T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ ÇERÇEVESİNDE BİLGİ EDİNME HAKKI YÜKSEK LİSANS TEZİ SEÇİL KAVUŞ ANKARA - 2009 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ ÇERÇEVESİNDE BİLGİ EDİNME HAKKI YÜKSEK LİSANS TEZİ SEÇİL KAVUŞ TEZ DANIŞMANI Prof. Dr. MİTHAT SANCAR ANKARA - 2009 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER………………………………………………………….I KISALTMALAR………………………………………………………III GİRİŞ BİLGİDEKİ TOPLUMSAL ÖĞE………………………………………1 BİRİNCİ BÖLÜM TOPLUMDAKİ BİLGİ ÖĞESİ VE MODERN SİYASAL İKTİDARIN OLUŞUMU…………………….…7 I. ENFORMASYON ÇAĞI’NDA BİLGİNİN KONUMU……….… .7 II. MODERN İKTİDARIN OLUŞUMU………………………… .…14 1. AVRUPA EKONOMİSİNİN DOĞUŞU………………………...16 2. SAVAŞIN ETKİSİ…………………………………………….….19 3. KENTLERİN ÖZERKLİĞİNİ YİTİRMESİ…………………...21 3.1. BURJUVAZİNİN MERKEZİLEŞME İHTİYACI…….…...22 3.2. GÜVENLİK SORUNU…………………………………….…23 4. MUTLAK İKTİDARIN RASYONELLEŞMESİ: EGEMENLİK TEKELİNİN TOPLUMSALLAŞMASI……….26 5. DÜŞÜNSEL DEĞİŞİM……………………………………….…..29 5.1. YENİ BİR EGEMENLİK ANLAYIŞI…………………. ......29 5.2. RÖNESANS…………………………………………………...35 5.3. AYDINLANMA…………………………………………….…39 İKİNCİ BÖLÜM MODERN TOPLUMDA BİLGİ / İKTİDAR İLİŞKİSİ…………...….45 I. TOPLUMSAL DÜZENİN SARSILMASI VE GÜVENLİK MESELESİ………………………………...……..45 I 1. ESKİ DÜZEN……………………………………………………...49 2. “KAPAT(IL)MA”NIN İCADI…………………………………...50 II. GÖZETLEME VE DENETİMİN YENİ İMKÂNLARI…………56 1. DİSİPLİNE EDİCİ KURUMLAR……………………………….56 2. YENİ BİR İKTİDAR KAVRAYIŞI……………………………..64 3. YÖNETİM, RASYONALİTE VE TEKNİK…………………….68 III. BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ…………...................................……. 74 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ALTERNATİF BİR BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ VE BİLGİ EDİNME HAKKI......................................................................................82 I. ALTERNATİF BİR BİLGİ/İKTİDAR İLİŞKİSİ...........................82 1. SİVİL TOPLUMUN DOĞUŞU VE MEŞRUİYET……………..85 2. TEMSİLİ DEMOKRASİDEN KATILIMCI DEMOKRASİYE………………………………….92 2.1. TEMSİL MESELESİ………………………………………….92 2.2. TOPLUMSAL KATILIM VE DEMOKRASİ……………….96 II. BİLGİ EDİNME HAKKI……………………………………… 105 1. BİLGİ EDİNME HAKKI KAVRAMI............................... ........105 2. BİLGİ EDİNME HAKKININ NİTELİĞİ.................................110 3. BİLGİ EDİNME HAKKININ İŞLEVLERİ..............................118 4. BİLGİ EDİNME HAKKININ KAPSAMI.................................121 5. BİLGİ EDİNME HAKKININ İSTİSNALARI VE DENETİMİ...............................................124 SONUÇ……………………………………………………………...……132 KAYNAKÇA…………………………………………………………….139 ÖZET……………………………………………………………………..166 ABSTRACT……………………………………………………………...167 II Kısaltmalar Bkz. : Bakınız çev. : Çeviren der. : Derleyen s. : Sayfa vd. : Ve devamı vb. : Ve benzeri III GĠRĠġ BĠLGĠDEKĠ TOPLUMSAL ÖĞE Ġnsanların doğru olduğuna inandıkları ve bilgi olarak kabul ettikleri Ģeylerin toplumsal ortamın etkisi altında Ģekillendiği düĢüncesi bilgi sosyolojisinin temel argümanlarından birini oluĢturmaktadır. Bu disiplinin giderek sosyal olarak belirlenmiĢ bilginin analizine yönelmesi durumu karĢısında, Aydınlanma düĢüncesinin, nesnel/objektif bilgi alanının geniĢleyeceği, öznel/sübjektif bilgi alanının ise daralacağı yolundaki öngörüsünün dayanaksız kaldığı söylenebilir.1 Özellikle, söz konusu objektif-sübjektif bilgi ayrımının ortadan kaldırılması çabası ve hakikatin/doğrunun bilimsel yöntemle özdeĢleĢtirilemeyeceğinin altının çizilmesi bilgideki toplumsal öğenin görünür kılınması yolunda atılmıĢ önemli adımlardır. Örneğin Mannheim, Aydınlanmacı akıl anlayıĢını kapsamlı bir biçimde eleĢtirerek “her anlamın tarihsel olarak belirlenmiĢ olduğu” görüĢünü benimseyen öncü düĢünürler arasındadır.2 : “… her Ģeyden önce, dünyamızı inĢa eden anlamların, insanın içinde geliĢtiği tarihsel olarak belirlenmiĢ ve sürekli değiĢen yapılar olduklarını ve hiçbir biçimde mutlak olmadıklarını anlamalıyız.”3 1 Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev: Hüsamettin Arslan-Bekir Baldız, Engin Yayıncılık, Ġstanbul, 1999, s. 70, 71. 2 A.g.y., s. 76. 3 Aktaran Hekman, a.g.y., s. 83, 84. 1 Burke‟nin belirttiği gibi, bilgi sosyolojisi alanında yaĢanan bir duraklama döneminin ardından canlanma geri gelmiĢtir. Bilgi sosyolojinin ikinci dalgası olarak nitelendirilen bu canlanma dönemi, öne çıkardığı birtakım noktalar bakımından ilkinden farklı görünmektedir.4 Öncelikle, bilginin edinilmesinden ve aktarılmasından, üretilmesine, inĢa edilmesine doğru ağırlık noktası değiĢmiĢtir. Diğer bir deyiĢle, bilgi siyasetine, bilgiyi ellerinde tutan güç odakları sorununa daha çok vurgu yapılmaktadır.5 Ġkinci olarak, “bilgiyi ellerinde tutanlar” deyimi daha geniĢ çerçevede ele alınmakta, gündelik bilgi ve gündelik bilginin yayıldığı kanalları yönlendiren çeĢitli birimler de hesaba katılmaktadır. Ayrıca, bilginin toplumsal olarak konumlanıĢı meselesi, eskiden yapıldığı gibi büyük oranda toplumsal sınıflar üzerinden değil, cinsiyet ve coğrafyaya da önem verilerek incelenmektedir. Foucault, bilgi sosyolojisinde yaĢanan yenilenmenin, sosyoloji dıĢından gelen itici güçlerinden biri olarak kabul edilmektedir.6 Foucault için önemli olan, tarih içerisinde evrilen bir bilinç olarak özneye kurucu bir güç atfetmek değil; tersine, özneden kurtulabilmek için öznenin tarihsel olarak nasıl kurulduğuna açıklık getirebilmektir.7 Foucault bunu yaparken bilgiden iktidar kavramına ulaĢmıĢtır.8 Erken dönem çalıĢmalarının eksik yönünün, söylem rejimine; yani sözcelerin yönetimine, bilimsel sözce siyasetine özgü iktidar etkileri sorunu olduğunu belirtir.9 4 Peter Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, çev. Mete Tunçay, 2. Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 6-9. 5 A.g.y., s. 9. Ayrıca bkz. Dick Pels, Strange Standpoints: Or, How to Define the Situation for Situated Knowledge, Telos, No: 108, 1996, s. 65-91. ve Dick Pels, Mixing Metaphors: Politics or Economics of Knowledge, Theory and Society, No: 26, 1997, s. 685-717. 6 Burke, a.g.y., s. 7. 7 Michel Foucault, “Hakikat ve İktidar”, Entelektüellerin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 67, 68. 8 Ali Akay, Michel Foucault‟da Ġktidar ve Direnme Odakları, 2. Basım, Bağlam Yayınları, Ġstanbul, 2000, s. 27. 9 Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 63. 2 Ve daha sonraki çalıĢmalarında, analizini iktidar sorununa doğru kaydırdığı, iktidar odaklarına ağırlık verdiği görülür. Foucault‟ya göre iktidar sorununun hükümranlık sorununa indirgenmesi mümkün değildir; iktidar, hem çok çeĢitli düzeylerde iĢlemekte, hem de yasaklamaktan çok Ģekillendirmeyi, topluma iĢlerlik kazandırmayı amaçlayan teknik ve stratejik bir özelliğe sahip olmaktadır: “Toplumsal bir gövdenin her bir noktası arasından, bir kadınla bir erkek arasından, aile içinden, öğretmenle öğrencisi arasından, bilenle bilmeyen arasından geçen iktidar iliĢkileri, bireyler üzerinde hükümran olan büyük iktidarın düpedüz bir yansıması değildir; bu iktidar iliĢkileri, daha ziyade, büyük iktidarın köklerini saldığı hareketli ve somut topraktır, onun iĢlev görebilmesini mümkün kılan koĢullardır”.10 Foucault‟nun iktidar ve bilgi analizleri, aslında, deneyimlerimizin özneleri olarak tarihsel bir biçimde nasıl kurulduğumuzu araĢtırmaya yöneliktir. Bu kurulma biçimini görebilmek demek, içinde bulunduğumuz hakikat rejiminin dayattığı bireysellik tarzlarının dönüĢtürülebilir olduğunu, evrensel ve aĢılması imkansız bir kesinlik taĢımadığını fark etmek demektir. Olduğumuz Ģey üzerine böylesi bir eleĢtirel düĢünme, kendimize karĢı takındığımız bir tutumdur, “yani çağdaĢı 10 Michel Foucault, “Ġktidar ĠliĢkileri Bedenlerin Ġçine Nüfuz Eder”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 110. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “İktidar ve Bilgi”, Ġktidarın Gözü, çev: Isık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 175, 176; Michel Foucault, “İki Ders”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 108, 111; Michel Foucault, “İktidar ve Beden”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 42 : “Ġktidar eğer güçlüyse, arzu düzeyinde … ve bilgi düzeyinde pozitif etkiler ürettiği için böyledir. Ġktidar, bilmeyi engellemek bir yana, onu üretir. Beden üzerine bir bilginin üretilebilmiĢ olması, askeri ve eğitsel disiplinler bütünü sayesindedir.” 3 olduğumuz gerçeklikle bir iliĢki kurma tarzı, bir düĢünme ve duyma; ama aynı zamanda da bir davranıĢ biçimi”dir.11 Foucault‟nun Aydınlanma‟yla kurduğu bağ da bu çerçevede geliĢir. ġöyle ki Foucault, kendini özerk bir özne olarak kurmayı sorunsallaĢtıran felsefi bir sorgulamanın (felsefi bir tutumun) Aydınlanma‟da kök saldığını; Aydınlanma‟yla kuracağımız iliĢkinin de “doktriner unsurlara sadakat” biçiminde değil, tarihsel varlığımızın sürekli eleĢtirisi Ģeklindeki bu felsefi tutumu canlı tutmaya yönelik olması gerektiğini belirtir.12 O halde soru Ģudur: “Güncelliğimiz nedir? ġimdiki zamanda yaĢanabilecek mümkün deneyimler alanı nedir? Burada söz konusu olan, bir hakikat analitiği değil; Ģimdinin ontolojisi, kendimizin bir ontolojisidir.”13 Foucault modernliği de aynı Ģekilde, tarihin bir dönemi olarak değil de “güncellikle kurulan iliĢki”ye karĢılık gelen bir tutum olarak tasarlamayı önemser: “Modernliğin tutumu açısından, Ģimdinin yüce değeri, onu olduğundan baĢka türlü tahayyül etme ve onu yok ederek değil; onda olanı kavrayarak dönüĢtürme isteğinden ayrılmaz.”14 Söz konusu eleĢtirel tutum –hem bize dayatılmıĢ sınırların eleĢtirisi hem de bu sınırları aĢma denemesi-, pratik bütünler olarak adlandırılan Ģeyin; diğer bir deyiĢle, düĢündüğümüz, söylediğimiz, yaptığımız Ģeyleri eklemleyen söylemsel ve 11 Ferda Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 15, Michel Foucault, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden-Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005. 12 Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 184. 13 Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 172. 14 Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, s. 183. 4 söylemsel olmayan pratiklerin incelenmesini gerektirir. Bu nedenle Foucault için bilgi/iktidar iliĢkisi; yani insanların yapma tarzlarını düzenleyen rasyonalite biçimleri temel bir inceleme alanı oluĢturmaktadır.15 Bu çalıĢma, Foucault‟nun modern siyasal iktidar analizleri ve bilgi/iktidar kavramsallaĢtırması çerçevesinde bilgi edinme hakkı kavramının nerede konumlandırılabileceği, böyle bir hakkı gerekli kılan koĢullar meselesini konu edinmektedir. Bilgi edinme hakkı anayasal belge düzeyinde ilk defa, klasik temel metinlerden olan 1789 tarihli Fransız Ġnsan ve YurttaĢ Hakları Bildirgesi‟nin 14. ve 15. maddelerinde düzenlenmiĢtir. Buna göre 14. madde vergi ile ilgili konularda bilgiye eriĢimi ücretsiz olarak tanımıĢ, 15. madde ise “Toplumun tüm kamu görevlilerinden, görevleriyle ilgili hesap sormak hakkı vardır” hükmünü getirmiĢtir. Yasal düzeyde ise ilk olarak, 1776 yılında Ġsveç‟te “Basın Özgürlüğü Yasası” olarak çıkarılan resmi belgelere eriĢme olanağı ve hakkı getiren düzenlemeden bahsedilmektedir. Bilgi edinme hakkı devlet bakımından iki tür yükümlülüğü içermektedir: bilgiye eriĢimin engellenmemesi ve bilginin eriĢilebilir kılınması. Pozitif bir niteliği olan ve üst bir güvence sağlayan ikinci yükümlülük, bilginin resmi yayın yollarıyla, örneğin resmi gazeteyle, resmi bültenle veya resmi ilanla açıklanmasından, kamusal arĢivlerin açılmasına, kamusal kütüphanelerin kullanılabilmesine kadar geniĢ bir alanı kapsamaktadır.16 Ancak bilgi edinme hakkına iliĢkin yasal düzenlemelerde, esas itibariyle, idarenin elinde bulunan resmi 15 A.g.y., s. 188, 190, 192. Burak Öder, “Bilgi Edinme Hakkının Sistem Ġçindeki Yeri BaĢlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme Hakkı Uluslararası Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, s. 87, 88. 16 5 bilgi ve belgelerin eriĢime açılmasının düzenleme konusu edildiğini belirtmek gerekir. ÇalıĢmanın ilk bölümünde, modern toplumlarda bilginin yeri açısından önemli olduğu düĢünülen modern siyasal iktidarın oluĢum sürecine tarihsel bir perspektif sunma gayreti içinde değinilecektir. Ardından, modern toplumda bilgi/iktidar iliĢkisi, Foucault‟nun modern siyasal iktidar analizleri çerçevesinde incelenecek; ve son bölümde, siyasal usu eleĢtirme, dönüĢüme uğratma imkanları bağlamında bilgi edinme hakkının hukuki bir mekanizma olarak konumu ele alınmaya çalıĢılacaktır. 6 BĠRĠNCĠ BÖLÜM TOPLUMDAKĠ BĠLGĠ ÖĞESĠ VE MODERN SĠYASAL ĠKTĠDARIN OLUġUMU I. ENFORMASYON ÇAĞI‟NDA BĠLGĠNĠN KONUMU Ġçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın “bilgi toplumu” ya da “enformasyon toplumu”* olarak tanımlanmasına giderek aĢina olmaktayız. Günümüz toplumunu * “Bilgi toplumu” ile “enformasyon toplumu” arasındaki kavramsal farklılıktan söz edilmektedir. ġöyle ki, enformasyon toplumunun, üretimde bilginin rolünün giderek artması sonucu sanayi toplumlarında meydana gelen toplumsal dönüĢüme iĢaret ettiği, böyle bir dönüĢümü mümkün kılacak zemini enformasyondaki devrimin yarattığı belirtilmektedir. Buna göre, “Enformasyon” kavramı, hem bir bildirme sürecini hem de bu süreç sonunda elde edilen veriye yüklenen anlamı içermektedir. Söz konusu devrim bu süreçte (bildirme sürecinde) ve bu sürecin de teknolojik kısmında yani enformasyon teknolojisinde gerçekleĢmiĢtir: “Enformasyon teknolojisi, enformasyonun, sistemik denetim başta olmak üzere, belli amaçlar çerçevesinde, iletilmesini, işlenmesini, saklanmasını ve bu işlevleri yerine getirecek yöntem, aygıt ve sistemlerin gerekli yazılımlarıyla birlikte geliştirilmesinin bilgi ve deneyimini ifade eder. Bugün enformasyon teknolojisi, denetimde, zaman, mekân ve coğrafi uzaklık faktörlerinin getirdiği sınırlamaları ortadan kaldırmayı; ses, görüntü, hareketli görüntü, veri biçimindeki enformasyon aktarımlarını tek ve esnek (programı değiştirilebilir) bir şebeke içinde tümleştirmeyi mümkün kılacak bir boyut kazanmıştır.” Dolayısıyla enformasyon hızlı iĢlenebilir ve iletilebilir hale gelmiĢ; böylece enformasyon elde etme ve elde edilen enformasyondan yararlanma kapasitesi artmıĢtır. Ancak, enformasyon teknolojisindeki geliĢme her tür bilgiye eriĢimi kolaylaĢtırmamaktadır. TaĢıma, saklama ve iletime imkan veren bir ortama aktarılmıĢ yani kodlanmıĢ, bir iletiye dönüĢtürülmüĢ bilgiye eriĢim kolaylaĢırken, herkese açık hale getirilmemiĢ olan zihinlerdeki bilgiye eriĢim kolaylığı söz konusu değildir. Bilgi toplumunun teknoloji tabanını oluĢturan bilgi teknolojileri ise insandaki kavrama, düĢünme gibi zihinsel yetileri makinelere kazandırma amacını taĢımaktadır. Dolayısıyla bilgi teknolojileri enformasyon teknolojisinin ötesinde, onun olanaklarını aĢan bir yapı sunmaktadır. 7 niteleyen bu bilgi öğesinin sosyolojik, ekonomik, siyasal ve felsefi sorun teĢkil edecek biçimde dört boyutunun olduğu söylenebilir. Buna göre söz konusu bilgi toplumu, sosyolojik açıdan profesyonel uzmanların ve onların bilimsel yöntemlerinin egemenliği altında bulunması; ekonomik açıdan bilgi üreten ya da yayan uğraĢların geniĢlemesinin damgasını taĢıması; siyasal açıdan bilginin (enformasyonun) herkese açık olup olmaması sorunuyla, dolayısıyla bir meta mı yoksa toplumsal fayda mı sayılması gerektiği meselesiyle boğuĢması ve felsefi açıdan bilginin güvenilirliğini sorgulama kaygısına sahip olması yönleriyle değerlendirilmektedir.17 Ancak, 21. yüzyılı bilgiyle iliĢkisi içinde tanımlama konusundaki görüĢ birliği, bizi, bilgi unsurunun salt bu yüzyılın ayırıcı özelliği olduğu yanılgısına düĢürmemelidir. Çünkü 20. yüzyılın sonunda gerçekleĢen ve enformasyon teknolojilerinde devrim olarak nitelendirilen dönüĢüm, bilgi ve enformasyonu merkezi bir öneme taĢıması dolayısıyla değil, bu bilgi ve enformasyonun bilgi üretim sürecinde kullanılmasını, bilgi iĢleme/iletme aygıtlarına uygulanmasını sağlaması sebebiyle bir dönüĢüm ve ayrıcalık olarak kabul edilmektedir.18 Bilgi ve enformasyonun toplum hayatındaki merkezi önemi meselesi ise çok daha eski kaynaklı olup insanlık tarihini katettiği söylenebilir. Ancak elbette, bilginin toplum hayatındaki öneminin sürekliliği, onun, teknolojik geliĢmeler, toplumsal dönüĢümler (http://www.inovasyon.org/html/AYK.Mulkiye.Der.Ag.01.htm#_edn11) Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bilgi teknolojileri ile enformasyon teknolojileri arasındaki bu farklılık birebir bilgi toplumu ile enformasyon toplumu arasındaki farklılığı açıklamaz. Nitekim, teknolojideki değiĢim de toplumsal değiĢimi açıklamakta tek baĢına yetersiz kalmaktadır. Bu çalıĢmanın sınırlarını aĢacağından bu tarz bir kavramsal farklılık analizi üzerinde durulmayacak, yalnızca yukarıdaki bilgi ve enformasyon arasındaki örtüĢmezliğin altını çizen açıklama ile yetinilecek ve “bilgi toplumu” deyimi, görece geniĢ bir tarihsel döneme iĢaret etmek istendiğinde tercih edilecektir. 17 Burke, a.g.y., s. 1, 2. 18 Manuel Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Birinci Cilt: Ağ Toplumunun YükseliĢi, çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 40. 8 ekseninde açığa çıkan farklı veçhelerini gözardı etmemiz gerektiği anlamına gelmemelidir. 20. yüzyılın son yirmi yılında bir dizi büyük teknolojik geliĢme yaĢanmıĢtır. Enformasyon teknolojilerinde gerçekleĢen devrim niteliğindeki bu dönüĢüm süreci, yeni ürünler ortaya çıkarmanın yanı sıra, esas itibariyle tüm teknolojik devrimler gibi sürece odaklanması bakımından önemlidir. BaĢka devrimlerden farklılaĢtığı nokta ise Castells‟in belirttiği gibi, dönüĢümün çekirdeğinin bilgi işleme ve iletişim teknolojilerine denk düĢmesi ile ilgili olmaktadır.19 Diğer bir deyiĢle, tüm teknolojik devrimler için yeni bilgi ve enformasyon, daha önceki bilginin uygulanması ve geliĢtirilmesi söz konusu iken enformasyon teknolojileri devriminde belirleyici olan, yeni bilgi ve enformasyon ile bilgi üretimi, yani bilginin uygulanması arasında birbirini sürekli besleyen bir bağın oluĢmasıdır.20 Böylelikle ortaya çıkan durumu Castells Ģöyle ifade eder: “Bu yüzden, bilgisayarlar, iletiĢim sistemleri, genetik Ģifre çözümü ve genetik programlama, tümüyle insan aklını geliĢtirmekle kalmaz, onun uzantılarıdır da. Ne düĢündüğümüz, nasıl düĢündüğümüz, gıda, barınak ve iletiĢim sistemleri, bilgisayarlar, füzeler gibi mallarda, hizmetlerde, hatta, sağlık, eğitim, imgeler gibi maddi ve entelektüel ürünlerde ifade edilir hale gelmiĢtir. Zihinler ile makineler arasında giderek artan kaynaĢma … doğma, yaĢama, 19 A.g.y., s. 39. Bu yeni teknolojiler; bilginin derlenmesi, iĢlenmesi, saklanması, kullanılması, aktarılması, denetlenmesi gibi onun yönetimine iliĢkin süreçlerde kullanılan elektronik ağı, sistem ve yöntemleri içermekte; daha çok elektronik bilgi iĢlem sistemleri (bilgisayar) ile iletiĢim (telekomünikasyon) teknolojileri kapsamında tanımlanmaktadır. Bu teknolojilerle birlikte bilginin iĢlenme hızı, kullanabilirliği, kullanım alanları ve veri hacmi artmıĢtır. Bu da bireylerin ve örgütlerin planlama, uygulama ve denetleme kapasitelerini büyük ölçüde geliĢtirmiĢtir. Hazma Al, Bilgi Toplumu ve Kamu Yönetiminde Paradigma DeğiĢimi, Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s. 83. 20 A.g.y., s. 40. 9 öğrenme, çalıĢma, üretme, tüketme, hayal etme, kavga etme ya da ölme biçimlerimizi kökten değiĢtiriyor. ”21 Dolayısıyla denebilir ki, yeni enformasyon teknolojileri, daha güçlü, daha esnek olmaları sayesinde hayatın tüm alanlarını ve dünyanın tüm yerlerini sonsuz etkileme potansiyeline sahip, hedeflediği ürünler bilgi/enformasyon iĢleme ediminin bizatihi kendisi olan süreçlerdir. Enformasyon teknolojilerindeki devrime koĢut olarak ve devrimin itici gücüyle dünya çapında enformasyonel, küresel ve ağ örgütlenmesine dayanan yeni bir ekonomi de belirdi.22 Bu ekonominin temelinde üretkenliği ve rekabet gücünü bilgiye dayalı enformasyon üretme, iĢleme ve uygulama kapasitesine bağlayan ve tüm ekonomik faaliyetlerin küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan bir mantık yer almaktadır.23 Yani, yeni bilgi ve enformasyon üretme yeteneğinin ötesinde: “Teknoloji, bilgi ve yönetimdeki ilerlemesini, yine teknoloji, bilgi ve yönetime aktarma kapasitesi giderek artan yeni, derinden karĢılıklı bağımlılık üzerine kurulu yeni bir ekonomi ortaya çıkar.” 24 Bu noktadan hareketle, yeni bir üretim biçimi olan enformasyonel ekonomiye özgü örgütlenmenin niteliğinden de kısaca bahsetmek gerekir.25 Enformasyon çağında üretimin ve iktisadi faaliyetlerin örgütlenmesinde baĢarı elde edilebilmesi için bilgi üretme ve üretilen bilgiyi verimli Ģekilde iĢleme, yenilikler yaratabilme, 21 A.g.y., s. 41. A.g.y., s. 99. 23 A.g.y., s. 99 vd. 24 A.g.y., s. 100. 25 Ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.y., s. 208-232. 22 10 değiĢime uyarlanabilme becerisi geliĢtirilebilmelidir. Özellikle küresel ekonominin değiĢken yapısı karĢısında ve kültürel, teknolojik, kurumsal değiĢimin etkisiyle farklılaĢan hedeflere uygun araçlar bulma konusunda esnekliğin yakalanabilmiĢ olması önemlidir.26 Castells, enformasyon ağları oluĢturma teknolojisine dayanan bu yeni örgütlenme biçimini “ağ müessesesi” olarak adlandırmaktadır.27 Toparlayacak olursak, enformasyon çağı esas itibariyle toplumsal yapıda gerçekleĢen çok yönlü değiĢimlere iliĢkindir. Modern Batı toplumlarında, toplumsal yapının düzenleyici ilkesi ise “iktisadileĢtirme” biçiminde formüle edilmektedir, yani: kaynak dağılımımda en az maliyet, ikame edilebilirlik, optimizasyon, maksimizasyon.28 Enformasyon teknolojilerindeki geliĢme ile birlikte iktisadi değiĢimin yönü hizmet sektörüne kaymıĢ ve “yeni” toplum hizmet ekonomisine dayalı hale gelmiĢtir. Dolayısıyla, toplumsal yapının düzenleyici ilkesi bakımından denilebilir ki, iktisadi büyümeyi sağlayan üretkenliğin temelinde artık kaba kas gücü ya da enerji değil bilgi ve enformasyon yer almaktadır. Bu durumun toplumsal yapıda yarattığı sonuç ise, bilgiye ve enformasyona dayalı, yönetsel, profesyonel, teknik mesleklerin öneminin artması yönündedir.29 Ancak Castells‟in kabaca ifade edilen bu değerlendirmelere çekinceyle yaklaĢtığını da belirtmek gerekir.30 Castells de bilgi ve enformasyonu verimlilik ve büyümenin temel kaynakları olarak kabul etmektedir. Ancak ona göre bu genel bir saptamadır; 26 A.g.y., s. 237. A.g.y., s. 236. 28 ĠĢaya ÜĢür, Ma‟lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Her şey Katılaşıyor, Türk-ĠĢ Yıllığı‟97, Cilt: 2, Demircioğlu Matbaacılık, Ankara, s. 307, 308. 29 A.g.y., s. 308. 30 Castells, a.g.y., s. 278, 279. 27 11 ayırt edici olan verimlilik artıĢlarının kaynağında değil, bilgiye dayalı sınai, tarımsal üretimin ve hizmetlerin iki ayrı biçimi arasındadır. Dolayısıyla vurgu enformasyon teknolojisi devrimindedir. Bilgiye dayalı verimlilik artıĢını en üst düzeye çıkarma niyeti, geliĢen ve yayılan enformasyon teknolojilerinin gereklerinin yerine getirilmesi suretiyle gerçekleĢtiği için toplum enformasyonel sıfatını kazanmaktadır.31 Ayrıca Castells‟e göre, hizmet sektörünün geliĢimi imalat sektörünün yok olduğu anlamına gelmemekte; imalat ile hizmet arasındaki farklılaĢmadan çok, farklı hizmet türleri arasındaki ayrıma yoğunlaĢmak gerekmekte ve vasıfsız hizmet meslekleri de vasıflılar kadar artıĢ göstermektedir; dolayısıyla orta kesim aleyhine daha da kutuplaĢmıĢ bir toplumsal yapı söz konusu olmaktadır.32 Bütün bu tartıĢmalar enformasyon çağının kapitalizm ve sanayi devrimi açısından sorgulanmasına gönderme yapmaktadır. Kapitalist üretim biçiminden kopuĢun aksine bir sürekliliğin söz konusu olduğu, ama aynı zamanda kapitalizmde yeniden yapılanmanın gerçekleĢtiği, enformasyon teknolojisi devriminin kapitalizmin küresel olarak yeniden yapılandığı bir tarihsel dönemde doğduğu ve yayıldığı konusunda görüĢ çokluğunun bulunduğu söylenebilir.33 Castells, üretim biçimleri (kapitalizm, devletçilik) ile kalkınma biçimleri (sınaileĢmecilik, enformasyonelizm) arasındaki ayrımın öneminden bahseder. Buna göre, 20.yüzyılda yaĢanan iki baskın üretim biçimidir: kapitalizm ve devletçilik. Kapitalizm kâr maksimizasyonuna; yani sermayenin üretim araçlarının kendi 31 A.g.y. A.g.y., s. 279-281. 33 A.g.y., s. 15. Ayrıca tartıĢmalar için bkz. ÜĢür, a.g.y., s. 303-312; Gencay ġaylan, DeğiĢim KüreselleĢme ve Devletin Yeni ĠĢlevi, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2003, s. 169-212; Castells, a.g.y., s. 16-26. 32 12 kontrolünde olmasına bağlı olarak kendine mal ettiği artıdeğerin miktarını sürekli artırmasına dayanırken, devletçilik iktidarın maksimizasyonuna dayanmakta; dolayısıyla artıdeğerin kontrolü ekonomik alanın dıĢında kalmaktadır. Kalkınma biçimleri ise üretkenliğin temelindeki belirleyici kaynağa vurgu yapmaktadır. Bilgi üstüne bilgi gelmesi eyleminin bizatihi kendisi üretkenliğin kaynağını oluĢturduğunda enformasyonel kalkınma biçimi söz konusudur; ve enformasyonel toplumlar günümüzdeki halleriyle, bazıları devletçi olan endüstriyel toplumların aksine kapitalisttir.34 Kapitalizmle enformasyonel toplum arasındaki iliĢkiden yola çıkarak, her ikisine de temel oluĢturan tarihsel birikimi/kökeni incelemenin sırasıdır. Burke‟nin belirttiği gibi, güncel tartıĢmalardan yola çıkarak geçmiĢ hakkında yeni sorular sorulduğu vakit, günümüzün kanıksanmaya baĢlanmıĢ özelliklerinin uzun dönemlere yayılmıĢ eğilimlerin etkisiyle biçimlendiği görülecek ve daha doğru bir anlamlandırmaya gidilebilecektir.35 Ayrıca bu sayede, bilgi ve enformasyonun toplumdaki yerini siyasal açıdan ele alma giriĢimine, yani bilgi siyasetine yaklaĢılmaya çalıĢılacaktır. O halde öncelikle “bilgi toplumu”nun kökeni sorununa değinmek gereklidir. Bu sorun bizi modern hayatın doğuĢuna götürecektir. 34 35 Castells, a.g.y., s. 17, 19, 20, 24. Burke, a.g.y., s. 2. 13 II. MODERN ĠKTĠDARIN OLUġUMU Güçlü merkezi kurumların yokluğu feodal toplumun püf noktasıdır denebilir. Hem siyasal yapısının parçalılık ve yerellik özelliği göstermesi, hem de ekonomik yapısında uzmanlaĢma ve iĢ bölümüne yer olmaması dönüp dolaĢıp “istikrarlı merkezileĢ(eme)me” olgusunda düğümlenmektedir. Siyasal ve ekonomik yönleri kapsayacak Ģekilde feodal toplumda istikrarlı bir merkezileĢme sağlanamaması olgusunun içeriği kabaca Ģöyle ifade edilebilir: Çok sayıda, yatay düzeyde, içe kapalı egemenlik bölgelerinde yinelenen temel bir ikili iliĢki biçimi vardır. Bu iliĢki, temel üretim kaynağı olan toprağın aralarında paylaĢtırıldığı mülk sahibi soylular ile savaĢçılar arasında cereyan etmektedir: hizmetlere ihtiyaç duyan, hizmet karĢılığında toprak ve himaye veren soylular ile toprak ya da himayeye ihtiyaç duyan ve karĢılığında hizmet sunan savaĢçılar.36 Hizmet sorumluluğu iki edimi kapsamaktadır: üretmek ve savaĢmak. Buna göre, soylunun toprağında yapılan üretimin az bir miktarı ayrılıp geri kalanı yükümlülük gereği verilmekte ve savaĢ zamanı soylunun ordusunun savaĢçı ihtiyacı giderilmektedir. Üretim araçlarının ve askeri gücün paylaĢılmıĢ olması merkezi yönetimin gerçekleĢmediğini gösterir; bu nedenle kralın konumu en tepede olmasına karĢın semboliktir. Hemen belirtmek gerekir ki bu durum merkezileĢme eğilimlerini dıĢlamamaktadır. Örneğin, kral tarafından belirli bir bölgedeki egemenlik iĢlevleri 36 Norbert Elias, Uygarlık Süreci, Cilt 2, çev: Erol Özbek, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 96. 14 kendisine ödünç bırakılan hanedan, fiili egemen olarak bu bölgede tasarrufta bulunurken, uygun koĢulları yakaladığında toprak alanını geniĢleterek diğer bölgelerdeki hanedanlara karĢı üstünlük göstermeye ve bağımsızlığını kazanma yolunda ilerlemeye, yani merkezileĢmeye baĢlayabilir. Ancak geniĢ bir coğrafyada hakimiyet kurma sorunlar yaratacağından bir süre sonra ademi merkezileĢme; dolayısıyla istikrarsızlık kaçınılmaz olacaktır.37 Bu kaçınılmazlık feodal toplumun yapısından kaynaklanmaktadır. Elias‟ın deyimiyle: “…[A]demi merkeziyetçileĢtirici kuvvetlere merkezileĢtirici kuvvetler karĢısında her defasında yeniden üstünlük kazandıran Ģeyi görmek zor değildir. … Devletler dünyasının feodalleĢmesi her yerde hükümdarları, askeri birlik liderlerini ve memurlarını toprak mülkiyetiyle donatmaya zorluyordu; bundan dolayı yoksulluğa gömülmek istemiyor ve vasalların askeri hizmetlerinden yararlanmak istiyorlarsa, neredeyse zorunlu olarak komĢu yörelerin erk boĢluğu bulunan alanlarına yönelen, savaĢçı geniĢleme denemelerine adeta itiliyorlardı. Böylesi bir bağımlılığın modern memuriyetin oluĢturulması yoluyla aĢılabilmesi için ise o zamanlar öncelikle ekonomik önkoĢul eksikti..” 38 Feodal toplumu belirleyen üç önemli özellik yukarıdaki alıntıda açıkça ifade edilmektedir: “savaĢçıların ve memurların toprakla donatılması zorunluluğu”; “yeni 37 A.g.y., s. 28, 31 ve Cenk Yiğiter, Feodal Dönemden Modern Döneme Geçişte Cezalandırma İktidarının Dönüşümü, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Doç. Dr. Mithat Sancar), Ankara, (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Genel Kamu Hukuku), s. 68. 38 Elias, a.g.y., s. 41, 42. 15 fetih seferleri gerçekleĢmediği sürece kraliyet mülkiyetinin kaçınılmaz olarak azalması”; “merkezi iktidarın barıĢ zamanlarında zayıflaması eğilimi”.39 “FeodalleĢme”nin en uç noktası parçalılık durumunun en üst düzeye ulaĢtığı, gittikçe bölünen ve kralın tasarrufundan savaĢçıların tasarrufuna geçen mülklerin bir hükümdarın devleti yönetmesi gibi yönetildiği noktadır;40 ve bu nokta aynı zamanda yeni bir merkezileĢme sürecinin habercisidir: “… uç noktada konumlanan bu parçalılık durumunu baĢlangıç noktası olarak alırsak, akıĢı boyunca gittikçe daha büyük bölgelerin ve insan kütlelerinin karĢılıklı bağımlı hale geldiği ve nihayet sıkı Ģekilde örgütlenmiĢ entegrasyon birimlerine dönüĢtüğü uzun bir tarihsel süreç baĢlar.”41 Krala merkezi egemenlik konumunu kazandıran ve feodal dönemi sonlandırarak önceki çelimsiz merkezileĢme giriĢimlerinden farkını ortaya koyan “mutlakiyet süreci” elbette bazı olgusal geliĢmelerin varlığını gerektiriyordu. 1. AVRUPA EKONOMĠSĠNĠN DOĞUġU Avrupa 11. yüzyıldan itibaren bir geniĢleme sürecine girmiĢtir. Bu süreci tetikleyen en önemli unsur ortaçağ kentlerinin ortaya çıkması ve kentsel yaĢamın baĢlamasıdır. Tarımsal tekniklerin geliĢmesi ve nüfus artıĢı ticari faaliyetin canlanmasını sağlamıĢ, böylelikle kentleĢmenin yolu açılmıĢtır. 39 A.g.y., s. 42. A.g.y., 97, 98. 41 A.g.y., s. 98. 40 16 Poggi‟nin belirttiği gibi ortaçağ kentleri, üretim ve ticaretle uğraĢan, yoğun nüfusa sahip yerleĢim alanları olmanın yanı sıra siyasal açıdan özerk birimlerdi. Özerklik kazanmalarını sağlayan faktör, kenti oluĢturan bireylerin –kent yaĢamıyla birlikte doğmuĢ olan burjuvazinin- ortak çıkarlarının –kırsal alandakinden daha karmaĢık ve dinamik bir iĢbölümü, ticaret ve üretime iliĢkin çıkarlar- bilincine varmaları ve bu çıkarları gerçekleĢtirebilmek adına özgür iradeleriyle biraraya gelerek tüzel bir yapı meydana getirmeleriydi. Bu tüzel yapı, çıkarlarını gerçekleĢtirmeye hizmet edecek, feodal sistemdeki düzenlemelerden bağımsız bir yasal çerçeveyi hedefliyordu. Ancak bununla birlikte, kentlerin hukuksal ve siyasal özerkliği “kent-devleti” biçimini almamakta –Ġtalya hariç tutulursa- bölgesel bir yönetim dahilinde tanımlanmaktaydı. Bölgesel yönetim kentler için bir gereklilikti; çünkü hem kent ve kırsal alan arasında, hem de kentler arasında, nüfus, yiyecek ve hammadde ihtiyacının karĢılanabilmesi için -yukarıda belirtildiği gibi- bir iĢbölümü söz konusuydu. Bu geniĢ alanlarda istedikleri düzeni tesis edebilmeleri için de, kapsayıcılık kapasitesi yüksek bir yönetime gereksinim duymaktalardı. 42 Ortaçağ kentinin Avrupa‟nın büyümesindeki önemli iĢlevi, kendine özgü konumuna, “daha önceden örgütlenmiĢ kırsal bir dünyanın içinde büyümesi ve geliĢmesine”43 bağlanabilir. Braudel‟in aktarımıyla, “Kent kaderini yollarıyla, pazarlarıyla, atelyeleriyle, kendi evinde biriken parayla sağlamaktadır. Pazarları, köylülerin ona gündelik artık ürünlerini getirmeleriyle iaĢesini sağlamaktadırlar: “ … 42 Gianfranco Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, çev: ġule Kut – Binnaz Toprak, 3. Baskı, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 54-59. 43 Fernand Braudel, Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993, s. 77. 17 ayni ödentiler yoluyla yığılan Ģu muazzam miktardaki ürüne bir çıkıĢ olanağı sağlamaktadırlar.”44 Böylelikle, kırsal artık ürünün dolaĢıma sokulması yoluyla, “doğrudan tarımsal tüketim”den “dolaylı tarımsal tüketim”e geçilmiĢtir.45 Bu dönüĢüm süreci aynı zamanda, Avrupa ekonomisini, “ekonomi-dünya”yı doğurarak feodal dönemin sonunu getirecek ortamın oluĢmasını sağlayacaktır.* Mutlakiyet dönemi melez karakteriyle anılmaktadır. Buna göre, hem arkaik olanı, feodal iktidarların son kalıntılarını içinde barındırmakta; hem de modern olana, modern devletin pek çok niteliğinin canlanmasına sahne olmaktadır.46 Mutlakiyetin temel olarak ifade ettiği Ģey, siyasi iktidarın tek elde toplanması anlamına gelen bir merkezileĢmedir. Bu tanımlama mutlak devletin özellikle iki niteliğine gönderme yapmaktadır: siyasal imtiyazları elinde bulunduran ve politika geliĢtirecek tek merkez olma özelliğine sahip bir hükümdar ile merkezle ülke arasında bağlantı kuran yeni bir idare sistemi.47 44 A.g.y., s. 79. Bkz. a.g.y. * Sermaye birikimi endüstriyel kapitalizmin oluĢumu içim Ģarttır. Kapitalist dönemden önce, kapitalist üretimi baĢlatacak olan sermaye birikimi en çok ticaret yoluyla gerçekleĢmekteydi. Ancak, “ yalnız mal mübadelesini değil, fetih, korsanlık, talan ve sömürüyü de kapsayan esnek bir terimdi bu ticaret.” Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev: Murat Belge, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003, s. 179. Özellikle Haçlı seferlerinde elde edilen sonuçlar ticaretin geliĢimi açısından çok önemli olmuĢtur. Doğu‟ya yolculuklarda karĢılaĢılan malların talep görmesi -Doğu ticareti-, artan nüfusun ihtiyaçlarını giderecek pazarın oluĢumunu sağlamıĢtır. Huberman, a.g.y., s. 28. Ve öncelikle Ġtalyan Ģehir devletleri kapitalist örgütlenmenin baĢlangıcını oluĢturan aĢamaya ulaĢabilmiĢtir. A.g.y., s. 179. 46 Bkz. Yiğiter, a.g.y., s. 70 ve Anderson‟dan aktaran: Christopher Pierson, Modern Devlet, çev: Dilek Hattatoğlu, Çiviyazıları Yayınları, Ġstanbul, 2000, s. 79. 47 Gianfranco Poggi, Devlet, çev: Aysun Babacan, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 63. 45 18 2. SAVAġIN ETKĠSĠ “Avrupa ulusal devletler ağını savaĢlar ördü ve savaĢ hazırlıkları bu sistemdeki devletlerin iç yapılarını yarattı.1500‟lü yıllar kritikti”48 Ekonominin ticarileĢmesi, bunun sonucu olarak savaĢan güçlerin maddi olanaklarının artması ve savaĢ teknolojisinin geliĢmesi, 15. yüzyıldan sonra savaĢ etkinliğinin niteliğini değiĢtirerek daha masraflı hale getirmiĢtir. Kentsel hayatın ve ticaretin sağladığı zenginlikler ve yeni fetihlerle savaĢçı bir hanedanın gelirleri gittikçe artmakta; güçsüz hanedanların zorunlu katılımıyla egemenlik alanları geniĢlemekte, yine merkezileĢme eğilimleri; ancak bu kez farklı bir biçimde baĢ göstermektedir. Poggi‟nin belirttiği gibi, bölgesel yönetimin güçlendirilmesi ile küçük ve zayıf toprakların daha güçlü olanların egemenliğine girmesi, “görece küçük sayıda bağımsız devletlerin oluĢmasına, her birinin kendi egemenliğini ilan etmesine ve diğerleriyle iliĢkilerinde riskli bir güç mücadelesine girmesine yol açmıĢtır.”49 Dolayısıyla, geniĢ topraklar üzerinde hakimiyet kurmayı baĢaran hanedanlar, güçlü bir ekonomik ve askeri temele sahip mutlak monarklar olma yolunda ilerlemektedir. Bu süreç oluĢumunu istikrarlı bir merkezileĢmeyi mümkün kılan koĢulların sağlanmasına borçludur: her Ģeyden önce para ekonomisi geliĢmiĢtir. Bu sayede, hükümdar için çalıĢanlara hizmetlerinin karĢılığı olarak yeni fethedilen topraklarda tasarruf imtiyazı verilmesi uygulamasından vazgeçilmiĢ, söz konusu çalıĢanların 48 Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin OluĢumu, çev: Kudret Emiroğlu, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001, s. 137. 49 A.g.y., s. 79. 19 hizmetleri parasal olarak karĢılanmaya baĢlanarak modern memuriyetin ve bürokrasinin yolu açılmıĢtır.50 : “Para ekonomisinin büyümesiyle … bütün krallıkta, toprakla değil parayla çalıĢan kraliyet görevlileri para vergisi toplayabiliyorlardı. Ülkenin her yerine yerleĢtirilen maaĢlı kraliyet memurları kral adına yönetme görevini yürütebiliyorlardı –feodal dönemde bu iĢi soylular, toprak karĢılığında yaparlardı. Bu önemliydi.”51 MerkezileĢme eğilimlerinin baĢarılı olması, egemenlik alanlarındaki topraklardan gelen para akıĢının düzenliliğine ve artıĢına; diğer bir deyiĢle, sermaye birikiminin ve yoğunlaĢmasının süreklilik kazanmasına bağlıdır. Dolayısıyla hükümdarın, savaĢın gereklerine uyum sağlayabilmesi için, elde ettiği gelirleri yönetmesi, yeni yönetim teknikleri geliĢtirmesi gerekmektedir. Böylelikle yeni bir siyasal mücadele biçimi, savaĢa hazırlık pratiklerine koĢut olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yeni siyasal mücadele biçimi ya da kamu yönetimi tekniği, ilk aĢamada, askeri eylemlerde esas rolün geleneksel güçlerden sözleĢmeyle tutulan paralı askerlere geçiĢini ve sermayenin hükümdarın denetimi altındaki toprak ve nüfustan haraç ve kira olarak toplanması yerine vergilendirme, borçlanma gibi gelir getiren iĢlemlerin kapitalistler* aracılığıyla dolaylı yollardan elde edilmeye baĢlanmasını ifade etmektedir/içermektedir. Ġkinci aĢama ise, dolaylı yönetimin terk edilip, devletlerin kendi ulusal nüfuslarından kitlesel ordu ve donanmalar oluĢturmalarına, devasa bir 50 Bkz. Max Weber, Sosyoloji Yazıları, çev: Taha Parla, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 1996, s. 301 vd. Huberman, a.g.y., s. 88. * Diğer bir deyiĢle burjuvazi. Tilly‟nin terminolojisine göre kapitalistler, sermayenin birikimi, satıĢı ve alımında uzmanlaĢmıĢ kiĢilerdir ve ücretli iĢçilerin kapitalistlerin sahip olduğu üretim araçlarını kullanarak üretim yaptıkları kapitalizm olmadan önce de varolmuĢlardır. Tilly, a.g.y., s. 43. 51 20 idari örgütlenmenin iĢlerlik kazanabilmesiyle mümkün hale gelen doğrudan yönetimin kuruluĢuna iĢaret etmektedir.52 Yukarıda bahsedildiği gibi borçlanma, merkezileĢen siyasal iktidarın savaĢ masraflarını karĢılamasına yarayacak yeni gelir kaynaklarından biridir. Bu borç imkanını sunabilecek taraf ise yine bahsedildiği gibi burjuvazi olacaktır. Dolayısıyla burjuvazi ile kral arasında karĢılıklı bir çıkar iliĢkisi söz konusudur. Kral, maddi açıdan bağımlı olduğu burjuvazinin siyasal taleplerini gözardı edemeyecek; böylece burjuvazi de siyasallaĢabilme fırsatını yakalayacaktır.53 3. KENTLERĠN ÖZERKLĠĞĠNĠ YĠTĠRMESĠ Modern devletin geliĢebilmesi için kentlerin özerkliklerinin gönüllü bir biçimde son bulması gerekmektedir. Burjuvazinin kent yaĢamına iliĢkin ticari beklentilerinin değiĢmesi ve siyasal taleplerinin artması ile kent kurumlarının güvenlik sorunuyla mücadele etmedeki yetersizlikleri sonucu iĢbirliği sağlanabilmiĢ, diğer bazı çıkarlar ve ayrıcalıklar uğruna özerklik istemleri etkisini yitirmeye baĢlamıĢtır.54 52 Tilly, a.g.y., s. 63. Yiğiter, a.g.y., s. 73. 54 Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1996, s. 337. 53 21 3.1. BURJUVAZĠNĠN MERKEZĠLEġME ĠHTĠYACI Kentteki grupların siyasal özerklik talebi, daha önce de bahsedildiği gibi, yönetim konusunun bizatihi kendisine önem vermekten çok, ticaret ve üretime iliĢkin çıkarların siyasal açıdan güvence altına alınması, bunun için de yasaları uygulayacak ve düzeni sağlayacak daha geniĢ kapsamlı çerçevelerin oluĢturulması isteğiyle ilgiliydi.55 Ticaret hayatının gittikçe geliĢmesiyle birlikte, burjuvazinin ticari iliĢkiler kurduğu, kâr etme olanaklarını arttırmasını sağlayacak coğrafi alan geniĢlemiĢtir. Dolayısıyla burjuvazi, merkezi açıdan kuvvetli bir hükümdarın, “baĢka hiçbir kurumun yapamayacağı, … kentsel ekonomik faaliyetlerin desteklenmesi ve düzene sokulması için giderek büyüyen, standartlaĢan ve tüm bölgeyi kapsayan bir çerçevenin kurulmasını güvence altına alabileceğini … yeni yeni ortaya çıkmaya baĢlayan uluslararası hukuk sistemi açısından da dıĢ pazarların geniĢletilmesi, okyanus ötesi kaynakların kullanılabilmesi ya da yabancı rekabetin önlenebilmesi için kentteki zengin grupların artan taleplerini değerlendirecek ve çıkarlarını koruyacak ayrıcalıklı konumunu”56 farketmiĢtir. Kentteki siyasal kurumlar, vergi ayrıcalıkları ya da unvan sahibi olabilme gibi soylulara özgü yasal hak ve yetkiler nedeniyle de iĢlerliğini kaybetmiĢtir. 57 Artık, doğuĢtan kazanılan üstünlükler yerine, ticaret hayatına engel çıkartmayacak olan “imkânlarda eĢitlik” durumuna ulaĢılmak istenmektedir. 55 Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 82. A.g.y. 57 A.g.y., s. 84. 56 22 Hükümdarın karĢısında güçlü bir rakip olarak kilise de bu merkezileĢme hadisesinden nasibini alacaktır. Kilise, büyük bir servete sahip olmasına karĢın krala vergi vermekten kaçınmaktaydı. Kral ise kilisenin masraflara katılması gerektiğini düĢünüyordu. Ayrıca yargılama iĢlevinin normal mahkemeler ve kilise mahkemeleri arasında bölünmesi anlaĢmazlıklara yol açmakta; papanın bir de içiĢlerine karıĢması kilisenin krala politik açıdan rakip olmasına neden olmaktadır. Kilisenin sergilediği yozlaĢmıĢ, adaletsiz ve kent yaĢamının ihtiyaçlarıyla bağdaĢmayan uygulamalar sebebiyle halk arasında da tepkiler yükseliĢe geçmiĢtir. Dolayısıyla, kiliseye nüfuzunu kaybettirme ve güçlü bir hükümdarı destekleme yolunda kral tek baĢına değildir.58 3.2. GÜVENLĠK SORUNU Kentlerin feodal kurumlardan kurtulmayı dert edinmelerinin temelinde, feodal adaletin değiĢen koĢullar karĢısındaki zayıflığı, yeterli bir baskı aracı olmaktan uzaklığı, değiĢen değerleri koruma konusunda uyandırdığı güvensizlik yer almaktaydı. Ortaçağ kenti üç tür araziden oluĢuyordu: duvarla çevrelenmiĢ ve belli güçlerin, genellikle kral ve kilisenin sahip olduğu araziler ile duvarları olmayan ancak yine büyük ve belli güçlerin elindeki arazilerin yanında üçüncü tür bir arazi daha vardı nüfusun yoğun olduğu bu son arazi türü duvarlarla çevrili olmadığı gibi belirlenmiĢ güçlerin denetimi altında da bulunmuyordu.59 Bütün olarak kentin görünümü dağınık ve bakımsızdı, bu durum özellikle kent sokaklarına bakılarak 58 59 Huberman, a.g.y., s. 92-98; özellikle, 93, 94. Richard Sennet, Ten ve TaĢ, çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 168. 23 anlaĢılabilir. Kent sokakları, yeni bir zaman ve mekan anlayıĢı getiren kent yaĢamının ekonomik karakterinin dıĢavurumuydu adeta ve geliĢen ticarete ayak uydurabilsin diye büyümeye terk edilen kentin çeliĢkilerini gizlemekten uzaktı.60 Ekonomik rekabeti kıĢkırtan sokaklarda Ģiddet hüküm sürüyordu. Ancak çeliĢkili bir Ģiddet, mülklerden ziyade insanlara yönelen bir Ģiddet. 61 Mülkiyet suçlarından çok fiziksel Ģiddettin yayılmasının sebeplerine iliĢkin olarak Sennet‟in değindiği, zengin sınıfların yoğun bir biçimde korunması ve içki içme ihtiyacında meydana gelen artıĢ sonucu insan davranıĢlarının kontrolünü yitirmesi62 dıĢında, değiĢen toplumsal denetim biçimi; diğer bir deyiĢle, suçlara karĢılık öngörülen cezaların yeni niteliği - zengin sınıfları da tehdit eden suç patlamasını besleyenkentin zaaflarıyla birlikte hesaba katıldığında artan güvensizlik ortamını hazırlayan koĢullar açıklık kazanacaktır. Kentte en sık görülen ceza türleri olan, kentten kovma ile suçun türüne ve suçlunun ekonomik konumuna göre derecelendirilen para cezası,63 cezalarda bir yumuĢamaya iĢaret etmektedir. Bu durum, yumuĢamayı mümkün kılan Ģartların ve bir takım çıkar kaygılarının yanı sıra, bazı koĢulların henüz oluĢmamıĢlığının göstergesidir. Dolayısıyla, kent içi birliği koruma, mümkün olduğu kadar kent sakinlerini topluma yeniden kazandırma hedefi, kentlerin en büyük eksikliği olan kolluk kuvvetlerinden yoksunluğu ile birlikte düĢünüldüğünde, para cezasını ödeyemeyen kiĢilerin kentten kovulması sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla kent 60 A.g.y., s. 173. A.g.y., s. 175 ve Robert Muchembled, ĠĢkenceler Zamanı – Mutlak Krallar Devrinde Ġtaat, çev: Ali Berktay, Tümzamanlaryayıncılık, Ġstabul, 1998, s. 34-36. 62 Senet, a.g.y., s. 175. 63 Muchembled, a.g.y., s. 27. 61 24 ceza adaletinde sürgün, kaçınılmaz bir ceza türü olarak ortaya çıkarak, suç oranında düĢüĢ yerine artıĢı ve giderek tırmanan güvensizlik ortamını hazırlamaktadır.64 Adli para cezasını, yapılan indirimlere rağmen ödemeyen ve kentten kovulan kiĢiler, -ki bunların sayısı oldukça çoktur-65 yetkili makamlarla mali bir uzlaĢma yolu bulamadıkları sürece, sivil olarak ölü kabul edilirler; yani adli bir soruĢturma gerekmeksizin kent sınırları içinde görüldükleri yerde öldürülmeleri meĢrudur. Ancak düzenli bir polis gücünün yokluğundan dolayı bu kiĢilerin yakalanıp öldürülmeleri nadiren gerçekleĢmektedir.66 Dolayısıyla toplumsal barıĢı sağlamak amacıyla yerleĢtirilmeye çalıĢılan yeni ceza adaletinin, para cezalarını ödemedikleri için dıĢladığı kiĢileri kentten uzak tutma konusunda baĢarılı olamadığı söylenebilir.67 16. yüzyılla birlikte, kent barıĢını bozdukları gerekçesiyle kent sınırları dıĢına itilenlerin gittikçe kalabalıklaĢması, bir araya gelerek suç örgütleri oluĢturmaları, kente giriĢlerinin kent otoriteleri tarafından engellenememesi ve kent dıĢını zaten kontrol edemeyen kent otoritelerinin, kent içinde de güvenlik zaafiyeti içine düĢmesi, yeni bir güvenlik arayıĢını zorunlu kılmıĢtır: “Ġlk kez kentler gerçekten devlet desteğine gereksinim duymaktadır. Yardım ve baskı, artık ülke ölçeğinde ele alınmak zorundadır, çünkü köklerinden kopmuĢ ve sefil durumdaki insanların sayısındaki ani patlama surların dıĢında kalanları reddetmenin geleneksel biçimlerini geçersiz kılmaktadır.”68 Kentleri bekleyen kader, yükselen monarĢinin gücüne boyun eğmekten baĢka bir Ģey olamaz artık. 64 A.g.y., s. 27. A.g.y., s. 52. 66 A.g.y., s. 31. 67 A.g.y., s. 48. 68 A.g.y., s. 115. 65 25 4. MUTLAK ĠKTĠDARIN RASYONELLEġMESĠ: EGEMENLĠK TEKELĠNĠN TOPLUMSALLAġMASI Mutlak iktidarlar döneminin modern siyasal iktidarların oluĢumu açısından önemine değinmiĢtik. Nitekim mutlaki dönemde siyasal iktidar, daha önce görülmedik büyüklükte bir merkezi güce dönüĢmüĢtür. Bu durum, zor kullanma tekeli (askeri tekel) ile ekonomik tekelin (vergilendirme tekeli) merkezi gücün tasarrufunda bir araya gelmesini ifade etmektedir. Dolayısıyla mutlakiyetçi iktidar, kentleri ve kırsal alanları kapsayan, sınırları kesin bir biçimde çizilmiĢ topraklar üzerinde egemenlik kurarak büyük bir nüfusu yönetimi altında toplamayı baĢarmıĢtır. Ancak Pierson‟un belirttiği gibi, tam geliĢmiĢ mutlakiyette bile arkaik bir nitelik vardır. Örneğin bürokrasi hâlâ rüĢvetçi ve profesyonellikten yoksundur, reformdan geçmemiĢtir; vergilendirme tam anlamıyla sürekli ve sistematik değildir; bazı ülkelerde, geleneksel olarak ayrıcalıklara sahip kesim varlığını sürdürmeye devam etmektedir.69 Modern devletin karakteristik özelliklerinden biri olan devlet kurumlarının kamusallığının bir ölçüde mutlak iktidarlar döneminde geliĢmeye baĢladığı söylenebilir. Buna göre mutlak iktidar, yüklendiği siyasal iĢlevler ve görevlileriyle uyrukluğundaki toplumdan farklılaĢmıĢtır. Ġktidarın bu konumundan toplum, vergi ödeyecek, askere alınacak kiĢiler olarak görünmektedir: “Toplum, yalnızca yönetilirdi.”70 Ve mutlak yönetimin en büyük kaygısı, “halkı meĢgul etmek, iç barıĢı 69 70 Pierson, a.g.y., s. 88. Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 97. 26 korumak ve siyasetle ilgilenilmemesini sağlamak; yönetimin harcamaları için gerekli olan vergilendirilebilir serveti yaratmak amacıyla” ekonomik etkinlikleri özendirmek, kiĢilerin ekonomik uğraĢlarının düzenlenmesi ve geliĢtirilmesinde yetkili olabilmekti.71 Yönetim yetkilerinin böylesi bir farklılaĢmıĢ merkezde yoğunlaĢması; diğer bir deyiĢle egemenlik tekeli, daha önce bahsedildiği gibi, burjuvazinin ekonomik fırsatlar uğruna yürüttüğü serbest rekabet mücadelesinin selameti ile uyum içindeydi. Ancak, mutlak politikaların ticareti gittikçe daha fazla tek yanlı yönlendirmesi, gelirlerin dağıtımının hükümdarın keyfine kalmıĢ olması gibi durumlar, toplumun ticarileĢme katsayısı arttığında ve bölünen toplumsal iĢlevlerin karĢılıklı bağımlılığı yükseldiğinde toplum içinde sıkıntılara ve tepkilere yol açmaya baĢlamıĢtır. Arzu edilen, egemenlik tekelinin sağladığı fırsatların karĢılıklı bağımlılık içindeki insan topluluğunun ekonomik çıkarlarına göre plânlı ve akılcı bir Ģekilde dağıtılmasına dayanan kamusal bir iĢlevin tam anlamıyla yüklenilmesi; dolayısıyla yönetimin toplumsallaĢarak rasyonelleĢmesidir.72 Öte yandan burjuvazi, Aydınlanma çağının getirdiği düĢünsel hareketlilikten de etkilenmiĢtir. Pek çok alana iliĢkin tartıĢmaların yapıldığı toplantılarda siyasal konulara da değiniliyor olması, burjuvazinin, yönetimin niteliği üzerine düĢünen, siyasal iktidarın tercihlerini eleĢtiren ve siyasi meselelere çözüm üreten etkin bir kitle haline gelmesini sağlamıĢtır. Böylelikle toplumda, özel çıkarların ötesinde ortak çıkarları önemseyen, bu nedenle devlet iĢleri üzerine kafa yoran bir “kamu alanı” 71 72 A.g.y., s. 98. Elias, a.g.y., s. 149-162. 27 oluĢmaya baĢlamıĢtır.73 Dolayısıyla, hem iktidar hem de toplum tarafında çift taraflı bir kamusallaĢma sürecinin iĢlediği gözlenmektedir. Sonuç olarak, yönetim sınırlandırılacak; devlet faaliyetleri nispeten denetlenebilir bir seviyeye çekilecek; anayasacılık hareketleri geliĢecek; yurttaĢlığın tanımı, “haklar, evrensellik, demokrasi baĢlığı altında”74 yeniden yapılacak; böylece modern devlet bir rengini daha edinecektir. Bu durum, devlet ile burjuvazinin çıkarları arasında bir ayrıĢmadan ziyade, amaçların daha rasyonel ve yasal bir noktada ortak kılınması çabasına, deyim yerindeyse taktiklerde anlaĢmaya, devlet politikalarının ideolojik meĢruiyet kazanması açısından düĢünülecek olursa ise bir çakıĢmaya75 iĢaret etmektedir. Dolayısıyla iktidar katında bir eksilme gibi değerlendirilmemelidir. Nitekim her iki tarafın da varlığının devamı birbirine bağımlıdır, nihayetinde birbirlerini gözetmekten vazgeçemezler: “Toplumun çok ilerlemiĢ iĢlev bölümünde ortaya çıkan Ģey, bu tekellerin sürekli, uzmanlaĢmıĢ bir idare aygıtına sahip olmasıdır. Ordu ve vergiler üzerindeki tasarrufun tekel niteliğini tam anlamıyla kazanması ancak bu farklılaĢmıĢ egemenlik aygıtının ortaya çıkmasıyla olur, askeri tekel ve vergi tekeli ancak bu Ģekilde sürekli bir fenomen haline gelir. Sosyal mücadeleler artık egemenlik tekelinin bertaraf edilmesi uğruna değil, yalnızca kimin bu tekel aygıtı üzerinde tasarrufta bulunacağı, aygıtın nereden devĢirilmesi ve yükünün ve yararının nasıl dağıtılması gerektiği soruları etrafında döner. 73 Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 101, 102. Pierson, a.g.y., s. 91. 75 Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 103. 74 28 Egemenlik birimleri ancak merkezi erkin bu sürekli tekelinin ve bu uzmanlaĢmıĢ egemenlik aygıtının oluĢumuyla birlikte „devlet‟ niteliğini kazanırlar.”76 5. DÜġÜNSEL DEĞĠġĠM 5.1. YENĠ BĠR EGEMENLĠK ANLAYIġI Siyasetin dünyevileĢmesi ve eĢ zamanlı olarak tanrısal karakterinin yitimi için toplumu düzenleyen yasanın kaynağını yine toplumun kendisi oluĢturmalıdır. Dolayısıyla, devletin doğumundan evvel yeni bir insan anlayıĢının doğumunu düĢünmek zorunludur. Söz konusu yeni anlayıĢa göre insan, Tanrı‟nın dünyevi alandan dıĢlanması sonucu, kendi kaderine hakim olan, geçmiĢi yorumlayıp geleceği planlayabilendir.77 Ġnsanın yeni etkin konumu siyasi iktidara da yeni bir biçim verecektir. Mutlak monarĢi iktidarları, siyasal iktidar konusunda yeni bir anlayıĢa, iktidarın anlamını yeniden kurgulayacak yeni bir söyleme ihtiyaç duymuĢtur. Bu ihtiyaç aynı zamanda, siyasi iktidar için yeni bir meĢruiyet kaynağı arayıĢına karĢılık gelmektedir. Söz konusu meĢrulaĢtırıcı söylemi ilk kurgulayan ve “egemenlik” kavramını yaratan düĢünür Jean Bodin‟dir. Bodin‟in devlet iktidarı tanımı egemenlik kavramında temellenmekte; egemenliğe, devleti diğer topluluklardan ayıran bir unsur 76 77 Elias, a.g.y., s. 149. Cemal Bali Akal, Ġktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s. 50, 51. 29 olma iĢlevi yüklemektedir. Bodin‟e78 göre egemenlik, “yurttaĢlar ve uyruklar üstündeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güçtür” Bu tanımdan anlaĢılabileceği gibi Bodin, egemenliğin üç temel özelliği olarak mutlaklık, bölünmezlik ve sürekliliğe vurgu yapmaktadır. Egemenliğin mutlak olması, siyasal iktidarın, Tanrı‟dan baĢka hiçbir güç tarafından sınırlanmadığı, herhangi bir dünyevi güce hesap vermek durumunda olmadığı anlamına gelir.79 Bu durum en açık biçimde egemenin yasalarla iliĢkisinde görülebilir: Yasalar egemenin mutlak iradesinden kaynaklanmakta ve egemen yasaların gücüne hiçbir biçimde bağlı olmamaktadır.80 Egemenliğin bölünmez olması, baĢka kurumlar ya da kiĢiler arasında paylaĢtırılamayacağını, yani egemenliğin devredilmezliğini ifade etmektedir. Egemenlik bölünmez olmalıdır, çünkü aksi durumda düzensizlik ve kargaĢa ortamı gerçekleĢme olanağı bulur.81 Egemenliğin üçüncü özelliği olan süreklilik, “gücü gerçekten güç yapan bir boyut”82 sağlamıĢtır, bu nedenle önemli bir katkıdır. Ġktidarın ilkesine özgü olan süreklilik sayesinde, iktidarın kullanımı tüketilse bile egemenlik devam edecektir; çünkü siyasal iktidar –devlet- onu kullanan kiĢiden bağımsızlaĢarak, onu aĢan bir gerçeklik edinmiĢtir.83 Bodin‟in egemenlik anlayıĢı karĢısında yurttaĢın konumu belirli görevleri yerine getirmekten ibarettir; egemeni yargılama hakkıyla donatılması söz konusu 78 Jean Bodin, Devlet Üstüne Altı Kitaptan Seçme Parçalar, Batı‟da Siyasal DüĢünceler Tarihi – SeçilmiĢ Yazılar- Yeni Çağ, derleyen: Mete Tunçay, Sevinç Martbaası, Ankara, 1969, s. 95. 79 Bodin, a.g.y., s. 98. Ġktidarın tanrı tarafından sınırlandırılabilir olması, insanoğlundan kaynaklanmayan doğal bir sınırlama niteliği taĢıması nedeniyle önemlidir. Bkz. Ġlhan F. Akın, Kamu Hukuku, 2. Bası, Fakülteler Matbaası, Ġstanbul, 1979, s. 96. 80 Mehmet Ali Ağaoğulları – Levent Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 3. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara 2004, s. 27, 28 81 A.g.y., s. 31. 82 Akal, a.g.y., s. 66. 83 Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı., s. 31. 30 değildir.84 Bunun en büyük nedeni, düzensizlik ve kargaĢa ortamından duyulan korku ve endiĢedir. Dolayısıyla denebilir ki, böylesi bir egemenlik teorisinin kaynağında, 16. yüzyılda burjuvazinin siyasal varoluĢunu belirleyen temel duygu olan güvensizlik ve korku yatmaktadır.85 Modern siyasal-hukuksal düĢünme biçiminin kuramsallaĢmasına Ġspanyolların katkılarını, bu noktada, Hobbes‟a geçmeden evvel kısaca belirtmek gerekir. Nitekim söz konusu katkılar, Bodin‟den Hobbes‟a geçiĢin zeminini kurduklarından Hobbes‟un habercisi niteliğindedirler. Özellikle Ġspanyol hukukçu Suarez‟in kuramında, bir yanıyla doğal olan, diğer yanıyla ise bir kurguya, bir insan yaratısına dönüĢen siyasal iktidar kavramı86 bu açıdan önem taĢımaktadır. Suarez‟e göre siyasal iktidarın kaynağı Tanrı‟dır, ancak siyasal iktidarın temsili ve kullanımı aĢamalarında insan iradesi kavramı devreye girmektedir. Bunun anlamı, siyasal iktidarın, onu kullanana topluluk tarafından verildiğidir. O halde, siyasal topluluğu bir araya getirecek, ona somut biçimini verecek olan unsur Suarez‟in kuramında iradedir. Ve böylelikle oluĢacak olan toplumsal bütün, kiĢisel amaçları aĢan ortak bir amaca ve ortak yarara; diğer bir deyiĢle, siyasal bütünün kendi kendine iliĢkin amacını sağlamaya yönelmektedir. Dolayısıyla, siyasal iktidarı kullananların, kiĢiler topluluğunun iradeleri ile kurulan ve onları aĢan siyasal bütüne karĢı sorumluluğu, siyasal iktidarın kendi kendini sınırlaması olgusu gündeme gelmektedir.87 Akal‟ın belirttiği gibi, “(Suarez) toplumsal sözleĢme kavramına dayanarak Bodin‟i ayakları üstüne dikmekte ya da egemenlik kuramını toplumsal temeline oturtarak 84 Akın, a.g.y., s. 96, 97. Yiğiter, a.g.y., s. 82. 86 Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 147. 87 Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 147-150. 85 31 eksiksizleĢtirmektedir. Egemen güç yalnızca toplumdan kaynaklanabilir. Genel olarak yöneticiler, özel olarak da krallar, siyasal iktidarın sahipleri değil, olsa olsa siyasal toplumun hizmetindekiler, delegasyonla siyasal iktidarı kullananlardır.”88 Hobbes‟un kuramında da, Bodin‟de olduğu gibi, korku ve güvensizlik duyguları ile bu duyguların yöneldiği güven ve istikrar arayıĢı temel bir yere sahiptir.89 Hobbes, toplumsal-siyasal düzenin kuruluĢunu ve gerekliliğini açıklamak için bir doğa hali varsayımı geliĢtirir. Merkezi iktidarın bulunmadığı bu doğa hali, sürekli olarak ölüm tehlikesinin ve korkunun hüküm sürdüğü, doğal tutkuların güdümündeki bir insan kalabalığından ibarettir. Ġnsanları birleĢerek toplum kurmaya, ortak bir iktidara boyun eğmeye yönelten de bu ölüm korkusudur.90 Hobbes‟a göre, kargaĢa ortamının aĢılması ve insanların öznelliklerinden kurtularak nesnelliğe adım atması, yani barıĢı mümkün kılacak olan toplumsal düzene geçilmesi “akıl” yoluyla gerçekleĢecektir: “Akıl, nesnellik için gerekli olan genel anlaĢmayı sağlayacaktır.”91 Fakat insanlar, rasyonel bir varlık olsalar da doğal tutkularının boyunduruğundan kurtulmaktan acizdir, bu nedenle insanlar arasında bir anlaĢmanın sağlanması mümkün değildir. Ancak insanlar, herkese eĢit biçimde davranacak olan, hakların karĢılıklı olarak devredildiği bir egemen gücün hakimiyeti altına girme konusunda aralarında anlaĢarak sözleĢme yapabilirler. Böylece, toplumsal düzeni temellendirecek anlaĢmayı, herkesi korkutmaya yetecek bir güç potansiyeli sayesinde insan davranıĢlarını düzenleyebilecek olan “egemen güç 88 Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 149. Ağaoğulları – Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı., s. 166. 90 A.g.y., s. 193, 206. 91 Ġlkay Sunar, DüĢün ve Toplum, Doruk Yayınları, Ankara, 1999, s. 76. 89 32 Leviathan” sağlayacaktır: “Egemen gücün kuralları insanların iç dünyalarını değil, eĢit uygulamayla dıĢ dünyalarını değiĢtirir. Böylece tek aklın egemenliği kargaĢaya son verir, düzen baĢlar.”92 Bu demektir ki, insanlar doğa durumunda sahip oldukları arzu ve isteklerden vazgeçmezler; aksine, rasyonel bir düzen ve ortak kurallar aracılığıyla çatıĢma ortamı bertaraf edileceğinden, doğal isteklerine ulaĢma olanağı bulacaklardır.93 Sonuç olarak, devletin egemenliği, ülke sınırları içinde en üstün güç olmayı, denetim ve güç tekelini elinde bulundurmayı ifade eder. Bu tanımlamanın özerklik kavramını da içerdiğini belirtmek gerekir. O halde, egemenlik unsuru sayesinde devlet, örgütlendiği toprak parçasının sınırları içinde bölünmez, sınırları dıĢında ise bağımsız kılınmıĢtır. Her iki unsura içkin olan unsur süreklilik, sürekliliği sağlayansa kurumsallaĢmadır. Ancak Bodin‟in egemenlik kuramı, Tanrı‟yı tam anlamıyla soyutlayamadığı için eksik olarak nitelendirilmektedir.94 : “Sosyal sözleĢme kuramı egemen gücü Tanrı eksiksizleĢtirecektir. yerine Artık toplumla soyut güç, bağlantılı varlığını kılarak consensus‟la yönetilenlerin rızasına dayandıracaktır. Bu, ulus egemenliğine açılan yoldur…” 95 KurumsallaĢmıĢ devlet iktidarı meĢruiyetini toplumu düzenleyen ve tek kullanımla tükenmeyip süreklilik arz eden dünyevi yasadan (hukuk kurallarından) almakta, yasanın uygulanmasını ise toplumdan farklılaĢarak yöneten sıfatını kazanan tek ve mutlak bir güç eliyle gerçekleĢtirmektedir. MeĢruiyetin kaynağı dünyevi 92 A.g.y., s. 76. A.g.y., s. 78. 94 Akal, a.g.y., s. 78. 95 A.g.y., s. 77. 93 33 yasayı yaratan toplum kendi düzenini kendi belirlerken, düzeni tesis etme gücünü devretmiĢtir. Batı siyasi düĢüncesinde bu devir sosyal sözleĢme kuramı ile açıklanmaktadır. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kurumsallaĢmıĢ siyasi iktidar tipine karĢılık gelen devleti kökenindeki toplum açıklar. Devletin kaynağı toplumdur, çünkü düzenleyici ilke yasayı yaratan ve yasanın toplumdan farklılaĢan bir güç eliyle uygulanmasını sağlayan toplumun kendisidir. Devleti meĢru kılan toplum, modern siyasi-hukuki kavramsallaĢtırma çerçevesinde ifade edilmekte, ulus da toplumu oluĢturan bireylerin ötesinde ve üstünde yer alan soyut bir bütüne karĢılık gelmektedir. Ulusa ayrı bir kiĢilik kazandıran söz konusu soyutluk ise, bireyler topluluğunun birbiriyle uzlaĢması ile ilgilidir. “… modern siyasi-hukuki düĢüncenin temel iki kavramı … : Hukuki statüya sahip topluluk ve soyut bütün içinde, bağımlı statüye sahip topluluk üyesi; siyasi (devlet) ya da sosyal (toplum) corpus ve birey…”.96 Sosyal sözleĢme kuramlarının gösterdiği Ģekilde, toplumu oluĢturan bireyler kendi aralarında anlaĢarak, yani rızalarını ortaya koyarak güçlerini devretmiĢ ve bu sayede egemenliği kurmuĢlardır. O halde, devlet iktidarının kurucu unsuru egemenliği açıklayan bölünmezlik ve süreklilik unsurları, yöneten-yönetilen (egemen-halk, devlet-sivil toplum) ayrımına dayanmakta, bu ayrım ise, yönetilenlerin rızası ile kazanılmıĢ olan, yönetenin meĢru güç tekelini ifade etmektedir. 96 Akal, a.g.y., s. 81. 34 5.2. RÖNESANS 1300‟lü yıllarda Avrupa‟da 17. yüzyıla dek etkisini sürdürecek bir kültürel hareketlenme dönemi baĢlamıĢtır. Antikiteye duyulan merakla birlikte klasik geleneği yeniden canlandırma niyetinin tetiklediği ve adını “yeniden doğuĢ” anlamına gelen Rönesans kelimesinden alan bu hareketin baĢlangıç yeri Ġtalya‟dır. Modern Avrupa kültürünün ilk ıĢıklarının Rönesans‟ta belirdiği yönünde bir anlayıĢ vardır. Ancak Rönesans‟ın, yakın geçmiĢi olan ortaçağdan esaslı bir kopuĢa karĢılık geldiği konusunda biraz temkinli olmak gerekir. Nitekim Burke, Rönesans‟ın Avrupa ya da dünya tarihindeki yerini yeniden gözden geçirdiği kitabında, modernite süreciyle bağ kurmaktan ziyade, Rönesans‟ı bu süreçten ayrıĢtırmayı ve ortaçağ kültürüyle gerilimli iliĢkisini vurgulamayı önemsemiĢtir.97 Rönesans‟ı yaĢayanlar “kendi zamanlarını karanlığın ardından gelen bir ıĢık, uykudan sonra bir uyanıĢ, ölümden sonra hayata geri dönüĢ, bir restorasyon ya da yeniden doğuĢ olarak tasvir” etseler de ortaçağ kültürünün bu dönemdeki varlığını yok sayabilmek mümkün gözükmemektedir.98 Dolayısıyla, aĢılmak istenen kültürün içinde yetiĢmiĢ olunduğunu göz önünde bulundurarak, Rönesans‟ı bir geçiĢ ve çeĢitlilik dönemi, geride bırakılanla kendisine varılmak istenenin hem birbiriyle çatıĢtığı hem de birbirine karıĢtığı çok yönlü bir ortam olarak nitelendirmek yerinde olacaktır. 97 Peter Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, çev: Uygar Abacı, Literatür Yayınları, Ġstanbul, 2003, s. 2, 3. 98 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 25. 35 “Eski”yi simgeleyen, ortaçağ‟ın kendi içine kapalı, bütünsellik iddiası taĢıyan, Kilisenin öğretilerine dayanan Hıristiyanlığı evrensel bir kültür olarak gören, kiĢisellikten uzak din temelli düĢünce yapısı idi. “Yeni” olan ise, antikitenin keĢfiyle birlikte, dogmatik bağlılıklardan sıyrılmıĢ, akla dayanan ahlâki sorumluluklar yüklenmiĢ bir “insan” düĢüncesini merkeze alma yönünde bir bilince sahipti. Burke, Rönesans‟ı üç dönem halinde incelemiĢtir: Erken, Yüksek ve Geç Rönesans. Ġlk dönem, Ġtalya‟da antikitenin yeniden keĢfedilmesi ve bu keĢfin; yani klasik antikiteye göre biçimlenen yeni Ġtalyan kültürünün, Avrupa‟nın diğer ülkelerine yerel özelliklerin yorumlayıcı etkisiyle dönüĢerek, yaratıcı bir biçimde yayılması sürecini içermektedir. Burke‟nin ifadesiyle, “bu ilk aĢama, hareketin daha sonraki aĢamalarına olduğu gibi aktarılacak olan ana unsurların, yani antik Roma ve sınırlı bir noktaya kadar Yunan kültürünün, keĢfedildiği ve bu klasik modellere öykünen reformların yapıldığı bir çağdır.”99 Diğer bir deyiĢle bu ilk aĢama, geç dönem ortaçağ kültürünün ayırt edici kültürel özellikleri olan Gotik sanat, Ģövalyelik ve skolastik felsefenin, artık alanlarında tekel olmaktan çıkıp, antik dünyadan uyarlanan değerlerle rekabete ve etkileĢime girmeye baĢlamasına iĢaret etmektedir.100 Bu klasik değerler ıĢığında Rönesans düĢüncesinin ilgilendiği önemli bir sorun “insan” sorunudur. Hümanizm kavramı da insanın özü ve bu dünyadaki yeri meseleleriyle uğraĢan çalıĢmalara verilen bir isim olduğundan101, genel olarak Rönesans hareketinin, insanın kapasitesini önemseyen, insani olanı saptama 99 Burke, Avrupa'da Rönesans:Merkezler ve Çeperler, s. 19. Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 20. 101 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 16. Basım, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, 2005, s. 167. 100 36 açısından doğruyu yanlıĢtan ayırabilme yetisine vurgu yapan, etik tabanlı hümanist bir karaktere sahip olduğu söylenebilir. Bununla bağlantılı olarak hümanistlerin, düĢünsel yaĢamdan çok güncel kent yaĢamı ile ilgilendikleri, vatanseverliğe ve güncel yaĢamdaki yurttaĢ sorumluluğuna önem verdikleri belirtilmektedir.102 16. yüzyıl‟da Rönesans, baĢka ülke ve sosyal gruplara yayılma anlamında doruk noktasına ulaĢarak çok daha fazla etkinlik alanına temas etmeye baĢlamıĢtır. Bu nedenle yerelleĢme, gündelik hayatın bir parçası olma eğiliminden bahsedilmektedir.103 Burke, bu dönemde Rönesans düĢüncesinin de değiĢtiğini ifade eder: “ On altıncı yüzyıl ortalarına gelindiğinde, yeni bir çağda yaĢadıklarını iddia edenler, antikitenin yeniden hayat buluĢunun yanı sıra, muhtemelen matbaanın ve barutun icadını ve Yeni Dünya‟nın keĢfini de kastediyorlardı.”104 Ayrıca tüm bu keĢifleri bir bilgi patlamasının, bilgi birikiminin izlediğini de belirtmek gerekir.105 Değinilmesi gereken bir diğer nokta, Rönesans‟ın önemli bir baĢarısı olarak kabul edilen “benliğinin peĢinde olan ve onu keĢfeden insanın birey olarak biçimlenmesi” olgusudur.106 Bu olgunun içeriği aslında benliğin algılanıĢında ve dıĢarıya sunuluĢunda yaĢanan bir değiĢime iĢaret etmektedir. Örneğin, mektup ve “materyal kültürün birçok formu -elbiseler, evler, mobilyalar-” aracılıyla benliğin sunuĢu gerçekleĢtirilmekteydi. Yine aynı Ģekilde, kiĢiselleĢtirilmiĢ bir arma taĢıyan madalyalar da kendini sunuĢun önemli bir Ģeklini oluĢturmaktaydı.107 Biyografi ve 102 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 31, 32. Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 169, 171. 104 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 171. 105 Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 13. 106 Bkz. Gökberk, a.g.y., s. 168. 107 A.g.y., s. 217, 218. 103 37 portrelerin yükseliĢi de bu bağlamda değerlendirilmektedir; özellikle portreler “gerçeğe daha fazla benzerlik” yönündeki talepleri de karĢılamaktaydı.108 Ancak belirtmek gerekir ki, Burke bu noktada da bir gerilimden, “bireyselci olan” ile “toplumsal rolü vurgulayan” arasında yaĢanan bir gerilimden, tekil bireylerin yanı sıra sosyal rollerin ifadesi olan portre ve biyografilerin de aynı zaman dilimindeki varlığından bahsetmektedir.109 Doğanın öğrenilmesine duyulan ilgi de yine Rönesans‟la birlikte canlanıĢa geçmiĢ ve 17. yüzyılda doğanın algılanıĢı önemli bir reform geçirmiĢtir. ġöyle ki, doğa filozofları da hümanistlerin antikiteye verdikleri önemi paylaĢıyorlardı; ancak Burke‟nin belirttiği gibi, “antiklerin bilgeliğini yeniden ele geçirmek için giriĢilen çaba, tamamıyla yeni olan bilgiler üretmeye baĢlamıĢtı.”110 Francis Bacon‟un sistematik hale getirdiği, Descartes‟in felsefeye uyguladığı, Kepler ve Galilei‟nin kurucusu olduğu yeni anlayıĢ, Aristoteles ile özdeĢleĢen geleneksel kozmos imgesinin yıkımına yol açarak “objektif bir doğa bilgisine”, “bilgi aleminde matematiğin önceliğine”, evrenin “mekanik bağlamda açıklanabileceği düĢüncesine” yönelmiĢtir.111 Ayrıca Bacon‟ın “bilmek, egemen olmaktır” Ģeklindeki temel düĢüncesi, insanı doğaya egemen kılacak bir yöntem geliĢtirmek amacıyla iĢe koyulduğuna iĢaret etmesi açısından önemlidir.112 Dolayısıyla, akılcı ve nesnel düĢüncenin baĢka alanlardaki itibarı da göz önünde bulundurulduğunda,113 17. 108 A.g.y., s. 222. A.g.y., s. 223. 110 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 132. Ayrıca bkz, a.g.y., s. 129-132. 111 Gökberk, a.g.y., s. 214 ve Burke, Avrupa'da rönesans: merkezler ve çeperler, s. 226. 112 Bkz. Gökberk, s. 214, 215. 113 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 227. 109 38 yüzyılla birlikte antikitenin saygınlığını yitirmeye baĢladığı söylenebilir; ancak hümanizm bir süre daha hayatta kalmaya devam edecektir.114 5.3. AYDINLANMA “…[S]es, Ģimdi ilk kez geriye doğru değil ileriye doğru tınlıyordu: Bu çağ, kuruluĢunu ideal bir geçmiĢin sözüm ona yeniden üretilmesinde değil, aklın ve tinin kendi güçlerine güven duymakta arıyordu. Hayal edilen bir geçmiĢin yerine hayal edilen dünyevi bir gelecek, ilk kez insanlığın gözünün önünde bulunuyordu! ... Ġnsan doğasının iyiliği, mükemmelliğe olan yatkınlığı, eğitimin ilerlemesi inanç kuralı olmuĢtu. ġimdi tanınan ve sevilen doğanın … aklı, her zamankinden daha arı bir sevgiyle kendi izleğini takip ettiğinde, her Ģey daha iyi olacaktı.”115 1680 ile 1780 arasında Avrupa, yoğun ve sınırlarını saptaması güç bir dönüĢüme sahne olmuĢtur. Özü itibariyle bütün düĢüncelerin harekete geçmesini ifade eden Aydınlanma bu dönüĢümün hareketidir ve modern olanın ilk iĢaretlerini bize sunmaktadır. Sınıfsal açıdan, burjuvazinin geleneksel düzeni değiĢtirmek ya da hiç olmazsa reforme etmek amacını taĢıdığı bir tarihsel döneme iĢaret eden116 114 Burke, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, s. 229 vd. Huizinga‟dan aktaran Ulrich Im Hof, Avrupa'da Aydınlanma, çev: ġebnem Sunar, Afa Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 133. 116 Mehmet Ali Ağaoğulları – Filiz Çulha Zabcı – Reyda Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, s. 233. 115 39 Aydınlanma Avrupa‟sı, yaĢanan geliĢmelerin damgasını taĢıyan iki önemli zaman dilimiyle açıklanabilir: 1680-1715 ve 1730-1770117 Ġlk dönem, “akla inanıp güvenmede” kendisinden önceki yüzyılları geride bırakan 18. yüzyılın, bu niteliğinin oluĢumunu haber vermektedir. Yukarıda değinildiği gibi yeni doğa bilimi, doğanın mekanist açıdan keĢfi sayesinde doğanın yapısının doğru bir kavrayıĢına ulaĢmıĢ ve böylece insanın doğa üzerindeki egemenliğinin yolunu açmıĢtı. Ancak bu keĢif yöntemlerinin yöneldiği konu doğa ile sınırlıydı. 18. yüzyılın farkı aynı yöntemleri kültür alanına da uygulaması ve yeni doğa bilimine paralel bir kültür bilimleri yaratma çabasıdır. Bu sayede özellikle siyaset ve din alanı doğa karĢısında baĢarı kazanan aklın doğruları ile kavranıp çözümlenmeye ve bu alanlarda da benzer bir egemenlik kurulmaya çalıĢılmıĢtır.118 Ġnsanın özgürlük ve mutluluğunun, geleneklerin köleliğinden kurtulmuĢ böylesi bir aklî kavrayıĢtan geçtiğine inanılmaktadır. Pierre Chaunu bu dönemi, Paul Hazard‟ın “Avrupa bilincinin bunalımı” formülüyle karĢılar.119 “Bilinç bunalımı”: Çünkü Chaunu‟ya göre Söylem‟e ait olması gereken bir alanın akla aidiyeti savunulmaktadır: “Descartes, siyaset ve din alanını, devletin içinde tanrıyla ve insanla olan iliĢkiyi isteyerek yeni metodolojinin dıĢında bırakmıĢtı. Bu temkinlilik, bana göre aĢamaların, sınırların, karmaĢıklığın tam bilincidir. … 1680-1715 döneminde doğa dini ortaya çıkarak, toplumsal bir 117 Bkz. Pierre Chaunu, Aydınlanma Çağı Avrupa Uygarlığı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Dokuz Eylül Yayınları, Ġzmir, 2000, 8, 9. 118 Gökberk, a.g.y., s. 290, 291; Chaunu, a.g.y., s. 8, 9; Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, a.g.y., s. 234, 237. 119 Chaunu, a.g.y., s. 8. 40 bilimin ilk olumlaması ve bunun da ötesinde, siyaset üzerinde apriori rasyonel bir etki talebi haline gelmiĢtir.”120 Aklın bilinci bunaltan bu kutsanıĢının; diğer bir deyiĢle, “Tanrıya olan inancın kesinliği yerine dünyevi bir belirsizliği tercih ediĢin”121 doğurduğu Ģey muazzam bir mekansal dönüĢüm olacaktır. 1680 tarihi ile Klasik Avrupa “merkezinde yayılan, çevresinde kilitlenen”122 küçük bir boyuttan büyük bir boyuta geçiĢ sürecini, yüzyılın sonunda aĢırı noktalara varacak bir biçimde yaĢayacaktır. Avrupa mekânında gerçekleĢen ilerlemenin bilincine varılması aynı zamanda, Avrupa çerçevesinin dıĢında kalan dünyaya karĢı kültürel üstünlük iddiasını ĢekillendirmiĢtir. Üstün kültürel birlik olarak Avrupa, insanlık ilkelerini kendine mal ederek, iyiliksever ahlâkı ile toplumun mutluluğunu gözeten bir Hıristiyanlığı Avrupa uygarlığının parçası olarak sunmaktadır.123 “Ve Encyclopédie Ģu sonuca varmaktadır: “Avrupa‟nın yüzölçümü itibariyle dünyanın dört bölümünün en küçüğü olmasının pek bir önemi yoktur, çünkü ticareti, denizciliği, verimliliği, ıĢıkları ve endüstrisi; sanat, bilim ve zanaat bilgisiyle hepsinin en önemlisidir.”124 Kültürel konumu tek bir doğruda mutlaklaĢtırma eğilimleri, yüzyılın sonlarına doğru, “akla körü körüne inanç” noktasına ulaĢan, radikalleĢen Aydınlanma‟yı ve bu tutuma yönelen tepkileri gündeme getirecektir. Özellikle “Aydınlanma gereklerinin” 120 A.g.y., s. 9. A.g.y., s. 34. 122 A.g.y. 123 A.g.y., s. 36. 124 A.g.y., s. 37. 121 41 buyruklara konu olarak politik baskı unsuruyla sağlanmaya çalıĢılması itirazlara yol açmıĢtır.125 Chaunu, Aydınlanma Avrupa‟sına rengini veren ikinci zaman dilimini “Vital Revolution (Hayat Devrimi)” olarak nitelendirir.126 YaĢam alanındaki devrimi mümkün kılan üç geliĢme söz konusudur: Avrupa nüfusunun artması, yaĢam süresinin uzaması ve okuma-yazma öğretiminin yaygınlaĢması. Ġnsan sayısı 16801780 arasında iki katına çıkmıĢ ve artıĢın büyük bir kısmı 1730-1780 aralığında gerçekleĢmiĢtir.127 Bu ikiye katlanıĢ dayanıklılığı itibariyle de önemlidir: insan hayatı uzamıĢtır. Hayatın maddi koĢullarının iyileĢmesi, iletiĢim olanaklarının geliĢmesi, kendi zenginliği için uyruklarının hayatını önemseyen hükümdarın (kralın) sağlık politikaları gibi faktörlerle büyük ölçüde ilintili olan “ölüme karĢı mücadelede kazanılan zafer”, “okur-yazar uygarlığının” büyüyen hacmi olgusunda elbette belirleyici olacaktır. Chaunu‟nun belirttiği gibi: “Ölüme yatırım yapılmaz: genel okur yazarlık ancak yeterli bir ölüm beklentisi halinde verimlidir. En yüksek okur yazarlık oranları, çocuk ölümlerindeki kitlesel bir düĢüĢle atbaĢıdır; en düĢük oranlar ise köhne çocuk ölüm oranlarına eĢlik etmektedirler.”128 Okuma-yazma becerisinin yaygınlaĢması ve küçük yaĢta edinilmesi ile birlikte düĢüncelerin yolu açılmıĢ, bilgi alanı ve aktarımı geniĢlemeye baĢlamıĢtır. 125 Bkz. Hof, a.g.y., s. 222-229. “Her Ģeyin matematiğe uydurulmasını isteyen” Aydınlanmanın zorba yüzü, “aydınlanmamıĢ dünyada yanlıĢtan, batıl inançtan, karanlıktan ve barbarlıktan baĢka bir Ģey görmüyordu.” A.g..y, s. 227. Ayrıca bkz. Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet Küçük, Sarmal Yayınevi, Ġstanbul, 1996, s. 68-73. 126 Chaunu, a.g.y., s. 9. 127 A.g.y., s. 183. Avrupa nüfusu 1450-1650 arasında da; 11. yüzyılın ortasından 13. yüzyıl sonuna kadar olan sürede de ikiye katlanmıĢtır. Ancak 18. yüzyıldaki artıĢ, hızı, hareket noktası, niteliği bakımından öncekilerden farklı bir karaktere sahiptir. Ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.y., s. 74, 75. 128 A.g.y., s. 116, 117. 42 Aslında düĢüncedeki temel değiĢim, evrenin sonsuzluğunu müjdeleyen soyutlamanın keĢfi nedeniyle bir önceki yüzyıldan miras kalmıĢtı. 17. yüzyılın katı çevre yapısı soyutlamayı mümkün kılmıĢ, düĢüncenin nesnelerden, çevreden, toplumsal pratiklerden sıyrılarak özerkliğini kazanmasını sağlamıĢtı.129 18. yüzyılda ise mekânın ve insanın dönüĢümü yoluyla çevre hareketlenmiĢtir. Çevrenin cazibeli hale gelmesi, düĢünce ile nesneler arasındaki etkileĢimin kitlesel bir biçimde geri dönmesine ve soyutlamanın da bir parça gerilemesine yol açmıĢtır.130 Dolayısıyla, bilgi ve düĢüncenin yaygınlaĢan üretimi yalnızca entelektüel kapasitenin canlanması sonucunu doğurmamıĢ, aynı zamanda, bilgi birikiminin nesnelere uygulanabilmesi sayesinde maddi hayatın verimlilik yönünde hareketlenmesine de hizmet etmiĢtir. DüĢünce/nesne bütünleĢmesi mesleki yetkinliğin geliĢmesi anlamına gelmektedir: “Geleneksel kültürle yazılı uygarlığın kesiĢme noktasında yer alan okuyan zanaatkâr, artık daha kolay biçim verebileceği bir yapma bilgisini daha çabuk edinmekte, aklında daha iyi tutmaktadır. … Bu durum düĢüncenin damgasını nesnelere vuran hareket ve el tekniklerinin hızla devreye sokulmasına katkıda bulunmuĢtur.”131 Maddeye elle egemen olma ustalığının kazanılması, Endüstri devrimin makineleĢen dünyasının da habercisi olmaktadır. Sonuç olarak, 18. yüzyıl Aydınlanma Avrupa‟sı gündelik gerçeklikle doğrudan iliĢkili, çok yönlü düĢünceler üreten bir pratik ilerleme yüzyılı; hareketin, hissedilen yaĢamın yüzyılı olarak anılmaktadır.132 Gerçekten de, niceliksel ve 129 A.g.y., s. 177. A.g.y., s. 178. 131 A.g.y., s. 22. 132 A.g.y., s. 21, 24. 130 43 niteliksel açıdan güçlenen, daha uzun bir yaĢama kavuĢan insanlık, maddi hayatın çerçevesinde deneysel yönü ağır basan bir zenginlik ve çeĢitliliğe tanık olmaktadır. Yeni bir deneyim tarzı biçimlenmektedir: modernlik. Modern olmak hem bir değiĢim heyecanını, hem de bir yokoluĢ dehĢetini içinde barındıran çeliĢkili bir durumdur. Modern deneyim ve olanaklar bir yandan kendimizi ve dünyayı dönüĢtürme gücünü sağlarken, bir yandan da benliğimizi ve çevremizi kalıcılıktan uzaklaĢtıran “sürekli yenilenme”nin yaydığı tedirginliği hissettirir. Bu baĢdöndürücü yapı modern hayatı kuran modernleĢme süreçlerinden kaynaklanmaktadır: bilimsel bilginin geliĢimi ve teknolojiye dönüĢümü, sanayi toplumunun oluĢumu, demografik alt üst oluĢ, hızlı kentleĢme, gittikçe daha çok insanı birbirine bağlayan kitle iletiĢim sistemleri, ulus-devletlerin artan gücü, hayatlarının kontrolünden olan insanların kitlesel toplumsal hareketleri…133 Maddi hayattaki bu değiĢimin algılanmaya baĢlanması önemli bir çığır açacaktır: değiĢimi yorumlayan bir yığın görüĢ ve düĢünce, sanatsal üretim harekete geçecektir. 133 Bkz. Marshall Berman, Katı Olan Her ġey BuharlaĢıyor, çev: Ümit Altuğ – Bülent Peker, 8. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 27-29. 44 ĠKĠNCĠ BÖLÜM MODERN TOPLUMDA BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ I. TOPLUMSAL DÜZENĠN SARSILMASI VE GÜVENLĠK MESELESĠ 16. ve 17. yüzyıllar, azınlık için büyük bir servet artıĢının, çoğunluğu oluĢturan kitleler için yoğun bir sefaletin yaĢandığı aĢırı dengesiz bir dönem olmuĢtur. Huberman bu durumu iki sebeple açıklamaktadır. Ġlki her zamanki gibi periĢanlık üreten savaĢın yıkıcı etkisidir; ikincisi ise insanlığa “altın” çağını fısıldayan Yeni Dünya‟nın keĢfedilen bereketi.134 Bereketli Amerika topraklarından Ġspanya‟ya gelen altın ve gümüĢ büyük bir hızla Avrupa‟da dolaĢıma girmekte, sonuç olarak paranın değeri düĢerken fiyatlar gittikçe yükselmektedir. “ÇalıĢan adam bu durumda ya kemerini sıkmalı ya artan maliyetleri karĢılayacak ücret artıĢını sağlamak için savaĢmalı, ya da dilenci olmalıydı. Fiyat devriminin sonunda üçü de oldu.”135 Fiyat artıĢından olumsuz etkilenen sabit gelirli çevrelerden toprak beyleri, durumlarını düzeltmek için bazı yöntemler denemeye baĢlamıĢlardır. Bunlardan biri, tarımsal teknolojiyi geliĢtirecek ama aynı zamanda çok sayıda insanı sıkıntıya sokacak olan, daha kârlı iĢlerin 134 135 Huberman, a.g.y., s. 113. A.g.y., s. 119. 45 üretimine elveriĢli hale getirmek amacıyla toprakların birleĢtirilerek çitlerle çevrilmesi iĢlemidir. Örneğin, yükselen yün fiyatları koyun yetiĢtirme iĢini kârlı bir hale getirmiĢtir. Bu nedenle toprakları çiftlikten koyun otlağına döndürmek, daha fazla para kazanma imkânı sağlaması nedeniyle tercih edilmekteydi. Ancak koyun yetiĢtirmek, çiftlikte çalıĢan insan sayısından daha azıyla halledilecek bir iĢti; dolayısıyla bu çevirme iĢlemi pek çok kiĢinin topraktan kovulmasına ve geçimini sağlayamaz duruma düĢmesine yol açmıĢtır.136 Topraktan daha fazla para elde etmek için rantı ve vergileri yükseltmek ya da toprağı daha fazla para verecek bir baĢkasına kiralamak da aynı Ģekilde, çok sayıda (eski) kiracının fahiĢ fiyatlar yüzünden toprağı bırakması ve sefalete düĢmesi sonucunu doğurmuĢtur.137 Dolayısıyla, yersiz yurtsuzlaĢan serseriler ve dilenciler yığını endiĢe verici bir biçimde etrafı kaplamaktadır: “Koca köyler ıssız kaldı, yerlerinden edilen halk yollarda aç kaldı, dilendi ya da hırsızlık etti. … Krallar gerçekten endiĢeliydi. Köylerin terk edilmesini önlemek istiyorlardı. Korkularının bir nedeni ordunun köylülerden ve küçük mülk sahibi sınıflardan meydana gelmesiydi. Ayrıca, geçimleri ellerinden koparılan bu köylüler vergi öderler ve kraliyetin baĢlıca gelir kaynaklarından birini oluĢtururlardı. Üstelik bu gezginci dilenci çeteleri de gerçek bir tehlike haline geliyorlardı – yakıp yıkıyor, çitleri söküyor, ayaklanıyorlardı.”138 Bununla beraber, 16. yüzyılda yaĢanan ani nüfus artıĢı, yoksulluk ve baĢıboĢluk halinin Ģiddetlenmesine, artan sayıda insanın ekonomik açıdan 136 A.g.y., s. 121. A.g.y., s. 122, 123. 138 A.g.y., s. 124. 137 46 gereksizleĢmesine, dolayısıyla toplumsal açıdan dayanaksız kalmasına sebep olmuĢtur. Bauman‟ın belirttiği gibi, “toprak mülkiyetinin yeniden düzenlenmesi ve tarım teknolojisinin verimliliğindeki bununla bağlantılı artıĢ, geleneksel köy cemaatlerinin yeni nüfusa iĢ ve yiyecek sağlamasını engellemiĢtir.”139 Bütün bu geliĢmeler toplumsal düzeni derinden sarsan etkiler yaratmıĢtır. Çünkü yaĢanan değiĢimler, geleneksel denetim mekanizmalarının kontrol etmekte yetersiz kaldığı bir insan grubu üretmiĢtir. Bu grubu oluĢturanlar için, “Efendisiz insanlar” da denmektedir, “aylaklar” da, “gezginci dilenci çeteleri” de. “Efendisizler”, davranıĢlarından dolayı sorumluluk taĢıdıkları bir üstleri ve geçimlerini karĢılama karĢılığında itaat talep edebilen bir cemaatleri bulunmayan, aidiyetsiz insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Kırdan koparak zorunluluktan kente yönelmiĢlerdir; sayıları da durmadan artmaktadır.140 “Aylaklar” da aynı Ģekilde her türlü bağdan azadedir; ama daha ziyade göçebe nüfus olarak tanımlanmaktadırlar. Tehlikeli oluĢlarını da, yerel cemaatlerin yaĢamlarına beklenmedik ve keyfi bir biçimde dalmalarına yol açan bu tekinsiz göçebeliklerine borçludurlar: “Onlar, hiçbir uyarıda bulunmaksızın ortaya çıkıp yok oluyorlar, inatla yabancı olarak kalıyorlar ve cemaat onları, her yere nüfuz eden bakıĢına tabi tutmak suretiyle içinde eritemeden ortadan kayboluyorlardı.”141 Sonuç olarak, kırda ve kentte, ne yapacağı kestirilemeyen ve denetlenemeyen akıĢkan bir kitle kol gezmekte, güvenli bir düzen kurmaya uğraĢan çalıĢan kesime 139 Zygmunt Bauman, Yasakoyucular ile Yorumcular, çev: Kemal Atakay, Metis Yayınları, Ġstanbul, 1996, s. 52. 140 A.g.y., s. 53. 141 A.g.y., s. 53. 47 büyük korkular yaĢatmaktadır. Güvenlik bunalımına sebep olması nedeniyle korkulan bu efendisiz ve aylak kalabalığın, belli değerler süzgecinden geçirilmek suretiyle dıĢlandığı da söylenebilir. Ancak belirtmek gerekir ki, modern anlamda sınır çekme giriĢimleri/dıĢlama mekanizmaları henüz tam anlamıyla oluĢmamıĢtır; bu yönde bir eğilim, niyet ve bir ilk adım söz konusu olmakla birlikte, somut gerçekliğin ürettiği çaresizlikle Ģekillenen iĢlevsel bir anlamlandırma daha ön plandadır. Nitekim koĢullar, “istenmeyen”le birarada bulunmaya engel olamayarak, dıĢlamanın konforundan ziyade, yabancıyla burun buruna durmanın katlanılmaz korkutuculuğunu taĢımaktadır: “Yoksulların toplumsal olarak kabul edilen yeni tanımı, bir insanın geçimini sağlamaktaki yeteneksizliğinden kaynaklanan ahlaki ayıp üzerine odaklanmıĢtı. ĠĢin insanı yücelten etkisi o kadar önemli değildi; asıl önemli olan, çalıĢmanın, her zaman bir efendiye sahip olmak, bir cemaate ait bulunmak ve diğer durumlarda da göz önünde, dolayısıyla denetim altında olmak anlamına gelmesiydi. Öte yandan, iĢsiz olmak, toplumsal denetimden kaçmak, „toplumsal açıdan görünmez‟ kalmak demekti.”142 O halde, çalıĢma görevini yerine getirmeyen insan ordusunun kontrol altında tutulması bir Ģekilde sağlanmalıdır; bunun için de, denetim iĢlevini yitirerek eskimiĢ yöntemler değiĢmeli, yeni bir toplumsal düzen acilen inĢa edilmelidir. “Ötekinin inĢa edilmesi ve böylece uzaklaĢtırılması, yani ötekinin insanlığın aynı zaman-uzamından kovulması” yoluyla gerçekleĢen “tüm modern sınır çekme giriĢimlerinin kökünde, akıl ve akıl dıĢı arasında yapılan ayrım” yatmaktadır. Wagner, a.g.y., s. 69, 70. 142 Bauman, a.g.y., s. 54. 48 1. ESKĠ DÜZEN Feodal dönemde birey, bağlı olduğu grubun görüntüsünden ibaretti, anlamını gruptan alıyordu. Birey ve grup ayrılmaz bir bütün olarak düĢünülüyor; yalnız kalan kiĢinin uğursuzluk ve kötülük yaymaktan baĢka bir iĢe yaramayacağına inanılıyordu. Maddi ve manevi güvensizlikten kurtulmanın tek yolu olarak, bağlı olunan zümre ile birlikte dayanıĢma içinde hareket etmek gerekiyordu. Feodal dönemde grup kendisine bağlı olan tüm bireylerin hayatını izlemek ve denetlemek zorundaydı: “Güvenlik, bir dizi toplumsal dayanıĢma aracılığıyla sağlanmaya çalıĢılıyordu. Ayazdan korunmak için bedenlerine giysiler giydikleri gibi, kendilerini aile, akrabalık, köy ya da kasaba cemaati adını verdikleri, birbiri ardı sıra gelen insan iliĢkileri katmanlarıyla kuĢattılar …” 143 Feodal dönemin nispeten küçük ve sınırları belirli cemaatlerden oluĢan parçalı yapısı, ancak kısıtlı bir alan içinde mümkün olabilecek olan, herkesin yakın iliĢkiler yoluyla izlenmesine ve denetlenmesine dayalı bu tarz bir güvenlik üretimine olanak tanımaktaydı. Ġnsanları birbirlerinin bakıĢına sunan söz konusu yakın iliĢkiler, feodal güvenlik ortamının temel niteliğini oluĢturan “ötekini bilinir kılma” becerisinin kaynağında yer alıyordu. Bauman‟ın ifadesiyle, “bu beceri, ancak tam olarak “görüĢ alanı içinde” kaldıkları sürece tüm “öteki”lere uygulanabilirdi.” 144 143 144 Muchembled‟dan aktaran: Bauman, a.g.y., s. 51. A.g.y., s. 52. 49 Feodal toplumun yoğun sosyalliği içinde sahip olduğu baĢkalarını izleme ve denetleme imkânları, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kalabalıklaĢan ve para ekonomisinin geliĢimini yaĢayan modern çağın eĢiğindeki Avrupa dünyasında, geniĢleyen toplumsal mekâna ve giriftleĢen toplumsal iliĢkilere uyum sağlayamayarak imkânsızlığa düĢmüĢtür. Dolayısıyla, 16. ve 17. yüzyılın korku yüklü atmosferi, esas itibariyle, “efendisiz-aylak nüfus”u yatay düzlemde, geleneksel tanıdık kılma yöntemleriyle zaptedemeyen cemaat denetim sisteminin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun üstesinden gelerek yeni bir toplumsal düzen yaratma iĢini güçlü bir iktidar baĢarabilirdi. O tarihlerde geliĢmekte olan mutlak devlet bu görevi üstlenecektir. Ancak sürecin iĢleyiĢi, mutlak hükümranlık anlayıĢının yerini yeni bir iktidar biçiminin almasını sağlayacaktır. Dolayısıyla, denetimden kaçan kalabalığın toplumda yarattığı korku, yeni iktidar tekniklerinin keĢfedilmesine yol açarak, iktidarın dönüĢümünde ve kurumsallaĢmasında önemli bir rol oynayacaktır. 2. “KAPAT(IL)MA”NIN ĠCADI Mutlak iktidar, iĢsizlik veya dilenciliği ortadan kaldırmak için bir takım önlemler almaya çalıĢmıĢtır.* Bunların baĢarısızlığa uğraması sonucu keĢfettiği sonuncu tedbir, önemli sonuçlar doğuracak olan “kapatma” uygulamasıdır. 17. yüzyılın ekonomik açıdan geliĢme kateden toplumu, iĢsizlik ve sefaletten * Dilencilik ve aylaklık devletin yasaları aracılığıyla bir suç olarak tanımlanmıĢ ve bu durumlara karĢı, bedensel azap çektirme, zorla çalıĢtırma, kentten kovma gibi çeĢitli cezalar öngörülmüĢtür. Bkz. Bauman, a.g.y., 56, 57 ve Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 1995, s. 104-106. 50 kaynaklanan isyanları bastırma konusunda, insanları katledip mülkleri yok ederek ekonomik felaketlere yol açan eski yöntemleri terk etmek durumunda kalmıĢtır. Bunun yerine, nüfusun “tehlikeli” görülen bölümünün bir kenarda zorunlu olarak kapalı tutulması Ģeklindeki daha zararsız yöntem keĢfedilmiĢtir.145 Paris‟te Genel Hastane‟nin kurulmasını düzenleyen 1656 tarihli kararname, çok sayıda, çeĢitli kurum ve yapının fakirlere tahsis edilmek üzere tek bir yönetim altında toplanmasını öngörmektedir. Fakirlere iliĢkin gerekli görülen tüm muameleyi –yönetim, idare, asayiĢ, yargı, ıslah ve ceza- yerine getirmekte yetkili olma görevi için ise, ömür boyu atanacak olan müdürler düĢünülmüĢtür.146 Foucault‟nun ifadesiyle: “Genel hastane tıbbi bir kurum değildir. Daha çok yarı adli bir yapı olup, daha önceden oluĢmuĢ yetkilerin yanı sıra ve mahkemelerin dıĢında karar veren, yargılayan ve infaz eden bir cins yönetsel bütündür. … Bir düzenin, bu dönemde Fransa‟da örgütlenmekte olan monarĢik ve burjuva bir düzenin bir yürütme makamıdır.”147 Ġngiltere‟de, 1575 tarihli daha eski bir yasa, “serserilerin cezalandırılması ve fakirlerin rahatlatılması iĢlevini üstlenecek ıslahevlerinin (house of correction) kurulmasını hükme bağlamıĢtır.148 17. yüzyılın ikinci yarısında ise, daha büyük baĢarı vadeden kapatma kurumları, çalıĢma evleri (workhouses ) adıyla ortaya çıkacak ve birkaç yıl içinde kapatma uygulamasının bütün önemli yapıları tüm 145 Michel Foucault, “Büyük Kapatılma”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 105. 146 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 84. 147 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 85. 148 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 90. 51 Avrupa‟ya yayılmıĢ olacaktır.149 Sonuç olarak, Avrupa‟nın çeĢitli ülkelerinde nüfusun herhangi bir nedenle çalıĢmayan, yeri yurdu olmayan önemli bir kısmı, resmi denetim altındaki kurumlara, aralarında ayrım yapılmaksızın – “yaĢlılar, sakatlar, çalıĢamayan veya çalıĢmak istemeyen kimseler, eĢcinseller, akıl hastaları, müsrif babalar, hayırsız evlatlar”150 gibi- kapatılmıĢtır. 17. yüzyıl Avrupa‟sının genelinde rastlanan kapatma, her Ģeyden önce bir “asayiĢ” uygulamasıdır. “AsayiĢ” kelimesi klasik dönemde, çalıĢma edimini mümkün kılan önlemler bütünü ile özdeĢliği çerçevesinde anlamlandırılmaktadır. Buna göre, yönetimde söz sahibi olmaya baĢladıklarından beri zenginlerin, fakirleri çalıĢmaya zorlamalarının sebebi, asayiĢi sağlamakla istihdam zorunluluğu arasındaki ilginin farkına varmıĢ olmalarıdır.151 Bu farkındalık bir dizi kovma tedbiri ve cezalandırmaya sebep olmuĢtur; fakat ardından “kapatma”, bu amacı gerçekleĢtirmek üzere yeni bir çözüm olarak devreye sokulmuĢtur: “iĢsiz artık kovulmamakta veya cezalandırılmamaktadır; ona masrafları ulusa ait olmak üzere, ama kiĢisel özgürlüğünü kaybettiren bir Ģekilde bakılmaktadır. Onunla toplum arasında adı konulmamıĢ bir zorunluluklar sistemi yerleĢmektedir: beslenecektir, ama kapatılmadan doğan fizik ve ahlâki zorlamaya razı olması gerekmektedir.”152 Ekonomik bunalım, kapatma kurumlarının oluĢumunu tetiklemiĢtir. Kapatma uygulamasının, ekonomik bunalımın yaĢandığı dönemlerdeki asıl iĢlevi de, esas itibariyle, dilenenleri sabit bir yere tıkmak suretiyle dilenciliğin önünü kesmek 149 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 91, 92. �Fo�cault,� �ük Kapatılma”, A 106. 151 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 104. 152 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 106. 150 52 olmuĢtur. Nitekim Paris Genel Hastanesi, ilk kurulduğu zamanlarda, kapatılanlara istihdam sağlamaktan çok böyle bir amacı gerçekleĢtirmeyi hedeflemektedir.153 Ancak, kapatmanın iĢlevi bununla sınırlı değildir; bunalım dönemlerinin dıĢında baĢka bir görevi daha üstlenerek yeni bir görünüm edinecek ve yeni bir yarar sağlayacaktır: “Artık iĢsizleri kapatmak değil de, kapatılmıĢ olanlara iĢ vermek ve onları herkesin refahı doğrultusunda çalıĢtırmak söz konusudur. Yer değiĢtirme açıktır: tam istihdam ve yüksek ücret dönemlerinde ucuz emek gücü; ve iĢsizlik dönemlerinde aylakların emilmesi ve çalkantı ile ayaklanmalara karĢı toplumsal korunma.”154 Dolayısıyla, kapatma kurumlarının ikili bir iĢlevi yerine getirdiği söylenebilir: Bir yandan, ekonomik kriz anlarında çoğalan iĢsiz ve aylak nüfusun ayaklanma tehlikesine karĢı önlem almak suretiyle bu durumun sıkıntı yaratacak toplumsal sonuçlarını ortadan kaldırmak; öte yandan, ekonomik canlanmanın yaĢandığı dönemlerde ucuz ve kolay denetlenebilir bir iĢgücünün oluĢmasını sağlamak.155 Foucault, klasik dönem kapatma kurumlarının, kendilerinden beklenen iĢlevi yerine getirme konusunda baĢarısız olduklarını belirtir. Bunun nedeni, iĢsizlerin kapatılarak zorunlu çalıĢmaya maruz bırakılması durumunun, rekabet tehlikesi yaratarak baĢka bölgelerde iĢsizlerin ortaya çıkmasına sebep olmasıdır. 156 Ayrıca, çalıĢmayan kesimin çalıĢabilir hale getirilmesi için yapılan harcamalar, karĢılığında 153 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 111. Foucault, Deliliğin Tarihi, s 109. 155 Ferda Keskin, “Sunuş: Büyük Kapatılma”, s. 12 Michel Foucault, Büyük Kapatılma, çev. IĢık Ergüden – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005. ve Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 112. 156 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 110, 113. 154 53 elde edilen yarardan çok zarar göz önünde bulundurulduğunda, kapatma uygulamasını pahalı ve verimsiz bir yöntem haline getirmektedir. Nitekim, 19. yüzyılın baĢında kapatılma kurumunun, fakirlerin yer aldığı sefalet merkezleri olarak miyadını doldurması, baĢarısızlıklarının bir göstergesi niteliğindedir. Ancak asıl önemli olan, klâsik dönemin bu baĢarısızlık içinde meydana getirdiği, geri döndürülmesi imkânsız “deneyim alanı”dır. Önemlidir, çünkü aynı zamanda, pahalıya mal olmalarına rağmen kapatma kurumlarının devamlılığını* sağlayan ilkenin** oluĢumunu haber vermektedir. Bu deneyim alanı, “akıldan yoksunluk” çatısı altına sokulmak suretiyle saptanan bir takım deneyimleri içermektedir – “ahlâk tanımazlık”, “kutsal olanı küçümseme” gibi-.157 Böylelikle, ahlâki bir değerlendirme iĢe koĢulmaktadır. Bu durum, toplumdan dıĢlanan deliliğe iliĢkin deneyim biçiminin de habercisi ve belirleyenidir.*** Fakirleri kamuya yararlı hale getirecek önerileri içeren bir raporda vurgulanan ifade, yukarıda bahsedilenler açısından değerlendirildiğinde manidardır; ifadeye göre fakirliğin nedeni, “disiplinin zayıflaması ve adetlerdeki gevĢeme”ye bağlanmaktadır – kıtlık ve iĢsizliğe değil- 158 Dolayısıyla, kapatma uygulaması ile çalıĢtırma talebi arasındaki iliĢkinin de, esas itibariyle, ahlâki bir algılamaya dayandığı söylenebilir. Bu çerçevede çalıĢtırma * Kapatma kurumlarında ısrar edilmektedir. Üstelik, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl baĢında, yani Fransız Devrimi döneminde önemli bir değiĢiklik meydana gelmiĢ, ilk baĢlardaki külliyen aynı yere kapatma terk edilerek, kapatılanlar arasında ayrım yapılmaya baĢlanmıĢtır: “akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishaneye…” Foucault, “Büyük Kapatılma”, s. 106. ** Bu ilke, kapatma pratiğinin gerçekleĢtirme becerisine sahip olduğu, insanlara uysallık ve disiplin aĢılama niyetine iliĢkindir. 157 Bkz. Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 131. *** 18. yüzyılın sonunda deliliğin akıl hastalığı olarak kurulması, akıl ile akıl-olmayan arasındaki derin yarılmanın bir göstergesi olacaktır: “Kurucu olan, deliliği bölüp ayıran edimdir, yoksa bu bölme bir kez yapılıp da ortalık yatıĢtığında yerleĢik hale gelen bilim değil. ÇıkıĢ noktası, akıl ile akıl-olmayan arasındaki mesafeyi koyan yarılmadır; aklın akıl-olmayan üzerinde, onun hakikatini delilik, suç veya hastalık biçiminde çekip çıkarmak için uyguladığı etkiyse fazlasıyla bu yarılmadan kaynaklanır, ama uzaktan.” Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi‟ne Önsöz”, Büyük Kapatılma, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 21. 158 Aktaran Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 117. 54 edimine, ahlâki yozlaĢmayı ortadan kaldırarak yoldan çıkmıĢların dünyasını hizaya sokacak bir sağaltma iĢlevi yüklenmiĢtir: “ÇalıĢma ve fakirlik basit bir zıtlık haline getirilmiĢlerdir, her birinin karĢılıklı kapsamı diğerinin tersine geniĢleyecek veya daralacaktır. Ve çalıĢmanın kendine özgü bir Ģekilde sahip olacağı sefaleti yok etme gücü, klasik çağ düĢüncesi açısından çalıĢmanın üretken güçlerinden çok, ahlâki cazibesinden kaynaklanmaktadır. … Böylece çalıĢma, kapatma evlerinde ahlâki bir anlam kazanmaktadır: madem ki tembellik isyanın mutlak biçimi haline gelmiĢtir, o halde aylaklar ne yararı, ne de kazancı olan belirsiz bir çalıĢmaya zorlanacaklardır.” 159 17. yüzyılda Ģekillenen söz konusu kapatma pratiği, “ahlâkın hükmünü yönetim marifetiyle sürdürdüğü zorlama yerleri”160; diğer bir deyiĢle, “ahlâki düzen hapishaneleri” yaratmakla kalmamıĢ; aynı zamanda, baĢlı baĢına bir cezalandırma Ģekli olarak “kapatılma”nın ve cezalandırma mekânı olarak hapishane kurumunun da temellerini atmıĢtır.161 159 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 113, 116. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Hapishane Üzerine SöyleĢi: Kitap ve Yöntemi”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 26: “Asıl kavranıĢı içinde cezalandırıcı çalıĢma herhangi bir mesleğin öğrenilmesi değil, çalıĢma erdeminin öğrenilmesidir. BoĢuna çalıĢmak, çalıĢmak için çalıĢmak, bireylere ideal emekçi biçimini vermeliydi.” 160 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 119. 161 Keskin, “Sunuş: Büyük Kapatılma”, s. 13. 55 II. GÖZETLEME VE DENETĠMĠN YENĠ ĠMKÂNLARI 1. DĠSĠPLĠNE EDĠCĠ KURUMLAR Toplum düzenine ve ahlâka karĢı sorun oluĢturduklarına inanılanlar kapatılmaktadır. Kapatma kurumlarının, 17. yüzyılda kendini gösteren, ancak henüz belli belirsiz olan bu ahlâki yönü, 18. yüzyıla gelindiğinde, toplumsal denetim ve iktidar alanlarını temelden sarsacak bir boyut kazanacaktır. Büyük keĢfinin orduda yapıldığı* bu kurumsal dönüĢümle birlikte bir çok kurum, disiplini iyi bir terbiye etme sanatı olarak sistematik bir biçimde iĢlev edinecek olan yeni bir iktidar mekanizmasının, çok yönlü ve hedefine ulaĢmada baĢarılı uygulamalarına sahne olacaktır. Disiplinci iktidarın disiplin icra etmek, yani düzeni denetlemek ve yeniden üretmek için kullandığı aletlerden biri hiyerarĢik gözetimdir. Hemen belirtmek gerekir ki, gözetim olgusunun toplumsal düzeni sağlamadaki rolü bu dönemde keĢfedilmiĢ değildir; modernlik öncesi dönem boyunca, ortaçağın her yaĢamı baĢkalarının bakıĢına açan ve düzenini birbirini izleme yoluyla gerçekleĢtiren “Ģeffaf” cemaatlerinde, “gözetim”, önemli bir toplumsal denetim yöntemi olarak * 16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın baĢından 18. yüzyılın sonuna kadar orduda büyük bir dönüĢüm meydana gelmiĢtir. Tam anlamıyla bir iĢbölümünün olmadığı ve bir Ģefin etrafında örgütlenen bireylerin küçük birliğinden ibaret olan ordu; bu süreçte, bir dizi aracı Ģef, astsubay ve teknisyenden oluĢan büyük bir birliğe geçmiĢtir. Bu dönüĢüm teknik bir keĢfe dayanmaktaydı: görece çabuk ateĢ alan ve niĢan alınabilen tüfek. Artık, ordunun etkili olabilmesi, tüfeklerin etkili bir biçimde kullanılabilmesi için, her bireyin geniĢ bir cephede belirli bir konum iĢgal etmesini sağlayacak biçimde iyi yetiĢtirilmiĢ olması gerekiyordu. Bu ise, hiyerarĢik bir düzenlemeyi gerektiren ve yeni bir iktidar tekniği içeren bir disiplin sorunuydu. “Bu Ģekilde ordu, her bireyin, konumunun spesifikliğine ve rolüne göre yer aldığı bütünün birliğiyle birlikte, azami baĢarısı garanti edilerek, çok karmaĢık ve hiyerarĢik bir birlik olarak ele alınabildi.” Michel Foucault, “İktidarın Halkaları”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 146. 56 kullanılmıĢtır. Modern dönemde yeni olan Ģey, söz konusu yöntemin kullanılıĢ biçimidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, nüfusun artması ve mekânın geniĢlemesi, gözetim görevini bireylerde bitiren geleneksel sistemin iflasına yol açmıĢ ve disipline dayalı denetim sorununun geçmiĢteki gibi sıradan bir Ģekilde değil; daha özenle ele alınması, örgütlenmesi, idare edilmesi gereğini gündeme getirmiĢtir.162 Ancak yine de, hiyerarĢik gözetimi devletin salt yukarıdan uyguladığı bir teknik olarak algılamamak gerekir; modern anlamda disiplinci iktidar, bireylerin kendilerini ve baĢka bireyleri gözetim altında tuttuğu çok daha karmaĢık bir açılıma sahiptir. Nitekim, gözetime dayanan bu yeni denetim mekanizmasının ortaya çıkmasının kaynağında da, toplumun alt kademelerinde belli ihtiyaçlara cevap vermek için vaktiyle oluĢturulmuĢ olan denetim biçimleri vardır. Örneğin, 18. yüzyıl Fransa‟sının güçlü monarĢik devlet yapılanmasının aygıtlarından biri olan polis kurumu, Lettre de cachet gibi bir kurumsal bileĢene sahipti: “Lettre de cachet bir yasa ya da kararname değildi, kralın, bireysel olarak tek bir kiĢiyi ilgilendiren, onu bir Ģey yapmaya zorlayan bir emriydi. Hatta bir kimse, lettre de cachet ile evlenmeye bile zorlanabilirdi. Yine de, birçok durumda bir cezalandırma aracıydı.” 163 Mutlak monarĢinin önemli iktidar aygıtlarından biri olan lettre de cachet‟nin, krallığın keyfi bir uygulaması olarak sınıflandırılması yaygındır; ancak tek uygulanma biçimi tek taraflı değildi, hatta çoğunluğu çeĢitli kiĢilerin talebi üzerine gerçekleĢmekteydi: “EĢlerinin hakaretine uğrayan kocalar, çocuklarından memnun olmayan aile babaları, birinden kurtulmak isteyen aileler, biriyle baĢı dertte olan dini cemaatler, papazlarından memnun olmayan komünler. Tüm bu kiĢiler ya da küçük 162 Bauman, a.g.y., s. 155. Michel Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 231. 163 57 gruplar”164 Ģikayetçi oldukları kiĢilerin tutuklanması için lettre de cachet talep ediyorlardı, yapılan soruĢturmanın ardından iddialar uygun bulunduğu takdirde talepleri yerine getiriliyordu. Dolayısıyla bu kurum, toplumun kendi üzerinde uyguladığı aĢağıdan denetim aracı iĢlevi görmekteydi165. Ahlâksız davranıĢlar, tehlikeli ve muhalif dinsel tavırlar, ortaya çıkmakta olan iĢçi nüfusun yarattığı çalıĢma sorunları lettre de cachet ile cezalandırılan davranıĢlar arasındaydı. Foucault‟ya göre hapishanenin kökenini, klasik hukuk mekanizmalarının yanı sıra varolan bu uygulamada, krallık iktidarının grupların kendiliğinden denetimi aracılığıyla kullanılmasında, adaletin dıĢındaki bu toplumsal denetim sisteminde aramak gerekir.166 Nitekim, bir kimseye lettre de cachet gönderildiğinde, henüz ceza usul sistemine göre yasal bir ceza söz konusu olmamasına rağmen hapse atılmakta ve talepte bulunan kiĢi ıslah olduğuna karar verene kadar orada kalmaktadır. Bireylerin davranıĢlarının gözetimi, denetimi ve ıslahına dayanan bu iktidar tekniği, baĢka bir çok kuruma yayılacaktır. Ancak, 18. yüzyıldaki esas amacı davranıĢlarıyla marjinalleĢmiĢ kiĢiyi dıĢlamak olan kapatma uygulanmasının 19. yüzyılda anlamı değiĢecek ve dıĢlamaktan ziyade sabitlemek olacaktır. “Fabrika bireyleri dıĢlamaz, onları bir üretim aygıtına bağlar. Okul, bireyleri, kapatırken bile dıĢlamaz; onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlar. Islahevi ya da hapishane de böyledir. Bu kurumların sonuçları bireylerin dıĢlanması olsa da, ilk amaçları bireyleri 164 Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 232. “17. yüzyılın sonundan itibaren, birbiriyle bağlantılı ve aĢağı yukarı eĢzamanlı iki kurum geliĢir. Bir yandan, her bir mahallede bulunan komiserler, sokaklarda cirit atan müfettiĢler ve fahiĢeleri, homoseksüelleri, vs yakalatan muhbirler yoluyla büyük Ģehirlerin polisiye olarak güvenlik bölgelerine ayrılması. Diğer yandan ve bununla aynı zamanla, kesinlikle genel uygulamalar olan ve her önüne gelenin … mahalle komiserine yakalatma ve kapattırma talebinde bulunabilmesini sağlayan bu lettres de cachet‟ler…” Michel Foucault, “Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 126. 166 Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 233. 165 58 normalleĢtirme aygıtına bağlamaktır. Fabrika, okul, hapishane ya da hastanelerin hedefi bireyi bir üretim sürecine, bir üretici oluĢturma ya da ıslah etme sürecine bağlamaktır.”167 “Disiplinin icra edilmesi, bakıĢlar aracılığıyla zorlayan bir düzenleme; görmeye olanak veren tekniklerin iktidarın olanaklarını artırdıkları ve bunun yansıması olarak, baskı altına alma araçlarının, bu baskıların uygulandığı kiĢileri açıkça görülebilir kıldıkları bir makine gerektirmektedir.”168 18. yüzyılda önemli bir mimari sorunsal gündeme gelmiĢtir: görülmeden görmek biçimindeki tek taraflı bir gözetimi mümkün kılarak, yapıların içinde ayrıntılı bir denetime olanak sağlamayı dert edinen bir mimari sorunsal. Bu sayede, tamamen yeni bir nitelik; gözlenenlerin tüm yaĢam tarzları, hal ve gidiĢleri bilinebilecek ve denetlenebilecektir: “Tam bir disiplinci aygıt, tek bir bakıĢla her Ģeyi sürekli olarak görmeye olanak verecektir. Merkezi bir nokta aynı anda hem her Ģeyi aydınlatan ıĢıkların kaynağı, hem de bilinmesi gereken her Ģeyin yoğunlaĢma yeri olacaktır.”169 Foucault, Hôtel-Dieu Hastanesi‟ne iliĢkin çeĢitli mimari projeleri incelerken, “bedenlerin, bireylerin, Ģeylerin, merkezi bir bakıĢ altında tümüyle görünür olmalarının en sabit yönetici ilkelerden biri haline geldiğini” fark etmiĢtir. Öncelikle tıp kurumlarında uygulanan bu mimari, sonradan, hapishanelerin yeniden 167 Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 245. Michel Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 200, s. 169 Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 260. 168 59 düzenlenmesine yönelik projelerde yer alacak ve Bentham‟ın büyük tasarımı olan Panopticon modelinde ilk defa dile getirilerek adı konacaktır.170 19. yüzyılda, hastane, okul, fabrika, atölye gibi kurumların binaları, bahsedilen mimari ilkeye uygun olacak biçimde yeniden düzenlenmiĢtir. Böylelikle hedeflenen, farklılaĢmıĢ, uzmanlaĢmıĢ, hiyerarĢik, iĢlevsel ve sürekli bir gözetimi, prensip olarak aĢırılığa ve Ģiddete baĢvurmayan bir disiplini örgütlemektir. Bu örgütlenme biçimi, kurumların iĢlevlerini –hastane: tedavi etme, okul: terbiye etme gibi- en mükemmel ve ekonomik biçimde yerine getirmelerini sağlayacak; yalnızca tepeden kaynaklanmayan, hem her yerde olan hem de sessizce davranan, kurumun tümüne yayılmıĢ, çoklu, anonim ve kendiliğinden iĢleyen bir iktidar tekniğini üretmesi nedeniyle önemlidir, bu nedenle yaygınlaĢmıĢtır. Foucault‟nun ifadesiyle: “gözetimin iĢleyiĢinin yukarıdan aĢağı doğru olan bir iliĢkiler ağının iĢleyiĢi olduğu doğruysa da, bu ağ aynı zamanda belli bir noktaya kadar aĢağıdan yukarı ve yanlara doğru da olmaktadır; bu ağ “bütünün” tutunmasını ve iktidarın birbirlerinden destek alan etkilerinin onun içinden bütün olarak geçmelerini sağlamaktadır: sürekli olarak gözetim altında tutulan gözetmenler.”171 170 Michel Foucault, “İktidarın Gözü”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 86, 87. Bentham Panopticon‟u ideal hapishane olarak tasarlamıĢtır. Sonradan tüm toplumsal kurumlara yayılacaktır. “Panopticon, halka biçimli bir binadır, ortasında bir avlu ve avlunun ortasında da bir kule vardır. Halka, hem içeriye hem dıĢarıya bakan hücrelere bölünmüĢtür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak, yazı yazmayı öğrenen bir çocuk, çalıĢan bir iĢçi, ıslah eden bir mahkûm, deliliğini yaĢayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir gözetmen vardır. Her hücre hem içeriye hem dıĢarıya baktığından gözetmenin bakıĢı tüm hücreyi kat edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak bireyin yaptığı her Ģey bir gözetmenin bakıĢına açıktır; bu gözetmen, kendisinin her Ģeyi görebileceği, buna karĢılık kimsenin kendisini göremeyeceği Ģekilde, panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur. Bentham‟a göre, bu küçük ve harikulade mimari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panopticon, aslında, bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır …” Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 224. 171 Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 264. 60 Disiplinci iktidar, “yapay” nitelikteki yasal düzenlemelerin uygulanmasından ibaret olmayan bir düzeni sağlamak durumundadır. Bu nedenle, kurumların iĢlevlerinin zorunlu kıldığı “doğal” normlara atıf yapılarak, adli cezalandırma sisteminden tamamen farklı normalleĢtirici bir yaptırım mekanizması devreye sokulur.172 Bu mekanizma, mikro-cezalar yoluyla bireylerin davranıĢ bütününü nitelemeye, bastırmaya ve ıslah etmeye yönelmiĢtir. Bu yönelim boyunca cezalandırmaya konu olan, kurallardan uzaklaĢan her Ģeydir; yani, “uygun olmamanın belirsiz alanı cezalandırılabilir niteliktedir.”173 Islahın gerçekleĢebilmesi için, çift yönlü bir denetim iĢletilecektir. Bir yandan, bireylerin sahip olduğu özelliklerin tüm farklılıkları içinde mümkün olduğunca bilinmeye ve birbirleriyle kıyaslanma çalıĢılması; diğer bir deyiĢle, bireylerin, kendilerine özgü hatlarının ayrıntılı bir tasvirinin yapılması suretiyle yoğun bir bireyselleĢtirme sürecine tabi tutulmaları söz konusudur; öte yandan, bireyselleĢtirme aracılığıyla düzeyleri saptanan bireysel kimliklerin, hedeflenen davranıĢsal rutinden gösterdikleri sapma ölçüsünde düzenlenmeleri, dönüĢtürülmeleri, kısaca türdeĢleĢtirilmeleri. Dolayısıyla bu tür cezaların, intikam almayı değil, belli bir yapma biçiminin öğrenilmesini hedefledikleri söylenebilir.174 Disiplinci iktidarın baĢvurduğu bir baĢka teknik, gözetim ile normalleĢtiren yaptırımı bir araya getirerek kendinde toplayan sınav aygıtıdır. Sınav, öğrenim sürecinin hem yaptırımı hem sürekli unsurlarından biridir ve esas itibariyle, karĢılıklı 172 Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 267, 273. Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 267. 174 Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 274. 173 61 bir bilgi aktarım/üretim yoludur.175 Örneğin, hastanenin bir eğitim ve bilgi verme yeri haline gelmesiyle birlikte; “iyi disiplinli” bu yer, aynı zamanda tıbbi “disiplin”in de en uygun mekânı olmaya baĢlayacaktır.176 Sınav, yazı usûlleri aracılığıyla, bireysel verileri belgeleme, sicil tutma iĢlevini de yerine getirir. Böylece birey, çözümlenebilir, hesaplanabilir bir nesne olarak oluĢturulmaktadır. Bu durum “birey”in bilgi alanına girmesi sorununa karĢılık gelir: insan bilimleri bu noktada mümkün hale gelmiĢtir.177 Toplumun alt kademelerinde yer alan denetim mekanizmaları, bir ilk adım olarak, sanayi ve mülk sahipleri tarafından yoksul kesim üzerinde uygulanmak üzere devreye sokulmuĢ, böylece kutuplaĢma yaĢanmıĢtır. Bir sonraki adım, yukarıda bahsettiğimiz, tüm topluma nüfuz edecek biçimde merkezi iktidar tarafından kurumsallaĢtırılmalarıdır. KutuplaĢmanın baĢlamasının, sanayi ve tarım zenginliğinin niteliğine ve toplumdaki dağılımına iliĢkin iki sebebi vardır. Birinci sebep, Fransa‟dan ziyade 18. yüzyılın sonunda Ġngiltere‟de görülen, üretimin aldığı yeni biçimdir; diğer bir deyiĢle, zenginliğin yatırım maddesinin değiĢmesidir.178 Artık, parasal olmayan, hammadde, makine, atölye gibi sermaye mallarına yatırılan bir servet söz konusudur.179 Bu yeni zenginliğin tahribata açık olması nedeniyle de, korumayı sağlayacak bir denetim mekanizmasının oluĢturulması gerekmiĢtir.180 Ġkinci sebep, hem Fransa hem Ġngiltere için aynı oranda geçerlidir: büyük, boĢ, 175 Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 277. Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 276. 177 Bkz. Foucault, Hapishanenin DoğuĢu, s. 280-282. 178 Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 235. 179 Bkz. Braudel, Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı, s. 520. 180 Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 235. 176 62 iĢlenmemiĢ toprakların kalmaması; mülklerin bölünmesi; küçük mülkiyetin çoğalması, yani yağma tehdidi. 19. yüzyılda yerleĢiklik kazanan disipline edici kurumlar genel olarak üç iĢlevi yerine getirmektedir.181 Ġlki, bireylerin zamanının neredeyse tümünün üstlenilmiĢ olunmasıdır. Nitekim, üretim aygıtı insanların zamanının kullanımı üzerine kurulu olduğundan modern toplum için bireylerin zamanının gidiĢatını elinde bulundurmak önem kazanmıĢtır; bireylerin zamanı çalıĢma zamanına dönüĢmelidir . Ġkincisi, bedenlerin denetimine iliĢkindir. Beden, düzeltilmesi gereken bir Ģey olarak görülmekte; çalıĢabilir hale gelmesi, ıslah edilmesi, bir takım yetenekler edinmesi, yani iĢgücü niteliği kazanması gerekmektedir. Üçüncü iĢlev, yeni ve farklı görünümlere sahip bir iktidarın yaratılmasıdır. Disipline edici kurumlarda hem ekonomik, hem siyasi, hem hukuksal, hem de epistemolojik bir iktidar iĢlemektedir. Nitekim, emir verilir, karar oluĢturulur, ceza ve ödül mekanizması çalıĢtırılır, önlemler alınır, bireylerden bilgi edinilir vb. Epistemolojik iktidara örnek verecek olursak; bilginin içeriğine göre iki tür bilgi edinme Ģekli söz konusudur: hem bireylerin çalıĢma sırasında geliĢtirdiği teknik bilgiler, hem de gözlem yoluyla elde edilen kiĢinin kendisine iliĢkin bilgiler kaydedilmektedir: “Böylece, üzerinde iktidar uygulanan bireyler, ya kendilerinin oluĢturduğu ve yeni normlara göre biriktirilecek olan bilginin elde edildiği yerdir, ya da yeni denetim biçimlerine imkân tanıyacak bir bilginin nesneleridir.”182 181 182 Bkz. Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 247-251. Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 251. 63 2. YENĠ BĠR ĠKTĠDAR KAVRAYIġI Foucault modern toplumu disiplinci bir toplum, bir normalleĢtirme toplumu olarak kavramsallaĢtırır. Bu kavrayıĢ, tek iĢlevi baskı uygulamak, dıĢlamak, engellemek olmayan, aynı zamanda ve daha önemli olarak pozitif etkiler üreten yeni bir iktidar biçimine vurgu yapmaktadır; yani “üretken, yaĢamı destekleyen, yaĢamın sağladığı güçleri sınırlamaya değil arttırmaya yönelik”183 bir iktidar biçimi. Dolayısıyla, Ġnsanların yönetiminde yeni bir iktidar teknolojisinin geliĢtirilmesi; diğer bir deyiĢle, iktidar tekniklerinin geliĢme yönünün giderek bireyler olması, bireyleri sürekli ve kalıcı bir biçimde yönetmeyi amaçlaması söz konusudur.* Foucault, bu yeni iktidar türünün hükümranlık terimleriyle ifade edilemeyeceğini, bir “yönetim” sorunu olarak tanımlanması gerektiğini belirtir. Çünkü hükümranlık kuramı, esas itibariyle, toprak ve toprağın ürünleri üzerinde iĢleyen, hükümdarın fiziksel varlığından, mutlak tasarrufundan yola çıkan bir iktidar biçimine bağlıdır. Yeni iktidar tekniği ise, bedenlerle ve bedenlerin ne eylediğiyle ilgilenmekte, düzenli ve süreklilik arz eden gözetim sistemleri çevresinde “yönetim sanatı”nı icra etmeyi önemsemektedir.184 183 Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 16. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Tımarhaneler, Cinsellik, Hapishaneler”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, s. 49: “Ġktidarın yalnızca baskı uygulamaktan – bastırmak, engel çıkarmak, cezalandırmak- ibaret olmadığını, arzu yaratarak, zevki kıĢkırtarak, bilgiyi üreterek bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermelidir. … Ġktidar bedeni çalıĢtırır, davranıĢa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer …” , * Geleneksel iktidar anlayıĢının eleĢtirisi için ayrıca bkz. Pierre Clastres, Devlete KarĢı Toplum, çev: Mehmet Sert – Nedim DemirtaĢ, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1991, s. 14-25. 184 Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev: ġehsuvar AktaĢ, 3. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, 2008, s. 49. 64 “Yönetim sanatı” deyimi, devletin merkezileĢmesiyle birlikte 16. yüzyılda çeĢitli biçimler altında gündeme gelen yönetim sorunsalı –baĢkalarının eylem alanını yönetme/yönlendirme/yapılandırma sorunu- bağlamında geliĢmiĢtir. Buna göre yönetim sanatı, hükümdarın devleti yönetmesi anlamında tek ve mutlak bir yönetim biçimini değil, devlete içkin olarak varlığını sürdüren yönetim biçimleri çoğulluğunu –babanın aileyi, papazın manastırı, öğretmenin öğrenciyi devletin içinde yönetmesi gibi- ifade etmektedir. Diğer bir deyiĢle, iyi bir devlet idaresinden bahsedilebilmesi için hem yukarıya hem de aĢağıya doğru bir süreklilik olmalıdır; yani hem hükümdar yönetim konusunda iyi eğitimli olmalı, hem de örneğin aile reisi gerektiği gibi davranmasını bilmelidir.185 Esas olarak yönetim, belirli bir toprak parçasında değil, insanlar ve Ģeylerin iç içe geçmiĢ iliĢkilerinde etki göstermekte ve bu etki, yönetilenlerin bir dizi “uygun” amaca göre doğru bir biçimde düzenlenmesini içermektedir, yani kendine özgü bir erekselliği söz konusudur: “[Y]önetimin ilgi alanına giren Ģeyler insanlar, ama iliĢkileriyle, bağlarıyla, zenginlik kaynakları, geçim araçları, kendine göre özellikleri toprak parçası, iklim, sulama koĢulları, verimlilik, vb. baĢka Ģeylerle iç içe geçmiĢ olan; âdetler, alıĢkanlıklar, hareket etme ve düĢünme biçimleri, vb. baĢka Ģeylerle iliĢkilerindeki insanlar, son olarak, gene açlık, salgın hastalık, ölüm gibi kazalar ve talihsizliklerle iliĢkilerindeki insanlardır. … yönetimin ereği kendisinin idare ettiği Ģeylerde, yönlendirdiği süreçlerin 185 Michel Foucault, “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 270, 271. 65 mükemmelleĢtirilmesi ve yoğunlaĢtırılmasındadır; ve yönetim araçları artık yasalar yerine bir taktikler dizisidir.”186 Ġlk ifadesini 16. yüzyıl sonu 17. yüzyıl baĢında bulan yönetim sanatı, keyfi bir yönetime değil; devletin spesifik gerçekliğine özgü rasyonel ilkeler doğrultusunda yönetimine karĢılık gelmektedir. Ancak tam anlamıyla geliĢmesi ve engellerden kurtulması, 18. yüzyılda yaĢanan demografik büyüme ile birlikte nüfus sorununun ve yönetim biliminin –nüfusla ilgili tüm süreçlerin bilgisi- ortaya çıkması sonucu gerçekleĢmiĢtir. Çünkü bu sayede, yönetim sanatının önemli noktalarından olan ekonomi kavramı baĢka bir düzleme kavuĢmuĢtur: daha önceleri bir ailenin yönetilmesi modeli üzerinden kavranan ve devlet yönetimine bu modelden yola çıkılarak uyarlanmaya çalıĢılan ekonominin, nüfus olgusunun ortaya çıkmasıyla birlikte aileye indirgenemeyeceği anlaĢılmıĢtır. Nüfusun yönetimi açısından aile artık, nüfus hakkında bilgi edinmeyi sağlayacak bir araç konumundadır. Sonuç olarak, yönetimin nihai amacı, nüfusun, hem tek tek bireylerden oluĢtuğu göz önünde bulundurularak ayrıntılarıyla ve derinlemesine, hem de daha genel bir perspektiften yönetilmesidir; ve nüfusun bu Ģekilde yönetilmesi durumu, hem egemenlik hem de disiplin sorununun daha Ģiddetli bir hal almasını sağlamıĢtır.187 Foucault, bu açıdan modern devleti, “esas olarak nüfusa dayanan ve ekonomik bilgiye gönderme yapan ve bu bilginin araçlarını kullanan” bir yönetim devleti olarak nitelendirmekte; bu durumun da “güvenlik aygıtları tarafından denetlenen bir topluma” karĢılık geldiğini belirtmektedir.188 186 Foucault, “Yönetimsellik”, s. 273, 276. Foucault, “Yönetimsellik”, s. 277-284. 188 Foucault, “Yönetimsellik”, s. 287. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Mitchell Dean, Governmentality – Power and Rule in Modern Society, Sage Publications, California, 2007, s. 10187 66 Ġktidarın pozitif mekanizmaları içinde analizi özetlenecek olursa belli baĢlı unsurlardan bahsetmek gerekir.189 Öncelikle, tek bir iktidarın değil, birçok iktidarın, iktidar bölgelerinin varlığı söz konusudur: “Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların yan yana gelmesi, iliĢkisi, koordinasyonu ve hiyerarĢisidir.” 190 Diğer yandan, bu çoklu iktidar yapısı, merkezi bir iktidarın türevi niteliğinde olmayıp, aksine, belirleyici bir konuma sahiptir. ĠĢlevi bakımından değerlendirildiğinde ise, asıl olarak, bir verimliliğin, yeteneğin, ürünün üretilmesini, daha iyi bir üretkenliği hedeflediği belirtilmiĢtir. Dolayısıyla nihai iĢlevi, yasaklamak, engellemek, “yapmamalısın” demek değildir.* Bir diğer unsur, iktidar mekanizmalarının, sürekli geliĢtirilen, yetkinleĢtirilen teknikler olarak kabulüdür; yani yalnızca hukuksal olmaktan öteye giden bir iktidarlar teknolojisi söz konusudur. Böylesi bir iktidar kavrayıĢı, Avrupa‟nın 17. ve 18. yüzyıllar boyunca tanık olduğu, iktidar biçimleri düzeyinde meydana gelen teknolojik dönüĢüme iĢaret etmektedir. Bu dönüĢümü, monarĢi iktidarının baĢarmakta yetersiz kaldığı iki hedefe ulaĢma kaygısının tetiklediği söylenebilir. Denetimden kaçan unsurlara yer bırakmayacak sürekli bir iktidar ile masraflı olmayan, iktisadi akıĢa engel teĢkil 20 ve Colin Gordon, “Governmental Rationality: An Introduction”, The Foucault effect :: studies in governmentality, with two lectures by and an interview with Michel Foucault, The University of Chicago Pres, Chicago, 1991, s. 1-51. 189 Foucault, “Ġktidarın Halkaları”, s. 145-147. 190 Foucault, “Ġktidarın Halkaları”, s. 145. * Örneğin, büyük atölyelerin oluĢması iĢbölümünü gerekli kılmıĢtı; iĢbölümü de, davranıĢların hiyerarĢik biçimde gözetlenmesi ve denetlenmesine dayanan belli bir disiplinin, yeni bir iktidar yönteminin varlığını. Bu yöntem, bir takım Ģeyleri yasaklamaya baĢvuruyordu elbette, baĢvurmak zorundaydı; ama esas hedefi daha iyi bir üretimi sağlamak noktasında düğümlenmekteydi. Foucault, “İktidarın Halkaları”, 147. 67 etmeyen, ekonomik süreç yönünde faaliyet gösteren bir iktidar hedefi.191 Bu hedefi gerçekleĢtirmek devletin rasyonalizasyonunu, belli bir tür rasyonalitenin kullanımını gerektirmiĢtir. Bu yeni tür rasyonaliteye Ģeklini veren, bir takım teknikler ve pratiklerden oluĢan “yönetim teknolojisi”; yani yukarıda bahsettiğimiz, hayatın her alanına düzenleyici olarak müdahale eden yönetim olgusuna iliĢkin bir bilgi ve teknikler bütünüdür**. O halde yönetim teknolojisi, toplumu ihya etme hedefi, “kamu yararı” adına hizmette bulunma ödevi gibi pozitif yükümlülükler dolayısıyla bilgi ve iktidar arasında kurulan yeni ve üretken bir iliĢkiyi içinde barındıran bir rasyonalite dahilinde düĢünülmelidir.192 ġimdi, modern anlamda devletin doğurduğu, “devlet aklı” düĢüncesi ve “polis” diye adlandırılan yönetme teknikleri yoluyla geliĢen193 bu siyasi rasyonalite tipine değinilecektir. 3. YÖNETĠM, RASYONALĠTE VE TEKNĠK “Devlet aklı” ile kastedilen esas itibariyle, devlet yönetiminin ilke ve yöntemlerinin karakteristiğiyle ilgili, devletleri yönetme sanatına özgü bir 191 Bkz. Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 148, 149. Yönetim teknolojisinin kökeni, Hıristiyan geleneğinde yer alan eski bir iktidar tekniğine; pastoral tekniğe dayanır. Pastoral teknik, din adamı ile inanlar arasındaki iliĢkiyi çoban-sürü metaforu üzerinden kurar. Buna göre, çobanın sürüsünü refaha ulaĢtırma görevinin, sürüyü oluĢturan her bir fert hakkında bilgi sahibi olmasına bağlı olması gibi, din adamı da, inanların öbür dünyada refaha ulaĢmalarını sağlamak için onlar hakkındaki hakikatleri bilmek durumundadır. Dolayısıyla, din adamı ile inananlar arasında ikincileri hakikati ifĢa etmeye zorlayan bir bilgi-iktidar iliĢkisi kurulmuĢ olur. Modern yönetim teknolojisi, söz konusu pastoral tekniğin dünyevileĢmesi ile aynı doğrultuda, onun yeni bir biçimi olarak ele alınmaktadır. Bkz. Michel Foucault, “Özne ve İktidar”, Özne ve Ġktidar, Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 65-68; Dean, a.g.y., s. 74-83; Levent Tezcan, Modern Devlet ve Yönetim Teknolojisi. http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=99&dyid=2341. ** 192 Tezcan, a.g.y. Michel Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 109. 193 68 rasyonalitedir. Bu, geleneklere, alıĢkanlıklara, doğal, insani, dinsel yasalara dayanan bir yönetim sanatı değildir; saygı göstermesi gereken aĢkın bir düzen yoktur. Asıl yöneldiği Ģey, devletin etkinliği ve gücünü arttırabilecek kurallar bütününe uygun olan bir tekniktir; yani devletin gücünün kendinde bir amaç ve değer olarak görülmesi ve kutsanması söz konusudur.194 Dolayısıyla, devletin kapasitesine ve bu kapasiteyi geniĢletecek araçlara iliĢkin rasyonel bir bilgiyi gerektirmektedir.195 Devlet hem kendinin, hem de baĢka devletlerin gücünü bilmek durumundadır. Nitekim, rekabet halindeki çok sayıda devletten oluĢan yeni düzen sürekli geliĢme gösteren bir gücü zorunlu kılmıĢtır. Bu durum yeni bir tarihsel algılamaya iĢaret etmektedir. Bu algılama, devletlerin ayakta kalabilmelerini sağlama bağlamak için birbirleriyle mücadele etmeleri gereken sonsuz bir zamana açılmakta, ve devlet güçlerini sağlamlaĢtırmaya ve geliĢtirmeye yönelen bir diplomatik-askeri teknoloji içinde bir yönüyle somutluk kazanmaktadır.196 O halde öncelikle, devletin gücüne dair, somut, ölçülebilen spesifik bir bilgi -siyasi istatistik- gereklidir; yönetim ancak bu bilgiyle mümkün olacaktır.197 194 Mithat Sancar, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 17, 25. Foucault‟nun deyiĢiyle, “… ilkeleri, geleneksel erdemlerden (bilgelik, adalet, bağıĢlayıcılık, tanrısal yasalara ve insani törelere saygı) ya da ortak meziyetlerden (uzak görüĢlülük, düĢünüp taĢınıp karar vermek, en iyi danıĢmanları çevresinde toplamak) kaynaklanan bir yönetme sanatından, akılsallığı, kendine gerekli ilkeleri ve özgül uygulanma alanını devlette bulan bir yönetme sanatına” geçiĢ söz konusudur. Michel, Foucault, Ders Özetleri, çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 102. 195 Amaç/araç iliĢkisi, en değerli aracın amacı gerçekleĢtirmede en yetenekli olmaya göre belirlenmesi konusunda bkz. Sancar, Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, s. 48. 196 Foucault, Ders Özetleri, s. 102, 103. 197 Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, s. 112. Ayrıca bkz. Tezcan, a.g.y. Ġstatistiğin geliĢimi hakkında tarihsel bir perspektif için bkz. Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 135-139. Erken yeniçağ dönemi, basımcılığın icadı, merkezileĢmenin sağlanması gibi nedenlerden dolayı, toplanan enformasyonun depolanması ve arĢivlerin oluĢturulması konusunda bir dönüm noktasıdır. Enformasyon tekelinin sağlanması iktidar tekeline ulaĢmanın bir yolu olarak görülmeye baĢlanmıĢtır: “ArĢivler arcana imperii‟nin, yani devlet sırlarının bir parçasıydı –bu deyim 17. yüzyılda, kamu 69 Bireylerin konumuna gelince, modern siyasi rasyonalite içinde birey de bu bağlamda ele alınmaktadır: devletin gücünü arttırıcı bir unsur olarak birey keĢfedilmiĢtir: “Devletin bakıĢ açısıyla birey, ancak devletin gücüne, asgari düzeyde bile olsa, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, bir değiĢim getirebilecek durumda ise vardır. Demek ki, birey sadece bu değiĢimi meydana getirebildiği ölçüde devlet bireyle ilgilenmek zorundadır. Ve devlet kimi kez bireyden yaĢamasını, çalıĢmasını, üretmesini ve tüketmesini ister, kimi kez de ölmesini.”198 Bireylerin devletin faydalılığıyla bütünleĢmesi sorunu, bir takım siyasi tekniklerin, yönetme teknolojilerinin uygulanmasını gündeme getirir: polis.* “Polis”, devleti yönlendiren yönetim teknikleri olarak, insan yaĢamına rasyonel bir biçimde müdahale etmektedir. Bu müdahalenin amacı, bireylerin ortak faaliyetlerini –çalıĢma, eğitim, üretim, mübadele, yerleĢim gibi: toplumsal iliĢkileri içinde bireyler- düzenlenme yoluyla onlara daha iyi, yararlı bir yaĢam sunmak; böylece devletin biraz daha fazla güçlenmesini sağlamaktır.199 Daha öne belirttiğimiz gibi, üretim iliĢkilerinin sürekliliğinin sağlanması ile büyük devlet aygıtlarının geliĢimi birbirine paralel süreçlerdir. Dolayısıyla, bireylerin yaĢamı üzerinde olumlu görevlilerinin belirli türde siyasal enformasyon üstündeki tekellerinin ihlal edileceği endiĢesiyle, gittikçe artan bir sıklıkta kullanılmıĢtır.” Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, s. 139, 141. 198 Foucault, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, s. 113. * Foucault‟nun belirttiği gibi, 17. ve 18. yüzyıl yazarlarının “polis”ten anladıkları Ģey, bizim alıĢageldiğimiz anlamdan farklıdır: “bu yazarların „polis‟ten anladıkları devlet bünyesi içinde iĢleyen bir kurum ya da mekanizma değil; devlete özgü olan bir yönetim teknolojisi, yani devletin müdahale ettiği alanlar, teknikler ve hedeflerdir.” Foucault, “Özne-İktidar”, s. 48. 199 Michel Foucault, “Omnes et Sıngulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 50, 53. Söz konusu yönetim teknikleri, Foucault‟nun ifadesiyle, “… devletin iktidarını pekiĢtirmeye ve artırmaya, güçlerini iyi kullanmaya, uyruklarına mutluluk sağlamaya ve özellikle düzenin ve disiplinin korunmasına, uyrukların yaĢamını iyi duruma getirmeye ve geçimleri için gerekli Ģeyleri sağlamaya” yönelmektedir. Foucault, Ders Özetleri, s. 104. 70 etki gösterme, yaĢam güçlerini yükseltme, denetleme, düzenleme sorumluluğunu yüklenen iktidar mekanizmalarının, iktisadi süreçlerin geliĢiminin vazgeçilmez unsurları olacağı açıktır. Foucault, insanların yaĢamlarına her açıdan müdahale etmeyi sorunsallaĢtıran siyasi teknoloji keĢiflerini iki baĢlık altında toplar.200 Ġlki, yukarıda değinmeye çalıĢtığımız; ordu, okul, atölye, hapishane gibi birçok kurumda iĢleyen “disiplin” teknolojisidir.201 “Disiplin, aslında, toplumsal gövdedeki en ufak unsurlara varıncaya kadar denetleyebilmemizi sağlayan iktidar mekanizmasıdır. Ġktidarın bireyselleĢtirme teknikleridir. Birini nasıl gözetlemeli, davranıĢını, tavırlarını, becerilerini nasıl denetlemeli, performansını nasıl pekiĢtirmeli, yeteneklerini nasıl çoğaltmalı, en yararlı olacağı yere onu nasıl yerleĢtirmeli.”202 Dolayısıyla, aynı anda hem bireysel bedenlerin mekânsal dağılımını ve görünürlük alanını düzenleyen usûller, hem de bedenlerin iĢe yarar güçlerinin yükseltilmesine yarayan tekniklerdir. Bu disiplin teknolojisi, 17. yüzyıl sonu ve 18. 200 Bkz. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 102-105. 201 Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 149. 202 Foucault, “İktidarın Halkaları”, s 150. Ayrıca bkz. Michel Foucault, “Delilik, Bir İktidar Sorunu”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 282: “Güncel denetim biçiminin karakteristik özelliği olarak gördüğüm Ģey, her bir bireye uygulanıyor olmasıdır: Bize bir bireysellik dayatarak bizim için bir kimlik imal eden bir denetim. Her birimizin bir biyografisi, bir okul dosyasından kimlik kartına, pasaporta kadar, herhangi bir yerde her zaman belgelenen bir geçmiĢi vardır. Herhangi bir anda her birimize kim olduğumuzu söyleyebilecek bir yönetim organizması her zaman vardır ve devlet, istediğinde, tüm geçmiĢimizi bir uçtan diğerine kat edebilir.” 71 yüzyıl boyunca yerleĢik hale gelir.203 Diğeri ise, 18. yüzyılın ikinci yarısında geliĢmeye baĢlamıĢtır. Bedenle değil de insanların yaĢamlarıyla ilgilenen; ama disiplinci tekniği de dıĢlamayan, onu kısmen değiĢtiren ve kullanan nüfusa iliĢkin teknolojilerdir. Bu teknolojiler, biyolojik süreçlerin nüfuz ettiği, yönettiği canlı varlık olarak insanla/tür olarak insanla ilgilenirler; diğer bir deyiĢle, doğum oranı, ölüm oranı, yaĢ eğrisi, hastalanma hali, sağlık durumu, yaĢam ortamı gibi belirleyicileri olan nüfusun düzenlenmesiyle.204 Ġktidarın biyo-politikası denilen bu geliĢme (bu yönelim) ilk bilme nesnelerini ve denetim hedeflerini, 18. yüzyılın ikinci yarısında yaĢanan nüfus artıĢı ve yaĢam süresinin uzaması süreçlerine borçludur. Nitekim, nüfusbilimi bu dönemde doğmuĢ ve istatistiksel bir ölçüm gerçekleĢebilmiĢtir.205 Bu yeni iktidar teknolojisi, hem toplumu ve bireyi –ve onun bedenini- aĢan baĢka tür bir ilgiyi gündeme getirecek –çok sayıda bedenden oluĢan nüfus ve nüfus içinde meydana gelen rastlantısal olaylar-; hem de söz konusu ilgiyi global ölçekte saptamaya –ve global bir müdahaleye, dengelemeye, düzenlemeye- imkân veren mekanizmalar kuracaktır. Sonuç olarak, bir yanda ayrıntılarına inilen birey, öte yanda biyolojik yaĢamı düzenlenen tür-insan206: Siyasi rasyonalitenin kaçınılmaz etkileri olarak bireyselleĢtirme ve bütünselleĢtirme: “Disiplin, insanların çokluğunu yönetmeye çalıĢır öyle ki bu çokluk gözetlenecek, eğitilecek, kullanılacak, belki de cezalandırılacak bireysel bedenlere dönüĢebilmeli ve dönüĢmelidir. Ve sonra, yerleĢen yeni teknoloji, insanlar asal olarak bedenlerden ibaret oldukları için değil, tersine, yaĢama özgü ve doğum, ölüm, üretim, hastalık vesaire gibi süreçler olan 203 Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 248. Foucault, “İktidarın Halkaları”, s. 152. 205 Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 249. 206 Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 251, 252. 204 72 toplu süreçlerden etkilenen, global bir kitle oluĢturması nedeniyle insanların çokluğuyla ilgilenir. Demek ki, ilk olarak, bireyselleĢtirme yöntemiyle, beden üzerinde iktidar kurulmasının ardından, bireyselleĢtirici olmayan ama beden-insan yönünde değil, tür-insan yönünde gerçekleĢen, bir anlamda yığınlaĢtırıcı olan ikinci bir iktidar kuruluĢu vardır.”207 Nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, sınırlar oluĢturmak için bedenin performanslarına ve yaĢamın seyrine dikkat kesilen bir iktidar teknolojisi, hüküm kurmaktan çok düzene sokucu mekanizmaları gereksinecektir. Bu durum, yasa temelli hukuk toplumundan, norma dayalı topluma geçiĢe iĢaret etmektedir.208 Yani, adalet kurumları ile iĢlevleri düzenleyici nitelikte olan mekanizmaların gittikçe daha çok bütünleĢmesi, yasanın norm biçiminde iĢleme eğilimi ve sonuçta, insanları normlara uymaya zorlayan, onları itaatkâr ve uysal hale getiren bir normalleĢtirme toplumunun oluĢumu söz konusudur.209 Foucault, düzene sokucu mekanizmaları ifade etmek için, somut düzenlemelere karĢılık gelen “dispositif” terimini kullanır. Bu terimle anlatmak istediği Ģey, söylemler, kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar, bilimsel, felsefi, ahlâki önermelerden oluĢan heterojen bir bütün; diğer bir deyiĢle, söylemsel ve söylemsel olmayan unsurlar arasındaki değiĢken ve stratejik 207 Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, s. 248. Michel Foucault, Normun Toplumsal Yayılımı, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 77. 209 Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 106. Ancak 208 73 iliĢkilerin oluĢturduğu bir sistemdir.210 Dolayısıyla dispositif, hem güç iliĢkilerinin yönlendirilmesi –geliĢtirilmesi ya da geliĢiminin engellenmesi- anlamında stratejik bir iĢleve sahiptir, yani her zaman bir iktidar oyununun odağında yer alır; hem de iktidarı koĢullandıran birtakım bilgi koordinatlarına bağlıdır: “Dispositif Ģudur: Bilgi türlerini destekleyen ve bilgi türlerince desteklenen iktidar iliĢkileri stratejileri.”211 Bu durum, iktidar ve bilginin karĢılıklı olarak birbirini ilgilendirmesinden kaynaklanmaktadır: “KarĢılığında bir bilgi alanı oluĢturmayan iktidar iliĢkisi olmadığı gibi iktidar iliĢkileri varsaymayan ve oluĢturmayan bilgi de yoktur. Bu bilgi alanının ve hakikatlerinin oluĢturduğu söylemin üretimi, birikimi, dolaĢımı ve iĢleyiĢi olmadan iktidar iliĢkileri ne yerleĢtirilebilir ne güçlendirilebilir ne de yürütülebilir.”212 III. BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ Foucault, evrensellik hâlesi taĢıyan, kendinden menkul bir insan varlığı düĢüncesini reddeder. Belirli bir tarihsel zamanın özgül koĢullarında kurulmuĢ belli bir insanlık fikri ve modelinin varlığından ancak bahsedilebileceğini savunur ve insanların mevcut durumlarının, evrensel zorunluluklar olmamalarından dolayı 210 Michel Foucault, “Michel Foucault‟nun Oyunu”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, 119, 120 ve Keskin, “SunuĢ: Özne ve Ġktidar”, s. 18. 211 Foucault, “Michel Foucault‟nun Oyunu”, s. 122. 212 Keskin, “SunuĢ: Özne ve Ġktidar”, s. 18. 74 reddedilebileceğini, özgürlük alanlarının, değiĢim imkânlarının mümkün olduğunu göstermeye çalıĢır.213 Ancak bunun için, nasıl kurulduğumuzu ve ne olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Eserlerindeki temel amacı, modern çağla birlikte batı kültüründe toplumsal öznenin inĢa edilme biçiminin gerçekleĢtiği düzlemlerin bir tarihini oluĢturmak –ve bir analizini gerçekleĢtirmek- Ģeklinde nitelendirmek sanırım yanlıĢ olmaz. Dolayısıyla, özne ve öznel deneyim sorunları Foucault‟nun düĢüncesinde temel bir yere sahiptir. Foucault‟ya göre, öznel deneyim ya da öznellik biçimleri sorunsallaştırma; diğer bir deyiĢle nesneleştirme yoluyla oluĢturulmaktadır. SorunsallaĢtırma ile ifade etmek istediği, “herhangi bir Ģeyi doğru ve yanlıĢ oyununa sokan ve onu (ister ahlâki düĢünce biçiminde, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun) bir düĢünce nesnesi olarak kuran söylemsel ya da söylemsel olmayan pratikler bütünüdür.”214 Buna göre, delilik, hastalık, cinsellik, suç, dil, emek, yaĢam gibi varolma biçimleri, düĢüncelerin belirlediği doğru ve yanlıĢ oyununa; daha genel bir ifadeyle, hakikat oyununa215 sokularak sorunsallaĢtırılmakta ve haklarında belli 213 Michel Foucault, “Hakikat, İktidar ve Kendilik”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 100, 104. 214 Michel Foucault, “Hakikat Kaygısı”, Özne ve Ġktidar, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 86. 215 “Hakikat oyunu” terimi, hakikat üretiminin kurallar bütününü ifade etmektedir. “Özne-İktidar”, s. 242. Foucault, geleneksel bir evrensel hakikat anlayıĢını reddeder. GeliĢtirdiği hakikat eleĢtirisi, insan bilimlerinin “insan” hakkında keĢfettiğini iddia ettiği hakikatleri kapsamaktadır. Ferda Keskin, “SunuĢ: Ġktidar, Hakikat ve Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi”, s. 21, Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: IĢık Ergüden – Osman Akınhay – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005. Buna göre, hakikat ne iktidarın dıĢında ne de iktidardan yoksun bir Ģeydir; çok sayıda zorlama sayesinde ortaya çıkmakta ve düzenli iktidar etkileri yaratmaktadır. Her toplumun kendi hakikat rejimi vardır; yani, doğru ile yanlıĢı birbirinden ayırt etmeye ve doğruya birtakım iktidar etkileri yüklemeye yarayan mekanizmaları vardır. Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 82. “ „Hakikat‟, bilimsel söylem biçiminin ve bu söylemi üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; hakikat, sürekli ekonomik ve siyasi teĢvik altındadır (siyasi iktidar kadar ekonomik üretim için de hakikat ihtiyacı); hakikat, çeĢitli biçimlerde, çok geniĢ çaplı bir dağılımın ve tüketimin nesnesidir (birtakım kesin sınırlamalara rağmen, toplumsal yapıda görece geniĢ bir yer kaplayan eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde dolaĢır); hakikat, birkaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın (üniversite, ordu, yazı, medya) yegâne olmasa bile 75 hakikatler üretilerek özel birer deneyim haline dönüĢtürülmektedir. Böylece oluĢturulan hakikatlerin insanlar tarafından kendilerine dair hakikatler olarak benimsenmesi ile de, özneleĢme; yani söz konusu deneyimin öznesi olmayı kabullenme durumu gerçekleĢmektedir. Sonuçta, insanların öznesi haline geldikleri deneyimlerin içerdiği bilimsel, ahlâki, siyasi, hukuksal vb. normlara göre hareket etmeleri ve kendilerini sınırlamaları söz konusudur. Örnek verecek olursak, delilik deneyiminin tıbbi söylem ve pratikler yoluyla “akıl hastalığı” olarak değerlendirilmesi “akıl hastası” öznel deneyimini kurmuĢtur; aynı Ģekilde ceza teori* ve pratiği tarafından suçun sorunsallaĢtırılması “suça eğilimlilik” deneyimini oluĢturmaktadır. ÖzneleĢtirme süreci birbirine yakından bağlı üç ana sorunsallaĢtırma ekseninde gerçekleĢmektedir.216 Ġlki bilgi ekseni; yani belli kavramlar ve kuramlardan oluĢan, bilim statüsü edinmeye çalıĢan, hakikatler üreten bir bilgi alanıdır. Örneğin, insanları konuĢan, çalıĢan, yaĢayan özneler olarak kuran 19. yüzyıl ekonomi, dilbilim ve biyoloji çalıĢmaları. Ġkincisi deneyimlere iliĢkin belli normlar ve kurallar içeren, “bölücü pratikler” yoluyla insanları karĢıtlıklar içinde kuran ve “normallik” için uygun bir altyapı hazırlayan iktidar alanıdır. “Özne, ya kendi içinde bölünmüĢ ya da baĢkalarından bölünmüĢtür. Bu süreç onu nesneleĢtirir. Bunun baskın denetiminde üretilip iletilir; nihayet hakikat, bütün bir siyasi tartıĢmayı ve toplumsal çatıĢmayı („ideolojik‟ mücadeleler) ilgilendiren bir sorundur.” Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 83. Bu konuda ayrıca bkz. Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev: Ġsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2003, s. 296, 297. * 19. yüzyılda ceza usulünün amacı, bireylerin tavır ve davranıĢlarının biçimlenmeye baĢladığı anda denetimi halini alır: bireylerin yaptıkları Ģeyin değil de, yapacakları, yapmaya muktedir oldukları Ģeyin denetimi. DavranıĢ potansiyellerinin denetimi anlamına gelen tehlikelilik kavramı da 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya atılmıĢtır. Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, s. 223. 216 Bkz. Orhan Tekelioğlu, Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, Ġstanbul, 1999, s. 151; Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 58; Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar”, s. 14, 15. 76 örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile „iyi çocuklar‟dır.” 217 Üçüncü ve sonuncusu ise, bilgi ve iktidar alanları dolayımıyla insanın kendisiyle kurduğu iliĢkiye, kendini özneye dönüĢtürme biçimine; etik* alanına iliĢkindir. Toparlarsak, psikiyatri, psikoloji, pedagoji, kriminoloji gibi bir deneyim hakkında araĢtırma yapan ve hakikatlik iddiası taĢıyan önermeler üreten söylemsel pratikler ile bu araĢtırma alanlarına uygun ortamı hazırlayan hastane, akıl hastanesi, hapishane, okul gibi kurumlar; yani tedavi, ıslah, cezalandırma, tecrit gibi söylemsel olmayan pratiklerin gerçekleĢtiği mekânlar insanın kendisiyle kurduğu iliĢkiyi Ģekillendirmektedir. Ancak bu Ģekillenme, kaba bir zorlamadan ya da safi baskıdan ziyade, belirli bir rasyonalitenin öğretilmesi ve öğrenilmesi, kabul ettirilmeye çalıĢılması ve kabul edilmesi yoluyla olmaktadır. Dolayısıyla, kiĢinin bilinçli hareketi de sürecin kurucu unsurudur. O halde, mevcut bilgi ve iktidarın ürettiği öznellik biçiminin reddedilmesi, baĢka bir bilgi ve iktidar dolayımıyla baĢka bir öznellik biçiminin kurulması anlamına gelmektedir: kendiliğin kendilik üzerinde çalıĢmasının farklı biçimleri. Bu nedenle, bilgi ve iktidara olumsuz anlamlar yüklendiği düĢünülmemelidir. Foucault‟ya göre iktidar, insan iliĢkilerinde geniĢ bir alanı kaplayan, bir kiĢinin baĢkasının davranıĢlarını yönlendirmeye çalıĢtığı stratejik bir iliĢkidir. “Bireyler arasında, aile bünyesinde, eğitim iliĢkilerinde, siyasi yapıda vb.” etkisini gösteren, farklı biçimler alabilen ve içinde mutlaka direniĢ imkânı 217 Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 58. Foucault “etik” terimini, insan davranıĢlarına rehberlik eden kurallar bütünü olarak değil, insanın kendisiyle kurduğu iliĢki; diğer bir deyiĢle, özgürlüğün düĢünülerek hayata geçirilmesi, düĢünülmüĢ bir özgürlük pratiği anlamında kullanmaktadır. Bkz. Michel Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 221-247. * 77 barındıran -geniĢ veya kısıtlı- bir iktidar iliĢkileri ağı söz konusudur218 –ancak iktidar iliĢkileri tahakküm durumları yaratabilir; bu soruna birazdan değineceğiz-. Dolayısıyla, iktidar iliĢkilerinin, ilk kertede, baĢkasının davranıĢlarını etkilemeye yönelen stratejilerle iĢledikleri söylenebilir. Strateji oluĢturabilmenin yolu da hakikat yükümlülüğünden geçmektedir; bu ise, hakikat oyunlarını analiz etmeyi, nasıl kurulduklarının farkında olmayı gerektirir: “…[H]akikat sorununu kapsamayan bir strateji belirleyebileceğimizi Ģimdiye kadar hiçbir Ģey kanıtlayamamıĢtır. Hakikat yapılarıyla ya da hakikatten sorumlu kurumlarla ilintili olabilen tahakküm etkilerine karĢı zaman zaman Ģu ya da bu biçimde yine bu hakikat yükümlülüğü alanında hareket edebiliriz. …[B]ir hakikat tahakkümünden hakikat oyununa tamamen yabancı nitelikteki bir oyun oynayarak değil de, hakikat oyununun diğer kozlarını kullanarak, oyunu baĢka bir biçimde oynayarak ya da oyunu değiĢtirerek kurtulmuĢ olunur … Siyasi olanın –örneğin belli bir haksız siyasetin tahakküm durumunun sonuçlarından hareketle- eleĢtirisi yapılabilir; ama bu, ancak belli bir hakikat oyununu oynayarak, bu siyasetin sonuçlarını göstererek, baĢka rasyonel imkânlar olduğunu göstererek … yapılabilir.”219 Foucault, öznenin belli bir hakikat oyununa nasıl dahil olduğu temel sorusuyla uğraĢırken iktidar meselesini ele almak durumunda kalmıĢtır. Ġktidar analizinde üç düzey bulunur: stratejik iliĢkiler, yönetim teknikleri ve tahakküm 218 219 Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 224, 235, 236. Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 240. 78 durumları.220 Taraflar arasında etkileme ve tepki gösterme biçiminde geliĢen stratejik iliĢkiler tahakküm etkilerine açıktır. GeniĢ anlamıyla yönetim teknikleri, stratejik iliĢkiler ile tahakküm durumları arasında aracı iĢlevi görür; yani tahakküm durumları bu tür teknikler aracılığıyla yerleĢik hale gelir. Örneğin, bir çocuğun, otoritesini kötü ve yararsızca kullanan bir öğretmenin etkisine maruz kalması durumu gibi.221 Dolayısıyla denebilir ki, iktidar iliĢkileri insanların kullandığı (yönetim) teknikler aracılığıyla iĢlemekte ve bu tekniklerin niteliğine göre tahakküm durumları doğabilmektedir. Ancak, iktidar iliĢkileri güçlü hakikat etkileri yarattığı oranda bu tahakkümün hissedilme ve reddedilme oranı da gittikçe düĢmektedir. 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren uygulamaya sokulan yeni iktidar teknolojileri –ve modern devlet aygıtı- gücünü yarattığı hakikat etkilerinin gücünden almaktadır; bu hakikat etkileri de uygulanan iktidar teknikleriyle birebir bağlantı içindedir. Nitekim 17. ve 18. yüzyıllarda, kaba bir tahakkümden çok bireyleri Ģekillendirmeyi, üretken hale getirmeyi, teĢvik etmeyi, bilgisini arttırmayı; böylece bilgi oluĢturmayı ve söylem üretmeyi hedefleyen pozitif karakterli iktidar teknikleri, iktidar etkilerinin bütün toplumsal bünyeye nüfuz ederek dolaĢımını ve modern kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu disiplini sağlayabilmiĢtir: “17. ve 18. yüzyıllarda, etkisini toplumsal üretim ve toplumsal hizmet yoluyla kurmaya baĢlayan bir iktidar biçimi doğar. Söz konusu olan artık, bireylerden somut yaĢam koĢullarında üretken hizmet elde etmektir. Bunun için, iktidarın bireylerin bedenlerine, hareketlerine, tutumlarına ve gündelik davranıĢ kalıplarına ulaĢabilmek zorunda olması anlamında, iktidarın gerçek ve etkili bir biçimde “bedenselleĢtirilmesi” zorunlu olmuĢtur. … Ama aynı 220 221 Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s. 245. Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, s 244, 245. 79 zamanda bu yeni iktidar teknikleri, nüfus sorunuyla uğraĢmak, kısacası insan birikimini idare etmek, denetlemek ve yönlendirmek ihtiyacı duymuĢtur (sermaye birikimini destekleyen ekonomik sistem ile insan birikimini yöneten iktidar sistemi, 17. yüzyıldan itibaren birbirine koĢut ve birbirinden ayrılmaz fenomenlerdir) …” 222 Modern iktidar, insanları, söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler aracılığıyla; yani insanın olumluluğunu -konuĢan, yaĢayan ve çalıĢan varlık- ve bu olumluluğu içinde toplumsal gerekliliğinin anlamını belirleyen beĢeri bir bilgi ve bu bilgiyi üreten, uygulayan, kısaca ortamını hazırlayan kurumlar ve faaliyetler aracılığıyla, oluĢturulmuĢ deneyimlerin özneleri olarak kurar. Bu sürecin analizi, bilgi/iktidar iliĢkisini mümkün kılan tekniklerin açığa vurulmasını gerektirir. Panopticon‟un ya da daha genel ifadeyle “gözetleme/inceleme”nin icadı ve yaygınlaĢması bu bağlamda değerlendirilmelidir; yani modern bir bilgi/iktidar ağının temelindeki ilke/teknik olması bağlamında. Bu temelden türeyen, bireyselleĢtirici ve bütünselleĢtirici; disipline edici ve düzenleyici bir dizi baĢka teknik, insan bilimleri ve insan‟a dair üretilen hakikatler ile hakikatlerin üretilmesi için oluĢturulan kurumsal mekânlar yoluyla, “hakikat üretimlerini kendinde bizi bağlayan, birleĢtiren iktidar etkileri”223 yoluyla gündelik yaĢama nüfuz eder. Bu düzen, rasyonelleĢme ile iktidar arasındaki bağın, “bilginin kurumsal biçimlere, toplumsal ve siyasi biçimlere bağlanma tarzının”224 bir ifadesidir. 222 Foucault, “Hakikat ve İktidar”, s. 76. Foucault, “İktidar ve Bilgi”, s. 173. Ayrıca bkz. Foucault, “Hapishane Üzerine SöyleĢi: Kitap ve Yöntemi”, s. 35, 36: “Ġktidarın bilgiye, bilginin iktidara sürekli eklemlendiği kanısındayım. … Ġktidarın iĢleyiĢi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi yönde, bilgi de iktidar etkilerine yol açar. … Bilgi olmadan iktidarın sürdürülmesi olanaksızdır, bilginin iktidar doğurmaması olanaksızdır.” 224 Foucault, “Delilik Bir İktidar Sorunu”, s. 279. 223 80 Her toplum belli bir bilgi/iktidar iliĢkisi ve hakikat rejimine dayanır kuĢkusuz; ancak modern toplum, yöneldiği hedeflerin –ki bunlar, insan davranıĢının ve insan çokluğunun denetiminde, insan bilgisinin bu iki rol etrafında geliĢmesinde düğümlenmektedir- ve geliĢtirdiği tekniklerin rasyonalitesi boyutunda çok daha fazla bilgi üretimine, bilgi birikimine, uzmanlığa; bilginin dolaĢım ve belli bir Ģekilde iĢlev görmesine ihtiyaç duymaktadır. “Hakikat talep eden ve iĢlev görmek için ona ihtiyaç duyan iktidar tarafından hakikati üretmeye zorlanıyoruz; hakikati söylemek zorundayız, hakikati itiraf etmeye ya da bulmaya mahkûmuz. Ġktidar sorgulamaktan, bizi sorgulamaktan vazgeçmez; iktidar hakikat arayıĢını kurumsallaĢtırır, meslekileĢtirir, ödüllendirir; sonuçta, nasıl zenginlik üretmek zorundaysak, aynı Ģekilde hakikat üretmek zorundayız ve hakikati zenginlik üretebilmek için üretmek zorundayız.”225 225 Foucault, “İki ders”, s. 103. 81 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ALTERNATĠF BĠR BĠLGĠ / ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ ve BĠLGĠ EDĠNME HAKKI I. ALTERNATĠF BĠR BĠLGĠ/ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ Yukarıda belirtildiği gibi, modern siyasal iktidarın disipline edici ve normalleĢtirici karakteri belli bir siyasal ussallık/rasyonalite biçimine dayanmaktadır. Modern siyasal iktidar bireyselleĢtirici ve bütünselleĢtirici tekniklerle –bir bilim ve uygulama haline gelmek suretiyle- toplumun yanı sıra bireyi yakından yönetmektedir. Foucault‟nun analizleri çerçevesinde, söz konusu yönetimin güçlü bir yönlendirme/güdüleme olduğu, yani bireyi yöneten gücün iktidarın zorlayıcılığı değil, esas itibariyle, bireyin tercihlerini etkileyecek ve belirleyecek bir “siyasal ussallık” olduğu vurgulanmaktadır.226 –tercihlerin yönlendirilmesinin meĢruiyeti sağlamanın bir yolunu oluĢturduğu da bu noktada belirtilmelidir.-* 226 Tekin Akıllıoğlu, “Temel Hakların GeliĢmesi Üzerine Bazı DüĢünceler”, AÜ SBF Dergisi, Cilt: 44, Sayı: 1-2, 185. * Burada vurgulanmak istenen, modern devletin “ethik” niteliğidir. “Ehtik” ve “politik” terimleri birbirine sıkı sıya bağlı bulunmakta ve devletin (moral ve yarar da denilen) iki uğraĢını birlikte tanımlamaktadır. Gramsci‟nin önerdiği tanım Ģu Ģekildedir: “Ethik devlet konusunda daha usa yatkın ve daha somut olarak söylenebilecek Ģey, bence Ģudur: en önemli iĢlevinden biri de büyük halk yığınını, üretici güçlerin geliĢme zorunluluklarına ve dolayısıyla egemen sınıfların çıkarlarına karĢılık düĢen belli bir kültürel ve moral düzeye (tipe) yükseltmek olduğu ölçüde, her devlet ethiktir. Eğitsel ve olumlu iĢlev olarak, okul; eğitsel, bastırıcı ve olumsuz iĢlev olarak da yargıevleri, bu anlamda devletin en önemli etkinlikleridirler …” Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Kenan Somer, Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986, s. 181. 82 Bir özgürleĢmenin ise ancak siyasal usun köklerine düzenlenecek bir saldırıyla gerçekleĢebileceği söylenebilir.* Akıllıoğlu‟nun ifadesiyle, “… birey, günümüzde siyasal iktidar tarafından belirlenen bir ussallık çerçevesinde hareket etmekte, farkına bile varmaksızın buna zorlanmaktadır. Dolayısıyla, bu yapı veya sistem karĢısında yapılacak iĢ önce söz konusu ussallığın verilerini çözümlemek (analiz etmek) daha sonra da değiĢtirmektir. Bunu sağlamak için sistemi “karĢıya almak” veya ondan ayrı bir kimlik ve niteliğe (karaktere) sahip olmak gerekir.”227 Batı düĢüncesinde temel hakların “Devlete karĢı” haklar olarak geliĢimi bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu demektir ki, insan hakları ve temel haklar, özünde, bireylerin (veya birey kümelerinin/örgütlerin) siyasal iktidarı eleĢtirme ve değiĢimini sağlama amacına yönelik bir iĢlev taĢıyan politik faaliyetlerdir; dolayısıyla “resmi ussallık”tan farklı bir düĢünce yapısını içermektedirler.228 Siyasal iktidara karĢı hak talepleri biçimindeki söz konusu karĢıtlık, yöneten/yönetilen gerilimini ve meĢruiyet arayıĢlarını gündeme taĢır. Bu bağlamda, özellikle, yönetimin, devletin üstün çıkarlarını ilgilendiren dıĢ güvenlik, uluslararası iliĢkiler gibi konularda faaliyet göstermesinin ötesinde vatandaĢların günlük yaĢamına artan Ģekilde müdahale etmeye baĢlaması (refah devleti uygulamaları), * Foucault‟nun kuramı özgürlük açılımına kapalı olmamakla birlikte, liberal özgürlük anlayıĢıyla bağdaĢmamaktadır. Buna göre özgürlük asla doğuĢtan edinilmez, ona ancak riskler alarak ve toplumsal beklentiden biraz da olsa saparak ulaĢılabilir. Orhan Tekelioğlu, “Moderniteye SıkıĢan Özgürlük: Foucault‟nun Kendilik Teknolojileri‟ne Bir BakıĢ”, Doğu Batı DüĢünce Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 9, 1999, S. 49. 227 Akıllıoğlu, “Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 185. 228 Akıllıoğlu, “Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 185. 83 yönetimi etkileme, yönetime katılma, yönetimde Ģeffaflığı sağlama taleplerini yoğunlaĢtırmıĢtır.229 Yönetimin gizlilik eğilimini de, talepleri hızlandıran bir faktör olarak bu tabloya eklemek gerekir. Yönetimdeki bilgi, belge ve diğer verilerin açıklanmaması anlamında gizlilik, toplumların idari ve siyasi yönden kurumsallaĢmaya baĢlaması ile ortaya çıkmıĢ ve devlet yönetiminin hem siyasi hem de idari boyutuna egemen olmuĢtur. Siyasal iktidarın merkezileĢmesi ve bürokrasinin hakim bir sektör olarak ortaya çıkması gizlilik derecesinde de artıĢa yol açmıĢtır.230 Nitekim Weber‟in belirttiği gibi, bürokrasinin çıkarları gereği gizlilik, salt teknik alanlarla sınırlı kalmamakta, parlamentoyla olan mücadelesinde de “resmi sır” kavramı özgün bir buluĢ olarak korunmaktadır: “Bürokratik yönetim her zaman için „gizli oturumlar‟ yönetimi olmak eğilimindedir; bilgisini ve eylemlerini eleĢtirel gözlerden olabildiğince saklamaya özen gösterir.”231 Yönetimin yapı ve iĢleyiĢ itibariyle karmaĢık bir nitelik arz etmesi, elindeki imkanların ve araçların geniĢlemesi, günlük hayata artan oranda müdahalesi etkin bir toplumsal denetimi gerekli kılmıĢ; özellikle 1960‟lı yıllardan itibaren yönetimin faaliyetlerinde açık olması gerektiği düĢüncesi ve bu yöndeki hukuki düzenlemeler yaygınlık kazanmaya baĢlamıĢtır. Açıklığı sağlamanın en eski uygulaması, yönetimin faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar olması ilkesidir –düzenleyici iĢlemlerin 229 Ramazan ġengül, “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Türk Kamu Yönetimini „Camdan Eve‟ DönüĢtürür mü?”, SBF Dergisi, 60 (3), 2005, s. 219, 220. 230 Musa Eken, “Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği ve Açıklık Ġhtiyacı”, Amme Ġdaresi Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 2, 1994, s. 26, 28, 29. 231 Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 315, 316. 84 yayınlanması, alınan kararların gerekçelerinin açıklanması gibi-.232 Yönetilenlerin yönetimden bilgi edinme talebinde bulunma hakkına sahip olması, yönetimin de bilgi verme yükümlülüğü ile donatılması ise bu ilkenin mantıksal bir uzantısı niteliğindedir. Bilgi edinmeye iliĢkin dünya çapında hayata geçirilen yasal düzenlemelerin de, bir talep hakkı olarak bilgi edinme hakkını düzenlemek suretiyle, yönetimin faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar kılınması konusunda üst bir güvence sağlamayı hedeflediği söylenebilir. “Alternatif bir bilgi/iktidar iliĢkisi” ifadesi, siyasal usu eleĢtirme, dönüĢüme uğratma imkanlarına gönderme yapmaktadır. Bir eleĢtirinin, dönüĢüm ihtimalinin mümkün olabilmesi ise kuĢkusuz bilgiyi (bilmeyi), eleĢtirilecek Ģeyin bilgisini gerektirmektedir. Bu noktadan hareketle, “bilgi edinme hakkı”nın hukuki bir mekanizma olarak söz konusu gereği sağlamadaki iĢlevi/katkısı/konumu ortaya koyulmaya çalıĢılacaktır. Ancak öncesinde, konuyla iliĢkili olduğu düĢünülen bir dizi kavrama (sivil toplum, toplumsal katılım, kamusal alan) değinilecektir. 1. SĠVĠL TOPLUMUN DOĞUġU VE MEġRUĠYET Akal, devlet/sivil toplum ikilemini tanımlarken her iki kavramın ait oldukları alanın sınırlarının çizilmesi gerektiğini; bu sınırın da belli bir tarihsel dönemden -16. yüzyıl Batı‟sı-ve modern siyasi-hukuki kavramsallaĢma düzeyinden geçtiğini 232 ġengül, a.g.y., s. 224. 85 belirtir.233 Gerçekten de, yöneten/yönetilen, Bir/kalabalık, egemen/ulus, devlet/sivil toplum seklinde değiĢik ifadelerle dile gelen söz konusu karĢıtlığın kurucu zemini, “zor” ile “rıza” iliĢkisinin oluĢtuğu, meĢruiyet arayıĢının gündeme geldiği modern Batı dünyasında aranmalıdır. Nitekim, zor kullanma tekeline sahip siyasi iktidar tipi modern devletin doğuĢu ile yönetilenlerin rızasının sağlanmaya çalıĢılması olguları bir madalyonun iki yüzüne karĢılık gelmekte234 ve iki temel dönüĢümden kaynaklanmaktadır. Bunlardan biri, liberal kuramın temellendiği, devlet/toplum ayrımını mümkün kılan geliĢmelerdir. Diğeri ise, bu ayrımın felsefi temellerini oluĢturan, siyasal iktidarın meĢruiyet kaynağının dünyevileĢmesi meselesidir.235 Modern devletin mutlakiyetle birlikte belirdiğine yukarıda değinilmiĢti. Buna göre mutlakiyet, modern devletin kurucu unsuru olan egemen/halk ayrımını ilk defa gündeme getiren gerçek bir kopuĢ dönemi olarak nitelendirilebilir. Bunun anlamı, toplumları, toplumu düzenleyen kurallar bütününün kaynağını düĢünme biçimi bakımından iki temel kategori halinde farklılaĢtıran yapısal değiĢimin yaĢandığı geçiĢ sürecinin; yani toplum düzenini dıĢsal yasaya bağlı kılan toplumlardan toplum düzenini dünyevi yasa aracılığıyla gerçekleĢtiren* toplumlara dönüĢümün mutlakiyet döneminde nihayetlendiğidir. Toplum düzenini kuran ilkenin ruhani iktidara dayanmayarak dünyevileĢmesi sonucu, ayırt ediciliğini meĢruiyetini belirleyen sosyal temelden alan modern anlamda devlet düĢüncesi doğabilmiĢtir. Ancak 233 Akal, a.g.y., s. 45, 46: “Sivil toplum olarak düĢünülen toplum, ancak devletle ve devlet içinde varolabilirdi. Ya da sivil toplum, kavramsal açıdan, insanlar devleti düĢünebilmeye baĢladıktan sonra varolabilirdi.” 234 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Kenan Somer, Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986, s. 186. 235 Tuğba Asrak Hasdemir, Kamusal ĠletiĢimde Bilgi Edinme Hakkı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007, s. 22. Ayrıca bkz. Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, Ġstanbul,1986, s. 179-187. * Dünyevi yasa insan iradesinin ürünü iken, dıĢsal yasa insanın keĢfedebileceği ancak değiĢtiremeyeceği ezeli ve ebedi hakikatlerden ibarettir. 86 belirtmek gerekir ki, söz konusu ilkenin ya da Yasa‟nın uygulanma tarzına göre modern devlet nitelik değiĢtirmekte; bu nedenle, kiĢiselleĢmiĢ siyasi iktidar tipine karĢılık gelen “kral-devlet”ten ve kurumsallaĢmıĢ siyasi iktidar tipine karĢılık gelen “ulus-devlet”ten bahsedilmektedir.236 KopuĢtan önceki evrede, toplumu düzenleyen Yasa‟nın dıĢsal oluĢu ve tabii hukukun belirleyiciliği nedeniyle siyasi iktidarın kullanımı meĢruiyet açısından sorun yaratmamaktadır. Siyaset dünyevi bir alanda düĢünülmeye baĢlandığında, insanları yasaların yaratıcısı yapan düĢünce doğduğunda ise, özellikle “Yasa/uygulama”nın Kralın (egemenin) kiĢiliğinde ayrıĢmaz bir bütün olmaktan kurtulup birbirinden ayrı düĢünülebildiği “ulus-devlet”te, iktidarın kullanımının meĢruiyeti gündeme gelmekte, kaynağını modern yasa yaratıcıdan alan iktidar kullanımı meĢru kabul edilmektedir.237 MeĢruiyet, rıza kavramı ile yakından iliĢkilidir. Devletin hükmettiği topluluğa yönelik eylemlerinin direniĢle karĢılaĢmaması, toplum tarafından devletin hükmetme gücüne rıza gösterilmesi / itaat edilmesi anlamını içermektedir. Dolayısıyla, Yasa yaratıcı toplumlarda meĢruiyetin kaynağı dünyevi olmakta ve meĢruiyet olmaksızın devletin varlığını sürdürebilmesi mümkün görünmemektedir –dünyevileĢmenin doğası gereği zaten bu böyledir- . Bu yüzden her devlet için, meĢru bir otoriteye 236 Akal, a.g.y., s. 323. Akal, Yasa ve uygulama arasındaki iliĢkiyi siyasi iktidar kavramını tanımlamak için kullanır. Buna göre, Yasa/uygulama ya da ilke ve kullanım, en basitinden en karmaĢığına kadar her toplum için söz konusu olan siyasi iktidar iliĢkisinin iki unsurudur. Dolayısıyla, böyle bir iliĢkinin doğması için devlet biçiminde örgütlenme Ģart değildir, devlet yalnızca Yasa ile uygulama arasında kurulan özgül bir iliĢkiyi göstermektedir. Akal, a.g.y., s. 15, 359. 237 Akal, a.g.y., s. 327. 87 sahip olmak, toplumun iradesini cisimleĢtirdiği ve ifade ettiği yolundaki kanaat hayati önem taĢımaktadır. MeĢruiyet ile Ģiddet kullanma tekeli birlikte düĢünüldüğünde, Yasa/uygulama iliĢkisinin özel bir biçimi olan ve modern devletin karakteristiğini oluĢturan egemenlik açığa çıkmaktadır. Buna göre modern devlette, Yasa‟nın toplum iradesinden kaynaklanması nedeniyle meĢruiyetin kaynağını toplum oluĢturmakta ve Ģiddet kullanımının toplumdan farklılaĢan tek bir odakta toplanması sonucu, uygulama bir bütün olarak toplum eliyle ya da toplum içindeki birden çok güç odağı aracılığıyla değil, tek bir dünyevi merkez tarafından gerçekleĢtirilmektedir. Bu tarz bir Yasa/uygulama iliĢkisi de modern devlet egemenliğini tarif etmekte; deyim yerindeyse egemenlik, meĢru otoriteye karĢılık gelmektedir.238 Yasa‟yı dünyevileĢtiren modern toplum tipi uygulama unsurunda gözlenen değiĢim açısından yukarıda değinildiği gibi iki alt tipe ayrılmaktadır: kral-devlet ve ulus-devlet. Kral-devlet, Yeni Çağ‟ın baĢlangıcı olan monarĢiler döneminde; yani ulus fikrinin tam anlamıyla olgunlaĢmamıĢ olduğu bir dönemde, Yasa söyleme ve uygulama iĢlevlerinin dünyevi bir alanda kralın elinde toplandığı, varlık nedenini ve amacını kendinde bulan bir siyasi iktidar tipine karĢılık gelmektedir. Dolayısıyla kral-devlette, Yasa ve uygulamanın, kralın kiĢiliğinde ayrıĢmaz bir biçimde kaynaĢmıĢlığı söz konusudur.239 Ulus-devlette ise, Yasa‟nın söylenmesi iĢlevi toplum tarafından gerçekleĢtirilmekte iken, uygulama toplumdan farklılaĢmıĢ ve kurumsallaĢmıĢ bir aygıta bırakılmıĢtır. “Böylece modern devlet, meĢruiyetini 238 Egemenlik ve meĢruiyet konusunda ayrıca bkz. Max Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995, s. 311-315. 239 Akal, a.g.y., s. 326, 327. 88 kendisinden değil, modern dünyevi ilke olarak karĢısına oturtulan modern yasa yaratıcıdan ya da ulustan alacaktır.”240 Bu aynı zamanda modern demokrasi diye adlandırılabilecek aĢamayı oluĢturmaktadır.241 Ulus-devletin kral-devletten ayrıldığı nokta, birtakım yeni kavramlarla birlikte düĢünülmelidir; “anayasallık” ve “kiĢisel olmayan iktidar” kavramları242 bu açıdan önem taĢımaktadır. “Anayasallık” kavramı, hukukun üstün kabul edildiği, toplumun her kesiminin ve iktidarın, eylemlerinde hukukla bağlı kılındığı bir devlet düzenini ifade etmektedir. Anayasalar siyasi sürecin temel kurallarını belirlemekte kullanılan metinlerdir. Anayasa maddi anlamda tanımlanacak olursa, belli bir devletin siyasi yapısı, iktidarın kullanıĢı ve yetkileri ile ilgili kuralların bütününü kapsayıcı bir niteliğe sahip olduğu görülür.243 Dolayısıyla anayasa için, devletin varlığını somutlaĢtıran ve güvence altına alan bir metindir denebilir. Ancak aynı zamanda anayasanın, temel hak ve özgürlükler lehine devlet iktidarını sınırlama iĢlevini de unutmamak gerekir.244 O halde anayasanın, bir toplumda siyasi iktidarı kullananların nasıl iĢ baĢına geldiği, siyasal iktidarı kullanacak kurumların kuruluĢ, iĢleyiĢ, görev, yetki ve sorumluluklarının neler olduğu ile siyasal iktidar karĢısında vatandaĢların hak ve yetkilerinin kapsamı sorunlarını çözümlemesi beklenmektedir.245 240 Akal, a.g.y., s. 327. Akal, a.g.y., s. 358. 242 Pierson, a.g.y., s. 38-42. 243 Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Yedinci Bası, Beta Yayınları, Ġstanbul, 2001, s. 143. 244 Mehmet Turhan, Anayasal Devlet, 3. Bası, Naturel Yayınları, Ankara, 2004, s. 69. 245 Bülent Daver, Siyaset Bilimine GiriĢ, Doğan Yayınevi, Ankara, 1969, s. 165. 241 89 Ulus-devleti kral-devletten; diğer bir deyiĢle mutlakiyetçi dönemden ayıran önemli bir özellik anayasaya bağlılık noktasında toplanmaktadır. Ulus-devletin anayasaya bağlılığı yönetimin meĢruti niteliğini açığa çıkartmaktadır. Devlet ile ulus arasındaki, ağırlığı devlet karĢısında ulusa veren bu iliĢki biçimi, her Ģeyden önce devlet iktidarının mutlak değil, kısıtlanmıĢ olmasını gerektiriyordu ve 18.-19. yüzyıllarda anayasa bu yeni iliĢki biçimini tarif etmek için kullanılmaktaydı.246 “KiĢisel olmayan iktidar” kavramı da anayasal düzen kavramıyla yakından ilgilidir ve yönetimin belirli kiĢilerin öznel ve keyfi iradesine bağlı olmayıp, yurttaĢların oylarıyla iĢ baĢına gelen parlamentonun belirlediği yasalara dayanması anlamını taĢımaktadır; yani yasanın yaratıcısı ile uygulayıcısı birbirinden ayrılmıĢtır. Bu ise, devlet iktidarını uygulayanların, yasal, anayasal ve kamu hukukuna uygun yöntemlerle sınırlı olarak görevlerini yerine getirmek zorunda oluĢlarını ve görevlerinin geçiciliğini ifade etmektedir. Toplumun kendisini yasa yaratan olarak tanımlaması; diğer bir deyiĢle, toplum düzeninin dünyevi yasalara göre oluĢturulmaya baĢlanması; yani tabii halden sivil hale geçilmesi modern düĢüncenin pozitivist karakterine iĢaret etmektedir. Böylelikle, hukuk ve siyaset alanlarının birbirlerinden farklılaĢmak suretiyle kendilerine özgü terimlerle açıklanması gündeme gelmiĢtir. Örneğin hukuk, hem toplumu bağlayıcı kurallarla düzenleme, hem iktidar karĢısında toplumu tarihsel geliĢime göre değiĢen bir içerikle hak sahibi kılma, hem de modern devletin Ģiddet tekeline sahip devasa gücünü sınırlandırma ve denetleme iĢlevlerini yüklenerek; 246 Poggi, Modern Devletin GeliĢimi, s. 75. 90 deyim yerindeyse, kendisinden türediği siyaseti bağlayan kurallar bütününü ifade etmeye soyunmaktadır. Bu noktada, modern dünyada siyaset ve hukuk arasındaki ayrım açısından, yasallık ve meĢruluk üzerinde kısaca durmak gerekir. Hukuk devletinin meĢruluğu “maddi” ve “biçimsel” olmak üzere iki biçimde ele alınmaktadır.247 Biçimsel hukuk devleti anlayıĢına göre meĢruluk yasallıkla özdeĢ kabul edilmekte, içeriği ne olursa olsun kendi koyduğu yasalara uyan her devlet meĢru hukuk devleti sıfatını kazanmaktadır. Maddi hukuk devleti anlayıĢına göre ise, hukuk devletinden bahsedilebilmesi için, yasallığın yanı sıra belli bir amaca da ihtiyaç vardır ve bu amacı özgürlüğün (insan haklarının) korunması oluĢturmaktadır. Siyasete dair bir kavram olan meĢruiyetin asgari ölçütünün yasallıkta; yani yürürlükteki hukuk kurallarına uygunlukta aranması, hukukun, siyasal eylemin biçiminin nasıl olması gerektiğine yönelik ilkeleri güvence altına alan bir yapı olarak ele alındığını göstermektedir. BasitleĢtirecek olursak, modern düĢüncede pozitif hukuk, siyaset için bir ölçüdür, sınırdır, devlet faaliyetlerini çerçeveleyen biçimdir denebilir. 247 Bu konuda bkz. Sancar, a.g.y., s. 85-88. 91 2. TEMSĠLĠ DEMOKRASĠDEN KATILIMCI DEMOKRASĠYE 2.1. TEMSĠL MESELESĠ “Temsil düĢüncesi sistematik bir devlet kuramı içinde nihai yerini almıĢtır. DıĢsallığın içselleĢmesiyle, siyasi iktidarı kullanan ya da kullananlar, Tanrı‟nın değil toplumun temsilcileri olarak sunulacaklar, ve tabii toplumun aynası olarak insansızlaĢtırılmıĢ Bir‟in de temsilcileri… gerçek persona‟dan (kiĢi), yapay ya da kurgusal persona‟ya geçiĢ imkânı …”248 Ulus kavramı hakkında bugün bildiklerimizin ilk nüvesinin Hobbes‟un sosyal sözleĢme kuramında yer aldığı söylenebilir. Hobbes‟un kuramına göre devletin varlık nedeni doğal yaĢamdaki savaĢ halinin son bulması, güvenliğin sağlanmasıdır. Toplum üyeleri (bireyler) ölüm korkusu/güvenlik isteği nedeniyle aralarında anlaĢıp, sözleĢmenin tarafı olmayan, bu nedenle kendi yapacağı yasalarla bağlanmayan, yurttaĢların koyacağı kurallara yön veremeyeceği bir mutlak egemene güçlerini devrederler. Böylelikle, sözleĢenlerin güçlerin toplamından oluĢan egemen güç Leviathan meydana gelir. Devletin (Leviathan‟ın), kendi yaratıcısı olan insanları içermesi; diğer bir deyiĢle, devletin hem insanların dıĢında hem de içinde olması durumu Hobbes‟ta siyasal temsil mekanizması ile açıklanır.249 Buna göre, yaratıcının yapıtında kendini 248 Akal, a.g.y., s. 100, 101. Ayrıca bkz. Akal, a.g.y., s. 99-102. Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 218. Hobbes‟un, siyasal temsil mekanizmasına açıklık kazandıran kiĢi (persona) kavramına bu noktada değinmek gerekir. Hobbes, kiĢiyi iki açıdan ele alır: doğal kiĢi ve yapay kiĢi. “Sözler ve eylemler kiĢinin kendisine ait ise, o bir 249 92 görmesi gibi, Leviathan‟ı yaratan bireyler de kendilerini onunla özdeĢleĢtirirler ve bu özdeĢleĢmeden bireyler toplamına karĢılık gelen halk (ya da ulus) meydana gelir250 Yani sözleĢme kurulmadan önce halk Ģeklinde bir birlik ortada yokken, sözleĢmeyle ve devletin kurulmasıyla birlikte, temsil iliĢkisinin tarafı olabilecek, tek tek bireyleri aĢan halk yaratılır: “…Temsil yansıtmaz, fakat gerçekleĢtirir, yaratır. Daha açıkçası, her ne kadar insanlar devleti yaratmıĢlarsa da, “bir” olan halkı yaran devletin (ya da egemenin) ta kendisidir. … Bireyler, kendisini meĢru temsilcileri olarak kabul edip itaat ettikleri egemene göre olan durumları bakımından bir birlik oluĢtururlar. Demek ki birlik oluĢları, yani halk haline geliĢleri tümüyle kendilerinin dıĢında gerçekleĢir.”251 O halde egemenlik onu yaratan halktadır (ya da ulus); yani temsil iliĢkisinin sonucudur. Tek bir kiĢilik halinde birleĢmiĢ olan topluluk/Devlet/Leviathan‟ın “Bir”liğini siyaset sahnesinde canlandırması için gereksinim duyulan canlı-kanlı insan (kral) ya da insanlardan oluĢan kurul (meclis); kurgusal kiĢiliği taĢıyan, halkın temsilcisi olan egemendir. Egemen, bütün bireylerden aldığı yetkiyle, onların adına konuĢup eylemde bulunur.252 Bireyler, temsil ile birlikte kendilerini temsilcinin içinden yeniden yaratarak yurttaĢa dönüĢürler.253 Bu Ģekilde devletle toplum üyeleri doğal kiĢi olarak adlandırılır. Bir baĢkasının sözlerini ve eylemlerini temsil ediyorlarsa, o bir yapma veya yapay kiĢidir. … KiĢileĢtirmek (“to personate”), rol yapmak (“to act”) veya kendini veya baĢka birini temsil etmektir (“to represent”); ve baĢka birini temsil edenin, onun kiĢiliğini üstlendiği veya onun adına hareket ettiği söylenir …” Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, 1995, s. 117. 250 Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 219. Ancak modern anlamda bir halk/ulus kavramsallaĢtırması söz konusu değildir; çünkü Hobbes‟a göre halk, egemen güçten bağımsız bir kiĢiliğe sahip değildir. Ayrıca bkz. Akın, a.g.y., s. 109: “(Hobbes‟un) sözünü ettiği anlaĢmanın özelliği iki yönlü olmasında, hem toplumu hem de iktidarı bir çırpıda ortaya çıkarmasındadır.” 251 Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 221. 252 Ağaoğulları –Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, s. 219, 220; Hobbes, a.g.y., s. 130. 253 A.g.y., s. 222. 93 arasındaki bağı kuran ve simgeleyen “ulus”un en büyük özelliği yapay oluĢudur; onu meydana getiren toplum üyelerinin her birinin somut varlığının ötesinde soyut bir niteliğe sahip olmasıdır. Kalabalığın Bir‟e dönüĢmesine karĢılık gelen bu durum ise, herkesin rızası üzerine inĢa edilen, “temsille belirlenmiĢ çağdaĢ demokrasi düĢüncesini”254 akla getirir. ġöyle ki, en basit haliyle halk gücü anlamına gelen demokrasi kelimesi, baĢına temsili sıfatını almak suretiyle bu gücün kullanılma biçimini ifade etmektedir. Temsili demokrasiye göre halkın yönetimi, halk için, halk adınadır, ama halk tarafından gerçekleĢtirilmez. Düzenli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla halk, tek tek bireyler değil bütün adına hareket edecek olan temsilcileri belirler. Siyasi iktidarı kullanan temsilcilere itaat de meĢruluğunu söz konusu temsil iliĢkisinden, temeldeki halkın “kurucu” fonksiyonundan alır. Dolayısıyla, Akal‟ın belirttiği gibi, temsil iliĢkisinden yola çıkarak Bir‟i kalabalığın aynası Ģeklinde konumlandıran Hobbes‟un kuramı ile günümüz siyasi-hukuki kavramsal alanı içinde yer alan çağdaĢ temsili demokrasi arasında yapısal bir farklılık bulunmamaktadır. Devlet ve ulus arasındaki mesafeye iliĢkin algı değiĢirken, iki soyut bütünün temsile dayanan birbirini belirleme özelliği, aralarındaki soyut bağ aynı kalmaktadır.255 Hobbes‟un kuramında devlet ile ulusun birbiriyle özdeĢ olması, devletin kurulmasıyla eĢ zamanda ortaya çıkan ve farklı bireysel iradelerin tek bir iradeye dönüĢmesinden ibaret olan halkın iradesinin egemenin iradesine eĢit olması anlamına gelir. Bu nedenle, egemen güç olarak yetkilendirilen temsilci hem Yasa‟yı hiçbir 254 255 Akal, a.g.y., s. 100. A.g.y., s. 102. 94 sınırlamaya tabi olmaksızın belirleyen hem de uygulayan konumundadır. Dolayısıyla, Yasa/uygulamanın kendisinde toplandığı kiĢiselleĢmiĢ bir siyasi iktidar tipine karĢılık geldiği söylenebilir. Hobbes‟tan sonra gelen düĢünürlerde ise devlet ile ulusun birbirinden ayrılması gündeme gelecektir*; devlet ile sivil toplumun karĢı karĢıya gelmesi de denilebilir: Yasa yaratıcı sivil toplumun karĢısında yasayı uygulayıcı aygıt olarak devlet. Bu düĢünce, devletin iĢlevleri –“bütünün iyiliği doğrultusunda özgürlüğü, barıĢı, düzeni ve adaleti sağlamak”256- meselesini ön plana çıkararak ulus-devletin ilk iĢaretlerini sunmaktadır. Hak ve özgürlükleri koruyup gözeten ve ortak iyiliği sağlayan böyle bir devletin yaratılıp sürdürülebilmesi, “yasaların egemenliği, iktidarın sınırlanması, erkler ayrımı ve siyasal temsil” gibi düzenlemeleri gerekli kılmaktadır.257 Ancak, Akal‟ın belirttiği gibi, devlet yerine ulusa ağırlık vermeye çalıĢan söz konusu kuramlar*, “siyasi iktidarın ilkesiyle kullanımını kaynaĢtıran bu kuramı bütünüyle aĢamamıĢ, bir Gordion düğümünü çözememiĢlerdir. Yasa yaratıcı olarak * Örneğin Locke‟ta baĢtan gücü sınırlandırılmıĢ bir devlet anlayıĢı vardır. Buna göre, her insanın yalnızca cezalandırma hakkının üstün bir kuvvete devredilir. Çünkü doğal yaĢamdaki özgür ve mutlu hayatı tehdit eden unsur, bu herkese ait olan kontrolsüz cezalandırma hakkından ibarettir. Dolayısıyla insanlar sivil hayata geçerken diğer haklarından vazgeçmemiĢlerdir. Devletin görevi de sivil topluma müdahale etmek yerine, tabii halin benimsenen Ģekliyle sürmesi için gerekli korumayı sağlamaktır; yani hem tabii hayatta hem de sivil hayatta ortak hak olan mülkiyet hakkını –insanların öncelikle bedenlerine sonrasında ürettiklerine malik olma hakkını- korumaktır. Totaliter yanı kuvvetli olan Hobbes devleti ile sivil toplum özdeĢleĢirken; yani aradaki mesafe yok denecek kadarken, Locke‟un liberal devlet kuramında devlet/sivil toplum farklılaĢmasının ilk emareleri görülebilir; yani araya bir mesafe koyulmaya baĢlanmıĢtır. Hobbes‟ta esas zıtlık devletli toplum ile devletsiz toplum, tabii hal ile sivil hal arasında iken; Locke‟ta tabii hale yaklaĢan, devletten uzaklaĢan bir sivil toplum tasarısına rastlanır: “… Locke‟un tabii halinin sivil halde de sürdürülmesi gereken bir yanı vardır: Ġnsanlar tabii olarak önce kendi bedenlerine, sonra da ürettiklerine malik oldukları için, tabii bir hakkın varlığı… Kabaca liberalizm diye adlandırılabilecek bu kuramsal çaba, sivil hali, Hobbes‟ta karĢıt kutup olan tabii hale yaklaĢtırırken, gücü sınırlanmak istenen bir devletten de uzaklaĢtırmaya baĢlar.” Akal, a.g.y., s. 48. 256 Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, s. 338, 339. 257 Ağaoğulları – Zabcı – Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, s. 340. 95 ulusun kendini kurallandırdığına ve devletin yalnızca bu kuralların uygulanmasını sağlayan bir aygıt olduğuna iliĢkin sav, devletin bu düzlemde ulustan yeterince uzaklaĢtırılarak düĢünülebilmesini sağlayamamıĢtır.”258 Bunun öncelikli nedeni ulusun soyut bir niteliğe sahip olmasıdır. Ġnsanların bireysel özelliklerinin silikleĢmesi neticesinde “bir” araya gelerek kendi varlıklarının toplamından farklı bir bütün oluĢturduklarının düĢünülmesi nedeniyle iki soyut bütün (ulus ve devlet) birbiriyle çakıĢmakta ve deyim yerindeyse, birbirini aynı sözcüklerle anlatmaktadır. Ulus ve devleti birbirinden ayırma güçlüğü, toplumu düzenleyecek ve uygulanması meĢru olacak olan Yasa‟nın belli bir sosyal bütünün yaratısı olması gereğinden, “konsensus” ihtiyacından kaynaklanır. Çünkü Yasa‟yı uygulamak, ancak bu Ģartlar altında, kendisine uygulanacak bütünün yaratısı olduğunda meĢru kabul edilmektedir. Dolayısıyla böylesi bir sistemin temsil mekanizmasını kullanması kaçınılmazdır. Seçimle gelen temsilciler, kendisini oluĢturan bireylerinkinden farklı bir kiĢilik ve iradeye sahip egemen irade adına hareket ederek toplumu düzenleyecek kuralları belirleyecek ve genel iradeyi gerçekleĢtirecektir. 2.2. TOPLUMSAL KATILIM VE DEMOKRASĠ “Adına konuĢmak” olarak tarif edilerek eleĢtirilen temsil politikalarına yönelik itirazlar, günümüz “yeni toplumsal hareketlerinde”* dile getirilmektedir. 258 Akal, a.g.y., s. 329. Kapitalist refah devletinin meĢruiyet krizinin belirginleĢtiği 1968‟lerde, devlet ve toplum arasındaki iliĢkinin, iktidarın yaĢamın her alanına müdahale eden politikalarının sorgulandığı; yeni toplumsal söz, eylem ve yaĢam biçimi arayıĢlarının dile getirildiği özgür, gönüllü, çoğul hareketlerin tümüne * 96 Örneğin Zapatistalar adındaki grup, 1994‟te federal devletten “kurtardığı” Chiapas bölgesi halkı için, onlar adına değil, onlarla birlikte hareket ettiğini özellikle vurgulamıĢtır. Bu vurgunun, halk adına konuĢmak yerine halkı dinlemeyi önemseyen bir politik tercihi ifade ettiği söylenebilir.259 Temsile dayanan siyasi-hukuki sistemlerin ve söylemlerin eleĢtirilmesi, yukarıda bahsettiğimiz, devlet karĢısında konumlandırılan soyut bütünü somutlaĢtırma çabaları olarak nitelendirilebilir; yani “devlet karĢısında …” Ģeklinde formüle edilen slogandaki üç noktalık ya da vs.‟lik belirsizliği (sivil toplum, ulus halk, kalabalık vs.) belirgin kılma, boĢluğu doldurma giriĢimleri olarak*. Nitekim, homojen bütünün “konsensus”a varma hali, aslında pek çok farklılığın dıĢlanması ya da Aynı‟ya indirgenmesiyle mümkün olabilmektedir; gerçekçi değildir: “… temsilci iĢlev, oldukça açık bir biçimde, dînî ve dünyevi otoritenin çöküĢüyle oluĢan politik “yeni toplumsal hareketler” adı verilmiĢtir. Devlete karĢı sivil yaĢam alanları geliĢtirme perspektifi, devlet ve sivil toplum karĢıtlığı meselesini gündeme getirmiĢtir. Bkz. Meral Özbek, Giriş: Kamusal Alanın Sınırları, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 25. (19-89) Ayrıca, bu dönemden itibaren giderek normalleĢtirme toplumunun ilkesi olan norm‟un sorgulanmaya baĢlandığı görülmekte; disiplinci toplumun değerlerine karĢı yükseliĢe geçen toplumsal dönüĢüm talepleri, kamusal mekanlarda yürütülen toplumsal ve siyasal protestolar aracılığıyla dile getirilmektedir. Söz konusu protesto hareketlerine verilen ilk tepki, bunları “düzen bozucu faaliyetler”, “dizginlenmemiĢ bireycilik” olarak kodlayan ve siyasi katılım biçimi olarak gayrımeĢrulaĢtıran muhafazakâr tepki olmuĢtur. Bu ilk tepkiden farklı bir mantığın Ģekillenmesiyle birlikte yeni bir iktidar paradigmasının oluĢumu ve denetim toplumuna geçiĢ gündeme gelecektir. Dolayısıyla, normalliğin sınırlarının toplumsal geliĢme tarafından zorlanması, önceleri anti-sosyal bulunan pek çok davranıĢın normalleĢmeye baĢlaması karĢısında, sosyal denetim sisteminin daha etkin bir denetim mantığını benimsemeye yöneldiği söylenebilir. Bkz. Alev Özkazanç,”Biyo-Politik Çağda Suç ve Cezalandırma: Denetim Toplumunda Neo-Liberal Yönetimsellik”, Toplum ve Bilim, Sayı: 108, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 23- 28. (15-51) 259 Simon Tormey, “Kendi Hesabına Konuş”: Deleuze, Zapatizm ve Temsil Eleştirisi, Siyahi, No: 3, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, s. 67. (66-75) * Aynı zamanda, devlet iĢlerine bulaĢmayan, muaf, kendinden menkul bir özerklik içinde devinen sivil toplum algısı da eleĢtirilmektedir. Dolayısıyla, “devlet iktidarının sınırlanması ve meĢruluğuyla uğraĢma kapasitesi, … insan deneyiminin karmaĢıklığına iliĢkin artan duyarlılıklara kılavuzluk etme” niyeti söz konusudur. Bkz. Özbek, a.g.y., s. 27. Liberal-demokratik temsili sistemi “katılımcı demokrasi” açısından eleĢtiren eleĢtirel siyaset teorisinin, siyasal iktidar kavramıyla karĢıt kutuplarda konumlandırmadığı, insanın baĢka insanlarla birlikte kamusal bir faaliyetin içinde gerçekleĢtirdiği iradi bir eylem (praxis) olarak ele aldığı özgürlük kavrayıĢı için ayrıca bkz. Levent Köker, Ġki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1990, s. 68-74. 97 otorite boĢluğunu doldurmak üzere bir araç olarak kullanıldı. Bu, bizi eski liberal düĢüncenin sorunsalına götürdü: devlet vardır, nasıl meĢrulaĢtırılır? Liberallere göre (ve aslında liberal olmayanlara göre) yanıt, sonradan yönetenler tarafından temsil edilecek benzerleĢmiĢ bir kitle, yani Halk yaratmaktı … Ancak, … Halk figürü, „pasif bir yığın‟ ya da „çoğunluk‟, „ulus‟ ya da „gençler‟ gibi „sayılamaz bir topluluk‟tur. Bu demek oluyor ki, Halk „o‟nu oluĢturan‟ kiĢilerin gerçek görüĢlerine danıĢılmadan, eylemleri haklı çıkarmak için retorik anlamda kullanılabilen kolektif öznelerdir. „Halkın istediği Ģey‟, halkın istediği Ģey değil, birinin halkın istediği Ģey olduğunu düĢündüğü Ģeydir. Halkın istediklerini „temsil edenlerin‟ istedikleri Ģeydir.”260 Sayılabilir bir sosyalliğin daha somut biçimde kendini ifade etmesi, uyacağı kuralları gerçek anlamda belirleyebilmesi, değiĢtirebilmesi, karar alma süreçlerinde etkinleĢebilmesi hedeflerine ulaĢmada “temsil ediliyor olma”nın yetersizliği ortadadır. Bu koĢulları sağlamak için, toplumsal katılımı artıran mekanizmaların ve bu yönde bir anlayıĢın geliĢtirilmesi gerekir. Çelebi‟nin belirttiği gibi, “kendi konumunu evrensel ve rasyonel bir çerçevede baĢkalarının konumuyla bitiĢtirebilen bütün siyasal talepler „toplum‟, „insanlık‟ vb. adına söz alabilirler.”261 Bahsedilen gerekler, modern kapitalist toplumlarda demokrasinin konumu ve imkânları, siyasal meĢruiyet gibi konulara iliĢkin sorgulamalarla yakından ilgilidir. Bu bağlamda “kamusal alan” kavramının, süregiden tartıĢmaların gündemini oluĢturduğu söylenebilir. 260 Tormey, a.g.y., s. 70, 71. Aykut Çelebi, Kamusal Alan ve Sivil Toplum, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 238. (237-284) 261 98 “Kamusal alan” ya da diğer bir deyiĢle, “demokratik meĢruiyet ilkesi olarak kamusallık” hakkındaki çeĢitli yaklaĢımlar, “Kamusallığın Yapısal DönüĢümü”262 kitabıyla kavramla tanıĢıklığı sağlayan Habermas‟ın saptamalarının bazı yönleriyle eleĢtirilmesi, olanaklarının ve sınırlarının gösterilmesi, yeni formülasyonlar ve açılımlar önerilmesi Ģeklindedir. Habermas‟a göre demokratik meĢruluğun kaynağı, kanaat ve irade oluĢumunun gerçekleĢtiği, böylece kamuoyunun oluĢtuğu müzakere etme sürecinde ve sürecin sağlıklı iĢlemesini sağlayan iletiĢim koĢullarının varolmasındadır.* Dolayısıyla Habermas, önceden oluĢmuĢ iradelerin toplamı Ģeklindeki Rousseau‟cu “genel irade” anlayıĢına karĢı çıkarak, “meĢru yasanın genel iradenin ifadesi değil, genel müzakerenin bir sonucu olduğunu” kabul etmekte263 ve kamusal alanı kamuoyunu biçimlendiren merkezi bir alan olarak göstermektedir. Habermas‟ın, eleĢtirel kamusal alanı, hem tarihsel bir olgu hem de normatif bir ilke (ideal) olarak ele aldığını da belirtmek gerekir. Buna göre, mutlakiyetçi dönemden modern topluma geçilmesiyle birlikte devlet anlayıĢında ve bu doğrultuda kamusallık anlayıĢında da bir değiĢim yaĢanmıĢtır. Söz konusu değiĢim burjuva kamusal alanının oluĢumuna iĢaret etmektedir: “Ortaya yeni çıkan burjuvazi, mutlaki devletin gizli/saklı ve bürokratik pratikleriyle çarpıĢma süreci içinde giderek kralın 262 Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, çev: Tanıl Bora – Mithat Sancar, 5. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003. * Bu koĢullar, kamusal alan oluĢturabilmeyi mümkün kılan haklara iliĢkindir; yani kamusal alan ilkesine karĢılık gelmektedir. Habermas, kamusal alan ilkesini, kamusal iletiĢimde eĢit katılım ve özgür söylem ilkesi olarak tarif eder. Söz konusu ilkenin gerçekleĢmesi için sivil hakların –düĢünce, ifade, toplanma, gösteri ve örgütlenme, seçme-seçilme hakları- sağlanmıĢ olması gerekir: “YurttaĢlar ancak, genel yarara iliĢkin meseleler hakkında kısıtlanmamıĢ bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiĢ olarak tartıĢabildiklerinde kamusal bir gövde biçiminde davranmıĢ olurlar.”Jürgen Habermas, Kamusal Alan, Kamusal Alan, çev: Mearl Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 95. (95-102) Ayrıca bkz. Özbek, a.g.y., s. 28, 29. 263 Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, s. 43. Ayrıca bkz. Hasdemir, a.g.y., s. 26 ve Meral Özbek, “Giriş: Kamusal Alanın Sınırları”, s. 26. (19-89) 99 iktidarının yalnızca halkın önünde temsil edilmesine dayanan bir kamusallık yerine, devlet otoritesinin halk tarafından bilgili ve eleĢtirel tartıĢma aracılığıyla kamusal olarak denetlendiği bir kamusal alan oluĢ”muĢtur.264 Aynı zamanda, Habermas‟ın belirttiği üzere, burjuva kamusal alanı, sosyal refah devleti Ģeklinde örgütlenen endüstriyel olarak geliĢmiĢ kitle demokrasileriyle birlikte dönüĢüme ve çözülüĢe uğramıĢ, ulaĢılması gerek bir ideal olarak kalmıĢtır.265 Siyasal iktidarın uygulanıĢına iliĢkin meselelerin, eleĢtirel niteliğe sahip kamusal tartıĢmalar, bilgi ve görüĢ alıĢ-veriĢi yoluyla ele alındığı anlaĢma ve eylem alanı olarak “siyasal kamu”, devletten ayrı olarak kurulan kamusallığın kurucu unsuru/temel öğesidir. Nitekim, “… devlet otoritesi için kamusal alanın bir parçası deniyor olsa da, devlet aslında kamusal alanın bir parçası değildir. KuĢkusuz devlet otoritesi genellikle „kamu‟ otoritesi olarak ele alınır; ama bu kabul, kamusal alanın özelliğinden, yani devletin tüm yurttaĢların selametiyle ilgilenmesi görevinden türetilmiĢtir.” 266 Frazer da “kamusal alan”a, kavramsal olarak devletten ayrı, ilke olarak ise devlete karĢı –özellikle, devletin, yaĢam alanlarına müdahalesinin gittikçe arttığı disiplinci iktidar mekanizmaları düĢünüldüğünde- söylemlerin üretildiği ve dolaĢımda olduğu, kurumsallaĢmıĢ bir söylemsel etkileĢim/müzakere alanı olarak dikkat çekerek, eleĢtirel toplumsal kuram ile demokratik politika pratiği açısından önemini vurgulamaktadır.267 264 Thomas McCarthy, “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”nün 1989 İngilizce Baskısına Giriş, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 91. (91-93) 265 Bkz. Habermas, Kamusal Alan, s. 100-102. 266 Habermas, Kamusal Alan, s. 95, 96. 267 Nancy Frazer, Kamusal Alan Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek – Cemal Balcı, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 104, 105 (103-132) ve Özbek, a.g.y., s. 28, 29. 100 Demokratik meĢruiyet ilkesi olarak kamusallığın, devlet aygıtları ve onların icraatları, yani siyasal düzen için “örgütlenme ilkesi” olarak geliĢtiği söylenebilir.268 Dolayısıyla, yasa ile kamuoyu arasında gerçek anlamda bir bağ olabilmesi, siyasal iĢlevle donatılmıĢ “demokratik katılım ve söylem alanı” olarak kamusal alana ve devlet iĢlerinin kamunun bilgi ve denetimine açık olmasına –idarenin, parlamentonun, mahkemelerin aleniyetine- bağlıdır.269 Bu noktada belirtmek gerekir ki, Habermas‟a göre, parlamentonun* katılımını içeren ve kamuoyuna dayanan yasama faaliyeti, bir “erk” olarak tasarlanmıĢ olmasına rağmen, siyasal bir iradenin (egemenliğin) değil, rasyonel bir uzlaĢmanın ürünü olmalıdır: “Kamuoyunun „egemenliği‟, kendi fikri gereğince, içinde genel olarak egemenliğin çözüldüğü bir düzendir. … Siyasal iĢlevli kamu,voluntas‟ı bir ratio‟ya tahvil eder; bu ratio, özel savlar arasındaki kamusal rekabet içinde, kamu yararı için fiilen zorunlu olan Ģey üzerindeki mutabakat (konsensus) olarak ortaya çıkar.”270 Rasyonalite kavramı, liberal- demokratik teoride, insanın somut bir durum karĢısında kendi yararını azamileĢtirmesine dayanırken, eleĢtirel teoriye göre 268 Özbek, a.g.y., s. 31; Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, s. 61. Özbek, a.g.y., s. 31. * Habermas, politikaların oluĢturulduğu yasa yapım sürecinde tartıĢmaların gerçekleĢtirildiği bir kurum olarak parlamentoyu önemsemektedir. Hasdemir, a.g.y., s. 39. 270 Habermas, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, 170, 171. “ġayet yasa, tartıĢma ve kamusallıkla belirlenen bir süreç içinde halk temsilciliğinin onayıyla geçerlik kazanan bir genel norm olarak anlaĢılacak olursa, akli hukukun belirtilen her iki unsuru da bu kavramda buluĢmuĢ olur: özneler arası yoldan geçerek oluĢan iradenin iktidarı ile meĢrulaĢtırıcı iĢlev gören sürecin akılcılığı. Demokratik yasaya özelliğini veren husus, bu durumda, hukuksal kararların (tercihlerin) içeriğinin keyfice belirlenebilmesi imkânı ile bu kararların alınması konusunda öngörülmüĢ usûli Ģartların gayrı keyfiliği arasındaki kombinasyondur. Yasanın adil olmasını sağlayan Ģey, bu durumda, yasanın uygun düĢmek zorunda olduğu önsel (apriori) hukuk ilkeleri değil, demokratik Ģekilde ortaya çıkıĢıdır ya da ortaya çıkıĢ sürecinin demokratikliğidir.” Aktaran Mithat Sancar, “Demokrasi-Ġnsan Hakları-Hukuk Devleti: Zorlu Bir Birlikteliği Çözümleme Denemesi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 87, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2000-2001, s. 20. (7-27) 269 101 iletiĢimi gerektirir; çünkü ilgili kiĢilerin “temellendirme” –eleĢtirebilme ya da savunabilme- yetisiyle alâkalıdır.271 Habermas‟a yönelen en yaygın eleĢtiri, burjuva kamusal alanından hem bir olgu hem de normatif bir ilke olarak bahsederken, idealleĢtirmenin aĢırı ve körleĢtirici noktasına vardığı yönündedir. Dolayısıyla söz konusu idealleĢtirmenin, liberal ve burjuva olmayan baĢka kamusal alanların (birbiriyle çatıĢan kamuların) ihmaline ya da söz konusu ihmalin konsensusa dayanan, rasyonel, ideal bir burjuva kamusunun kurgulanmasına yol açtığı ve sonuçta kamusal alanın dönüĢümünün bir idealin çöküĢü Ģeklinde yansıtıldığı dile getirilmektedir.272 Ayrıca bazı düĢünürlere göre, burjuva kamusal alanın çeliĢkili yapısı oluĢumu sürecine zaten içkindir, çöküĢüyle birlikte ortaya çıkmıĢ değildir: “… burjuva kamusal alanı herhangi ve bütün tekilliklere (particularity) karĢı sürdürülen kavgada kullanılan soyut bir genellik (generality) ilkesi üzerine kurulmuĢtur. Bu soyutluk içindeki genellik ilkesi (burada, toplumsal statü ve özel çıkarın yokmuĢcasına paranteze alınması) bir kenara koymaya çalıĢtığı liberal kapitalist piyasanın evrenselleĢtirici eğiliminden daha çok insani ya da demokratik (ve daha az Ģiddet dolu) değildir. Böylece burjuva kamusunun genel iradeyi temsil ettiği iddiası, ta baĢından beri güçlü bir dıĢlama mekanizması olarak çalıĢır … asimile edilemeyen, rasyonelleĢtirilemeyen ve kapsanamayan her türlü farklılığın dıĢlanması söz konusudur.”273 271 Köker, a.g.y., s. 74. Bkz. Özbek, a.g.y., s. 65-68. 273 Miriam Hansen, Yirmi Yılın Ardından Hegt ve Kluge‟nin “Kamusal Alan ve Tecrübe”si: Değişen Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, s. 161. (141-177) 272 102 Çelebi ise Habermas‟ı, statükocu ve dıĢlayıcı konsensus siyasetini aĢamadığı, küresel kapitalizmin yarattığı kriz ortamını düzene bağlılıkla çözmeye çalıĢtığı, hukuki güvence gereğini yeterli bir unsur olarak algıladığı* için eleĢtirmekte, mevcut siyasal yapıyı dönüĢtürme iddiası içindeki eleĢtirel bir siyasetin bulunduğu yerde ancak kamusal alandan bahsedilebileceğini belirterek, kurucu iktidarın bu yöndeki potansiyelini hatırlatmaktadır. ġöyle ki, Çelebi‟ye göre demokrasi üç farklı momenti aynı anda içinde barındırır. Siyasal düzeni Ģekillendiren ve meĢruluğunu sağlayan kurucu iktidar, bunların ilkini, demokratik momentin baĢlangıcını oluĢturur. Kurucu iktidarın, devlet organları (kamu otoritesi) tarafından sınırlarının çizilmesi suretiyle yeniden yapılandırılması, demokrasinin ikinci momenti olan tali iktidara karĢılık gelir. Tali iktidar düzeni, mevcut güçler dengesince belirlenen bir konsensus sonucu Ģekillenmektedir. Ancak, oluĢturulan konsensusun kapsamına dahil edilmeyenler, her zaman için, bir kurucu iktidar unsuru olarak tali iktidar düzenini sınırları içinde tanınma mücadelesini sürdürürler. Üçüncü momenti ise, kamusal alanda sesini duyurmaya çalıĢan “demokratik kitle örgütleri, hükümetdıĢı örgütler, taban insiyatifleri, sistemdıĢı hareketler ve toplumsal hareketler” oluĢturmaktadır.274 Çelebi, demokrasinin üç momentinden yola çıkarak kamusal alana iliĢkin Ģu saptamalarda bulunur: * Balibar da aynı doğrultuda çekinceler sunmuĢtur: “… Uluslar arası hukukun dünya çapında demokrasinin elzem bir boyutu olduğunu kabul etsem bile, bir sivillik siyasetinin temelinin basitçe bunun üzerinde ısrar etmekle oluĢacağı fikri bana tatminkar gelmiyor. Örneğin buna bir iletiĢim etiği vurgusu da ekleyen Jurgen Habermas istikrarlı bir biçimde bu yönde hareket etti. Ama Habermas, „iletiĢimin‟ kapılarının bazen zorla, hatta bazen Ģiddetle açılması gerektiğini, yoksa sonsuza kadar kapalı kalacaklarını unutuyor. Uluslararası hukuk burada zorunludur, ama yeterli değildir.”Etienne Balibar, Bir Zulüm Topografyasının Anahatları: Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve Sivillik, çev: Mahmut Mutman – Meyda Yeğenoğlu, Toplum ve Bilim, No: 87, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 20002001, s. 42, 43. (28-43) 274 Çelebi, a.g.y., s. 239, 240. 103 “… [K]amusal alan, tali iktidarın mutlak egemenliğindeki koĢullarda, kurucu iktidar unsurlarının el yordamı ile de olsa yaĢamaya devam ettiği yerdir; ateĢ sönmüĢ, ama kor kalmıĢtır. Kamusal alan, kurucu iktidar ateĢinin kor halinde de olsa yanmaya devam ettiği bütün mekânsal, siyasal ve kültürel pratiklere ve deneyimlere karĢılık gelir. … Kamusal alan kurucu iktidar için sadece bir potansiyeldir. Kurucu iktidar ancak kamusal alanda biçimlenebilir; eski ve/veya kurucu iktidar unsurları ancak kamusal alandaki deneyimlerde vücut bulabilir.”275 Toparlarsak, Özbek‟in belirttiği gibi, Habermas ve kamusal alan konusunda fikir yürüten diğer pek çok düĢünür, kamusal alanın “politikanın kabı” ya da “mücadelelerin Ģiddet dıĢı yollarla sonuçlandırıldığı yer” olduğu konusunda anlaĢıyorlarsa, onların çıkarımlarından genel geçer bir “uzlaĢma diline” ulaĢılmaması gerekir. Çünkü bu dil “diyalog dahil her bir yolu birbirine boca edip anlamını değiĢtirecek olan bir politika anlayıĢına, kolektif iradeye, hakiki bir çoğulluk anlayıĢına, isyana, ütopyaya, mucizeye imkân tanımıyor.”276 Disiplinci ve düzenleyici iktidarın –tavandan baĢlayıp tabanda biten bir güzergâhtan ibaret olmayan- yönlendirdiği geç kapitalist toplumlarda demokrasinin sınırlılığı ve imkânları üzerine düĢünmek, tek bir kamuya karĢı çoklu kamuların varlığını ve aralarındaki eĢitsiz iliĢkileri –toplumsal eĢitsizliklerden kaynaklanan ve sırf hukuki düzenlemelerle aĢılması güç olan- es geçmemeyi gerektirir. 275 276 A.g.y, s. 240. Özbek, a.g.y., s. 86. 104 ġimdi, yukarıda söylenenleri göz önünde bulundurarak, yani hukukun gerekli ama tek baĢına yeterli olmadığı gerçeğini unutmayarak, bilgi edinme hakkına iliĢkin düzenlemelerin, katılımcı bir demokrasi, eleĢtirel bir kamusal alan, alternatif bir bilgi/iktidar iliĢkisinin tesis edilmesi açısından konumu, Türkiye örneğine de yer verilmek suretiyle değerlendirilmeye çalıĢılacaktır. II. BĠLGĠ EDĠNME HAKKI 1. BĠLGĠ EDĠNME HAKKI KAVRAMI Öncelikle, bilgi edinme hakkı ile bilgi alma hakkı ya da özgürlüğü arasındaki ayrımı belirtmek gerekir. Bunun için de hak ve özgürlük kavramlarına iliĢkin çeĢitli düĢüncelere değinmek gerekecektir. Hak kavramı yaygın olarak yetki kavramı ile bir karĢılıklılık iliĢkisi içinde tanımlanır. Buna göre, bir hakka sahip olmak, bir Ģey yapmaya yetkili olmak anlamını taĢımaktadır. Dolayısıyla bir tarafta haktan yararlanmaya ve hakka dayanan talepler ileri sürebilmeye yetkili bir kimsenin, diğer tarafta ise bu hakka riayet etme yükümlülüğü bulunan ödevli bir kimsenin olduğu ikili bir iliĢki gündeme gelmektedir.277 Hak aynı zamanda, sıradan bir talep edebilme yeteneğini ifade etmekten öte, hukuken güvence altına alınan bir talep niteliği taĢımaktadır. Hak, hukukun tanıdığı 277 Jack Donnely, Teoride ve Uygulamada Ġnsan Hakları, çev. Mustafa Erdoğan – Levent Korkut, Yetkin Yayınları, Ankara, 1995, s. 19, 20. 105 ve koruduğu bir yetkidir.278 Donnelly‟nin insan hakları bağlamında belirttiği gibi, “insan haklarından … sırf hak iddiaları olarak sözetmek tuzağına düĢmemeye dikkat etmeliyiz. Ġnsan hakları iddiaları, kiĢinin belli bir nesne üzerinde hukukî bir hakka sahip olması gerektiği gibi bir iddiayı ima eder.”279 Hukuken tanınan bir talep olarak hak kavramı özgürlük kavramı ile birlikte düĢünüldüğünde ise, hak ve özgürlüğü birbirinden ayıran, özgürlükten hakka doğru giden bir kavrayıĢın genelde kabul gördüğü söylenebilir. Doğal hukuk öğretisi ekseninde geliĢen bu kavrayıĢa göre özgürlükler hakların kökenini oluĢturmakta; haklar, hukuken korunan özgürlükler olarak tanımlanmaktadır. Yani insan, insan olması sebebiyle özgürlüklerle donatılmıĢ olarak doğmakta, ancak doğuĢtan sahip olduğu bu özgürlükleri kullanabilmesi için teknik bir iĢlem, bir güvence gerekmektedir; iĢte hak bu güvenceye karĢılık gelen, özgürlükleri kullanma olanağı sağlayan biçimdir.280 MeĢruiyet ölçütüne bağlanan hak normatif alanda yer almaktadır: “Hak, biçimi sağlar; bununla özgürlük ifade edilir, dıĢa vurulur; onun varlığı anlaĢılır. Hak, daha çok özgürlüğün usuli güvencesi ve gerçekleĢme aracı olarak nitelendirilebilir.”281 278 ġeref Gözübüyük, Hukuka GiriĢ ve Hukukun Temel Kavramları, Sevinç Matbaası, Ankara, 1973, s. 92; Aydın Aybay –Rona Aybay, Hukuka GiriĢ, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2007, s. 179. 279 Donnely, a.g.y., s. 25. Bununla birlikte, insan haklarını insanın doğasına bağlı bir ideal, kamu özgürlüklerini ise hukuk düzeni tarafından tanınan, pozitif hukuk alanında yer alan somut bir düzenleme olarak gören görüĢ için bkz. Ġbrahim Kaboğlu, Kolektif Özgürlükler, Dicle Üniversitesi Basımevi, Diyarbakır, 1989, s. 21, 22; Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi Anayasa Hukukuna GiriĢ, Say Yayınları, 1990, s. 161; Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara1981, s. 14. 280 Mehmet Semih Gemalmaz, Ulusalüstü Ġnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine GiriĢ, Beta Yayınları, Ġstanbul, 1997, s. 316-318; Akın, a.g.y., s. 264. 281 Ġbrahim Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 15, 16. 106 Söz konusu anlayıĢa göre özgürlük, baĢkalarının müdahalesine kapalı kiĢisel bir serbesti alanına, özerkliğe iĢaret etmekte iken, hakkın kullanımı, baĢkaları açısından etkin bir konumu gerekli kılmaktadır.282 Bu anlayıĢ, hak ve özgürlük kavramları arasındaki somut bağı kestiği, hakları hukuken tanınma aĢaması olarak bellediği, dolayısıyla özgürlükleri soyut bir değere indirgediği düĢüncesiyle eleĢtirilmekte ve yerine, özgürlük ile hakkı farklı seviyeler/aĢamalar olarak görmektense ikisi arasındaki iliĢkiyi açığa çıkarmayı, özgürlük kavramını da hukuk sistemi içerisinde ifade etmeyi önemseyen bir yaklaĢım olarak Hohfeld‟in “özgürlüğün de hakkın farklı bir hukuki kullanımı olduğunu gösteren” kavramsallaĢtırması önerilmektedir.283 Hohfeld‟in hak tanımı, hukuki bir karĢılıklılık iliĢkisi içindeki iki tarafın konumunu imleyen dört farklı içeriğe sahiptir: 1) Dar anlamda hak olarak tarif edilen “talep/istem” olarak hak (bir tarafın hakkına karĢılık diğer tarafın ödevi söz konusudur) 2) “Ayrıcalık/özgürlük” olarak hak (bir tarafın özgürlüğüne karĢılık diğer tarafın herhangi bir hakkı bulunmamakta, herhangi bir ödevle yükümlü olmamaktadır) 3) “Güç/yetki” olarak hak (bir tarafın yetkisine karĢılık diğer tarafın sorumluluğu söz konusudur) 282 Kaboğlu, Kolektif Özgürlükler, s. 14. Cavidan Soykan, Bir Ġnsan Hakkı Olarak Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak), (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü), Ankara, 2006, s. 10, 11. 283 107 4) “BağıĢıklık” olarak hak (bir tarafın yetkiden muaf olma durumuna karĢılık diğer taraf yetkisizlikle donatılmıĢtır)284 Bilgi edinme hakkı ile bilgi alma hakkı/özgürlüğü arasındaki ayrımı netleĢtirmek açısından Hohfeld‟in ilk iki hak tanımı yol gösterici niteliktedir. Bu iki tanım bir arada Ģu Ģekilde ifade edilebilir: “Özgürlük, birinin bir Ģey yapmaya yetkili olması ile ilgilenirken, talep hakkı diğerlerinin ne yapmakla yükümlü oldukları üzerine yoğunlaĢmaktadır.”285 Bu çerçevede değerlendirecek olursak, bilgi alma özgürlüğü iletiĢim bağlamında tanımlanarak, geniĢ anlamda “bilgi”yi, yani her türlü düĢünceyi, iletiyi arama, edinme, kısaca bilgilenme özgürlüğüne karĢılık gelmekte ve pek çok yasal düzenlemenin de gösterdiği gibi ifade özgürlüğü ile yakından iliĢki içinde bulunmaktadır.286 Dolayısıyla bilgi alma özgürlüğünü, radyo, televizyon, söz, yazı gibi bilginin bir toplumda iletilmesinin araçlarıyla, yani ifade özgürlüğünün çeĢitli kullanım yollarıyla ve bunun hukuken düzenlendiği biçim olan basın özgürlüğüyle birlikte düĢünmek gerekir. 284 Ayrıntılı bilgi için bkz. Soykan, a.g.y., s. 12-19. Ayrıca bkz. Gemalmaz, a.g.y., s. 320. Jones‟dan aktaran Soykan, a.g.y., s. 15. Dolayısıyla dar anlamda hak biçiminde düzenlenmemiĢ olsa da, yasaların açıkça yasaklamadığı ya da bir özerklik olarak öngördüğü alanlar özgürlük alanları olarak hukukun kapsamına dahildir. Bununla birlikte, bazı hakların kullanımı salt bir özgürlük alanından öte yasal güvencelerin varlığını, devletin pozitif edimini gerektirebilmektedir. Bu durumda, özgürlük olarak hak alanından talep/istem olarak hak alanına geçiĢ gündeme gelecektir. Yani negatif korumanın pozitif korumaya dönüĢme ihtimali mevcut bulunduğundan araya keskin bir sınır koymak doğru değildir. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 17. Her yasal düzenlemenin zorunlu olarak özgürlüğü sınırlandırıcı bir iĢleve sahip olmadığı, hakkı güçlendirici nitelikler de taĢıyabileceği konusunda ayrıca bkz. Fazıl Sağlam, Temel Hakların Sınırlandırılması ve Özü, SBF Ġnsan Hakları Merkezi Yayınları, Ankara, 1982, s. 18-24. 286 Halit Yılmaz, Ġdarenin Görsel-ĠĢitsel ĠletiĢim Alanındaki ĠĢlevi, Ġmaj Yayınevi, Ankara, 2006, s. 24. Örneğin BM Ġnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‟nin 19. maddesi ile Avrupa Ġnsan Hakları SözleĢmesi‟nin 10. maddesinin 1. fıkrası, ifade özgürlüğünün, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiğini belirtmiĢtir. Türk hukukunda da 1982 Anayasası‟nın “DüĢünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” baĢlığını taĢıyan 26. maddesinin 1. fıkrası aynı yönde bir düzenlemeye sahiptir. 285 108 1982 Anayasası‟nın “Basın hürriyeti” baĢlığını taĢıyan 28. maddesinin 2. fıkrası “Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır” ibaresini içermektedir. Bu düzenleme, bilgi alma özgürlüğü söz konusu olduğunda devletin konumu meselesine iĢaret eder. Soru Ģu Ģekildedir: Devlet bu hakkın korunması ve devamlılığı için bir takım ödevlerle yüklenmiĢ midir, yurttaĢların bilgi alma özgürlüğüne dayanarak yayın içeriğine müdahale edebilir mi; yoksa konumu tamamıyla negatif midir? TartıĢmalı bir konu olmakla birlikte* genel kanı, bu alanda devletin konumunun mümkün olduğu kadar negatif olması gerektiği yönündedir. Bilgi edinme hakkının bilgi alma özgürlüğünden farkı da bu noktada ortaya çıkar. Çünkü bilgi edinme hakkı, tam tersine, devlete belli bir ödev yüklemesi nedeniyle, herkese karĢı ileri sürülebilen bilgi alma hakkı gibi mutlak bir nitelik taĢımamakta ve bu yönüyle daha üst bir koruma mekanizması sağlama amacını yansıtmaktadır. Nitekim bilgi edinme hakkında resmi bilgi ve belgelere eriĢim söz konusu olduğundan devletle birey karĢı karĢıya gelmektedir. Bireyin devlet tarafından tutulan bilgi ve belgelere ulaĢabilmesi için öncelikle bir talepte bulunması gerekirken, devlet de bu talep karĢılığında istenilen bilgiyi iletme ödeviyle yüklenmiĢ olmaktadır. * Basın ve görsel-iĢitsel iletiĢim alanı eksenindeki tartıĢmalar için bkz., Yılmaz, a.g.y., s. 27-29. 109 2. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ NĠTELĠĞĠ Bilgi edinme hakkı her ne kadar dar anlamda hak alanına iĢaret etse de, bir özgürlük alanı olarak bilgi alma hakkı ile ortak bir kökene sahiptir. Bu ortak kökeni düĢünce ve ifade özgürlüğü oluĢturur. Nitekim YaĢamıĢ‟ın da belirttiği gibi, düĢünce özgürlüğü olmadan ifade özgürlüğü geliĢemeyeceğinden ve düĢüncenin oluĢabilmesi için de bilgi edinme hakkının güvence altına alınması gerektiğinden, bilgi edinme hakkı düĢünce ve düĢünceyi ifade özgürlüğünün asıl ve tamamlayıcı bir unsuru olarak geliĢmiĢtir.287 DüĢünce ve ifade özgürlüğünden türeyen bilgi edinme hakkı, daha özelde, yukarıda belirtildiği gibi, özgürlük alanının somut bir ifadesine, talep hakkına dönüĢmüĢ biçimine, yani daha üst bir koruma düzeyine iĢaret etmektedir*. Bu yönüyle bilgi edinme hakkı, hizmet ettiği amaç göz önünde bulundurulmak suretiyle iki açıdan ele alınmaktadır. Ġlki, devlet yönetimine katılımın sağlanması amacına iliĢkindir. Bu amaç bilgi edinme hakkının siyasal bir hak olma niteliğini ön plana 287 F. Demir YaĢamıĢ, “Anayasa ve Ġnsan Hakları Bağlamında Bilgi Edinme Hakkı Kanunu BaĢlıklı Oturumda Sunulan Tebliğ”, Bilgi Edinme Hakkı Paneli, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, s. 35. Aslında pek çok temel hak ve özgürlüğün gerçekleĢmesi açısından bilgi edinme hakkı bir ön koĢul, usuli bir güvence niteliğindedir. Nitekim temel hak ve özgürlükler, “bilgi” niteliğindeki verilere ve donanıma sahip olunabildiği, “bilerek” hareket edilebildiği takdirde iĢlerlik kazanabilmekte, bir anlam ve sonuç doğurabilmektedir. Örneğin, “hak arama hürriyeti”, “yaĢama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliĢtirme hakkı”, “bilim ve sanatı serbestçe öğrenme (…) bu alanlarda her türlü araĢtırma hakkı”, “basın ve haber alma hürriyeti”, “adil yargılanma, iddia ve savunma hakları” gibi pek çok temel hak ve özgürlüğün akıbeti bilgi edinme hakkının varlığına yakından bağlıdır. Öder‟in, Türkiye‟de bilgiye eriĢim hakkının anayasal temellerini tartıĢtığı tebliğinde belirttiği gibi, “… bilgiye eriĢim hakkına anayasal referans arandığında, bu hakkın anayasada düzenlenmiĢ temel hak ve hürriyetlere hizmet eden usuli bir hak olduğunu kabul etmenin mantıksal bir gereklilik olduğu sonucu çıkmaktadır. Deyim yerindeyse, bilgiye eriĢim ve hatta eriĢilen bilgi bir araç, bu eriĢimi gerekir kılan temel hak ve hürriyetse araçtır. Ancak, özellikle vurgulamak gerekir ki, bilgiye eriĢim hakkı, sadece “kiĢisel” olanla tükenmemektedir; temel hak ve hürriyetler alanını aĢan “kamusal” bir niteliği de vardır.” Öder, a.g.y., s. 90, 91. Ayrıca bkz. Sait Güran, “Hak Arama Özgürlüğünün Ġki Boyutu”, Anayasa Yargısı, Sayı:9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, s. 29. * Bilgi edinme hakkının gereğini yerine getirecek devlet bakımından pasif ve aktif olmak üzere iki tür yükümlülükten bahsedilebilir: KiĢinin kendi olanaklarıyla bilgiye eriĢimini engellememek ve bilgiyi eriĢilebilir kılmak. Öder, a.g.y., s. 87. 110 çıkarmaktadır. Ġkincisi, bireylerin sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin korunması amacını gerçekleĢtirmeye yöneliktir. Bilgi edinme hakkının temel hak ve özgürlükleri garanti altına alan kiĢisel ve en temel insan haklarından biri olma niteliğinin ise bu Ģekilde açığa çıktığı söylenebilir.* Devlet iktidarını etkilemeye yönelik hakların tümünü siyasal katılma hakları olarak nitelendirmek mümkündür. Bu etkileme doğrudan olabileceği gibi dolaylı bir biçimde de gerçekleĢebilir. Örneğin seçme ve seçilme hakkı doğrudan katılımı amaçlarken, basın özgürlüğü ya da örgütlenme özgürlüğünde iktidarın politikalarına dolaylı yoldan etkide bulunma amacı söz konusudur. Dolayısıyla aslında pek çok * Bazı yazarlar bilgi edinme hakkını dayanıĢma haklarından biri olarak sınıflandırmaktadır. KiĢi özgürlükleri ve siyasal haklardan oluĢan birinci kuĢak haklar ile iktisadi, sosyal ve kültürel hak ve özgürlüklerden oluĢan ikinci kuĢak hakların ardından, Ġkinci Dünya SavaĢı‟nın yaĢattığı geliĢmeler sonucu insan haklarının devletlerin iç sorunu olmaktan öte uluslararası topluluğun bütününü ilgilendiren bir sorun olduğu bilincinin doğması ve özellikle bağımsızlıklarına yeni kavuĢan eski sömürge ülkelerin baskısı ile “dayanıĢma” adı verilen haklar, diğer bir deyiĢle üçüncü kuĢak haklar gündeme gelmiĢtir. Büyük uluslararası toplantılar ya da belgelerde olgunlaĢan söz konusu haklar evrensel değerleri içermekte ve devlet sınırlarını aĢan insanlık ailesinin bütün üyeleri arasındaki dayanıĢmayı ifade etmektedir. DayanıĢma hakları içinde yaygın olarak, çevre hakkı, insanlığın ortak malvarlığına saygı hakkı, barıĢ ve geliĢme hakkı sayılmaktadır. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletin sosyo-ekonomik ve kültürel alana müdahalesindeki artıĢlar, yönetimde yaĢanan yozlaĢma ve yolsuzluklar, teknolojik geliĢmeler sonucu yönetimin ĢeffaflaĢması/yönetimde açıklık ilkesinin benimsenmeye baĢlanması bilgi edinme hakkının da –çevre hakkı ve geliĢme hakkı ile arasındaki yakın iliĢki de göz önünde bulundurulacak olursa- dayanıĢma hakları bağlamında değerlendirilmesine yol açmıĢtır. Soykan‟ın bu konudaki çekincesi dikkate değer niteliktedir. Soykan‟a göre bilgi edinme hakkı, birey ve devlet arasında bir karĢılıklılık iliĢkisi yaratan bir talep hakkı olması nedeniyle kiĢisel ve siyasal bir haktır. DayanıĢma haklarıyla iliĢkisi ise, esas itibariyle, bu hakların –özellikle çevre hakkı ile geliĢme hakkı- gerçekleĢmesinde aracılık iĢlevine sahip olması noktasına iliĢkindir. Örneğin 1986 tarihli BM GeliĢme Hakkı Bildirgesi ile tanınan ve doğal kaynaklar üzerinde tam egemenlik, kendi kaderini tayin hakkı, geliĢimi sağlamada kamunun katılımı, fırsat eĢitliği, diğer tüm kiĢisel, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların kullanımı için uygun koĢulların yaratılması gibi unsurları içinde barındıran geliĢme hakkının, özünde yatan kamunun siyasal katılımını destekleme amacı düĢünüldüğünde bilgi edinme hakkı ile iĢlevsel bir iliĢki içinde olduğu bir gerçektir. Aynı zamanda bilgi edinme hakkı, hesap verir, Ģeffaf, sorumlu, katılımcı bir yönetim anlayıĢına iĢaret eden ve geliĢme hakkının içeriğine dahil edilen “iyi yönetim hakkı” ile de bağlantılı ele alınmaktadır. Ancak Soykan‟ın belirttiği gibi tüm bu iliĢkiler, bilgi edinme hakkının aracı bir hak olarak özel niteliğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla, gerçekleĢmeleri tek baĢına devlete bağlı olmayan, kolektif bir sorumluluğu gerektiren dayanıĢma hakları ile esas itibariyle devleti yükümlü kılan bilgi edinme hakkı arasındaki farklılığın ayırdında olmak gerekir. Bu konu için bkz. Soykan, a.g.y., 29-39. Ġbrahim Kaboğlu, DayanıĢma Hakları, TODAĠE Ġnsan Hakları AraĢtırma ve Uygulama Merkezi, Ankara, 1996, s. 32; YaĢamıĢ, a.g..y, s. 23, 24; Musa Eken, “Bilgi Edinme Hakkı”, Ġnsan Hakları Yıllığı, Cilt: 17-18, s. 61, 75. Necat Akyıldız, 1982 Anayasası‟nın Ġnsan Hakları Rejimi ve “Bilgi Edinme Hakkı”, Kazancı, Sayı:3, s. 40, 41; http://www.unhchr.ch/development/right-02.html) 111 hakkın dolaylı da olsa katılma amacı taĢıdığı söylenebilir. Bu noktada, devlet yönetimine katılımın çeĢitli alanlarda cereyan ettiği belirtilmelidir. Devlet, çok çeĢitli iĢlevleri yasama, yürütme, yargı gibi ayrı nitelikte organlar eliyle yerine getirdiğinden, devlet düzenine katılımın türlü olanaklar içerdiği bir gerçektir.288 Bununla birlikte, yönetim yapısının somutlaĢtığı birimlerden yürütmeyi oluĢturanların, devlet aygıtı içinde ağırlıklı bir yere sahip olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.289 Özellikle de, yürütme organı içinde ve onun bir uzantısı konumunda olan, ama aynı zamanda kendi kendine davranabilme yeteneği de bulunan ve birçok kamu hukuku tüzel kiĢisinden oluĢan “idare”290, yönetilenlerin katılımı söz konusu olduğunda ağırlıklı olarak ele alınmak durumundadır. Nitekim, siyasal katılmanın, sadece bireylerin belirli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla tercihlerini ortaya koymaları anlamına gelmediği, gündelik yaĢamları içinde kendilerini ilgilendiren konularda devlet yönetimini etkilemelerini sağlama amacını da güttüğü291 ve esas bu yönüyle anlamlı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa; varlık sebebi, toplumun gündelik gereksinmelerini karĢılamak ve gündelik yaĢamının sürdürülmesine yönelik kamusal iĢ ve faaliyetlerde292 (kamu hizmetleri – kolluk faaliyetleri) bulunmak olan idare, toplumsal katılım meselesinde odak noktasını oluĢturacaktır. Ġdarenin faaliyetlerini yürütürken uyacağı kuralların belirginlik kazanması, bireysel temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önem taĢımaktadır. Bu 288 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Cem Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 1999, s. 135-165. 289 Eroğul, a.g.y., s. 164. 290 Ġlhan Özay, GünıĢığında Yönetim, Filiz Kitabevi, Ġstanbul, 2004, s. 113, 114. 291 Eroğul, a.g.y., s. 102; Soykan, a.g.y., s. 24, 25. 292 Metin Günday, Ġdare Hukuku, Ġmaj Yayıncılık, Ankara, 2002, s. 14. 112 demektir ki, idarenin, önceden konmuĢ objektif hukuk kurallarına uygun hareket edip etmediğinin ve bireylerin haklarına aykırı davranıp davranmadığının yargısal usullerle denetlenmesi yeterli olmamakta, çağdaĢ toplumlarda idarenin gittikçe artan müdahaleci faaliyetleri karĢısında, bağımsız Ġdare Mahkemelerinin sağladıkları denetim tek baĢına yetersiz kalmaktadır. Nitekim, idare yargıcına kimi hallerde baĢvurmanın imkansızlığı, yönetilenlerin hak ve menfaatlerini savunabilmek için idari faaliyetin sona ermesini ve de kimi hallerde telafisi imkansız zararların doğmasını beklemek zorunda bırakılmaları, idari iĢlemin oluĢumu esnasında gerçekleĢtirilecek olan bir denetimin etkili bir hukuki himaye için gerekli olduğunun göstergesi niteliğindedir. Bu denetim, idarenin, bireylerin hak ve menfaat alanlarına kamu kudreti araçlarıyla müdahale etmeden evvel, hukuken düzenlenmiĢ bir prosedür, yani genel idari usul çerçevesinde soruĢturma yapması, ilgililere iddia ve savunmalarını ileri sürme imkanı vermesi ve kendi kuruluĢu içinde yer alan belli kontrol mekanizmalarıyla, yargısal usule benzer usullerle kademe kademe denetlenmesi anlamına gelmektedir.293 Hemen belirtmek gerekir ki, genel idari usul, idare makamlarının bireysel nitelikteki idari tasarrufları meydan getirirken uygulamak zorunda olduğu genel usul kurallarını kapsamaktadır. Azrak‟ın deyimiyle, “… genel idari usul, idari kararların üretilmesi sürecine egemen olan yetki, Ģekil ve usul kurallarından oluĢan bir disiplindir. … idare makamlarının sadece kiĢilere etkili birel idari iĢlemleri, yani idari kararları kapsadığından, 1) idarenin genel düzenleyici iĢlemleri, 2) bir giriĢimci rolünde yerine getirdiği yaratıcı ve teknik faaliyetler, 3) 293 Ülkü Azrak, “Umumi Ġdari Usul ve Kodifikasyon Meselesi”, ĠÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXIII, Sayı: 1-2, 1967, s. 72, 73. (66-82) 113 dıĢa etkili olmamak koĢuluyla yaptığı genelge, direktif ve benzeri iç-düzen iĢlemleri genel idari usul sektörü dıĢında kalmaktadır.”294 Ġdarenin bireysel nitelikteki iĢlemleri haklar ve özgürlükler üzerinde doğrudan sonuç doğuran iĢlemlerdir. Dolayısıyla, devlet-birey iliĢkilerinin yeniden düzenlenmesi bağlamında*, idarenin keyfi hareket alanını ortadan kaldırma, idari kararların hukuka uygun bir biçimde alınmasını sağlama gayesi, içsel bir denetim mekanizması öngören idari usul kurallarının yasalaĢmasını gündeme getirmiĢtir. Söz konusu idari usul kanunları hukuk devletini gerçekleĢtirmeye yönelik bir takım ilkeler içermektedir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin, 28 Eylül 1977 tarihli ve (77)31 sayılı kararıyla, “Bireyin Yönetsel ĠĢlemler KarĢısında Korunması” baĢlığı altında kabul ettiği beĢ ilke, “ortak asgari ilkeler”in saptanması açısından yararlı olacağı düĢüncesiyle belirtilecek olursa Ģu Ģekildedir: 1) Dinlenilme hakkı; 2) Bilgi kaynaklarına ulaĢabilme hakkı; 3) Hukuki yardım görme ve temsil edilme hakkı; 4) Yönetsel iĢlemlerin gerekçeli olması zorunluluğu; 5) ĠĢleme karĢı baĢvuru yollarının belirtilmesi zorunluluğu.295 294 Ülkü Azrak, “Ġdari Usul ve YasalaĢtırılması”, I. Ulusal Ġdare Hukuku Kongresi, II. Kitap “Kamu Yönetimi”, DanıĢtay Yayınları, Ankara, 1990, s. 823. (821-834) * Kamusal sorumluluk ve denetim anlayıĢına yeni yaklaĢımlar “yönetiĢim” kavramını gündeme getirmektedir. Buna göre, kamusal sorumluluk geniĢlemekte ve yönetilenler de yönetim sürecine dahil edilmektedir. “YönetiĢim, esneklik, demokratiklik, çoğulculuk, açıklık, hesap verme ve yerellik, performans ve toplam kalite unsurlarını barındırmaktadır. YönetiĢim, gücün nasıl kullanıldığını, kararların nasıl alındığını ve vatandaĢların yönetim sürecine nasıl katıldığını belirleyen bir süreçtir.” Bu yeni kamu yönetimi anlayıĢı, politikaların belirlenmesinden uygulanmasına kadar toplumu bireyler, özel sektör, sivil toplum kuruluĢları- önemli bir aktör olarak sürece dahil etmeyi hedeflediği gibi, sorumluluğun da yönünü değiĢtirmektedir. Bu açıdan, sorumluluk dengesi hem yönetimde yetkilerle donatılan sivil topluma doğru kaymakta, hem de yönetimin siyasal iktidarın yanı sıra topluma karĢı da doğrudan sorumlu olması gerektiği düĢüncesi önem kazanmaktadır. Hamza Al, a.g.y., s. 199, 238, 239. 295 Tekin Akıllıoğlu, “Bireyin Yönetsel ĠĢlemler KarĢısında Korunması ve Yönetim Hukukumuz”, Amme idaresi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 3, 1981, s. 39. (37-56); Eroğul, a.g.y., s. 164, 165. 114 Toparlayacak olursak, “idarede açıklık, iĢlemin gerekçeli olması, bilgi edinme, iĢlemin yapılıĢına katılabilme, bu amaçla savunma, dinlenilme ve idari baĢvuru hakları”296 gibi idari usul kanunları çatısı altında toplanan ilkeler, özellikle temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasında aracı olma niteliği bakımından bilgi edinme hakkını akla getirmektedir. Bu açıdan bilgi edinme hakkının –hemen hemen tüm idari usul kanunlarında yer alan-, bireyin devlet karĢısındaki zayıf konumunun güçlendirilmesine katkıda bulunacağı söylenebilir. Bilgi edinme hakkının, hem siyasal katılımın sağlanması hem de temel hak ve özgürlüklerin korunması amacı “saydamlık”, diğer bir deyiĢle “açıklık” düĢüncesiyle yakından ilgilidir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, geleneksel idarî sistemin tartıĢılmaya baĢlanmasıyla ve kamu yönetimine güvenin yeniden tesisi için halk iradesinin denetim mekanizmalarına yansıtılması gerektiği düĢüncesiyle birlikte kamu yönetiminde açıklık kavramı gündeme gelmiĢtir.297 GeniĢ kapsamlı bir kavram olan ve pek çok iĢlevi bulunan, ancak kabaca yönetimin herkesçe görülebilmesi anlamına gelen298 kamu yönetiminde sağlıklı iĢleyiĢi hedefleyen açıklık, “kamu erkini kullanan kurum ve kuruluĢların tüm etkinliklerine ve bu etkinlik süreçlerine yönelik olarak yurttaĢlara bilgi sunma duyarlılığı içinde olmalarını zorunlu kılar*. 296 Soykan, a.g.y., s. 81. Yüksel Hız –Zekeriya Yılmaz, Açıklamalı –Notlu –Gerekçeli Bilgi Edinme ve Dilekçe Hakkı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2004, s. 40; Ġbrahim Yıldırım, “Kamu Yönetiminde Açıklık ve Bilgi Edinme Hakkı Kanunu”, Hukuk ve Adalet, Bahar 2004, s. 80. (78-95) 298 Tekin Akıllıoğlu, “Yönetimde Açıklık, Gizlilik, Bilgi Alma Hakkı”, SBF Dergisi, Cilt: 46, Sayı: 34, s. 11. (1-13) * Ġdarenin gerçekleĢtireceği faaliyetlerde önemli olan genel yararın korunmasıdır. Genel yararın korunması ile açıklık ilkesi arasında denge sağlama çabaları, açıklık ilkesinin sınırları konusunda tartıĢmalara yol açmaktadır. Söz konusu tartıĢma, yönetim belgelerinin halka açık tutulması ya da yalnızca doğrudan doğruya ilgili olan taraflara açık bulundurulması ve yönetimin açıklığı belirlemede sahip olduğu takdir yetkisi sorunu ekseninde cereyan etmektedir. Farklı ülkelerin bu konuda gösterdikleri tutum hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mümtaz Soysal, Halkın Yönetime Etkisi, TODAĠE Yayınları, Ankara, 1968, s. 110-112 297 115 Saydamlık, bir bilgi sunma ve sunulan bilgilerden yararlanım sürecidir.” 299 “Bilgiye eriĢim; kararların ardındaki düĢünceye eriĢim; karar alma süreçlerini hükümet dıĢı katılıma açmak” Ģeklinde sıralanabilecek üç ayrı boyut içermektedir.300 Özay, saydamlık yerine “günıĢığında yönetim” terimini yeğler ve “yönetimde demokrasi”nin ya da “demokratik yönetim”in bu Ģekilde gerçekleĢtirileceğini belirtir. Özay‟a göre “yönetimde demokrasi”nin üç unsuru bulunmaktadır. Bunlardan birincisi idarenin karar mekanizmasının, yargı yerleri örneğindeki gibi, önceden belli bir “usul”e bağlanmasıdır. Ġkinci unsur kamu yönetiminin elindeki bilgilere ulaĢabilme olanağı sağlayan “bilgi edinme özgürlüğü”dür. Üçüncüsü ise idarenin karar almak üzere yaptığı toplantıların katılıma açık, yani alenî olmasıdır.301 Dolayısıyla, “idari usulün düzenlenmesi”, “bilgi edinme hakkı” ve “idarenin karar alma sürecine bireyin katılımı” birbirini tamamlayarak demokratik yönetimin unsurlarını oluĢtururlar.302 Demokratik yönetim yönetime katılma ile mümkün olabilmekte; bu katılımın gerçek bir anlam ifade etmesi de idare karĢısında ilgililerin bilgi edinme hakkının güvence altına alınmasına bağlı olmaktadır.303 Nitekim, kararlardan etkilenmeleri muhtemel kiĢilerin, kararın alınmasında/idari iĢlem ya da eylemin tesisinde göz önünde bulundurulması gereken görüĢleri idareden edindikleri bilgiler doğrultusunda Ģekillenecektir. “Bir birey için, müzakere, danıĢma ve karar organlarının 299 Ahmet Erol, Dilekçe Hakkı ve Bilgi Edinme Hukuku, YaklaĢım Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 290. 300 Bkz. Soykan, a.g.y., s. 53, 54. 301 Özay, a.g.y., s. 2-5. 302 Gürsel Özkan, Demokratik Yönetimin Birinci Adımı: Bilgi Edinme Hakkı, Türkiye Kamu-Sen, Ankara, 2004, s. 12. 303 Özkan, a.g.y., s. 12, 13. 116 toplantılarına katılmadan, gerekli bilgilere ve dokümanlara ulaĢmadan “yönetime katılma” olanaksızdır.”304 Demokratik yönetim, diğer bir ifadeyle açıklık ilkesi, bir yandan idarenin iç iĢleyiĢindeki karar alma sürecine ve bu sürecin ortaya çıkardığı belgelere, bilgilere ulaĢmak suretiyle yönetimin denetiminin sağlanması amacına hizmet etmekte, diğer yandan da temel hak ve özgürlüklerin korunmasının gerçekleĢtirilmesini sağlamaktadır. Akıllıoğlu‟nun yaptığı ikili ayrım bu açıdan değerlendirilebilir. ġöyle ki, Akıllıoğlu‟na göre açıklık kavramının iki uygulama türü bulunmaktadır: bireysel/ilgililere açıklık ve kamusal/herkese açıklık305 Bireysel açıklık, bir idari iĢlemin taraf ve ilgililerinin sahip olduğu bilgi alma hakkını ifade etmektedir. Bu yönüyle, ilgililerin, bir idari iĢlemin yapılmasından önce haklarını, özgürlüklerini ve hukuki yararlarını savunmak üzere sahip oldukları olanakları kapsayan “dinlenilme hakkı”na iliĢkin bir uygulama türü olarak karĢımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, sadece hakları, özgürlükleri ya da çıkarları etkileyen idari iĢlemler hakkında uygulanabilmektedir. Kamusal açıklık ise, esas itibariyle, genel olarak idarenin açıklığını içermekte ve idarenin elindeki bilgi ve belgelerin ilginin niteliğine bakılmaksızın herkes tarafından istenebilmesine karĢılık gelmektedir. Bu niteliği ile, idarenin faaliyetlerinin bireyler tarafından denetimi/yönetime katılma meselesine iĢaret eden bir uygulama türü olduğu söylenebilir.306 304 Özkan, a.g.y., s. 13. Tekin Akıllıoğlu, Yönetim Önünde Savunma Hakları, TODAĠE Yayınları, Ankara, 1983, s. 114; Özkan, a.g.y., s. 18; Yıldırım, a.g.y., s. 79, 80. 306 Özkan, a.g.y., s. 19, 21. 305 117 Sonuç olarak, bilgi edinme hakkı iki boyutlu bir haktır. Bir yandan, bireylerin kendilerini ilgilendiren bilgi ve belgelere kamu makamları nezdinde ulaĢabilmelerine olanak sağlaması, yani temel hak ve özgürlüklerin korunması ve gerçekleĢtirilmesi amacı söz konusu iken, dolayısıyla özel hayatın gizliliğinin korunması, çevre hakkı, hatta çok daha temel nitelikteki yaĢam hakkı gibi hak ve özgürlüklerin kullanılmasına aracı olma niteliği ön plana çıkarken; diğer yandan, toplumsal/kamusal faaliyet ve iĢlemler bakımından açıklığı sağlama boyutunu, yani halkın yönetime katılımıyla alâkalı bir siyasi hak olma özelliğini içinde barındırmaktadır.* 3. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ ĠġLEVLERĠ Bilgi edinme hakkına iliĢkin yasal düzenlemeler çerçevesinde bireyler, kesin sınırları çizilmiĢ kamusal ya da özel bir gizlilik alanına iĢaret eden istisnalar saklı kalmak kaydıyla, idareden her türlü konuda bilgi talebinde bulunabilecek; idare de gerekli araĢtırmayı yapıp istenen bilgiyi bireyin kullanımına sunacaktır. Bilgi ile kastedilen, devletin elinde tuttuğu resmi kayıtlardır. Bireylerin bilgilenme hakkı, sorumlu, hesap verebilir, açık bir idarenin sağlanması açısından önem taĢımakta ve esas itibariyle üç iĢlevi içermektedir: * Bilgi edinme hakkının, siyasi iktidarı etkileme amacı düĢünüldüğünde, siyasal katılımın bir aracı olarak dilekçe hakkı ile iliĢkisi gündeme gelmektedir. Devlet faaliyetlerinin gizlilikten uzak tutulması, bireylerin kamu politikalarından haberdar olması ve bu politikalara müdahale edebilmesi gayelerine ulaĢma, bilgi edinme hakkından çok daha uzun bir geçmiĢe sahip olan dilekçe hakkının da düzenlenme gerekçesini oluĢturmaktadır. Kabaca ifade edilecek olursa, dilekçe hakkı, bireylerin kendilerini ya da kamuyu ilgilendiren konulara iliĢkin dilek ve Ģikayetlerini yönetenlere iletmeleri imkanı sağlayan en temel siyasi haklardan biridir. Dilekçe hakkının iki cephesi bulunmaktadır; Armağan‟ın deyiĢiyle, “Bir cephesi ile dilekçi kendi veya toplumun menfaatini korumaya çalıĢırken; muhatabı olan yetkili makamlar ve TBMM, yahut kısaca Devlet de, kendisine sunulan dilekçeleri kabul, muhtevasını tetkik ve neticeyi dilekçiye bildirmek vecibesi altında bulunmaktadır.” Servet Armağan, Dilekçe Hakkı ve 1961 Anayasası, Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ġstanbul, 1972, s. 53. 118 “1-Bireylerin kendileri hakkında devlet tarafından tutulan verilere eriĢim hakkı 2-Bireylerin devletin elinde tuttuğu her türlü resmi veriye eriĢim hakkı 3-Kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilenme hakkı-devletin/özel sektörün bilgi verme ödevi.”307 Ġlk iĢlevi oluĢturan “kiĢisel verilerin korunması hakkı”, geniĢ çapta ve tek bir merkezde kiĢisel veri toplanmasına, kaydedilmesine ve iĢlenmesine imkan veren bilgi teknolojilerinin, kamu hizmetlerinin kolaylaĢtırılması amacına yönelik olarak günümüzde yaygın bir biçimde kullanılması nedeniyle ortaya çıkabilecek sakıncaların* giderilmesi kaygısının bir sonucudur. Pek çok ülkede yasal olarak tanınmaya baĢlanan bu hak çerçevesinde, özellikle, kiĢilerin haklarında tutulan verilerden haberdar olmaları, bu suretle olası yanlıĢlıkları düzeltme ya da silinmesini talep etme imkanına kavuĢmaları sağlanmak istenmektedir**. Bireylerin kendileri hakkında devlet tarafından tutulan verilere eriĢim hakkı, bilgi edinme hakkının yanı sıra özel hayatın korunması ve gizliliği hakkı ile de 307 Soykan, a.g.y., s. 41. “KiĢinin sürekli gözetimine imkan vermesi; bireyin bilgi akıĢının dıĢında tutulması; kiĢinin bilgisi dahilinde olmaksızın sınırsız kiĢisel verinin toplanması ve saklanması; kiĢisel verilerin farklı amaçlarla kötüye kullanılması ihtimali; demokratik ya da düzenleyici kontrol mekanizmalarının varlığı olmaksızın kamu sektörünün ve özel sektörün bu konuda giderek daha fazla güç kazanması” gibi sakıncalar sayılabilir. Early‟den aktaran Soykan, a.g.y.,s. 43. ** 28.01.1981 tarihinde Avrupa Konseyi bünyesinde “KiĢisel Verilerin Otomatik ĠĢlemden Geçirilmesi Sürecinde Bireylerin Korunması Hakkında SözleĢme” adıyla bir sözleĢme kabul edilmiĢtir. Türkiye‟nin de imzaladığı bu sözleĢme, kiĢisel verilerin hukuka uygun bir biçimde elde edileceğini, meĢru ve önceden belirlenmiĢ amaçlarla saklanıp kullanılacağını öngörmekte ve veri sahibine, kendisi hakkında tutulan veri dosyasından haberdar olmasını, sözleĢmedeki ilkeler doğrultusunda hazırlanan iç hukuk hükümlerine aykırı olarak iĢlemden geçirilen verileri silme veya düzeltme hakkına sahip olmasını sağlayacak birtakım güvence yolları sunmaktadır. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 45, 46. * 119 yakından iliĢkilidir. Dolayısıyla, kiĢisel verilerin üçüncü kiĢilere iletimi konusunda veri sahibinin onayı gerekmektedir. Ġkinci iĢlev olan “devlet tarafından tutulan verilere eriĢim hakkı”, kamu gücü ve ayrıcalıklarını kullanan devlet ile birey arasındaki dengesiz iliĢkide bireyin yönetsel iĢlemlerin oluĢumu sürecine katılımının ve sorumlu, hesap verebilir bir idarenin tesisi yoluyla idarenin halkın denetimine açıklığının sağlanması gereğinin bir sonucudur. Dar anlamda bir talep hakkı olarak bilgi edinme hakkı, idarenin elindeki resmi verilere eriĢim hakkı anlamında kullanılmaktadır.308 Bu hakkın sınırını gizlilik derecesine sahip bilgiler oluĢturmaktadır. Üçüncü iĢlev, yani “kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilendirilme hakkı”*, devletin belli konulara iliĢkin bilgiyi –insan hakları, çevre, sağlık gibikamuya açık hale getirmesinin önemine vurgu yapmaktadır. Örneğin çevre ile ilgili alınan kararlar, hükümet politikaları, acil önlem paketleri, yalnız gündemdeki olaydan birebir etkilenenlerin değil herkesin bilgi almaya hakkı olduğu konuları oluĢturduğundan, bu yönde genel bir bilgilendirmenin yapılması gerekmektedir. Söz konusu hak talebe bağlı olarak kullanılabileceği gibi, devleti kendiliğinden harekete geçmeye yönelten bir içeriğe de sahip olduğundan herhangi bir talep olmaksızın iĢlerlik kazanabilme potansiyelini de içinde barındırmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, devletin, bilgi edinme hakkı kapsamında, bireylerden herhangi bir talep 308 Soykan, a.g.y., s. 54. Kamu yararı taĢıyan konularda bireylerin bilgilendirilmesine ve bu sayede katılımının sağlanmasına iliĢkin olarak, Avrupa Konseyi bünyesinde “ifade özgürlüğü” kapsamında bir takım kararlar alınmıĢtır: 23.01.1970 tarih ve 428(1970) sayılı karar ve Rec(2002)2 sayılı ve 21.02.2002 tarihli Tavsiye Kararı. Bkz. Soykan, a.g.y., s. 60, 61. * 120 gelmeksizin bilgi verme yönünde pozitif bir ödevi olduğu Ģeklinde bir hukuki düzenleme henüz yapılmıĢ değildir.309 4. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ KAPSAMI Yukarıda da belirtildiği gibi, bilgi edinme hakkı esas olarak iki amaca hizmet etmektedir. Bunlardan ilki, idarenin hesap verebilirliğini arttırmak suretiyle bireyler tarafından denetimini kolaylaĢtırmak, ve dolaylı yoldan siyasal katılımı sağlamak; diğeri ise, devlet-birey arasındaki eĢitsiz iliĢkide bireyin temel hak ve özgürlüklerini devlet karĢısında koruyarak bir denge oluĢturmaktır. Söz konusu amaçlar göz önünde bulundurulduğunda, gerek uluslararası metinlerde, gerekse Türkiye‟deki ve diğer ülkelerdeki ilgili mevzuatta, hakkın kapsamına iliĢkin olarak devletin, ve esas itibariyle de “idare teĢkilatı”nın temel alınması normal karĢılanacaktır. Bilgi edinme hakkı konusunda dünya genelinde hazırlanmıĢ olan kanunlara bakıldığında, tüm idari organ ve makamların kapsama dahil edildiği görülür. Ancak bazı ülkelerin mevzuatı mahkemeler, yasama organları ile güvenlik ve haber alma hizmetlerini kapsam dıĢında tutmuĢtur.310 309 Soykan, a.g.y., s. 63, 64. Bkz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin almıĢ olduğu tavsiye kararı: Recommendation Rec (2002)2 adopted by the Committee of Ministers of the Council of Europe; David Banisar, Freedominfo.Global Survey: Freedom of Information and Access to Government Record Laws Around the World, http://freedominfo.org/survey.htm, s. 20, 21; HaĢmet Sırrı AkĢener –Ramazan Çakmakçı, Açıklamalı, Gerkçeli Bilgi Edinme Hakkı Kanunu, Legal Yayıncılık, Ġstanbul, 2004, s. 192. 310 121 Örneğin Türkiye açısından, bilgi edinme hakkının kullanılmasını düzenleyen 4982 Sayılı Kanun ve kanunun uygulamasına iliĢkin esas ve usulleri belirtmek amacıyla çıkarılan yönetmelik hükümleri dikkate alındığında, idarenin kapsama esas teĢkil ettiği ortadadır. Kanunun “Kapsam” baĢlıklı 2. maddesi, kamu kurum ve kuruluĢları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢlarının faaliyetlerinden bahsetmekte; yönetmeliğin aynı baĢlığa sahip 2. maddesi ise, daha ayrıntılı bir ifadeyle, merkezi idare kapsamındaki kamu idareleri ile bunların bağlı, ilgili veya iliĢkili kuruluĢlarının, köyler hariç olmak üzere mahalli idareler ve bunların bağlı ve ilgili kuruluĢları ile birlik veya Ģirketlerinin, T.C. Merkez Bankası, ĠMKB ve üniversiteler de dahil olmak üzere kamu tüzel kiĢiliğini haiz olarak enstitü, teĢebbüs, teĢekkül, fon ve sair adlarla kurulmuĢ olan kamu kurum ve kuruluĢları ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluĢlarının faaliyetlerini kapsama dahil etmektedir. Belirtilen hükümler çerçevesinde denilebilir ki, Türkiye örneğinde de hakkın kapsamı bakımından idare temel alınmakla birlikte, idareden kastedilenin esas itibariyle “organik anlamda idare”* olduğu anlaĢılmaktadır. Söz konusu anlayıĢın, bilgi edinme hakkının ortaya çıkıĢ amaçları ile hak ve özgürlüklerin gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliği göz önünde bulundurulduğunda, hakkın kapsamını daraltıcı bir tercih olduğu söylenebilir. Bu konuda dünya genelindeki düzenleme ve uygulama ise, idare teĢkilatının ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde idari ve siyasi kanadını ve yeri geldiğinde özel sektörde yer alan kuruluĢları da içerecek biçimde daha geniĢ bir kapsama alanını yansıtmaktadır. Dolayısıyla Türkiye örneği, siyasi fonksiyonları nedeniyle organik anlamda idarenin dıĢında kalan * Organik anlamda idare, “Devletin Yasama ve Yargı organları ile Yürütme Organının da CumhurbaĢkanı ve Bakanlar Kurulu dıĢında kalan tüm kuruluĢları olarak” tanımlanmaktadır. Günday, a.g.y., s. 4. 122 CumhurbaĢkanı ve Bakanlar Kurulu‟nun faaliyetlerinin denetimini sağlayacak bilgilerin edinilmesinin bilgi edinme hakkı kapsamında neden mümkün olamayacağı, ve özel hukuka tabi kamu kurumları ile yasama ve yargı organlarının acaba tamamıyla kapsam dıĢı bırakılmasının yerinde bir tercih sayılıp sayılamayacağı gibi soruları akla getirmektedir.311 Hakkın hizmet ettiği, siyasi denetim ve katılım ile temel hak ve özgürlüklerin gerçekleĢtirilmesi amacı, BaĢbakan, Bakanlar ve CumhurbaĢkanı‟nın hem idari hem de siyasi nitelikteki davranıĢları itibariyle hakkın muhatabı sayılmasını gerektirmektedir. Nitekim bilgi edinme hakkının mahiyeti açısından, ülkenin genel siyaseti, ekonomisi, diğer devletlerle olan iliĢkileri gibi konuları içeren siyasi faaliyetlerin idari faaliyetlerden ayrılması anlamlı değildir. Yasama ve yargı organlarını da bütünüyle hakkın kapsamı dıĢında tutmak yerine idari nitelik taĢıyan karar ve iĢlemleri bakımından kapsama dahil etmek isabetli olacaktır. ÇeĢitli kamu gücü ayrıcalıklarından yararlanan, ancak üçüncü kiĢilerle girdikleri iliĢkilerde özel hukuk hükümlerine tabi olan; diğer bir deyiĢle, diğer özel hukuk tüzel kiĢilerinden farklı olarak kanunla kurulan ve birtakım kamusal yetki ve ayrıcalıkları elinde bulunduran kurumlar da –vakıf üniversiteleri, kamu bankaları gibi-, kamu gücü ayrıcalıklarından yararlanmaları nedeniyle hakkın kapsamı içindedirler. 311 Soykan, a.g.y., s. 95. 123 5. BĠLGĠ EDĠNME HAKKININ ĠSTĠSNALARI VE DENETĠMĠ Diğer pek çok hak ve özgürlükte olduğu gibi, bilgi edinme hakkının da hukuken korunan bir takım baĢka çıkarlarla çatıĢtığı alanlar bulunmaktadır. Hakkın hizmet ettiği, devleti denetleme ve kiĢilerin temel hak ve özgürlüklerini koruma amaçları, aynı zamanda, hakka istisna teĢkil edebilecek söz konusu alanlara gönderme yapmaktadır. Bunlar, ilk amaç düĢünüldüğünde devletin çıkarları; ikinci amaç düĢünüldüğünde ise öncelikle özel hayatın gizliliği olmak üzere üçüncü kiĢilerin çıkarlarıdır. Bu bağlamda, bilgi edinme hakkına iliĢkin dünya ölçeğindeki düzenlenmelerin, hakkın kullanıcıları ile talep edilen bilgi veya belgenin niteliği bakımından, devletin ve üçüncü kiĢilerin çıkarlarını koruma saikiyle çeĢitli istisnalar içerdiği söylenebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, bilgi edinme hakkının, kiĢilerin temel hak ve özgürlüklerini koruma ve kullanmalarını sağlama amacını taĢıması; dolayısıyla temel bir insan hakkı niteliğine sahip olması nedeniyle “herkes”e tanınması gerekmektedir. Bununla birlikte kimi devletlerin, hakkın devlet yönetimine katılım boyutunu dikkate almak suretiyle kullanıcılar açısından bir takım Ģartlar öngördükleri de bir gerçektir. Söz konusu Ģartlar genellikle ülkede yaĢayan yabancılara iliĢkin olmakta ve esas itibariyle “menfaat bağı” koĢuluna vurgu yapılmaktadır. Türkiye‟den örnek verecek olursak, 4982 sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu”nun 4. maddesinin ilk fıkrası “herkes bilgi edinme hakkına sahiptir”* hükmünü taĢımakla birlikte, ikinci fıkra hükmü, yabancıların bu haklarını kullanabilmelerini, gerçek kiĢiler açısından * Hükümdeki “herkes” ifadesi gerçek kiĢiler ile tüzel kiĢileri kapsamakta ve hak talebi herhangi bir “menfaat bağı” koĢuluna bağlanmamaktadır. Kural budur. 124 Türkiye‟de ikamet ediyor olmalarına, yabancı tüzel kiĢiler açısından Türkiye‟de faaliyette bulunuyor olmalarına ve ayrıca, isteyecekleri bilginin kendileriyle ya da faaliyet alanlarıyla ilgili olması ile kendi ülkelerinin de bu hakkı karĢılıklılık ilkesi çerçevesinde Türk vatandaĢlarına tanımıĢ olmasına bağlamaktadır.** Ġstisnaya esas konu olan, nitelikleri itibariyle bazı bilgi veya belgelerdir. Devleti denetleme ve hesap verilebilirliği sağlama amacıyla ileri sürülen bir bilgi talebi, devlet tarafından gizliliği öngörülen kimi bilgi ve belgelere yönelecek olursa veyahut temel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla kullanılan bir bilgi edinme hakkı, üçüncü kiĢilerin hak ve özgürlüklerine dokunacak olursa çatıĢmalı çıkar alanları gündeme gelecek ve söz konusu çıkarlar arasında denge kurabilmek adına, bilgi veya belgenin açıklanmasına engel teĢkil eden kimi istisnaların devreye girmesi gerekebilecektir.312 O halde, gizliliğin hukuken düzenlenmesi/korunması, diğer bir ifadeyle istisna rejimi diye adlandırılabilecek bu durum karĢımıza iki gizlilik alanı çıkarmaktadır: Devlet tarafından gizli kalması gerektiği düĢünülen kamusal gizlilik alanı ile bazı kiĢilik haklarını koruma gayesiyle gizli tutulan özel gizlilik alanı. Devletin açıklığını sağlamak, idarenin keyfi ve hukuka aykırı uygulamalarını önlemek amacıyla her türlü bilgi ve belgenin kamunun eriĢimine sunulması bilgi edinme kanunları kapsamında öngörüldüğü halde, devletlerin çıkarları gereği açıklamaktan çekindikleri bilgiler de mevcuttur. Kamusal gizlilik alanına dahil olan bu tarz bilgiler, devletin güvenliğini ve bütünlüğünü ilgilendirdiğinden “devlet sırrı” ** Yabancılar açısından da herhangi bir sınırlama öngörmeyen, dolayısıyla istisna gözetmeksizin gerçek anlamda herkese bu hakkı tanıyan ülkeler de mevcuttur. Örneğin Amerika BirleĢik Devletleri bu tarz bir düzenlemeye sahiptir. Bkz. www.freedominfo.org. 312 Soykan, a.g..y, s. 112. 125 olarak tanımlananlar ile kurumların karar alma mekanizmalarının iĢleyiĢine ve kamu düzenine iliĢkin olanlar Ģeklinde iki kategori altında toplanabilir. “Devlet sırrı”, esas itibariyle, devletin savunmasını, toprak bütünlüğünü, ulusun birlik ve beraberliğini, uluslararası iliĢkileri, kamu güvenliğini tehlikeye düĢüreceği varsayılan bilgilerin gizliliğini ifade etmekte ve dolayısıyla da devletler tarafından gizli tutulmaya en çok gerek duyulan alanı oluĢturmaktadır. Diğer kategori ise, gizlilik gereği “devlet sırrı” kadar hat safhada olmamakla birlikte gizliliği öngörülen, kurum ve kuruluĢların kendi personeline, kurum içi uygulamalarına iliĢkin düzenlemeler, ülkenin ekonomik çıkarları ile adli kovuĢturma ve soruĢturmaya iliĢkin bilgi ve belgelerdir. Söz konusu bilgi ve belgeler, açıklanmaları halinde, kurumların karar alma mekanizmalarının iĢleyiĢini bozacakları; suçun araĢtırılması, kovuĢturulması ve önlenmesini engelleyecekleri; idari makamlarca yürütülen soruĢturmaların güvenliğini sarsacakları gerekçesiyle istisna kapsamına dahil edilmektedirler. Örneğin 4982 sayılı Kanun‟un 16, 17, 18, 19, 20 ve 25. maddeleri bahsedilen kamusal nitelikteki istisna alanlarını düzenlemektedir. Özel gizlilik alanı ise gerçek ve tüzel kiĢilerin kiĢilik haklarını * koruma gayesiyle öngörülen, özel hayatın gizliliği, haberleĢmenin gizliliği, ticari sır ile fikir * “KiĢilik hakkı”, kiĢinin toplum içindeki saygınlığını ve kiĢiliğini serbestçe geliĢtirmesini temin eden öğelerin tümü üzerindeki hakları olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan, kiĢinin onur ve saygınlığını toplum içinde yitirmesine sebep olacak tüm saldırılar, “kiĢilik hakkına” saldırı olarak kabul edilmektedir. Çetin Özek, Basın Özgürlüğünden Bilgilenme Hakkına, Alfa Yayınları, Ġstanbul, 1999, s. 244. Örneğin 4982 sayılı Kanun‟un “Özel hayatın gizliliği” baĢlıklı 21. maddesi bilgi edinme hakkı kapsamı dıĢında tutulacak bilgi ve belgeleri, “… açıklanması halinde kiĢinin sağlık bilgileri ile özel ve aile hayatına, Ģeref ve haysiyetine, mesleki ve ekonomik değerlerine haksız müdahale oluĢturacak…” ifadesiyle nitelendirmektedir. Özel gizlilik alanı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Tamer Ġnal, “Bilgi Edinme Hakkı ve Özel Hayata, HaberleĢmeye, Ticarî Sırlara, Fikir ve San‟at Eserlerine ĠliĢkin Sınırlamalar”, Kazancı, Sayı:3, s. 12-29. KiĢisel verilerin korunması konusunda 126 ve sanat eserlerini koruyucu nitelikte düzenlemelerdir. Kamu hizmetlerinin planlanması ve yürütülmesinden sorumlu kamu kurumları ile benzer nitelikte çeĢitli faaliyetler sunan özel kiĢi ve kurumlar, gördükleri hizmetler gereği birtakım kiĢisel bilgileri ellerinde bulundurmakta ve kullanmaktadır. Bilgi edinme hakkı kapsamında bu tür bilgilerin üçüncü kiĢiler tarafından talep edilmesi ve kamuya sunulması hali özel hayatın gizliliğinin korunması hakkını gündeme getirmekte ve söz konusu bilgilerin paylaĢımı ilgili kiĢinin rızasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, kamusal ve özel makamlar tarafından ilgili kiĢilerin rızası ile elde edilen kiĢisel verilerin, amacı dıĢında kullanılması veyahut kamuya açıklanması durumunda özel hayatın gizliliği hakkının ihlali ile karĢı karĢıya kalınacağı söylenebilir. Bilgilenme hakkının en haklı sınırı olarak özel hayatın gizliliği gösterilmekte, bu iki hak alanının birbiriyle çeliĢmek bir yana, birbirini tamamladığı belirtilmektedir. Kamusal gizlilik alanı, özellikle de bu alan içindeki “devlet sırrı” sistemi ise, tam tersine, saydam yönetimi engelleme konusunda en etken silah olarak nitelendirilmektedir.313 Bu karĢıtlık çerçevesinde bir değerlendirme yapılacak olursa, özel gizlilik alanı, aksine bir kamusal yarar olmadığı sürece -ilgililerin rızası saklı kalmak üzere- koruma altındadır. Ġdarenin kendisini ve faaliyetlerini ilgilendiren kamusal gizlilik alanı ise, açıklamaktan kaçınma konusunda yeterli derecede kamusal yarar olmadığı müddetçe koruma dıĢıdır, gizli tutulamaz.314 ayrıntılı bilgi için bkz. Akıllıoğlu, “Ġdari Usul ve KiĢisel Verilerin Korunması”, 2004 (www.idare.gen.tr/akillioğlu-idariusul.htm) 313 Özek, a.g.y., s. 64, 65. 314 Scott‟tan aktaran Soykan, a.g.y., s. 112. 127 Gerek özel gizlilik alanı, gerekse kamusal gizlilik alanı birlikte düĢünüldüğünde, bilgi edinme hakkına getirilecek tüm istisnaların, keyfiliği ve hakkın kullanım gücünden yoksun kalmasını önlemek adına, hukuken açık seçik bir biçimde tanımlanması, birtakım genel ilkelere tabi tutulması gerekmektedir.* Bu konuda dünya ölçeğindeki düzenlemeler, çatıĢan çıkarları dengelemek ve talep edilen bilginin açıklanıp açıklanmayacağına karar verebilmek için “kamusal yarar testi” diye adlandırılan bir uygulamayı devreye sokmaktadır. Buna göre, bilgi edinme hakkının kamusal ya da özel bir çıkarla çatıĢması durumu gündeme geldiğinde, bilginin açıklanması yönünde ağır basan bir kamusal yararın varolup olmadığı değerlendirilmekte ve varılan sonuç ıĢığında karar verilmektedir. Bu testin amacı belgenin açıklanması durumunda gözle görülür bir zarara neden olabileceğinin ispatlanmasıdır. Kanıtlanamaması durumunda kurum bilgiyi açıklamak zorundadır.*315 * Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi‟nin 21.02.2002 tarihinde aldığı Rec(2002)2 sayılı resmi belgelere eriĢim konusundaki tavsiye kararının “resmi belgelere eriĢime iliĢkin olası sınırlandırmalar” baĢlıklı maddesi, istisna rejiminin devreye girmesini mümkün kılabilecek on gerekçe/ilke belirlemiĢtir. Bunlar Ģu Ģekilde sıralanabilir: ulusal güvenlik, savunma ve uluslararası iliĢkiler; kamu güvenliği; suçun araĢtırılması, kovuĢturulması ve önlemesi; özel hayatın gizliliği ve diğer meĢru çıkarlar; kamusal ya da özel ticari ya da diğer ekonomik çıkarlar; mahkemede tarafların eĢitliği; doğa; idari makamlarca yürütülen soruĢturma, kontrol ve denetim faaliyetleri; devletin ekonomik, mali ya da döviz kuru politikaları; bir kararın hazırlık aĢamasında kamusal makamlar arasında veya içerisindeki tartıĢmaların gizliliği. Söz konusu nedenlerle sınırlama orantılı olmalı ve kanunla düzenlenmelidir. * Ġstisna olarak öngörülen düzenlemeleri teste tabi tutan söz konusu yöntem, Türkiye‟de yürürlükte bulunan 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu‟nda öngörülmemiĢtir. Ancak Kanun‟un “Gizli Bilgileri Ayırarak Bilgi veya Belge Verme” baĢlıklı 9. maddesi kısmi eriĢimi mümkün kılmaktadır. Bu düzenlemeye göre, gizlilik dereceli veya açıklanması yasaklanan bilgiler ile açıklanabilir nitelikte olanlar birlikte bulunuyor ve bunlar birbirlerinden ayrılabiliyorsa, söz konusu bilgi veya belge, gizlilik dereceli veya açıklanması yasaklanan bilgiler çıkarıldıktan sonra baĢvuranın bilgisine sunulur. Ayırma gerekçesi de baĢvurana yazılı olarak bildirilir. 315 Bkz. Banisar, a.g.y., s. 23; Oğuz Ġçimsoy, “Ġdari Belgelere EriĢim Hakkı: Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunları”, Bilgi Edinme Özgürlüğü Paneli, (Edit. YaĢar Tonta, Ahmet Çevik), Türk Kütüphanecileri Derneği, 1996, s. 51. Örneğin çevre, nükleer tehlikeler, gıda güvenliği gibi değiĢik tür riskler konusunda yönetim tarafından bir hayli veri toplanmakta ve raporlar düzenlenmektedir. Bunların, genelde olduğu üzere, ulusal güvenlik veya ticari sırların korunması gerekçesiyle kamunun eriĢiminden saklanması halinde hangi kamusal ya da özel yararın baskın geldiği meselesi iyi bir değerlendirilme sürecinden geçmeli ve somut durumun gerektirdikleri ıĢığında kamuya eriĢimin sağlanması da mümkün olabilmelidir. Güran, a.g.y., s. 35. Bilgi edinme hakkının pek çok temel hak ve özgürlüğün gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliği bağlamında, değiĢkenlik arz eden farklı çıkar çatıĢması olasılıklarının uzlaĢtırılmasına iliĢkin ayrıntılı bilgi için bkz. Soykan, a.g.y., s. 132-151. 128 Bilginin gizli kalması gerektiğine hükmedilmesi halinde, söz konusu kararın gerekçesi; diğer bir deyiĢle, bilginin açıklanması durumunda nasıl bir zararın ortaya çıkacağı kamusal makam tarafından somut bir biçimde ortaya koyulmalıdır. Ġstisna rejimi bağlamında, aynı zamanda, gizliliğine hükmedilen bilginin bu niteliğini sürdüreceği belli süreler öngörülmekte ya da “sır” kapsamına alınan bilginin bu niteliğinin devam edip etmeyeceği belli aralıklarla denetlenmektedir. Yani kurallara uygun sır saptaması belli sürelere tabi tutulmaktadır.316 Sonuç olarak, bilgi edinme hakkına getirilecek sınırlamaların, çatıĢabilecek tüm çıkarları uzlaĢtırmayı hedefleyen, hukuken belirgin kılınmıĢ bir istisna rejimi çerçevesinde her somut olaya göre değerlendirilmesi, hiçbir biçimde mutlak olmaması gerekir. Özellikle “devlet sırrı” kategorisi ayrı bir yasal düzenlemeyle çok net biçimde tanımlanmalı, muğlaklığa yer verilmemeye çalıĢılmalıdır. Örneğin “sır” belirleme yetkisi yönetsel gücün takdirine bırakılmamalı, düzenleyici iĢlemlerle “sır” oluĢturma olanağı yönetsel güce tanınmamalıdır.317 Öngörülen istisnalara dayanılarak, gizlilik gerekçesiyle bilgi edinme baĢvurusunun reddedilmesi halinde, hakkın etkin kullanımının parçası olan, idari itiraz ve yargısal korunmaya iliĢkin birtakım denetim mekanizmalarını harekete geçirme olanağı kiĢilere tanınmaktadır. Bu denetim sistemi, “kamu denetçisi” – 316 Özek, a.g.y., s. 69. Türkiye örneğine bakılacak olursa, henüz yasalaĢmamıĢ olan devlet sırları kanunu tasarısında devlet sırrı kavramı dar ve belirgin biçimde saptanmıĢ değildir. Ayrıca Türk Ceza Kanunu‟nun 334337. maddeleri, yönetsel gücü, düzenleyici iĢlemler yoluyla “sır alanı” yaratabilme konusunda yetkili görmektedir. Bkz Özek, a.g.y., s. 70; Köksal Bayraktar, “Bilgi Edinme Hakkı ve Sır Kavramı”, Kazancı, Sayı: 3, s. 10, 11. (7-12) 317 129 “ombudsman”, “özel görevli komisyonlar”- “bağımsız idari otoriteler” ve “mahkemeler” tarafından yerine getirilebilir.318 Türkiye‟den örnek verecek olursak, 4982 sayılı Kanun‟un 13. maddesi itiraz usulünü düzenlemiĢtir. Buna göre, baĢvurusu herhangi bir sebeple* reddedilen baĢvuru sahibinin kararın tebliğinden itibaren on beĢ gün içinde Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu‟na ihtiyari olarak itiraz etme hakkı bulunmaktadır.* Yargısal korunma konusunda ise 4982 sayılı Kanun‟da özel bir düzenleme öngörülmemiĢtir. Ancak, Anayasa‟nın 125. maddesinin “Ġdarenin tüm eylem ve iĢlemlerine karĢı yargı yolu açıktır” hükmü gereği, kanun koyucunun dahi yargı yolunu kapatması mümkün olamayacağından, bu konuda idari yargılama hukukunun genel ilke ve esasları geçerli olacaktır. Ayanoğlu‟nun belirttiği gibi, bilgi edinme baĢvurusu, idari davaya konu olacak iĢlem talebi niteliğinde olmamakla birlikte, idareden, istenilen bilgi ve belgeyi baĢvuranın yararlanmasına sunması talep 318 Cemil Kaya, Ġdare Hukukunda Bilgi Edinme Hakkı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2005, s. 283. Madde metninde yer alan “16 ve 17 nci maddelerde öngörülen sebeplerle” ibaresi, 17/11/2005 tarihli ve 5432 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle madde metninden çıkarılmıĢtır. Dolayısıyla, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu‟na baĢvurularda aranan, bilgi ve belgelerin, devlet sırrı ile ülkenin ekonomik çıkarlarına iliĢkin oldukları gerekçelerinden biriyle reddedilmiĢ olmaları Ģartı ortadan kalkmıĢtır. Herhangi bir gerekçeyle red hali baĢvuru için yeterlidir. Ancak bu durum idari itirazın bypass edilmesi olanağını dıĢlamamaktadır. Ayanoğlu‟nun belirttiği gibi, “eğer bir bilgi ve belge baĢvurusuna, idare hiçbir cevap vermemiĢse, yani baĢvuru zımni olarak ret olunmuĢsa, bu reddin gerekçesi olmadığından Kurul itiraz olanağı da bulunmamaktadır.” Taner Ayanoğlu, “4982 Sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanununu Değerlendirilmesi BaĢlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme Hakkı Uluslararası Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, s. 56. (51-57) * 4982 sayılı kanunda öngörülen idari itiraz usulünün ne gibi pratik ve hukuki yararları olacağı konusunda belirsizlik söz konusudur. Nitekim Kurula itiraz prosedürü zorunlu bir idari veya yargısal mekanizma niteliğine sahip olmamakta, ayrıca itiraz sonrasında dava açılması halinde dava konusunu Kurulun kararı değil davalı idarenin red kararı oluĢturmaktadır. Taner Ayanoğlu “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına ĠliĢkin Bazı Sorunlar”, Legal Hukuk Dergisi, Sayı:18, Ġstanbul, 2004, s. 1537. Fransa‟da da benzer Ģekilde, bilgi edinme taleplerinde idarenin keyfiliğine karĢılık savunma amacını sağlamak adına idari baĢvuru mercii olarak, bağımsız idari otorite niteliğindeki “Ġdari Dokümanlara EriĢme Komisyonu” (CADA) öngörülmüĢtür. Ancak söz konusu komisyona baĢvuru zorunludur. Kaya, a.g.y., s. 343; Mehmet Aydan Al, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulları Kararları IĢığında Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Prof. Dr. Bahtiyar Akyılmaz), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Ġdare Hukuku), Ankara, 2007, s. 62; A. ġeref Gözübüyük –Turgut Tan, Ġdare Hukuku Genel Esaslar, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007, s. 369. * 130 edildiğinden, söz konusu baĢvuru “idari eylem baĢvurusu” niteliğine haizdir. Bilgi edinme baĢvurusunun idarece reddedilmesi ise, ĠYUK‟un 10. maddesi anlamında “idari eylem baĢvurusunun reddi” biçimindedir ve bu konudaki açık ya da zımni red iradesinin idari davaya konu edilmesi her halükarda mümkündür.319 319 Ayanoğlu, “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına İlişkin Bazı Sorunlar”, s. 1533. Belirtmek gerekir ki, bilgi edinme hakkının yargısal korunmasının idari yargılama hukukunun genel ilkelerine tabi bulunması bir takım sorunlara yol açmaktadır. Öncelikle, savunma hakkının güvence altına alınması gayesiyle ĠYUK‟un 20/4. maddesindeki “Getirtilen veya idarece gönderilen gizli belge ve dosyalar taraf veya vekillerine incelettirilemez” hükmünün 4001 sayılı Kanunla haklı bir biçimde yürürlükten kaldırılması sonucu, idarenin gizlilik gerekçesiyle vermekten kaçındığı bilgi ve belgeye eriĢim mümkün olacak, dolayısıyla davacı açısından davayı sürdürmenin bir anlamı kalmayacaktır. Ayrıca, ĠYUK‟un 20/3. maddesindeki “istenen bilgi ve belgeler Devletin güvenliğine veya yüksek menfaatlerine veya Devletin güvenliği ve yüksek menfaatleriyle birlikte yabancı devletlere de iliĢkin ise, BaĢbakan veya ilgili bakan, gerekçesini bildirmek suretiyle, söz konusu bilgi ve belgeleri vermeyebilir. Verilmeyen bilgi ve belgelere dayanılarak ileri sürülen savunmaya göre karar verilemez.” hükmü gereği, bilgi ve belgelerin verilmemesi olanağının BaĢbakan veya ilgili bakan tarafından kullanılması durumunda, idari yargı yerinin önündeki davayı yürütebilmesi ve olması gereken bir yargılama sonucu oluĢacak bir kanaatle sonuçlandırabilmesi mümkün görünmemektedir. Nitekim böyle bir durumda mahkemenin verilmeyen bilgi ve belgelere dayalı olarak yapılmıĢ savunma hariç dosyada yer alan diğer bilgi ve belgeleri esas alarak ulaĢacağı kanaate göre karar vermesi gerekmektedir. Sonuç olarak bu tür davalar için ayrı ve özel bir mekanizmanın öngörülmesi yerinde olacaktır. Bkz. Ayanoğlu, “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına İlişkin Bazı Sorunlar”, s. 1537-1539. 131 SONUÇ “Bilgi toplumu” deyimi yaygın olarak, 20. yüzyılın son yirmi yılında meydana gelen bir dizi büyük teknolojik geliĢmenin dönüĢüme uğrattığı toplumsal yapıyı ifade etmek için kullanılmaktadır. Devrim niteliğindeki söz konusu teknolojik geliĢmelerle birlikte bilginin hem bir hammadde hem de çıktı haline gelerek, odak noktayı oluĢturduğu belirtilmektedir. Ancak “bilgi toplumu” deyimi, bilginin sahne ıĢıkları altına girdiği bir zamanı, bu zamanın bilgiyle iliĢkisini ve bu zaman içinde toplumun ve siyasal iktidarın bilgiye dönüklüğünü imlemek için ele alındığında, insanlık tarihinin en köklü dönüĢüm ve kopuĢ evresini oluĢturan modernite ile bağ kurmak kaçınılmaz olmaktadır. Modernlik deneyiminin insan uygarlığını her yönüyle çevreleyip dönüĢtürmesinden bilgiyle kurulan iliĢki, bilginin konumlanma biçimi de payını almıĢtır. Özellikle, keĢiflerin bir bilgi patlaması ve birikimini beraberinde getirmesi, aklın doğrularına sıkı sıkıya bağlanılması, doğruyu yanlıĢtan ayırt etme yetisi ve kapasitesiyle kendi kaderine hakim olan, geçmiĢi yorumlayıp geleceği planlayabilen “insan”ın merkezi ve etkin bir konum edinmesi gibi olgular, bu dönemde, “bilme edimi”nin toplum açısından öneminin bir göstergesi niteliğindedir. Ġnsanın yeni etkin konumu siyasal iktidara da yeni bir biçim vermiĢ; iktidarın anlamını yeniden kurgulayacak yeni bir söyleme, yani yeni bir meĢruiyet kaynağına 132 ihtiyaç duyulmuĢtur. Söz konusu meĢrulaĢtırıcı söylem “egemenlik” kavramında düğümlenmektedir. Buna göre, egemenliğin kaynağı toplumdur; egemen güç yalnızca toplumdan kaynaklanabilir. Bu kavramsallaĢtırma, bir insan yaratısına dönüĢen siyasal iktidar kavramını karĢımıza çıkarır; diğer bir deyiĢle, modernliğe özgü bir kurum olan ve siyasetin dünyevileĢmesi ile toplumu düzenleyen yasanın kaynağının yine toplumun kendisinin oluĢturmasında cisimleĢen kurumsallaĢmıĢ siyasal iktidar tipi modern devleti. Feodalitenin çözülmesiyle birlikte büyük bir demografik dönüĢüm yaĢanmıĢtır. Birdenbire sahipsiz, iĢsiz ve yoksul kalan büyük ve denetimsiz bir kalabalık ortaçağ kentlerine akmaya ve oradaki düzeni altüst etmeye baĢlamıĢtır. Dolayısıyla, sarsılan toplumsal düzenin yeniden tesisi zorunlu hale gelmiĢtir. Bu amacı gerçekleĢtirmek için bir önlem olarak Avrupa‟nın pek çok ülkesinde farklı adlarla gözetim kurumları inĢa edilmiĢ ve “normal” kategorisi dıĢında kalanlar buraya tıkılarak gözetim altında tutulmaya baĢlanmıĢtır. Burada önemli olan nokta, modernite düĢüncesiyle Ģekillenen devletin, nüfusu artık salt bir kütleden ibaret olarak görmemesidir. Tam tersine modern devlet, nüfusu çeĢitli kategorilere bölerek gözlemleyen, nüfusu en alt birimine, yani bireye kadar inerek tanımlayan ve değerlendirmeye tabi tutan bir yapı teĢkil etmektedir. Bu demektir ki, devletin kendi toplumsal gövdesini, yani nüfusunu tanıma, ona iliĢkin veri toplama, onu oluĢturan birey ve grupları gözleme, izleme, kurma, disipline etme faaliyetini yürüten yeni bir yönetim zihniyeti, “polis” kurumuyla karĢılanan yeni bir gözetim örgütlenmesi söz konusudur. 133 Dolayısıyla modern devlet için bilgi, denetimi ve meĢruluğu sağlayıcı bir iktidar aracı olarak önemli bir yere sahiptir. Nitekim Foucault‟nun belirttiği gibi modern siyasal iktidar, disipline edici ve normalleĢtirici karakteriyle, tek iĢlevi baskı uygulamak, dıĢlamak, engellemek olmayan, aynı zamanda ve daha önemli olarak pozitif etkiler üreten bir iktidar biçimine karĢılık gelmekte, bu yönüyle, yaĢamı desteklemekte, yaĢamın sağladığı güçleri sınırlamayı değil arttırmayı hedeflemektedir. Bu yeni iktidar tekniğini, devletin merkezileĢmesiyle birlikte gündeme gelen yönetim sorunsalı, yani düzenli ve süreklilik arz eden yönetim sistemleri yoluyla baĢkalarının eylem alanını yönetme/yönlendirme/yapılandırma sorunu çerçevesinde düĢünmek gerekir. Bu açıdan yönetim, belirli bir toprak parçasından ziyade, esas itibariyle, insanlar ve Ģeylerin iç içe geçmiĢ iliĢkilerinde etki göstermekte ve bu etki, yönetilenlerin bir dizi “uygun” amaca göre doğru bir biçimde düzenlenmesini içermektedir. Dolayısıyla yönetimin keyfi bir biçimde değil rasyonel ilkeler doğrultusunda iĢlediği söylenebilir. Yeni tür bir rasyonalite söz konusudur. Bu rasyonaliteye Ģeklini veren, bir takım teknikler ve pratiklerden oluĢan “yönetim teknolojisi”; yani hayatın her alanına düzenleyici olarak müdahale eden yönetim olgusuna iliĢkin bir bilgi ve teknikler bütünüdür. “Yönetim teknolojisi”; toplumu ihya etme, kamu yararı adına hizmette bulunma gibi pozitif yükümlülükleri nedeniyle bilgi ve iktidar arasında kurulan yeni ve üretken bir iliĢkiyi içinde barındıran, bireyselleĢtirici ve bütünselleĢtirici, disipline edici ve düzenleyici yöntemler kullanan bir siyasi rasyonalite dahilinde düĢünülmelidir. Söz konusu siyasi rasyonalite, söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler yoluyla öznellik biçimleri oluĢturmakta, kiĢinin kendisiyle kurduğu iliĢkiyi 134 Ģekillendirmekte, bireylerin tercihlerini yönlendirmektedir. Modern devlet aygıtı gücünü, 17. ve 18. yüzyıllarda uygulamaya sokulan bu yeni iktidar teknolojilerinin yarattığı hakikat etkilerinin gücünden almaktadır. Foucault, iktidar iliĢkilerinden özgürlük öğesini dıĢlamaz. Nitekim baĢkalarının eylemi üzerinde bir eylem olarak iktidarın iĢleyiĢi, özgür özneler üzerinde, özgür oldukları sürece mümkün olmaktadır. Özgürlüğe yüklenen anlam ise, çeĢitli davranıĢ biçimleri ve tepkilerin gerçekleĢtirilebileceği bir imkanlar alanına karĢılık gelmekte; yani özgürlük, davranıĢ ve eylem biçimlerimiz önündeki engelleri aĢmak için sahip olduğumuz güçlerin kullanımını ifade etmektedir. KiĢinin direnebilme gücü, aklı ve istenci özgürlüğün kaynağını oluĢturmaktadır. Özgürlüğün bu niteliği, insanın kendisiyle kurduğu iliĢkiye gönderme yapmaktadır. Bu iliĢki, söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin, yani bilgi ve iktidar eksenlerinin bir araya gelmek suretiyle dayattıkları sınırlar ve deneyim alanları yoluyla kurulmaktadır. Ancak bu sınırlar, özgürlük potansiyeli nedeniyle aĢılamaz nitelikte değildir; yani zorunlu değil olumsal niteliktedir. Bir özgürleĢme ise, dayatılan sınırların, hakikat oyunlarının, genel bir tabirle siyasal rasyonalitenin eleĢtirisinden, değiĢtirilmesinden ve kendimizi kendi davranıĢlarımızın öznesi olarak yaratıcı bir biçimde yeniden kurmaktan geçmektedir. Dolayısıyla özgürlük, doğuĢtan edinilen bir Ģey olarak değil, iktidar iliĢkileri içinde varlık kazanan, iktidarın akıĢıyla beraber hareket eden, gücünü bizzat onun gücünden alan teknikler bütünü olarak anlaĢılmalıdır. 135 Bu noktada, siyasal rasyonalitenin ussallığını eleĢtirme ve değiĢimini sağlama iĢleviyle yüklü olan, ve bu nedenle özünde politik faaliyetler olarak nitelenmesi gereken “insan hakları” düĢüncesi devreye girmektedir. Ġnsan haklarının “Devlete karĢı haklar” olarak tanımlanması “hangi insan?” sorusunu beraberinde getirmekte, ve devlet karĢısında konumlandırılan soyut bütünü somutlaĢtırma çabalarını gündeme taĢımaktadır. Bu çabalar, sayılabilir bir sosyalliğin daha somut biçimde kendini ifade etmesi, karar alma süreçlerinde etkinleĢebilmesi, siyasal iktidarın politikalarını dönüĢtürebilmesi, kendisine dayatılan sınırlardan, deneyim alanlarından ve içine sokulduğu hukuki durumlardan haberdar olabilmesi hedeflerini gerçekleĢtirmeye yönelmekte; ve bu koĢulların sağlanabilmesi için toplumsal katılımı arttırıcı mekanizmaların geliĢtirilmesi gereğine vurgu yapmaktadır. Tek bir kamuya karĢı çoklu kamuların varlığını ve aralarındaki, salt hukuki düzenlemelerle aĢılması güç olan eĢitsiz iliĢkileri göz önünde bulundurmaya çalıĢan söz konusu gayretler, siyasetin farklı biçimlerinin oluĢmasını, farklı siyasal taleplerin söz alabilmesini teĢvik etmektedir. Modern siyasal iktidarın toplumsal gövdeye artan müdahalesi, bilgi edinme hakkı çerçevesinde yönetilenlerin kamusal politikalardan haberdar kılınması gereğini gündeme getirmiĢtir. Bilgi edinme hakkına iliĢkin dünya ölçeğinde giderek yaygınlık kazanan hukuki düzenlemeler, hakkın, katılımı sağlama, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını güvence altına alma doğrultusundaki iki temel amacını yansıtmaktadır. Bilgi edinme hakkı ifade özgürlüğünden türeyen bir hak olmakla birlikte, diğer pek çok hak ve özgürlüğün gerçekleĢtirilmesinde aracı olma niteliğine sahiptir. Ve bir 136 talep hakkı olarak düzenleme konusu edildiğinden, devletin birey karĢısında pozitif sorumluluğunu öngörmekte, dolayısıyla üst bir güvence mekanizması sunmaktadır. Açık, hesap verebilir, katılımcı ve temel hak ve özgürlükleri kollayan bir yönetimin sağlanabilmesi için bilgi edinme talepleri bağlamında açıklık kural, gizlilik ise istisna olmalıdır. Ġstisnanın sırları belirgin bir biçimde çizilmeli, esnek tutulmalı, somut durumun gerektirdikleri ıĢığında çatıĢan çıkarlar hakkın ortaya çıkıĢ amaçları göz önünde bulundurulmak suretiyle uzlaĢtırılmaya çalıĢılmalıdır. Özellikle, muğlak bir içeriğe sahip olan “devlet sırrı” kategorisinin ve gizlilik kültürünün hakkın etkin kullanımı önünde engel oluĢturduğunu belirtmek gerekir. Bilgi edinme hakkı, kiĢisel verilere eriĢimi sağlama boyutuyla genellikle, bireylerin tek baĢlarına kullanacakları hak kategorileri arasında yer almakla birlikte, kamusal politikaların eleĢtirilmesi ve değiĢtirilmesine yönelik iĢlevi düĢünüldüğünde örgütlü hak arama ve bilgiye ulaĢma çabalarının da odağında bulunmaktadır. Foucault‟ya göre belli bir haksız siyasetin eleĢtirisi ancak hakikat oyununun diğer kozlarını kullanarak, bu siyasetin sonuçlarını göstererek, baĢka rasyonel imkanlar olduğunu göstererek, yani hakikat yükümlülüğü alanında hareket edilerek yapılabilir. Bu açıdan, etkin kullanıma sahip bir bilgi edinme hakkının, resmi bilgi ve belgelerin eriĢimini bireylere açmak suretiyle, resmi ussallığı eleĢtirmek ve dönüĢtürmek için gerekli –ama elbette yeterli değil- malzemeyi sunduğu söylenebilir. Nitekim bir eleĢtirinin gerçekleĢebilmesi eleĢtirilecek Ģeyin bilgisini gerektirmektedir. Dolayısıyla bilgi edinme hakkı çok temel bir iĢlevi, bir ilk adımı yerine getirmekte, 137 örneğin bilgisine varılmamıĢ haksız bir siyaset söz konusu olduğunda bunun görünürlüğünü sağlamaktadır. 138 KAYNAKÇA AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali / KÖKER, Levent, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 3. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara 2004. AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali / ZABCI, Filiz Çulha / ERGÜN, Reyda, Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005. AKAL, Cemal Bali, Ġktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005. AKAY, Ali, Michel Foucault‟da Ġktidar ve Direnme Odakları, 2. Basım, Bağlam Yayınları, Ġstanbul, 2000. AKILLIOĞLU, Tekin, “Bireyin Yönetsel İşlemler Karşısında Korunması ve Yönetim Hukukumuz”, Amme Ġdaresi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 3, 1981, (37-56). 139 AKILLIOĞLU, Tekin, “Temel Hakların Gelişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, AÜ SBF Dergisi, Cilt: 44, Sayı: 1-2, (161-194). Akıllıoğlu, Tekin, “İdari Usul ve Kişisel Verilerin Korunması”,2004, www.idare.gen.tr/akillioğluidariusul.htm). AKILLIOĞLU, Tekin, Yönetim Önünde Savunma Hakları, TODAĠE Yayınları, Ankara, 1983. AKġENER, HaĢmet Sırrı / ÇAKMAKÇI, Ramazan, Açıklamalı, Gerkçeli Bilgi Edinme Hakkı Kanunu, Legal Yayıncılık, Ġstanbul, 2004. AKYILDIZ, Necat, “1982 Anayasası‟nın İnsan Hakları Rejimi ve “Bilgi Edinme Hakkı”, Kazancı, Sayı:3, (38-48). AL, Hazma, Bilgi Toplumu ve Kamu Yönetiminde Paradigma DeğiĢimi, Vadi Yayınları, Ankara, 2007. 140 AL, Mehmet Aydan, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulları Kararları Işığında Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Prof. Dr. Bahtiyar Akyılmaz), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Ġdare Hukuku), Ankara, 2007. ARMAĞAN, Servet, Dilekçe Hakkı ve 1961 Anayasası, Ġstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ġstanbul, 1972. AYANOĞLU, Taner, “4982 Sayılı Kanununu Bilgi Edinme Hakkı Değerlendirilmesi Başlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme Hakkı Uluslararası Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, (51-57). AYANOĞLU, Taner, “Bilgi Edinme Hakkı ve Yargısal Korunmasına İlişkin Bazı Sorunlar”, Legal Hukuk Dergisi, Sayı:18, Ġstanbul, 2004, (1529-1540). 141 AYBAY, Aydın / AYBAY, Rona, Hukuka GiriĢ, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2007. AZRAK, Ülkü, “İdari Usul ve Yasalaştırılması”, I. Ulusal Ġdare Hukuku Kongresi, II. Kitap “Kamu Yönetimi”, DanıĢtay Yayınları, Ankara, 1990, (821-834). AZRAK, Ülkü, “Umumi İdari Usul ve Kodifikasyon Meselesi”, ĠÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXIII, Sayı: 1-2, 1967, (66-82). BALĠBAR, Etienne, “Bir Zulüm Topografyasının Anahatları: Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve Sivillik”, çev: Mahmut Mutman – Medya Yeğenoğlu, Toplum ve Bilim, No: 87, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2000-2001, (28-43). BANĠSAR, David, “Freedominfo.Global Survey: Freedom of nformation and Access to Government 142 Record Laws Around the World”, http://freedominfo.org/survey.htm. BAUMAN, Zygmunt, Modernlik ve Müphemlik, çev: Ġsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2003. BAUMAN, Zygmunt, Yasakoyucular ile Yorumcular, çev: Kemal Atakay, Metis Yayınları, Ġstanbul, 1996. BAYRAKTAR, Köksal, “Bilgi Edinme Hakkı ve Sır Kavramı”, Kazancı, Sayı: 3, (7-12). BERMAN, Marshall, Katı Olan Her ġey BuharlaĢıyor, çev: Ümit Altuğ – Bülent Peker, 8. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004. BODĠN, Jean, Devlet Üstüne Altı Kitaptan Seçme Parçalar, Batı‟da Siyasal DüĢünceler Tarihi –SeçilmiĢ Yazılar- Yeni Çağ, derleyen: Mete Tunçay, Sevinç Martbaası, Ankara, 1969. 143 BRAUDEL, Fernand, Maddi Uygarlık – Dünyanın Zamanı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993. BRAUDEL, Fernand, Uygarlıkların Grameri, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1996. BURKE, Peter, Avrupa'da Rönesans: Merkezler ve Çeperler, çev: Uygar Abacı, Literatür Yayınları, Ġstanbul, 2003. BURKE, Peter, Bilginin Toplumsal Tarihi, çev. Mete Tunçay, 2. Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ġstanbul, 2004. CASTELLS, Manuel, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Birinci Cilt: Ağ Toplumunun YükseliĢi, çev: Ebru Kılıç, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005. CHAUNU, Pierre, Aydınlanma Çağı Avrupa Uygarlığı, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Dokuz Eylül Yayınları, Ġzmir, 2000. 144 CLASTRES, Pierre, Devlete KarĢı Toplum, çev: Mehmet Sert – Nedim DemirtaĢ, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1991. ÇELEBĠ, Aykut, Kamusal Alan ve Sivil Toplum, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004. (237-284) DAVER, Bülent, Siyaset Bilimine GiriĢ, Doğan Yayınevi, Ankara, 1969. DEAN, Mitchell, Governmentality – Power and Rule in Modern Society, Sage Publications, California, 2007. DONNELY, Jack, Teoride ve Uygulamada Ġnsan Hakları, çev. Mustafa Erdoğan – Levent Korkut, Yetkin Yayınları, Ankara, 1995. EKEN, Musa, “Bilgi Edinme Hakkı”, Ġnsan Hakları Yıllığı, Cilt: 17-18, 1995-1996, (61-75). 145 EKEN, Musa, “Kamu Yönetiminde Gizlilik Geleneği ve Açıklık İhtiyacı”, Amme Ġdaresi Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 2, 1994, (25-54). ELĠAS, Norbert, Uygarlık Süreci, Cilt 2, çev: Erol Özbek, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2007 EROĞUL, Cem, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 1999. EROL, Ahmet, Dilekçe Hakkı ve Bilgi Edinme Hukuku, YaklaĢım Yayıncılık, Ankara, 2005. FOUCAULT, Michel, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (162-172). FOUCAULT, Michel, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (173-192). 146 FOUCAULT, Michel, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, Özne ve Ġktidar, çev. Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (221-247). FOUCAULT, Michel, “Bireylerin Siyasi Teknolojisi”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (106122). FOUCAULT, Michel, “Büyük Kapatılma”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (103-115). FOUCAULT, Michel, “Deliliğin Tarihi‟ne Önsöz”, Büyük Kapatılma, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (2030). FOUCAULT, Michel, “Delilik, Bir İktidar Sorunu”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (279-283). 147 FOUCAULT, Michel, “Hakikat Kaygısı”, Özne ve Ġktidar, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (83-97). FOUCAULT, Michel, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük Kapatılma, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (163278). FOUCAULT, Michel, “Hakikat ve İktidar”, Entelektüellerin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (59-85). FOUCAULT, Michel, “Hakikat, İktidar ve Kendilik”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (98105). FOUCAULT, Michel, “Hapishane Üzerine Söyleşi: Kitap ve Yöntemi”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (21-37). 148 FOUCAULT, Michel, “İki Ders”, Siyasi Entelektüelin ĠĢlevi”, çev: Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (86117). FOUCAULT, Michel, “İktidar İlişkileri Bedenlerin İçine Nüfuz Eder”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (106-116). FOUCAULT, Michel, “İktidar ve Beden”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (38-46). FOUCAULT, Michel, “İktidar ve Bilgi”, Ġktidarın Gözü, çev: Isık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (167-184). FOUCAULT, Michel, “İktidarın Gözü”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (85-105). 149 FOUCAULT, Michel, “İktidarın Halkaları”, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (140-161). FOUCAULT, Michel, “Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (117-149). FOUCAULT, Michel, “Michel Foucault‟nun Oyunu”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (118-157). FOUCAULT, Michel, “Normun Toplumsal Yayılımı”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (76-81). FOUCAULT, Michel, “Omnes et Sıngulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru”, Özne ve Ġktidar, Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (25-56). 150 FOUCAULT, Michel, “Özne ve İktidar”, Özne ve Ġktidar, Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (57-82). FOUCAULT, Michel, “Tımarhaneler, Cinsellik, Hapishaneler”, Ġktidarın Gözü, çev: IĢık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (47-60). FOUCAULT, Michel, “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: Osman Akınhay – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (264-287). FOUCAULT, Michel, Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007. FOUCAULT, Michel, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 1995. 151 FOUCAULT, Michel, Ders Özetleri 1970-1982, çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, 2001. FOUCAULT, Michel, Hapishanenin DoğuĢu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2000. FOUCAULT, Michel, Toplumu Savunmak Gerekir, çev: ġehsuvar AktaĢ, 3. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, 2008. FOUCAULT, Michel, Power/Knowledge: Selected interviews and other writings, 1972-1977 / Michel Foucault, çev. Colin Gordon, edit: Colin Gordon, Harvester Press, Brighton, Sussex, 1980. FRAZER, Nancy, Kamusal Gerçekte Alan Yeniden Varolan Düşünmek: Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek – Cemal Balcı, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, (103-132). 152 GEMALMAZ, Mehmet Semih, Ulusalüstü Ġnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine GiriĢ, Beta Yayınları, Ġstanbul, 1997. GORDON, Colin, “Governmental Rationality: An Introduction”, The Foucault Effect : Studies in Governmentality, with Two Lectures by and an Ġnterview with Michel Foucault, The University of Chicago Pres, Chicago, 1991, (1-52). GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, 16. Basım, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, 2005. GÖKER, Aykut, Bilim ve Teknoloji Politikalarına GiriĢ Ġçin „Enformasyon Toplumu‟ Üzerine Kavramsal Bir YaklaĢım Denemesi http://www.inovasyon.org/html/AYK.M ulkiye.Der.Ag.01.htm#_edn11. GÖZÜBÜYÜK, A. ġeref / TAN, Turgut, Ġdare Hukuku Genel Esaslar, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007. 153 GÖZÜBÜYÜK, ġeref, Hukuka GiriĢ ve Hukukun Temel Kavramları, Sevinç Matbaası, Ankara, 1973. GRAMSCĠ, Antonio, Hapishane Defterleri, çev: Kenan Somer, Onur Yayınları, Ġstanbul, 1986. GÜNDAY, Metin, Ġdare Hukuku, YenilenmiĢ BeĢinci Ġmaj Yayıncılık, Baskı, Ankara, 2002. GÜRAN, Sait, “Hak Arama Özgürlüğünün İki Boyutu”, Anayasa Yargısı, Sayı:9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, (23-41). HABERMAS, Jürgen, Kamusal Alan, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, (95-102). HABERMAS, Jürgen, Kamusallığın Yapısal DönüĢümü, çev: Tanıl Bora – Mithat Sancar, 5. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003. 154 HANSEN, Miriam, “Yirmi Yılın Ardından Hegt ve Kluge‟nin “Kamusal Alan ve Tecrübe”si: Değişen Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, (141-177). HASDEMĠR, Tuğba Asrak, Kamusal ĠletiĢimde Bilgi Edinme Hakkı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007. HEKMAN, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev: Hüsamettin Arslan-Bekir Baldız, Engin Yayıncılık, Ġstanbul, 1999. HIZ,Yüksel / YILMAZ, Zekeriya, Açıklamalı – Notlu – Gerekçeli Bilgi Edinme ve Dilekçe Hakkı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2004. HOBBES, Thomas, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi ayınları, Ġstanbul, 1995. 155 HOF, Ulrich Im, Avrupa'da Aydınlanma, çev: ġebnem Sunar, Afa Yayınları, Ġstanbul, 2004. HUBERMAN, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev: Murat Belge, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2003. ĠÇĠMSOY, Oğuz, “İdari Belgelere Erişim Hakkı: Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunları”, Bilgi Edinme Özgürlüğü Paneli, (Edit. YaĢar Tonta, Ahmet Çevik), Türk Kütüphanecileri Derneği, 1996. KABOĞLU, Ġbrahim, DayanıĢma Hakları, TODAĠE Ġnsan Hakları AraĢtırma ve Uygulama Merkezi, Ankara, 1996. KABOĞLU, Ġbrahim, Kolektif Özgürlükler, Dicle Üniversitesi Basımevi, Diyarbakır, 1989. KABOĞLU, Ġbrahim, Özgürlükler Hukuku, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2002. 156 KAPANĠ, Münci, Kamu Hürriyetleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1981. KAYA, Cemil, Ġdare Hukukunda Bilgi Edinme Hakkı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2005. KESKĠN, Ferda, “Sunuş: Büyük Kapatılma”, Michel Foucault, Büyük Kapatılma, çev. IĢık Ergüden – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (1119). KESKĠN, Ferda, “Sunuş: İktidar, Entelektüelin Hakikat Siyasi İşlevi”, ve Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi ĠĢlevi, çev: IĢık Ergüden – Osman Akınhay – Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (13-29). KESKĠN, Ferda, “Sunuş: İktidarın Gözü”, Michel Foucault, Ġktidarın Gözü, çev. IĢık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2007, (11-20). 157 KESKĠN, Ferda, “Sunuş: Özne ve İktidar”, Michel Foucault, Özne ve Ġktidar, çev: IĢık Ergüden-Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (1124). KÖKER, Levent, Ġki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 1990. MCCARTHY, Thomas, “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”nün 1989 İngilizce Baskısına Giriş”, Kamusal Alan, çev: Meral Özbek, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, (91-93). MUCHEMBLED, Robert, ĠĢkenceler Zamanı – Mutlak Krallar Devrinde Ġtaat, çev: Ali Berktay, Tümzamanlaryayıncılık, Ġstanbul, 1998. ODER, Burak, “Bilgi Edinme Hakkının Sistem İçindeki Yeri Başlıklı Tebliğ”, VatandaĢın Bilgi Edinme Hakkı Uluslararası 158 Konferansı, Tesev Yayınları, Ankara, 2006, (86-91). ÖZAY, Ġlhan, GünıĢığında Yönetim, Filiz Kitabevi, Ġstanbul, 2004. ÖZBEK, Meral, Giriş: Kamusal Alanın Sınırları, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, Hil Yayınları, Ġstanbul, 2004, (19-89). ÖZEK, Çetin, Basın Özgürlüğünden Bilgilenme Hakkına, Alfa Yayınları, Ġstanbul, 1999. ÖZKAN, Gürsel, Demokratik Yönetimin Birinci Adımı: Bilgi Edinme Hakkı, Türkiye KamuSen, Ankara, 2004. ÖZKAZANÇ, Alev, ”Biyo-Politik Çağda Cezalandırma: Denetim Suç ve Toplumunda Neo-Liberal Yönetimsellik”, Toplum ve Bilim, Sayı: 108, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2007, (15-51). 159 PELS, Dick, “Mixing Metaphors: Politics or Economics of Knowledge”, Theory and Society No: 26, 1997, (685-717). PELS, Dick, “Strange Standpoints: Or, How to Define the Situation for Situated Knowledge, Telos, No: 108, 1996, (6591). PĠERSON, Christopher, Modern Devlet, çev: Dilek Hattatoğlu, Çiviyazıları Yayınları, Ġstanbul, 2000. POGGĠ, Gianfranco, Devlet, çev: Aysun Babacan, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2007. POGGĠ, Gianfranco, Modern Devletin GeliĢimi, çev: ġule Kut – Binnaz Toprak, 3. Baskı, Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ġstanbul, 2005. SAĞLAM, Fazıl, Temel Hakların Sınırlandırılması ve Özü, SBF Ġnsan Hakları Merkezi Yayınları, Ankara, 1982. 160 SANCAR, Mithat, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, 3. Baskı, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004. SANCAR, Mithat, “Demokrasi-İnsan Devleti: Zorlu Hakları-Hukuk Bir Birlikteliği Çözümleme Denemesi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 87, Birikim Yayınları, Ġstanbul, 2000-2001, (7-27). SENNET, Richard, Ten ve TaĢ, çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Ġstanbul, 2001. SOYKAN, Cavidan, Bir İnsan Hakkı Olarak Bilgi Edinme Hakkı, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak), (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü), Ankara, 2006. SOYSAL, Mümtaz, Halkın Yönetime Etkisi, TODAĠE Yayınları, Ankara, 1968. 161 SUNAR, Ġlkay, DüĢün ve Toplum, Doruk Yayınları, Ankara, 1999. ġAYLAN, Gencay, DeğiĢim KüreselleĢme ve Devletin Yeni ĠĢlevi, Ġmge Kitabevi, Ankara, 2003. ġENGÜL, Ramazan, “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Türk Kamu Yönetimini „Camdan Eve‟ Dönüştürür mü?”, SBF Dergisi, 60 (3), 2005, (216-234). TANĠLLĠ, Server, Devlet ve Demokrasi - Anayasa Hukukuna GiriĢ, Say Yayınları, 1990. TEKELĠOĞLU, Orhan, Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, Ġstanbul, 1999. TEKELĠOĞLU, Orhan, “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault‟nun Kendilik Teknolojileri‟ne Bir Bakış”, Doğu Batı DüĢünce Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 9, 1999, (41-50). 162 TEZCAN, Levent, Modern Devlet ve Yönetim Teknolojisi,http://www.birikimdergisi.c om/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid= 99&dyid=2341. TEZĠÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Yedinci Bası, Beta Yayınları, Ġstanbul, 2001. TĠLLY, Charles, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin OluĢumu, çev: Kudret Emiroğlu, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001. TORMEY, Simon, “Kendi Hesabına Konuş”: Deleuze, Zapatizm ve Temsil Eleştirisi, Siyahi, No: 3, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, 2005, (66-75). TURHAN, Mehmet, Anayasal Devlet, 3. Bası, Naturel Yayınları, Ankara, 2004. ÜġÜR, ĠĢaya, Ma‟lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Her şey Yıllığı‟97, Katılaşıyor”, Cilt: 2, Türk-ĠĢ Demircioğlu Matbaacılık, Ankara, 1997, (293-320). 163 WAGNER, Peter, Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet Küçük, Sarmal Yayınevi, Ġstanbul, 1996. WEBER, Max, Sosyoloji Yazıları, çev: Taha Parla, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 1996. WEBER, Max, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Ġmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995. YAġAMIġ, F. Demir, “Anayasa ve İnsan Hakları Bağlamında Bilgi Edinme Hakkı Kanunu Başlıklı Oturumda Sunulan Tebliğ”, Bilgi Edinme Hakkı Paneli, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2004. YILDIRIM, Ġbrahim, “Kamu Yönetiminde Açıklık ve Bilgi Edinme Hakkı Kanunu”, Hukuk ve Adalet, Bahar 2004, (78-95). YILMAZ, Halit, Ġdarenin Görsel-ĠĢitsel Alanındaki ĠĢlevi, Ġmaj ĠletiĢim Yayınevi, Ankara, 2006. 164 YĠĞĠTER, Cenk, Feodal Dönemden Modern Döneme Geçişte Cezalandırma Dönüşümü, İktidarının YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, (Tez DanıĢmanı: Doç. Dr. Mithat Sancar), (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Genel Kamu Hukuku), Ankara, 2005. 165 ÖZET “Bilgi-Ġktidar ĠliĢkisi Çerçevesinde Bilgi Edinme Hakkı” baĢlıklı bu tez çalıĢmasında, bilgi edinme hakkı kavramı, modern siyasal iktidar kavramı ile Foucault‟nun modern siyasal iktidara iliĢkin analizleri çerçevesinde konumlandırılmaktadır. Ġlk bölümde, siyasi iktidarın modern dönemde aldığı biçimi mümkün kılan tarihsel geliĢmelere değinilmiĢtir. Ġkinci bölümde, Foucault‟nun bilgi/iktidar arasında kurduğu iliĢki ve bu bağlamda modern siyasal iktidara yaklaĢımı incelenmiĢtir. Foucault‟ya göre modern siyasal iktidarın tek iĢlevi baskı uygulamak değildir. Daha önemli olarak, pozitif etkiler üretmekte, yaĢamı desteklemekte, yaĢamın sağladığı güçleri sınırlamayı değil arttırmayı hedeflemektedir. Bu durum yeni bir gözetim örgütlenmesine iĢaret eder. Bunu, devletin merkezileĢmesiyle birlikte gündeme gelen yönetim sorunsalı çerçevesinde düĢünmek gerekir. Yeni tür bir rasyonalite, hayatın her alanına düzenleyici biçimde müdahale etmeyi, kamu yararı adına hizmette bulunma gibi pozitif yükümlülükleri içeren bir bilgi ve teknikler bütünü söz konusudur. Bu siyasi rasyonalite, kiĢinin kendiyle kurduğu iliĢkiyi Ģekillendirmekte, tercihlerini yönlendirmektedir. ÖzgürleĢme, söz konusu ussallığın verilerini çözümleme, siyasi iktidarı eleĢtirme, dönüĢtürme, yeni ve farklı bir siyaset tesis etme çabası ile mümkün olabilir. Ġnsan hakları da böylesi bir çabayı gerçekleĢtirme iĢlevi taĢıyan politik faaliyetler olarak nitelendirilebilir. ÇalıĢmanın üçüncü bölümünde ele alınan, bir insan hakkı olarak bilgi edinme hakkı, modern devletin imkan ve araçlarının geniĢlemesi, hem siyasi hem de idari boyutuna egemen olan gizlilik eğilimi karĢısında özellikle 1960‟lı yıllardan itibaren hukuki düzenlemelerde yaygınlık kazanmaya baĢlamıĢtır. En basit haliyle bu hak, yönetimin faaliyetlerinden yönetilenlerin haberdar kılınması ilkesine iliĢkindir ve yönetimi elindeki resmi bilgi ve belgeleri talep halinde verme yükümlülüğü ile donatmaktadır. Anahtar Sözcükler: Bilgi-iktidar iliĢkisi, bilgi edinme hakkı, siyasal iktidar, modern devlet, insan hakları, siyasi rasyonalite. 166 ABSTRACT In this LLM thesis, titled “Right to Information in the frame of the Relation of Power and Knowledge”, the right to information notion is located around the modern political power notion and the analyses of Foucault related to the modern political power. In the first chapter, the historical developments that have made the form of the political power possible in the modern period have been mentioned. In the second chapter, the relation developed by Foucault between knowledge and power and his approach to the modern political power in this context have been analyzed. According to Foucault, the sole function of the modern political power is not oppressing. More importantly, it aims to create positive influences, support life and increase the power of life rather than limit them. This situation indicates a new organization of observation. This should be taken into consideration in the frame of the governing problem that has become the current issue by centralization of the state. Here, a new kind rationality, i.e., an information and techniques system that include the positive responsibilities like interference all areas of life in an organizing manner and making public services is taken into consideration. This political rationality embodies the relation of the person with himself/herself and directs his or her preferences. Liberalization can only be possible by analyzing the related rationality data, criticizing, converting the political power and establishing a new and different political approach. Human Rights can be described as political activities that try to implement that kind of effort. With the development of possibilities and instruments of the modern state, the right to information as a human right which have been discussed in the third part of the study, have become widespread in the legal arrangements especially since 1960s against the trend of privacy dominated both the political and administrative dimensions of power. In the simplest way this right is related with the informing the ruled ones about the activities of rules principle and equips the administration with the responsibility to share official information and documentation if they are requested. Key Words: Relation of power and knowledge, Right to information, political power, modern state, human rights, political rationality. 167 168