Haftalık Bülten 03 Haziran 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler "Evlenen, imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allahtan korksun!" hadisini açıklar mısınız? ............................................................................................................. 3 "Kim, görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (Kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif edilir." Hadisini açıklar mısınız? Efendimiz (asm), bu konuda neden bu kadar ciddi olmustur? ................................................................................................................. 5 "Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim." Bu hadisi açıklar mısınız? ........................................................................................................................................ 7 Namazda selam verirken "Ve Berakatuhu" ifadesini kullanmak sünnet midir? Bu konudaki rivayetleri değerlendirir misiniz? .............................................................................................. 9 "Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını koydum." (Al-i İmran, 36) Bu ayette neden "kız erkek gibi değildir" yerine "erkek kız gibi değildir" ifadesi yeralmıştır?................................................................................................................................ 10 Allah'ın Mürid ismi var mıdır, anlamı nedir? ........................................................................... 11 "Öyle ise kafirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur'an'la büyük bir mücadele ver. (Furkan, 25/52) ayetini günümüzde nasıl yaşamalıyız? ........................................................................ 12 İki yüzlülük ve ahlaki eksikliğin giderilmesi hakkında bilgi verir misiniz? .......................... 14 "Allah'ı seviyorum, iman ediyorum ne gerek var sayıca o kadar tesbih çekip namaz kılmaya farzları yap yeter" diyen birisine basit bir dille, rencide etmeden nasıl açıklama yapabiliriz? .................................................................................................................................................... 16 Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan seksen safı bu ümmetten, kırk safı da diğer ümmetlerdendir. (Tirmizi, Cennet 13) hadisini açıklar mısınız? ............................................ 17 İsra suresinde, Yahudilerin İsrail devletini kuracağıyla ilgili bir işaret var mıdır? Şeyhülislam bunların İspanya’dan kabul edilmesine neden göz yumdu? Yaptıkları zulme rağmen tamamen helak olmamaları, Peygamber soyundan gelmelerinden midir? ........... 18 Dinde zorlama olmadığı halde ve herkes kendi inancını yaşamakta serbest bırakılmışken Neden Hz. İbrahim putperestlerin putlarını kırmış, Hz. Muhammed Kabe’deki putları kırdırmıştır? ............................................................................................................................... 20 Hac Suresi 23. ayetinde altın bilezik, İnsan Suresi 21. ayetinde ise gümüş bilezik deniliyor? Cennette bilezikler altından mı gümüşten midir? .................................................................. 22 Sevapların kadir gecesinde otuz bin katı geçtiği söyleniyor. Bunun kanıtı nedir? .............. 23 Kıraat imamları hakkında bilgi verir misiniz? ......................................................................... 24 Hz. Süleyman’ın Mekke’ye geldiği, ancak içine girmediği için Kabe’nin ağladığı şeklinde gelen bir rivayet var mıdır? ...................................................................................................... 26 Ayetlerde geçen, insan nankördür(Adiyat, 6), zalimdir(İbrahim, 34) "Kaçış nereye?" der. (Kyame, 10), çok zâlim ve çok câhildir(Ahzab, 72), acelecidir(İsra, 11), cimridir (Mearic, 19) insandan kasıt kimdir? ............................................................................................................. 27 2 "Evlenen, imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allahtan korksun!" hadisini açıklar mısınız? Konuyla ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı içinde Allah’a Karşı gelmekten sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/239) Bir başka hadis-i şerifinde ise; “Allah kime dindar bir kadınla evlenmeyi nasip ederse, ona bu şekilde dininin yarısında yardım etmiş olur. Geriye kalan yarısında da Allah’a karşı gelmekten sakınsın” buyurmaktadır. (Suyuti, Camius Sağir, 2/932, No: 8730) Bu hadisler, özellikle dindar bir kadınla evlenmenin, Allah´ın emir ve yasaklarına uymaya yardımcı olduğuna ve fesadın önünde aşılmaz bir kale olduğuna işaret etmektedir. Kişinin dinini ifsâd eden çoğu zaman şehevi duygularıdır. Demek ki insan evlenmek suretiyle bunların fitnesinden kurtulmuş olur. Şeref, iffet, izzetin ve her türlü faziletin kaynağı ailedir. Peygamberimizin de konu ile ilgili bir diğer hadisi şöyledir: “Ey Gençler! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlilik gözü harama bakmaktan korur. Tenasül uzvunu zinadan alıkoyar. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir gücü vardır." (Ebu Davud, Nikâh,1; İbn-i Mace, Nikâh,1) Diğer taraftan, karı-koca arasındaki karşılıklı sevgi, Allah’ın varlığı ve birliğinin delili olarak da gösterilmektedir. Bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın ayetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.” (Rum, 30/21) Başka bir ayette de, kadın ile erkeğin birbirlerine olan ihtiyaçları şöyle ifade buyrulmuştur: “Kadınlar sizin için, siz de onlar için bir libassınız.” (Bakara, 2/187) Çiftlerden her birinin ötekine elbise ve örtü olması, onu öğretmesi, şehvet duygularının açığa çıkıp kötü yollara düşmesini önlemesi olduğu gibi, her birisinin ötekisine muhtaç olup birbirini her bakımdan tamamlaması mânâsına da gelir. Soruda geöen hadis bunun en güzel örneğidir. Bir toplumda aile kurulmazsa, bu menfî durum toplumun ve insanlığın çözülmesi demektir. Bu açıdan insan için ailenin kurulması ve devamlılığını sağlamak, yaratılış gereği olarak en önemli vazifelerinden biridir. Evlenmeyen, aile ve çocuk sevgisi tatmayan kimseler genellikle başka insanlara da sevgi duyamazlar. Sevgi, saygı, merhamet, şefkat gibi yüksek duyguların kaynağı aile yuvasıdır. Bu güzel duygular ailede filizlenir ve yeşerir. Bazı kaba ruhlu yaşlı bekârların hırçınlıkları zalimce ve merhametsizce davranışları her zaman göze çarpar. Şüphesiz bunun da istisnaları vardır. Bir aile içinde sevgiyi tatmayanlar, başkalarına değer vermesini de bilmezler. Eşi, kız kardeşi ve kızı olan bir kimse başka hanımların namus ve iffetlerini de kendi yakınlarınınki gibi değerli bilir ve saygı duyar. Başkalarının ırz ve namuslarına kötü gözle bakabilenler, gerçekte aile sevgisini tatmamış, aile disiplini kazanmamış birtakım hastalıklı tiplerdir. Çok enteresandır, şehvet sıkıştırmalarının etkisinde kalan ve zina yapma hayalleri kuran bir genç, durumu Peygamberimize (asm) arz ederek bu yolda ondan müsaade istedi. Efendimiz (asm), genci hem düşündüren hem de duygulandıran sorularla bu arzularından vazgeçirdi. 3 Gencin, zina için izin istemesi üzerine orada bulunan ashab, bu durumu son derece şaşırtıcı karşıladı. Rasulullah (asm) ise onları teskin ederek gence “yaklaş” dedi. Genç, iyice yaklaşıp Peygamberimizin (s.a.v.) önüne oturunca, Peygamberimiz (asm) ona: “Bu arzu ettiğin şeyi annen hakkında ister misin?” dedi. Genç, “Hayır ya Rasulallah! Canım sana fedâ olsun, hiç böyle bir şey olur mu?” deyince, Efendimiz (asm): “Hiç kimse annesi için bunu istemez” buyurdu. Bundan sonra Peygamberimiz (asm) sıra ile gence; kızı olması halinde kızı için, kız kardeşi için, halası ve teyzesi için aynı şeyleri isteyip istemediğini sordu. Genç, önceki cevabını tekrarladı. Sonra Efendimiz (s.a.v.) elini şefkatle, gencin üzerene koyup şu duayı yaptı: “Allah’ım! Bunun günahını bağışla, kalbini temizle, namus ve iffetini koru.” Bundan sonra artık, gençte zina arzusu kalmadı.” (Müsned, 5/256-257) Aile mutluluğu, çocuk sevgisi ve cinsî zevk evlilik sorumluluğunu yüklenmenin dünyaya ait tatlı mükafâtlardır. Kadın-erkek beraberliğinin cennette de devam edeceği açıkça müjdelenmiştir. (bk. Yasin, 36/56) İki cinsin evlilik yolu ile birleşmesinin asıl gayesi sükûnet, huzur, güven ve yakınlıktır. Evlenme, insan hayatında bir dönüm noktası olarak ciddi, hukukî bir sözleşmedir, gelip geçici bir zevk ve eğlence değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en belirgin çizgilerden biri cinsî hayatla ilgilidir. Hayvan, karşı cinsle ihtiyacını giderdikten sonra onu hemen terk eder. İnsan ise eşine sahip çıkar, onu korur, onunla her şeyini paylaşır. Bu da aile ve toplum hayatına vücut ve can verir. Aile, ferde sorumluluk duygusunu kazandırdığı, yalnızlık hissini yok ettiği için, onu daha kuvvetli bir şekilde hayata bağlamakta, neticede streslerden ve sıkıntılardan uzak tutmaktadır. Ailede paylaşılan değer ölçüleri de insanı hayata bağlamakta ve onun yaşama sevincini artırmaktadır. (bk. Aile ve Kadın, Sayı: 93, s. 16; Ahmet Coşkun, Kur’ani Hayat Dergisi, Ocak 12, 2010) 4 "Kim, görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (Kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif edilir." Hadisini açıklar mısınız? Efendimiz (asm), bu konuda neden bu kadar ciddi olmustur? Konuyla ilgili hadis rivayetleri şöyledir: “Rüyasına yalan karıştıran veya görmediği halde görmüş gibi rüya anlatan kimseye kıyamet günü bir arpa tanesini bağlamakla mükellef tutulacaktır.” (Dârimî Rüya, 5; İbn Mâce, Rü'ya 8; Darimî, Rikak 3) “Yalandan rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyamet günü iki arpa tanesini birbirine bağlamakla mükellef olacak fakat asla onları birbirine bağlayamayacaktır.” (bk. Buhârî, Ta’bir: 45) Allah, yalan söylemeyi açıkça haram kılmıştır: “Şu bir gerçektir ki Allah haddi aşan, yalancı kimseleri iflah etmez." (Mümin, 40/28) Bir insanın yaptığı bir şey için yapmadım demesi ya da söylediği bir şey için söylemedim demesi nasıl yalan hükmündeyse, görmediği bir rüya için gördüm demesinin de yalan olduğunu Peygamber Efendimiz (asm) Hatta Peygamberimiz (asm) başka bir hadislerinde, “Yalanların en büyüğü kişinin görmediği rüyayı gördüm demesidir.” (Buhari, Tabir, 45; Müsned 2/96, 119) buyurarak, bunu yalanların en büyüğü olarak belirtmiştir. Dolayısıyla insanın görmediği bir rüyayı görmüş gibi anlatmasının haram olduğuna dikkat çekerek, insanları bu günaha karşı uyarmıştır. Görmediği bir rüyayı gördüğünü söyleyen bir kimse bilerek yalan söylemiş olur ve bu yalanını uydurma sözlerle anlatmaya çalışır. Nasıl iki, arpa tanesinin biriyle diğerinin ucunu düğümlemek mümkün değildir. Bu yalancı şahıs, birbiri ile irtibatı olmayan uyduruk sözler düzenlediği için birbiri ile irtibatı ve düğümlenmesi mümkün olmayan iki arpa tanesini düğümleyip düzenlemesi teklif edilecek, yâni cezası işlediği suçun türünden olacaktır. Teklif edilen bu işi yapamadığından dolayı da azaba uğrayacaktır. Nitekim bâzı rivayetlerde “ve adam iki arpayı biri birine düğümleyemeyecektir” ilâvesi bulunur. Görmediği bir rüyayı gördüm diye yalan söyleyen bir kimsenin cezasının başka yalanlardan farklı olarak daha şiddetli olmasının nedeni şudur: Doğru ve çoğunlukla hoşlanılan rüyaların peygamberlikten bir parça olduğunu bildiren hadislerden dolayıdır: "Risalet ve nübüvvet bitti. Benden sonra ne bir nebî gelecektir, ne de rasul... Lâkin "mübeşşirat" vardır. Sahabe "Mübeşşirat nedir Ya Resulallah" diye sorar. Hz. Peygamber "Müslüman kişinin gördüğü rüya" der. O, nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür." (Tirmizi, Rüya, 2) "Müminin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür..” (bk. Ebu Davud, Edeb, 96; Tirmizî, Rüya, 6; İbn Mace, Rüya, 6) 5 "Ahir zamanda müminin rüyası yalan çıkmaz" (Buhari, Rüya, 26) Peygamberlik ise bilindiği gibi vahye dayalıdır. Rüya konusunda yalan söyleyen bir kimse Allah'ın kendisine rüya hâlinde göstermediği bir şeyi gösterdiğini ve peygamberliğin bir parçası olan doğru rüyayı Allah kendisine vermediği halde verdiğini ileri sürmekle, Allah'a iftira etmiş olur. Gayet tabiidir ki Allah'a iftirada bulunmak, yaratıklara iftira etmekten daha büyük bir yalandır, cezası da daha elimdir. (bk. İbn Esîr, en-Nihâye, 1/443) Özellikle içinde bulunduğumuz ahir zamanda diğer bütün günahlarda artış yaşandığı gibi, insanlar arasında görülmeyen rüyaların sanki görülmüş gibi birbirine anlatılması da oldukça yaygınlık kazanmıştır. Bu açıdan rüyalar olduğu gibi anlatılmalı, görülmeyen rüyalar anlatılmamalı ve rüyanın içine yalan karıştırılmamalıdır. Böyle bir yalandan uzak durmak ve eğer bu hataya düşülmüşse tövbe ederek ahirete bırakmamak gerekir. 6 "Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim." Bu hadisi açıklar mısınız? Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun!" diye yemin etti. Yahudi de: "Musa aleyhisselam'ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun!" diye yemin etti. Derken, o böyle der demez, müslüman elini kaldırıp yahudi'ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca Aleyhisselâtu vesselâm'a gidip hadiseyi haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim. Bilemiyorum. O, bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah'ın istisna ettiklerinden midir?" buyurdu." [Buhârî, Husumât 1, Enbiya 34, 35, Rikâk 43, Tevhid 31; Müslim, Fezâil 160, (2373); Ebu Dâvud, Sünnet 14, (4671); Tirmizî, Tefsir, Zümer, (3240).] Hadisin Açıklaması: Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıyametten bahseden bir ayete atıf yapmaktadır. Mezkur ayette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: (Mealen): "Sûra üfürülür ve Allah'ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha sûra üflenir ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar" (Zümer 68). Âyete dikkat edersek sûr'a iki kere üfleneceğinden bahsetmektedir: Birinci üflemede, Allah'ın istisna kıldıkları dışında her canlı ölecektir. Demek ki bu üfleme ile âlemdeki bütün canlılar ölecek, Allah'ın istisna kıldıkları ölmeyecektir. Sadedinde olduğumuz hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikinci üfleme ile ilk uyananın kendisi olacağını, Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucunu tutmuş görünce O'nun, birinci sûra üflemesinde ölüp kendinden önce mi dirildiğini, yoksa birinci sûrda Allah'ın istisna ederek ölmeyeceğini haber verdiği müstesnalardan mı olduğunu bilemediğini beyan etmiş olmaktadır. Şayet müstesnalardan ise bu Hz. Musa için istisnai bir fazilettir. İslâm âlimleri müstesna tutulacakların Cebrail, Mikâil, İsrâfil, Azrâil aleyhimüsselâm olduklarını söyler. Bazıları da "Hamele-i arş veya rıdvan melekleri, huriler, Mâlik (cennetin hazinedârı), Zebâniler (cehennemin bekçileri)" demiştir. Hadisin bu şekilde izahı bir müşkil ortaya koymaktadır: Hz. Musa halen ölmüş bilindiğine göre, O'nun, sûra üflendiği zaman ölmekten istisna tutulanlar arasında olması nasıl mümkün olur? Bunu söyleyebilmek için O'nun ölmemiş olduğunu, hayatta bulunduğunu kabul etmek gerekir. Hz.İsa hakkında bunu söylemek mümkün ise de, Hz. Musa 7 hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü, "onun ölmediğinden veya öldükten sonra tekrar hayata döndüğünden" bahseden bir rivayet mevcut değildir. Kâdı İyaz bu müşkile dikkat çektikten sonra bir açıklama yapar: "Bana göre, hadiste zikri geçen bayılma hadisesi insanlar dirildikten sonra, göklerle yerin yarıldığı anda vukua gelecek bir bayılma olması muhtemeldir. Hadise bu şekilde bakınca âyetle arada ihtilaf kalmaz. Hadiste geçen ayılma kelimesi de bu manayı teyid eder. Zira, ayılma tabiri bayılanlar hakkında kullanılır. Ölenler için ayılmaktan değil, dirilmekten bahsedilir. Nitekim Hz. Musa'nın Tûr dağında tecellî-i ilâhî karşısında "bayılma"sı mevzubahisdir, "ölme"si değil." Kadı İyaz'a göre, hadiste geçen "Benden önce mi ayıldı bilmiyorum!" ifadesine, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ilk dirilecek insanın kendisi olacağını bilmezden önce söylemiş olmalıdır diye de tevil getirilmiştir. Gerçi, hadisten, Hz. Musa'nın ilk dirilenlerden olduğunu söylemiş olması da anlaşılabilir. Bu ilk dirilecekler, peygamberlerdir. Aynî, bu hadisi açıklama sadedinde peygamberlerin diri olduklarına dair bazı deliller kaydettikten sora der ki: "Peygamberlerin diri oldukları takarrur edince, onlar yerle gökler arasındadırlar. Sûr'a ölüm nefhası üfürülünce yer ve göklerdeki bütün hayat sahipleri ölecek, sadece Allah'ın istisna ettikleri ölmeyecektir. Peygamberlerden başkaları bu nefhada ölecek, peygamberler ise bayılacaktır. Sûr'a diriltme (ihya) nefhası üflendiği zaman ölmüş olanlar dirilecek, bayılmış olanlar ayılacaklardır. Durum böyle olunca, anlaşılıyor ki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilk ayılan ve (peygamberler dahil) bütün insanlardan önce kabrinden ilk çıkan olacaktır. İşte, bu halden sadece Hz. Musa istisna edilmiş gözükmektedir. Hadiste, Resulullah tereddüt ifade ediyor: O daha önce mi dirilecek, yoksa bulunduğu hal üzere mi kalacak? Bu hususu tam kestirememiş, tereddüt etmiştir. Her iki hale göre de Hz. Musa için bu durum başkalarına nasip olmayan büyük bir fazilettir." (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) İlave bilgi için tıklayınız: Hadislerde geçen “En hayırlı olan İbrahim'dir.”, "Beni Musa’ya üstün tutmayınız.”, “Peygamberler arasında ayırım yapmayınız.”, “Hiç kimse Yunus b. Metta’dan hayırlıyım demesin.” şeklindeki ikazlar nasıl anlaşılması gerekir? 8 Namazda selam verirken "Ve Berakatuhu" ifadesini kullanmak sünnet midir? Bu konudaki rivayetleri değerlendirir misiniz? Bu konudaki rivayetler şöyledir: - İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazı bitince) sağına ve soluna selam verir, şöyle derdi: "Esselâmu aleyküm ve rahmetullah, esselâmu aleyküm ve rahmetullah." [Ebû Dâvud, Salât 189, (996); Tirmizî, Salât 221, (295); Nesâî, Sehiv 71, (3, 63).] Ebû Dâvud'da "soluna" tabirinden sonra şu ziyade yer alır: "...Öyle ki yanağının beyazını gördük." Nesâî'de ise şu ziyade vardır: "...Öyle ki, şu taraftan yanağının beyazlığını görürdük." - Ebû Dâvud'un Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh)'dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] sağına, "esselâmu aleyküm ve rahmetullah ve berekâtuhu" diyerek, soluna da "esselamu aleyküm ve rahmetullah" diyerek selam verirdi." Yine Ebû Dâvud'da Semüre İbnu Cündeb'ten gelen bir rivayette: "...sonra imamınıza ve kendinize selam verin" buyurulmuştur." [Ebû Dâvud, Salât 189, (997), 182, (875).] Hanefilerle Şafiiler birinci rivayete göre hüküm vermişlerdir. Malikiler ise ikinci rivayeti esas almışlardır. Mezheplerin hadislerden hüküm çıkarmadaki metodları farklılık gösterebilir. Hanefi mezhebine göre: Selam verirken «Es-Selâmu aleyküm ve rahmetu'llahi» denilir. Muhtar olan budur. Selâm kelimesinin başına (Elîf-Lâm) koymak daha uygundur. (ElMuhit - Serahsî - Fetâvâ-yi Hindiyye.) Biz Hanefilere göre, selâmın sonunda «Ve berekâtühü» denilmez.. Aynı zamanda ikinci selâmı birincisine oranla biraz daha alçak sesle söylemek sünnettir. En uygun olan da budur. (El-Muhit / Serahsi - Et-Tebyin / Zeylaî.) (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/266.) Maliki mezhebine göre selam lafzına «Ve berekâtühü» sözü de ilave edilir. Bu sözler söylenirken uzatılmaz seri olarak söylenir. (bk. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ans., c.2, s.84) Şafii mezhebine göre selam verirken «Es-Selâmu aleyküm ve rahmetu'llah» denilir. (Mehmet Keskin, Büyük Şafii İlmihali, s. 150) 9 "Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını koydum." (Al-i İmran, 36) Bu ayette neden "kız erkek gibi değildir" yerine "erkek kız gibi değildir" ifadesi yeralmıştır? Fakat onu doğurunca -Allah onu ve doğurduğunu daha iyi bilici iken- "Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını koydum. Ben onu da, soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım", demişti. (Al-i İmran, 36) Ayetteki "erkek kız gibi değildir" ifadesinde, erkek kelimesinin kız kelimesinden önce gelmesinin sebebi, Meryemin annesi Hanne'nin erkek çocuk beklentisinden dolayıdır. Yani ayetin bu şekilde tertip edilmesi şuna işaret etmektedir: "Aradığın erkek (çocuk), doğurduğun kız çocuk gibi değerli değildir. Tersine bu kız, senin istediğin erkek (çocuktan) daha hayırlıdır." (bk. Prof. Dr. Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları: 1/273.) İlave bilgi için tıklayınız: Hz. Meryem'in annesi neden erkek çocuk istiyor kız istemiyor? Erkekler kızlar gibi olmasa da ikisi eşit değiller mi? İkisinin eşit ama değişik kabiliyetleri yok mu? 10 Allah'ın Mürid ismi var mıdır, anlamı nedir? Mürid: "İrade eden, bir şeyi yapmayı dileyen" anlamına gelir. Mürid ismi Allah'ın İrade sıfatından gelmektedir. İrade: Evrenin her tarafında yer alan farklı şekillerdeki farklı varlıklar, bu farklılığın arka planında tercih edici bir irade fiilinin bulunduğunu; bu irade fiili ise, bu işi irade eden bir yaratıcının olduğunu; bu iradeye sahip olan Allah’ın irade sıfatına sahip bulunduğunu; irade sıfatı ise, sahibinin Mürid ismine ve unvanına sahip olduğunu; bu isim ve sıfat ise, Mürid / İrade eden Allah’ın bir iradenin şuunatı arasında yer aldığını göstermektedir. 11 "Öyle ise kafirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur'an'la büyük bir mücadele ver. (Furkan, 25/52) ayetini günümüzde nasıl yaşamalıyız? Soruda geçen ayeti bir önceki ayetin mealiyle vermek daha uygun olacaktır: “Eğer isteseydik her yerleşik topluluğa bir uyarıcı gönderirdik. Öyleyse artık inkarcılara boyun eğme, bu Kur'an'la onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür.” (Furkan, 25/51-52) İsrâîl tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde -birbirine yakın da olsa- birkaç yerleşim merkezîne, küçük hacimli birden fazla topluluğa ayrı ayrı peygamberler gönderildiği de oluyordu. İşte âyet, artık Hz. Muhammed'in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan kalkmakta olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki bütün dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret etmekte ve kendisinden, inkarcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç göstererek mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan peygamberlik işlevini yerine getirmesi istenmektedir. Başka bir ifadeyle -âyetin işaretine göre- Hz. Muhammed'in son ve kendi döneminde tek peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve iletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sayede Hz. Muhammed'in İslâm mesajı, -onun, komşu ülkelerin liderlerine İslâm'a davet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi- bizzat kendi teşebbüslerinin de katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci yüzyılını doldurmadan bir uluslar arası din halini almış; İslâm'ın kutsal kaynağı Kur'an da orijinal halini tam olarak korumuştur. Ayet-i kerimede Kur`an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur`an`ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiği göstermektedir. Hak ve hakikati, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Nitekim, Rasûlullah (asm) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır." (İbn Mâce, Fiten, 4011) Diğer taraftan, her köyde bir peygamber gönderildiği takdirde, o peygamberlerin hepsinin yapacağı cihada denk bir cihad, elbette büyük bir cihattır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha öldürme emri verilmeden önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihattır. Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bununla emrolunan Peygamberin elinde Kur'ân'dan başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur'ân) mucizesi, o büyük cihadı yapmaya yeterli geliyor ve Mekke'den başlayan bu cihad, bütün cihana yayılıyor. Buna göre, Kur'an'daki burhanlar, deliller, sakındırıcı emirler ve nasihatlerle, peygamberleri yalanlayan ümmetler hakkında gelen kıssaları okumak suretiyle onlara karşı cihad etmek gerekir. Ayetin sonundaki “büyük cihad”dan maksat, Hz. Peygamberin görevli olduğunu ifade etmek içindir. Bütün insanları, belirtilen şekilde Allah'ın vahdetine davet etmek büyük bir cihattır. Onun kıymetini, kemiyet ve keyfiyet bakımından ancak Allah takdir eder. Ayette 12 adeta şöyle denilmektedir: Hz. Muhammed (asm) Efendimiz umuma gönderilen son peygamber olarak yalnız başına küfür ve azgınlıkla, zulüm ve ahlâksızlıkla savaşarak cihadın en iyisini ve en verimlisini sergiledîği gibi, İslâm da son din olarak tek başına bütün bâtıl dinlerle kıyamete kadar cihad edecek ruh ve mayayı, kuvvet ve kudreti kendinde taşımaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki bu cihad son derece ilmî ve metotlu olmalıdır. Kaba kuvvetin fazla bir şey çözemeyeceği kesindir. O bakımdan insanlığın hayrına sunulmuş olan dini, edep, terbiye, hoşgörü, nezaket, yüksek ahlâk ve bilimsel ölçüyle teblîğe çalışmak vaciptir. Mekke ve Medine dönemleri bu konuda müminlere en sağlam kıstası ve metodu vermektedir. Kur'ân ise, ilgili âyetle cihadı emrederken müminlere şu gerçeği fısıldamaktadır: “Küfrün karşısında baş eğmek yok, kâfirin peşine takılıp ona uydu olma ise hiç yoktur. Köklü bir imândan, sağlam ilimden, selim akıldan, parlak düşünceden yükselen aşk ve heyecanla günün şartlarına ve metoduna göre- cihad vardır.” O halde bu Furkan olan Kur’an ile onlara karşı olanca güçle büyük bir cihad yapmak gerekir. Bu, Peygamberimizin zatına bir emir olduğu gibi, ümmetine de bir emirdir. Bu emir, işin sorumlularının görevleri arasındadır. (bk. Hak Dini, Kur’an Yolu, Büyük Kur’an Tefsiri, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetlerin tefsiri) 13 İki yüzlülük ve ahlaki eksikliğin giderilmesi hakkında bilgi verir misiniz? Sosyal bir varlık olan insanın, hemcinsleri ve diğer varlıklarla ilişkilerinde uyması gereken kurallar, Yaratan’a, kendisine ve çevresindekilere karşı görev ve sorumlulukları vardır. Yüce Allah bu konularda insanlara peygamberler göndermek ve onlara kitaplar vermek suretiyle yol göstermiştir. İnsanlar, akıllarını kullanarak, peygamber ve kitapların rehberliğinden yararlanarak görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirebilirler. Görev ve sorumluluklarını yerine getiren insanlar, dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu olurlar. Görev ve sorumluluklarını yerine getiren insanlardan oluşan toplum gelişmiş, kalkınmış, can ve mal güvenliğini sağlamış olur. İnsanlar görev ve sorumluluklarını ihmal ederlerse toplum bozulur, can ve mal güvenliği yok olur, temel haklar zedelenir, fertler ve kurumlar arası saygı ve itimat yok olur, arsızlık, hırsızlık, yolsuzluk, fuhuş ve hastalık yaygınlaşır, sorunlar çoğalır, önlem alınmazsa toplum çözülür, ahlakî değerler ve erdemler zedelenir, neticede toplum fesada uğrar. Görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyen, zulüm, günah ve ahlaksızlık bataklığına saplanan nice toplumu Allah cezalandırmıştır. (bk. En’am, 6; Hac, 45; Kasas 58) Dürüstlük Sorunu “Dürüstlük” fert, aile ve toplumlar için hava, su ve gıda kadar önemli ve gereklidir. Bu erdemi kaybeden fert ve toplumlar fesada uğrarlar. Her işte “dürüstlük”, kâmil bir iman, güzel bir ahlak, iyi bir vicdan, iyi bir terbiye, iyi bir eğitim ve öğretimle mümkün olur. Bu sebeple olmalı ki, Kur’an ve Sünnet'te “dürüstlük-doğruluk” üzerinde çok durulmuş, müminlerin dosdoğru olmaları istenmiştir. (bk Hûd, 112; bk. Şura, 15) “Ya Rasulüllah! İslam dini ile ilgili bana öyle bir söz söyle, iş bildir ki, senden sonra onu kimseye sormayayım ve ona sarılayım." diyen sahabeden Abdullah es-Sakafî’ye Peygamberimiz; “Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol.” cevabını vermiştir. (Müslim, İman, 62; Ahmed, III, 413; Tirmizî, Zühd, 60) Allah, müminlerin kendi içlerinde, sosyal ilişkilerinde ve davranışlarında dosdoğru olmalarını emrettiği gibi, mümin olmayanlara karşı da dosdoğru olmalarını emretmiştir. (Tevbe, 7) Peygamberimiz (s.a.s.), “Kim ihlâsla kalbine imanı yerleştirir ve kalbini (şirk, küfür, nifak ve isyandan) temizler, dilini doğru sözlü, nefsini (ibadet, itaat ve Allah’ı zikir ile) mutmain (huzura ermiş), huyunu, ahlakını ve davranışlarını dosdoğru, kulaklarını ve gözlerini (gerçeği ve doğruyu) duyan, dinleyen ve gören yaparsa kurtuluşa ermiştir.” buyurarak insanın; özü, sözü, gözü, kulağı ve bütün azalarıyla dosdoğru olmasını teşvik etmiştir. (Ahmed, V, 147) Dürüstlük ve doğruluğu dört maddede özetleyebiliriz. a) İmanda doğruluk: Bir insanın imanında dosdoğru olabilmesi için imanında ihlâs olması, riya, şirk ve nifak bulunmaması gerekir. “Bir insanın kalbi dosdoğru olmadıkça, imanı dosdoğru olmaz, dili (konuşması, sözü) dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.” (Ahmed, III, 198) b) Sözde doğruluk: Bir insanın sözünde dosdoğru olabilmesi için asla yalan konuşmaması, her sözünün gerçek ve vakıaya uygun olması gerekir. Dil, kalbin tercümanıdır. Sözünde doğruluk bulunmayan kimsenin özünde de doğruluk yoktur. Bu sebeple olmalı ki yüce Allah; “Ey müminler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 70) Peygamberimiz ise, “Kim diline ve ırzına sahip çıkacağına güvence verirse ben de o kimsenin cennete gireceğine güvence veririm.” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 47) 14 c) İbadette doğruluk: Müminin ibadetinde dosdoğru olabilmesi için ibadetini iyi bir niyet ve ihlâsla, Allah’a ortak koşmadan ve İslam’a uygun olarak yapması gerekir. Bu şartlardan biri eksik olursa, o ibadet doğru ve makbul olmaz. d) İş ve işlemlerde doğruluk: İnsan; fert, aile ve toplum hayatında yaptığı her işi, üstlendiği her görevi en iyi bir şekilde yaptığı, hile ve sahtekârlıktan uzak olduğu, sözüne ve sözleşmelerine uyduğu, insanlara adalet ve hakkaniyetle davrandığı, kişiler arasında ayrımcılık yapmadığı zaman dürüst ve doğru olur. Doğruluğun Allah katında değeri olduğu gibi, insanlar katında da değeri çoktur. Doğru olan insanları Allah da melekler de insanlar da sever. Kur’an’da; “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” buyrulmuştur. (Ahkaf, 13–14) Doğrulukta ölçü; Kur’an, sünnet ve akl-ı selim olmalıdır. Manevî Temizlik “Manevî temizlik” ile kastımız; inanç, düşünce, duygu, kalp ve ahlak gibi elle tutulmayan, gözle görülmeyen şeylerin temizliğidir. a) Kalp temizliği: Buradaki “kalp”, göğüs kafesi boşluğunda yer alan, kan dolaşımını sağlayan ve insana hayat veren organ değil; imanın, duygu, düşünce, niyet, sevgi, şefkat, merhamet, öfke, kin, bilgi, marifet, idrak, anlama ve kavramanın; korkma, sevinme ve üzülmenin; ihlâs, takva, irade ve azmin kaynağı olan kalptir. “Kalp temizliği”; şirk (Allah’a ortak koşma), küfür (dinî değerleri inkâr etmek) ve nifak (iki yüzlülük), kin, nefret, öfke, hile, sahtekârlık gibi kötü duygu ve düşünceleri terk etmek, hiç kimse hakkında kötü niyet taşımamaktır. Kalp temizliği, eylem, söylem, iş ve davranışlarda ortaya çıkar. Şu hadis kalp temizliğini çok güzel ifade etmektedir: “Haberiniz olsun ki bedende bir et parçası vardır, eğer o düzgün, iyi ve salih olursa bedenin hepsi düzgün, iyi ve salih olur. Eğer o, bozuk ve kötü olursa bütün beden de bozuk ve kötü olur. Bilin ki o kalptir.” (Müslim, Müsakat, 107) b) Ahlak temizliği: Karakter, seciye, hâl ve hareket anlamlarına gelen ahlak kelimesi insandaki iyi ve kötü huyları ifade eder. Dolayısıyla ahlak, iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayrılır: Kur’an’a, sünnete ve akl-ı selime uygun olan söz, eylem ve davranışlar iyi ahlak; uygun olmayanlar ise kötü ahlaktır. Ahlak temizliği; iyi ahlak sahibi olmak, edep ve terbiye ile hareket etmek, Allah ve insan haklarına saygılı olmak, haram, günah ve kötülükleri terk etmektir. (bk. Âl-i İmran, 42; A’raf, 82; Neml, 56; Ahzab, 33) Güler yüzlü olmak, insanlara çok iyilikte bulunmak, onlara eza ve sıkıntı veren şeyleri yok etmek güzel ahlaktır. (Tirmizî, Birr, 62) Yalan, aldatma, hile, sahtekârlık, israf, iki yüzlülük, kin, düşmanlık ve benzeri davranışlar ise kötü ahlaktır, ahlakî kirliliktir. (Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ, Diyanet Avrupa Dergisi, Nisan 2010) 15 "Allah'ı seviyorum, iman ediyorum ne gerek var sayıca o kadar tesbih çekip namaz kılmaya farzları yap yeter" diyen birisine basit bir dille, rencide etmeden nasıl açıklama yapabiliriz? Namaz, tesbih, dua gibi ibadetler insanın manevi gıdalarıdır. Nasıl ki insan acıktığında kuru ekmek ve suyla da doyabilir ama bunla yetinmiyor, baklava da istiyor çeşit çeşit yemekler, tatlılar, meyveler yemek istiyor, hatta yemekten hastanelik oluyor. Hiç kimse "tamam kardeşim yemeyi içmeyi seviyoruz ama kuru ekmekle su yeter başka bir şey yemenin manası yok" demiyorlar. Aynen bunun gibi, insan sadece farz olan ibadetleri yapsa da olur ama tatlı ve meyve gibi olan nafile ibadetleri, namazları, tesbihleri de yapmak ister. Bunlardan da ruh ve kalp gıda alır, lezzet alır. Ama bu manevi lezzetleri alabilmek için manen sıhhatli olmak gerekir. Dili hasta adam yemekten tat almadığı gibi, kalbi, ruhu manen hasta olan adam da ibadetten lezzet alamaz ve: "ne gerek var kardeşim tesbihlere" der. İlave bilgi için tıklayınız: İbâdetin Ferd ve Cem`iyete Sağladığı Faydalar Nelerdir? İbadete İhtiyacı Olan, Biziz! Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı? 16 Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan seksen safı bu ümmetten, kırk safı da diğer ümmetlerdendir. (Tirmizi, Cennet 13) hadisini açıklar mısınız? Büreyde (r.a.)’den rivâyet edilmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cennetlikler yüz yirmi saf olacaklardır. Onların seksen safı bu ümmetten kırk safı diğer ümmetlerden olacaktır.” (Tirmizi, Cennet, 13; İbn Mâce, Zühd: 17; Dârimî, Rıkak: 27) Tirmizî hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Bu hadîsten maksad bu ümmetin çokluğu ve cennetliklerin üçte İkisini teşkil ettiğini ifâde etmektir. Bin dört yüz yıldan ziyade her asırda yüz milyonlarca ve günümüzde bir milyardan fazla insan O'na (s.a.v) biat etmiştir. Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberler arasında yüce bir konuma sahip olduğu bilinmektedir. Onun ümmeti de diğer ümmetlere göre her yönden daha üstün ve daha faziletlidir. Onlar, sahip oldukları yüce özelliklerden dolayı mealen şöyle övülmektedirler: "(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyilikleri yayar, kötülükleri önlersiniz, çünkü Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110) 17 İsra suresinde, Yahudilerin İsrail devletini kuracağıyla ilgili bir işaret var mıdır? Şeyhülislam bunların İspanya’dan kabul edilmesine neden göz yumdu? Yaptıkları zulme rağmen tamamen helak olmamaları, Peygamber soyundan gelmelerinden midir? Cevap 1: İsra suresinin ilgili ayetinde, ileride bir İsrail devletinin kurulacağına dair açık bir beyan söz konusu değildir. Nitekim, bir çok tefsirci, "Biz kitapta İsrail oğullarına şu hükmü de bildirdik: ‘Siz ülkede iki defa fesat çıkaracak ve açık zorbalıklar yapacaksınız. Onlardan birincisinin vâdesi geldiğinde, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin üzerinize musallat ederiz. Onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek her tarafı didik didik edip araştırırlar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdür." (İsra, 17/4-5) mealindeki ayetlerin bu ihbarını İslam öncesi devirlerde Yahudilerin yaptıkları fesat ve uğradıkları hezimete yorumlayarak ona göre mana vermişlerdir. Buna göre bu ilk fesat ve bozgunculuk sonucunda maruz kaldıkları felaket, M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtu’n-Nasr’ın Kudüs’ü ve Beytü’l-Makdis’i yerle bir etmekle gerçekleşmiştir. Buhtu’n-Nasr, İsrailoğullarını Filistin’den çıkarıp çeşitli ülkelere sürmüştür. Yahudiler M.S. 132'de tekrar Kudüs'ü ele geçirdilerse de, bu çok sürmedi. Romalılar güçlü bir orduyla Yahudileri yenilgiye uğratıp şehri yıktılar. Bununla beraber, bu ayetin işaretinden zamanımıza işaret eden yönünü yakalamak da mümkündür. Nitekim, İslâm'ın ilk devirlerinden sonra 1948'lere kadar önemli bir Yahudi meselesiyle uğraşmayan Müslümanlar, 1948 yılında Yahudilerin bir İsrail Devleti kurmasıyla ikinci Yahudi fesadıyla karşılaşmışlar ve Yahudiler, hâkimiyeti tesis ederek, bu bölgeyi elde etmişlerdir. Şayet birinci fesat zamanını -tefsirlerde geçtiği üzere- eskiden olmuş kabul etsek bile bu ikinci fesadı şimdiki duruma tatbik etmek çok uygun görülmektedir. Buna göre, her iki olay da Filistin’de gerçekleşmiş oluyor. Eğer bu zülüm devam ederse ikinci hezimetleri, inşallah yakındır. Şeyhu’l-İslam da olsa, herhangi bir ayetin işarî manasını esas alarak kesin hükümler çıkarmak durumunda olamazlar. Bu konuda onları ayetin manasını bilmemekle suçlamak isabetli değildir. Kaldı ki, eğer soruda ifade edildiği şekilde konu ayetin ifadesinde çok açık olsaydı, bu bildiri bir takdir çizgisine işaret etmek olacaktı ki, bunun tersine bir mecraya girmek yanlış bir maceraya girmek anlamına gelirdi. Cevap 2: Yahudilerin peygamberler soyundan gelmelerinin helak olmamak gibi bir imtiyaz hakkını kazandıklarını düşünemiyoruz. Hz. Nuh’un oğlu ve eşiyle Hz. Lut’un eşinin helak olması, Hz. Muhammed’in amcası Ebu Leheb’in durumu, bu imtiyazın ilahî adalet ilkesine uygun 18 olmayacağının göstergesidir. Diğer taraftan, sadece Yahudiler değil bütün insanlar Peygamber soyundan gelmektedir. Çünkü bütün insanlar ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’in çocuklarıdır. Ayrıca, sadece Yahudiler değil, Hıristiyanlar ve Müslümanlar da tamamen yok edilmiyorlar. İlahî hikmet bu üç semavî din mensuplarının kıyamete kadar devam etmelerini uygun görmüş olacak ki, bunların tamamen helak olmalarını irade etmemiştir. Özellikle, ilk büyük kitap olan Tevrat ilk şeriat kitabı olduğu gibi, son ve en büyük kitap olan Kur’an da en son şeriat kitabıdır. Bu iki kitabın mensuplarının kıyamete kadar devam etmeleri, ilahî hükümlerin devamı anlamına gelir. Tevrat tahrif de edilse, yine de bu gün dünyada devletin temel yasası olarak yürürlükte olan tek kitaptır. Yahudiler, Tevrat'ın mevcut hükümlerine göre amel etmektedir. Onların milliyetleri dinleriyle tamamen birleştiğinden, hayatlarının devam etmesine bir vesile olmuştur. 19 Dinde zorlama olmadığı halde ve herkes kendi inancını yaşamakta serbest bırakılmışken Neden Hz. İbrahim putperestlerin putlarını kırmış, Hz. Muhammed Kabe’deki putları kırdırmıştır? İslam dininin en öncelikli hedefi Allah’ın birliğini ders vermek, insanlık camiasında bu inancı hâkim kılmak ve dolayısıyla her türlü şirki reddetmektir. Cahiliye döneminde müşriklerin şirke dair inançlarını ortaya koyan ve kendi bölgelerinde şirkin hâkimiyetini simgeleyen en büyük unsurlar, her türlü heykellerdi. Bu heykellerin şirk propagandasında, cahil halk kesimini aldatmada çok önemli fonksiyonları vardı: a. Her türlü mantıktan uzak bir anlayış içerisindeki cahil insanlar -babalarından kalma bir gelenek olarak- tevarüs ettikleri bu şirk inancını gözlerinin önünde olan heykellerle devam ettiriyorlardı. Akılları gözlerine inmiş bu klasik materyalistlerin sahte dayanak noktalarını ortadan kaldırmak büyük önem arz ediyordu. b. Tarih-Siyer kayaklarından anlaşıldığı üzere, bu heykellerin bir kısmında cinler cirit atıyordu. Bunların hatiften/gaipten/o heykellerin içinden gelen ve söz konusu heykellere tapmaya davet eden seslerini kesmek gerekiyordu. Bu heykellerin ortadan kaldırılması, bu şeytanların telkinlerine son veriyor ve insanların daha sağlıklı düşünmelerine imkân sağlıyordu. c. İlah olarak kabul edilen ve çok eski bir gelenek olarak insanların iliklerine kadar işlemiş akıldan ziyade duygusal hareket etmeye alışık- bir toplumda, putperestlik düşüncesini yok etmek için bizzat “ilah” diye anılan nesnelerin yok edilerek onların ilah olmadıklarını göstermek çok kestirme bir yoldur. Bu ve benzeri nedenlerden ötürü, tevhit inancını hâkim kılmak için gönderilen İslam dininin bu davasını anlatmak için, insanların özgürce düşünebilecekleri, -göz önünde olmakla akılları esir almış- tapılan heykelleri ortadan kaldırarak sağduyularıyla hareket edebilecekleri bir ortamı sağlaması gerekiyordu. Bu bir zorlama değil, bir fırsat eşitliği sunmak anlamına gelir. d. Nitekim, İslam’ın akla hitap eden telkinleriyle daha sonra müslüman olmuş Amr b. As, Halid b. Velid vb. büyük şahsiyetlerin daha önce taptıkları heykellerle alay ettikleri, dünya hayatı bakımından ne zararı ne de yararı olmayan bu yapmacık ilahların ne kadar utanç vesilesi olduğunu görmüş ve eski hallerine gülmüşlerdir.. Keza Hz. Ömer -İslam’dan sonraki aklıyla, İslam’dan önceki aklını muvazene ederken- şu tarihî ve ibret verici sözler söylemiştir: “Biz helvadan putlar yapar, onlara tapardık, sonra acıkınca da o tanrılarımızı yerdik..Bunları hatırladıkça bu ahmaklığa gülmekten kendimi alamıyorum..” Bunun manası şudur: Biz İslam gelmeden önce öyle bir aptallığın girdabına girmiştik ki, tam manasıyla mantık dışı bir düşüncenin esiri haline gelmiştik, İslam dini gelip de akıl basiretimiz ve gönül gözümüzün üzerindeki perdeyi kaldırınca, “kendini akıllı kabul eden bir insan bu kadar da mı aldanır, diye şok olduk..” e. Konuyu açıklayıcı bir kaç nokta; - Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, gece ile gündüzün, kış ile baharın, siyah ile 20 beyazın bir arada olması imkansız olduğu gibi, küfür ile imanın, şirk ile tevhidin, putlar ile Kâbe’nin bir arada olması imkânsızdır. - Mescitler, mabetler ve benzeri İslam dininin nişaneleri/alametleri olan ve her an göze hitap ederek pozitif sinerjinin yayılmasına vesile olan simgelerin varlığı ne kadar önem arz ediyorsa; İslam’ın ruhuna ters düşen ve negatif enerji yayan heykel ve benzeri putçuluk unsurlarının yok edilmesi de o kadar önemlidir. - Fikir özgürlüğüne aykırılık, akıl ve kalbin baskı altına alınması manasına gelir. Yanlış seçilen putçuluk şeytan ve nefsin bir tuzağı ve bir esaret prangasıdır. Tevhit inancı ise, insanları kendileri gibi yaratılmış olan âciz varlıkların kulluğundan kurtarıp, yalnız hakiki mâbud olan Allah’a kul yapmaktır. - İslam akla kapı açar, fakat hiç bir zaman özgür iradesini elinden almaz. Akla bütün kapıları kapattığı çok açık bir gerçek olan şirkin zihinsel ve nesnel boyutunu çürütmek, dogmalara hapsedilen akla kapılar açmak, kelepçeli olan iradisini kelepçeden kurtarmak ve ona özgür bir ortam hazırlamak anlamına gelir. “Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir. Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.”(Ğaşiye, 88/21-22) mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir. Ayrıca, Hz. İbrahim (as) putları kırmasıyla, kavmine, tapmakta oldukları putların ne derece zayıf, güçsüz ve savunmasız varlıklar olduğunu göstermeyi hedefliyordu. Bunun yanında onlara tapmaktan vazgeçmeleri halinde kendilerine bir zararlarının dokunmayacağını, putlara tapmaya devam etmeleri halinde ise onlara fayda vermeyeceğini onlara göstermek istiyordu. Çünkü her hangi bir meseleyle ilgili sunulan pratik deliller, insanın benliğinde daha büyük etkiler bırakacağı gibi, daha kolay kabul edilecektir. 21 Hac Suresi 23. ayetinde altın bilezik, İnsan Suresi 21. ayetinde ise gümüş bilezik deniliyor? Cennette bilezikler altından mı gümüşten midir? İnsan Suresi 21. ayette "...gümüş bileziklerle süslenmişlerdir..." Hac Suresi 23 ve Fatır suresi 33. ayetlerde ise "...altın bilezikler ve inciler takınırlar..." buyurulmaktadır. Farklı ayetlerde Cennetliklere verilecek farklı nimetlerden bahsedilmiştir. Müfessirler derler ki Dünyada krallar, hükümdarlar bilezik ve taç giydikleri gibi yüce Allah da bunu cennetliklere ihsan edecektir. Cennetliklerin elinde altın, gümüş ve inciden olmak üzere çeşitli bilezikler olacaktır(Kurtubi, el-Cami'u li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/51). 22 Sevapların kadir gecesinde otuz bin katı geçtiği söyleniyor. Bunun kanıtı nedir? Kadir gecesi, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Kur`ân-ı Kerim'de bu gecenin faziletini belirten bir sûre vardır. Bu sûrede Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Doğrusu biz Kur`ân`ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir geceşinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. " (Kadir sûresi, 97/1-5) Kadir gecesi ayetin ifadesiyle bin aydan daha hayırlıdır. Bir ay otuz gün olduğuna göre kadir gecesi yapılan ibadetin değeri otuz bin katından daha fazla olmaktadır. Resulullah (a.s.m.) sahabilere İsrailoğullarından bir kimsenin Allah yolunda bin ay boyunca silâhlı olarak cihat ettiğini anlatmıştı. Sahabiler bunu duyunca şaşırdılar ve kendi amellerini az, gördüler. Bunun üzerine Kadir Suresi indirildi. Başka bir rivayette Peygamberimiz Sahabilere İsrailoğullarından dört kişinin seksen sene boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlattı. Sahabiler bunu hayretle karşıladı. Cebrail Aleyhisselâm geldi, "Yâ Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin seksen sene ibadetinde hayrete düştüler. Allah sana ondan daha hayırlısını indirmiştir" diyerek Kadir Suresini okudu ve, "İşte bu senin ve ümmetinin hayran kalışından daha hayırlıdır" buyurdu.(bk. Hak Dini Kur an Dili, 6/4592) Diğer bir rivayette Resulullah'a bütün ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Kendi ümmetinin ömrünü kısa görünce, ömrü uzun olan ümmetlerin amellerini düşündü. Kendi ümmetinin bu kısa ömürlerinde yaptıkları amellerle onlara ulaşamayacakları endişesi içinde üzüldü. Yüce Allah da Habibine, bu üzüntüsüne mukabil Kadir Gecesini vererek diğer ümmetlerin bin yılından daha hayırlı kıldı. (Muvatta, İtikâf, 6) Kadir Suresi bu hadiseler üzerine nazil olmuştur. Bu sure, Sahabilerin üzüntüsünü de hafifleten bir suredir. 23 Kıraat imamları hakkında bilgi verir misiniz? Kıraat İmamları: 1. Nâfi' b. Abdurrahman el-Leysî(ö. 169/785). Aslen İsfahanlıdır. Kıraatte Medine imamı olarak tanınmış olup muttasıl kıraat senedi Resûlullah'a Übey b. Kâ'b yoluyla ulaşır. Yetmiş kadar tabiîden kıraat alan Nâfi' onların okuyuşlarından tercihler yaparak kendi kıraatini oluşturmuştur. Hocaları arasında Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ebû Ca'fer el-Kârî ve Müslim b. Cündeb başta gelirken talebelerinden Kâlûn ve Verş onun kıraatini rivayet konusunda en meşhur iki isimdir. Mekkî b. Ebû Tâlib. Nâfi' ve Âsım'ın okuyuşlarını kıraatlerin en evlâsı, senedi en sağlam olanı ve Arapça bakımından en fasihi olarak kabul eder.(Zerkeşî, el-Burhan I, 331) 2. Ebû Ma'bed Abdullah b. Kesîr (ö. 120/738). Aslen İranlı olup İbn Kesîr künyesiyle meşhur olmuştur. Mekke kıraat imamı olarak tanınan İbn Kesîr'in kıraati Hz. Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Abbas - Übey b. Kâ'b senediyle ulaşmış, talebelerinin talebelerinden olan Bezzî ve Kunbül'ün rivayetleriyle yaygın hale gelmiştir. 3. Ebû Amr b. Alâ el-Basrî(ö. 154/771). Mekke'de doğan ve Basra kurrâsından olan Ebû Amr'ın kıraati Hz. Peygamber'e Mücâhid b. Cebr - Abdullah b. Sâib - Zeyd b. Sabit, Yezîd b. Rûmân - Abdullah b. Ayyaş -Übey b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî- Hittân b. Abdullah Ebû Mûsâ el-Eş'ari gibi senedlerle ulaşmış, talebesi Yahya b. Mübarek el-Yezîdî'nin talebeleri Dûri ve Sûsî'nin rivayetleriyle yaygınlık kazanmıştır. 4. Abdullah b. Âmir el-Yahsubî (ö. 118/736). Aslen Yemenli olup İbn Âmir künyesiyle tanınmıştır. Şam kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygamber'e Mugire b. Ebû Şihâb elMahzûmî- Hz. Osman senediyle ulaşmaktadır. Talebesi Yahya b. Hâris'in râvilerinden kıraat alan Hişâm b. Ammâr ve Ebû Amr İbn Zekvân'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur, 5. Âsim b. Behdele (ö. 127/ 745). Küfe kurrâsından olup kıraati Ebû Abdurrahman es-Sülemî - Ali b. Ebû Tâlib ve Zir b. Hubeyş - Abdullah b. Mes'ûd isnadlarıyla Resûlullah'a ulaşmış, talebeleri Ebû Bekir Şu'be b. Ayyaş ve Hafs b. Süleyman'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur. 6. Hamza b. Habîb (ö. 156/773). Fars asıllı olup Küfe kurrâsındandır. Kıraati Resûl-i Ekrem'e Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ - İsâ b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ Abdurrahman b. Ebû Leylâ - Hz. Ali ve Humrân b. A'yen - Ubeyd b. Nudayle - Abdullah b. Mes'ûd isnadlanyla ulaşmış, bu ilmi onun talebelerinden tahsil eden Hallâd b. Hâlid ve Halef b. Hişâm'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur. 7. Ali b. Hamza el-Kisâî (ö. 189/805). İran asıllı olup küfe kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygamber'e Hamza b. Habîb, İsâ b. Ömer el-Hemedânî ve diğer bazı hocalarının isnadlanyla ulaşmakta, talebelerinden Ebü'l-Hâris ve Dûrî'nin rivayetleriyle yaygınlık kazanmış bulunmaktadır. 8. Ebû Ca'fer Yezîd b. Ka'kâ' el-Kârî (ö. 130/747-48). Medine kurrâsındandır. Kıraati Hz. Peygamber'e Abdullah b. Ayyaş, Abdullah b. Abbas ve Ebû Hüreyre - Übey b. Kâ'b isnadıyla ulaşmakta olup talebeleri İbn Cemmâz ve İbn Verdân'ın rivayetleriyle yaygınlık kazanmıştır. 9. Ya'küb el-Had-ramî (ö. 205/821). Basra kurrâsındandır. Kıraatteki isnadlan Sellâm b. Süleyman b. Münzir, Abdurrahman b. Muhaysın, Mehdî b. Meymûn ve Ebü'l-Eşheb Ca'fer b. Hayyân gibi hocalardan başlayıp Hz. Ömer. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b gibi sahâbîlere uzanan zincirlerle Hz. Peygamber'e ulaşır. Kıraati talebelerinden Ravh ve Ruveys'in rivayetleriyle meşhur olmuştur. 10. Halef b. Hişâm el-Bezzâr (ö. 229/844). Küfe kurrâsındandır Hamza b. Habîb'in kıraatini Süleym b. İsâ'dan. Âsım b. Behdele'nin kıraatini Ebû Yûsuf Ya'kub b. Halîfe el-A'şâ'dan ve Nâfi'in kıraatini İshak el-Müseyyebi'den alan Halefin isnadı Hz. Peygamber'e bu 24 hocalarının yukarıda zikredilen yollarıyla ulaşmakta olup onun kıraati talebelerinden İdris b. Abdülkerîm ve İshak b. İbrahim el-Verrâk'ın rivayetleriyle meşhur olmuştur. Bu on imamdan başka dört imamın ilâvesiyle oluşturulan on dörtlü sistem içinde yer alan imamlar ise şunlardır: Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), İbn Muhaysın (ö. 123/741), A'meş (ö. 148/ 765), Yahya b. Mübarek el-Yezîdî (ö. 202/ 817). (bkz. DİA, Kıraat Md. 25/428) 25 Hz. Süleyman’ın Mekke’ye geldiği, ancak içine girmediği için Kabe’nin ağladığı şeklinde gelen bir rivayet var mıdır? Bu husus, kaynaklarda bir “hikaye” başlığıyla verilmiştir. Sıhhat derecesini bilemiyoruz. Rivayete göre, bir gün Hz. Süleyman askerleri ile birlikte Kâbe’ye uğradı, orada putlara ibadet ediliyordu. (Mekke’ye geldi Mekke’de evler gördü, “bu ahir zaman peygamberinin hicret edeceği yerdir” dedi, durdu içine girmedi geçti gitti. Mekke onu gördü) Kâbe ağladı ve “Ya Rab! Şu(Süleyman) peygamberlerinden bir peygamberdir, yanındaki topluluk ise velilerinden bir topluluktur. Yanımdan geçip gittiler, ama beni ziyaret edip tavaf etmediler." Bunun üzerine Allah Kâbe’ye şöyle vahiy etti: “Muhakkak, ben seni secde eden yüzlerle dolduracağım, ahir zamanda benim için peygamberlerin en sevgilisi olan bir peygamber göndereceğim. Mahluklarımdan sende öyle kimseler vücuda getireceğim ki sürekli ibadet edecekler. Seni ziyaret etmeyi kullarıma farz kılacağım. Devenin yavrusuna, güvercinin yumurtasına karşı gösterdiği sevda gibi sana sevdalı olacaklardır. Ve seni putlardan arındıracağım”. Sonra Allah Süleyman peygambere Mekke’ye gitmesini ve orada kurban kesmesini emretti. Bu emri yerine getiren Hz. Süleyman Kâbe’nin civarında beş bin deve, beş bin öküz ve yirmi bin davar(geçi-koyun) kesti. Sonra Tîbe’ye/Medine’ye vardı ve “İşte burası ahirzamanda gelecek peygamberin hicret edeceği yerdir. Ne mutlu ona iman edip onu tasdik edenlere!” (bk. Sefvurî, Nüzhetu’l-mecalis ve Muntehabu’n-nefais, 1/170). Tekrar edelim ki, bu hikayenin sıhhat derecesini test edemedik, bilemiyoruz. 26 Ayetlerde geçen, insan nankördür(Adiyat, 6), zalimdir(İbrahim, 34) "Kaçış nereye?" der. (Kyame, 10), çok zâlim ve çok câhildir(Ahzab, 72), acelecidir(İsra, 11), cimridir (Mearic, 19) insandan kasıt kimdir? Bu ayetlerde yer alan “el-insan” kavramı belli bir şahıstan çok genel olarak insan nevini/türünü gösterir. Prensip olarak ilgili ayetlerde söz konusu edilen özellikler insanın yapısında vardır. İmtihanın gereği olarak verilen ve özgür iradeyle frenlenmesi istenen bu özellikler, imtihanı kazanmak veya kaybetmekle yakından ilgilidir. Bunları frenleyen kimse başarılı, frenlemeyip uygulamaya koyan kimse ise başarısız sayılır. Gerçek başarısız olanlar kâfirler olduğu için bu gibi ifadeler özellikle onlara bakar, fakat diğer insanların da dikkat etmeleri için uyarıda bulunur. Adiyat(6) suresinde geçen “kenud” kavramı nankörlük manasına gelir. Hasan-ı Basrî hazretleri ilgili ayeti “Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür” şeklinde anlamış ve bunu şu sözlerle açıklamıştır: “İnsan öyle bir nankördür ki, başına gelen bir musibetten ötürü Rabbinin bütün nimetlerini unutuyor.”(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Ebu Ümame’den nakledildiğine göre, Peygamberimiz de bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Kenud (öyle bir cimridir ki), yemeğini tek başına yemeyi tercih eder; (öyle bir zalim/gaddardır ki), kölesini döver; (ve öyle şefkatsiz, merhametsizdir biridir ki), sıla-i rahim yapmaz, kimseye iyilik etmez”(a.g.y). Bu hadiste nankörlüğün bazı yönleri ön plana çıkartılmış ve insanlar irşat edilmiştir. ”Gerçekten insan çok zalim ve pek nankördür”(İbrahim, 34) mealindeki ayette de insanların zulüm ve nankörlük damarına işaret edilmiştir. İnsanların bu fıtrî özelliklerine vurgu yapılarak buna karşı uyanık olmaları hususunda uyarılmışlardır. Diğer ayetleri de bunlara kıyas edebiliriz. Yukarıda da arz edildiği üzere, soruda yer alan ayetlerin hepsinde genel olarak insan nevi/türü kastedilmiştir. Ancak Kur’an’da prensip olarak iman-küfür muvazenesi yapılır. Mümin fasık kimselerden çok az söz edilir. Bu sebeple, güzel vasıflar, mükemmel müminler için, kötü vasıflar tamamen kâfir olan kimseler için söz konusudur. Kötü akıbetten, kötü huylardan söz eden bu gibi ayetlerde de ilk muhatap kâfirlerdir. Yani asıl nankör, zalim, cahil, kıyamet günü bir kaçış yolunu aramak zorunda kalan, aceleci(acele, peşin olan dünya lezzetlerini tercih eden), cimri(ahiret mükâfatına inanmadığı için zekatını ve diğer sadakları vermeyen..) olanlar kâfirdir. Bu vasıflar onlara yakışıyor. Eğer mümin de bu gibi çirkin hallere düşerse bu da küfür veya nifaktan bazı vasıfları barındırmış olur. Bilindiği üzere, bir kâfir hayatı boyunca kâfirlik vasfı olan çirkin huylar göstermediği gibi, bir mümin de her zaman imanın gereği olan bütün güzel vasıfları yansıtmaz. Nitekim, bazen kâfir doğruyu, mümin yalanı konuşabiliyor. Halbuki ne kadar güzel vasıflar varsa hepsi imanın bir gereği, ne kadar çirkin vasıflar varsa hepsi de küfrün bir mahsulüdür. İşte Kur’an’da küfre mahsus olan kötü vasıflar eleştirilirken, kâfirler tehdit ediliyor, müminler de irşat ediliyor. Özetle, imtihan gereği, insanda iyi huylar yanında kötü huylar da vardır. İman insanı fıtratında bulunan- kötü huyların karanlığından çıkarıp güzel ahlak nuruna kavuşturur. Küfür 27 ise, insanı -fıtratında var olan- güzel huyların aydınlığından uzaklaştırıp, kötü huyların karanlığında boğar. Ayetlerde bu muvazenelerin yapılmasına imkân sağlamıştır.. 28