¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH Hayatın akışında unuttuğumuz en önemli hakikattir ölüm. Ölüm, her canlı için kaçınılmaz ve kaçılmaz sondur. sarraf, kendine sağlam bir kese diktir/ Mezarda geçer akçe neyse sen onu biriktir.” (NFK) “Ölmek değildir, ömrümün en feci işi/ Müşkil odur ki ölmeden evvel ölür kişi.” (Y. Kemal) ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Ölüm, çaresi olmayan çaredir. Ölüm bitiş değil, yeni bir başlangıçtır. Ölümü öldürüp, ölüm korkusunu yenebilmektir önemli olan. Ölüm, yeni şeyler ve yeni dünyalarla tanışma fırsatıdır. Minarede “ölü var” diye bir acı sala Er kişi niyetine saf saf namaz. Ne ala! Böyledir de ölüme inanmaz hala! Ne tabutu taşıyan, ne toprağa konan. (NFK) ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Ölüm, asıl vatana dönüştür. Her canlı ölümü tadacaktır. Kötüler gibi, iyiler de ölümlüdür. Bir farkla ki, iyiler iyilikleriyle yaşarlar, kötüler ise kötülükleriyle anılır, İyiler için, “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber” denirken, kötüler için şöyle denmiştir: “Ne kendi etti rahat, ne kimseye verdi huzur/ Yıkıldı gitti, dayansın ehl-i kubur.” Ölüm, sevgiliye kavuşuştur ve bu yüzden ölüm gecesi şeb-i arûstur. Şairin dediği gibi, “Ölüm ne uzak, ne yakın bize ölüm/ Ölümsüzlüğü tattık ne yapsın bize ölüm.” (E. Beyazıt) Önemli olan, bir gün nasıl olsa öleceğinin bilincinde, ölmede önce ölebilmek, ölüme ve ölüm sonrası hayata hazırlanabilmektir. Tıpkı şairin dediği gibi: “Sual: Ey veli, mümin nasıl olmalı söyle/Cevap, son anında nasıl olacaksa hep öyle.” (NFK) Ölüm, kaçışı olmayan bir gerçekse, çare ona hazırlanmaktır. Onun için Ebubekir efendimiz, “Kendine kabir değil, kendini kabre hazırla” demiştir. Bu konuda şairimiz de şöyle der: “Hasis Bir sahabî oğluna öğüt verirken şunları söyler: “Yavrucuğum, unutma ki ölüm meleği insanın iki iyilik arasında canını alır: Biri yaptığı iyilik, diğeri ise yapacağı iyilik. Yavrucuğum sen hep iyiliklerin adamı ol ki, o seni iyilikleri yaparken bulsun.” Hz. Ali de konuyu şöyle bağlar: “Ey insan! Senin için dün geçmiştir, bir daha geri gelmez. Yarın ise kesin değildir. O halde dem bu demdir, içerisinde bulunduğun ândır, onu iyi değerlendir!” O halde yazımızı şu tavsiyelerle bitirelim: Ölümü isteme, ölüme hazırlan. Ölmeden önce hayatın kıymetin bil. Ölümden korkmak ve kaçmak çare değil, faydası da yok. Dün geçti, yarın var mı? Güvenme gençliğine! Ölenler hep ihtiyar mı? Ölüm gerçeğini bilenlere, ölmeden önce ölenlere, ölümü öldürenlere, ölüme gülenlere ve ölüm sonrası hayata hazır olanlara müjdeler olsun. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: Temmuz ÎSÂR (Başkasını Kendine Tercih Etmek) 4 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Bayramlar ve Kazanımlarımız 8 Şefkat Tokadı, Eleştiriye Değil, Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Özeleştiriye Yol Açmalı 11 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Bayramın Ruhu Kurtuluşumuzdur 12 Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Ramazan Tecrübesi 14 Talha AKA Kur’an Müdafaası 18 Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 İnfak, Zekat, Sadaka 30 Murat TÜRKER Memduh ERGİN İnsani Kalkınma Olarak Salih AYDIN Musa KARACA Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Serdar TAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ Dr. İhsan ŞENOCAK Prof. Dr. Ali AKPINAR Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: ! # $ " Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 34 % Hikmet DAMLASI " & % ' ( ) * + ' ( , - # . $ ) $ Mahremiyet ve Tesettür 36 / Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: ! / / 0 ! Modernite Çıkmazında Dervişlik 42 " " ! ! / 1 / ! 0 / " 1 2 3 3 5 ! 4 " Çok Özledik Hocam Seni 44 ! ! 1 3 3 ! Amansız Düşman Nefis Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Ve Onun Terbiyesi 52 Faks: +9 (0216) 398 94 69 El Aklıyla Hareket Edenle… 59 Din Adına Konuşanların Aylık Süreli Yayın 6 7 ( ( 7 ) ' % ) * ) ( 8 ' # $ $ ( ; . ' , 7 : ) * ( # $ ) ( * $ & ) & # ) 8 ' : 8 - ) ) ' # - ) ' < ) . M. Emin KARABACAK Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Abdullatif ACAR burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com Ersan BİLGİN Mehmet Akif Mah. Emre TOPOĞLU Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil ( $ $ $ ) 7 7 $ < ( ' 7 6 * ' 6 7 $ ( ' $ 9 ( ) ( * ' = 6 , ' 8 ( * ) $ # ) $ ( $ $ ( # ) 7 Yaptıkları Tahribatı 62 Yusuf KARAGÖZOĞLU Hz. Hamza (r.anh) 64 Salih AYDIN # ( * < ) * . ) ) . $ 7 9 ( * $ ( > ' $ ( > ' 9 ( $ ? 8 . ( ) ( $ ' Burhan Çocuk 70 Musa KARACA < Gör (şiir) 72 Zelilî 4 ÎSÂR(Başkasını KendineTercih Etmek) Yazar Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 14 İnsani Kalkınma Olarak Ramazan Tecrübesi Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ 18 Kur’an Müdafaası Dr. İhsan ŞENOCAK 36 Mahremiyet ve Tesettür Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil ÎSÂR (Başkasını Kendine Tercih Etmek) Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İnsan, güzel vasıfları ile toplum içinde değer kazanır. Doğruluk, vefâkârlık, güzel ahlâk sahibi olma gibi vasıfların hepsi insana yakışır. İnsana yakışan güzel vasıflardan biri de cömertliktir. Cömertliğin en yüksek mertebesi ise, kendi ihtiyacı olsa bile başkasını kendisine tercih etmek ve varını yoğunu muhtaçlara vermektir. İşte buna îsâr denir. İnsan- i rtebes e m k se en yük a bile başn i ğ i l rt ols e Cöme tiyacı h i tmek v i e d n h i e c k r te ise, disine ra vern a l e ç k a ı t uh kasın unu m sâr denir. ğ o y ı n varı buna î e t ş İ . r mekti lık tarihinde îsârın en güzel örneklerini ensar dediğimiz Medineli sahâbîler vermişlerdir. Buyurun, onların îsâr örneklerinden birini birlikte okuyalım. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Hz. Peygamber Efendimize gelerek: “Ben açım, yâ Rasûlallah!” dedi. Allah’ın Elçisi, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şey göndermesini istedi. O da: “Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok!” dedi. 4 Temmuz Hz. Peygamber bir başka hanımından yiyecek bir şeyler istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem’in öteki hanımları da: “Seni peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok!” diye haber gönderince, Rasûl-i Ekrem Efendimiz, ashâbına dönerek: “Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?” diye sordu. Ensardan biri: yun en üstün derecesi, ihtiyaç duyduğu şeyleri başkalarına vermek, diğer bir ifadeyle, başkalarını kendisine tercih etmektir. İşte buna îsâr adı verilmektedir. “Ben misafir ederim, yâ Rasûlallah!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca eşine: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in misafirini ağırlayalım!” dedi. Öte yandan Allah Rasûlü’nün bütün hanımlarının evlerinde karın doyuracak kadar birkaç lokmanın bulunmaması ne kadar ibretlidir. Kapıya gelen dilenciyi boş çevirmeyen, bir tanecik hurmayla bile olsa yoksulun gönlünü alan Peygamber hanımları, belki de o günkü rızıklarını bir başka fakire vermişlerdi. Bu sebeple evlerinde bir lokma yiyecek kalmamıştı. Bir başka rivâyete göre eşine: “Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Eşi de: “Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o sahâbî eşine şöyle dedi: “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri girince de lambayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” Derken sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahâbî Hz. Peygamber Efendimizin yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan dolayı Yüce Allah sizden memnun oldu.” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 10, Tefsîru sûret-i haşr, 6; Müslim, Eşribe 172) Hz. Ebû Hüreyre’nin anlattığı bu olayda fedakârlığın, başkalarını kendine tercih etmenin çok güzel bir örneği sergilenmektedir. Cömertlik, insanın muhtaç olmadığı şeyleri başkalarına vermesidir. Bu güzel hu- Peygamber Efendimiz’in yoksul bir kimseyi önce kendisinin ağırlamak istemesi ve bu maksatla bütün hanımlarına ayrı ayrı haber göndermesi, onun cömert ve fedakâr bir insan olduğunu göstermektedir. Yoksulun ihtiyacını kendi imkânlarıyla gideremeyeceğini anlayan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, o zaman: “Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?” diye sordu. Yoksulu misafir etmek isteyen sahâbînin kim olduğu hadisimizden anlaşılmıyor. Sahîh-i Müslim’de, hadisten hemen sonra zikredilen rivâyette, bu sahâbînin Ebû Talha el-Ensârî olduğu belirtiliyor. Eğer öyleyse, hanımı da Enes İbni Mâlik’in annesi Ümmü Süleym’dir. Fakat Ebû Talha zengin sahâbîlerden biriydi. Bu sebeple olayın kahramanı bir başka sahâbî olmalıdır. Nitekim bazıları bu sahâbînin Sâbit İbni Kays İbni Şemmâs, bazıları da Abdullah İbni Revâha olduğunu söylemektedirler. Peygamber Efendimiz’in evlerinde hiçbir yiyeceğin olmaması, yoksul misafiri ağırlayan sahâbînin evinde sadece çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunması, o yıllarda müslümanlar arasında maddî imkânsızlığın ne kadar Bilindiği gibi Ensar, Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçan muhâcirlere evlerini açmışlar, onları kendilerine hep tercih etmişlerdir. Mallarını, mülklerini Mekke’de bırakıp gelen kardeşlerinin her ihtiyacını karşılamaya çalışmışlardır. Temmuz 5 yaygın olduğunu göstermektedir. İslâm fetihleri başlayana kadar müslümanlar çok büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Misafir ağırlamak ve onu memnun etmek bir incelik, daha doğrusu bir sanattır. Gönül adamı olmayanlar bu sanatın inceliğini kavrayamaz. Her ikisi de sahâbî olan bu misafirperver karı koca, misafirlerine her şeyi olduğu gibi söyleyebilirlerdi. “Kusura bakma, evimizde sadece bir kişilik yiyecek var. Onu da sana ikram ediyoruz” diyebilirlerdi. Şayet böyle yapsalardı misafirin yediği lokmalar boğazına dizilecekti. Başkasının nafakasını yemenin tedirginliğiyle huzuru kaçacaktı. Elbette bundan Yüce Allah da hoşnut olmayacaktı. Ertesi gün Efendimizin: “Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan dolayı Yüce Allah sizden hoşnut oldu” diye onları kutlaması da gösteriyor ki, misafiri memnun etmek için yapılan o davranışlar birer gösteriş değil, samimiyetin ve ihlâsın tâ kendisidir. Bu Hadisin diğer bazı rivâyetlerinde bu olay üzerine şu âyet-i kerîmenin nâzil olduğu belirtilmektedir: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kimler nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Kurân-ı Kerîm, Haşr sûresi, 59/9. Bilindiği gibi Ensar, Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçan muhâcirlere evlerini açmışlar, onları kendilerine hep tercih etmişlerdir. Mallarını, mülklerini Mekke’de bırakıp gelen kardeşlerinin her ihtiyacını karşılamaya çalışmışlardır. Ganimetlerden onlara fazla pay verilmesine gücenmemişlerdir. Âyet-i kerîme de onların bu güzel vasıfları dile getirilmektedir. Yüce Allah, îsâr vasfı ile muttasıf bu güzel kullarının yaptıklarını ve onların mükâfatını bir başka âyet-i kerîmede şöyle anlatır: “Kendileri istekli oldukları halde yemeklerini yoksula, öksüze ve esire verirler ve onlara: ‘Bunu size Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz Rabbimizin sert, belâlı bir gününden korkarız’, derler. Allah da onları o günün fenalığından korur. Yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir.” (Kurân-ı Kerîm, Dehr (İnsan) sûresi, 76/8-11) Bu âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ’nın “ebrâr” yâni iyi insanlar diye bahsettiği bazı mü’minlerin birtakım özellikleri sayılmaktadır. Bu kimseler, sahip oldukları bazı şeylere ihtiyaçları bulunduğu, onları ellerinde tutmaya istek ve arzuları olduğu halde, daha muhtaçları görünce kendi ihtiyaçlarını unutan ve başkalarını kendilerine tercih eden mü’minlerdir. Muhtaçlar arasında miskin, yetim ve esirin sayılması da dikkat çekicidir. Zira miskin kendini geçindiremeyen adamdır. Yetim, geçimini sağlayacak kimseyi kaybettiği gibi, kendisi de geçinmekten âciz olan kimsedir. Esir de -ister mü’min ister kâfir olsun- hürriyetini kaybeden ve başkalarının himâyesine ihtiyacı olan biridir. İşte bunlara kol kanat germeleri sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın ikrâmına nâil olacak kimseler, yapacakları yardımı, bir karşılık, hatta bir teşekkür beklemeden yapacaklardır. Îsârın en güzel örneklerinden biri de Yermük savaşında son nefesini vermek üzere olan yaralı bazı müslümanların, susuzluktan dudakları çatladığı halde, suya daha fazla ihtiyacı olan kardeşlerini kendilerine nasıl tercih ettikleridir. Yermük savaşı, Suriye bölgesinde Bizans hâkimiyetini sona erdiren ve Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bir savaştır. Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında 15/636 yılının Ağustos ayında, İslâm ordusu ile Bizans ordusu arasında cereyan Îsârın en güzel örneklerinden biri de Yermük savaşında son nefesini vermek üzere olan yaralı bazı müslümanların, susuzluktan dudakları çatladığı halde, suya daha fazla ihtiyacı olan kardeşlerini kendilerine nasıl tercih ettikleridir. 6 Temmuz eden bu savaşı Yüce Allah’ın bir lütfu olarak Müslümanlar kazanmıştır. Başında Hâlid b. Velid ve Ebû Ubeyde İbnu’l-Cerrah gibi komutanların bulunduğu İslâm ordusunun yirmi beş bin, Bizans ordusunun da yüz bin (bazı tarihçilere göre iki yüz bin) askerinin olduğu bu çetin ve zorlu savaşı kazanan mücâhidlerin, gâzilerin, ve şehidlerin karşılarındaki düşmandan önce en büyük düşmanları olan nefislerini nasıl yendiklerini görelim şimdi de. “Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebî Cehil ve Ayyâş b. Rebîa, Yermûk savaşında ağır yara aldılar. Öylesine ağır yaralıydılar ki, yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Ağır yaralı olan bu mücâhidlerin üçü de susuzluktan yanıyorlardı. Hâris b. Hişâm, içmek için su istedi. Yaralılara su dağıtan birisi tarafından kendisine su uzatıldı. Tam suyu içeceği zaman İkrime’nin kendisine baktığını gördü. “Ben içmem, suyu İkrime’ye verin!” dedi. İkrime su kabını alınca, Ayyâş’ın kendisine baktığını gördü ve o da “Ben içmem, suyu Ayyâş’a verin!” dedi ve elindeki su kabını arkadaşına gönderdi. Su kendisine ulaşmadan Ayyâş, ruhunu teslim etti. Sucu, diğer ikisine koştuysa da yetişemedi; çünkü onlar, Ayyâş’tan önce ruhlarını teslim etmiş ve şehâdet şerbetini içmişlerdi.” (Hâkim, el-Müstedrek, III, 242; Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, V, 310) Mehmed Âkif Ersoy, bu olayı Safahât’ta, yedinci kitapta “Vahdet” başlıklı manzûmede kendi üslûbu ile ne güzel anlatır. Huzeyfetü’l-Adevî der ki: Huzeyfetü›l-Adevî der ki: “Harb-i Yermûk’ün , “Harb-i Yermûk’ün, Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün. Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün. İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl, İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl, Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl, Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl, Mücâhidîn arasından açıldım imdâda, Mücâhidîn arasından açıldım imdâda, Ağır yarayla uzaklardan kalmış efrâda. Ağır yarayla uzaklardan kalmış efrâda. Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin! Ne ma›rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin! Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin, Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin, Şehîdi çoksa gâzîsi mi yok?.. Derken, Şehîdi çoksa da,da, gâzîsi hiç hiç mi yok?.. Derken, Derin inleme duydum... Fakat,bu buses sesnerden? nerden? Derin bir bir inleme duydum... Fakat, Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh... Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh... Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh. Temmuz Meğerse amcamın oğluymuş mecrûh. Dedim: “Biraz su getirdim,inleyen içer misin, versem?” Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem?” Gözüyle “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem, Gözüyle demek isterken, arkadan bir elem, Enîne“Ver!” başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti, Enîne başladı. Baktım: “Götür!” deyip banaNigâh-ı îmâda merhameti, ses gelen ciheti. “Götür!” deyip içmiyecek, bana îmâdaboştu, ses gelen ciheti. Ne yapsam anladım ibrâm; Ne O yapsam içmiyecek, boştu, ibrâm; yükselen sese koştum ki:anladım Âs’ın oğlu Hişâm. O yükselen koştum ki: Âs›ın oğlu Hişâm. Görüncesese gölgemi birden kesildi nevhaları; Görünce gölgemi birdendönüp kesildiduran nevhaları; Su istiyordu garîbin nazarı. Su İçirmek istiyorduüzre garîbin dönüp duran nazarı. eğildim, üçüncü bir kısa “ah!” İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa «ah!» Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh! Hırıltılarla mı karşıdan, nâgâh! Hişâm’ıboşanmaz gör ki: O hâlinde kaşlarıyle bana, Hişâm›ı ki: O hâlinde bana, “Ben gör istemem, hadi, gitkaşlarıyle ver, diyordu, haykırana.” “Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.” Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı... Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı... Yetiştim, kavuşmuştu Hakk’a nazarı! Yetiştim, oh,oh, kavuşmuştu Hakk›a sonson nazarı! Hişâm’ı bulaydım, dedim, hemen döndüm: Hişâm›ı bâribâri bulaydım, dedim, hemen döndüm: Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm! Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm! Demek amcamın oğlundavardı, vardı,varsa, varsa,ümid... ümid... Demek bir bir amcamın oğlunda Koşup hizâsına geldim: O kahraman şehid. Koşup hizâsına geldim: O kahraman da da şehid. « “ *** Şark›ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli, Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli, Yâ Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!hâli! Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki Şîrâzesi kopmuş gibi,gibi, manzûme-î îman, Şîrâzesi kopmuş manzûme-î îman, Yaprakları yırtık sürünür yerde, perîşan. Yaprakları yırtık sürünür yerde, perîşan. “Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:de: “Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin Her parçası bir mel›abe eyyâmın elinde! Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde! Târihinde mev›ûd-i ezelken «ebediyyet›; Târihinde mev’ûd-i ezelken “ebediyyet’; Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet! Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet! Nisyâna çıkan yolda mı kaldın güm-râh? Nisyâna çıkan yolda mı kaldın güm-râh? Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh! Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh! Yukarıdaki âyet-i kerimeleri, hadis-i şerifleri, sahâbe-i kirâm efendilerimizin hâtıralarını ve Safahat’taki şiiri okuyan bizler de Mübârek Ramazan ayı boyunca yaptığımız yardımları bayramda îsâr derecesine çıkaracak ve çevremizdeki bütün muhtaçların ihtiyaçlarını gidereceğiz, inşâallah. Bayramın tadını onlara da tattıracağız. Ülkemize sığınan mültecilerin, yetimlerin, yoksulların, hastaların, darda kalmış olanların ve ihtiyaç sahibi olanların imdâdına yetişeceğiz. Cennete ve Rabbimizin rızâsına işte bu şekilde ulaşırız. Yukarıdaki sahneleri okuyup göz yaşı dökmekle değil.t 7 Bayramlar ve Kazanımlarımız Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK A ünleri g e c n e eğl af un ve y o ma ve h n a l a l ş Al ı ğ ba i. şükür, ğiştird , e r i d k i e l z ni gün aybu iki n a l o a üç b i r d e a l y n n ü g dü n er için r e di le l a n r i k e m t fta Mü Her ha : r ı krar et d e r t a l v ı y er ram aamı, h r y a ; Ram b m a a r m y u C ba len iki e rı. g n i z ramla y a B meksi n Kurba zan ve 8 llah Teâlâ, Müslümanlara sevinç ve mutluluklarını artırmaları, birlik ve beraberliklerini pekiştirmeleri için bayramları bahşetmiştir. Nasıl insanların hayatlarında doğum günü, evlilik yıl dönümü vs. gibi önemli günler varsa, toplumlar için de önemli günler vardır. Şüphesiz bu önemli günler farklı adlar altında her toplumda vardır. İslâm toplumunda birlik beraberlik ve paylaşımın simgesi ve inananlar için değer ifade eden Ramazan ve Kurban bayramları vardır. Rasûlüllah (s.a.v.), Medine’ye geldiğinde Medinelileri Cahiliye döneminden kalma iki bayram kutlarken gördü. Onlara: “Allah Tebârake ve Teâlâ bu iki gününüzü bunlardan daha hayırlı iki günle değiştirdi. Bunlar: Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı” buyurdu.1 Allah oyun ve eğlence günlerini zikir, şükür, bağışlanma ve af günleri olan bu iki günle değiştirdi. Müminler için dünyada üç bayram vardır: Her hafta tekrar edilen Cuma bayramı, her Temmuz yıl tekrar etmeksizin gelen iki bayram; Ramazan ve Kurban Bayramları. Bayram Beraber Bayramların insanlar arasında birlik beraberliği, kardeşliği, yardımlaşmayı artırdığı muhakkaktır. Bayramları bir vesile bilerek bol bol akraba ziyaretleri yapılmalıdır. Son zamanların modası olan bayramları bir fırsat bilerek tatil beldelerine gitmek İslami olarak doğru olmasa gerek. Hiç olmasa yılda iki defa aile büyüklerini ziyaret etmek ve onların gönüllerini almak gerekmektedir. Dargın olan Müslümanlar barışmalı, büyükler ziyaret edilmeli ve küçükler sevindirilmeli her yerde bir bayram havası esmelidir. Müslüman nasıl beş vakit namazında son tahıyyâtta başta kendisine, anne babasına ve bütün Müslümanların kurtuluşu için ettiği dua sözde kalmamalıdır. “Rabbim! Hesap kurulacağı gün beni, annemi babamı ve müminleri bağışla!”2 Hem varlığının sebebi olan anne babası için dua edecek ve onlarla dargın olacak! Veya da Müslüman kardeşi için dua edecek, aynı Allah’a ve Peygambere inanacak ve aynı kıbleye karşı aynı safta namaz kılacak ve dargın olacak! Bunlar Müslümana yakışmayan davranışlardır ve dil ile söylenilenin kalp ile onaylanmadığının bir göstergesidir. “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve haset etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helâl değildir.”3 Müslüman eskilerin deyimiyle üç günlük dünyada geçici dünya menfaatleri için ebedi mutluluğunu bozacak davranışlarda bulunamaz, en azından bulunmamalıdır. “Müslüman elinden ve dilinden diğer insanların zarar görmediği kişidir.”4 Bu gerçekleştiği zaman belki de o zaman bayramların ümmete veriliş amacına uygun hareket edilmiş olunur. Yapılandır Birlik beraberliğin bir simgesi olarak bayramlar insanların ve toplumların hayatında önemli roller oynamaktadır. Bayramlar da beraber yapılınca daha güzeldir. Nasıl üzüntüler paylaştıkça azaldığı gibi sevinçler de paylaşıldıkça artar. Özellikle Türkiye’de yaşadığı halde başka ülkelerdeki bazı guruplara göre hareket ederek oruca başlayan ve yine onlara uyarak bayram yapan kimselerin olduğu bilinmektedir. Bu aynı zamanda Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygusunun zayıflığını da gösterir. Aynı aileden birisi oruç tutarken bir başkası daha Ramazan ayının başlamadığını söyleyerek oruç tutmaması veya da birisi bayram ederken bir başkası oruç tutmaya devam etmesi gibi. Bu problem ilk bakışta küçük gibi görünse de hakikatte kardeşliği zedeleyen ve ayrılık tohumlarını saçan işaretlerdir. Bayramlar Müslümanlar arasında birliğin yeniden gözden geçirilmesi için yılda iki defa verilen fırsatlardır. Tabiinden Mesrûk b. el-Ecda’ (v. 63/683), yanında bir arkadaşıyla birlikte Arefe Günü Âişe’nin (r.a.) yanına gelir. Âişe (r.a.) câriyesine: “Onlara kavut karıştır ve onu tatlandır; şayet oruçlu olmasaydım ondan ben de tadardım” der. Mesrûk ve arkadaşı şöyle derler: “Ey Mü’minlerin annesi sen oruç mu tutuyorsun? Belki de bugün Kurban Bayramı’dır?” Bunun üzerine Âişe (r.a.) şöyle buyurur: “Kurban Bayramı; İmamın (devlet başkanının) ve insanların çoğunun kurbanlarını kestiği gündür. Ramazan Bayramı; İmamın (devlet başkanı) ve insanların çoğunun oruç tutmadığı gündür.”5 Rasûlüllah (s.a.v.), Medine’ye geldiğinde Medinelileri Cahiliye döneminden kalma iki bayram kutlarken gördü. Onlara: “Allah Tebârake ve Teâlâ bu iki gününüzü bunlardan daha hayırlı iki günle değiştirdi. Bunlar: Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı” buyurdu. Temmuz 9 Tirmizî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Oruç insanların oruç tuttuğu gündür. Ramazan Bayramı insanların oruç tutmadığı gündür. Kurban Bayramı da insanların kurban kestiği gündür.”6 Yani bayram beraber yapılandır. Bunda da birliği yapacak bulunan ülkedeki otoritedir. Yapılan İbadetinBir Yıla Denk Olduğu Ay Bayram günleri yeme içme günleridir. Ramazan orucunu topluca tutan Müslümanlara Allah Teâla bayramı bir dinlenme zamanı olarak vermiştir. Hatta İlmihâl kitapları Ramazan Bayramı’nın birinci günü ve Kurban Bayramı’nın dört gününde oruç tutmanın haram olduğunu yazar. Farz namazlardan önce kılınan sünnetler o namaza dâhil ise Ramazan ayından önce ve sonra yani Şabân ve Şevvâl aylarında tutulan oruçlar da Ramazan ayına dâhildir. Ramazandan sonra tutulması tavsiye edilen oruçla ilgili Ebû Eyyûb el-Ensârî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim ramazan orucunu tutar, peşinden şevval ayında da altı gün oruç tutarsa bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur.”7 Ramazanda oruç tutmak ve akabinde Şevvâl ayında altı gün oruç tutmak bütün bir yılı oruçlu geçirmeye denktir. Çünkü iyilik on misliyledir. “Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır.”8 Sevbân b. Bücdüd’den (v. 54/674) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ramazanda oruç tutmak on aya denktir. Şevvâlde altı gün oruç tutmak da iki aya denktir. Böylece bütün yıl oruçlu geçirilmiş gibi olur.”9 Hadislerde, Ramazan ayından sonra Şevvâl ayında oruç tutmak ve diğer zamanlarda da Pazartesi Perşembe10 veya her ayın belirli günlerinde11 yani hicrî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Ramazanda kazanılan güzel hasletleri yıl içine yaymak gerekmektedir. Bırakılan kötü haslet ve alışkanlıklara tekrar dönmemek gerekir. Ra- 10 mazan da sabretmesini öğrendik ve hayatımızın her anını kuşatmalıdır. Teravihler sayesinde özellikle yatsı namazlarına gitmeyi alışkanlık haline getirdik ve bu güzel hasletler devam etmelidir. İrademiz kuvvetlendi ve irade kuvveti her aşamada hayatımızı kuşatmalıdır. Paylaşmayı öğrendik çünkü Rasûlüllah (s.a.v.) orta ve işâret parmağını bir araya getirerek “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.”12 buyurdu. Diğer ülkelerde sıkıntı içinde yaşayan Müslüman kardeşlerimizin durumuna bakarak ne kadar büyük nimetler içinde olduğumuzu ve halimize ne kadar şükretsek az olduğunu öğrendik. Çünkü, nimetlerin kıymeti bilinmediği zaman Allah’ın intikamının ağır olduğunun bilinmesi gerektiğini Rabbimiz ilan etmektedir. “Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir.”13 Ramazan ayı nafile ibadet ve taatlerin yoğun olarak yaşandığı bir aydır. Onları bir aya veya belirli zaman dilimlerine tahsis etmek yerine; zaman dilimlerine yaymak daha uygundur. İbadetlerde daire şeklinde devam ederek, biri bitince hemen yenisine başlamak gerekir. Tabiri caizse tatil yoktur. Bununla ilgili Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah’a amellerin en sevimlisi biri bitince yenisine başlamaktır.”14 Selam ve dua ile… -----------------------------------------------------------------------------------Kaynaklar *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. 1 Ebû Dâvûd, Salât, 245; Nesâî, Ideyn, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 103, 178, 235, 250; Nesâî, Ideyn, 1. 2 İbrahim, 14/41. 3 Buhârî, Edeb, 57, 62; Müslim, Birr 23; Ebû Dâvûd, Edeb, 47. 4 Buhârî, İman, 3, Rekâık, 26; Müslim, İman, 65; Ebû Dâvûd, Cihâd, 2; Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, 9. 5 Abdürrezzâk, Musannef, IV, 157, (Hadis no:731). 6 Tirmizî, Savm, 11. 7 Müslim, Sıyâm, 204; Ebû Dâvûd, Savm, 58; Tirmizî, Savm, 53; Ahmed b. Hanbel, III, 308, 324,344. 8 En’âm, 6/160. 9 Ahmed b. Hanbel, V, 280. 10 Ebû Dâvûd, Savm, 60; İbn Mâce, Sıyâm, 42. 11 Müslim, Sıyâm, 181-182. 12 Buhârî, Talâk, 25; Müslim, Zühd, 42. 13 İbrahim, 14/7. 14 Dârimî, Fedâilü’l-Kur’an, 33. Temmuz Murat TÜRKER Şefkat Tokadı, Eleştiriye Değil, Özeleştiriye Yol Açmalı Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar’da, “şefkat tokadı” diye bir kavramdan söz eder. Kastı, Cenâb-ı Hakk’ın (cc), kötü bir iş yapan kuluna, aynı kötü güzergâhta daha fazla ilerleyip kendisini hepten helâk etmesinin önüne geçecek küçük ikazlarda bulunmasıdır. Bu, Rabbimizin kul üzerindeki rahmetinin bir tecellisidir. Kul, bir yanlışa adım atar, Allah (cc), onu uyaracak küçük bir musibet vererek kulun aklını başına getirir ve bu sayede kul hatasını anlar, yanlışından döner. Bediüzzaman’ın kavrama yüklediği anlam budur ve ilgili risalede, faillerinin izni dairesinde bu ihtarlara dair örnekler verir. Dikkat etmemiz gereken husus, şefkat tokadı terkibinin yüklendiği mânânın, yanlışa düşen kula bahşedilen bir özeleştiri imkânıyla ilintili oluşudur. Kul, hata yapmış, bir şekilde ikaz edilmiş ve bu tecrübe onda bir iç nedâmet sürecini tetiklemiştir. İşin maksadı aşan tarafı ise, işbu şefkat tokadı vurgusunun, hata edip ikaza muhatap olan ferdin iç dünyasıyla sınırlı kalmayıp, işin içine başka şahısların girmesi ve sürecin özeleştiriden çok bir eleştiri mekanizmasının dinamosu haline getirilmesidir. Bu Din, dünyada salâh, âhirette felâh için gönderilmiştir. Hiç kimse bir takım kavram ve olguları kullanarak, başkaları üzerinde mütehakkim bir dinî otorite tesisine kalkmamalı, kimse tabiri câizse manevî din polisliğine soyunmamalıdır. “Şöyle yaparsan tokat yersin” veya “tokat yedin” gibi dinî sahada racon kesmeyi andıran cümlelerle, elimizin altındaki insanlara istikamet kazandıracağımızı sanıyorsak, fena halde yanılıyoruz. Bilakis bu tür adı konulmamış baskılar, kişilerin bilinçaltlarında ve iç dünyalarında onulmaz hasarlar meydana getirebilmektedir. Her hareketinden şüphe eden, her zaman tedirgin, Cenâb-ı Hakk’ı sürekli kullarını cezalandırmaya teşne bir varlık olarak mülâhaza eden bir benliğin, dünyada salâh bulması epeyce zordur. Şefkat tokadı terkibini hayatlarımızda işleteceksek, ki tekraren söyleyelim, bu, kulun kendi iç dünyasıyla ilgili olan ve kendisinin de abartmaması gereken bir olgudur, işi Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle irtibatlandırmalı, şahsî hayatlarımızın dışına taşıyarak buradan yeni bir Demokles kılıcı türetmemeliyiz. Temmuz 11 Bayramın Ruhu Kurtuluşumuzdur Memduh ERGİN “Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; S üleymaniye’de Bayram Sabahı. Bir kısmını aldığımız bu şiir, Yahya Kemal’in bayram sabahını anlattığı çok güzel bir şiirdir. İstanbul’a âşık bir şairin bu şehrin en güzel eserinde, yani Süleymaniye Camisi’nde yaşadığı duyguları dile getirdiği müthiş eser. İki güzelliği bir arada bulunca coşmuş şair. Biri İstanbul, diğeri bayram. Bu şehir başka bir şehir. Başka bir havası, başka bir büyüsü var. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” İstanbul anlatılmaz, yaşanır. Hele bir de orda bayram sabahına uyanmak, bayramı yaşamak. İstanbul’da bayram sabahını yaşamak herkese nasip olmaz. Olanlarda inşallah kıymetini bilirler. Bilmek derken öyle kuru kuru olmaz. O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.” 12 Etrafına bakarken her şeyi yeniden hissetmelisin. Tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi tarih olmalısın. Bugün insanlar akın akın camiye koşarken asırlar öncesiyle de bağlantı kurmalısın. Onların ruhlarını hissetmelisin. Hisset ki bağlarımız kopmasın. Bugün bizim eksikliğimiz değil midir? Geçmişimizle bağlarımızı koparmamız. Geçmişten aldığımız güzellikleri gelecek nesillere aktaramamamız. Temmuz Evet, İstanbul’da bayram sabahını yaşamak güzel ama işte herkese nasip olmuyor ne yaparsın. Olsun ne gam. İstanbul’da olmayabilir ama kendi şehrimizde de bayram sabahına ulaşmanın tadı bir başkadır. Çünkü herkesin şehri kendine güzel. Nerede olursa olsun bayramları bayram havasında yaşamalı, hissetmeli ve özellikle de çocuklarımıza yaşatmalıyız. Gözlerimizi yumalım ve bir an hayal edelim. Sabah erkenden kalkmışız, abdestimizi almışız, varsa oğlumuzu yanımıza alıp camiye gitmişiz. Başka zamanlarda bu kadar dolmayan camilerin kalabalığının tadını çıkarıyoruz. Etrafı seyrediyoruz, uzun zamandan beridir görmediğimiz dostları kalabalıkların içinde arıyoruz. Tanıdık bir yüz görünce gülümseyerek selam veriyoruz. Namazdan çıkınca eşle dostla ayaküstü sohbetler edip bayramlaşıyoruz. Fırından çıkmış sıcak ekmeği alıp eve dönmüşüz. Hanımın kızın seni kapıda karşılamış gülümseyerek. İçeri girmişsiniz kahvaltı hazır. Oturmuyorsun sofraya. Önce eşinle çocuklarınla bayramlaşıyorsun. O sofraya bayramın verdiği huzurla oturmuşsun. Gülerek, eğlenerek kahvaltı yapıyorsunuz. Şimdi bayramlaşmanın en güzel anına gidiyoruz. Anne ve babalarımızla bayramlaşmaya. İlk işimiz bu olmalı. Onların yumuşacık ellerinden öpüp yüzlerini güldürmek. Onların hayır dualarını almak. Bayram bu işte. Issız evleri, şen şakrak gülüşlülerle bayram yerine çevirmek. Çocuk sesleri ile evin içini doldurmak. Bugün gam yok, kasavet yok. Bugün dertleri unutma ve unutturma günü. Etrafımızda bu güzellikleri yaşayamayanlar varsa onlar unutulmamalı. Çocuğumuzu alıp onların yanına gitmeli bayramlaşılmalıdır. Bir insanı mutlu etmenin güzelliğini çocuklarımıza yaşatmalıyız. Onlar bunu görsünler ki bir insanı mutlu etmenin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu anlasınlar. Böylece insan olmanın tadına varsınlar. Çocuklarımıza büyüdüklerinde nerde o eski bayramlar demenin hüznünü yaşatamazsak bunun sorumlusu bizleriz. Bugün öyle kişiler var ki onlar asla unutulmasın. Öksüzler yetimler hiç olmazsa bugün unutsunlar yetimliğini öksüzlüğünü. Herkes neşeyle bir Temmuz yana bir bu yana koşarken bir yerlerde köşelere sinmiş yetimlerin açısını neşeye çeviremiyorsak bugün insanlığımızdan utanmalıyız. İçinizden keşke, nerde o günler dediğinizi duyar gibiyim. Evet bugün bayramlar bayram gibi yaşanmıyor. Her şeylerimiz gibi bayramlarımız bile yozlaşmaya başladı. Bizi biz yapan kalelerimizi bir bir kaybediyoruz. Değerlerimizin özünü yitiriyor. Yapmacıklık ve şekilcilik özün yerini aldı. Gülüşlerimiz yapmacık, sarılmalarımız menfaat olmuş. Selam versek acaba ne isteyecek psikolojisindeyiz. Zihinler darmadağın, duygular darmadağın. Her şey dağınık. Bayram demek mutluluk demek, kardeşlik demek. Ne yazık kardeşler birbirini boğazlıyor. Olmasını düşünmek bile kötü, ama korkarım bayram günü bile namazda bir camide bombaların patlaması bile mümkün. Ne acı değil mi? Birbirimize sarılacağımız gün birbirimizin kanını istiyoruz. Diyeceksin biz Müslümanlara zulüm ediyorlar. Bizi kötü ve çirkin oyunlarla birbirimize düşürüyorlar. Doğrudur. Ama unutmayın bu ilk defa olmuyor. Dünya var olduğundan bu yana iyi ile kötü mücadele halindedir. Bizim çirkinlerden bir farkımız olmalıdır. Bize zulüm edenlere zulümle karşılık vermeyeceğiz. Onlar zulüm ettikçe bizler hak, adalet, sevgi diyeceğiz. Onları yenmenin yolu sevgidir. Bizler sevgiyi büyüteceğiz. Sevgi emek ister, özveri ister, sabır ister. Sabredeceğiz. Sakın mücadele etmeyeceğiz demiyorum. Elbette onlara meydanı boş bırakmayacağız. Bizim mücadelemiz bayramın ruhuna uygun olmalı. Kanın duracağı gün bayram ruhunu kavradığımız gündür. İslamiyet insana sevgiyi, saygıyı, merhameti, şefkati yani güzel olan şeyleri öğretir, yaşatır. Bayramlar bu duyguların zirve anıdır. Kötü ve çirkin olan her şeyin unutulduğu ve unutturulduğu güzel şeylerin hatırlanıldığı anlardır. Çirkin şeyleri unutalım ki mutlu olmasını bilelim. Müslüman huzurlu insandır. Tam anlamıyla yaşadığında akşam olup başını yastığa koyduğunda huzurlu uyuyabilen kişidir. Evet, her şeyi değiştiremeyebiliriz. Önemli olan bu yolda mücadele etmektir. Unutmayın ki hepimiz bir seferdeyiz. Kutlu bir seferde. 13 İnsani Kalkınma Olarak Ramazan Tecrübesi Prof.Dr. Bilal SAMBUR Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Ankara R lliği, e z ö i z erke enın m ı y a n ç ibad za u r a O m . a r R ıdı an olmas ı y a artınd ş ç ş e b oru el ’a ’ın tem m a l , Allah s i İ t e d ti, a ib i ve . Oruç r i d i ifemiz r z i a b v k lu lik an kul l o ı ş kardeş r n a ka l o e rşı e yerin ığa ka l t k n i a l s r i n i zu b r. ğumu u l u l adetti b i r i sorum b iğimiz getird 14 amazan ayı, İslam medeniyetinde özel bir ayı ifade etmektedir. Ramazan ayında insanlık, her açıdan kendisini yenilemektedir. Kişisel ve sosyal ilişkiler, Ramazan ayında yeni bir maneviyat ve ahlakla yeniden dizayn edilmektedir. Ramazan, insanın kendisini bedensel ve ruhsal olarak yeniden inşa ettiği bir dönemdir. Başka bir ifade ile her ramazan ayı, yıllık restorasyon periyodudur. Bu yıllık restorasyon periyodunun sosyo ekonomik sonuçları da yadsınamaz düzeydedir. Ramazan ayında restore edilen insanlıktır. Kişi Allah ve toplumla ve kâinatla olan ilişkisini yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Bu değerlendirme sonucunda kişi, ilişkilerinde aksayan ve yürümeyen farkına varmaktadır. İnsan, Allah’a kul olmayı ve insanlarla kardeş olmayı yeniden bir farkındalık kazanmaktadır. Başka bir ifade ile Ramazan ayında ilahi ve Temmuz insani olanı yeniden keşfetme tecrübesi gerçekleşmektedir. Kişinin ilahi ve insani olanı yeniden keşfetmesi takva dediğimiz insanın kendisin en yüksek düzeyde gerçekleştirmesinin önünü açmaktadır. Ramazan ayı, insanın takva düzeyinde kendisini gerçekleştirmesi için bir imkân sunmaktadır. Takva, insanın her açıdan gelişimini, olgunlaşmasını ve kalkınmasını ifade etmektedir. Kalkınmanın dindeki karşılığı takvadır. ilişkilerini geliştirme yerine, birbirlerini yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bugün kötülük kapıları sonuna kadar açık durumdadır. Kötülük kapılarının sonuna kadar açık olması, insani kalkınmayı engellemektedir. İnsani kalkınmanın olmadığı yerde ekonomik kalkınmadan bahsetmek imkânsızdır. İnsani çöküşe ve yok oluşa neden olmaktadır. İnsanın gerilemesi ve zayıflaması için bugün her türlü yol açık bulunmaktadır. Ramazan ayı, insanın hayat amacının farkına vardığı bir mevsimdir. Allah’a kulluk etmenin insanın var oluş gayesi olduğunun kavranması insana kendisine ve diğer varlıklara farklı bir bakış açısıyla bakmasına neden olmaktadır. İnsanın insana ve insan yapımı şeylere kul olamayacağının kavranması, insanı Allah’a kul olma bilinci çerçevesinde kendisini geliştirmesinin imkanını sağlamaktadır. Ramazan, insanı gerileten, zayıflatan ve çürüten yolları kapama ayıdır. Ramazan, kötülüğe giden yolların kapatılması, insanı iyiliğe ve refaha götüren imkânların ve kanalların açılması için insanlığa şu çağrıda bulunmaktadır: “Ramazan geldiğinde cennetin kapıları açılır, Cehennem’in kapıları kapanır, Şeytanlar zincirlere vurulur. Ey hayrı isteyen gel, ey şerri isteyen defol” Cennet, insanın refahını, kalkınmışlığını, mutluluğunu, özgürlüğünü ve adilliğini temsil etmektedir. Cehennem ise geriliği, çürümüşlüğü, çatışmayı, ihtilafı, fitneyi ve sapkınlığı ifade etmektedir. Dünya, bugün tam bir cehennem yerine dönmüş durumdadır. Dünyanın cehennem yeri olarak nitelenmesi, küresel düzeyde kötülük kapılarının her yerde açık olduğunu göstermektedir. Şeytan, dünyayı bir cehenneme dönüştürmek için küresel bir aktivason içindedir. Ramazan, şeytanın küresel aktivasyonuna karşı insanlığı Allah rızası için barışı, refahı ve adaleti gerçekleştirmeyi amaçlayan bir hayatı yaşamaya davet etmektedir. Kalkınma için insanın hayır işlerine yoğunlaşması, hayırda yarışması ve işbirliği yapması gerekmektedir. İnsanı gerileten şey, insanın şer amaçlar için ayrılığa düşmesi ve birbirini yok etmesidir. Kalkınma, insanı, eşyayı ve hayatı yeniden var etme, geliştirme ve zenginleştirme faaliyetidir. İnsan Allah’a karşı olan kulluk ve kalkınma görevini oruç ile yerine getirmekle sorumludur. Allah, orucu insanı geliştiren bir ibadet olarak insanlığa farz kılmıştır. Kur’an, orucun insanlığın sorumlu tutulduğu evrensel ibadet gerçeğini şu şekilde ifade etmektedir: “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara/183). Oruç, insanı, yozlaşmadan, sapkınlıklardan, çürümeden ve günahlardan koruyan büyük bir zırhtır. Ramazan ayını idrak ettiğimiz bugünlerde İslam ve insanlık dünyasının hayatı, cehalet, yoksulluk, zulüm, savaş, çatışma ve geri kalmışlıkla yok olmaktadır. Suriye, Libya, Irak ve Mısır bir ateş topuna dönmüş durumdadır. Ramazan ayında insanlar, ibadetleriyle Allah’ın ipine sarılıp insani Oruç, aynı zamanda insanlık ailesinin yaşadığı açlık ve fakirlik gibi zor şartları kendi hayatımızda direkt olarak yaşamamızı sağlamakta ve insanın halinden anlamamız için kavrayışımızı derinleştirmektedir. Temmuz 15 Ramazan ayının merkezi özelliği, oruç ayı olmasıdır. Oruç ibadeti, İslam’ın temel beş şartından biridir. Oruç ibadeti, Allah’a karşı olan kulluk vazifemizi ve insanlığa karşı olan kardeşlik sorumluluğumuzu birlikte yerine getirdiğimiz bir ibadettir. Oruç, Allah’a karşı kulluk yükümlülüğümüzü içinde hiçbir iki yüzlülük olmadan yerine getirmemize imkân sağlamaktadır. Oruç, aynı zamanda insanlık ailesinin yaşadığı açlık ve fakirlik gibi zor şartları kendi hayatımızda direkt olarak yaşamamızı sağlamakta ve insanın halinden anlamamız için kavrayışımızı derinleştirmektedir. Allah’a kulluk ve insanlık durumu hakkında derin bir kavrayışın geliştirilmesi, aynı zamanda kalkınmanın maddi ve manevi boyutlarıyla ele alınması gereken topyekun insani bir kalkınma şeklinde yeni bir idrak düzeyine varma yolu bize sonuna kadar açılmış olmaktadır. Ramazan ayı, her açıdan bir insani kalkınma mevsimi olduğu gibi, oruç ibadeti de insanın bedensel, ruhsal, bireysel ve sosyal kalkınmasını, gelişimini ve olgunlaşmasını amaçlayan bir kalkınma ibadetidir. Kalkınma ekonomisinden günümüzde çok söz edilmektedir. Ancak kalkınma ibadetinden hiç söz edilmemektedir. Kalkınma, sadece ekonomik bir olgu değildir. Kalkınma, ibadet, ahlak ve maneviyatla gerçekleşebilecek bir durumdur. Kalkınma iktisadı kadar kalkınma ibadetinin gündeme getirilmesi lazımdır. Ekonomik kalkınmanın önünde maneviyat ve ibadet engel değildir. Ramazan ve oruç olguları, ekonomik ve sosyal kalkınmanın manevi motorları ve dinamiklerdirler. Ramazan ve oruç, insanı şiddet, çatışma, cehalet, fakirlik ve atalet kötülüklerine karşı uyarmakta, insanın işbirliği, çalışma ve bilgiyle kendisini inşa etmesini gerekli kılmaktadır. Şiddetin, esaretin ve zulmün olduğu bir yerde medeni, manevi ve kalkınan nitelikte bir insani hayatı gelişmesi mümkün değildir. Medeni, manevi ve gelişen bir hayat için barış, adalet ve özgürlük mutlaka var olmalıdır. Ekonomik, teknolojik, bilimsel, felsefi, siyasal, akademik, sanatsal alanlar dahil olmak üzere insan hayatının hiçbir bölümünde kalkınma ve gelişmişlik tepeden gerçekleştirilemez, dışarıdan dayatılamaz ve zorla uygulanamaz. Kalkınma, bir mühendislik projesi değildir. Kalkınma, insan fıtratına uygun gerçekleşmelidir. Ramazan ve oruç, insanın fıtratını tanıyarak ona uygun şekilde bireysel ve toplumsal gelişim yollarının keşfedilmesini insana öğretmektedir. Kalkınma, fıtratla başlamaktadır. Ramazan ve oruç, kalkınma ve gelişmeyi insan fıtratı üzerine temellendirerek, onun insana dayatılan zoraki bir mühendislik projesi olarak bir zulüm ve baskı aracına dönüşmesinin önünü kapatmaktadır. Oruç ve ramazan olguları bize gelişmişlik ve geri kalmışlık kavramlarını nasıl anlamamız gerektiği konusunda da yol göstermektedir. Oruç ve ramazanın özünü, maddi varlığımızı manevi boyutumuzla ve aşkın hakikatle nasıl ilişkilendirdiğimiz oluşturmaktadır. Maddi olanı manevi olanla, insani ilahi olanla güçlü bir şekilde ilişkilendirebilecek bir bilinç ve takva düzeyine vardıysak bu ruhen ve entelektüel açıdan olgunlaştığımızı göstermektedir. Maddi ve manevi olan, insani ve ilahi olanı birbiriyle ilişkilendiremiyorsak ve aradaki bağlantıyı kuracak bir zihinsel farkında lığa ulaşamama durumu, bir geri kalmışlık ve yerinde sayma haline tekabül etmektedir. Kalkınma, madde ve mana arasında ilişkiyi kuracak ruhsal ve zihinsel seviye iken, Oruç ibadeti sayesinde şehevi, maddi ve bedensel ihtiyaçlarımızı kontrol altında tutmayı öğrendiğimiz gibi tüketimin ve maddiyatın kölesi olmaya direniyoruz. 16 Temmuz geri kalmışlık ise madde ve mana arasındaki ilişkiyi kurmaktan gafil olma halidir. Bahsi geçtiği gibi kalkınma büyümeden farklı olarak ayrıca toplumun iyiliğini de tanımlamaktadır. Ramazan ayı ile birlikte artan ekonomik aktiviteler dışında insanın kendini kulluk bilinci doğrultusunda yeniden inşa etme çabası toplumsal olarak daha yüksek normlara ulaşmasını sağlamaktadır. Böylece takva düzeyinin artmasıyla birlikte kalkınmada sağlanmaktadır. Çünkü takva, insanın her açıdan gelişimini, olgunlaşmasını ve dolayısıyla kalkınmasını ifade etmektedir. Ekonomik kalkınma toplumun refahını, büyüme ve piyasanın genişlemesini tarif etmektedir. Ekonomik kalkınma ekonominin genişlemesinin yanında refah düzeyini de kapsadığından kapsamı büyümeden farklıdır. Büyüme sadece üretim faktörlerinde ki artışın üretim hacmine yansımasıdır. Dolayısıyla büyüme bize kendi başına insani gelişmişliği yansıtmaz. Ramazan ile birlikte oluşan sosyalleşme, toplumu Öte yandan, oruç ve Ramazan, insanı sosyal, birbirine kenetleyen aktiviteler aynı zamanda ekonobireysel, ekonomik, kültürel ve manevi açılardan kalmik sonuçlar da doğurmaktadır. Bu dönemde sahur, kındırmayı amaçlayan manevi uygulamalardır. Maiftar, zekât ve fitre gibi ibadetler insanlanevi kalkınma stratejisinin reel politiği rı farklı dönemlere göre daha aktif oruç ve Ramazandır. İslam’ın Rakılmaktadır. Hulasa, iftar davetleri mazan ve oruç pratiği, insanı ve piyasaları olumlu yönde etkilerken, Oruç ibadeti sayehayatı inşa etmektedir. Maddiyazekâtın ramazan ayında verilme alıştı ve maneviyatı, uhrevi ve dünyevi sinde şehevi, maddi kanlığı ve tercihi yardımlaşmayı ve olanı, bireysel ve toplumsal olanı, dayanışmayı artırmaktadır. Bu ayda ve bedensel ihtiyaçlabilim ve dini, akıl ve vahyi birlikte kendini yeni bir maneviyat ve ahlak kapsayan İslam’ın ibadet anlayışının rımızı kontrol altında ile dizayn etme çabasında bulunan medeniyet inşa etmesinin arkasıntutmayı öğrendiğimiz insan verdiği zekâtla muhtaç olan daki temel anlayış İslam’ın bütünkesimin gelirini artırmaktadır. Zekât cülülüğüdür. İslam’da medeniyeti gibi tüketimin ve madkarşılıksız yapılan bir yardımdoğuran kaynak ibadettir. Ramazan diyatın kölesi olmaya dır. Ekonomiye giren bu gelir, medeniyeti dediğimiz olgunun artüketimi ve refah düzeyini direk direniyoruz. kasında oruç ibadeti vardır. İbadet, ilgilendirmektedir. Fitre uygulainsanı insanlığa yabancılaştıran masını da bu kapsama alabiliher türlü vahşetten, kötülükten, riz. Dolayısıyla Ramazan ayı ekonosapkınlıktan ve şerden uzak tutmik olarak bazı kesimlerde gelir artışına yol açmakta mayı amaçlamaktadır. Başka bir ifade ile ibadet, tüketim ve dolayısıyla üretim artmaktadır. Dayanış- insanı medeniyetle bütünleştirirken vahşetten uzakma ve sosyalleşme bu ayda çok yoğun olmaktadır. laştırmaktadır. İnsanı medeni, kâmil ve kalkınan Sosyalleşme ile ekonomi hayat bulmaktadır. Üretim şey, Allah’a kul olmamızı sağlayan sahih ibadetlerdir. Oruç ibadeti sayesinde şehevi, madgerçekleşmektedir ve büyüme gerçekleşmektedir. di ve bedensel ihtiyaçlarımızı kontrol altında tutmayı öğrendiğimiz gibi tüketimin ve maddiyatın kölesi olmaya direniyoruz. Tüketmek yerine üretmenin, atalet yerine çalışmanın insanın özelliği olduğunu anlıyoruz. Oruç ile iktisatta bulunmayı, az tüketmek ile toplumda yoksulları anlamayı ve zekât ve fitreyle yoksullara gelir sağlayarak toplumsal yozlaşmayı önlüyoruz. Oruç toplumun iyileşmesini ve gelişmesini sağlıyor. Oruç tüketim köleliği dediğimiz materyalizme kul olma yerine insanın, Allah’a kulluk bilinciyle kalkınmaya, gelişmeye, üretmeye, çalışmaya, yardımlaşmaya yönelmesi, insanı hem bu dünyada hem ebedi alemde mutlu ve müreffeh bir hayatı kazanmasına vesile olmaktadır. Temmuz 17 Dr. İhsan ŞENOCAK Kur’an Müdafaası Ümmet Kur’an-ı Kerim’e hem bugünün hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyi önce onda aradı. Okunduğu mekanlarda abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı Kerim’e ihtiramdan hazirun ayağa kalkardı. Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten haya ederdi. Namaz sonlarında hafızlar müezzinlikte Kur’an-ı Kerîm okurken, “sırtımız Allah’ın ayetlerine doğru olmasın.” diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap olanları tebrik, okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim merasimleri” ne köyden, kasabadan, kentten insanlar akın eder, “ihtifal-i Kur’an”lar şehrayine dönerdi. Harf ve Mana Her alim Kur’an-ı Kerîm’i ayrı bir cihetten incelerdi. Nahiv onu anlamak, belağat onun güzelliklerini ortaya çıkarmak, usûl “ahkam-ı fıkhıyye”yi murad-ı ilahi çerçevesinde istinbat etmek için telif edilmişti. Boşanan aynı zamanda da çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe uygun bir şekilde babaya ait olduğunu bildiren (Bakara: 233) ayet-i kerimenin “ibaresi”nden annenin nafakasının babaya ait olduğu, “ ”اﳌﻮﻟﻮد ﻟﻪdeki ihtisas ifade eden “ ”لharfinden de, çocuğun babaya mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla ait olduğu ve bunun “nassın işareti”nden anlaşıldığı söylendi (bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u Muhtasari’l-Menar, 99). Müfessirler, usulcüler, fakihler Allah kelamı olan Kur’an’ın harflerine de, hayatlarına dair hükümler çıkarılacak esaslar olarak baktı. Kelimat-ı Kur’an gibi, huruf-u Kur’an da inşaya, inkişafa vasıta oldu. Bazen bir müçtehit tek bir ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok hüküm çıkardı. Tefsirlerde, kıraat ederken nerede durmak gerektiğine, vakıfta, vasılda mananın nasıl olduğuna işaret edildi(bk. Nesefî, Medârik, II, 654). Muhteva itibariyle, ـني ِ ْ ﺗ َﻨﺰِﻳـ ٌـﻞ ﱢﻣ ـ ْﻦ َﺣ ِﻜﻴــﻢٍ َﺣ ِﻤﻴـ ٍـﺪ َﻻ ﻳَﺄْﺗِﻴ ـ ِﻪ اﻟْ َﺒ ِﺎﻃـ ُـﻞ ِﻣــﻦ ﺑَـ “ ﻳَ َﺪﻳْـ ِﻪ َو َﻻ ِﻣـ ْﻦ َﺧﻠْ ِﻔـ ِﻪOna önünden de ardından da batıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan 18 indirilmiştir.”(Fussilet, 42) kıymetinde olması onu hem bütün kitaplardan ayırdı, hem de rasih alimler gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede büyüttü. Okunmasına ihtifalle başlandı, ezberlenmesi, tefsiri, yaşanması şehr-i ayin tadında oldu. Ondört Asırdır Kapanmayan Ofis: Kur’an Düşmanları “Ar-ge”si Kur’an-ı Kerim’in ümmet için rükn-u şedîd olması, onun sarsılmasıyla İslam binasının çökeceğinin vehmedilmesi saldırıların öncelikle ona yönelmesine yol açtı. “Kur’an muarızları” yeryüzünün en uzun ömürlü “ar-ge”si olarak çalıştı. Bir proje elinde kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu olmazsa, diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti. Kur’an-ı Kerim’in talimatları, BM’ye ait bir karar gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil, yüreklerin inkıyadıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim güçleriyle hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak çıktı Kur’an. Diliyle “uydurma” diyenler, yürekleriyle ona iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri gizli gizli Allah Rasulü’nün Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz benzerini, o olmazsa on suresinin, o da olmazsa bir suresinin mislini getirin !” diye meydan okudu Kur’an. Şairler sustu, Mekke sustu. Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak istedi, yeni bir umutla Allah’tan başka nisbeler arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül edildi, kalem ve kelam kifayet etmeyince kılıçlar kuşandı, Kur’an’ı susturmak için savaştı Mekke. Savaştı ve kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden Kur’an’ın yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti. Gün geldi, kalbiyle teslim olup, diliyle direnenler de onun karşısında diz çöküp iman etti. Hiçbir asır ne Ebu Cehilsiz ne de cahiliyyesiz kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde Kur’an’a saldırlar hep devam etti. İbn Kuteybe (v. 276) “Te’vil-u Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillani, (v. 403) “İ’cazu’l- Temmuz Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbar (v. 415) Tenzihu’lKur’an ani’l-Metain’i Ebu Cehil saldırılarını bertaraf etmek için yazdı. Her biri zındıkların saldırılara karşı Kur’an müdafaası yaptı. Zemahşeri, Razi, Beydavi, Nesefi’nin nahvi tahlillere sıklıkla yer vermesi, İ’rabu’lKur’an’la alakalı telif edilen eserler de أَﻓَــﻼَ ﻳَﺘَ َﺪﺑﱠــ ُﺮو َن اﻟْﻘُــ ْﺮآ َن ِ ْ “ َوﻟَـ ْﻮ ﻛَﺎ َن ِﻣـ ْﻦ ِﻋﻨـ ِـﺪ َﻏـEğer o Kur’an, ً ـري اﻟﻠّـ ِﻪ ﻟَ َﻮ َﺟـﺪُوا ْ ِﻓﻴـ ِﻪ ا ْﺧ ِﺘﻼَﻓـﺎً ﻛَ ِﺜـريا Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa:82) ayetini tasdik sürecinde kaleme alındı. Ne var ki Kur’an’a saldırılar durmadı ya yeni yeni şüpheler üretildi ya da eski marazlar arşivden çıkarıldı. Geçen asırda Batı Müslümanlar karşısında siyasi, iktisadi bir zafer kazanmasına rağmen iman cephesinde mücadeleyi kaybetti. On üç asırlık mücadelede Nasranilik tevhid dini İslam karşısında büyük bir hezimet yaşadı. Rahbaniliği savunan kilise, rabbanilik diyen, “din ve dünya”yı bir bütün gören İslam’a Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri bırakmak zorunda kaldı. Batı böyle bir dinle siyaseten istila ettiği bölgelerde insanları İslam’dan koparıp, Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm Kur’an-ı Kerim ve İslam etrafında şüpheler oluşturarak Müslümanların tesanüdünü, Kur’an’a ittibalarını koparmaya çalıştı. Kur’an Etrafında Oluşturulan Şüpheler Kilise, defalarca tahrif ettiği İncil’i, insanların İslam’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse aradığınız, bizde de var.” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp, doğrudan alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın İslam hakkında ki sloganik ifadelerini/iftiralarını İslam dünyasında yaymak için yeniden organize oldu. Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Özellikle Batı kentlerinde lisans, yüksek lisans eğitimi gören gençlere İslam’ı kendi penceresinden anlatarak yerli oryantalizmin önünü açtı. İslam dünyasında Kur’an’ı uydurma, sahabeyi barbar, Müslümanları vahşi bir uygarlığın çocukları olarak gören bir güruh oluşturdu. Oryantalistler, ibare ve ifadesinde tekrar, geçmiş zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi kullanma, müfred yerinde “cem”i, müennes/dişil yerinde müzekker isim zikretme gibi hatalar(!) içeren Kur’an’ın ilahi olmasının iddiadan öte bir anlam Temmuz taşımadığını söyledi. Bu nokta da pek çok oryantalist Kur’an’ı Allah’tan başkasına nisbet eden, “Kur’an’ın kaynakları” üst başlığında toplanabilecek eserler kaleme aldı (bk. Muhammed Hüseyin, elMusteşrikûn ve’d-Dirasatu’l-Kur’aniyye, s.120 ,118). Tarihi süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı olan oryantalist tahrif hareketleri muasır alimlerin reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi. “Ben de Sizdenim” Konuşmaları Batılılar işgalci kimliklerinden mütevellid nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen anlamda tesir edemeyince, Müslümanlarla İslam arasındaki irtibatsızlığı yerli oryantalizme havale etti. Onlar da “Siyasi istikrarsızlığa son vermek, ümmeti istiladan ve geri kalmışlıktan kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü açmak” gibi içerden bir dil kullanarak, hamasi konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki konumları ve ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve bekasına memur olanlar, millet huzurunda işgal karşıtı konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu durum tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası modernistleri reddeden Müslüman halka kesildi. Millet, ifadelerin “halavetin”den kahramanın hakikisiyle sahtesini bir birinden ayırt edemedi. Öğrencilerin İmanını Sarsan Bir İlahiyatçı: Mustafa Öztürk Oryantalizm’in Kur’an’la alakalı iftiralarını aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala zerre kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz bir üslupla yapan maalesef ki Mustafa Öztürk gibi ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim olanı ise Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını) hakemli dergilerde yayınlamış olması. Buna göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır.” diyen oryantalist Rudi Paret’i destekleyen başka akademisyenler de var demektir. Öztürk’ün Kur’an’la alakalı kitaplarını okuyan birkaç öğrenci imanlarının büyük bir 19 sarsıntı içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün iddia ettiği gibi Kur’an, Ahdi Atik’ten iktibas edildiyse niçin aslıyla değil de kopyasıyla amel etmeye teşvik edildiklerini sordu. Öğrencilerin imanlarını sarsan Öztürk’ün biri, diğerinden iktibas olan kitaplarındaki “Kur’an’da lahn/hata” olduğunu iddia ettiği ifadeleri şu şekilde: 1.Öztürk›ün Kur’an’da Hata Var İddiası “Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn (hata) tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/ nesir kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme edilen َو َﻣ َﻌــﺎر َِج َﻋﻠَ ْﻴ َﻬــﺎ ﻳَﻈْ َﻬ ـ ُﺮو َنve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf 33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet sonuna aleyhâ yezharûn (üzerine çıktıkları/ çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi hususiyetler de mevcuttur.” (Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, 16-15). Biz bu yazıda Mustafa Öztürk’ün Kur’an’da –haşalahn/hata olarak nitelediği yukarıda ki hususlara birer örnek vererek Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etmeye çalışacağız. Kur’an’da Gereksiz İfade Var mı? Kur’an’ın bir faydadan dolayı anlamı lafız ziyadesiyle ifade etmesi, demek olan itnab, Öztürk’ün iddia ettiği gibi bir hata değil, edebi bir özelliktir. Eğer fazladan bir lafız kullanmak bir 20 amaca mebni değilse buna “tatvil/uzatma” denir (Bekri Şeyh Emin, el-Belâğatu’l-Arabiyye, II, Beyrut, 184 ,2004). Faydanın çeşidine göre ise “ıtnab” farklı kısımlara ayrılır. Bunlardan bir tanesi, has olan ifadenin üstünlüğünü ifade edebilmek için “amm” olan bir lafızdan sonra “hâs” ifade tekrar edilir. ﺗ َ َﻨــ ﱠﺰ ُل وح ُ “ اﻟْ َﻤ َﻼﺋِ َﻜـ ُﺔ َواﻟـ ﱡﺮMelekler ve Ruh yere iner.” (Kadr: 4) ayetinde tanımları aynı olan fertlerin tamamını içine alan “amm” bir ifadeden sonra “ اﻟْ َﻤ َﻼﺋِﻜَــﺔel-Melaike” yine bir melek olan Cebrail’in وح ُ “ اﻟ ﱡﺮer-Ruh”u şeklinde ayrı bir kelimeyle gelmesi, ذﻛﺮ اﻟﺨﺎص ﺑﻌﺪ اﻟﻌﺎم/zikru’l-hassı ba’de’l-amm” nevinden bir “ıtnab”tır ve Cebrail’in diğer meleklere rüchaniyetini belirtmeye matuftur (Itnab çeşitleri için bkz, el-Belağatu’l-Vadıha, 251). Ne var ki Öztürk, Kur’an’ın “i’caz”ının bir hususiyeti olan “ıtnab”ı Kur’an’daki hata ve sorunlu ibarelerden biri olarak zikretmektedir. Ashab-ı Kehf Ayetinde Hata mı Var?! Öztürk de oryantalistler gibi Kur’an’ı itibarsızlaştırmak için onda, bir faydaya bağlı olmayan uzatmaların olduğunu iddia etmektedir. Nitekim oryantalistler Ashab-ı Kehf’in mağarada kalış süresini kıymetlendiren ًــﻼثَ ِﻣﺌَــ ٍﺔ ِﺳــ ِﻨ َني َوا ْزدَادُوا ﺗِ ْﺴــﻌﺎ َ َ “ َوﻟَ ِﺒﺜُــﻮا ِﰲ ﻛَ ْﻬ ِﻔﻬِــ ْﻢ ﺛـOnlar mağaralarında üç yüz yıl kalmışlar ve dokuz yılda buna ilave etmişlerdir.” (Kehf: 25) mealindeki ayetin ــﻼثَ ِﻣﺌَــ ٍﺔ ِﺳــ ِﻨ َني َوا ْزدَادُوا ﺗِ ْﺴــﻌﺎ َ َ ﺛـ َ َ ﺛـyerine َــﻼث ِﻣﺌَــ ٍﺔ وﺗﺴــﻊ ِﺳــ ِﻨ َنيşeklinde olması gerektiğini ileri sürdüler. Güneş takvimine göre bir yıl 365, kamerî takvime göre ise 354 gündür. İkisi arasında 11 günlük bir zaman farkı vardır. 33 yıllık bir güneş takviminden, kameri takvime göre 1 tam yıllık fark ortaya çıkmakta, bu durum üç yüzyıl üzerinden hesap edildiğinde ise iki takvim arasında 9 yıllık bir farka tekabül etmektedir. Buna göre Kur’an-ı Kerim üç yüz ve dokuz sayılarını ayrı zikrederek birinci de şemsi takvime göre Ashab-ı Kehf’in mağarada üç yüz yıl kaldığını söyleyen Hristiyan kaynaklarına işaret etmekte, dokuz ilavesi ile Arab’ın bildiği fakat Kur’an-ı Kerim’in nüzul zamanında henüz yazılı olarak kullanılmayan kamerî takvimi esas almakta, buna göre de mağarada kalış üç yüz dokuz yıla denk düşmektedir(bkz İbn Âşûr, etTahrîr-u ve’t-Tenvîr, VII, 301). Oryantalistlerin iftiralarını “hüccet” kabul eden Öztürk’ün onların ağzıyla Kur’an’a yakıştırdığı hatalar Temmuz gerçekte ise okuma-yazma bilmeyen(A’raf: 8-157), ne Tevrat’ı, ne de İncil’i görmeyen bir Peygamber’e inen kitapta olması hasebiyle ilahi bir mucizedir. Kur’an-ı Kerim’de Tekrar Öztürk, i’cazı ile Arab’ın en büyük ediplerini ilzam eden Allah Kelamı etrafında şüpheler oluşturmak için, Kur’an’daki tekrarları hata bağlamında zikrediyor. Oysa Arap edebiyatına vakıf olanlar, hem ayetlerin i’cazına hem de Kur’an’ın tertibine hayran olur, bundan mahrum olanlar ise onda sadece kelimeleri ve onların oluşturdukları suretleri görür. Edebi ve dini gayeye mebni olarak zikredilen, bazen cümle tamam olduktan sonra gelen ve verdiği mana itibariyle de tekrar edilmemesi halinde ya manada ya da ibarede bozukluk olacağını izhar eden tekrarların hikmeti ancak Kur’ani bir zevke vakıf olan Rabbani alimlerde ortaya çıkar. Bir çiçeğin arıda bala diğer hayvanlarda ise necasete dönüşmesi gibi derin bir Arapça’ya vakıf olanların nezdinde tekrarlar imanın güçlenmesine vesile olur. Bu yüzden saf bir Arapçaya vakıf olan sahabede tekrar, imana vesile olurken, Mustafa Öztürk gibi mübtediler nazarında “hata” olarak addedilmektedir. Kur’an’da ki tekrarların işlevini şu iki sure bağlamında mülahaza edelim: “Allah Teala Rahman Suresi’nin ikinci ayetinde Rahman’ın Kur’an’ı öğrettiğini َﻋﻠﱠــ َﻢ اﻟْﻘُــ ْﺮآ َن, üçüncü ayette ise insanı yarattığını ِﻧﺴــﺎ َن َ َﺧﻠkelamıyla ifade َ َــﻖ ْاﻹ eder. Kur’an’ı öğretmeyi, insanı yaratmadan önce zikrederek, kulun bu Kur’an’ı öğrenmek ve ona göre yaşamak için yaratıldığına işaret eder. Surenin baş tarafındaki 12 ayetle sureye bir mukaddime yapar; Allah’ın aleme bir mizan koyduğunu bildirir. Farklı vurgularla “mizan” kelimesini üç defa tekrar ederek inse ve cinne pek çok nimetin hatırlatılacağı ve her biri müstakil bir mevzu bağlamında ele alınacak tekrarlara alıştırır. Nasıl ki her ders, her mesai, her ameliye benzer ifadelerle başlar ve biter. Kur’an da insan için hayati derecede önem arz eden her bir nimeti müstakil bir mevzu bağlamında değerlendirir ve her birinin sonunda ins ve cinne, ِ“ ﻓَ ِﺒ ـﺄَ ﱢي َآﻻء َرﺑﱢ ُﻜـ َـام ﺗ ُ َﻜ ﱢﺬﺑَــﺎنRabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorar. Mürselat suresinde on yerde tekrar edilen َوﻳْ ٌﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ “ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬﺑِــ َنيVay haline o gün yalanlayanların” ayetinde Temmuz Allah Teala on farklı mevzudan bahseder ve her birini müstakil bir konu olarak arz eder. ـﺖ ْ ﻓَـ ِﺈذَا اﻟ ﱡﻨ ُﺠــﻮ ُم ﻃُ ِﻤ َﺴـ Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman (Mürselat:8) diye başlayan ve “ َوﻳْـ ٌـﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌـ ٍـﺬ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬ ِﺑ ـ َنيVay haline o gün yalanlayanların”(Murselat: 15) ayetiyle biten birinci bölüm kıyametten, 16. ve 19. ayetlerden oluşan ikinci bölüm ise önceki milletlerin yok olmaları yanında, Allah’ın hakikati yalanlayanlara karşı değişmez kanunlarının olduğunu bildirir. 20. ve 24. ayetlerden oluşan üçüncü bölüm yaratılıştan ve bunun ilham ettiği takdir ve tedbirlerden bahsediyor(diğer bölümlerin değerlendirmesi için bkz. Seyyid Kutup, Fi Zilali’l-Kur’an, VI, 90-3789). Allah Teala yaratılışın kodlarını unuttuğundan kendini kaybeden insanı sure içerisinde esasta birbirine bağlı, detayda farklı konularda ibret yolculuklarına çıkarır ve her yolculuğun nihayetinde “ َوﻳْـ ٌـﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌـ ٍـﺬ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬ ِﺑ َنيVay haline o gün yalanlayanların” ayetini zikrederek seyahati sonlandırır. Suredeki her bir yolculuğun sonunda, insana Ahiret hatırlatılır, bir uyarı cümlesiyle ona “eşyayı gerçek şekliyle düşün”, denir. Tıpkı yolun ortasına yığılan bir sarhoşu polisin kaldırıp, “niçin eşyanın hakikatini yalanlarcasına, araçlara ait olan bu yolu yatak olarak kullanıyorsun şeklinde uyarması gibi. Sarhoş başka bir sokağa girip, öncekinde olduğu gibi yatarsa polis onu kaldırır ve aynı cümleyle ikaz eder. Allah Telala da dünyaya dalan bu dalışıyla yaratılış amacını unutan insana “kendine gel” der. Geçmiş zaman/Mazi Fiil Yerinde Muzari Fiil Kullanmak Kur’ani bir Hata mı? Oryantalistler Kur’an’ın mazi fiil yerinde muzariyi kullandığını, böyle bir kitabın “i’caz”ından söz edilemeyeceğini iddia ederek Müslüman zihinleri iğva etmektedirler. Oryantalistlerin işaret ettiği ayetlerin manalarını idrak etmekten mahrum Öztürk gibi mustağribler de oryantalist etkiyle Kur’an’ın mazi (geçmiş zaman fiili) yerinde, muzari (şimdiki zaman fiili) kullanmasının hata olduğunu iddia etmektedirler. Oryantalistlerin iddialarına mesnet teşkil ettikleri bir ayeti tahlil ederek mevcut halin bir lahin mi olduğunu yoksa Kur’an’ın “i’caz”ına mı delalet ettiğini görelim: 21 Hz. İbrahim’in oğlu İsmail اﻟﺴ ْﻌ َﻲ “ ﻓَﻠ ﱠَام ﺑَﻠَ َﻎ َﻣ َﻌ ُﻪ ﱠBabasıyla َ ﻗَـ birlikte yürüyüp gezecek çağa gelince, ـﻲ ـﺎل ﻳَــﺎ ﺑُ َﻨـ ﱠ َ َ َ ‘ إِ ﱢين أ َرى ِﰲ اﻟْ َﻤ َﻨــﺎمِ أ ﱢين أ ْذﺑَ ُﺤـ َـﻚ ﻓَﺎﻧﻈُ ْﺮ َﻣﺎذَا ﺗ َ َﺮىYavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin’, dedi(Saffat:102). Kur’an’ın hasımları masum insanların imanlarıyla oynamak için ayette geçen أَ َرى “era/görüyorum” fiili yerinde “ راﻳــﺖreaytü/gördüm”, ــﺢ ُ َ“ أَ ْذﺑezbahu/boğazlıyorum” fiili yerinde de ذﺑﺤــﺖ “zebahtu/boğazladım” fiillerinin olması gerektiğini iddia etmektedir. Fiili muzari teceddüd ifade ettiğinden bu kıssada, bir hadisenin olup bitiğini izah etmek için kullanılan fiili maziden daha uygundur. Zira Hz. İbrahim bu rüyayı birkaç defa görmüştür. Nitekim konu ile alakalı Kurtubî şunları nakletmektedir: “Hz. İbrahim terviye gecesi sanki ‘Allah oğlunu kurban etmeni emrediyor.’ diyen birini gördü. Sabah olunca kendi kendine, “Acaba bu rüya Allah’tan mı, yoksa Şeytan’dan mı?” diye düşündü. İkinci gece aynı şekilde rüyayı yine gördü. Sabah olduğunda anladı ki bu rüya Allah’tandır. Bu yüzden bugüne, “Yevm-u Arafa” dendi. Üçüncü gece benzer rüyayı yine gördü, bu defa onu kurban etmeye karar verdi. Bu yüzden bu güne “yevmu’nnahr” dendi(Kurtubi, el-Cami’u li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, VI, 68). Hz. İbrahim mazi fiil yerinde “era, ezbahuke/görüyorum, kesiyorum” şeklindeki muzari fiilleri kullanarak, rüyanın bir defaya mahsus bir görme olmadığını, geçmişte gördüğünü, an itibariyle de görüldüğünü, yarın da görme ihtimalinin yüksek olduğunu bildirdi. Bunun için “görüyorum” ifadesini kullandı. Tıpkı bunun gibi sürekli midesi ağrıyan kişi de, “midem ağırdı.” yerine “ağırıyor” şeklinde şimdiki zaman kipini kullanır. Kur’an-ı Kerim mazi fiil yerinde muzari kullanarak insanları Kur’an’ın içine çeker, nükteleri kavramalarına yardımcı olur. Olayı gözler önünde yaşanıyor gibi anlatır. Görüldüğü gibi Öztürk’ün hata olarak gördüğü mazi fiil yerinde muzari kullanmak oryantalistlerin ve talebelerinin idrakini aşan Kur’an’a mahsus yüksek bir anlatımdır. Kur’an Niçin Tekil Yerinde Çoğul Kullanır? Oryantalistler Kur’an’ın zamirler arasında mutabakata riayet etmediğini, bazen cemi/çoğul 22 zamiri müfred bir merciye gönderdiğini ya da tersi bir uygulama yaptığını, bunların da ibare hataları olduğunu iddia etmektedirler. Önce zındıklar tarafından dile getirilen fakat ulemanın kaleme aldığı reddiyelerde, “Bu tür meseleler Kur’an’da hata olduğuna değil, onun i’cazına işaret eder.” denilerek tafsil ve tasfiye edildi. Bu süreçte, Kur’an’ın derin nükteleri de ortaya çıktı. Ne var ki Öztürk reddiyeler karşısında çürüyen iddialarda şimdi kendisine kariyer arıyor. ـﺐ اﻟﻠّـ ُﻪ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِﻫـ ْﻢ َ َﻣﺜَﻠُ ُﻬـ ْﻢ ﻛَ َﻤﺜَــﻞِ اﻟﱠـ ِـﺬي ْاﺳـﺘَ ْﻮﻗَ َﺪ ﻧَــﺎرا ً ﻓَﻠَـ ﱠـام أَﺿَ ــﺎءتْ َﻣــﺎ َﺣ ْﻮﻟَـ ُﻪ َذ َﻫـ ـﴫو َن ُ ِ “ َوﺗ َ َﺮﻛَ ُﻬـ ْﻢ ِﰲ ﻇُﻠُـ َـام ٍت ﻻﱠ ﻳُﺒْـOnların (münafıkların) misali, karanlık gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara: 17) ayetinde “ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِﻫــ ْﻢbinûrihim/onların nuru” terkibindeki “ ِﻫــ ْﻢ/ ِ ” اﻟye onlar” zamiri lafız itibariyle tekil olan “ﱠــﺬي dönüyor ki, oryantalistlere göre müfred olan “ اﻟﱠـ ِـﺬيellezî”den dolayı ayet “ـﺐ اﻟﻠّـ ُﻪ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِه َ َذ َﻫـzehebellahu ِ ” اﻟismi bi nûrihi” şeklinde olmalı ya da “ﱠــﺬي mevsulü sıla cümlesiyle birlikte “َﻣﺜَﻠُ ُﻬــ ْﻢ ﻛَ َﻤﺜَــﻞِ اﻟ ِﱠﺬﻳــﻦ ً ْاﺳﺘَ ْﻮﻗَﺪُوا ﻧَﺎراmeseluhum kemeseli’llezîne’stevkadû nâran” şeklinde “cem”i gelmeliydi. Allah Teala Bakara Suresi’nde münafıkların sıfatlarını saydıktan sonra onların imanlarını küfürle değiştirme hallerini şiddetli karanlık bir gecede ateş yakan, çevresi aydınlanıp ateşin ışığından ve sıcaklığından istifade etmeye başlayan, tam bu esnada ışığı sönen, karanlığa gömülen, çevresindeki bütün herkesin hareketsiz kaldığı bir adama (ya da topluluğa) benzetiyor. Zamirin niteliği itibariyle kendi gibi müzekker ya da müennes bir isme ya da nicelik olarak müfred, tesniye ya da cemi bir merciye dönmesini dikkate alanlar, bu olmayınca “Kur’an’da hata bulduk” diye yaygara çıkaranlar Allah’ın Kelamındaki i’caz”ı idrak etmekten mahrum mübtedilerdir. Müfessirler mezkür ayeti aşağıdaki şekilde tahlil ettiler: “ellezî” lafız itibariyle müfred, İsmi mevsullerin “amm” lafızlardan olması cihetiyle de mana yönünden cem’i kabul edilir. Dolayısıyla zamir müfred olduğunda “ellezî”nin lafzına cem’i olduğunda ise manasına döner. Temmuz Ateşi yakan kişi tek, ısınan ve aydınlananlar ise çok olduğundan Allah Teala ismi mevsul olan “ellezî”yi “müfred” getirerek, “Ateşi yakan”ın bir kişi olduğunu beyan etmiştir. Ayette münafıklar (müşebbeh), karanlıkta ateş yakan adama benzetiliyor, Allah Teala da “binûrihim” deki zamiri “hum” şeklinde cemi getirerek doğrudan imanları sönen münafıklara gönderiyor. Zamir müfred olan “ellezi”ye değil de, münafıklara gittiğinden mutabakat problemi söz konusu olmuyor. Ayette münafıkların bizzat kendileri ateş yakan adama değil, onların halleri ateş yakan adamın hikayesine benzetilmektedir. Benzer şekilde Cuma suresinde de َﻣﺜَـ ُـﻞ اﻟ ِﱠﺬﻳـ َﻦ ُﺣ ﱢﻤﻠُــﻮا اﻟﺘﱠـ ْﻮ َرا َة ﺛُـ ﱠﻢ ﻟَـ ْﻢ ﻳَ ْﺤ ِﻤﻠُﻮﻫَﺎ ﻛَ َﻤﺜَﻞِ اﻟ ِْﺤـ َـام ِر ﻳَ ْﺤ ِﻤ ُﻞ ً “ أَ ْﺳــﻔَﺎراKendilerine Tevrat yükletilen sonra da onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir. (Cuma: 5) denilerek, Tevrat’la amel etmeyen Yahudiler (çoğul) kitap taşıyan eşeğe (tekil) benzetilmiştir. “ ” اﻟ ِﱠﺬيçoğul anlama delalet eden “cem’” gibi lafzı müfred, manası cem olan bir “mevsufun” sıfatıdır. Sıfat olan “ellezi” mevsufuna delalet ettiğinden, mevsuf hazfedilmiş sadece sıfat kalmıştır. “Hata var” diye iftira edilen ayette münafıkların imanlarından istifade edememe hallerinin gece karanlığında ateş yakan adama benzetilmesi, “müşebbeh”le, “müşebbehun bih”in irtibatını o derece tesis etmiştir ki “müşebbehun bih”deki zamir doğrudan “müşebbeh” olan münafıklara dönmüştür. Manayı bozmadan, ifadeye rekaket düşürmeden bunu yapabilmek ise ancak Allah Teala’ya mahsus bir durumdur. Allah-u Ekber ve lillahilhamd. Kur’an Niçin Müzekker/Eril, Yerinde Müennes/Dişil Kullanır? Oryantalistler, Kur’an-ı Kerim’de müzekker/eril yerinde müennes/dişil kelimeler kullanıldığını iddia etmekte, Öztürk de Kur’an’da ki hatalar(!) bağlamında bu hususu zikretmektedir. Nitekim Kur’an düşmanları َ “ ﺗِﻠ/Tam on gün”(Bakara: 196) ayetinde ــﴩ ٌة ﻛَﺎ ِﻣﻠَــ ٌﺔ َ َ ْــﻚ َﻋ müzekker-müennes uyumuna riayet edilmediğini iddia etmektedir. Temmuz Başlangıç düzeyinde bir Arapça’sı olanlar üçten ona kadar sayıların, madûdları/temyizleriyle bir birine zıt olduklarını, dolaysıyla müennes bir sayının madudunun müzekker olduğunu bilir. Bu malumat çerçevesinde yukarıdaki ayeti okuyanlar “kamile” kelimesiyle “aşere” kelimeleri arasında uyum olmadığını bunun da hata olduğunu iddia etmektedirler. Yani mesele Kur’an’dan değil onu anlayamayan sığ idrakten mütevellittir. Temettu haccına niyet eden fakat kurban kesemeyen bir hacı adayı üç günü hac mevsiminde Harem’de, yedi günü de döndüğünde olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Bu hususu anlatan ayeti kerimede ٍ “ ف/Üç gün oruç” önceden geçtiğinden dolayı devamda “eyyam” kelimesi bir َ ﺗِﻠşeklinde nazil daha zikredilmez ve ayet ــﴩ ٌة ﻛَﺎ ِﻣﻠَــ ٌﺔ َ َ ْــﻚ َﻋ olur. Yani “madud” olan “eyyam” kelimesi Kur’an’ın az kelimeyle çok şey anlatmasının bir özelliği olarak tekrar zikredilmez. Ayrıca “sıyam” kelimesini duyan herkes de bunun güne mahsus bir ibadet olduğunu anlar. Nitekim bahse medar olan konu da da “kâmiletun” kelimesi “temyiz” değil, “aşere” kelimesinin sıfatıdır. Madud ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “eyyam” kelimesidir. “Kâmile” kelimesinin temyiz olduğunu iddia edenler ise ya “madudun” “kamilât” şeklinde cemi ve izafet halinde gelmesi gerektiğini bilmiyorlar ya da Öztürk gibi Arapça alt yapısı olmayanları yanlış bilgilendirip “Kur’an’da hata var” derekesine çekebilmek için bunu kasıtlı yapıyorlar. Meselenin kurgu safhasının oryantalizme ait olması dikkate alındığında tek bir ihtimal kalmaktadır ki o da oryantalistlerin bunu bir plan dahilinde kasıtlı olarak yaptıklarıdır. Öztürk, oryantalizmin kitapları yerine tefsirlere baksaydı bu ve benzeri yerlerde hata değil, i’caz-ı Kur’an-ı görecek ve yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar “Ne büyüksün Ya Rabbi!” diye bağıracaktı. Oryantalizmin imanlarını sarstığı muzdaripler kudemanın eserlerine dönerlerse Kur’an muarızlarından hata olarak duydukları her meselede meani, beyan, bedi ilimlerinin alanına giren pekçok incelikler olduğuna tanık olacaklar. 2.Müslüman Allah Teala İle Alay Eder Mi?! Kur’an-ı Kerim bütün hamd şekillerini içine alan bir çapta “elhamdü” ifadesi ile başlar. Müslüman, 23 “Rabbine hamdederek Onu tesbih et”(Nasr:3) emrine muhatap olup; “tesbih” ile Rabbinin şanının yüce olduğunu ilan eder, Onu bütün noksanlıklardan tenzih eder. “Hamd” ile ne kadar kemal varsa Ona ait olduğunu ilan eder. Allah Rasulü de her hayırlı ameliyeye “hamd” ile başlayarak Allah’ı tazim etmeyi telkin etti. Kur’an’ın gölgesinde neş u nema bulan Müslüman da, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta, ders anlatışta, makale yazışta hep hamd suretinde olur, bu haliyle kafirden, müşrikten, münafıktan ayrılır. Ne var ki millet evlatlarına bunları anlatmakla memur olan Öztürk, Allah Teala ile alakalı sarfettiği ifadelerle adeta Kur’an’la savaşmakta, Allah ile alay etmektedir. İşte buyrun noktasına, virgülüne dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru: “Allah’ın Mekke döneminde diğer tanrılarla didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine “Sizin dininiz/inancınız size, benim dinim/ inancım bana!” demesini tembihliyor, böylece konjoktüre uygun konuşuyordu.” (Öztürk, Kıssaların Dili, 55). “Ahiret inancına sıkça vurgu yapması, sevgiyi çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet tanrısı gibi görünen Allah, müminlerin Medine’ye göç etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye başladı.(…) “Medine’ye hicretten sonra Tanrı Hicaz’da yalnız benim sözüm geçinceye dek “kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!” fermanını saldı ve bu ferman uyarınca müminler vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.” “Hülasa kendini “âlemlerin rabbi” olarak tanıtan Allah gerektiğinde sosyal çevreyi dönüştürme aracı olarak, gerektiğinde de temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı olarak şiddete başvurmaktan kaçınmadı.” (Öztürk, Kıssaların Dili, 56). 24 kullanmakta, Allah Teala’nın Yunan tanrılarının kendi aralarında ki mücadelesi gibi Mekke tanrılarıyla “didişme”sinden söz etmektedir. Öztürk Allah Teala için “diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu” derken de cesaret problemi yaşadığına, “konjoktüre” göre davrandığına, şiddet uyguladığına, Karen Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman ve Rahim olan Allah’ın “son derece, zalim, katil olduğuna” vurgu yapmakta, daha başka tahkir edici ifadeler kullanarak hiçbir müslümanın cesaret edemeyeceği bir üslupla Kur’an-ı Kerim gibi Allah Teala’yı da itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’an’ın, kullarına asla zulmetmediğini (Fussilet: 46) beyan ettiği Allah Teala, Öztürk’ün literatüründe “zalim”dir. Müslümanların tenzih ve takdise memur ve mecbur olduğu Allah Azze ve Celle ile alay eden, en bayağı sıfatları ona izafe eden Öztürk’e şu ayet و buyuruyor ki; “Onlara soracak olsan mutlaka, ْ ﺗ َْﺴ ـﺘَ ْﻬ ِﺰﺋُﻮ َن “Biz lafa dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!” derler. De ki: “Siz Allah ile, Onun ayetleriyle ve peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?” (Tevbe:65). Kariyer yapmak için yüksek lisans tezlerini özetleyip makaleye dönüştüren, Allah Teala ile istihza eden cümleleri sarf ederek Kur’an düşmanlarına, “Eğer Allah’la, Onun Kitabı’yla hesaplaşacak Müslüman adı taşıyan birini arıyorsunuz işte icraatlarım ortada, yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır. Hiçbir oryantalistin söylemeye cesaret edemeyeceği cümleleri kurar, sonra da akademik çalışma diyerek onları heyetlerden geçirir, hakemli dergilerde neşrederim. Birkaç gazeteci ile ekranda bunları tevil eder, hakkımda kadınlara “Kur’an hakkında radikal yorumları olan bir hoca” muhtevalı yazılar yazdırır, bu uğurda mücadele ederim. ama bütün bunlara rağmen Kur’an’ın yakasını bırakmam.” der. Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’un ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir, ve katil bir tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahava Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır bu. Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.”( Öztürk, Kıssaların Dili, 53). 3. Kur’an’ın Kitab-ı Mukaddes’ten İktibas Olduğu İddiası Öztürk, sanki Allah Teala’dan değil de insanların uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir üslup Allah Rasulü, etrafı dağlarla çevrili bir beldede Mekke’de dünyaya geldi. O doğduğunda Temmuz insanlar ne Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne de Hind felsefesini biliyordu. Kabe’den dolayı Arap Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de okur-yazar olanların sayısı on yediydi. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan ümmi olan halk doğal olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar tarihi ve medeni birikimlerini şifahi olarak paylaşır, nesiller arasında irtibat şiirle sağlanırdı. Allah Azze ve Celle peygamberini çevresi engin çöllerle sarılı, ümmiliğin hakim olduğu(bk Cum’a: 2; Al-i İmran:75) böyle bir şehirden seçti. Ümmi Peygamber(bk Araf: 8-157) okuduğu ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden, gaybî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı Kerim’in Allah Rasulü’ne yazdırıldığını iddia ederek vahiy çevresinde şüpheler oluşturup Kur’an-ı Kerim’i engelleyebileceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Rasulü’ne Rum asıllı Hristiyan köle Cebr en-Nasrânî tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Nevar ki daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından, “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek (Kurtubî, a.g.e., , X, 117) hem iddiaları reddetti, hem de onun etrafında oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etti. Müşriklerin Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle, hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr, Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir.” demez miydi?! Ya da “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, yok etti. Kur’an-ı Kerim’in “Lâ ilâhe” derken Allah’tan başka bütün hâkimleri, İslam’dan başka bütün sistemleri reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün Karunlarla, bütün Belamlarla hesaplaşması, cihadın hüküm yalnız Allah’ın oluncaya kadar süreceğini ilan etmesi, Ona iman edenlerin emperyalist devletleri yıkıp parçalamaları, küresel güçleri ürkütmüş ve her Temmuz devirde onları Kur’an merkezli İslam’ı itibarsızlaştırma çalışmalarına sevketmiştir. Bunun kurgu aşamasında bizzat kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol almıştır. Her asırda İblis’in parlamentosu yıllık planları görüşürken İslam’ı yegane tehlike olarak masaya yatırır, onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı yürütülen mücadelede inandırıcılığını yitiren iddialar revize edilir, yalanları müdafaa edemeyen ya da dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır. Müşrikler, Kur’an’a karşı “Cahiliyye”yi korumak için o günün şartlarında bütün yollara baş vurmuş fakat Allah Rasulü’nün ümmi oluşunu inkar etmemişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep hariçten kaynaklar aramışlardı. Nevarki Kur’an’a kaynak bulma gayretleri her defasında akamete uğramıştı. Kur’an okundukça çöl sustu, edebiyat meclisleri itibarını yitirdi, Arab’ın kültür ve medeniyet hafızası olan şairler yenildi. 23 yıllık bir mücadelenin sonunda bütün bir yarımada ümmi peygamberin okuduğu Kur’an’ın etkisiyle hem sîretini, hem de sûretini değiştirdi. Müşrikler gibi, oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı Kerim karşısında. “Muhammed ümmî olduğu halde bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar farklı konudan nasıl bahsedebilir ve insanlar üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir, Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma kadar geldiler, ama gemiye binemeyip, iman edemediler. Tarih boyu Kur’an düşmanlarının Onunla olan mücadelesini ve mağlubiyetlerini incelediler. Ulaştıkları bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti onun vahiy, tebliğ eden Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resul’u olduğuna delildir.” dedi. Fakat onlar vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen inkarı seçtiler, yeni bir cephe açıp Allah Rasulü’nün okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihi veriler onun ümmi olduğunu isbat edince, çaresiz “Biz ne diyorsak odur.” dediler. Bu çerçevede “Kur’an’ın kaynakları” başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar. Allah Rasulü’nün Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Ümmiliği inkarla başlayan bu iftirayı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi 25 açıklanırken “Efendimiz’in önünde İncil, elinde kalem işlevi gören bir tüy olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir resim yayınladılar(bk. Abdulmuhsin el-Matîrî, Da’va’tTâînîn, Beyrut, 217 ,206). Kur’an’ın önceki kitaplardan intihal olduğu iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu imkansız hale getiren Allah Rasulü’nün ümmi olamayacağını söylediler, bu noktada muasır akademisyenlerden kendilerine şahidler de buldular. Kimi gönüllü, kimi de oynanan oyundan habersiz olan bu taife, ümmiliğin zıddının okur-yazar, cahilin karşıtının ise alim olduğunu temyiz edemeden, “Tabi ki Peygamber okuryazardı.” diyerek ümmiliği reddetti. Bu reddedişle de oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki iddiasına zemin hazırladı. Oysa ki Allah Rasulü hayatının hiçbir devresinde ne bir metin yazdı, ne de yazılı bir metni bakarak okudu(Ayrıntı için bk İhsan Şenocak, Ümmilik, İnkişaf, sy., 21-12 ,9). Allah Rasulü’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okur-yazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir(Ankebut: 48). Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir. Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu Kitab’ın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Rasulü’nün ümmî olduğunu reddederek, Kur’an’ın ilahi oluşu etrafında şüpheler oluşturmak istemektedir. Siyer kitapları, Onun hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedir. Bilgiye ulaşmanın vasıtası olan yazı, Allah Rasulü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik Allah Rasulü için bir nakısa değil bilakis onun nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir. 26 Rudi Paret’i Tasdik Eden Tefsirci Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu olarak Kur’an’a saldıran Rudi Paret, Kur’an’ın Allah Rasulü tarafından Ahd-i Atik’ten uyarlama olduğunu iddia etmekte, Öztürk de onun bu hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını “anılmaya değer tesbitler” olarak nitelemektedir: “Vakıa, Muhammed daha çok Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve bunları -Vahiy Tarihi’nin (Heilsgeschichte) erken döneminden diğer örneklerle insicam içerisindenesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir ‘ilahi azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit kahramanları asli hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve Musa, Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi haline gelmişlerdir. Onların karşıtları, yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in çağdaşı müşrik Mekkelilerin rolünü üstlenmişlerdir. (….) Muhammed, Kitâb-ı Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, EskiAhit yazarlarının (Chronisten) edebi hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için birinci derecede söz konusu olan ‘içerik’ti.” (Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, 3-72 ,2010). Öztürk, Paret’in Allah Rasulü’nün Kur’an kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘ilahi azab’ modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi zamanına uyarladığı yönünde ki iftiraları için, bunlar “anılmaya değer tesbitlerdir” ifadesini yetersiz görüyor ve şunları söylüyor: “Kur’andaki kıssaların mahiyet ve işlevi bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği, dolayısıyla Kur’an kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından niçin “Geçmişte öyleydi; şimdi böyle” şeklinde ifade edilebilecek tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak gerekecektir.”(Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, 73 ,2010). Cevap Ver Öztürk! Evet, Kur’an’ı Kerim’i anlatmaya memur bir zat, ona uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını belirtiyor. Eğer Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir Temmuz namusu olsaydı Kur’an’ın uydurma olduğunu iddia eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara cevap verecek, sonra da bütün bu iddiaların ne kadar ilmi ve tarihi hakikatlere aykırı olduğunu görecekti. Kur’an’ın –haşa” uydurma olduğunu iddia eden Öztürk şunlara cevap versin: Allah Rasulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an’ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Görüşlerine katıldığını söylediğin Paret’in iddia ettiği gibi eğer Allah Rasulü “Kitab-ı Mukaddes”ten iktibas edecek şekilde okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını seferber eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil üzerine bina etmezler miydi? Muhal farz, bu iddianın bir an için doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Rasulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira oryantalistlerin de itiraf ettiği gibi Ahd-i Atik İslam’dan önce Arapça’ya tercüme edilmemişti. İngilizler, el-Mevsûatu’lBirîtaniyye’de ilk Ahd-i Atik tercümesinin Abbasi Devleti’nin ilk yıllarında olduğunu belirtmektedirler. (Mahmud Mazî, el-Vahyu’l-Kur’anî fi’l-Manzûri’lİstişrâkî, İskenderiyye, 8-147 ,1196) Kendini muteber bir akademisyen olarak gösteren Öztürk bu durumda Allah Rasulü’nün kimden ve nerede İbranice öğrenip de Tevrat’tan iktibasta bulunduğunu ispat etmesi gerekir. Elinde oryantalist yalanlar dışında ne var?! Paret’in işaret ettiği, Öztürk’ün de katıldığını belirttiği kıssalar hususunda iki kitap arasındaki kısmi benzerliğin nedeni her ikisinin de Allah’ın vahyi olması hasebiyledir. Eğer benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasındaki benzerlik Kur’an’a kıyas edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Öztürk Hz. İsa için de, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi diyecektir?! Eğer Kur’an, Öztürk’ün de iddia ettiği gibi tahrif edilen Tevrat’tan iktibas edilseydi, benzerinin yazılamayacağı yönünde müşriklere meydan okurken (Bakara: 23), Mekkeliler, “İşte meydan okumaya vasıta yaptığın meseleler Tevrat’ta da var” diye onlarla Kur’an’ın karşısına çıkmazlar mıydı? İnsanlar, “Tevrat varken, onun bir kopyası olan Kur’an’a gerek var mı?” diye itiraz etmezler miydi? Madem kıssalar önceki kitaplardan iktibas edildi, o halde Tevrat ve İncil de olmayan Hz. Hûd, Salih ve Şuayb kıssalarını Allah Rasulü nereden aldı?! Temmuz Rudi Paret’in Kur’an’ın, Ahd-i Atik’ten intihal olduğu iddiasına katıldığını söyleyen Öztürk; müntesiplerini insanlığı Yahudi adına sömürmeye, kan dökmeye davet eden, şirki meşrulaştıran muharref bir Tevrat’la; Allah’ın hakimiyetine çağıran, göklerin nizamıyla yere müdahale eden, ırka dayalı sistemlere son veren, üstünlük takvadadır diyen, şirkin Allah’a karşı işlenen en büyük terör suçu mesabesinde olduğunu dolayısıyla da asla affedilemeyeceğini ilan eden Kur’an’ı aynı bağlamda değerlendirip, ikincisinin birinciden alıntı olduğunu söylemesi ilmi olduğu kadar vicdani açıdan da cinayettir. 4. Mucilerin İnkarı Öztürk, risaletin şahidi olan mucizelerle alakalı da şunları söylemektedir: “Hissi mucizelerle ilgili rivayetlerin haber-i vahid türünden olması ve kesin bilgi değeri taşımaması gibi teknik konular bir tarafa bu tür rivayetler bize öyle geliyor ki Müslümanların bilhassa Hıristiyanlar ile polemiklerinde Hz. Muhammed’in en azından mucize konusunda Hz. İsa’dan aşağı kalır bir yanı olmadığı fikrine mesnet kılmak için uydurulmuştur.” (Öztürk, a.g.e., 65). “Evet, Hz. Muhammed’e nispet edilen hissi mucizeler büsbütün uydurmadır.” (Öztürk, a.g.e., 65). Öztürk, Paret’in Kur’an’ın uydurma olduğu yönündeki hezeyanını onayladığından ya Kelamullah’ı okuma gereği duymuyor ya da “Uydurma olduğundan üzerinde dilediğim gibi tasarruf yetkisine sahibim.” diyor. Eğer Öztürk bütüncül bir nazarla Kur’an-ı Kerim’i okusaydı görecekti ki, Allah Rasulü’ne, verilmeyen hissi mucize değil, “el-mu’cizetu’l-muhlike/ inanmayanların helakine sebep olan mucize”dir. Zira Kur’an-ı Kerim, Allah Rasulü’nün irşad amaçlı pek çok hissi mucizesinden bahsetmektedir: Bedir’de Allah Rasulü’nün attığı toprağın müşriklerin gözlerine isabet etmesi (Enfal: 17), Bedir’de bin(Enfal: 9) ardından üç ve beş bin meleğin gelmesi (Al-i İmran: 5-124), Allah Rasulü’nün bir gece Mekke’den, Kudus’e gitmesi (İsra: 1), Kur’an-ın gelecekten haber vermesi (Rum: 4-1), ayın ikiye yarılması(Kamer: 2-1)hissi mucizeden başka nasıl izah edilebilir?! 27 Ne gariptir ki ümmetin çocuklarına Kur’an-ı Kerim’i öğretmeye memur birisi, Allah’ın ayetlerine Rudi Paret’in yalanları kadar itibar etmiyor. Allah’ın “var” dediğine “yok”, oryantalistin “var” dediğine ise “işittim ve itaat ettim” diyor. 5. Hulasa Öztürk, bir yazımız üzerinde dört “sebbiye” kaleme aldı, aynı içerikte de çekimler yaptı. Dil ve diyalektik itibariyle bütün ameliyeleri ancak en çirkine, en kötüye örnek olabilir, ilmi-fikri muhteva ve edebi kıymet açısından da ancak lise talebelerine, “nasıl bir yazı yazmamaları” noktasına numune teşkil edebilir. Zira Türkçe’de ahlaksız kelimeler sözlüğü yazılsa kaynak olarak “Mustafa Öztürk’ün Feryadı” başlıklı ses kaydı ve kaleme aldığı dört sebbiye kafi gelir. (Millet irfanına zarar vermemek için neşrini uygun görmediğimiz yazılar ilk halleriyle elimizde mevcuttur. Talep edilmesi halinde reşid olanlara gönderilebilir.) Bütün bunlardan daha da vahimi ise bir ilahiyatçı olarak vazifesi itibariyle de olsa ahlak davası olması gereken Öztürk’ün ahlaksızlığın manifestosu olacak yazılar yazması ve bu halde bir yönüyle de ahlak kitabı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde konuşmasıdır. Bu izmihlali ahlaki yürürken ilmi istiklalden bahsetmek mümkün değildir. İftira, bir edebi tür olsaydı onun şaheseri de Öztürk’ün sebbiyelerinden seçilirdi. Zira İhsansenocak.com’da ki “iletişim kısmında” soyadı “Kadıoğlu” olan bir kardeşimizin mailinin Osmanlıca’da ifade edildiği şekliyle “Kadızade” yazılmasından hareketle maili bize isnat eden ve bu isnat üzerine yalanlar kurgulayan, bizi Kadızadelilerle ilişkilendiren Öztürk; ya yaptıklarının ortaya çıkacağı korkusu ya da birilerinin konuşma ihtimalinden dolayı olsa gerek, “Adana’dan bir öğrencisini aradığım, Mustafa Öztürk’ün sınıfta Kur’an’ı yere vurduğunu söylemesi için ona baskı yaptığım yönünde ekranlarda mazlum edebiyatı yapıyor.”. Kur’an’ın uydurma olduğunu söyleyerek Allah’ın Kitabına saldıran Öztürk aynı şekilde bize de iftira ediyor. Eğer böyle bir durum varsa ekranda karşısında ağladığın kadın sana, “Öğrencini getir, ekranda konuşturalım.” deyince niçin “olur” diyemedin? Haydi buyur ekranlar 28 emrinde, kimi aradığımı ve ne söylediğimi, telefon kayıtlarını yalanlarına amade televizyonlardan ilan et. “Neden” haftalar geçmesine rağmen kiminle konuştuğum noktasında tek cümle etmedin ey müfteri! Öyle görünüyor ki senin başka korkuların var, “bunlar ortaya çıkarsa, halim nice olur” diye endişeleniyor, bu yüzden türünün emsali olmayan iftira cümleleri kuruyorsun. Elhamdülillah biz Allah yolunda mücadele ederken ne birilerinden medet bekler, ne eteklere yapışır, ne de kirli senaryolara tenezzül ederiz. Bu Kur’an müdafaası da tamamen senin söylediklerin ve yazdıklarından hareketle yani kaynakları gösterilerek yapılacaktır. Biz müslümanca hesaplaşırız. Sen diyalektiği oryantalistlerden; sadece Arapça kitaplar okumakla eleştirdiğin bizler de ulemadan, “büyük doğu”dan alırız. Elhamdülillah ilimde de, fikirde de nesebimiz zahirdir. Allah’tan başka ne sığınağımız, ne de medet beklediğimiz merciler var. Sabah akşam kardeşlerimizle mütalaa ettiğimiz kitapları okur, boş vakit bulunca da bir şeyler karalarız. Eğer bunlar birilerinin desteğiyle olabiliyorsa, “Bu Müslüman Beydavi, Nesefi, Hidaye, Menar, Elfiye Şerhi, Belâğat, Muğni’t-Tullab, Müslim okutur. İki tane kardeşimiz gelsin sadece bir gün bu kitapları bir de sen okut. Gör o zaman ilim, yüksek lisans tezlerini özetleyip sonrada makale diye neşretmeye mi benziyor. Öztürk, resmi manada “vaiz” olmadığımı bildiği halde ısrarla “Vaiz Şenocak” terkibiyle vaizliği tahkir ediyor, kendince şöyle demeye çalışıyor, “Sen hep Arapça eserler okuyan, bense bir yazıda bir ayet yazan, onu da yanlış yazan akademisyenim!.”. Buraya kadar olanı anladık da, asıl anlaşılması gereken mühim mevzu şudur ki, Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de kaç ayette “vaaz” ettiğinden(Nisa:58; Nahl: 90) yani “vaiz” olduğundan, vahyi tebliğ eden peygamberinin “vaiz” (Şuara: 136) kimliğinden bahsediyor. Oryantalizmin Türkiye distribütörü, “vaiz” kavramıyla bize değil, aslında en büyük vaiz olan Allah Azze ve Celle’ye, onun vaiz peygamberlerine hakaret ediyor. Yoksa bizim için “vaiz” olmak, “müezzin” olmak bile büyük bir şereftir. Zira Hz. İbrahim ve İsmail’in cami temizleyicisi olduğu İslam mabedinde(Bakara: 125), süpürgeci olmayı milyon defa, Rudolf Bultmann’la meslektaş olmaya tercih etmeyiz. Temmuz Hepsi Yalan Öztürk sebbiyelerinde “çok şey söyledi” gözükerek, söylemesi gerekeni ifade etmekten imtina etti. Oysa yapması gereken çok basitti, “Kur’an’da masal vardır ya da yoktur.” diyecekti veya “Allah kelamında masal olmaz, Allah masal söylemez.” diyenlerin ifadesini “dogmatiklik” (Öztürk, Kıssaların Dili, 98) olarak niteleyen ibarenin kitabında oluş keyfiyetini izah edecekti. Fakat bunların hiç birini yapmadı. Yalan, iftira ve hakaretle başladığı her yazısını yine aynı şekilde bitirdi. Bu cihetle sebbiyelerine dair verilecek en kuşatıcı cevap “Hepsi yalan” olacaktır. Oryantalizmin Türkiye Distribütörü Öztürk’ün dört sebbiyesinin birinde, tek bir ayet kullanması onu da “ ﻻ ُﺣﻜْــ َﻢ إِﻻﱠ ﻟِﻠّــ ِﻪlâ hükme illâ lillâh” diye yanlış yazması hem kendi seviyesini, hem de onun yazılarına onay verenlerin ilmi ve ahlaki kariyerlerini göstermesi açısından önemlidir. “Vaiz Şenocak Vakası” başlıklı sebbiyesinde “ben de biraz Arapça bilirim” babında latin harflerle yazdığı ibarede ise (“i”nin şapkasını koymasından özenle yazdığı zahir) “cem”i bir mevsufa “müfred” bir sıfat getirerek “Avâmil” düzeyinde bir metin okuyan öğrencinin bile yapmayacağı hataya düştü. “Elhamdülillahillezî ehhele abîdehu’lfakîra…” diyerek “fakir”in “mevsufu” olan kelimeyi “ ﻋﺒﻴــﺪubeyd” yazması gerekirken “ ﻋﺒــﺪabd”ın çoğulu olan “ﻋﺒﻴــﺪabîd” şeklinde terkibe aldı fakat manayı doğru verdi, “kulcağız” dedi. (Bu durum bana tercümelerden okuyup da Arapça aslından dipnot gösteren bazı zevatı hatırlattı. Ayrıca ibare tevazu makamında söylendiğinden ve de yaptığı tercümeden kelimeyi mübalağalı ism-i fail olarak okuması da mümkün değil.) Diyeceksiniz ki insan hata yapmaz mı? Elbette yapar. Fakat bir tefsir hocası, bir yazısında tek bir ayet yazıp onu da yanlış yazması bir seviye meselesi değil midir? Bu kıymette bir Arapça’ya sahip olan birinin kalkıp da Kur’an’da lahn/hata var demesi, açıkça ilan eder ki, “Kendisi Oryantalizmin Türkiye distribütörüdür. Oryantalist Paret’in Kur’an’ın –haşa- uydurma olduğunu belirten görüşlerine katıldığını ikrar Temmuz eden, ayrıca oryantalizmin Kur’an’la alakalı iftiralarından hareketle Allah’ın kitabında hatalar olduğunu iddia eden Öztürk’ün, bu ifadeleriyle oryantalizmin Türkiye distribütörü olduğuna itiraz etme hakkı var mıdır? Daha Ne Yapacaktı?! Kur’an’a uydurma diyen Paret’e katılan, Allah’la alay eden, kıssaların hakikat olduğuna inanmaya “dogmatikliktir”(Kıssaların Dili: 99) diyen, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere rağmen Allah Rasulü’ne nisbet edilen “bütün hissi mucizelerin uydurma olduğunu savunan” Öztürk Kur’an’a daha nasıl saldırabilirdi ki? Kur’an’a hakaret eden bir adamı savunacak kadar Müslüman birkaç gazeteciyi yanına alarak, “Ben Ankara ekolündenim.”; “Arkam sağlam” gibi tavır ve ifadelerle “Kur’an müdafaamızı engelleyebileceğini zanneden Öztürk bilmelidir ki, değil Ankara ekolünü, bütün gazetecileri, onların etkileşim halinde olduğu üst akılları toplasa, hepsi tek safta içtima olsa yine de Kur’an’a “hata” isnat etmelerine müsaade etmeyecek, hesaplaşmadan bir adım bile geri atmayacağız. Malul Gazeteciler Öztürk’ün yazı yazdırdığı, konuşturduğu gazeteciler meseleye vâkıf olmamaları cihetiyle “malul” ve “mazurdurlar.”. Fakat Kur’an-ı Kerim’e her nevi hakareti yönelterek onu itibarsızlaştırmaya çabalayan, bununla alakalı karaladığı kitapları “işportacı tezgahına” çevirdiği ekranlarda teşhir eden, bu haliyle de, “İşte Kur’an’a böyle düşmanlık yapılır.” diye meydan okuyan Öztürk, bütün dünyayı arkasına alsa da Allah’ın Kitabı’na zarar veremeyecektir. Silahı sadece kalem ve kelamdan ibaret olacak Kur’an müdafaası, o tövbe edene, yazılarındaki iftiralardan dolayı, Kitaplarına hakaret ettiği Müslümanlardan özür dileyene kadar devam edecek… Bize Kur’an-ı Kerim gibi tek bir harfinde hata olmayan bir kitab indiren ve onu tahriften koruyan Allah Azze ve Celle’ye secdeler olsun. 29 İnfak, Zekat, Sadaka Prof. Dr. Ali AKPINAR “İnfâk, zenginliğin değil, mü’minliğin temel özelliklerinden sayılır. Nifâk ile infâk aynı kökten gelir. Bunun en temel mesajı, nifaktan kurtulmak için, infâk etmek kaçınılmazdır.” Dinimize göre malın/variyetin asıl sahibi Yüce ıdır. m ı r ı t a y âhiret r i lıcı ve b a , k k â n f e e İn rımı is ı t a Çünkü y . t r e ı r d i h ım  ı yatır l ç , bire n z a ü z y a k e r i en yedi, b e r i zla kab a f a d a n h o da , hatta z ü y . i yed vardır a m n za Allah’tır. Mülkün gerçek sahibi O’dur. O, mülkünde dilediği tasarrufa sahiptir. O, dilediğine çok verir, dilediğine ölçülü verir. Bu konuda da O, sorgulanamaz. Zira O’nun, kullarından kimine az kimine çok vermesi, imtihanın gereğidir. Hikmetinin gereği O kimini zengin kılar, kimini fakir. Zengini fakirle sınar. “Doğrusu zengin eden de varlıklı kılan/ kanaat sahibi eden de O’dur.”[1], “De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadir’sin.”[2] 30 Temmuz Yüce Yaratıcı isteseydi, herkesi eşit variyet sahibi yapardı. Bu durumda kimse kimseye muhtaç olmaz, insanlar birbirlerinin işini yapmaz, herkes kendi imkânlarıyla işlerini görmeye çalışırdı ki, bu şekilde hayatın sürmesi imkânsız olurdu. Zira herkes yüksek işleri görmek ister, küçük ve basit, hatta ayak işleri olarak görülen görevleri hiç kimse yapmak istemezdi. Hâlbuki insanların farklı seviyelerde yaratılmış olması, tüm işleri yapan kimselerin olmasını ve insanların birbirine muhtaç bir şekilde hayatın devamını sağlamıştır. “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.” [3] Yüce Rabbimiz, variyet sınavında malın tekelleşmesini, yalnızca zenginler elinde dolaşıp duran bir devlet olmasını istememiş; ondan bütün kullarının nasiplenmesini istemiştir: “Ta ki, mal içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.”[4] Kur’ân-ı Kerim’de variyet sahiplerinin, sahip olduklarından diğer kardeşlerini de faydalandırmalarıyla ilgili olarak pek çok kavram kullanılmıştır. Bu kavramlardan her biri bu yardımlaşmanın farklı şekil ve çeşitlerine işaret eder. Bu kavramların her birinde derin mânâlar vardır. Bu kavramlardan en kapsamlısı infâktır. İnfâk, sadaka, hayır, hasene, zekât, karz gibi diğer kavramları da içine alan en kapsamlı kavramdır. Şimdi bu kavramlardaki bazı inceliklere dikkat çekelim: Variyetin Asıl Sahibi Yüce Allah (c.c.) İnfâk, zenginliğin değil, mü’minliğin temel özelliklerinden sayılır. Nifâk ile infâk aynı kökten gelir. Bunun en temel mesajı, nifaktan kurtulmak için, infâk etmek kaçınılmazdır. İnfâk sahibi, iki dünyaya göre yaşar. Nifak sahibinin ise dünyası tektir. İnfâk etmekle mü’min, variyetin asıl sahibinin Yüce Yaratıcı olduğunu ve malla sınandığını itiraf etmektedir. Sadaka, bir sadâkat göstergesidir. Kulun Yüce Allah’a bağlı olduğunun, sahip olduğu şeylerin asıl sahibinin Yüce Yaratıcı olduğunun ve O’nun malını O’nun kullarına vermenin bir kulluk borcu, O’na sadâkat göstergesi olduğunun isbâtıdır. Yine sadaka, kulun mü’min kardeşlerine sadâkatinin, onları sevdiğinin bir göstergesidir. Sadaka, kazancın filtresi, servetin budanması, dünya ve âhiret yatırımıdır. Hayır, Kur’ân’da mal için hayır kelimesi kullanılmıştır. Çünkü mal, hayra vesîle olmalıdır. İnsan, malı şerde kullanırsa onu asıl amacından saptırmış olacaktır. Mü’min, her işi hayır olan, hep hayırlarda koşturan ve yarışan hayır adamıdır. Zekât, temizleyen, arındıran demektir. O, malı şâibelerden temizler. Mal sahibini, bencillikten ve cimrilikten arındırır. Kendisine zekât verilen fakiri de kıskançlık ve variyet sahiplerine düşmanlık beslemekten temizler. Zekât, temizleyen, arındıran demektir. O, malı şâibelerden temizler. Mal sahibini, bencillikten ve cimrilikten arındırır. Temmuz 31 Zekât, sadaka artırır, bereketlendirir. İnsan onurunu, ahlâkî değerleri artırır, geliştirir, malın alım gücünü artırarak onu bereketlendirir. “Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara duâ et; senin duân onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir.”[5] “Allah fâizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.”[6] “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7] Kur’ân’daki onlarca âyette zekât, namazla birlikte anılır. Namaz ile zekât arasında sıkı bir ilgi vardır. Biri bedenî ibadettir, diğeri mâlî ibadettir. Her ikisi de birbirini tamamlayan ibadetlerdir. Zekât da namaz gibi ibadet rûhuyla yapılmalıdır ve her iki ibadet de sahiplerine büyük sevap kazandırırlar. Namaz gibi, zekât ibadetinin de belirli zamanı, miktarı ve veriliş tarzı vardır. Mal Bizlere Emanettir İnfâk, kişiye malın asıl sahibini hatırlatır. Buna göre sahip olunanların gerçek sahibi Yüce Allah’tır ve onlar kullarda emanettir. Dolayısıyla mal sahibi, sahip olduklarını asıl sahibin ölçüleri doğrultusunda kullanmalıdır. O’nun belirlediği ölçülere göre kazanıp harcamalıdır. Bu anlayış içerisinde olan bir kimse, “Mal benim değil mi, istediğim gibi kazanır, dilediğim yerde harcarım.” diyemez. O malın kendisinde emanet olduğunu düşünür ve bir gün emanet sahibinin ondan hesap soracağını aklından çıkarmaz. O takdirde de çalıp çırpamaz, israf yapıp hoyratça tüketemez ve harcanması gereken yerlerde de cimrilik yapamaz. İnfâk, dünyevîleşmeyi önler. Bugün infâksızlık, pek çok insanın âhireti yok sayarak dünyaya saplanıp kalmasına sebep olmaktadır. Oysa infâk, bir âhiret yatırımıdır. Âhiret yatırımı ise en kalıcı ve en kazançlı yatırımdır. Çünkü onda bire yedi, bire yüz, bire yedi yüz, hatta daha fazla kazanma vardır. “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7] İnfâk, mü’minler arasında kardeşlik bağlarını güçlendirir. Zenginin fakire şefkat ve merhametle; fakirin de zengine minnet ve teşekkürle bakmasını sağlar. İnfâk, mala ve kişilere gelebilecek kazâ-belâ-âfetleri savar. Çünkü infâk, mal ve mal sahibi için mânevî sigorta mesâbesindedir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Mallarınızı zekâtla koruma altına alınız, hastalarınızı sadakayla tedâvi ediniz, belâlara duâ ile hazırlanınız.”[9] Bu konuda kültürümüzde, “Az sadaka çok belâ savar.” şeklinde hikmetli bir söz de vardır. İnfâk, İlâhî taksime rızânın göstergesidir. Yoksul kimse, içerisinde bulunduğu mâlî durumun kendisi için daha hayırlı olabileceğini düşünerek kanâat ve sabırla durumunu kabullenir. Variyetli kimse de Yüce Allah’ın kendisini fakir yapabileceğini düşünerek nimete şükür ifadesi olarak bol bol hayır yapar. Zira variyet, tek başına salt hayır değildir, yoksulluk da tek başına hayırsızlık değildir. Nice variyet vardır ki, sahibi için derttir, düşmanlık kazanmasına, başına bir kısım belâların gelmesine sebeptir. İnfâk, nimete fiilî şükrün açık göstergesidir. Kur’ân, zenginlerin malında fakirlerin hakkının olduğunu söyler. Dolayısıyla zengin malının “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7] 32 Temmuz zekâtını verirken, fakire hakkını verdiğini, borcunu ödediğini düşünür ve ona göre, onu incitmeden, geciktirmeden, en güzel şekilde sevgiyle verir. Bu konuda Kur’ân sevgi infâkına vurgu yapar: “Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün hakkını verin; israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”[10] “Yakınlığı olana, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver.”[11] “Zenginlerin mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak var.”[12] lere olduğu gibi, zengine de yapılabilir. Ancak infâk şubelerinden zekât, öşür, fıtır sadakası gibi vecîbelerin belli vakitleri ve miktarları vardır. Dolayısıyla bunların zamanını, miktarını hesaplayan, vereceği kimseleri araştırıp belirleyen kimse mâlî bakımdan da rastgele bir hayattan kurtulur. Planlı, düzenli bir hayatın adamı olur. Yaşadığı toplumdan kopmaz. Bunun düzenli bir şekilde işlemesiyle, toplumda ekonomik gidişat da düzene girer. İnfâk sayesinde, toplumda aşırı zengin ve aşırı fakir sınıfların oluşması engellenmiş olur. İnfâk, mal sahiplerini mallarını piyasaya sürmeye teşvik eder, onları yatırım yapmaya sevk eder. Zira işletilmeyen, âtıl halde bekletilen mal da zekâta tabidir. “O’nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğİnfâk, mal sahiplerunda mal veren, namaz kılan, “Altın ve gümüşü biriktirip rini mallarını piyasaya zekât veren…”[13]Burada sevgiyle Allah yolunda sarf etmeyenlere sürmeye teşvik eder, verme, Allah sevgisiyle verme, malı can yakıcı bir azabı müjdele. onları yatırım yapsevdiği halde verme, sevdiği en güzel Bunlar cehennem ateşinde kızmaldan verme, verdiği kimseyi sevmaya sevk eder. Zira dırıldığı gün, alınları, böğürleri me, severek isteyerek verme şeklinde ve sırtları onlarla dağlanacak, işletilmeyen, âtıl halanlaşılmıştır. Yani infâk sevgi ile yoğ‘Bu, kendiniz için biriktirdiğide bekletilen mal da rulmalı, infâkı sevgi kuşatmalı, infâk nizdir; biriktirdiğinizi tadın.’ zekâta tabidir. hem verende hem alanda sevgiler denecek.”[16] oluşturmalıdır. Bunun için de vermenin yalnızca Allah için olması kaçıElbette Allah’a ve âhirete nılmazdır. Zira gerçek kulların verme inanan mü’minler, bütün kalemleriyle bol bol infâk ederler. Farzıysloganı şudur: “Biz sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür la, vâcibiyle infâk ettikleri gibi, nâfile infâklabeklemiyoruz.”[14] Verdiğimiz kimseden herhangi bir ra da ehemmiyet verirler. Onlar, zekâttan çalmayı karşılık bile beklemek şöyle dursun, ondan teşekkür ve zekâttan kaçırmayı aslâ düşünmezler, bunun için aslâ hesaplar yapmazlar. Zira onların hesabı, âhirette bile beklemeden verebilmektir önemli olan. kazanmak, hâsılatı âhirette toplamaktır. İnfâkın Kabulü İçin İnanç ve sevgiyle vermek infâkın kabul şartıdır: “Münâfıkların verdiklerinin kabul olunmasına engel olan, Allah’ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel tembetl gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir.”[15] İnfâkın sınırı ve süresi geniştir. Her zaman ve herkese infâk yapılabilir. Güler yüzden, yarım hurmayı vermekten başlayan infâk, dağlar kadar altını Allah yolunda harcamaya kadar çıkabilir. İnfâk, fakir- Temmuz Kaynaklar [1] 53/Necm, 48. [2] 3/Âl-i İmrân, 26. [3] 43/Zuhruf, 32. [4] 59/Haşr, 7. [5] 9/Tevbe, 103. [6] 2/Bakara, 276. [7] 30/Rûm, 39. [8] 2/Bakara, 261. [9] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 464. [10] 6/En’âm, 141. [11] 30/Rûm, 38. [12] 51/Zâriyât, 19. [13] 2/Bakara, 177. [14] 76/İnsân, 9. [15] 9/Tevbe, 54. [16] 9/Tevbe, 34-35. 33 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Münacat! Allah’ım! Mağfiretinden başka bir şeyin ihâta edemiyeceği, affından başka bir şeyin silemiyeceği, fazl ve ihsânından başka bir şeyin örtemiyeceği günahlarımı bağışla. Şu anda, dünyanın musibet ve hüzünlerine karşı bana güç verecek, sana olan şevkimi ve katındaki şeylere rağbetimi artıracak tam bir yâkin ver. Beni mağfiret ediIenlerden ve katında şerefli sayılanlardan kıl. Bana verdiğin nimetlere karşı şükrümü artır. Çünkü sen, tek, ezeli, yüce, yaratan, işiten ve bilen Allah’sın. Ki senin işine kimse mani olamaz ve iyiliğini de kimse engelleyemez Şahadet ederim ki sen, benim ve herşeyin Rabbisin. Yeri ve göğü yaratan sensin. Gizli ve açık herşeyi bilensin. Yücesin, bâkisin. 34 Temmuz Allah’ım! İşlerimde sebat etmeyi, doğruluğa sarılmayı, nimetlerine şükretmeyi bana nasip et. Bütün zâlim ve azgınların zulmünden, haddi aşanların taşkınlığından, hasetçinin hasetinden, tuzak kuranların tuzağından, kindarların başıma gelen şeylere sevinmesinden sana sığınırım. Senden ancak, sana yakın ve dost olanların sevgisini isterim. Ey Allah’ım! Saymaya ve çeşitendirmeye güç yetiremiyeceğim kadar çok olan fazl-u keremine, rızkının bolluğuna ve velâyetin bahşettiği yardımlara karşılık hamd, sadece sana mahsustur. Şüphesiz sen, kendinden başka ilâh olmayan Allah’sın. Hamdini, mahlükatın içinde ızhâr eden, cömertlikle elini yayarak açansın. Temmuz 35 Mahremiyet ve Tesettür Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil İ nsanı yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı bizden talep ediyor. Bu çerçevede dinin meşru saymadığı, yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor. eyi örr e n r he ahiren z r erlere ü y t t o e s e e d T de eriçimiz , a s atıni y r b o / i v tüy e n arı len ma e g l i i ayıpl b k a a k d a u m , or rtüyor ö i z i zliyor. i g lerim e v r örtüyo Haram; yani güzel olmayan, yani çirkin olan, yani insanlık onuruyla bağdaşmayan her türlü tutum, davranış… Dininin belirlediği ölçülere riayet edip düşük sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor. Bu müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de mahremiyet. İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet. Ve müslüman kadının mahremiyetinin tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir… 36 Temmuz Yüce dinimiz, güzel ahlâkın insanın fıtrî bir özelliği olduğunu vurgular. Yani insan, yaradılışından iffetli, namuslu, hayâ sahibidir. Allah’ın verdiğine razıdır, başkalarında olana göz dikmez. Kendisinde olanı, mahrem alanını da başkalarına göstermez. Dinimiz, “haram”, “mahrem”, “avret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara hassasiyetle eğilmiş ve bu kavramların anlattığı her ne varsa, onların uluorta sergilenmesini yasaklar. Hususiliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini emreder. İşte bu, en geniş manasıyla örtünme (tesettür) emridir ve “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen bu emrin muhatabı kadın-erkek bütün müslümanlardır. Tesettürü Doğuran İlke Olarak Mahremiyet Müslüman, fıtratını yani yaradılış özelliklerini muhafaza ettiği için hayâ sahibidir ve sahip olduğu bu özellik onu bazı şeyleri başkalarının görmesinden ve dikkatini çekmekten sakındırır. Söz gelimi, müslüman için yaşadığı ev, başkalarının serbestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslâm’da eve “haram” denmiş ve Efendimiz s.a.v., başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve başkalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fiilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz s.a.v., penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalın ahşaptan yaptırmıştır. Bu mahremiyete uyma hassasiyetinin, doğal olarak İslâm medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını görürüz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denilen bahçeyi insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarıdan ayırmış, böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir. Yüce dinimizin öngördüğü bu mahremiyet, sadece evin içiyle dışı arasında cereyan eden bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitabımız, aynı ev içinde yaşayanların bile birbirlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve çocukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin istemeleri gerektiğini ifade buyurmuştur: “Ey iman edenler! Emriniz altında bulunanlar ve içinizden henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra, yanınıza girecekleri vakit sizden izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Çocuklarınız ergenlik çağına ulaştıklarında, öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi (her geldiklerinde) izin istesinler…” (Nur, 58-59) Her Yerde Herkes İçin Örtünme Kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, toplum içinde mahrem alanımız olan vücudumuzun yabancılara teşhirini önlemek için örtünmek de tesettürdür. İslâm alimleri, bir müslümanın vücudunun nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde ele almışlardır. Spot Alanı Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır. Temmuz 37 Bu bakımdan, tesettür kadın-erkek her müslümanı ilgilendirir. Hiçbir müslüman erkek de tesettürden müstağni değildir. Bununla birlikte tesettür konusu daha çok kadının erkeğe karşı tesettürü çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Tamamen fıtrî, yaratılıştan kaynaklanan sebeplerle kadının tesettürü konusu daha kapsamlı olarak ele alınmıştır. İslâm dininin erkekten farklı olarak kadına daha kapsamlı bu örtünme emrinin altında yatan temel sebep, insan tabiatında var olan ve dinimizin emir ve yasaklarına uygun olarak şekilendirilmesi istenen şehevi arzudur. Bu arzu, kontrol altına alınmayıp terbiye edilmediği zaman birey ve toplumların huzurunu bozacak güçte sonuçlara sebep olmaktadır. İffet, hayâ gibi duyguların gelişmesi bu tehlikeyi bertaraf edecek ve bu duygular ancak tesettür ile belirlenen mahremiyet alanlarında filizlenip gelişebilecektir. Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal gibi özellikler genel olarak erkekle birlikte anılırken, kadın zarafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet gibi özelliklerle donanmıştır. Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğrusu “teşhir edildiğinde” haberlerde çokça örneğini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan en başta kadınlar olmak üzere bütün toplum zarar görmektedir. İffet ve Temiz Toplum Modern hayat tarzını benimseyen toplumlarda görülen cinsellik temelli suçların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan önemli bir şahittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim birimleri arasında, ahlâk zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu gözlemlenmektedir. Bu manzaranın izahını, ahlâkın ve hayâ duygusunun zaafa uğraması yanında, art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim-kuşamlarda aramak gerektiğini düşünüyoruz. Örtünmenin İçsel Derinliği İslâm, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışlarını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini kötü düşüncelerden ve kötülüğe kapı axçabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler. Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar koymuştur. Bu sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan dejenerasyon ve çürümeyi göz önüne getirmelidir. Örtünme, müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” (Ahzab, 59) 38 Temmuz mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan yakınlığı engellemenin de bir aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar. Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır. boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyuruldu. Yine Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi, “… gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuştu. Sözünü ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de kadın kadar sorumludur. “Mümin erkeklere Nur suresi 31. ayetsöyle, gözlerini harama dikmete buyurulduğu gibi, Tesettür emri inzal buyurulup sinler, ırzlarını korusunlar. Çünda Efendimiz s.a.v. tarafından tebliğ kü bu daha temiz bir davranıştır. “…gizlemekte oldukedildiğinde, erkekler evlerine gelip Şüphesiz Allah, onların yaptıkları zinetleri anlaşılsın eşlerine bu ayeti haber verdiler. Salarından haberdardır.” “Mümin diye ayaklarını yere habi hanımlar da vakit geçirmekadınlara da söyle: Gözlerini vurmasınlar” emriyle, den çarşaf gibi şeyleri kenarlaharamdan sakınsınlar, ırzlarını kadınların dikkatleri rından yırtarak başlarını ayette korusunlar. Ziynetlerini (süsleribelirtildiği gibi örttüler. nin takılı olduğu boyun, kulak, baş, üzerlerine çekecek şekol ve bacak gibi yerlerini) açıp göskilde yürümemeleri ihO günden sonra tesettür termesinler… ” (Nur, 30-31) ayettar edilmiş müslüman kadının ayrılmaz lerinde hem erkeklere, hem kabir parçası olmuş, onun saydınlara haramdan sakınmanın gınlığını, iffet ve izzetini temsil emredilmesi, her iki cinsin aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini or- eder olmuştur. taya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın tek yolu budur. İç-Dış Bütünlüğü Onlar Tartışmadılar, Uyguladılar Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter, başörtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bulunurdu. Tesettürü emreden yukarıda geçen (Nur, 31) ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem erkekler, hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek Temmuz Dünya hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor… Geçen bir kaç asırda anlamlı, önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla yer değiştirmiş durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet ediyor. Ahlâkın en eldeğmemiş yeri, elbette kolaylıkla nüfuz edilebilecek bir yer değildir. Bu, birinin canı her istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için şu örnek verilebilir: Manaya müdahele etmek, onu yıpratmak, onu ifade etmek için kullanılan kelimelere zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve niyet gibi batınî haller karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve ehemmiyetli bir hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi cümleler kullanarak saldırmaya 39 çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır. Nasıl ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor, hem de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı şekilde hem zahiri hem de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o yerlere mukabil gelen manevi/batıni yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor. Örtüsüz Çağ Günümüzde ise tesettür Allahu Tealâ’nın en çok konuşulan, tartışılan emirlerinden biri haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden iffet duygusunun zafiyete uğramış olmasıdır. Bir refleks olarak utanma duygusuna sahip olduğu zaman, insan, dininin yol göstermesiyle nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ’nın çok açık emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip olduğu zamanlarda -ki günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre isyan etmek, kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı mermer gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan) kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim) 40 Bu rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim bir nokta var: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, fitneye bulanmış ve böylece kararmış kalbin, kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş” Bu kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak kana karışması ve insanın hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz s.a.v. bu kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını benimseyen kalbi, bir anlamda şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle bir kalbin, iyiyi kötüden, ma’rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur. Kalplerin safiyetini yitirmesi sonucunda da hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden utanmak yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak kendini güzelleştirip mahrem olmayanlara göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış olmuştur. Utanma duygusunun ortadan kalktığı bir dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir. Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını yitirmekte, hayatta kalabilmek için acımasız bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne bireye, ne topluma bir faydası olacak ve zulme maruz kalan dünyanın mahvına yol açacaktır. Buna razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan, hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olmaya razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası olacaktır, Cenab-ı Mevlâ’nın değil… Müslümanın gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah’tandır. Allah’a teslim olanlar, her çağda ve her şartta yalnızca O’nun rızasına yönelecek, mahremiyet sınırlarına riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan bulacaklardır. Temmuz Hadis-i Şerif Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir:“Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekat namaz kılarlarsa, Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar” (Ebû Davûd,Vitr, 13) Temmuz 41 Modernite Çıkmazında Dervişlik Emre TOPOĞLU “Muhafazakar Söylemleri Olanın, Muhafazakar Eylemleri de Olmalı...” Octavia Paz “Bir geleneğe muhalefet o geleneğe ait olmakla başlar” der. Çoğu zaman birlikte ya da birbirinin yerine kullanılan “modernleşme” ve “modern” kavramları, tam bu yüzden dolayı ayrışır. “Modern”, geleneği bir anlamda anlamaya çalışan ve onu hayatının sürekliliğine yayarak değişebilen biriyken, “modernleşmeci” gelenekle arasına mesafe koyan, dolayısıyla değiştiğini düşündükçe özünü kaybeden biridir. İşte tam bu noktada tasavvufi derinliğe sahip yapıların, modernite dalgalarına karşı daha sağlam durmak adına bazı geleneklere sahip çıkması gerekmektedir. Evet, dünya modernleşiyor ve dolayısıyla insanları, duyguları, hissiyatı da peşinden sürükleyerek gidiyor. Bu rüzgara biz de kapılıp, geleneklerimizin, kalıplarımızın, öz benliğimizin yitip gitmesine aldırış dahi etmiyor, “çağa ayak uydurmak” deyip geçiyoruz. “İşte her konuda, her alanda olduğu gibi” diye başlayan bir cümle ile konuyu sıradanlaştırmak gafletine düşmek istemediğimizden, altını üstünü koyu ve kalın çizgilerle çizmek istiyoruz müsaadelerinizle... Değişim, gelişim eksenli ise sıkıntımız yok 42 ancak başkalaşıma karşı ciddi itirazımız var. Çok sofistike oldu belki ama anlatmak istediğimiz aslında tasavvufi geleneğe sahip kişi, kurum, kuruluş ne varsa değişim rüzgarları ile öz benliklerini yitirmek yerine, rüzgarı arkalarına alarak gelişim gösterebilmelerinin gerekliliğini bir kez daha vurgulamak. Biz mevzu bahis öznelerin olumsuz değişimlerinin, insanlığa, topluma, vatana, millete ve dünyaya haksızlık olduğunu düşünüyoruz. Ancak ne var ki, son dönemlerde yaşanan olumsuz gelişmelerin, en fazla zarar verdiği konunun “müslümanlık bilinci” olduğu artık göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Uluslararası arenada gerçekleştirilen çeşitli algı operasyonları, maneviyatı tam da sırtından hançerlemeye yönelik dahili suikast girişimleri... Hepsinin ortak hedefi sadece ve sadece müslüman kimliğini zedelemek ve yeni ortaya atılan “ılımlı islam” modelini beyinlere yerleştirmek. Toplumumuzda global kültür istîlâsı sebebiyle yaşanan yozlaşmalar, maalesef İslâm’ın rûhuna zıt bâzı uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Öyle ki, hayâtın en mühim safhalarına gayr-i İslâmî mâhiyetler karıştırılarak âdeta şeytan da onlara ortak edilmektedir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın, huzûrundan kovduğu şeytana söylediği şu gazap ifâdeleri, insan için ne mühim bir îkazdır: Temmuz “Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvârilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol!..” (el-İsrâ, 64) Konuyu çok dallandırıp budaklandırmaya gerek yok sanırım, şöyle basit bir zihin egzersizi yapalım isterseniz beraberce; acaba kaçımız faizin kesinlikle haram olduğunu düşünüp uzak duruyoruz? Cebimizdeki yüksek limitli kredi kartları ile çok komik duruyor verdiğimiz cevaplar sanki. Ya da kaçımız sünnet-i seniyeye tam olarak riayet etmekteyiz? Hangimiz dünyanın dört bir tarafında zülum altında bulunan kardeşleri için samimi gözyaşları döküyor? Hayır biz dua ediyoruz onlar için diye kendimizi kandırmayalım. Günde üç öğün mükellef sofralarda karnımızı davul kıvamına getirinceye ka- görmemezlikten gelmeyi tercih ediyoruz gerçekleri. Peki ne kadar huzurluyuz iç dünyamızda hiç düşündük mü? Ufak tefek sıkıntılar karşısında nasılda manevi bir çöküş yaşıyoruz ruhumuzda değil mi! Peki bir çaresi yok mu bunun diye soruyoruz kendimize ve cevabı yine Rabb’imiz veriyor bize, “ ... Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücuru ( Allah’tan uzaklaştıran kötülükleri), hem de takvayı ( Allah’a yakınlaşma yolunu) ilham edene yemin olsun ki, iç alemini temizleyen, onu arındıran felaha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlar ile örten ise felakettedir.” Bu minvalde bakıldığında, hem dünya ve hem de ahiret saadeti için tek yolun, hakiki bir takva hayatı yaşama gayreti ile oluşabileceği açıktır. “Nefsi- “ ... Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücuru ( Allah’tan uzaklaştıran kötülükleri), hem de takvayı ( Allah’a yakınlaşma yolunu) ilham edene yemin olsun ki, iç alemini temizleyen, onu arındıran felaha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlar ile örten ise felakettedir.” dar yedikten sonra, sıcacık evlerde oturup televizyon karşında ahkam kesmekle olmuyor bu işler öyle değil mi? Ya da şöyle soralım, gerçekten hakiki mümin tanımına ne kadar uymaktayız? İçtimai hayatın her alanında o kimliği tam manası ile taşıyabiliyormuyuz, yoksa muhafazakarlığımız da sadece söylem boyutunda mı kalıyor? Yani hem muhafazakâr olup hem de nefsin istek ve arzuları sorgusuzca karşılanırken, herhangi bir hicap duyulmamaktadır. Evet bunların tamamı bize yutturulmaya çalışılan “ılımlı islam” modelinin doğurduğu sonuçlar. Ne acıdır ki, biz de alışmışız ve hatta memnunuz bu şekilde yaşamaya. Başkalarının, çoğunluğun yaptığı yanlışlar sürü psikolojisi gereği yanlış olmaktan çıkıyor ve bizler “hayat şartları”, “modern dünyanın gereklilikleri” gibi bahanelerin ardına sığınabiliyoruz çoğu zaman. Geçim derdi, ailevi sorumluluklar, iş ya da okul hayatı ya da çeşitli renklerle bezenmiş fani aldanışların cazibesi... Birçoğumuz etrafımızda olan bitenin, az ya da çok, şöyle veya böyle farkındayız. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, hissettiklerimiz ve en mühimi bize doğrudan bildirilenler, ahirete yolculuğu haykırıyor duymayan kulaklarımıza. Kimimiz bahanelerin ardına sığınırken, kimimiz Temmuz ni tezkiye eden elbette felaha kavuşmuştur.” buyruğu sırrınca iç alemimizin, gönül dünyamızın bu ölçülerde terbiye edilmesi artık zorunlu hale gelmiştir. Kulun Rabbi ile kalpte buluşması; yani merhamet, şefkat, affedicilik, hilm gibi cemali sıfatların kalpte tecelli bulması, yani kulun her nefeste, Rabb’inin huzurunda olduğu bilinci ile hareket etmesi gerekmektedir. Ne var ki hala belli hassasiyetleri taşıyan, bu minval üzere çalışmalar yürüten kişi ve kurumlar var. İşte özellikle bu kurumların, mevcut yapılarını, geleneksek özellikleri muhafaza etmeleri gerekmektedir. Bu hususta modern çığlıklar atanların ise bir kez daha oturup, farkında olarak ya da olmayarak neye, kime, hangi amaca hizmet ettiklerini düşünmeleri zaruridir. Bu bağlamda Allâh’a güzel bir kul olabilmek için, İslâm’ı, hayatın hiçbir safhasında unutmamak gerekir. Bilhassa en büyük imtihanlara tâbî tutulduğumuz iş hayatında, âile hayatında ve beşerî münâsebetlerde… Zira müslümanlık, belli zaman ve mekânlara has bir merasim değil, ömrün her ânını tanzim eden bir hayat nizamıdır. Baki selam ve muhabbetlerimle... 43 Çok Özledik Hocam Seni Ersan BİLGİN İslam Alemi’nin Önderi, Ümmetin Hocası ve Milli Görüş Lideri Muhterem Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız’ı, dört yıl önce milyonlarca evladının ve sevenlerinin şahitliğiyle çok sevdiği Ebu Eyyüb El Ensari Hazretlerinin dizinin dibinde, İstanbul’da Yüce Dost’a, Rabbimiz’e gözyaşları ve dualarla uğurlamıştık. İnanıyoruz ki şimdi biiznillah Muhterem Hocamız, bir ömür yolunda gitme şerefine erdiği Alemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz’le, tüm peygamberlerle, salihlerle, şehidlerle ve sadıklarla beraberdir. “Hayat iman ve cihaddır” sözünün şuuru ile yaşayan ve “malıyla canıyla Allah yolunda cihad eden bir Müslüman” olarak hatırlanmanın en büyük şeref olacağını ifade ederek vazife başında vefat eden Muhterem Hocamız, bir kez daha bizlere dünyanın fani, geçici, Rabbimiz’in baki olduğunu ve Müslüman demenin yaşadığı çağdan sorumlu olmak manasına geldiğini anlattı ve hatırlattı. Muhterem Hocamız’ı bir kez daha rahmetle, gıptayla ve hasretle anıyoruz. 44 Kur’an Ve Sünnet Merkezli Bir Hayat Merhum Akif’in “Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerini Erbakan Hocamız, yaşıyor ve yaşatıyordu. Hocamız, tüm Müslümanlara İslam’ın sadece kelime-i şehadet getirmekten, namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, zekât vermekten ve hacca gitmekten ibaret olmadığını haykırdı. Hocamız, Kur’an’dan ve Sünnet’ten aldığı ilhamla, hayatıyla İslam’ın bütün bunlarla birlikte Allah yolunda cihad etmek, tüm insanlığın dünya ve ahiret saadeti ve İslam birliğini kurmak için çalışmak olduğunu, bizlere ve tüm dünya Müslümanlarına öğretti. Hocamız son nefesine kadar bu uğurda canıyla ve malıyla mücadele etti. Her zaman ve her yerde “iman” dedi, “cihad” dedi, “izzet” dedi, “ümmet” dedi, “Kur’an” dedi, “Sünnet” dedi ve “İslam” dedi… Temmuz Tüm hayatının merkezine Kur’an’ı ve Sünnet’i yerleştiren, her işte önce ahireti ve o büyük hesabı düşünen Muhterem Erbakan Hocamız bütün konuşmalarında bir çok ayet ve hadis zikreder ve ehl-i sünnet alimlerinin yaptığı gibi izah ederdi. Hocamız’ın üzerinde durduğu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden bazılarını vefatlarının sene-i devriyelerinde birbirimize hatırlatalım dedik. - Rabbimiz buyuruyor: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (33/72) - “Allah’ın vaadi haktır. Allah asla sözünden dönmez” (3, 194) Muhterem Hocamız yukarıdaki ayetleri “temel esaslar” derslerinde tekrar tekrar okurlar, bizleri düşünmeye sevkederler ve nasihatler verirlerdi. Bir şeyi anlatırken bir eğitimci duruşuyla en ince detayına kadar inen Erbakan Hocamız’ın, konuşurken tüm hücreleri ve azaları mübarek ağızlarından çıkan kelimelere iştirak eder ve bu durum karşıdaki muhatabı çok etkilerdi. İslam Barış’tır - Erbakan Hocamız her hayrın başı ve bereket vesilesi olan “besmele”yi şöyle açıklardı: “İslam Dininin özü: “Hâlıkı tazim, bütün mahlukata, Allah’ın kulları olduğu için, şefkattir”. İslam dininin temeli “iyilik” tir. Sadece insanlara değil, bütün mahlukata şefkat, bu arada çevreye, bütün nebatlara, hayvanlara şefkat İslam dininin temelini oluşturur. Bunun için Kur’an-ı Azimüşşan “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlıyor. Yani Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahim ismi şerifleriyle başlıyor. Rahman demek: herkese, bütün mahlûkata şefkati olan, rahmeti olan, esirgeyen, bağışlayan demektir. Cenab-ı Hakk’ın sonsuz ismi şerifi vardır. Kur’an-ı Azimüşşan’da bunlardan 99 tanesi zikredilmiştir. Bunlara “Esma’ül Hüsnâ” denir. Bu mübarek isimlerin içerisinden başka sıfatların zikredilmeyip de Kur’an-ı Azimüşşan’a başlarken Rahman ve Rahim isimleriyle, sıfatlarıyla başlaması, İslam Dininin temelinin iyilik olduğunu, şefkat olduğunu, merhamet ve rahmet Temmuz olduğunu göstermektedir. Esasen İslam kelimesinin manası ise “silm” kökünden gelmektedir. Yani iyilik, barış, kardeşlik, selamet, huzur ve güven demektir. Ve yine Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) “Rahmeten lilâlemin” olarak gönderilmiştir. Yani “sadece insanlar, nebatlar ve hayvanlar için değil bütün âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir. Bütün bu temel esaslar İslam dinin temelinin iyilik olduğunu ve yeryüzündeki bütün insanların saadeti için gönderilmiş olduğunu açıkça göstermektedir.” İmtihan Dünyası - Dünya hayatımızın bir imtihan olduğunu sohbetlerinde vurgulayan Hocamız “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, ölümü ve hayatı yaratandır...” (Mülk, 2) ayetini okur, “İmtihanı kazanmak itaat iledir.” İnsanoğluna Rabbimiz tarafından başka varlıklarda olmayan çok kıymetli meziyetler verilmiştir. Bu kıymetli meziyetlerin kendisine verilmesi dolayısıyla insanoğlu, “Rabbimiz Adil olduğundan imtihan edilmek mecburiyetindedir. Biz dünya hayatına, imtihan için geliyoruz. İmtihan oluyor ve fani dünyadan gidiyoruz. Cenab-ı Hak bu imtihanda hepimize yüz aklığı ve muvaffakiyet versin İnşallah. Amin. Peki bu imtihan nasıl oluyor? Bu imtihan; Bir insan, iyi midir, kötü müdür? esasına göre yapılmaktadır. Yani bu imtihan en ulvi, en kıymetli, en yüksek bir gaye bakımından yapılmaktadır. İyi insan olmak nasıl mümkündür? Bir Hadis-i Şerifte “Hayrun nas men yenfeûn nas” buyurulmaktadır. Yani “insanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (el-Camiu’s-Sağır Şerhi Feyzül-Kadir, Hadis No: 4044) İyilik kendi kendine olmaz. Başkasına faydası dokunmakla olur. En büyük fayda, en büyük iyilik herkesin, bütün insanların iyiliğini isteme ve bu yolda elinden gelen gayretle çalışmaktır. Yani bütün insanların dünyada da, ahirette de mesut olmalarını istemek ve bu yolda bütün gücüyle çalışmaktır. Mareşallik meydan muharebesi kazanana verilir. Düşmanı yenip hak edeceksin, şeref madalyası takacaksın. Cennete gitmek için mücadele lazım.” - Hocamız “imtihan” konusunda şunları da ifade ederdi: “Şu dünyaya gönderiliş gayemiz olan kulluk imtihanını başarabilmek için, üç tane temel ve birbirini tamamlayan esas vardır: 45 1- Her şeyden önce İslam’ı öğrenmek, İslam’ın her konudaki emrini bilmek, 2- Öğrendiğimiz İslami esaslara göre yaşamak, Kur’an’ın hükmünü hayatımıza tatbik etmek, 3- Her yerde, her halde ve her meselede, mutlaka İslâm’a göre, yani İslâmca düşünmek. Yani, itikat ve ilmihal konularını öğrendiği ve bildiği bir kısım ibadetleri yerine getirdiği halde, ticaret, siyaset ve devlet hayatında müşrikler gibi düşünen, olayları batılı ve cahili ölçülerle değerlendiren bir kimse, hakikat nazarında Mümin sayılamaz. Kişi Hak ile batılı ayıracak ve Hakk’a tabi olacak. Örneğin, beş vakit namazı imamın arkasında ve tadil-i erkanıyla kılan bir insan, içinden “Camiden çıktıktan sonra, sattığım tarlanın parasını acaba hangi bankaya yatırsam?” diye geçiriyor ve rahatlıkla faiz yiyorsa, bu kişi İslamca düşünmüyor, demektir ve bu bir felakettir, Allah muhafaza.” İslam Dini Şamil Ve Kamildir - Erbakan Hocamız “… Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…” (Maide 3) ayetini “Müslümanca düşünmenin üç temel esası” konusu içinde okur ve izah ederlerdi. Müslümanca düşünmenin üç temel esası vardır: 1- Dünya hayatı, çok önemli bir imtihandır. Ahiret ise, dünya hayatının hesabı ve imtihandaki artı ve eksi puanların karşılığıdır. Nefeslerimiz sayılıdır, bunlar Allah yolunda harcanmalıdır. Çünkü ölüm bize, çok yakındır. 2- İslâm Dini, Allah yapısıdır. Bunun için mükemmeldir ve tastamamdır. Hâşâ, zerre kadar noksanı, fazlası ve hatası bulunmamaktadır. İslam şamil ve kamil bir dindir. 3- İslâm Dini, bir bütündür. Ona bir şey katılamaz ve ondan bir şey çıkarılamaz. Baştan sona Hak’tır, hayırdır ve hepsi, herkes için ve her 46 yerde lazımdır. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret saadetinin tek ilacıdır. İslam’sız saadet olmaz. - Yine şu hatıra anlatılır: “70 öncesi yıllarda Muhterem Erbakan Hocamız’ın Erzurum’daki “İlim ve İslam” konulu konferansını dinleyen bir müftü efendi, daha sonra özel sohbeti sırasında Hocamız’a dönerek: -“ Sizi can-u gönülden tebrik ederim. Çok güzel ve önemli konulara temas ettiniz. Bendeniz de yıllardır vaazlarımda : “Dini ve ahlâki ilimleri bilmek yetmeyeceğini, Avrupa’nın fennini ve tekniğini de öğrenmek gerektiğini, hep söylerim” deyince, Erbakan Hocamız ona: - Aman Müftü Efendi, herhalde sürçü lisan ederek, yanlış bir ifade kullandınız. Çünkü “İslami ilimler yetmez, Avrupa’nın fen ve tekniğini de almamız lazımdır” sözü, bilerek söylense, tecdidi iman gerektiren bir küfür lafzıdır. Zira bu söz Kur’an’daki en son indirilen “Artık dininizi kemale erdirdim. Hiçbir eksik bırakmadım (maddi ve manevi) nimetlerimi tamamladım. Din olarak İslam’ı seçtim.” mealindeki ayete ters düşmektedir. Sizin düşüncenize göre “İslam’da fen, teknik ve müspet ilimler yoktur. Bunları Avrupa’dan almaya ve öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla bu yönüyle İslam eksiktir” manası anlaşılır ki bu, farkında olmadan “Bugün dininizi ikmal ettim, maddi ve manevi hiçbir eksiklik ve kusur bırakmadım” buyuran Cenab-ı Hakk’ı yalanlamak (haşa) manasına gelir ve elbette yanlıştır. Doğrusu ise, maddi ve müspet ilimlerin kaynağı Kur’an’dır ve bugün Batılıların elindeki bütün ilimlerin temel esaslarını ortaya koyan da bizzat İslam alimleri olmuştur. Elbette “Hikmet (fen ve sanat) Müslümanın yitik malı gibidir. Nerede bulsa alır ve kullanır. Ancak İslam’ın müspet ilimlerle ilgisi ve bilgisi yok diye düşünmek tamamen yanlıştır ve yanıltıcıdır.” diyerek düzeltir. - Hocamız’ın ; “İmani ve itikadi konularda başlayacak çok az bir şüphe ve sapma bile, insanı giderek İslam’dan uzaklaştıracak ve bu sapıklık, sonunda sahibini cennete değil, cehenneme taşıyacaktır.”, “Akıl; imanın ve İslam’ın emrinde en büyük nimet, nefsin ve şeytanın elinde ise, sebebi felâkettir.”, “İlhamını Temmuz Kur’an’dan almayan hiçbir ilim ve teknik asla hayr-ı mahz olamaz, şerden ve zarardan arınmış sayılamaz. Mutlaka yeterli ve yararlı olduğu savunulamaz. Felsefelerin ve filozofların birbirini inkârı, ideolojilerin devamlı çatışması, beşeri kanun ve nazariyelerin eskimesi ve değişmesi, hatta yapılan ilaçların bile, bir müddet sonra yan tesirlerinin anlaşılması, hep bu yüzdendir.” sözleri, hep birer hakikattir. “Cihad ve Zekat Olmadan Ne İle Cennete Gireceksin ?” - Bir çok alimin ifadesiyle son yüz yılda cihadın anlamını ve önemini ümmete öğreten Erbakan Hocamız, cihadın üzerinde çokça durur ve Kur’an’da 500 küsur yerede zikredilen cihad ayetlerini okurdu: “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Tevbe, 20), “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun. O’na yaklaşmak için vesile arayın. O’nun yolunda cihad ediniz ki kurtulasınız.”( Maide, 35)… - Muhterem Hocamız cihadın önemini şu hadis-i şerifi anlatarak izah ederdi: Birisi Peygamber Efendimiz (sav)’e geldi: “-Yâ Rasûlallah uzat elini, sana biat edeceğim, sadakat sözü vereceğim, tebliğ ettiklerinin hepsi tamam. Ancak bir şartım var: Ben korkak bir insanım. Bana cihadı emretme. Bir de on tane devem var, çoluk çocuğum çok kalabalık. Bu develerin sütlerini sağıyoruz, ancak geçiniyoruz. Benden zekât isteme! Zekât istersen bu develer azalacak, zâten imkânım iyi değil...” dedi. Peygamber Efendimiz(sav) ona elini uzatmadı ve dedi ki: “-Cihad olmadan, zekât olmadan İslâm olur mu?.. Allah yolunda sadaka ve infak yok, cihad yok, o zaman sen ne ile cennete gireceksin?” (Kenzü’l-Ummal, VII,12) Erbakan Hocamız cihada dair şöyle derdi: “ İslam bir savunma dini değil, cihad dinidir. Cihad: Temmuz C.h.d kökünden gelir. Cihad; Allah’ın kesin bir emir olarak; bütün insanların dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak maksadıyla fert, toplum ve kurumsal olarak iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının, adaletin ve hakkın hâkim olup yaşanması ve yaşatılması, kötünün, çirkinin, yanlışın, zararlının, zulmün ve batılın menedilmesi ve kökünün kurutulması için, bütün gücümüzle, hep beraber, teşkilatlı bir şekilde çalışma mecburiyetini üzerimize yükleyen farzın adıdır. Cihad bütün insanlığı küfrün, nifakın, şirkin, zulmün karanlığından kurtarıp İslam’ın aydınlığına kavuşturmaktır. İnsanlardan hiçbiri cehenneme gitmesin, hepsi cennete gitsin şefkati ile çırpınmaktır. Cihadın amacı ifsat etmek değil ıslah etmektir. Günümüzde bu anlayış ve idrak Milli Görüş tarafından temsil edilmektedir. Biz siyaset yapmıyoruz, cihad ediyoruz. Cihad konuşulacak değil yapılacak bir iştir. Felakete doğru hızla giden insanlığın iki cihan saadeti için cihad delisi olmalıyız. Cihadı terk etmek zillettir, eda etmek ise izzettir. Bu görevi yapmak insanın Allah katındaki en büyük şerefidir.” - Muhterem Hocamız cihada dair şu hadisi de hatırlatır ve anlatırlardı: “Muaz İbnu Cebel (ra) rivayet ediyor: Rasulullah (sav)bana sordu; “Bu dinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?” “Evet, ey Allah’ın Resulü!” dedim. “Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı: “Bu dinin başı İslam’dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!” (Tirmizi, İman 8, 2619) “Kelime-i şehadet getirip iman etmekle işimiz bitmiyor, tam aksine kulluk imtihanımız yeni başlıyor. Yani kelime-i şehadet, bir nevi, Kuran programıyla yapılan kulluk imtihanına giriş belgesidir. Müslüman, Hakk’ın hâkimiyeti için ‘motor’, şerrin yok olması için ‘fren’ olma görevlisidir. Hakk’ı üstün tutmak her zaman saadet getirir. Fırtınalara yön veren kelebeklerin kanat çırpışıdır. İman varsa imkân da vardır. Milli Görüşçü asla vazgeçmez. Tarih dilenenlerin değil direnenlerin kazandığına şahittir. Bir çiçekle bahar olmaz. Ama her bahar bir çiçekle başlar. Hakk’ın tesisi için çalışmamakla batılın hâkimiyeti için çalışmak arasında fark yoktur. Cihad, sorumluluk bilinci, sadakat, aşk, azim ve Millî Görüş tekeden bile süt çıkarır.” 47 “Hakkı Batıl İle Karıştırmayın” - Hak yolda sabırlı ve kararlı olmak gerektiğini bilen Hocamız, “atınızı alanlar yolunuzu da almadı ya” derdi ve şu ayetleri okurdu: “Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler, Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara , 214), “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/139) “Güçlü bir imana sahip olmalıyız ki zorluklar karşısında yılmadan mücadelemizi sürdürelim.”, “Asıl marifet, yük altında ve hizmet esnasında sadık ve sağlam kalabilmektir. Yoksa, çay sohbetlerinde ve edebiyat kürsülerinde kahramanlık satmak kolaydır. İdeallerimiz için fedakârlık yapmalıyız. Davamız için maddi ve manevi fedakârlıkta bulunmak farzdır.” - Konferans, seminer ve sohbetlerinde hak ve batıl kelimelerinin üzerinde duran Hocamız “Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” (2/42) ayetini okur ve şöyle derdi: “Hak ne demektir? Batıl ne demektir? Şarta bağlı olmaksızın mutlak olarak her şart altında doğru olan şeye “hak” denir. Her şart altında yanlış olan şeye ise “batıl” denir.” İman, Lider Ve Nefer - Erbakan Hocamız her yıl Anadolu Gençlik Derneğimiz tarafından yüz binlerin katılımıyla yapılan Fetih Kutlamalarında şu önemli hadiseyi mutlaka anlatır ve dünyevileşme hastalığına yakalanan asrın Müslümanları için şu nasihatlerde bulunurdu. Ebu Eyyüb el Ensari Halid bin Zeyd (ra)… İşte bu mübarek insan, İstanbul surları önüne geldi. 90 yaşında 6 oğlu ile birlikte oklara karşı herkesten önce o atılıyor. Genç Kumandan “Ya Ensari, sen bize Allah Rasûlü’nün bir hediyesisin. Niçin bu oklara atılıyorsun? Sana birisi isabet ederse, biz ne yaparız? Niçin geride durmuyorsun?” Birkaç kere bunları kendisine söyledi. Ama onu durdurama- 48 dı. En sonunda durdurmak için, sen şu ayetin manası bilmiyor musun? “Neden bile bile kendinizi tehlikeye atıyorsunuz?” (Bakara 195) dendiği zaman, işte Bizans’ın okları altında Ebu Eyyüp El-Ensari Hz., genç kumandana muharebe meydanında vereceği dersi verdi. Dedi ki “Evladım sen kaç yaşındasın? Bak gördün mü? O ayetin açıklandığı zaman sen daha doğmamıştın. Bu ayette söylenen nedir?” “Ey Müslümanlar hurmaların altını havalandıracağız, yapraklarını temizleyeceğiz diye dünyalık işlere dalıp, hakkı, adaleti hâkim kılmak ve bütün herkesin saadeti için çalışmaktan yani Allah yolunda cihaddan kendinizi alıkoyarak, bile bile kendinizi tehlikeye atmayın. Unutmayın ki asıl tehlike hakkı ve adaleti hâkim kılmaktan geri durmaktır” dedi. Muhterem Hocamız sözlerini şöyle sürdürürdü: “Peygamberimiz (sav) İstanbul’un Fethi’ni Hendek Savaşı’nda müjdelemiştir. Ve müjdeye Fatih Sultan Mehmet Han nail olmuştur. İslam aleminde bugün de görülmemiş zulümler, soykırımlar yaşanıyor. Bu yüzden dünya yeni fetihler bekliyor. Geliniz ey ezilenler, elbirliği ile zulümleri durduralım. Ve azmedelim. Bunun hazırlıklarını yapalım. İstanbul’un Fethi’ni; Peygamberimiz (sav) müjdelemişlerdir. Hendek harbinde, hendekler kazılırken, kimsenin kaldıramayacağı bir büyük taşa rastlandı. Mü’minler dediler ki ‘Ya Rasûlullah biz bu taşı kaldıramıyoruz.’ Bunun üzerine Peygamberimiz (as) besmele çekti ve kazmayla taşa vurunca, taş parçalandı ve 3 ayrı taş parçası 3 ayrı istikamete gitti. Bu sıçrayan taşlar, 3 fethi simgeliyordu. Bunlardan birisi İstanbul’un fethi, öbürü İran’ın fethi, bir diğeri de Mısır’ın fethi’ni müjdeliyordu. O günden beri, asırlar boyu İstanbul’un fethi için sayısız seferler yapıldı. Fakat Cenab-ı Allah, fethi Sultan Fatih’e nasip etti. İşte Efendimiz (sav)’in mübarek hadisi şerifleri böylece gerçekleşmiş oldu. Bu hadisi şerifle ne büyük bir müjdeye mazhar olunmuştur. Hem Sultan Fatih, hem onun ordusu ve hem de evlatları olarak bizler bu hadisi şeriften elbette gurur ve şeref duyuyoruz. Bir başka Hadis-i Şerif’te ise Peygamberimiz (sav); “ İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan; ne güzel kumandan, onu fetheden asker, ne güzel askerdir” (Müs- Temmuz ned,4/335) buyurmuştur. (Erbakan Hocamız bu hadis-i şerifi arapça metniyle birlikte yüz binlerce fetih sevdalısına okurlardı.) Bu hadis-i şerif ne gösteriyor bize; İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Bundan dolayı, alacağımız ilk ders şudur ki, bir çağı kapatıp, bir çağı açabilmek için kuvvetli bir inanç, iman lazımdır. Öbür taraftan; fetih için kumandan, lider lazımdır, fetih için imanlı ve inançlı askerler lazımdır. Bu gerçekleri hepimiz biliyoruz. Fethiniz mübarek olsun.” Lidere Biat Ve İtaat Farzdır - Muhterem Hocamız “baş başa bağlı, baş da Allah’a bağlı” inancıyla çalışmaların yapılması gerektiğini ifade eder, lidere, emire itaat konusunda şu mühim ayeti okurlardı. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/59) - Hocamız şöyle anlatırdı: “İtaat; bir Müslümanın kendilerinden olan emir sahiplerine, maruf olan her emrine hoşuna gitse de gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Peygamberimiz(s.a.v) bu hususta bizlere şu tembihatta bulunmaktadır: “Müslümanlar hoşlarına giden ve gitmeyen her konuda, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmekle yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler.” (Buhari, Ahkâm: 4) Siyonizm’in ve işbirlikçilerinin menfi telkinlerine boyun eğerek biat ve itaat farzlarını terk edenlerin “Cahiliye ölümüyle ölmeleri” kaçınılmazdır. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur. “Her kim biat etmeden ölürse cahiliye ölümü gibi bir ölümle ölmüş olur.” (Müslim, İmâre, 51) Müslüman hoşuna gideni, aklına geleni, nefsinin arzusuna uyanı yapan kimse değildir. Müslüman Allah’a teslim olan insandır.” - “Müslüman insan, insanlığın dünya ve ahiret saadeti için vereceği mücadeleyi ittifak ederek, biat ve itaat şuuruyla, tek bir üm- Temmuz met halinde yürütmekle görevlidir.” hakikatini bir ömür boyu haykıran Muhterem Hocamız, “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; sakın ayrılıp parçalanmayın.” (Ali İmran, 103), ayetini okurdu ve şöyle derdi: “İslam ancak iman ve cihad ile yaşanır. Müslümanların tek vücut olmaları zorunludur. Ümmet olmak demek bir lider etrafında toplanarak insanları hayra davet etmek, iyiliği emredip hâkim kılmak, kötülüğü men edip kökünü kurutmak için çalışan şuurlu bir topluluk olmak demektir.” “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 104). Allah (c.c) bu topluluğu insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olarak övmüştür. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız...” (Ali İmran, 110). “Müslüman, itaat, sadakat, ihlâs ve irfan sahibi olmalıdır. Tefrikadan kaçınmalıyız. Dava arkadaşlarıyla çekişerek faydalı olunmaz. Esas mesele cemaat ruhuna sahip bir şekilde İttifak halinde olmaktır. “Bunlar iyi hizmet yapmıyor, eksik? Daha iyisini yapacağım” deyip dahi tefrika haramdır. “Ve la teferragu” (Hiçbir şekilde tefrika yapma)İslam’ı hakim kılmak zordur, hep beraber yapılır. Sahiden bu hakkı hakim kılacak topluluk burası mı ya hu? Bunu Bush biliyor da sen mi bilmiyorsun?” - “El küfrü milletün vâhidetün” yani “Küfür tek bir millettir.” hadisini Hocamız izah ederlerdi: “Yeryüzünde nefsine esir olup Hak ve adalet için değil, kendi sömürü ve tahakkümleri için çalışanlar dağınık değildirler. Organize bir güçtürler. Birbirleriyle irtibatlı bir bütündürler. Bir millet gibidirler. Küfür bir merkezden yönetiliyor. Siz bunların başka başka soylardan geldiklerine, haritada başka başka renklere boyandıklarına bakmayın. Bunlar bir merkezden yönetilir. Bunları yönetenler, Siyonizm ve ırkçı emperyalizmdir. O halde Hak yolunda çalışan bizler de ilahi emir gereği bir ve beraber olmalıyız ve teşkilatlı olarak çalışmalıyız.” - “(Yapacağın) işlerde onlara danış (istişare et), bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran 159) Erbakan Hocamız ayetini okur, ilme ve istişareye çok önem verir ve 49 “İlmi esaslarla istişare ederek çalışmalıyız. Çalışmalarımızı istişare ile yürütmeliyiz. İşlerini istişare ile yürüten toplumlar pişman olmazlar.” buyururlardı. - “İnsan için sadece çalışmasının karşılığı vardır” (Necm 39) Hocamız derdi ki; “Hakkın hakimiyeti için bütün gücüyle cihad etmek konuşulacak bir şey değil, yapılacak bir görevdir. Çalışmayanlar çareyi konuşmakta buluyorlar. Akıl vermeye başlıyorlar. Bu hataya düşmemeliyiz, kardeşlerimizi ikaz etmeliyiz. Birlikte hizmet ettiğimiz arkadaşlarımızla ihtilaf ve çekişmeye girmemeli, safları kenetlenmiş halde bulunmalı, uyumlu insan olmalıyız. Sadık olmalıyız. Davamıza ve liderimize bağlı olmalıyız. Vefa çok üstün bir vasıftır.” - “İyi ahlak sahibi olmalıyız. Gıybet, dedikodu, haset, kibir, kin, iftira ve kulis yapmak gibi hastalıklardan uzak olmalıyız. Nefsimizi terbiye etmeliyiz. Milli Görüş nefse esareti değil nefis terbiyesini esas alır.” prensibini “temel esaslar” sohbetlerinde anlatan Erbakan Hocamız “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra, 37) ayetini hatırlatırdı. Kunut Duasında Ne Söz Veriyoruz ? - Muhterem Hocamız, Kunut Duasında ne okuduğumuzu anlatırdı: “İmanla küfür bir kalpte birleşmez ve barışmaz. Her gece en son kıldığımız vitir namazındaki kunut duasını okurken, Allah’a şu sözü vermeden başımızı yastığa koymuyoruz: “Ve nahleu ve netrükü men yefcürük. Sana isyan içinde olanlardan uzağız; onlara katılmıyoruz.” Ya Rabbi, facir ve fasık kimselerle bütün bağlarımızı kestik ve Senin dinini yıkmak isteyenleri terk ettik.” diyoruz... Facir; itikâdı bozuk, görüşü batıl olan kişilerdir. Fasık ise, ameli bozuk, ahlâkı berbat kimseler demektir. Acaba biz müslümanlar, Allah’a verdiğimiz bu sözü tutuyor muyuz ? Allah’a kul olmayan, davasına er olamaz.” 50 Niyet Ve Gaye Çok Önemli… - “Ameller, niyetlerle tartılır.” hadisini Hocamız şöyle izah ederlerdi: “Yani yapılan işler ve ibadetler niyetlere göre değerlendirilir. Neyi elde etmek istediğimiz ve neleri gaye edindiğimiz önemlidir. Cenab-ı Hakk’ın, bizlerin sadece tavır ve davranışlarımızı değil, bu hareketleri hangi maksat ve niyetlerle yaptığımızı da devamlı kontrol ve murakabe ettiğini unutmamalıyız. Her hâl ve hareketimizdeki niyetimiz, samimiyet ve ihlasımız, ciddiyetimiz ve gayretimiz devamlı olarak bir otomatik beyinden bin kere hassas İlâhi bir murakabeye (kontrol ve değerlendirmeye) tabi tutulmaktadır.”, “Bir insan kendi kusur ve kabahatlerini düşündüğünde, utancından başkasının yüzüne bakmaya mecali kalmayacaktır.” - Hocamız İslam’ın beş temel esas üzerine bina edildiğine dair hadisleri de şöyle izah etmektedir: “İslam beş temel üzerine bina edilmiş bir hakikat sarayıdır ve hayat programıdır. Yoksa sadece bu beş şeyden ibaret zannedilmesi hatadır. Zira, sadece bir kısmına inanmak ve yaşamak İslam değildir. İslâm bize ve zamana uymaya mecbur değildir. Ama herkes ve her zaman, İslâm’a uymak mecburiyetindedir.”, “Akıl, bir işin sonunu düşünmektir”. Yani kârını, zararını çok iyi hesap ederek bir işe girişmektir. Çünkü son pişmanlık para etmeyecektir. Ve “ah keşke” sözleri, akılsızlığın neticesidir.”, “İslamsız akıl, tek başına ilk ve mutlak doğruları bilemez, hayır ve şerri tayin edemez. İslamsız bütün nimetler ve saadetler eksiktir ve yetersizdir. Akıl; imanın ve İslam’ın emrinde en büyük nimet, nefsin ve şeytanın elinde ise, sebebi felâkettir.” Kur’an Ve Sünnet Bütünlüğü - Kur’an ve sünnet bütünlüğüne dikkat çeken Merhum Hocamız “diğer bir gaflet ve cehalet örneği de, sadece Kur’an’la hüküm ve amel etmeyi yeter- Temmuz li zannedip, sünnete ve hadislere itibar etmemektir. Halbuki Allah’ın belirlediği Kur’anî hükümleri, Resul-ü Ekrem (sav) bizzat yaparak ve yaşayarak bizlere göstermişlerdir. Efendimiz (sav) öğretmeseydi ve örnek teşkil etmeseydi, nasıl mesela abdest alınacağını ve ne şekilde namaz kılınacağını dahi bilemezdik.” diye anlatır ve şu ayet ve hadisleri hatırlatırlardı: “Benim ve Rasulüm’ün çağırdığı şeyde sizin için hayat (dirilik) vardır.” (Enfal 8/24), “Siz, Allah Rasûlü’nün verdiğini alın, yasakladığından da uzak durun...” , “Sana vahyolunana sımsıkı sarıl!.. Siz hepiniz, zamanı gelince (ona uyup uymadığınızdan dolayı) mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Zuhruf 43,44) Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı (Kur’an-ı Kerim) ve Resûlü’nün Sünnet’i.” (Muvatta, Kader) - “Mezheplerin birleştirilmesi fikri de, ırkçılık gibi, bir siyonist şeytan şırıngasıdır ve insanlarımızı ibadet disiplininden ve takva dairesinden koparmayı amaçlamaktadır” ve “Yanlışın en tehlisi, doğruya en yakın olan yanlıştır. Çünkü, doğruyla karıştırılması ve insanların daha kolay aldatılması ihtimali taşımaktadır.” - Muhterem Hocamız “Allah ve melekleri, Hz. Peygamber’e salat etmektedir… Ey inananlar! Siz de O’na salatü selam (dua) ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. O’nu hayırla yad edin, kendiniz O’nun rehberliğine tam bir teslimiyetle girin.” (Ahzab 33/56) ayeti gereği söz ve hayatlarında sünnete çok önem verirler ve ne zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in adı anılsa dudakları kıpır kıpır olur ve Efendimiz’e salat-ü selam okurlardı. Allahümme salli alâ Muhammed… - Yegane güç ve kudret sahibinin sadece Rabbimiz olduğunu hatırlatan Erbakan Hocamız, Yüce Allah’ın şu ayetini okurdu: “Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah’ın elindeydi. O halde, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah Temmuz mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına bırakmaz. ” (İbrahim 46,47) - Hocamız ayet ve hadislerden mülhem olarak “Bizim davamızda kimse kendi için yaşamaz, Herkes kardeşi için yaşar. Menfaati ve bencilliği öldürmenin en kolay yolu budur.” buyurur ve şöyle devam ederdi: “İslâmi tebligatta muhatabımız istisnasız bütün insanlardır. Öyle ise görüşü ve görüntüsü ne olursa olsun, davamız herkese anlatılmalı, davet her kesime yapılmalıdır. Tebliğ ve davet bizden, hidayet Allah’tandır. Cenab-ı Hakk’ın en sevdiği insan, sorumluluğunu bilen ve kendi görevini en iyi şekilde yerine getiren insandır. Görevini ciddiyet ve titizlikle yapmak “İhsan” makamıdır. Biz, başkalarının değil, kendi muhasebemizi yapmak ve hesabımızı sağlam tutmakla mükellefiz. İhsan sahibi olmalıyız. Görevlerimizi Allah için yapmalıyız. Çünkü O bizi görüyor.” - Hocamız ayetlerde buyurulduğu gibi dua eder ve daima Rabbimiz’e sığınırdı: “O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.” (18/10), “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (2/286), “(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (3/8) Ya Rabbi sen bize hakkı hak olarak göster. Ya Rabbi sen bize batılı batıl olarak göster. Hakkı tutmayı nasip et. Batıldan kaçınmayı nasip et. - “Bütün gücüyle ve tüm imkanıyla inandığı Hak yolunda çalışarak manen ve maddeten kalkınmış ‘Yeniden Büyük Türkiye’nin’ kurulmasında, insanlığın özlediği medeniyetin tesisinde ve bütün insanların Refah, Saadet ve Selamete ulaşması yolunda hizmeti geçenlere ne mutlu!” - “Ben kesinlikle inanıyorum ki önümüzdeki yıllarda bütün dünyada en gür sada Hakk’ın ve Hakk’a inananların olacaktır.” “Ve’l akıbetülil muttakin, Güzel akıbet (nihai zafer) muttakilerin (Allah’tan hakkıyla sakınan müminlerin)dir.” (A’raf 128) 51 Amansız Düşman Nefis Ve Onun Terbiyesi Abdullatif ACAR n) mü e n ü r ö a anla(g m ş ü ır. On d d i y r a i l h o k Za k daha da e m t e susun u h a cadele alm edbir efis gö n k a c karşı t An n ezsin. m t ğunda e u r d u l s o u n k düşma n e ı, çoğu y ğ e a c m a n n ü r v ra k asıl da n e ir anlı d b e , z e ner lem bikestiri n a a düşe n m ı ğ za a z tu emen h e l t e gafl lirsin. Allah (c.c.) üç çeşit canlı türü yaratmıştır: Melekler, akılla donatıldığı halde kendilerine nefis verilmemiştir. Azgın istek ve arzuları yoktur. Her daim Allah’a ibadet ve itaat halindedirler. Hayvanlara da nefis, azgın istek ve arzular verildiği halde akıl ihsan edilmemiştir. İnsanlar ise hem akılla donatılmış, hem de nefis ve şeytan musallat kılınmıştır. Deniyor ki: İnsan aklını kullanıp nefsin istek ve telkinlerine kulak vermese, nefsini aklın iradesine bağlar, hakkın rızasına ayarlarsa bu yolda mücadele edip başarıya ulaşırsa, meleklerden üstün duruma gelir. Şayet akıl denen ulvi bir nimeti, nefis denen süfli bir düşmanın esaretine sokar, onun peşinden sürüklerse de hayvanlardan da daha aşağı duruma düşer. Zaten insanın imtihanı akılla nefis arasında cereyan etmiyor mu ki? Nefis, hayra mani, akla zıttır. Aklın dediğini kabul etmez. Aklın ölçüsüyle ölçülmez, mantığın terazisinde tartılmaz, kendi başına buyruk 52 Temmuz hareket eder. Nefis şerrin sembolü mürüvvet perdesinin yırtılmasının baş amilidir. Akıl, eşrefi mahluk olmanın, Allah (c.c.) tarafından muhatap kabul edilmenin, hilafet cübbesi giydirilmenin, yetki ve sorumluluk sahibi kabul edilebilmenin sebebidir. Şimdi böyle insani bir melekeyi, hayvani sıfatın emrine verdiğinizde, boyun bükülecek, ibadet ve itaat edilecek Allah’a, onun emirlerine kapıları kapatıp, Allah’ın hakkı olan kulluğu nefsinize yaparak, onu mabud edinmiş olmaz mısınız? Abdullah İbni Abbas böyle bir gafletin girdabında olanları kastederek diyor ki: “Nefis Allahtan başka tapılan ilahtır.” Yüce Allah’ta Kuran-ı Keriminde: “Habibim o nefsin arzusunu kendine ilah edineni gördün mü?”(Casiye,23) diye buyurarak nefise uymanın insanı nasıl tehlikelere sürükleyeceğine dikkatleri çekmiştir. Birçok ayet-i kerimede akletmeyi aklı kullanmayı, onun yol göstericiliğine başvurmayı onunla hakka, hakikata ulaşmayı emir buyuruyor yüce yaradan. Çünkü Akıllı olmak bunu gerektiriyor. Bu da nefisle mücadeleyi şart koşmaktadır. Çünkü nefis insanın aklına galebe çalarsa, akıl işlevini yapamaz. İmtihanda başarılı olmak, yüklendiğimiz görev ve sorumluluğun gereğini yerine getirmek, Kalu beladaki verdiğimiz sözümüzün arkasında olabilmek, kelime-i şehadetle kabullendiğimiz teslimiyetin gereklerini uygulamak, nefsimizle amansız bir şekilde mücadele etmekle mümkündür. Nefisle mücadele hayatımızın en zor mücadelesidir, bedel isteyen fedakarlık, kararlılık, samimiyet, ihlas gerektiren bir mücadeledir. Peygamberimiz (s.a.v.) ashabıyla bir gazadan dönerken buyurdular ki: “Küçük cihattan(cihad-ı asğard) büyük cihada(cihad-ı ekber) döndük” Ashabı Güzin efendilerimiz: Ya resülallah çok zorlu bir mücadeleden döndüğümüzü zannediyorduk bize büyük cihadın ne olduğunu haber verirmisiniz?” Peygamberimiz (s.a.v.) bunun üzerine buyurdular ki: “Büyük cihat nefisle yapılan cihattır”(Acluni,1.422;Beyhaki.297) Sahabiler bundan sonra, kafirlerle yaptıkları cihattan döndüklerinde: “Küçük cihattan, büyük cihada döndük” derlerdi birbirlerine. Evet, bir düşünelim! Öyle değilmi ki: Ordularıyla kıtalar fethetmiş, nice surları yıkmış, dağları aşmış, vadileri geçmiş olduğu halde kendini aşamamış, nefsinin tuzaklarına düşmüş, onun istek ve arzularında boğulmuş insanları. Düşünün! Milyonlarca kitlelere hükmetmiş, onları emrinin altında istedikleri gibi evirip çeviren ancak kendi nefislerine söz geçiremeyen ne kadar çok insanın olduğunu. Düşünün –sözüm ona- hürriyet adına ömrünü verip, hürriyete kavuştuğunu zannedip, nefislerinin pranga ve zincirlerinden kendini bir türlü kurtaramayanları... Namazında niyazında olup eli cebine gitmeyenleri... Defaatle hacca gidip bir fakirin kapısına varmaya gücü ve takati olmayanları. Elinden tespihi Zahiri düşmanla ara sıra mücadele ederken nefsinle her an mücadele içerisinde olmanız gerekir. Basit görünen bir ihmalkârlıkla bütün kazanımlarını kayıp eder, belki çıktığın zirvelerden alaşağı edilirsin. Temmuz 53 düşürmeyip o elle bir düşeni kaldırmak için yerinden dahi kımıldamayanları. Gözlerini yumup tefekkür görüntüsüyle takva ehli olduğunu gösterip nefislerine hafifden dokunulduğunda hemen parlayıverenleri. Düşünün! İlim yüklü alim ünvanlıyla, göğüslerini gere gere, başlarını dikerek, salına salına yürüyenleri. İlmini riya ve kibirlenmenin sebebi bilip, nefsinin dediğinin dışına çıkmayan hammalları. Demek ki, burada sayamayacağımız kadar birçok örnekle de görüle bileceği gibi nefis öyle umursanmayacak, ihmal edilecek, hafife alınacak, bir düşman değildir. Zira o, ayet-i kerimenin ifadesiyle, daima kötülüğü emreder. O bizi içten içe yıkan bizden biri gibi hareket eden, insana kendi istek ve arzularıyla hükmeden acımasız bir düşmandır. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifide bunu ifade babından: “Senin en şiddetli düşmanın iki yanının(kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir”(ihya terceme,c.6,s. 10) buyuruyor. Zahiri düşmanla(görünen) mücadele etmek daha kolaydır. Ona karşı tedbir alma hususun da kusur etmezsin. Ancak nefis görünmeyen düşman olduğundan nerede nasıl davranacağı, çoğu zaman kestirilemez, bir anlık gafletle hemen tuzağına düşebilirsin. Zahiri düşmanla ara sıra mücadele ederken nefsinle her an mücadele içerisinde olmanız gerekir. Basit görünen bir ihmalkârlıkla bütün kazanımlarını kayıp eder, belki çıktığın zirvelerden alaşağı edilirsin. Savaş esnasında öldürülürsen derecelerin en yükseğine; şehitlik makamına kavuşursun. Hayatta kalırsan, gazilik unvanına layık görülür, mükâfata nail olursun, Ancak nefsinden kurtulmak mümkün değildir. Mağlup olursan da cehenneme sürüklenirsen. Kul ile Allah (c.c.) arasında en büyük perde nefistir. Daldığın heva ve heves, seni Allah (c.c.) tan gafil yaşamaya sevk eder. Gözlerin göremeyince, kulakların duyamayınca hakikati. Kalbin mutmain olamayınca kulluğunu bilemez, yaratılış gayeni düşünemezsin. Dünyayı oyun ve eğlenceden ibaret sanırsın. Hayatı yemek, içmek, alabildiğine pervasızca ölçüsüzce, kuralsızca yaşar, kendini ağır bir azaba müstahak hale getirmiş olursun. Yüce Allah (c.c.) Davut aleyhisselamın şahsında bütün insanları uyararak şöyle buyuruyor: “Ey Davut biz seni halife yaptık. Onun için insanlar arasında adaletle hükmet, nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır. Kuşkusuz Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır.ç”(Sad,26) Onun içindir ki Yüce Resul(s.a.v.): “Yarap göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni nefsimle baş başa bırakma”(Bezzar) “Yarap bana doğru yolunu ilham et ve nefsimin fenalığından koru”(El camiu’s Sağır c.1,s.58) diye dua dua yalvarmıştır. Ey oğlum! Seni ilk sakındıracak olduğum şey nefsindir. Çünkü her nefsin bir hevası ve şehevi isteği vardır. Eğer nefse şehevi isteğini verirsen azar ve ondan başkasını talep eder. 54 Temmuz Arif-i billah olan büyüklerimiz nefisle ilgili şöyle demişlerdir: “Nefsi deve kuşu gibi anla. Ne yük çeker ne de havada uçar. Huzura alsan “uç” desen “deveyim” der. Sırtına yük koyup “taşı” desen. “kuşum” der. Nefsin rengi zehirli otun rengi gibidir. Gönlü çeker( yemyeşildir) fakat tadı acı ve kokusu fenadır. Taata davet etsen gevşeklik gösterir lakin maiyete ( isyana) acele eder” Lokman Hekim’de Oğluna: Ey oğlum! Seni ilk sakındıracak olduğum şey nefsindir. Çünkü her nefsin bir hevası ve şehevi isteği vardır. Eğer nefse şehevi isteğini verirsen azar ve ondan başkasını talep eder. Çünkü çakmak taşında ateş gizli olduğu gibi şehevi isteklerde kalpte gizlidir. Çakılırsa ateş çıkar, çakılmazsa ateş gizli kalır” nasihatte bulunmuştur Kasideii Bürde, Şairi İmam Bubusiri Hazretleri ne de güzel benzetmeyle anlatmış nefisi: lundan alıkoymak, onun gazabına müstehak hale getirmek. Sen ona ancak Allah’ın emrine boyun bükmesini sağlayarak iyilik etmiş olursun. Her davranışın da gizlilik saklı olan nefis. Seni yine senin zaaf noktalarınla alt eder. Önüne, koyduğu şeylerin güzelliğine aldanırsın faydalı zannedersin ancak dışı güzel olan o şeylerin içi zehir, sonu ölümdür. Bu ölüm dinin, insanlığının ölümüdür. Onun içindir ki o yolları biran öce kapatmalı ona hareket alanı tanımamalısın. Bir davranışın, hoşuna giden tarafına, güzel olan yüzüne değil, seni götüreceği neticesine bakmalısın. Nice meşakkatlerle kat ettiğin yollar vardır ki, seni saadet yurduna çıkarır. Nice düz, engelsiz yollarda vardır ki sonu uçurumdur, tehlikelerle doludur. Sen yolun güzelliğine değil götürdüğü yere talipsin unutma! “Nefis tıpkı süt emen çocuğa benzer, onu kendi haline bırakıp duur demesen seni emerde emer ancak onu sütten kesersen hemen vazgeçiverir”. “Nefis tıpkı süt emen çocuğa benzer, onu kendi haline bırakıp duur demesen seni emerde emer ancak onu sütten kesersen hemen vazgeçiverir”. Evet, kardeşim şunu unutma! Nefsini tek memnun eden şey vardır oda seni Allah’ın yo- Peygamberimiz (s.a.v.) bunu, rızanın neticesi, olan cenneti anlatırken ne kadarda güzel ifade ediyor: “Nefsin arzu etmediği şeyler cennetin etrafını, nefsin arzu ettiği şeyler cehennemin etrafını etrafını çevrelemiştir”(Buhari,Tecrid-i Sarih.2035) Abdulkadir Geylani hazretleride: “Nefsinizi semirtmeyiniz zira sizi yer. Bu tıpkı yırtıcı bir köpek alarak onu besleyen, büyüten, semirten kişinin haline benzer ki bir gün azgın o köpek onunla yalnız kaldığı bir yerde onu yer. Nefsin yularını bırakmayınız. Bıçaklarını bileyiniz, zira sizi ölüm vadisine atar ve aldatır. Onun yemini kesiniz, kendisini şehevi heveslerine salıvermeyiniz.(Sohbetler, s136)diye uyarmıştır. Evet, kardeşim, nefsinle heran hesaplaşmalısın. Bir babanın asi bir evladı terbiye etmek için her günün sonunda onu karşısına oturtup yaptıklarının, ettiklerinin teker teker hesabını sorduğu gibi, sende nefsini hesaba çekmelisin. Hata ve kusurlarına asla göz yummamalısın, bir hata ve kusur neticesinde gevşeklik gösterirsen onu cesaretlendirmiş olursun. Cesaretlendiği yerde hemen cesaretini kıracak amellerde bulunmalısın. Mücadelede hep Temmuz 55 ilerde olmalısın bir sonraki günün bir önceki günden gerilerde olmamalı. Onun elini kolunu bağlamalı ibadet ve itaatle adeta bir mum gibi eritmeli sonra hakkın istediği şekli vermelisin. Şüpheli şey yemişse de onu aç bırakmalı, harama gözünü kaydırmışsa, hep helale bakarak tefekküre dalarak saptığı yoldan istikamete sokmalı ellerini harama uzattıysa, o ellerle düşen birisini kaldırmanın telaşına girmeli, sadakalarla muhtaçlara el uzatmalı. Bakın! Hz Ömer her gün için defter tutar o günün sonunda yapıp ettiklerinden hesaba çekerdi nefsini. Yine bir vakit namazı cemaatle kılamadığından hurma bahçesini Allah (c.c.) yolunda sadaka olarak verdi nefsine misilleme olsun diye. “Abidlerden biri, eliyle bir kadına dokundu, nefsine ceza vermek için yanıncaya kadar elini ateşin üzerinde tuttu.” İbni Kezitider ki: “bir gece ihtilam oldum gusletmeye kalkarken nefsim tembellik etti,“Hava soğuk hasta olursan sabret yarın hamama gidersin” dedi. Ondan sonra nefsime muhalefet olsun diye entariyle gusletmeye yemin ettim ve öylede yaptım. Allah’u tealanın emrinde gevşeklik yapanın cezası budur dedim”.(Kimyaı Saadet, s.700, İmam Gazali). Evet, Allah’ın salih kullarının hayatlarına baktığımız zaman bu örneklerle dolu olduğunu görürüz. Bize düşen bu mücadelede onların tuttuğu yolu tutmak, bu tehlikelerle dolu yolda onların eteğinden tutup, selamete kavuşmak, kulluğun tadını ve lezzetini almaktır. yol bulup insanları istikametten alır, Allah’tan uzaklaştırır. Peygamberimiz(s.a.v) bu hususta bizleri uyararak buyuruyor ki: “Şeytan insanın kan damarları yolu ile dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın” kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır” (Kalplerin Keşfi,s.15) Zira mide aşırı arzu ve isteklerin kaynağıdır. O kaynağı beslemek nefsin azgın ve isteklerine açık hale gelmektir”. Hz. Adem’le, Havva’nın saadet yurdu cennetten kovulmalarına sebep olan yasaklanmış meyve den yemeleri değilmidir. Yine İbni Attar derki; “Nefsi ancak dört şey terbiye eder. Bunları söyleyeyim de hatırında tut ey aziz, bunlardan biri sukut bıçağı. İkincisi açlık kılıcı, üçüncüsü tenha yerlerde ibadet ve tefekküre dalmak, dördüncüsünde gece uykusunu terk etmektir. Herkim bu dört silahla silahlanmazsa o insan felah bulamaz.” Çünkü az uyku irade kararlılığı sağlar, az konuşmak birçok belaları önler, canlıları incitmemek insanın amacına ulaşmasını kolaylaştırır. Az uyku nefsin azgın arzularını öldürür. Çok yemek kalbi katılaştırır nurunu giderir hikmetin nuru açlıkla bağdaşır, oburluk ulu Allahtan uzaklaştırır”(kalplerin keşfi,27, İmam Gazali) tenha yerlerde ibadet ve tefekkürde bulunmak insanın nefsinin iniş çıkışlarını frenler mücadelesinde kolaylık sağlar. Nefis terbiyesinde nefisin basamaklarını teker teker geçip, Allah’a ulaşmada en önemli yöntemlerden olan; tasavvufta da kaide olarak kabul edilen; az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Birde bunlara halktan belli bir süre uzak kalmak anlamında olan halvet ve çileyi katanlarda vardır. Evet, nefsin aşırı arzuları nice sultanları köle, sabırsa nice köleleri melik makamına yükseltti. Hz. Yusuf, önüne serilen bin bir türlü nefsin telkin ve kandırmaları karşısında sabretti, mısırın meliki oldu. Züleyha ise nefsine mağlup olup zavallı, düşkün, mahrum, zelil duruma düştü. Şeytan insanı yoldan çıkarmak için insanın nefsani arzu ve isteklerini kullanır. O zaaf noktalardan Nefis insanın aslında bizzat benliğidir, kendisidir, hep kendini düşünür hırsla inatla öfkeyle kendi is- “Şeytan insanın kan damarları yolu ile dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın” kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır” (Kalplerin Keşfi,s.15) 56 Temmuz tek ve arzuları için her yolu meşru sayar. Çeşitli bahanelerin arkasına saklanır. Başkalarını asla düşünmez, bencillik eder, riya ve kibirle hareket eder, hakikatleri duymamazlığa, görmemezliğe gelir. Yani en büyük engel insanın kendisidir, kendi nefsidir. Ne zamanki kendini ortadan kaldırır, kendini aşar -şöylede ifade edebiliriz- nefsini terbiye eder o zaman hakla buluşur hakikatle tanışır. nefis terbiyesinde başarıya ulaşılması, ruhi olgunluğun yakalanması ancak kâmil bir mürşidin önderliğinde, ciddi bir tasavvuf eğitim ve terbiyesiyle mümkündür. Biz ta başından beri nefis derken bu mücadelenin başlangıcı olan nefisin en azgın dönemini yani nefsi emmareyi anlatmaya çalıştık. Onunla mücadelenin önemine işaret ettik. Bu mücadelede ebetteki her insanın kabiliyeti, samimiyeti oranında başarı elde etmek mümkündür. Bu iniş çıkışlı yolda bazen insani(sultani) ruh nefsani ruh üzerinde hâkimiyet sağlarken, bazen de nefsani ruh insani ruhu etki alanına alabilir. Elde edilen başarılar, ulaşılan makamlar söz konusu olur. Biz buna nefisin mertebeleri ya da makamları diyoruz. İmam Şibliye bu mertebeye nasıl ulaştığı sorulduğunda “bir köpeğin kılavuzluğu sayesinde” cevabını vermiş. Ve devam etmiş: “Bir köpeği suyun kenarında bitkin, yorgun bir halde gördüm. Su içmek için suya eğildiğinde sudaki akisini görünce gördüğüm başkası diye korkup geri çekiliyor. Sonra susuzluktan öyle bir hale geldi ki, bir an korkularını yenip hemen suya dalı verdi, artık suda gördüğü köpek kayıp olmuştu. Köpeki kendisi ile arzusu arasındaki Evet, nefsin aşırı arengelin yine kendisi olduğunu anlazuları nice sultanları dı. Benim engelimde yine benim olköle, sabırsa nice köduğunu anladım, onu alt ettiğimde leleri melik makamına Rabbımla buluştum” yükseltti. Bir ayet-i kerimede yüce Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Kim nefsinin nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa, işte kurtuluşa erecek onlardır”(Haşr,9) Evet ya biz! hayatı huzurla yaşamaya, mutlu olmaya, nefsimizin esaretinden kurtulup, Allah’a kul olma hürriyetine kavuşmaya, eşrefi mahluk olma, hilafet unvanına layık olup Allah’a verdiğimiz sözde durmaya. Hayatı anlamlı kılmaya, ebed ebed diye inleyen ruhumuzun isteklerine bu kadar susamışken, kendimizden daha ne kadar daha korkacağız, ne zamana kadar kendi kendimize düşmanlığa devam edeceğiz. Ne zaman toparlanıp ölmek üzere olan ruhumuzu dirilteceğiz nefsimizi aradan çıkarıp, benlik elbisesinden sıyrılıp. Mahbubumuzla buluşacağız. Nefisin Makamları İnsanın azgın nefsini terbiye etmesi, benliğinden tamamen sıyrılması bir süreçtir. Bu Temmuz Her makam insanın mücadeledeki başarısını temsil eder. Bu makamlar insan için mutlak ta değildir. Düşmeler sürçmeler, hatta yüzü koyun yere kapanmalar da olabilir. Çıkılan zirvelerden -bulunulan makamın hakkı verilmese-alaşağı oluna bilinir. Şimdi nefisin makamları nelerdir onları görelim. Nefs-i emmare: Ziyadesiyle emreden ısrarla isteyen manasına gelir. Nefsin ilk başlangıcıdır. Terbiyeden hiçbir nasibi olmamış nefistir. Yani hayvani ruhun sultani ruhu esir aldığı bir nefis. Bu durumdaki insanlar nefis ne derse yaparlar, adeta nefislerinin azgın istekleri, karakterleri haline gelmişlerdir, asla yaptıkları hatalardan işledikleri günahlardan pişmanlık duymadıkları gibi günahları işlemekten de zevk alırlar seve seve hata ve kusurlara dalarlar. Kuran-ı kerimde: “Hiç şüphesiz nefis kötülüğü emreder, Rabbimin acıyıp korudukları müstesna”(Yusuf,12) ayeti bu nefsi anlatmaktadır. Nefs-i Levvame: Pişman olup af dilenen nefis anlamına gelir. Allah’ın inayetiyle bu kısım nefis, hayvani ruhun emmarelik sıfatında bir nebze çıkıp levvame derecesine yükselmiştir. İnsani özellikler kendini yavaş yavaş göstermeye başlamıştır. Hayvani özellikler azda olsa zayıfla- 57 mıştır. Bu durumdaki insanlar, kötü davranışlara bulaştıklarında pişman olurlar, ancak ellerine fırsat geçtiklerinde tekrar günah işlemekten çekinmezler. Fakat yine pişman olurlar. İyilikle kötülük arasında bocalayıp dururlar. Kuranı kerim de bunları işaret için: “Kıyamet gününde ve devamlı kendini kınayan nefse yemin ederimki”(kıyame,1-2) buyurulmaktadır. Gönülden kabullenir. Bu makamdaki bir insan kendi iradesini yüce Allah’ın iradesine teslim eder, her hareketini hakkın rızasına ayarlar. Çünkü bu makamdakilere yüce Allah mahviyet rütbesi ihsan etmiştir. Hiçbir lütfu kendisine bağlamaz, nefsine asla mal etmez. Nefs-i Marziyye: Allah’ın razı olduğu ne- Nefs-i Mülhime: ilham alan nefis anlamına gelir. Bu makamdaki salikin hali, levvamenin halinden bir üst seviyedir, nefsini ayıplayarak pişmanlık yaşadığından tövbesinin arkasında durur. Günah işleme hususunda fırsat eline geçtiğinde o günaha fistir. Raziye halleri bir insanda meleke haline gelirse Allah korkusunda ve mahviyette devamlı sebatlı olunursa bu makama erişilir ve o nefsin cümle işleri, huyları sözleri, bütün hal- “Şeytan insanın kan damarları yolu ile dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın” kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır” (Kalplerin Keşfi,s.15) düşmemek için daha sebatlı ve kararlıdır. Zira sultani ruh bir derece daha hayvani ruh üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Levvame de olduğu gibi, bunda iç eğriliği ve tereddüt yoktur. Ancak manevi bir tıkanıklık, tatminsizlik yaşadığıda kesindir. Nefsini kötü düşüncelerden arındırır, şehevi duygulardan korursa ilham ve feyiz almaya kabiliyetli hale gelebilir. leri Allah’ın rızasına uygun olur. Böylelikle hay- Nefs-i mutmainne: İtminana erişmiş nefis denir. Adından da anlaşılacağı üzere Allah’ın emirlerine, içte tereddüt yaşamadan tam anlamıyla teslimiyet içerisindedir. Bu makamdaki insan huzurludur. Çünkü sakinleşmiş, ızdırap adına bir şey kalmamış, şüphe yok olmuş, rahatlamıştır. Dünya bir araya gelse inandığı davada “öyle değil” deseler de asla sarsılma yaşamazlar bu insanlar. Nefs-iSafiyye: Kamil, olgun, temiz, tama- vani ruh, sultani ruhun bütün görüşlerini kabul eder. Her bir emri zoraki değil gönül hoşnutluğuyla yapar. Bu nedenle sultani ruhtan hoşnuttur artık. raziye makamında nefis Allahtan razıdır. Bu makamda ise Allah ta nefisten razı olmuştur. men arınmış nefis demektir. İşte bu makam en ali bir makamdır. Bu makamda hayvani ruh, kendi hallerinden tamamen geçip, sultani ruh ile hallenmiş, sultani ruhun bütün emirlerine teslim olmuştur. Bundan sonra aralarında düşmanlık kalkmış, güven hasıl oluştur. Bu nefis fenafillah, bekabillah, duraklarını aşmış hak ile hak olmuş ve mutlak sükûnu 58 Bu nefise şu ayette işaret vardır: “Ey mutmain olmuş nefis, Allah ile sukuna ulaşmış nefis sen ondan razı o da senden razı olarak rabbine dön. Gir salih kulların arasına”(Fecr,27) bulmuştur. Cenab-ı hak bu mertebedeki insanlara Nefs-i Raziyye: Allah’tan razı olmuş nefis anlamındadır. Cenab-ı hakkın lutüf ve keremi ile kendisine her ne gelecek olsa hemen hepsine razı olur, her ne zaman bir ilahi temenniye tabi tutulacak olsa, “bu bize ilahi ihsandır” der. Allah bizleri nefsimizle göz açıp kapayın- hilafet, gavsiyet, kutbiyet kamil müminlerden olma durumlarından birini veya hepsini ihsan eder. caya kadar baş başa bırakmasın. Bizleri doğru yola ilham etsin ve nefsimizin fenalığından korusun, mücadelede yollarını göstersin, elimizden tutan mürşd-i kamillerle tanıştırsın(Amin) Temmuz El Aklıyla Hareket Edenler… M. Emin KARABACAK N asrettin Hoca bir gün, kendisi eşeğe binmiş oğlu da yaya olarak pazara giderken yolları bir köyden geçer. Hocayı eşeğe binmiş ço- cuğu da yürürken gören köylüler: ı vicdan , n a s in arışık b e l y i s yastığa m a ş Kendi k a şekilde r i b ı mem t r a a l n a rah , ins abilen y o k ı çıkarla n ı r başın a l on ı ek için m t e sanlar n n i e nu v yan t olma e l n, Kua a a y a rın m n n kulla i ç dip i ı r a reket e a h çıkarl e r gö k nnete ü s e e örne v r e l ’a i n k a a r d etrafın e v n a ir. yaşay n kişid e l i b a l o -“Koskoca adama bak, kendisi eşeğe binmiş şu küçücük çocuğu yürütüyor!” demişler. Nasrettin Hoca da bunun üzerine kendisi eşekten inmiş, oğlunu bindirmiş. Bu sefer de yolları başka bir köyden geçerken oradaki köylüler de: -“Şu Hoca’da da hiç akıl yok, şu haliyle kendisi yürüyor çocuğu bintdiriyor.” demişler. Hoca’nın bu sefer de çocuğu ile birlikte eşeğe bindiğini gören başka köylüler de: -“El insaf Hoca; sizde hiç acıma duygusu yok mu? Eşeği öldüreceksiniz!” demişler. Temmuz 59 Hoca bunun üzerine çocukla birlikte eşekten inerek eşek önde kendileri yaya olarak yollarına devam ederler. Yine bunları gören başka bir köylüler de: -“Ya Hoca sizde hiç akıl yok mu? Eşek boş siz yürüyorsunuz. Allah size akıl fikir versin!” demişler. Bütün bunlardan sonra Hoca oğluna: -“El aklıyla hareket edenin hali böyle olur.” demiş. Nasrettin Hoca; toplum içinde bir iş yaparken her kafadan bir ses çıktığını ve bunlara göre hareket edilmemesi gerektiğini bize çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Bu, bizlerin ne yaparsak yapalım birileri tarafından eleştirileceğini ve yine ne yaparsak yapalım onları memnun edemeyeceğimizi göstermektedir. İnsanoğlunun kendine olan saygısının azalmaması ve kendisiyle barışık yaşaması için doğru bildiği yoldan tek başına da olsa yürümesi gerekir. Rüzgâr ya da akıntıya göre değil, güneşi kendi doğrusu kabul eden bir ayçiçeği gibi hareket etmeliyiz. Kendisiyle Barışık İnsanın Özellikleri: Kendisiyle barışık insanda; Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan konuşur, söz verdiği halde sözünde durmaz ve emanete hıyanet eder.” (Buhârî, Îman,24) buyurduğu bu özellikler bulunmaz. Kendisiyle barışık insan, başkasının görev ve sorumluluk alanlarına girmediği gibi kendisinin ve eş-dostunun hakkı olmayan şeyleri de istemez ve almaz. Kendisiyle barışık insan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Bir kimse din kardeşinin iffetine yahut malına haksız olarak dokunmuş ise; altın, gümüş bulunmayan kıyamet gününden önce ondan helallik alsın. Aksi takdirde yaptığı haksızlık oranında onun iyiliklerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa (veya iyiliği borcunu karşılamıyorsa) hak sahibinin günahlarından alınıp haksızlık yapana yükletilir (ve böylece ödeştirilir”. (Buhari, Mezalim,10) hadisini hayatında gözden ırak tutmaz. Kendisiyle barışık insan, herkese eşit ve adaletli şekilde davrandığı gibi haksızlığa karşıda elinden geldiği kadar mücadele eder. Kendisiyle barışık insan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin, buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman,78) hadisince hareket eder. Kendisiyle barışık insan toplum içinde olduğu gibi yalnızken de hal ve hareketleri konusunda tutarlıdır. Yani Mevlana Hazretlerinin: “Ya olduğun gibi ya da göründüğün gibi.” ilkesince hareket eder. Kendisiyle barışık insan, yalan yere ve boş yere yemin etmediği gibi böyle bir şeyi başkalarından da istemez. Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları kullanarak mevkisinde yükselişler yapmaz. 60 Temmuz Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları kullanarak mevkisinde yükselişler yapmaz. “Müslüman bir kimsenin malını elinden almak için yalan yere yemin eden kimse, Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğramış olarak O’nun karşısına çıkar.” (Buhari, Müslim) san, hiç kimseyi gücendirmemek ve herkesin gönlünü hoş tutmak adına kendi kişiliğinden ödün vermez. Kendisiyle barışık insan, kendisine inanan ve güvenen insanlara hıyanet etmez. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “En büyük hıyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir.”(Buhari) Kendisiyle barışık insan, yaşadığı şekilde değil de, inandığı şekilde hareket eder. Gerekirse inandığı doğruları yapma ve yaşama konusunda mücadele etmesini bilir. Kendisiyle barışık insan, insanları gücendirmemek adına Cenabı Hakk’ı gücendirmez. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Kim yalan yere yemin eder, Müslüman bir kişinin malını o yalan yeminiyle haksız olarak elde ederse böyle bir kimse, Allah’ın huzuruna Allah kendisine kızgın olduğu halde gelir”. (Buhari) hadisindeki uyarıları dikkate alır. Bunların Dışında Kendisiyle Barışık İnsan Bir gün Nasrettin Hoca’nın evine aralarında anlaşmazlık çıkan iki kişi gelerek; “Aramızda bir anlaşmazlık çıktı.” demişler ve biri derdini anlatmış. Nasrettin Hoca ona; “Haklısın.” demiş. Diğeri de derdini anlatmış. Nasrettin Hoca ona da; “Haklısın.” demiş. Adamalar gittikten sonra Hoca’nın hanımı: - “Bu ne biçim şey Hoca! Nasıl ikisi de haklı oluyor?” demiş. Hoca biraz düşündükten sonra hanımına: - “Hakikaten hanım, sen de haklısın.” demiş. Nasrettin Hoca’nın günümüz insanını tarif edercesine bize anlatmaya çalıştığı kendisiyle barışık in- Temmuz Kendisiyle barışık insanın düşünceleriyle davranışları arasında tutarlılık vardır. Kendisiyle barışık insanın hal ve hareketleri yer ve zamana göre değişmediği gibi kişilere göre de değişmez. Kendisiyle barışık insan, insanların makul isteklerini hatır ve gönül için değil; görev bilinci içinde yapar. Kendisiyle barışık insan, insanların makul olmayan isteklerine karşı onların kırılacaklarını bilse dahi “Hayır” demesini bilir. Kendisiyle barışık insan, sırf insanları memnun etmek ve makam-mevki için onların sorumluluk ve görevlerini yapmaz. Yine onları memnun etmek için onların çıkarları doğrultusunda hareket etmez. Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları kullanarak mevkisinde yükselişler yapmaz. Kendisiyle barışık insan, karşısındaki insanların normal konuşmalarından farklı anlam çıkarmaz. Anlatılanları farklı şekilde değerlendirerek insanların kalbine şüpheler düşürmez. Sonuç olarak kendisiyle barışık insan, vicdanı rahat bir şekilde akşam yastığa başını koyabilen, insanları memnun etmek için onların çıkarlarına alet olmayan ve insanları çıkarları için kullanmayan, Kuran’a ve sünnete göre hareket edip yaşayan ve etrafındakilere örnek olabilen kişidir. 61 Din Adına Konuşanların Yaptıkları Tahribatl Yusuf KARAGÖZOĞLU K endi şahsi kanaatini islamın hükmüymüş gibi lanse edenlerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Birilerinin ciddiyetten uzak, maksadını aşan, sorumsuzca yaptığı beyanatlar islam adına yapılmış tahribatlara yol açmaktadır. Hiç şüphesiz ki toplumda birer dernek, vakıf, cemaat lideri yazar yada akademisyen olan bu kişiler yeteri kadar ilmi liyakatleri olmadan dini ve fikri tahribatlarla önderlik yaptıkları kitleleri yanlış yönlendirmektedirler. Mealci, akılcı, reformcu, tekfirci, ideolojik görüşlerin revaçta olduğu bu zaman diliminde genç kuşaklarımızı bekleyen tehlikenin farkında mıyız acaba? Biraz önce saydıklarım içerisinden akılcı, ideolojik ve reformcu görüşler üzerinde kısaca durmak istiyorum. Malumunuz olduğu üzere meal furyası başını almış gidiyor, işin erbabı olup olmadığına bakılmaksızın herkes meal yazmaya çalışıyor, baştan savma merdiven altı diye tabir edilen mealcilik faaliyeti yapılıyor. Haşa Bana vahiy geliyor diyecek kadar küfürde ileri giden İskender Mihr Ali ve haşa Allah gaybı bilmez diyecek kadar itikadi arızası olan Abdulaziz Bayındır bile meal yazmış, bunun 62 yanı sıra yeteri kadar Arapçası olmadığı halde meal yazan Suriye’yi İran’a teslim edelim diyecek kadar sözde ümmetçi özde şiaya sempati duyan, bidat fırkası olan şianın abdest alırken ayakları yıkamayıp mesh etmeyi farz kabul eden görüşlerini Ehl-i Beyt ekolünün içtihadı olarak yansıtmaya çalışan Mustafa İslamoğlu mezhep şart değil derken acaba Ehl-i Sünnet mezheplerini mi kastediyor? Çünkü şia mezhebini yerden göğe kadar yükseltiyor, sanki de tipik bir takiyye örneğiyle karşı karşıyayız. İslamoğlu kendini bir ayetullah gibi fetva merciinde görmüş olacak ki Kuran’a abdestsiz dokunulabileceğini, hayızlı kadının camiye girebileceğini savunması ve nihayetinde Peygamber’e (sav) salavat çekmenin O’na yağcılık etmek olduğunu söylemesi; Yahudileşme temayülüne düştüğünün bariz bir kanıtıdır. Gezicilerin imamlığını yapan antikapitalist platformunun başkanı, sosyal adalet ve eşitliği dilinden düşürmeyen, özgürlük savaşçısını temsilen sol islamın Che Guevara’sı olan İhsan Eliaçık hem zenginlik haram diyecek hem de zengin kapitalistlerin gazetelerinde yazmayı, sosyal Temmuz adalet ve eşitliğin düşmanı zekat vermeyenlerle kol kola gezmeyi hüner sayacak, sonrada Ebu Zerin (ra) fakirliğinden dem vuracak bize. Eliaçığın bu yaptıklarını Hz. Hüseyin’in (ra) soylu mücadelesini yapmak yerine yezidilerin safında Kerbela Hz. Hüseyin - Ebu Zerr üzerinden edebiyat yapmaya benzetebiliriz. Yaşar Nuri Öztürk’ün Türkçe ibadet ve namazda Kuran-ı Kerim’in tercemesinin okunması konusundaki yenilikçi düşünceye sahip onu reformcu - modernist islamcıların Martin Luther’i olma yolunda ivme kazandırıyor. Özellikle Öztürk’ün başörtüsünün farz olmadığı, sünnetin korunmadığı bu yüzden peygamberin hüküm koyamayacağını ve dinin kaynağı olarak görmemesi ve hadisler üzerinde şüphe ortaya atıp hadislerin israiliyyatla dolu olduğunu ifade etmesi ne ilim adamı nede ilahiyatçı kimliğiyle izah edilebilir. Bu reformcu - yenilikçi görüşlerin dışında tefsir hadis ve fıkıh ilmi olmadan Kuran-ı Kerim’i herkesin rahatlıkla anlayıp kendisine göre yorumlayabileceğini savunması mealci - reformcu yanını göstermektedir. Aslında Öztürk sık sık dile getirdiği Allah’la aldatma, din ticareti işini kendisi yapmakta ama farkında değil, ona hatırlatmakta yarar var sanırım. İslami hükümleri ideolojisine, aklına ve günümüz şartlarına göre kırpılıp yontularak aslından farklı gösterilmesi nazar-ı dikkatimizden kaçmayıp durumun vehametini ortaya koymaktadır. Dini hükümlerin bağlamından koparılması, bunların farklı tevillerle yorumlanıp tağyir ve tahrif edimesi; ciddiyetten uzak, ilmi sorumluluğun asla kabul edemeyeceği bir fesad girişimidir. Kendilerini halktan farklı görerek belirli bir metod ve ilmi bir usul olmadan dinin değişmez sabitelerini değiştirmeye kalkışmak dine içerden saldırıdır. Her ne kadar söylem ve usul dindışı olsa da yapılan tahrip hareketi içerden gelmektedir. gaybi haberleri inkâr yoluna giderler. İhsan Eliaçık gibi ideolojik görüşü benimseyenler hemen her konuda başkalaşım geçirerek islamı ideolojisine yakınlaştırma gayreti içine girerler. Yaşar Nuri Öztürk gibi reformcu görüşü benimseyenler modern din telakkisi adı altında islamın hükümlerini kolaycılık ve çağdaşlık kılıfıyla tahrif etmeye kalkarlar. Kuran ve sünneti referans almayan tüm bidatçi görüşler arızalı olup sahibini felakete götürecek derecede tehlikelidir. Bütün bunlardan sonra bu sakat ve arızalı görüşleri beyan edenlerin ortak özelliklerini sıralamak istiyorum. 1) Bir icazetli alimden ders almadıkları göze çarpıyor. 2) Belli bir usul ve ilim metodu takip etmedikleri için lakayt bir tavırla söylediklerini ucunun nereye varacağını tahmin edemiyorlar. 3) Klasik ulemaya muhalefet ettiklerinden yenilikçi ve kolaylarına gelen tüm fetvaları dine eklemleme çabası içerisine giriyorlar. 4) Yeteri kadar ilmi yetkinliğe sahip olmadıklarından sıradan halkı uyuttukları gibi gerçek ilim adamı hüviyetindekileri kandıramıyorlar. Maalesef yarı hoca dinden eder lafı tam da bunlar için geçerli. Eski islami anlayışa gelenekçi deyip set çekerek bidatçi din tasavvurunu oluşturmaya çalışan bu cenah ülkede mutezili - akılcı, ideolojik - tevilci, reformcu – oryantalist, harici - mealci, düşüncelerin yeniden palazlanmasına gayret etmektedirler. Genç kuşağa düşen bu bidatçi akımların akıntısına Sözümüzün hülasası şudur ki, bu dinin omurgası olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisi bizim istikamet çizgimizdir. Bunu dışında her söylem ve metod istikamet dışıdır. Mustafa İslamoğlu gibi aklı naklin önünde tutan akılcı görüşü benimseyenler; mirac ve mucize gibi akılla izah edilemeyen Temmuz kapılmamak için dini istikamet üzere olan hocalardan ve sağlam kaynaklardan öğrenmektir. Aksi takdirde Allah muhafaza sözü edilen sakıncalı fikir ve düşünceler, itikadi saplantılara ve ameli bozukluklara neden olacak olan büyük bir savurulmayı da beraberinde getirir. 63 Hz. Hamza (r.anh) Salih AYDIN ı ncağın a s z a ey imiz b e verip Kayr e b m lin rPeyga a’nın e erine gönde z m a i Hz. H larının üz udiler h a l Y u ı ğ r o l la nuka kaoğu ıma kavuşau n y a ard da di. K kleri y lmak zorun i d e l k o be teslim a c n ı ar. y ma kaldıl 64 Hz. Peygamber’in amcası, Şehidlerin efendisi.Künyesi; Ebn Ya’la veya Ebû Ammâre; Lakabı; Esedullah (Allah’ın Aslanı)dır. Babası Abdulmuttalib, annesi Hâle’dir. Hz. Hamza, Peygamberimizin amcalarının en küçüğüdür. Doğumdan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb’in câriyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza’yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi. Hz. Hamza, orta boylu, güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabîdir. Hz. Hamza (r.a) iyi bir avcı, keskin nişancı, Kureyş’in en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven cesur bir savaşçıydı. Av dönüşü evine gitmeden Ka’be’yi tavaf edecek kadar kutsal kabul ettiği değerlere saygılı, karşılaştığı şahıslara selâm verip sohbet etmesini seven mürüvvetli bir insandı. Onun gençlik dönemine ait bilgilerimiz yok denecek kadar azdır (İbnu’l-Esîr, İsdit’l-Gâbe, II, 52). Temmuz Peygamberimiz yakınlarına İslâm’ı tebliğ etmiş olmasına rağmen, Hz. Hamza henüz müslüman olmamıştı. Ebû Cehil’in Peygamberimize yaptığı bir hakaret sonucunda müslüman olmuştur. Peygamberimiz bir gün Safâ tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaşları onun yanına gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ’nın câriyesi bu olayı seyredir av dönüşü Kabe’ye uğramayı âdet edinen Hz. Hamza’ya anlatır. Hz. Hamza, eve gitmeden Ebû Cehil’in yanına uğrayarak elindeki yayı Ebû Cehil’in kafasına çalar, başını yaralar ve hakaret eder. Bir gün sonra da Allah Rasûlünün yanına giderek (Bi’set’ten iki yıl sonra) müslüman olur. Hz. Hamza’nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm’a girmesiyle müslümanlar güçlendi. Müşrikler rahatsız oldular. Mekke müşrikleri, hicretten sonra da rahat durmadılar. Peygamberimizin ve müslümanların Medine’den çıkarılması için Abdullah b. Übeyy, Hazreç ve Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki kurdular. Müslümanların hac yollarını da kapadılar.Müşriklerin gözlerini korkutmak, Şam ticaret yollarını keserek onları sıkıntıya düşürmek gerekiyordu. Peygamberimiz bu amaçla Hz. Hamza’yı Sifu’l-Bahr’a gönderdi. Otuz kişilik bir kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardı. Müşriklerin kervanı Sifu’l-Bahra gelmişti. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu. Üçyüz kişilik bir kuvvetleri vardı.Hz. Hamza, müşriklerle çarpışmak istiyordu. Yanında bulunan müslümanlar da aynı duyguyu yaşıyorlardı.Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî bu iki grubun arasına girdi. Hem müslümanlarla hem de müşriklerle görüştü. Sonunda iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Bundan Sonra Hz. Hamza’yı Bedir savaşında görüyoruz. Bedir savaşında Utbe, Velid, Şeybe meydana çıktılar. Çarpışmak için er dilediler. Hz. Hamza, Şeybe ile çarpıştı. Bir hamlede Şeybe’yi öldürdü. Daha sonra Utbe’yi ve Tuayma b. Adiyy’i öldürdü.Hz. Hamza, Bedir sa- vaşında kahramanca savaştı. Allah ve Rasûlünün hoşnutluğunu kazandı.Bedir savaşında Hz. Hamza (r.a)’nın etkinliği ileri boyutlara ulaştı ve müşriklere karşı amansız bir savaş verdi. Hârisû’t-Temîmî, Hz. Hamza’nın Bedir’deki durumunu anlatan bir rivayetinde şöyle diyor: “Hamza b. Apdülmuttalib(r.a)’in, Bedir savaşında üzerinde, deve kuşu olan kim” diye sordu. “Hamza b. Abdulmuttalib” diye cevap verildi. O müşrik: “Ne yaptıysa O bize yaptı” diye mırıldandı” (M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, ll, 553). Hz. Hamza, Bedir Savaşını mütekaib Kaynukoğulları gazvesine katıldı. Peygamber Medine’ye geldiğinde Yahudilerle anlaşma yapmıştı. Yahudiler, Bedir savaşını müslümanların kazanmasını hazmedemediler. “Siz savaşın ne demek olduğunu bilmeyen adamlarla çarpıştınız” dediler. Savaş için fırsat kollamaya başladılar.Kaynuka gazvesi’nin genel sebebi bir kadına karşı yapılan terbiyesizliktir. Kadıncağız bazı eşyalarını Kaynuka pazarında sattıktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Kuyumcu yahudi kadının eteğinin alt kısmını üst kısmına bir dikenle iğneliyor. Kadıncağız ayağa kalktığında üzeri açılıyor. Utanıyor, sıkılıyor, feryat ediyor, çevresinden yardım istiyor. Kadının yardımına koşan müslümanlar Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de müslümanın başına üşüşüyorlar ve onu şehid ediyorlar. Öldürülen müslümanın akrabaları Peygamberimizden yardım istiyorlar. Bunun üzerine Peygamberimiz Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi. Yahudiler Peygamberimizin bu isteğini reddettiler.Bu olay üzerine Peygamberimiz beyaz sancağını Hz. Hamza’nın eline verip Kaynukaoğullarının üzerine gönderdi. Kaynukaoğulları Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak zorunda kaldılar. Doğumdan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb’in câriyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza’yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi Temmuz 65 Bedir savaşı’nın acısını unutmayan Kureyşliler yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Bir yıl önceki kervanın gelirini savaş için harcamaya karar verdiler. Savaş için değişik müşrik kabilelerden yardım isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular. Bu kez de Kureyş’in kadınları da katılacaktı. Bedir Savaşı’nın bozgunla bitmesi sebebiyle müşrik kadınlar erkeklerini suçluyorlardı. Bedir’in matemini tutarak erkekleri savaşa teşvik ediyorlardı. Cübeyr b. Mut’i’nin Vahşi adında Habeşli bir kölesi vardı. Bu köle harbe (Habeşlilere özgü bir mızrak) atmakta oldukça maharetli idi. Hz. Hamza, Cübeyr b. Mut’im’in amcası Tuayma b. Adiyy’i Bedir savaşında öldürmüştü. Cübeyr, amcasının acısını unutmamıştı. Kölesi Vahşi ile konuştu. Hz. Hamza’yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest bırakacağını bildirdi. Peygmberimiz, Medine’nin içinde kalmayı, savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı’na katılmayanlar düşmanla yüz yüze gelmek, Medine dışında savaşmak istiyorlardı. Peygamberimiz Ashabın bu tavrı karşısında Medine dışında savaşılmasına karar verdi. Hz. Hamza’da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ Peygamberimize “sana, kitabı indirmiş olan Allah’a yemine eder, and içerim ki, bu kılıcıma Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim” demişti. Hz. Hamza Cuma günü oruçlu idi. Cumartesi müşriklerle karşılaştığı zaman da oruçlu bulunuyordu. Peygamberimiz, sabahleyin “Rüyada, meleklerin, Hamza’yı yıkadıklarını gördüm” diye buyurdu. Uhut bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş’in birinci bayraktarı Talha b. Ebî Talha, Hz. Ali tarafından, ikinci bayraktarı Osman b: Ebî Talha da Hz. Hamza tarafından öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyş’i şaşkına çevirdi. Sarsıldılar, sendelediler. Halid b. Velid’in saldırıları da sonuç vermedi: Müşrikler, kaçışmaya baş- ladılar. Hz. Hamza Uhud günü “ben Allah’ın Arslanıyım” diyerek kıhç salladı. Sâfvân, Hz. Hamza’yı savaşırken görüyor, “Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye onun kadar hırslı bir kimse daha görmedim” buyuruyor. Uhud savaşında müşriklerin çoğunu Hz. Hamza öldürmüştür. Kureyşliler bozguna uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz tarafından görevlendirilen okçular yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine “ne duruyorsunuz? Allah, düşmanı bozguna uğrattı. Siz de, müşriklerin ordugahına giriniz. Kardeşlerinizle birlikte ganimet toplayınız” dediler. Diğer bir kısmı bu teklife itiraz ettiler. “Siz Rasûlullah’ın: Bizi arkamızdan koruyunuz! Sakın yerinizden ayrılmayınız! Bizim öldürüldüğümüzü görürseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet topladığımızı görürseniz de, bize katılmayınız! Bizi arkamızdan koruyunuz” buyurduğunu bilmiyor musunuz?” dediler. Okçular, komutanları Abdullah b. Cübeyr’i dinlemediler; “ganimetten nasibimizi alacağız” diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr’in yanında çok az bir kuvvetin kaldığını gören Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirmek istedi. Kuvvetlerini bir araya topladı, okçuların üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr, kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını söyledi. Müslüman okçular, üzerlerine gelen Kureyş müşriklerini ok yağmuruna tuttular. Okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr, okları bitince mızrağı ile savaştı. daha sonra kılıcını kınından sıyırdı. Şehid düşünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı Hz. Hamza’nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm’a girmesiyle müslümanlar güçlendi. 66 Temmuz şekilde savaştılar. Kureyş’in süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr’in karnını deştiler, barsaklarını döktüler. Okçuların yerlerini bırakması, kalan kısmının şehid edilmesiyle müslümanlar gâfil avlandılar. Hem arkadan, hem önden kuşatıldılar. Müslümanlar şaşkınlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Allah Rasûlünün Hz. Hamza’ya derin bir sevgisi vardı. Bu sevgiden dolayı elinde olmayarak “Vahşi”ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmaktan da çekiniyordu. Bu sebeple de Vahşi’yi görmek istememişti.Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın şehit olduğunu öğrenince onun başı ucuna gelir ve dua eder. Hz. Hamza, kız kardeşi Safiyye’nin getirdiği bir hırka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcası Hamzâ’nın cenaze namazını kıldırdı. Hz. Hamza, Uhud’a defnedildi. Hz. Peygamber’den iki veya dört yaş büyük olan Hamza, öldürüldüğünde elli yedi yaşında idi. Hz. Peygamber (s.a.s) öldürülen her şehid ile beraber Hamza’nın namazını tekrarlamış; o gün yetmiş iki defa onun cenaze namazını kıldırmıştır. Hâris b. Amr kızı ile Utbe’nin kızı Hind de Hz. Hamza’yı öldürmesi için Vahşi’yi. teşvik ediyorlardı. Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi tercih ediyordu.Vahşi, Uhud Savaşındaki durumu şöyle açıklıyor: “Halk arasında Ali’yi aradım. Çok uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafına çok bakınan bir adamdı. Kendi kendime: “benim aradığım adam bu değildir” dedim. O sırada HamŞiba’b. Ümmü EmHz. Peygamber (s.a.s)’in ilk za’yı gördüm. Halkı kasıp kamâr “var mı benle çarcenaze namazı kıldığı şehidin vuruyor, kesip biçiyordu. Fırsat de Hz. Hamza olduğu söylenpışacak bir yiğit” diyekollamak için kayanın arkasına miştir. Hz. Hamza’nın eşi, çocukları gizlendim. Bir ara Şiba’b. Ümmü rek meydan okuyordu. Medine’de olmadığı için şehâdetine Emmâr “var mı benle çarpışacak Hamza ona: “Allah ve ağlanmamış bunu gören Hz. Peybir yiğit’ diyerek meydan okuyordu. Rasûlüne sen misin gamber “Hamza’nın niye ağlaHamza ona: “Allah ve Rasûlüne meydan okuyan’ dedi. yanları yok” buyurmuştur. Bunu sen misin meydan okuyan’ dedi. Göz açtırmadan, baGöz açtırmadan, bacaklarından duyan Ensâr önce Hamza için sonra vurdu yere serdi. Sel suları arkendi şehidleri için ağlamaya başlıcaklarından vurdu yere kalarına eriştiği sırada ayağı kayorlar. Tarihçi Vâkıdî (V. 207/223) serdi. yıp düşünce mızrağımı fırlatıp benim zamanıma kadar bu adet attım; böğründen vurdum. “Hz. devam etmekteydi diye naklediyor Hamza’yı Şehid eden Vahşi daha (İbnü’l-Esir, Usdü’l-Gâbe, II, 51, 55). sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki takılarını çıkarır Vahşi’ye verir. Hz. Hamza’nın Hz. Hamza, bir gün Peygamber Efendimize yanına gelen Hind, onun burnunu, kulaklarını gelerek Cebraîl (a.s)’ı asli yapısıyla görmek istediğini keser, cesedine işkence yapar, hatta ciğerini bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza’ya “O’nu görbile çiğneyerek parçalar. meye dayanabilir misin?” diye sordu. Hz. Hamza, “Evet, dayanabilirim” diye cevap verdi. Bunun Vahşi müslüman oluşunu anlatırken: “Meküzerine Peygamber Efendimiz “otur, öyleyse” buke’nin fethinden sonra Mekke’ye gelerek Rasûl-i Ekyurdular. Cebrail (a.s.) müşriklerin Kâbe’yi tavaf ederemi gördüm. Bana dedi ki: “Sen Vahşi misin?” cekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta oldukları Ben cevap verdim: “Evet” Hamza’yı sen mi öldürdün? buyurdular. “Öyle oldu” dedim. Bunun kütüğe indi. Peygamberimiz Hz. Hamza’ya “Kaldır üzerine Allah Rasûlü buyururdular ki: “bana yüzü- gözünü, bak” dedi. Hz. Hamza’ya bakıp, Cebrail’in nü göstermemen mümkün mü? Ben de çıkıp zebercede yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce gittim. Rasûlullah’ın vefatından sonra yalancı bayıldı. Arkasının üzerine düştü. Bu olayı İbn Sa’d peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu Tabakat’ında anlatmaktadır.Hz. Hamza Peygamber herifi öldürürüm de günahımı öderim, diye dü- (s.a.s)’den şu hadisi rivâyet etmiştir: “Şu duayı hiç şündüm. Müslûmanlarla birlikte Yemâme’ye bırakmayın; “Allahümme inni es’eluke bismigittim ve bildiğiniz gibi Mûseyleme’yi öldür- ke’l-a’zam ve rıdvânıke’lekber” (İbn Esîr, Usdüm (Sahihi Buharî, V, 36, 37). dü’l-Gâbe, II, 55) Temmuz 67 HAKEV Hacı Şaban Efendi Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’nın günlük 750 kişiye sıcak yemek ulaştırmak üzere hizmete sunduğu AŞEVİ’nin ve konferans salonunun açılışı dualar eşliğinde 31.05.2015 tarihinde yapıldı. 68 Açılış Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin KESKİN, Saadet Partisi Sultanbeyli İlçe Başkanı M.Fetullah BÜLBÜL, HAKEV yönetim kurulu üyeleri, HAKEV gönüllüleri ve yoğun bir davetlinin katılımıyla gerçekleşti. HAKEV Yönetim Kurulu Başkanı Sezgin ÇAKIR açılışta yaptığı konuşmada, cennet mekan merhum Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin hayatta iken evini adeta bir aşevi gibi kullandığını belirterek onun sevenleri olarak bu geleneğin devam etmesi için onun adına kurulan vakfın bu uğurda çalışmalar yapmaya devam edeceğini belirtti.Konuşmasının devamında aşevinden ekonomik durumu müsait olmayan vatandaşlar güzel bir ortamda ve uygun bir şekilde yemek yiyebilecekleri gibi isterse bu vatandaşların yemekleri evlerine servis edilecektir ve durumu tespit edilen vatandaşlara her gün sıcak yemek dağıtılmasının hedeflendiğini söyledi. 69 Musa KARACA Mekke’nin yaklaşık altı km kuzeyinde Nur Dağın’da bulunur. Peygamber Efendimiz toplumdan uzaklaşarak burada inzivaya çekilmeyi ve vakit geçirmeyi adet edinmiş, bu durum 1-2 yıl devam etmiştir. Peygamber Efendimiz 40 yaşındayken 610 yılında ramazan ayının yirmi yedinci gecesi (Kadir Gecesi), Kur’an burada indirilmeye başlanmıştır. İlk inen ayetler, Alak Suresi’nin ilk ayetleridir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretendir.” On bir ay boyunca sürekli çalışan pek çok organımız ve özellikle sindirim sistemimiz oruç sayesinde dinlenme imkânı bulmaktadır. Nasıl ki bir gün içinde yorulan vücudumuz uykuya ihtiyaç duyuyor ve uykuda dinleniyorsa oruç da bir yıl çalışan organlarımızın dinlenmesini sağlamaktadır. Uzmanların yaptığı açıklamalara göre oruç tutan kişi aç kaldıkça vücutta uzun süre depolanmış yağlar ve diğer besin maddeleri kullanılır, yakılır, vücut bu vesileyle yenilenmiş olur. Gün içinde mide boş olacağı için kalp mideye kan pompalamasını azaltır ve kalp de dinlenmiş olur. Yine mide boş olduğu için gün boyunca, bazı mide rahatsızlıklarında mide kendi kendisini bu vesileyle daha hızlı tamir eder. Oruçlu iken ayrıca tüm hücreler, 12 parmak bağırsağı, karaciğer, böbrekler gibi birçok sürekli çalışan ve yorulan organlar toksiklerden kurtulma, dinlenme ve kendini yenileme ve iyileştirme imkânı bulur. Vücut; oruç, açlık ve az yemekle sağlıklı olur. Peygamber Efendimiz de buna işaretle “Oruç tutun ki sağlığa kavuşun.” buyurmuştur. Allah’u Teâlâ zararlı olan hiçbir şeyi emretmez. Emirlerinin hepsinde mutlaka bir hikmet ve insana fayda vardır. İşte orucun faydalarından bazıları da yukarıda saydıklarımızdır. Daha sayamadığımız birçok faydaları da vardır. Tabi ki biz bu faydaları için değil Allah’ın emri olduğu için orucumuzu tutuyoruz. Rabbimiz ibadet yapınca da iki şekilde bizleri ödüllendiriyor. Birincisi bedenimize sağlık veriyor, ikincisi de sayısız sevap veriyor. Oruçlarımızı tutup sağlıklı ve bol sevaplarla ramazan bayramına ulaşmayı rabbimiz bizlere nasip eylesin. 70 Bunları Biliyor musunuz? * Çok fazla yerseniz, duyma kalitenizin düşeceğini, * Ne kadar soğuk bir odada uyursanız, kötü rüya görme olasılığınız o kadar artacağını, * Beynimizin geceleri daha aktif olduğunu, * Kulaklıkla uzun süre ve yüksek sesle müzik dinlemek, iç kulaktaki kulak sinirlerine ve duymayı sağlayan kulak hücrelerine öldürücü etki yaptığını, * Tek bir dakika içerisinde 1025 cm küplük havayı içimize çekerek 4 kilograma yakın kanı vücudumuz içinde devrettiğimizi biliyor musunuz? BİLMECELER 12. 3. 4. 5. Ateş olmayan yerde ne olmaz? Hangi yolda trafik kazası olmaz? İlk Türk bayrağını kim dikmiştir? Hangi ayda 28 gün bulunur? Kitap deftere ne demiş? Cevaplar: 1. İtfaiye 2. Samanyolu’nda 3. Terzi 4. Bütün aylarda 5. Amma da boş adamsın Bulmaca 1. Müminin miracı olarak kabul edilen ibadet ϳ 2 Yatsı namazından sonra kılınan vacip olan namaz ϯ 3. Namazın farz kılındığı gece ϭ 4. Kur’an’ı Kerim’de hakkında en çok ayet inen kavim Ϯ ϴ 5. Kur’an’ı Kerim’de ismi zikredilen kadın ϱ 6. Kur’an’ı Kerim’i usulüne göre okumayı belirle- ϲ yen kuralların tümü 7. İslam dininde karşılık beklemeden yapılan her ϰ güzel davranış 8. Arife günü Öğle vaktinden Bayram sabahına ϵ kadar bir süre Arafat’ta bulunmak 9. Gerekli önlemleri alıp sonra Allah’a güvenmek ϭϬ 10. Ramazan ayında verilen, yoksul birinin bir günlük yiyecek ihtiyacını karşılayacak miktardaki sadaka Arşa Değerdi Nasrettin Hoca camide vaaz verirken dinleyenlerden biri soru sormuş: Hoca “Bilmiyorum” demiş. Diğeri bir başka soru atmış ortaya. “Bunun da karşılığını bilmiyorum.” demiş Hoca. Bir üçüncü soruyu da yanıtlayamamış. Cemaatten biri, “Peki hoca” demiş, “Hem sorduklarımızı bilemezsin hem de kalkar, o yüksek yere çıkarsın; oldu mu şimdi?” Hoca gülmüş: “Ben bildiklerimle orantılı olarak bu kadarcık yükseğe çıktım; bilmediklerim oranında yükselecek olsaydım, başım arşa değerdi.” 71 Gör Muhibbi yarenler hiç incinmeyin Dilerim bu halin gününe düş gör Mahi devran edip leyl-ü neharın Yar aşkına düşen gününe düş gör Yalan gelir size gurbet çilesi Gidersin izinden bitmez hilesi Ağzına gem vurur yârin cilvesi Takip et izinden zaman koş gör Zelil çok çileler çekti dünyada Ciğer köşelerim ağlar sılada Küllüce sarrafa aynı bahada Küsme bu âlemin sözüne koş gör Zelilî (Mehmet ÇAĞLAYAN) 1927-1982