r tu lu ş ', yalnızca ’im an'da, 'Ü stada im an’da. O na inanm ayanlarsa, 'azap'a uğrayacaklardır." B u bekleyişte, "cem aat” üyeleri, "Ü stat"ın " b u y ru k la rın ı titizce yerine getirm e çabası içindeler.558 D em ek ki, bu yorumun yazıldığı yüzyıllarda, "kıyamet", "hesap, ceza-mükâfat" inancı vardı. Yani İÖ 2. yüzyıldan başlayan dönemlerde. Bu inanç yanında, Zerdüştçülükteki "ikicilik" ("düalizm ") de g e­ çerli, söz konusu inanırlar topluluğunda.559 S. Şişm an buna dayanarak, "Bu da, cem aat üzerinde, herhalde, İran tesiri olduğunu gösteriyor" dem ekte. A yrıca bu inançların, "Filistin"e doğrudan doğruya veya Fisagorcular yoluyla Y unanistan'dan gelm iş olabileceğini" belirtm ekte.560 D enir ki, elyazm alarında sözü edilen "Yeni B irlik Topluluğu", "E sseniler"dir.561 B ilindiği gibi "Esseniler", Y ahudi m ezheplerinden birinin inanır­ ları diye yer alır kitaplarda.562 Bununla birlikte, "Esseniler, Haniflerdir" diyenler de var. Örneğin Clement Huart, böyle diyenlerden.563 Bu yazar, M ekkelilerin, "H anif'leri, "Sabiî" diye nitelediklerini de anlatıyor. Bir "H anif' olarak ortaya atılan M uhammed'e, bu yüzden "Sabiî" dendiğini yazıyor.564 Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi "H anif'in, Kur'an'âa. önemli bir yeri var. İbrahim "Peygamber"in de bir "H a n if olduğu bildirilir.565 Y ine bir önceki bölüm de belirtilm işti ki, "H anifler", Sabiîliğin iki ana kolundan biridir bence. 202 O zam an şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Elyazmalannda sözü edilen "Yeni Birlik Topluluğu"="Esseniler"=Sabiîliğin bir kolu olan: "Hanifler." B öylece bir kez daha karşım ıza çıkıyor Sabiîlik. Sabiîlerin, yani Güneş, A y kültlerini de içeren bir ana dinin inanırları, çok eski bir geçmişe sahiptirler. İlkçağın en eski dönem lerine uzanan bir geçmişe. B u geçmiş içinde, yüzyılllar boyu çok çeşitli toplum lar ve inançlarla karşılaştılar. E n ilkel inançların da içinde bulunduğu çeşitli inançların "taşıyıcılığını" yaptılar. Yüzyılllar boyu hem aldılar, hem ver­ diler. Sonraları önem lileştikleri görülen yeni dinler oluşturdular, ge­ liştirdiler. "İran"daki "Zerdüştçülük" akımını da bunlar arasında saym ak müm kün bence. D aha önce de buna değinilmişti. Y ine daha önce be­ lirtildiği gibi, Yahudilik de, Sabiîlerin taşıdıkları inançlardan, gelenek ve göreneklerden türemiştir. V e dolayısıyla H ıristiyanlık ile İslam... Sabiîler, yeni dinler ve topluluklara göre de "nitelik"ler alm ış­ lardır. Y ahudilik dönem ine gelindiği zam an da, birer "Y ahudi" olarak görülm ekteler "sahne"de. İncelem eler gösterm ekte ki, Y unan felsefesinin D oğuya yayıldığı dönem lerde de bunlar etkindi. O luşturucu ve geliştiriciydi bunlar. Söz konusu "felsefe"nin de "taşıyıcılar"ıydılar. H em taşıyorlar, hem de yeni baştan oluşturup geliştiriyorlardı. P ythagoras'ın ve E flatu n 'u n "felsefe"leri kendilerine "yabancı" değildi. Ç ünkü bu felsefelerin köklerini, uzun geçm işleri içinde, kendi inanç ve geleneklerinde çok rahat bulabiliyorlardı. O nun için "H elenizm " dönem inde, özellikle İskenderiye'de görülen gelişm eler, bunlarsız değildi. "Felsefe-din çiftleştirilm esi"nin, bunlarsız gerçekleştirildiği sanılm am alıdır. T evrat'ın ye Y ahudiliğin yeni içerik kazanm asında büyük payı olan İÖ 2. ve 1. yüzyılların "kutsal m etin yorum ları"nda da en önde gelen y o ru m cu ­ ların bunlardan olduğuna kuşku yok. K um ran ve Şam ely azm alan n d a görülenler de, bunun açık birer kanıtı. Söz konusu elyazm alar ve bunlar içinde özellikle Tevrat'ın "Hab akkuk” bölüm ünün "yorum "u ve "Yeni B irlik T opluluğu" üzerinde duran S. Şişm an, ünlü İskenderiyeli Y ahudi P hilon'a da değiniyor. Şöyle diyor: 203 "Bu dönem de İskenderiye'de (İÖ 1. yüzyılla İS 1. yüzyıl arasında) Filon (Philon) yaşıyordu. V e Tevrat ile eski Yunan inanç ve dü­ şüncelerini karıştırarak yazıyordu. Filon'un öğretisi, birçok nokta­ dan Yeni Birlik Topluluğu'nun inançlarıyla ortak nitelikleri içe­ rir."566 (Sözcükler Türkçeleştirilm işür-T.D .) A nlaşılan o ki, P hilon da söz k onusu topluluğun inanırlarındandı. Belki de en önem li üyelerinden. B u durum da Philon için de "kutsal m etinlerin bir Sabiî yorum cusuydu" dem ek m üm kün. O nun "dini bütün bir Y ahudi ailesi"nden gelm iş olm ası, böyle dem eye engel değil. O Y ahudi ailesinin de aslında "Sabiî" oldukları düşünülebilir. Philon, "felsefe-din" uzlaştırm asında, adından çok önem le söz edilen bir yorumcu "filozoftur. Prof. Dr. M acit G ökberk, haklı olarak şöyle-der: "Dini-felsefı akımların da, H elenistik dinlerin de, bilimsel araştır­ maların da bu dönem de başlıca m erkezi olan İskenderiye'de, M ilat sıralarında (yaklaşık olarak İÖ 25/ İS 50) yetişen Philon, bu antikçağ sonundaki gittikçe dinle karışan felsefenin gelişmesinde, önemli bir aracı rolü oynayacaktır." Prof. G ökberk şöyle sürdürür: "İskenderiye'nin tanınm ış bir Y ahudi ailesinden gelen, dini bü­ tün Y ahudi olan P hilon’un yapm ak istediği başlıca iş, Y unan F elsefesinin, Y ahudilerin kutsal kitabı Tevrat ile ö zd eş oldu­ ğunu tanıtlam aktır. ( ...) "Philon, Yunan felsefesiyle Tevrat'ın özdeşliğini, bir de Tevrat'ı allegorik olarak (mecazi benzetilerle) yorum lam akla temellendirmeyi denemiştir. Philon'un ana eseri, bir Tevrat yorum udur. (...) "Antikçağ sonundaki felsefede bu yorum layıcı m etoda çok rast­ lanır. Bu metotta doğa ile kitaplar (din kitapları da, felsefe kitapları da) özdeş olarak işlenir. Böylece de doğa, T anrı'm n kitabı, 'aşkın olan'ın (transcendent) sim gesi olur; kitaplar ile mitoslar, gizli gerçeğin belgeleri yapılır. D aha önce sofistlerin de, Stoa'nın da kullanm ış olduğu bu yöntemi, ilkin,' tam bir m etot niteliğinde 204 işleyip geliştiren; Philon olmuştur. Hıristiyan filozofları da, son­ raları, Tanrısal logos'un İsa'da insan biçiminde 'göründüğünü açıklarken, Philon'un metodunu kullanacaklardır."567 A ynı "m etot"un İslam 'd a d a kullanıldığını ve kullanılm akta o ldu­ ğunu görm üyor m uyuz? P hilon (Filon) yöntem i, ortam ı oluşturan başka öğelerle de bir araya gelince; İskenderiye'de "Yeni Eflantunculuk" (Neo Platonizm ) denen felsefe akım ını m ayalam ıştır. B irçok incelem eci gibi, Prof. Dr. F uad K öprülü de bu görüşü savunur.568 Yeni Eflantunculuk'sa, "İslam düşünce dünyası"nı, özellikle de "İs­ lam Sufıliği"ni mayalayanlar arasında bulunur. Köprülü, Yeni Efla­ tunculuk ahlakıyla, Sufılik ahlakını karşılaştırır; ikinci ahlakta birinci ahlakın ve "bütün Y unan ahlak sistemleri"nin etkisi bulunduğunu belir­ tir.569 İslam Sufıliğinin, yani İslam ’daki tasavvufun, doğm asında ve geliş­ mesinde, Yeni Eflatunculuğun çok önemli etkisi bulunduğunu, hemen tüm inceleyici yazarlar kabul etmekte birleşirler. Doğudaki yazarlar da, Baüdaki yazarlar da.570 Y eni E flatunculuğu, uzun uzun anlatm ak, bizi konudan uzaklaş­ tırır. A m a kısaca belirtm ekte yarar var: Bu akımın kurucusu, M ısır doğumlu Plotinos'tur (203-270). Gökberk'in anlatımıyla, "Ömrünü, pek özlediği T ann'ya yükselme çabasıyla geçirmiş" bir adam. "Bir beden içinde barındığı için utanırmış.” Yani o denli "madde"den uzak kalmak istermiş. Resmim, heykelini de yaptırmazmış bu nedenle. Anlatıldığına göre, kalkıp, İran ve Hint dolaylarına bir geziye çıkar. Çünkü çok sözü edilen ve değer verilen "İran ve H int bil­ geliğim e çok ilgi duymuştur. Yerinde incelemek istemiştir bu bilgeliği, bilgelikleri. O gezisinden sonra da Rom a'ya gider; orada yerleşir. Dersler vermeye başlar. Kendisine çok bağlı öğrenciler bulur. Tıpkı bir dinsel bağlılıkla gönül veren öğrenciler... Rom a'da sözü geçen, yani etkili ve yet­ kili kesimden "dostlar", "koruyucular" edinir. Benzerlerinin her çağda edi­ nebildiği g ibi... Dinci-felsefeci karışımı kişiliğine uygun bir "öğreti" oluşturur, geliştirir. İlkçağdan süregelen bir yöntemle, uzlaştırma yön­ temiyle. .. "Felsefe"yle "din"i uzlaştırma işini, "yeni" renkler, süsler ka­ tarak sürdürür. Tüm "felsefe"sini, ayrıntılarına dek, Eflatun’a dayandırarak açıklamaya özen gösterdiği için de, "öğreti"si, "Yeni Eflatunculuk" (Yeni 205 Platonculuk) adını alır. "Yeni bir çığır" diye görülür. İşte bu çığır, hem Batı ”mistisizm"inin, hem Doğununkinin ve İslam gizemciliğinin "başlıca kaynaklan"ndan biridir.571 Böyle olması da doğaldır. Çünkü bu adam, başını çektiği kesimle birlikte bir "karma" oluşturmuştur. Y a da daha önce oluşturulmuş karm aya yenileri katılmıştır bu adam eliyle. Öylesine bir "karma", bir "kanşım" meydana getirilmiştir ki; içinde, Batı tezgâhında örülmüş olanlar da, Doğununkilerden de var. "Bilgelik" gözüyle bakılan "Hint ve tran işi mallar"dan bile... "Yeni öğreti"de, "yeni" olan, yalnızca "kılık". Bir de "sunuş biçimi." Geri kalan hep aynı. Hep eskiden süregelenler. Aynı yöntemle sürdürülmekteler. "Din"i, "felsefe" adı verilen "ırzına geçilmiş düşünce"yle birleş­ tirme, uzlaştırma yöntem iyle... Egemenlerin çıkarları için. M uham m ed'i yaratan ortam ın oluşm asında bu öğretinin de payı ol­ madığı düşünülemez. Öğretinin kendisinin de, izlenen yöntem in de payı vardır. N ice benzer "çığıri’lann payı olduğu g ib i... A raştırılıp incelense, M uhammed'in inanç ve ahlak yapısında, bunlardan pek çok iz bulunur. Gerek Kur'an'm, gerek ”hadis"lerin örülüp oluşturulmasında, bunlardan da "harç"lar, "yapı taşları" kullanıldığı görülür. [...]* Arap M uham ­ med'in kendisi farkında olsa da olm asa d a ... Kur'an'a ve İslam'ın bütününe, Yunan felsefesinden, Helenizm'den, yansım alar olm am ası için o bütünün tüm etkenlerden uzak, kapalı bir nesne gibi olması gerekirdi. D oğduğu yöreye ve o yörenin inanç ve dü­ şünce dünyasına D oğudan ve B atıdan sızmaların olmaması gerekirdi. Sabiîliğin, Zerdüştçülüğün, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın girmemesi ge­ rekirdi. Bunlar olduktan, girdikten ve K u ra n la birlikte İslam'ın bütünü içinde yer aldıktan sonra, "Yunan düşünce dünyasından, Helenizm'den bu bütüne hiçbir şey yansım am ıştır" dem ek olanaksız. B üyük İsken­ der'in D oğuya açılmasından sonraki gelişmeler göz önünde tutularak değerlendirme yapılırsa... Tevrat'a, İÖ 2. ve 1. yüzyıllarda eklendikleri saptanan bölümlerde ve Tevrat yorum larında yer alan birçok "bilgelik"le, "hikmet"le, Kur'an'm kimi ayetlerinde görülen "hikm ef'lerin birbirine, tıpkısı denecek ölçüde uyduğu düşünülürse... "Öldükten sonra dirilme, ahiret, ceza-m ükâfat günü" inancının, İslam'ın analarından Yahudiliğe ne zaman girdiği, Yunan yoluyla sokulduğu gerçeği anım sanırsa... Kumran * Y e d i s ö z c ü k ç ık a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 206 ve Şam elyazm alannda görülen "Kıyametin çok yakın zam anda ko­ pacağına, hazırlıklı olm ak gerektiğine" ilişkin inanç, öğüt ve bekleyiş ile Enbiyâ Suresi'nin özellikle birinci ayetinin aynı içerikte oluşu unutul­ mazsa. .. Bilindiği gibi, bu ayette şöyle denmekte: "İnsanların hesaba çekilecekleri gün (K ıyam et) yaklaştı! O nlarsa gaflet (aym azlık) içinde gerçekten yüz çevirm ekteler." K am er Suresi'nin 1. ayetinde: "K ıyam et yaklaştı, A y bölündü" d e­ nirken de, aynı inanç işlenm ekte, insanlar aynı "bekleyiş"e itilm ekte. B unu anım sam ak bile, kim i inanç ve düşüncelerin "kutsal k i­ ta p la r a , bu arada K ur'an'a sokulm asında Y unan felsefesinin nasıl bir araç olarak kullanıldığını anım sam aya yeter bence. B u felsefenin, D oğu düşüncesiyle olan karışım ından K ur'an'a, İs­ lam 'ın bütününe neler yansıdığını tek tek gösterm ek de m üm kün o la­ bilir. A ncak bu, ayrı bir çalışm a konusu olarak ele alındığında gerçekleştirilebilir. B en burada, A rap M uham m ed'le oluşturulan yapıda, bu karışımdan da katkılar bulunduğuna ilişkin düşünce, düşünceler sundum. K atkıların neler olabileceği konusunda " iz le r bulabilmek için izlenecek yolu be­ lirtm eye çalıştım. K endim ce... S öylem ek istediğim i bir kez daha belirteyim : K ur'an 'da ve İslam 'ın b ütünü içinde, pazarlananlar arasında, Y unan düşünce dünyasından d a var. "İm anlılaştırılm ış" türünden " f e ls e f e le r . Ç eşitli D oğu inanç ve bilgelikleri yanında, bunlardan da sokulm uş. B unlardan d a "Tanrı'dan birer vahiy" diye söz edilm ekte, sunulup yutturulm akta. "K ur'an'da şu hikm et var, bu hikm et v a r..." türünden savlarla o r­ taya atılıp türlü " b ilg iç lik le r sergilem e çabasında olanlar bulunduğu­ nu bilirsiniz. B unlara böylece anım satılm ak işte. D enm eli ki, "Evet var, K ur'an'da şu hikm etler, bu hikm etler var. A m a, bunların alın­ dıkları kaynaklar da var!" B ir bilgi, bir düşünce, falanca ya da filanca kaynaktan alınm a ola­ bilir. Y alnızca bu kadarıyla eleştirilecek bir yanı yok bunun. E lverir ki; kaynak, dürüstçe gösterilm iş olsun. B ilinm ediği zam an da, hiç değilse "Tanrı'dan geldiği", bir "vahiy ürünü olduğu" ileri sürülm esin. Y ani elverir ki, bu [...] gösterilm esin. B ir de elverir ki, alınan "bilgi" 207 ve "düşünce", ırzına geçilm iş türden olm asın, "insanca" olsun. İşte birbirinin kopyası olan "kutsal kitaplar"da, Kur'an'âa., İslam 'da göre­ m ediğim iz; bu koşullar. B ölüm ün, buraya kadar anlatılanların özeti: "Derin bilgi, bilgelik" diye gösterilen "gizli-gizemli" bilgileri, ül­ kesine, toplum una göre; "filo zo flar filozof olarak, "kâhin"ler kâhin ola­ rak, "rahip"ler rahip olarak, "peygamber"ler de peygam ber olarak sergileyegelmişlerdir. Hepsi birbirinin kopyası. Hepsi egemenlerin eliyle ya da etkinlikleriyle mayalanmış, geliştirilmiş. Hepsi de "bilgi" olmaktan, "bilimsel" olmaktan ve "insanca" olmaktan çok uzak. Hepsinde güdülen, etkin kesimlerin ve ortaklarının çıkarları. V e hepsinde aldatılan, türlü aşılarla sürüleştirilm iş olan inanır kitleleri. İşte bunların, yani sergilenenlerin hepsinden; Peygamberlik numaracısı M uhammed'in "[...]"ında bulunmakta. Bunlardan kimileri, Muhammed'in kendi alıp aşırmalarıyla sağlanmış, kimi de öğretmenlerinin eliyle. Tez­ gâh, ortaklarının gücüyle korunmuş; inanır kitlelerinin destekleri de sağ­ lanarak sürdürülmüştür. Gittikçe güçlendirilerek, beslenerek... 208 PEYGAM BERLİĞİN GEREKÇESİ P eygam berliğin , S avun urlarına G öre G erekçesi "Peygamberlik" kurumu olan tüm dinlerde, bu kurum, insanlık için zo­ runlu ve vazgeçilmez diye gösterilir. Böyle gösterip yutturmak için, "akıl" ve "bilim leri, "iman" ya da "sahteciliklerle alabildiğine "kirli" sözde "bi­ lim adamları" da işe karıştırılır. "Dinci-bilimci" cambazların ortak çaba­ sıyla inanırlara yutturulur. Böyle olagelmiştir hep. İnsanlığın gerçekten yüz karası bu durum, "peygamberli d in le rin hepsinde gözlenmekte. B en, İslam 'daki savunurların savları üzerinde duracağım . Çünkü, nasıl o lsa hepsi aynı. Sünnilerin çok önem li bir kesim inin "m ezhep kurucusu" ve "baş­ kan"! E bu M ansur M uham m ed İbn M uham m ed İbn M ahm ud El M aturidi'nin (?-944) kendi kitabı olan E 't-T evhid adlı kitaptan alarak gö­ rü şlerini sunacağım : Bu ünlü m ezhep önderine göre, "Peygam berlik" neden gerekli? Ö nce şundan: Tanrı buyrukları, Tanrı yasakları olmalı. İnsanlığın yaşam ında şarttır bu. Zorunludur. Buysa "Peygamber"ler aracılığıyla gerçekleşmekte. T anrı buyruk ve yasaklarının neden gerekli olduğuna gelince: B u buyruk ve yasaklarla bir sınır çizilm ezse, insanların haklarının sınırları belli olm az. H erkes dünyada daha iyi yaşam ak ister. H erkes d ah a iyi yem ek, beslenm ek ister. Y aşam ın besin kaynaklarına bağlı olduğunu görünce herkes ona yönelir, onu elde etm eye çabalar. O ko­ şar, beriki koşar; derken aynı kaynağa, aynı k aynaklara herkes sald ı­ rın ca çekişm eler başlar. Ç ekişm eler, hem bir şeyi elde etm ek için, hem de elde edileni korum ak için olur. K avga-çekişm e alır yürür. İşte T anrı'nın buyruk ve yasakları olm alı ki, bu durum önlensin. B u y ­ 209 ruklar ve yasaklarla neyin kim in olduğu ve neyin kim in olm adığı be­ lirlenm eli. G österilen sınıra uyanlara güzel karşılıklar, uym ayanlara da cezalar verileceği duyurulm ak. İnsanlar, birtakım yüküm lülükler altına sokulm alı böylece. K avgalar çekişm eler ancak böyle önlenir, huzurlu yaşam ancak böyle sağlanır. Tanrı, bunu insanların yararına planlam ıştır. Ç ünkü hikm etlidir. K endisinin bunda b ir yararı yok. B öyle sınırlar koym asaydı hiçbir zararı d a olm azdı. Ç ünkü O 'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. B uyruklar ve yasaklar tüm üyle insanlığın yararınadır. O, her şeyin gizli yönlerini, perde arkasını d a bilir; in­ sanlara ona göre yüküm lülükler yöneltir. İnsanlarsa yaln ızca dışta olanı, görünürde olanı bilebilirler.572 Buyruklar ve yasaklar, "şükretmek" için, Tanrı’nın iyiliklerine kar­ şılıkta bulunm ak için de gereklidir: Tanrı, insanları en güzel biçimde yaratm ışür. Y eryüzündeki bütün şeyleri, bütün bereketleri onların buyru­ ğuna vermiştir. Göklerin bereketlerini d e... Bütün bunlar, karşılık ola­ bilecek hiçbir şey yokken verilmiştir. Bunca nimetin boş yere ve de­ ğerini bilmeyenlere verilmesini akıl uygun görmez. Çünkü nimete yazık etmektir bu. Öyleyse insanlar, kendilerine nimeti kim veriyor; bunu bil­ meli. Bilm eü ki, nimeti veren sevilmeli ve kendisine şükredilmek. Bu kavramnca, ardından yüküm lülük gelir. Yani insanların sorumluluk, yü­ küm lülük altına sokulm aları şart olur. İşte Tanrı'nın buyrukları ve ya­ saklarıyla bir hedeflenen de bu. Yükümlülüğün gereğine göre davra­ nanlara, öbür dünyada güzel karşılıklar, tersine davrananlara cezalar ve­ rileceği de duyurulur ki; bir yandan özendirme, öte yandan, ters dav­ ranışlardan sakındırm a sağlanabilsin.573 Sonra; akıl da doğruluğu, adaleti güzel; haksızlığı ve yalanıysa çirkin bulur. D oğruluk ve adalet, gönüllerde önem li ve onurlu bir yer alırken; öbürleri, aşağılık görülür. İnsan, kendisine o n u r veren şeyleri elde etm eli, kendisini alçaltan tutum ve davranışlardan kaçınm alı. A klın uygun gördüğü ve gerekli kıldığı da budur. P eygam berler ara­ cılığıyla gösterilen yol da bu olduğuna göre, T anrı'nın buyruk ve ya­ saklarını akıl da zorunlu görüyor dem ektir. Ö bür dünyada, iyilere iyi karşılıklar, kötülere de cezalar verileceğinin duyurulm asıysa, aklın gerektirdiği davranışlara ödül; kötü gördüğü davranışlara ceza ve­ rileceğini duyurm aktır aynı zam anda.574 210 D em ek ki, burada peygam berlere neden gerek olduğu bir kez daha o rtaya çıkıyor: A daletin, doğruluğun ne olduğunu ve yararlarını, bun­ ların tersi olan davranışları ve zararlarını b ildirsinler diye de pey g am ­ berler gönderilm iştir. Ö zellikle neyin ne olduğu anlaşılm adığı zam an anlatsınlar, göstersinler diye. B öylece insanların T an n 'y a şükretm e­ leri için daha çok neden bulunsun diye.575 P eygam berler öyle "ihtiyaçlar" karşılar ki, hem din, hem de dünya işleri yoluna girer: K im i konularda aklın yeterli olduğu düşünülse bile, ayrıca peygam berler yoluyla bilgi verilm esi, T anrı'nın lütfunu bolca (fazla fazla) verm esi olarak değerlendirilm elidir.576 Ö yle dünya işleri vardır ki; onların yoluna girmesi, dinin de ayakta kalmasını sağlar: Besinlerin sağlanması da bunlar arasında. Tanrı in­ sanları yaratmış, kendilerine birtakım sıkıntılı yüküm lülükler yüklem iş­ tir. Gökten su (yağmur) göndererek yeryüzünde beslenm eye yarar besin­ ler bitirmiştir. Bitkilere ayrıca, hastalıkları iyileştirici özellikler de ver­ miştir. Bununla birlikte, Tanrı’nın yeryüzünde bitirdikleri arasında, öldü­ rücü nitelikte zehirli bitkiler de var. Bitkilerden insanlar için besleyici, ya­ rarlı olanlar hangileridir, zararlı olanlar hangileridir; bunu bilmelerini de istemiştir Tanrı insanlardan. Akıllı yaratıklara bu yüküm lülüğü de yükle­ m iştir. N e var ki, bitkilerden hangilerinin yararlı, besleyici; hangilerinin zararlı, öldürücü olduğunu, insanların akılları hiçbir yolla bilemez, bu­ lamaz, Bunların bilinmesini sağlayacak biri gerekli. Bilgiyi Tanrı'dan alacak biri ("peygam ber")?11 İnsanlar, tarım dan elde ettiklerini, edinirler ve kullanırlarken de peygam berlerin verecekleri bilgilere "m uhtaç"tırlar: İnsan akılları, daha işin başındayken bilgisizdir tarım alanında: Bit­ kilerden hangilerini, tarımla üretmeleri gerektiğini bilemezler. Bu, bir. İkincisi; ekip biçeceklerini nasıl ekip biçmeleri gerektiğini bilemezler. Bu, iki. Üçüncüsü; elde ettikleri ürünleri nasıl kullanacaklarını, bunları, be­ sine elverişli duruma nasıl getireceklerini bilemezler. Hele bunun yolları çeşitli olursa... Dördüncüsü; besine elverişli durum a getirilenlerinden de nasıl yararlanacaklarını, yani alm an besinlerin yarar sağlayacak sınır­ larını, ölçüyü bilemezler. A lınan bir besinin, kararında olanı yarar, öl­ çünün dışına taşırılanıysa zarar verir. İnsanlar akıllarıyla, zarar vermiş olan bir besinin zararının nasıl giderileceğini yani ilacını da bilemezler. 211 Bütün bunları, Tanrı'mn, peygamberleri aracılığıyla bildirmesine zo­ runluluk duyulduğundan onlar gelip öğretmiştir. Tıp alanına ve türlü mes­ lek, zanaat dallarına ilişkin bilgiler, uzmanlıklar hep bu yolla sağlanmış­ tır. însan vücudunun gerekleri, toplum lann yaşam gerekleri türlü türlüdür. Bunların karşılanmasının sağlıklı yolunu ancak, Tanrı bilir ve peygam ­ berleri yoluyla öğretir. Bunlar akıl yoluyla bilinemezler.578 İnsanlar kendi akıllarıyla nasıl yaşanacağını, nasıl davranılacağını bilebilselerdi; yol göstermelere, danışıp görüşmelere, eğitici-öğretici bi­ lim dalları oluşturulmasına, buna ilişkin kitaplar yazılm asına, bilim adamlarının, uzm anların görüşlerinin alınm asına gerek duyulmayacaktı. D em ek ki, akıl yeterli değildir. Öğretici gereklidir. İşte bu öğretici de, T ann'm n bilgilerle donatıp gönderdiği "peygam ber"dir.579 M ezhep başkanı "M aturidi"nin uzun uzun ve b ir anlattığını bir kez daha, bir kez d ah a ... anlatarak sergilediklerinin özeti bu. B u özeti de şöyle özetleyebiliriz: • P eygam berler aracılığıyla T anrı buyrukları ve T anrı yasakları ile sınırlar konulm am ış olsa, kim se neye hakkı olduğunu, neye hakkı o l­ m adığını bilem ezdi. A ynı çek ici şeylere herkes koşardı. O zam an d a çekişm eler olur, kavga çıkardı. B uysa huzursuzluğa yol açardı. • D oğruluk, adalet gibi aklın da güzel bulduğu erdem leri, haksızlık ve adaletsizlik gibi aklın da çirkin bulduğu erdem sizlikleri, pey­ gam berler T anrı'dan öğrenip insanlara bildirm em iş olsalar, gerçek iy i­ ce anlaşılam az. B ir şey erdem m i, erdem sizlik mi, T anrı daha iyi b i­ lir. P eygam berler aracılığıyla erdem ler öğütlenm ekte, erdem sizlikler yasaklanm akta. • Tarım, sanat, ticaret konularını içine alan çalışm a alanlarında, her dalda, her meslekte, peygam berler yoluyla Tanrı'dan bilgi sağlam aya "ih­ tiyaç" var. Üretilen şeylerde, üretim biçimlerinde, üretilenlerden ya­ rarlanm a yöntemlerinde, ancak bu kaynaktan sağlıklı bilgi alınabilir. N e­ lerin yararlı, nelerin zararlı olduğu ancak bu yolla öğrenilebilir. Nelerin hastalık vereceği, nelerin iyileştirici özellik taşıdığı, yani "dert"ler ve "ilaç”ları da bu yolla anlaşılabilir. "Tıp bilimi" de bu yolla sağlanmıştır. Akıl yoluyla bunların hiçbirini öğrenmek mümkün değildir. 212 • P eygam berler yo lu y la Tanrı buyrukları ve Tanrı yasaklarından oluşan yüküm lülükler altına girm eselerdi, insanlar Tanrı'nın bu n ca "nim et"ine "şükretm e" olanağını bulam azlardı. Şükretm ek için bile peygam berler aracılığı gereklidir. • Peygam bere ihtiyaç olmadığı varsayılan yerde bile, peygamberlik Tanrı'nın bir lütfudur. B u anlatılanların gerçekten ne denli uzak olduğu, birtakım sorular ü zerinde düşünerek d ah a iyi an laşılabilir sanırım : Soralım: "Peygamber’le r ve "Tann'dan getirdikleri", ileri sürüldüğü gibi "kavga"lan "önleyecek" nitelikteyse, niçin önlemedi şimdiye dek? İnsanlığın yaşam ına "huzur" sağlayacak nitelikteyse neden sağlam adı? "Savaş"lar niçin gitmedi, "huzur" neden gelmedi? Ve düşünelim: "P eygam berler geldikten sonra da, "kavga", "savaş" hep olagelmekte. Üstelik çoğu da "dinlerarası çekişm elerden doğmuş bu­ lunmakta. En azından "din"ler, "in an çlar basamak yapılarak çıkarılmakta. Çeşitli çağlarda nice kanlar dökülmüştür böyle. Nice acımasızlıklar gös­ terilmiş, nice canlara kıyılmıştır. "Sen falanca dindensin, filanca inanç ta­ şıyorsun, ya da dinsizsin, inançsızsın..." denerek vurulup öldürülmüştür insanlar. Yalnızca M uhammed'in dönemindeki "canavarlık"lar bile insanın tüylerini ürpertmeye yeter. Sel gibi akıtılan kanlar, "işkence haramdır!" de­ nildiği halde, "Peygam berin gözü önünde ve onun "fetvası"yla, "buyruğu"yla diri diri insanların ellerini kollarını kesmeler, gözlerini çıkar­ malar. .. Yine diri diri insanları, çığlıklar arasında ateşe atıp yakm alar... Bu canavarlıklardan kim ilerine, en sağlam kabul edilen "h ad is'ierd en alarak örnekler sunm uştum daha önce. M uham m ed'den sonra d a b en ­ zer canavarlıkların, yine "peygam ber hadisi"ne yaslandırılarak y ap ıl­ dığını b elirtm iştim .580 Aynı "diri'den olanlar arasında bile savaşlar olmuş, sayılamayacak insan öldürülmüştür. Düşündürmesi için, bir örneği burada da anımsatmak istiyorum: Yıl 656, 9 Aralık. Bir yanda Peygam berin "sevgili" karısı Aişe'nin, öbür yanda yine Peygam berin sevgili damadı Ali'nin ordusu. İki ordu savaşıyor. İkisinde de "M üslüm an'lar var. İkisinde de "Sahabi’ier, yani "Peygam berin arkadaşları" var. A ğır suçlarla suçlayarak saldırıyorlar birbirlerine. "Vurun kâfirlere. Ölürseniz şehid, kalırsanız gazi olursu­ 213 nuz. . bile diyebiliyorlar. Korkunç bir savaş. O ölüyor, bu ölüyor. Bir, iki, beş, on, yüz, bin derken binlerce insan ölüyor. Toplam: En az 15 bin kişi can veriyor!!!381 "Din"sel suçlamalar basamak yapılarak çıkarılan savaşta ölüyor, öldürülüyor bunca insan!!! D em ek ki, "peygamber"lerin "getirdikleri buyruk ve yasaklar", ileri sürüldüğü gibi "kavgadan, "sav aşd an önlemiyor. Tersine "kavga" ve "savaş" nedeni oluyor, yapılıyor. Yine soralım: "Doğruluk", "adalet" güzel; "yalan" ve "haksızhk-zulüm" çirkindir. Akıl da böyle diyor. A m a "Peygamberderin "Tanrıdandır!" diyerek ortaya attıkları "buyrukdann "doğruluğu", "adaleti" içine aldığın­ dan; "yasakdann "yalanı, haksızlığı, adaletsizliği, zulmü" içermediğinden nasıl kesin söz edebiliriz? Buna nasıl güvenebiliriz? "H üküm der hep "yerli yerinde"yse, bir "peygam berdn "şeriat"ındakiler, bir başka "Peygam berdn "şeriat"ındakilerden neden "farklı" oluyor? Dahası: N eden birbirinin tü­ müyle tersi olan hükümleri alıyor "şeriatdar? V e dahası: Aynı "şeriat" içindekiler, örneğin Kur'an'daki hükümler neden yer yer "neshediliyor"; "yenileri konuluyor? ("Peygam berdn zamanında.) Y ine düşünelim: "Peygam berderin "kutsal kitapdan n d a "kölelik" ka­ bul edilmekte. "M eşru" sayılm akta, "uygun" diye "kurumlaşmış" bulun­ makta. "Köle, cariye" diye "kabul edilmiş" olanlar da, başkaları gibi birer "insan". Ö yleyken bu insanlar, başka insanların "malı" diye gösteril­ mekte. Bu insanların "hayvandar gibi "alınıp satılabilecekleri" bildiril­ mekte. "D işiderinin sahipleri tarafından "nikâhsız" olarak yatağa çekilip kullanılm alarına izin verilmekte. D aha önce de belirtildiği gibi, "cariy ed e r için Kur'an'da "sağ elle satın alman" deyimi kullanılm akta, "sahipderinin, bunlarla diledikleri zam an yatabilecekleri açık seçik anlatıl­ makta. V e anlatılmakta ki, "Peygamber"den başka erkekler, yalnızca "dört k arı'y a kadar alabilirler. A m a "cariyeder konusunda hiçbir sınır­ lam a yok. "Dört karı" aldıktan sonra bile, bir erkek, dilediği, satın ala­ bildiği, edinebildiği sayıda "cariye"yle yatıp cinsel birleşim de bulu­ nabilir. "M eşru h akkı" â\v erkeğin.582 Peygam ber de bir sürü "kan" al­ dıktan sonra, o sırada beliren birtakım huzursuzlukları önlem ek am acıyla "artık kan alm am akda yüküm lü kılındığında, "ayet"te, "cariyederin "is­ tisna" edilm eleri, yani sınırlam anın dışında bırakılm aları unutulm am ış­ tır. Ayet, A hzâb Suresi'nin 52. ayetidir. Şöyle denilmekte: 214 "(Ey M uham m ed!) B undan böyle k a rı alm ak, artık helal değil sana. G üzellikleri seni ne denli im rendirirse im rendirsin; başka eşlerle karılarım değiştirm en de (yani falanca karının yerine güzelliği seni im rendiren filanca kadını alm an) helal olm az. A m a 'sağ elinle sa tın a ldığın' (cariye) bunun dışında. (B u n ­ lardan dilediğin kadar edin eb ilirsin )..." "Hak, adalet", güzel; "haksızlık, adaletsizlik" çirkin... A m a bütün bunlar hak mıdır, adalet midir? "Kölelik" hak mıdır, adalet m idir? Bir insanın, bir başka insana "mal" sayılması, insanın "alınıp satılm ası", hak mıdır, adalet midir? "Zulüm" değil m idir bu? "Kutsal kitap", "hak" diyor diye öyle mi oluyor, "zulüm" olm aktan çıkıyor m u? "Satın alınmış" ya d a şu yoldan, bu yoldan "edinilmiş" bir "mal" gözüyle bakılarak "cariye"lerin alınıp yatağa sokulmaları, bunlarla dilendiği gibi cinsel is­ teklerin doyurulması "hak” mıdır? Bu zavallı dişi "köle"lerin üst üste, bir insanın evinde, "harem"inde biriktirilmeleri "adalet" midir? Sonra, "kutsal k itap”larda, bu arada K u r'a n ’da, "erkek"ler, "ka­ d ı n l a r a "üstün" tutulm uşlardır. K ur'an ayetlerinde, bu, açıkça d a b e­ lirtilm ekte.583 D ahası, N isâ Suresi'nin 34. ayetinde, belirli durum larda, erkeklerin karılarını "dövebilecekleri" de belirtilm ekte. Ü stelik, "O n­ ları d ö vü n !" diye seslenilm ekte erkeklere. B u "hak" m ıdır, "adalet" m idir? S onra Kur'an ayetlerinde, erkeklerin, "karı"larını her zam an d ile­ dik lerin d e boşayabilecekleri bildirilm ekte. K arısını boşam ak, erkeğin iki dudağı arasında. B oşadığını söylediği, b elirttiği zam an "karı b o ­ şa n m ış" o lu y o r.584 B u "hak" m ıdır, "adalet" m idir? Sonra birçok Kur'an ayetinde, örneğin Z u h ru f Suresi'nin 32. aye­ tinde, "kim i insanların, kim i insanlara üstün kılındıkları" an latılm ak ­ ta. B u ayette ayrıca, "kim i insanlar kim i insanları (ücret karşılığında) çalıştırsınlar diye", yani "kim i insan patron, kim i insan işçi" olsun d i­ y e ü stünlüğün, aşağılığın yaratıldığı açıklanm akta. "Hak" m ıdır, "adalet" m idir bu? D ah a nice örnekler sıralanabilir. Y ani "hak" ve "a d alef’e uygun gösterildiği halde "hak"tan, "adalet"ten tüm üyle uzak olduğuna, "zu­ lüm " olduğuna kuşku bulunm ayan başka "ayet hüküm leri" de anım satılabilir. A m a, örnek olarak bu kadarı elverir. 215 "P ey g am b er'lerin "Tanrı'dan" aldıklarını ileri sürerek sergiledik­ leri "buyruk"lar ve "yasaklar"la doğruluğun-dürüstlüğün istendiği; bunların tersinin, yalanın yasaklandığı ileri sürülm ekte. "K utsal" kitapların birbirinden nasıl "kopya" hüküm ler, anlatım lar içerdiğine birçok örnek gördük birlikte. Y ine birlikte b irçok örneğiyle gördük ki; "kutsal kitap"lara, kendilerinden önceki inançlardan, y a­ salardan, m asallardan da çokça yansım alar, aktarılm alar olm uş. Oradan, buradan alınıp aşınlıp bu kitaplara sokulanlar, "Tanrı'dan alınm a birer vahiy" diye sunulm akta insanlara. N edir bu? Y alan değil mi? K u r'a n 'da ayrıca M uham m ed'in [...] "keyfi" yerine gelsin diye "vahiy" geldiği anlatılm akta. B u konularda "T anrı"nın şöyle dediği, böyle dediği bildirilm ekte. [...]* "K utsal kitap"ların kendilerinde sayısız " [...]" la r varken, yalanı dolanı yasakladıkları nasıl ciddiye alınabilir? "Peygam ber" denen [ ...] kendileri [...]* * doğruluğu dürüstlüğü nasıl isteyebilir, nasıl y erleştirebilirler? Yine soralım: "Dünya işleri"nde bile, insanların "akıl"lanyla gerçek­ leri, olması gerekenleri, nasıl yapmaları, nasıl etmeleri gerektiğini bile­ medikleri, bulamadıkları; öğrenmeleri için "peygamber"lere, bunların "Tanrı’dan getirdikleri bilgiler"e gerek olduğu ileri sürülüyor. İnsanların akıllarını kullanarak araştırmalarına, bulduklarına, bildiklerine güvenile­ meyecekse, "Peygamber"lerin ortaya attıklarına, "gerçek" diye ileri sürdük­ lerinin gerçek olduğuna nasıl güvenilebilir? "Akıl" düşünmekte yeterli sayılmıyorsa, neyle düşünülüp karar verilebilir bu konularda? Yani "bilgi kaynağı"nın, yalnızca "Peygamber"in "haber"i olduğu, neye dayanılarak, hangi kamtla kabul edilebilir? Dahası, "bilgi kaynakları" arasında nasıl gösterilebilir? "Peygamber"lerin; "Tann'dandır!" derlerken, uydurmadıkla­ rı nasıl bilinebilir? Verdikleri "haber"lerin "gerçek dışı" olmadıklarına hangi kanıtla kesin diye hüküm verilebilir? Y ine düşünelim: "Peygamber"siz toplum lar da yaşam ıştır dünyam ız­ da. Üstelik "peygam berli'ierden çok daha ileri, çok daha uygar olanları görülmüştür. Müslüman yazarlardan kimileri, bu gerçeği dile getirmek zo­ runda kalmışlardır. Örneğin İbn H aldun bu gerçeği dile getirirken şöyle demekte: * Ü ç s ö z c ü k ç ık a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) * * D ö r t s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .) 216 "Düşünün: K itaplılar ve peygam berlere uyanlar, kitapları olmayan ateşe tapanlardan sayıca daha azdırlar. G erçekten ateşe tapanlar, dünyada, en kalabalık topluluklardan birini oluştururlar. Kitapları, peygamberleri olmadığı halde, onların da yönetimleri ve uygar­ lıkları vardır. N erede kaldı ki, yaşam larım sürdürem em iş olsunlar. Çağım ızda da Kuzey ve G üney kesimlerindeki bölgelerde vardır onlann devletleri ve uygarlıkları."585 "Felsefeciler, peygamberlik kurumunu akıl kanıtıyla tanıtlamaya yö­ neldikleri zaman, savlarım, bir düzenleyici bulunması gerektiği ka­ nıtına dayandırırlar. Böyle bir ekleme yaparlar. Peygamberliğin in­ sanlara özgü doğal bir şey olduğunu da eklerler. Sözünü ettiğimiz kanıta başvurarak sonuca ulaşırlar. 'İnsanlık için bir düzenleyici hakem gereklidir' diye yola çıkarlar, sonra şöyle derler: 'Bu düzen­ leyicinin yargısı, T ann katından geldiği varsayılan bir şeiratla (bir dinle) oluşur. O şeriatı, insanlardan biri getirir. Getiren kişinin, in­ sanlar arasında sivrilmiş biri olması gerekir. Tann'm n verdiği bir­ takım özelliklerle, Tanrı'nın kılavuzluğuyla sivrilmiş biri. Böyle biri olmalıdır ki; halkın teslim olması ve kabul etmesi gerçekleşebilsin. Böyle olmalıdır ki; insanların içinde ve üzerinde kumlu egemenlik, karşı konulmadan ve kargaşaya uğram adan yerleşebilsin."586 "...Felsefeciler, peygam berlik kurum unun gerekliliğini tanıtlarken yanlışa düşüyorlar. Şu bir gerçek ki, peygam berlik kurumu akla dayalı bir şey değildir. Onu bildiren duyuran dindir sadece..."5*1 U nutulm am alı ki, M ilat'tan önceki y üzyıllarda da, b ir "kutsal kitap"lı ve "peygam berleriyle ünlü" bir toplum olan "Y ahudiler", nereye gittilerse, orada kendilerininkine benzer "kutsal k ita p 'la rı ve "peygam ber"leri bulunm ayan, am a kendilerinden çok daha ileri olan top­ lum lar buldular. F enikeliler (K en'aniler) böyleydi. M ısırlılar böyleydi. M ezopotam yalılar b ö y le y d i... Y ahudiler, kendilerinden çok çok ileri olan, önem li uygarlıklar kurm uş bulunan bu toplum lara o denli im ­ ren d iler ki; zam an zam an bu toplum ların "T anrı"larına bile taptılar. B u toplum ların inançlarından, geleneklerinden, yasalarından, m asalla­ rından k ü çüm senem eyecek ölçüde aldılar. A şırıp aşırıp "kutsal kitap "ların a yerleştirdiler. 217 D em ek ki, "Peygam berlik", ileri sürüldüğü gibi; insanlık için, to p ­ lum yaşam ı ve ilerlem esi için "kaçınılm az" bir şey değildir. D ahası; gerekli de değildir. D ahası; yararlı olm ak yerine zararlıdır, engelleyi­ cidir, bağlayıcı-köstekleyicidir. Yine soralım, Tanrı'nın "buyruk"lan ve "yasak"lan insanlık için ille de gerekli ve vazgeçilemeyecek bir şeyse, "peygambersiz" de iletilemez miydi insanlara? Çok "ulu", çok "büyük" olduğuna, "sonsuz gücü" bu­ lunduğuna inanılan "Tanrı"nın gücü yetm ez miydi buna? Dahası: M a­ dem ki, Tanrı, insanların şu ya bu yolda yürümelerini istiyor, şu ya da bu türlü olmalarını diliyor; niçin doğrudan doğruya, hiç aracı katmaksızın, üstelik buyruk ve yasağa gerek kalm aksızın gerçekleştirm iyor? İnsanları tam istediği yapıda, istediği karakter ve eğilimde niçin yaratm am ış? N e­ den herkesi "iyi" yapmamış? N eden "sınav"a, falana gerek görmüş? H em neden, doğrudan doğruya cennette bulunmuyor insanlar? Ölümlü-zulümlü dünyaya getirmeden gerçekleştiremez miydi "Ulu Tanrı"? İnsanlar, kendilerine verilen "bunca nimet"in "şükrünü ödemeli"ymişler. O "sonsuz gücü" olduğu söylenen Tann'nm buna "ihtiyacı" mı var? Yoksa neden gerek görüyor? Evet, bu tür soruları soralım ve düşünelim . İyi düşünelim , sağlıklı d üşünelim , "im an"la "ırzına geçilm em iş bir akıl"la düşünelim . O zam an, gerçeğin, gerçeklerin, çok açık biçim de belirdiğini göreceğiz. "Peygamberliği savunma"da olsun, öteki "kelam" konularında olsun, oldukça "iddialı" görünen İslam "kelam"cılan, İslam felsefecileri, her ko­ nuda olduğu gibi bu konuda da, birbirlerinin benzeri, tıpkısı savlar ileri sürer dururlar. Birbirinden kopya ettikleri açık seçik belli olur biçimde. Hem en hepsi de, mezhep önderi M aturidi'nin yukarıda aktardığım "ge­ re k ç e lin i yazar ve savunurlar. Yani aynı biçimde anlatırlar "peygam­ berlerin neden gerekli olduğunu". Kuşkusuz, M aturidi'nin yazdıkları da kendinin değil. Başkalarından alınıp çalınm a... Bu konuda yazılanlar birbirinin aynı olduğu için, falanca ünlünün, filanca ünlünün "kelam kitabı 'ndan alıntılar yaparak, ya da "şöyle deniyor, böyle deniyor" di­ yerek "kafa şişirm e"ye gerek görm üyorum . İsteyenler A bdurrahm an El Îcî'nin,588 Seyyid Şerif Cürcânî’nin,589 Sadeddin Teftazani'nin,590 Gelenbeli İsmail'in591 ve daha başkalarının592 kitaplarına başvursunlar; göre­ ceklerdir ki, hepsi birbirinin aynı. V e hepsi, Maturidi'den aktardıklarımın kopyası g ib i... 218 "Düşünür" görünüp insan aklına, insan düşüncesine güvenmeyen, "ta­ rım", "sanat" (zanaat), "ticaret" ve "tıp" konularında bile, "peygamber"in kılavuzluğuna başvurmanın "şart" olduğunu savunan, insanları saçmalık kaynaklarına bağlayan bu "âlim"lerin çoğu, gerçekte, "cahil"dir. Kimileriy­ se, çıkarlarını, insanları aldatmakta gören yüz karası kimselerdir. Top­ lumlar, bunlar yüzünden bilgisiz kalmışlardır, bunlar yüzünden geri kal­ mışlardır, bunlar yüzünden ezilmişlerdir. Bunlar ve bunların savundukları abuk sabukluklar olmasaydı; kitleler gerçekleri görebileceklerdi, gelişebi­ leceklerdi, ilerleyebileceklerdi. V e kendilerini, asalak yaşayanlara yedir­ meyecekler, ezdirmeyeceklerdi. Kısacası, sürüleşmeyecekti kitleler. Hiç değilse bu denli sürüleşmeyecekti. P ey g a m b erlik G erekçesin e K arşı, G erçek Peygam berlik için savunurlarının ileri sürdükleri "gerekçe"yi gördük birlikte. Bu gerekçenin çürüklüğünü, hiçliğini d e ... Ö zet olarak, insan­ lığın "huzurlu" ve "erdemli" yaşamı için, bir de "öbür dünya m utluluğu" için "peygam berlerin "gerekli", "zorunlu" olduğu ileri sürülüyor. O ysa "Peygamberlik" kurumu, ne "huzur" getirm iştir insanlığın yaşam ına, ne de bu yaşam ı "erdemli" kılm ıştır. V ar olabilecek huzuru alm ış götür­ m üş, yine var olabilecek "erdem 'leri yem iş, bitirm iştir. K avgalar önlen­ m em iş, tersine çoğalmış. Savaşların körüklenm esinde, kanların sel gibi akıtılm asında etkin rol oynam ıştır. V e aşıladığı "korku”, "um ut", "[...] tek Tann" nedeniyle de insanları ikiyüzlülüğe, "erdem"sizliğe sürükle­ m iştir. "Bilgi" yerine, "bilgisizlik" alm ıştır insanlık. Işık yerine karanlık almıştır. İnsan aklı, "akıl" olmaktan, gerçeğin kılavuzu olm aktan çıka­ rılm ış, "im anla [...] geçilerek" karanlık aracı yapılm ıştır. "Tanrı'dan ge­ tirildiği” ileri sürülenlerle "insan aklı"nın "eli kolu bağlanm ış", alınıp "hapse sokulmuştur". Dünyanın çok büyük bir çoğunluğunda akıl, bugün bile "hapiste"dir. İnsanlığın gerilemesinde, ezilm esinde az payı yoktur "Peygamberlik kurumu"nun. G erçek o ki, bu kurum u ve "getirdikleri"ni "insanlık" için "gerekli, zorunlu" gösterenler ve yaşatanlar; d ünya egem enleriyle ortaklarıdır. B unların çoğu, gerçekte inanıyor da değildir. G erçeği bilm ekteler. 219 A ncak, inanır sürülerine "inanır" görünürler. V e sürüleri kullanırlar. K u llan arak b aşarıya ulaşırlar bu konuda da. B unlar, çağ ım ızın b ir çe­ şit "dinozorları"dırlar. A m a "akıllı dinozorlar". T arih öncesinin bu ca­ navarlarından daha canavardırlar. N e var ki, canavarlıklarını belli et­ m ezler, etm em eye çalışırlar. Sürüleşmiş, sürüleştirilmiş kitleleri kullanarak "peygam berlik kurumu"nu ayakta tutanlar, yani "peygamberlerin aracılık edip getirdikleri"ni yaşatanlar, "güçsüzlük"ten, "bilgisizlik"ten yararlanırlar. Güçsüzlükle güç­ süzlüğü, bilgisizlikle bilgisizliği üretirler. "Öbür dünya"ya ilişkin uyduru­ lan "masaT'lar da böyle yaratıldığı gibi, böyle yaşatılmakta. Peygam ber­ lerin "aracılık"lanna ilişkin savlar d a ... U yan acak m ısın ey inanır sürüleri?! N e zam an uyanacaksın? 220 TURAN DURSUN VE AYDINLANMA TURAN DURSUN: K utsal K itapların K aynakları 1 K utsal K itapların K aynakları 2 K utsal K itapların K aynakları 3 Din Bu I Din Bu II Din Bu III Din Bu IV Allah K u r'an Dua Kulleteyn Ünlülere M ektuplar ŞULE PERİNÇEK/Turan D ursun H ayatını Anlatıyor JEAN MESLIER/ Sağduyu/Tanrısızlığın İlm ihali MUAZZEZ İLMİYE ÇİĞ/ K u r'an İncil ve T evrat'ın Süm er'deki Kökeni MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN/ Laikliğin Neresindeyiz? EROL SEVER/ İslam ın K aynakları 1/ Ç oktanrıcılık, H ıristiyanlık ve Kâbe İSMET ZEKİ EYUBOGLU/Türk Şiirinde T anrıya K afa T utanlar Şeytan Ayetleri T artışm ası SIGMUND FREUD/ Bilim ve İm an TURAN DURSUN KUR'AN ANSİKLOPEDİSİ Birinci hamur, bez ciltli ve iplik dikiş. S e k iz cilt ta m a m Ben Kur'an Ansiklopedisi’hi herhangi biçimde yorumlar getirerek, "İslamın çağdaş yorumlar" la yorumlanmasını ve bu yolla "dinsel bağnazlıktan” uzaklaşmasını sağlamak gibi bir amaçla hazırlamadım. Böyle bir amaca yönelmedim ve yönelmenin yararlı olmayacağı görüşündeyim. Din alanındaki "aydmlanma"nın "yorumlar"la değil, neyin ne olduğunu açık seçik ortaya döküp sergileme yoluy la olacağı kanısındayım. Bunun böyle olduğunu deneyimlerimle gördüm. Kur'an Ansiklopedisi'ni de bu amaçla hazırladım. Kur'an Ansiklopedisi'ni hazırlarken temel amacım: Yalan ve sahteciliklerle, insanları sürüleştirmek, sömürmek amacıyla siirdürülegelen "din”i gün ışığına çekmektir. Bu Ansiklopediyi okuyanlar, İslamda, "kutsal kitabı" olan Kur'an'da neler bulunduğunu çok açık biçimde görecekler; O zaman, İslamcıların İslamı yeniden insanlarımıza devlet ve yaşam biçimi olarak sunarken "İslam akıl dinidir, bilim dinidir, adalet dinidir..." gibi propagandaların gerçek olmaktan ne denli uzak olduğunu daha iyi bilip anlayacaklardır. Ansiklopedi, bu yolla bir "aydınlanma"hin gerçekleşmesine önemli katkı sağlayacaktır. TURAN DURSUN KAYNAK#/YAYINLARI DOĞUPERİNÇEKİN KİTAPLARI Anayasa ve P artiler Rejimi Osm anlI'dan Bugüne Toplum ve Devlet Stalin'den G orbaçov'a Lenin Stalin M ao'nun Türkiye Y azdarı T ü rk Sorunu A bdullah Ö calan ile G örüşme P arti ve Sanat (Genişletilmiş 2. Basım) Kemalist Devrim-I/ Teorik Çerçeve Kemalist Devrim -II/ Din ve Allah (Yunus Nadi Ödülü '95) KOMİNTERN BELGELERİNDE TÜRKİYE DİZİSİ 1. Kitap: K urtuluş Savaşı ve Lozan 2. Kitap: Kemalist Devrim 3. Kitap: K ürt Sorunu 4. Kitap: Türkiye K om ünist ve İşçi H areketi 5. Kitap: ŞEFİK HÜSNÜ/ Yazı ve K onuşm alar TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynakları 2 Kaynak Yayınlan, Turan Dursun'un kaybolan başyapıtını okura sunuyor: Kutsal Kitapların Kaynaklan. Turan Dursun'un, "Kutsal Kitapların Kaynakları" üzerine araştırma yaptığı biliniyordu. Ancak, öldürüldükten sonra, birçok çalışması, güvenlik güçleri tarafından evinden alınmış, "poşetlere doldurulup" götürülmüştü. Orijinali devletin elinde olan Kutsal Kitapların Kaynakları, Turan Dursun'un katlinden 5 yıl sonra gün ışığına çıkmıştır. Turan Dursun'un üzerinde yıllarca çalıştığı ve büyük önem verdiği araştırması olan Kutsal Kitapların Kaynakları üç ciltten oluşuyor: Birinci ciltte, Kur'an, İncil ve Tevrat'ta yer alan "korku"yu, korku-umut kaynağı Tanrı'yı, "Efendi Baba Tanrı" kavramını, "Kral Tanrı'nın Yönetimi"ni, bunların kaynaklarını; ikinci ciltte "Peygamberlik" konusunu, "kabile peygam beri M uham m ed'i", peygamberliğin koşullarını ve türlerini, "felsefe-din çiftleşmesini'; Üçüncü ciltte "Mucize" konusunu, "Mucize" inancının kaynağını, "M ucize'lerden örnekleri; Turan Dursun'un binlerce yıl derinliklere uzanan titiz çalışmasıyla bulacaksınız. "Ben yüzyılların doğurduğu ölümüm" diyen Turan Dursun, Anadolu insanını aydınlatm aya devam ediyor. Kutsal Kitapların Kaynakları, Turan Dursun ölümsüzlüğünün mührüdür.