Sünnet ve İslam Hukuku I• Yûsuf el-Karadâvî Çev.: İshak Emin Aktepe•• Giriş Batı fikrinin uşakları sünnete yönelik art niyetli bir hücum kampanyası yürütmektedir. Amaçları sünnetin yok edilmesini sağlamaktır. Sahip oldukları bütün kuvvetle ve bildikleri bütün hilelerle bu uğurda çalışmaktadırlar. Her ne kadar hedefleri aynı olsa da kullandıkları metotlar ve takip ettikleri yollar farklıdır. Bunlardan bir kısmı sünnetin sübutu konusunda şüphe uyandırma işini yüklenmiştir: Ya sünnetin tamamından ya da sünnetin ana gövdesini oluşturan ve çoğunluğunu teşkil eden kavlî sünnetlerden veya haber-i vâhidlerden yahut da İmam Buhârî’nin (194-256/809-869) el-Câmiu’s-sahîh adlı eseri gibi muteber hadis eserlerinden ya da Ebû Hüreyre (ö. 58/678) gibi meşhur râvilerden kuşkulanılması için çaba sarfederler. Bunların bazısı da sünnetin hücciyetini, İslâm hukukunun kaynaklarından biri oluşunu ve fıkhı yönlendirişini eleştirme bayrağını taşır. Kur’ân-ı Kerîm var olduğu için sünnete ihtiyaçları yokmuş! Bazı kimseler de sünneti yine sünnetle yıkma gayreti göstermektedir. Bunun için tahrif ettikleri bazı hadisleri kullanmakta ve bunların anlamlarını çarpıtmaktadırlar. Böylece hadisleri asıl anlamları dışında başka manalarda delil olarak kullanmaktadırlar. Tahrif Edilmiş Bir Hadis Bu kimselerin kötü amaçlarla kullandıkları hadislerden birisi şudur: Hadis, hurma ağaçlarının aşılanması konusunu içeren meşhur bir haberdir ve İmam Müslim (ö. 261/874) tarafından elMüsnedü’l-câmi’ adlı eserde nakledilmiştir. Bu hadisin bazı var- • •• Orijinal adı “el-Cânibu’t-teşrî’î fi’s-sünneti’n-nebeviyye” olan makale için bk. es-Sünnetü’n-nebeviyye ve menhecüha fî binâi’l-ma’rifeti ve’l-hadâra, I-II, Amman: Müessesetü Âlü’l-Beyt, 1991. Dr, Türkiye Finans Katılım Bankası, isakemin.aktepe@turkiyefinans.com.tr 202 Yusuf el-Karadâvî yantlarında Hz. Peygamber’e şöyle bir söz nispet edilmektedir: “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz”1. Bazı kimseler sadece bu bir tek hadise dayanarak siyaset ve devlet yönetimi konularındaki İslâm’ın hükümlerini silmeye kalkışmıştır. Zira siyaset, özüyle olsun teferruatıyla olsun dünya işlerine dahildir. O halde bizler bu konuyu daha iyi biliriz. Vahiy bu konularda ne hüküm verebilir ne de yönlendirme yapabilir. Bu kimselere göre İslâm, devletsiz dindir, şerîatsiz akîdedir. Bir başka grup ise sadece bu tek hadise dayanarak bütün ekonomik düzeni İslâm’dan temizlemeye soyunmuştur. 25 yıllık eski bir dostla bu konuda bir tartışma yaptık. O, İslâm’ın ekonomik meselelerde kural koyma, yönlendirme ve düzenleme yapamayacağını iddia ediyordu. Dayandığı delillerin en başında gelenlerden biri de bu hadis idi. Bu tartışmanın kayıtlarını ve arkadaşımın argümanlarını –bilakis şüphelerini- başka bir çalışmamda yazdım. Orada bunlara verdiğim cevapları da bulabilirsiniz. Önemli olan şu ki bazı kimseler bu tek hadise dayanarak büyük hadis eserlerinde yer alan alışveriş, muâmelât, sosyal, ekonomik ve siyâsî ilişkilerle ilgili pek çok hadisi devre dışı bırakmak istemektedirler. Sanki Hz. Peygamber bu hadisi nebevî sünneti oluşturan bütün söz, fiil ve takrirlerini neshetmek için söylemiş! İşte bazı insanların bu aşırılıkları, büyük muhaddis Ahmed Muhammed Şâkir’i (1892-1958) Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’ini neşrederken bu hadisle ilgi şu değerlendirmeyi yapmaya itmiştir: “Bu hadis üzerinde Mısır’daki mülhidler ile şarkiyatçıların uşağı ve misyonerlerin talebesi olan Avrupa mamulü adamlar yaygara koparmaktadırlar. Bu hadis, herhangi bir sünneti yok etmek, sosyal olgular ve başka konulardaki İslâmî hükümlerden herhangi birini ortadan kaldırmak istediklerinde sünnet bağlılarına, onu ihyâ etmek isteyenlere, dinin hizmetkârlarına ve koruyucularına karşı kullandıkları temel bir delil olmuştur. Onlara göre bu konular dünya ile ilgilidir ve Enes b. Mâlik tarafından nakledilen hadiste de açıkça “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” buyurulmaktadır. Allah bilir ya onlar ne dine, ne 1 Ahmed b. Hanbel, III, 152; Müslim, IV, 1836; İbn Mâce, II, 825; Bezzâr, Müsned, III, 153. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 203 ulûhiyete ve ne de nübüvvete kalplerinin derinliklerinde îmân etmekteler. Îmân ettiğini söyleyenler ise dilleriyle sadece bunu söylerler. Bunu güven ve itmi’nân içinde değil taklid ve korku sebebiyle yaparlar. Kalpleri ise hayal ettiği şeylere îmân eder. İş ciddileşip din, Kur’ân ve sünnet Mısır’da ve Avrupa’da öğrendikleriyle çelişince bunlarla diğerlerini karşılaştırmaktan ve aralarından birini tercih etmekten çekinmezler. Her zaman efendilerinin kendilerine öğrettiğini ve kalplerine yerleştirdiği şeye öncelik verirler.! Sonra da hem kendileri hem de başkaları bunların müslüman olduğunu söyler! Hadisin anlamı apaçıktır. Hiçbir nass ile çelişmemektedir. Sünnetin hiçbir alanda delil olamayacağına delâlet ettiği falan da söz konusu değildir. Hz. Peygamber’in hurma ağacının aşılanması meselesinde oradakilere söylediği şey “Bunun faydalı olduğunu zannetmiyorum” dan ibârettir. Onlara ne emir vermiş ne de yasak koymuştur. Allah’ın böyle buyurduğunu falan da söylememiştir. Burada bir sünnet koymuş da değildir. Dolayısıyla bu hadise dayanılarak dinin ahkâmını yıkmaya çalışmak yanlıştır”2. O halde “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” ne anlama gelmektedir? Aslında bu cümlenin anlamı hiç kapalı değil, açıktır. Bu, dinin insanların dünyevî ihtiyaçlarının ve içgüdülerinin sevkiyle yaptıkları beşerî işlere müdâhele etmediği mânâsına gelir. Ancak bu işlerde de eğer ifrat, tefrit ve tahrif söz konusu olursa dinin müdâhelesi ortaya çıkar. Örneğin din, insanların içgüdüsel ve sıradan bütün davranışlarını Rabbânî yüce hedeflerle ve ahlâkî mükemmel değerlerle irtibatlandırmaya çalışır. Daha sonra da bu amellerin yapılmasında insanı hayvanlardan ayıran yüksek seviyeli beşerî edep kuralları ortaya koyar. Aşağıda bir takım dünyevî işlerden örnekler sunacak ve İslâm’ın bu konulardaki yaklaşımını inceleyeceğiz. 1- Savaş Örneğin savaş konusunu inceleyelim. İslâmiyet, savaşın yapılma gerekçelerini sınırlamış, cihad için hazırlanılmasını emretmiş, düşmana karşı tedbir alınmasını istemiş ve savaş için güç yetirilebildiği ölçüde kuvvet teçhiz edilmesini buyurmuştur. Bu konuda şu âyetlere bir bakalım: 2 Ahmed b. Hanbel, hd. no: 1395 (ta’lik). Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 204 Yusuf el-Karadâvî “Ey îmân edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın”3. “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”4. “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını yanlarına alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır”5. Bir de şu hadîs-i şeriflere bakalım: “Dikkat edin! Kuvvet atmaktır!”6. “Önce atıcılığı öğrenip sonra unutan, bahşedilmiş bir nimeti inkâr etmiş olur”7. “Allah’ın kelimesini üstün tutmak için savaşan kişi Allah yolunda demektir”8. İslâmiyet savaşta gözetilmesi gereken bir takım kurallar koymuştur: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş 3 4 5 6 7 8 en-Nisâ (4), 71. el-Enfâl (8), 60. en-Nisâ (4), 102. Tayâlisî, Müsned, I, 136; Ahmed b. Hanbel, IV, 156; Saîd b. Mansûr, Sünen, V, 223; Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 283; Ebû Avâne, Müsned, IV, 503; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 7; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XVII, 330; Hâkim, Müstedrek, II, 358; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 13. İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 303; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,.IV, 273. Tayâlisî, Müsned, I, 66; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, V, 268; Ahmed b. Hanbel, IV, 392, 401, 405, 417; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 195; Ebû Ya’lâ, Müsned, XIII, 234; Ebû Avâne, Müsned, IV, 485-486; İbn Hibbân, Sahîh, X, 493; Hâkim, Müstedrek, II, 119; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 168. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 205 açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah açırı gidenleri sevmez”9 âyeti ile “Ganimetten mal çalmayın, ihânet etmeyin, vahşice öldürmeyin ve çocuklara dokunmayın!”10 hadisi bu kurallardan bir kısmını içermektedir. Bununla birlikte savaşta kullanılacak silahların türü, bunların îmâli, nasıl kullanıldıklarının öğrenilmesi vb. konular dinin müdâhelesi söz konusu değildir. Bunlar Savunma Bakanlığını ve Genel Kurmay Başkanlığını ilgilendirir. Herhangi bir yüzyılda silah nevinden kılıç, mızrak ve ok bulunurken; bir başka asırda mancınık, bir diğerinde tüfek ve top, bir başka asırda ise çeşit çeşit bombalar ve füzeler mevcut olabilir. Ordular bir zaman atlara, bir diğer zaman fillere ve bir başkasında da tanklara, uçaklara ve uzay araçlarına binerek savaşabilirler. Orduların atlara binerek savaştıkları dönemdeki savaş konusundaki dînî emirler ile uzay araçlarına binerek savaştıkları dönemdeki aynıdır. Amaç “Allah’ın kelimesinin üstün tutmak”, kural (edep) “ihânet etmemek ve vahşice öldürmemek” ve “aşırı gitmemek; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez”. Güç yetirilebildiği ölçüde kuvvet teçhizi, tedbir alınması ve savaş eğitimi vs. vs. Aletler, vesileler ve keyfiyetler değişkenlik gösterebilir. Ancak kurallar ve amaçlar her zaman aynıdır. 2- Ziraat İkinci bir örnek olarak da ziraat konusuna bakalım. İslâmiyet ziraî faaliyetleri teşvik eder. Çiftçilerin Allah katında oldukça büyük mükafatları olduğunu ifade eder. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kuş, insan ya da hayvan bir çiftçinin ekininden ya da ağacından bir şey yediği zaman, bu yenilenler sadaka yerine geçer”11. 9 10 11 el-Bakara (2), 190. Mâlik, II, 448; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, V, 220; Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 6; Ebû Avâne, Müsned, IV, 234; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,.I, 49, 226; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII, 70; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 256, 317, 318. Ma’mer b. Râşid, Câmi’, X, 456; Tayâlisî, Müsned, I, 244, 267; Humeydî, Müsned, II, 536; Ahmed b. Hanbel, III, 147, 228, 243; Abd b. Humeyd, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 206 Yusuf el-Karadâvî Fakat din, insanların nasıl ziraat yapacaklarına, ne ekip biçeceklerine, ne zaman bunları yapacaklarına, hangi âletleri kullanacaklarına, ektikleri şeyleri ne ile –şâdûfla12 mı, silindirle mi, dereyle mi ve mekanik bir âletle mi ya da geleneksel sulama yöntemiyle mi, yağmurlama ile mi, damlatma sistemiyle mi vs.- sulayacaklarına, karışmaz. Dinin bu konulara müdâhelesi olmaz. Bu konular dinin alanına değil Ziraat Bakanlığı’nın ve ona bağlı kuruluşların ilgi sahasına girer. Çiftçilikte kullanılan âletlerin hayvanlar tarafından çekilen sabandan mekanik sabanlara doğru yaşadığı gelişim, sulama yöntemlerinin şâdûftan ve derelerden yeni mekanik âletlere ve su ile kaplama şeklinden yağmurlama ve damlatma şekline doğru değişimi dinin ziraat konusundaki yerini ve yönlendirmelerini değiştirmez. 3- Tedavi Konuyu daha fazla açmak için üçüncü bir misal olarak da tedavi mevzuunu inceleyelim. Bazı insanlar eski zamanlardan beri hastalıkların Allah tarafından insanların alnına yazılmış bir kader olduğuna inanırlar. Allah’ın takdirinden ise kaçış mümkün olmadığına göre tedavinin faydası var mıdır? Hz. Peygamber de buna dikkatleri çekiyor ve hem hastalığın hem de devâsının Allah’tan geldiğini beyân ediyor: “Ey insanlar! Tedavi olunuz! Çünkü Allah, verdiği her hastalığın devâsını da yaratmıştır. Bundan sadece bir hastalık müstesnadır. O da ihtiyarlıktır (bazı rivâyetlerde ölüm yer almaktadır)”13. 12 13 Müsned, I, 455; Ebû Ya’lâ, Müsned, V, 238; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 154; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat,. IX, 15; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 100, 101; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 13137, 138; Heysemî, Mecmau’zzevâid, III, 134. Şâdûf: Bir ucunda kova, diğer ucunda taş bulunan uzun bir sırığın dere kenarında ucu çatallı bir diğer ağaç parçasına dengeli olarak yerleştirilmesi ve kova ile dereden su alınıp toprağa akıtılmasını sağlayan ilkel sulama âleti. Tayâlisî, Müsned, I, 171; Humeydî, Müsned, II, 363; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 278; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 212; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 368; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 426, 428; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 179; Hâkim, Müstedrek, I, 208, IV, 220, 442; Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 207 “Allah indirdiği her hastalığın şifâsını da indirmiştir”14. “Allah hastalıklarınızın şifasını haram kıldıklarının içinde var etmemiştir”15. Hz. Peygamber’e ilaçların Allah’ın kaderinden herhangi bir şeyi çıkarıp çıkarmadığı soruldu. “Onlar da Allah’ın kaderidir” cevabını verdi16. Hz. Peygamber genel anlamda vücudun her türlü hastalıktan korunmasını ve muhâfaza edilmesini istemiştir. Çünkü Allah’a inanan bir kimse her zaman cihada hazır olmalı, Rabbine, kendi nefsine, âilesine ve bütün müslümanlara karşı vazifelerini yerine getirebilmelidir. İlacın ne olduğuna, nasıl yapıldığına, hangi maddelerden ne kadar konularak imal edildiğine vs. gelince din bu konulara karışmaz. Bunlar Sağlık Bakanlığı’nın ve bağlı kuruluşların işidir. Ancak bu noktada dinin helallerle tedavi olma konusundaki teşviki ve haramlardan sakındırması ile vücudun hakkını gözetme meselesindeki talimatları nı unutmamak gerekir. Bunlar ne mensûhtur ne de değiştirilmesi mümkündür. İşte “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” hadisinin anlamı budur. Yoksa bu dünyadan dinin soyutlanması anlamına gelmemektedir. İslâm Hukukunda Sünnetin Etkisini İnkâr Prof. Dr. Abdulmün’im en-Nemir sünnet ve teşriî yönü üzerine bir çalışma neşretmiştir. Bu çalışmasında konu üzerinde Şihâbuddîn el-Karâfî (626-684/1228-1285), Şâh Veliyyullâh edDihlevî (1114-1176/1702-1762) ve Mahmût Şeltût’un, hadis kitaplarında yer alan her bilginin teşriî değer taşıdığını iddia ederek ifrata kaçanlara karşı yazdıklarına dayanmıştır. Yazarın bu eserinde çok faydalı görüş ve tahlilleri vardır. Ancak kendisi de aşırı giderek neredeyse muâmelât ve medenî ilişkilerin hepsini sünne- 14 15 16 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 343; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339; a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85. 13 nolu dipnota bk. Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, I, 109; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 345; Hâkim, Müstedrek, IV, 242, 455; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 72, 86. Ahmed b. Hanbel, III, 421; İbn Mâce, II, 1137; Tirmizî, IV, 399; 453; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 465; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, III, 192; Hâkim, Müstedrek, I, 85, 86, IV, 221, 446; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 349; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339; a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 208 Yusuf el-Karadâvî tin hüküm koyma yetkisinin dışına çıkarmıştır17. Sonunda bu yöneliş öyle bir hale geldi ki, nebevî sünnetin helal kıldığı ve bütün mezheplerin, hukuk okullarının helal olduğu konusunda icmâ ettiği bir şeyi, kişisel reyine dayanarak haram yaptı. Haram olduğu açıklanan bu uygulama, Hz. Peygamber’in aldatma ve münâkaşayı önleyecek herkesi bağlayıcı esasları vazettikten sonra insanların ihtiyacını gözeterek izin verdiği selem alış verişidir18. Selem alış verişi bazı kimselerce selef alış verişi adıyla da anılmıştır. Bu konuda hem hadis vardır, hem de on dört asırdır ümmet bununla amel etmektedir. Abdullah b. Abbâs’tan nakledildiğine göre Hz. Peygamber Medîne’ye teşrif ettikleri zaman, Medînelilerin meyveleri bir ya da iki yıllık vâdelerle sattıklarını gördü. Bunun üzerine “Böyle para peşin mal veresiye satış sözleşmesi yapacaksanız, ölçü, tartı ve vâde kesin olarak belirlenmelidir” buyurdu19. Hatta Abdullah b. Abbâs yemin ederek vâdesi belli olarak yapılan selem akdinin Allah tarafından Kur’ân-ı Kerîm’de helal kılındığını ve buna izin verildiğini söylemiş; ardından “Ey îmân edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın...”20 âyetini okumuştur21. Bu da Tercümânü’l-Kur’ân lakabıyla anılan İbn Abbâs’ın görüşüdür. Ancak Profesör Abdulmün’im en-Nemir selem alış verişi hakkında şöyle der: “Selem, olmayan ve zimmette borç olarak nitelikleri belli olan bir şeyin satılmasıdır. Pek çok kimse köylerde çiftçilerin ihtiyaç içinde olmalarını suiistimal ederek onlarla selem 17 18 19 20 21 Abdulmün’im en-Nemir Hz. Peygamber’in muâmelât konularındaki emir ve yasaklarının çoğunun vahye değil ictihada dayandığını belirtir. Halbuki bu onun iddiasına bir destek sağlamamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber’in ictihadı eğer reddedilmez onaylanırsa vahiy menzilesinde sayılır. Çünkü onun hatası takrir edilemez. Bu olgu usûl ilminde açıkça bilinmektedir. Selem alış verişi: Malın bedeli olan paranın peşin olarak verilip, malın nitelikleri belirlenmek şartıyla belli bir vâdede teslimi öngörülerek yapılan alım satım akdidir. Ahmed b. Hanbel, I, 217, 222; Buhârî, II, 781; Müslim, III, 1226; İbn Mâce, II, 765; Ebû Dâvud, III, 275; Tirmizî, III, 602; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 40; Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 296; Ebû Avâne, Müsned, III, 411; Taberânî, elMu’cemü’l-kebîr, XI, 130; Dârekutnî, Sünen, III, 3; Beyhakî, es-Sünenü’lkübrâ, VI, 18, 24; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 342-343. el-Bakara (2), 282. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 342-343. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 209 yapmaktadır. İşte bizim bu akdin haram olduğunu söyleme sebeplerimizden biri de budur”22. Aslında Profesör yalnızca zulmün ve suiistimalin haram olduğunu söylemekle yetinseydi, sünnet ve icmâ ile sâbit bir muamelenin haram olduğunu iddia etmeseydi daha iyi olurdu. İşte bu da “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” hadisinin niçin söylendiği görmezden gelinip asıl anlamından çıkartılarak tahrif edilmesi ve aşırıya gidilmesidir. Ancak bu fiilin cevabı, bazı heyecanlı yazarların yaptığı gibi hadisin anlamını topyekün ortadan kaldıracak ve sünnette teşrî amacı gütmeyen hükümlerin de olabileceğini inkâr edecek şekilde mübâlağaya kaçmak değildir. Örneğin Dr. Fethi Abdulkerîm, Dr. Muhammed Selîm el-Avâ’nın “es-Sünne et-teşrîiyye ve ğaru’t-teşrîiyye / Hukuka Etki Eden ve Etmeyen Sünnetler”23 adlı makalesine reddiye olarak kaleme aldığı “es-Sünne teşîun lâzımün ve dâimun / Sünnet Her Zaman Bağlayıcı Olarak Hukuku Etkiler”24 isimli kitabında bu anlayışı sergilemiştir. Yine Dr. Mûsâ Lâşîn’in ve Dr. Ali Karadâğî’nin ayrı ayrı Dr. Abdulmün’im en-Nemir’e reddiye olarak yazdıkları ve Katar Üniversitesi Mecelletü Merkezi Buhûsi’sSünne ve’s-Sîre dergisinin ikinci sayısında yayınlanan makalelerinde de aynı yaklaşım vardır. Aslında bu meselenin halledilmesi itidalli ve dengeli bir yaklaşım sergilemekle; sorunu derinlemesine, insaflı bir yaklaşımla, dış etkenlerden soyutlanmış olarak Kur’ân ve sünnetteki muhkem nasların, dinin amaç ve kesin kurallarının ışığı altında incelemekle mümkündür. Selef âlimlerinin yolunu ve anlayışını takip etmek de sorunun çözümünde yardımcı olacaktır. Zira onlar İslâm ümmetinin en fakih insanlarıdır. İşte yıllardan beri meşgul olduğum şey de budur. Bugün sizlere takdim ettiğim bu yazının takip edilecek yol için bir ışık olmasını niyâz ederim. Aşırılık ve indirgemecilik Arasında Sünnetin Hukuka Etkisi Dolayısıyla burada araştırılması gereken önemli nokta, insanların tâbi olup amel etmesi gereken ve İslâm fıkhına etkisi olan 22 23 24 Abdulmün’im en-Nemir, es-Sünne ve’t-teşrî’, s. 42, 43. el-Müslimü’l-muâsır, sayı: 1. Kâhire: Mektebetü Vehbe. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 210 Yusuf el-Karadâvî sünnet ile hukûkî kural koymayan ve insanların uymakla mükellef olmadıkları sünnetin açıklanmasıdır. Aynı şekilde kıyâmete kadar süreklilik arzeden ve bütün insanları kapsayan hükümler koyan sünnet ile ortaya çıkan bazı durumlara ya da belli hallere özel hükümler koyan sünnetin de beyân edilmesi bir zorunluluktur. Vakıaya baktığımızda İslâm ümmeti içinde iki zıt grubun varlığını müşâhede etmekteyiz: Birinci grup sünnetin tamamının her zaman, her yerde ve her durumda bütün insanları bağlayıcı hukûkî kurallardan ibaret olduğunu düşünmektedir. Halbuki sünnetin içinde cibillî (beşerî) davranışlar, âdet olan hususlar, çevresel deneyim ve tecrübeler ve gelişigüzel yapılan, insanları mükellef kılma amacı bulunmayan şeyler de vardır. Özellikle de Hz. Peygamber’in davranışlarında bu durum daha da belirgin olarak görülmektedir. Bu sebeple usûl âlimleri arasında ince detaylara vâkıf olduğu bilinenler, Hz. Peygamber’in bir davranışta bulunmasının, eğer Allah’a yakınlaşma kastı olduğu kesin olarak bilinmiyorsa, sadece söz konusu fiilin mubahlığına veya meşrû olduğuna delâlet ettiğini belirtmişlerdir. Bugün bazı kimselerin câmilerdeki minberlerin üç basamaklı olmasını dahi sünnet saydıklarını görmekteyiz. Basamkların adedi bundan fazla olunca bunu sünnete muhâlefet olarak algılamakta ve bunu yapanları kınamaya başlamaktadırlar. Halbuki Hz. Peygamber’in minberinin gelişimi bir hurma ağacı kütüğünden başlamıştı. Resûlullah minberden önce o hurma kütüğünün üzerinden hitap ederdi. Bu arada minberin bundan daha büyük ya da küçük olmasının yasaklandığına dair bir haber de yoktur. Başka bazı kimselerin ise hiç muhtaç olmadıkları halde ve mensubu bulundukları milletin bir âdeti olmamasına rağmen ellerinde asa taşımaya sünnet hükmü verdiklerine şahit olmaktayız. Halbuki asa taşımak kendi başlarına sardıkları bir zorluktur. Hiçbir zaman ona yaslanmazlar. Hayvanlarını onun yardımıyla gütmezler. Asayı taşımalarını gerektirecek başka herhangi bir gerekçeleri de yoktur. Bunlardan başka bazı dindar kişilerin de hutbe okumak için minbere çıkan imamların ellerinde asa olmaksızın minbere çıkıp cemaate hutbe okumalarına kızdıklarını ve bu davranışı sünneti küçümsemek olarak telakki ederler. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 211 Hatta bunlardan biri böyle yaptım diye beni ayıpladı. Ben de ona dedim ki: “Hayatımda hiç asa kullanmamışsam, sadece hutbe için nasıl asa taşıyayım ki?” O da bana yakın zamana kadar birçok İslâm ülkesinde Cuma hutbelerinin gereklerinden biri olan tahta kılıçları hatırlattı. İnsanlar bugün bu kılıçlardan da kurtulmuştur. Bu da Müslümanlarla dalga geçilmesinin bir sebebidir. Düşünsenize bütün herkesin kılıçları demirden yapılırken, sadece hutbe okuyan imamların kılıçları tahtadandır! Bir diğer grup ise sünneti çalışma hayatının tamamen dışına itmeyi arzulamaktadır. Âdetler, muâmeleler, ekonomik ve idârî meseleler, savaş hukuku vb. konuların dinden bağımsız olarak yalnızca insanlar tarafından yönlendirilmesi gerektiğini düşünürler. Sünnet bu mevzularda ne emredici, ne yasaklayıcı, ne kesin bağlayıcı ve ne de sadece yol gösterici bir işlev göremez. Onların bu düşüncelerini temellendirirken dayandıkları delil, te’vil ederek asıl anlamının dışına çıkardıkları ve neden söylendiğini göz ardı ettikleri “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” hadisidir. Bu hadisi İmam Müslim el-Müsnedü’s-sahîh adlı eserinde hurma ağacının aşılanması ile ilgili kıssa içinde nakletmiştir. Bu hadisle ilgili bütün rivâyetleri birarada görmemiz, hadisin ne anlama geldiğini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Nakledildiğine göre Talha b. Ubeydullah şöyle demiştir: Resûlullah ile beraberken bazı insanların hurma ağacının başında çalıştıklarını gördük. Hz. Peygamber onların ne yaptıklarını sordu. Farklı cinsleri bir araya getirerek aşılama yaptıklarını söylediler. Hz. Peygamber de “Bunun fayda sağladığını zannetmiyorum” buyurdu. Bunun üzerine ağaçtakilere Hz. Peygamber’in sözü ulaştırıldı; onlar da aşılama yapmayı bıraktılar. Bu durum Resûlullah’a haber verilince şöyle dedi: “Eğer bu yaptığınız daha önce fayda sağlıyor idiyse yapmaya devam edin. Ben sadece fayda vermeyeceğini zannettiğimi söyledim. Zannım sebebiyle bana kızmayın. Ancak sizlere Allah’tan geldiğini söylediğim şeylere mutlaka uyun. Zira ben Allah’a karşı asla yalan söylemem”. Râfi’ b. Hadîc tarafından nakledilen hadis ise şöyledir: Hz. Peygamber Medîne’ye gelmişti. Medîneliler hurma ağaçlarını aşılıyorlardı. Hz. Peygamber onların ne yaptığını sordu. “Bizler bunu eskiden beri yaparız” dediler. Hz. Peygamber de onlara “Böyle Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 212 Yusuf el-Karadâvî yapmasanız zannederim daha iyi verim alırsınız” dedi. Bunun üzerine aşılamayı bıraktılar. Ancak hurma ağaçlarının verimi düştü. Hz. Peygamber’e durumu haber verdiler. O da “Ben de bir insanım. Eğer dininizle ilgili bir şey emredersem onu yapın. Ama kendi reyimle bir şey söylersem, benim de bir insan olduğumu unutmayın” buyurdu. Hz. Âişe ve Enes b. Mâlik tarafından nakledilen hadiste ise şunlar kayıtlıdır: Hz. Peygamber ağaçları aşılayan bir grupla karşılaştı. “Böyle yapmasanız sanki daha iyi olur” dedi. Ancak hurmaları düşük kaliteli oldu. Onlarla tekrar karşılaştığında “Hurma ağaçlarınıza bir şey mi oldu?” diye sordu. Onlar da “Siz şöyle şöyle demiştiniz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Sizler dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” buyurdu. Hadisin bütün rivâyetleri göz önüne alındığında görülmektedir ki Hz. Peygamber çiftçilikle (maîşet) ilgili bir konuda zannına dayanarak bir görüş beyan etmiştir. Onun bu konularda bir uzmanlığı yoktur. Kendisi ziraat ve ağaç işleriyle uğraşmayan Mekkelilerden biridir. Zira Mekkeliler ziraata uygun olmayan bir yerde yaşamaktadırlar. Ancak sahâbîler onun sözünü uyulması gereken dînî bir emir ve itaat edilmesi gereken bir hüküm gibi algıladılar. Hurmalar yeterince gelişmeyince Hz. Peygamber onlara söylediği sözün anlamını açıkladı: Bu söz dînî olmayan bir konuda ifade edilmiş bir zan değildir. Ağaçların aşılanması tam anlamıyla teknik bir meseledir. Bu konularda onlar Hz. Peygamber’den daha uzman ve bilgilidir. Bu sebeple onlara “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” demiştir. Bu tür ziraat, sanâyi, tıp ve diğer teknik meseleler gibi uzmanlığa dayanan dünya işlerinde tâbi olunacak bir hüküm koyucu (teşriî) sünnet yoktur. Bu yüzden İmam Nevevî söz konusu hadis için şu bab başlığını uygun görmüştür: “Hz. Peygamber’in kişisel reyiyle dünya işleri hakkında söylediklerine değil, dînî emirlerine tâbi olmanın gerekliliği”. Bu hadisin, dinin ruhlar için bir çağrı olduğunu iddia ederek, sünnetin hatta dinin tamamının hayatın dışına itilmesi ve sosyal yaşamla ilgili konuların dinden soyutlanması için dayanak yapılmasına gelince, işte bu sünnetin, Kur’ân’ın ve İslâm’ın kesinlikle reddedeceği bir düşüncedir. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 213 İslâmiyet -Kur’ânıyla ve sünnetiyle- mükemmel bir hayat düsturu olarak gelmiştir. O ruh ve maddeyi biraraya getirmektedir. Dünya ve âhiretin her ikisini de ele almaktadır. Bütün hayatın Allah’ın hükümleri çerçevesinde yönlendirilmesi için kurallar koymaktadır. Bu itibarla İslâmî hükümlerin ve tavsiyelerin tamamı hayatın her alanını kapsamaktadır: Yemek, içmek, giyinmek, süslenmek, satmak, satın almak, almak, vermek, evlenmek, boşanmak, vasiyet etmek, miras bırakmak, suç işlemek, suçluları cezalandırmak, barış yapmak, savaşa girmek, hilâfet ve devlet idâresini yürütmek. Hadis, tefsir, ahkâm ve âdâb kitapları bu ve benzeri konularla ilgili hükümlerle doludur. Aslında tamamen dünya ile ilgili olan borçların yazılması hakkındaki âyeti25 bile burada zikretmek bizim için yeterlidir. İslâm hukukunu etkileyen sünnet –ki sünnetin çoğu böyledir- ile etkilemeyen sünnet ve umûmî mânâ kastedilen sünnet ile husûsî anlama gelen sünnet arasındaki ayırımı yapamamak, meseleyi yanlış anlamak ve bunları birbirine karıştırmak en mühim konulardan biri olarak telakki edilir. Çoğu kimsenin, bu noktada da –genelde âdetimiz olduğu gibi- ifrat ve tefrit gibi iki aşırı uçtan birinde durduğunu görmekteyiz. Yemek yemenin sünnet ve âdâbı üzerine iki grubun yaptığı bir tartışmayı izlemiştim. Bunlardan biri masada yemek yemeyi, çatal ve kaşık kullanmayı reddediyor; Hz. Peygamber’in davranışlarına uymak için yemeğin yere oturularak, sadece eller kullanılmak suretiyle yenmesi; ardından da parmakların yalanması gerektiğini söylemekteydi. Böyle yapmayanları da sünnete muhâlif olmakla suçluyordu. Diğerleri ise yeme ve içmenin hayatla ilgili olduğunu, zaman ve toplumlara göre değişiklik gösterebileceğini, farklılaşabileceğini ve gelişebileceğini söylemekteydi. Onlara göre din, insanlara yeme ve içme kurallarını anlatmak için gelmemişti. İnsanlar ister elleriyle ister kaşıkla yerler; ister sağ elleriyle ister sol elleriyle yerler. Bunlar dinin önem vereceği ve ilgileneceği konular değildir. Her iki grubun düşüncelerine baktığımızda, birinci grubun Hz. Peygamber’in sâdelik, tevâzu, kanaat, hayatın süsleri arasın25 Bk. el-Bakara (2), 282. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 214 Yusuf el-Karadâvî da zühd, kibirlilere ve rahat yaşayanlara benzemekten uzaklık olarak şekillenen bütün hal ve tavırlarına uyma hırsıyla hareket ettiğini görmekteyiz. Kuşkusuz bunlar Hz. Peygamber’e tâbi olma konusunda eksik bırakmamak hırsıyla ve niyetiyle hareket ettikleri için övgüye lâyık insanlardır ve bu davranışlarının karşılığını da umulur ki âhirette alacaklardır. Bunlardan önce Abdullah b. Ömer ve başka bazı sahâbîler de aynen böyle bir tutum içerisindeydiler. Ancak bu davranışlarını sünnet ve dinin bir parçası olarak telakki edip kendileri gibi davranmayanlara karşı çıkmaları hatadır. Onlar değişen şart ve durumları hesaba katmamışlardır. Meydan okumaya gerek olmayan bu gibi konularda başkalarıyla mücâdeleye girmişlerdir. Halbuki onların sünnet zannettikleri şeylerin çoğu Arapların âdetidir. Ve bunlar kendi toplum ve zamanına uygun olan davranışlardır. Diğer gruba gelince bunlar da dinin ilgi alanına giren şeylerle girmeyenleri karıştırmışlardır. Her ne kadar din, yerde ya da masada, elle ya da kaşık çatalla yemeye karışmasa da, sol elle yenilip içilmeyip sağ elle yenmesine ve içilmesine karışmaktadır. Bu sadece Hz. Peygamber’in her işinde sağdan başlamayı sevmesiyle de ilgili değildir. Bilakis Resûlullah’ın bu konudaki emir ve yasaklarıyla yaptığı yönlendirme oldukça açıktır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Besmele çek! Sağ elinle ve önünden ye!”26. Bir başka hadislerinde ise “Sol elinizle yemeyiniz! Çünkü şeytan sol eliyle yer”27 buyurmuştur. “Yemek yerseniz sağ elinizle yiyiniz. Bir şey içtiğinizde de sağınızı kullanın. Çünkü şeytan soluyla yer ve içer” hadisi de aynı şeye delâlet etmektedir28. 26 27 28 İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132, 326; Ahmed b. Hanbel, IV, 26; Dârimî, II, 129; Buhârî, V, 2056; Müslim, III, 1599; İbn Mâce, II, 1087; Nesâî, esSünenü’l-kübrâ, IV, 175, VI, 76, 77; Ebû Avâne, Müsned, V, 165; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 26, 27, 28; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 277. Ahmed b. Hanbel, III, 334; Müslim, III, 1598; İbn Mâce, II, 1088; Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 178; Ebû Avâne, Müsned, V, 163, 268. Mâlik b. Enes, II, 922; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132; Nesâî, es-Sünenü’lkübrâ, IV, 172, 199. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 215 Başka bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Solunuzla ne yiyin ne de için. Çünkü şeytan soluyla yer ve içer”29. Seleme b. Ekvâ’dan nakledildiğine göre adamın biri (Büsr elEşcaî) Hz. Peygamber’in yanında sol eliyle yemek yedi. Resûlullah da ona “Sağ elinle ye!” dedi. Adam “Ben sağımla yiyemiyorum” deyince Hz. Peygamber “Gücün mü yetmiyor! Onu kibri alıkoyuyor” buyurdu. Bunun ardından adam elini ağzına götüremez oldu30. İşte bu emredici, yasaklayıcı ve sakındırıcı hadisler sağ elle yemenin amaç olduğunu göstermektedir. Bu davranış müslüman fert ve toplumların ayırıcı kurallarından biridir. Köklü milletler hayatın normal akışıyla ilgili şeyler de olsa kendilerine özel ayırıcı vasıflarının olmasını isterler. Üstad Muhammed Esed, “el-İslâm alâ müfteraki’t-turuk / Yolların ayrılış noktasında İslâm” adlı eserinde sünnetin hayat ve insanların âdetleriyle ilgili ortaya koyduğu kural ve gelenekler ile bunların müslüman birey üzerinde icrâ ettiği etki hakkında çok kıymetli bir değerlendirmede bulunmuştur. Bu tahlil mutlaka okunmalı ve okutulmalıdır. Bundan istifade etmek gerekir31. Yukarıda tartışan iki grup ile ilgili bahsettiğimiz meselede doğru olan tutum teşriî sünnet ile olmayanı, her zaman geçerli olan ile bu özelliği taşımayanı ayırarak orta yolu takip etmektir. Bu da ancak Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini inceleyip anlamakla mümkündür. Araştırılması Gereken Büyük Bir Mesele Bu yazıda konumuzu teşkil eden, çağımızda sürekli tartışılan, araştırılması ve iyice incelenmesi gereken meselelerden biri de hiç kuşkusuz sünnetin İslâm hukukuna etkisi olan bölümü ile olmayanını ayırmaktır. Ayrıca taksim yapılırken dayanılacak esaslar ve bu taksimin uygulanmasının doğuracağı etki de önemlidir. Konu hadis usûlünden daha fazla fıkıh usûlünü ilgilendirmektedir. Ancak bu iki disiplinin birbirlerinden müstağni kalamayacakları da açıktır. 29 30 31 Tirmizî, IV, 257. İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 132; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 149; Müslim, III, 1599; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 277. Muhammed Esed, el-İslâm alâ müfteraki’t-turuk, son iki bölüm. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 216 Yusuf el-Karadâvî Bu meselede sünnetin teşriî olan bölümü ile olmayanı böyle sarih bir başlık ya da terim altında inceleyen, teşriî sünneti de genel ve sürekli olan ve olmayan diye taksim eden ilk müellif bildiğim kadarıyla Ezher’in eski üstâdı merhûm Mahmûd Şeltût’tur. Bu konudaki görüşlerini Fıkhu’l-Kur’ân ve’s-sünne: el-Kısâs adlı eserinde yazmıştır. Aslında bu kitaptaki bilgiler 1930’lu yıllarda Kâhire’de Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenim talebelerine verdiği derslerden müteşekkildir. Bu kitap daha sonraları meşhur eseri el-İslâm akîdeten ve şerîaten’in içinde yer almıştır. Sünnet konusunda eser veren ve sünneti teşrîi ve teşrîi olmayan diye ayıran çağdaş müeelliflerin çoğu Şeyh Mahmût Şeltût’tan istifade etmişlerdir32. Bunu söylerken başlık ve terimleri ondan aldıklarını kastediyorum. Ancak içeriğe gelince Şeltût’tan önce Allâme eş-Şeyh Reşîd Rızâ Tefsîru’l-Menâr’da ve ondan da önce hicrî on ikinci asırda yaşayan Şâh Veliyyullâh edDihlevî adıyla ma’ruf olan Hakîmü’l-İslâm Ahmed b. Abdirrahîm bu konuya değinmişlerdir. Aynı zamanda İmâm Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn el-Karâfî de sünnetin özel teşrîî yönünden bahsetmiş ve tafsilatlı bilgiler sunmuştur. Bunların hepsini ileride inceleyeceğiz. Eski ve yeni ulemamız ile fukahâ ve usulcülerimizin birçoğu da mesele hakkında değişik münâsebetlerle ve farklı başlıklar altında görüş beyan etmişlerdir. Hatta ileride zikredeceğimiz üzere konu sahâbe döneminde bile tartışılmıştır. İbn Kuteybe’nin Sünnetler Hakkındaki Görüşü Bildiğim kadarıyla eski âlim ve musanniflerimiz arasında sünnetin çeşitlerinden ilk defa bahseden kişi Mu’tezile’yi savunan Câhız gibi ehl-i sünnetin koruyucusu olan büyük ansiklopedik âlim Ebû Muhammed b. Kuteybe’dir (ö. 276). Her ne kadar meseleyi yeteri kadar incelememişse de konu hakkındaki düşüncelerini Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs adlı eserinde ortaya koymuştur. Halbuki İbn Kuteybe’nin ansiklopedik tarafı uzmanlık yönünden üstündür. Bu sebeple de Fakîhu’l-üdebâ ve Edîbü’l-fukahâ diye nitelendirilmiştir. 32 Örneğin Dr. Muhammed Selîm el-Avvâ’nın Mecelletü’l-Müslimi’l-muâsır’ın birinci sayısında yer alan “es-Sünnetü’t-teşrîiyye ve ğayrü’t-teşrîiyye” adlı makalesi ile Dr. Abdülmün’im en-Nemir’in es-Sünne ve’t-teşrî’ isimli kitabına bakılabilir. Başka misaller de verilebilir. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 217 Ebû Muhammed İbn Kuteybe şöyle demiştir: “Sünnetler üç kısma ayrılır: 1- Cebrâil aleyhisselâmın Allah Teâlâ’dan getirdiği sünnetler. Hz. Peygamber’in “Bir kadın, halası veya teyzesiyle aynı kişinin nikahı altında birleştirilmez”33 sözü ile “Nesebden doğan haramlığın hepsi süt kardeşliği ile de gerçekleşir”34 hadisi; yine “Bir ya da iki defa süt emmekle süt annelik oluşmaz”35 ve “Diyet âkileye âittir”36 gibi temel kural haline gelen haberler bu bölümün örnekleridir. 2- Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e sünnet koyma izni verdiği ve kendi görüşüyle hareket etme özgürlüğü verdiği sünnetler. Bu bölümde Hz. Peygamber’in gerekçe ve mâzerete göre dilediği kişilere ruhsat verme hakkı vardır. Örneğin ipek giymeyi erkeklere haram kıldığı37 halde hastalığı sebebiyle Abdurrahmân b. Avf’a izin vermesi38 böyledir. Yine Mekke hakkında “Mekke’nin ne otu yolunur ne de ağacı kesilir” buyurunca Abbâs b. Abdilmuttalib “Yâ Resûlallah! İzhir 33 34 35 36 37 38 Buhârî, V, 1965; Müslim, II, 1029; İbn Mâce, I, 621; Ebû Dâvud, II, 224; Tirmizî, III, 432; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 292, 293, 294; İbn Hibbân, Sahîh, IX, 376, 427; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, III, 293; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VII, 165-166. Ahmed b. Hanbel, I, 339, VI, 51; Dârimî, II, 207; Buhârî, II, 935; İbn Mâce, I, 623; Tirmizî, III, 452; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 295; Ebû Avâne, Müsned III, 111, 115; İbn Hibbân, Sahîh, X, 36; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 174; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 453; Ahmed b. Hanbel, VI, 95, 216, 247; İbn Mâce, I, 624; Ebû Dâvud, II, 224; Tirmizî, III, 455; Ebû Avâne, Müsned, III, 116; İbn Hibbân, Sahîh, X, 38, 39, 40; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 124, XXV, 23; Dârekutnî, IV, 175; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 455; İbn Mâce, II, 879; Ebû Dâvud, IV, 192; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 375; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 105; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 366. Tayâlisî, Müsned, I, 10; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 152; Ahmed b. Hanbel, I, 43, V, 390, 397; Buhârî, V, 2069, 2133; Müslim, III, 1638, 1641; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 149; Ebû Avâne, Müsned, V, 214; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 155; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 27; Tayâlisî, Müsned, I, 265; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 154; Ahmed b. Hanbel, III, 127, 180; Buhârî, III, 1069; Müslim, III, 1646, 1647; Ebû Dâvud, IV, 50; Tirmizî, IV, 218; Ebû Ya’lâ, Müsned, V, 443; Ebû Avâne, Müsned, V, 235; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 246, 247, 248; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, III, 268; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 144. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 218 Yusuf el-Karadâvî müstesna değil mi? Onu evlerimizde kullanıyoruz” demiş; Hz. Peygamber de izhiri genel kuraldan istisna etmiştir39. Eğer Allah Teâlâ Mekke’nin bütün ağaçlarını haram kılmış olsaydı, Abbâs b. Abdilmuttalib’in izhiri istisna etmesi yönündeki sözüne itibar etmezdi. Ancak Allah Teâlâ ona böyle istisnalar yapma yetkisi vermiş, o da oradakilerin menfaati îcâbı izhiri istisna etmiştir. Hz. Peygamber umre konusunda ise “Daha önce bilseydim umreye niyet ederdim”40 demiştir. Yatsı namazı hakkında ise “Ümmetime ağır gelmeyeceğini bilsem bu namazın vaktini şu vakte çekerdim”41 buyurmuştur. Kurban etlerinin üç günden fazlalık kısmının saklanmasını, kabir ziyâretini ve şarap kaplarında nebiz yapılmasını yasaklamıştır. Daha sonra ise “Ben kurban etlerinin üç günlük kısmından fazlasının saklanmasını yasaklamıştım. Sonra baktım ki insanlar misafirlerine ikram edip sonra gelecek misafirler için de saklıyorlar. Artık dilediğinizi yiyin, istediğiniz kadar da saklayın. Kabir ziyâretini de yasaklamıştım. Artık ziyâret edebilirsiniz. Ancak kabirde (Câhiliye’den kalan) kötü sözler söylemeyin. Çünkü anladım ki kabir ziyâreti kalpleri yumuşatmaktadır. Şarap kaplarındaki nebizi içmekten de menetmiştim. Nebizi içebilirsiniz ama sarhoş eden bir şey içmeyin”42 buyurmuştur. İşte bütün bunlar Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e yasak koyma ve yasakladığı şeyleri daha sonra dilediği kişilere serbest bırakma yetkisi verdiğini göstermektedir. Eğer bu meselelerde böyle davranması câiz olmasaydı aynen eşiyle tartışıp zıhâr hakkında kendisine soru soran kadına cevap vermeyip tevakkuf ettiği gibi bu meselelerde de görüş beyan etmezdi. Zıhâr konusunda olduğu gibi buralarda da şöyle derdi: “Bu meselede Allah hükmünü verecektir”. Yine nakledildiğine göre ihramda olmasına rağmen yün bir cüppe giymiş ve koku sürünmüş bir bedevî Hz. Peygamber’e gelip ne yapması gerektiğini sordu. Önce cevap vermedi. Elbisesine sa39 40 41 42 İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 404. Ahmed b. Hanbel, III, 266; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, III, 235. İbn Ebî Şeybe, Musannef, I, 292; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 13. Ahmed b. Hanbel, III, 237; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 66. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 219 rıldı ve kendisinden bir hırıltı sesi geldiği duyuldu. Daha sonra kendine gelip adama cevap verdi43. 3- İnsanları eğitmek (te’dip etmek) amacıyla koyduğu sünnetler. Bunları yaparsak fazîletli davranışlar sergilemiş oluruz (sevap kazanırız). Ancak yapmazsak -inşallah- bunun hiçbir günahı yoktur. Sarığın çene altından bağlanmasını emretmesi, pislik yiyen hayvan (cellâle) etini44 ve hacamat yaparak para kazanmayı45 yasaklaması bu son bölümün örnekleridir46. Karâfî’nin Düşünceleri Hicrî yedinci asırda Mâlikî mezhebi âlimlerinden Şihâbuddîn el-Karâfî el-Mısrî’nin Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini imâmet (devlet başkanlığı), kadâ (hâkimlik), fetvâ (müftülük) ve tebliğ (peygamberlik) olarak ayırdığını, bunların hükmün genel veya özel oluşuna, yine mutlak ya da mukayyed oluşuna etkisine değindiğini görmekteyiz. Kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı kadar tafsilatlıca bu konuyu iki eşsiz kitabında işlemiştir: elFurûk ve el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ mine’l-ahkâm. Burada, elFurûk adlı eserinin otuz altıncı fark isimli bölümünde Hz. Peygamber’in kazâ, fetvâ ve imâmetle ilgili tasarrufları arasındaki farkı incelerken yazdıklarıyla yetineceğiz: “Bilmelisin ki Resûlullah yöneticilerin en büyüğü (el-imâmu’la’zam), hükümleri en isâbetli kâdî (el-kâdı’l-ahkem) ve en bilgili müftüdür (el-müfti’l-a’lem). O, imamların imamı, kadıların kadısı ve âlimlerin âlimidir. Dînî mevkilerin hepsi Allah Teâlâ tarafından onun peygamberliğine dâhil kılınmıştır. Hz. Peygamber, kıyâmete kadar bu mevkilerden herhangi birini işgal edecek olanların en büyüğüdür. Dînî makamların hepsine en üst seviyede layık olan odur. Davranışlarının çoğu tebliğ ile ilgilidir. Çünkü onun asıl vasfı peygamber olmasıdır. Ancak genel olarak bakıldığında, davranışlarının bir kısmının tebliğ ve fetvâ, bir kısmının kadâ ve di43 44 45 46 Buhârî, II, 634; Müslim, II, 836; İbn Hibbân, Sahîh, IX, 91; Taberânî, elMu’cemü’l-kebîr, XXII, 251; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 56. Tirmizî, IV, 270; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 332. Cellâle hayvan pisliği yediği için bu et ve sütüne etki edebilmektedir. Bu sebeple eti ve sütü yasaklanmıştır. İbn Kuteybe buradaki yasağı tenzîhen mekruh olarak niteliyor. Müslim, III, 1199; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 556. HZ. Peygamber’in bu yasağı tenzîhen mekruhluk ifade eder. Çünkü Hz. Peygamber, hacamat yaptırdığı bir kişiye ücretini ödemiştir (Buhârî, II, 1741, V, 2154; III, 1204, 1205, IV, 1731; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 554). İbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 196-197. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 220 Yusuf el-Karadâvî ğer bir bölümünün ise imâmetle alakalı olduğu hususunda icmâ bulunduğunu görmekteyiz. Bunların dışında kalanlar üzerinde ise bazen bir özelliği bazen de diğer özelliği ağır basan tasarrufları olduğu için âlimlerin ihtilafı vardır. Hz. Peygamber’in davranışları arasındaki farklılık İslâm hukukunu da etkilemektedir. Hz. Peygamber’in tebliğ için söylediği ya da taptığı her şey kıyâmete kadar insanlar ve cinler için umûmi bir hükümdür. Bu emirle muhâtap olan herkes bunu yerine getirmek zorundadır. Mubahlar da böyledir. Hz. Peygamber bir şeyi yasaklamış ise herkes bundan kaçınmak mecburiyetindedir. Hz. Peygamber’in imâmet sıfatıyla yaptıkları ise ancak mevcut devlet başkanının Resûlullah’ın tasarrufuna uyarak izin vermesiyle uygulanabilir. Çünkü Hz. Peygamber’in söz konusu davranışta bulunması imâmet sıfatından kaynaklanmakta, tebliğ amacı güdülmemektedir. Hz. Peygamber’in kadılık sıfatıyla ortaya koyduğu hükümler ise ancak hâkimin Hz. Peygamber’e uyarak hüküm vermesiyle uygulanabilir. Çünkü Hz. Peygamber söz konusu tasarrufu kadılık niteliğiyle yapmıştır. İşte bu üç kaide arasındaki farklar bunlardır. Bunları dört meseleyi ele alarak inceleyelim: Birinci Mesele Orduların kâfirlere, hâricîlere ve savaşılması gerekenlere karşı sevki, devlet hazinesinin gerekli yerlere dağıtılması, hazineye ödenmesi gereken malların toplanması, kadıların ve vâlilerin görevlendirilmesi, ganimetlerin taksimi, kâfirlerle zimmîlik ya da barış anlaşmalarının imzalanması vb. konular halîfeyi ve devlet başkanını ilgilendirmektedir. Bu gibi konularda Hz. Peygamber herhangi bir davranışta bulunduğu zaman, anlaşılır ki bu tasarrufu sadece imâmet sıfatıyla ilgilidir. Hz. Peygamber her ne zaman mal mülk ya da bedenlerle ilgili davalarda delillere, yeminlere, yeminden kaçınmalara ve benzer şeylere dayanarak iki kişi hakkında hüküm vermişse, anlarız ki bu tasarruf sadece kadılık niteliğiyle ilgilidir. Zira arzedilen durum mahkeme süreci ve hâkimlerle alakalıdır. İbâdetlerle ilgili her söz ya da fiili ya da dînî meselelerde soru soranlara verdiği cevapların hepsi tebliğ amacıyla ve müftülük sıfatıyla ortaya koyduğu tasarruflardır. Bu Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 221 noktalarda bir kapalılık söz konusu değildir. Ancak aşağıda inceleyeceğimiz diğer meselelerde bir kapalılık ve şüphe mevzu bahistir. İkinci Mesele Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası onun olur”47. Âlimler bu hadis hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba bu hüküm fetvâ niteliği mi taşır? Yani eğer böyle ise devlet başkanları ister izin versin ister vermesin, herkes, sahipsiz boş arazileri ihyâ etme hakkına sahip olur. İmam Mâlik (ö.179/795) ve İmam Şâfiî’nin (ö. 204/819) kanaatleri bu istikamettedir. Yahut da bu hüküm Hz. Peygamber’in imâmet sıfatıyla verdiği bir talimat mıdır? Eğer böyleyse hiç kimse devlet başkanı izin vermeden sahipsiz arazileri ihyâ etme hakkına sahip değildir. İmam Ebû Hanîfe (ö. 150/767) ise bu görüştedir. İmam Mâlik’in şehir yakınlarındaki arazilerin ihyâsını devlet başkanının iznine bağlarken, şehre uzak arazilerin ihyâsının serbest olduğunu söyleyerek bir ayırıma gitmesi, şu an incelediğimiz konuyla doğrudan ilişkili değildir. Bilakis başka bir kâideyle alakalıdır. O da şudur: Şehirlere yakın bölgeler münâkaşa, fitne ve zararlı şeylerin meydana gelmesine sebep olur. Bu yüzden daha önce de değindiğimiz üzere böylesi hadiseler vukû bulmaması için devlet idarecilerinin şehirlere yakın bölgeleri de kontrolleri altında tutmaları gerekir. Ancak şehirlere uzak yerlerde böylesi olaylar olmayacağı için herkes sahipsiz boş arazileri imar edebilir. Boş arazilerin ihyâsı konusunda İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’nin görüşleri daha tercihe layıktır48. Çünkü Hz. Peygam47 48 Mâlik b. Enes, II, 743; Ahmed b. Hanbel, III, 381; Dârimî, II, 347; Buhârî, II, 823; Ebû Dâvud, III, 178; Tirmizî, III, 662, 663; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 405; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 252; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 616; Taberânî, elMu’cemü’l-evsat, I, 190, VIII, 147; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 28, XVII, 14; Dârekutnî, Sünen, III, 35; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 99, 141, 142, 143, X, 318; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IV, 158, 258. Kanaatimizce İmam Ebû Hanîfe’nin görüşü tercih edilmeye layıktır. Çünkü kamu menfaati devletin işlenmemiş arazilerin mülkiyetini elinde bulundurup, bunları yönetmesini gerektirmektedir. Oraları askeri mıntıka olarak ya da benzeri bir amaç için kullanabilir. Yahut da arkeolojik çalışma mekanları yapabilir. Böylece devlet oraların insanlar tarafından ihyâ edilmesine izin vermez; ya da bunun için şartlar koyar veya bir nihâyi sınır çizebilir vs. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 222 Yusuf el-Karadâvî ber’in tasarruflarının çoğu fetvâ ve tebliğ amacına matuftur. Bir şey fazla ile nâdir arasında gidip geliyorsa, onun fazla olana izâfe edilmesi bir kâidedir. Üçüncü Mesele Ebû Süfyân’ın karısı Hind bnt. Utbe, Hz. Peygamber’e “Ebû Süfyân çok cimri; çocuğumla bana yetecek şey vermiyor” deyince; Resûl-i Ekrem “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı alabilirsin!”49 buyurmuştur. İslâm bilginleri bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba Hz. Peygamber’in bu tasarrufu fetvâ niteliği mi taşır? Buna göre başkasında alacağı bulunan bir kimse, hakkını ya da onu telafi edecek bir benzerini bulduğu zaman hasmının bilgisi dışında bunu alabilecektir. İmam Mâlik’in bilinen görüşü bunun aksinedir. Ancak İmam Şâfiî bu kanaattedir. Yahut da bu mahkeme kararı (kadâ) niteliği mi taşımaktadır? Buna göre de borçludan hakkını alamayan bir kimse hakkını kendisi tahsil edemez. Mutlaka mahkeme kararı gerekir. Hattâbî (ö. 388/998) âlimlerin bu hadisi ilgilendiren her iki görüşünü de aktarmıştır. Bu hadiste ifade edilen hükmün mahkeme kararı olduğunu söyleyenler şuna dayanırlar: Burada belli bir kişiye ödenmesi gereken mal ile ilgili bir dava söz konusudur. Bu da ancak mahkemede çözümlenebilir. Çünkü fetvâlar umûmi (genel, herkesi şâmil) bir nitelik taşır. Bunun fetvâ olduğunu savunanların ise delili şudur: Ebû Süfyân’ın Medîne’de olduğu rivâyette belirtilmemiştir. Mahkemeye celbedilmeleri mümkün olan kimselere haber vermeksizin haklarında karar vermek (kadâ) câiz değildir. Bu da Hz. Peygamber’in bu sözünün fetvâ olduğunu gösterir. Hadisin zâhiri de bunu ifade etmektedir. Dördüncü Mesele Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir”50. 49 50 Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, IX, 126; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 50, 206; Buhârî, II, 769, V, 2052, VI, 2626; Müslim, III, 1338; İbn Mâce, II, 769; Ebû Dâvud, III, 289; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 481, V, 378; Ebû Ya’lâ, Müsned, VIII, 98; Ebû Avâne, Müsned, IV, 164; İbn Hibbân, Sahîh, X, 68; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 71, 72; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 466, 477, X, 141, 142, 269, 270. Mâlik b. Enes, II, 454; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 478, VII, 417; Ahmed b. Hanbel, V, 306; Dârimî, II, 301; Buhârî, IV, 1570; Müslim, III, 1371; Ebû Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 223 Âlimler bu hadis üzerinde de görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hz. Peygamber’in bu tasarrufu acaba devlet başkanlığıyla mı ilgilidir? Eğer böyle ise savaşta düşmanı öldüren mücâhit onun üzerindekileri ancak devlet başkanının izniyle alabilir. İmam Mâlik bu düşüncededir. Bu görüşüyle İmam Mâlik, sahipsiz boş arazilerin ihyâsı meselesinde dayandığı, Hz. Peygamber’in tasarruflarının büyük bölümü fetvâ niteliği taşır; bu sebeple onun davranış ve sözleri genelde fetvâ olarak değerlendirilmelidir şeklindeki temel fikre muhâlefet etmiş olmaktadır. İmam Mâlik’in bu temel düşünceye burada muhâlefet etmesinin birkaç sebebi vardır: 1- Ganimet, ganimette hakkı olan herkesindir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir”51. Öldürülen düşmanların soykalarının bunun dışında tutulması bu âyetin zâhiriyle çelişmektedir. 2- Bu, mücâhitlerin ihlasını bozabilir. İslâm’a yardım için değil bu mallar için savaşmaya başlayabilirler. Bu sebeple de soykası çok olana yönelip diğerlerini bırakırlar. Netice de orduda bozulmalar olmaya başlar. Halbuki belki de soykası hafif olanlar Müslümanlara daha fazla zarar verebilirler. İşte İmam Mâlik bunlardan hareketle yukarıda söz edilen temel düşünceye bu konuda muhâlefet etmiştir. İşte Hz. Peygamber’in diğer tasarrufları da bu kâide ve farklar ışığında değerlendirilmelidir. Bu İslâm dininin temel ilkelerinden biridir”52. İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye’nin Düşünceleri İmam İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye (691-751/1291-1350) Zâdü’lmeâd adlı eserinde Huneyn Gazvesi’nden bahsederken yukarıda arzettiğimiz mesele hakkında şu değerlendirmelerde bulunur: 51 52 Dâvud, III, 70; Tirmizî, IV, 131; Ebû Avâne, Müsned, IV, 233, 235; Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, III, 243; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 102, XI, 131, 168, 173, 174; Tabrânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VII, 245; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 306, 307. el-Enfâl (8), 41. Karâfî, el-Furûk, I, 205-209; a.mlf., el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ mine’l-ahkâm, s. 86-109. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 224 Yusuf el-Karadâvî “Hz. Peygamber’in bu gazvede “Savaşta herhangi bir düşmanı öldürdüğünü kanıtlayabilen mücâhit, onun soykasını alabilir” buyurduğu nakledilmiştir. Aynı sözü daha önceki bir başka savaşta da söylemiştir. İslâm hukukçuları bu hadisle alakalı olarak düşmanın soykasını almak dinin bir hükmü müdür yoksa bir şarta mı bağlıdır? şeklinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel’den (ö.241/855) bu konuda her iki görüş de nakledilmiştir. Birinci görüşe göre mücâhidin öldürdüğü düşmanın üzerindekileri alması dinin bir hükmü olarak hakkıdır. Devlet başkanı ister bunu onaylasın ister onaylamasın farketmez. Bu İmam Şâfiî’nin kanaatidir. İkinci görüş ise düşmanın soykasının alınmasını devlet başkanının iznine bağlamaktadır. Bu da İmam Ebû Hanîfe’nin düşüncesidir. İmam Mâlik ise şöyle hükmetmiştir: Düşmanın soykasını almak, savaş sonrasında devlet başkanının buna izin vermesiyle mümkündür. Eğer savaştan önce soykaların alınamayacağını söylemişse mücahitlerin öldürdükleri kimselerin üzerindekileri alması câiz değildir. İmam Mâlik “Bildiğim kadarıyla Resûlullah bu sözü sadece Huneyn’de söylemiştir. Savaş bittikten sonra mücâhitlere bunları bağışlamıştır”53 demektedir. Aslında görüş ayrılığının sebebi şudur: Hz. Peygamber devlet başkanlığı, hakimlik (ya da kadılık), müftülük ve peygamberlik niteliklerinin hepsini haizdir. Bazen peygamberlik niteliğiyle bir hüküm verir ve bu hüküm kıyâmete kadar bütün Müslümanları bağlayan genel bir dini kural olur. Örneğin “Kim bizim bu dinimizde olmayan bir şeyi sonradan dine sokmak isterse o reddolunur”54 ve “Kim izinlerini almadan başkalarının arazisini ekip biçerse mahsulden bir şey alamaz; 53 54 Yani Hz. Peygamber’in amacı harbin ardından savaşanları teşvik etmek ve ödüllendirmektir. Buna göre Resûlullah, müşriklerin soykalarını mücâhitlere bir armağan olarak düşünmüştür. Ahmed b. Hanbel, VI, 240, 270; Buhârî, II, 959; Müslim, III, 1343; İbn Mâce, I, 7; Ebû Dâvud, IV, 200; Ebû Ya’lâ, Müsned, VIII, 70; Ebû Avâne, Müsned, IV, 171; İbn Hibbân, Sahîh, I, 207; Dârekutnî, Sünen, IV, 224; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, X, 119, 150, 251. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 225 ancak kendisine nafakası verilir”55 hadisleri ile bir şâhit ve davacının yeminine dayanarak hükmetmesi56 ve taksim edilemeyen mallarda da şuf’a olabileceğine hükmetmesi57 böyledir. Hz. Peygamber kimi zamanda fetvâ olarak hüküm verir. Mesela kocasının (Ebû Süfyân) cimriliğinden şikayet eden ve kendisine yetecek miktarda mal vermediğini söyleyen Hind bnt. Utbe’ye söylediği “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı alabilirsin!”58 sözü böyledir. Bunlar fetvâdır, mahkeme kararı (hüküm) değildir. Çünkü Hz. Peygamber ne Ebû Süfyân’ı mahkemeye çağırtmış, ne ona bu iddiaya cevabını sormuş ve ne de Hind’den davasını kanıtlayacak bir delil istemiştir. Hz. Peygamber bazı durumlarda da devlet başkanlığı sıfatıyla konuşur. Onun bu meyandaki sözleri, o dönemde, o yerde ve o hal içinde bulunan ümmet için genel bir maslahat içeriyordur. Ancak Hz. Peygamber’den sonraki idareciler Resûlullah’ın gözettiği maslahata göre hareket eder ve kendi zaman, mekan ve durumlarını göz önünde bulundururlar. Bu sebeple âlimler, hakkında Hz. Peygamber’den gelen haberlerin de bulunduğu bir çok meselede ihtilaf etmişlerdir. Mesela “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir”59 hadisi bunlardan biridir. Acaba Hz. Peygamber bu sözü devlet başkanlığı sıfatıyla mı söylemiştir? Bu durumda hüküm, devlet baş55 56 57 58 59 Tayâlisî, Müsned, I, 129; İbn Ebî Şeybe, Musannef, IV, 492; İbn Mâce, II, 874; Tirmizî, III, 648; Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, IV, 117. Ebû Avâne, Müsned, IV, 55; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 167. Mâlik b. Enes, II, 713; Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, VIII, 79; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 420; Ahmed b. Hanbel, III, 296; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 326; Buhârî, II, 787; İbn Mâce, II, 835; Ebû Dâvud, III, 285; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 62; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 592; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VI, 103. Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, IX, 126; Ahmed b. Hanbel, VI, 39, 50, 206; Buhârî, II, 769, V, 2052, VI, 2626; Müslim, III, 1338; İbn Mâce, II, 769; Ebû Dâvud, III, 289; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 481, V, 378; Ebû Ya’lâ, Müsned, VIII, 98; Ebû Avâne, Müsned, IV, 164; İbn Hibbân, Sahîh, X, 68; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 71, 72; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 466, 477, X, 141, 142, 269, 270. Mâlik b. Enes, II, 454; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 478, VII, 417; Ahmed b. Hanbel, V, 306; Dârimî, II, 301; Buhârî, IV, 1570; Müslim, III, 1371; Ebû Dâvud, III, 70; Tirmizî, IV, 131; Ebû Avâne, Müsned, IV, 233, 235; Tahâvî, Şerhu maâni’l-âsâr, III, 243; İbn Hibbân, Sahîh, VIII, 102, XI, 131, 168, 173, 174; Tabrânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VII, 245; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 306, 307. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 226 Yusuf el-Karadâvî kanlarının inisiyatifindedir. Yahut da risâlet ve nübüvvet niteliğiyle mi bu hükmü vermiştir? Bu durumda ise söz konusu hüküm dini ve herkesi bağlayan bir özellik arzeder. Aynı şekilde “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası onun olur”60 hadisi de böyledir. Acaba bu, devlet başkanları ister izin versin ister vermesin herkesi bağlayan umûmi şer’î bir hüküm müdür? Yahut da bu da devlet idarecilerinin inisiyatifinde midir? Yani sahipsiz arazilere sahip olmak için idarecilerin izni şart mıdır? Konu üzerinde iki farklı görüş vardır. Birincisi mezheplerinin zâhirine göre İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in kanaatleridir. İkincisi ise İmam Ebû Hanîfe’nin düşüncesidir. İmam Mâlik ise insanlar arasında çekişmeye yol açmayacak kadar geniş açık arazilerle, insanların birbirine düşmesine sebep teşkil edebilecek yerleri birbirinden ayırmış; ikinci kısımda yer alanlar için devlet başkanlarının iznine itibar ederken ilk bölümdekiler için böyle bir şart koymamıştır”61. İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye burada Hz. Peygamber’in tasarruflarının taksimi konusunda Karâfî’nin yolunu izlemiştir. Ancak her iki müellif de nebevî sünnet içinde yer alan ve kesinlikle teşriî nitelik taşımayan kısımdan bahsetmemiştir. Bu kısım sünnetler, Hz. Peygamber’in beşerî davranışlarını, zaman zaman yaptığı ve içinde yaşadığı toplumun âdeti olan uygulamaları ve çevresinden kazandığı tecrübeleri içermektedir. Bunların ne vahiyle ne de dînin bağlayıcı yönüyle hiçbir alakası yoktur. Bununla birlikte İbnü’l-Kayyım başka eserlerinde değişik münasebetlerle bu bölümle ilgili bilgiler sunmuştur. Miftâhu dâri’s-saâde adlı eserinde yazdıklarından bir kısmını ileride nakledeceğiz. Şâh Veliyyullâh ed-Dihlevî’nin Sünnetleri Taksimi Bu olgunun bütün yönlerini kapsayacak bir tarzda açıkça bahseden ve kendisinden sonraki herkesin yararlandığı bir taksim sunan ilk kişi, Hindistan’da yaşayan ve Hakîmu’l-İslâm lakabıyla anılan Şâh Veliyyullâh ed-Dihlevî ismiyle ma’rûf Ahmed b. Abdirrahmân’dır ((1114-1176/1702-1762). Eşsiz eseri 60 61 Mâlik b. Enes, II, 743; Ahmed b. Hanbel, III, 381; Dârimî, II, 347; Buhârî, II, 823; Ebû Dâvud, III, 178; Tirmizî, III, 662, 663; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 405; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 252; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 616; Taberânî, elMu’cemü’l-evsat, I, 190, VIII, 147; a.mlf., el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 28, XVII, 14; Dârekutnî, Sünen, III, 35; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 99, 141, 142, 143, X, 318; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IV, 158, 258. İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-meâd, III, 489. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 227 Huccetullâhi’l-bâliğa’da sünnetin teşriî nitelik taşıyanları ile taşımayanlarını ayırmak ya da kendi ifadesiyle “ ا / Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dâhil Olanlar” ile “ ﺏب ا/ Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dahil Olmayanlar” arasındaki farkı açıklamıştır. Müellif şunları yazmıştır: [Sünnetin Kısımları] “Hz. Peygamber’den nakledilen ve hadis kitaplarında toplananlar iki kısımdır: 1- Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dâhil Olanlar Bunlardan birincisi peygamberlik vazifesinin ifasına dahil olanlardır. “...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının...”62 âyeti bununla ilgilidir. Aşağıda sayacaklarımız bu bölüme girer: a. Âhiretle ilgili malumat ve melekût âleminin mucizevî yönlerine ilişkin bilgiler. Bunların hepsi vahye dayanmaktadır63. b. İbâdetleri ve daha önce anlatılan irtifakların zaptı yollarıyla irtifakların zaptını ilgilendiren kuralları koyan sünnetler. Bunların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı ictihada dayanır. Ancak Hz. Peygamber’in ictihadı da vahiy derecesindedir. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygamber’i yanlış bir hükme varmaktan korumuştur. Zannedildiği gibi onun ictihadının naslardan istinbat şeklinde olması zorunlu değildir. Bilakis çoğu ictihadı, Allah’ın dini hükümlerin amaçlarını, teşrî, kolaylaştırma ve hüküm koyma kurallarını öğretmesi ve Hz. Peygamber’in de bunlardan hareketle vahiyle öğrenilen maksatları açıklaması şeklindedir. c. Hiçbir süre şartı koymaksızın ve sınırlarını belirlemeksizin her türlü kayıtlardan azade (mutlak) olarak zikrettiği maslahatlar ve hikmetler. Örneğin güzel ahlak ilkeleri ve bunlara zıt olan şeyler böyledir. Bunların dayanağı büyük oranda64 ictihaddır. Bundan şunu kastediyorum: Allah Teâlâ irtifakların kanunlarını Hz. Peygamber’e öğretmiş, o da bu kanunlardan hükmünü istinbat 62 63 64 el-Haşr (59), 7. Yani bu konularda ictihad olmaz. Bunlar görünmez âleme (gayba) dair bilgilerdir. Bu sebeple itikad konularında uzman âlimler bu gibi konuları “ات / İşitmeye Dayanması Zorunlu Olanlar” diye isimlendirmişlerdir. Bundan maksat bunların yalnızca işitmeye ve vahye istinad ettiklerinin belirtilmesidir. Yani her zaman böyle değildir. Bazen vahye de dayanıyor olabilir. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 228 Yusuf el-Karadâvî etmiş ve bu hükmü meselenin genel (küllî) hükmü haline getirmiştir. d. Amelleri faziletleri ve amel edenlerin menkıbeleri. Kanaatimce bunların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı ise ictihada dayanır. Bu kanunların açıklaması daha önce yapılmıştı. İşte Hz. Peygamber’in şerhetmeyi ve ne anlama geldiklerini beyan etmeyi amaçladığı sünnetler bu kısımda yer alanlardır. 2- Peygamberlik Vazifesinin İfasına Dahil Olmayanlar İkinci kısmı ise peygamberlik vazifesinin ifasına dahil olmayanlar teşkil eder. Örneklendirecek olursak, a. Hz. Peygamber’in “Nihayetinde ben de bir insanım. Dininizle ilgili bir şeyler emredersem, onları yapın. Ama kendi kişisel reyimle bir şeyler söylersem, benim de bir insan olduğumu unutmayın”65 sözü ile hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde söylediği “Ben böyle olur zannetmiştim. Zannım sebebiyle bana kızmayın. Sizlere Allah’tan bir şeyler aktardığım da onun gereğini yerine getirin. Çünkü ben Allah’a karşı yalan konuşmam”66 sözü bununla ilgilidir. Tıp ile ilgili söyledikleri de bu kısma girer. b. “Atların en iyisi alnında beyazlık bulunan ve rengi simsiyah olanlardır”67 hadisine benzer olanlar. Bunlar tecrübeye dayanmaktadır68. c. Hz. Peygamber’in ibâdet maksadıyla değil, içinde yaşadığı toplumun âdeti olduğu için ve bir amaca binâen değil gelişigüzel yaptıkları69. d. Yaşadığı topluma özgü olan sözler. Ümmü Zer’70 ve Hurâfa71 hadisleri böyledir. Zeyd b. Sâbit’in kendisinden Hz. Pey65 66 67 68 69 Müslim, IV, 1835. Müslim, IV, 1835. Tayâlisî, Müsned, I, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 300; İbn Mâce, II, 933; Tirmizî, IV, 203; İbn Hibbân, Sahîh, X, 531; Hâkim, Müstedrek, II, 101; Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, VI, 330; Heysemî, Mevâridu’z-zam’ân, I, 394. “Gözlerinize sürme olarak sürdüğünüz en iyi şey ismiddir (rastık taşı). O gözlere faydalıdır” hadisi de bu bölüme dahildir (Humeydî, Müsned, I, 240; Ahmed b. Hanbel, I, 231, 247, 328; İbn Mâce, II, 1157; Ebû Dâvud, IV, 51; Tirmizî, IV, 388; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 427; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 242; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 7; Hâkim, Müstedrek, IV, 205, 452). Örneğin giyim kuşam konusundaki davranışları böyledir. Hz. Peygamber bir zorlamaya girmeksizin kolayca ulaştığı şeyleri giyerdi. İbnü’l-Kayyım Zâdü’lmeâd adlı eserinde Hz. Peygamber’in giyim kuşam tarzı hakkında bilgi sunarken buna işaret etmiştir. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 229 gamber’den hadis nakletmesini isteyenlere söylediği “Ben onun komşusuydum. Vahiy indiği zaman beni çağırır, ben de yazardım. Bizler dünya ile ilgili şeyler konuştuğumuzda o da bizimle birlikte konuşurdu. Âhiretten bahsetsek o da bizimle birlikte âhiretten bahsederdi. Yiyeceklerden konuşsak o da konuşurdu. Şimdi bütün bunları sizlere nasıl anlatayım?”72 sözü de bu kısımla ilgilidir. e. Yaşadığı dönemle ilgili küçük bir maslahat temin edebilmek amacıyla yapılanlar. Bunlar bütün ümmeti bağlayıcı bir nitelik arzetmez. Orduyu harekete geçirme, Müslümanları düşmandan ayıracak işaretlerin belirlenmesi vb. konular ile Hz. Ömer’in “Remelden bize ne! Biz o gün Allah’ın sonradan perişan ettiği bir topluma karşı güçlü olduğumuzu göstermeye çalışıyorduk” sözü bu kısımla ilgilidir. Fakat Hz. Ömer daha sonra remelin başka bir amacı olabileceği ihtimalini düşünmüştür. Hz. Peygamber’in verdiği hükümlerin çoğu bu kısımdan sayılmıştır. Örneğin “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir” hadisi böyledir. Özel bir mesele hakkında verdiği karar (kadâ). Hz. Peygamber böylesi hükümlerinde delillere ve yapılan yeminlere itibar ederdi. Hz. Ali’ye söylediği “Olaya şâhit olan orada olmayanın göremediğini görür”73 sözü de bu kısımla ilgilidir. Reşîd Rızâ’nın İttiba Konusundaki Değerlendirmeleri Allâme Müceddid es-Seyyid Muhammed Reşid Rıza (ö. 1354/1935), Hz. Peygamber’e ittiba meselesinden ve bu konudaki yanlış anlayışlardan bahsederken, “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Al- 70 71 72 73 Buhârî, V, 1988-1990; Müslim, IV, 1896-1901. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 156; Heysemî, Mevmau’z-zevâid, IV, 315. Bütün bunları anlatmaya gücüm yetmez anlamına gelmektedir. İstifhâm-ı inkârî söz konusudur. Hadis için bk. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VIII, 301; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IX, 17. Ahmed b. Hanbel, I, 83. Ahmed Muhammed Şâkir, isnadının munkatı’ olması sebebiyle hadis hakkında “zayıf” hükmü vermiştir.Ancak Buhârî, etTârîh’te, İbn Mende, Ma’rifetü’s-sahâbe’de ve Ebû Nuaym da Hilyetü’levliyâ’da hadisi muttasıl ve ceyyid bir isnadla nakletmişlerdir. Kudâî’nin eşŞihâb’da rivâyet ettiği Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadis söz konusu hadisin şâhididir. Bu sebeple el-Elbânî hadisi Sahîhu’l-Câmi’i’s-sağîr’de zikretmiştir (hd. no: 1904). Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 230 Yusuf el-Karadâvî lah’a ve ümm^ü Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız”74 âyetinin tefsiri sadedinde üzerinde durduğumuz mevzuya da değinmiştir. Şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın buradaki “ittiba edin/uyun” sözü, bir önceki âyette geçen “...O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır”75 ifadeden daha geneldir. Bu ikinci âyette yalnızca Kur’ân’a ittiba kastedilmektedir. Halbuki ilk zikrettiğimiz âyette, Allah’ın kendisine verdiği yetki ve izin ile Hz. Peygamber’in kendisinin vazettiği, Kur’ân’dan yaptığı istinbat ve ictihadlarla koyduğu hükümlere ittiba edilmesi mevzubahistir. Örneğin Kur’ân’da iki kardeşin aynı anda tek kişinin karısı olmasını yasaklayan âyet vardır. Hz. Peygamber ise bir kadının teyze ya da halasıyla aynı anda aynı kişinin nikahı altında bulunmalarını haram kılmıştır. Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun âdetleri ile ilgili talimatları, ona ittiba edilecek konuların kapsamına dahil değildir. Mesela “Zeytinyağını hem yiyin hem de onunla yağlanın. Çünkü o hem güzel hem de bereketlidir”76 hadisi böyledir. Bu hadis, Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) İbn Mâce (ö. 273/886) ve Hâkim en-Neysâbûrî (ö. 405/1014) tarafından Ebû Hüreyre’den (ö. 58/678) rivâyet edilmiştir. Hâkim en-Neysâbûrî hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.. Başka müellifler de bu hadisi nakletmiştir; fakat hadisin isnadları zayıftır77. 74 75 76 77 el-A’râf (7), 158. el-A’râf (7), 157. Ahmed b. Hanbel, III, 497; Dârimî, II, 139; İbn Mâce, II, 1103; Tirmizî, IV, 285; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 163; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XIX, 269; Hâkim, Müstedrek, II, 432. İbn Mâce’nin rivâyeti böyledir. İbn Mâce’nin Zevâid’inde şunlar kayıtlıdır: Bu hadisin isnadında yer alan Abdullah b. Saîd el-Makburî metrûktur. Hâkim her ne kadar hadisi sahih olarak nitelese de Zehebî (748/1247), Abdullah zayıf bir râvi olduğu için ona karşı çıkmıştır. Münâvî’nin (ö.1032/1623) belirttiğine göre Zeynüddîn el-Irâkî (ö. 806/1403)de Abdullah b. Saîd’i zayıf diye vasfetmiştir (Feyzü’l-Kadîr, V, 43). Hadis, Tirmizî tarafından Hz. Ömer’den (ö. 23/643) nakledilmiştir. Yine Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî’den (ö. 74/693) “Zeytinyağını hem yiyin hem yağlanın. Çünkü o bereketli bir ağacın meyvesidir” hadisini nakletmişlerdir. Hâkim bu hadisi de sahih diye nitelemiş ve Zehebî de ona muvâfakat etmiştir. İbn Abdilber (ö. 463/1071) ise bu hadisin senedinin iki noktasında ızdırap olduğunu söylemiştir (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 43). Ayrıca bk. Elbânî, Sahîhu’lCâmi’i’s-sağîr, hd. no: 4374. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 231 “Yaş hurmayı kuru hurmayla birlikte yiyin”78 hadisi de bu şekildedir. Bu hadis Nesâî (ö. 303/915), İbn Mâce ve Hâkim enNeysâbûrî tarafından Hz. Âişe’den (ö.58/677) rivâyet edilmiştir. Hepsi de bu hadisin sahih olduğu kanaatindedir79. Bu hadislerde yer alan hususlar Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun âdetlerindendir. Ne Allah’a yakınlaşma ne de dinin emrettiği bir hukuk kuralıyla ilgilidirler. Ancak “Kurban etlerini yiyin ve biriktirin”80 hadisi böyle değildir. Bu hadis, Ahmed b. Hanbel ve Hâkim en-Neysâbûrî tarafından Ebû Saîd el-Hudrî (ö. 74/693) ve Katâde b. Nu’mân’dan (ö. 23/643) nakledilmiştir. Senedi sahihtir81. Kurban kesmek bir ibâdettir. Bunların etinden yemek sünnettir. Kurban kesenlere yönelik bu emir mendupluk ifade eder. Kurban kesenin etleri saklaması ise câizdir. Eğer böyle bir emir olmasaydı kurbanın bayramla ilgisi sebebiyle bunun haram ya da mekruh olduğu zannedilebilirdi. Çünkü kesilen kurbanlar Allah’ın bayram günlerinde mü’minlere sunduğu birer ziyafettir. Teşrî/dînî hüküm ya vâcip veya mendup hükmü taşıyan ve Allah’a yakınlaşmak için bizlere emredilmiş bir ibâdet ya da in78 79 80 81 İbn Mâce, II, 1105; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 166; Ebû Ya’lâ, Müsned, VII, 365; Hâkim, Müstedrek, IV, 135. Bu hadis Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim tarafından Hz. Âişe’den nakledilmiştir; fakat bildiğim kadarıyla hiçbiri hadisi sahih diye nitelememiştir. Münâvî’nin Feyzü’l-Kadîr’de belirttiğine göre bu hadisin isnadlarında Ebû Zükeyr ortak râvidir. İbn Hibbân (ö. 354/965) Ebû Zükeyr’in “Hadisiyle ihticac edilmeyen” bir râvi olduğunu; bu hadisi naklettiğini ve hadisin aslının olmadığını söylemiştir. Ukaylî (ö. 322/934) ise kendisine mütâbi olunmadığını ve sadece bu hadisle ma’rûf olduğunu belirtmiştir. el-Mîzân’da bu hadisin münker olduğu, Hâkim’in hadislerin sahîh olduğunu açıklamada mütesâhil olmasına rağmen rivâyet ettiği bu hadisi tashih etmediği kayıtlıdır. Hatta İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1200) bu hadisi el-Mevzûat adlı eserinde zikretmiştir (Feyzü’l-Kadîr, V, 44). Elbânî ise Daîfu’l-Câmi’i’s-sağîr adlı çalışmasında hadisi uydurma olarak nitelemiştir (hd. no: 4204). Seyyid Reşid Rıza’yı bu yanlış değerlendirmeye iten şey Suyûtî’nin (ö. 911/1505) el-Câmiu’s-sağîr’indeki işaretlerdir. Mâlik b. Enes, II, 484; Ahmed b. Hanbel, III, 85; Buhârî, V, 2115; Müslim, III, 1562; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 68; Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 431; Ebû Avâne, Müsned, V, 82; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 252; Beyhakî, es-Sünenü’lkübrâ, IX, 292. Seyyid Reşid Rıza bu hadisin tahricinde de Suyûtî’ye dayanmıştır. Ancak burada bazı eksiklikler vardır. Hadis Müslim tarafından Ebû Saîd, Câbir ve Âişe’den, Buhârî tarafından ise Seleme b. el-Ekva’dan nakledilmiştir (Bk. Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-sağîr). Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 232 Yusuf el-Karadâvî sanların yardım etmelerinin mümkün olmadığı konularda Allah’tan başkasına dua etmek, Allah’tan başkası adına kesilmiş olan hayvan etlerini yemek, kurban kesmek ve adıyla yemin etmek gibi Allah’ı ta’zim için emredilmiş bir şeyle Allah’tan başkasını ta’zim etmek gibi dine zarar veren; yahut da akıl, beden, ırz ve genel kamu yararı için mazarrat teşkil eden şeylerden korunmak için yasaklanmış bir mefsedet/kötü davranışla ilgili olabilir. Ayrıca miras, nafaka ve eşlere iyi davranmak gibi ehline karşı yerine getirmemiz gereken maddî ya da mânevî bir hak ile, yahut da akidlere sadık kalmak gibi anlaşmaların zabtı için yapmamız gereken şeylerle alakalı olması da mümkündür. Müstehablık hükmü ile tenzîhen mekruhluk hükmü de teşrîye dahil olunca, aşağıda anlatacağımız üzere âdet olan şeylerin ahkâma girmesi mümkün olmaktadır. Allah’ın ya da kullarının haklarıyla ilişkisi bulunmayan, bir maslahatı celbetmek veya bir mefsedeti defetmek kabilinden olmayan âdetler, meslekler, ziraat, tecrübeye ve araştırmaya dayanan ilimler ve teknik bilimler, hakkındaki emirlere itaat edilmesi ve yasaklardan kaçınılması gereken dini hükümlere girmezler. Böylesi meselelerle alakalı olarak gelen emir ve yasaklar âlimler tarafından teşrî olarak değil, irşad olarak adlandırılır. Ancak erkeklerin ipek elbise giymelerinin yasaklanması meselesinde olduğu gibi söz konusu yasakla birlikte tehdid/vaîd de varsa o zaman bunlar da dînî hükümlere dahil olurlar. Sahâbîlerden bir kısmı tecrübeye dayanan dünyevî şeylerin Hz. Peygamber tarafından kabul edilmemesini dînî bir hüküm zannetmişlerdir. Mesela hurma ağaçlarının aşılanması böyledir. Hz. Peygamber’in sözüne istinaden hurma ağaçlarını aşılamaktan vazgeçtiler. Ancak hurmaları düşük kaliteli olunca hemen Hz. Peygamber’e müracaat ettiler. Resûlullah da konu hakkındaki sözlerini kişisel zan ve reyine dayanarak söylediğini, bunların dînî hüküm niteliği taşımadığını onlara açıkladı. Onlara “Sizler dünya ile ilgili işlerinizi daha iyi bilirsiniz” dedi. Bu hadis Müslim’in rivâyeti olarak herkesçe malumdur. İnsanlara, dünya işlerinin, ziraat ve sanatlar gibi mesleklerin özel anlamda teşrî ile bir ilgileri olmadığını, bilakis bunların insanların bilgi ve tecrübelerine istinad ettiğini göstermesi bu hadisin hikmetlerindendir. Yine sahâbîler anlayamadıkları meselelerde Hz. Peygamber’e başvururlardı. Acaba verdiği emir kendi rey ve ictihadı mıdır yoksa Allah’ın isteği midir? Eğer Allah’ın emri değilse o zaman söz Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 233 konusu istek dînî hüküm niteliği taşımamaktadır. Örneğin Bedir savaşında Müslümanları konumlandırırken seçtiği mekan hakkında kendisine böyle bir soru yöneltilmiştir. Habbâb b. Münzir82 “Burası başka yere gitmemiz yasak olacak şekilde Allah’ın sana bildirdiği bir yer midir? Yahut da senin şahsî düşüncen , savaş bilgin ya da müşriklere kurduğun bir tuzak mıdır?” demiştir. Hz. Peygamber bu tercihin vahye değil, kişisel düşüncesine dayandığını söyleyince Habbâb savaş hilesi olarak maslahata daha uygun olan yerin başka bir mekan olduğuna işaret etmiş; Hz. Peygamber de ona uymuştur83. Eğer bu gibi meselelerde bir kısım sahâbîler kafa karışıklığı yaşıyorsa başkalarının daha fazla kafa karışıklığı yaşaması normaldir. Hadi Hz. Peygamber onların anlayamadıkları şeyleri beyan ediyordu. Peki sonrakilere kim açıklama yapacak. Eğer Hz. Peygamber’in ölümünden sonra insanlar onun ictihadlarını da dinin hükmü olarak algılamasalardı, konu üzerinde durmaya gerek kalmazdı. Ancak Hz. Peygamber’in ictihadlarının da din olarak telakki edilmesi sorumluluk sınırlarını genişletmiştir. Bu sebeple, Resûlullah’a ittibanın zayıfladığı dönemlerde Müslümanlar büyük sıkıntılara girmişlerdir. Tabiatları bu büyük yükü kaldıramaz olmuştur. Onlar da ağır gelen bu yükün bir kısmını terketmişlerdir. Hatta kesin olarak emredilmiş olan ve insana zor gelmesi veya sıkıntı vermesi imkansız emirleri de dinlememe cüreti göstermeye başlamışlardır. Yine bu sebeple bazı insanlar ise topyekün dinden uzaklaşmışlar ve başkalarını da dinsizliğe davet etmişlerdir. Fıkhı taklit olarak algılayan ve fakihlerin ictihadlarına uyularak dinin yaşanabileceğini ümmete empoze eden aşırı derecede tutucu çevreler bu kötü sonun neden olduğunu anlayamazlar. Hatta ümmetin kurtuluşu için çalışanlar (muslihûn), bu hali onlara anlatsa umurlarında bile olmaz. Seyyid Reşid Rıza (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) şunları da eklemiştir: Bunların sıkı bir şekilde uyguladıkları şeylere örnek olarak ağarmış saçlarını siyaha boyamayı gösterebiliriz. Ağarmış saçların siyaha boyanması yapılması serbest olan süslenme ile ilişkili normal davranışlardan biridir. Bunun ne ibâdetlerle ne de Allah ya da kul hakkıyla bir ilgisi vardır. Ancak bu ve moda gibi 82 83 Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde vefat etmiştir. Hakkında bk. İbn Sa’d, etTabakâtu’l-kübrâ, III, 567. Haber için bk. İbn Hacer, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, II, 10. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 234 Yusuf el-Karadâvî benzeri şeylerde kâfirlere özel şekil ve giysileri giyinmek ve yapmak doğru değildir. Müslümanların bir kısmı kafirlere benzeme sevdasıyla bunları yaparlar. Hatta bazıları bu filleri sebebiyle onlara o kadar benzemiştir ki onlardan sayılır olmuştur. İşte bu toplumsal sünnetler üzerinde araştırma yapanların da bildiği gibi mânevî ve siyâsî zararları olan bir davranıştır. Başkalarına dış görünüş itibariyle benzemeye çalışanlar onları kalbinde yüceltirken, kendi milleti ve toplumuna bağlılığı zayıflar. Ağaran saçların boyanması meselesinde bir çok haber ve söz nakledilmiştir. Bunların bir kısmı siyah renge de boyansa bu davranışın ibâdet değil âdet olarak güzel bir uygulama olduğunu göstermektedir. Ancak bazı âlimler bunun dînî anlamda müstehap olduğu kanaatindedirler. Başka bazı âlimler ise saçları siyaha boyamanın dinen mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Hatta iyice aşırıya kaçanlar bunun haram olduğunu dahi söylemişlerdir. Bunları taklid edenler de saçlarını siyaha boyayanlara kerşı çıkmış ve onu Allah’a isyan etmekle suçlamışlardır. Neticede bu meselede selef âlimlerinin yoluna ve “Üzerinde ihtilaf bulunan ictihada dayalı konularda başkalarına karşı çıkmak yanlıştır” şeklindeki genel kâideye muhâlefet etmişlerdir. Reşid Rıza ağarmış saçların boyanması konusuyla ilgili olarak başka şeyler de yazmış, ardından şöyle demiştir: Hz. Peygamber’in, bir takım ibâdetlerdeki, Arafat’ta ve Müzdelife’de durmak gibi bazı uygulamalarının dini nitelik taşımadığı konusunda, bunları dinin birer emriymiş gibi algılayıp uygulamak suretiyle Allah’ın izin vermediği şeyleri dinin parçası haline getirmesinler diye ümmetini uyardığı bir gerçektir. Elbette böylesi âdetlerde dahi Hz. Peygamber’e duyduğu muhabbet sebebiyle ve onun güzel hayatını hatırlamak için ona ittiba eden kişinin, bu davranışlarıyla Peygamber sevgisinin artmasını ve onu daha fazla hatırlamayı amaçladığı için imanının daha mükemmel olduğunu söylemek uygun olacaktır. Ancak bu kişi kendisinin yaptığı bu âdetleri dinin bir parçası olarak görmemeli, insanlara bunu telkin etmemeli ve dinen girişilmesi mubah olmayan zararlı fiiller yapmamalıdır. Ayrıca onun bu davranışları dinen hoş görülmeyen bir şöhret sebebi de olmamalıdır. Sahâbe arasında Abdullah b. Ömer (ö. 74/693), Hz. Peygamber’in davranışlarını, âdetlerini, yolculuktaki dönüşlerini izleme konusunda tektir. Özellikle de Vedâ haccında Resûlullah’ı takip Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 235 etmiş ve onun yaptığı her şeyi kendisi de uygulamaya çalışmıştır. Halbuki diğer sahâbîler, insanlar bu yapılanları dinin birer emriymiş gibi algılamasınlar diye onun gibi yapmıyorlardı. Eğer öyle olsaydı dine karşı gerçekten çok büyük bir suç işlenmiş olurdu. Zira dini hükümleri artırmak, onun bazı emirlerini çıkarmakla aynıdır. Böylesi bir davranış Allah Teâlâ’nın “...Bugün size dininizi ikmal ettim...”84 âyetini tekzib etmek anlamına gelir”85. Mahmûd Şeltût’un Sünnet Hakkındaki Düşünceleri Çağımızda bu meseleyi önemseyen ve araştırmamızın girişinde açıkladığımız gibi hali hazırda konu tartışılırken kullanılan başlıklandırmayı yapan kişi hocamız Üstad Mahmûd Şeltût’tur. Kendisi Karâfî, Dihlevî, Reşid Rıza ve başkalarının konu hakkında yazdıklarından istifade etmiştir. Neticede sünneti çok güzel bir şekilde taksim etmiştir. Burada onun düşüncelerini aktaracağız. Üstad şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’den gelen ve hadis kitaplarında toplanan sözleri, fiilleri ve takrirleri birkaç kısımda değerlendirmek gerekmektedir: Teşriî Nitelik Taşımayan Sünnetler 1. İnsânî ihtiyaçlardan kaynaklanan şeyler. Yemek, içmek, uyumak, yürümek, ziyâretleşmek, örfün gösterdiği yollarla kişilerin anlaşmasını sağlamak, aracılık yapmak ve alışverişte pazarlık yapmak gibi davranışlar böyledir. 2. Tecrübe ya da kişisel alışkanlık ve toplumsal âdetlerden kaynaklanan şeyler. Ziraat ve tıp alanında gelen bilgiler ile elbisenin uzun ya da kısa olması konusundaki hadisler böyledir. 3. Özel durumlar karşısında alınmış beşerî tedbirden kaynaklanan şeyler. Örnek olarak orduların savaş alanındaki dağılımını yapmak, askerî birlikleri tek bir yerde konuşlandırmak, tuzaklar kurmak, saldırıp geri çekilme stratejileri uygulamak ve ordunun duracağı yerleri tespit etmek gibi özel deneyime ve içinde bulunulan halin kişiye ilham ettiği şeye dayanan mevzuları burada sayabiliriz. Bu üç nokta hakkında rivâyet edilen hiçbir şey yapılması istenen ya da yasaklanan dînî niteliği olan bir bilgi değildir86. Bun84 85 86 el-Mâide (5), 3. Reşid Rıza, Tefsîru’l-menâr, IX, 317. Bu düşüncesi hakkında ileride bir değerlendirmede bulunacağız. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 236 Yusuf el-Karadâvî lar Hz. Peygamber’in ne hüküm koyma ne de hükme kaynaklık etme gibi bir durumunun olmadığı beşerî işlerdir. Genel ve Özel Anlamda Teşriî Nitelik Taşıyan Sünnetler Dînî bir hüküm olması amacıyla ortaya konan davranışlar. Bunlar da birkaç kısma ayrılırlar: a. Hz. Peygamber’in peygamber niteliğiyle tebliğ ettiği şeyler. Kur’ân’daki mücmel/kapalı âyetleri açıklaması, umûmî hüküm taşıyan âyetleri sınırlaması (tahsîs), mutlak/kayıtsız hüküm içeren âyetleri kayıtlandırması (takyîd), ibâdetler, helaller, haramlar, inanç esasları, ahlak ve bunlarla ilişkili şeyler hakkında açıklamalar yapması böyledir. Bunlar kıyâmete kadar geçerli olan genel bir teşrî vasfı taşır. Eğer bunlara dahil olan bir yasak söz konusu ise herkes bu yasağa uyar. Bunları bilmeme veya duymama dışında hükmün uygulanmasında kararsızlık (tevakkuf) olamaz. b. İslâm toplumu hakkında taşıdığı genel sorumluluktan ve imâmet sıfatından kaynaklanan şeyler. Öorduları savaş için göndermesi, devlet hazinesinin gerekli yerlere dağıtılması, hazineye ödenmesi gereken malların toplanması, kadıların ve vâlilerin görevlendirilmesi, ganimetlerin taksimi ve anlaşmalar imzalanması gibi şeyler Müslümanların faydasına olan genel tedbirlerdir ve devlet başkanlığı ile ilgilidir. Bunlar genel bir dînî hüküm niteliği taşımaz ve uygulanması ancak devlet başkanının izniyle mümkündür. Hiç kimse Hz. Peygamber söyledi ya da yaptı diye bunlardan birini kendi inisiyatifiyle yapamaz. c. Hz. Peygamber’in kadılık vasfıyla verdiği hükümler. Hz. Peygamber, Allah’tan aldığı bilgileri tebliğ eden bir peygamber, Müslümanların yaşantılarını tanzim eden ve siyâsetlerini yürüten bir genel idâreci olması yanında, bir de delile, yemine ve yeminden kaçınmaya dayanarak davalar hakkında hüküm veren bir kadıdır. Bu da önceki ile aynı hükme tâbidir. Genel bir teşrî niteliği taşımaz. Hiç kimse, Hz. Peygamber’in böylesi bir hükmüne ya da haklarında karar verdiği kimselere özel bir davadaki fiiline dayanarak kendisiyle ilgili olarak aynı hükmü uygulamak isteyemez. Bilakis herkes mevcut hakimlerin hükümlerine uymak zorundadır. Çünkü Hz. Peygamber kadılık vasfıyla hüküm vermiştir. Dolayısıyla onun hükmünün aynısı verme mecburiyeti yoktur. Bir Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 237 kişinin başkasında alacağı olduğunu, bunu ispatlayacak delillere sahip bulunduğunu ve borçlunun da borcunu inkar ettiğini farzedelim. Alacaklı hakim kararı olmaksızın kendi başına hakkını tahsil edemez. Çünkü herkesin hakkını kendisinin tahsil etmesi, Hz. Peygamber döneminde inkar edilen borçların tahsili için uygulanan bir yöntemdi. Bunları arzettikten sonra değinmemiz gereken gerçekten faydalı bir şey de Hz. Peygamber’in tasarruflarının hangi niteliğine dayanarak ortaya çıktıklarını tespit etmektir. Ondan nakledilen haberlerin pek çoğunda bu husus gizli kalmaktadır. Bunlara Hz. Peygamber yaptı, söyledi veya takrir etti gözüyle bakılmaktadır. Bu sebeple de ondan rivâyet edilen bilgilerin çoğu, şeriat ve dinin bir parçası yahut sünnet ya da mendup hükmü taşıyan bir davranış gibi telakki edilmektedir. Halbuki hakikatte bunlar kesinlikle teşrî amacıyla ortaya konmuş fiiller değildir. Özellikle Hz. Peygamber’in insan olmasından, içinde yaşadığı toplumun âdetlerinden ve kendi kişisel tecrübelerinden kaynaklanan davranışlarında bu olguyla çokça karşılaşılmaktadır. Yine Hz. Peygamber’in imâmet ve kadılık nitelikleriyle verdiği bazı hükümler genel bir dînî hükümmüş gibi algılanmaktadır. İşte bu yüzden hükümler çelişmekte ve hükümlerin dayandığı nitelikler karışmaktadır. Bu konular hakkında nakledilen haberlerde bazen hükmün hangi niteliğe dayandığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Böylece her fiil kendi ait olduğu nitelik bağlamında değerlendirilmektedir. Ancak bazen de fiilin Hz. Peygamber’in hangi vasfına istinad ettiği kestirilememektedir. Bu da önce âlimlerin hükmün dayandığı vasıf hakkında ihtilaf etmelerine, sonra da söz konusu hükmün niteliği konusunda farklı kanaatlere ulaşmalarına sebep olmaktadır. Bu kısmı daha iyi anlamamızı sağlayacak örnekler sunalım: 1- İsnadı sahih olan bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim sahipsiz boş bir araziyi ihyâ ederse,. orası onun olur”. İslâm âlimleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba bu hadis genel bir hüküm olması amacıyla Hz. Peygamber’den tebliğ ve fetva olarak mı vârid olmuştur? Eğer böyleyse başkasına ait olmayan her arazi bir başkası tarafından ihyâ edilip sahip çıkılabilir. Ayrıca devlet başkanının böyle bir uygulamaya izin verip Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 238 Yusuf el-Karadâvî vermemesi durumu değiştirmez. Yahut da bu söz Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı ve idarecilik niteliğine mi dayanmaktadır? Eğer böyleyse genel bir hüküm değildir ve hiç kimsenin devlet başkanının izni olmaksızın sahipsiz boş arazileri ihya edip sahiplenmesi mümkün değildir. İslâm hukukçularının çoğu ilk ihtimali, Ebû Hanîfe ise ikincisini doğru bulmuştur. 2- İsnadı sahih bir hadiste Hz. Peygamber’in kendisine “Ebû Süfyân çok cimri biri; bana ve çocuğuma yetecek şey vermiyor” diyen Hind bnt. Utbe’ye “Sana ve çocuğuna örfen yetecek miktarda malı alabilirsin!” cevabını vermiştir. İslâm âlimleri bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu fetva ya da tebliğ midir? Böyleyse alacaklılar borçlularının haberi olmaksızın kendi alacaklarını tahsil edebilirler. Yahut da bu Hz. Peygamber’in kadılık sıfatına mı dayanmaktadır? Eğer bu şekildeyse hakim kararı olmaksızın hiç kimse alacağını almakta zorlandığı borçlusunun haberi olmadan hakkını kendiliğinden tahsil edemez. Bu konu fukaha arasında “Zafer Konusu”87 olarak bilinir. Bu meselede pek çok görüş ve tercihler söz konusudur. 3- Yine isnadı sahih bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Savaşta düşmanı öldüren mücâhit, onun soykasını alabilir”. Soyka (Arapça’da seleb) öldürülen düşmanın üzerindeki elbise ve başka âletlerdir. Öncekilerde olduğu gibi bu meselede de âlimler görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı bunu Hz. Peygamber’in imâmet sıfatından kaynaklanan bir söz olarak görmektedir. Bunlara göre devlet başkanı savaşla ilgili olarak mücâhitlerin öldürdükleri düşmanın soykasını alabileceklerini söylemedikçe hiç kimse böyle bir şeye kalkışamaz. Başka bazı âlimler ise bu sözü tebliğ olarak algılamışlardır. Bunlara göre ise devlet başkanı ister izin versin ister vermesin düşmanı öldüren mücâhit onun soykasını alabilir. 87 Şu anlama gelir: Başkasında alacağı bulunan biri, alacağının aynısını ya da yerine geçecek başka bir şeyi kendiliğinden alma gücü varsa bunu borçlusundan alması câiz midir değil midir? Fakihler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı ister alacağının cinsinden bir şey olsun ister olmasın ya da ister borçlunun haberi olsun ister olmasın bunu câiz görmüştür. Ancak bu davranışı fitne ve rezalete yol açmamalıdır. Bazı âlimler ise bunu doğru bulmamışlardır. Bir kısım âlimlerse konuyu teferruatlandırmışlardır. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 239 Kemâlüddîn b. Hümâm (ö. 861/1457) şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: Hz. Peygamber’in böyle buyurduğunda kuşku yoktur. Ancak tartışma Hz. Peygamber’in bunu bütün zaman ve hallerde geçerli bir dînî hüküm olarak mı yoksa kendi dönemindeki belli olaylara özel olarak mücâhitleri teşvik etmek amacıyla mı söylediği üzerindedir. İmam Şâfiî’ye göre bu bir dînî hükümdür. Çünkü Hz. Peygamber’in hadislerinde aslolan budur. O, bunun için gönderilmiştir88. Bu meseleden İmam Karâfî tarafından el-Furûk adlı eserinde ve İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye tarafında Zâdu’l-meâd’da Huneyn Gazvesi’ni işlerken bahsedilmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi pek çok İslâm hukukçusu da âlimlerin ihtilafının Hz. Peygamber’in tasarruflarının hangi niteliğinden kaynaklandığı konusundaki görüş ayrılıklarına dayandığı cüzî meseleleri incelerken bu hususa değinmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki İslâm hukukçularının hepsi Hz. Peygamber’in tasarruflarının kaynaklandığı bu iki yönü birbirinden ayırmak gerektiği konusunda ittifak halindedir. En azından bütün âlimler bu olguyu kabul etmektedir89. Bu noktada Üstadımız Mahmûd Şeltût’un özellikle sünnetin teşriî nitelik taşımayan kısmı hakkında söylediği bazı şeylere açıklama getirme zorunluluğu hissetmekteyim. Bana göre yemek, içmek, uyumak, oturmak, ziyaretleşmek vb. şeylerin hepsi insânî ihtiyaçlardan doğmaz. Bu konularda Hz. Peygamber’in fiilleri ile sözlerini birbirinden ayırmak iktiza etmektedir. Daha önce de değindiğimiz üzere Hz. Peygamber’in fiilleri söz konusu fiilin meşrû (yapılması sakıncasız) olduğunu göstermekten başka bir şeye delalet etmez. Hz. Peygamber bir davranışta bulundu diye ne fiilin vâcip olduğu ne de müstehap olduğu söylenebilir. Örneğin yemeğin el ile yenilmesi ve benzeri şeyler böyledir. Ancak yukarıda arzettiğimiz üzere bir kimse, Resûl-i Ekrem efendimize benzeme düşüncesiyle ve onun yaptığı her şeyi sevmesi sebebiyle bunları yaparsa güzel bir davranışta bulunmuş olur ve niyetinden dolayı sevap kazanır. Seyyid Reşid Rıza da ko88 89 İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, IV, Ganimetler Bölümü. Mahmûd Şeltût, el-İslâm akîdeten ve şerîaten, s. 427-431. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 240 Yusuf el-Karadâvî nu hakkındaki değerlendirmelerinde buna ve açıkladığı şartlara uymak kaydıyla bunların kişi üzerindeki olumlu etkilerine değinmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in fiilleri meselesinde bu şekilde bir tavır takınmak Abdullah b. Ömer’in genel tutumudur90. Hz. Peygamber’in bu mevzulardaki sözlerine gelince Reşid Rıza’nın ve usul âlimlerinin de söylediği gibi bunlar irşâda delalet eder. Eğer bir fiil sözlü olarak emrediliyorsa söz konusu fiilin müstehap olduğu, yasaklanıyorsa mekruh olduğu anlaşılır. Fiil emredilirken ısrarlı olunması ya da yasaklanırken yapanların tehdit edilmesi gibi karinelere göre emrin, fiilin vâcip olduğunu, nehyin ise haram olduğunu göstermesi de mümkündür. Mesela sol el ile yemek, ipek giymek, altın ve gümüş kaplardan yiyip içmek vb. delillerin haram olduğunu gösterdiği davranışlar böyledir. Tecrübe ve toplumsal âdete dayanan davranışlarla ilgili sözlü hadisler de aynı hükme tabidir. Örneğin tıp ile ilgili hadisler ile elbiselerin uzun ya da kısa oluşuyla alakalı haberler böyledir. Tıpla ilgili haberlerin bir kısmı tecrübeye dayanır. Bu sebeple de her hal ve kişiyi kapsayacak şekilde genel bir hükümmüş gibi değerlendirilmez. İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye Zâdü’l-meâd adlı eserinde bunların pek çoğuna işaret etmiştir. İleride bunlar hakkında açıklamalar yapacağız. Ancak bunların bir kısmı ise dînî hüküm ve yönlendirme anlamındadır. Mesela “Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olunuz. Çünkü Allah ihtiyarlık dışında verdiği her hastalığın ilacını da yaratmıştır”91 90 91 Rivâyete göre İbn Ömer yolculuk esnasında bir yere varınca biraz kavis yapmış. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca, Resûlullah’ın da böyle yaptığını söylemiştir (Ahmed, II, 32). Bineğiyle Resûlullah’ın bineğiyle geçtiği yerlerden geçer, bineğinin ayaklarının Resûlullah’ın bineğinin ayaklarının bastığı yerlere basmasını arzularmış (Hatîb, Târîh, I, 183). Resûlullah’ın altında durduğu ağaca sürekli gider, onu kurumasın diye sularmış (Ebû Şâme, Muhakkak, s. 49). İbn Ömer’i gömleğinin düğmeleri çözülmüş olarak namaz kılarken gören, Zeyd b. Eslem bunun sebebini sorunca, İbn Ömer, Resûlullah’ı böyle yaparken gördüm cevabını vermiştir (İbn Huzeyme, Sahîh, I, 382). Yine o hac sırasında Resûlullah’ın tuvalet ihtiyacını giderdiği yerde tuvaletini yapmıştır (Ahmed, II, 131). Yine İbn Ömer’in Resûlullah’ın ayakta bevl yaptığı bir çöplüğe giderek ayakta bevl ettiği nakledilmiştir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, I, 116). Tayâlisî, Müsned, I, 171; Humeydî, Müsned, II, 363; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 278; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 212; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 368; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 426, 428; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, I, 179; Hâkim, Müstedrek, I, 208, IV, 220, 442; Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 241 hadisi ile “Tedâvi olunuz! Ancak haramla tedâvi olmayınız!”92 hadisi bu meyanda zikredilebilir. Elbiseler hakkında gelen haberleri burada örnek olarak zikredebiliriz. Hz. Peygamber’in erkeklere ipek giymeyi ve altın takmayı yasakladığı nakledilmiştir. Yine elbiselerin uzatılması meselesinde de şiddetli bir tehditte bulunmuştur. Ancak bunların çoğunda kibir sebebiyle elbiseyi uzatmak kaydı vardır. Bir kısmında ise yasak kayıtsızdır (mutlak). Bu durumda mutlak olanların kayıtlı olanlara göre değerlendirilmesi icab eder. Daha önce de söylediğimiz üzere elbisesini Hz. Peygamber’e uymak için kısaltanlar elbette sevap kazanmaktadırlar. İslâm’ın giyim, yemek ve içmek gibi meselelerde de ihmal etmememiz gereken dînî, ahlâkî, sosyal, ekonomik ve siyâsî amaçlarla vazedilen ayırıcı kuralları vardır. Başka bir münasebetle bunlara değinmeyi umuyoruz. Tâhir b. Âşûr’un Değerlendirmesi Araştırdığımız konuya ilgi gösterip konuyu inceleyen ve ayrıntılı malumatlar ve örnekler sunan çağdaş âlimlerden biri de Tunuslu âlimlerin üstadı Allâme Muhammed Tâhir b. Âşûr’dur (ö. 1973). O bu konuya Makâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye adlı eserinde yer vermiştir. Önce Karâfî’nin el-Furûk’taki sözlerini özetleyerek nakletmiş sonra da şunları söylemiştir: “Hz. Peygamber’in bir şeyler söyleyip yapmasına etki eden çeşitli durum ve nitelikleri vardır. Burada insanları üzen ve münakaşaya sevkeden pek çok meselenin de hallini sağlayacak bir ışık yakmak istiyoruz. Sahâbîler Hz. Peygamber’in emirlerini teşriî olan ve olmayan diye ikiye ayırmaktaydılar. Hangisine dahil olduğunu anlayamadıkları zaman ise Resûlullah’a danışırlardı. Sahih bir hadiste nakledildiğine göre Berîre sahipleri tarafından azat edildiğinde Muğîs adlı birkölenin hanımıydı. Tabii hürriyetine kavuşunca kendisi hakkında karar verebilme gücünü elde etti. O da kocasından boşandığını açıkladı. Muğîs Berîreyi çok seviyor; Berîre ise ondan hiç hoşlanmıyordu. Resûlullah bu konuda Berîre ile konuştu ve kocasına dönmesini istedi. Berîre de “Ey Allah’ın Resûlü! Bana bunu emrediyor musun?” diye sor- 92 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 343; Heysemî, Mevâridü’z-zam’ân, I, 339; a.mlf., Mecmau’z-zevâid, V, 85. Ebû Dâvud, IV, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 5. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 242 Yusuf el-Karadâvî du. “Hayır, sadece aracılık yapıyorum” cevabını alınca, kocasına dönmek istemediğini söyledi93. Bu davranışı sebebiyle ne Hz. Peygamber ne de sahâbîlerden azar işitmiştir. Yine İmam Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde nakledildiğine göre Câbir b. Abdillah’ın babası Abdullah b. Amr b. Hâzim vefat ettiğinde ödemesi gereken bir borcu vardı. Câbir Resûlullah’la konuşarak alacaklıların indirim yapmaları konusunda yardımını istedi. Hz. Peygamber de alacaklılardan bu konuda yardım etmelerini istedi. Ancak onlar bunu yapmadılar. Câbir b. Abdillah “Resûlullah onlarla konuştuğu zaman sanki ben onu tahrik etmişim gibi baktılar”94 Ancak Müslümanlar onları kınamamaışlardır. Buna benzer başka hadisler ileride aktarılacaktır. Fıkıh usûlü âlimleri, nebevî sünnet konusunda Hz. Peygamber’in cibillî/beşerî davranışlarının dînî hüküm ifade etmediğini söylemişlerdir. Çünkü onlar, teşrî ve irşada dahil olmayan Resûlullah’ın yaratılış özelliklerini ihmal etmemişlerdir. Deve üzerinde hac yapmak gibi dînî ya da beşerî olma ihtimali taşıyan fiillerde tereddüt etmişlerdir. Ancak bazen âlimlerin bir kısmı Resûlullah’ın tasarrufları konusunda hata etmiş ve söz konusu tasarrufun hangi niteliğe dayanarak ortaya konulduğu tespit edilmeden ona kıyasta bulunmuşlardır. Üstad Tâhir b. Âşûr sözlerine şöyle devam etmiştir: “Resûlullah’ın söz ve fiillerinin dayandığı hallerin on iki kısma ayrıldığını tespit etmiş bulunmaktayım. Bunların bir kısmını Karâfî zikretmiş, diğer kısmını zikretmemiştir. Bu halleri şöylece sayabiliriz: 1- Teşrî / Peygamberlik 2- Fetva / Dînî konulardaki açıklamalar 3- Kadâ / Hakimlik 4- İmâret / Devlet başkanlığı 5- Hedy / Yol gösterme 6- Sulh / Anlaşma yapma 7- Yardım isteyene klavuzluk etme 93 94 Buhârî, V, 2023; İbn Mâce, I, 671; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 222. Buhârî, III, 1023, IV, 1489; Nesâî, VI, 244. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 243 8- Nasihat 9- Nefis eğitimi 10- Yüksek hakikatleri öğretme 11- Edep eğitimi 12- İrşadla ilgili olmayan durumlar Üstad bunların hepsi hakkında bilgi sunmuş ve örnekler vermiştir. Bunların bir kısmında ona katılmakta bir kısmında farklı düşünmekteyiz. Üstadın verdiği geniş malumat için kendi eserine müracaat edilmelidir. Burada bizim amacımız Tâhir b. Âşûr’un da daha önce zikrettiğimiz âlimler gibi sünneti, genel ve sürekli olarak teşriî yönü olan ile teşrî ile alakası olmayan şeklinde ikiye ayırdığını ortaya koymaktır. Burada son durum olarak saydığı irşadla ilgili olmayan durumlar hakkında söylediklerini aktarmayı yeterli görüyorum: “İrşadla ilgili olmayan durumlara gelince bunlar, teşrî, dindarlık, nefis tezkiyesi ve sosyal nizam ile değil; beşerîlik ve maddî hayatın ihtiyaçları ile ilgili olan hallerdir. Bu durum kafa karışıklığına yol açmayacak kadar bellidir. Zira Resûlullah ne teşrî amacı ne de kendisine tâbi olunma isteği bulunan ev işleri ve günlük hayat ile alakalı davranışlarda bulunurdu. İslâm hukuk metodolojisinde Hz. Peygamber’in beşerî davranışlarının ümmetin ittiba etmesi gereken fiiller kapsamına girmediği bilinen bir kuraldır. Bilakis böylesi davranışlarda herkes kendi durumuna göre tutum benimser. Yemek, giyinmek, yatmak, yürümek, binmek vb. davranışlar bu kısma girer. Bu tür davranışlar ister yolculuk yaparken yolda yürümek gibi dînî amellerden ayrı olsunlar; ister hacda deve üzerine binmekte olduğu gibi dînî bir amelin içinde yapılsınlar farketmez. Hz. Peygamber’in yaşlanıp şişmanlayınca secdeye giderken ellerini dizlerinden önce yere değdirdiğini düşünenlere göre secdeye giderken elleri dizlerden önce yere değdirmek de bu tür davranışlardandır. Mesela Ebû Hanîfe bu kanaattedir. Hz. Peygamber’in veda haccı sırasında Kinâne Oğulları’na ait bir düz alan olan el-Muhassab’da konakladığını bildiren rivâyet de böyledir. Bu yere el-Ebtah da denilir. Nakledildiğine göre Resûlullah burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra uyumuş ve sonra kalkıp yanındakilerle birlikte veda tavafını yapmak üzere Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Abdullah b. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 244 Yusuf el-Karadâvî Ömer hac sırasında burada konaklamayı sünnet olarak telakki etmiş ve Hz. Peygamber’in yaptığı her şeyi yapma arzusuyla eda ettiği bütün haclarda el-Muhassab’da durmuştur95. Ancak İmam Buhârî’nin naklettiğine göre Hz. Âişe şöyle demiştir: “el-Muhassab’da durmanın bir anlamı yok! Orası Hz. Peygamber’in Medîne’ye çıkışı kolay olsun diye durduğu bir yerdir o kadar!”96 Oranın insanların toplandığı geniş bir mekan olduğunu söylemek istiyor. Abdullah b. Abbâs97 ve İmam Mâlik de Hz. Âişe ile aynı kanaattedir. Sabah namazının ardından sağ tarafa uzanmakla ilgili hadis de bu kısımda ele alınabilir98. Hülasa, İslâm hukukçusunun bu halleri araştırması ve Hz. Peygamber’in tasarruflarıyla ilgili karineleri belirlemesi zorunludur. Teşrî amacını gösteren karinelerden bazıları şunlardır: Hükmün bütün Müslümanlara tebliğ edilmesine önem vermesi, davranışı iştiyakla yapması, “Dikkat edin! Vârise vasiyet olmaz”99 ve “Velâ hakkı azat edene aittir”100 hadislerinde olduğu gibi hükmü küllî kaide biçiminde duyurması vs. Teşrî amacı taşınmadığını gösteren alametler ise şunlardır: Hz. Peygamber’in ölüm döşeğindeyken “Sizlere bir vasiyet yazdırayım da benden sonra dalâlete düşmeyesiniz” sözünde olduğu gibi fiilin uygulanmasında ısrar etmemek. Abdullah b. Abbâs’ın belirttiğine göre sahâbîler Hz. Peygamber’in bu sözünün üzerine ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı “Bizlere Allah’ın kitabı yeter” demiş; diğer bir kısmı ise “İstediklerini getirin ki vasiyetini yazdırsın. Hz. Peygamber’in huzurunda çekişme olmamalı” demişlerdir. 95 96 97 98 99 100 Buhârî, II, 627. Ahmed b. Hanbel, VI, 190; Ebû Dâvud, II, 209; İbn Huzeyme, Sahîh, IV, 323, 324; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 161. İbn Huzeyme, Sahîh, IV, 324. Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef, III, 55; İbn Ebî Şeybe, Musannef, V, 324; Ahmed b. Hanbel, II, 173; Buhârî, I, 225, 389; Ebû Dâvud, II, 39; İbn Huzeyme, Sahîh, II, 149; İbn Hibbân, Sahîh, VI, 187, 219; Dârekutnî, Sünen, I, 416; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, II, 486; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, II, 218. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XVII, 35; Dârekutnî, Sünen, IV, 97; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 85. Buhârî, II, 904; Müslim, II, 1141, 1142; İbn Hibbân, Sahîh, XI, 521. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 Sünnet ve İslam Hukuku I 245 Resûlullah münakaşa ettiklerini görünce “Beni bırakın, benim mevcut halim daha iyidir” buyurmuştur101. Yukarıda arzedilen durumlardan Hz. Peygamber’e en fazla özgü olanı teşrî halidir. Çünkü teşrî Allah’ın Hz. Peygamber’i peygamber olarak göndermesindeki ilk amaçtır. Hatta Allah Teâlâ Hz. Peygamber’in durumlarını “Muhammed, ancak bir peygamberdir”102 âyetinde toplamıştır. Bu sebeple ümmetin çeşitli hallerine göre Resûlullah’tan sâdır olan bütün söz ve davranışları, aksini gösteren bir delil olmadıkça teşrî durumuyla ilişkilendirmeliyiz. İslâm âlimleri Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın naklettiği haber ile amel etme konusunda icmâ etmişlerdir. Bu habere göre Sa’d Resûlullah’a vasiyet konusunu sormuş; Hz. Peygamber de “Üçte bir; hatta üçte bir de çok!” yanıtını vermiştir103. Bu hadisle amel eden fukaha vasiyeti malın üçte birlik bölümüne hasretmiş ve diğer üçte ikilik bölümde vasiyet edilebilmesi için vârislerin iznini şart koşmuşlardır. Her ne kadar hadiste Resûlullah’ın “Vârislerini zengin olarak bırakman, başkalarına el açacak şekilde fakir olarak bırakmandan hayırlıdır” buyurduğu nakledildiği için klavuzluk etme ve nasihat durumlarıyla ilişkili olduğu söylenebilirse de İslâm âlimleri hadisi böyle yorumlamamışlardır. Ayrıca olayın Sa’d b. Ebî Vakkâs’a, vârislerine ve bunların fakirlik durumlarına özel olması, yalnızca Hz. Peygamber ve Sa’d b. Ebî Vakkâs arasında geçmesi, Resûlullah’ın bunu uygulayıp Sa’d’ın da ondan bunu nakletmesi gibi bir durumun olmaması gibi etkenler de hadisi nasihat ve klavuzluk etme hali ışığında değerlendirme ihtimalini gündeme getirmektedir. Eğer böyle olsaydı herhangi bir İslâm hukukçusu, vârisleri zengin olanlar için mallarının üçte birden fazlası hakkında vasiyette bulunabileceklerine hükmedebilirdi. Ancak hiçbir âlim böyle bir görüş zikretmemiştir. Yine hiç vârisi olmayanların da mallarının üçte birinden fazlası hakkında vasiyet tasarrufunda bulunabileceklerine hükmedilebilirdi. İbn Hazm’ın (ö. 456/1064) el-Muhallâ’da söylediğine göre İbn Mes’ûd, Ubeyde es-Selmânî ve başka bazı kimseler böyle hükmetmişlerdir. Ancak bu şaz bir görüştür”104. 101 102 103 104 Ebû Ya’lâ, Müsned, IV, 298. Âl-i İmrân (3), 144. Buhârî, V, 2145, 2343; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 103. Tâhir b. Âşûr, Makâsıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye, s. 30-39. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1 246 Yusuf el-Karadâvî Değerlendirme Âlimlerin düşüncelerini naklettikten sonra bu mühim usul meselesi hakkındaki görüşleri yeniden kontrol etmemiz, kanaatleri tartışmamız ve değerlendirmemiz gerekmektedir. Burada amacımız arzedilen fikirleri yeniden inceleyerek naslar, kaideler ve dinin maksatları ışığında bir görüş ortaya koymaktır. Allah’tan bizleri doğruya iletmesini ve sevaptan mahrum bırakmamasını niyaz ederiz. Ayrıca bizleri taassup, taklit, hevaya uymak ve başkaları hakkında kötü zanda bulunmak gibi şeylerden de korumasını dileriz. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 1