8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI BOŞ ZAMANLAR.... ÇALIŞMAK... DİNLENMEK.... AYLAKLIK.... 24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT Mustafa Eyriboyun ZKÜ Mühendislik Fakültesi Makina Mühendisliği Bölümü 67100 ZONGULDAK eyriboyun@hotmail.com www.eyriboyun.cjb.net GİRİŞ “Boş zamanlar... Çalışmak... Dinlenmek... Aylaklık...”. Bu başlıkta beni çeken bir şeylerin olduğu kesindi... Boş Zamanlar mı? Çalışmak mı? Dinlenmek mi? Aylaklık mı? İtiraf etmeliyim ki ilk önce “aylaklık” kelimesi beni daha çok etkiledi... Bunun nedeni bu kavramın haksızlığa uğramış olması mı acaba!... Her ne kadar bu kavramları günlük konuşmalarımızda sıkça kullanıyorsak da önce sözlük anlamlarına bakmak istedim. Türk Dil Kurumu sözlüklerinde bu kavramlar şu şekilde ifade edilmektedir: Boş zaman: Çalışarak geçirilen saatler dışında geçirilen süre. Çalışmak: 1. Bir şeyi oluşturmak veya ortaya çıkarmak için emek harcamak. 2. İşi veya görevi olmak. 3. İş üzerinde bulunmak. 4. (Makine veya aletler için) İşe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak. 5. Bir şeyi yapmak için gereken çarelere başvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak. 6. Bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek. Aylaklık: Aylak olma durumu, işsizlik, avarelik. ~etmek: boş durmak, boş oturmak, işsiz güçsüz dolaşmak, çalışmamak. Aylak: 1. İşsiz, boş gezen, avare. 2. İşsiz bir şey yapmayarak. ~olmak: boşta olmak, yapacak bir işi olmamak boş oturmak. Dinlenmek: 1. Güç kazanmak için çalışmaya ara vermek, yorgunluğunu gidermek, istirahat etmek. 2. Önemsenmek, öğüdü yerine getirilmek. 3. Bazı yiyecek ve içeceklerin tadını artırmak, kolay pişmesini sağlamak gibi sebeplerle bir süre bekletmek. [1]. “Dinlenmek” için sözlüklerde verilmeyen bir anlam da şöyle olabilir mi acaba: ‘din’lenmek. Termodinamiğin ikinci yasası içinde geçen entropi kavramı, tam anlaşılamamasının sonucu olarak mistik alanlara kolayca çekilebilmesi nedeniyle, insanların ‘din’lenmesi için kullanılabilecek araçlardan biri olabilmektedir. “Boş zamanlarında ne yaparsın?” şeklindeki “boş” soru ile zaman zaman karşılaşırız. Yukarıda verilen sözlük anlamına göre; eğer “o” zamanda bir şey yapıyorsanız artık “o” boş zaman olmaktan çıkmış oluyordu (Çözümü zor bir paradoks!). Soruda kastedilen; ücret karşılığı çalışmanın dışında kalan zamanlarında neler yapıldığıdır ve bu da sanki ücret alınmadan yapılan işleri yaparken geçen zamanın boş zaman olarak yorumlandığı sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla ‘bu zaman’da yapılan işler de boş zaman etkinliği 1/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) olarak kabul edilmektedir. Belki de soruyu (illa sorulacaksa); “doymak için zorunlu çalışmanın dışında neler yaparsın” şeklinde sormak gerekiyor. Çocukluğumda benden bir iş yapmam istendiğinde bunu yapmamak için elimden geleni yapar ama eninde sonunda yapmak zorunda kalırdım. Büyüklerim bana çoğu zaman, “Dünyada iş olduğunu bilseymişsin, doğmayacakmışsın” derlerdi. Ben de “Doğum sırasında kulağıma, ‘Dünyada iş var’ diye fısıldasaydınız. Belki doğmaktan vazgeçerdim” derdim de gülüşürdük. Şimdi de bunu düşünerek, kendime “acaba ben aylaklığı mı seviyorum?” diye soruyorum. Nedense (yada ne iyi ki) bana başkalarının verdiği işlerden çok, kendi içimden gelen işleri severek yapmak, bunun dışındaki işleri yapmamak için ise binbir bahane bulmak gibi bir ‘aylak!’ bir tarafım var. Bu yüzden kendi halinde, hiç boş zamanı olmayan, hayatını hoş tutmaya çalışan, zaman zaman hobilerini ve kendi kendine yüklediği toplumsal sorumluluklarını asıl işinin önüne alabilen biri olarak, başkalarının gözünde aylak olmam pek de zor değildi. Bir gün, bir amirim, “7-8 yılda hala doktoranı bitirememişsin. Demek ki başarısız bir elemansın.” demişti. Aynı amir bu sözünden üç yıl sonra bana başarı belgesi vermişti... Üç yılda, öncekilerden farklı hiçbir şey yapmamış, sadece uzun yıllar (sanki boş zaman etkinliğiymiş gibi) zevkle yaptığım işimin meyvelerini almaya başlamıştım. Gelelim asıl konumuza: Bu yazıda önce ‘termodinamik yasaları’na olabildiğince kısa ancak konuya uzak olanlar için yeteri kadar detaylı bir şekilde değinilecek, sonra ‘zaman’ ve ‘boş zaman’ kavramları irdelenecek ve ardından ‘hayat’ ve ‘boş hayat’la ‘hoş hayat’ üzerinde durulacaktır. Termodinamik yasaları işlenirken, bu yasaların (özellikle ikinci yasanın), insanın günlük yaşamı ile sosyal olaylar ve diğer bilim dallarına uygulanması ve bunun ne kadar doğru (yada hatalı)olduğu konusu da irdelenecektir. Tüketim esaslı egemen anlayışın gelecekte boş zaman etkinliklerimizi belirlemede Termodinamik yasalarının araç olarak kullanılabileceği düşüncesi geliştirilecektir. Sonuç bölümünde, içinde yaşamaya zorlandığımız, çağdaş olarak nitelenen, doğumdan ölüme kadar, uykumuz dahil “bütün zamanımız”a hükmetmeye çalışan, sanal gerçekçi yaşam modelinin, insanı mutlu edip etmediği tartışılacaktır. TERMODİNAMİK YASALARI Termodinamik, Latince therme (ısı) ve dynamis (güç) kelimelerinden türetilmiş olup enerjinin bilimi olarak tanımlanmaktadır. Enerjinin ne olduğu ise kesin olarak tanımlanabilmiş değildir ancak genel olarak; iş yapabilme yetisi veya bir değişikliğe yol açan etken olarak tanımlanmaktadır. Bu değişikliğin ne olduğu ve hangi yönde olduğu önemli değildir. Termodinamik yasaları, bilinen bütün tarih boyunca, tersi gözlenemediği için doğru oldukları kabul edilen yasalardır. Masaya konan bir bardak sıcak çayın zamanla soğuduğunu ve aynı şekilde yazları soğuk bir şişe gazozun da dolaptan çıkartıldıktan bir süre sonra ısındığını hepimiz gözlemlerimizden biliyoruz. Çevresinden farklı bir sıcaklığa sahip olan sistem zamanla çevresiyle aynı sıcaklığa gelme çabasındadır. Doğada bunun tersinin, kendiliğinden gerçeklendiğini gösteren bir tek olaya dahi tanık olunmamıştır. Isı, sıcak olan yerden, daha düşük sıcaklığa sahip yere kendiliğinden akıp gider. Bunun tersi ancak özel sistemlerle ve dışarıdan enerji harcanarak gerçekleştirilebilir. Bu özel sistemlere ısı pompaları denilmektedir. Isı pompaları ile ısı, düşük sıcaklıktaki bir ortamdan daha yüksek sıcaklıktaki bir ortama aktarılabilmektedir. Benzer şekilde sıcaklıkları birbirinden 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 2/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) farklı, birbiriyle temas halinde ve çevresinden tamamen yalıtılmış olan iki cisim arasında da ısı alış-verişi olur ve bu iki cismin sıcaklıkları eşit oluncaya kadar da devam eder. İki cismin sıcaklıkları eşit olduğunda “ısıl denge” oluşmuştur denir ve artık ısı alış-verişi gerçekleşmez. Eğer iki cisim ayrı ayrı üçüncü bir cisimle ısıl denge halinde iseler bu iki cisim kendi arasında da ısıl denge halindedir denilebilir. Buna Termodinamiğin Sıfırıncı Yasası diyoruz. Sıfırıncı yasa denmesinin nedeni; birinci ve ikinci yasanın ortaya konmasından yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra ortaya atılmasına (1931’de R. H. Fowler) karşın çok temel bir bilgi olması bakımından bunlardan önce gelmesi gerektiği içindir [2]. Enerji var veya yok edilemez ancak bir formdan başka bir forma dönüştürülebilir. Enerjinin değişik formları; kimyasal enerji (bağ enerjisi), potansiyel enerji, kinetik enerji, duyulur ve gizli enerji, nükleer enerji, ısıl enerji vs.dir. Örneğin yanmakta olan kömürün sahip olduğu kimyasal enerji, ısıl enerjiye dönüştürülmüş olur. Bu ısı ile buhar üretip bu buharı da bir türbin çarkına püskürtüp onun dönmesi sağlanırsa bu sefer de ısıl enerjiden mekanik enerji elde edilmiş yani sonuçta kimyasal enerji mekanik enerjiye dönüştürülmüş olur. Bütün bu dönüşümlerde başlangıçtaki enerji sonuçtaki enerjiye eşit olmaktadır. Buna göre herhangi bir sistemin aldığı veya verdiği enerji, sistemin içinde bulunduğu çevrenin kaybettiği veya kazandığı enerjiye eşittir. Buna Termodinamiğin Birinci Yasası veya Enerjinin Korunumu Yasası denilmektedir. Bir insan da aldığı enerji kadar enerji harcarsa kilosu sabit kalır. Aldığı enerjiden daha az enerji harcarsa aradaki fark yağ olarak vücudunda depolanır ama sonuçta toplam enerji yine aynı kalmış olur. Çünkü daha sonra aldığından daha fazla enerji harcadığında daha önce yağ olarak depolanmış enerji devreye girer ve aradaki fark oradan karşılanır. Ancak termodinamik yasalarının biyolojik sistemlere uygulanmasında dikkatli olunması gerekmektedir. Bu sistemlerde enerji geçişi ve enerji dönüşümleri karmaşık bir yapıya sahiptir ve bu sistemler canlılıklarını korudukları sürece termodinamik denge halinde bulunmazlar. Canlı yapıyı oluşturan hücrelerde saniyede binlerce kimyasal reaksiyon meydana gelir. Bu reaksiyonlar bünyeye alınan karbonhidrat, yağ ve protein gibi maddelerin yakılmasını ve böylece canlılığın devamı için gerekli enerji dönüşümünü sağlarlar. Hücrelerde yüksek düzeydeki bu kimyasal etkinliğe metabolizma denilmektedir. Bazal metabolik hız, vücut dinlenirken, başka bir deyişle soluk alma, kan dolaşımı gibi en temel işlevlerini yerine getirmenin dışında başka bir iş yapmazken, metabolizmanın sahip olduğu hızdır. Metabolik hız vücudun birim zamanda enerji tüketimi olarak da yorumlanabilir. 30 yaşında, 70 kg ağırlığında, 1.8 m2 vücut yüzey alanına sahip ortalama bir erkek için bazal metabolik hız 84 W’tır (watt). Başka bir deyişle vücudun çevreye attığı enerji, bir saniyede 84 J’dur (Joule). Bu aynı zamanda vücudun besinlerdeki (eğer besin alınmamışsa vücut yağındaki) kimyasal enerjiyi ısıl enerjiye dönüştürmesinin bir ölçüsüdür. Hareket düzeyi arttıkça metabolik hız da artar, bedeni zorlayan bir hareket sırasında bu hız bazal metabolik hızın 10 katına kadar çıkabilir. ... Bazal metabolik hız cinsiyete, vücut büyüklüğüne ve genel sağlık durumuna göre değişir ve yaşlandıkça önemli ölçüde azalır. Bazı insanların yirmi-otuz yaşlarından sonra, yediklerinde bir artış olmadan kilolarının artması bundandır. Kas hücreleri bir motora benzer biçimde çalışır ve kimyasal enerjiyi, yaklaşık %20 verimle mekanik enerjiye (işe) dönüştürür. Vücut, örneğin eşya taşırken olduğu gibi çevreyle net bir iş etkileşiminde bulunmadığı zaman, kas işi ısıya dönüşerek çevreye geçer. Bu durumda besinin metabolizma sırasında ortaya çıkan tüm kimyasal enerjisi ergeç çevreye aktarılmış 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 3/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) olur. Bu, enerji korunumu ilkesinin bir sonucudur, çünkü sistemin toplam enerjisi bir hal değişimi sırasında sabit kalırsa, sisteme giren ve çıkan enerjiler eşit olmak zorundadır [2]. Termodinamiğin birinci kanunu enerjinin niceliği hakkında bilgi verir ancak, enerjinin ne yönde aktığı ve niteliği konusunda fikir vermez. Bu noktada termodinamiğin ikinci yasası devreye girer. Ancak termodinamiğin ikinci yasasını, birinci yasada olduğu gibi kolayca tanımlamak biraz zordur. Özellikle burada karşımıza çıkan entropi kavramı işi daha da zor hale getirmektedir. Termodinamiğin ikinci yasası, doğadaki değişimlerin enerjinin niteliğini azaltan yönde gerçekleştiğini belirtir. Yukarıda verdiğimiz, masaya konan bir bardak sıcak çay örneğini ele alırsak, sıcak çayın zamanla soğuduğunu fakat hiçbir zaman kendiliğinden ısınmadığını gözlemlerimizle biliyoruz. Başlangıçta, çayın yüksek sıcaklıktaki enerjisinin niteliği, soğuduğunda düşük sıcaklıktaki enerjisinin niteliğinden daha yüksektir. Çünkü sıcak (niteliği yüksek) çayın enerjisini kullanarak bir başka cismi ısıtabiliriz, ancak soğuk (niteliği düşük) çayla bunu yapmamız mümkün değildir. Çayın soğuması doğal bir olaydır ve bu doğal süreç enerjinin niteliğinin azaldığı yönde gerçekleşmiştir. Termodinamiğin birinci ve ikinci yasaları 1850’lerde öncelikle William Rankine, Rudolph Clausius ve Lord Kelvin (William Thomson) tarafından yapılan araştırmalar sonunda, birlikte ortaya konmuştur [2]. Termodinamiğin ikinci yasasının değişik ifadeleri şu şekilde verilmektedir: Kelvin-Planck İfadesi: Termodinamik bir çevrim gerçekleştirerek çalışan bir makinenin sadece bir kaynaktan ısı alıp, net iş üretmesi olanaksızdır. Clausius İfadesi: Termodinamik bir çevrim gerçekleştirerek çalışan bir makinenin, başka hiçbir enerji etkileşiminde bulunmadan, düşük sıcaklıktaki bir cisimden ısı alıp yüksek sıcaklıktaki bir cisme ısı vermesi olanaksızdır [2]. Basit olarak, verimi %100 olan bir makine yapılamaz şeklinde özetlenebilecek olan bu iki ifade de ilk bakışta çok kapalı gibi görünmektedir. Ancak günlük yaşamdan örnekler vererek bu zorluğu biraz olsun aşmak mümkündür. Kelvin-Planck İfadesi’ne göre örneğin yüksek sıcaklıktaki bir ısı kaynağından ısı alıp bunu tamamen başka bir enerjiye dönüştürmek mümkün değildir. Bir de düşük sıcaklığa sahip bir ısı kaynağı daha olmalıdır ve enerji dönüşümünü gerçekleştiren sistem, her ne ise, aldığı ısının bir kısmını başka bir enerjiye dönüştürürken bir kısmını da daha düşük sıcaklıktaki bir kaynağa vermek zorundadır. Bu şekilde çalışan makinelere ısı makinesi diyoruz. Daha somut bir örnek vermek gerekirse; araba motorunun çalışabilmesi için bir yüksek sıcaklıktaki ısı kaynağına bir de düşük sıcaklıktaki ısı kaynağına gereksinim vardır. Motorun silindiri içinde, çevrim (Otto, Diesel vs.) ve devir sayısına bağlı olarak sürekli bir şekilde yanma gerçekleştiğinden burası yüksek sıcaklığa sahip bir ısı kaynağı olarak düşünülebilir. Soğutma suyu aracılığıyla silindir çevresinden alınan ısı, radyatör aracılığıyla atmosfere yani silindir içine göre daha düşük sıcaklıktaki ısı kaynağına atılır. Aksi halde motorun çalışması mümkün değildir. Hava soğutmalı motorlarda aynı işi bu sefer su yerine hava yapmaktadır ki; bu durumda silindirin dış yapısı, yeterince ısıyı dışarı atmak için, daha çok havanın silindir yüzeyine temas etmesini sağlayacak şekilde imal edilmiş olmalıdır. Örneğin motosiklet motorlarının dış tarafı bu şekilde imal edilmişlerdir. Clausius İfadesi’ni günlük yaşantıdan örnekle şöyle açıklayabiliriz: Buzdolabının içi dış ortama göre soğuktur. Bu nasıl olmaktadır? Bu durum ancak içeriden ısı alıp dışarıya atmakla mümkün olabilir. Çünkü biliyoruz ki ısı düşük sıcaklıktaki bir yerden yüksek 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 4/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) sıcaklıktaki bir yere kendiliğinden akmamaktadır. O halde ısıyı bu akışa zorlamak için bir makine kullanmak gerekmektedir ki bu makineye soğutma makinesi denir. Clausius ifadesi, bu makinenin, buzdolabının içi ve dışı olmak üzere bu iki ısı kaynağı dışında başka bir ortamla etkileşimli olması gerektiğini söylemektedir. Bu da günümüzde genellikle elektrik enerjidir. Buzdolabı yani soğutma makinesi ancak dışarıdan elektrik enerjisi harcayarak ısıyı düşük sıcaklıktaki bir ortamdan, daha yüksek sıcaklıktaki bir ortama akıtabilmektedir. Isı makinesiyle, soğutma makinesinin farkı da böylece ortaya çıkmış olmaktadır. Isı makinesi dışarıya iş vermekte (araba hareket etmekte), soğutma makinesi ise dışarıdan iş almaktadır (elektrik harcamakta). Termodinamiğin ikinci yasası söz konusu olduğunda mutlaka değinilmesi gereken bir başka nokta ise entropi kavramıdır. Ancak bundan önce tersinir ve tersinmez hal değişimlerine değinmek gerekmektedir. Tersinir hal değişimi, bir yönde gerçekleştikten sonra, çevre üzerinde hiçbir iz bırakmadan ters yönde de gerçekleşebilen hal değişimi diye tanımlanır. Başka bir deyişle, ters yöndeki hal değişiminden sonra hem sistem hem de çevre ilk hallerine geri dönerler. Bu ancak, her iki yöndeki hal değişimi birlikte ele alındığı zaman net ısı geçişi ve net iş sıfır olursa mümkündür. Tersinir olmayan hal değişimi, tersinmez hal değişimi diye adlandırılır [2]. Doğada tersinir hal değişimlerine rastlanmaz. Bazı gerçek hal değişimleri tersinir hal değişimlerine yaklaşabilir ancak hiçbir zaman tersinir olamaz. Tersinir hal değişimleri, kuramsal olarak tersinmez hal değişimlerinin ulaşabilecekleri üst sınır olarak düşünülebilir. Örneğin bir silindir-piston mekanizması düşünelim. Bu silindir içinde bir gaz bulunsun. Pistonu hareket ettirerek silindir içindeki gazı sıkıştıralım. Bir süre sonra serbest bıraktığımızda pistonun ilk konumuna gelemediğini gözleriz. Bunun nedeni piston ile silindir cidarı arasındaki sürtünmeler nedeniyle, sıkıştırma işinin bir miktarının ısıya dönüşüp çevreye kaçmasıdır ve bunun önüne geçmek pratik olarak mümkün değildir. Ancak mükemmel bir sistemde sürtünme olmaz ve bunun sonucu ısı ortaya çıkmaz ve piston ilk durumuna geri dönebilir. İşte gerçek süreçlerde, tersinmezliklerin ve mükemmellikten (tersinir halden) uzaklaşmanın bir ölçüsü olarak entropi kavramı ortaya atılmıştır. Ancak entropinin tam olarak ne olduğunu söyleyebilmek gene de zordur. Entropi, bir sistemdeki düzensizliğin ölçüsü, entropi üretimi ise bir sistemin hal değiştirmesi sırasında ortaya çıkan düzensizlik olarak kabul edilir. Entropi aynı zamanda moleküler düzensizlik veya moleküler rastgelelik olarak da görülebilir. Bir sistem daha düzensiz bir hal aldıkça moleküllerin konumları belirsizleşecek ve entropi artacaktır. Örneğin katı bir maddenin molekülleri denge konumları etrafında sürekli titreşim yaparlar birbirlerine göre hareket edemezler dolayısıyla herhangi bir anda konumları oldukça kesin bir şekilde belirlenebilir. Bunun yanında aynı maddenin molekülleri gaz fazında olduğunda moleküller rasgele hareket etmektedirler ve sürekli olarak birbirleriyle çarpışmakta ve yön değiştirmektedirler. Dolayısıyla herhangi bir anda moleküllerin yerini belirlemek oldukça zordur. Bu iki durum kıyaslandığında maddenin gaz fazındaki entropisinin, katı fazına göre daha yüksek olduğu söylenebilir. Eğer bir maddenin moleküllerini tamamen hareketsiz tutabilseydik o zaman entropinin sıfır olduğunu söyleyebilirdik. Moleküllerin titreşiminin sıcaklık düştükçe azaldığı ve sıcaklığın 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 5/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) düşebileceği en düşük değer olan mutlak sıfır noktasında tamamen durduğu söylenebilir. “Bu hal, en üst düzeyde bir moleküler düzeni ve en alt düzeyde bir enerjiyi belirler. Bu nedenle, sıfır mutlak sıcaklıkta saf kristal maddenin entropisi sıfırdır, çünkü moleküllerin konumunda herhangi bir belirsizlik yoktur. Bu sonuç Termodinamiğin Üçüncü Yasası diye bilinir. Saf kristal dışındaki bir maddenin, örneğin bir katı çözeltinin entropisi, mutlak sıfırda sıfır değildir. Çünkü hareket olmasa bile birden çok moleküler yerleşme sözkonusudur ve bu, maddenin mikroskopik haline bir belirsizlik getirir.” [2] Termodinamikte Verim Tanımları Termodinamikte verim tanımları çeşitli olmakla birlikte; günlük yaşama uygulanabilecek olanları ısıl verim ve ikinci yasa verimi olabilir. Isıl verim, bir ısı makinesinin aldığı ısıyı ne oranda işe dönüştürdüğünü gösterir. Isı ile iş, enerjinin değişik hallerinden ikisidir ve aynı birimle ifade edilirler. Birinci yasaya göre enerji var veya yok edilemez, ikinci yasaya göre de verimi %100 olan bir makine yapılamazdı. Madem ki bir makine aldığı ısının tamamını işe dönüştüremiyor, aradaki fark ne olmaktadır. Örneğin bir otomobil motoru, harcadığı benzinin kimyasal enerjisinin ancak %20 kadarını mekanik işe dönüştürebilir. Aradaki fark soğutma suyu aracılığıyla radyatörden ve egzost gazları vasıtasıyla da egzost borusundan dışarıya (atmosfere) atılır. Göreceli olarak daha az bir miktarı da motor gövdesinden ısı ışıma ( ısıl radyasyon) ile doğrudan atmosfere yayılır. O halde böyle bir otomobil için ısıl verimin %20 olduğu söylenebilir. Bu değer diesel motorları ve büyük gaz türbinleri için %30, termik santrallar için %40 kadardır. İkinci yasa verimi, ‘gerçekleşen’ ısıl verimin, aynı sistem için ‘olabilecek en yüksek’ ısıl verime oranıdır. Buradaki en yüksek ısıl verim ile kastedilen; hal değişimlerinin tersinir olması halinde gerçekleşecek olan verimdir ve bu bir karşılaştırma düzlemi oluşturmak üzere, teorik bir duruma işaret eder. Tersinir ısı makinelerinin (teorik) ısıl verimi, makinenin çalıştığı yüksek ve düşük sıcaklıktaki ısı kaynaklarının sıcaklıklarına (sırasıyla Ty ve Td) bağlıdır. Formülü [1-(Td/Ty)] olup Carnot verimi diye adlandırılır. Yukarıda verilen %20, %40 gibi değerler %100’e göre çok düşük gibi görünmektedirler. Ancak gerçek makinelerin asıl verimlerini %100 ile değil, Carnot verimi ile karşılaştırmak gerekmektedir. Çünkü termodinamiğe göre kuramsal olarak, bu değer olabilecek en yüksek verim değeridir. Günümüzde termik elektrik santralları (buharlı güç santralı) yaklaşık 530 °C (803 K) ile 30 °C (303 K) sınırları arasında çalışmaktadırlar ve durumda kuramsal verimleri de %62 olmaktadır. Gerçekte ise ısıl verimleri %40 kadardır. Buna göre ikinci kanun verimi yaklaşık %65 (=0.40/0.62) olmaktadır. Bu iki verim ifadesinin konumuz itibariyle ortak ve önemli tarafı şudur: İşe yarar hale dönüştürülemeyen enerji ne olmaktadır. Örneğin motor gövdesinden elektromanyetik dalgalar halinde yayılan ısı dalgaları bütün evrene yayılmaktadır. Suya ve havaya atılan atık enerjinin, dünyada kaldığı (bu da tam doğru değildir) ve bunun bir şekilde yeniden kullanılabilir forma dönüşebileceği iddia edilebilir. Ancak evrene yayılan enerjinin akıbeti hakkında yeterince sağlıklı bilgimiz yoktur. Enerji dönüşümlerinin sürekli bu yönde gerçekleştiği (maddesel formdan elektromanyetik dalga formuna) bunun da uzak bir gelecekte bütün evrenin yalnız dalga formunda enerjiden ibaret olacağı ve bunun da (doğal olarak) evrendeki bütün canlılar için kıyamet olacağı iddia edilebilir. O halde mümkün olan en az enerji dönüşümü ile yada başka bir deyişle en verimli makinelerle en az entropi üreterek yaşamamız kıyametin gelişini erteleyecektir. 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 6/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) Termodinamikteki bu iki verim kavramının günlük yaşama uygulanmasıyla, şöyle söylenebilir: Bir insan aldığı enerjiye karşılık yeterince iş üretmiyorsa ‘ısıl verimi’ düşüktür ve durum o kişide şişmanlama olarak kendini gösterir. Bir başka durum da şudur; bir kişi yapabileceğinden daha az iş yapıyorsa (kapasitesi elverdiği halde ona uygun oranda iş üretmiyorsa) ‘ikinci yasa verimi’ düşüktür. Pekiyi ama bunlardan nereye varabiliriz? İnsanları termodinamik yasalarına göre sınıflandıracak mıyız?.. Bu sorunun yanıtı aşağıda tartışılacaktır. Burada şunu söylemekle yetinelim: İnsan mekanik bir alet veya bir makine değil, psiko-sosyal bir varlıktır. Bu nedenle hiçbir mekanik ölçü sistemi onu sınıflandırmada kullanılamaz. Termodinamik Yasalarının Diğer Bilimler ile Günlük Yaşama Uygulanması ve Bunların Ne Kadar Doğru Olduğu Üzerine... Entropi kavramı enerji kavramı kadar günlük yaşama girmiş olmasa da bunun teknik olmayan alanlara genişletilmesi yeni bir düşünce değildir. Termodinamik alanı dışında birçok makalenin veya kitabın konusu olmuştur. Aşağıda önce [2]’den alınan bazı örnekler verilecek daha sonra konu biraz daha genişletilecektir. • • • • • Verimli insanlar düşük entropide yaşarlar. Onlar için herşeyin yeri bellidir ve birşeyi bulmak için en az enerjiyi harcarlar. Diğer yandan verimsiz insanlar düzensiz ve yüksek entropili bir yaşam sürdürürler. Bulmak istedikleri birşeyi dakikalarca (hatta saatlerce) ararlar ve arama işlemini düzenli bir biçimde yapamadıkları için büyük olasılıkla daha başka düzensizliklere yol açarlar. Bazı insanlar daha çabuk öğrenirler ve öğrendiklerini unutmazlar. Buna düşük entropili öğrenme diyebiliriz. Bu insanlar bilinçli bir çabayla edindikleri yeni bilgileri dosyalamaya ve daha önce öğrendikleriyle ilgisini kurmaya çalışırlar. Diğer yanda çalışırken edindikleri bilgiyi kafalarına rastgele atanlar ve onu orada tutmak için çaba harcamayanlar, öğrendiklerini düşünebilirler ancak o bilgi gerektiğinde gerçeğin öyle olmadığını anlarlar. İyi bir raflama ve kataloglama düzeni bulunan bir kitaplığa düşük entropili kitaplık denilebilir. Benzer olarak kitapların raflara düzenli yerleştirilmediği ve katalog numaralama sisteminin olmadığı bir kitaplık yüksek entropili bir kitaplıktır. Çünkü oraya karmaşa egemendir. Aynı konuları işledikleri ve aynı bilgileri verdikleri için birbirinin aynı gibi görünen iki kitap konuları işleyiş biçimine göre birbirinden çok farklı olabilirler. Aynı miktar yakıtla biri diğerinin yarısı kadar yol alan iki araba görünürde birbirinin aynı olsa da bu iki araba eşdeğer sayılmaz. Buna benzer şekilde eğer bir kitaptan öğrenmek diğer kitaptan öğrenmek yanında iki kat çaba gerektiriyorsa bu iki kitap da eşdeğer sayılamaz. Düzensiz bir orduya (yüksek entropi) sahip olmak, orduya sahip olmamak demektir. Bir savaş sırasında baş hedeflerden birinin komuta merkezi olması rastlantı değildir. On alaydan oluşan bir ordu, birer alaydan oluşan on ordudan daha güçlüdür. Benzer olarak on eyaletten oluşan bir ülke, birer eyaletten oluşan on ülkeden daha güçlüdür. Amerika Birleşik Devletleri 50 ayrı ülke olsaydı, bu ülkelerden hiçbiri süper güç olamazdı. Benzer olarak Avrupa Birliği de büyük bir ekonomik güç olma yolundadır. Eski deyim, “Böl ve ele geçir”, “Entropiyi artır ve ele geçir” biçiminde de ifade edilebilir. 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 7/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT • • (Mustafa Eyriboyun) Mekanik sürtünmenin entropi üretimine yol açtığı ve verimi düşürdüğü bilinen bir olgudur. Bu olguyu günlük yaşama uygulayabiliriz. Bir işyerinde çalışanlar arasında ‘sürtüşme’, entropi üretimine ve verim düşüklüğüne yol açar. Birden ve kısıtlamasız genişleme (veya patlama) ve kontrolsuz elektron değişimi (kimyasal reaksiyonlar) entropi üretirler ve tersinmezdirler. Benzer olarak ağızdan kısıtlama olmadan çıkan kızgın sözler de entropi üretirler ve onarımı olanaksız hasara yol açabilirler. Öfkeyle kalkan bir kişi zararla oturmayı göze almadır [2]. Yukarıdaki, entropi ile günlük yaşam ilişkisine ait örneklerin alındığı, kaynakçada [2] numarayla tanımlanan eser; “Mühendislik Yaklaşımıyla Termodinamik”, adında orijinali İngilizce ve yazarları da Yunus A. Çengel ve Michael A. Boles’dir. (Türkçesi: Taner Derbentli, McGraw-Hill–Literatür Ortak Yayını, İstanbul, 1996.). Kitabın asıl yazarı Çengel, makine mühendisliği alanında doktoralı bir profesör olup halen ABD’de çalışmaktadır. Kendisinin ısı ve termodinamik alanında pekçok uluslararası ders kitabı bulunmaktadır. Yukarıda alıntı yapılan ders kitabının ilk baskısıyla, Prof. Boles ile birlikte “Amerikan Mühendislik Eğitimi Derneği (ASEE) Meriam/Wiley Seçkin Yazarlar Ödülü”nü almışlardır. Kitap, kendinden öncekilere göre, içerdiği eğlenceli şekiller ve örnekleriyle gerçekten kolay anlaşılır bir şekilde hazırlanmıştır. Ancak yukarıda alıntı olarak verilen görüşlerin bazıları termodinamik yasalarının insan yaşamına ve sosyal hayata uygulanmasının, bazı insanlarda bilinç sapması veya bulanıklığı yaratabileceğine işaret etmekte fayda vardır. Bu ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniş bir konudur. Burada; “Düzensiz bir orduya (yüksek entropi) sahip olmak, orduya sahip olmamak demektir.” cümlesinden hareketle şu kadarını söylemek yeterli olur sanırım: Hitler’in orduları meraklılarını gıpta ettirecek kadar düzenliydi. Filmlerde izliyoruz: Geniş caddelerden tam bir disiplin içinde ve bastığı yeri titreten, seri üretimden çıkmış oyuncak askerler kadar düzenli bir ordu!!!... Başlarında kendinden emin, yıllarca tasarladığı bir savaşı yöneten bir kumandan... Görünüşte herşey mükemmel yani ENTROPİSİ DÜŞÜK! Ve sonuç: On milyonlarca insanın yaşamına mal olan “II. Avrupalılar Paylaşım Savaşı”. Geride kalanların buna “Dünya Savaşı” diyerek kendi yüklerini hafifletmeye çalışmaları da cabası. Kanımca söylenmesi gereken “Bölme, Yönetme, Bir arada, barış içinde, insan gibi yaşa” olmalıdır. Bunu söylemek de yeryüzündeki her insanın görevi olmalıdır. Bunlara katılıp katılmamak okuyucunun kararına kalmaktadır. Alıntıda verilenlerin sadece birer benzetme olduğu unutulmamalıdır. Yoksa kızgın bir sözün yol açtığı entropi üretiminin hesaplanabilir bir büyüklük olmadığı gerçektir. Tıpkı, Vietnam’da gerillaların bozgununa uğrayan ABD ordusunun entropisini hesaplamanın mümkün olmadığı gibi. Bunun yanında, hesaplanabilir entropi değerleri de vardır ki, asıl konuşulması gereken bunlar olduğu halde, gündeme bile alınmamaktadırlar. Örneğin insan eliyle tasarlanıp üretilmiş bir füzenin üretilirken harcanan enerjinin ve binlerce kişiyi öldürmek üzere ateşlendikten sonra harcadığı yakıtın entropisi... Evet bunlar hesaplanabilir bir fiziksel büyüklüktür! Ders kitaplarında hiç böyle örnekler yok!... Şimdi de sosyal bilimler alanında Termodinamik yasalarının uygulanmaya çalışıldığı örneklere bakalım: İktisat Dergisi’nin Ekim 1991 sayısında Erol Ortabağ tarafından yazılan, “Say Yasası ve Termodinamiğin İkinci Yasası: Bir Not” adlı makale yayınlanmış (Maalesef derginin bu sayısına ulaşamadım). Aynı derginin Kasım-Aralık 1991 sayısında Necip Çakır tarafından yazılan bir cevap-makalede ise böyle bir analojinin nasıl hatalı sonuçlara yol açtığı anlatılmaktadır [3]. Çakır’ın, Ortabağ’ın makalesinden yaptığı bir alıntı aynen şöyledir: “Şöyle diyor Ortabağ: <Clausius teoremine göre ısı kendiliğinden 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 8/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) bir yerden başka bir yere akmaz. Bir sistemdeki iki cisimden diğerine ısı akışının olabilmesi bu cisimlerin bir biçimde ilişki içinde olmalarına bağlıdır. İşte arz ve talep kavramlarının altında yatan şey de yukarıda anlatıldığı gibidir. İnsanların ihtiyaçları (burada sınırsız olup olmadıkları sorunu önemsizdir) birbirinden farklıdır. Bu farklılık iletişim kurulmasının temelini oluşturur. Ekonomik sistemde para kullanılmamaktadır. Dolayısıyla her birey daha önce bir şekilde değeri belirlenmiş (kullanılmamaktadır) malları, kendi ürettiği mallarla değişime gidecektir. Görüldüğü gibi tasarlanan sistem tersinir olay kavramı üzerine kurulmuştur>” [3]. Bu alıntıdan anlaşıldığına göre, Ortabağ, eğer alıntıda bir yazım hatası yok ise, “Clausius teoremine göre ısı kendiliğinden bir yerden başka bir yere akmaz” diyerek düşüncesini tamamen hatalı bir anlama üzerine kurmuştur. Çünkü Clausius ifadesi aslında böyle bir şey söylememektedir. Kaldı ki; ısının yüksek sıcaklıktaki bir ortamdan düşük sıcaklıktaki bir ortama kendiliğinden aktığı, yukarıda çay örneğinde anlatılmıştı. Bir başka nokta da Çakır’ın eleştiri yazısında da termodinamik bilimine ve fizik kavramlarına dair, hatalı anlamalara yol açabilecek, ifadeler ve hatalı tanımlar bulunmasıdır. Bunlardan biri, “... Termodinamik kuramının yalnızca kapalı sistemler içinde yer alan cisimlerin birbirleriyle ilişkide olduklarını ve bu yüzden de entropinin sürekli artma eğilimi gösterdiğini ‘atlayan’ Ortabağ, ...” [3] şeklindeki ifadedir. Çakır’ın, burada, kapalı sistem derken evreni kastetmiş olduğu yazının tamamı okunduğunda anlaşılmaktadır. Evren için entropinin sürekli arttığını termodinamik de ifade etmektedir. Ancak termodinamikte kapalı sistem yanında açık sistem tanımı da vardır ve termodinamik yasaları bu sistemlere de uygulanabilir. Yukarıda yer alan ‘... yalnızca kapalı sistemler ...’ ifadesi, termodinamiğin uygulama alanını kısıtlar gibi görünmektedir. Yine aynı yazıda, birbirinden tamamen farklı olan ısı ve sıcaklık kavramları birbirine karıştırılmaktadır: “...mutfağın ısısı ile, buzdolabının ısısı kısa bir süre sonra eşitlenir.” [3]. Aslında burada ısı diye ifade edilen şey sıcaklıktır. Bunlar da göstermektedir ki; konu hakkında yeterli bilgiye sahip olunmadan yapılan benzeşimler yanında, onlara getirilen eleştiriler de hatalı olabilmektedir. Tabii ki bu noktada; “pekiyi o zaman her iki alanda da yetkin olanlarca Termodinamik yasaları sosyal bilimler alanına uygulanabilir mi?” sorusu akla gelecektir. Bu konuda bilimsel temele dayanan bir şey söylemek henüz mümkün değildir. Gelecekte ne olacağına dair bir şey söylemek de zordur ve burada kişisel yargılar ve hatta inançlar devreye girebilmektedir. Çakır, termodinamik yasaları ve iktisat kuramı arasında ilişki kurmanın yanlışlığından bahsederken, bir başka alıntıdan da faydalanmaktadır: “Samuelson 1970 yılında verdiği Nobel Konferansında şöyle diyor: “Bir iktisatçının ya da emekli bir mühendisin fiziğin kavramları ile iktisadın kavramları arasında bir benzeşme (analogy) kurmaya çalışmasından daha üzücü bir şey yok. Yazarın entropiye ya da bir veya başka bir enerji biçimine karşılık gelen bir şey aradığı o kadar çok acıklı yazıya hakemlik etmek zorunda kaldım ki. Satın alma gücünün korunması gibi anlamsız yasalar, önemli fizik yasası enerjinin korunumunun saçma sapan toplumsal dünyada Heisenberg’in Belirsizlik İlkesine atıfta bulunduğunda, bu kuvantum mekaniğinin ilişkilerinin geçerli bir uygulaması yerine, en iyi olasılıkla, vurguyu güçlendiren bir ifade ya da sözcükler üzerinde bir oyun olarak nitelendirilmelidir.”” [3]. Alıntıda Samuelson’un da dediği gibi bu benzeşimler vurguyu güçlendirmek için kullanılırsa daha iyi olacak. Yoksa doğanın katı ve (en azından şimdilik) değişmez yasaları 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 9/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) ile sürekli değişim gösteren insan psikolojisinin belirlediği olayları birbiriyle aynı şeymiş gibi göstermek ciddi yanılgılara yol açabilmektedir. Entropi kavramının termodinamik ve istatistiksel mekaniğin dışında kullanımıyla ilgili olarak, kendisi de bir mühendis olan ve ABD’de üst düzey projelerde çalışmış ve aynı zamanda üniversitede dersler vermiş olan James L. Adams şunları söylüyor: “Entropi kavramını termodinamik ve istatistiksel mekaniğin dışında tanımlama çabalarına da sık rastlanır. Sözgelimi bazı öğrenciler, bazen, entropinin arttığı gerekçesiyle, odalarının sürekli dağınık olduğuna inanırlar. İlginçtir ama, büyük kuruluşların bürokrasiye neden bulaştırılıyor olduklarını açıklamak için bile, entropi kavramına başvurulduğuna çok sık rastladım. Aslında bu tür işlere yönelenler, kavramı yeterince anlamamış olan kişiler. Bu kişiler, özellikle de, sistemin dikkatli biçimde tanımlanmasının ne kadar önemli olduğunun farkına varmıyorlar. Bu nedenle, bilimsel ve teknik kavramlar hatalı biçimde kullanılmış oluyor. Ama olsun hiç değilse, bu kör yaklaşımların sağladığı bir fayda var: Anlaşılması zor bilimsel ve teknik kavramların, toplumumuz üzerinde hayli mistik bir etkiye sahip olduğu gerçeğini gözler önüne seriyorlar.” [4]. Adams’ın sözlerindeki en dikkate değer ve altı çizilmesi gereken cümle, sanıyorum ki; “Anlaşılması zor bilimsel ve teknik kavramların, toplumumuz üzerinde hayli mistik bir etkiye sahip olduğu gerçeğini gözler önüne seriyorlar.” cümlesidir. Aslında bu yönüyle bazı bilimsel ve teknik olaylar ile kavramların, toplum üzerinde “özellikle” mistik bir etki oluşturmak amacıyla kullanılması riskinin varlığını kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü bazı mistik olaylar toplulukları yönetmede yönetenlere yardımcı olabilmektedir. Hatta bütün dinlerin ve inanç sistemlerinin ortaya çıkmasında, bugünün bilgi birikimi ve teknolojisine sahip olmayan (ilkel) insanların, korktuğu çevre felaketlerine karşı, korunma isteğinin etkisi yok mudur? İnsanlar başından beri bugünkü bilgilerle donanmış olsalardı, kendine hayat veren güneşe ve suya tapmaz, dünya dönüyor diyeni Engizisyona göndermezdi. İşte bu anlamda özellikle Termodinamiğin ikinci yasasının bir ürünü olan entropi kavramı günümüz insanının günlük yaşamına müdahale etmek isteyen egemen güçler tarafından kullanışlı bir araçtır. Öyle ki, günün birinde boş zamanlarımızda ne yaparsak daha az entropi üreteceğimizin söylenmesine, daha az entropi üreterek zayıflama sağlayan yiyecekler satılmasına, verimi daha yüksek (entropi üretimi daha düşük) araç-gereç kullanmayı zorunlu kılan yasalar çıkartılmasına hazırlıklı olalım. Şimdiden boş zaman üzerinde düşünmenin faydası ortaya çıkmaya başladı. BOŞ ZAMAN Boş zaman nedir? Eğer varsa, boş zaman, boş insanların zamanı mıdır? Çalışmak mı, tembellik etmek mi insan olarak doğamıza daha uygundur? Sözlük anlamıyla boş zaman, çalışarak geçirilen saatler dışında geçirilen süre idi. Ancak boş zaman kavramından önce zaman kavramı üzerinde biraz duralım. O halde zaman nedir? Zaman Zamanın tanımı için sözlüklere baktığımızda, “Bir iş veya oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit...” [1], “Olayların ardışıklığını görerek aklımızda 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 10/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) yarattığımız ve olayların bundan sonra da içinde olup gideceklerini düşündüğümüz, başı ve sonu olmayan soyut kavram...” [5] tanımlarını görmekteyiz. Zaman kavramının ortaya çıkışı nasıl olmuştur? Fiziksel anlamıyla zaman, insan aklının (bilincinin) doğa olaylarını kendi bildiklerinin ışığı altında açıklama isteğinden doğmuş bir kavramdır. Su, taş, toprak, ağaç, insan, dişi, erkek, kedi, köpek, güneş, yıldızlar vs. gibi gözle görülebilen somut olguların dışında kalan ve ancak bir açıklama ile kavranabilen soyut bir kavram olarak zamanı ele alırsak, bunun ilk kez nasıl ortaya çıktığını, neyi açıklamak üzere kullanıldığını tam olarak bilmek zordur. İnsan bilincinin zaman kavramını ortaya çıkarması, çevresindeki her türden hareketi tanımlayabilme, birbirleriyle ilişkilendirebilme isteği ve gereksiniminden doğmuştur. Sabah kalktığında güneşi ve gölgesini gören insan güneşin yatay düzlemden yukarıya doğru yükseldiğini ve bu arada kendi gölgesinin boyut ve yönünün değiştiğini fark etmiştir. Doğan bebeğin büyüdüğünü, ona koşut olarak kendisinin de büyümeye devam ettiğini, vücutça büyümesiyle kendi bedeninin değişime uğradığını, saçlarının döküldüğünü, ağardığını, yüzünün kırıştığını görmüştür. İnsan bilinci bu değişimi zaman diye bir ‘şey’ ile açıklayabilmiştir. O halde zaman diye tanımladığı bu ‘şey’ geçip giderken, insanın bizzat kendisi, çevresi, doğadaki olaylar bu zaman denen şeye bağlı olarak değişmeliydi. Zaman olgusunun fiziksel anlamını merak edenlere Stephen W. Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi” [6] (190 sayfa) adlı eserini okumaları önerilir. İnsan elinde olmadan acıkıyor, karnını doyurmak için yiyecek topluyordu. Kendisi ve kendi başına yiyecek toplayamayacak kadar küçük çocukları için ne kadar (ne miktarda) yiyecek toplarsa doyabileceklerini, deneyimlerinden biliyordu. Yiyecek toplamak için yürümesi gereken yolun uzunluğu; örtünmek için üzerine aldığı hayvan postunun uzunluğu, kısalığı; bütün bunlar onun bilincinde bir ölçü kavramı oluşturmuş olmalı. Eğer bir su kaynağından uzakta ise, susayınca o su kaynağına ulaşıncaya kadar çektiği susuzluk, onun su kaynağına, susuzluğunu fazla hissetmeden ulaşması gerektiğini, yani susuzluğunu hisseder hissetmez, yani o an ulaşması gerektiğini öğretmiş olmalıydı. İşte insan bilincinde ‘o an’, yani ‘şimdi’ kavramının ortaya çıkması böyle olmuş olsa gerek... Genç ve yaşlı bireylerin aynı uzaklıktaki yere farklı farklı ‘an’larda varabilmesi, öncelik ve sonralık kavramını doğurmuş olabilir. Benzer şekilde yiyecek bulmak amacıyla korunduğu yerden ayrılıp gittiğinde, güneş batmadan önce geri dönmesi gerektiğini de deneyimleri ona göstermiş olmalı... Yoksa her yer kararıyor ve tehlike artıyordu. Demek ki günlük yaşamını güneşin doğuşu ile batışı arasında düzenlemek zorundaydı. İşte yaşadığı bu deneyimler, insan bilincinde miktar, uzunluk ve zaman hakkında ölçü kavramını oluşturmuş olmalı. Pekiyi, ölçü ne olmalıydı? Yiyecek bulacağı yeri gözüyle gördüğü, üzerine giyeceği postun büyüklüğünü, vücudu ile kıyaslayabildiği için mesafeyi, karnını doyuran yiyecek miktarı ile kütle miktarını algılıyordu. Ya zamanı nasıl ölçeklendirecekti? Bu ayrı bir konu. Bundan önce özet olarak, ‘insan bilincinin olduğu yerde canlılık, canlılığın olduğu yerde hareket, hareketin olduğu yerde zaman kavramı ortaya çıkmıştır’, diyebiliriz. Zamanın ölçeklendirilmesi hiç de kolay bir iş değildir. Nitekim insanlığın şimdiye değin değişik zaman ölçeklerini kullanıldığını biliyoruz. Ancak zamanı ölçeklendirme fikri ortaya çıkınca bunun güneş hareketiyle ilgili olması gerektiği sanırım günlük yaşamın bir dayatması olsa gerek... 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 11/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) Günlük yaşam eylemleri güneşin doğmasıyla başlıyor, batışıyla bitiyordu.. Güneşin doğup, batması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinin bir sonucuydu ama bu çok sonraları ortaya konabildi. İnsan tarih boyunca evrenin merkezi olarak kendini ve üzerinde bulunduğu dünyayı esas alma eğiliminde olmuştur. Bu düşünceden hareketle dünyanın sabit durup, diğer bütün gök cisimlerinin onun etrafında döndüğünü düşünmüştür. Zamanı güneşe göre tanımlayan insanlar, bir güneş doğumundan diğer doğumuna kadar geçen süreyi bir gün olarak tanımlamışlardır. Güneş hareketi yanında doğanın değişimi de farklı bir zaman dilimi ortaya koymaktaydı. Ağaçların çiçek açması vs. gibi olaylar da tekrarlayan bir yapıya sahipti. Böylece yıl kavramı ortaya çıktı. Bu zamanla takvim kavramının ortaya çıkışını getirdi. Günün daha küçük zaman dilimlerine, saatlere bölünmesi, saatlerin de dakika ve dakikanın da saniyeye bölünmesi daha sonraları, modern zamanlarda, ortaya çıkan zaman ölçekleri olmuştur. Günümüzde zaman ölçümü artık atomsal saatlerle yapılmaktadır. “35 ülkeye dağılmış 60 kadar laboratuvarda, yaklaşık 100 atomsal saat çalışır durumda tutulmaktadır ve sonuçlar Uluslararası Atomsal Zaman adlı ortalama zaman ölçeğini belirleyen Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’na bildirilmektedir. Burada saniye, 10-13 saniye duyarlığı ile belirlenmektedir ve bir tarihin kesinliği ile mikrosaniye (10-6) basamağındadır” [7]. Zamanın bu kadar hassas ölçümü, dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızının giderek azaldığını ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, geçmiş yüzyıllardaki tam güneş tutulması gözlemleri kayıtlarından ve daha eskilerde, Babil yazıtlarında elde edilen bilgiler kullanılarak, “MÖ 600 yıllarından bu yana, dünyanın dönmesindeki biriken toplam gecikmenin yaklaşık 5 saat olduğu bulunmuştur.” [7]. Bu gecikmenin takvim sistemini bozmaması için “Uluslararası Saat Bürosu (Bureau International de l’Heure) 1972’den beri, ya 1 Ocak’a ya da 1 Temmuz’a bir saniye eklenmesini önermiş olup bu uygulanmaktadır [7]. İnsan bilinci zamanı, kendi varoluşundan geriye doğru da genişletmiştir. Bu konudaki düşünce ve çalışmalar, sonunda, insanlığı büyük patlama (big-bang) varsayımına getirmiştir. İnsan zamanı ölçmekle kalmayıp, 1900’lerin başında Albert Einstein’ın rölativite teoremi ile birlikte onun mutlak bir olgu olmadığını ileri sürmüş ve bu gün de göreceli bir değer olduğunu ispatlamış durumdadır. Yani dünyadaki bir saniye ile Uranüs’teki bir saniye dünya saati ile aynı değildir. Zaman, hareket halindeki cismin hızına bağlı olarak değişmektedir. Aslında bu çok önemli bir bilgidir: Çalışarak geçirdiğimiz zamanı hızlandırıp, çalışmadan geçirdiğimiz zamanı yavaşlatabilirsek, zamanın göreceli (rölatif) olması yaşamı daha keyifli hale getirebilir. (Bunun tersini isteyen var mı acaba?) Boş Zaman 16. Yüzyılda, Alman mühendis Otto von Guericke, bir şarap fıçısının içindeki şarabı tamamen boşaltınca geriye ne kalacağı sorusundan hareketle deney yapmaya başladı [8]. Tabii ki fıçının içini boşaltırken, içeriye hava sızmasını engellemesi gerekiyordu. Hava sızmasına engel olamadıkları pek çok başarısız deneyden sonra nihayet içi “boşaltılmış” ve temas yüzeyleri çok iyi işlenmiş iki yarım küreyi onikişer atla ayırmaya çalıştılar ve yarım kürelerin ayrılmadığını gördüler. Magdeburg deneyleri olarak bilinen Guericke’nin bu deneyleri yapılırken, dönemin bilginleri ve din adamları ikiye ayrılmıştı. Bir grup “Tanrının var olduğu şüphesizdir. Çünkü tanrı var olmasaydı Kutsal Kitap da olmazdı. Tanrının varlığı, boş uzayın olmaması sonucunu verir. Çünkü Tanrı ancak şekille mümkündür, o halde boş uzay da yoktur. Zira her yerde hazır ve nazır olan Tanrı boşlukta 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 12/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) etkisini gösteremez. Başka bir grup da bunlara cevap veriyordu: “Tanrı var olduğu için boş uzay hiç değilse mümkündür. Tanrı etkenlerin en üstünü olduğuna göre neden boş uzayda da kendini göstermek istemesin? Eğer tanrı isterse varlık gibi hiçlikte de bulunabilir. Biz yalnız Kutsal Kitapların değil tabiatın da bulunduğunu görüyoruz.” [8]. Bu deneyleri yapan Otto von Guericke ise, “Deneye dayanan bir ispat, her türlü mantıki sonuçlara üstün tutulmalıdır.” demektedir [8]. Guericke’nin sorusu da vardığı sonuç da bu gün bile hala heyecan verici. 16. Yüzyıl Avrupa’sındaki soruya uyarlayarak biz de bir soru soralım: “Boş zamanın içinde ne vardır?” Boş zamanın sözlük tanımı ilk başlarda verilmişti. Fiziksel anlamda boş zaman, zamana basamak atlatmak gibi bir şey olsa gerek. Yani zamanın olmadığı bir zaman. Bir gün bütün insanlar birdenbire herşeyin ama herşeyin 10 yıl sonraki halini hissedip yaşamaya başlasalar... Çevremizdeki maddi dünyada herşey aynı ama çocuklar büyümüş, bizler yaşlanmışız, vs. Ve bütün bunların bir anda olduğunun bilincindeyiz. Zamanda sıçrama... Burada sadece beyin jimnastiği yapmaya çalışıyoruz.. Bu tamamen hayali bir senaryo. Böylece hayali bir boş zaman yaratabiliriz. Oysa evrende tanık olduğumuz herşey süreklilik göstermektedir. Burada farklı bir örnek olarak baygınlık, kaza vs. gibi nedenlerle geçici şekilde bilinç kaybı yaşayan insanların durumu ilginç olsa gerek. Bu kişilerin biyolojik olarak yaşadığı ama farkında olmadıkları o geçen süreyi nasıl değerlendirmeliyiz bilemiyorum. Herhangi bir şekilde bütün insanlığa aynı şeyi yaşatabilecek bir olay yaşanması olası mıdır? Diyelim yeryüzüne çarpan bir gök cismi bütün insanlığı aynı anda bayılttı. O baygınlık anında yine evrendeki süreklilik devam edecektir. Ancak insan bilincinin algılamadığı bir zaman var mıdır/yok mudur? Fiziksel olarak bizim dışımızda zaman akmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. O halde fiziksel anlamda zamanda boşluk olmamalıdır. Ancak günlük yaşamda boş zaman tanımları sözlük anlamının geliştirilmiş halleri olarak ve insan psikolojisini de içerecek şekilde yapılmaktadır. Boş zamanın değişik tanımları yapılmış, boş zaman ile özgür zamanın farklı şeyler olduğu belirtilmiştir: “Boş zaman, psikoloji literatüründe ‘özgürlük algısı ve temel güdüler’ açısından ele alınırken, özgür zaman kişinin zorunlulukları dışında kalan, ancak kendisi için herhangi bir etkinliğe yönelmediği zamanı anlatır.” [9]. Boş zamanı değerlendirme ise, “yeniden tazeleme, yeniden biçimlendirme, yeniden yaratma ve güçlendirme, yeniden gençlik ve dinçlik kazandırma, yeni bir ruh, akıl ve beden geliştirme” amacıyla yapılan etkinlikleri kapsamaktadır [9]. “Macar sosyolog Alexander Szalai ve arkadaşları boş zamanı değerlendirmeyi “Ahlaki olumlu bir olgu” olarak tanımlarken, Dumazedier, boş zamanı değerlendirmenin işlevlerini aşağıdaki gibi sınıflandırmaktadır: 1) Gevşeme (relaxation) - günlük yorgunluk ve gerginliğin yolaçtığı sinirsel ve bedensel yıpranmayı onarma, 2) Eğlenme (entertainment) – sıkıcılıktan ve tekdüzelikten kurtulma, 3) Kişiliğin gelişmesi (development of the personality) – kişiyi günlük eylem ve düşüncenin özdeviniminden kurtararak özgürleştirme.” [9]. Ateşin bulunması, “insanlığı soğuğa karşı koruması yanı sıra, yiyeceklerin pişirilmesiyle çiğ yiyecekleri uzun uzun çiğnemekten kurtararak, bir enerji tasarrufu ve zaman tasarrufu da sağlamıştır.” [10]. Yaşamını kolaylaştıran ateşin sönmemesi için sürekli birilerinin ateşin başında durması gerekiyordu. Böylece, önceleri, tek tek veya küçük gruplar halinde yaşayan insanlar bir araya gelmeye başladılar ve zamanla toplumsal yapılar oluşmaya başladı. 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 13/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) 18. Yüzyıldan itibaren başlayan sanayi devrimi ve makinalaşma, önceleri insanlara daha çok boş zaman kazandıracakmış gibi görünüyordu. Ancak 20. yüzyılın başlarına kadar insanlar günlerinin yarıdan çoğunu, çok kötü şartlarda, yarı aç yarı tok çalışarak geçirmek zorunda kalmışlardı. İşte böyle bir ortamda Fransız Paul Lafargue (1842-1911), insanların köylerinden kalkarak şehirlere çalışmaya gelerek, hem özgürlüklerini kaybettiklerini hem daha kötü şartlarda yaşadıklarını, hem de para babalarına kendilerini daha çok sömürmek için yardım ettiklerini söyleyerek, “Tembellik Hakkı”nı savunan bir kitap yazıyordu [11]. Çalışmanın kutsanmasının ardında yatan gerçeğin, para babalarının kâr hırsı olduğunu iddia eden Lafargue, tembellik hakkını savunurken tabii ki başkaları çalışsın ben onlardan geçineyim tarzında asalakça bir tembelliği kastetmiyor. İnsanların yaşaması için sanayileşmenin zorunluluk olmadığını, insanların köylerinde temiz bir çevrede kendi gereksinimlerini karşılayacak kadar üreterek daha mutlu bir yaşam sürdüklerini ifade ediyor. Tembelliği bu anlamda alıp, düşüncesini destekleyen dini kaynaklardan da yararlanıyor: “... İsa, Dağdaki Söylevi’nde tembelliği öğütlemişti: <Tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi.> Sakallı ve ürkütücü Tanrı Yehova, hayranlarına ideal bir tembelliğin en üstün örneğini vermiş, altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir. ...” [11]. Lafargue, 1848 yılında fabrikalarda çalışma süresini 12 saatle sınırlayan yasayı kabul ettirmelerini, bir devrim başarısı olarak gören işçi sınıfını, ‘çalışma dini’ne teslim olmakla suçlamaktadır. “...Aile yuvalarını kendi elleriyle yıktılar; karılarının sütlerini kendi elleriyle kuruttular. Gebe kadınlar, çocuk emziren zavallı kadınlar maden ocaklarına, fabrikalara gittiler, belleri büküle büküle, sinirden öle öle. ... Nerede o ortaçağ halk öykülerimizin, eski masallarımızın o sözünü sakınmayan, dobra dobra konuşan şarap düşkünü halaları teyzeleri! Durmadan taban tepen, yemek pişiren, şarkı söyleyen, neşeler yaratıp canlılık saçan, ağrısız sızısız, sağlam ve gürbüz çocuklar doğuran kadınlar nerede? Bugün, uçuk renkli cılız çiçekler örneği, solgun renkli, bozuk mideli, kolu budu tutmaz olan fabrika kızlarımız ve kadınlarımız var!... Sağlam zevkler tatmamışlar hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir şey söyleyemezler! –Ya çocuklar? Çocuklara 12 saat çalışma! Gözün çıksın yoksulluk! ... Çağımız, çalışma yüzyılıdır diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyıldır.” [11]. İşçi olmadan önce köylü olan insanların kendi topraklarında ekip-biçtiklerini ve satın alınacak mal olmayınca yoksulluk gibi bir dertlerinin de olmadığını söyleyen Lafargue yoksulluğun nedeni olarak şöyle demektedir: “İşçiler, tüm toplumu, toplumsal organizmayı baştan başa sarsan sanayideki aşırı üretimin bunalımları içine atıyorlar. Öyle ki, mal çokluğu, alıcı yokluğu yüzünden işlikler kapanıyor ve açlık, işçi nüfusa adeta kırbaçla veryansın ediyor. Çalışma dogmasıyla serseme dönen işçilerin, sözde gönenç döneminde başlarına bela ettikleri aşırı üretim, bugünkü yoksulluklarının nedenidir. ...” [11]. Zenginlikleri emperyalist olmalarından kaynaklanan birkaç ülke dışında durum bugün için de çok farklı değildir. Sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan işçi sınıfı, verdiği uzun soluklu mücadelelerden sonra ancak 20. yüzyılının ikinci yarısında, önceki yüzyıla göre daha yaşanılır bir hayat sürebilmiştir. Ancak şimdi de başka sorunları vardır. Günümüzde emeğiyle geçinen insanlar, ilk bakışta yeterince boş zamana sahip gibi görünmektedirler. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir konudur. Tartışılması gereken bir başka sorun ise bu boş zamanın nasıl ve ne şekilde değerlendirileceğidir. Bu arada, çalışacak bir iş bulamadığı için bütün 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 14/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) zamanı boş! olan kitlelerin neler hissettiği olabildiğince gündemden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bir tarafta yeterince boş zaman bulamadığından yakınan milyonlar öte yanda işsizler. Geçer akçe “yükselen değerler” ve “her koyun kendi bacağından asılır” felsefesi. Günümüz (modern!) dünyası insana (tabii ki parası olan insana) çalışma dışındaki boş zamanlarını nasıl geçireceği konusunda sayısız seçenek sunmaktadır. Sinemaya gitmek, video film seyretmek, kitap okumak, internette sörf/çet yapmak, trekinge katılmak, model uçak, oto yarışları, çim kayağı, dalma, gardening, fotoğraf çekmek, resim, seramik, gökyüzü gözlemleri, org çalmak/kursuna gitmek, dağcılık, vs. vs. Tabii ki bu etkinliklerde kullandığınız her araç gereç mutlaka son model olmalıdır. Hangi etkinliğe katılırsanız katılın ardına buz gibi bir kola içip üstüne de light sigara yakmadan “hayatın gerçek tadını” algılayamazsınız!.. Yoksa? Yoksa siz böyle yapmıyor musunuz? ... “Yoksa siz ilkel misiniz?” Boş zaman etkinliklerinde kullanılan nesnelerin ve sahip olduğu özelliklerin gerçekten gerekli olup olmadığı gibi bir konuda asla tartışmamalısınız. İzin verilen tartışma alanı hangisinin daha yeni, daha havalı olduğudur. “Yeni otomobilinizin sürtünme katsayısı kaç?”, “100 km’de kaç litre benzin yakıyor?” Artık biliyoruz ki petrol kaynakları sınırlı. O halde az yakıtla çok yol alan otomobil Termodinamiğin 1. Yasasına göre daha verimlidir. Bu kadar çok otomobilin gerçekten gerekli olup olmadığı sorusunu soramaz, tartışamazsınız. Hele hele bütün dünyayı birkaç kere yerle bir edebilecek kadar silahın yapılması için harcanan enerji miktarını, bir tankın yada savaş uçağının bir saatte kaç litre yakıt harcadığını asla konuşmamalısınız. İşte 21. yüzyılın başında uygarlık! Pardon! Gerçekten siz boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Farklı bir ses olarak Ivan Illich’in hemen her kitabı önerilebilir. Aşağıdaki paragraflar “Enerji ve Eşitlik” kitabından [12] alınmıştır: “Kontrol edilmeyen hız pahalıdır ve gittikçe daha az kişi bunun bedelini ödeyebilmektedir. Bir aracın hızındaki her birim artış tahrik gücünün ve yol inşaatlarının maliyetinde; daha da çarpıcı olanı, aracın hareket halindeyken kapladığı mekanda artışa sebep oluyor. ‘En hızlı yolcu’ uğruna enerji tüketiminde belirli bir eşik aşıldığında, dünya çapında bir hız kapitalistleri sınıf yapısı oluşturuluyor. Zamanın mübadele değeri hakim hale geliyor ve bunun yansıması dilde görülüyor: zaman harcanır, tasarruf edilir, yatırımı yapılır, israf edilir ve istihdam edilir. ...” “... Bir toplumda ulaşımla ilgili bileşik zaman harcaması, bir kaç kişinin hızlı yolculukla elde ettiği zaman tasarrufundan çok daha hızlı bir oranda büyüyor. Ulaşım imkanlarının varlığı sayesinde trafik sınırsız bir şekilde ağırlaşıyor. Kritik bir eşiğin ötesinde, insanları taşıma amacıyla kurulan sanayi kompleksinin ürünleri, bir topluma tasarruf ettirdiği zamandan fazlasına maloluyor. Az sayıda bir insan topluluğunun hızının marjinal faydasındaki artış, bedel olarak, bu hızlanmanın büyük çoğunluk için marjinal zararının artmasına yol açıyor.” “Bir kaç kişi için en yüksek hızın sağlanmasının herkes için yüksek hızın sağlanmasına kıyasla daha farklı bir fiyatı gerektirdiği gözardı edilmemelidir. Hız derecelerine göre yapılan toplumsal sınıflandırma gücün net transferini pekiştiriyor: fakir olan çalışıyor ve geride kalmanın bedelini ödüyor...” “... Otobüsler, bir insanı belirli bir uzaklığa taşımak için arabaların (otomobiller kastediliyor, M.E.) harcadığı yakıtın üçte birini harcıyor. Banliyö trenleri otomobillerden 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 15/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) on kat daha verimlidir. Bunların her ikisi de daha verimli ve çevreyi daha az kirletir bir hale getirilebilir.” [12] . Evet, Illich’in söylediklerini de dikkate alırsak teknolojinin bizlere boş zaman sunup sunmadığını her yönüyle düşünmek gerek sanıyorum. Yılda bir iki kez İzmir’e gelirken bize zaman kazandıran otomobillerin çokluğu, şehir içi trafiğinde neden olduğu kalabalık yollar yüzünden, kent içinde hergün yaşayanlara zaman kaybettirebiliyor. Toplu taşım araçlarında ve oturarak gidiyorsanız bu kayıp zamanı okuyarak “değer”lendirebilirsiniz. Ama ‘modern olmak’ istiyorsanız, artık “discman”inizle müzik dinlemelisiniz. Yakın bir gelecekte gözlük şeklinde “video-player”larınızla film yada “clip” izleyebilirsiniz. Herşey sizin için!... Pillerin entropisi, içerdiği maddelerin yarattığı çevre kirliği... Bunların ne önemi var ki. Ayrıca müzik dinlerken veya film izlerken yanınızda ayakta duranı rahatlıkla görmezden gelebilirsiniz. Yaşasın özgürlük. İşte hayat bu. İşte hoş! Hayat... HOŞ HAYAT Hoş hayat nedir? Hoş hayat yukarıda bahsedilen, buz gibi kola ile desteklenen, tükettikçe mutlu olunacağı zannıyla yaşanan hayat mı? Bilinenlerin (burada bilinenlerden kastedilen modern dünyanın öğretileridir) dışında, tamamen farklı bir yaşam modeli oluşturmak mümkün müdür? Tüketim kalıplarını tersyüz etmek olası mı? Zor gibi görünüyor. Zaten eğer tüketmezsek bu sistem nasıl ayakta kalacak. Yeni teknolojiler yaratmanın itici gücü tüketim değil miydi? Tüketmezsek teknolojinin gelişimi de durmaz mı? Tam bu noktada sorulması gereken soru: Teknoloji niçin var? İnsanlık binlerce yıldır, yaşamın anlamına farklı bir bakış getirebildi mi? Yada sahip olduğu teknolojik ürünlerle daha mutlu olabildi mi? Günümüzün sloganlaşmış ifadesi: “Çok üretim çok çalışmakla mümkündür. Çok tüketmek için çok çalışıp çok para kazanmak gerekir.” Bu kısır döngü insanoğlunu hızla evrensel tükenişe götürmektedir. Hızlı üretim, hızlı tüketim kalıpları dışında yaşayan insanlar, sistem tarafından “ilkel”, “yoksul”, “marjinal”, “bohem”, “aylak” gibi sıfatlarla toplum dışına itilmeye çalışılmakta, insanın kendisi olmasına izin verilmemektedir. Çok kazanıp çok tüketenler, sistem çarkının dönmesini sağladıkları için her ortamda göklere çıkarılmaktadır. Oysa böyle bir yaşam tarzı, doğal kaynakların hızla tükenmesi, enerji dönüşümleri sırasında ortaya çıkan sera gazlarının (karbondioksit gibi) artışı, çevre felaketinin hızlanması gibi sonuçlara yol açmaktadır. Buna karşın, “gerektiği kadar tüketim” esaslı yaşam modeli, entropi üretimine katkısının da az olduğu düşünülürse, insanlık adına daha övgüye değer, daha hoş değil mi? Teknolojinin ürünlerinden biri olan bir kazı makinası aynı sürede onlarca kişinin yapabileceği işten daha fazlasını yapabilmektedir. Sahibi için daha kârlı olduğu kesin ve ilk bakışta daha verimli gibi görünen bu makine, onun yüzünden işsiz kalanların psikolojisi açısından bakıldığında neye benzer acaba? Bu gün insanoğlu teknolojinin ne için olduğu sorusuna doğru bir yanıt bulmak zorundadır. Hep birlikte mutlu bir dünya mı? Küçük bir azınlığın doymak bilmeyen mal edinme hırsı adına mutsuz milyonlar mı? Geçen yüzyılın en çok okunan düşünürlerinden Erich Fromm “Sahip Olmak yada Olmak” adlı eserinde bakınız ne diyor: “... Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşulları kadar, hiçbir şey yapmamak da, insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olabilmesi için, bu iki karşıt 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 16/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) özelliğin kombine edilmeleri ve birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir. Bu iki karşıt uç, yirminci yüzyıl kapitalizminin yol açtığı bir zorunluluktur. Çünkü sistemin yaşayabilmesi, bir yandan büyük üretime ve onun için monoton bir grup çalışmasına, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine, yani boş zamana ve tüketim eğiliminin artmasına ihtiyaç gösterir. İnsan doğasını inceleyen ve teorilerine temel olarak bu gerçeği alan düşünürler, radikal hedoizmin “iyi yaşam”a götüren yol olmadığı konusunda düşünce birliğindedirler. ... İnsanların mutsuz oldukları bir toplumda yaşıyoruz. Yalnız, çeşitli korkular altında acı çeken, ruhen dengesiz, yıkık ve bağımlı olan insanlar, önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman yaratmaya çalışırlar, sonra da bu zamanı “öldürebildikleri” yada geçirebildikleri oranda sevinç duyarlar. Ne acı bir çelişki.” [13]. Tüm isteklerinin tatmini, insanı mutlu etmeye yeter şeklinde özetlenebilecek görüşe karşı Fromm’un yanıtı olumsuzdur. Bu gün biliyoruz ki; düzenli istatistiklerin tutulduğu ülkeler arasında en yüksek intihar oranı ülkenin ekonomik gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılıdır. (En yüksek yüzbinde otuz ile İskandinav ülkelerinde.) Yaşamın amacı mutlu olmak ise bunun başka bir yolunu bulmak gerekecek. İnsanı mutsuz eden yapı maksimum kâr uğruna insanı yok sayan düzenin yapısıdır. Bu yapıya karşı görüş ve sözler her zaman her yerde aforoz edilmeye çalışılmakta, teknoloji düşmanı, gelişmeye kapalı geri kafalı görüş olarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Oysa yeniden James L. Adams’a başvurursak bunun aslında böyle olmadığını görürüz: “Çin, uzun tarihi boyunca, çok sayıda teknolojik buluş ortaya çıkardı. Ama Çinliler, teknolojik buluşlarını, ekonomik kazanç sağlama amacıyla kullanmaktan kaçındılar. Ayrıca bu konuda Batılı ülkelerin yaptığı kadar büyük bir gayretkeşlik içinde (içine olmalıydı M.E.) neredeyse hiç girmediler. Japonlar da, ateşli silahların geliştirilmesinde ilk mucitler arasında yer almalarına karşın, ateşli silahları 300 yıl boyunca kullanmamayı tercih ettiler. Bu kültürlerde, teknolojik determinizmden başka bir şeyin iş başında bulunmuş olması gerekiyor. Teknolojinin yönelimini ortalıktaki başka şeyler yerine toplumlar belirliyor olamaz mı? Yani bireylerin duyguları ve bir kültürün ruhsal durumları bu sorunun yanıtı olamaz mı?” [4]. “Hobbes mutluluğun, bir diğer kişiye olan ilgi ve isteğin artması (cupiditas) olduğunu...” söylüyor [13]. Çetin Altan da “Mutluluk, zamanı karşı cinsten iki kişiyle unutabilmektir.” diyor [14]. Pekiyi ama sürekli içinde olduğumuz, tıpkı atmosfer havası gibi benliğimizi saran zamanı nasıl unutacağız?... Eşit ilişkiler kurarak olabilir mi? Zamanı bize hatırlatan şeyler nelerdir?... Sınıfta ders dinleyen bir öğrenci için beklenen teneffüs saati zamanı hatırlatır, bir hasta için ilaç saati, yaşlı için ölüm düşüncesi vs... İçinde bulunulan andan keyif almadığımızda zamanı hatırlarız... O anlar ya derste, ya işte, yada trafikte olduğumuz saatlerdir. Bunların hepsinin gerekli olduğu dışında bir şey düşünemeyiz bile. Okumalıyız çünkü iyi (paralı) bir iş için iyi okullardan diploma almalıyız. Sonra iş yaşamı ve araca boğulmuş kent yaşamı. Günümüz insanı başarıya odaklanmış bir şekilde yaşamaya zorlanmaktadır. Kişinin ne kadar başarılı olduğu ise kazandığı parayla ölçülmektedir. Ancak burada vahim olan; başarının mutluluk getirmeyeceğini söylediği halde büyük çoğunluğun sistemin bu dayatmasına açık yada kapalı destek vermesidir. Sistemin, çok kazananı başarılı olarak reklam etmesinin nedeni, onun aynı zamanda çok tüketecek olmasındandır. Bu nedenle 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 17/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) pop “star”ları, “futbol kahramanları”, “borsa yıldızları” yaratılır. Hepsi “başarılı”, hepsi “örnek”! Çetin Altan bir de; “İnsan dünyaya çalışmak için gelmez” diyor. Niçin gelir? Mutlu olmak için. Nasıl mutlu olacağız? Yani hayatımızı nasıl “hoş hayat” yapacağız. Yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Japonya’da halkın %60’ı uzaya birkaç saatliğine (3 saat) yolculuk yapabilmek için üç maaşını vermeye hazır olduğunu bildirmiş [15]. Yerçekimsiz ortamı yaşamak ve dünyaya biraz uzaktan bakabilme karşılığında yaklaşık beş-altı bin dolar. Bu arada Güney Afrika’lı Tito’nun, bir haftalık uzay seyahat için 20 milyon USD verdiğini biliyoruz. Herkes yapabilse... Ne kadar hoş değil mi. Peki ama şu anki durum adil mi? Değilse niçin? Edison’un, atölyesinde çıkan büyük bir yangını seyrederken kızına seslenerek “Anneni çağır, gelip seyretsin. Bir daha böyle yangın göremez.” dediği söylenir. Büyük bir olay karşısında onu yaşamış/görmüş olma ayrıcalığının hazzı, olay (yangın) içinde kaybettiklerini unutturuyor. Diğer yol; oturup ağlayıp sızlanmak. Tercih size kalmış. Boltzman’ın mezar taşına S=k⋅lnP yazılıymış. Buradaki S Termodinamikteki entropiyi ifade etmektedir. k ise Boltzman sabiti olarak adlandırılmaktadır. Bir bilim adamını mutlu etmeye yetecek bir ödül sanırım. Hoş bir hayat sürmüş olmalı. Kimi, büyük mermer mezarda yatmak ister, kimi çınar dibinde. Mezar taşına kimi seceresini yazdırır, kimi rütbesini, kimi de bir dizesini. Her ne olursa olsun özgür iradesiyle verdiği kararları yaşayabilmesi kadar insanı mutlu edebilecek başka bir şey olabileceğini sanmıyorum. Oysa günümüzde çok boyutlu bir kuşatılmışlık ortamında, çoğu zaman irademiz dışında gelişen olaylar içinde kıvranıp duruyoruz. İnsan, maddenin derinliklerine indikçe kendini yalnızlaştırmış, atomun titreşen çekirdeği etrafında onun da içi titrer olmuş, elektron ile çekirdek arasındaki boşlukta yalnız kalmıştır. Bilmek insanı hep rahatsız etmiş... Bildikçe daha fazlasını bilme gereği ortaya çıkmış. Peki ama bütün bunlar yaşamımıza yeni bir anlam katabildi mi? "Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, herşeyi elde etmek, onlara egemen olmak biçiminde beliren ve kâr tutkusu, açgözlülük, bir de ihtiras demek olan "sahip olmak" karakterini terketmekten geçer. İnsanlar onları huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan "olmak" biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları mümkün değildir.” diyor Fromm [13]. SONUÇ Çoğu kişi, kendi yaşadıklarıyla karşılaştırarak, bir başkasının hayatını boş yada dolu diye nitelendirebilmektedir. Erich From, “Sevgi ve Şiddetin Kaynağı” adlı eserinde ise, “İnsan doğuşta boş, beyaz bir sayfadır” [16] diyor.. Doğuşta boş olan sayfa, öldüğünde doluyor olmalı... Pek çok kişi için bu sayfanın ana başlıkları başta aile olmak üzere, bütün çevre, gelenekler, töreler vs. ile yazılıyor. Birey olmayı beceremeyenlere o başlıkların arasını doldurmak kalıyor. Sıra dışı olmayı becerebilen kişi kendisi için yazılmış olan o başlıkları silip kendi sayfasını kendisi doldurma çabasına girişiyor. Kendi sayfamıza bakarak gerçekten kendi hayatımız mı yoksa bizim için öngörülen hayatı mı yaşıyoruz, bunu anlayabiliriz sanıyorum. Eğer kendi hayatımızı yaşıyorsak, “hoş hayat” sürüyoruz 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 18/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) demektir. Ancak bunun tersinin boş hayat olduğunu söylemek istemiyorum yeter ki o da bilinçli tercih olsun. Hoş hayat sürmenin bedelinin ağır olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu zorluk günden güne artmaktadır. Yeryüzünde mevcut sistem(ler), insanı henüz özgür kılacak nitelikte değildir. Bugün pek çok araçla özel yaşamımıza müdahale eden sistem, yarın bilimsellik ve verimlilik adına Termodinamik yasalarını da kullanabilir. En gelişmiş teleskoplarla bile pek azını çözebildiğimiz evrendeki mekanik olayları açıklamaya yarayan ve en azından teorik olarak her zaman değişme olasılığı olan yasalarla, her biri kendine has özellikler taşıyan insanlar için de geçerli kurallar koymak onun özüne ve özgünlüğüne aykırıdır. Hiç kimsenin, bir başkasına, hayatı nasıl algılaması ve yaşaması gerektiği konusunda fikir dikte etmeye hakkı olmamalıdır. Ne var ki, günümüzde her biri sorunlar yumağı haline gelmiş nüfüs artışı, çevre felaketleri, adaletsiz gelir dağılımı vs. gibi problemleri içinde bunalmış insanoğlu için gerçek özgürlük yakın bir gelecekte gerçekleşecek gibi görünmemektedir. Ortak düşümüz olan bu geleceğe atılması gereken ilk adımın, hiçbir haklı gerekçe tanımaksızın silahlanmanın, savaşların ve her türlü şiddetin yeryüzünden yok edilmesine dönük adım olması gerekmektedir. Hayatımızın içindekiler sayfasını kendi özgür irademizle, bizzat yazabileceğimiz geleceğin yakın, ütopyalarımızın gerçek olması dileğiyle... KAYNAKLAR: [1]: “Türkçe Sözlük”, Türk Dil Kurumu, Milliyet Gazetesi Yayını, İstanbul, 1992. [2]: “Mühendislik Yaklaşımıyla Termodinamik”, Yunus A. Çengel, Michael A. Boles, Türkçesi: Taner Derbentli, McGraw-Hill–Literatür Ortak Yayını, İstanbul, 1996. [3]: “Biçimsel Gevşeklik ve Termodinamik-İktisat ilişkisi Üzerine”, Necip Çakır, İktisat Dergisi, Sayı: 320-321, İFMC Yayın Organı, İstanbul, Kasım-Aralık 1991. [4]: “Bir Mühendisin Dünyası”, James L. Adams, Çeviri: Cem Soydemir, Tübitak Popüler Bilim Kitapları 13., 6. Basım, Ankara, 1996. [5]: “Türkçe Sözlük”, 6. Baskı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Sayı: 403, Bilgi Basımevi, Ankara, 1974. [6]: “Zamanın Kısa Tarihi – Büyük Patlamalar Kara Delikler”, Stephan W. Hawking, Çeviren: Sabit Say, Murat Uraz, Milliyet Yayınları, İstanbul, (Tarih belirtilmemiş). [7]: “Dünya Neden Daha Yavaş Dönüyor?”, Jean-Louis Lavallard, Çeviren: Hanaslı Gür, Bilim ve Teknik Cilt 21, Sayı 248, Temmuz 1988. [8]: “Teknoloji Tarihi (Demir Melekler)”, Walter Kiaulehn, Çeviren: Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1971. [9]: “Boş Zamanı Değerlendirme ve Gencin Kişilik Gelişimine Katkısı”, Şükran Kılbaş, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Sayı 131, Mayıs 1991. 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 19/20 TERMODİNAMİK YASALARI, BOŞ ZAMAN, HOŞ HAYAT (Mustafa Eyriboyun) [10]: “İlkel Toplumdan Uygar Topluma Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi”, Alâeddin Şenel, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 504, Ankara, 1982. [11]: “Tembellik Hakkı”, Paul Lafargue, Çeviren Vedat Günyol, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, İstanbul, Nisan 1999. (Henry D. Thoreau’nun “Haksız Yönetime Karşı” kitabı ile ortak kitap olarak...) [12]: “Enerji ve Eşitlik”, Ivan Illich, Ağaç Yayıncılık: 15, İstanbul, 1992. [13]: “Sahip Olmak Yada Olmak”, Erich Fromm (İlk çevirisini 1980’lerde okuduğum kitabım kayıp olduğundan yayınevi ve yılını veremiyorum. Ancak aynı kitap Aydın Arıtan’ın çevirisiyle Arıtan Yayınevi tarafından 1997’de yayınlandığını biliyorum.) [14]: “Ali Kırca ile Siyaset Meydanı – Çetin Altan ve Oğulları”, Atv Televizyonu, 23 Mart 2001. [15]: “Uzay Turistleri - Belgesel Film”, NTV Televizyonu, 8 Mayıs 2001, Cuma, 21:10 [16]: “Sevgi ve Şiddetin Kaynağı”, 2. Basım, Erich Fromm, Payel Yayınları: 51, İstanbul, Ekim 1979. 8. ÜTOPYALAR TOPLANTISI (24-27 MAYIS 2001 Karaburun /İZMİR) 20/20