´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EDİTÖR ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Abdullah b. Amr b.As'dan (r.a) rivayet edilmiştir. Bir adam Rasulullah'a (s.a.v); "İslam'ın en hayırlı ameli hangisidir" diye sordu. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu; "Yemek yedirmen , tanıdığın ve tanımadığın kimseye selm vermendir." (Buhari ve Müslim) Ebu Hüreyre (r.a)'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v ) şöyle buyurdu; "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinize sevgi duymadıkça iman etmiş olmazsınız. Size, şayet uyguladığınız zaman sevginizin artacağı aranızda muhabbetin oluşacağı bir şeyi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız" (Müslim) Allah (c.c) buyuruyor ki; "Ey iman edenler kendi ev ve odalarınızdan başka evlere ve odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selamda vermeden girmeyin" (Nur suresi/27) Yıl 6 Sayı 64 Ocak 2011 "Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık dilemiş olmak üzere selam verin" (Nur suresi/ 61) "Bir selam ile selamlandığınız vakit siz ondan daha güzeliyle selamı alın veya onu aynıyla karşılayın" (Nisa suresi/86) "İbrahim'in Allah indinde şerefli misafirlerinin haberi sana geldimi? Hani bunlar onun yanına gitmişlerdi de; "selam" demişlerdi. İbrahim de "selam" demiş selam ile mukabele etmişti" (Zariyat suresi/24-25) Ebu Hüreyre 'den rivayete göre Nebi (s.a) şöyle buyurdu: "Allah (c.c) Adem'i yaratınca , oturmakta bulunan melekle topluluğunu kastederek, 'Şunlara git selam ver , selamına selamına nasıl karşılık vereceklerini iyi dinle. Çünkü bu selam şekli senin ve zürriyetinin selamıdır'' buyurdu. Adem (a.s) giderek 'Esselamu aleyküm' dedi. Melekler 'Esselamu aleyke ve rahmetullah' diye mukabelede bulunarak, 'rahmetullah 'kısmını ilave ettiler. (Buhari ve Müslim) Ebu Umare Bera b. Azib 'den (r.a) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v) bize yedi şeyi emretmiştir. Hasta ziyareti, cenazeyi teşi etmek, aksırana 'yerhamükallah ' demek, zayıfa yardım etmek, zulme uğrayana el uzatmak, selamı yaymak ve yemin eden kimseye ifasını sağlamaktır". (Buhari ve Müslim) İmran b. Husayn (r.a) rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Nebi'ye (s.a.v) birisi gelerek "Esselamu aleyküm" dedi .Nebi (s.a) onun selamı aldı, sonra adam oturdu. Nebi (s.a): "On sevap aldı" dedi. Bir başkası geldi ."Es selamu aleyküm ve rahmetullah" diye selam verdi. Nebi (s.a) bu defa: "Yirmi sevap aldı" buyurdu. Sonra diğer bir adam gelerek "Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü " diye selam verdi. Nebi (s.a) "Otuz sevap aldı." buyurdu.(Ebu Davud ve Tirmizi Hasendir.) İnşallah hepimiz O'nun (s.a.v) emirlerine uyan bir ümmet olurda, kurtuluşa erenlerden oluruz. Müjdelerine nail oluruz. Belki çoğumuzun önemsemediği bir selamın ne kadar önemli olduğunu dilimiz döndüğünce Hadis ve Ayetler ışığında siz değerli okurlarımıza anlatmaya gayret gösterdik. İnşallah muvaffak olmuşuzdur. Yeni yılın hayırlara vesile olması temennisiyle Allah’a emenet olun. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 64 Ocak 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın içindekiler Hepimize Yükseklerden Selam Var 4 Selam Ve Barış Dini İslam 6 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Dr. Ramazan ŞAHAN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR Selam, Hidayet’e Tabi Olanlardır 8 Ersan BİLGİN Bir İbadet Biçimi Olarak Selam 12 Nihat MORGÜL YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Selam Olsun O Kutlu Elçiye Ve Arkadaşlarına 16 Kamil ABDULLAHOĞLU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Selam; Esenlik ve Güzel Yaşam Temennisi 20 Fuat TÜRKER Musa KARACA Redaksiyon Mürsel LÜLECİ Fazlur Rahman Kimdir? 24 DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Dr.Ebubekir SİFİL Gelen Haberi Mutlaka Araştırmak Lazımdır! 32 Mehmet TALU Adalet Ve İslam 38 Aydın Başar Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Fahrettin Bozdağ: “Çocuğun ilerde masum mu yoksa cani mi olacağının yoldaki işaretlerini aile koyar” 42 Röportaj Aydın BAŞAR Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Zikir 48 Prof. Dr. Orhan ÇEKER Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Muhabbetin Alametleri 52 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Dünya Yalana Teslim 54 Hasan BAŞAR Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ Her İşte Haddi Vasat (Orta Yol) 58 Sebahaddin TÜZÜN burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com Sabır Abidesi Kutlu Şehide (MAŞİTE SULTAN) 62 Hatice FURAN BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Soyut Zekâsı Gelişmemiş Çocuklarda “Allah Korkusu” 66 Burhan Çocuk 70 Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. M. Emin KARABACAK Musa KARACA Hepimize Yükseklerden Selam Var Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4 Selam Olsun O Kutlu Elçiye Ve Arkadaşlarına 16 Kamil ABDULLAHOĞLU 38 Adalet Ve İslam Aydın Başar Zikir 48 Prof. Dr. Orhan ÇEKER 54 Dünya Yalana Teslim Hasan BAŞAR Başyazı ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Hepimize Yükseklerden Selam Var Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû “O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, elMü’min, el-Müheymin, el-Azîz, elCebbâr ve el-Mütekebbir’dir. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Hz. Peygamber Efendimiz, âhir zaman nebîsidir, son peygamberdir. Her peygamberin olduğu gibi O’nun da mûcizeleri vardır. Mûcizelerinin içinde de hiçbir peygambere nasib olmayanları vardır. Kur’ân-ı Kerîm mûcizesi ile mîrâc mûcizesi işte bunlardandır. Her ikisinin de değeri çok yüksektir. Kur’ân, kıyâmete kadar değişmeden ve değiştirilmeden devam edecek bir kitaptır. Mîrâc da kıyâmete kadar hem inananlar tarafından hem de inanmayanlar tarafından hakkında konuşulacak büyük bir mûcizedir. Bu mûcizenin bir kısmını Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatır: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 17/1) 4 Mîrâc, bir yolculuktur; Hz. Peygamber efendimizin doğduğu şehir olan Mekke’den başlayan ve son noktasını bizim bilemeyeceğimiz ve idrâk edemeyeceğimiz bir noktaya kadar devam eden bir yükseliştir. Bu yolculuğun birkaç merhalesi ve her merhalenin ayrı bir vâsıtası vardır. Hz. Peygamber, Mekke’den Kudüs’e Hz. Cebrâil birlikte ‘Burak’ denilen bir binek hayvanı ile gitti. Kudüs’ten semânın katlarına mirâc ile yani merdiven ile çıktı. Oradan ‘sidretü’l-müntehâya’ Cebrâil’in kanadında gitti. Cebrâil’in bile geçemediği oradan öteye de ‘refref’ denilen bir vâsıta ile gitti. Yüce Allah, yukarıda meâlini sunduğumuz âyette de belirttiği gibi bu yolculukta Hz. Peygamber’e âyetlerinden çok şeyler gösterdi. Cennetinden, cehenneminden, ve sevgilisine göstermek istediklerinden bir çok şey gösterdi. Hz. Peygamber, bu gecede Rabbi’ne saygı ve tahiyyâtını sundu; Yüce Allah da elçisine selâm, rahmet ve bereketlerle karşılık verdi. Aslında bu gece de ‘Kadir’ gecesi gibi selâm ve selâmet gecesidir. Hz. Peygamber efendimiz, bu yolculuk esnasında ‘sidretü’l-müntehâ’da refref denilen vâsıtaya binip Cebrâil’den ayrılırken, Cebrâil arkadan şöyle seslendi: “Ey Muhammed! Allah, seni övüyor; dinle ve itaat et, O’nun kelâmı seni korkutmasın!” Bunun üzerine Hz. Peygamber senâ ve övgü ile söze başlayarak şöyle dedi: “et-Tahiyyâtü lillâhi ve’s-salevâtü ve’t-tayyibât = Söz, beden ve mal ile yapılan bütün ibâdetler Allah’a âittir.” Bunun üzerine Yüce Allah da şöyle buyurdu: “es-Selâmü aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetüllâhi ve berakâtühü = Selâm sana, ey Peygamber! Üstelik, Allâh’ın rahmeti ve bereketi de senin üzerine olsun!” Hz. Peygamber, Yüce Allâh’ın bu selâmını daha da genişleterek şöyle dedi: “es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn = Selâm, bize ve Allah’ın sâlih kullarına olsun!” Yüce Allah ile Hz. Peygamber arasındaki bu konuşmayı dinleyen Hz. Cebrâil de konuşmaya şöyle katıldı: “Eşhedü ellâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû = Şâhidlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve yine şâhidlik ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.” Bütün melekler de Hz. Cebrâil’e uyarak şehâdet getirdiler. (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’lbeyân, Erkam yayınları, XI, 47-48.) Saygıdeğer okuyucularım! es-Selâm, Yüce Allah’ın ‘el-esmâü’l-hüsnâ’sından yani doksan dokuz güzel isminden biridir. Yüce Allah, bu ismin kendisine âit olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’de bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr ve el-Mütekebbir’dir. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (el-Haşr,59/23) Saygıdeğer okuyucularım! Dînimiz İslâm dîni, selâm dînidir. İslâm medeniyeti de selâm medeniyetidir. Bize düşen, Hz. Peygamber efendimiz gibi selâmı bütün dünyaya yaymaktır. Selâm, yağmurdur, rahmettir, berekettir. Gökyüzünden yeryüzüne inen ilâhî bir lütuftur. Yüce Allah’ın peygamberimize verdiği selâmı, peygamberimiz de Allah’ın sâlih kullarına yani bizlere vermiştir. Bu da gösteriyor ki, bizim peygamberimiz, Yüce Allah’tan kendisine gelen her türlü nîmet, selâm, rahmet, bereket ve buna benzer bütün güzellikleri ümmetine dağıtan bir peygamberdir. Bizim de her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisi gibi olmamızı istemekte ve yeryüzünde selâmı yaygınlaştırmamızı emir buyurmaktadır. Öyle ise biz de O’nun emrini yerine getirelim ve selâmı yaygınlaştıralım. Karşılaştığımızda ve ayrıldığımızda birbirimize selâm verelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen selâmı, Yüce Allâh’ın kullarından esirgemeyelim. es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû Ocak 2011 5 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Selam Ve Barış Dini İslam Dr. Ramazan ŞAHAN llah (c.c.) Hz. Âdemi yarattığında ona: “Git şu meleklere selam ver ve senin selamına nasıl karşılık vereceklerini de güzelce dinle, çünkü senin ve neslinin selamı bu şekilde olacaktır.” buyurmuştur. A Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: “es-Selâmü aleyküm” diyerek onları selamlamış. “Size selâm verildiği zaman siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâma aynıyla karşılık verin…” Melekler de: “es-Selamü aleyke ve rahmetüllah” şeklinde Hz. Âdem’e karşılık vermişlerdir. Selam, Allah’ın sıfatlarından biridir. Çünkü Yüce Allah kullarını âfet ve belâlardan kurtarır. Zulmetmeyenleri zulme karşı korur, güven arayanları güvene kavuşturur. Selam, barış ve esenlik yurdu (Dâru’s-Selâm) anlamına gelen cennetin isimlerinden biridir. Selam esenlik, barış, güven ve korktuğundan emin olmaktır. Bir kimseye “Selâmün aleyküm” di- 6 yerek selam verdiğimizde yukarıda belirtilen manalarda dua etmiş oluyoruz. Bu nedenle Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıklarında “selâmün aleyküm” diyerek birbirlerine dua eder ve güzel dilek ve temennilerde bulunurlar. “Selâmün aleyküm”, en etkili iletişim ve en güzel dualaşmadır. Selam yerine kullanılan “merhaba, iyi günler, günaydın, iyi geceler” gibi ifadeler selamın içerdiği manaları ifade etmez. Dolayısıyla “selâmün aleyküm”, dini manalar içeren özel bir kavramdır. Ayrıca bu özel ifade Müslümanlar arasında değişmez bir paroladır. İnsanlar arasında sevgi ve dostluk bağlarını güçlendiren en güzel davranışlardan biri de insanların birbirleriyle selamlaşmasıdır. Bu hem dinimiz açısından hem de medeni bir insan olma açısından önemlidir. Çünkü ilk selam veren kimse karşısındakine sağlık, esenlik, güven, barış içinde ve korktuğundan emin ol diye dua eder. Selâmı alan kişi de aynı veya daha güzel bir şekilde karşılık verir. Böylece kişiler arasındaki karşılıklı dualaşma, sıcak bir iletişim, güven veren bir yakınlaşmaya dönüşür. Dolayısıyla selâmlaşan insanlar daha rahat iletişim kurar ve kaynaşırlar. Uzun süre Peygamberimizin yanında kalan Enes’in anlattığına göre, Peygamberimiz ona şu tavsiyede bulunmuştur: “Yavrucuğum, ailenin huzuruna girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun.” Yine Enes “Ben çocuklarla beraber (oynarken) Resulullah (s.a.v.) bize rastladı ve selâm verdi…” diyor. Hz. Enesin verdiği bilgilere bakıldığında Peygamberimizin çocuklara selâm vermesini teşvik ettiği ve kendisinin de çocuklara selâm vererek örnek olduğu görülür. Dolayısıyla bu güzel davranışın çocuklara küçük yaştan itibaren kazandırılmasına işaret eder. O halde bizler de Peygamberimizin yaptığı gibi küçük çocuklara selam vermeliyiz ki onlar da selamlaşmaya alışsınlar. Yüce Allah müminlerin selâmlaşmasını ister. Kur’an’ı Kerimde bu durum şöyle açıklanır: “Size selâm verildiği zaman siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâma aynıyla karşılık verin…” Bu nedenle bir Müslüman diğer bir Müslüman’a “selâmün aleyküm” diye selâm verdiğinde karşısındaki ise “Ve aleyküm selâm” diyerek aynıyla selamı alır. Eğer daha güzel bir şekilde karşılık vermek isterse “Ve aleyküm selâm ve rahmetüllâhi ve berakâtühü” diye cevap verir. Peygamberi- Ocak 2011 Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha iyidir, herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.” Nûr sûresi, 27. âyet. “…Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selam verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye size ayetlerini böyle açıklar.” Nur süresi, 61.âyet. mizin belirttiğine göre, küçük olan büyüğe, bir binek üzerinde olan yaya olana, yürüyen oturana, az olan çok olana selam verir. Peygamberimiz, Müslümanlar arasında bir sevgi köprüsü olarak selamlaşmayı yaygınlaştırmamızı tavsiye eder ve önemini şu hadisiyle açıklar: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi size söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” Sevgili Peygamberimiz, iman ile sevgi arasındaki bağı çarpıcı bir biçimde dile getirir. Şöyle ki, önce imansız cennete girilemeyeceğini belirterek kesin bir gerçeği ortaya koyar. Sonra da cennete girebilmenin vazgeçilmez şartının müminlerin birbirlerini sevmeleri olduğunu belirtir. Yani iman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez bir şartı ise birbirimizi sevmek de olgun bir imana sahip olabilmenin şartıdır. Bütün bunların gerçekleşebilmesi ise selamlaşmaya bağlıdır. Selamlaşarak sevgi bağıyla kuracağımız köprüler insanlarla aramızda sağlam bir iletişim, sarsılmaz bir kardeşlik, parçalanamaz bir birliktelik oluşturabiliriz. Aramızda aşılmaz gibi görünen önyargıları, sınırları, duvarları ve engelleri aşabiliriz. Böylece selamı, birlik, beraberlik, sevgi, kardeşlik ve barışın biricik parolası haline getiririz. ............................................................. 1)Buhâri, Enbiyâ, 1. 2)Diyanet İşleri Başkanlığı, Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 586. 3)Tirmizi, İsti’zan, 10. 4)İbrahim Canan, Kütüb-i Site Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, C 10, s. 174. 5)Nisa suresi, 86. ayet. 6)Buhari, İsti’zan, 5-6. 7)Müslim, Îman 93; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9. 7 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Selam, Hidayet’e Tabi Olanlardır Ersan BİLGİN (Bizans Kral’ı Hirakl’ın, Ebu Süfyan’a Peygamberimiz (sas) hakkında sorduğu hidayete götüren sorular ve cevapları) “Gözünü aç da Allâh'ın Kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur'ân edep tâliminden ibârettir! İbn-i Abbas (r.a.) anlatıyor: Mekkeli Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan Şam diyarında ticaret yaparken Bizans Kralı Hirakl, haber gönderip Ebu Süfyan ve yanındaki topluluğu çağırmıştı. Hirakl ve rumların ileri gelenlerinin huzuruna kabul edilen Ebu Süfyan ve yanındaki topluluğa, Bizans Kral’ı Hirakl sordu: "Kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen bu adama akrabalık yönünden hanginiz daha yakındır?" Ebu Süfyan: ‘Akrabalık yönünden en yakını benim.’ dedim." dedi. Bunun üzerine tercümanına: "Onun arkadaşlarına söyle ben, şu kimse (Hz. Muhammed) hakkında buna soru soracağım. Eğer yalan söylerse onun yalan söylediğini bildirsinler." dedi. 8 Ebu Süfyan şöyle devam eder: Vallahi, arkadaşlarımın benim yalanımı anlatmalarından çekinmem olmasaydı, onun hakkında yalan söylerdim. Sonra bana Peygamber hakkında sorduğu ilk soru: "Sizin aranızda onun soyu nasıldır?" olmuştur. Ben: "O, içimizde soylu birisidir." dedim. Hirakl: "Ondan önce sizden birisi onun söylediği bu şeyleri söylemiş miydi?" dedi. "Hayır" dedim. "Atalarından kral olan var mıdır?" dedi. "Hayır" dedim. "Halkın ileri gelenleri mi kendisine tabi oluyor? Yoksa zayıf kimseler mi tabi oluyor?" dedi. "Zayıf kimseler" dedim. "Çoğalıyorlar mi yoksa azalıyorlar mı?" dedi. "Hayır, çoğalıyorlar." dedim. "Onlardan, dinine girdikten sonra memnun olmadığından dinden dönen biri var mıdır?" dedi. "Hayır" dedim. "Söylediği şeyleri söylemezden önce yalan töhmetinde bulunuyor muydunuz?" dedi. "Hayır" dedim. "Sözünden döner mi?" dedi. "Hayır. Ancak biz bir süredir ondan ayrıyız. Şu anda ne yaptığını bilmiyoruz." dedim. -Ebu Sufyan: "Bu sözden başka içerisine bir şeyler katabileceğim başka bir söz imkanım olmadı." dedi ve şöyle devam etti: "Onunla savaştınız mı?", "Evet" dedim. "Onunla savaşınız nasıl olmuştu?" dedi. "Onunla aramızdaki savaş değişiyor, bir bize meylediyor bir ona meylediyor." dedim. "(O Peygamber sav.) Size ne emrediyor?" dedi. ''Tek olan Allah'a kul olun, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, atalarınızın söylediklerini bırakın" diyor ve bize namaz kılmayı, dürüst ve namuslu olmayı, akraba ile ilişkiyi sürdürmeyi emrediyor dedim. Hirakl tercümanına: Ona söyle de: Sana onun soyundan sordum, kendisinin içinizde soylu birisi olduğunu söyledin. Zaten Peygamberler böyle olur, kavmin soylu olanlarından peygamber gönderilir. Ocak 2011 Sana, sizden birisi onun söylediği şeyleri söylemiş midir, diye sordum, hayır dedin. O halde diyorum ki: Eğer kendisinden önce bu sözü söyleyen bir kimse olsaydı, kendisinden önce söylenmiş bir sözün peşine takılmıştır derdim. Sana, atalarından kral olan var mıdır? diye sordum, hayır dedin. O halde ben de diyorum ki, “eğer atalarından kral olan birisi olsaydı, atalarının kraliyetini arzu eden bir kimsedir" derdim. Sana, "Söylediği bu şeyleri söylemezden önce yalan töhmetinde bulunuyor muydunuz?"diye sordum: "Hayır" dedin. Bundan anlıyorum ki, “insanlara yalan söylemeyen, Allah'a karşı hiç yalan söylemez.” Sana: "Halkın ileri gelenleri mi kendisine tabi oluyor? Yoksa zayıf kimseler mi tabi oluyor?" diye sordum. Zayıf kimselerin kendisine tabi olduğunu söyledin. Aslında peygamberlere (ilk önce)uyanlar da onlardır. Sana: "Çoğalıyorlar mi azalıyorlar mi?" diye sordum, kendilerinin çoğaldıklarını söyledin. Zaten iman işi böyledir. Tamamlanana değin artar. Sana: "Onlardan, dinine girdikten sonra memnun olmadığı için dinden dönen biri var midir?" diye sordum, hayır dedin. Zaten iman da budur, iman nuru kalbe girdiğinde böyle olur. 9 Sana: "Sözünden döner mi?"diye sordum. Hayır dedin. Peygamberlerde sözlerinden dönmezler. ğın işin karşılığını sana iki kat verir. Eğer kabul etmez, yüz çevirirsen çiftçi ve ziraatçi olan halkının günahı da sana olur. Sana: "Size neyi emrediyor?" diye sordum, Size putlara kulluğu yasakladığını, tek olan Allah'a kul olmayı ve Ona ortak koşmamayı emrettiğini ve yine, namaz kılmayı, dürüst ve namuslu olmayı emrettiğini söyledin. «Ey Kitap ehli! Aramızda ortak olan söze gelin. Allah'a kul olalım, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birbirimizi, Allah'ın dışında bir takım rabler edinmeyelim. Eğer yüz çevirirlerse: "şahit olun ki bizler Allah'a teslim olanlarız "deyiniz.» (Ali İmran: 64) Sonra Ebu Süfyan şöyle devam eder: Hirakl, söyleyeceğini söyleyip mektubu bitirdiğinde yanında sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı, bizde oradan çıkarıldık. Oradan çıkarılırken arkadaşlarıma: "Ebu Kebşe'nin (Ebu Kebşe, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedelerinden birisinin ismidir) oğlunun etkisi önem kazandı, ondan Rumların kralı bile korkuyor olmalı." dedim. Onun galip geleceği kanaatini hep taşıdım, sonunda Allah Teala, İslam'ı gönlüme koydu. (Buhari) “Eğer senin söylediklerin doğru ise yakında bu kimse (Hz. Muhammed sas) şu iki ayağımın bastığı yerlere sahip olacaktır. Aslında ben onun zuhur ettiğini biliyordum ama sizden olacağını tahmin edemiyordum. Eğer ona ulaşacağımı bilsem, tehlikeye rağmen, kendisiyle karşılaşma zahmetine katlanırım, şayet yanında olsaydım ayaklarını bile yıkardım." dedi. Sonra da, Rasulüllah (s.a.v.)'in Dihye (r.a.) ile Bizans 'in Busra emirine gönderdiği mektubunu istedi. Mektubu getiren, onu Hirakl'a verdi, o da mektubu okudu. Mektup şöyleydi: “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Allah'ın Rasulü Muhammed'den Rumların büyüğü Hirakl'e. Selam, hidayete uyan kimseleredir. Bundan sonra, ben seni İslam çağrısına davet ediyorum. Müslüman ol ki kurtulasın. Allah, yaptı- SELAMLAŞMA ADABI “Es’selamü aleyküm” -Selam; sevgi, saygı ve sıcaklığın ifadesidir. Selam verdiğimizde ve aldığımızda “selam, barış, huzur, saadet ve esenlik seninle olsun” demiş oluyoruz. Selam, güzel ve özlü bir duadır. - Selam, karşılıklı olarak “biz kardeşiz, bana güvenebilirsin” demektir, aynı zamanda. SELAM’I YAYINIZ Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerin- lam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır?” diye sordu. Rasulullah aleyhisselam: deki hakkı altı’dır: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın *Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver, herkese selam vermendir” buyurdu. (Buhari) *Seni yemeğe davet ederse icâbet et. “İMAN ETMEDİKÇE CENNET’E GİRE- *Senden öğüt isterse öğüt ver. *Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamü- MEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE DE kellah" (Allah sana merhamet etsin) de. İMAN ETMİŞ OLMAZSINIZ. YAPTIĞINIZ *Hastalanırsa kendisini ziyaret et. ZAMAN BİRBİRİNİZİ SEVECEĞİNİZ BİR *Ölürse cenazesinde hazır bulun." 2; Müslim, Selâm, 4-6) (Buhârî, Cenâiz, . İŞİ SİZE HABER VEREYİM Mİ; ARANIZDA SELAM’I (ESSELAMÜ ALEYKÜM…) YAYINIZ.” (Müslim) Abdullah b. Amr b. As (ra) anlatıyor: Bir adam, Sevgili Peygamberimiz’e (sav) “İs- 10 Güzel İsimleri’nden biri de “Selam” olan Allah Teala şöyle buyuruyor: Ocak 2011 - Kültürümüzde “günaydın, tünaydın, iyi sabahlar, iyi akşamlar” gibi güneşin hareketlerine bağlı selamlaşma kelimeleri yerine ırkı, dili ve kültürü ne olursa olsun adeta tüm Müslümanlar için ortak bir parola olan “esselamü aleyküm” ifadesi daha çok rağbet görmektedir. Çünkü bu selam, bize Dinimizin sunduğu bir mutluluk reçetesi ve hayat iksiridir. Selam, silm (İslam, barış) düzeninin sembolleşmiş halidir. -Selamı yaygınlaştırmaya gayret edelim.. Tanımadıklarımıza da selam verelim. -Selam verene daha fazlası ile karşılık verelim (ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve beraketühü gibi.) (Önemli bir not: Arapça dil kuralları açısından erbabınca malumdur ki kelimenin başına elif ve lam gelirse tenvin düşer dolayısıyla “es’selamün aleyküm” ifadesi yanlış bir kullanımdır, doğrusu selamlaşmaya ; “es’selamü aleyküm” veya “selamün aleyküm” diye başlamaktır. Kısaca bunu da hatırlatalım istedik, sevgili okurlarımız.) - Selamdan önce söze başlamayalım. -Selam verirken sesimizi iyi ayarlayalım.. Ses tonumuzla sevgi ve saygımızı ifade edelim. - Kapıyı çalarken direk kapıya bakmayıp yüzümüzü sağa veya sola çevirelim. -Küçükler büyüklere, yürüyen oturana, az olan kişiler çok olanlara, dışardan gelen içerdekilere önce selam verir. Buna dikkat edelim. -Önemli bir mazeret sebebiyle şayet bir toplantı, ders, sohbet vs. başladıktan sonra biz oraya ulaşmışsak selam vermeden uygun yere sessizce oturalım. -Namaz kılana, yemek yiyene, Kur’an okuyana selam vermeyelim. -Selamdan sonra büyüklerin ellerini öpelim, hürmet edelim. -Hala, teyze, abla gibi öz akraba haricindeki nikah düşen hanımlarla tokalaşmayalım. - Tokalaşma esnasında nazik ve ciddi olalım. - Muhatabımızın gözünün içine samimiyetle bakalım. -Selamdan sonra “merhaba”, “hoş geldin” diyelim. - Tokalaşma esnasında mümkünse salavat okuyalım. Mevlana hazretlerinin şu sözüyle yazımızı sonlandıralım; “Gözünü aç da Allâh'ın Kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur'ân edep tâliminden ibârettir!” Edep ya Hu. Vesselam. “Bir selam ile selamlandığınız zaman - Hemen kısa da olsa bir dua edelim, çünkü siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; sevinince dualar kabul oluyor, biiznillah. yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.” (Nisa,86) - Kardeşimizle samimi bir şekilde ilgilenelim.. - “Bir kimsenin diğer Müslüman kardeşine Bir Kardeşimizi Karşılarken veya Bir Kardeşimizle Karşılaşınca; - Selamını güzelce alalım veya selam (esselamü aleyküm) verelim. sevgiyle, hayırla ve şefkatle bakması şu mescitte bir sene itikaf etmesinden hayırlıdır.” buyuruyor. Sevgili Peygamberimiz (sav). O halde birbirimize ziyarete gidelim, güleryüz gösterelim, selamlaşa- - Musafaha edelim. lım, kardeş olalım, dualaşalım, dertleşelim, birlikte - Mütebessim (Güleryüzlü) ve Samimi olalım. İslam davası için koşalım, yardımlaşalım. - “Hoş geldiniz, Sefalar getirdiniz, Bizi ne “Cemaatle namaz kılmak, gece ibadet kadar mutlu ettiniz, Sizi çok özlemiştik, Bizi ka- etmek ve sadık dostlarla bir araya gelmek ol- vuşturan Rabbimiz’e hamd olsun, Sizi görmek ne masa, bu dünyada yaşamaktan zevk almaz- güzel …” gibi samimi iltifatlarda bulunalım. dık." buyurur, hakikat ehli. Ocak 2011 11 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Bir İbadet Biçimi Olarak Selam Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” Es selâmu aleykum Selamlaşma, insan insana ilişkinin en erken, en sade ve en kestirme yoludur. İnsanların gönlüne girmenin ilk basamağıdır. Hiç kimse kendisine selam vermeyeni hoş karşılamaz. Diğer yandan fikirleri uyuşmasa da karşılaştığında kendisiyle selamlaşan insanlara karşı da bir minnet duyar. Gerçekten selam, medeni ilişkilerin göstergelerinden biridir. Selam almak veya vermek biraz da, ben seni fark ettim ve seninle diyaloga açığım, mesajını içinde barındırır. Belki de bu yüzden insanların hoşuna gider selamlaşmak. Giderek yalnızlaşan, kendi kabuğuna çekilen modern zamanın insanı, en çok insansızlıktan, yalnızlıktan, ilgisizlikten şikâyet eder oldu. İşte selam, insanın bu yalnızlık, ilgisizlik derdinin en iyi ilaçlarından biridir. Yaşlıların, terk edilmişlerin, kimsesizlerin kendilerine verilen selamdan çok memnun olmalarının altında yatan psikolojik gerçek biraz da bu olsa gerekir. Tüm toplumların kendine ait, kendine has, inançla- 12 rını, gelenek ve göreneklerini, kültür seviyelerini gösteren selamlaşma şekilleri vardır. İslam selamlaşmayı sadece bir örf ve gelenek olarak görmemiş onu daha ileri taşıyarak ibadete dönüştürmüştür. İslam’da selam, evrensel bir boyut kazanmıştır. İşte başlıktaki söz dizisi İslam’ın bu evrensel selamıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin bir Müslüman ile buluşmak, görüşmek, tanışmak isterseniz yapmanız gereken sadece İslam’ın evrensel mesajı ile diyalog kurmaktır. Yabancı bir toplumda selam verdiğinizde dili, rengi, ırkı, örfleri size yabancı insanlarla aranızda hemen bir sevgi ve ilgi bağı oluşur. Yabancı memleketteki dindaşlarınızın sevgiyle size baktıklarını, sizi muhabbetle kucakladıklarını görürsünüz. Evet, İslam’da selam, namaz gibi, oruç gibi bir ibadet biçimidir aynı zamanda. En başta Es Selam, Allah’ın 99 isminden biridir. O Allah, selamet verendir, selamet’in kaynağıdır. Zikreden derviş onunla rabbini selamlar. Allah da Cennet ehlini bu lafızlarla selamlayacaktır.1 Sadece Allah Teâlâ’ya değil Allah resulüne de binlerce yıl sonrasından selam göndermek yani salavât, Allah’ın emri, peygamberimizin tavsiyesi olan bir ibadettir.2 Müslümanlar bu gün ve binlerce yıldır her daim salavâtlarla peygamberlerini bu inançla selamlarlar. Bu aynı zamanda Hz. Peygamberimizin Müslümanlar nezdinde kendi âleminde yaşadığına inanmak ve salavâtlar yoluyla onunla irtibat kurma- larıdır. Bu, batılı bir insanın anlayamayacağı bir şeydir. Selam, Peygamberimizden bize gelen bir sünnettir ve Müslümanların bir birlerine karşı olan hak ve sorumluluklarındandır. Peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyurur: "Müslüman’ın, müslüman üstündeki hakkı beştir: "Selamını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, davetine icabet etmek, hapşırınca yerhamükallah demek."3 Daha ötesi, Es Selam olan Allah’ın evrensel dininin adı İslam’dır ki o da selam, yani barış, selamet kökünden gelen bir kelimedir. İslam, hem fert hem toplum hayatında selam’ı ve selamet’i önceleyen içtimai ve hukuki bir yapıya sahiptir. Bu yüzden İslam’ın hâkim olduğu asırlar, toplumda farklı kesimden insanların huzur ve selamet içinde yaşadıkları zamanlar olmuştur ki hala dünya böyle bir toplumsal uzlaşma zeminini bulmaya çalışmaktadır. İslam, her ibadette olduğu gibi bu önemli ibadet için de bazı düzenlemeler, tavsiyeler ve emirler getirmiştir. Selamlaşmanın bizzat kendisi ihmal edilmemesi gereken, unutulmaması ve unutturulmaması gereken bir ibadettir. Nitekim peygamberimiz bizzat bunu emretmekte bir sorumluluk olarak onu Müslüman’ın omuzlarına yüklemektedir. "Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!"4 Görülüyor ki müslüman selam’a bir gelenek olarak bakamaz ve selam’ın yerini başka bir şey tutamaz. Bu açıdan selam Müslümanların asla bigâne kalamayacakları bir konudur. Özellikle günümüzde popüler kültür sebebiyle selam unutulmaya/unutturulmaya yüz tutmuştur. Muhafazakâr çevre insanı ve onların aile çevresi bile Allah selamı yerine merhaba, günaydın, selam, ayrılırken kendine iyi bak, görüşürüz, bay bay gibi ifadeleri giderek artan bir dozda tercih ettikini görmekteyiz. Allah’ın selamından sonra bu ifadelerin kullanılmasında elbet bir mahzur yoktur ve belki olmalıdır. Fakat bunlar, es selamu aleyküm, gibi hem dinimizin emri hem de milletimize mal olmuş bir ifadenin yerine ve ona bedel olarak geçmemelidir. Bu yozlaşmanın etkisini Ocak 2011 13 azaltmak için selamı yaşadığımız işyerinde, arkadaş ortamında, telefonlarımızda, maillerimizde, her ortamda daha bir kuvvetle gündeme getirmek, hatırlatmak birinci görevimiz olmalıdır. Selamlaşmaya kendi hanelerimizde çoluk çocuğumuzla başlamak ve bunu sürdürmek en öncelikli vazifemizdir. Nitekim bir hadis-i şerifte bu husus özellikle Hz. Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmektedir. Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aley- hissalâtu vesselâm bana buyurdular ki: "Ey oğulcuğum, ailene girdiğin zaman selam ver ki, selamın, hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun!"5 Selamlaştığımızda o selama en güzel şekilde karşılık vermek bizzat Allah Teâlâ’nın emridir. “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” 6 Ayette emredilen güzel karşılık hem kelimeleri hem de o kelimeleri söylerken ki halimizi kapsar. Yani hem selama mukabele ettiğimiz sözlerimiz verilen selamdan daha fazla ve daha güzel olmalı hem de o sözü söylerken ki halimiz, çehremiz, sevimliliğimiz karşımızdakinden daha fazla veya en az onun kadar olmalıdır. Kısaca selam adabında güzel kelimeleri güzel bir şekilde kullanmamız öğütlenmektedir. Bir topluluğun yanına girildiğinde selam vermek adaptan olduğu gibi ayrılırken de selam verip ayrılmak hem meclistekilere saygının gereği hem de peygamberimizin tavsiyesidir. Karşılaşan iki kimseden küçük olanın büyük olana, az olanın çok olana, yürüyenin oturana, vasıtada olanın yaya olana selam vermesi Rasûlullah aleyhisselam’ın tespit ettiği selam adabındandır. Kadınlara ve çocuklara da selam verilebileceği gibi mektupla da selam vermek yahut selama mukabelede bulunmak yine Rasûlullah’ın sünneti olarak uymak icap eden adaptandır.7 Bir kimseye selam verdikten sonra hal hatır etmek, örf ve adete göre diğer selamlama cümleleri kullanmak ve güler yüz göstermek önemli sünnetlerdendir.8 Temennimiz namaz gönüllülerinin namazı gündeme taşıdıkları gibi bir selam gönüllüleri oluşup dinimizin emri olan selamı yaygınlaştırma etkinlikleri yapmalarıdır. Burhan dergisinin bu sayısı bunun ilk adımı olabilir. Ves’selam Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi hepimizin üzerine olsun. ................................................... 1)Furkan Suresi,75. 2)Ahzab Suresi,56. 3)Buhari, Cenaiz, 2. 4)Müslim, İman, 93. 5)Tirmizi, İsti'zan, 10. 6)Nisa Suresi,86. 7)Asr-ı Saadet’te İslam, Ensar Neşriyat, c.4,s.240 8)Age, c.4, s.241 14 Ocak 2011 Berâ b. Âzib (r.a) şöyle dedi: Resûlullah (s.a.v) bize yedi şeyi işlememizi emretti; “Hastayı ziyaret etmeyi, cenaze arkasından gitmeyi, aksırana dua etmeyi, davet edene icabet etmeyi, selâmı çok söyleyip yaymayı, zulme uğrayana yardım etmeyi, yemin edenin yeminini yerine getirmesine yardımcı olmayı.” emretti. ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Selam Olsun O Kutlu Elçiye Ve Arkadaşlarına Kamil ABDULLAHOĞLU nsan sürekli sınırları zorlamaya kalkışan cahil cesur bir yapıya sahiptir. Cesareti cehaletinden kaynaklandığını düşünmek yanlış olmasa gerek. Okadar cesaretli ki, kendi cirminin farkında olmadan yaratanına karşı kafa tutabilecek cesareti kendisinde bulabilecek kadar cahilleşebiliyor. İnsanın cehaleti hiç bitmez. Okudukça da cehaletinin ne kadar derin olduğunun farkına varır. Anacak her okuyan değil. Zira vahiden nasıpsız okuyanların, mükemmel olarak dizayn edilmiş evrenin ve o evren içerisinde küçültülmüş bir kâinat olan insanın kendiliğinden oluşabileceğine inandıklarını ve bunu gerçekmiş gibi savunduklarını görebilmekteyiz. Gözü kapalı okumak insana herhangi bir yarar sağlamamaktadır. İ “Ashabımdan hiç birine sövmeyin. Çünkü sizden biriniz uhud dağı ağırlığında altın Allah yolunda infak etse onlardan birinin hatta yarısının derecesine ulaşamaz.” Vahyi okuyan herkeste hakikatleri anlayabilir iddiasında bulunmakta yanlıştır. Allah azze ve Celle: “ Allah da onu bir ilm üzerine şaşırtmış…”1 ayetiyle, “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.”2 Ayeti vahyi okuyan herkesin hidayet üzerinde olmadığını ortaya koymak- 16 tadır. “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.”3 Ayetinde Rabbimiz sadıklarla beraber olmamızı emrediyor. Bu sadıklar kimler! Bunlar Allah Resulü, onun arkadaşları.4) Ve onların yolunda yürüyenlerdir. Allah ve Resulü yolunda can ve mallarını feda eden o kutlu insanlara dil uzatan bedbahtların tarihten günümüze uzanan kirli dilleri maalesef halen birileri tarafından sürdürülmektedir. Kuran, müslümanım diyen herkese şu şekilde Rabbisine yakarmasını öğütlüyor: Bunların arkasından gelenler şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”5) Bırakın sahabeye düşmanlığı, herhangi bir mümine bile böyle tavır dinen caiz değildir. Sahabenin üstünlüğü Kur’an ve sünnetle tescillenmiştir. Allah Azze ve Celle Hz. Musa ve Hz. İsa’ya indirdiği kitaplarında son Peygamber (s.a.v.) ve O’nun ashabının bir kısım özelliklerinden bahsederek gelmeden asırlar önce onları tanıtmıştır. O özellikler Kur’an da şöyle yerini bulmuştur: “Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da Ocak 2011 şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”6 Kur’an bizlere sahabenin yolunda yürümemizi emreder. Zira sahabe Allah Resulü (s.a.v.)in yolunu adım adım takip eden, O’nu örnek alan ve kendileri de örnek alınmayı hak eden bir topluluk olmuştur. Bir ayet bunu şöyle dile getirir: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”7 Hz. Ebu Bekir ilk Müslüman ve ilk muhacirlerden değilmi? Sahabeyi kategorize edenlerin Hz. Ebu Bekir hakkında ki hasta bakış açısını burada nakledelim “Peygamber (s.a.v.) hicretin ilk gecesini Ebu Bekir ile Mekke’nin güneyine düşen sevr mağarasında geçirdi. Burası kesindir. Fakat nasıl oldu da Peygamber, Ebu Bekir ile o mağaraya gitti. Bu husus tarihte tamamen gizli kalmıştır. Kimilerine göre bu birliktelik tesadüfen olmuştur; Peygamber onu yolda görmüş ve kendisiyle beraber götürmüştür… Kimileri de: Ebu Bekir Peygamberi arıyordu, Ali (a.s.) ona Peygambe- 17 rin saklandığı yeri bildirdi. Nasıl olursa olsun, siyer yazarlarının birçoğu, bu birlikteliği halifenin iftiharlarından bilmiş, onu halifenin faziletlerinden biri olarak ballandıra ballandıra anlatmışlardır.”8 Şimdi bu zata ne demeli! Hangi siyer kitabı ya da hadis kaynağı bu olayın belirsiz olduğunu yazmış. Böyle bir olay olsa olsa sahabe düşmanlığı yapan bu yazar ve aynı zihniyetin peşinde koşanların uydurdukları düzmecelerin toplandığı müsveddelerdedir. Bu zavallılar hicretten bahseden: “Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.”9 Bu ayeti görmezlermi? Bu cümlelerin yazarı nasıl olursa olsun Hz. Ebu Bekir (r.a)ın hicret esnasında Hz. Peygamber (s.a.v.)le birlikte olduğunu istemese de kabul ediyor. Peki, ayette bahsedilen ikinci şahıs kim? Bu Ebu Bekir ise, ona şeref olarak bu yetmez mi? Hz. Osman Habeşistana, oradan da Medine’ye hicret eden ve ayrıca Efendimiz (s.a.v.)in iki kızıyla evlenerek “zinnureyn” (iki nur sahibi) unvanını Efendimiz tarafından alan bir yüce sahabe değilmiydi? Peki, bu yüce sahabelere ve daha nicelerine fütursuzca laf sokuşturanlara ne demeli? Bunlara en güzel cevabı Allah Resulü (s.a.v.)den dinleyelim: “Ashabımdan hiç birine sövmeyin. Çünkü sizden biriniz uhud dağı ağırlığında altın Allah yolunda infak etse onlardan birinin hatta yarısının derecesine ulaşamaz.”10 Bir başka hadiste de: “Allah (cc) beni kendine, Ashabımı da benim için seçerek yakınlarım ve yardımcılarım kıldı. Onlara söven ve onları basite alan bir topluluk gelecektir. Onlarla oturmayın, yiyip-içmeyin ve onların kadınları ile evlenmeyin.”11 Buyurarak sahabenin kıymetini ve onlara karşı ne kadar saygılı olmamız gerektiğini vurgulamaktadır. Hatta sahabeye hakaret edenler birçok hadiste lanetlenmiştir. “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” Müslümanlar siyasi alanda ayrılığa düştükleri gibi dini anlama ve yorumlama hususunda da ayrılığa düşmüşlerdir. Dini yorumlamadaki farklılıklara mezhep denmektedir. Bu mezhepler içerisinde sayısı onlarla ifade edilen ve adını “Ehlisünnet” alanlar bulunmaktadır. Bu mezheplerin tamamı “sahabenin hepsi adildir” görüşünde birleşmişler ve bunu akaid kaynaklarına da işleyerek ehlisünnet olmayanlardan farklı olarak ortaya koymuşlardır. İşin garip yönü, bugün ehlisünnet camiası içerisinde bulunup ta, sahabeden bir kısmına hakareti kendine meziyet olarak gören şia ve benzerlerinin borazanlığını yapanların durumu oluşturmaktadır. Hz. Hüseyin efendimiz (r.a)in şehadetini basite alacak ve katillerini temize çıkaracak halimiz yoktur. Ancak bu- 18 Ocak 2011 nunla uzaktan ve yakından alakası olmayan sahabileri dile dolamanın anlamı da yoktur. Mesela Hz. Muaviye, sanki Hz. Hüseyin efendimizi o şehit ettirmiş gibi saldırmak ve hatta din dışı durumla itham etmek ne büyük hezeyandır. Şayet onun imanı makbul olmasaydı, Efendimiz (s.a.v.) onu vahiy kâtibi olarak istihdam edermiydi? Ona bu ithamı reva görenlerin, Resulüllah (s.a.v.)i hâşâ gafletle itham ettiklerinin farkında değiller mi? Onun hakkında Resulüllah (s.a.v.): “Ya Rabbi onu doğru yolda kıl ve onunla başkalarını da hidayete erdir!”12 Sözü her halükarda hidayet üzere olduğunun kanıtı değilmidir? Hatıb bin Ebi Baltaa’nın durumunu bilenlerimiz vardır. Bu sahabi Bedir’e katılmış bir zattır. Mekke’nin fethini efendimiz (s.a.v.) çok gizli tutuyordu. Hatib (r.a.)ın ailesi mekke’den hicret etmemiş ve orada bulunuyorlardı. Hatıb, ailesine müşriklerin zarar vermemeleri için Mekke’ye giden bir kadına Mekke’nin fethine gidileceğini haber veren bir mektup verdi. Olay vahiyle Efendimiz (s.a.v.)e haber verildi ve kadın yolda yakalanarak mektup elinden alındı. Efendimiz (s.a.v.) Hatıb’ı çağırarak olayın esasını sordu. Hatıb da, dinden dönmediğini sadece ailesini koruma saikıyla böyle bir olaya giriştiğini söyledi. Bazı sahabiler, Ya Resulallah (s.a.v.) onun boynunu vuralım sözüne karşılık “Nerden bilirsiniz belki de Allah bedir ashabını bağışlamıştır.” Karşılığını verdi. Bir başka zamanda Hatıbın kölesi Resulullah (s.a.v.)e gelerek Hatıbı şikayet etti ve; “Ya Resulallah (s.a.v.) Hatıb kesinlikle cehenneme girer” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): “Yalan söyledin. O cehenneme girmeyecek. Çünkü o Bedir ve Hudeybiye’de bulundu”13 dedi. Resululllah (s.a.v.)e iman ederek Onun sohbetinde bulunmak ayrı bir değer arzetmektedir. Sonra gelenler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar bu değere ulaşmaları mümkün değildir. İslam aleminde yakılmış olan fitne ateşine bir körükle de biz gitmeyelim. Müslüman olarak birbirimizi sevmek zorundayız. Mezhep ve meşrep farklılıklarımız bu sevgiye asla gölge düşürmemelidir. Müslümanları sevmek ve onların yanında yer almak imanı bir meseledir. Bizler birbirimizi severek destek vermedikçe yaşanan zilletten kurtulamayacağız. Param parça haline gelmiş İslam aleminin bu halini iyi anlamak ve o yolda kafa yormak gerekir. Bir kısım hasta ruhlu insanların gazına gelerek dillerimizi kirletmeyelim. Basiretli olmak müminin en önemli vasfı olmalıdır. Şehid Hasan el-Benna yaşadığı coğ- Ocak 2011 rafyadaki insanlara söylediği şu söz kulağımıza küpe olmalıdır: “İhtilaf ettiğimiz hususları bir kenara bırakalım. İttifak ettiğimiz hususlarda birlik yaparak beraberce çalışalım.” Bizlere yaraşan budur. Allah’a emanet olun. ........................................................ 1)- Casiye, 45/23 2)- Cuma, 62/5 3)- Tevbe, 9/119 4)- Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, 16/220 5)- Haşr, 59/10 6)- Fetih, 48/29 7)- Tevbe, 9/100 8)- Ayetullah Cafer Subhani, Ebediyet Nuru, 1/316 9)- Tevbe, 9/40 10)- Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,Tactan naklen, 3/306 11)- İbn Hacer Heytemi el-Mekki, es-Sevaik el-Muhrika, 4 12)- Tirmizi, Taç, Hads. No:1124 13)- Müslim, Tirmizi, Taç, 3/305 19 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Selam; Esenlik ve Güzel Yaşam Temennisi Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com er türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkaran, cennetteki kullarına selam eden Allah'ın Adıyla H Dünyadaki ve ahiretteki güzel yaşam, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın 'Selam' sıfatının bir tecellisidir. Yalnızca Yüce Allah’a kulluk eden, sadece Rabb'inin hoşnutluğunu gözeterek salih amellerde bulunan mümin, ahirette de 'hoşnut edici ve hoşnut edilmiş’tir ve konaklama yurdu artık cennettir. 20 Selam, evrendeki varlıkların birbirleriyle olan iletişimlerinin genel adı olarak değerlendirilebilir. Kur’an'da Selam, Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak geçer. Allah’ın 'Selam' ismi, başlangıcı ve sonu olmayan; sonsuzluk, sonsuz büyüklük, her türlü noksanlıktan münezzeh olan, kullarını dünyevi ve ahiretteki tehlikelerden selamete çıkaran, cennetteki kullarına esenlik veren ve selam eden anlamındadır. Kur'an, yaşamın her anında, küçük ya da büyük her olayda Allah ile kesintisiz bir bağlantının devam ettiği ve her ortamda O’nu anmaya yönelik bir iman anlayışı tarif eder. Müminin içinde bulunduğu her durum, yaptığı her iş, yaşadığı her olay, onun Allah'a yakınlaşması, ahlakını güzelleştirmesi, ecrini artırması için verilmiş bir fırsattır. Kur'an müminlere, yaşamın her anında bunu nasıl gerçekleştirebileceklerine dair birçok hatırlatmada bulunur. Bunlardan biri de evlere girerken selam vererek güzel ahlak örneği göstermektir: "... Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size ayetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız. " (Nur Suresi, 61) Ayetin ifadesiyle aklını kullanır ve anlamını derin düşünürse, insan, verdiği selamla hem Allah'ın emrini yerine getirecek hem de Allah'ın barış ve esenlik veren anlamındaki ‘Selam’ ismini anacaktır. Selam, Kur'an ahlakının insanlar arasındaki sosyal ilişkilere getirdiği bir güzelliktir. İnsanların birbirlerine güzel dileklerde bulunup sevgilerini pekiştirme ve bağlılıklarını artırma vesilesidir. Bu şekilde insanlar arasında sıcaklık ve yakınlık kurulur. Daha güzel bir selamla karşılık vermek ise Allah Katında karşılığı ‘hesabı tam olarak yapılmış’ güzel bir davranıştır: "Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır." (Nisa Suresi, 86) Evlere girerken, ‘şeytandan Allah'a sığınarak selam vermek’ de, insanın sinsi düşmanı olan şeytanın varlığını diğer insanlara hatırlatmak ve ona karşı dikkatli olmak açısından önemli bir uyarıdır. Ayrıca insanlara zayıf yönlerinden sokulmaya çalışan sapkın şeytanı yaşanan ortamlardan Allah'ın dilemesiyleuzaklaştırma yönünde hayırlı bir davranıştır. Mümin şeytanı kovma ve selam verme ibadetini alışkanlıkla değil, bilinçli ve şuur açıcı şekilde yapar. Cahiliye toplumunda, verilen selamı almamak ya da duymazdan gelmek adeta bir üstünlük gösterisi olarak kabul görür. Cahiliye insanı, sosyal statü olarak kendisinden daha aşağıda gördüğü kişiyi ezmek gibi çirkin bir düşünceyle, bu davranışı sıklıkla sergiler. birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" (Müslim, îman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî, Et'ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb 11) Kur'an, "Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32) ayetiyle ölüm meleklerinin, inanan insanların canlarını selam vererek aldıklarını bildirir. Dinden uzak kişiler, genellikle selamı karşı taraftan bekler, ilk selam veren olmanın küçük düşürücü olduğunu zannederler. Oysa müminler selamı ibadet olarak yerine getirir ve karşılarındaki kişiye iyilik temennisinde bulunurlar. Müminler selam vermek için sıra beklemez ve gerektiği an selam verirler. Karşıdan beklemeden güzel bir davranışta bulunmak, üstün bir ahlakın göstergesidir. Sabır ehli müminler cennette, "Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel." (Ra'd Suresi, 24) sözleriyle karşılanırlar. Onların "...oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Yunus Suresi,10) şeklindedir. Ebu Hüreyre(ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah(sav) şöyle buyurur: "Yaptığınız takdirde Yüce Allah, her türlü tehlikeden kullarını selamete çıkaran, cennetteki kullarına selam edendir. Ocak 2011 21 O Allah ki, O'ndan başka İlah yoktur. Meliktir; Kuddûstur; Selam'ır; Mü'mindir; Müheymindir; Azizdir; Cebbardır; Mütekebbirdir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir. (Haşr Suresi, 23) Sabreden kullarını seven Rabb'imiz, iman eden kullarını yalnızca ahirette değil dünyada da güzel bir hayatla ödüllendireceğinin müjdesini Kur'an'da şöyle haber verir: Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın Katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97) Dünyadaki ve ahiretteki güzel yaşam, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın 'Selam' sıfatının bir tecellisidir. Yalnızca Yüce Allah’a kulluk eden, sadece Rabb'inin hoşnutluğunu gözeterek salih amellerde bulunan mümin, ahirette de 'hoşnut edici ve hoşnut edilmiş’tir ve konaklama yurdu artık cennettir. Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan, Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. "Ona 'esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür." Orda diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 31-35) Allah'ın Selam ismi, cennetine aldığı takva sahibi kullarına verdiği selam anlamına da gelir. Rabb'imiz, "Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır)" (Yasin Suresi, 58) ayetiyle halis kullarına sözlü selamını müjdeler. Ve hiç kuşkusuz O'nun vereceği selam, en büyük müjdedir. Cennetin kapısında, "Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Zümer Suresi, 73) sözleriyle karşılanan müminlerin, sonsuz ödül yurdunda "birbirlerine olan dirlik temennileri: "Selam"dır. (İbrahim Suresi, 23) ve orada saçma ve boş söz değil, yalnızca “Selam”ı işitirler: Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur); Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler, ne günaha sokma. Yalnızca bir söz (işitirler:) "Selam, selam." (Vakıa Suresi, 24-25-26) Yüce Allah’ın dilemesiyle, umarız “Selam”la karşılanan, sonsuza kadar da kutlu ve güzel yaşama temennisi olan “Selam” işiten kullardan oluruz. 22 Ocak 2011 Numân b. Beşir (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hasta olduğu zaman, diğer organları da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Ocak 2011 23 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Fazlur Rahman Kimdir? Dr.Ebubekir SİFİL atı'nın gösterdiği bilimsel ve teknolojik sıçrama karşısında İslam dünyasının geri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi olarak, bütün kurum ve tezahürleriyle "geleneksel din telakkisi"nin tesbit edilmesi, modernleşme maceramızın "meşruiyet" temelini oluşturan unsurların başında gelmektedir. B Bazı yazarlar tarafından genel olarak "ılımlı" bir tavrı olduğu söylense de bize göre Fazlur Rahman'ın "köktenci" bir şahsiyet olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Şu ana kadar Türkçe'ye tercüme edilen eserlerinde yeterli kanıta sahip olsa da, bu kanaatimiz, onun diğer çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle daha bir net olarak doğrulanacaktır. 24 İslam dünyasında mutlaka bir zihniyet dönüşümü yaşanması gerektiği noktasını müşterek bir zemin olarak paylaşan İslam modernistleri, bu noktadan itibaren birbirinden gittikçe farklılaşan görüşlere sahip olmuşlardır. Kur'an'ın günümüzde bütün emir, yasak ve prensipleriyle uygulanamayacağını, sadece içerdiği iman ve ahlak ilkelerinin bugüne hitap edebileceğini, diğer hükümlerin ise günün ihtiyaçları ve eğilimleri esas alınarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini söyleyenlerden, Kur'an'ın bize genel ilkeler bile veremeyeceğini, bizlerin bugün ancak genel ilkelerin tesbiti için Kur'an'ın ihtiva ettiği hükümlerin arka planına inmemiz gerektiği tezini savunanlara; Sünnet'in bağlayıcı bir kaynak olarak ancak belirli Hadis kitaplarının muhtevasıyla sınırlı tutulması gerektiğini söyleyenlerden, Sünnet'i toplumun genel kabulleri olarak görüp, bugünkü toplumun da kendi sünnetini oluşturabileceğini – hatta oluşturması gerektiğini– ileri sürenlere kadar bir dizi görüş İslam modernizmine kişilik veren yaklaşımlar olarak belirmektedir. Bu geniş yelpaze içinde Fazlur Rahman'ın oldukça kritik ve etkili bir pozisyonu bulunduğu dikkat çekmektedir. Özellikle metodolojik (Usul'e yönelik) çalışmalarıyla dikkat çeken ve ağırlıklı olarak akademik camia arasında etkili olduğu gözlenen Fazlur Rahman, Tasavvuf'tan Hadis'e, Fıkıh'tan Kelam'a kadar İslamî disiplinlerin tümü hakkında yenilikçi/modernist bir yaklaşımla kelam etmiş birisi olarak, kendisinden sonraki modernist fikirlere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Hayatı 21 Eylül 1919'da Hindistan'ın (bugünkü Pakistan'ın kuzeybatısında bulunan) Hazara şehrinde, dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Mevlana Şihabuddin, Deobandî (Diyobendî) ekole mensup bir alimdi. Fazlur Rahman, ilk eğitimini babasından aldıktan ve kendi ifadesiyle 10 yaşında Kur'an'ı ezberledikten sonra medrese eğitimine başladı. Ailesi 1933 yılında Lahor kentine taşınınca üniversiteye gitti. Bir yandan da babasından aldığı özel eğitimini devam ettirdi ve 1940'ta Pencap Üniversitesi'nden mezun oldu. Aynı üniversitede yaptığı yüksek lisansını 1942 yılında tamamladı ve aynı yıl bu üniversiteye asistan olarak atandı. 1946-1949 yılları arasında Oxford Üniversitesi'nde doktora Ocak 2011 çalışması yaparken bir taraftan da İslam felsefesi ile ilgilendi. Bu dönem, Fazlur Rahman'ın geçirdiği zihniyet dönüşümü bakımından bir dönüm noktası olmuştur. Bunu kendisi şöyle ifade eder: "İngiltere'de Oxford Üniversitesi'nde doktora öğrenimi yaptıktan ve Durham Üniversitesi'nde ders vermeye başladıktan sonra, daha önce almış olduğum modern eğitim ile geleneksel eğitimim arasında bir çelişki hissettim. 1940'lı yılların sonu ile 1950'li yılların başlarında felsefe çalışmaktan doğan ciddi bir şüphe dönemi geçirdim. Bu, geleneksel inançlarımı darmadağın etti."[1] Doktorasını tamamladıktan sonra Oxford'da Fars Medeniyeti ve İslam Felsefesi hocası olarak ders vermeye başladı; arkasından Durham Üniversitesi'ne, 1958 yılında da Kanada McGill Üniversitesi'ne geçti. Burada üç yıl çalıştıktan sonra Pakistan'da askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren Eyüp Han'ın daveti üzerine Pakistan'a gitti. Eyüp Han'a danışmanlık, İslamî Araştırmalar Enstitüsü'nde idarecilik ve müdürlük yaptı (19611968); İngilizce Islamic Studies ve Urduca Fikr-o-Nazar dergilerini çıkardı. Bu enstitü bünyesinde çok sayıda talebeye dersler verdi ve yurtdışına gitme imkânı sağladı. Burada kaleme aldığı kitap ve makalelerde ortaya attığı görüşler dolayısıyla Pakistan ulemasının büyük tepkisini çekti. Gittikçe artan tepkiler onu 1968 yılında Pakistan'ı terk etmeye zorladı. Amerika'ya gitti; 1969 yılında Chicago Üniversitesi'ne hoca olarak intisap etti ve 26 Temmuz 1988 yılında vefat edene kadar burada İslam Düşüncesi Profesörü olarak çalıştı. Görüşleri Adına "İslamî Çağdaşlaşma" diyebileceğimiz projesi çerçevesinde Fazlur Rahman, bugün İslam adına elimizde bulunan ne varsa tartışılıp sorgulanması ve yenilenmesi gerektiği fikrindedir. Bundan sadece kısmen Kur'an istisna tutulabilir. Onun bu alabildiğine ihatalı "yenilenme ve değişim" teklifini başlıklar halinde şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Kur'an Fazlur Rahman'ın Kur'an tasavvurunu iyi anlayabilmek için önce onun "vahiy" olgusuna bakışının kavranması gerekir. Ancak Fazlur Rahman'ın düşünce dünyasında vahyin ontolojik mahiyeti pek açık değildir. İslam kaynaklarında bildirildiği ve açıklandığı gibi vahyin hem anlam, hem de lafız olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'e bir melek vasıtasıyla intikal ettiği konusunda Fazlur rahman'ın ciddi şüpheleri vardır. Kısaca ifade edecek olursak ona göre vahiy, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "kalbine" geldiğine göre[2] vahyin bir "dış varlığı" olduğunu ve Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından işitilen kelimeler halinde geldiğini söylemek doğru değildir. Evet vahyin kaynağı Allah Teala'dır; ama aynı zamanda vahyin kelimelere dökülüşü esnasında Hz. Peygamber (s.a.v)'in belli bir fonksiyonu da vardır. Bu fikri şöyle ifade eder: "Sünnîlik, "Kur'an hem tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed'in kelamıdır" diyecek fikrî yeterlikte değildi. (...) Kur'an salt ilahî kelamdır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed'in iç kişiliğiyle de aynı ölçüde münasebettedir. (...) İlahî kelam, Hz. Peygamber'in kalbinden süzülerek dışarı çıkmıştır." [3] 25 Acaba burada Fazlur Rahman, vahyin anlam olarak Allah Teala'ya, lafız olarak da Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait bir kelam olduğunu mu söylemek istemektedir? Fazlur Rahman üzerine yapılmış bir doktora çalışmasındaki şu ifadeler dikkat çekicidir: "Madem Allah'ın ezelî kelamı Peygamber'e tamamen bir "dış varlık" tarafından gelmedi veya getirilmediyse, yani bir bakıma Allah'ın ruhu ile Peygamber'in ruhu bir "ufuk birleşimine" girdiyse, o aynı zamanda Peygamber'in sözü olmaz mı? Fazlur Rahman'ın buna cevabı "evet"tir..."[4] Bu tartışmanın temelinde vahyi Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren meleğin ontolojik mahiyeti yatmaktadır. Fazlur Rahman'a göre, Kur'an'da "Rûh min emrinâ" (Emrimizden bir ruh) olarak ifade edilen bu varlık harici ve somut bir varlık olamaz. Çünkü yukarıda işaret edilen eş-Şu'arâ ayeti, vahyin Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbine indirildiğini belirtmektedir. Harici bir varlığı olan meleğin Hz. Peygamber 26 (s.a.v)'in kalbine inmesi/girmesi söz konusu olamayacağına göre buradaki "Ruh"a başka bir anlam vermek gerekecektir. Öyleyse o, –Adil Çiftçi'nin tabiriyle "melek, götürgetirici "dışsal bir varlık" değil, Peygamber'in zihninde oluşturulan bir dinamik temsilciliktir ve tamamen "soyut"tur..."[5] Fazlur Rahman'ın vahiy anlayışı bağlamında mutlaka zikredilmesi gereken bir diğer önemli nokta da, birkaç yıl önce Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri isimli çalışması dolayısıyla gündeme gelmiş olan "Garanik hadisesi" ile ilgili görüşüdür. Fazlur Rahman'a göre bu hadise tarihen sabittir, onun sübutunu kabul etmek Kur'an'a uygundur. İşte bu konuda söyledikleri: "Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer Muhammed onların tanrılarını insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslamî gelenek şunları söylüyor: Habeşistan'a göç sırasında, oluşum halindeki İslamî toplum büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden uzlaşmaya işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre sonra feshedilmiş; şeytanî ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an Kur'an'da bulunan ayetler onların yerini almıştır. "Birçok günümüz müslümanı, Muhammed'in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak bu, pekala mümkün de olabilir."[6] Fazlur Rahman'ın burada iki hayatî hatası göze çarpmaktadır: 1. "İslamî gelenek" dediği Hadis, Tefsir ve Tarih kitaplarının hiçbirisinde, müşriklerin putlarının (Lat, Menat ve Uzza) övüldüğü cümlelerin Kur'an ayeti olduğu ve sonradan başka ayetlerle neshedilip Ocak 2011 değiştirildiği söylenmemiştir. Hatta bu cümlelerin Kur'an ayeti olması bir yana, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ağzından çıktıklarını ifade eden güvenilir bir tek rivayet dahi mevcut değildir. Bu, İslamî geleneğe yapılmış büyük bir iftiradır! 2. Kur'an açısından bakıldığında böyle bir olayın mümkün ve vaki olduğu konusunda en küçük bir işaret dahi bulmak mümkün değildir. Kur'an, bir ayete önce "ilahî kelam" olarak yer verip, sonra onu "şeytanî ayet" olarak tavsif etmek gibi bir tutarsızlık ve saçmalıktan mutlak olarak beridir. Dolayısıyla bu da Kur'an'a yapılmış daha büyük bir iftiradır! Fazlur Rahman'ın, yine Adil Çiftçi'nin deyişiyle "sıkıntılarla dolu"[7] olan vahiy anlayışını bu şekilde özetledikten sonra, onun, Kur'an'ın bizden ne istediği konusundaki görüşlerine geçebiliriz: Fazlur rahman'a göre Kur'an, temelde ahlakî ilkeler içeren bir kitaptır ve onun çağrısının esası ahlakîdir. Bu da Kur'an'ın ihtiva ettiği hukukî hükümlerin bile ahlakî çerçevede anlaşılması gerektiğini ifade eder. Bir diğer deyişle Kur'an'ın ahkâm ayetleri bizler için bugün somut hükümler değil, bu hükümlerin gerisinde bulunan ahlakî ilkelerin esas olduğunu anlatır. Kur'an'ın tarihselliği (içerdiği hükümlerin Hz. Peygamber (s.a.v) dönemine mahsus olup bugün aynen uygulanamayacağı) tezinin alt yapısını teşkil eden bu anlayışı Fazlur Rahman şöyle ifade etmektedir: "İslamî çağdaşçılığın bir anlamı varsa, o da kesinlikle şeriatın muhtevasının değişime, büyük ölçüde ve çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir. Bu maka- Ocak 2011 lede belirtildiği şekilde değişim ilkesi kabul edilirse bu faaliyet hiçbir şeyle sınırlandırılamaz; hatta Kur'an'ın kanun koyan ayetleri dahi bu yeni yorumun kapsamı dışına itilemez. Bu ilkenin tek sınırı ve gerekli çerçevesi, Kur'an'ın sosyal gayeleri, temel ve ahlakî ilkeleridir."[8] Çünkü özel olarak Fazlur Rahman'a, genel olarak İslam modernistlerine göre Kur'an VII. Yüzyıl Arabistanı'nda nazil olduğu için, içerdiği somut hükümler de o topluma yönelik olmalıdır. Günümüz modern insanı ve toplumuyla o dönemin insan ve toplumu arasında, insanî özellikler bakımından büyük farklılıklar vardır. O dönemin insanı hayli "ilkel" ve "geri" olduğu için Kur'an'ın hukuki hükümleri onları "yola getirecek" tarzda gelmiştir. Fazlur Rahman bu durumu şöyle ifade eder: "Kur'an, Allah'ın ezelî kelamı olmakla beraber yine de öncelikle belli bir sosyal yapıya sahip olan muayyen bir topluma hitap etmektedir. Hukukî açıdan ifade edecek olursak, bu toplum ancak o kadar ileri götürülebilirdi, daha fazla değil."[9] Ona göre "Kur'an'da az sayıdaki "yasama ile ilgili" ayetler de Arap toplumunun örfü ve tatbikata ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğmuştu."[10] Dolayısıyla Kur'an'ın somut yasama ihtiva eden ayetleri tarihseldir ve bugün aynen tekrarlanamaz. Herhangi bir meselenin Kur'anî çözümünü elde etmek için yapmamız gereken iki yönlü bir hareket bulunduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu iki yönlü hareketi şöyle ifade eder: "Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak, Kur'an'ın somut olayları işleyişinden, bir bütün olarak Kur'an'ın hedeflediği genel ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi, bu genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum şartlarını göz önünde tutarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya doğru hareket etmektir."[11] Bunun anlamı ve açılımı şudur: Kur'an'ın herhangi bir olaya hüküm getirirken hangi esasları göz önünde bulundurduğunu tesbit etmek için, ilgili Kur'an ayetinin nazil olduğu özel olayı ve toplumsal şartları inceleyerek buradan bir genel ilke çıkarmak şeklindeki birinci hareketin ardından günümüze gelerek, somut hüküm vermek istediğimiz olayı, toplumsal şartlar ve diğer hususları dikkate alarak incelemeli ve daha önce elde ettiğimiz genel ilkeyi bu somut olaya nasıl uygulayabileceğimizi araştırmalıyız. Tabii olarak bu durumda varacağımız sonuç, ilgili ayetin öngördüğü somut hüküm ile bağdaşmayabilecektir. Ama Fazlur Rahman'a göre bunun bir önemi yoktur. Önemli olan o hükmün arkasındaki genel ilkeyi hayata geçirmektir. Ancak burada cevaplandırılması gereken önemli sorular bulunmaktadır: 1. Kur'an'ın herhangi bir özel olaya getirdiği somut hükmün değişken olduğu önkabulü Kur'an'a dayanmakta mıdır? Bir diğer deyişle Kur'an, içerdiği herhangi bir hüküm hakkında, "Bu hüküm geçicidir. Aslolan bu hükmün arkasındaki ilke ve gayedir. Şimdilik bu hüküm vaz edilmiş olsa da bir zaman sonra değiştirilebilir ve o genel ilke doğrultusunda başka bir hüküm konabilir" anlamına gelebilecek bir şey söylemiş midir? 27 2. Yüce Allah, bizim kısmen tesbit edebildiğimiz birtakım gayeler gözeterek belli bir hükmü emretmişse bu, ilke ile hüküm arasında kopmaz bir bağ olduğunu gösterir. Bir diğer deyişle bizim, aynı gayeden hareketle başka bir hüküm öngörmemiz, "Allah'a rağmen" hüküm koymak anlamına gelmeyecek midir? 3. Bizim öngördüğümüz hükmün murad-ı ilahiye uygun olacağının garantisi nedir? 4. İlgili somut olayın arkasındaki ilkeyi tesbit etmenin yolu nedir? Burada karşımıza ilk olarak ayetin kendi ifadesi çıkmaktadır. Kur'an'daki her hüküm ayeti için bir genel ilke zemini düşünemeyeceğimize göre[12] ikinci iş olarak Kur'an'ın bütününü göz önünde bulundurmak gerekecektir. Bu aşamada ise karşımıza çıkacak olan, sadece "adalet", "doğruluk", "hakkaniyet"... gibi soyut ilkeler değil, aynı zamanda "Allah'ın rızası", "kulluk/itaat", "imtihan"... gibi olgulardır. Bunların sadece "sosyal gayeler"le sınırlı bir "ilke arayışı" faaliyeti için pek de elverişli zeminler olmadığı açıktır. İlke tesbiti için başvuracağımız bir diğer kaynak da "nüzul sebebi"ni anlatan rivayetlerdir. Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi Fazlur Rahman rivayetlerin çok büyük ölçüde Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra "formüle edildiğini" ("uydurulduğunu" demiyor. Oysa arada hiçbir fark yoktur.) savunmaktadır. Eğer böyleyse nüzul sebebini anlatan rivayetlere niçin güvenelim? Fazlur Rahman bu tür rivayetlere güvenilebileceğini söylemek suretiyle kendisiyle çelişmektedir.[13] 28 2. Sünnet Fazlur Rahman "Sünnet" kavramını "Nebevî Sünnet" ve "Yaşayan Sünnet" şeklinde ikiye ayırarak kullanır. Nebevî Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olduğu bilinen ve somut ve detaylı hükümlerden çok genel ilkeler ihtiva eden kısımdır. Nicelik olarak hadislerde anlatıldığı kadar olmayıp, sınırlıdır. Yaşayan Sünnet ise Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra İslam toplumunun benimsediği genel gidişat, içtihadlar, örf vesairenin şekillendirdiği uygulamalardır. Nebevî Sünnet sabit iken Yaşayan Sünnet değişkendir ve Yaşayan Sünnet, Nebevî Sünnet'in ruhu esas alınarak oluşturulmuştur. Bu konuda şöyle der: "İlk dönemin kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya çıkan malzeme, Yaşayan Sünnet'i oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir. (...) Yaşayan Sünnet, sadece genel Nebevî Modeli değil, aynı zamanda bu modelin sürekli İctihad ve İcma faaliyeti sayesinde bölgelere göre değişiklik arz eden yorumlarını da içermiştir. İşte bu sebepledir ki, yaşayan Sünnet'te birçok farklılık ortaya çıkmıştır."[14] Goldziher ve Schacht gibi müsteşriklerde gördüğümüz "Living Tradition" (Yaşayan Gelenek) kavramının uyarlanmış bir şekli olan "Yaşayan Sünnet" tabiri Fazlur Rahman'ın Sünnet anlayışında temel bir yer tutar. Ona göre her toplum kendi Yaşayan Sünnet'ini oluşturmak zorundadır: "Her ne kadar geçmişteki atalarımızın Yaşayan Sünneti Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in ilk dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı bir yorumu, bizler için dersler içerse de, kesinlikle aynen tekrarlanamaz."[15] 3. Hadisler Fazlur Rahman'a göre –yukarıda da geçtiği gibi– hadis rivayetlerinin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra formüle edilmiştir; dolayısıyla onların lafız olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'e aidiyeti iddia edilemez. Bu konuda şöyle der: "Yine şu hususa kesin gözüyle bakabiliriz: İlk dönemlerde Hadis'lerin büyük bir kısmı, Nebevî Hadis (Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olduğunda şüphe bulunmayan hadisler)'in tabii olarak az olması sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'e değil de sonraki nesillere dayanmaktadır."[16] Yine bu konuda, yukarıda da zikrettiğimiz "İlk dönemin kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya çıkan malzeme, Yaşayan Sünnet'i oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir" dedikten sonra şunları ilave eder: "Şu halde Hadis, bu Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir. (...) Gerçekten de Hadis, bizzat Müslümanlar tarafından ifade ve görünüşte Hz. Peygamber'e isnad edilmiş özdeyişlerin toplamıdır."[17] Hadislerin büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra ortaya çıktığını iddia eden Ocak 2011 Fazlur Rahman, bizzat Müslüman alim, kadı ve yöneticiler tarafından yürütüldüğünü söylediği "hadis formüle etme" faaliyetinin, "hadis uydurmak" olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur: "Dikkat edileceği üzere, biz Hadis'i genelde tam olarak tarihî (yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait) kabul etmemekle birlikte onunla ilgili olarak "Mevzu" ya da "Uydurma" terimlerini kullanmadık; ama onun yerine "ifade etme-formüle etme" terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz. Peygamber'e ulaşmasa da, ruhu kesinlikle ulaşmaktadır."[18] Burada İslamî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir iddialar demeti göze çarpmaktadır: 1. Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadisler "tabii olarak" azdır. 2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu sonraki nesiller tarafından formüle edilmiştir. Ocak 2011 3. Hadisi "formüle etmek"le "uydurmak" arasında fark vardır. Birinci maddedeki "tabii olarak" ifadesini tırnak içine almamız sebepsiz değildir. Zira Fazlur Rahman'a göre Hz. Peygamber (s.a.v) esasen çok gerekmedikçe insanların işine karışmayan, hatta "içine kapanık, çekingen ve yakışıksız bir durum sergilediği hakkında herhangi bir kanıt yok ise de kadınlardan hoşlanan birisidir."[19] Buradaki peygamber telakkisi, bir "Müslüman"ın değil, daha çok İslam'a karşı önyargı ve kin duygularıyla kalem oynatan bir müsteşrikin kaleminden çıkmış gibidir ve herhangi bir kaynağa dayanması şöyle dursun tamamen vehim ve hayal ürünüdür. İkinci maddede yer alan iddia, yine müsteşriklere ait bir iddia ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu, Herald Motzky gibi çağdaş bir müsteşrikin, Goldziher ve Schact'a güçlü delillerle itiraz ettiği en önemli hususlardan birisidir. Bugün artık bu konunun ciddiye alınabilir bir yanının olmadığını bir müsteşrik bile söyleyebiliyorken, İslam kaynaklarından asla refere edilemeyecek böylesi iddialara tutunmak Müslüman araştırmacılar için "zul" olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Üçüncü maddeye gelince, tam anlamıyla traji-komik bir iddiadan ibarettir. Zira uydurma hadisler hakkında kaleme alınmış onlarca eserden herhangi birisinde bir kısım hadisler için Hadis imamlarından nakledilen "Anlam olarak doğrudur, ama Hz. Peygamber (s.a.v)'e aidiyeti sabit değildir" gibi ifadelere rastlamak son derece kolaydır. Tek başına bu durum bile Fazlur Rahman'ın, "hadis formüle etmek"le "hadis uydurmak" arasında fark bulunduğu yolundaki sözlerini ve bu sözlerin gerekçelerini tamamıyla geçersiz kılmaktadır. 4. Kelam Tarih içinde varlığı müşahede edilen Ehl-i Sünnet'iyle, Ehl-i bid'at'ıyla bütün mezhepleri, arala- 29 rında herhangi bir ayrım yapmadan belli ölçülerde "Kur'an'dan sapmış" hareketler olarak niteleyen Fazlur Rahman, bu konuda şunları söylemektedir: "İslamî bir Kelam'ı yeniden oluşturma yolunda atılacak ilk adım İslam'da Kelam alanındaki gelişmelerin tarihi bir tenkidini yapmaktır. Bu tenkid daha önce de ifade ettiğim gibi İslam'daki çeşitli kelamî düşünce ekollerinin Kur'an'ın dünya görüşünden ne ölçüde sapmış olduklarını açığa çıkaracak ve yeni bir Kelam'a doğru bize yol gösterecektir."[20] Fazlur Rahman, Akaid/Kelam ile ilgili yazılarında Ehl-i Sünnet'i, itidal ve dengeyi muhafaza eden ve temel hamlesi itibariyle doğru olan bir hareket olarak tavsif etmekle birlikte, yer yer oldukça ağır ifadeler kullanarak suçlamaktan da geri durmaz. Hatta başından beri İslam Ümmeti'nin ana gövdesini teşkil etmiş olması dolayısıyla belki de en çok yüklendiği fırka, Fırka-i Nâciye (Ehl-i Sünnet) olmuştur. Şöyle der: "Eğer bir akidenin görevi kendi genel ve geniş çerçevesi içinde dinî gelişmelerin yer alabilmesini sağlayacak şekilde dindar bir topluma bir tür anayasa temin etmek ise, o zaman 30 Sünnî İslam ahlakî gerginliğin yalnız bir tarafına ağırlık vermek suretiyle ahlakî ilkeleri ilgilendirdiği kadarıyla bu görevi yapma imkân ve kabiliyetine sahip olmadığı gibi, gerçekte bizzat Kur'an'ın kendisine de belli bir yere kadar ters düşmektedir."[21] Sünnî akide mezheplerinden bilhassa Eş'arî mezhebine ağır hücumlar yönelten Fazlur Rahman, bir yerde şöyle der: "İslam dünyasının çok büyük bir kısmının mutlak hakimi olan ve aralarında Gazalî ve Razî gibi İslam düşünce tarihinin dev isimlerinin de yer aldığı perestişkârlarının, gerçekten bir şeyi "yapan" sadece Allah olduğu için, insanın gerçekten değil sadece mecazi olarak bir fiilin faili olabileceğini isbat etmek için, her zaman yeni delilleri bulma konusunda birbirleriyle rekabet ettiği bir Kelam sistemi hakkında bir kimse ne söyleyebilir?!"Çağdaşçılık öncesi "Yeniden Dirilişçilik"in ve çağdaşçılığın itibar ve şerefi şuradadır ki, bu bin yıllık kutsal ahmaklığı kökünden yıkıp..."[22] Ehl-i Sünnet'e hücum ettiği hususların başında "kader/takdir" inancı ve fiilleri Allah Teala'nın ya- ratması ile kulun "kesbetmesi" meselesi gelmektedir. Kimi zaman yanlış anlamadan, kimi zaman da gereği gibi araştırma yapmamaktan kaynaklanan hatalara düştüğü görülen bu ve benzeri hususlar teknik ayrıntılara sahip olduğu için bu konulardaki görüşlerini bu yazı çerçevesinde ele almanın uygun olmadığını düşünüyoruz. 5. Tasavvuf Fazlur Rahman'ın üzerinde önemle durduğu bir diğer saha da Tasavvuf'tur. Tasavvuf'un, "Bizzat Hristiyanlığın etkisinde kalmış olan Şii kaynaklardan" etkilendiğini ileri sürer[23] ve Sufiler'in, "kendi tutumlarını meşru göstermek için birtakım sözler ortaya atıp, tarihi açıdan tam anlamıyla uydurma ve hayal ürünü olan bu sözleri Hz. Peygamber'e atfettiklerini" söyler.[24] Ona göre Tasavvuf, özellikle hicrî 3. yüzyıldan itibaren ayrı ve başlı başına bir sistem olarak dinin karşısına çıkmıştır. "Sufîliğin, velilik kavramında peygamberliğe paralel bir özellik görmesi ve peygamber tarafından vaz edilmiş olan dinin karşısına bir rakip olarak çıkması üçüncü/dokuzuncu yüzyılda "Hâtemü'l-Enbiyâ" sözüne karşı "Hâtemü'l-Evliyâ" fikrinin ortaya atılmasıyla açıklık kazanmıştır."[25] Ocak 2011 Onun Tasavvuf ve Sufiler hakkındaki diğer bazı tesbitleri de şöyledir: "Sufizm başlangıçta cemaat içindeki siyasî ve mezhebî mahiyetteki bazı gelişmelere karşı ahlakî ve ruhanî bir karşı çıkış idi. Ancak işler (...) sertleşince Sufizm ortaya bir halk dini hareketi olarak çıkmış ve altıncı ve yedinci asırlardan itibaren kendine özgü adetleriyle kendini sadece din içinde bir din olarak değil, aynı zamanda din üzerinde bir din olarak onaylamıştır."[26] Tıp adlarıyla çevrilmiş bulunmaktadır. Makalelerinden bir kısmı da Allah'ın Elçisi ve Mesajı ve İslâmî Yenilenme adlarıyla kitaplaştırılarak yayımlanmıştır. Ayrıca İslamî Araştırmalar dergisi, Ekim 1990 sayısını Fazlur Rahman özel sayısı olarak çıkarmış, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Şubat 1997 tarihinde Fazlur Rahman'ın görüşlerinin tartışıldığı bir sempozyum düzenlemiş, sempozyumda sunulan tebliğler ve yapılan müzakereler, İslam ve Modernizm-Fazlur Rahman Tecrübesi adıyla kitaplaştırılmıştır. kadar Türkçe'ye tercüme edilen eserlerinde yeterli kanıta sahip olsa da, bu kanaatimiz, onun diğer çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle daha bir net olarak doğrulanacaktır. -----------------------------------------Dipnotlar [1] İslami Araştırmalar dergisi (Fazlur Rahman özel sayısı), IV/4, Ekim-1990, 234. [2] 26/eş-Şu'arâ, 193-4. [3] Bu konudaki görüşleri için bkz. İslam, 142-5. [4] Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslam'ı Yeniden Düşünmek, 72. [5] Çiftçi, a.g.e., 71. [6] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 34-5. Sonsöz [7] Çiftçi, a.g.e., 83. [8] İslamî Çağdaşlaşma, İslamî Araştırmalar dergisi, IV/4 "Gerçek şudur ki, onikinci asırdan, halk tarikatlarının kurulmasından beri, ilk heyecanı ile dolup taşan, kendini telkin, kendi kendine telkin gibi sistematik teknikler vasıtasıyla ifade eden, hem asılsız bir yığın hurafeyi destekleyen hem de onlar tarafından desteklenen kitle dini, İslam'ı dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar harap etmiştir."[27] "Aslında sufizmin insanın bazı temel dinî gereksinimlerine cevap verdiği kuşkusuzdur. Gerekli olan, bu zorunlu unsurları ayırmak, onları coşkusal ve sosyolojik enkazdan kurtarmak ve böylece onları tek bir bütün, tek bir örnek olan İslam'a yeniden dahil etmektir."[28] Eserleri Öldüğünde geriye, tümü İngilizce olan 11 kitap, 68 makale, 4 ansiklopedi maddesi ve 16 kitap tanıtım yazısı bırakmıştı. Kitaplarından 5'i Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, İslam, Ana Konularıyla Kur'an, İslam ve Çağdaşlık, İslam Geleneğinde Sağlık ve Ocak 2011 İslam Modernizmi'nin temsilcilerinden biri, belki de en önemlisi olan Fazlur Rahman'ı kısaca tanıtmak maksadıyla kaleme aldığımız bu yazı, elbette onun fikir dünyasını tam olarak ve ayrıntılarıyla aksettirmek iddiasında değildir. Temel bazı konulardaki görüş ve düşüncelerini ana hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız Fazlur Rahman'ın düşüncelerini detaylı olarak elbette öncelikle kendi eserlerinde aramalıdır. Onun birçok kitap ve makalesi hala Türkçe'ye çevrilmeyi beklemektedir. Bu yapıldığında Fazlur Rahman'ın düşünce dünyası daha ihatalı ve detaylı olarak ortaya çıkacaktır. (Ekim-1990), 319. [9] İslam, 323. [10] İslam, 99. [11] İslam ve Çağdaşlık, 95-6. [12] Hatta tam tersine Kur'an'daki birçok hükmün arkasından, "doğru yoldan sapmamanız için..." tarzındaki ifadeler , doğru yolda sabit-kadem olmanın yolunun o hükmü aynen uygulamaktan geçtiğini ve onun sadece bir "hüküm" değil, aynı zamanda bir "ilke hüküm" olduğunu gösterir. [13] Bkz. Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 53, 111. [14] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6. [15] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 184. [16] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 47. [17] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6. [18] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 89-90. [19] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 43; Ana Konularıyla Kur'an, 186-9; İslam ve Çağdaşlık, 90. Onun belli başlı konulardaki düşünceleri hakkında yukarıda yaptığımız kısa tahliller de elbette yeterli değildir. Onun, İslamî ilimlerin hemen tamamı ve tarihsel tecrübe hakkında kalem oynatmış bir düşünür ve yazar olduğu dikkate alındığında üzerinde daha derinlemesine durulması gereken bir şahsiyet olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[29] Her ne kadar bazı yazarlar tarafından genel olarak "ılımlı" bir tavrı olduğu söylense de bize göre Fazlur Rahman'ın "köktenci" bir şahsiyet olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Şu ana [20] İslam ve Çağdaşlık, 281-2. [21] İslam, 336 vd. [22] İslam ve Çağdaşlık, 282. [23] İslam, 185. Ancak Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu'nda (119) bu görüşüyle çelişerek şöyle der: "Şia'nın Sufizm'i ya da Sufizm'in Şia'yı etkileyip etkilemediğini tam olarak bilmiyoruz..." [24] İslam, 186. [25] İslam, 189. [26] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 114. [27] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 124. [28] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 125. [29] Fazlur Rahman'ın düşüncelerinin eleştirisi için bkz. Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, II ve III. ciltler. (Bu serinin Fazlur Rahman'la ilgili son cildi üzerindeki çalışmamız devam etmektedir.) 31 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Gelen Haberi Mutlaka Araştırmak Lazımdır! Mehmet TALU icretin dokuzuncu yılında idi. Hâris b. Dırar, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yanına gelmiş, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, O'nu İslâmiyete davet edince Müslüman olmuş ve: H "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine, ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." - Ya Resûlellah! Beni kavmimin yanına gönder de, onları, İslâmiyete davet edeyim ve Müslüman olanların zekâtlarını toplayıp filan zaman Sana göndereyim demişti. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz de O'nu, zekâtlarını toplamak üzere Beni Mustalık kabilesine göndermişti. Benî Mustalık kabilesi, Müslüman oldular, meydanlarında mescidler yaptılar. Haris b.Dırar, Müslümanların zekâtlarını topladı ve gönderme zamanı geldiği halde, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin elçisi gelmediğini görünce, bu hususta ALLAH Teâlâ ve Resûlünü kızdıracak bir hâdise çıktığını sandı. Kavminin ileri gelenlerini yanına toplayıp onlara: - Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, bana bir vakit tayin etmiş ve o zaman, elçisini gönderip yanımdaki 32 zekâtı aldıracağını söylemişti. O vakit geldiği halde, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin elçisi gelmemiştir. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, sözünden döner değildir. Kendisinin, elçisini yanında tutup salmayacağını da, sanmıyorum. Herhalde, bu iş yüzünden bir kızma vardır. Geliniz, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin yanına gidelim, dedi. O sırada, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, Velid b.Ukbe'yi, Hâris b.Dırar'ın yanındaki zekât mallarını teslim almak üzere Beni Mustalık kabilesine gönderdi. Benî Mustalık kabilesi, Velid b. Ukbe'nin geldiğini işitince sevindiler. İçlerinden yirmi kişi, onu, develer ve davarlarla karşılamağa çıktılar. Velid b. Ukbe, onların kendisini silahlı olarak karşılamağa çıktıklarını görünce korkmuş, Benî Mustalık kabilesinin irtidad ettiklerini ve zekât vermekten kaçındıklarını sanmış, aralarında cahiliyye döneminde bulunan bir kinden dolayı kendisini öldüreceklerini zannetmiş, korkmuş ve daha yanlarına varmadan, izi sıra Medine-i Münevvereye geri dönmüş. Bu sebeple Benî Mustalık kabilesi, ne deve ne de davar zekâtı teslim edebilecekleri bir kimse göremediler. Velid b.Ukbe, Medine-i Münevvereye geri dönünce Benî Mustalık kabilesinin silâhlandıklarını ve kendisinin zekâtı toplamasına engel olduklarını Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimize haber vererek: Ey müslüman! Bilmediğin bir hususta bir kimseyi kınaman, sana yaraşmaz. Öyleyse yalan yere şahitlik yapmak, yalan konuşmak, iftira etmek, zanna dayanarak insanlar hakkında konuşmak, başkalarının gizliliklerini araştırmak, şer'an haram kılınmıştır. Zira göz, kulak ve gönül, bunların hepsi, o yaptığı kötü işten sorumludur. - Yâ Resûlellah! Hâris b. Dırar, beni zekât toplamaktan men etti ve öldürmek istedi! Benî Mustalık kabilesi, Seninle çarpışmak için toplanmışlar, demiş. Bunun üzerine, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz de gazab etmiş ve durumu incelemek üzere Halid b. Velid (R.A.)yu bir miktar askerle onların üzerine göndermiş ve O'na: - Onların durumunu gizlice tetkik et. Eğer onları Müslümanca bulursan yumuşak davran ve zekâtlarını al. Yok, irtidad etmişlerse onlarla savaş! Buyurmuş. Bu emir üzerine Halid b.Velid (R.A.), geceleyin onların yakınlarına varınca, içlerine casuslar saldı. Casuslar, onların ezan okuduklarını ve hatta teheccüd namazını kıldıklarını gördüklerini haber verdiler. Halid b.Velid (R.A.) de yanlarına vardı. Kendilerinde itaat ve hayırdan başka bir şey görmedi. Medine-i Münevvereye dönüp durumu, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimize haber verdi. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, daha önce, Benî Mustalık kabilesine göndermek üzere askerî bir birlik hazırlamış bulunuyordu. Ocak 2011 Benî Mustalık kabilesi, bunu, haber alınca, Velid b.Ukbe'yi karşılamış olan binitli heyet, acele Medinei Münevvereye geldi. Kendilerine gönderilmek üzere bulunan İslâm birliğiyle Medine-i Münevverede karşılaştılar. İslâm birliği, Hâris b.Dırar'ı görünce: - İşte Hâris! dediler. Hâris b.Dırar, onlara: - Sizler, kimlerin üzerine gönderiliyorsunuz? diye sordu. - Senin üzerine! dediler. Hâris b.Dırar: - Ne için benim üzerime gönderiliyorsunuz? diye sordu. - Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, sana, Velid b.Ukbe'yi göndermişti. O'nun söylediğine göre, sen 33 onun zekâtı toplamasına engel olmuş ve kendisini de, öldürmek istemişsin, dediler. Hâris b.Dırar: - Hayır! Muhammed'i, hak din ve kitapla Peygamber gönderen ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben kat'iyyen ne onu görmüşümdür, ne de o benim yanıma uğramıştır! dedi. Hâris b.Dırar, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yanına girdiği zaman, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, ona: - Sen, zekâtın toplanmasına engel olmuşsun, elçimi de öldürmek istemişsin öyle mi? diye sordu. Hâris b. Dırar - Hayır! Seni, hak, din ve kitapla Peygamber gönderen ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben ne elçini gördüm, ne de o, benim yanıma uğradı! Benim şimdi gelişim, ancak, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin elçisinin bize gönderilmeyişinden ve bunun da, ALLAH Teâlâ ve Resûlünün gazabından ileri gelmiş olmasından korktuğum içindir! Dedi. 34 Benî Mustalık heyeti: - Yâ Resûlellah! Sor, o elçine bakalım bizimle hiç konuşmuş mudur? dediler. Benî Mustalık heyeti ile konuştuğu sırada, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi, Vahiy hali bürüdü. Hucurât sûresinin inen altıncı ayeti kerîmesinde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, hemen onu iyice araştırınız, yoksa bilmeyerek bir kavme saldırırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”1 Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, Beni Mustalık heyetine: - Sizin yanınıza kimi göndermemi istiyorsunuz? diye sordu. Benî Mustalık heyeti: - Bizim yanımıza Abbad b.Bişr'i gönder! dediler. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: - Ey Abbad! Onlarla birlikte git! Mallarının zekâtlarını al! Mallarının en iyilerini seçip almaktan sakın! buyurdu. Ocak 2011 Abbad b. Bişr, Benî Mustalık kabilesinin yanında on gün kaldı. Onlara, Kur'ân-ı Kerim okuttu, İslâm şartlarını öğretti. Ne hakkı zayi ettirdi, ne de, onların hakkına tecavüz etti. Hoşnud olarak Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yanına döndü. Bu hadise ve neticesinde nazil olan ayet-i kerime Müslümanlara büyük bir ders veriyor. Herhangi bir fasıkın sözlerine gerekli olan tahkikatı yapmadan, hemen kıymet verilmesinin korkunç bir hadiseye sebep olacağını bildiriyor. İman esaslarını kabul ettiğini söyleyen, fakat gereğini yerine getirmeyen, ona göre hareket etmeyen kimselere dinen “fasık” dendiğine göre, bu gün yaşadığımız şu cemiyette bu konuda ne kadar titiz davranmamız gerektiği apaçıktır. Çünkü birçok fasık kimseler, kendilerini doğru, dürüst ve güvenilir bir kimse olarak gösterirler, iyi niyetli olduklarını söylerler ve bir takım yalan sözler, düzme haberler ile karşısındakini aldatmaya, fitnefesad çıkarmaya çalışırlar. Köroğlu: “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu.” demiştir. Mertlikten nasibi olmayan kimselerin, gelişen teknik imkânlarından da istifade ederek hoşlanmadıkları kimseler hakkında şöyle veya böyle yollara başvurdukları görülen bir gerçektir. Binaenaleyh, biz Müslümanlar için: Haber getiren şahsı tanımak, gelen haberi iyice araştırmak mutlaka lâzımdır. Yoksa birçok zarardan sonra işin gerçek yüzü anlaşılıp o haberin yalan olduğu bilindikten sonra, fasıkın haberine aldanan kimse ömrü boyunca pişmanlık duyar. Duyar amma: “Bir faide bahşeder mi heyhat! Vaktinde yapılmayan nedamet.” Gerçekten pişmanlık, vaki olan zararı ödeyemez. Şu halde bu ayet-i kerime bütün Müslümanlara büyük bir ders vermektedir. Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Kişiye, her duyduğunu bahsetmesi günah olarak yeter.” buyurmuşlardır. Yine Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: Ocak 2011 “Kişiye, her duyduğunu bahsetmesi yalan olarak yeter,” buyurdular.3 Muaz b. Enes el-Cühenî (R.A.)nun babasından rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Kim bir Müslümanı bir münafığa karşı savunursa, ALLAH Teâlâ onun için bir melek yaratır da o melek kıyamet gününde o kimsenin vücudunu cehennem ateşinden korur. Kim de karalamak gayesiyle bir Müslümana bir iftira ederse ALLAH Teâlâ o kimseyi bu söylediği 35 ğının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, ALLAH Teâlâ da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder."5 Buyurdu. Bu hadis-i şerifler kulağımıza küpe olmalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine, ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."6 Ayet-i kerimede: Kişinin bilmediği bir şeyin peşine düşmesi, bilmediği bir konuda söz söylemesi, hüküm vermesi, bilgisizce davranması, bilmediği tanımadığı kişiler hakkında ileri-geri konuşması, daha özel olarak yalancı şahitlik yapması, iftira atması, kısaca bilgi sahibi olmadan tahmine göre herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol açacak şekilde konuşması ve hareket etmesi yasaklanmaktadır. İnsan ya duyduğu ya gördüğü ile veya akıl ve vicdanıyla hareket eder; yani bilgilerimiz ya habere ya gözleme ya da akla dayanır. Âyet-i kerimede bu bilgi kaynaklarının doğru kullanılması gerektiği, bunlardan sorumlu olunduğu ifade edilmektedir. Bu sebeble insan: Görmediği halde gördüm, duymadığı halde duydum, bilmediği halde bildim, dememelidir. Hakkında bilgisi olmadığı bir hususu söz konusu ederek hiç bir kimseyi yermeye kalkışmamalıdır. Zan ve tahminlerin peşinden gitmemelidir. Hele hele yalan yere sahitlik yapmamalıdır. sözlerin vebâlinden tamamen temize çıkıncaya kadar cehennem köprüsü yani sırat üzerinde bekletir."4Buyurdu. Câbir b. Abdullah ile Ebu Talha b. Sehl el-Ensarî (R.Anhüma) dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: "Her kim bir Müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, ALLAH Teâlâ da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de bir Müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlı- 36 Bu ayet-i kerimenin anlamı çok geniştir. Hem ferdî hem de sosyal hayatta kişinin "bilgi" yerine tahmin ve zanna uymamasını gerektirir. Bu emir, İslâm hayatının ahlâkî, hukukî, siyasî ve idarî tüm yönlerini kapsar ve bilim, sanat ve eğitim için de geçerlidir. Bu emir, toplumun insan hayatında "bilgi" yerine "tahmine" uymanın ortaya çıkardığı birçok meseleden korur. İslâm ahlâkı şunları gerektirir: Şüpheden kaçın ve araştırmaksızın hiç bir şahıs veya grubu suçlama! Soruşturma sırasında sadece şüphe nedeniyle bir kimseyi tutuklamak, dövmek veya hapsetmek yasaktır. Dış ilişkilerde de, soruşturma ve araştırma yapmaksızın hiç bir harekete girişilmeyeceği ve söylentilerin ortalıkta dolaşmasına izin verilmeyeceği şeklinde belirlenmiş dengeli bir politika izlenmelidir. Aynı şekilde eğitimde de sadece tahmin, Ocak 2011 varsayım ve akıldışı teorilere dayanan bilimler kabul edilmez. Her şeyin ötesinde bu ayet-i kerime, hurafe ve batıl inançları kökten kesip atmaktadır. Çünkü bu emir, müminlere sadece ALLAH Teâlâ ve Peygamberi tarafından öğretilen "bilgi"ye dayanan şeyleri kabul etmeleri gerektiğini bildirmektedir. Bir insanın bilmediği bir şeyi söylemesinin veya bilmediği bir şeyi yapmasının doğru olmadığı, bilinen bir gerçektir. Ey müslüman! Bilmediğin bir hususta bir kimseyi kınaman, sana yaraşmaz. Öyleyse yalan yere şahitlik yapmak, yalan konuşmak, iftira etmek, zanna dayanarak insanlar hakkında konuşmak, başkalarının gizliliklerini araştırmak, şer'an haram kılınmıştır. Zira göz, kulak ve gönül, bunların hepsi, o yaptığı kötü işten sorumludur. Bunların sahiplerine kıyamet gününde şöyle bir soru sorulacaktır: Dinlemenin helal olmadığı şeyi niçin dinledin? Bakmanın helâl olmadığı şeye niçin baktın? Üzerine kastetip yönelmenin helal olmadığı şeye niçin kastedip yöneldin? Herkes kulağından, gözünden ve kalbinden mes'ul olacaklar ve: Kulağını ALLAH Teâlâ'ya itaatta mı, yoksa isyanda mı kullandın? denilecek. Diğer uzuvlar hakkında da aynı sorgu yapılacak. Bu sebeble insan eğer onları hayırda kullanırsa mükâfaatı, yok eğer şerrde ve günahlarda kullanırsa cezayı hakeder. Hem şunu bil ki, gizlilikleri ve ayıpları araştırmak, zan ve tahminlerde bulunmak, buna göre hüküm vermek, bir hastalıktır. Bu, insanın kişiliğinin zayıflığına, maddeye battığına ve saf olmadığına işaret eder. İftirada bulunmak, insanları yalan iftiralara maruz bırakmak, yalan söylemek, iftira ve bühtanda bulunmak, zanna bağlı olarak başkalarını tenkit etmek, başkalarının gizliliklerini araştırmak, insanın bilmediği bir şeyi söylemesi yahut da bilmediği bir şeye göre amelde bulunması, ya da bilmediği bir şeye dayanarak başkasını kötülemesi haramdır. Ne yazık ki bu kötü ahlâk, Müslümanlar arasında da yaygınlık kazanmış bulunuyor ve artık bilgisizce, güvenilir kaynaklar olmaksızın söz söylemek, din ve imanın zaafa uğraması ve ahlakî değerlerin çözülüşü sebebiyle oldukça yaygın bir hal almıştır. İnsan kendisi için helâl olmayan şeyleri işitecek, bakması ya da görmesi helâl olmayan şeylere bakacak ya da görecek olursa, yapması helâl olmayan şeyleri yapmaya karar verirse bunlardan dolayı sorumlu tutulur, ceza görür. Kulak, göz ve gönül, insanın en değerli organladır. Ana rahminden dünyaya geldiğinde bu organlarımız tertemiz olarak gelir. Ergenlik çağından sonra her duyuş, her bakış ve düşünüş bizden bir şeyler götürür veya getirir. Şair: "Gözümün baktığına Gönlümün aktığına Kulağımın çaktığına Estağfirullah tövbe" demiş. Ne güzel söylemiş. Bu sebeble gözümüz haramın peşine düşmesin. Kulağımız yalana, gıybete, iftiraya iltifat etmesin. Gönlümüz kayalar gibi katılaşmasın. Ayet-i kerîmeler ile yumuşatılsın. Gönlümüz batıl şeylere yaklaşarak küf tutmasın, zikrullah ile Kur'an-ı Kerîm ile cilalansın. Gönlümüzde hazan yaprakları dökülmesin. Kur'an-ı Kerîm gönlümüzün baharı olsun. Kur'an-ı Kerimde "Ülaike" kelimesi ikiyüzdört defa geçmektedir. Hepsinde insanları işaret etmektedir. Yalnız bu ayet-i kerimede kulak, göz ve gönüle işaret etmek için "Ülaike" kullanılmak suretiyle bunların da akıllıca kullanılmasına işaret edilmiştir. Her organın ayrı ayrı hesaba çekileceği bildirilmektedir. .................................................... 1)Hucurât sûresi: 6 2)Ebû Davud, Edeb:80, No:4992, 2/716 3)Müslim, Mukaddime:3, No:5, 1/10 4)Ebû Davud, Edeb:41, No:4883, 2/687 5)Ebû Davud, Edeb:41, No:4884, 2/687 6)İsra sûresi:36 Ocak 2011 37 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Adalet Ve İslam Aydın Başar slam’ın toplumsal gayelerinin en başında adaleti tesis etmek gelir. Tabiidir ki bu görevi İslam, Müslüman’a yüklemiştir. Adaletin sağlanması dediğimizde bunun ancak bir sistem ve organizasyon ile mümkün olacağı da kuşkusuzdur. Dolayısıyla bu sistemin kurulmasına öncülük etmek de Müslüman’a düşer. Bu bakımdan adaletin nerede olduğunu tespit etmek Müslüman açısından son derece önemlidir. İ “Demokratik çoğunlukların bile temel özgürlükleri ve hukuk devleti güvencelerini ortadan kaldırmaya hakkı yoktur.” “Adalet” kavramı, “hak” kavramı ve “hakların dağıtılmasındaki tutum” konusu ile yakından alakalıdır. Hakların dağıtımında adalet esasının işleyebilmesi için adil bir sistemin işletiliyor olması gerekir. Bu sistemin işleyebilmesi hukuk devleti de diyebileceğimiz “adil devlet”in varlığına bağlıdır. “Adalet devleti derken kullandığımız anlam ile adalet Kur’an-ı Kerim’de ‘kıst’ ile ifade edilmiştir. Doğru öğreti ile ‘kıst’ arasındaki ilişki açıkça belirtilmiştir. Bütün Tanrı el- 38 çilerinin, resullerinin tebliğ ettiği tek doğru öğreti (İlahi Tebli)in insanlar bireyler arasındaki ilişkilerde adaletin (kıst) hakim olmasını istediği ve buyurduğu açıkça ifade edilmiştir.” (Hukuk Devleti Öğretisi, s.76) Adalet ve adalet organizasyonu konuları o kadar iç içedir ki bu sistem veya organizasyonla adalet ilişkisi bağlamında “adalet” kelimesini tanımlayanlar dahi olmuştur. Buna şu açıklamayı örnek verebiliriz: “İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini, ve insanın devlete olan alakasını, Allah’ın bildirdiği hükümlere göre düzenlemeye ‘adalet’ denir. Bu bir anlamda Allahü Teala’nın emrini, emrettiği şekilde, yerine getirmektir. (Yeğin, Abdullah, Yeni Lugat, s.5) Hanefi fukahasının; Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, müminlerin “beyat”la, gayrimüslimlerin ise “zimmet akdi” ile güvenliğe kavuştukları beldelere “Darul İslam” dedikleri gibi “Darul Adl” demelerinin nedeni de “adalet” kelimesinin bu bahsedilen bağlamı ile ilgili olsa gerektir. (Bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, c. 3, s. 512) Dikkat edilirse Müslüman algısında “adalet” ve “İslam” olgusu tabii olarak iç içe geçmiştir. Bu durum Müslümanlarca yapılan adalet tanımlarında belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. İmam-ı Şafi’ye göre “adalet” Allahü Teala’nın istediği şekilde amelde bulunmaktır. (Bkz. Er- Risale, s.25) M. Fethullah Gülen’in adalet tanımı da bu tanımla paralellik arz eder. Gülen “Adalet; farzları yerine getirip, haramlardan sakınmak ve insani değerlere ters işler yapmamak demektir.” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 49) der. Bu tanıma göre farzları yerine getirip haramlardan sakınmayı “İslami değerler” olarak anlarsak adaletin “İslami ve insani değerlere uygun işler yapmak” demek olduğunu tespit etmiş oluruz. Şu durumda İslam’ın istediği gibi bir yaşam tarzının “adalet” kavramını tamamen karşıladığını söyleyebiliriz. Abdulkerim Osman’a göre; “Adalet İslam’ın insanlar arasında gerçekleştirmek istediği ve bütün hükümleri temel yaptığı ilkelerden biridir.” (İslam’da Fikir ve İnanç Hürriyeti, s. 67) Ömer Nasuhi Bilmen adaletin hakka yönelmek, haksızlıktan kaçınmak, her hakkı sahibine vermeye ça- Ocak 2011 lışmak olduğunu; bunun karşıtının ise zulüm-gadr ve insafsızlık olduğunu söyler. (Bkz. İslam İlmihali, s.465) Bu iki tanımın da yaptığımız tespiti doğruladığını görüyoruz. Bu mantık dâhilinde İslamî ve insanî değerlere uymanın adalet olduğunu kavradığımızda buna uymamanın da zulüm olduğunu anlıyoruz. Yani kavramın zıddından yola çıktığımızda da bizi aynı yere götürdüğünü fark ediyoruz ki bu usule bilindiği gibi matematik ilminde “sağlama” deniliyor. Şunu üstüne basa basa ifade etmeliyiz ki İslamî ve insanî değerlere uygun işler yapmanın adalet demek olduğu tespiti son derece doğru ve orijinal bir tespittir. Bu anlamıyla “adalet” kavramını beynimize 39 Bir toplum düşünelim; bu toplumda İslamî ve insanî değerler el üstünde tutuluyorsa kuşkusuz o toplumda adil bir düzen var demektir. Bugün hukuk alanında İslamî değerlerin dışlanması ve seküler hukuk anlayışının benimsenmesi sonucu, toplumsal hayatta “adalet” bir hayal haline gelmiştir. Adalet kişilere haklarının verilmesi ile alakalı olduğuna göre şayet bir yerde adalet varsa orada can ve mal güvenliği hakkının da insanlara sağlanmış olması gerekir. Nitekim bir başka temel anlamıyla; yerleştirdiğimizde kafamızdaki birçok sorunun çözümleneceğini görüyoruz. Şöyle ki biz bu anlama şekliyle yola çıktığımızda İslamî ve insanî olmayan hiçbir eylemin bizi saadete iletemeyeceği hakikatine ulaşıyoruz. Saadete ulaşmanın ancak adaletle mümkün olduğunu bilerek İslam’ın olmadığı bir yerde çözümün de olamayacağını idrak ediyoruz. Meseleyi, daha iyi anlaşılması için somut ve güncel bir örnekle desteklememiz gerekirse, bu mantık örgüsü içerisinde faraza “Kürt sorunu”nun İslami olmayan bir çözüm haricinde hiçbir şekilde çözüle meyeceğini tespit etmiş oluyoruz. Bu sorun veya bir başkası, önemli değil; tüm sorunlar için bir genelleme yapacak olursak rahatlıkla şu cümleyi kullanabiliriz: İslamî olmayan hiçbir çözüm gerçek anlamda bir çözüm değildir. İslamî ve insanî olmayan her şey kelimenin tam anlamıyla “zulüm”dür. 40 “Adalet; insanlara hak ettiklerini, başta her insanın eşit olarak hak ettiği insan haklarını verebilmek, sağlamak, daha sonra da herkesin emeği karşılığında hak ettiğini verebilmektir. Her şeyi yerli yerine koymak demektir.” (Bkz. Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, s. 12) Yine somut örneklerle devam edecek olursak; bugün hapishanelerin tıklım tıklım dolu olması, can ve mala yapılan gaspın önüne geçilemediğinin bir ispatıdır. Faraza otuz sene çalışıp emekli ikramiyesine hak kazanan bir kimse, parasını hırsıza kaptırabilmektedir. İşte zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Bu tür güncel ve somut vakalara değinmeden teorik bir adaletten bahsetmek suya yazı yazmaktan farksızdır. Mevcut adalet anlayışlarının dertlerimize deva olmadığını tespit edemez isek, çözümün İslam’ın adalet anlayışında olduğunu da hakkıyla ortaya koyamayız. Bir ülkede insanların can ve mal güvenliği sağlanamamışsa, o ülkede adaletin tesis edildiği söylene- Ocak 2011 mez. Cinayetler, kapkaç, hırsızlık, narkotik suçlar ve diğer suçların zirve yaptığı bir yerde hangi adaletten bahsedilebilir ki? Hırsızlık konusunda modern anlayışlarla caydırıcı bir cezanın bulunamadığı ortadadır. Burada şu soruyu sormak gerekir: Dişinizden tırnağınızdan artırarak biriktirip aldığınız arabanız çalındığında hırsıza nasıl bir ceza verilmesini istersiniz? Veya evladınızın ameliyat ya da tedavi parasını hırsıza kaptırdığınızda... Bu mesele İslami boyutta tartışılmadığında can ve mal güvenliğinin sağlanması ve de dolayısıyla adaletin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bediüzzaman Said-i Nursi, bu konuyu misafir ve ev sahibi misaliyle müthiş bir şekilde izah eder: Şöyle bir hikâye anlatır: Hırsızın elinin kesildiği bir memlekete gelen bir misafir taaccüp eder ve ev sahibine sorar: “Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.” Hane sahibi der ki: “Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. (Bkz. Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 2000, s.82-83) Şeriatın prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olduğu anlaşılan Üstad’ın burada gaflet etmişsiniz dediği hakikat İslam’ın ahkamından başka bir şey değildir. Adaletin hakikatinin kaybedilme sebebini ise Üstad bu ahkâmın dışlanmasına bağlamıştır ki bunun bir diğer adı da seküler mantığın hukuk alanına hâkim kılınmasıdır. Şu durumda lafı toparlayacak olursak kimin neyi hak ettiğinin kıstası olarak İslamî prensipleri ölçüt kabul ettiğimizde adalete, bu yoldan gitmediğimizde ise zulme gider dayanırız. Yüce Allah adaleti emrettiğine göre adaletin nasıl tesis edileceğini de bize ancak O öğretecektir. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi bu hakikati şöyle ifade eder: “Yaratıcı’dan “adalet” emrini alan kimse, herkese hakkını ve istihkakını verirken, herkesin ne gibi hakka sahip olduğunu yine Yaratıcı’dan sormalıdır.” (Hukuk Devleti Öğretisi, s. 9) Yani adaletin kıstasını bize ancak tek orijinal din olan İslam sunabilir. Adaleti tesis amacıyla kurulan organizasyonlar da belirli güvenceleri insanlara vermek durumundadır. Bu güvenceleri insanlara verdiği için zaten bu sistemin işletildiği devlete hukuk veya adalet devleti ismi verilmiştir. Güvencelerin en başında insan haklarının hiçbir bahane ile engellenememesi gelir. Prof. Mustafa Erdoğan’ın da dediği gibi; “Demokratik çoğunlukların bile temel özgürlükleri ve hukuk devleti güvencelerini ortadan kaldırmaya hakkı yoktur.” (Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 211) Sonuç itibariyle bizim gerçek adalete kavuşmamızın ön koşulu önce adaletin nerde olduğunu idrak edebilmemizdir. Aradığımızı yanlış yerlerde arıyor isek bir ömür boyu bile arasak onu bulmamız mümkün olmayacaktır. Adalet diyorsak bunun İslam’da olduğunu bilmeden bir arpa boyu bile yol kat edemeyiz. Kişisel ve toplumsal yaraların iyileşmesi için asıl çare İslam ahlakı ve İslam hukukuna sarılmaktan başka bir şey değildir. Ocak 2011 41 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Fahrettin Bozdağ: “ÇOCUĞUN İLERDE MASUM MU YOKSA CANİ Mİ OLACAĞININ YOLDAKİ İŞARETLERİNİ AİLE KOYAR” Röportaj Aydın BAŞAR ocuk edebiyatı alanında verdiği eserlerinden tanıdığımız araştırmacı yazar muhterem Fahrettin Bozdağ Bey’le Burhan Dergisi okurları için özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Zevkle okuyacağınızı umuyoruz. Ç Muhterem Bozdağ, “çocuk” ne anlama gelir? “Karanlığa sövmek yerine, karanlıktan kurtulmak için bir mum yakmak yeterlidir” sizin dünyanızda Çocuk, masumiyettir. Emanettir. Hediyedir. Yaratanın sevgi ve muhabbetle bağladığı anne babaya en güzel hediyesi ve en kutsal emanetidir. Doğduğunda beri tertemizdir çocuk. Masum, mahzun, muhtaç ve mübarektir… O dünyaya geldiğinde ağlar, biz güleriz. Onun ağlaması gülmedir. Bizim gülmemiz “hoş geldin”dir. Tertemiz ve bembeyaz bir kâğıttır çocuk. Önce ona bir isim veririz. Sonra bizimle birlikte o da büyür. Öğrenir, uygular. İster, verilir. Hayatımıza renktir, saadettir. Aynı zamanda sorumluluktur, paylaşmadır. Bir edebiyatçı olarak çocuğun masumiyetini nasıl tasvir edersiniz? 42 Çocuğun masumiyeti ilahidir; Hak’tandır… “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar” kaidesinin yeryüzündeki misalidir. Her çocuk masumdur. Mesul değildir hiçbir şeyden… Ta o güne kadar. Buluğ çağına kadar öğrencidir. Öğrenir, yapabildiklerini yapar söyleyebildiklerini söyler. Çocuk masumiyeti ile etrafındakileri kendisine adeta hizmetkâr eder. Bu, anne baba ve diğerleri için kabul edilmiş bir hizmetkârlıktır. Kutsaldır. Onun gülmesi ile güler; ağlaması ile ağlarız. O uyur biz uyuruz. O uyanıksa biz de onunla uyanık oluruz. Çocuğun hak yolunda yetişmesi anne babanın sorumluluk alanındadır. Aile neyse çocukta o olur. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında, kutupların buzdan evlerinde, Orta Asya’nın sıcak çöllerinde, soğuk dağlarında, Sibirya steplerinde doğan çocuklar da böyledir. Yanı başımızda yaşayan çocuklar da… Çocukların hayattaki tercihlerinde anne baba başroldedir. Onların iyiliği de, kötülüğü de çocuğa bir mirastır. Bundandır ki çocuğun büyüdüğünde masum mu yoksa cani mi olacağının yoldaki işaretlerini aile koyar. Mazlum ya da zalim yetiştirmek hususu ailenin ne ve nasıl olduğu ile yakından alakalıdır. Masum çocukların büyüdükleri zaman topluma zararlı insanlar olmaları; tabiri caizse zalim olmaları size ne düşündürür? Elbette ki, “Eyvah!” dedirtir. Geleceğimizin inşasında temel taşlarımız hükmünde olan çocuklarımızın yarınlarının karanlık olması, her vicdanı sızlatır. Her yüreği dağlatır. Her gözü olanı ağlatır. Bence bunu düşünmemeliyiz. Düşünmemeliyiz ki onları doğru yetiştirebilmek için teslimi silah etmiş olmayalım. Nasıl ki bir fidan, topraktan, havadan, sudan ve ışıktan kendisi için lazım olan miktarları yeterince alabilirse, iyi ve meyveli bir ağaç olabilir. Aynen öyle de çocuklarımız da kültür toprağından, ilim havasından, ahlak suyundan ve iman nurundan yeterince ve gereği gibi istifade ederlerse inşallah istikbalimiz aydınlık olacaktır. Yarınlarımızdan ve yarınların gençleri çocuklarımızdan asla endişe etmemeliyiz. Onlardan ümidimizi kesmemeliyiz. Onlara duyduğumuz güveni her fırsatta onlarla paylaşmalıyız. Anne ve babalar çocuklarının iyi insanlar olması için neler yapmalılar? Önce kendilerini yetiştirmeliler. Daha çocuk sahibi olmadan, çocuk yetiştirmenin en ince ve önemli noktalarını öğrenmeliler. Öğrendiklerini aynı zamanda kendi yaşantılarında uygulamalılar. Çocuklar öğrenmeye açık oldukları gibi, örnek almakta da çok dikkatlidirler. İşte bu örneklerin “doğru” olması için, aile içi hayatımıza çok dikkat etmemiz gerekir. Çevre ilişkilerinde titiz davranılmalıdır. Eğitim ve öğretim birlikte ve iç içe yürütülmelidir. Zira eğitimde hatanın hemen telafisi pek mümkün değildir. Çünkü bu sadece maddi bir olgu değildir. Nasıl bir tesir bıraktığını, hemen ve bütünüyle ölçümlememiz adeta imkânsızdır. Öyleyse örnek davranışlarla öğretici olunmalıdır. Tembih ve kontrol, alınan sonuçları görmekte sabırlı davranmak, kıyaslayıcı değil, alternatif gösterici olmak, çoğunlukla olumlu neticeler alınmasına sebep olur. Onların sırtımıza yüklenmiş birer yük değil, kutsal birer emanet olduğunu hiç hatırımızdan çıkarmamalıyız. Çocuğun fıtratını muhafaza edebilmek için ona ne tür kitaplar okutmalıdır? Çocuklarımızın eğitiminde “kitap” çok önemli bir yer tutmaktadır. Eğitimin temel araçlarından biri de kitaptır. Edineceğimiz kitapların, çocuğumuzun, yaş grubuna, eğitim düzeyine, zekâ seviyesine ve beğenilerine uygun olmasına özen göstermeli ve dikkat etmeliyiz. Kitaplardan istifade etmesinde mutlaka onun yanında olmalıyız. Birlikte öğrenme yolculuğuna çıkmalıyız. Eğitim kademelerinde çocukların ihtiyacı olan kitaplar, eğitici ve öğretici olmak üzere iki türdür. Çocukların hayatın özellikleri ve unsurları konusunda öğrenmeleri gereken pek çok bilgi vardır. Edebiyat Ocak 2011 43 türü, hikâye, şiir, masal, roman, tiyatro vb. kitaplar, çocukların akıl, zekâ, ruh gelişimlerinde önemli rol oynarlar. Tabi bu eserleri seçerken, muhtevaları bakımından seçici olmak gerekmektedir. Çocuklarımızın kendi inanç ve kültür değerleri ile dini vazifelerini, olabilecek en erken zamanda ve sırasıyla öğrenmesi de onların gelecekte “iyi” insanlar olmalarında en önemli sorumluklarımızdandır. Çocuk edebiyatı günümüzde piyasası olduğu için üstün körü yapılan bir iş olarak mı; yoksa çocuğun inceliği ve hassasiyetleri hissedilerek yapılan derin bir iş olarak mı icra edilmektedir? Dar anlamda “çocuk edebiyatı” daha geniş anlamda ise “çocuk eğitimi materyalleri” diyebileceğimiz, çocuğun eğitimi ve yetişmesine yönelik, yazılı, görsel, elektronik, her türlü malzemenin hazırlık ve üretimi çok hassas unsurlar içermektedir. Bu konuda yapılacak çalışmaların, bilimsel ve tecrübî değerler barındırması gereklidir. Muhatap kitlenin tüm özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır. “Çocuğa görelik” önemlidir. Bu yayınların sürdürülebilir ve sistematik olması gerekir. Çocukların yaş ve eğitim düzeylerine uygun olmaları esastır. Bugünkü çalışmaların pek çoğunda gereken hassasiyetin gösterilmediğini üzülerek müşahede etmekteyiz. Sadece ticari amaçlarla yapılan bir takım çalışmalar ne yazık ki fayda yerine zarar vermektedir. Tabi bunları söylerken, hani “Çok biliyorsan kendin yap” derler ya. Biz de kendi çapımızda, bu konularda çalışmalar yapmaktayız. Mevcutların yanlış, eksik ve hatalı yönlerini gördükten sonra, bu alanda kalıcı çalışmalar yapmak için kollarımızı sıvadık. İnşallah tamamlarız ve bu alanda çok önemli bir boşluğu dolduracak eserler ortaya koyarız. Buradan da aracılığınızla bu çabalarımıza kaynak olarak destek olmak isteyenlere bir duyuru ve çağrı yapmış olalım. Çocuk edebiyatı adı altında zararlı bir takım eserlerin varlığından söz edilebilir mi? Bunu söylemek elbette ki mümkün… Ama ben olumsuzluklardan bahsetmek yerine, ortaya konacak olumlu çabalardan bahsetmeyi tercih ederim. Bilirsiniz; “Karanlığa sövmek yerine, karanlıktan kurtulmak için bir mum yakmak yeterlidir” derler. Bizler olumlu ve müspet çabalar içinde oldukça, kötüler ve kötülükler birer birer yok olacaklarıdır. Eğitim sistemi ve çocuk edebiyatı arasında bir bağ var mı? Mesela ders kitapları çocukların dünyasına girebiliyor mu? Burada bir bağdan söz etmek yetersiz kalır. Çocuk edebiyatı, çocuk eğitiminde en olmazsa olmaz unsurlardan biridir. Ama bu alandan ne derecede yararlanılıyor. O ayrı bir konu. Eğitim tümüyle toplumun malı olduğu için, eğitime katkı sağlayan unsurlarında, her alanda toplumda yerleştirilmesi şarttır. Mevcut ders kitaplarının çocuk edebiyatı unsurlarından gereği gibi yararlanmadıklarını söylemek mümkün. Ama bu hususun gelecekte daha iyi bir konuma geleceği ümidini taşıyarak, gerekli çabaları göstermemiz lazımdır. 44 Ocak 2011 Eğitim sistemi çocuk ruhunu yeterince doyurabiliyor mu? Mevcut eğitim sistemi içerisinde çocuk gelişiminin olmazsa olmazlarını barındığını söylemek elbette ki mümkün değil. Resmi ve okul eğitimi, çocukların gelişmesi için ne kadar yeterlidir? Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, çocuk eğitiminin kapsama alanında olan üç temel unsur vardır. Bunlar: 1. Aile 2. Okul 3. Çevredir. Bu üç unsur birbiri ile de iç içedir. Çocuğun ilk eğitim aldığı yer ailesidir. Topluma adapte olması ve sosyalleşmesinin sağlandığı ikinci yer okuldur. Çocuğun ömür boyu etkilendiği ve şekillendiği unsur ise çevredir. Sosyal çevre, aile çevresi, arkadaş çevresi gibi bir ömür birlikte olunan bu unsur, her devresi ile devamlı etkileme halindedir. Bu alanlarda rol alan aktörlerin, rollerini doğru ve gereği gibi yapmaları halinde gelecek nesiller arzu ettiğimiz yönde şekillenecektir. Çizgi filmler, bilgisayar oyunları ve sanal âlemin çocuk üzerindeki tesirleri nelerdir? Gelişen teknolojilerin eğitim alanında da kullanılması elbette ki kaçınılmazdır. Gelişimin olumlu etkileri yanında olumsuz etkilerinin de olması mümkündür. Burada anahtar bizlerin elindedir. Başta aileler olmak üzere eğitime katkı koyan tüm unsurlar gerekli hassasiyetleri göstererek, olması muhtemel hataların önüne geçebilirler. Bugünkü şartlarda, bu görevi yerine getirmekte hepimiz zorlanmaktayız. Ayrıca bir geçiş sürecini de yaşamaktayız. Ama olumlu örneklerin çoğaltılması ile uygun sonuçlar alınması mümkündür. İnternet gibi bir sanal âlemden çocuklarımızı tümüyle uzaklaştırmak neredeyse imkânsızdır. O halde bu unsurun en olumlu biçimde değerlendirilmesine çalışılmalı. Eğitim materyalleri oluşturmada gereken çabalar daha da artmalı. Elbette ki yapmak zordur, ama tahrip kolaydır. O halde zora talip olanlar çok çalışmalıdırlar. Bugün için aslında şartlar bizden yana. Ama yeterince çaba sarf etmediğimizi düşünüyorum. Gelecekte çok güzel ve olumlu neticeler alacağımız zengin ve tükenmez kaynaklarımızı fazlasıyla ve gereği gibi ortaya koymalıyız. Aslında doğru açıdan baktığımızda, teknoloji bizden yana. Ama unutmayalım ki, herkesin doğru dediği amaçlarına aynı yeterlilikle hizmet etmektedir. Öyle ise bizler üzerimize düşeni daha fazlasıyla yerine getirmeliyiz. Ocak 2011 Çocuğa interneti yasaklamak çözüm müdür? Veya eve hiç internet almamak.. Şöyle de düşünebiliriz. Evde bilgisayar ve internet bulundurmak son zamanlarda birer tehlike yuvası haline gelen “İnternet Kafeler”i ortadan kaldırabilir. Kalkması gerekir. Çünkü oralarda hâkim olan “kontrolsuzluk”tur. Ama biz doğru kontrol mekanizmalarını evimizde oluşturmalıyız. Son zamanlarda, sosyal sorumluluk projeleri çerçevesinde geliştirilen “Bilgi Evleri” ve benzeri uygulamalar ile de kontrollü ve toplu internet erişim ortamları oluşturulabilinir. Bu konularda çocuklarımıza zaman ayırmamız gerekir. Onlarla birlikte film izlemek. Bir takım yararlı bile sayılabilecek oyunları birlikte oynamak. Sanal âlemde birlikte gezinmek. Eğitime olumlu katkılar sağlar. Yasaklamak çözüm olmadığı gibi, farklı yanlış yollara sapmalarına da sebep olabilir. Bir şey bütün bütün elde edilemezse, bütün bütün de terk edilmez. 45 Fahrettin BOZDAĞ/ ÖZGEÇMİŞ 1958 Bursa İnegöl doğumlu. İnegöl Altıeylül Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı. Yeni Asya Gazetesi İnegöl Temsilciliği yaptı. Erzurum’da Hürsöz Gazetesi’nde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Yurt Ajans Doğu Anadolu Bölge Temsilciliği yaptı. Ahidost Dergisi Yayın Koordinatörlüğü yaptı. YİMPAŞ Holding bünyesindeki, Nehir Yayınları A.Ş’ de Çocuk Kitapları Yayın Koordinatörlüğü yaptı. Türkiye Yazarlar Birliği’nin yayımladığı Türkiye Kültür Ve Sanat Yıllığı’nın “Çocuk Edebiyatı” bölümlerini hazırladı. 1999/2000 ve 2001 yıllıkları Yayın Kurulu’nda görev yaptı. İHLÂS Holding bünyesindeki, Türkiye Çocuk Dergisi’nde yazarlık yaptı. Zafer Yayınları’nda editörlük yaptı. Eyüp Haber Gazetesi ve Kadın Kimliği Dergisi Yayın Kurulunda bulundu. SARAY Holding’de, Reklâm ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yaptı. Beklenen Mahalli İdareler Dergisi Yayın Koordinatörlüğü yaptı. KOMBASSAN Holding bünyesindeki, PETLAS Lastik Sanayi A.Ş. için PETLAS DERGİSİ’ni yayınladı. Tercüman, Zaman, Yeni Asya, Yeni Nesil, Altıeylül, Hürsöz, 4 Nisan, Eyüp Haber Gazeteleri; Can Kardeş, Diyanet Çocuk, Şeker Çocuk, Türkiye Çocuk, Tercüman Çocuk Dergileri; Köprü, Bizim Aile, Zafer, Kadın Kimliği, Kadın ve Aile, Eflâtun, Sur dergilerinde, “Çocuk Edebiyatı” ile ilgili araştırma, makaleleri ve şiir, hikâye, masalları; Nehir Yayınları, Nesil Yayınları ve Sim Yayınları’nda çocuk kitapları yayınlandı. 2002 yılında RENGARENK YAYINLARI’nı kurdu. Çok sayıda sempozyuma katılan ve çocuk edebiyatı üzerine bildiriler sunan yazar ÇOCUK ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ kurucusu ve genel başkanı; DÖRDÜNCÜ EĞİTİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ Genel Koordinatörü, ÇOCUK EDEBİYATÇILARI BİRLİĞİ Kurucu Üyesi ve Yönetim Kurulu Üyesi. TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ Üyesidir. Yazar şuan, 03 - 14 yaş grubu çocuklar ve ailelerine yönelik, Çocuk Eğitimi ve yanı sıra Çocuk Edebiyatı örneklerinden oluşan, çoğunluğu telif, 1001 kitaplık bir proje üzerinde yazım, resimleme ve hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca, 0 - 6 yaş grubu çocuklar ve aileleri için “Okul Öncesi Eğitim Materyalleri” projesinin yazım, resimleme ve hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir. ESERLERİ Nehir Yayınlarından; A, B’DEN ÖNCE GELİR, ŞİMDİ KİME TEŞŞEKKÜR EDEYİM? KIRMIZI HAVUCU KİM YİYECEK? DEDİĞİMİ ANLADIN MI? ALİ DAYI’NIN ÇİFTLİĞİ Nesil Yayınlarından MEVSİMLERİ KİM YARATTI? BENİ KİM ANLAYACAK? KİM İYİLİK YAPACAK? BENİMLE KİM KAHVALTI EDECEK? KİM AKILLI KİM KURNAZ? ÇİFTLİĞE KİM GELECEK? KÜ- MESTE KİMLER VAR? HAVUCU KİM YİYECEK? YUSUFÇUK’ KİM KORKAR? KİME TEŞEKKÜR ETMELİYİZ? Sim Yayınlarından: AYDEDE’Yİ ÖZLÜYORUM! MELEK OLACAĞIM!, KÖYÜMÜZE GELİR MİSİNİZ?,YARDIM ETMEK NE GÜZEL, BEN İĞNEDEN KORKMAM Kİ! 46 Ocak 2011 Eller Aşk-ı Muhabbetinden Ağlar, Ben İse Günahlarıma Ağlarım. Benim Gibi Olanlar Hep Ağlarlar. Ne Var Ki, Ribalı Lokma Nedeniyle Gözümüzden Yaşta Gelmiyor... Hacı Şaban Efendi Hazretleri Ocak 2011 47 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Zikir Prof. Dr. Orhan ÇEKER nce zikir ne demektir, meselesini ele alalım? Ya da bu problem niye gündeme geldi, oradan başlayarak îzâhı yapalım: Tasavvufa karşı çıkanlar, zikir eylemine karşı çıkıyorlar ki, zikir iki türlü yapılır. Bir, insanın kendi kendine tenha bir köşeye çekilerek Allah’ı zikretmesi, bir de cemaat halinde sesli zikir yapması. Bu iki şekil tatbik ediliyor. İkisine de karşı çıkmaktadırlar. Derler ki, toplu sesli zikir yoktur. Ondan sonra da derler ki, zikir dediğiniz şey “Allah, Allah, Allah” demek değildir. ‘Allah, demek diye bir zikir yoktur. Zikir olsa olsa cümleyi tamamlayan şey, yani zikir tam bir cümle olur. Mesela La ilahe illallah bir zikirdir, Elhamdülillah bir zikirdir, Sübhanallah bir zikirdir. Ama Allah, Allah, Allah kendi başına bir şey ifade etmiyor. Tek kelime zikir olmaz…’ derler. Bu problemi îzâh edecek şekilde meseleyi yine baştan alayım : Zikir, Kur'ân-ı Kerîmdeki manalarına baktığımız zaman, birkaç manaya geldiğini görürüz. Zikir, vahiy manasına gelir. Mesela Hicr sûresi 9. ayette ve Kamer sûresi 25. ayette… zikir, vahiy anla- Ö Bir insanın niyeti bozuksa, dosdoğru bir çizgiyi bile eğri büğrü görür. Belli sayıdaki zikri, ibadet olarak görüp taarruzda bulunanlara bu dosdoğru uygulama, eğri büğrü görünüyor. 48 mındadır. Yani zikir, Allah’ın, Peygamberine verdiği vahiydir. İkinci bir manası, sesli olarak ALLAH adını söylemektir. Mesela “(Kesilirken) üzerine Allah’ın isminin anılmadığı (hayvanlardan) yemeyiniz” (En’am sûresi 121.ayet. Ayrıca bkz. Maide : 4 ve En’am : 119). Yani hayvanı keserken açıktan açığa “Bismillahi Allahü Ekber” denilenleri yiyeceğiz, Allah’ın zikredilmediği hayvanları yemeyeceğiz, demek olur. Buradaki zikir, açıktan açığa dil ile, seslice Allah demektir. Bu anlamda çokça ayet vardır. A’la suresi de bu manadaki bir ayetle başlar. Zikir genel olarak ilim anlamına da gelir. İlim mesela ehl-i zikir denildiği zaman ilim ehli akla gelir. Bir de zikir dilini de oynatmadan, ses de çıkarmadan sadece kalben hatırlamak anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîmde bu anlamda da kullanılıyor. Ayrıca zikir kelimesinin, Yusuf sûresi, 45. ayete baktığımız zaman, hatırlamak anlamına geldiğini görürüz. Sonuçta ister kalben hatırlamak olsun, ister dil ile açıklama olsun, ister vahiy olsun, ister ilim anlamında olsun bunların hepsi zikrin manalarıdır. Peki bu insanlar zikrin nesine karşı çıkıyor ? Diyorlar ki Allah lafzı zikir olmaz. Bir de toplu olarak zikir olmaz diyorlar. Önce “Allah” lafzı tek başına zikir olur mu, olmaz mı, o meseleyi ele alalım : TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI ZİKİR OLUR MU ? Her şeyden önce şunu söyleriz ve hatırlatırız: Kendi kendilerine yalın olarak ALLAH lafzını, hem de binlerce defa Allah Allah lafzını zikir ede ede, tasavvufta letâif denilen vücüdun zikre hassas noktaları zikreder hale gelebiliyor. Mesela insanın kalbi Allah diye diye bir an gelir ki, aynen dil gibi o da zikretmeye başlar. Bu, ne ile olur? Allah, Allah diye zikretmekle olur. Öyleyse Allah lafzının zikir oluşu tecrübî olarak sabittir. Tabii ki buna da ‘biz tecrübî filan tanımayız, bize nasslardan, ayetten, hadîs’ten delil getir’, şeklinde talep edebilirler. Şimdi bir örnek veriyorum: Müslim’in Sahih’inde İman bahsinin ikiyüz otuz dört numaralı hadîsi. Tirmizi’nin Süneninin, Fitneler bahsinin otuz beşinci babı ve bu arada Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin bir çok yerinde şöyle bir rivayet var: “Allah, Allah diyen bir insan üzerine kıyamet kopmayacaktır.” Bir daha söyleyeyim : Dünya üzerinde bir tek insan Allah, Allah diye zikrediyorsa kıyamet kopmay- Ocak 2011 acaktır. O zaman ALLAH ALLAH lafzı ile zikir, Kıyamet’in kopuşunu da engelleyecek şeydir. Allah Allah diye zikrediyor olmak, gelecek belaları defeder, derler ki bu söz doğrudur. Bir de şuna bakınız: Hadîs-i Şerîf’te “Allah, Allah” kelimeleri yalın halde geçiyor. Tek başına Allah, Allah kelimelerini yalın halde zikredilmiş mi ? Edilmiş. Hem de şerhlerde bu ayrıntıya dikkat çekilmiş. Burada Allah lafzı Allahu, Allahu diye geçiyor. Yani Allahe, Allahe değil. Allahu lafzı mef’ul / tümlec olarak değil. Bu da, Allah lafzının yanında “ALLAH’I 49 zikrediyorum” gibi başka bir kelime zikredilmemiş, demektir. Yalın olarak Allah Allah diyen olduğu sürece kıyamet kopmaz. Ama Allahe Allahe şeklinde olsaydı ALLAH lafzı tümleç olurdu ki cümlede söylenmeyen başka kelimeler var anlamına gelirdi. Dolayısıyla ‘o cümle tam söylenmediği takdirde zikir olmaz, zikir sayılmaz’ denebilirdi. Ama durum, cümle yapısı öyle değil. Hadîs-i Şerîf’te Allahe Allahe değil, Allahu Allahu diye geçiyor. Bu şekildeki kelime Arapça’da herhangi tahmini ve söylenmemiş (mahzuf) bir cümleciğin parçası değildir. Öyleyse yalın olarak “Allah, Allah” diyenler Allah’ı zikretmiş olur. Yani yalın olarak “Allah, Allah” lafızları zikir olur. İşte yalın olarak “ALLAH ALLAH” lafzının zikir olduğunun delili sahih olan bu hadîs-i şerîftir. Bunun zikir olduğu hem hadisle hem de dediğim gibi tecrübe ile sabittir. Dolayısıyla yalın şekliyle “Allah, Allah” zikrine karşı çıkanlar, kendileri beceremedikleri, tenbellik yaptıkları ve bunu yapanları çekemedikleri için inkar etmeye kalkıyorlar. TOPLU ZİKİR VAR MIDIR ? Bu arada toplu zikre de temas etmemiz gerekir : Sahabe uygulamalarına bakacak olursak ; sahabenin bazen toplanıp topluca zikrettikleri olmuştur. Hatta hangi zikri söylediklerine dair rivayetler bile var. Mesela “La İlahe İllallah”, zikrini söylemişlerdir. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm da bu konuda şöyle buyuruyor : “ Cennet bahçelerine tesadüf ederseniz oralarda yayılınız.” Ya Resûlellah Cennet bahçeleri nedir? diye sorulunca da bizzat Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, “Zikir meclisleridir”, diye cevap vermiştir. Zikir meclisleri denildiği zaman, “Allah” lafzının ya da “La İlahe İllallah” kelimesinin toplu halde zikredildiğini anlarız. “Zikir meclisi” denildiğine göre tek kişi ile meclis olmaz. Meclis, çok insanlardan meydana gelir. Tek insana meclis denmez. Buradan anlıyoruz ki Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm veciz bir şekilde toplu zikri ifade etmiştir. 50 BELLİ SAYIDA ZİKİR YAPMAK / VİRD VAR MIDIR ? Güzel bir konuya geldik. Bu da çok soruluyor. Sayısal zikir, yani belli sayıda zikir var mıdır, yoksa sayı koymaksızın mutlak zikir mi gerekir? Buna çok itiraz edip “siz kendi kafanızdan ibadet uyduruyorsunuz” diyorlar. Mesela müride belli sayıda vird verilmiştir, günde yüz defa istiğfar edeceksin, yüz defa yada bin defa Allah, Allah diyeceksin, yüz defa salavât getireceksin,… denilmiştir, mürid de o virdi çekip duruyordur. İtiraz edenler, belli sayıda zikir olmaz, diyorlar. Çünkü Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm böyle bir şey yaptırmamıştır. Ya da Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm ne yaptırdıysa sadece o vardır. Bunun ötesinde bir rakam koyamazsınız, diyorlar. Hatta bunu söylerken biraz da ikna edici ve yaldızlı sözlerle söylüyorlar. Mesela diyorlar ki, ‘bir ibadet ancak vahiy ile ortaya konulur’. Doğru tabii ki. Önce bunu bir tasdik ettirirler. Bundan sonra ‘zikir ibadet mi’, diye sorarlar. O da doğru ama AMAsı var. Arkasından ‘zikir ibadet ise belli sayıda zikir yapman ya da vird verebilmen için ayetten ya da hadîs’ten delil getirmen gerekir’, derler. Doğru mu, ilk bakışta doğru görürsün. Ama gelelim işin AMAsına. Belli sayıda zikir vermek, ibadet koymak değil, zikre ve ibadete alıştırmak yani eğitim amaçlıdır. Eğitim ile ibadeti karıştırırsanız, az önceki iddiada bulunursunuz. Eğitim ayrıdır, ibadet ayrıdır. Belli sayıda zikir ibadete alıştırmak içindir. Malumdur ki belli sayı ile alıştırma yaptırmak eğitim yollarından bir tanesidir. Peki, zikir konusunda ibadet olan ne ? Zikir konusunda ibadet olan şey, zikr-i dâim yani sürekli zikirdir ki bu ifade ALLAHı hiç unutmamak demektir. Allah’ı sürekli, daha Ocak 2011 doğrusu Allah’ı anmadığın bir anın olmamasıdır. İnsanı buna alıştırmak için, eğitmek için belli sayıda Allah, Allah dedirte dedirte alıştırırsın. Belli sayıda zikirle insanı zikr-i daime alıştırmak şuna benzer : Okuma- yazma bilmeyen bir insana okuma yazmayı öğretiyorsan ona dersin ki “bak, bu alfabe harfleridir, yarına on defa yazıp geleceksin.” Okumaya - yazmaya alıştırmak için belli sayıda ödev vermek ne ise zikre alıştırma konusunda belli sayıda zikir vazifesi vermek aynı şeydir. Bu talebe itiraz etse ve “On defa alfabeyi yazmam. Bu ödev Kur’an ve Sünnet’in neresinde var ? Bana delil getir, yoksa ben yazmıyorum” dese bu çocuk okuma yazmayı öğrenir mi ? Öğrenemez tabii. Bu öğrencinin belli sayıdaki yazı ödevi için delil istemesi doğru mu ? Tabii ki yanlıştır. Okuma – yazma ödevleri için “OKU” emri yeterlidir. Geri tarafı tecrübe ile yürütülür. Tecrübe de belli sayı ile ödevler vermek şeklinde gerçekleşmiştir. Aynısı, sporda da aynıdır. Sayı eğitim amaçlıdır. Eğitimde sayı şart ve vazgeçilmezdir. On defa yazma ödevi, ertesi gün beş defa, üç defa ‘yaz’ ödevine… döner. Öğrenci tamamen okuma – yazmayı söktüğü an, sayı ile ödev devri de biter. Onun içindir belli sayıdaki zikir, zamanla değiştirilir, nihayet tümden ödev / vird kaldırılır. Çünkü insan zikr-i daime alışmış gitmiştir artık. Zikir, zikr-i daim hale gelmiştir. Öyleyse insanın, sürekli Allah zikrine alışan bir insan olması için, diyelim ki önce yüz defa Allah demekle başlar. Bin defa, iki bin defa, üç bin defa, beş bin defa… belli sayıda zikir yapar yapar yapar derken bu insan, sürekli zikreder hale gelir ki artık sayısal zikir / vird vermenin gereği kalmaz. Zaten o insan sürekli zikrediyor. O kişi için sayı ile zikir manasız kalmıştır. İddia ettikleri gibi belli sayıda zikir, ortaya ibadet koymak yani ibadet icad edip uydurmak olsaydı ; o belli sayı, sürekli aynı kalır, hiç değiştirilmez ve zamanı gelince de tümden kaldırılmazdı. Çünkü ibadet sabittir, değişmez. Halbuki tarikat uygulmasında zikir / vird, halden hale, insandan insana değiştirilir, durur. Bir insanın niyeti bozuksa, dosdoğru bir çizgiyi bile eğri büğrü görür. Belli sayıdaki zikri, ibadet olarak görüp taarruzda bulunanlara bu dosdoğru uygulama, eğri büğrü görünüyor. Okuma- yazma bilmeyen bir insana okuma yazmayı öğretiyorsan ona dersin ki “bak, bu alfabe harfleridir, yarına on defa yazıp geleceksin.” Okumaya - yazmaya alıştırmak için belli sayıda ödev vermek ne ise zikre alıştırma konusunda belli sayıda zikir vazifesi vermek aynı şeydir. Bu talebe itiraz etse ve “On defa alfabeyi yazmam. Bu ödev Kur’an ve Sünnet’in neresinde var ? Bana delil getir, yoksa ben yazmıyorum” dese bu çocuk okuma yazmayı öğrenir mi ? Öğrenemez tabii. Bu öğrencinin belli sayıdaki yazı ödevi için delil istemesi doğru mu ? Tabii ki yanlıştır. Okuma yazma ödevleri için “OKU” emri yeterlidir. Geri tarafı tecrübe ile yürütülür. Tecrübe de belli sayı ile ödevler vermek şeklinde gerçekleşmiştir. Ocak 2011 51 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri Allah Teala’nın Davut (as)’a şöyle vahyettiği rivayet edilmiştir: “(Ey Davut!) Velilerime, saf kullarıma (asfiya) ve muhabbetimi isteyenlere söyle: düşmanlarımın girdikleri yola girmesinler! Onların mesken tuttukları yerlerde yaşamasınlar! Onların yediklerinden yemesinler! Aksi halde düşmanlarıma benzeyenler, düşmanlarım arasına katılır.” Veyb b. Münebbih (ra) anlatır: Geçmiş ümmetlere inan kitapları incelerken şöyle bir ifadeye rastladık: benim halis kullarım, bela ve musibet yoluna girdiklerinde ferahlayıp sevinirler ve “işte şimdi Rabb’imiz bizi muhafazası altına aldı!” derler. Bir kudsi hadiste “Beni seven kula bela, sel akıntısının en uç noktaya ulaşmasından daha süratli ulaşır” buyrulmuştur. Zünnun-i Mısri (ra) bir hastanın “Ah! Ah!” diyerek inlediğini duyunca, ona (bu haliyle) sevgisinde sadık olmadığını söyledi. Bunun üzerine hasta şöyle cevap verdi: “Ben hastalıktan duyduğum ıstıraptan değil, hastalığın verdiği manevi zevkten ötürü inliyorum.” Anlatıldığına göre, Feth Mevsıli (ra) hummaya yakalanınca, Allah’a şükretmek için bin rekat namaz kılar ve şöyle der: “Arşın üzerindeki Allah, günahlarımı gördü ve beni onlardan temizlemek istedi.” Rabia Hatun (ra) der ki: “Allah’ı tanıyalı beri, bela diye bir şeyi bilmiyorum.” 52 Ocak 2011 Ey Oğul! Halk, (Hakk’a) dost ve düşman olmak üzere iki sınıftır. Hâl de, nimet ve bela hali olmak üzere iki türlüdür. Bazen bela ona bir ikram olarak Hak dostunu bulur. Tıpkı Resul ve nebileri (as) bulduğu gibi! Bazen de rahatlık, hüsrana uğrayacağının bir işareti olarak Hakk’ın düşmanını bulur. (Kafirlerin bu durumu hakkında) Allah şöyle buyurmuştur: “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız…” Nimet, hak dostunu bazen aldatmak ya da uyandırmak için arar bulur. Cenab-ı Hakk’ın; “… De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir.” Ayetiyle işaret ettiği gibi nimet, bazen de ahretten alacağı bir nasibi olmasın diye, Hakk’ın düşmanını arar bulur. Bela ise itibar ve hakaret babında olmak üzere, iki türlü gelir. Seni Mevla’ya yaklaştıran her felaketin ismi beladır. Seni Mevla’dan uzaklaştıran her felaket gerçek beladır. Görmez misin ki Allah Teala İbrahim (as)’ı imtihan etmiştir.bu imtihanın asıl maksadı, dostluk ve yakınlıktır. Allah, ibliside imtihan etmiştir. Onu sınamasının maksadı ise, ona lanet etmek ve rezil etmektir. Bela anında İbrahim (as) Rabbim bana yeter derken, iblis, ben kendime yeterim demiştir. Bunun üzerine İbrahim (as)’a dostluk daveti, iblise lanet fermanı gelmiştir. Mü’minlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin rivayet ettiğine göre bir defasında Resulullah (sa) Efendimiz şunları anlattı: Ben miraç gecesi göklere çıkarıldığım zaman, arşa asılmış bir karabet (yakınlık, akrabalık) gördüm. Kendisiyle bağları koparıp alakayı kesmiş bir diğer karabeti Rabb’ine şikayet ediyordu. Ona hitaben dedim ki: -Seninle bağları koparıp alakayı kesen o karabetle aranızda kaç göbek (nesil) var? Bana cevaben dedi ki: -Kırk nesil var! Bu Hadis-i Şerif, kulun insaflı olması lazım geldiğinden bahseder. Aksi halde nefsinin azgınlığını diz- Ocak 2011 ginleyemez. Kul, bunu idrak ettiği zaman Hak yolda muvaffak olanlardan sayılır. Ariflerinden birinin, münacatında şöyle yalvardığını söylediler: “Allah’ım! Akrabalık bağlarını sağlamlaştır ve gönülleri Sen’inle meşgul et!” Ey Oğul! Hakk’a kulluk yollarında ki muhabbet erleri, değişik haller içinde O’na yalvarırlar: kimi, özür lisanıyla gizlice niyaz eder, kimi gayet hayret ve çaresizlik lisanıyla, kimi de neşe ve övgü lisanıyla gizlice niyaz eder. Keşke gaflet içinde uyuyanlar, her nefeste neler kaybettiklerini bir bilseler! Peygamber Efendimiz (sa) bir münacatında şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Dünya ehli dünyalıklarıyla ferahlayıp sevindikleri vakit, benim gönlüm Sen’inle ferahlar. Gönlüm, Sen’in dostluğunun verdiği manevi zevkle ve Sana kavuşmaya duyduğum şevkle şenledir.” Bir Hakk aşığı da şöyle niyaz eder: Ey en hayırlı dost ve can yoldaşı! Ey en hayırlı arkadaş ve yoldaş! Ne mutlu, sadece Sen’inle yetinen (başka bir şey istemeyen) kimseye! Allah’ım! Sana geldim. Ey kalplerin sevgilisi, Sana geldim! Ey gönüllerin neşesi, Sana geldim! Ey gönüllerin tek emeli, Sana geldim, Sana! Allah’ım! Sen’inle, Sana geldim! Sen’inle arama hicap koyma, beni Sen’den başka yana çevirme! Allah’ım! Beni cehenneme bile çağırsan, Sana koşar gelirim. Ben, Sen’inle iftihar ederim. Beni kendine çağırmışsın, nasıl olurda koşup Sana gelmem! Allah’ım! Sen, beni kendine yaklaştırdıktan sonra, kim beni Sen’den uzaklaştırabilir! Sen bana şeref bahşettikten sonra, kim beni zelil edebilir?! Sen beni katına çıkardıktan sonra, kim beni (oradan) aşağıya indirebilir! Allah’ım! Sen benim sahibim iken, kimden korkayım?! Sen benim tek emelim iken, kimden ne isteyeyim! Sen benim can yoldaşım iken, kimin dostluğunu isteyeyim! Ey en güzel dost ve en güzel yardımcı! Lütfette ihsanını Zât’ınla tamamla! ............................................................ 1)-Secde (32)/21 2)-İbrahim (14)/30 53 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Dünya Yalana Teslim Hasan BAŞAR ünya yalana teslim. Hem de koskoca bir yalana. Bu yalanın baş aktörü kim? Avrupa. Avrupa, dünyaya üstün bir Avrupa medeniyeti imajı çizmektedir. Avrupai hayat allanıp pullanıp dünyaya servis ediliyor. Hakikatler karartılıyor. Aslında olmayan şeylerin varmış gibi algılanmasını istiyorlar. Kendilerince insanlığı kandırmaya çalışıyorlar. Süslü, güzel laflar, sahte gülücükler arkasına saklanmış vahşi bir zihniyet. Avrupa zihniyeti. Girdikleri her yerin kanını emerek çıkan, kan emici zihniyet. Gerçek yüzleriyle görünmezler bizlere, çünkü o zaman bakacak yüzleri olmaz. Maskeli yüzlerle dünyanın gözlerini boyarlar. Bütün dünyaya öyle bir imaj çizerler ki kendi medeniyetleri dışında ki medeniyetler sadece kendilerine benzerlerse kurtuluşa, felaha erebilirler. D Avrupa kendilerini dünyanın cazibe merkezi olarak gösterir. Demokrasinin, insan haklarının, özgürlüğün, eşitliğin, modernitenin merkezi. Avrupa bu konuda tabiri caizse milliyetçidir. Avrupa medeniyetini ayakta tutmak, bu imajı güçlendirmek için çeşitli argümanlar kullanırlar. Bu argümanlardan en önemlilerinden bir tanesi de Nobel ödülleridir. Ben bizim medeniyet ile Avrupa medeniyetini kıyaslamak gibi bir gaflete düşmem. Çünkü bizim yaptıklarımıza onların hayali bile yetmez. Şu anda içinde bulunduğumuz medeniyet ufak tefek aksamalar olsa dahi inanın onların medeniyetinden kat be kat daha üstündür. Bizler öyle bir dinin mensubu ve Peygamberin(sav) ümmetiyiz ki fazla söze gerek var mı? Alla- 54 hın(cc) kelamı Kur’an ve iki cihan güneşi Efendimizin(sav) kaynağından fışkıran bir medeniyet bütün dünyaya selamet ve huzur getirmiştir ve bundan sonra da getirmeye devam edecektir. İslam medeniyetini uzun uzun anlatmayacağım. Benim asıl üzerinde durmak istediğim nokta, İslam medeniyetini karalayarak batı medeniyetini üstün gösterme gayretidir. En başta söylediğim gibi Avrupa kendilerini dünyanın cazibe merkezi olarak gösterir. Demokrasinin, insan haklarının, özgürlüğün, eşitliğin, modernitenin merkezi. Avrupa bu konuda tabiri caizse milliyetçidir. Avrupa medeniyetini ayakta tutmak, bu imajı güçlendirmek için çeşitli argümanlar kullanırlar. Bu argümanlardan en önemlilerinden bir tanesi de Nobel ödülleridir. Ne kadar tirajı komik değil mi? Dinamiti bularak insanlığa en büyük kötülüğü yapmış ve bu sayede zengin olmuş birisi adına ödüller vermek. İsveç Akademisi edebiyat ödüllerini verirken her ne kadar şu ya da bu gerekçelerle verdik dese de yine yalan. “İnsanlar için en faydalı eseri yazan, edebiyat dalında en ideal yönde en başarılı eseri veren edebiyatçıya verilmesi.” Bu gerekçe dünyayı kandırmak için kullandıkları yüzlerce süslü yalanlardan sadece birisidir. Amaç tamamıyla siyasi ve politik. Eser Avrupa’dan birisine verilmişse kendi kültürlerine ve medeniyetlerine katkı sağladığı içindir. Mesela 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülü Winston Churchill’e verilmiştir. Bilin bakalım gerekçesi ne: “Yüksek insani değerleri savunan konuşma- ları.” Yalaaan! Zannediyorum Churchill’in kim olduğunu söylememe gerek yok. Churchill’in sadece bir cümlesi bile onun ne kadar vahşi bir ruha sahip olduğunu gösterir: “Uygar olmayan kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasını şiddetle destekliyorum.” Alın işte size hakikat. Eğer ödül batı dışında birilerine verilmişse ödülü alan kişi kesinlikle içinden çıktığı toplumu ve kültürü karalamıştır. Ne hikmetse Avrupa dışında ödül alanların tamamı kendi toplumuyla kavgalı ya da topluma muhalif kişilerdir. Zaten ödülü almaya hak kazanmalarındaki asıl hakikatte budur. Bu gerçeği gören iki kişi bu ödülü almayı reddetmiştir. Birisi Rus yazar Boris Pasternak diğeri de Fransız yazar J Paul Sartre’dir. Boris Pasternak Rusya’da komünizm rejimi muhalifi olduğu için ödüle layık görülmüştür. Ama kabul etmez ve gerekçesini de şöyle bildirir: “Romanımın çerçevesinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil kendi irademle ödülü reddettiğimi belirtirim.” Ünlü Fransız düşünür ve edebiyatçı J Paul Sartre: “Alçaklar beni satın almak istiyorlar ben hiçbir kuruluşa bağlı değilim.” diyerek ödülü reddetmiştir. J Paul Sartre’nin bu şekilde söylemesinin nedeni Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesine karşı çıkmasıdır. Güya onu bu şekilde susturabileceklerini sanıyorlar. Gelelim İslam dünyasına. İslam dünyasından bu ödülü alan toplam beş kişidir. Bizden Orhan Pamuk almıştır. O da “Türkler 1 milyon Ermeniyi kesti” dediği içindir. Sadece bu cümle bile İslam ve Türk medeniyetini karalamaya ve barbar göstermeye yetmez mi? Fazla bile. Ha bu arada ödül verildiğinde gerçekler her zaman ki gibi süslü gerekçelerle gizlenmiştir: “2006 Nobel Edebiyat Ödülü 'Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan' Orhan Pamuk'a verilmiştir.” “Batı nezdinde şöhret sahibi olmak istiyorsanız, ‘Müslümanlığı aşağılayın, Türklüğe hakaret edin, Müslüman dünyanın değerlerini hafife alın, bu dünyanın neden geç batılılaştığını anlatın literatüre girersiniz.” İslam dünyasında edebiyat ödülünü ilk alan yazar Mısırlı Necip Mahfuz’dur. Onun özelliği ne? Yine sihirli formül. İslam düşmanlığı. “Cebelawi Çocuk- Ocak 2011 55 ları” ile İslam’ın değerlerini Hz. Muhammed(sav) e hakaret içeren üslupla anlatmasıdır. “Müslümanlar, 'geri zekâlı', 'yaratıcı olamayan', 'hiçbir şeyi başaramayan' bir güruh,” Nobel edebiyat ödülünden bahsetmişken Naipul’a ayrı bir başlık açmak istiyorum. Kimdir bu Naipul. 2001 yılında Nobel edebiyat ödülünü almış Hind asıllı bir İngiliz yazar. Kendi adıma söyleyebilirim ki daha düne kadar kim olduğunu bilmiyordum. Ta ki 25-27 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da yapılan Avrupa Yazarlar Parlamentosunun onur konuğu olarak davet edilene kadar. Başta Hilmi Yavuz olmak üzere onur ve insaf sahibi olanlar İslam düşmanı Naipul’un Müslüman bir memlekette, İslam medeniyetinin en önemli şehirlerinden birinde yani İstanbul’da düzenlenen Avrupa Yazarlar Parlamentosunun onur konuğu olarak davet edilmesini içine sindirememiş ve haklı olarak tepki göstermiştir. Müslümanlara hakaret eden birisini Müslüman bir ülkede düzenlenen bir organizasyona onur konuğu olarak çağırmak aymazlığını ancak Avrupalılar ya da Avrupa uşağı art niyetli zihniyetler yapar. Edward Said’in Naipaul’un ‘Nehrin Dönemeci’ adlı romanına dair tespitleri; “Bu roman oryantalizmin Müslüman algısına örnektir. Ona göre Müslüman imajı “sinsi”, “terörist” ve “kana susamış ayak takımı”ndan ibaretti’’Avrupa’nın gözündeki Müslüman imajı Edward Said’in tespitlerindeki gibi “sinsi”, “terörist” ve “kana susamış ayak takımı”dır. Bütün herkesi de böyle olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bu amaca hizmet eden herkesi de ödüllendirirler. Bu şahıs yani Naipul ününü, şöhretini ve Nobel edebiyat ödülünü İslam düşmanlığına ve İslam medeniyetine karşı aldığı tutuma borçludur. Ama yine hakikatler süslü laflarla gizlenmiştir. Ödülü almasına sebep olarak şu gerekçe gösterilmiştir:"Bize bastırılmış tarihin varlığını göstermeye çalıştığı eserlerinin, dürüst araştırma ve her iki tarafa eşit mesafeli anlatıya sahip olduğu için." Ödülünü aldığı tarihte manidardır. 11 Eylül saldırılarının yapıldığı yıl yani 2001 yılı. İslam dünyasının dışında özellikle de Batı dünyasında İslam düşmanlığının zirve yaptığı bir tarih. Gelelim Naipul’a ve onun İslam ve İslam medeniyeti hakkında söylediklerine. İslam ve İslam medeniyeti hakkında ne söylemiş ki uşaklığını yaptığı efendileri onu ödüle layık görmüşler: `İslamiyet, yalnızca zorluktan kaçıp sığınılan bir barınaktı (Müslümanlar için); yaratıcı değildi; hiçbir şeyi başaramıyordu; tıpkı bir parazit gibiydi` “Bu din, bütünüyle yararsız bir coşku uyandıran bağnazlık dini`dir” 56 Naipul ve onun gibileri görünce aklıma Londra’daki imam geliyor. Londra’da camiye yeni atanan bir imam hep aynı yolu kullanarak camiye gider gelirmiş. Hep aynı güzergâhı kullandığı içinde gidip gelirken aynı dolmuşa binermiş. Bu dolmuşun şoförü bir gün para üstünü fazla vermiş. İmam verip vermeme noktasında tereddüde düşmüş: “Canım ne olacak ki, zaten çok kazanıyor, bu para onun için bir şey ifade etmez ki.” diye düşünüyormuş. Ama sonuçta doğru olanı yapmış ve paranın üstünü vermiş. Dolmuş şoförü: “Siz şu camiye yeni atanan imam olmalısınız. Ben de İslamiyet’i öğrenmek ve İslamiyet hakkında bilgi almak için sizin yanınıza gelecektim. Bu parayı size kasıtlı olarak fazladan verdim. Bir Müslüman olarak ne yapacağınızı merak ettim.” demiş. İmam dolmuştan indikten sonra: “Allah’ım sana şükürler olsun, hata yapmama engel oldun, yoksa 20 kuruşa dinimi satacaktım.” Evet, sevgili okuyucularım ben, bu ve buna benzer insanları gördükçe şan ve şöhret uğruna dinini, kültürünü satan insanları görüyorum. Unutmayın ki sizler onlara hizmet ettiğiniz müddetçe değerli olursunuz. Ama bu değer efendisinin kölesine duyduğu değerden farksızdır. Çünkü sizlerin yaptığı sadece efendisine hizmet etmektir. Ocak 2011 Kim Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tutunursa vasıl olur, kim ondan ayrılırsa, uzaklaşır. Ahmer er-Rufai Hazretleri ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Her İşte Haddi Vasat (Orta Yol) Sebahaddin TÜZÜN fendimiz, önderimiz, ahlak ve faziletin yegâne temsilcisi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) ümmet şuurunu “Ümmet bir bedenin azaları gibidir. Azalardan herhangi biri rahatsızlandığında bütün beden bu rahatsızlığı hisseder.”şeklinde tarif eder. Hattı zatında Kur’anı Kerimde bu hadisi şerifin ruhuna ilişkin yüzlerce ayet vardır. Muhakkak ki mü’min bu sorumluluk içerisinde olmalı ve bu inancın ruhuna uygun yaşamalıdır. E “O, Hanginizin daha güzel davranış içerisinde olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı yarattı” 58 Rabbimiz yalnızca iyi olmamızı değil, aktif iyi olmamızı emretmektedir. Yani başkalarının mutluluğunu ön plana almanın ve bu uğurda fedakâr davranmanın daha faziletli bir davranış olduğunu buyurmaktadır. Hele mü’minlerin birbirleri ile olan münasebetleri bu manada daha bir önem arz etmektedir. Tarihin her döneminde başkalarının huzur ve saadeti için yurdundan onbinlerce km ötelere mutluluk taşıyan kahramanlarımızın sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Bu İslam ümmetinin bir iftihar tablosudur ve bu sayı kıyamete kadar inşallah çoğalarak devam edecektir. Dünyanın en ücra köşesine kadar yardım taşıyan vakıf ve derneklerimizin sayısı oldukça fazladır. Allah hayırda yarışan ve bunu yalnızca Allah rızası için yapanların sayısını artırsın. Buraya kadar güzel. Şimdi konuya bir başka zaviyeden bakalım. Bir fazileti eda ederken daha büyük bir faziletin elden çıkması anlamsızdır. Hele bir nafilenin ifası için bir farzın elden çıkması daha anlamsız bir davranıştır. İbadetler sembollere bürünmüştür ve bu semboller o dine mensup olanların kimliğini ele vermektedir. Bunlar birer işarettir. Müslüman’ın işareti namazı, orucu, zekâtı, kurbanı, hayrı ve hasenatıdır. Biz mübarek ramazan ayımızı ve kutsal saydığımız geceleri işaret olsun diye kandillerle süsleriz. Hele kurban bayramımızı tarifi imkânsız enerji yayan kurbanlıklardan tanırız. Başka ülkelerde kesilmek üzere bağış yapan kurban sahipleri son yıllarda giderek arttı. Bu çok memnun edici bir davranış. Ancak aynı nispette kendi memleketimizde gözle görünür bir azalma var. Artık kurban bayramlarının coşku ve heyecanını neredeyse yaşayamaz olduk. Bu iş belki taşrada henüz kendini hissettirmedi ama büyük şehirlerde maalesef durum bundan ibaret. Malumdur ki bir neslin gücü köklerindedir. Bu manada gelecek nesillere miras bırakacağımız güçlü bir kültürümüz olmalıdır. Dinimiz, dilimiz, adetlerimiz bizi geleceğe taşıyan en önemli araçlardır. Mutlaka yardımsever olmalıyız. Mutlaka hayırhah olmalıyız. Ama bu iş tabiatına uygun ve merkezden çevreye doğru yapılmalıdır. Ben olmadan başkası olmaz. Ocak 2011 Eli öpülesi insanlara koşarken, elini hatta ayağını öpecek analarımızı, babalarımızı ihmal etmemeliyiz. Hatırlayalım yaşlı annesini bırakıpta cihad için izin istemeye gelen sahabeyi Allah’ın Resulü geri çevirmişti. Kurban bayramlarında bu vakfetme işi öylesine kanıksandı ki sormayın. Nedenini anlamaya çalıştığınızda “böylesi daha kolay oluyor” şeklindeki cevabı rahatlıkla hissedebilirsiniz. Yani zımnen bu iş daha zahmetiz manasını taşıyor. Hâlbuki bu işin fazileti ve lezzeti zahmetinde gizlidir. Allah’ın Resul’ü “yarım bardak su için bile olsa sahura kalkınız” derken hayır ve bereketinin zahmetinde olduğuna işaret ediyordu. Ben âlim değilim, fakih hiç değilim. Yalnızca Müslüman hassasiyetini yoğun bir şekilde yaşayan avamdan biriyim. Dışarıdan olayı seyreden biri olarak temennim ve tavsiyem odur ki: hali vakti çok iyi olan Müslüman kardeşlerimiz hem başka ülkelerde ki Müslüman kardeşlerine kurban hediye etmelidir, hem de bu vecibenin ifasına yönelik olarak kendi mahallesinde kesmelidir. Hali vakti yerinde olan Müslümanlar ise zahmetine katlanıp kendi yaşadığı yerde kesmelidir. Bir zahmet. La ilahe illallah Muhammed’ün Resulullah. İmanın en temel iki şartı. Birincisi göklerde ve yerde Allah’tan başka İlah olmadığına, otoritenin ve hükümranlığın yalnızca Allah’a ait olduğuna inanmaktır. Yani yaratmanın, yaşatmanın ve yönetmenin yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a ait olduğunu 59 kabul edip, kayıtsız ve şartsız boyun eğmektir. Aynen iradesiz varlıklarda olduğu gibi. “O duman halindeki gökü şekillendirdi; sonra ona ve arza “ her ikinizde isteyerek ya da istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “ bizler boyun eğerek geldik” dediler. (Fussilet 11) Şimdi akidenin ikinci yarısını ele alalım. Muhammed’ün Resulullah. Bu akide yalnızca Peygamberin Allah’tan haber getirdiğine inanmak anlamına gelmez. O’nun tüm davranış ve öğretilerinin Allah adına olduğunu ve bu münasebet ile iradeli tüm varlıkları bağladığı anlamına gelir. Çünkü O mümtaz ve muazzez insan güzel ahlakın yeryüzündeki biricik timsali idi. O Âlemlere rahmet olarak seçilmiş ve gönderilmiş numune-i imtisaldi. Yani örnek şahsiyet. O, güzel ahlakın yani fıtrata en uygun olan davranışın mükemmel mümessili idi. O “Ben güzel ahlakı tamamlamak için seçildim ve gönderildim” derken, bunu kendi nefsine pay çıkarmak maksadı ile değil, bu misyonun kendisine tevdi edildiğine işaret ediyordu. Bu görev tüm iradeli varlıkların yaratılış gayesine mebni idi. Öyle ki Mülk Suresinin ikinci ayeti buna işaret ediyordu. “O, Hanginizin daha güzel davranış içerisinde olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk 2) Kuran’ı Kerimin birçok yerinde Rabbimiz muttakilerin vasıflarını “İman edip salih amel işleyenler” şeklinde tarif eder. Salih lügatte iyi, hayırlı, dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden ve takva ehli anlamına gelir. Bu haslet Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S.A.V) şahsında temayüz etmişti. Ahzap suresinin 21. ayetinde Rabbi- miz “Doğrusu Allah’ın Resulü, Allah’ı ve ahiret gününü arzulayan, umut eden ve Allah’ı devamlı hatırda tutanlar için güzel bir örnek teşkil eder” buyurarak bizde bir şuur inşa etmeyi amaçlar. Bu şuur sağlam bir tevhid akidesinin imar ve inşasına matuftur. Sağlam bir imana sahip olmanın yolu, Allah Resulü’nün yolunda olmaktan geçer. Yalnızca O’nun hayatını anmak ve kutsamak tek başına yeterli değildir. Hem O’nun övülmeye çokta ihtiyacı da yoktur, zira O’nun ahlakı bizzat fıtratı yaratan Allah tarafından övülmüştür. “Şüphesiz Sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem/4) O’nun hayat kronolojisini bilmekte bizde güzel bir ahlak oluşturmaz. Güzel bir ahlak ancak O’nu anlamak ve yaşamaktan geçer. O hayatı nasıl tasavvur ediyor ve nasıl şekillendiriyordu. İnsana, hayvana, nebata, kısaca varlığa nasıl bakıyor ve davranıyordu. Erkek, kadın, yaşlı, genç O’nun gözünde ne anlam ifade ediyordu. O’nun gözünde zenginin ve fakirin, güçlünün ve zayıfın yeri ne idi. Kayıp ve kazanç tasavvuru nasıldı. Hayat ve ölüm O’nun zihninde nasıl algılanmıştı. Akıllı ve ahmak kimdi. İman, ihsan, irfan ne idi? Zahid kimdi, abid kim? Pehlivan kim, zayıf kim? Galip ve mağlup kimdi... Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Müminin kurtuluşu O muhteşem ahlak sahibini anlamak yaşamak ve ona gönülden ram olmaktan geçer. İşte güzel amelin karşılığı şüphesiz ki Allah’ın Resulüdür. Bu da Allah’ın Kuran’da zikrettiği salih amelin karşılığıdır. Yani Kur’an ahlakı. Zira Hazreti Aişe’den Resulullah’ın ahlakı sorulduğunda “siz hiç kur’an okumadınız mı?” şeklide cevap alınmıştı. Namazının sünnetlerinden taviz vermediği halde komşusuna ve çevresine eziyet eden, rahatsızlık veren kimse Allah’ın muradını anlamamış demektir. Peygamberin adını yere düşürmediği halde yalan söyleyen, ihanet eden, hile yapan ve sözünden dönen aldanmıştır. Bu manada saygıdan, sevgiden, şefkat ve merhametten uzaksa sünnet tasavvuru alt üst olmuş demektir. Mümin verasız, vefasız, hayâsız ve davasız olamaz. Hele cimri ve korkak hiç olamaz. Mümin ancak salih amel ile yani peygamber ahlakı ile tezyin olunduğu oranda kemale erer. Peygamberimizden sadır olduğu üzere başkalarına faydalı olduğu, ürettiği ve verdiği oranda şahsiyet kazanır. İşte o zaman eşyayı emrine musahhar kılarak zamanı ve bilgiyi en güzel bir şekilde yönetir. İşte o zaman dünyaya ve içindekilere efendi olur. O zaman kök salar kuvvet bulur ve dolayısıyla fırtınalar karşısında savrulmaz. İşte o zaman Allahın gör dediği yerden bakarak feraset sahibi olur. Ve işte o zaman salih-saliha ve kâmil olur. 60 Ocak 2011 Etme Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme Mevlana Celaleddin Rumi ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Sabır Abidesi Kutlu Şehide (MAŞİTE SULTAN) Hatice FURAN Zaman: Hz.Musa zamanı. Yer: Fravun un sarayı. Saray da bir sultan Bir iman abidesi var. Vazifesi: Hizmetçi. Adı: Maşite. “Ben kulumdan razı olmam, kulum benden razı olmadıkça.” Önce Bir LA diyerek Fravunun ilahlığını reddetmiş.Ve Allah c.c. ın tek ilah olduğunu kabul ederek İLLALLAH sarayını varmıştı.Zira gönül sultanlarından biri şöyle buyurmuştur.LA süpürgesi ile yolları temizlemeyen İLLALLAH sarayına varamaz. İmanını gizliyordu Maşite sultan.Gizlice Rabbine dua ve niyazda bulunuyor ibadet ediyordu.Bir gün sarayda vazifeli olduğu işlerinden birini yapmaya başlayacaktı ki:Ağzından bismillah lafzı aşikare döküldü.Hemen yanında bulunan diğer bir temizlikçi arkadaşı ,daha önce hiç duymadığı bu sözü duyunca merakla sordu: -Sen ne dedin Maşite? Şaşırmıştı,Çünkü o zaman bir işe başlayacakları 62 zaman ‘Biizzetifarvun’ yani Fravun un izzeti ile diyerek başlarlardı. madı.Arkadaşına ihanet etmeyi daha kolay buldu. Koştu hemen, Anlattı: Maşite sultan gerçekleri olduğu gibi anlattı.Belki arkadaşı da iman eder diye düşündü.Biri daha küfrün karanlığından imanın aydnlığına ulaşır diye ümitlendi. Ve dedi: -Efendimiz! Hani Maşite var ya! Saray hizmetçilerin den. İşte o kafir oldu.Sizin ilahlığınızı reddediyor. Musa ya ve O’nun Rabbine iman ediyor. -Allah ın c.c. adı ile başlarım dedim. Aralarında ki konuşma şöyle devam etti. -Allah ne demek?Allah kim? -Seni,beni ve her şeyi,herkesi yaratan,yöneten,rızık veren,yaşatan,öldüren tek ilah. -Bizi yaşatan,öldüren,yöneten,rızkımızı veren Fravun değil mi? -Geceleri göz kapaklarına sahip olamayan,söz geçiremeyen, bu dediklerini nasıl yapar? Düşündün mü hiç? Kafası karıştı hizmetçinin.Ancak hemen kendini toparladı. Bunlar büyük laflardı. Asla inanmamalı Maşite ye ve dediklerine. Hatta derhal Fravun a bildirmeliydi. Zira eğer Firavun un haberi olurda Maşite nin iman ettiğinden ve eğer bunu bildiği halde kendisine haber vermediğini öğrenirse Fravun,başına gelecekleri düşünmek bile istemiyordu. Bunu göze ala- Firavun kızdı,öfkelendi. Bu asla duyulmamalı idi. Zira bir hizmetçi nin Musa ya ve Rabbine iman ettiği duyulursa itibarı zedelenirdi.İlahlığı tehlikeye girebilirdi.Kafası karışanlar olabilirdi. Bu asla olmamalıydı. Belki başkalarına da anlatmış olabilirdi Maşite. Belki başkalarının gizlice Musa nın Rabbine iman etmesine sebep olabilirdi. Belki de olmuştu.İlahtı!(haşa)Ama bilmiyordu. Hemen Maşite yi çağırttı.Sordu: -Kafir olmuşsun Maşite.Musa ya ve O nun ilahına iman ediyormuşsun,doğru mu? -Evet! dedi. Yalan söylemek aklından bile geçmedi.Pervasızca,cesurca ‘EVET’dedi. Firavun önce sükunetle davrandı. Bazı teklifleri vardı Maşite ye. İçi rahattı Maşite bu teklifler karşında dayanamaz,imanından dönerdi. Zira oldukça cazipti teklifleri bir hanım için. -Maşite! Gel küfründen geri dön.Tekrar bana iman et.Bunu açıkla tüm saray halkının önünde.Buna karşılık sana istediğin herhangi sarayımdan birini vereyim.Git kocanla çocuklarınla yaşa.Ya da istediğin kadar mal mülk vereyim.Nereye istersen gidersin. Emindi ki firavun kendinden o kadar olur.Hangi kadın bu teklifi geri çevirebilirdi ki.Ancak hiçte umduğu gibi olmadı. Maşite Hatun daha teklifin bitmesini beklemeden ‘HAYIR’cevabını verdi. Firavun çok kızmıştı.Tehdit etmeye başladı.Zira küfrün metodu bu idi hep. -Eğer halkın karşısında imanından döndüğünü açıklamazsan sana yapacaklarımı tahmin bile edemezsin.Seni cellatlarıma teslim ederim.Başına öyle şeyler açarım.öyle işkence ettiririm ki,bunlara dayanamazsın.Gel inadından dön ne istersen al ve çek git. -Hayır! dedi Maşite. Asla imanımdan dönmem. Ne istersen yap. Ocak 2011 63 -Maşite nin kızlarını getirin,dedi Getirdiler.Önce büyük kızını annenin yanına getirip annesine sarılmasına müsaade ettiler.Tam sarıldıkları anda ayırıp,iğrenç tekliflerini yinelediler. -Bak Maşite!dedi Fravun.Al kızlarını git.Bak seni ne kadar özlemişler.Ama bir kere de ki:Ben Musa nın ilahını inkar ettim.Firavun a iman ettim.Eğer kabul etmezsen,kızını hemen buracıkta boğazlar,kanı ile de seni yıkarım.Teklif korkunç,tehdit korkunç ama Cevap aynı; -LA İLAHE İLLALLAH Kızını gözlerine önünde kestiler Maşite nin. Boğazından fışkıran kanlar Maşite nin yüzüne bulaştı. İçi yanmadı mı? yandı elbet. Anneydi o. Ama kaypak, korkak, dünya perest değildi. Ahiretini dünyasına değişecek kadar basit hiç değildi. İstediğini elde edemeyen Firavun delirmişti. Kendi gözünde basit olan bir hizmetçiye lafı geçmemişti. Demezler miydi sen nasıl ilahsın? Mutlaka bir yolu olmalıydı bunun. Firavun cellatlarını çağırdı.’Alın götürün ‘dedi.Hiç sormadı cellatlar.Nereye götürelim,ne yapalım diye.Zira onlar ustaydı.Ne yapacaklarını,nereye götüreceklerini iyi bilirlerdi. Maşite Sultan ı işkence mahzenlerine götürdüler.Önce çarmuha gerdiler.Tırnaklarını bir bir sökerek başladılar işkenceye.Her tırnak söktüklerin de soruyorlardı -Maşite! Vazgeçtin mi? Cevap net: Cevap tek kelimeden ibaret. -LA İLAHE İLLALLAH Şimdi düşünelim,o Sultan her tırnağı sökülürken o kadar işkence altında iken bile,Kelime-iTevhid i zikretmekten hiç gafil olmadı.Ya biz ,bunca rahatın içinde günde kaç kere Rabbimizi zikrediyoruz? Tırnaklarını söktüler, kırbaçladılar, aç susuz bıraktılar. Ama nafile. Vazgeçmiyordu.Dilinden Kelimei Tevhid düşmüyordu hiç.Firavuna anlattılar durumu artık ölecekti. Ama inkar etmeden ölmemeliydi.Kötü örnek olurdu. Bu ne büyük ,ne kıymetli bir iman ki,canını verdi,ama dönmedi,dememeliydi hiç kimse. Firavun yaptı firavunluğunu. Maşite nin iki kızı olduğunu biliyordu. Bir annenin en zayıf noktasının çocukları olduğunu da. 64 Şimdi sıra küçük kızına gelmişti.Koca bir ateş yaktılar.Bebekti daha küçük kız.Dokuz On aylık bir bebek ti. Annesi işkence mahzenine alındığından beri süt emememiş ti.Açtı. Bebeği annesine verdiler.Al emzir dediler. Aç olan ebbek yapıştı annesinin memesine.Tam emmeye başladığında hızla çekip aldılar.Başladı feryada .Bunu defalarca tekrar ettiler.En adi,en vahşi yaratığın bile içini acıtacak bu olay.Firavun un içini titretmedi bile.O nun tek isteği Maşite nin tekrar kendisine iman ettiğini açıklaması idi. Bebek feryad ediyor.Anne kucağını istiyordu.Maşite sultan a yeni bir teklif sundu Firavun,o pislikle dolu,hep zulme çalışan ve kendisini ebedi cehennemlik yapacak aklına çok güveniyordu. -Bak Maşite!İstersen bir kere bana iman ettiğini söyle.Al bebeğini dilediğin yere git.Yok kabul etmezsen bu bebeği şu gördüğün ateşe atarım.Sonrada seni de, koca nı da yakarım. Dedi. Maşite sultan. Yerde kanlar için de yatan kızına baktı bir.Bir de feryadı iç yakan,annesini isteyen,karnı aç bebeğine baktı.Bir de yaktıkları o kocaman ateşe.Bir an düşündü.’Acaba bir kere sadece dilimle Firavun a iman ettim desem.Ama kalbim de imanımı saklasam.Şu minicik yavrumu alıp gitsem.Bari bunu kurtarsam.Hangi anne göz göre razı olurdu ki evkadı- Ocak 2011 nın diri diri yakılmasına. Karar verdi.İçinde ki imanının kuvvetini artırmasını istedi Allah tan. Allah ım affet sadece ama sadece dilimle söyleyeceğim. Kalbimde ki imanımın nasıl olduğunu sen biliyorsun dedi. Kararını vermişti. Firavun delirdi iyice. -Derhal bir kazan getirin. İçine yağ doldurun. Bunların hepsini içine atın. Eriyene kadar kaynatın.Asla kabirleri olmasın. Kimse bunları anmasın. Hatırlamasın dedi. Tam da ‘Benim rabbim sensin’diyecekti ki Firavun’a, minicik bebek konuşmaya başladı. Denileni yaptılar. O mubarek bedenleri eriyene kadar kaynattılar. Onların adlarını anmayı,bu olayı anlatmayı yasakladılar. Kimseye ibret olmasın,örnek olmasın diye. -Sakın anne. Sakın dönme imanından.Dilinle bile olsa dönme. Vallahi şu anda Rabbimizin bizim için hazırladığı cennet köşkünü görüyorum. Ve seni o kapıda bekleyeceğim dedi. Herkes şaşkındı. Ama Firavun dehşete düştü. Konuşturmayın söyletmeyin şunu.Yoksa fitne çıkacak. Atın ateşe dedi. Hemen attılar. Arkasından Maşite’nin kocasını getirdiler. -Söyle karına, benim ilah olduğumu söyle. Dedi Firavun. Yerde yatan kızına, perişan halde olan hanımına baktı. O da gizlice iman etmişti. Artık imanını saklaması için bir gerekçe yoktu. -Sen ilah değilsin. Sen hiçbir şey değilsin.Sen hiçbir şeye sahipte, malikte değilsin dedi. Ama Allah c.c bu olay ibret olsun diye bize kadar ulaştırdı. Sadece kendi dönemi değil,yıllar sonrası dönemde bile ibretle ve rahmetle anıldı bu kutlu şehitlerin kıssası. Firavunda amacına ulaştı! O da unutulmadı. Ama adı lanetle ebedi cehennemlikler listesinde. O mubarek şehide, zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih etti. Ruhsat var iken, can korkusu olduğu durumlarda, kalbinde imanı muhafaza ederek, sadece dili ile inkar etmeye, o azimeti tercih etti. Dili ile bile olsa inkar etmek istemedi. Sabretti Tam en hassas anda da, rabbimiz Onu korudu. Evladının dili ile cennetle müjdeledi o kutlu şehide yi. Ve şimdi o mubarek aile cennet köşklerin de refah içerisindeler. Onca sıkıntı ve işkence altında gene de ruhsat olanı tercih etmemek. En doğruya en güzele sarılmak,canı veren uğruna hiç tereddüt etmeden can vermek şerefine erdiler. Peki ya bizler? Günde kaç dakikamızı ayırıyoruz rabbimizi zikir için. Ya da hangi zevkimizden, nefsi arzumuzdan vazgeçiyoruz Allah cc.rızası için. Ya da Rabbimiz den gelen sıkıntılara ne kadar sabrediyoruz. Yoksa en ufak imtihanda oflayıp,inleyenlerden miyiz. Rabbimiz buyurur, KUDSİ HADİS’te: “Ben kulumdan razı olmam, kulum benden razı olmadıkça.” Ve Efendimiz a.v.s buyurur: Demirin pas tutuğu gibi kalplerde pas tutar. Kalbin pasını da ancak Allah ı c.c zikremek giderir. İşte Maşite sultan ın hayatından çıkaracağımız en büyük iki ders, kulağa küpe iki öğüt. 1) Ne halde ve ne şartta olursak olalım her daim SABIR. 2) Ne halde ve ne şartta olursak olalım her daim ZİKİR. Ocak 2011 65 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Soyut Zekâsı Gelişmemiş Çocuklarda “Allah Korkusu” M. Emin KARABACAK oyut zekâlarının tam gelişmeyen bu çocuklara, yanlış verilen Allah korkusu çocuklarda; Allah’ı cezalandırıcı, affetmesi olmayan kötü birine benzeteceklerdir. S Bu dünyada ciğer paremiz olarak gördüğümüz çocuklara dinini kitabını anlatmadan önce kendimizi sevdirmemiz gerekir. Çünkü insan sevdiğinin sözünü tuttuğu gibi onun yolundan gider. Çocuklara bu konuda da sevgiyle yaklaşıp sevdirerek ve uygun model olarak anlatmalı. Aygır’a (Bozkır-Konya) pikniğe giden hemen herkes oradaki taş adamı görmüştür. Ben ve çocuklarım, eş dostla Aygır’a ilk defa pikniğe gittiğimizde bize dağdaki taş adamın resmini gösterdiler. Biz oradaki şeklin adam mı değil mi diye bakmaya çalışırken bir taraftan da hikâyesin dinliyorduk. Taş adamın hikâyesinin özünde çoban, ekmeğe küçük abdestini yaptığı için Allah tarafından ekmeğe yaptığı saygısızlıktan dolayı taş yapmasıdır. Kızım böyle şeyleri masal kitaplarında okuduğundan böyle bir şeyi somut olarak gördüğünde de: -“Gerçekten de baba Allah o adamı taş mı yapmış” tepkisi olmuştur. Hikâyenin ne kadar doğru ne kadar yanlış orasını bilemem; ama soyut zekâsı gelişmemiş çocuklarda nasıl etki yaptığını gördüm. 66 Bir gün bir baba evine gelerek; haydin çocuklar hazırlanın, yarın sizi tatile götüreceğim diyerek içeri girer. Evde herkes sevinç çığlıkları atıp sevinirken evin küçük çocuğu: gittiğimiz zaman bir hata yapıp Allah’ın beni taş yapmasından korkuyorum, onun için tatile gitmek istemiyorum.” diye karşılık verir. Çocuklara Allah’ı Nasıl Anlatmalı? -“Hayır, ben tatile gitmek istemiyorum” der. Nedenini merak eden anne ve baba: -“Çocuğum herkes tatile gitmek için can atarken, senin gitmeme sebebin nedir?” diye sorarlar. Çocuk soruya soruyla karşılık verir. -“Babacığım gideceğimiz tatil yerinde Allah var mı?” diye sorar. Çocuğun sorusuna şaşıran baba: -“Tabi ki var çocuğum; çünkü Allah her yerdedir.” der. Çocuk: -“O zaman ben de gitmiyorum.” der. Duruma iyice şaşıran baba merakla: -“ Peki, niye?” der baba. Çocuk ise kararlı; fakat korkak bir şekilde: - “Anneciğim-babacığım, sizi kızdırdığım zaman yâda sözünüzü dinlemediğim zaman bana; Allah seni taş yapacak demiyor muydunuz? Ne zaman ben bir hata yapsam yâda sizin isteklerinizi yerine getirmesem sizler bana; Allah taş tapar, Allah çarpar diyordunuz. Tatile Çocuklar büyüdüklerinin bir ifadesi olarak 3–4 yaşlarından itibaren çok soru sorarlar. Her konuda olduğu gibi Allah’la da ilgili sorularda sorarlar. Bu konuda çocukların sordukları sorulara kısa, anlaşılır ve seviyelerine uygun bir şekilde cevaplandırılmalıdır. Çocukların sorularına cevap verirken soyut zekâlarının da dikkate alınarak, nedenlerden çok sorduğu şeylerin faydaları ve amaçları hakkında seviyesine uygun kısa ve öz bir şekilde verilmeli. Değerli hocamızın biri namaza başlamasını ise şöyle anlatır: Çocukluğumuzda mahalle hocasında okurken, namaz vakti gelince haydi çocuklar ellerinizi yüzünüzü yıkayın, camiye namaz kılmaya gidiyoruz derdi. Bu bize çok kolay geldi. Sonraki haftada çocuklar ellerinizi yüzünüzü yıkamışken kollarınızı da yıkayıverin dedi. Her hafta bir uzvumuzu yıkayarak abdest alarak namaza başladık. O zaman bize hocamız katı kurallar içinde bir abdest almamızı, abdesti yanlış alanın namazı olmayacağı, namazı olmayanın cehennemde cayır cayır yanacağını söylemiş olsa idi bazı arkadaşlar gibi belki bende şuanda namaz kılmayabilirdim. Bazı çocuklar mizacı gereği korkmaya fazla meyillidir. Bu çocuklar için anlatılan şeylere daha fazla dikkat edilmelidir. Çocukları dini değerleri korkutarak öğretilmemelidir. Allahlı peygamberi kitabı sevdirerek anlatmalı. Çünkü insan sevdiğinin yolundan gider. Gerekirse onun yolun da canının verir. Nelerden Kaçınılmalı: 1.Bazı çocuklar mizaçları gereği korkmaya fazla meyillidir. Bu çocuklar için anlatılanlar özelliklede Allah’ı anlatırken daha fazla dikkat edilmeli. 2.Evde aile bireyleri kendi aralarında ve çocuklara karşı beddua etmekten kaçınılmalı. Ocak 2011 67 3.Çocukların asi olmasına sebep olacak haram lokma yedirmekten kaçınılmalı. 4.Çocuklara “Allah taş yapar, Allah çarpar, cehennemde yakar...” beddua ve bedduaya benzer sözlerden kaçınılmalı. 5.Çocukların her konuda olduğu gibi dini konularda da yaptığı hatalar abartılmamalı ve aşırı tepki verilmemeli. 6.Çocuklara karşı acizliğimizi Allah’tan korkutarak yapmamalı. 7.Çocuklara söz dinletme adına onlara beddua etmemeli. 8.Çocukların hata ve olumsuz davranışlarına karşı onları cehennem ve Allah’la korkutmamalı. 9.Anne babalar kendilerinin yaptığı olumsuz davranışları normal, çocukların yaptığı davranışlara dini olumsuz araç olarak kullanmamalı. 10.Olumsuz davranış gösteren çocukları Allah’la korkutmak yerine çocuklara kötü örnek olduğumuzdan mı yoksa iletişime dayalı sevgi eksikliğinden mi diye bir özeleştiri yapılmalı. Neleri Yapmalı: 1.Aileler her konuda olduğu gibi dini konularda çocuklara iyi bir model olmalı. Bu konuda anlatılanlara davranışlar arsında tutarlılık bulunmalı. 2.Nasıl ki okulda çocuklar sevdikleri öğretmenlerin derslerine korktukları öğretmenlerin derslerinden daha fazla çalışırlarsa işe kendinizi sevdirerek başlamalı. 3.Çocuklara da Allah’u Teâlâ’yı cehennem ve azap yönüyle değil de cennet ve mağfiret eden yönleriyle anlatılmalı. 6.Çocuklara Allah’u Teâlâ’yı cezalandırıcı olarak değil esirgeyen, koruyan ve seven olarak anlatılmalı. 7.Yine bu çocuklara yaş ve seviyelerine uygun dualar öğretilmeli. Çocuklara öğretilecek dua ve bilgiler sevdirerek ve oyun şekilde verilmeli. 8.Çocuğun kendisini güvende hissetmesi için zor durumlarda sabretmesi öğretilmeli. 9.Çocuklar ailenin manevi değerlerini benimsemeleri için gerekli öğretimler yapılmalı. 10.Dini gün ve bayramlarda aile büyüklerinin olduğu gibi çocuklarının da kutlanmalı, hediye alınmalı ve kutsal yerler imkânlar ölçüsünde gezdirilmeli. 4.Çocuklar anlatılan her şeyi kolayca inanacaklarından Allah’la ilgili anlatılan bilgileri doğru ve sağlam kaynaktan verilmeli. Sonuç olarak, bu dünyada ciğer paremiz olarak gördüğümüz çocuklara dinini kitabını anlatmadan önce kendimizi sevdirmemiz gerekir. Çünkü insan sevdiğinin sözünü tuttuğu gibi onun yolundan gider. Çocuklara bu konuda da sevgiyle yaklaşıp sevdirerek ve uygun model olarak anlatmalı. 5.Çocuklarda diğer insanlar gibi kendinden güçlüye inanma ve sığınma ihtiyacı hissederler. Bunun Allah’u Teâlâ olduğu bilinci verilmeli. Çocukların anlatılanlardan çok anlatana baktıklarını unutmamanız ve “hayırlı evlatlar” yetiştirmek dileğiyle… 68 Ocak 2011 Göz Gezdirdim Dört Köşeyi Aradım Göz gezdirdim dört köşeyi aradım Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar İstersen dünyayı gez adım adım Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Coşar deli gönül misâl-i derya Mecnun'a sahrada göründü Leyla Gördüğün güzellik hepisi Mevlâ Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Her nesnede mevcud her cesedde can Anın için dedik biz ona Cânân Evvel ahır odur onundur ferman Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Bahar gelir çiçek olur açılır Zaman zaman yağmur olur saçılır EhI-i aşka mey görünür içilir Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Neyim ne olacak elde neyim var Karaca'oğlan Dertli Yunus soyum var Mansur'a benzeyen bazı huyum var Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar O cihana sığmaz ondadır cihan O mekana sığmaz ondadır mekân O devrana sığmaz ondadır devrân Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Hayyam'a görünmüş kadehte meyde Neyzen'e görünmüş kamışta neyde Veysel'e görünür mevcud her şeyde Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Aşık Veysel Ocak 2011 69 Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com Aranızda sevgiyi yayınız Arkadaşlar, dinimiz İslam müslümanları kardeş ilan etmiştir. Kardeşlerin de birbirlerine karşı görevleri vardır. Kardeşlerini sevmek, ihtiyacı varsa gidermek, sıkıntısından kurtarmak, kusurunu örtmek, iyilikte bulunmak ve her konuda ona yardım etmek. Kardeşler bir vücudun azaları gibidir. Nasıl ki eller, ayaklar, gözler, kulaklar birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıysa kardeşler de aynıdır. Böyle kardeşliğin olduğu toplumda ne hüzün ne tasa olur. Tam aksine mutluluk toplumu oluşur. Her yere mutluluk yayılır. Peki bu mutluluğu aramızda yaymak için ne yapmalıyız? Elimizdeki ağrıyı nasıl ki vücudumuzun bütünü hissediyorsa kardeşlerden birinin çekmiş olduğu bir acıyı diğer kardeşler de hissetmeli. Peygamber dinleyelim: efendimizi “ Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olasınız? Selâmı aranızda yayın.” Şimdi karşılaştığımız tanıdık tanımadık, akraba, komşu herkese selam verelim aramızdaki sevgi yayılsın. Selamüm aleyküm. “Es – Selâm” Allah’u Teâlâ’nın doksan dokuz güzel isimlerinden biridir. Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden anlamına gelir. Es - Selam ALTIN TAVSİYE Hz. Peygamber efendimiz (s.a.s), Enes b. Malik'e şu tavsiyede bulunmuştur: "Yavrucuğum, ailenin yanına girdiğin zaman selâm ver. Bu, kendin ve ev halkı için berekettir." Bu tavsiye bizim de kulağımıza küpe olsun Pek bir şey yapmadık Hasan okula yeni başlamıştı. İlk gün akşam olup da eve dönünce annesi merakla sordu: - Ne yaptınız oğlum bugün okulda? - Bugün pek bir şey yapmadık galiba, çünkü yarın da çağırdılar. 70 Ocak 2011 Diş sağlığı ve misvak Misvak “Erak” ağacından yapılan ve eski asırlardan beri insanlar tarafından kullanılan harika bir diş fırçasıdır. Hazret-i Allah’ın kullarına ikram ettiği, ölümden başka her derde deva olan, macunu içinde mükemmel bir fırçadır. Araştırmacılar ve bilim adamları hastalıkların çoğunun ağzımızla doğrudan ilgili olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu nedenle tedaviye ağızdan başlanması gerektiğini söylemişlerdir. Diş aralarında kalan yemek kırıntıları ağzımızın sıcak ortamında hızla asite olup kokuşmakta, diş minelerini delerek çürümelere, iltihaplanmalara, diş eti kanama, çekilme ve hastalıklarına sebep olmaktadır. Ağız yoluyla midemize inen bu kokuşmuş salgı sağlığımızı ciddi boyutlarda tehdit etmektedir. Sağlığın önemini bildiren Peygamber Efendimiz de hadislerinde: “Ümmetime zorluk vermek korkusu olmasaydı, kendilerine her namaz kılarken misvak kullanmayı emrederdim.” “Misvak kullanmak suretiyle kılınan iki rekât namaz, misvak kullanmaksızın kılınan yetmiş rekât namazdan daha efdâldır.” “Misvakla ağzı temizlemek ölümden başka her derde devadır.” buyurmaktadır. Misvağın elliden fazla faydası vardır. Bunlardan bazıları: 1- Ağzı temizler. 2- Allah’ın ( c.c) rızâsını kazanmamızı sağlar. 3- Melekleri memnun eder. 4- Şeytanı daraltır. 5- Ağzı tatlandırır. 6- Dişleri cilalandırır, güzelleştirir. 7- Göze kuvvet verir. 8- Sünnet sevabı kazandırır. 9- Sesi ve yüzü güzelleştirir. 10- Zekâyı artırır. Kullanımı kolay sevabı ve sağlığımıza faydası çok olan bu sünneti işlemeye ne dersiniz? Bence ihmal etmeyelim misvak kullanımını alışkanlık haline getirelim. Sağlıklı kalalım. GÜZEL KONUŞMADA ON KURAL 1. Konuşurken kızmamak, sinirlenmemek. 2. Konuşurken övünmemek, 3. Boş ve faydasız sözlerden sakınmak. 4.Konuşurken kimseyle alay etmemek, ona hakaret etmemek. 5. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak. 6. Karşılıklı konuşmalarda münakaşa etmekten sakınmak. 7. Konuşmayı hep kendi yapmamak, başkalarına da konuşma fırsatı vermek. 8. Karşınızdaki sözünü bitirmeden, konuşmaya başlamamak. 9. Konuşan bir kimsenin sözünü kesmemek. 10. Az konuşunuz, çok az şaka yapmak. Ocak 2011 71