Toplumsal tahavvül ve tağayyürün tedricen vukuu, Sünnetullah'ın gereği olduğu, tarihen de bunun böylece sürüp-geldiği, devr-i saadette dahi aynı teâmülün görüldüğü izahtan varestedir... Evet; Resul-ü Ekrem (sav) dahi, geçmiş peygamberlerin (as) karşılaştığı bir kısım (dahilî) sıkıntılarla karşılaşmış, en güzide diye iştihar bulmuş bazı eshabın (bile) olgun olmayan muâmelelerine ma'ruz kalmıştır. Bunun pek çok örneklerini, değil içtimaî ve siyasî konularda, ferdî konularda bile müşâhede etmekteyiz... Örneğin; Resul-ü Ekrem (sav), Ehl-i Beyt'ini, bâhusus İmam Ali'yi sürekli olarak tavsiye ettiği, O'nun hak ve hukukunun korunmasının imanî bir gereklilik olduğunu söylediği, idarî-siyasî-ilmî-askerî ve ahlâkî yönden.. İslam'ın ve nübüvvetin tek gözdesi olduğunu belirttiği.. halde; eshabın önemli bir kesimi tarafından, bunların asla kale bile alınmadığı tevatüren bilinmektedir... Kezâ..; Hz. Aişe'nin Ben-i Müsta'lik (diğer adıyla, Ben-i Müreysi) Gazvesi sonrası uygun olmayan bir gafleti neticesinde vücûd bulan meşhur ifk olayı dolayısıyla, önce; Yüce Resul'ün hanedanına yönelik yalan-iftira kampanyaları.., onun akim kalmasından sonra da Ehl-i Beyt'e ve Hz. Ali'ye yönelik yıpratma kampanyaları, sürekli toplumsal-kalbî bir marazın tezahüründen başka bir şey olmadığı açıktır... Hudeybiye sulhu dolayısıyla, bir kısım ashabın, Resul-ü Ekrem'in (sav) kalb-i mübareklerini rencide edici söz ve tavırları, Hz. Ömer'in; "Sen, Allah'ın hak peygamberi değil misin?...” şeklinde, ısrarla Yüce Resul'ü (as) siğaya çekişi., ve bunu;.. “...Ey filan! Bu zat Allah'ın hak peygamberi değil midir?...” şeklinde uzun uzun sözlerle-istifhamlarla sürdürmesi, kâmil olan Yüce İslam'ın, henüz ruhen ve kalben kâmil olmayan bir toplumla karşı karşıya bulunduğunun çok net ve açık belgesidir… Uhud, Mûte, Huneyn ve sair savaşlarda ve Usâme ordusunun teşkilinde, Yüce Resul’ün karşılaştığı itirazlar ve yalnız bırakılmalar ile