Kürd ve Süryanilerin kaderi birdir

advertisement
1
SÖYLEŞİ
‘Acının çığlığı her
dilde kardeştir’
Zilan Tigris
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:106
13 - 19 Haziran 2016
S:16
bas-haber.com
Türkiye’nin AB
kriterleri ile imtihanı!
.o
ur
d
ak
iv
S:07
w
w
.a
Minbic
düştü düşecek
S:05
rs
Irak ile nasıl
birarada
kalabiliriz?
rg
Mesrur Barzani:
w
Almanya Parlamentosu’nda Ermeni Soykırım Yasa
Tasarısı’nın kabul edilmesine öfkelenen Türkiye adeta Batı dünyasına savaş açtığı izlenimi veriyor. AB ile
Türkiye ilişkileri 1959’dan bu yana konjonktürel olarak
gelgitler yaşadı ancak bu süreçte Ankara, Brüksel için
stabil bir partner olamadı. AKP iktidarı ile AB ilişkilerinde 2000’lı yılların başlarında yakın ilişkilerin kurulduğu umutlu süreç geride kaldı.
Ömer Ekmekçi
Yeşilçam’ın
son ışığı
S:14
Prof. Dr. Cengiz Aktar:
Avrupa artık adaylık statüsünü de sorguluyor
Antakya Arapları
nereli?
Türkiye’nin AB üzerinden Batı’ya karşı
sesini yükseltmesinin arka planında hem
Türkiye açısından hem de AB açısından
anlamını değerlendiren Aktar, “Artık kim-
S:12
‘Soykırım’ ve korku
FERHAT KENTEL
Türk yetkililerin son yıllarda AB’nin Türkiye İlerleme Raporları’nı çöpe atması, AB Bakanı Ömer
Çelik’in, “Türkiye için AB perspektifi çok önemlidir ama tek seçenek değildir” belirlemesi ve
İngiltere Başbakanı David Cameron’un, “Mevcut
hızıyla Türkiye’nin AB üyeliği 3000 yılını bulur“
şeklindeki yanıtı Brüksel–Ankara ilişkilerindeki
trajik durumu ifade ediyor. S:02 - 03 - 06 - 10 -11
Gelecek mi, güvensizlik mi?
s03
BİLAL SAMBUR
s06
Demokrasi bloku mu?
MESUT YEĞEN
senin inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle
bir yere geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki
sözünü sakınmayan birisi malum, açık açık
‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor. S:08 - 09
Anlamak, gideni ve gelmekte olanı
s09
SENNUR BAYBUĞA
s14
02
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran 22016
MANŞET
Türkiye’nin AB kriterleri ile imtihanı!
AB, yüksek kaliteli demokrasi istiyor
AB’ye uyum amacıyla yürütülen çalışmaların çoğu; hayat standartlarının yükseltilmesi, refahın arttırılması, temel hak ve
özgürlüklerin geliştirilmesi, ekonominin
düzeltilmesi, sosyokültürel alanlarda yaşanan olumsuzlukların giderilmesi, halka en
yakın birimlerce hizmet sunularak hizmetlerde maksimum etkinliğin sağlanması
gibi doğrudan yaşamın kalitesini yükseltici
Erdoğan: Bize ikide bir kriter
dayatmasınlar, burası Türkiye
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’den vize
muafiyeti ve geri kabul anlaşması konularında Türkiye’ye sürekli kriter dayatılmaması konusunda uyarı niteliğinde bir açıklama
yapmıştı. AB’den “lütuf değil dürüstlük”
beklediklerini kaydeden Erdoğan, Türkiye
vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize
serbestisi getirilmemesi halinde, Geri Kabul
Anlaşması’nın uygulanmasına yönelik
yasaların da TBMM’den geçmeyeceğini
söylemişti.
Martin Schulz’dan Erdoğan’a
‘kanı bozuk’ uyarısı
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ermeni
Katliamı Yasa Tasarısını onaylayan milletvekillerine yönelik sözleri de son zamanlarda
yaşanan gerginliklere tu serpti. Spiegel’in
haberine göre AB Parlamentosu Başkanı
Schulz, bir mektupla Alman vekillere yönelik sarfettiği sözlerinden ötürü
Erdoğan’ı kınadı. Schulz, “Sözlü saldırı ve
suçlamaları büyük bir endişe ile öğrenmiş
Prof. Dr. Murat Erdoğan: Türkiye,
AB ile eksen kayması yaşıyor
AB-Türkiye gerilimleri yeni değil. Son
4-5 yıldır AB’nin rotasından uzaklaştıkça
Türkiye’nin demokrasi, basın hürriyeti,
insan hakları alanında zaten daha farklı
bir at-mosferde olduğunu biliyoruz. Ama
vahim olanını son 1- 2 yılda yaşadık. Vahim
olanı da şu; AB, Türkiye’deki önceliklerini
tamamıyla değiştirdi. Yani Türkiye’de AB
ilişkilerinde bir eksen kayması yaşandı. Bu
eksen kaymasının temelinde de mülteciler
var. AB için mülteciler Türkiye konusunda
şu an en önemli konu oldu. İnsan hakları,
demokrasi, basın hürriyetinin AB’nin o
kadar da umurunda olduğunu düşünmüyorum. Bunu birçok tavırlarıyla da ortaya
koyuyorlar. Dikkat edin Avrupa Birliği’ne
sanki Avrupa Parlamentosu kontrol ediyor.
Onun dışındaki bütün gruplar, kurumlar
AB ku-rumları sanki Türkiye’de hiçbir şey
yokmuş gibi her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Türkiye’yi yönetenlerin elinde bir
koz oluşmuş oldu. Ama bu koz çok sürdü-
.o
ur
d
ak
iv
rs
.a
w
The Guardian uyarısı: Türkiye uyumda
zorlanıyor
Ankara-Brüksel ilişkilerindeki gerginlik
Avrupa basının da ilgisini çeken konuların başında geliyor. The Guardian yazarı
Simon Tisdall konuya dair makalesinde,
Erdoğan’ın dokunulmazlık yasasını onaylamasıyla Türkiye’nin AB üyeliği olasılığının
tamamen kaybolduğunu yazdı. Türkiye’nin
2020 itibarıyla AB üyesi olma ihtimalinin
kalmadığını belirten Tisdall, tüm aday
ülkelerin demokratik yönetim ile hukukun
üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve azınlıkların korunması gibi temel değerlere bağlı
kalmasını şart koşan 1993 tarihli Kopenhag
kriterlerine Türkiye’nin uyum sağlamakta
zorlandığını söyledi.
Almanya’da 2 Haziran 2016 günü Ermeni
Yasa Tasarısı’nın kabulünün ardından iyice
gerilen Alman–Türk ilişkileri ile AB–Türkiye
ilişkilerinin geleceğini, mülteciler, göç, iltica
ve Kürd meselesinin varacağı yeni aşamayı
yazar Recep Maraşlı, Prof. Dr. Mehmet
Altan, BAGİF Başkanı Mehmet Tanrıverdi,
Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, Doç. Dr. Nezir
Akyeşilmen Bashaber’e değerlendirdi.
rg
bulunuyorum. Çok uluslu, çok ırklı ve çok
dinli bir parlamentonun başkanı olarak
şunu belirtmek isterim: Parlamenterlerin
özgürce görevlerini yerine getirmeleri,
bizim Avrupa demokrasilerinin temel unsurudur. Parlamentoda yetkisini kullanan
milletvekilleri, siyasi bir karar aşamasında
hiçbir zarara uğramadan farklı görüşlerini
ortaya koyabilirler ve bu yüzden teröristlerle
ilişkilendirilemezler” diyerek Erdoğan’ın
ifade ettiği ‘kanı bozuk’ söylemini şiddetle
kınadığını belirtti.
rülebilir bir koz değil. Bu saatten sonra da
o kadar büyük rakamlarda insanların göçü
beklenmiyor. Yani mültecilere Türkiye desteğini çekerse çok da bir şey olmaz. Önemli
bir risk daha var Türkiye için yani Türkiye
kapılarını falan açmaktan söz ediyor, eğer
böyle bir şey olursa hem biz mülteci göndermeyiz hem de yenileri gelir Türkiye’ye.
Bu Türkiye için de riskli bir politika. Avrupa
Birliği’ne yönelik bizim politikamızın çok da
Avrupa’yı böyle sallayacak bir halde olduğunu düşünmüyorum.
w
vrupa Birliği ile Türkiye ilişkileri
1959’dan bu yana konjonktürel
olarak gelgitler yaşadı ancak bu süreçte Ankara, Brüksel için stabil bir partner
olamadı. AKP iktidarı ile AB ilişkilerinde
2000’lı yılların ilk çeyreğinde en yakın
ilişkilerin kurulduğu, en umutlu sürecin
başladığı zamanlar artık geride kaldı ve ballı
yıllar son 5-6 senede baş aşağıya inişe geçti.
AB hedefinden sapmakla suçlanan Türkiye,
o tarihten itibaren deyim yerindeyse ‘üye
olmamak için AB’yi kızdıracak ne gerekiyorsa’ yapıyor. Geçtiğimiz hafta Almanya
Parlamentosu’nda Ermeni Soykırım Yasa
Tasarısı’nın ezici bir çoğunlukla geçmesine
öfkelenen Türkiye adeta Batı dünyasına
savaş açtığı izlenimi verdi. AB Bakanı
Ömer Çelik’in, “Türkiye için AB perspektifi
çok önemlidir ama tek seçenek değildir”
şeklindeki açıklaması da Brüksel–Ankara
ilişkilerinde gelinen trajik aşamayı ifade
ediyordu.
Türk yetkililerin son yıllarda AB’nin
Türkiye izleme komisyonları tarafından hazırlanan İlerleme Raporları’nı TV’lerde çöp
tenekesine atması, redetmesi, alay etmesi,
AB’ye AB’nin kriterleri ile değil de, kendi
koşulları ile girmeyi dayatması, Türkiye’den
demokratik ve ekonomik kalitesini yükselterek ev ödevlerini yapmasını bekleyen
Brüksel’in sinir uçlarına dokunan en önemli
etkenlerden sayılıyor.
Türkiye’nin AB hedeflerinden sapmasını
eleştiren İngiltere Başbakanı David Cameron’un, “Mevcut hızıyla Türkiye’nin AB
üyeliği 3000 yılını bulur“ şeklinde yaptığı
açıklama ise AB’nin Ankara ile ilişkilerini
özetleyen en umutsuz değerlendirme oldu.
AB ile Türkiye ilişkilerini son zamanlarda
gerek bir diğer faktör de Türkiye’de biriken
ve çoğu Avrupa’ya geçmek üzere bekleyen
Suriyeli mülteciler. 1 Haziran’dan itibaren
uygulamaya geçmesi beklenen, 16 Aralık
2013’te Ankara’da imzalanan Geri Kabul
Anlaşması uyarınca, bu tarihten itibaren
AB ülkelerine Türkiye üzerinden gitmiş
göçmenler, kendi ülkelerine iade edilmek
üzere Türkiye’ye gönderilmesini kapsamaktaydı ancak beklenen olmadı aksine mevcut
gerilimin daha da tırmanmasına sebebiyet
verdi.
niteliği olan uygulamalar. Aynı zamanda
Türkiye’de yapılan son araştırma değerlendirme raporlarına göre de Türkiye’de toplumun önemli bir kesiminde AB standartlarında yaşam isteğinin artmakta olduğu
görülüyor. Buna göre ülkede ezici çoğunluk
AB’ye tam üyeliğin Türkiye’deki isktikrarı
sağlamlaştıracağı görüşünü savunuyor.
Kamuoyu yoklamalarına bakıldığı zaman,
AB üyeliği sayesinde Türkiye’deki gelir dağılımının çok daha adil bir nitelik kazanacağı,
bölgesel gelişmişlik farklarının azalacağı,
çevre, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ile
çalışma yaşamında kalitenin artacağına
dönük inanç her geçen gün büyümektedir.
Siyasi, ekonomik ve yasal boyutları ile
tarif edilen Kopenhag Kriterleri’nin müzakere süreçlerinde, ekonomik boyutları ile
üyelikte belirleyici bir fonksiyon üstlenmezken, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları, insan hakları ve düşünce
özgürlüğü konularından yapılacak reformlar süreçte belirleyici rol oynamaktadır.
Kürd meselesinin Çözüm Süreci zemininden çıkarılarak, çatışmalara dönüştürülmesi, Kürdlerin yerleşim bölgelerine yönelik
Türkiye’nin geliştirdiği ‘terörü önleme’
gerekçesi AB tarafından eleştirilirken, ‘terör’
tanımının kapsamının da daraltılması talep
edilmekte.
AB–Türkiye ilişkilerinde gelinen yeni
aşamayı bazı uzmanlar ‘normal’ bulsalar
da; mülteciler, Kürd meselesi, insan hakları,
basın ve ifade özgürlükleri konularında
Türkiye’nin köşeye sıkıştığını ve hükümet
yetkilileri ile Cumhurbaşkanı’nın AB’yi hedefleyen sert açıklamalarının ise iç siyasete
yönelik bir yatırım olduğu iddia edilmekte.
w
A
Besê Çelik
‘Türkiye’de AB’ye destek yüzde 70’lerde’
İç politika kısmında da şöyle bir sıkışmışlık var. Yıllardan beri ilk defa Türkiye’de
Avrupa Birliği’ne yönelik desteğin arttığına
dair kamuoyu araştırmaları yayınlanmaya
başlandı. Bir ara böyle yüzde kırk elli olan
desteğin tekrar yüzde yetmişlere çıktığını
görüyoruz. Bu da bu konuda yeni bir algı
aslında. Bu önemli bir şey. Bunun bir sebebi
de Türkiye’nin dış politikada çok ciddi hatalar ve ciddi kayıplar yaşamasından kaynaklı.
Çevremizdeki komşuları kaybettik, Rusya’yı
kaybettik, ABD ile ilişkiler kritik vb. böyle
olunca tabi bizim sınırımızda yaşananlardan dolayı AB’nin daha iyi ve bizi koruyacak
MANŞET
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
3
SÖYLEŞİ
bir şey olduğuna inandık. Türkiye AB ilişkilerinde bir
kopma yaşanırsa bu kopma Türkiye’yi hem iç hem de dış
politikada daha zor durumda bırakır. Ben açıkçası böyle
bir kopmanın olacağını da beklemiyorum. Yani bizimkilerin o sert açıklamalarını daha çok iç kamuoyuna yönelik
olduğunu düşünüyorum. AB’nin de bu anlamda çok fazla
değişiklik yapabileceğini düşünmüyorum.
Prof. Mehmet Altan: Bu Türkiye’nin
dünya sisteminde yeri yok
Siyasal-İslamcı tek adam yönetimi zaten AB’de olmaz.
Yani demokrasiden bağını kopardığı vakit insan haklarından, hukuktan, anayasadan sürekli suç işleyen, yolsuzluk
yapan bir güruhun Avrupa Birliği’nde zaten işi olmaz.
Böyle bir heyetin zaten AB ile ilişkisi olamaz ama gideceği
bir yer de yok.
Meşruiyetini çoktan yitirmiş bir heyet var. Sürekli
anayasayı çiğniyorlar. Bunun aslında demokratik hukuk
devletinde bir şekilde çok hızlı sonlanması lazımdı.
Bugün Türkiye’de yargıyı, yasamayı yok ederek yol almaya
çalışıyorlar ama hayatın kendi dinamiği var, çok zor gitmesi. Hatta mümkün değil.
Almanya Türkiye’ye karşı bir şey yapmıyor. Türkiye’yi
bir şekilde faşizan bir noktaya taşımak isteyen bir siyasi
heyete kırmızı kart gösteriyor. Onlar da bunu milliyetçilik
üzerinden istismar etmek istiyorlar. Yoksa Türkiye’ye karşı
bir şey söyleyecek olsa bunu geçen sene bu meselenin
yüzüncü yılında söylerdi. Neden son bir yılın nihayetinde
söylüyor. Çünkü kabul edilemez bir üslup var Erdoğan’da.
Herkese posta koyan, herkesi aşağılayan, diplomaside
yeri olmayan ama bu oranda da gücü olmayan bir gruba
yönelik bir kırmızı kart olarak görüyorum. Yani Zarrab’ın
davası bir taraftan, Almanya bir taraftan dış dünyada durumlar gittikçe sıkıştırıyor. Çünkü bu heyetin arzu ettiği
Türkiye’nin dünya sisteminde yeri yok.
Türkiye’nin AB ile ta Tanzimat’tan beri bir geçmişi var.
Bir anda bir heyet gelecek 15 yılın sonunda her şeyi yok
edecek, siyasal İslamcı bir anlayışın egemen olduğu bir
coğrafyaya dönüştürecek en çok bunu zor görüyorum.
Bunun dışında bir duvara toslama meselesi çok yakında
yaşanacaktır.
Yani 2016’ın bir kader yılı olacağını düşünüyorum. Eğer
böyle bir zorbalığı kabul ederse Türkiye, zaten yok olur.
Yani etmese de zaten bu işin nihayetine gelinmiş olacaktır. Çok kritik bir süreç.
Doç. Nezir Akyeşilmen: Türkiye, AB’den kopamaz
AB ile Türkiye arasında zaman zaman böyle gerilimler
oluyor aslında. Eskiden de vardı. Son yıllarda AKP döneminde demokratikleşmeyle biraz azaldı. Son hücumda
bu gerilim daha çok yerini iş birliğine bıraktı. Fakat son
zamanlar yine bir takım gerilimler baş gösterdi. Burada
çeşitli faktörler var. Hem uluslararası gelişmeler hem
de Türkiye’nin iç siyasetindeki gelişmeler. Uluslararası
gelişmeler arasında, Arap Baharı, küresel ekonomik kriz
var. Arap baharı çerçevesinde Türkiye ile Batı’nın farklı
bakış açıları ve farklı çıkarlarının olması. Ve bu çıkarlarının çakışması var. Türkiye’de demokratikleşme, insan
hakları ve Kürd sorununda yaşanan bir takım sorunlar.
AB ile bir takım olduğunu görüyoruz. Başlıca nedenler
bunlar. Türkiye ikinci dünya savaşından sonra tamamen
Batı blokunda yer aldı. Avrupa’nın ve Batı’nın kurduğu
platformlarda hep yer aldı. Fakat soğuk savaş döneminde
olsun, sonrası olsun bu tarz gerilimlerde Türkiye, alternatiflerden bahsetti. Türkiye’nin hem toplumsal talepleri,
hem de artık geldiği nokta itibariyle bence AB ve Batı dışındaki alternatifleri çok yok. O biraz daha dış politikada
kullanılan bir söylem olarak kullanıldığını düşünüyorum.
Şanghay Beşlisi tartışmaları döneminde de benzer bir
şey vardı. Somut bir alternatiften bahsetmek zor. Fakat
şu da var. Uluslararası ilişkilerde her zaman, farklı bir
blok olmaktan ziyade farklı bir ilişki geliştirme anlamını
da taşıyabilir. AB ile entegrasyon süreci biraz yavaşlamıştı. Davutoğlu döneminde bu hızlandı. Bunun tekrar
belki yavaşlaması, işte bu göçmen antlaşmasının askıya
alınması ya da yavaşlatılması gibi bir takım alternatifleri
olabilir. Ya da Cumhurbaşkanı’nın dile getirdiği ‘Kopenhag Kriter-leri’ni Ankara kriterleri yapıp yolumuza devam
ederiz’ söylemleri gibi. Biraz daha ilişkileri, düşürmeme,
gibi. İlişki düzeyini düşürme şeklinde de düşünülebilir.
İlla alternatif bir kurum olarak düşünmemekte lazım.
‘Türkiye AB için tampon bölge görevini yapıyor’
Türkiye’nin AB’den kopması mümkün değil ama
zayıflaması olasıdır. Türkiye AB ile eskiden çok daha
derin krizler yaşamıştır. Burada hem Türkiye’nin hem de
AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Türkiye AB’nin Asya’ya
açılan kapısı. Türkiye AB için tampon bölge görevini
yapıyor aslında. Hem soğuk savaş döneminde hem soğuk
savaş döneminden sonra. Karşılıklı bir bağımlılık olduğu
muhakkak. Bu her zaman çıkarlarının örtüştüğü anlamına gelmez. Çıkarlarının örtüşmediği dönemlerde bu
tarz tartışmalar olmuştur, oluyor, olacak. Ben ilişkilerinin
tamamen kopacağına inanmıyorum. Fakat krizler olabilir,
derinleşebilir, ama ilişkiler kopmaz.
03
“Soykırım”, hatırlamak
ve korku
FERHAT KENTEL
Gezegenimizin doğudan batıya,
kuzeyden güneye çeşitli bölgelerinde,
otoriter, totaliter eğilimler gözle
görünür bir şekilde artıyor. Modern
zamanların garantili ‘gelecek hayalleri’ sona erdikçe, bilinmezlik, korku
ve güvensizlik duyguları insanların
düşünce dünyasının yatağını döşüyor.
Başkalarından korkan, içine kapanan
insanların endişeli halleri, ‘mutlak
güç’ arayışını öne çıkarıyor. ‘Mutlak güç’, çeşitli gerekçeler
ve teorik kurgularla ‘tek gerçek’, ‘tek meşru yol’ olarak pazarlanıyor. Bu mutlak gücü konsantre bir şekilde sembolize
eden politikacılar ya da liderler de yarı kutsal yaratıklar
olarak öne çıkıyor.
Tabii ki, bu süreç her yere sızmış durumda değil ama
ABD’den Hindistan’a, Polonya’dan Türkiye’ye kadar
uzanan farklı coğrafyalarda tezahür eden benzer eğilimlere
baktığımız zaman, hiçbir toplumun totalitarizmin kuyusuna
düşmeyeceğinin garantisi olmadığını görebiliyoruz.
Çok büyük umutlarla başlayan ve dünya tarihinde ulusdevlet ucubesini aşmak için ciddi bir alternatif olan Avrupa
Birliği projesinin bugün geldiği aşama da hayal kırıklıkları
içinde debeleniyor. AB bugün neredeyse sadece güçlü ekonomik yapıların, şirketlerin, kâr ve çıkarların birliği olmaya
doğru hızla giderken, kültürlerin karşılaştığı, yeni bir yurttaşlığın, dayanışmanın inşa olmakta olduğu ‘sosyal Avrupa’ fikri
de giderek cılızlaşıyor.
Bizim buralarda ne olduğunu hatırlayalım; 80’ler ve
90’lar boyunca, Türkiye, darbeci militarizm imajına sıkışmış,
doğulu ama otoriter Kemalizm sayesinde “batılı” gibi olmaya çalışan; sosyal hareketler ve kültürel kimlikler düşmanı
bir devlet ve biraz da “deniz, kum, güneş, kebap, rakı”
ülkesiydi.
Sonra Türkiye toplumu Kürdü, Müslümanı, Alevisi,
Ermenisi, kadınıyla konuşmaya başladı. AKP’nin iktidarda
olduğu yaklaşık on sene içinde, Türkiye, Doğu ile Batı
arasındaki sıkışmışlığı aşabilme potansiyeli taşıyan ve bütün
dünyanın şaşkınlıkla karışık hayranlıkla izlediği, incelediği
bir örnek ülke oldu.
Ancak bugün, hayalleri kırılmış bir Avrupa ile mahvolmuş bir Ortadoğu arasındaki Türkiye, olumlu bir ‘örnek Türkiye’ değil. Geçtiğimiz 3-4 yıl içinde, Türkiye, gezegendeki
korku hallerinin vücut bulduğu, olumsuz ‘örnek’ ülkelerden
biri haline geldi. Sadece kendi içinde ‘korkan’ bir ülke değil,
aynı zamanda ‘korkutan’; sadece kendi içinde otoriterleşmenin numunesi değil, aynı zamanda dışarı dönük olarak da
şantaj ve baskı yapan bir ülke kıvamına geldi.
Almanya’nın “Ermeni Soykırımı” hakkında kabul ettiği
karar, başta Türkiye’nin resmi ideolojisinin bekçileri olmak
üzere, o ideolojiyle iyi geçinmek zorunda olanlar ve onların
etrafında örülmüş olan kutsallığın taşıyıcıları tarafından
öfke ve nefretle karşılandı. Almanya’nın kendi tarihiyle de
yüzleştiği bu karar, korku ve güvensizlikle dolu bir dönemde,
Türkiye’nin ağır ideolojik atmosferini daha da ağırlaştırdı.
Almanya parlamentosundaki Türkiyeli milletvekilleri,
beklenebileceği gibi, en kısa yoldan “hain” ilân ediliverdi.
Geçtiğimiz dönemde, geçmişiyle yüzleşen, geçmişte
yapılan hatalar karşısında üzüntülerini dile getiren resmi
şahsiyetler ve düne kadar soykırımın tanınması gerektiğini
söyleyen bugünün aparatçikleri bugün geleneksel devletin
kuytusuna ricat etmiş durumdalar.
Türkiye’nin bir türlü yüzleşemediği, aslında hafızasının
en derinine ittiği “Ermeni Soykırımı” ve onun üzerine inşa
edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin felsefesi ve de maddi
temelleri, bugün başkaları tarafından dile getirildikçe, o
derinlerdeki huzursuzluk acı veriyor. Geçmiş ister istemez
hatırlanıyor ve işte bu çaresiz hatırlama, o inşa edilen kurguyu da riske sokuyor.
Bugün Avrupa’nın bir kesiminde ya da Türkiye’de
yaşanan içine kapanma, farklı sebeplerle olsa da, kuşkusuz
bu kurguların yıkılmasından duyulan korkulardan kaynaklanıyor; AB Türkiye’den; Türkiye bütün dünyadan uzaklaşıyor.
04
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran 42016
HABER
Komutan Gerdi:
Peşmerge Musul
Operasyonu için hazır
Mahmud Osman: Referandum
yapılmalıdır
Irak merkezi hükümeti ile KBY
arasında ki temel sorunun diyalogsuzluk
olduğuna dikkat çeken Kürd siyasetçi
Güney siyaseti diyalog arayışında
Goran Hareketi ile 17 Mayıs tarihinde
25 maddeden oluşan siyasi bir anlaşma imzalayan YNK, kendi Politbüro
üyeleriyle yaptığı son toplantıda PDK ve
Goran ile ayrı ayrı görüşmek için iki ayrı
komite kurdu. PDK ile görüşecek komite
de Kosret Resûl, Mela Bextiyar, Omer
Fetah, Hakim Qadir, Ednan Muftî ve
Rizgar Elî yer alırken Goran ile görüşecek
komite ise Berhem Salih, Hakim Qadir,
Hêro Îbrahîm Ehmed, Îmad Ehmed,
Rifat Ebdula ve Şalaw Kosret Resûl’den
oluşuyor. YNK ile Goran arasında ki
anlaşmaya ilişkin de değerlendirmelerde
bulunan Mahmut Osman söz konusu
anlaşmanın yeni bir gelişme yaratmayacağını belirterek, “Goran Hareketi ile
YNK temelde, tek bir partidir. Ortak bir
geçmiş söz konusudur. Bu nedenle aralarındaki yakınlaşma ve anlaşma onlar
açısından çok sıkıntılı ve zor olmadı.
Aralarındaki ilişkilerde inişler ve çıkışlar
olmuştur. Bazı dönemlerde sorunlar
daha artmıştır. Fakat sonuçta bunlar aynı
köken ve anlayıştan geldikleri için bir
daha bir araya geldiler yani yeni bir şey
yok. Değişik bir gelişme de yaratamazlar” şeklinde konuştu.
rg
.o
ur
d
Mesrur Barzani: Irak ile nasıl birarada kalabiliriz?
ak
iv
Erbil ve Bağdat uzlaşabilecek mi?
Kürdistan İttifakı, 28 Mayıs’ta Irak
Başbakanı Haydar el-İbadi ile yaptığı
görüşmede “Peşmerge Güçleri’nin maaşının ödenmesi”, “Yüzde 17’lik Kürdistan
bütçesi ve petrol satışlarından elde
edilen gelirlerin gönderilmesi” konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Irak Parlamentosu’ndaki Kürdistan İttifakı’nın, Irak
Başbakanı Haydar İbadi ile yaptığı görüşmede, Bağdat ve Erbil arasında 2014
yılında imzalanan anlaşmanın, özellikle
petrol satışı ve bütçe konusu yenilenmesini talep ettiği başka bir görüşmenin ise
ertelendiği bildirilmişti. PDK Parlamenteri Erdelan Nureddin, BasHaber’e yaptığı açıklamada Kürdistan Bölgesi’nden
Bağdat’a gitmesi planlanan heyetin ziyaretinin ertelendiğini belirterek, Bağdat
ile yapılan tartışmaların sona erdirilmesi
gerektiğini söyledi. Bağdat’a gidecek
heyetin tüm tarafların temsilcilerinden
oluşturulması gerektiğini belirten Nureddin, şöyle konuştu: “Bu heyet, Erbil
ile Bağdat arasındaki çelişkileri görüşmek için üç ay sonra Bağdat’a gidecek.
Bağdat, şimdiye kadar Kürdler için tek
bir şey yapmadı. Herhangi bir adım da
atmadığından bu heyet Bağdat’a gidecek
son heyet olabilir.”
Mahmut Osman da KBY ve Bağdat
ilişkilerine ilişkin değerlendirmelerde
bulundu. Tarafların sorumlu davranmaları gerektiğini söyleyen Osman, “Herkes
her şeyi söylüyor. Halk pratik ve diyalog
istiyor. Tarafların sorumlu bir biçimde
bu sorunları çözmesi gerekiyor. Oturulup tartışılmazsa sorunlar nasıl çözülür?
IŞİD ile mücadele de biraz yakınlaşma
var. Ancak diğer sorunların çözülmesinde sorun var. Örneğin Kerkük bir an
önce bir statüye kavuşmalıdır. Özerk mi
olur, Kürdistan’a mı bağlı olur, bunun
için referandum yapılmalıdır” ifadelerini
kullandı.
rs
ısa bir süre önce ortak hareket
etme konusunda anlaşmaya varan
Kürdistan Yurtseverler Birliği
(YNK) ile Goran Hareketi, Kürdistan
Bölgesi Başkanının görev süresini
uzatmaya, bağımsızlık referandumunu
parlamentonun aktifleştirilmesi şartına
bağlamaya dönük çalışmalar yürütmeye
ve diyalog heyetleri oluşturmaya başladı.
Goran ve YNK’nin bu hamlesine karşın
Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) ise
referandumun başkanlık konusundan
daha hayati olduğu görüşünde. Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Neçirvan
Barzani başkanlığındaki PDK heyeti ile
YNK Politbüro Sorumlusu Mele Baxtiyar
başkanlığında ki YNK heyeti ile bir araya
geldi. Toplantı hakkında resmi açıklama
yapılmazken referandum, Kürdistan
Bölgesi idaresi dışında ki Kürd bölgelerinin durumu ve diğer sorunların tartışılığı
belirtiliyor.
Öte yandan kendi içinde ekonomik
ve siyasal sorun yaşayan KBY’deki Kürd
heyetinin Irak merkezi hükümet ile
yapmayı planladığı petrol ve bütçe
görüşmeleri de ertelendi. Hafta içinde
Bağdat’a geri dönen Kürd bakanların
IŞİD ile ortak mücadele yürütme amacıyla bir araya gelen KBY ile Irak merkezi
hükümetinin petrol ve bütçe konusunda
olumlu görüşmeler yapılması bekleniyordu. Ayrıca, geçtiğimiz hafta Hazir
Cephesi’nde IŞİD’e karşı yapılan başarılı
operasyon KBY’de yoğun diplomasi trafiğine neden oldu. IŞİD ile mücadele eden
uluslararası koalisyonun ülke temsilcilerinin yanısıra Süryani Ortodoks Kilisesi
Patriği Moran Mor Ignatius II. Efrem Kerim de hafta içinde KBY’ni ziyaret ederek
IŞİD’in elinden alınan Hıristiyan köyleri
için KBY Başkanı Barzani’ye teşekkür
etti. IŞİD’in merkezi Musul’a mevzilenen Peşmergelerin yakın bir zamanda
Irak Ordusu ve uluslararası koalisyonun
desteği ile Musul Operasyonu’nu yapması bekleniyor. BasHaber’e operasyon
hazırlıklarının bittiğini belirten askeri
yetkililer, Peşmerge’nin hazır olduğunu
Irak Ordusu’nun da operasyon için Mahmur kentine takviye birlik gönderdiğini
açıkladı.
05
Barzani: Kürd ve Süryanilerin kaderi birdir
.a
K
Seydo İbrahim
Ninova Ovası’na geçtiğimiz hafta operasyon
düzenleyerek Kakeyi, Şabek ve Hıristiyan köylerini
IŞİD’in elinden alan Peşmerge’ye hafta içinde kutlama
mesajları geldi. IŞİD ile mücadele eden ülke temsilcileri KBY Başkanı Barzani’yi ziyaret ederek Peşmerge’yi
kutladıklarını ve destek vermeye devam edeceklerini
belirttiler.
w
YNK ve Goran Hareketi, referanduma, parlamentonun aktifleştirilmesi şartıyla destek vereceklerini belirtirken, YNK konuyu
PDK ile de müzakere etmeye hazırlanıyor. PDK ve Goran ile
görüşmeleri hususunda iki farklı heyet oluşturan YNK’nin
Goran ve PDK’yi aralarındaki sorunların çözümü konusunda
ikna etmeye hazırlandığı ve parlamentonun aktifleşmesi
konusunda aracı olması bekleniyor.
w
Siyaset diyalog arayışında
w
KBY:
Peşmerge Güçleri IŞİD’e karşı yürüttüğü operasyonlar ile KBY’nin idaresi dışında Irak’taki farklı etnik
ve dini azınlıkların bölgelerini de IŞİD’den almaya
hazırlanıyor. BasHaber’e konuşan Peşmerge cephe
komutanlarından Ahmet Gerdi, IŞİD’in halklar için
tehdit olmaktan çıkarılması için Musul’dan sökülüp
atılması gerektiğini belirterek, şu değerlendirmelerde bulundu: “Peşmergelerin savaş hazırlıkları
giderek daha da iyi oluyor. Giderek Musul’a yakınlaşıyoruz. Peşmerge Güçleri’nin bu yıl içerisinde
IŞİD’e karşı düzenlediği en kapsamlı operasyonları
yürütüyoruz. Karadan Peşmerge Güçleri’nin ilerleyişi sürüyor. Koalisyon uçakları da IŞİD hedeflerini havadan vurarak operasyona destek oluyor.
Zerevani Kuvvetleri, Özel Gulan Birlikleri ile Duhok
Peşmerge Komutanlığı’na bağlı birlikler Kakeyi,
Şabek ve Arap köyleri IŞİD’den temizlenmişti. Büyük
operasyon için ise hazırlıklarda sona geliniyor.”
Kanada ve ABD’li özel askeri birimlerinin de cephede savaştıklarına dikkat çeken Komutan Gerdi,
operasyonlara ilişkin şu noktalara değindi: “Silah
yardımları konusunda söz verenler çok, bunların
pratiğini görmek istiyoruz. Peşmergeler sadece
Kürdler için savaşmıyor. IŞİD artık halklar için ortak
bir tehdit durumuna gelmiş. Dolayısıyla bu ülkelerin
her yönüyle bizimle birlikte olması gerekiyor. Xazir
Cephesi’nde Kanada timi cepheye öncülük ediyordu.
ABD’li güçlerde ön saflardaydı. Xazır ve kurtarılan
diğer köyler Musul’a yakın yerlerdir. Bunun için
Musul Operasyonu öncesi hazırlık anlamında çok
önemli hamlelerdi. IŞİD şu anda Maxmur, Hewlêr,
Şengal ve Giwêr mıntıkasından uzaklaştırıldı. IŞİD
güçleri Musul merkezinin dışında fazla kalmadı. Irak
bölgesinde bulunan Felluce gibi yerler halen tam
olarak kurtarılamadı. Aslında operasyon için Irak
Ordusu’nu bekliyoruz. Onlar kendi çevrelerindeki
IŞİD’lileri daha temizleyemediler. Koalisyon güçleri,
Irak Ordusu ile Peşmergeler Musul Operasyonu için
ortak hareket edecekler.”
“Haşdi Şabi’nin Musula girmesi provakasyon olur”
Haşdi Şabi gibi mezhepçi bir örgütün Musul’a
girmesinin provokasyon yaratacağının altını çizen
Komutan Gerdi şunları söyledi: “Haşdi Şabi’nin Musul Operasyonu’na katılmasını uygun bulmuyoruz.
Musul halkı onları istemiyor. Peşmerge olarak biz
de onların operasyona dahil olmasını istemiyoruz.
Onlar mezhep ayrılıklarını körüklüyor. Felluce gibi
bazı yerlerde halka dönük saldırıları oldu. Yaklaşımları iyi değil. Sünniler onlardan korkuyor.”
Öte yandan Irak Ordusu yetkilileri kendilerine bağlı
olan 37. Tugay’a ait güçlerin bir bölümünü Musul
Operasyonu’na hazırlık kapsamında Mahmur bölgesine gönderdiğini duyurdu. Aralarında tankların da
bulunduğu 500 civarında askeri araçtan oluşan Irak
Ordusu’na ait büyük bir askeri konvoy hafta içinde
Mahmur’a ulaşmıştı. Ordu yetkilileri, devam eden
Ramadi ve Felluce operasyonlarının yanısıra Musul
için hazırlıklarına devam ettiğini belirtiyor. Ayrıca
Irak Ordusu Ninova Kuvvetler Komutanlığı’nın Musul
Operasyonu’nu idare ettiği dile getiriliyor.
HABER
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
5
SÖYLEŞİ
K
BY Başkanı Mesud Barzani,
Doğu Süryanilerinin ruhani liderini de Başkanlık Konutu’nda
kabul etti. Barzani, Süryani Ortodoks
Kilisesi Patriği Moran Mor Ignatius
II. Efrem Kerim’i kabulünde ‘‘Kürd ve
Süryanilerin kaderi birdir’’ ifadesini
kullandı.Kürdistan Bölgesi Başkanlık
Konutu’ndan yapılan açıklamaya göre
Patrik Mor Ignatius II. Efrem Kerim,
Hristiyan halkları koruduğu için
Mesud Barzani’ye teşekkür ederek,
Barzani’nin ‘‘Hristiyanlar ülkelerini
terk etmemeli! Öleceksek hep birlikte
öleceğiz, yaşayacaksa da özgürce birlikte yaşayacağız’’ sözünden duyduğu
memnuniyeti dile getirdi. Patrik Mor
Ignatius, tüm dinsel ve etnik bileşenlerin Kürdistan’da barış ve kardeşlik
içerisinde yaşamasının önemine dikkat
çekerek, Hristiyanların geleceklerinin garanti altına alınması halinde
ülkelerini terk etmeyeceklerinin altını
çizdi. Patrik Mor Ignatius, Başkan
Barzani’den IŞİD’in işgali altındaki
Hristiyan bölgelerinin de kurtarılmasını talep etti.
Mesud Barzani ise görüşmede,
IŞİD’in tüm insanlık değerleri ve dünya
için büyük bir tehdit olduğunu belirterek, Kürd, Süryani ve diğer halkların
kaderinin bir olduğu vurgusu yaparak,
tüm bileşenlerin birlikte kardeşçe
yaşaması ve kimsenin topraklarını terk
etmeyi düşünmemesi gerektiğinin
altını çizdi. Barzani, IŞİD’in işgali altın-
daki bölgelerin özellikle de Musul’un
kurtarılması operasyonu öncesi tüm
tarafların görevlerinin iyi belirlenmesi
gerektiğine dikkat çekerek, IŞİD’den
sonraki süreçte Ninowa Eyaleti’ndeki bileşenlerin haklarının şimdiden
garanti altına alınmasının önemine
değindi.
Kanada: Peşmerge’ye
yardımlarımız sürecek
KBY Başkanı Mesud Barzani, görev
süresi dolan Kanada’nın Irak-Ürdün
Büyükelçisi Bruno Sakomani ve
beraberindeki heyeti de Selahadîn’deki
Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görev süresinin dolması nedeniyle veda
ziyaretleri gerçekleştiren Kanada’nın
Irak-Ürdün Büyükelçisi Bruno
Sakomani görüşmede, Irak-Ürdün
görevine atandığı günden beri ülkesi
ve KBY arasında iyi ilişkiler geliştirmek
için birçok çalışma yürütüldüğünü
söyledi. Kanada Büyükelçisi Sakomani,
ülkesinin, Peşmerge’ye yardımlarının
devam edeceğini belirterek, Peşmerge
Güçleri’nin çok sınırlı askeri ve lojistik
imkânlarla IŞİD’e karşı benzersiz bir
mücadeleyle dünyaya Kürdistan’ın
adını duyurduğunu belirtti. Bruno
Sakomani ayrıca KBY’nin yaşanan
ekonomik krize rağmen çok sayıda
mülteciye kapılarını açmasının çok
değerli olduğunu ve Kürdistan halkının
misafirperverliğinin dünyanın hiçbir
yerinde olmadığını ifade etti.
KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Fransa eski Başbakanı ve Ana Muhalefet
Partisi Les Republicans (LR) Milletvekili François Fillon ve beraberindeki heyeti kabul etti.
Fransa’nın Erbil Başkonsolosu Alen
Goparte’nin de hazır bulunduğu Fransız
heyetin başkanı François Fillon, Peşmergeleri
savaş cephesinde bizzat ziyaret ettiklerini belirterek, Fransa’nın KBY’ye desteğinin sürmesi
için gerekli olan çabayı göstereceğini söyledi.
Mesrur Barzani, KBY’nin bağımsızlık referandumuyla ilgili hazırlıklarından bahsederek,
‘‘Bir ülkede insanlar sırf kimliği ve ait olduğu
etnik gruptan dolayı öldürülüyorsa, o ülke ile
nasıl birlikte yaşanabilir ki?’’ dedi.
Görüşmenin sonunda, savaştan kaçan Iraklı
göçmenlere kapılarını açtığı için Kürdistan
halkı adına Mesrur Barzani’ye teşekkür eden
Fransız heyet üyeleri, özeleştiride bulunarak Avrupa vatandaşları olarak, Kürdler ve
Kürdistan’a karşı duyarsız yaklaşımlarından
dolayı kendilerini suçlu hissettiklerini ancak en
kısa sürede bu hatayı gidereceklerini söyledi.
‘Sınırlı silah ile direniyoruz’
KBY’deki yoğun diplomasi trafiği bu hafta da
devam etti. KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı
Mesrur Barzani, Filipinler’in Irak Büyükelçi Vekili Almer Kator ve beraberindeki heyet ile bir
araya geldi. Son siyasal gelişmelerin ele alındığı görüşmede Mesrur Barzani’nin Peşmerge
Güçleri’nin elindeki sınırlı silah ve cephaneye rağmen IŞİD’i bölgede durduran tek güç
olduğunu belirtti. Barzani, IŞİD’in sadece bölge
için değil tüm dünya için bir tehdit olduğunun
altını çizerek, Filipinler ve diğer ülkelerin KBY
ve Peşmerge’ye daha fazla destek olması
gerektiğini kaydetti.
Filipinler Büyükelçi Vekili Almer Kator ise
Peşmerge Güçleri’nin IŞİD’e karşı büyük başarı
elde ettiğini dile getirerek, Filipinler hükümeti adına başarılarından dolayı Peşmerge
Güçleri’ni kutladı. IŞİD ile mücadele kapsamında Filipinler hükümetinin, Peşmerge Güçleri’ni
eğitmeye hazır olduğunu vurgulayan Almer
Kator, ülkesinin yakın bir gelecekte Erbil’de
temsilcilik açmayı hedeflediğini açıkladı.
MANŞET
“Avrupa, Türkiye‘yi AB’ye almak
istemiyor“
“Avrupa Türkiye‘yi AB’ye almak
istemiyor. Türkiye ile müzakereler yapılıyordu ve aynı zamanda Türklere şu
söyleniyordu: Müzakerelerden ne sonuç çıkarsa çıksın AB üyesi olmayacaksınız. Bunun için yeterince nedenimiz
var diyorlardı. Almanya’nın fazlasıyla
tereddütü vardı. Yine Fransa’dan da
benzer tereddütler ifade ediliyordu.
İslam ile biçimlenmiş bir ülkenin AB
üyesi olması konusunda genel anlamda
sıkıntıların yaşanacağı bekleniyordu. Bu tutum işin arka planındaydı.
Bu gerilimin gerçek nedenin de ise,
sözleşmeler gereği üyelik müzakereleri
yapılmasına karşılık, müzakerelerin
sonunda Türkiye‘nin gereken çabayı
sarfetmemesi yatıyor. Bu Türk tarafında
derin bir hayal kırıklığına yol açtı, inanıyorum ki özelikle AB‘nin bu tutumu
Erdoğan‘ı çok yaraladı. Herşey açığa
çıkmıştır. Gerçi şu anda görüşmeler
devam ediyor, hatta mülteci sorunu sayesinde bu ve diğer bölümler müzakereler içine alınıyor. Öyle görünüyor ki,
Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye‘nin
AB üyeliğine girmesi konusunda
umursamaz bir hava içerisinde bunu da
ifade etti zaten. Vize serbestliği ile ilgili
“Erdoğan’ın devleti laik olmayacak“
“Erdoğan bir şeriat devletinden bahsetmiyor, arka tarafta konuşuluyor. İlk
kez yeni Meclis Başkanı‘ndan duyduk.
Erdoğan bunu da duymamazlıktan
geldi. Ancak öyle bir devlet sözkonusu
ki bu devlet Kemalist devletten ayrı
olacak, onun gibi olmayacak. Artık laik
olmayacak, öyle bir devlet gerçekten
yüksek bir hacimde İslam ve İslam etiği
ile biçimlenecek. Erdoğan bir islamist
olduğunu düşünüyorum, ancak İslam
Devleti için hemen eline silah
alacak, militan bir İslamist
veya bir terörist değildir.
Ancak Türkiye‘nin bir
İslam toplumu tarafından
biçimlendiğini, bunun şöyle
veya böyle bir şekilde bir
devlet biçimi ile siyasi
kurumlarda da ifade
edilmesi gerektiğini
düşünüyor ve şu
ana kadar sözlü
olarak da bunu
“Türk devleti ile PKK arasındaki
savaş tırmanacak“
Savaşın daha da tırmanacağına inanıyorum. Son olarak İstanbul‘daki patlamayı duyduk. Muhakkak arkasında
PKK veya ona yakın bir grup bulunuyor.
Türk gazetelerine de baktığımızda,
hemen hemen her gün savaş haberleri yayınlıyorlar. Nerede ne zaman
insanların öldürüldüğünü yazıyorlar
veya işte “ordu operasyon yaptı“, veya
kaç askerin “şehit“ edildiğini sayfalarına
taşıyorlar. Bence savaş tekrar tırmanacak. Ilk hedefleri HDP‘yi yasaklamak ve
onu oyundan safdışı etmektir. Bununla
hedeflenen şey, şu veya bu şekilde Türk
devleti ile Kürdler arasında aracı bir
rol üstlenebilecek siyasi güç bertaraf
edilmek isteniliyor.
“AB, insan hakları eksenli bir anayasa istiyor“
“AB ilkesel olarak vatandaş ve azınlık
haklarını destekliyor. Terörizme ve
şiddete karşıdır. AB, din ve etnik
azınlık sorunlarının vatandaşlık hakları
temelinde çözümünden yanadır. AB,
Kemalist düşünce ve kavramlardan yola
çıkmayan, vatandaş haklarını, insan
haklarını garanti altına alacak yeni
bir anayasadan yanadır. Söylediğim gibi bu bir siyasi süreçtir.
Avrupa tarafından her iki
tarafın, Türk Devleti
ve Kürd tarafının
başvurduğu şiddeti
aynı derecede
mahkum ediyor ve
karşı çıkıyor.“
emokratik Suriye Güçleri’nin (DSG)
IŞİD kontrolündeki Minbic kuşatmasında sona yaklaşılıyor. DSG güçlerinin Minbic’in kimi mahallelerine girdiği ve
IŞİD üyelerinin kentte sıkışttığı bildiriliyor. 1
Haziran’da başlayan operasyona Pentagon’un
özel kuvvetleri hem havadan, hem de karadan
katıldıkları operasyonu yönetiyor. ABD’li
askerlerin yanısıra Fransız askeri uzmanlar da
operasyona katılıyor.
BasHaber’in bölgedeki kaynaklardan edindiği bilgilere göre, kentin Halep’e giden yolu
üzerinde bulunan Cib Nahid, Remel Exder
köylerini kontrol altına alınırken IŞİD güçleri
kent merkezinde sıkışmış durumda. Öte
yandan Londra merkezli Suriye İnsan Hakları
Gözlemevi de IŞİD’in hava bombardımanını
önlemek için şehir merkezi üstünde duman
yaymaya çalıştığını belirtiliyor. Kuşatma
öncesinde yaklaşık 120 bin nüfusa sahip olan
kentteki nüfusun çoğunluğunun evlerini
terk ederek DSG’nin kontrolünde bulunan
yerleşimlere sığındıkları ifade ediliyor. 100
binden fazla insanın bölgeden ayrıldığı, kentte
yaklaşık 20 bin sivilin kaldığı bildiriliyor.
.o
rg
“AB ile ilişkiler, demokratik
normlarla uyum meselesi“
“Tabiki böyle bir devlet AB normlarına uymayacak, eğer böyle bir yöne
girerse Türkiye, Avrupa ilişkileri için
büyük bir yük olmaya başlayacak. Şeriat devletinden bahsedilince, Avrupalı
parlamenterler buna hemen reaksiyon
gösterip, ‘böyle bir şeyin AB-Türkiye
arasında yürütülen müzakerelerin de
sonu olacağını’ söylüyorlar.“
Mehmet Salih Batırhan
ur
d
“Kürd ve Ermeni meselesi ilişkileri
olumsuz etkiler“
“Tabiki AB-Türkiye müzakerelerinde
Kürd meselesi daima önemli rol oynadı. AB - Türkiye arasındaki ilişkilerin
kalitesine gelince, bu hususta Kürd
meselesi daima temel öğe idi. Federal
Meclis’te Ermeni Soykırımı’nı tanıyan
yasa tasarısının kabul edilmesinin mevcut ilişkilere olumsuz etkisi olacağına
inanıyorum. Son haftada Ankara’nın
konuyu fazla önemsemediğini gördük.
Sembolik jestler söz konusu idi. Ancak
geçmişe baktığımızda, Almanya’dan
birkaç yıl önce Fransa’da aynı adımı
atarken, ilk önce çok büyük bir fırtına
estirildi ve birkaç haftadan sonra konu
adeta unutuldu, kimse artık ondan
bahsetmedi. Ve inanıyorum ki bu sefer
de öyle olacak. Ayrıca Alman - Türk
ilişkileri veya Avrupa - Türk ilişkileri
ilk etapta Ermeni Meselesi’nin hedefi
veya Ermeni Meselesi’ne bağımlı
olmayacak. Esas olarak mesele Mülteci
Anlaşması ve mülteci sorunudur. Evet,
bu esas problem gelecek günlerde
Alman - Türk ilişkilerinin veya Avrupa
- Türk ilişkilerinin kalitesini yoğuracak,
basamağı olacaktır.“
D
söyledi. Şimdi de dış politikada Suudi
Arabistan ile sıkı ilişkilerden dolayı
olsun veya diğer İslam devletleriyle
ilişkiler olsun, artık İslam Dünyası‘nın
Batı‘dan bağımsız olarak kendisini organize etmesi gerektiğini, izah etmeye,
açıklamaya çalışıyor.“
ak
yapılan görüşmelerde, çok derin görüş
ayrılıklarının olduğu ve işin ciddiye
alınmadığı da herkes tarafından izlendi
görüldü.“
iv
ize serbestisi, mülteciler, devlet
güçlerinin ile PKK arasındaki
çatışmalar ve insan hakları ihlalleri konularının öne çıktığı müzakere
sürecinde gerilen ilişkiler Türkiye-AB
arasında en ciddi krize neden oldu.
Türkiye-AB ilişkileri en negatif dönemine girerken, üyelik sürecinin kesintiye
uğramasının yol açacağı sorunlara
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert
çıkışlarının neden olduğu iddia ediliyor.
Uzmanlar, Batı dünyasının Türkiye’yi
endişe ile izlediğini, Ankara’nın AB ile
yaptığı mülteci anlaşmalarının boşa
çıktığını, geçtiğimiz hafta Federal
Almanya Parlamentosu‘nun kabul
ettiği Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı
ile Alman-Türk ilişkilerinin de yara
alacağına dikkat çekerek, sağduyu ile
diplomatik ilişkilere geri dönülmesi
çağrısında bulunuyor.
Ankara-Berlin-Brüksel ilişkilerinin
geldiği aşamayı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın ajandasında nelerin
olduğunu Berlin Üniversitesi Ortadoğu
Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof.
Dr. Udo Steinbach BasHaber’e değerlendirdi.
rs
olmayı istememektedir.
Geleneksel devlet aklında AB, Türkiye’nin güvenliğini bozan
bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Derin devlet ideolojisine
göre, Türkiye’deki bölücülük ve Alevilik sorunlarının arkasında
Avrupa vardır. Avrupa’nın Türkiye’yi bölmek ve parçalamak isteyen gizli bir baş düşman olduğu düşüncesi, derin devlet aklının
değişmeyen inancıdır. Bu değişmeyen inanç üzerine kodlanan
derin devlet aklı, sahici anlamda hiçbir zaman Türkiye’nin AB’ye
yakın olmasını veya üye olmasını istememiştir. Avrasyacılık,
Rusya ile yakınlaşma çabaları ve Şanghay Beşlisine dahil olma
arzuları, aslında Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olmayı
istememesinin değişik zamanlardaki tezahürlerinden başka bir
şey değildir.
Avrupa Birliği de aslında Türkiye’yi tam üye olarak görmeyi
istememektedir. AB, üyelik müzakerelerinin açık bir süreç içinde
sürekli bir şekilde devamından yanadır. AB, Türkiye’nin tam
üyeliğin kıyısından bile geçtiğini bile düşünmemektedir. İngiltere
Başbakanı Cameron’un ‘Türkiye’nin üç binli yıllarda AB’ye üye
olabileceğini’ söylemesi, aslında bir gerçekliğin ifadesidir. AB,
Türkiye’ye Avrupa’nın varlığını tehlikeye atan bir tehdit olarak
bakmaktadır. AB ve Türkiye’nin karşılıklı olarak birbirlerini
tehdit ve düşman olarak kodlamaları, AB ve Türkiye’yi birbirine
yabancılaştırmakta ve uzaklaştırmaktadır.
Türkiye ve AB ilişkileri büyük bir kriz ve gerilim döneminden geçmektedir. AB’nin terör tanımının yeniden yapılması
talebi ve Alman Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımını tanıma
kararı, Türkiye’de büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gelişmeler üzerine AB’ye ‘sen yoluna, biz
yolumuza’ restini çekmiştir. AB, Erdoğan’a, hükümete ve AK
Parti’ye güvenmediği gibi, Erdoğan ve AK Parti’de AB’ye güvenmemektedir. AB’nin vize anlaşmasını Davutoğlu ile yapması
Ankara’da AB’nin güvenilir alternatif muhatap oluşturma arayışı
olarak değerlendirmiştir. Hatta daha ileri gidip Davutoğlu’nun
başbakanlığı bırakmasında AB ile kurulan yeni ilişki girişimlerinin etkili olduğunu iddia edenler bile bulunmaktadır. Bugün AB
ve Türkiye, karşılıklı olarak birbirine güvenmemektedirler.
AB, şu anda büyük bir varoluş krizi ve ekonomik durgunluk
yaşamaktadır. İngiltere’nin AB’den çıkması tartışılmakta ve
konuyla ilgili referandum tartışmaları yapılmaktadır. Varoluşunu
devam ettirme konusunda kendisini tehlikede gören ve dağılma
riskiyle yüz yüze bulunan AB için, Türkiye’de olup bitenler
birincil derecede önemli ve öncelikli görülmemektedir. AB,
dokunulmazlıkların kaldırılması, çözüm sürecinin sona ermesi,
çatışmaların yoğun bir şekilde başlaması, harabeye dönen
kentler gibi sorunlarla öncelikli olarak ilgilenmemektedir. AB,
mülteci sorununu varlığına yönelik önemli bir tehdit olarak değerlendirdiğinden dolayı Türkiye üzerinden bu sorunu çözmeye
çalışmaktadır. AB, mülteci sorunundan dolayı Kürd Meselesi ve
Güneydoğu’da olup bitenlere sessiz kalmayı tercih etmektedir.
Mülteci sorunu, Kürd Meselesi’ni AB’nin gündeminden çıkarmıştır, Türkiye ve AB’nin ortak tarafı, ikisinin gündeminde Kürd
Meselesi’nin olmamasıdır.
Uzun süredir yaşanan gerilimler ve tartışmalar, AB ve
Türkiye’yi birbirine yabancılaştırmıştır. Mülteci konusunun
araçsal kullanımı, Türkiye ve AB’yi birbirine yakınlaştırmaya
yetmemektedir. Mülteci sorunu, önümüzdeki günlerde yeni gerilim ve çatışma alanlarının oluşmasına yol açacak bir potansiyele
sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunun,
önümüzdeki en az beş yıl boyunca dondurucuya kaldırıldığını
söyleyebiliriz. AB ve Türkiye ilişkilerinin geleceğinden ziyade,
güvensizliğinden ve geleceksizliğinden söz etmek şu an için daha
mümkün gözükmektedir.
Avrupa, Türkiye‘yi
AB’ye almak istemiyor
V
.a
Türkiye-AB ilişkileri hep gerilimlerle
ve çatışmalarla dolu olmuştur. 56 yıllık
Türkiye-AB ilişkiler tarihini ‘krizler tarihi’ olarak niteleyebiliriz. 56 yılın sonunda
Türkiye, gerçekten AB’ye üye olmak istiyor mu veya AB, Türkiye’yi tam üyeliğe
kabul edecek mi sorularını konuşmaya ve
tartışmaya devam ediyoruz. AB ve Türkiye, birbiriyle ilişkide olmasına rağmen,
her iki taraf da birbiriyle üye olarak iç içe
ROJAVA
13 - 19 Haziran 2016
07
Minbic düştü düşecek
Ortadoğu Uzmanı Prof. Steinbach:
w
BİLAL SAMBUR
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
w
TC - AB: Gelecek mi,
güvensizlik mi?
BasHaber
w
06
IŞİD, Halep’ten de kaçıyor
Operasyonun öncü kuvveti olarak bilinen
Minbic Askeri Meclisi Genel Komutanı Adnan
Ebû Emced yaklaşık 2 haftayı geride bırakan operasyona ilişkin değerlendirmelerde
bulundu. Komutan Emced, Minbic‘in IŞİD’in
elinden alınması amacıyla başlatılan operasyonun başarılı şekilde devam ettiğini açıkladı.
Güçlerinin şehir merkezini çembere aldıklarını ancak sivil kayıpların yaşanmaması için
temkinli davrandıklarını ve ağır ilerlediklerini
belirtti. İki haftadır süren operasyon kapsamında, bugüne dek 96 köy ve 16 mezranın
IŞİD’den alındığı ve 200’e yakın IŞİD üyesinin
öldürüldüğü ifade ediliyor. 70’e yakın DSG
savaşçısının da çatışmalarda yaşamını yitirdiği
belirtiliyor.
Minbic kırsalının yanı sıra Halep
Cephesi’nin kuzeyinde de askeri hareketlilik
yaşanıyor. Minbic’te sıkışan IŞİD’in, Kilis’in
karşısında bulunan 16 köyü bilinçli olarak
ÖSO’ya bıraktığı ifade ediliyor. Halep’teki
gelişmeleri ve IŞİD’in geri çekilmesine ilişkin
BasHaber’e bilgi veren gazeteci Mohamed Eli,
IŞİD’in; Kafer Kalbayn, Yaban, Tel Husên,
Hazal, Yazmal, Cariz, Kelb Cibrin
Sindif, Karaköprü’nün de aralarında bulunduğu birçok köyü ÖSO’ya terkettiğini belirtti.
Suriye Ordusu’nun de Halep’in kuzeyine
doğru ilerlediğini ifade eden Eli, rejim ile
ÖSO arasında şiddetli çatışmaların yaşandığını, Rusya’nın desteğini alan rejimin Halep’te
önemli bölgeleri kontrol etmeye başladığını
söyledi. Çatışmalı bölgelerden kaçan sivillerin
Efrin’e sığındıklarını belirten Eli, Efrin’ine 20
binin üzerinde sivilin sığındığını açıkladı.
Halep’teki durumun Tahran, Şam ve
Moskova’nın da gündeminde olduğu öğrenildi. İran’ın resmi ajansı İrna, Rusya Savunma
Bakanı Sergey Şoygu, İran Savunma Bakanı
Hüseyin Dehkan ve Suriye Savunma Bakanı Jassem al-Freij’in Halep’teki gelişmeleri
konuştukları ifade ediliyor.
İdris Nassan:
YPG Fırat’ın batısında kalacak
Kobanê Eski Dış İşleri Bakanı İdris Nassan,
Suriye ve Rojava’da yaşanan askeri hareketliliği, Minbic kuşatmasını BasHaber’e
değerlendirdi. Nassan, IŞİD’in işgal ettiği
kent ve köylerdeki halkın IŞİD’in zülmünden
kurtulmak için DSG’ye başvurduğunu ve bu
sivillerin operasyonlar sonucunda kurtarıldıklarını ifade etti. DSG’nin Minbic’i IŞİD’e
karşı mücadele eden uluslararası koalisyonun desteği ile kuşattığını açıklayan Nassan,
“ABD ve diğer Batılı güçler DSG’nin IŞİD’i
Suriye’den çıkaracaklarını anladılar. DSG, PYD
ve Rojava’daki Özerk Yönetim’in yaratmış olduğu ortam sonuç vermeye başlıyor. PYD’nin
öncülük ettiği sistem Rojava ve Suriye’deki
halklar tarafından da benimsendi. Minbic’ı
özgürleştirme hamlesinin başında Minbicli
gençler ve savaşçılar alıyor. Kendi meclislerini
kurdular ve IŞİD’i bölgelerinden çıkarıyorlar” şeklinde konuştu. Türk yetkililerin ‘YPG
ve PYD Fırat’ın batısında kalmayacak-lar’
şeklindeki açıklamalarına da tepki gösteren
Nassan, IŞİD’in YPG ve DSG’nin eli ile Fırat’ın
batısından çıkarılacağını ve bu bölgelerin DSG
ve YPG tarafından korunacağını söyledi.
Efrin Yasama Meclisi Eşbaşkanı Hêvi
Mistefa: Siviller Efrin’e sığınıyor
Efrin Kantonu Yasama Meclisi Eşbaşkanı
Hêvi Mistefa’da Minbic, bölgedeki duruma
ilişkin BasHaber’e bilgi
verdi. Minbic ve
Bab bölgesinin
IŞİD’in elinden alınmasının hayati bir önem
taşıdığını söyleyen Mistefa, Kobanê ve Efrin’i
n birleşmesi için bu bölgelerin IŞİD’den alınması gerektiğini söyledi. Minbic ve Şehba’daki
IŞİD üyelerinin kısa bir zamanda bölgeden
çıkarılacaklarını da sözlerine ekleyen Mistefa,
“Rojava Yönetimi olarak bizim kan-tonları birleştirmek ve halkımız arasında koridor açmak
gibi bir kararımız var. Bunu gerçekleştireceğiz.
Biz de Türkiyeli yetkiler gibi ‘Minbic, Şehba ve
Cerablus için düştü düşecek’ diyoruz” şeklinde
konuştu.
Mistefa, Halep’in kuzeyinde yaşanan
çatışmalardan kaçan 10 binlerce sivilin Efrin’e
sığındığını ifade ederek, Efrin yönetimi ve
sakinlerinin sivillere kucak açtıklarını açıkladı. Suriye’deki çatışmaların Efrin çevresinde
yoğunlaştığını sözlerine ekleyen Mistefa
uluslararası yardım kuruluşlarına, “BM,
AB, uluslararası kuruluşlar Efrin’deki dramı
görmeli. Onlara sesleniyoruz; Sivil vatandaşların durumları çok kötü, ilaç ve temel ihtiyaç
malzemeleri sona ermiş” sözleri ile çağrıda
bulundu.
PDKS’li Kawa Ezizi:
PYD- YPG Kürdler ile ittifaktan kaçınıyor
Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDKS)
Meclis Yürütme Kurulu Üyesi Kawa Ezizi
de Suriye’de yaşanan gelişmelere ilişkin
BasHaber’e konuştu. Ezizi, Suriye’deki
savaşın telafisi olmayacak tahribatlara neden
olduğunu söyledi. Rojava’nın insansızlaştığını söyleyen Ezizi, ”PYD ve YPG’nin siyaseti
de Rojava’nın boşaltılmasına neden oldu.
Rojava’da insan kalmadı. PYD Suriye’deki
Araplar ile, Süryani ve Ermeniler ile ittifak kuruyor. Kendisinden olmayan Kürdleri de sürüyor” şeklinde konuştu. Minbic Operasyonu’nu
da değerlendiren Ezizi, PYD ve YPG’nin Arapların rahatları ve kazanımları için mücadele
ederek Kürd siyasetine zarar verdiğini ifade
etti. Roj Peşmergeleri’nin, Rojava’ya gelişlerinin PYD–YPG tarafından engellendiğini
ifade eden Ezizi şöyle dedi: “Roj Peşmergeleri
Kürdlerin ka-zanımlarını korur. Peşmerge’nin
Rojava’da bulunmasından çekiniyorlar. ‘Kardeş kavgası çıkar’ diyorlar. PKK ve PYD’nin ne
yaptığı, kimler için çalıştıkları belli değil.”
Yazar Heyder Omer:
Esad’a Kürdlere saldıracak
Almanya’da yaşayan Rojavalı Araştırmacı
Yazar Heyder Omer BasHaber’in sorularına
yanıt verirken, DSG’nin ve Kürd güçlerinin
kazanımlarını düşünmeleri gerektiğini
ifade etti. Omer, “DSG’nin dinamik gücünü
Kürdller oluşturuyor ve ABD ve Rusya ile
hareket ediyorlar. ‘Kürdlerin bu operasyonlarda kazanımları neler olacak’ sorusu netlik
kazanmış değildir. Kürdler kendi kentlerini
birleştirmek için çaba göstermeliler. Bu bir
fırsattır. Rakka’da Kürd çocuklarını ölüme
götürmemeleri lazım. ABD ve Rusya’nın öncü
gücü olmaktan kaçınıp stratejik davranmalılar” ifadelerini kullandı. Omer, kısa vadede
Kürdlerle rejim arasında çatışma beklediğini
de belirtti. Arapların, Kürdlerin kazanım
elde etmelerine razı olmayacaklarını savunan
Omer şöyle dedi: “Kürdlere karşı esas savaşı
Esad verecek. Esad Kürdlerin güç kazanmasından çok rahatsız. Kürdlerin bunu görmeleri
geekiyor. Bu yüzden biran önce Cerablus,
Minbic ve o hat üzerindeki bölge alınmalı ve
Kürd kentleri birbirine bağlanmalı. Aksi taktirde bu bölgeleri Esad tehdit edecektir.”
Kobanê Meclisi Eşbaşkanı Feyziya Evdo:
Sêmalka’nın açılması önemlidir
Öte yandan PYD ile ENKS arasında devam
eden sorunlar ve kapıdaki uygulamalar nedeni
ile bir süredir kapalı olan (Pêşxabûr) Sêmalka
Sınır Kapısı yeniden açıldı. KBY ve Rojava arasında bulunan Sêmalka Kapısı’nın tüm insani
yardımlar ve ihtiyaçlar için açık tutulacağı
öğrenildi. Sêmalka Sınır Kapısı’nın açılmasını
BasHaber’e değerlendiren Kobanê Yasama
Meclisi Eşbaşlkanı Fewziye Evdo, Sêmalka’nın
açılmasını KBY ve Rojava arasındaki gergin
ilişkileri sonlandıracağını, kapının açılmasının Rojava’daki ihtiyaçların giderilmesine
de olanak sağlayacağını ifade etti. KBY ile
ilişkilerine de değinen Evdo, “Sêmalka sadece
bir sınır kapısı değildir. Anı zamanda bir gönül
kapısıdır. Kürdler birbirlerine gönüllerini
kapatmamalıdır. Umarım kapının açılması
bir başlangıç olur ve KBY ile olan sorunlar da
çözülür. Tüm Kürdlerin birbirlerine yardım
etmeli. Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistan’da
sıkıntılar ve çatışmalar var. Kürdler bu süreçten birlik ile çıkabilir. Çelişkiler büyütülerek
sorunlar çözülmez” şeklinde konuştu.
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran 82016
SÖYLEŞİ
Türkiye Kopenhagen Kriterleri’nin neresinde?
Türkiye bugün bu aşamadan çok uzak, yani bugün aday
olup müzakereye başlama aşamasında olsaydı Kopenhag
siyasi kriterine yeterince uymadığı için müzakereleri başlamazdı. Dediğim gibi Avrupa tarafında artık adaylık statüsü
sorgulanıyor. Bırakın üyeliği ki asla gündemde değil, adaylığa
layık mı bu sorgulanıyor artık. Bunun sonuçları olabilir.
Türkiye, doğru dürüst proje üretemediği için tamamını
harcayamadığı yıllık bir milyar avroluk hibe alıyor. Bunlar
kesilebilir, nitekim artık dile getiriliyor. Eskiden Türkiye’nin
adaylığa layık olmadığını marjinal siyasi gruplar dile getirirdi,
şimdi artık ana akım siyaset de bunu söylemeye başladı. Avrupa tarafında Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin adaylığı
sorgulanır hale geldi.
Avrupa, Türkiye’nin adayığını sorguluyor, peki
Türkiye’de AB’ye karşı durum ne?
Türkiye tarafında ise öyle şizofrenik bir durum var ki,
sürekli AB ile didişen, AB’nin önemli ülkeleri ile mesela
Almanya ile atışan, önüne gelene ayar veren, bağırıp çağıran
bir Ankara var. Şimdi bir taraftan böyle bir Türkiye var, diğer
taraftan sözüm ona AB uyumu amacıyla 2009’da kurulmuş
rg
.o
Türkiye, Avrupa Birliği ilişkileri baş aşağı gidiyor.
Kimilerine göre sonun başlangıcı olarak da değerlendirilen bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Brüksel ile Ankara arasındaki ilişki kopuyor mu?
Sadece Brüksel değil, 28 ülkenin başkentlerinde de
artık bu konu gündemde, gündemden kastım şu: Artık
Türkiye’nin adaylığa yakışıp yakışmadığı, layık olup olmadığı
konuşuluyor.
2005’te Türkiye müzakerelere başladı, şuan o aşamanın çok
gerisindeyiz. Hatta 1999’da üye adaylığımızın tescil edildiği
Helsinki Zirvesi’nden de geriye düşmüş vaziyetteyiz. Türkiye
adaylığın vecibelerinin neredeyse hiç birini artık yerine
getirmiyor ve bugün, bırakalım müzakereyi, Avrupa Birliği’ne
aday dahî olamaz. Örneğin Avrupa’nın son komünist ülkesi
Belarus bugün Brüksel’in kapısını çalsa Avrupa Birliği üyesi
ülkeler “sen nerden çıktın, hiçbir şekilde Avrupa Birliği’nin
normlarıyla uyumlu bir ülke değilsin” derler, bunu aynen
Türkiye’ye de derler. 1999’dan bahsediyorum daha müzakere
söz konusu bile değil. Müzakerelere bakarsak, müzakereye
başlayabilmek için Kopenhagen siyasi kriterinin asgari bir
şekilde yerine getirilmesi gerekir.
ur
d
bir AB Bakanlığı var. Bu Bakanlığın uyum çalışmalarında
eşgüdüm rolü vardır. Ama bir bakıyoruz yeni Bakan Ömer
Çelik, “Türkiye’nin AB’den başka alternatifleri de vardır”
diyor ilk beyanında. Bunu bir hükümet söyleyebilir, bir
Başbakan dile getirebilir, Cumhurbaşkanı da söyleyebilir ama
AB Bakanı düşünse bile bunu dile getirmez, işi o çünkü. Dolayısıyla artık kimsenin inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle
bir yere geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki sözünü sakınmayan birisi malum, açık açık ‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor.
Şimdi bunu, AB tarafındaki demin anlattığım “Türkiye artık
aday dahi olmamalı” yaklaşımıyla birlikte okuduğumuzda bu
iş biter, bu işin bir anlamı kalmaz.
ak
Yeter Polat
iv
“Türkiye artık aday dahi olmamalı” yaklaşımında
olan AB’nin tavrıyla birlikte okunduğunda ise “bu iş
biter, bu işin bir anlamı kalmaz” diyor Aktar.
Avrupa tarafında Türkiye’nin adaylık statüsünün sorgulandığını vurgulayan Aktar, “Bırakın üyeliği ki
asla gündemde değil, adaylığa layık mı Türkiye,
bu sorgulanıyor artık” diyerek, AKP hükümetlerinin politikaları ile Avrupa’daki uygulamaların yüz seksen derece zıt olduğunu belirtiyor.
Prof. Dr. Cengiz Aktar BasHaber’in
Ankara-Brüksel ilişkilerine dair
sorularını yanıtladı.
AB’nin diğer koşulları konusunda
Türkiye’nin tavrı ne?
72 koşul meselesine gelirsek… AB
2013’te Türkiye’nin koşullarını ve üyelik
perspektifinin zayıflığını göz önüne
alarak o koşulları yazdı, Erdoğan’ın
Başbakanlığı sırasında. Yolsuzlukla
mücadele ve terörle mücadele ederken
terör tanımının çok geniş tutulmasıyla
alakalı ikaz ve bunun Avrupa normlarına uydurulması. Bunlar Türkiye’yi
olabildiği kadar üye yapmadan kontrol
altında tutma amacını taşır. Neden?
Yolsuzlukla mücadele koşulunda
Avrupa’da kanaat o ki yolsuzluk bir
toplumu çürüten, yok eden bir hastalık.
İkincisi IŞİD bağlantıları ve o çerçevedeki yolsuzluğun IŞİD ile mücadeleye vereceği zarar. Terörle mücadele
koşulunda, terör kavramının son derece
geniş tutulması sonucunda zuhur
edecek Türkiyeli mültecilerin önünü
almak. Dolayısıyla burada söz konusu
olan pasaporta vize vurma vurmamanın ötesinde, Türkiye’ye üçüncü
ülke muamelesi yapan ve Türkiye’yi
olabildiği kadar kontrol altında tutmayı
amaçlayan ve bence son derece zekice
kaleme alınmış 72 koşuldur.
rs
Hayatının 22 yılını BM’nin farklı kuruluşlarında
geçiren Prof. Dr. Cengiz Aktar, görevi sırasında
AB’nin adalet ve içişleri politikaları bağlamında Orta
Avrupalı aday ülkelerde kapasite inşa programlarını yönetti. Türkiye’nin AB üzerinden Batı’ya
karşı sesini yükseltmesinin arka planında
hem Türkiye açısından hem de AB açısından
anlamını değerlendiren Aktar, “Artık kimsenin
inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle bir yere
geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki sözünü
sakınmayan birisi malum, açık açık
‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un
söylediği şey de buna mı denk düşüyor? Türkiye’nin
nefes kesen bir hızla AB’den uzaklaştığını ve bunun
üyelik sürecini imkânsız hale getirdiğini söylemişti.
AB üyelik sürecini sürdürmedeki siyasi iradesinden
rahatsızlığın ifadesi miydi?
Bu rahatsızlığın ötesinde bir şey artık. Sağır sultan duydu,
herkes neyin ne olduğunu biliyor. Bir toplumun nasıl
birlikte yaşaması konusunda, bireylerin ne kadar özgür
olmaları konusunda Ankara’nın, AKP hükümetlerinin,
Cumhurbaşkanı’nın politikaları Avrupa’daki uygulamalarla
yüz seksen derece zıt. Bunun adına AB müktesebatı ile AKP
mevzuatı arasındaki tezat da diyebiliriz.
.a
Doğu toplumlarının, esas olarak
da İslam dünyasının en temel sosyal ve
entelektüel sorunu üretememektir. Ekonomik, siyasal ve entelektüel anlamda
üretememek. Batı ile karşılaşma sonrası
kaybettiği üstünlüğünü kabullenmekte
yaşadığı sorunu sindirmek adına sürekli
şanlı geçmişlere dalıyor ve günümüze
birtürlü dönemiyor. Ondan dolayı da
kendini ilerliyor kabul ediyor. İslam
dünyası felsefede Gazali ile biten akılcılık geleneğini bir kez daha
diriltemedi ve artık temel olarak doğmaya kaptırmış kendini.
Teolojiyi felsefe sanıyor ve herkesin de öyle görmesini istiyor.
Felsefenin yani aklın kullanılma sahasını sürekli daraltıyor.
İlahiyat ya da teoloji okulları pratik ihtiyaç sınırını çoktan geçti;
ancak bir türlü doyuma ermiyor. Sınırlı modernlik tartışmaları
dışında hemen hepsi geçmiş mezhepsel ayrışmalara temel olan
yarı hayali, yarı mitolojik sorunları bile çözmeye yaklaşamıyorlar.
Yaşadığımız dünyaya dair yeni bir ütopya üretmekten son derece
uzak. Temel refleksi tepkisellik ve ötekini red üzerine kurulu.
Hatta kendi aralarındaki teolojik ve ardından gelen siyasi sorunlar, İslam’ın dışındakilerle olan siyasi sorunlardan çok daha derin.
Üreten yaratıcı olur. Kendine güveni olur. Kompleksi az
olur. Referansı taa Habil-Kabil gibi dinsel mitolojik hikâyeler
olmaz. Üretmeyen toplumlar değişmezler, elindekilere her
ne olursa olsun dört elle sarılırlar. ‘Ötekine’, yeniye, değişime
hep şüpheyle ve çoğu kez öfkeyle yaklaşır. Kendisine bir tehdit
olarak algılar yeniliği. Geçmişinde zamanla keramet görmeye
başlamış ve gerçeklik ilkesinden uzaklaşmıştır. Bir kısım Kürd
İslamcının kendi ulusal gerçekliğinden uzaklaşması; hatta Kürd
siyasi hareketlerine karşı aktif savaş içine girmesi bu gerçeklik
ilkesinden uzaklaşması olarak görülebilir. Ümmet olarak tarif
edilen hayali birlikteliğin gerçek unsurlarından olan güçlü ulus ve
onların aydınları; ümmetin zayıf olan unsurlarının hep yöneticisi
olmak istemiştir. Siyasal İslam’ın asırlar öncesinden yaşanmış
pratiklerden soyutlayarak günümüze giydirmeye çalıştığı kavramsal çerçevenin bir etkisi varsa; işte bu geçmişten gelen iktidar
ilişkilerinin devamını sağlamasındadır.
Siyasal olmayan, ‘kendiliğinden dinin’ pozitif etkisinin varlığını ise biliyoruz; ancak idealize edilerek topluma sunulan siyasal
İslam’ın bir karşılığını olduğunu söylemek güçtür. Siyasal İslam’ın
çözüm gibi sunduğu ümmetin iktidarı pratikte hep zaten egemenlerin iktidarıdır. Ama bir kültür, bireyin bir ölümlü olarak hayata
anlam yükleme yolu, bir ritüeller toplamı, bir estetik, bir mimarı
olarak yaşanan İslam, onu yaşayanların hayatına bir anlam katar.
Toplum olmanın, sosyalizasyonun, gündelik hayatın düzenlenmesinin ayrılmaz parçasıdır. Bu anlamda da son derece pozitif işlevi
vardır. Bir kültür olarak dinin sınırları, onu yaşayanların sınırları
kadardır; bu yüzden başkalarına bir zararı yoktur. Ancak siyasal
İslam’ın iddiaları ümmeti ya da kendi topluluğunun sınırlarını
aşarak diğerlerinin hayat alanını da etkiliyor. Bu da benzer
iddialara sahip diğer dinler ve ideolojilerle zorunlu çatışma anlamına gelmektedir. Bundan dolayı da siyasal İslam, tıpkı siyasal
Hıristiyanlık gibi kendi ‘barış’ dini iddialarına rağmen, pratikte
‘medeniyet çatışmalarına’ davetiye anlamına gelmektedir.
Evrensel insanlar hakları kavramı, dinlerin sınırlarını aşma
ve bunun yarattığı çatışmalara karşı en akılcı alternatif olarak
duruyor karşımızda. Dinler kendi iç dünyalarında testten geçmeden, kendi farklı mezhepler arasındaki sorunlarını çözmeden bütün insanlığa yönelmesi gerçekçi görünmemektedir. Arap Baharı
diye başlayan ve bir süre siyasal İslam’ın yeniden canlandırılması
gibi bir izlenim veren bu hareketlerin Ortadoğu’da ortağı olduğu
bu yıkım aslında din temelli bir Ortadoğu yaratmanın ne kadar
gerçekçi olmadığının somut bir göstergesidir. Kürdler içinde de
siyasal İslam’ın cazibesine kapılan küçük gruplar olmakla birlikte,
bir bütün olarak Kürd dünyasının dine gündelik hayat pratiğinde
sahip çıkmakla birlikte, siyasal geleceklerini daha çok insan hakları ve demokrasi gibi dünyevi ve aklın ürünü olan ve dolayısıyla
insanın ihtiyaçları önünde gerici bir konuma her düştüğünde tadil
edilebilme ihtiyat payını içeren yani doğma olmayan bu kavram
ve kurumlarla kurmaya çalışması, Kürdlerin özgün yanı ve en
önemli şansıdır.
w
ABDULLAH KARATAY
Avrupa artık adaylık
statüsünü de sorguluyor
w
Üretmek ve
İslamcı aydınlar
Üzerinde mutabık kalınan 72 koşuldan söz ediliyor
sıklıkla. Türkiye’nin önüne konulan yol haritasında
neler var? Türkiye neleri yapamıyor, nelerde inat
ediyor?
Bir defa müzakere eden aday bir ülke ile böyle, nevi
şahsına münhasır, ad hoc (geçici çözüm) bir vize muafiyeti
anlaşması yapmak abestir. Baştan yanlış. Ama bu hata değil
aslında, bir mesaj. AB yetkilileri Türkiye’nin üyeliğine o kadar
uzak bir olasılık olarak baktılar ki son dönemde, “bunların
üye olacağı falan yok, yıllardır vize muafiyeti talebi ederler
bunlara, Vize Muafiyeti Anlaşması yapalım ve koşullarımızı
kâğıda dökelim” dediler. Mülteci anlaşması da öyle! Mülteci
anlaşması müstakbel bir üyeyle yapılabilecek bir anlaşma değil. Müstakbel bir üye ile ‘Sen üye olacaksın bütün
bu normların çoğunu zaten yerine getirmiş olman lazım,
birlikte hareket edeceğiz, sen bizim ortağımızsın’ diyerek
çalışılır. Vizede olsun, mülteci akımındaki işbirliğinde olsun
Türkiye’ye hep üçüncü ülke muamelesi yapılıyor artık. Buna
mim koyalım.
SÖYLEŞİ
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
9
SÖYLEŞİ
Prof. Dr. Cengiz Aktar:
w
08
Mülteciler, göç, Türkiye’de kalanlar, Avrupa’ya geçemeyenler,
Türkiye’ye verilecek olan para
meselesi son dönemin en popüler konuları arasında. Bunların
dışına çıkarsak AB ve Türkiye
arasında gündeme gelen en temel
mesele nedir size göre?
Erdoğan yönetimindeki Türkiye,
Avrupa ile Batı ile klasik stratejik
ortaklıklarıyla büyük tezat teşkil eden
mecralara doğru ilerliyor. Bu durumda
sadece AB ilişkisi değil NATO ilişkisi
de sorgulanır günü geldiğinde. Ki AB
ilişkisi kadar açık açık olmasa bile bu da
sorgulanıyor. Türkiye hızla Avrupa’nın
çeperinde bir Ortadoğu ülkesi, bir
sorun kaynağı ülke haline geldi.
Ortadoğu’nun öngörülemez ülkeleriyle
ve kuzeyde öngörülemez devasa Rusya
ile birlikte telakki ediliyor. Bunlar
sorunların parçası ülkeler, çözümlerin
ortağı ülkeler değil: Rusya, Ortadoğu,
Türkiye. Burada Erdoğan’ın başını
çektiği çok temel ve tarihî bir kırılma
söz konusu.
Nasıl yapıyor bunu?
Sözle yapıyor, uygulamayla yapıyor.
Mesela Türkiye’nin bugün herkesin
bildiği, sağır sultanın duyduğu bir tuhaf
Suriye ilişkisi var. El Nusralar, IŞİD’ler,
bir dolu kaçakçılık haberi, bunları
AB’nin veya genelinde Batı’nın istihbarat teşkilatları bilmiyor mu? Tabi ki biliyorlar. Kabul edebilirler mi? Mümkün
değil. Çünkü Batı, IŞİD ile topyekûn
mücadele ediyor. Böyle bir durumda,
böyle bir Batı müttefiki olur mu? Böyle
bir Avrupa müttefiki olur mu? Böyle bir
müstakbel AB üyesi olur mu? Olmaz
tabi, olmuyor zaten. Avrupa’nın burada
hatası şu: Elinde, Rusya ve Ortadoğu
ülkelerinden farklı olarak bir kaldıraç
gücü vardı Türkiye için. Türkiye’yi
normalleştirme imkânı vardı elinde.
Neydi o? Müstakbel üyelik. Bu müstakbel üyelik ‘koşulluluk’, yani; “Sen
yol yordam gözeteceksin, toplumunu
ve bireyini özgürleştirmek için şunları
yapacaksın ve özgürlük toplumu haline
geleceksin, bunun karşılığında üye
olacaksın Avrupa Birliği’ne.” Avrupa
bunun değerini bilemedi ve bir çuval
inciri berbat etti. 2005’den itibaren
Türkiye’nin o zamanki AKP hükümetinin hevesini kırmak için elinden gelen
her şeyi yaptı. Sarkozyler falan hatırlayalım. Üstelik öyle bir konjonktür
vardı ki buradaki AKP’liler de “aman
istemiyorsanız istemeyin” demeye
getirdiler. “Biz zaten Osmanlı torunuyuz, bizim başka”, bugün Ömer Çelik’in
dediği gibi, “alternatiflerimiz de var”
deyip aşırı bir özgüvenle Avrupa’dan
hızla uzaklaştılar.
Alternatiften kasıt nedir?
Şangay İşbirliği Teşkilatı dediler ama
bu teşkilatın ne işe yaradığını bilmiyorlardı. Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın
bir numaralı işlevi Orta Asya’dan
İslam’ı, özellikle de radikal İslam’ı silip
atmaktır. Farkında bile değiller kiminle
iş tutmaya çalıştıklarının. Zaten Rusya
ile olan ilişkiler sonucunda da zaten o
defter tamamen kapandı. Onun dışında
geriye bir Suudi Arabistan, Kuveyt ile
birlikte Sünnistan’ın veya Selefistan’ın
eşbaşkanlığı gibi bir şey kaldı herhalde.
Kürd meselesinin çözümsüzlüğü
yada Çözüm Süreci’nde yaşanan
tıkanmalar, son çatışmalar, bunların da AB, Türkiye ilişkilerinin
geriliminde etkili oldu mu?
Kürdlerin şu sıralar gördüğü
topyekûn ve çok yönlü eziyet Avrupa’da
haber oluyor. Siyasî karar vericiler, ister
AB kurumlarında, ister üye ülkelerde
olsun Kürd illerindeki kör şiddetin
mağdur ettiği sivillerden haberdar.
Dokunulmazlıkların kaldırılma
olasılığıyla Ankara’daki rejimin, Kürd
siyasî hareketi ve genelinde Kürdlerle
hiçbir diyaloga girmeye, hiçbir iktidarı
paylaşmaya hazır olmadığını aksine
Kürdleri bir bakıma Türkiye’den tard
etmeye niyetlendiğini görüyor. Böyle
bir ortamda AB adaylığı ve üyeliğinden
söz etmek şarlatanlıktır.
Suriye’de yaşanan PYD ve PKK
tartışmaları Türkiye’nin AB’den
uzaklaşması için bir gerekçe olarak ileri sürülüyor, kabul edilebilinir bir gerekçe midir?
Türkiye’nin IŞİD konusundaki gönülsüz çabaları Avrupa’da not ediliyor
tabi ki. IŞİD’e yollanan destek, petrol
kaçakçılığı, Batı düşmanı radikal
gruplara kol kanat germe, bütün bu
sorunlara yönelik bilgi akmaya devam
ediyor. Diğer taraftan YPG’nin bu meselenin çözümünde kara kuvveti olarak
ne kadar önemli olduğu bütün siyaset
yapıcılar tarafından Avrupa’da biliniyor.
Türkiye’nin şimdi kalkıp buna karşı
siz teröristleri besliyorsunuz demesini
işiten yok. Kimsenin böyle bir yaklaşımı ciddiye alacak hali de yok çünkü
Brüksel’de Paris’te bombalar patladı.
Dolayısıyla orada PKK eşittir YPG ki
öyle zaten- Avrupalılar bunu bile bile
Suriyeli Kürdleri ve dolayısıyla Türkiyeli
Kürdleri el üstünde tutuyor. Bu tavrın
Ankara’nın AB ve Batı karşıtlığını beslediği konusunda ise şüphe yok.
Bundan sonra ilişkiler nereye
gider?
İnceldiği yerden kopar. AB, üyelik
perspektifi kalmamış bir ülkeyle, tıpkı
bugün İngilizlere hatırlatıldığı gibi,
ilişkilerini bambaşka bir zemine taşır.
Ne var ki 2015’te 61.607 milyar Euro ile
ihracatımızın yüzde 44’ünü yaptığımız,
açık ara bir numaralı ithalat ve ihracat
ortağımız, toplam doğrudan yabancı
sermaye yatırımlarının hem stok hem
yıllık bazda % 65-70’inin kaynağı olan
yer AB. Kopuşun bedelini herkes kolayca hesap edebilir…
09
Demokrasi bloku mu?
MESUT YEĞEN
Milli ve yerli rejime hukuken geçemedik belki, belki geçemeyeceğiz de, ama
fiilen etrafında dönmeye başladık. AK
Parti’deki Genel Başkanlık değişimiyle
birlikte milli ve yerli rejime geçişi AK
Parti marifetiyle durdurabilmenin imkanı
sıfırlandı, bu belli. Başka ihtimal var mı
peki? Olsa gerek. Ama etrafta konuşulan
ihtimallere, yapılan milli ve yerli rejimi
durdurma tekliflerine bakınca, ümitvar
olmak zor.
Milli ve yerli rejimi durdurma işini gürültülü bir biçimde
dert edenlerin bir kısmına kalırsa ortada tek yol var: Daha
seküler, daha ulusal, daha anti-emperyalist, daha Gezici vs.
bir cephe kurmak. Memleketin bu halinde CHP’nin çekip
çevirdiği % 25’i (bu arada % 25’in karşısındakileri de) ‘militanlaştırmak’ hayalinden başka bir şeye denk düşmeyen bu
teklife bakınca, “milli ve yerli rejim, sadece mukadder değil,
kalıcı da olacak” diye düşünmek işten değil.
Neyse ki, teklifler bunlarla sınırlı değil. Yakın zamanda
daha makul teklifler de duyulur oldu. Bir zamandır işitilen bir
dizi teklifin odağında milli ve yerli rejimi bir Demokrasi bloku
ile durdurmak var. Odağına Erdoğan’la simgelenen otoriter
rejim tehlikesini yerleştiren bu teklif hem tek gündemli olması
hem de memleketin epey bir yekununu oluşturan milli ve yerli
rejimin mevcut ve müstakbel mağdurlarına hep birlikte hitap
etmesi itibarıyla ilkiyle kıyaslanamayacak bir üstünlük içeriyor. Ne var ki, bu teklifin de çalışabileceğine kani değilim.
Niye çalışmayacağına dair kanaatimi temellendirmeden
önce bir üçüncü teklifin olduğunu da hatırlatayım. 7 Haziran
2015’de milli ve yerli rejime gidişi durdurmuş gibi görünen
HDP teklifi. Bu teklif, malum bugün de geçerli. Lakin,
geçen bir sene galiba şunu gösterdi. HDP, niyeti ne olursa
olsun, merkezinde Kürd hareketinin olduğu bir parti ve bu
değişmedikçe, milli ve yerli rejimi durdurmanın esas aktörü
olamayacak: Kendisine bağlı sebeplerle değil, bu memleketin
tarihine, bugünden yarına değişmesi imkansız güç matrisine
bağlı sebeplerle.
Demokrasi bloku teklifinin niye çalışmayacağına döneyim. Aslında çalışabilir, ama bu haliyle değil. Erdoğan karşıtlığına dayanan ve esas hedefi milli ve yerli rejimi durdurmak
olan bir blok HDP’de ve CHP seçmeninin bir kısmında ilgi
uyandırmaz değil, uyandırır, ama yerlerini terk ettirecek kadar
değil. AK Parti ve MHP seçmenlerini ise ancak yerlerine
mıhlar.
AK Parti ve MHP seçmenini yerlerine mıhlamayacak,
HDP ve CHP seçmenini ise yerlerinden kıpırdatabilecek bir
oluşum için Erdoğan’ı devirmeyi, rejimin otoriterleşmesini
durdurmayı aşan niteliklere sahip bir siyasi platforma ya da
inisiyatife ihtiyaç var. Şundan: Bugün memleketin epey bir
kısmı için en büyük mesele Erdoğan’ın giderek otoriterleşmesi
ya da milli ve yerli rejimin adım adım gelişi değil; Kürd
Meselesi’nin ve uluslararası durumun seyri. Bu hal de, malum,
milli ve yerli rejimin ideologlarınca tepe tepe kullanılan
bir tedirginlik ve dehşet duygusuna yol veriyor. Bu duygu
yatıştırılmadıkça milli ve yerli rejimin durdurulabileceğini
sanmıyorum.
Bu duyguyu yatıştırmanın sihirli yolunu bilmiyorum. Ama
şu işe yarayabilir: Kalabalıklara, “Türkiye dindarların, sekülerlerin, Kürdlerin, Alevilerin bir diğerinin hukukunu tanıdığı ve
bölgedeki alt üst oluşa uluslararası hukuku ve güç dengelerini
tanıyan bir zaviyeden dahil olan bir ülke olabilir” duygusunu
verebilmek. Kast ettiğim tabii ki “Türk, Kürd, Sünni, Alevi,
Ermeni, Rum hepimiz kardeşiz” ya da “yurtta barış, cihanda
barış” türünden sığlıklara sığınmak değil. Aksine, kast ettiğim
kalabalıkların karşısına hem ülke içi hem de ülke dışı barışın
imkan dahilinde olduğunu gösteren bir tür proto-anayasayla,
bu proto-anayasayı referans alan bir platformla çıkmak. Anadilde eğitimi, yerelleşmeyi, cemevlerini, dindar ya da seküler
hayat tarzlarını sürdürmeyi ve ülke dışında macera aramaktan
uzak durmayı garanti eden bir proto-anayasa, bu türden bir
anayasayı esas alan bir platform sözünü ettiğim tedirginlik
duygusunu gidermeye yardımcı olabilir.
Hülasa, memleketin gark olduğu beka kaygısını yatıştırmadan milli ve yerli rejimi durdurmak mümkün görünmüyor.
MANŞET
Etyen Mahçupyan
Garo Paylan
Almanya bu suç ile yüzleşmiş oldu
HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan,
tasarının daha önce de birçok parlamentodan geçtiğini hatırlatarak, Almanya’nın
1915’te yaşanılanlardan haberdar olduğuna dikkat çekerek, “Onların şahitliklerinde bu suç işlendi. Alman yetkililer bu
suçu biliyordu. Merkezi hükümete raporlar gönderildi. Fakat merkezi hükümete
ses çıkarmadığı gibi bu suça yol verdi.
Alman parlamentosu bu suç ile yüzleşmiş
oldu” ifadelerini kullandı. Kararın emsal
olması temennisinde bulunan Paylan,
Türkiye’ de ırkçı söylemlerin hala ön
planda olduğunu dile getirerek, “Kürd
Meselesi’nde çözüm günlerine dönüldüğü takdirde Ermeni Soykırımı daha rahat
konuşulacaktır” dedi.
Almanya’nın iç dinamikleri ile ilgili
Gazeteci Etyen Mahçupyan da, kararın Almanya’nın kendi iç dinamikleriyle
anlaşılması gereken bir karar olduğunu
dile getirerek, Almanya’yı bu kanunu
çıkarmaya zorlayan süreci şöyle aktardı:
“Almanya’da uzunca bir süredir arşiv
çalışmaları yapılıyordu. Bunlar yayınlandı, basıldı ve toplumsal tartışma konusu
oldu. Bunun bir şekilde siyasete yansı-
Selina Özuzun
Rober Koptaş
Tasarı sadece Türkiye’yi suçlamıyor
Tasarıyı geniş çaplı ve sadece Türkiye’yi
suçlayan bir karar olarak görmediğini
belirten Ermeni Gazeteci Ali Saltan,
Türkiye’ye Ermeni Meselesi ile yüzleşme
çağrısında bulunarak tasarının iyi niyet
çabası olarak görülmesi gerektiğini vurguladı. Fransa’da kabul edilen tasarıdan
daha farklı olduğunu ve Türkiye’ye yönelik bir yaptırım kapsadığını hatırlatan
Saltan, “Türkiye diğer devletlerin yaptırımlarına maruz kalmadan kendisi bir
şeyler yapmalıdır. Soykırım kavramı ile
tanıtılması önemli değil aslında. Yüzleşmek önemlidir. Ermeni toplumu da bu
toprağın bir parçasıdır. Onların acısına
da kulak verip konuşmak lazım” dedi.
Ali Saltan
Yetvart Danzikyan
rg
.o
’AB ile kısır döngüye devam’
Diğer bir faktör, yine başlangıçta ılımlı
İslam diye tanımlanan AKP ve Erdoğan’dan
sorunlu bölgede, Ortadoğu’da Batı ile birlikte
yapıcı bir rol oynama beklentisi idi. Bugün
bir zamanlar kendisinden sorunları çözmesi
beklenen AKP Erdoğan yönetimindeki
Türkiye, özellikle Kürd fobisi ve radikal İslam
bağlantısı nedeniyle yaptıklarıyla sorun
olmuştur.
Son faktör de Avrupa’nın içinden kaynaklanan sorundur. Halen Avrupa’lı siyasilerin
“hot potato” yani sıcak patates diye tanımladıkları göçmenlik sorunu çözülememiştir.
Doğu Avrupa ülkelerinden gelen birlik vatandaşlarıyla iyice zorlanan Kuzey’in zengin
ülkeleri Türkiye’nin olası üyeliğine de kendi
sıcak patatesleri penceresinden bakmaktadır. Ciddi gazeteler örneğin üyelik halinde
12 milyon Türkiye vatandaşının İngiltere’ye
gelebileceğini yazmakta. Başbakan ve Maliye
Bakanları da bunun olamayacağını keskin
ifadelerle dile getirmekteler. Kısacası AB
ilişkileri üye olmadan iyileştirme çabalarıyla
kısır döngü ile sürecektir. Ta ki artık “persona
non grata” olmuş Erdoğan değişene kadar.
Yazar Recep Maraşlı (Berlin): Almanya
Türkiye’yi cezalandırdı
Almanya Parlamentosu’nun soykırım
konulu kararı birçok eşiğin birden aşılması
an-lamında tarihi bir karar oldu. Bundan
sonra Türkiye’nin soykırım inkarcılığı ve bu
tip kararların kabulüne karşı yürüttüğü diplomatik çabalar önemli ölçüde anlamsız hale
geldi. İkincisi, TC’nin o ünlü “lobi” hikayesi;
“Almanya’da 3 milyon Türk yaşıyor, şunu
yapamazlar, bunu diyemezler..” efsanesi iflas
etmiş oldu. Hem de Parlamen-to’daki Türk,
Türkiye kökenli milletvekilleri de bu karara
olumlu oy verdiler; üstelik karar iktidar ve
muhalefetiyle ittifak halinde alındı. Türkiye
ile ilişkilere önem veren hiçbir hükümet
üyesi bile kalkıp mecliste onları savunmak
istemedi. Türkiye’nin tehditlerini umursamadıklarını, açıkça ilan etmiş oldular. Ve
Almanya’daki “Türkiye” de verilen gazlara
ur
d
Türkiye’yi suça bakmaya mecbur etti
CHP’nin Ermeni Milletvekili Selina
Özuzun Doğan, dünyanın tüm meclislerinin, Soykırımı tanımak gibi bir
sorunu olmadığını belirterek, “Almanya
Parlamentosu tarafından kabul edilen
metin, Türkleri geriye, kendi tarihine,
Türkiye’nin ve müttefiki Almanya’nın
iştirakiyle işlenen suça bakmaya mecbur
etti” dedi. Bu tarz olayların insanlığa
karşı işlenen suçlar olduğunu hatırlatan
Doğan, “Nitekim bu nedenle Avrupa’nın
pek çok ülkesi, soykırımın önlenmesine
dair sözleşmelere taraf olmuştur. Parlamentolar da bu sözleşmelerin gereklerini
yerine getirmekle yükümlüdürler. Kaldı
ki, eğer hukukiyse, Türkiye o zaman
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf
olsun ya da Lahey’e gidilsin, mahkeme
karar versin” ifadelerini kullandı.
ak
Almanya bu konuda suç ortağı
Türkiye’de yaşayan Ermeni yurttaşlar Almanya Parlamentosu’nda kabul
edilen yasa tasarı ile ilgili BasHaber’e
konuştu. Agos Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Yetvart Danzikyan, yasa
tasarısını kabul eden Almanya’nın ayrı
bir özelliği olduğuna ve Almanya’nın bu
tasarıyla “yüzleşme çabasına girdiğine“
vurgu yaparak, “Almanya 1915 yılının ne
olduğunu çok iyi bilen bir ülke. İttihat
ve Terakki’nin ortağı ve müttefiki idiler.
Alman kurmay ve siyasetçilerine Ermenilerin başlarına ne geleceğine dair birçok
rapor gitmişti. Bu konu ile ilgili ellerinde
çok arşiv de var. Almanya bu konuda suç
ortağı” dedi. Almanya’yı 1915 olaylarını
önlememekle suçlayan Danzikyan,
“Almanya’nın o dönemki politikası sessiz
kalmak yönünde oldu. Almanya Bağdat
Demiryolunu güvene almıştı. Antep
yolu civarında bir karışıklık istemiyordu.
Almanya bunlara engel olmayarak bir
suç ortağı konumundaydı. Almanya
asıl bununla yüzleşmeye çalışıyor ve
bunun soykırım olduğunu kabul ediyor.
Bu gerçeğin altının çizilmesini önemli
buluyoruz” diye ifade etti.
maması mümkün değildi. Parlamentoda
böyle kararların çok anlamlı olmadığını
yıllardır söylüyoruz. Bu bir psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Almanlar bu işin
parçasıydı.” Almanya’nın bu kararından
sonra Türkiye’nin yeniden düşünmesi gerektiğinin altını çizen Mahçupyan, “Dolayısıyla Almanya Parlamentosu bunu
kabullenmesi ve telaffuz etmesi tarihsel
açıdan Türkiye’ye yeniden düşünmesi
gereken bir durum. Onun dışında somut
olarak herhangi bir sonucu olacağını
düşünmüyorum” dedi.
iv
lmanya Parlamentosu 1915
olaylarında Ermenilere soykırım
uygulandığını çıkarılan yasa
ile resmen kabul etti. Almanya’nın bu
kararına Ankara sert tepkiler verilirken,
Türkiye’de yaşayan Ermeniler ise tasarıyı
“günah çıkarma girişimi“ olarak yorumluyor. Federal Alman Meclisi’nde “Ermeni Soykırımı” ifadesi ilk olarak geçen yıl
1915’in 100. yıldönümü nedeniyle yapılan
anmada açık biçimde kullanılmıştı. Hem
Meclis Başkanı Norbert Lammert, hem
de Cumhurbaşkanı Joachim Gauck,
İttihat ve Terakki yönetiminin 1915’te başlattığı sürgün ve katliamları “Soykırım”
diye nitelemişti. Yasanın kabul edilmesinin ardından ise Türkiye’den tepkiler
gecikmedi. Türkiye’de yaşayan Ermeni
yurttaşlardan bazıları kabul edilen tasarıyı yerinde bulurken, bazıları ise yasayı
eleştirdi.
Türkiye’ye daha fazla sorumluluk
yüklendi
Kararın Ermeniler açısından önemine
değinen ve kararı “değerli” bulduğunu
dile getiren gazeteci Rober Koptaş,
“Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nda
Osmanlı ile müttefik olması nedeniyle daha önce Osmanlı-Türk tarafının
sorumluluğunu vurguluyordu. Bu
anlamda Türkiye’ye daha fazla sorumluluk yüklendi. Tarih, hakikati bir kez
daha ortaya koymuş durumda” dedi.
Ermeni Meselesi’nin yeniden uluslararası alana çıkarılacağı yönünde tespitler
yapan Koptaş, şöyle konuştu: “Siyasette
Türkiye’ye karşı bunu gösterecekler.
İktidara dönük yurtdışı planlarının bir
parçası olarak gösterecekler ve milliyetçi
bir tonda konuşacaklar. Önemli olan
resmi yalan pozisyondan vazgeçmeleri.
Hakikate ulaşmaya çalışmadıkça bu tür
tepkilerle karşılaşmaya devam edecektir.”
Gazeteci Ali Manaz (Londra): Erdoğan,
Avrupa’yı hayal kırıklığına uğrattı
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin Erdoğan yönetiminde giderek kötüye gitmesi bir
kaç iç içe geçmiş faktör ile açıklanabilir. En
önemli ama aynı zamanda gözlerden ka-çan
faktör AB’nin AKP kadroları konusundaki
yanılgısıdır. Avrupa, AKP ve lider kadrolarını
‘Hristiyan Demokratlar’ın İslami versiyonu’
olarak algıladı yıllarca. Hristiyan Demokratların liberal değerler, yani ifade ve örgütlenme özgürlüğü, farklı etnik, inanç ve cinslere
fırsat eşitliği ile seküler hayat konusundaki
politika ve uygulamalarının AKP tarafından
da benimseneceği beklentisi vardı. Bu konuda Erdoğan’ın giderek ben merkezci ve totaliter tutumu bu konuda beklenti sahibi olan
Avrupalıları derin hayal kırıklığına uğrattı.
rs
A
Eren Dinç
MANŞET
13 - 19 Haziran 2016
11
Berlin, Ankara’yı cezalandırdı
Almanya Soykırım
ile yüzleşiyor
.a
Daha önce de birkaç yazımda
belirttim Kürdçe bilmesem de Kürd
olmaktan hayatımın hiçbir döneminde
eksiklik hissetmedim. Yeni tanıştığım
her insana ‘Diyarbekirli’yim’ demek
hep gurur verdi bana. Çünkü kime
‘Diyarbekirli’yim’ desem Kürt olduğumu anlamaları çok hızlı gelişiyordu.
Kürdlük ile Diyarbekirli olmak iç içe
geçmiş unsurlar halindeydi birçok insanın algı dünyasında. Geri kalan sohbetlerimizin hiç birinde
de kendimi en Batılı’sının, en iyi eğitim görmüşünün yanında
bile asla eksik hissetmedim. Konunun çok detayı var tabi.
Ama ne derler anlatmaya imkânlar sınırlı!
Son yıllarda kendine has yerelliğimiz, tüketim kültüründen, evrensel değer ve davranış biçimlerinin baskısından,
kitle iletişim araçlarının etkisinden dolayı ciddi değişim göstermeye başlamıştı. Hayat görece barış ortamında bizi yeni
bir var olma biçimine, güncel Diyarbekirli ve güncel Kürdü
yaratma sentezine hazırlarken olan oldu. Tarihi Suriçi bölgesi üçte bir oranında yok oldu.
Diyarbekir’i kendine has yapan eskiye verilen büyük
zarar. Ketin sorumsuzca harabe haline getirmesi her şeyin
değişmesinde, yeni bir senteze ulaşma serüvenimize son noktayı koymuş sanki. Artık hemşerilerim ‘eski Diyarbekir yok’
diyor. Bir daha da olmaz.
Bence de olmaz çünkü Diyarbekir ciddi bir gerçekle,
destek verdiği, oy verdiği siyaset kurumları tarafından
sevilmediği, anlaşılmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor şimdilerde.
Her aşamada daha modern daha demokratik, daha katılımcı
olması gereken siyaset yaklaşımımız gittikçe monolitik bir
yapıya, tek sesli bir sağırlar korosuna dönüşmüş durumda.
Silahların sesi korunması gereken sivil Diyarbekir’in sivil
Kürdlüğün sesini öldürmeye çalışıyor.
Durum böyleyken son günlerde belediye başkanlarının, HDP il yöneticilerinin, kurum yöneticilerinin tavrını
hayretler içinde izliyorum. Memleket elden gitmiş onlar
kaybettikleri prestijlerini, popülist davranışlar ve suni gündemlerle restore etmeye çalışıyorlar. Kent için çalışması, halkı dinlemesi gereken halkın kurumları birbiriyle aynılaşmış,
hiçbir üretkenliği ve yetkisi olmayan bürokratik KİT’lere
dönüşmüşler. Kapsayıcı, çoğulcu yaklaşımlarını yitirmişler.
Siyasetçilerimiz Sur ablukasında toplayamadıkları halkı
şimdi meydanlarda toplayıp ‘askeri darbeye karşı demokrasi
mitingi’ düzenleyeceklermiş. Hendekler için aldıkları ‘iç ve
dış duyumları’ kulaklarına fısıldayanlar şimdide darbe mi
olacak dedi. Ne oldu anlamadım. Belki de memleketin ciddi
ve en baş gündem maddesi kimsenin haberi yok ama ’darbe’
meselesidir.
Bir de daha komik bişey var; iftar çadırlarında bütün
başkanlarımız arzı endam edip sırayla hendek siyaseti mağduru evinden barkından olmuş insanlarımıza elleriyle yemek
dolduruyorlar. Hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Yahu
bu siyaset algısından ne zaman kurtulacağız ya da kurtulabilecek miyiz? Ama bildiğim bir şey var o da şu; Diyarbekir
halkını ciddi küstürdünüz. Kırklar Dağı’nın talanıyla başlayan memleketin çoğulcu değerlerini hiçe sayan yaklaşımlarınıza, hendeklerle, yıkımlara çanak tutmakla devam ettiniz.
Sonunda yok olan Diyarbekir değil bir anlamda Kürdlük’tür.
En kadim en eski en büyük Kürd kentimizin ruhunu öldürdünüz. Bakalım geriye ne kalacak, neyi kurtarabileceğiz.
Hafız Akdemir ve diğerleri…
8 Haziran 1992 yılında, sabah evinden çıktıktan sonra
sokak arasında vuruldu arkadaşım Hafız Akdemir. Onun
şahsında Kürdistan’da yaşamını yitirmiş bütün basın emekçilerini hatırlamanızı, anmanızı istiyorum. Kürd basınında çalışmaya devam eden bizlerin yakın geçmişimizde yaşananları
unutmaması gerekiyor. Şiddet bu haliyle tırmanmaya devam
ederse yakında bizim de söyleyecek sözümüz kalmayacaktır.
Belki de hayat hepimiz için mermisini kusmaya hazır bir
namlunun görünmeyen, derin karanlığında yeni sürprizler
hazırlamaktadır. “Büyük uyur bazı ölüler bayraksız göklerin
altında…” (M.Mungan)
Türkiye Ermenileri:
w
ÖZTEKİN ÇAÇAN
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
w
Memleketimden pişkinlik
manzaraları
BasHaber
w
10
rağmen ayağa falan kalkmadı.
Böylece artık diğer AB ülkeleri olmak
üzere dünyada, Türkiye’nin tepkisini çekmek
istemediği için tasarıları bekleten devletler,
“caydırıcı” bir etki olamayacağı, Türki-ye’nin
herhangi bir yaptırım gücü olamayacağını
görerek daha rahat kararlar alabilecekler.
Türkiye ile AB arasında imzalanan “Mülteci Geri Kabul Anlaşması“ bir yıldan fazladır,
Erdoğan yönetiminin bütün kaprislerine
“katlanılan” bir süreçti.
Artık başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri, Türkiye’nin özellikle Kürd halkına karşı
giriştiği topyekün savaşa ve işlemekte olduğu
insanlık suçlarına karşı utanç verici sessizliğini bozacaktır diyebilir miyiz? Bence bu kararla Türkiye’ye güçlü biçimde “vazgeçilmez
olmadığını” mesajı verildi, uyarı yapıldı ama
eğer Türkiye, Mülteci Antlaşması’na uyarsa
daha ileri gidileceğini sanmıyorum.
Buradan daha öteye gideceklerine çok fazla
ihtimal vermiyorum. Erdoğan yönetiminden rahatsız oldukları açık. Fakat Türkiye’de
Kürd ulusal hareketi ve HDP dışında gerçek
bir muhalefet yok ve Erdoğan bu nedenle
alternatifsiz. Bu da AB’nin siyasi ağırlık koyma opsiyonlarını ortadan kaldırıyor. Yine de
Erdoğan yönetimi için sürecin bundan sonra
daha da zorlaşacağını söyleyebilirim.
Öte yandan NATO’nun askeri ihtiyaçları
gibi Türkiye’nin bir biçimde Batı kontrolü
içinde tutulması stratejik bir önem taşıyor.
Gerçi Rusya ve Ortadoğu’daki tüm devletlerle
kavgalı olan Türkiye’nin bıraksan gidebileceği
bir yer olmamakla birlikte, AB aynı zamanda
güçlü ekonomik çıkarları olan Türkiye’nin
iyice destabilize olmasını istemez.
Almanya BAGİF Başkanı Mehmet
Tanrıverdi: Mülteciler konusunda
Almanya taviz verdi
Türk-Alman ilişkileri çok uzun bir geçmişe
sahip. Her iki ülke de NATO’nun üyesi ve etkin askeri güçlerini oluşturuyor. Ticari olarak
da “ortak” diyebileceğimiz iki ülkenin ekonomilerinin önemli bir payını ithalat/ihracat
oluşturuyor ve Almanya’da iki milyonun üze-
rinde Türk kökenli kişi yaşıyor. Bunlara istinaden, Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın kabulü
sonrası, Türkiye’nin “dost ülke” Almanya’ya
gösterdiği tepkide beklendiği üzere ağır
oldu. Türkiye’nin soykırım tasarısına uzun
bir süredir diplomatik yollarla engel olmaya
çalıştığı biliniyor. Son dönemde dikkat çeken
ise Almanya’da faaliyet gösteren Türkiye’ye
yakın sivil toplum/lobi kuruşları üzerinden
partileri ve milletvekillerini etkilemeye
çalışmalarıydı. Tayyip Erdoğan açıklamalarıyla konuyu bir adım öteye taşıyarak, Avrupa
Birliği ile varılan mülteci anlaşmalarının
askıya alınması ve Avrupa’yla olan sınırlarının
tekrar açılması yönünde tehditkâr ifadeler
kullandı. Tasarının kabulünün sonrası da
benzeri tepkiler devam etti. Türk kökenli
Alman milletvekillerine karşı yürütülen
nefret kampanyaları ve büyükelçilerinin geri
çekilmiş olmasına zaten kimsenin şaşırdığı
düşünülmüyor. Yani her gelişme beklenene
yakın seyir halinde. Yine beklenilen olursa;
bu vazgeçilmez iki eski ortağın ilişkileri orta
vadede normalleşmeye aday görünüyor.
Uluslararası politik arenada izole olmuş bir
ülkenin, tehditlerini uygulama şansı da az
görünüyor.
Türkiye–Almanya arasındaki en önemli
sorun olarak kuşkusuz mülteci sorunu
olarak görebiliriz. Almanya’nın bu sorunun
çözümünde gösterdiği performans hiç alışık
olmadığımız türden. Almanya Başbakanı
Merkel’in son 6 ayda 4 defa üst üste Türkiye’yi ziyaret etmesi, bu sorunun ne kadar ciddi bir boyutta olduğuna işaret eder ni-telikte.
Öyle ki gündemde olan bu sorun, Avrupa
değerlerinden bile taviz verilmesine yol açtı.
İki ülke arasındaki diğer bir konu da
Kürd meselesidir. Türkiye’nin baskısıyla 25
yıl önce, PKK ve yan örgütlerini yasaklılar
listesine aldı. Almanya hala PKK’yi bir “terör
örgütü” olarak görmeye devam ediyor.
Almanya Navend Başkanı Metin İncesu:
Almanların % 91’i Türkiye’yi güvensiz
buluyor
Öncelikle, Federal Meclis’te onaylanan
Ermeni Soykırımı Tasarısı hakkında yaratılan
bazı yanlış algıların düzeltilmesi gerekmektedir; İlkin, bu tasarı doğrudan Alman
hükümeti tarafından değil, Federal Meclis tarafından kabul edilmiş ve Şansölye Merkel’in
katılmadığı oylamada neredeyse oybirliği ile
geçmiştir.
Akabinde, Meclis soykırımı tanırken
sadece İttihat ve Terakki’yi mahkum etmekle
kalmamış aynı zamanda Osmanlı Devleti
ile dönemin müttefiği olan Almanya’nın bu
soykırımdaki sorumluluğunu ve dahi suç
ortaklığını da kabul etmiştir. Bu da Türkiye’nin, Avrupa ülkelerinin hak ve özgürlükler
konusunda tarafgir bir tutum sergilediğine
yönelik eleştirisini bir nebze boşa çıkarmaktadır.
Diğer yandan, tasarının kabulü ile adeta
bir tehdit unsuru olarak tekrar gündeme
getirilen Mülteci Geri Kabul Anlaşması,
Almanya ile Türkiye arasında değil, Avrupa
Birliği ve Türkiye arasında imzalanmıştı. Hatta bu anlaşmada aralarında Fransa, Belçika
ve Hollanda gibi Ermeni soykırımını tanımış
olan AB üyesi ülkeler muhatap alınmıştı.
Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan
açıklamalarıyla konuyu iç siyaset malzemesi
haline getirmiş ve Türkiye kamuoyunda
bir düşmanlık algısı yaratmıştır. Sayın
Erdoğan’ın milletvekillerine yönelik ‘kan
testi’ talebi ve ‘PKK’nin uzantıları’ şeklindeki
suçlamaları; Almanya’da yaşayan köktenci
ve milliyetçi bazı Türklerin nefret ve tehdit
mesajları, Almanya’da büyük bir rahatsızlık
uyandırmıştır. Şansölye Merkel, açıklamaları kabul edilemez bulduğunu ifade etmiş;
hem Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin
Schulz (SPD) hem de Alman Federal Meclisi
Başkanı Norbert Lammert (CDU), Erdoğan’ı
sert bir dille eleştirmiştir. Hatırlanacaktır,
benzer kışkırtıcı açıklamalar vize muafiyetinin ertelenmesi konusunda da dile gelmişse
de, AB bu konuda geri atmamıştır.
Almanya’da son zamanlarda yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Almanların %91’i
Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimindeki
Türkiye’yi güvensiz bulmakta ve yine ezici bir
çoğunluğu vize muafiyeti ve mülteci mutabakatı konusunda taviz verilmemesi gerektiğini
dile getirmektedir. Yine bu araştırmaya göre
Alman halkının %74’ü Soykırım Tasarısı’nın
kabulü yönünde görüş beyan etmiştir.
Türkiye’de son dönemde milletvekili
dokunulmazlığının kaldırılması, özellikle
Kürdlere yönelik sivil siyasetin önünü kesen,
düşünce özgürlüğünü tırpanlayan ve en
doğal kültürel hakların dillendirilmesine
karşı şiddetli bir tahammülsüzlük gösteren
baskıcı bir atmosferin egemen oluşu Alman
kamuoyu nezdinde Türkiye’yi ‘güvenilmez’,
Alman siyasi çevreleri için de ‘kestirilemez,
ölçülemez’ bir konuma düşürmektedir. İki
ülke arasındaki ilişkilerin zedelenmesinden
uzun vâdede en çok Türkiye’nin zarar göreceği ise su götürmezdir.
12
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran12
2016
TOPLUM
Daha güçlü bir toplum
için daha güçlü STK’lar
H
Daha da kirlenen savaş
HAKAN TAHMAZ
Diler Badîkan
Suriye’deki savaşla politik uyanış yaşandı
‘Araplar tarihsizleştirilmek
isteniyor’
Türkiye’de ilk olma özelliğine sahip
Ortadoğu Arap Halkları Araştırma
Enstitüsü’nün hedeflerini, projelerini
Yönetim Kurulu Üyesi New York Eyalet
Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi
olan Antropolog Şule Can BasHaber’e
anlattı. Enstitünün Türkiye’de ve Levant
‘Toplumsal bellek için siyasi
partilere ihtiyaç yok’
Kurulduktan sonra ciddi zorluklar
yaşamadıklarını ancak çalışmaların
finanse edilmesi noktasında sıkıntılar
olduğunu aktaran Can, “Küçük bir
şehirden sınır ötesine ulaşan ve ulusal
düzeyde faydalı işler yapmak için bir ağ
oluşturmak gerekiyor. Tabii neredeyse
herkes gönüllü çalışıyor bizimle, bu
durumda isler daha da zorlaşıyor” diye
konuştu. Siyasi bir amaç güdüldüğü
düşüncesiyle pek çok kişinin enstitüden
uzak durmayı tercih ettiği tespitinde
bulunan Can şöyle konuştu: “Oysa
bizim herhangi bir siyasi parti uzantımız yok, biz pek çok aktivist ile işbirliği
.a
.o
ur
d
ak
iv
rs
içindeyiz. Ancak biz Ortadoğu tarihi,
siyaseti ve halkları ile ilgilenen sivil
toplum örgütleri, akademisyenler ve
gönüllüler ile çalışma yolunda varız. Bu
mesajı verip toplumsal bellek uyandırmaya yönelik çalışmaların siyasi parti
çalışmalarından bağımsız olabileceğini
göstermek önemli ve yorucu bir süreç.”
Can, kuruluşundan sonra Türkiye’nin
ilk Arap Alevi konferansını gerçekleştiren enstitünün tarih, folklor, anadil ve
Arap çalışmaları yaptığını aktardı. Can,
ayrıca yapmış oldukları araştırmalara
ilişkin saha çalışmaları ve sözlü tarih görüşmeleri sonucu ilhak dönemi devlet
ile toplum ilişkileri ve uluslaştırma politikalarına dair bir rapor hazırladıklarını
ve bunun kısa sürede yayınlanacağını
söyledi.
w
ürkiye’de, yıllardır sürdürülen
asimilasyon politikalardan nasibini alan etnik gruplardan biri de
Arap Aleviler. Arap Alevileri hakkında
ilk araştırma merkezi olma özelliğini
taşıyan ve Antakya’da kurulan Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü
birinci yılını geride bıraktı. Türkiye’de
yaşayan halklar üzerinde uygulanan
politikalar nedeniyle dil, inanç, kültür
ve yaşam tarzlarını sürdüremeyen
haklar, diğer yandan da tarihlerinden de
uzaklaştırıldı. Türkiye’de yoğun olarak
yaşayan ancak gerek inançları gerekse
de yaşam tarzlarından dolayı sürekli
ötekileştirilirken Arap halkı, kimlik,
kültür ve tarihlerinden uzaklaştırılmakla karşı karşıya bırakıldı. Ortadoğu Arap
Halkları Araştırma Enstitüsü’ de tarihlerinin ve kültürlerinin yok olmaması için
1 yıldır çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. Antakyalı Araplar’ın anadillerini
unutmaması için yoğun çaba sarf eden
enstitü, Arapça’nın dini bir merkezden
öğretilmesine de karşı çıkıyor.
Kültürel kıyımın önüne geçmek için
kurulan enstitü Arap Alevi, Arap Hıristiyan ve Arap Sünnilerin de yer aldığı 7
kişilik yönetim kadrosundan oluşuyor.
Enstitü, unutturulmak istenen kültürlerinin sesini duyurmanın yanı sıra tarih
araştırmaları ve akademik çalışmalar da
yapıyor.
bölgesi içinde Arap halklarının tüm
unsurlarını, kimlik tanımlamalarını ve
tarihlerini araştırma amacıyla kurulduğunu hatırlatan Can, “Türk modernleşmesi ve Antakya’nın ilhakı sürecinde
kültürel bir asimilasyona dâhil edilen
Araplar bu coğrafyaya paraşütle gelmiş
gibi tarihsizleştirilmiştir. Bu nedenle enstitü akademik çalışmalar ile
yerel kimlik çalışmalarını birleştirerek
Ortadoğu, siyaset ve Arap azınlıkları
ilişkilerini irdelemeyi hedefleyerek kurulmuştur” dedi. Toplumdan genel olarak olumlu tepkiler aldıklarını belirten
Can, çalışmaların daha iyi yürütülmesi
‘dayanışma’ vurgusu yaparak “Herkes
çok heyecanlanıyor bu projeyi duyunca
ama yerelde çalışmaya gönüllü kişiler
bulmak epey zor. Bu tür çalışmalar hem
zaman hem de emek isteyen çalışmalar. Dolayısıyla daha çok işbirliğine
ihtiyacımız var. Örneğin enstitü web
sitesinde daha çok yazar katkısına
ihtiyaç duyuyoruz. Antropolojik saha
araştırmalarında yer alacak öğrencilere yahut gönüllülere ihtiyacımız var”
şeklinde konuştu.
w
T
Dilan Almaz
‘Suriye’deki savaşla politik uyanış
yaşandı’
Arapça’nın tamamen sözlü olarak
devam etmesi, unutulmasını ve gelecek
nesil tarafından öğrenilmemesine
neden olduğunu vurgulayan Can,
“Dolayısıyla yazılı olarak gelişme imkânı
bulmuyor dil. Bunda ciddi bir aksan
korkusunun da etkisi var. Türkiye’de
Türkçe konuşmamak hemen çeşitli
yargılar doğurduğu için insanlar hala
baskı altında” diye kaydetti.
Suriye’deki savaşla birlikte yoğun göç
alan Antakya’da bir “politik uyanışın“
yaşandığına dikkat çeken Can, insanların “Biz nereden geldik?” arayışına girdiğini belirtti. Can, Arap halkının kültürel
dokusuna, tarihine sahip çıkmasıyla
hem kültürel hem de akademik üretim
anlamında bir yükselişi sağlayacağını
ifade ederek, “Ortadoğu Arap Halkları
Araştırma Enstitüsü’de Antakya tarihi,
dili ve kültürü araştırmalarına ve Ortadoğu barışına naçizane bir katkı olmaya
uğraşmaktadır” dedi.
er geçen gün gelişen sivil
toplum inisiyatifleri toplumsal
sorunların çözümünde daha
sorumlu bir pozisyona ulaşmış durumda.
Türkiye’nin yapısal ve sosyal sorunların
çözümünde sivil topluma önemli görevler düşüyor. Sivil toplumun örgütlenmiş
şekli olan sivil toplum kuruluşları da
(STK) artık daha çok duymaya başladığımız, hayatın her alanında karşımıza
çıkan örgütlenmeler.
STK’lar farklı alanlarda çalışan gönüllü
örgütlerden düşünce kuruluşlarına, sosyal hareketlerden yurttaş inisiyatiflerine,
hükümet dışı örgütlerden sendikalara
ve meslek odalarına kadar geniş bir
yelpaze içerisinde hareket eden bir alanı
temsil ediyorlar. Sosyal fayda sağlama
amacının yanı sıra, toplumsal gelişme ile
demokratikleşme amacıyla insan hakları,
çevre, gençlik, eğitim, sağlık, engelliler,
kalkınma vb. gibi farklı alanlarda çalışan
farklı örgütlenme modelleri var. Bugün
Türkiye’de yasal olarak yalnızca dernek
ve vakıflar STK olarak tanımlanıyor. Girişim, platform, inisiyatif ve sosyal girişim
gibi farklı örgütlenmeler de sivil alanda
yer almalarına rağmen, bu tanıma dahil
edilmiyorlar. Kürd illerinde ise STK’lar
Kürd Meselesi’ne çözüm aramak, tarafları barışçıl yollarla sorunu konuşmaya
davet etmekle özdeşleşmiş durumda. Bu
bağlamda STK’ların toplumsal sorunların çözümüne dönük çalışmalarını,
gelinen aşamadaki işlevini Kürdistan’da
uzun yıllar sivil toplum adına emek
vermiş aktivistlerle konuştuk.
rg
Antakya Arapları nereli!
w
Bir yıldır bu topraklarda Kürd
Meselesi’nde kızılca kıyamet kopuyor.
Savaş nitelik değiştirdi. En büyük tehlike
ve vahim olanı ise savaşın toplumun tarafından kanıksamaya başlanmasıdır. Dahası iktidar çevresi ve onun bu konudaki
ortakları milliyetçi, ulusalcı milli ortakları
savaşla yaşamaya alışılmasını öğütlüyorlar,
sabah akşam ‘savaşa teslim olun’ çağrısı
yapıyorlar.
Açık konuşmak gerek, bu savaşın ulusal veya uluslararası
hukukta hiçbir karşılığı, meşruiyeti yok. Hukuki, siyasi, ahlaki,
dini hiçbir değere bağlı bir savaş yürütülmüyor. ‘Her yol mübah’
anlayışıyla sürdürülen savaşın yarattığı sorunlar, tedavisi çok zor
toplumsal yaralar açıyor.
40 yıldır süren Kürdlerle savaşın yeni döneminin nasıl ve ne
zaman sona erebileceği öngörülemez bir hal aldı. Şimdi ciddi toplumsal travmalara yol açma potansiyeli taşıyan bir savaş sürdürülüyor. İnsanlar evlatlarının cenazeleriyle günlerce birlikte yaşamaya,
uzuvlarını hafriyat alanlarında toplamaya mahkûm edildiler.
Ama esas olarak savaşa karşı direnç veya barış umutlarının
gelişmesi, savaşa ilişkin kuralsızlığa son vermekle ve cevapsız
soruların tüketilmesiyle mümkün olabilir ancak.
Bu günkü savaşın bilinmezlerinin oldukça fazla. Bunun birkaç
nedenlerinden biri Türkiye’de süren Kürdlerle savaşı tetikleyen en
önemli etmenlerden bir olan Suriye’nin geleceğinin ne olacağının
belirsiz olmasıdır. Diğeri de Kürd Meselesi ile doğrudan bağlantılı
küresel aktör/devlet sayısı çoğaldı ve sorunun karmaşık hal aldı.
Batılı devletlerin tamamına yakını Kürd Meselesi’nin bir parçasılar. Bu devletler, Türkiye’nin yürüttüğü Kürdlerle savaşına tavır
almıyor, aksine sessiz kalarak destek veriyorlar.
Savaşın hukuksuzluğunun hukuk haline gelmiş olması ise
siyasi çözüm arayışlarını zorlaştırmakla kalmıyor, belirsizliğin
derinleşmesini ve toplumsal umutsuzluğun yaygınlaşmasını besliyor. Savaş daha da kirli bir halde sürdürüldüğünde ise toplumsal
umutsuzluk ve hukuksuzluk daha bir derinleşiyor. Karşılıklı bir
birini etkiliyorlar.
40 yıl dağda süren savaşın niteliğini belirleyen ve akıllara kazınan 17 bin köyün boşaltılması, köy/ mezra yakmalar toplu katliamlar ve yargısız infazlar oldu. Eskiden, 90’larda köyler boşaltılarak
yakıldı. İnsanlar sokaklarda infaz ediliyordu. Bu uygulamaların
ortak bir gerekçesi, ‘PKK terör örgütüne yardım ve yatakçılık’
olurdu. Bu gün Kürd kentleri, sokakları ve evleri/işyerleri içinde
insanlar olduğu biline, biline havaya uçuruluyor, askeri araçlarla
imha ediliyor. “Yeni bir Doğu ve Güneydoğu yaratmak” için tarih
en kanlı ve kirli savaşı/temizlik hareketi yapılıyor.
Hiçbir gerekçe ve bahane, devlete 21. Yüzyılda bu derece
hukuksuz, acımasız ve vahşice haksız savaşı sürdürülmesini haklı
kılmaz. Bu, ancak gerçek anlamda çaresizlik hissine kapılmakla ve
acizlik içine düşmekle açıklanabilir.
Ankara’nın PKK’ye, Kürd siyasetine karşı kullandığı dil, yürüttüğü propaganda Kürdleri, daha da ötekileştiriyor. ‘Kardeşim’
edebiyatının büyük yalandan ibaret olduğu açığa çıkıyor. Güvenlik
güçlerinin operasyon bölgelerinde duvarlara yazdıkları yazılar,
araçlardan yaptıkları anasonlar, çaldıkları marşlar, yandaş ve ana
akım medyanın dili, manşetleri, haber başlıkları, ’Alevi/Yezid’
vurgu ve hatırlatmaların, ’dış güçlerin işbirlikçisi’ gibi söylem ve
ithamlar bütün toplum nezdinde Kürdleri karşıtlığı büyütüyor,
derinleştiriyor.
Savaşa karşı uluslararası sessizlik ise, yeni dönemin bir başka
özelliği olsa gerek. ABD ve AB ülkelerinin bir yıldır evlerin,
işyerlerin, tarihi dokuların imha edilmesini ve ölü sayılarının yarıştırılmasını film izler gibi izlemeleri savaş cephesinin büyüklüğünü,
barış cephesinin darlığını gözler önüne seriyor.
Kobani’deki kazanımları kalıcılaştırmak için Türkiye’de
çözümün ertelenmesini göze alan Kürd siyasetinin, yenilmezlik
duygusuyla geliştirdiği yanlış strateji ve taktikler, felakete kulaç
sallamak olduğu açığa çıkmıştır. Bunun moral etkisiyle kuralsızlığın kural haline getiren eylemlerle çıkmaz yola kaldırım taşları
döşeniyor. Cenevre Sözleşmesi’ne bağlı olduğunu söyleyenlerin
Vezneciler, Midyat saldırıları yapmaları tutarsızlığın ve çaresizliğin
bir ürünü olabilir.
40 yıl sonra bunların olması savaşı daha da kirletti ve belirsizleştirdi. Umudu tüketen, barışı inşa edemez, siyasal çözümü
yaratamaz. Bugünkü halimiz bu olsa gerek.
TOPLUM
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
13
SÖYLEŞİ
‘Yasalar sivil örgütlenmelere engel’
Sivil toplum kuruluşlarının demokrasinin gelişimine büyük katkı sağladığını
ifade eden eski Sur Belediye Başkanı
olan ve birçok sivil toplum hareketinde aktif olarak yer alan Abdullah
Demirbaş, Türkiye’deki yasaların sivil
örgütlenmelere “engel” olduğunu dile
getirerek, “Mevcut sivil toplum örgütleri
ya devletin yedeğinde ya da toplumsal
sorunlara yabancılaşmış durumdalar”
dedi. Gerçek anlamda sivil toplum
örgütü olma çabasında olan kuruluşlara
devlet baskısının olduğunu ileri süren
Demirbaş, bu kuruluşlara toplumunda
çok ilgi göstermediğini dile getirerek
Abdullah Demirbaş
şunları söyledi: “Örneğin İHD gibi
kurumlara üye olanların sayısı ile yöre
derneklerine üye olanların sayısı ve ilgisi
aynı değildir. Bütün bunlara rağmen
STK’lar önemli işlevler görüyor. Sivil
projeler yeterli olmasa bile yinede önemli
işlevler görüyor. Ama birçok sivil toplum
örgütlerinin sadece adı var ve proje
mezarlığı oluşturuyor.”
‘STK Çözüm Süreci’nde aktif
olabilirdi’
Sivil toplum örgütlerinin problem
alanlarında kurulup, çözüm geliştirmesinin önemine değinen Demirbaş,
“Toplumsal, kültürel, inançsal çatışma
alanlarında çözüm üretmek için kurulur
ve çatışmaları çözen noktada olurlar”
dedi. Kürd Melesesi’nin çözümünde
STK’ların önemli rollerinin olduğunu
hatırlatan Demirbaş, “Ama şu anda
mevcut anlayış kendini buna kapatmış
durumda. Mesela esir askerlerin veya polislerin getirilmesinde İHD, Mazlum-Der
aracı olurdu. Şimdi buna kapı açılmıyor.
Ama Çözüm Süreci’nde bu rol daha aktif
olabilirdi. Ama yinede hem uluslararası
hem de ulusal ölçekte STÖ’ler rol alabilir,
almalıdır” diye konuştu. Kendisinin de
içinde yer aldığı ve kadınlara, çocuklara
yönelik birçok çalışmanın başarıyla sonuçlandığını belirten Demirbaş, “Oluşturduğumuz Kırklar Meclisi çok önemli
işlevler yerine getirdi. Hem demokratik
katılım hem de toplumsal barış ve
inançlar arası ilişkilerde önemli işlevler
gördü. Farklılıkların bir arada yaşamasını
savunan, bunu topluma anlatan önemli
bir model oldu” ifadelerini kullandı.
‘STÖ’ler kentin hafızası silinirken
pasif kaldılar’
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin karar alma mekanizmalarının tüm
aşamalarına sivil toplumun katılımını
sağlamak için özel yöntemler geliştirdiklerinin altını çizen Eşitlikçi ve Çoğulcu
Demokrasi Ağı Proje Koordinatörü
Lezgin Yalçın, STÖ’lerin ortaya çıkış sebeplerinin başında toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarına çözüm
üretme istek ve kararlılığının olduğunu
belirtti. Diyarbakır’ın sivil toplum bilinci
açısından oldukça önemli bir kent olduğuna vurgu yapan Yalçın, “Diyarbakır
Mehmet Kaya
Lezgin Yalçın
gerek sosyal, siyasal ve kültürel birikimi,
gerekse de sivil toplumculuk geleneği ile
her dönemde yerel ve merkezi yönetimlerin çalışmalarına yön verebilmiştir.
Bu anlamda oldukça başarılı örnekleri
görebilmek mümkün. 1990’lı yıllarda
kurulan “Demokrasi Platformu” ve “YG21
Kent Konseyi” kuruldukları dönemler itibariyle oldukça başarılı çalışmalara imza
atmışlardır” diye konuştu.
‘Kürd Meselesi’nde STÖ’ler yeterince
refleks geliştiremedi’
STK’lar toplumsal sorunlara çözüm
üretme rollerinden uzaklaşmış olmalarına rağmen istisna da olsa çözüme yönelik
çalışan kuruluşların olduğuna dikkat
çeken Yalçın, “Kürt Meselesi’nin çözümü
konusunda STÖ’ler henüz yeterli bir
refleks geliştirebilmiş değil. Kimi zaman
geliştirilmek istenen sivil muhalefet ise
yeterli bir toplumsal destek göremiyor.
Nihayetinde son yıllarda sayıları yüzlerle
ifade edilen STÖ’lerin ortak basın açıklamalarında katılımcıların sayısının beklenenin çok altında gerçekleşmesi STÖ’lere
olan güven ve ilginin giderek azaldığına
işaret ediyor” ifadelerini kullandı.
Çözümsüzlük sivil örgütleri zorunlu
kılıyor
Kürd Meselesi’nin çözümünde atılan
adımların kalıcı bir barışa evirilememesinin en önemli nedenlerinden birisinin
de sivil toplum ayaklarının doğru
oluşturulmaması olduğunu dile getiren
Diyarbakır Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Başkanı Mehmet Kaya,
“Sürecin yerel ve sivil toplum katkılarının
oluşturulmaması toplumu daha çok
kutuplaştırmakta ve çözümü daha uzun
zamana yayarak zorlaştırmaktadır” dedi.
Gelişmiş toplumların yasama, yürütme
ve yargı erkinin yanına sivil toplumu
da alarak ilerleme sağladığına dikkat
çeken Kaya, siyasetteki problemlerin ve
çatışmalı ortamın sivil toplum örgütlerinin devreye girmesini zorunlu kıldığını
ifade etti.
AB’nin fon desteği, azınlık hakları,
demokrasinin geliştirilmesi için
AB ve fon veren kuruluşların öncelik
verdikleri konuların başında demokrasinin gelişimi, azınlık haklarının geldiğini
belirten Kaya, “Bu projelerin toplumsal
duyarlılığı artırmasının yanı sıra özellikle
sivil toplumun kapasitelerinin gelişimine ve güçlenmesine büyük katkı
koymaktadır. Ayrıca bu projeler ile sivil
toplum kuruluşlarının yerel yönetimler
ve kamu kurumları ile ortak projeler
yürütmesi sivil toplum kuruluşlarının
yönetime katılması anlamında tecrübe
kazanmalarını sağlamaktadır” dedi.
13
Öldürmek mi marifet
yaşatmak mı?
AHMET ÖZER
Cumhurbaşkanı şehit ve
gazi yakınlarına verdiği yemekte,
Temmuz’dan bu yana 7.500 PKK’li
öldürdüklerini gururla söylediği
konuşmasında şehitlik mertebesini
överek yeni şehitlik için adeta çağrıda
bulundu. Bunu dinlerken irkilmenin
yanında, iki soru gelip takıldı aklıma.
Birincisi aynı Cumhurbaşkanı, daha
güç zehirlemesine uğramadığı iktidarının ilk yıllarında “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyordu.
Şimdi ise ‘eğer toprak kanla boynamazsa arazidir, tarladır’
diyor. Arsa olması için kana boynaması gerekirmiş! Vatanı
arsa arazi diye tanımlayan bir bakış açışı ne büyük yaratıcılık… Acaba bu bakış açısını yönlendiren saik ne ola? Oysa
bunu yapmak, insan öldürmek marifet olmadığı gibi ölümle
sorunun çözülemeyeceği yüzyıllık tarihten ve son 30 yıllık
çatışmadan anlaşılmış olması lazımdı. Bana kalırasa, biliniyor, o halde neden şehirler yerle bir edilip 8-10 ayda onbinlerce insanın ölümüne sebep olan bir savaş sürdürülüyor?
Sanırım sebep, politik hesaplar ve oy uğruna ve başkanlığa
giden yolda bu işin bir araç olarak kullanılması.
Bir de tabi başta Rojava olmak üzere tüm Ortadoğu’da
“Kürd anasını görmesin“ hesabı var ortada. Bunun için
onca insan ölüyor ve habire şehitlik övülerek yenilerine
davetiye çıkarılıyor. İkinci soru da bu noktada akla geliyor.
Bu çağrılar yapıldığında neden kimse çıkıp da şunu sormuyor: “Bu övdüğünüz şehitlik neden sizin mahallere hiç
uğramıyor?” Çapsız politikacılardan geçtim, yüreğine ateş
düşmüş, ölen yoksul ana babalar bunu neden dile getirmez
bir türlü anlamıyorıum. Bu vatan sadece yoksulların mı?
Bu ölüm sadece onlara mı reva. Birilerinin sefa sürmesi
için mi? Bu yol, yol değil. Sürdürülebilir de değil.
Çözümün adresi siyaset kurumudur. Ama maalesef
siyaset bugün çözümün değil, kendisi çözülmesi gereken
sorunun bir parçası haline gelmiş durumda. Siyaset her bakımdan başka yöntemlerden çok daha üstündür. Ama son
zamanlarda siyasete olan güven dip yapmış durumda. Bir
kere, sistemde bir tıkanıklık var, siyasette bir kirlenmişlik
var ve bir kayma var. İktidar kayması kurumlar arasında
da yaşanabilir. Bugün olduğu gibi. Yürütme organı yönetmiyor. Hiçbir sorumluluğu ve anayasal görevi de olmayan
cumhurbaşkanı fiilen ülkeyi yönetiyor. İşte bu iktidar
kaymasıdır.
Herkesin düzenden memnun olmama hakkı var, bu evrensel bir haktır. Bu yetmez, memnun olmadığın bir düzeni
değiştirmek için çaba sarf etmen lazım. Bu da yok, ama
bunların da nedenleri var. Birincisi korku var, toplum korkutuluyor. İkincisi baskı var, anti demokratik uygulamalar
var. Üçüncüsü basın ile ilgili bir yönlendirme söz konusu.
Basının ele geçirilmesi, basının tek bir yerden yönetilir
gibi ses vermesi söz konusu. Ufak tefek bir takım ses veren
yerel basın, radyo ya da ulusal basında bir iki gazete kaldı.
Toplumun her tarafını kapsamıyor reytingler ve tirajlar.
Dolayısıyla bu gidişat iyi bir gidişat değil. Bu tehlikeli bir
gidişat. Buradan bir sosyolog olarak çağrı yapmak istiyorum: Herkesin bana göre aklını başına alması lazım, çocuk
oyuncağı değil bu işler.
Yeter 50 bin insanımız öldü, 50 bin kişi daha mı ölsün?
Üstelik ölenler, yoksul halk çocukları. Cenazelerin gittiği
evlere bakıyorsun, ailesiyle konuşuyorsun, babası simit
satarak geçimini sağlıyor. Uzman çavuş olmuş, geçimini
sağlamak için nişanlısını bırakıp gitmiş. Tuzu kurulara
bir şey olmuyor. Kimsenin çocuğunun ölmesini istemeyiz,
ama emin olun savaş çıkaranların çocukları bir gün bile
savaş alanların da olsa, o savaş bir gün bile sürmez. Onun
için yapılması gereken; savaşın, ölümün kimseye bir yararı
olmadığının gür bir sesle haykırmak. Siyaset, sivil toplum,
kurumlar bunu yapmalı. Çünkü ne kadar çok ölüm, o kadar
az çözüm demek. Ne kadar az ölüm, o kadar çok çözüm
demektir. Ölümler düşmanlığı artırmaktan, duyguları
parçalamaktan başka bir işe yaramaz. Bir de gelecekte olası
çözümü berhava etmekten başka.
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran14
2016
PORTRE
Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan,
M. Salih Batırhan, M. Emin Kan,
Dilan Almaz, Murat Özdemir,
Eren Dinç, Mustafa Erğün
Lakabı Yılmaz Güney’den
Ömer Usta’ya “Şeytan” lakabını
Yılmaz Güney takıyor. Sette yoğun
tempolu bir çalışma sırasında Güney’in
“Şeytan gibi ne dolaşıyorsun ortada, gel
buraya” demesiyle Ömer Usta’nın adı
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
“Vefa” vurgusunun yapıldığı setlerden acımasız gerçekliğe
Evlenmeye karar veriyor ve isimlerini
vermek istemediği iki çocuğu oluyor.
İkisinden de dertli. Oğlu hep Şeytan’dan
geçinmiş. Bir baltaya sap edememiş
onu. Oğlu için “beni hep dolandırdı”
diyor. Gezer dolaşır parasız kalınca da
yanına gelirmiş bir iki sete takılır sonra
tekrar gidermiş. Kumar dahil her tür illet
varmış oğlunda. En sonunda da geliniyle
bir kavga sırasında karısının bıçak darbesi ile hayatını kaybediyor oğlu. Kadın
hapse, torun anneanneye, oğul mezara.
“Sahip çıkamadım, oğluma pek faydalı
olmadım” diyor. Kızı beş yıl kadar önce
evlenmiş. Üç torunu var Ömer Usta’nın.
“Onda neden kalmıyorsun?” diye sorduğumuzda “Bana sert davranıyor” diyor.
“Orda otur, bunu şöyle yap” gibi hep
kızgın tavırlıymış. O yüzden altı ay önce
Tel: +90 212 243 27 60
E-mail: bas-haber@bas-haber.com
www.bas-haber.com
Kuloğlu Mh. Turnacıbaşı Sk. Tuner İş Hanı, No:
39 Kat:5 Beyoğlu / İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
Avaşin Yorulmaz
.o
rg
irçok Kürd dengbêjin seslendirdiği
ve Metran İsa’nın şahsında Ali ile
Meryem’in öyküsünü anlatan kilam/şarkı, Kürd/Türk ve Ermeni ilişkilerine ışık tutması
açısından önemli bir eserdir. Kürd dengbêjlerin
Hristiyan bir din adamını bu şarkı ile övmeleri
sosyolojik açıdan değerli bir veridir.
Kürdçe’de “Fermana Filan” olarak adlandırılan 1915 katliamlarına kadar Kürdler ve Hristiyan halklar birlikte barış içinde yaşamışlardır.
Hristiyan Ermeniler ve Asuriler, Ezdi Kürdler
ile Müslüman Kürdler aynı köyü, aynı sokağı
paylaşmışlar. Küçük sorunlar ve anlaşmazlıklar
yaşanmışa da, her taraf dininin üstün olduğunu
iddia etmişse de, bu rekabet nefrete, dışlamaya
dönüşmemiştir.
Metran İsa, bu barışı, dönemin hoşgörüsünü
aktaran önemli kilamlardan biridir. Akdamar
Kilisesi’nde Başrahip (Metran) olan İsa, Van
Valisi’nin aşkı olan Hrıstiyan kızı Meryem ile
Müslüman Kolağası Ali’nin nikâhını İslami
kaidelere göre kıymıştır. Metran İsa’nın barışı
koruyucu hoşgörülü tavrı ve zalim Van Valisi’ne
karşı koyuşu Müslüman dengbêjlerin takdirini almış ve onu ölümsüzleştiren bu şarkıyı
dokumuşlardır.
Kilamın tam olarak hangi döneme tarihlendiğini bilinmiyor. Ancak, 1915 Hristiyan katliamı öncesi olduğu içeriğinden anlaşılıyor. Çünkü
Metran İsa, Van Valisi’ni ‘Pazar günü Ermenileri
sokağa dökmekle’ diye tehdit etmesi olayın
1900’lü yılların başında geçtiğini gösteriyor.
Kilamın önemli kişilerinden biri olan Ali’nin
Kolağası olması başka bir veri sunuyor. Kolağası
sistemi Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılmasından
sonra yani 1826 yılında başlıyor. Bu durumda
öykünün 1826 ile 1914 yılları arasında geçtiği
söylenebilir.
1871 Erzurum Salnamesi’ne göre, Van ve
civarındaki 156 kazanın erkek nüfusu 25.725 kişi
idi. Bunun sadece 6.863’ü (yüzde 27) Müslüman, yüzde 73’ü ise ağırlıklı olarak Gregoryan
Ermeni’dir. Şehrin ekonomik hayatını Ermeniler kontrol ederken, idari açıdan Türkler ve
Kürdler daha öndedir.
Şarkıya mekan olan kilise Gevaş açıklarındaki Akdamar Adası’nda yer almaktadır. Akdamar,
Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından 915-921
yılları arasında Keşiş Manuel’e yaptırılmıştır.
Metran
İsa kilamını Salihê
ur
d
ak
Keşke bir ev alsaydım…
Paralıyken yapamadığı işlere, ev
alamadığına hayıflanıyor. Parasını en
çok torunlarına, kendine ve oğluna harcadığından bahsediyor. Sektörün şanslı
kişilerinden aslında. SESAM’dan emekli
olmuş. Şimdilerde maaşı var yani. Ama
yetmiyor tabi ki. Gelirini, tanesini 25
kuruşa aldığı selpak mendilleri satarak
sağlamaya çalışıyor. Genelde Sadri Alışık,
Ayhan Işık, Erol Dernek Sokak gibi
Yeşilçam’a mekân olan eskiden birçok
film şirketi, set bulunan bu sokaklardan
kopamıyor usta. Esnaftan yana “Bir
sıkıntım yok, bana bakıyorlar” diyor
yani aşını, ekmeğini veriyorlarmış. E bir
de mendil satarsa süper. Yeni filmleri
imkân buldukça TV’den izliyormuş usta.
“Şimdiki olanaklar çok iyi” diyor. Özellikle çekim sırasında monitöre aktarılan
görüntünün ışık ayarında büyük avantaj
olduğunu belirtiyor. Ama kendisi bütün
olanaksızlıklara rağmen zamanında
büyük iş başarmış. Yavuz Özkan’ın yönettiği Maden Filmi (1978) Antalya’dan
Altın Portakal’dan ona ödül getirmiş.
En iyi ışıkçı seçilmiş. Kimse “hiçbir
ışıkçı madene inmek istemedi, ben evet
dedim” diyor. İzleyenler hatırlıyordur
gerçektende filmin çok iyi ışığı vardı. Kapalı mekânda ve karanlıkta çalışmak zor
iştir. Işığın yüzü iyi göstermesi karanlığı
da hissettirmesi gerekir. Ödülle birlikte
bir zarf içinde biraz da para vermişler
ustaya. Ödülünü ve zarfını dönemin
Antalya Valisi’nin elinden almış, Biz
kendisiyle sohbete başladığımızdan
hemen önce Tanju Gürsu’nun Teşvikiye
Camisi’ndeki cenaze töreninden gelmişti
Şeytan. Tanju Gürsu 77 yaşında hayata
gözlerini yummuş. Ömer Usta 76 yaşında. Yeşilçam‘ın emektar ışığı Şeytan da
söneceği günü bekliyor artık.
B
iv
Yaklaşık 300 filmde emeği var
Şeytan kaç yönetmenle kaç filmde
çalıştığını hatırlamıyor. Ama sayısını
300 olarak tahmin ediyor. Sanatçılardan
en çok Fatma Girik, yönetmenlerden
de Memduh Ün ile çalıştığını söylüyor.
Fatma Girik’in kostümlerini arka fona
uygun olarak çoğunlukla Ömer seçermiş.
Makyajını da çoğu zaman o yaparmış: “Her kostüm değişiminde dışarı
çıkardım. Fatma hanım bana kızardı
diyor nereye gidiyorsun ortada ayıp bişey
yok derdi. Bazen o kadar çok kostüm
değiştirirdim ki, Fatma Hanım sinirlenir
sesimize Memduh Ün gelirdi.” Bolluk
bereket yıllarının içinden geçerken 30’lu
yaşlarında kadınlarla ilgili birçok macera
yaşamış Şeytan. “İlgi üzerimizdeydi”
diyor. Pek bilgi vermiyor çoğu şeyi
anımsamıyor.
eşini kaybettikten sonra Tarlabaşı’nda
yalnız yaşamayı tercih etmiş Şeytan. 500
lira kira verdiği iki göz evde yaşıyor ve “bu
güne kadar ev alamadım keşke alsaydım”
diyor. Kızının yanına da geçmek istemiyor, kızı da ondan ayda 300 lira kira
istemiş çünkü. “Böyle iyiyim” diyor.
rs
950-60’lar Yeşilçam’ın altyapısının
oluşmaya başladığı yıllardır. Bu
yıllarda özellikle Anadolu’da birçok
ilde, ilçede açılan sinema salonları, yazlık
sinemalar gibi gelişmeler sinema sektörünün yaşaması için ciddi bir dağıtım
dolayısıyla gelir alt yapısı oluşturuyor.
Birçok ilde ilk büyük sinemaların tamamı bu yıllarda açılıyor. Demokrat Parti
(DP) döneminde yapılan karayolu ağları
da buna eklenince yerel folklorun, radyo
kültürünün yanında Yeşilçam kültürü
de Anadolu’da yaygınlaşmaya başlıyor.
Ciddi bir eğlence halini alan “Anadolu’da
sinema” bol kazanç, yeni geçim kapısı
demek. Yeni sektör yani sinema birçok
insan için ne kadar iş demekse, birçok
insan için de yeni bir macera ve umut
kapısı demek. Yeşilçam’ın büyüsüne
kapılan insanlar Yeşilçam kervanına
dahil oluyor. Kimi mağdur kimi de abad
oluyor. Kimi set işçisi kimi de aktör,
figüran, ya da karakter oyuncusu olarak
sektöre giriş yapıyor. Konuyla ilgili
yazılara, tercihen biyografi olabilecek
bir çalışmayla başlamak istedim. Bugün
Yeşilçam’a ömrünü adayanların çoğu
sona yaklaşmış durumdalar ve yakında
‘büyük rejisör’ birçoğu için ’stop’ diyecek.
‘Stop’a iyice yaklaşmışlardan biri Ömer
Usta bilinen adıyla “Şeytan.” Şeytan 1940
doğumlu ve bugün yetmiş altı yaşında.
Yeşilçam’ın büyüsüne 1960’lı yıllarda
kapılmış. Kayseri’den gelip kervana
katılanlardan. Gelir gelmez direk Uğur
Film’de Memduh Ün’ün şimdilerde
ismini hatırlayamadığı bir filminde
ışıkçılıkla başlıyor. Başladıktan bir süre
sonra da yine biriktirdiği parayla Uğur
Film’den aldığı alet edevatla setten sete
koşturmaya başlıyor. O yıllarda çok genç
Ömer Usta yani Ömer Ekmekçi fiyakası
yerinde çok da iyi para kazanıyor. Sektörde saadet zinciri kurulmuş yapımcı,
yönetmen, setçi, ışıkçı, oyuncu, salon
sahibi herkes kazanıyor. Kazanıyor ama
kimsenin ilerisini düşündüğü yok. Bugün birçok oyuncu, aktör, figüran sosyal
güvencesi ve birikimi olmadan hayatta
kalmaya çalışıyor.
“Şeytan”oluveriyor. Sonrasında da “Şeytan aşağı, Şeytan yukarı.“ Film aralarında
molalarda ya da özel istek üzerine Yılmaz
Güney ile rakı ve muhabbet arkadaşı da
oluyor. Bugün Sadri Alışık Sokak ile Erol
Dernek Sokağ’ın kesiştiği yerdeki tekel
bayii önünde sık sık Yılmaz Güney ile
Şeytan birer ufak açıp kaldırım masası
kuruyorlar. Yılmaz Güney’le şimdi ismini
hatırlayamadığı birçok filmde çalışan
Ömer Usta “hiç hakkımı yemedi, bol bol
verdi” diyor. Rahmet okuyarak yad ediyor. Nedense ben de biraz bu durumdan
gururlanıyorum. Şeytan’ın içki arkadaşlarından biri de Cüneyt Arkın. Kimi
zaman Arkın’ın evinde bile içerlermiş.
.a
1
Çaçan Amedi
w
Annelerin ninnilerinden / spikerin
okuduğu habere kadar / yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı / anlamak sevgilim / o bir müthiş bahtiyarlık /
anlamak gideni ve gelmekte olanı…
‘Bingöl’de kurulan iftar çadırlarında halka, Ramazan’ın inayeti ve
paylaşımcılığını anlatmak için kurulan
iftar yemeği sırasına giren aç Suriyeli
çocuklar zabıtalar tarafından yemek kuyruğundan atıldı, tartaklanarak. ‘Devlet yemeğini yerken ve kendine vaad edilen
cennete bir adım daha yaklaştığını düşünürken, bu dünyasını
cehenneme çevirdiği çocuklara bir lokma ekmeği çok gördü,
büyükler cennete, cehennemine neden oldukları çocukları bile
koymuk istemiyorlar.’
‘Oysa namus benimdir Hakim Bey, bir kağıda imza attık
diye kimselere bırakmam...
İçimdeki hayatta kalma mutluluğunu atamıyorum Hakim
Bey. Ağlayamamam bundandır.’
Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ
kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da
yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var. Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma,
benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Yanında ben
olayım. “Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de
bana.“ Kendisini satmaya yeltenen, yıllardır şiddetine maruz
kaldığı kocasını, kendisini öldürmek için hazır ettiği silahı ile
öldüren ve yaşamayı seçen Çilem Doğan böyle bağırıyor kendisine 15 yıl veren mahkemenin suratına. Kendisini öldürmek
için alınmış silahla, ölmemek için öldürdüğü adam. Çilem’in
kocası koca bir devlet, öldürme, tecavüz etme, satma, dövme
hakkını yasalardan neredeyse almış ve mukabil şiddete aynı
şiddetle cevap veren bir sistemin yarattığı canavar. Çilem’e
meşru müdafadan beraat kararı vermeyeceklerini bilen ve her
türlü öldürme hakkının sadece kendisi için bahşedilmiş bir
hak olduğunu bilen devlet onun kocası, arkasında tuğlalarca
kitaplar var. Çilem yattığı koğuşta kadınlara yemek yaparak
yaşadığına mutlu olarak tehlikesiz bir biçimde hayatta kalmaya devam edecek. Evindeki devletten kurtulmuş ama daha
büyük belaya bulaştığının henüz farkında değil.
Ve en son dakikalarda Nurettin Demirtaş’ın Özgür
Politika’da yazdığı, sayfalarıma henüz düşen makalesi: ’Almanya gerçekten ne yapmak istiyor? Demokrasiyle alakaları
olmayanların amaçları Türkiye’yi demokrasiye duyarlı hale
getirmek olabilir mi? Yoksa Türk ve Ermeni milliyetçiliğini
kızıştırma konsepti mi devrededir? Bunları hiç sorgulamadan
Almanya’ya alkış tutmak aydın tavrı olamaz.’
Milliyetçiliği sorgular görünen, buram buram devlet
kokan bir ‘muhalif’ yazısı. Devleti ya olumlayan ya eleştiren,
ama devlet dışı hiçbir düşüncenin manasının olmadığını açıkça
kabul eden bir çığlık, bir benzerlik ve aynı aydın düşmanlığı.
Git gide devletin sokaklara sirayet eden suratı, evlerimizin
içine muhalefet alanlarına kadar giren ama kimsenin ne
olduğunu yüksek seslerinden hala anlayamadığı erillik, ağır
şiddet ve erkeğe dair ne varsa önümüze saçılan kaba faşizm.
Dur denemez, bu araba buradan gidecek, herkes ölüp bitene
kadar.
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Barış ve mertliğin unutulmaz şarkısı
w
SENNUR BAYBUĞA
15
Metran İsa
Yeşilçam’ın son ışığı
Anlamak gideni ve
gelmekte olanı
KÜLTÜR
BasHaber
13 - 19 Haziran 2016
15
SÖYLEŞİ
Ömer Ekmekçi, namı diğer: Şeytan
w
14
Qubînê, Mihemed Arifê Cîzrewî, Miço Kendeş,
Esker Cîzrewî, Metin Barlık, Xelîl Xemgîn,
Hesen Cîzrewî, Hîkmetê Xelatî’nin anlatımı
üzerinde değerlendirdik. Konuştuğumuz sanatçılardan en fazla Salihê Qubînê’nin konuya vakıf olduğu anlatımlarından anlaşılıyor. Dengbêj
Zahiro da Metran Îsa kilamını en iyi Salihê
Qubînê’nin söylediğini belirtiyor. Dengbêj
Salihê Qubînê ise, kilamı 1933
yılında doğan amcası Mamê
Niyazî’den almış.
Metran İsa’nın hikayesi
Van’ın zalimliğiyle nam
yapmış Valisi, Sarkis’in oğlu ile
nişanlı rahibin kızı Meryem’e
aşık olur. Meryem’in güzelliği
dillere destandır. Vali her yere
haber salarak, “Meryem ya
benim, ya da kara toprağındır“
der. Vali’nin korkusundan nişanlısı Meryem’den vazgeçmek
zorunda kalır. Ancak kaderine
razı olmayan Meryem, Vali’ye
bir mektup gönderir:
“Ey Vali, eğer Allah varsa gasp ettiğin hayatımın hakkını senden mutlaka alır. Kaderimi
tutsak almışsın. Elini kaderimden çek. Bırak
kaderim yol alsın. Eğer bunu yapamıyorsan; o
zaman bir adamını gönder de gelip beni alsın,
evlenelim.“
Vali Meryem’i ikna etmek için en güvendiği
komutanlarından Kürd olan Kolağası Ali’yi
gönderir. Meryem, Kolağası Ali’yi görünce
âşık olur. Meryem, Ali’ye aşkını ilan eder. Ali,
Vali’nin korkusundan Meryem’i kabul etmez.
Yusuf ile Züleyha hikâyesinde olduğu gibi Meryem, Ali’yi “Eğer beni kaçırmasan seni Vali’ye
şikâyet ederim yine kurtuluşun olmaz“ diye
tehdit eder. Ali, Vali’nin elinde kurtuluşlarının
olamayacağını söyler. Meryem en güvenli yerin
Akdamar Adası’ndaki kilisenin başrahibi Metran İsa olduğunu ve orada güvende olacaklarını
belirtir. Sonrasını şarkıdan dinleyelim:
Meryem der;
Ali, sabahtır ne güzel bir sabah
Ne nazenin ve ne bereketli bir
sabahtır
Haydi, kalk, çöz Metran İsa’nın
kayıklarını
Kilisenin ve Metran İsa’nın
bahtına sığınırız
Haydi kalk
Ey tanıklar görün, duyun!
Metran’ın yiğitliğini görün
O günden bugüne namı yürümüş Metran
İsa’yı görün!
Ali der;
Haydi, gidelim, çözdüm Metran İsa’nın
kayıklarını
Gidelim.
Mihemed Arifê Cîzrewî ve
onu kaynak alan birçok şarkıcı,
Meryem’i Vali’nin nişanlısı
olarak anlatılar. Oysa Meryem,
Sarkis’in oğlu ile nişanlıdır.
Vali’nin nişanlısı olmadığı
kilam bütünlüklü olarak
dinlendiğinde kendiliğinden
anlaşılır:
Ey tanıklar ey!
Vali’nin kolağası Ali, Hıristiyan Meryem’i kaçırdı
Rahibin kızı, Sarkis’in gelinini Vali’nin sevdiği Meryem’i
kaçırdı
Ali, bir tanrıya sığındı bir de
Metran’ın yüce gönlüne.
Aşk için din değiştirmeye razı olur
Meryem ile Ali kiliseye sığınır. Metran İsa
sabahın köründe onları görünce şaşırır, neden
geldiklerini sorar. Ali cevap verir:
Ey aziz Metran, Hıristiyanlığın namı
Akdamar Kilisesi’nin bahtına ve sana sığındım
Hıristiyan Meryem’i rahibin kızı, Sarkis’in
gelini Vali’nin âşık olduğu kadını kaçırdım
Eğer Hıristiyan Meryem’i Muhammed’in
dinine göre nikâhlarsan
Yaşa, yüz kere yaşa!
Eğer Muhammed’in dinine göre
nikâhlamazsan da Metran İsa’nın dinine
razıyım.
Ali’nin tercihi Başrahip’in nikâhlarını İslami
kaidelere göre yaptırmasıdır. Ali aşkı için
dininden vazgeçmeye razıdır. Din olgusunun
bu kadar güçlü olduğu bir toplumda aşkı için
dinini inkar etmek ya da din değiştirmek altı
çizilmesi gereken bir tavırdır. Birçok dengbêjin
üzerinde durmak istemediği bu “erdemli” tavırdır. Mihemed Arîf Cizrawî ve diğer şarkıcılar
kilamın bu kısmını çarpıtırlar. Metran İsa İslam
şeriatinin en ateşli savunucusuymuş gibi gösterilir. Miço Kendes, Metin Barlık, Xelîl Xemgîn
ve diğer stranbêjler (şarkıcılar) Arifê Cizrewî’nin
anlatımını esas alırlar.
Mihemed Arifê Cîzrewî:
Vali’nin nişanlısı Hristiyan Meryem’i kaçırdım.
Benim ile Hristiyan Meryem’in nikâhını kıy.
Kabul edersen et
Benim ile Meryem’in nikâhını İslam dinine
göre kıy.
Ali bunu yapamam
Şeraite karşı gelemem
Bir Hristiyan kadın için Muhammed’in
dinini rezil etmem
Arifê Cîzrewî, söylediğini inkâr eder gibi:
Yemin ettim Nurlu İsa’nın adına yemin ettim,
Kilisenin yolunu tutan ölümüne razı olur
Kilamın bozulmamış biçiminde Metran,
Müslümanlar ile Ermeniler arasındaki barışı
bozmamak için Hristiyan kaidesine göre nikâh
kıydırtmaz. Metran İsa aynı zamanda kilisesinin itibarını düşünerek deyim yerindeyse
diplomatik bir nezakette bulunur.
Metran der,
Ey delikanlı, ey Ali!
Tanrı şahidimdir ki Akdamar kilisesinin ismi
kadimdir
Bu kadim ismi kötüleyemem!
Muhammed’in dinini kilisede zayıflatamam
Seni kilisede evlendiremem
Bir imam iki şakirt getiririm yarın
Allah’ın emri Muhammed’in kavliyle evlendiririm sizi!
Van Valisi, Metran İsa’ya bir mektup yollar.
Mektubunda, Ali ile Meryem’i teslim etme
karşılığında bin kese altın verme vaadinde
bulunur. Metran İsa, Vali’ye şu karşılığı verir.
Ey zavallı Vali!
Berdan, Henna ve Yewnan’ın kardeşi
Metran’ım
Başrahipliğin kepini atarım, Akdamar’dan leş
gönderirim sana
Yarın Pazar, Hıristiyanları sokağa dökerim.
Ey Vali ne yaparsan yap yarın bu vakitte Ali
damat, Meryem gelindir.
Metran İsa kilisenin etrafında mevziler kurarak savaşa hazırlanır. Hikâyenin nasıl sonuçlandığına dair değişik anlatımlar vardır. Dengbêj
Salihê Qubînê’nin anlatımına göre Metran
İsa İstanbul hükümetine Vali’yi şikâyet eder.
İstanbul’daki Ermeni dostlarının da yardımıyla
Vali görevden alınır. Dengbêj Hikmetê Xelatî
ise kan döküldüğünü söyler:
Vali ile Metran savaştı.
Müslüman ve Ermenilerin kanı nehirler
misali Van gölüne aktı.
16
BasHaber SÖYLEŞİ
13 - 19 Haziran16
2016
MÜZİK
Zilan Tigris
Acının çığlığı her
dilde kardeştir
Murat Özdemir
.a
rs
.o
ur
d
iv
ak
Müzik serüveniniz nasıl başladı?
Ben annemin Ayşe Şan ile beraber söylediği şarkılarla büyüdüm. Çocukken Mevlüt
okurdum. Sonradan Ermenice olduğunu
öğrendiğim ninemin hikayeleri ve ağıtlarıyla
büyüdüm. 1989 yılında halk korosunda solist
olarak müzik yaşamıma başladım. Profesyonel müzik yaşamım o zaman başladı
diyebilirim.
rg
Kendinizden söz edebilirmisiniz, Kürd
ismi ve Ermeni soyismili Zilan Tigris
kimdir?
Diyarbakır’da dünyaya geldim, ilk okul,
lise ve üniversiteyi burada okudum. Dedem,
Ermenice adı Germori olan Germili köyünden. Germori Ermenice’de ‚kırmızı’
anlamına geliyor. Dedelerim Elazığ’dan
Diyarbakır’a gelmişler. Annemin babası
da Bingöl’ün şu anki adı Dikme olan, Kur
köyünden gelip bu bölgeye yerleşmişler.
Annem Harputludur. Hepimiz Müslüman ve
Kürd kültürüyle büyüdük.
w
w
Göründüğü kadarıyla bu coğrafyanın
geniş kültürünü müziğinize yansıtıyorsunuz. Bu coğrafyanın bir gizemi
var mı sizce?
Coğrafyamızda bir çok kültür yaşamakta,
haliyle bunlar, yaşamın her alanını olduğu
gibi müziği de etkiliyor. Bu etki de müziği
zenginleştiriyor. İnsan değişik kültürlerle
büyürse insanın hayata bakış açısı ve öngörüleri de gelişiyor. Müziğin en etkili tarafı da
tüm değişik toplumları aynı bakış açısında birleştirebiliyor olmasıdır. Eğer bunu
görürsek ve doğru bakabilirsek birleştirici olduğunu da
görebiliriz. Dejenere etmeden
‚Sezar’ın hakkı Sezar’a’ diyebilmeli ve yasal hareket etmeli.
İnsan farklı toplumların kültürüne alışıyor, onları tanıyor
ve onlara empati duyabiliyor.
Bu büyük bir avantaj. Ben
babamın şu sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Babam
her zaman şöyle derdi, “Her gül
kendi kökleri üzerinde büyür.”
İnsan, içinde yaşadığı toplumu
anladığı kadar insandır. Ben
her işimde bunu göz önünde
bulunduruyorum ve öyle hareket ediyorum.
w
Savaşlar her yerde geride
her zaman yakılıp yıkılmış
kentler, kan, gözyaşı ve acılar
bırakıyor. Bu acılar bazen hikayelere konu olurken bazen de
şiir ve şarkılarla kendini dışa
vurarak insanlara ulaşıyor.
Müzik evrensel özelliği ile toplumlara ulaşmanın en iyi yollarından biridir ve her zaman
acı ve dertleri dile getirmekte
önemli bir yer tutar. Müzik her
ne kadar evrensel olsa da, her
halk kendi müzikal üslubunu
yaratıp, örf ve adetlerini, kendi
özgün durumunu sözlere
anlam olarak katar. Bu durum
çoğu zaman doğallığında
gelişir.
Belli bir topluma ait olmayan, müziği evrensel bir alan
olarak kabul eden sanatçılardan biri de, Kürdçe, Ermenice,
Süryanice, Arapça, Farsça,
Rumca ve İbranice ezgiler
seslendireren Zilan Tigris. Her
otun kendi kökleri üzerinde
yeşerdiğini söyleyen Tigris,
yaşamı, müziği ve umutları ile
ilgili BasHaber’e konuştu.
Diyarbakırlı Ermeni
sanatçı Zilan Tigris,
Ortadoğulu halkların
müziğinden
etkilendiğini
söyleyerek, farklı
dillerle müzik yapıyor.
Bölgede yaşanan acıları müziğinize
aktarabildiğinizi söyleyebiliyor musunuz?
Acının dili ve melodinin dili her dilde aynıdır. Bir Kızıldereli sözünde, “Renklerimiz
ayrı olabilir, ancak göz renklerimiz aynıdır”
der. Ben en çok acıları kendi sesimle görüyorum, bunun sebebi de benden öncekilerden
aldıklarımdır.
Parçalanmış bir toplumda oluşabilecek avantaj ve dezavantajlar nelerdir?
İnsanın yaptığı her iş, insandan bir şeyler
aldığı gibi insana bir şeyler de katıyor. bu
coğrafyada müziğe başladığım zaman, temiz
ve adaletli bir müzik hissini bırakmayı ilke
edindim. İlkin bu şartlar altında herkesin
bildiği bir müzik kültürü ile işe başlıyorsunuz. Alevilikte 4 kapı ve 4 makam vardır.
ilkin toplumun bilip onayladığı bir kültürü
yaşamınıza alıyorsunuz. Daha sonra öğrendikçe bakış açınız değişiyor. İnsanın yaptığı
işi etkiliyor bu. Şimdi de durum böyle. Fakat
kendinizi doğru ifade ettiğinizde durum değişiyor ve başka biri gibi görünüyorsunuz. O
zaman dezavantaj dediğiniz olaylar başlıyor
ve her zaman güzel görüp karamsar bakmam. Öyle olmazsa ben ilerleyemem. Beni
en çok etkileyen sanatçı Gomidas Vartabet
olmuştur. Ermeni bir sanatçıdır ve bütün
yaşamını topluma adamıştır.
Ortadoğu’nun farklı toplumlarının
müzik kültürünü nasıl buluyorsunuz?
Bu coğrafya zengin bir kültüre sahip. Er-
meni, Kürd, Süryani, Keldaniler bu toprakları sahiplenmişler. Ünlü bir İngiliz şair müzik
üzerine şunu söyle der: “Bir toplumun müziğini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha
güçlüdür.“ Yani doğru ve yerinde yapılan
her müzik mutlaka akacak bir yol buluyor.
Buradaki müzik de, her toplumdan bir avaz
almış ve bütün duyguları beraber yaşatıp
güçlü bir haykırışa dönüşmüş. Her ne kadar
özü biraz değiştirilmişse de kabına sığmayıp
sürekli gelişmiş. Güçlenen ve bertaraf olan
bir yönü var.
Şimdiye kadar kaç albümünüz çıkmış
ve gelecek için projeleriniz var mı ?
1992 Îro adında yayınlanan tamamı Kürdçe olan bir albümüm var. 1998’de de Edle
isimli bir albüm çıkmıştım. Bu coğrafyada
ilkin bilip seslendirdiğim şarkılar Kürdçe’dir.
Şimdi de çeşitli dillerde oluşan bir albüm
üzerinde çalışıyorum. Araştırma ve derleme
safhasındayım.
Yıllardır müzikle uğraşıyorsunuz.
Müziğe yeni başlayıp ilgienenler için
tasiyeleriniz ne olur?
Müziğe yeni başlayanlar için en önemli
önerim doğru kaynaklardan istifade etsinler.
İçi bolaştılmış ve dejenere edilmiş kaynakları
sahiplenmesinler. Çünkü sanatçıların esas
görevi geçmiş ve gelecek arasında köprü
kurmaktır. Fakat bu sorumluluğunu yerine
getirince kibirden uzak durmalı ve adaletli
olmalılar. Asimilasyona yardımcı olmamalılar.
Download