Türkiye’de Eşitlik ve Anayasa Konferansı 25 Haziran 2010 Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın açış konuşması Merhaba günaydın, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’nun Frederich Ebert Vakfı İstanbul temsilciliğinin desteği ile düzenlemiş olduğu “Türkiye’de Eşitlik ve Anayasa” konulu konferansa hoş geldiniz. Özellikle, hepinize, ama özellikle toplantıya konuşmacı olarak katılan yabancı misafirlerimize ve İstanbul dışından gelerek toplantıya katılan misafirlerimize teşekkür ederim. Burada olduğunuz için gerçekten çok memnunum. Bu konferansın gerisinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Ayşen Candaş’ın Sosyal Politika Forumu araştırmacılarından Volkan Yılmaz, Burcu Yakut Çakar ve Sevda Günseli’nin desteği ile hazırlamış olduğu Türkiye’de eşitsizlikler konulu bir çalışma var. Bu çalışma Açık Toplum Vakfı’nın desteği ile yürütüldü. Hem Frederich Ebert Vakfı hem de Açık Toplum Vakfı Sosyal Politika Forumu’nun kurulduğu günden beri yanında olan bize destek veren kurumlar. 2004 yılında kurulduğumuz yıl ilk düzenlemiş olduğumuz uluslararası konferans da bu kurumların desteğiyle düzenlenmişti ve konumuz, ilk uluslararası konferansımızın konusu temel gelir veya Türkiye’de kullanıldığı biçimiyle vatandaşlık geliriydi. Ve konunun bu şekilde seçilmiş olması kesinlikle tesadüf değildi. Vatandaşlık geliri kavramıyla Sosyal Politika Forumu’nun yoksulluk, sosyal dışlanma gibi konulara yaklaşımı arasında çok büyük bir uyum var. Ve bu uyum bizim duruşumuzu, Sosyal Politika Forumu’nun duruşunu çok güzel yansıtan bir uyum. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu (SPF), kurulduğundan beri, insanın içinde yaşadığı topluma o toplumun herkesle eşit bir ferdi olarak katılabilmesinin önündeki engelleri inceledi, bu engellerin eşit vatandaşlık ilkesi doğrultusunda, hak temelli bir yaklaşımla ortadan kaldırılmaları için alınabilecek önlemlerin niteliği üzerine düşünce üretmeye çalıştı. Bunu yaparken, çalışma koşulları, istihdamla yoksulluk arasındaki ilişki, işçi örgütlenmesinin önündeki engeller, çocuk yoksulluğu, sağlık hizmetlerine ulaşım, bakım hizmetlerinin yetersizliği, kadınların çalışma hayatına katılımı gibi tek tek pek çok sorun alanına girdik ve kendi çalışmalarımızın dışında bu alanlarda yapılmış çalışmaları olabildiğince yakından izlemeye çalıştık. SPF’nin kurulduğu 2004 yılından beri, önümüze durmadan bu konularda yazılmış raporlar geldi. Bu raporlar, Türkiye’deki eşitsizliklerin farklı boyutları hakkında çok önemli bilgiler içeriyorlardı. Ama bu çalışmaların hep birlikte çizdikleri resim tek tek yapılan çalışmaların toplamından daha fazla bir şeydi. Bunu farkettiğimiz zaman, resmin bütününe bakmak ve çözümleri bu bütün üzerinden üretmek gerektiğini düşünmeye başladık. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 1 Bölümü öğretim üyesi Ayşen Candaş’ın SPF bünyesinde çalışan araştırmacılarından Volkan Yılmaz, Burcu Yakut Çakar ve Sevda Günseli’den oluşan bir ekiple birlikte gerçekleştirdiği Türkiye’de Eşitsizlikler konulu çalışma bu tür bir “resmin bütününe bakmak” çabası oluşturuyor. Bu çalışma Türkiye’deki eşitsizliğin farklı alanlarına bakıyor. Giriş ve sonuç bölümlerinin dışında beş bölümden oluşan bu çalışma, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve gelir yoksulluğu sorunlarından başlayarak, eşitsizliğin çalışma hayatında, sosyal güvenlik sistemi içinde, eğitime alanında ve siyasi temsil süreçlerinde ortaya çıkan tezahürlerini somut verilerle ve karşılaştırmalı bir perspektifle ortaya koyuyor. Bunu, bütün bu konularda, ağırlıklı olarak son beş yıl içinde yazılmış ulusal ve uluslarlarası raporlarla çeşitli makalelerin incelenmesine dayanan devasa bir sentez çalışması kapsamında gerçekleştiriyor. Dolayısıyla çalışma, eşitlik ve eşitsizlik konularıyla farklı bağlamlarda ilgilenen herkes için fevkalade yararlı olabilecek bir başvuru dokümanı niteliğinde. Elinizdeki çalışma sadece bir eşitsizlikler dökümü değil. Genel bir resim çiziyor çalışma ve bu resme baktığımız zaman Türkiye toplumu hakkında Türkiye’nin birlikte yaşama biçimi hakkında bir fikir ediniyoruz. Biz bu toplumda nasıl birlikte yaşıyoruz. Bu birlikte yaşama biçiminin maalesef çok da iç açıcı olmadığı ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin boyutları bizim birlikte yaşama biçimimizin sakatlıklarına da işaret ediyor. Rapor buna işaret ederken aynı zamanda bir çözüm yolu da gösteriyor. Ve bu çözüm yolu eşit vatandaşlık ilkesi temelinde biçimlenen bir anayasal demokrasi anlayışına uygun bir çözüm yolu bulmak durumunda. Dolayısıyla rapor şöyle bir farkındalık yaratıyor. Bizim birlikte yaşama biçimimiz ile eşit vatandaşlık ilkesi çerçevesinde biçimlenen bir anayasal demokrasi arasında nasıl bir uyum vardır, nasıl bir uyumsuzluk vardır. Bizi bunun üzerine düşünmeye zorluyor. Bunu düşünürken de çözümlerin ancak toplu bir siyasi irade ortaya koyarak sosyal içermeye yönelik sosyal hakların anayasal haklar olarak ortaya çıktı bir ortamda çözümleri gerçekleştirebileceğimize işaret ediyor. Ben bunun Türkiye’de siyasetin yeniden yapılanması tartışmaları içinde çok önemli bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Yurtdışından gelerek konuşmacı olarak aramıza katılan misafirlerimizin de bu mesajın netleşmesi ve güçlenmesi yönünde katkılarda bulunacaklarına eminim, burada olduklarından çok memnunum, çok sevinçliyim. Kendilerini dinlemek için sabırsızlanıyorum onun için şimdi sözü Frederich Ebert Vakfı İstanbul temsilcisi Michael Meier’e bırakmak istiyorum. Kendi hoş geldiniz konuşmasını yapmak üzere. Buyrun. Yalnız ondan önce iki telgrafımız var. İstanbul milletvekillerimizden biri Bayram Meral, biri Gürdal Akşit onu da belirtmek istiyorum. Kendilerine teşekkür ederek bizi hatırladıkları için. Buyrun. Michael Meier’in konuşması Thank you very much. My name is Michael Meier. I am representing the Friedrich Ebert Foundation, here in Turkey. I am a newcomer at Turkey and I am very honored to be here with you today. Thank you for this occasion. I would like to use occasion to tell you who do not maybe know a lot about Ebert Foundation, a little about the foundation. This Ebert Foundation has founded in 1925 as legacy of first German president Mr. Frederich Ebert who died at that year, so 85 years old, almost as old as the Republic of Turkey. We have more than hundred officers around the world, with the largest social democratic think tank in the world. In Turkey we have established an office in 1987 and we have two offices in İstanbul and Ankara... currently working on the stream major program lines. One is on 2 democracy and human rights second is on economy and social affairs and the third is on foreign politics. We do work as partners, universities, think tanks, we work with NGO's like women's groups, human rights organizations. We support trade unions and we work also with parliament, with ministry for instance. Our instruments are conferences like this one, seminars, workshops... We do support studies and research papers, also ... papers. We organize exchange and visiting programs between Turkey and Germany and between Turkey and Europe or other countries. On the conference, as you can see here, there are some few words here concerning the motto, the theme, guidelines, the spirit of the Ebert Foundation. It is democracy, social justice and the national cooperation. And what we are doing here today, is exactly is the spirit of what we would like to support worldwide, social justice. I think this topic is very crucial for every society not only in Turkey. For instance, in Germany we have the largest imbalances in the education system in EU. It was a study which found out that even though we have tried for many years to bring these imbalances down but, we have to realize that we are not successful in Germany. So we are trying our best. We are 16 officers in Germany, the Ebert foundation in all of the regions but we were not successful enough. Well inequalities, injustice is a wide spread phenomenon. We find poverty, exploitation, oppression, insecurity, marginalization everywhere not only in Turkey. These inequalities form our point of view are very often source of social unrest and inbalances which then come back to the political sphere the economic sphere. That's why we have to tackle them. They are the source of many problems so we have to talk about it. And this is a very good occasion to talk about this. We have in Turkey like everywhere, always the same target groups who are faced with these problems. The handicapped, people with other religions, sexual orientation other races or they are the most vulnerable groups. The Ebert Foundation stands for this social justice, solidarity and basic social standards if we can support a conference like this one we are very happy on that. Currently we are discussing constitutional package in Turkey, everybody knows about that, we will have a referandum on the 12th of September. I think there are very positive elements in this constitutional package very positive ones like ... ombudsman or like paragraphs on positive discrimination or children's rights. I don't want to talk about the other points but from my point of view unfortunately there is also sort of missed opportunity, a broader public debate which started two years back very well but then ended and well we have the package with some very positive elements as I said. One could have included more ideas from civil society, from academia like this ones, but maybe next time. At the end of my short speech I would like to thank the organizers first. Thank you very much for all of you, for doing this wonderful work. Thank you for the researches for writing this report. Thank you for the organizations. I wish you success today I wish you a fruitful discussion and I hope that we can continue this discussion in the future, thanks. Gökçe Tüylüoğlu'nun konuşması Merhabalar, Gökçe Tüylüoğlu ismim. Açık Toplum Vakfı'nın genel sekreterliğini yürütüyorum. Açık Toplum Vakfı olarak sadece bu araştırmaya değil ama 2004 yılında Sosyal Politika Forumu'nun kuruluşuna da destek vermiş olmaktan büyük memnuniyet duyuyoruz. Açık Toplum klasik anlamıyla herkesin ne kadar farklı olursa olsun görüşlerini ifade edebilmesi anlamına geliyor bizim için ama bizim Açık Toplum'dan anladığımız sadece bu kadarla yeterli değil. Sadece bu klasik tanımla yeterli değil aynı zamanda insanların kamu 3 hayatına anlamlı bir şekilde katılmasının gereği olan asgari sosyal hakların gerçekleşmesini de demokratik bir ortamın oluşmasına engel olabilecek derin toplumsal eşitsizlikler konusunda bilgili ve duyarlı olmayı da anlıyoruz. Bu nedenle de yine kuruluşuna mütevazi bir katkı yaptığımız başka bir sivil toplum kuruluşu olan Eğitim Reformu Girişimi'nin Eğitim'de Temel Eşitsizlikler konulu çalışmasını destekledik. Yine Sosyal Politika Forumu tarafından gerçekleştirilen bir başka proje olan mahalle kreşleri destekledik. Ve yine aynı perspektifle bütün bu çalışmaları önemsiyoruz. Yine bu dünya görüşü ile desteklediğimiz diğer çalışmalardan biri olan Maden-Sen'in özel sektör madenciliğindeki hak ihlalleri ile ilgili yapmış olduğu çalışmayı destekledik. Bu hak ihlallerinin belgelenmesi ile ilgili çalışmayı destekledik. Ve önümüzdeki aylarda yayımlayacağımız bir başka araştırmamız da sosyal mobilite ile ilgili. Yine Boğaziçi Üniversitesi'nden çok değerli iki akademisyenin gerçekleştirdiği bu çalışma eşitsizlikler kadar önemli olan ama bir o kadar da az bildiğimiz sosyal mobilite konusunu gözümüzün önünde canlandırmaya başlamak için ve sosyal mobilitenin göstergelerini sistematik olarak izlemeye başlamamıza katkı yapacağını düşünerek bunu da önemsiyoruz. Biz Açık Toplum Vakfı olarak önümüzdeki dönemde yine bu duyarlıklarla bu değerlerle bu perspektifle çalışmaya devam edeceğiz, ve destek vermeye devam edeceğiz. Bugün dinleyeceğimiz araştırma ve görüşlerin de bize önemli bir yol göstereceğine eminim herkesi içtenlikle tebrik ederim. Sağolun. Yrd. Doç. Dr. Ayşen Candaş’ın konuşması Merhaba önce bu kadar karanlık bir günde yağmurlu bir günde geldiğiniz için özellikle Ankara'dan gelenlere teşekkür etmek istiyorum. Yurtdışından gelen konuşmacılarımıza da teşekkür etmek istiyorum. Ben de teşekkürlerle devam edeyim. Bu araştırmanın yapılması Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum sayesinde oldu. Frederich Ebert de konferansın yapılmasını sağladı. Bütün bu kuruluşlara ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Bu bir ekip çalışması. Dolayısıyla ben ekibin geniş özetini sunuyorum onun da altını çizmek istiyorum ve umarım sizi sıkmadan oldukça uzun bir konuşma yapacağım şimdi. Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış adlı rapor, son bir yıldır yürüttüğümüz bir çalışmanın ürünü. Bu çalışmada, gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında Türkiye’de bugün varolan, ve uluslararası ve ulusal kurum ve araştırmacılar tarafından tespit edilmiş kalıcı eşitsizlikleri, bu eşitsizliklerin içiçe geçmişliklerini vurgulayacak şekilde biraraya getirdik. Aynı zamanda bu eşitsizliklerin boyutlarının ve hangi gruplar için çeşitli eşitsizlik türlerinin üstüste bindiğinin bir nevi fotoğrafını çektik. Bu alanlara ek olarak, siyasi temsile dair Türkiye’de varolan eşitsizlikleri demokrasi kuramı çerçevesinde tartışmaya açtık. Öncelikle, eşitliğe nasıl yaklaştığımızı söyleyerek başlamakta fayda var. Bu rapor çerçevesinde tanımlandığı şekliyle eşitlik, eşit vatandaşlık fikrinin dayandığı ve demokratik devletlerin yurttaşlarına sağlaması gereken tarzda bir eşitliğe gönderme yapıyor. Dolayısıyla ‘bir ideal olarak eşitlik nedir’ gibi geniş kuramsal bir sorudan çok, demokratik bir haklar rejiminde eşit haklara sahip olduğu varsayılan fertlerin, bu hakların icrasına eşit erişimlerinin sağlanmasının asgari düzeyde neleri gerektirdiği üzerinde duruyoruz. Raporun işaret ettiği tablo, gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ile siyasi temsil alanlarında, vatandaşların hakların icrasına eşit erişimi açısından çok boyutlu mağduriyetlerin yaşanmakta olduğunu sergiliyor. Dolayısıyla bu mağduriyetleri gidermeyi hedefleyen eşit vatandaşlığın 4 tesisine yönelik çözümlerin de çok boyutlu, dönüştürücü ve bütünsel olmasının gerektiği ortaya çıkıyor. Bu çalışma içerisinde toplumsal eşitsizliklere yoğunlaşırken, özellikle kalıcı eşitsizlikler üzerinde durduk. Kalıcı eşitsizlikler kavramı, eşitliğin prensip edinilmediği siyasi ortamlarda süreklileşen ve adeta kendilerine doğallık atfedilmeye başlanan eşitsizliklere gönderme yapıyor. Toplumsal eşitliği hedefleyen siyasi müdahalelerin mevcut olmadığı durumlarda, bir alandaki eşitsizlik sıklıkla başka alanlara da sirayet ediyor. Örneğin, zorunlu göçe maruz kalan bir aileye doğan bir çocuk, büyük olasılıkla ortaöğretimi bitiremeden kayıtsız ve sosyal güvenceden yoksun bir işte çalışmaya başlayacak. Uzun çalışma saatleri içerisinde örgütlenmeye fırsat bulamayacak, olur da örgütlenirse bu nedenle işten atılması ihtimal dahilinde olacak. Eşitsizliğin kalıcılaşmasının sonucunda, zamanla bu çocuğun umutları ve hayattan beklentileri de büyük olasılıkla, varolan adaletsizliklerin kabulüne göre şekillenip törpülenecek. Halbuki tüm kalıcı eşitsizlikler, dönüştürücü sosyal politikalar, demokratik kurumlar ve özgürleştirici yasalar yoluyla azaltılabilir, hatta tümüyle ortadan kaldırılabilirler. Demokratik bir siyasi rejimde eşitlikten ne anlaşılması gerektiğini anlamak için belki ilk yapılması gereken, eşitlikten neyin anlaşılmaması gerektiğini belirlemek. Günümüzün karmaşık toplumlarından biri olan Türkiye toplumunda, hem sosyal ve kültürel çeşitlilik mevcut, hem de derin ve kalıcı eşitsizliklerle içiçe geçmiş ayrımcılık tezahürleri. Dolayısıyla böylesi bir toplumda toplumsal eşitliğe dair iki nokta vurgulanabilir: Birincisi, karmaşık bir toplumda amaçlanması gereken eşitlik bir tektipleşme ideali olamaz. Çeşitlilik arzeden bir toplumda, ancak çeşitliliğin sürekliliğine imkan veren tarzda bir eşitliği savunabiliriz. Böyle bir toplumda savunulacak eşitlik anlayışı, yaşam stillerini, anadilleri, etnik aidiyetleri, inanç tarzlarını, inanmamayı ya da farklı varoluş ve mutlu olma biçimlerini tektipleştirmeyi hedefleyemez. İkinci olarak vurgulanması gereken de şudur: İçinde yaşadığımız dönemde demokratik ve sosyal bir devletin birincil amacı geçmişten miras alınan eşitsizlikleri, hukuk tarafından eşit oldukları vazedilen vatandaşlar açısından etkisiz hale getirecek önlemleri almak ve eşit hak ve özgürlükleri gerçekleştirecek şekilde toplumun kurum ve pratiklerini dönüştürmektir. Fırsat eşitliğinin kağıt üstünde tanındığı, ancak dezavantajlı konuma doğan fertlerin ve grupların fırsat eşitliğini hayata geçirmesini sağlayacak sosyal politikaların uygulanmadığı ortamlarda, içine doğulan ve fertlerin seçmemiş ve oluşmasına da katkıda bulunmamış olduğu eşitsizlikler, hem daha da derinleşir, hem de nesilden nesile aktarılır. Nesilden nesile aktarılan, demokratik ve sosyal devletin görevini yapmadığı ortamda ailelerin ve fertlerin kaderiymiş gibi algılanan ve sosyal hareketliliği imkansız kılan eşitsizlikler, kalıcı eşitsizliklerdir ve bunların dönüştürülmesi eşit vatandaşlık açısından kesin olarak gereklidir. Dolayısıyla eşitlik, hem demokratik bir toplumu organize edecek olan temel prensip, hem de kurum ve pratikleri dönüştürecek bir süreç olarak algılanmalıdır. Böylesi bir eşitlik tahayyülü, ortak adalet duygusunun prensiplerinin belirlendiği anayasal düzlemin yanı sıra, bu prensiplerin hayata geçirilmesi amacıyla uygulanacak politikalar düzeyinde de kurumsallaşmalıdır. Jürgen Habermas’ın belirttiği gibi, anayasalar demokratik toplumlarda bitmeyen ve bitmeyecek süreçlerdir. Eşitsizlikleri dönüştürmeyi hedefleyen bir demokraside, kamu vicdanına ve kamusal akla dair görüşler, zaman içindeki gelişimlerini vatandaşların aktif katılımları sayesinde sürdürürler. Siyasi rejim, eşit özgürlüğü herkes için mümkün kılacak olan kamusal imkanlara eşit erişimi sağlamalıdır ki; vatandaşlar kendi belirleyecekleri amaçlar doğrultusunda, özgürce ve birlikte yaşayabilsinler ve adalet 5 duygularıyla beraber, ortak yaşam alanlarını da birlikte, adil ve demokratik bir yöne doğru dönüştürmeye devam edebilsinler. Varolan adaletsizlik ve eşitsizlik tezahürleri arasında, başlıca iki tür dönüştürülmesi gereken kalıcı eşitsizlik alanı görülmekte ve bunlar hem kendi kategorileri içinde hem de birbirleriyle içiçe geçmiş şekilde karşımıza çıkmakta. Bunlardan ilki, dezavantajlı sosyoekonomik konuma doğan fertlerin, doğdukları şartlardaki imkansızlıkların sonuçlarını, bütün tezahürleriyle beraber tek başlarına omuzlayarak sosyalleşmelerine sebep olan kalıcı eşitsizlikler. Bu tarz eşitsizlik temelde hanenin gelir seviyesi gibi nesnel sosyoekonomik koşullardan kaynaklanıyor. Örneğin, belli bir gelir seviyesindeki bir hanenin içine doğmak, alınacak eğitimin seviyesini ve kalitesini, alınacak sağlık hizmetlerinin kalite ve seviyesini, kişinin gelecekte istihdam içerisindeki konumunu, hatta erişilmesi mümkün olan siyasi katılımın derecesi ve niteliğini doğrudan etkileyebiliyor. Mutlak surette dönüştürülmesi gereken ikinci tür kalıcı eşitsizlik, fertlerin ve bu fertlerin ait oldukları grupların sosyoekonomik konumlarından ziyade, öncelikle toplumsal statülerine ve toplumsal hiyerarşideki konumlarına ilişkin olarak ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin kalıcı şekilde yerleşmiş olduğu toplumlar, sadece gelir seviyesinin ve maddi olanakların gelecekten beklenebilir hayat kalitesine dair umutları bile etkilediği ve biçimlendirdiği toplumlar değiller, aynı zamanda Weberyan manada statü toplumları. Bu toplumlarda gelir seviyesi ne olursa olsun etnik kökene ve/veya anadile bağıl, din ya da mezhebe dayalı, ya da toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelime dayalı kimlik, çoğunluğun eğilimlerinden ya da egemen ideolojiden ayrıştığı ölçüde aşağı görülme ve denk addedilmeme sebebi olabiliyor. Yazılı kurallara bağlı olmadığı durumlarda bile pratiklere sinmiş olabilen bu toplumsal hiyerarşi ve statü anlayışı, fertleri statü skalasında ait oldukları düşünülen konuma göre sınıflandırıp, fert ve grupların birbirleriyle kurdukları ilişkileri yapılandırabiliyor. Her türlü ayrımcılığın yaygın olduğu ve bu ayrımcılık türlerine karşı kamunun yasal güvence sağlamadığı toplumlarda, toplumun çoğunluğundan ayrışan bir farklılığa sahip olarak doğmak ya da böyle bir farklılığı sonradan edinmek, kişinin eğitime erişip erişemeyeceğini, işten atılıp atılmayacağını, hatta siyaseten kendini temsil edip edemeyeceğini belirleyebiliyor. İlk kalıcı eşitsizlik türüne sosyoekonomik eşitsizlik, ikinci kalıcı eşitsizlik türüne ise ayrımcılık diyoruz. Toplumsal hayat şüphesiz ki sosyoekonomik eşitsizliklerle ayrımcılık arasındaki bu analitik ayrımın temsil ettiğinden çok daha karmaşık bir yapı sergiliyor. Bazen yazılı olmayan kurallarla işleyen toplumsal hiyerarşideki statüsü eşit kabul edilmediği için, gelir düzeyi nispeten yüksek birilerinin ayrımcılığa uğradığını görebiliyoruz, bazense gelir düzeyi düşük olan iki kişiden birinin toplumsal statü hiyerarşisindeki yeri sebebiyle daha da dezavantajlı durumda olabileceğine, diğerininse sırf çoğunluğun aidiyet duygularını paylaştığı için en azından toplumla daha kaynaşmış hissedebildiğine tanık oluyoruz. Üstelik sosyal olgulardaki içiçe geçme ve karmaşıklık düzeyi o kadar yüksek ki, çoğu zaman başta kimliği yüzünden ayrımcılığa uğramış olanın, zamanla bir de yoksullaşması ya da yoksul olanın zamanla yoksul olduğu için de dışlanması ve ayrımcılığa maruz kalması gibi kalıcı eşitsizlik türleri açısından ‘melez’ durumlar oluşuyor. Günümüzün karmaşık toplumlarında eşitsizliğin nedenlerinin ve tezahürlerinin bu içiçe geçme durumunun ya da çok boyutluluğunun istisnadan çok kural durumunda olduğunu anlamamız büyük önem taşıyor. 6 İster başta sosyal ve ekonomik koşullardan kaynaklanmış, ister başta denk görülmeme, eşit değerde davranılmama ve dışlanma durumundan kaynaklanmış olsun, oluşan tüm ‘melez’ durumlarda, eğer toplumsal eşitliği şiar edinen bir hukuk sistemi ve vazedilen eşitliği pratiğe geçiren sosyal politikalar uygulanmıyorsa, eşitsizlik nesilden nesile aktarılarak kalıcılaşıyor. Eşitsizlikler kalıcılaşırken, fertler kamusal imkanlardan eşit derecede faydalanamıyor, kağıt üzerinde tanımlı bir fırsat eşitliği hayata geçirilemiyor, kişilerin kamu alanlarına, kamu imkanlarına ve siyasi temsile eşit erişim olanakları da had safhada kısıtlanmış oluyor. Gerek çeşitli sebeplerle çoğunluktan ayrışan konumlarıyla ayrımcılığa, gerekse sosyoekonomik eşitsizliklerden dolayı nesiller boyu yoksulluğa ve sömürüye mahkum bırakılan gruplar, zamanla aynı anda hem ayrımcılık hem de yoksulluğa maruz kalıyor ve toplumun kamusal merkezinden ve siyasi gündeminden koparak, seslerini de duyuramaz şekilde marjinalize oluyor ve sorunları başta meclis olmak üzere hiç bir siyasal kamu alanına taşınamadığı müddetçe de görünmez hale geliyorlar. İşte bu tür bir marjinalleşme deneyimiyle beraber, toplumsal eşitsizliğin zamanla oluşan tezahürleri, adeta ‘doğal’mışlar ‘öyle olmalıymış’lar gibi addediliyor ve aslında kalıcı eşitsizliklere maruz kalmış olmanın tezahürleri olan koşullar, sanki bile isteye seçilip üretilmişler gibi algılanmaya başlıyorlar. Zaman zaman kalıcı sosyoekonomik eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların beraber yaşanmasından türemiş, kast sistemine benzer, sosyal hareketliliğin yokolduğu grup deneyimlerinin tezahürleri ‘kültür’ olarak algılanıyor ve bunlara çeşitliliğin korunması şeklinde bakılabiliyor. Örneğin, nesiller boyu hem ayrımcılığa hem de yoksulluğa maruz bırakılmış Roman kökenli yurttaşların, çiçek satmalarına engel olunmaması ya da müzikleri ile toplumsal olarak tanınmaları ve takdir görmeleri, eşit yurttaşlar olarak yaşayabildiklerini göstermez. Romanlara tüm kamu imkan ve hizmetlerine eşit erişimlerinin ayrımcılığa maruz kalmaksızın sağlanması yerine, devletin, Romanların ‘özsel’ kültürel öğeleri olarak tanıdığı ‘müzisyen olma’ ya da ‘çiçek satma’ haklarını koruması, toplumsal eşitliği hedefleyen bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Eşit vatandaşlıktan kamu imkanlarına eşit erişim olanağından ve bu sorunların siyasallaşmasına imkan verecek siyasi temsilden dışlanmanın uzun vadeli sonucu, toplumsal hiyerarşiye dayalı, kast sistemine benzer, özünde ayrımcı bir toplumsal işbölümünün, doğalmış ve serbest iradeyle oluşmuş gibi görülegelmesi olabiliyor. Eşitlik ideali ve eşitliğin tesis edilmesine yönelik politikalar bu yaklaşımın çok ötesinde bir siyasi vizyonu ve iradeyi gerektiriyor. Bu bağlamda, farklılığın tanınıp eşitliğin amaçlanmadığı siyasi rejimler, ancak apartheid rejimleri, kast sistemi, ya da birlikte yaşamak yerine yanyana, kaynaşmadan ve ayrı kurallarla yaşamayı kurumsallaştıran ve nüfusu oluşturan grupları birbirinden izole eden ‘millet’ sistemlerini üretebiliyorlar. Bu ortamlarda farklılıklarla beraber eşit derecede özgür yaşama imkanı yok oluyor, bunun yerine yanyana ve hiyerarşik şekilde konumlanan, beraber sosyalleşip karışmadan ve eşit özgürlüklere değil farklı kurallara bağlı yaşam tarzlarını yasallaştıran ve güçsüzün güçlüye bağımlılığını yasa haline getiren ve miras alınan hiyerarşiyi doğallaştıran ortamlar oluşuyor. İkinci olarak, farklılıkların ve çeşitliliğin gerçekliğini ve dolayısıyla siyasette çoğulculuğun gerekliliğini reddedip, eşitliği ‘aynılık’ şeklinde benimseyen siyasi rejimlerden söz etmek gerekir. Bu rejimler de, tektipleştirmeyi kurumsallaştırıyorlar, karmaşık bir toplumu oluşturan fertlere, çoğunluğun kimliğini bütün detaylarıyla giydirmeye çabalıyorlar. Günümüzün karmaşık toplumlarında farklılıkların verili olduğunun reddi, fertler açısından iki olumsuz sonuç doğurabiliyor. Bu sonuçlardan ilki, topluma, ekonomiye, siyasete eşit koşullarda katılabilmek ve kamunun imkanlarından faydalanabilmek için ferdin kimliğini 7 bastırması, kişinin kendiliğini reddetmesi bir koşul haline gelebiliyor. Bu durumda fert, kamu imkanlarından faydalanabilmek ve/veya siyasi temsile eşit erişim imkanı elde etmek için ya statü hiyerarşisinde aşağı görülen kimliğini saklamak zorunda kalıyor, ki bu tektipleşme ile sonuçlanıyor; ya da bunu yapmaktansa, kamu imkanlarına başvurmaktan vazgeçiyor, kamu vicdanının varolmadığına, ortak bir adalet mefhumunun bulunmadığına, kamu vicdanına seslenemeyeceğine kanaat getirip, topluma özgürce, kendiliğini bastırmadan entegre olma ve eşit vatandaş olarak tanınma talebinden vazgeçiyor. Farklılıkların varlığının reddinin bir diğer sonucu ise, toplumu oluşturan fertlerin içinde bulundukları dezavantajlı konumlara kör ve eşitliği yalnızca prensip düzeyinde tanıyan politikaların fertler açısından eşit yapabilirlikleri beraberinde getirmemesi. Yasal düzlemde herkese evrensel bir biçimde tanınan haklar rejimi, politikalar düzeyinde toplumsal eşitsizlikleri görmezden geldiği durumda eşitliğe yönelik dönüştürücü gücünü kaybedebiliyor. Örneğin, kadınların da erkeklerin de çalışma hakkının yasal olarak tanındığı bir ülkede, kadının toplumda üstlendiği ve özgürce çalışıp çalışmama kararını vermesinin önünde engel oluşturan kadının üzerindeki bakım yükünü azaltmayı hedefleyen kamu politikaları yoksa, orada hakların eşit yapabilirliklere yol açmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca, farklılıkların reddi şu biçimde de gerçekleşebiliyor. Görme engelli bir öğrencinin her öğrenci gibi okulun tüm hizmetlerinden faydalanma hakkı olmasına rağmen, Braille alfabesi ile basılmış eğitim materyalleri kısıtlıysa, o öğrencinin farklılığının görmezden gelinmesinden kaynaklanan bir eşitsizlik ortaya çıkıyor. Benzer şekilde, üniversiteye gitmeye herkes kadar hakkı olan başörtülü genç kadınlar ya başörtülerini çıkarmak ya da üniversite eğitimi alamamak arasında seçim yapmaya zorlanıyorlar. Bu yaklaşım çerçevesinde, raporda öne çıkan kalıcı toplumsal eşitsizlik alanlarına değinmek isteriz. Tüm bu alanlara rapor içerisinde etraflıca değiniliyor ve bu raporun dayandığı bir çok araştırma bu sorun alanlarını tek tek çok daha derin bir biçimde inceliyor. Fakat burada bizim hedefimiz, tüm bu toplumsal eşitsizlik alanlarını birarada, içiçe geçmişliklerini sergileyerek değerlendirmek ve gelir dağılımı, istihdam, sağlık ve sosyal güvenlik, eğitim ve siyasi temsile dair kalıcı eşitsizlikler üzerine birlikte düşünmek. Kendi değerlendirmelerimize göre en çarpıcı eşitsizlik alanları şöyle: Gelir dağılımı adaletsizliği o2000’li yılların ortasında Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan sonra gelir dağılımı en adaletsiz ülke.i o2006 yılında Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik nüfusun geliri, en yoksul yüzde 20’lik nüfusun gelirinin 8 katından fazla ve bu oran tüm AB üye ülkelerinden yüksek.ii oToplam gelirden nüfusuna oranla en düşük payı alan bölgeler Güneydoğu ve Ortadoğu Anadolu bölgeleri.iii 8 Gelir yoksulluğu o2008 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık yüzde 0,54’ü açlık sınırının (4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 275 YTL), yüzde 17,11’i ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının (4 kişilik hanenin aylık yoksulluk sınırı 767 YTL) altında yaşıyor. iv oTürkiye’nin çocuk yoksulluğunda çok kötü bir sicili bulunuyor.v 2004 yılı verilerine göre, Türkiye OECD ülkeleri arasında çocuk yoksulluğu oranı en yüksek olan ülke.vi o2008 yılında gıda ve gıda dışı yoksulluk oranı kırda kentlerden daha yüksek.vii Çalışan yoksulluğu o2008 yılında ülke genelinde yoksulluk oranı yüzde 17,11 iken, tarımda çalışanların yaklaşık yüzde 40’ı yoksul.viii o2008 yılında yevmiyeli çalışanlar arasında yoksulluk oranı yaklaşık yüzde 29, kendi hesabına çalışanlar arasında yüzde 24 ve ücretsiz aile işçileri arasında ise yüzde 32.ix Vergilendirmede adaletsizlik o2005 yılında tüketim üzerinden alınan vergiler toplam vergi gelirinin yüzde 70’ine ulaştı. Bu nedenle, gelirine oranla en büyük yükü en düşük gelir grubu taşıyor.x İşgücüne katılımın önündeki engeller o2007 yılında Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 30’un altında, aynı oran OECD ülkeleri ortalamasında yüzde 62, Avrupa Birliği-19’un ortalaması ise yüzde 64.xi o2002 yılında engelliler arasında işgücüne katılım oranı yüzde 21,71 iken, engelli kadınlar arasında işgücüne katılım oranı yaklaşık yüzde 7.xii İşsizlik o1980 yılından 2004 yılına dek çalışma çağındaki nüfus 23 milyon kişi artmasına rağmen, sadece 6 milyon yeni iş yaratılabilmiş.xiii oİşsizliğin yüksek olduğu illerin bölgelere dağılımına bakıldığında da, özellikle Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu illeri başı çekiyor.xiv 9 oKadınların uzun süreli işsizlerin içerisindeki payı, erkeklere kıyasla çok daha yüksek. İş bulma umudunu kaybeden ve bu nedenle iş aramayan kadınların, işsiz kadınlara oranı yüzde 32 iken; erkeklerde aynı oran yüzde 18.xv oTürkiye’de, genç işsizliği uzun yıllardır toplam nüfusun işsizlik oranının neredeyse iki katı düzeyinde seyrediyor.xvi Kayıtdışı istihdam o2009 Ağustos’ta kayıtdışı istihdam, toplam istihdamın yüzde 45,7’sini, tarım dışı istihdamın ise yüzde 30,8’ini oluşturuyor.xvii oKayıtdışı istihdam edilenlerin maaşları kayıtlı çalışanlardan düşük ve çalışma saatleri kayıtlı çalışanlardan yüksek.xviii oKentlerde kayıtdışı istihdama eklemlenen nüfus aslında yakın dönemde kırdan kente göç etmiş, çalışma çağındaki eğitim seviyesi düşük nüfus.xix Uzun çalışma saatleri oTürkiye’de yaklaşık olarak her iki emekçiden biri yasal üst sınırın üzerinde sürelerde çalışmak durumunda kalıyor.xx Çocuk işçiliği o2006 yılında Türkiye’de zorunlu eğitim çağında olan 6-14 yaş grubundaki çocukların 318 bini çalışıyor.xxi o6-17 yaş grubundaki çocukların yaklaşık yüzde 6’sı iktisadi getirisi olan bir işte çalışıyor ve bu çocukların yaklaşık yüzde 70’i okula devam etmiyor.xxii oDiyarbakır, Batman, Adana, Adıyaman, Şanlıurfa ve Gaziantep’te mevsimlik tarım işçisi toplam 23,683 çocuk bulunuyor. Bu çocuklar, zorunlu sekiz yıllık temel eğitimleri sırasında ortalama olarak yılda 70 gün okullarından ayrı kalıyorlar.xxiii Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çalışan oranının düşüklüğü o2006 yılı için Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çalışanların oranı yüzde 13,3.xxiv AB üye ülkelerinin çoğunluğunda ise, çalışanların yüzde 70’inden fazlasının toplu iş sözleşmesi kapsamında olduğu görülüyor.xxv İş kazaları ve işe bağlı sağlık problemleri 10 oTürkiye’de her 32,996 işçiye bir iş müfettişi düşüyor, ILO’ya göre gelişmekte olan ülkelerde her 20,000 işçiye bir iş müfettişi düşmesi gerekiyor. xxvi o2007 yılında yaklaşık 80 bin iş kazasından 1043’ü ölümle sonuçlandı.xxvii oTürkiye, 2000’li yıllar boyunca iş kazasında yaşamını yitiren maden işçisi oranının yüz binde 70’in altına hiç düşmediği tek ülke.xxviii Çalışma yaşamında ayrımcılık oTürkiye’de kadınların aldıkları ücretin benzer işlerde çalışan erkeklerin aldıkları ücrete oranı 0,62. Toplumsal cinsiyet temelli ücret eşitsizliğinde Türkiye dünya sıralamasında 125 ülke arasında 84. sırada.xxix oTürkiye’de kamu kurumlarında çalışan anadili ve mezhebi toplumun çoğunluğundan farklı olanlara karşı açık ayrımcılık vakaları mevcut.xxx oTürkiye’de çalışma yaşamında lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel (LGBTT) bireylere karşı işe kabul etmeme ve işten çıkarmaya varan ayrımcı uygulamalar yaygın.xxxi Sosyal güvenceden yoksunluk o2006 yılı için Yeşil Kart dahil hiçbir sağlık güvencesi olmayan nüfusun oranı yüzde 19,8. Bu sosyal güvenceden yoksun kesimin en yoksul yüzde 30’luk gelir grubu içinde yer aldığı görülüyor.xxxii o2005 yılı için 65 yaş üzeri nüfusun yüzde 37’sinin 2022 sayılı kanunun öngördüğü yaşlılık maaşı dahil emeklilik maaşı yok.xxxiii oSosyal güvenlik kapsamında olmayan kadınların oranının Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çok yüksek olması (sırasıyla yüzde 84 ve yüzde 87), sosyal güvenlik alanında da bölgesel ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin örtüştüğünü gösteriyor.xxxiv o15-24 yaş grubundaki gençlerin yüzde 54’ü sosyal güvencesiz çalıştırılıyor.xxxv Eğitime erişimin önündeki engeller o1999-2005 yılları arasında, yani 6 yıl içerisinde, yaklaşık 440 bin çocuk ilköğretim diplomasına sahip olamadan hayata atıldı.xxxvi 11 oTürkiye’de okul öncesi okullulaşma oranı tüm OECD ülkelerinin gerisinde.xxxvii oTürkiye’de 15-19 yaş aralığındaki genç kızların yarısı ne eğitimde ne istihdamda.xxxviii o2002 yılında genel nüfus içerisinde okur yazar olmayan kişilerin payı yüzde 12,9 iken, engelli yurttaşlar arasında bu oran yüzde 36,3.xxxix Eğitimde eşitsizlikler oAnadili Kürtçe olan yurttaşların yüzde 46’sı ilköğretim mezunu değilken, ilköğretim mezunu olmayan anadili Türkçe olan yurttaşların oranı yüzde 9 seviyesinde. Benzer bir biçimde, yüksekokul ya da üniversite mezunu olma oranı araştırmaya katılan anadili Türkçe olan yurttaşlar arasında yüzde 10 düzeyinde iken, aynı oran anadili Kürtçe olanlarda yüzde 2, Türkçe ve Kürtçe dışında bir anadili olanlarda ise yüzde 7.xl oOkul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretimde İstanbul, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri öğrenci/öğretmen oranı en yüksek İBBS bölgeleri olarak göze çarpıyorlar.xli oDershaneleşme ve özel okulların sayısındaki artış, vasıf kazandıran eğitimi gelir düzeyinin bir fonksiyonu haline getiriyor.xlii oTürkiye’de düşük gelirli ailelerin çocukları düşük, yüksek gelirli ailelerin çocukları ise yüksek eğitim alıyorlar.xliii oMevcut eğitim sistemi ailenin sosyo ekonomik durumunun öğrenci başarısı üzerinde yarattığı dezavantajları ortadan kaldıramıyor.xliv Raporda öne çıkanlar arasında, siyasi temsil alanındaki eşitsizlikler farklı bir nitelik taşıyorlar. Bu farklılığın nedeni şu: Örgütlenme özgürlüğünün engellendiği, kısıtlandığı ya da örgütlenenlerin suçlu muamelesi gördüğü ortamlar, ifade özgürlüğünün miras alınmış kalıcı eşitsizlik ve ayrımcılıklara endeksli şekilde seçici biçimde tanındığı ortamlar, daha fazla demokrasi yerine daha çok adaletsizlik ve eşitsizlik üretme döngüsüne giriyorlar. Bu bağlamda örneğin, çalışma yaşamına dair bunca eşitsizlik bulunurken, Türkiye’de demokratikleşme çabasının sendikal haklar alanına yansımaması ciddi bir sorun. Sendikalar güçsüz kılındıkça, sosyal haklar da, sosyal güvenlik meseleleri de iş güvenliğine dair sorunlar da bir türlü gelmeleri gereken yer olan siyasi gündemin merkezine yerleşemiyorlar. Oysa kimliği ne olursa olsun sosyoekonomik açıdan toplumun en alt kademesinde yaşam 12 mücadelesi veren, görülmemiş derecede uzun saatler boyunca geçinmelerini sağlaması imkansız ücretler karşılığında çalışan ve buna rağmen yoksullaşmaya devam eden sosyal grupların insanca yaşam talepleri, ancak sendikal hakların ve sendikal örgütlenme özgürlüğünün ve toplu sözleşme hakkının tanınması sayesinde seslendirilebilir ve taleplerinin kamusal niteliği siyasallaşabilir. Bu bağlamda öne çıkan sorun alanları şöyle: Siyasi temsilin önündeki engeller oSeçimlerde uygulanan yüzde 10 barajı AB üye ülkelerinin tümündeki seçim barajlarından yüksek.xlv oParti kapatmalar sürüyor (son örnek, Demokratik Toplum Partisi). oSendikal haklar uluslararası standartlarda tanınmıyor ve bu nedenle Avrupa Birliği müzakere sürecinde “Sosyal Politika ve İstihdam” faslı açılamıyor.xlvi oBedensel engellilerin oy kullanması için gerekli koşullar sağlanmıyor.xlvii oTürkiye meclisteki kadın milletvekili oranına göre 188 ülke içerisinde 109. sırada.xlviii Bu tablo, Türkiye’nin gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ve siyasi temsil gibi temel vatandaşlık alanlarında ciddi boyutlarda kalıcı eşitsizliklerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Türkiye tüm bu alanlarda gerek OECD ülkeleri, gerekse adayı olduğu Avrupa Birliği’nin üyelerinin tümünden daha kötü durumda. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin kaynaklarına oranla eşitsizliklerle mücadelede ve yurttaşlarına insani refah sağlamada bugüne dek pek de olumlu bir performans sergilememesi. Biliyorsunuz 2009 yılında milli gelir temelinde yapılan dünya sıralamasında Türkiye’nin dünyanın en büyük 17. ülkesi olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar bu bir ulusal övünç kaynağı olarak kabul ediliyor olsa da, insani gelişme endeksinde Türkiye’nin sicili pek de iç açıcı değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2009 yılı İnsani Gelişim Raporu’na göre Türkiye kişi başına gayri safi yurt içi hasıla sıralamasında 63. sırada iken, insani gelişim endeksi sıralamasında 182 ülke arasında 79. sırada yer alıyor. Türkiye’nin insani gelişim endeksindeki sıralaması, kişi başına gayri safi yurt içi hasıla sıralamasından 16 basamak daha düşük. İnsani gelişim endeksindeki sıralaması, kişi başına gayri safi yurt içi hasıla sıralamasından 15 ya da daha fazla basamak altında olan ülkelerden bazıları şöyle: Singapur (16 basamak), Kuveyt (23 basamak), Birleşik Arap Emirlikleri (31 basamak), Umman (15 basamak), Suudi Arabistan (19 basamak) ve Rusya (16 basamak).xlix Türkiye’de etkin, katılımcı ve özgürlükçü bir demokrasi ile uzun vadeli, yeniden dağıtımcı ve dönüştürücü sosyal politikaların yokluğu, Türkiye yurttaşlarına ülkenin iktisadi kaynaklarının çok daha gerisinde bir düzeyde refah sağlayabiliyor. Türkiye’nin iktisadi kaynakları ile vatandaşlarına sağladığı refah arasındaki bu uçurum ancak kalıcı eşitsizliklere karşı kapsamlı bir mücadelenin başlatılması ile kapatılabilir. 13 Raporda incelenen alanlarda ortaya çıkan kalıcı toplumsal eşitsizliklerle mücadele edilirken nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz: 1. Demokratik eşitlik ideali ve eşitliğin tesisine yönelik olarak gerek anayasal düzenlemelerle gerekse yasa düzeyinde oluşturulacak politikalar, hem sosyoekonomik eşitsizliklerin tezahürlerini, hem de cinsiyet, din ve inanç, engellilik, yaş, etnik köken ve cinsel yönelim temelindeki her türlü ayrımcılığı yok etmeyi hedeflemeli. Çünkü kalıcı eşitsizlik türleri gerek farklılıkları cezalandıran ayrımcılıklardan gerekse sosyoekonomik koşul ve imkanların adaletsiz dağıtımından türer, ilk başlangıç noktası hangisi olursa olsun kalıcı ayrımcılıklarla kalıcı sosyoekonomik eşitsizlikler zamanla onları deneyimleyen gruplar üzerinde yoğunlaşıp birleşir ve içiçe geçer. Eşit vatandaşlık vaadi, ancak ve ancak iki kaynaktan beslenebilen ama pratikte ve zaman içinde içiçe geçen bu kalıcı eşitsizliklerin hepsiyle aynı anda mücadele edilirse gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda, demokratik eşitlik hem bir prensip hem de bir süreç olarak algılanmalı ve gerek yasalar gerekse politikalar kalıcı eşitsizliklerin çok boyutluluğunu gözönünde bulundurmalıdır. 2. Bu rapor içerisinde incelenen alanlar ve bu alanlardaki araştırmaların sonuçları, yalnızca ayrımcılığı vurgulayan perspektiflerin ya da sadece sosyoekonomik eşitsizliklerin altını çizen yaklaşımların toplumsal eşitsizlikleri anlamada yetersiz olduğunu gösteriyor. İstatistikleri ve/veya ayrımcılığı gösteren anektodları yorumlarken bile, kalıcı eşitsizlik türlerinin varlığının, bunların geçişkenliğinin ve bütünselliğinin farkında olmak gerekiyor. Bu farkındalık toplumsal eşitsizliğin nedenlerini anlamada ve bu eşitsizliklerle mücadelede her türlü indirgemeciliğin ve özcülüğün önüne geçecektir. Toplumsal eşitsizliklerle bütünsel olarak mücadele etmeyen politikalar, adaletsizlikleri yeniden üretme olasılığını bünyesinde barındırır. 3. Sosyal politikalar ve vergi politikaları yeniden dağıtımcı bir anlayışla düzenlenmelidir. Sosyoekonomik eşitsizlikler kadar miras alınan ayrımcılıkların uzun vadeli tezahürleri ile toplumsal statü ve hiyerarşiye dayalı adaletsiz iş bölümü ancak yeniden dağıtımcı mekanizmalarla etkin bir biçimde dönüştürülebilirler. 4. Sosyoekonomik eşitsizliklerin tezahür ettiği eğitim, sağlık ve gelir dağılımı gibi alanlar birbiri ile sıkı ilişki içerisindedir. Bir alandaki sosyoekonomik eşitsizlik diğer alanlara da sirayet eder ve eşitsizliği pekiştirir. Örneğin, kaliteli eğitime erişimin gelire endeksli olduğu ortamlarda, gelir yoksulluğu eğitim alanında da toplumsal eşitsizliği besler. Gelir yoksulu haneye doğan bir çocuğun düşük eğitimli olması ise, ferdin ilerki yaşamındaki istihdam olanaklarını da belirleyerek toplumdaki dezavantajlı konumunu yeniden üretir. 5. Sosyoekonomik eşitsizliklerle mücadelede birbirini tamamlayan iki yaklaşım öne çıkmakta: Bu yöntemlerden ilki, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin herkese, ücretsiz ve kamu tarafından sağlanmasıdır. İkincisi ise, tüm bu hizmetlerin toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretmeyecek yani sosyal hareketliliğe izin verecek bir biçimde sunulmasıdır. Başka bir deyişle toplumsal eşitliği tesis etmek isteyen politikalar, herkese parasız eğitim sağlamakla yetinemez. Eşitliği prensip edinen bir yaklaşım, örneğin eğitim hizmetinin kalitesinin öğrencilerin ailelerinin gelirleri ölçüsünde değişmesine ve bu sebeple çocukların başarısının sistematik olarak farklılaşmasına izin vermemelidir. 6. Politika alanlarının karşılıklı ilişki halinde olması zaman zaman geliştirilecek politikalar açısından fırsat da oluşturabilmektedir. Örneğin, zorunlu ilköğretim süresince tüm çocuklara kamu tarafından ücretsiz ve kaliteli sıcak yemek verilmesi hem okula aidiyeti arttıracak hem de çocuk yoksulluğu ile mücadeleye katkı yapacak bir politika olarak 14 yürürlüğe konulabilir. Benzer bir biçimde, tüm çocuklara sağlanacak ücretsiz ve kaliteli okulöncesi eğitim, eşitsizliğin nesiller arası aktarımını azaltacaktır. 7. Türkiye’de kalkınma politikalarının insana yaraşır istihdam olanakları yaratacak şekilde kurgulanması gerekmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ikamet eden yurttaşlar ile genç kadınların yaratılacak insana yaraşır istihdam olanaklarından öncelikle faydalanmaları gerekmektedir. 8. Her türlü ayrımcılıkla mücadele edilmesinin en önemli yollarından biri hukuki garantilerin sağlanması ve özerk ve etkin ayrımcılık karşıtı yasal mekanizmaların kurulmasıdır. Buna ek olarak, sosyoekonomik eşitsizliklerle ayrımcılığın içiçe geçmişliği gözönünde bulundurularak, her politika alanında farklılığın ve toplum içerisindeki çeşitliliğin dikkate alınması gerekmektedir. Örneğin, toplumsal cinsiyet yaklaşımı ve engellilik tüm politika alanlarında anaakımlaştırılmalıdır. Kamu hizmetlerinin sunumunda tüm yurttaşların haklarını eşit bir biçimde icra edebilmesi için gereken koşullar sağlanmalıdır. 9. Katılımcı ve adem-i merkeziyetçi bir siyaset ortamı, örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin sağlanması yoluyla toplumsal grupların sorun ve mağduriyetlerini hem nüfusa oranları itibariyle ve hem de mağduriyetlerinin şiddeti nispetinde seslendirmelerini sağlar. Bu bağlamda, demokratikleşmeye yönelik siyasi reformlar toplumu eşitlik yönünde dönüştürücü işlev gören, eşitliği tesis etmeye yönelik sosyal politikaları tamamlayan bir sürecin parçası olarak düşünülmelidir. Özellikle sendikal özgürlüklerin uluslararası standartlar düzeyinde garanti altına alınması, seçim barajının aşağı çekilmesi, parti kapatmaların önüne geçilmesi ve gerek siyasi partilerde gerek seçimlerde kadın kotası uygulamasına geçilmesi ivedilikle ele alınması gereken önlemler olarak ortaya çıkmaktadır. 10. Çoğunluktan azınlık kimliğiyle, refah düzeyi yüksek olanlardan sosyal ve ekonomik imkansızlıkları sebebiyle ayrışan ve dezavantajlı konumda bulunan gruplar da kendi içlerinde homojen değillerdir. Azınlıkların içinde de azınlıklar, mağdur grupların içinde de mağduriyet dereceleri iyice yüksek olan gruplar vardır. Eşitsizliklerle etkin mücadele, kişi temelinde tanımlanmış özgürlükleri, medeni, siyasi, kültürel ve sosyal hakları sosyal politikalar yoluyla da destekleyerek garantilemekten geçer. Evrensel beyannamelerde kabul edilmiş haklar kişi temelinde tanımlandıkları için azınlık içinde azınlık, mağdurlar arasında mağdur olanların da sorunlarına eğilebilirler. Aynı zamanda bu haklar kollektif şekilde icra edildiklerinde de o grubun ortak çıkar ve adalet arayışlarını seslendirme görevini yerine getirebilirler. 11. Özellikle istihdam alanında toplumsal eşitliği hedefleyen, çalışanı koruyan etkin kamu politikalarına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. İş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için iş müfettişi sayısının arttırılması ve kamunun iş denetimi alanında aktifleşmesi, çocuk işçiliğinin bütünlüklü politikalarla tamamen yok edilmesi, kadınların işgücüne katılımlarının teşvik edilmesi için kamunun bakım hizmetlerinde aktif rol almasının sağlanması, engellilerin istihdama eşit katılımları için gerekli destek teknolojilerinin kamu tarafından sağlanması, istihdamda her türlü ayrımcılığın önlenmesi, toplu sözleşmenin yaygınlaştırılmasına yönelik düzenlemeler yapılması, çalışma saatlerinin insani düzeylere çekilmesi bu alanda öne çıkan başlıklar. 12. Raporda bir çok kez değinildiği gibi gelir yoksulluğu kağıt üstünde tanınan eşit hak ve özgürlükleri icra edilemez hale getiriyor ve eğitim ve sağlığa erişim gibi alanlara da eşitsizlikleri pekiştirecek bir biçimde sirayet ediyor. Bu nedenle temel kamu hizmetlerine eşit erişimin sağlanması amacıyla bu alanlarda gelirin etkisini azaltacak düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca herkesin insanca yaşamak için belirli bir gelire sahip olması gerektiğinden 15 hareketle, vatandaşların gelir hakkı yasal olarak tanınmalı ve asgari gelir desteği politikaları ile bu hak hayata geçirilmelidir. 13. Türkiye’de tüm hak ve özgürlüklerin evrensel ölçütlerde anayasal düzeyde tanınması, bu bağlamda yasalardaki eşitlik anlayışının ayrımcılığın her türü ile mücadele edecek şekilde düzenlemesi gerekiyor. Örneğin, cinsel yönelim ve yaşa bağlı ayrımcılıkla mücadelenin anayasadaki eşitlik maddesine eklenmeleri önem taşıyor. Bu bağlamda, her türlü ayrımcılıkla mücadele edecek kurumlar kurulmalı ve bu kurumlar özerk olarak yapılandırılmalıdır. Bitirirken şunu ifade etmekte fayda var: eşit vatandaşlık vazeden ve vaadeden bir anayasal demokraside eşit vatandaşlığın gereklerini anayasa ve sosyal politika düzleminde tanımlayarak hayata geçirmek, ortak bir siyasi irade haline gelmek zorundadır. Eşit vatandaşlık konusu bizzat siyasetin yapılanmasına dairdir ve dar bir siyasi alana ya da tek tek partilere yüklenemeyecek kadar da temel, anayasal düzlemdeki bir meseledir. Bu konudaki farkındalığın arttırılması bu raporun yapmayı umduğu en önemli katkıdır. Soru: Lokman Ayva, AK Parti İstanbul milletvekili. Efendim ben öncellikle bu rapor için çok teşekkür ediyorum. Genel bir değerlendirme, bir bakış ortaya koyması. Detaylarını tabii okumadığımız için bilmiyorum. Ama bu haliyle de genel olarak ciddi fikir veren bir doküman olduğunu düşünüyorum. Burada hem bir kaç sorum hem de bir kaç değerlendirmem olacak. Eşitlik kavramının yeniden ele alınması gerektiğini hissettim. Egalite, liberte döneminde ortaya çıkmış olan eşitlik aslında bir merkeze bağlı bir tanım gerektiriyor. Örneğin o zaman neydi, soylular vardı, soyluların burjuvaya eşit olması, yani bir sosyal statüye eşitlik. Sonra yıllar sonra bu değişti bedensel eşitliğe kadar bir çok yönden ele alınmaya başlandı. Sosyoekonomik, kültürel, siyasal eşitlik... böyle aslında bu o zaman bu bizim bildiğimiz eşitlik eşitlik değil, yani "eşit" kelimesiyle... Raporda bunun bir paradoksunun olduğunu düşünüyorum. Aslında adalet kast ediliyor, ama eşitlik kelimesiyle ifade ediliyor gibi bir sonuca vardım. Çünkü temelde şunun aslında öngörülmesi gerekmez mi modern şeylerde, farklılığın tanınması, recognize edilmesi, esas olması gerekmez mi. Çünkü insanların aynı olmadığını herkes bilir ama hiç kimse yapmaz. Yani parmak izinden tutun da göz şekline kadar herkes farklıdır. Tabi bedensel olarak da farklı, görüş, ekonomik olarak da. Dolayısıyla bunu eşitlik kavramıyla açıklamaya çalışmak ve buna benzer çözümler üretmek bence bir paradoks. Adaletle eşitlik arasında veya bunun evlendirilerek meydana gelen çocuktan bir kavram üretilmesi daha iyi olabilir diye bir önerim var. İkincisi sosyal algılamalara dayalı da bir bölüm olabilir mi diye düşünüyorum. Çünkü daha çok mevcut durumun tarifi, hukuk ve mevzuat açısından da ele alınarak, sosyoekonomik açıdan da ele alınarak değerlendirilmiş, dolayısıyla bir de algılama meselesi var. Bizim Türkiye'deki ciddi bir belirleme algılama ile ilgili. Mesela şimdi sosyoekonomik eşitsizliği de bu algılama meydana getirebiliyor. Benim Ankara'da rasladığım bir kaç şey var. Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışanları şöyle bir gerekçe üretiyorlar, biz biraz fazla almamız lazım çünkü Türkiye'nin yasamasıyız, Türkiye'de herşeyi biz belirliyoruz, milletvekilleri açısından söylemiyorum. Dışişlerindekiler diyor ki bu kadar eğitim yaptık, bu kadar Türkiye'yi temsil ediyoruz, bizim maaşlar biraz daha fazla olması lazım; savunma diyor ki Türkiye'yi biz savunuyoruz; eğitimciler diyor ki siz hiçbiriniz bir işe yaramazsınız. Yani vardır ya bu ilkokul kitaplarında masallarda işte güneş şöyle demiş, rüzgar böyle demiş falan, bu tür algılamalara dayalı bir farklılık talebi var. Bunun sosyoekonomik olarak da sosyal statü olarak da yansımasının olduğunu düşünüyorum insanlarda buna dayalı farklı gelirler talep ediyorlar. Aslında o gelire ihtiyaçları olduğu için 16 değil. Sosyal tesislerdir, misafirhaneler, gidin Uludağ'da barınak diye geçen yerler vardır, barınağın 4 yıldızlı otel anlamına geldiğini bilmiyorum hangi sözlük yazar. Ama bu realitede böyle bir şey, Devlet Su İşleri bilmem ne barınağı yazar. Halbuki dört yıldızlı oteldir, oraya da kamu personelinin dışında, sokaktaki fakir fukara, geliri olmayan insanlar giremezler çünkü bir farklı uygulama talebi vardır, biz farklı olmak istiyoruz. Aslında farklı olma talebi insanın kendi özünden potansiyelinden gelebilmiş olsa. Ama o gelemiyor, dolayısıyla bu eşitsizlikleri ciddi anlamda doğuran bir şey ve ben bunun eksikliğini hissettim. Başka bir sistemde aslında bu kadar eşitsizliğin doğru tanımlanabilmesi ve doğru karşılanabilmesi karşılığının olabilmesi, çözüm bulunulabilmesi için sanki bir çok hukukluluk sistemini de gerektiriyormuş hissi verdi bana. Bakıyorum dün Avrupa Konseyi'ndeydim. 47 ülke, 47 ayrı sistem var biz hepimiz belli değerler üzerindeki bu farklı hukukları görüyoruz. Farklı ülkeler farklı ülkeleri uygulayarak mutlu oluyorlar. Bunlar belki de aynı ülke içerisinde olursa daha realist bir çözüm olabilir gibi bir imada hissediyorum. Çözüm olarak yok da, 2 artı 2 denmiş ama dört denmemiş gibi bir şey hissediyorum. Bu sizin kasıtlı olarak yaptığınız bir şey olmayabilir. Çünkü istesek de istemesek de kanunlar şümuldur. Herkese yansıtılır. Kars'taki de İzmir'deki de hangi dilden, hangi bedenden, cinsiyetten olursa olsun, eşit uygulanmak zorunda, daha doğrusu eşit zannettiğimiz şekilde uygulanmak zorunda. Hiç de eşit meşit değil yani. Son olarak da şunu söyleyeceğim anaokullarında 79. sıradayız insani gelişim endeksinde. Ve bunun en önemli değişkenlerinden birisi eğitim. Anaokullarında diyorsunuz eşit bir hizmet verilsin, herkes gidebilsin ücretsiz olarak, böylelikle bu eşitsizlik kalıcı olmaktan çıkabilir, kırılabilir belki bu gidiş, vicious circle bir şekilde acaba kırılabilir mi? Burada paradoks şurada, siz başka bir yerde diyorsunuz ki biz insani gelişimde 79. sıradayız, yani kötü bir eğitimimiz var OECD'de en son sıradayız, kötü eğitimle iyi bir sonuca gideceğiz. Dolayısıyla bence eğitmek bu 3-6 yaş arasındaki çocukları eğitmek bu anlamda zarar verebilir gibi geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz, topluca sormuş olayım. Başka soru alalım, bir de kendinizi tanıtırsanız, kayıt alınıyor çünkü. Ben Lokman beyi tanıtmış oldum böylece şimdi. Soru: Efendim ben Bilal .... Türkiye Sakatlar Konfederasyonu'ndan katılıyorum. Biraz önceki konferanstan çok yararlandık. Yalnız burada ben Lokman beyin dediklerinin bazılarına da katılıyorum, bazılarına da açıklık getirmek istedim. Şimdi ülkemiz karmaşık bir ülke , ağalık rejiminin, beylik rejiminin ve diğer rejimlerin hala devam ettiğinin belgeleri var. Bunlar diğer şeylere de sirayet etmiş, şehlik, kabile reisleri, töre, cemaat reislerinin çok etkili olduğunu görüyoruz. Yani sosyal açıdan baktığımız zaman toplumun güç merkezlerinin bireyler üzerine değil ... üzerine oturtulduğunu görüyoruz. Ve bundan dolayı da Türkiye'nin yani ülkemizin gerçekten bu meseleleri çözebilmesi için çağdaş bir insan tipinin oluşturulmasına ihtiyacı var. Beyin, ağanın, tarikat şeyhlerinin ve benzerlerinin yok edildiği olmadığı, insanın bireyselleşmiş olarak varolduğu bir Avrupa toplumunun olması gerekiyor. Bir de devletimizin kişilere bakış algısı var, hala devletimiz kişileri aşağı tebaa gören bir mantıkla hareket ediyor. Parlementomuz ne kadar çalışıyorsa da millet vekillerimizin üzerine ben milletin vekiliyim sen kim oluyorsun gibi herzaman Demokles’in kılıcı gibi üzerimize salladıkları bir şey var. Bu bürokratlarımızda da var. Yüksek bürokratlarımıza gittiğimiz zaman biraz şey yaptığımız zaman sen çizmeyi aşıyorsun çık dışarı, dolayısıyla bu katı bürokrasiyle, bu katı yönetimlerle ben demokratik açılımların olacağına inanmıyorum, 17 ne zamanki yeni bir insan tipi oluştururuz, bu yeni insan tipi ile yeni gelişimler ortaya koyarız, ve bir sosyal kontrat imzalanacak şekilde bütün vatandaşlarımız işin içine katılırsa ondan sonra demokratik açılımlardan yeni anayasalardan bahsedebiliriz. Eğer bir sosyal kontrat geliştiremezsek yine cemaatlerin, liderlerin pozisyonlarıyla onların yönlendirmesiyle yaparsak bence yine sonuca gidemeyiz. Yine devletimizin vatandaşlarına yapmadığı hizmetlerden dolayı da bir yere ulaşamadığımızı görüyoruz. Mesela kadınlarımızın çalışma hayatına girmesini engelleyen kreşlerin oluşturulmaması, bunun yanında eşit işe eşit ücret verilmemesi, iş hayatındaki kanunların düzeltilmemesi. Engellilerin toplumda hak ettikleri yere getirilmemesi. Çocuklarımızın zalimane işlerde çalıştırılması. Onlara istenilen eğitimin ve davranışların kazandırılmaması. Ve göçer işçilerimizin korunmaması. Sanki başka bir ülkeden gelmiş gibi biz onlara muamele ediyoruz, halbuki aynı vali bir müddet sonra Diyarbakır'daydı İstanbul'a geldi ama Diyarbakır'lı İstanbul'a geldiği zaman vali sanki hiç onun valisi değilmiş gibi, bir yerde varoşlarda elektriksiz susuz göçmen işçiler olarak çalıştırılmakta, çocukları okullara gidememekte. Dolayısıyla ben tekrar toparlayarak söylüyorum. Bu konferans benim için çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. İdeal bile eşit vatandaşlık kontratı gibi önümüze çıkmıştır, bu eşit vatandaşlık statüsünü yaratabilirsek oturtabilirsek bence işlerimiz kolaylaşacaktır ve umduğumuz bir çok şeyi de yerine getirecektir. Bu kreş konusu ve anaokul konusunu da ben gündeme getirmek istiyorum. Eğer kreşlere çocuklarımız... Yani şöyle diyor yüz elli kadın çalıştıran işyeri kreş açmak zorundadır. Eğer Çalışma Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı bunu müfettişleri ile takip ederse o 150- 149 olmaz. Dolayısıyla burada kreş açılır. Bir de anaokullarının erken eğitime başlaması çok önemlidir. Yapılan araştırmalarda, dört yaşından önce anaokuluna giden çocuklarn, diğer çocuklara göre iki üç sene öne geçtikleri tespit edilmiştir. Ben teşekkür ederim herkese. Soru: Gerçekten çok teşekkür ediyorum hem Sosyal Politika Forumu'na hem de Ayşen Candaş ve arkadaşlarına. Çok önemli bir işi gerekleştirmişler, üstelik de bu eşitlik meslesini ve eşitsizliklerin çözüm noktasında anayasaya işaret etmek gerçekten çok gerekli ve önemli bir nokta. Mustafa Sütlaş, Sağlık Hakları Derneği'nden. Ben sadece eşitsizlikle ilgili bir bakış katkısı yapmak istiyorum. Sağlıkçı olduğum için bizim alanımızda çok daha görünür herkese hizmeti eşit kılmak eşitliği sağlamıyor aslında. Ekonomik ve olanakları, ihtiyaçları itibariyle daha çok olanın o hizmete diğerleriyle eşit olarak ulaşmasını öngörecek bir eşitliği. Yani burada iyi de eşitlik kötüde eşitlik ya da ortalamada eşitliğin ötesinde bir eşitlik fikriyle yaklaşmak lazım, yaşamın her alanında üstelik. En basiti mesafede eşitsizlik bile birçok şeyi eşitsiz kılabiliyor ama bir statik eşitlik duygusundan ya da eşitsizliğin öyle değerlendirilmesi noktasından, sağlık alanından bir katkı anlamında alabilirsiniz. Çalışmada bunun az olması bir sorunu da bir miktar gösteriyor. Sağlıkçılar en azından yaptıklarını, yaşadıklarını dökümente etmek, sayılara vurmak konusundaki bir eksikliği herhalde burada gözlemleyebiliyoruz. Bunun da katkısı var belki bu noktada ama. Böyle bir eşitlik duygusuyla, eşitlik fikriyle bakmak lazım diye düşünüyorum. Teşekkür ederim. Başka soru yoksa Ayşen hocanın cevaplarına geçebiliriz isterseniz. 18 Ayşen Candaş: Ben sorular için çok teşekkür ederim. Aslında üçü birbirine ilginç bir şekilde bağlandı. Burada eşitlikten ne anladığımızı anlatmak için, önce ne anlamadığımızı anlatmam gerekir. Üstünde bir yıldır düşündüğümüz bir konu olduğu için, oldukça kolay çıktı benden ama üçünüzün sorularına sırayla cevap veren üç noktaya işaret ediyordum ben orada. Bunlardan bir tanesi karmaşık bir toplumda tek bir hukuk sistemi altında eşit vatandaşlar eşit özgürlüklere sahip insanlar olarak yaşamak çevresinde bir ideal tanımladık biz. Yani öyle bir hedef çerçevesinde eşitliği anlattık. Çok hukukluluk meselesinin anayasal demokrasi ile çatışması bir yana maalesef geçmişten miras alınan ve geleneklere oturan dolayısıyla belki yazılı kurallara bağlı olmayan bir takım eşitsizlikleri ve kalıcı eşitsizlikleri yeniden üretmekte, hatta bunları doğallaştırmakta çok önemli bir işlevi olabilir. Ve bu bizim gerçekten endişe ile karşılamamız gereken bir şey. Çünkü statü toplumlarında farklı davranılmaktan hoşnut olan grupların kimler olduklarına baktığımız zaman bunların kendilerine daha üstün davranılan gruplar olduğunu görmemiz kaçınılmazdır. Ben şimdi hepimizin kafası Türkiye ile çok fazla meşgul olduğu için özellikle Türkiye'den örnek vermeyeceğim. Öğrencilerimle konuşurken yaptığım gibi, Amerika'dan örnek vereceğim. Amerika'da sivil hak hareketinin henüz gerçekleşmediği dönemde, Amerika'nın güneyinde bildiğiniz gibi, siyahların farklı oldukları, farklı bir statülerinin bulunduğu, farklı bir yaşam alanlarının bulunduğu, gittikleri yerlerin farklı olduğu, kullandıkları ulaşımın farklı olduğu bütün bu farklılık, bütün alanlarıyla mekanlarıyla pekala tanınmaktaydı. Bu farklı bir hukuk aslında, iki farklı hukukluluk bu. Ama eşitlik perspektifinden baktığımız zaman bu siyahlar açısından ayrımcı bir yaklaşım. Hem ayrımcı hem kast sistemi gibi sosyal mobiliteyi ortadan kaldıran bir şey yapıyorsunuz. Belki o dönemde beyazlara sorsaydık onlar farklılığın tanınmasının ne kadar önemli olduğunu, tabiki daha iyi insanların daha kaliteli insanların otobüslerde önde seyhat etmesinin belli restoranlara gidip oturmasının olması gereken olduğunu, dedelerimizden de böyle gördük diye size anlatacaklardı ama bu bunların bugünkü bizim haklar, hakkaniyet, adalet konusunda daha gelişmiş olduğu bu günlerde artık daha iyi kavradığımız konular diye düşünüyorum. Yani çok hukuklu bir şeyin mağdur durumda olanların pozisyonunu kötü hale getirdiği onu sabitlediği. İkinci bahsedilen meseleye geçmek istiyorum. Aynılık değil tabi, aynı şekilde bugünkü aklımızla vardığımız bu eşitlik farklılıklarla ilişkisi nedir bu kavramlar üzerine düşündüğümüz zaman aynı zamanda karmaşık bir toplumda çeşitliliğin verili olduğunu bunun bir gerçek olduğunu artık kabul ederek yaşamak zorundayız. Şimdi bu çeşitlilik, bu farklılıkların bir kısmı, insanların hayatlarını nasıl idame ettirmek istedikleri ile ilgili. Onların başkalarına zarar vermeden eşit özgürlüklerini icra ederek pekala kimseye zarar vermeden yaşayabilecekleri farklılıkları barındırabilir, bir de insanları geçmişten miras alınmış kendi ailelerinden belki miras aldıkları birtakım eşitsizliklerin yükünü tek başına taşımaları da bir eşitsizlik tezahürü gibi görünüyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak çok önemli. Bizim raporun altını çizmek istediği şeylerden bir tanesi her türlü farklılığın neyin tezahürü olduğu konusunda hem sosyoekonomik eşitsizliklerin hem de toplumsal iş bölümünün ve zamanla ayrımcılık ve toplumsal statü farklılıkları çerevesinde gelişmiş olduğu bakış açısıyla her an düşünüyor olmamız gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir çerçeve içerisinde yine çağdaş bir insan tipi yaratmalıyız dediniz yani kimseye hiçbir şeyi dayatamayız aslında. İnsanlar başkalarına zarar vermedikleri müddetçe kendilerini ne mutlu ediyorsa, nasıl bir hayat sürmek istiyorlarsa o kamunun imkanlarına eşit erişim sağlanarak bu hayatı sürdürebilmelidirler. Yani bugünün demokrasilerinde bugünün anayasal demokrasilerinde temel haklar bu açıdan çok önemli. İnsanların hayatlarını nasıl sürdürdükleri, merkezden aynılaştırarak böyle bir insan tipi istiyoruz diye, artık bugün bu 19 şekilde bakmak mümkün değil. Bu ne bir eşitlik sağlıyor ne bir hakkaniyet ya da adalet sağlıyor. Üçüncü nokta da sizin sormuş olduğunuz soru, ona da değinmeye çalıştım şu şekilde, eşit yapabilirliklere yol açmayabilir, eşitlik prensibini eğer siz, yapacağınız iş her neyse, o işe başvuran hizmet almaya gelen insanlar neyse, vereceğiniz hizmet neyse o koşullar içerisindeki verileri doğru dürüst değerlendirmeden, eşitlik diye bir prensip var ben onu uyguluyorum diye yola çıkarsanız kuşkusuz ki koşullar eşitsizlikleri ancak pekiştirecek şekilde sonuçlanacaktır. Zaten miras alınan birtakım eşitsizlikler var, bir eşit prensip eşit vatandaşlık vaadi, var olan miras alınanların farkında olacak, ayırdında olacak nerelerde nasıl tezahür ettiğinin nerelerle nasıl pekiştiğinin farkında olacak ve bunları eşitliğe. İnsanların hem özgürlüğüne hem farklılığına hem eşit prensibin uygulanmasına imkan verecek tarzda bir hizmet sunacak. Dolayısıyla sizinki de eşit yapabilirliklere eşit prensibin yol açmayacağına dair söylediğim cümleyi açma fırsatı tanıdı bana, çok teşekkür ederim. Çok teşekkürler dinlediğiniz için, oldukça uzundu korkarım. Eşitlik ve Haklar İlk Oturum Dr. Burcu Yakut Çakar’ın açış konuşması Konferansın eşitlik ve haklar üzerine ilk paneli için tekrar toplanmış bulunmaktayız. Panelde üç konuşmacımız var. Önce profesör John Veit-Wilson'ın konuşmasını dinleyeceğiz gelir hakkı üzerine. Biraz size her sunuştan önce konuşmacılarla ilgili kısa biyografilerinden birazcık bilgi vermek istiyorum. John Veit-Wilson Stockholm Üniversitesi'nden mezun, Britanya'da uzun yıllardır öğretim görevlisi olarak görev yapıyor. Bugün itibariyle New Castle Üniversitesi sosyoloji bölümünde öğretim üyesi. Özellikle yoksulluk, eşitsizlik, sosyal dışlanma ve asgari gelir standartları üzerine çok uzun yıllardır yürüttüğü uluslararası araştırmalar ve yayınlar var. Kendisi Britanya Sosyal Bilimler Akademisi üyesi. Aynı zamanda 1965 yılından itibaren Britanya'daki ilk yoksulluk araştırmaları ekibinde yer alıyor. Kendisinin bizim Sosyal Politika Forumu bağlamında yürüttüğümüz başka çalışmalar açısından da önemli olan başka bir titri, Britanya'daki çocuk yoksulluğu eylem grubunun kurucularından olması ve uzun süredir o grubun da aktivistlerinden biri olarak çalışıyor olması. Profesör Veit-Wilson gelir politikaları ve uluslararası kalkınma alanlarında başta Avrupa Birliği ülkelerinde olmak üzere çok sayıda devlet kurumuna, parlamento gruplarına ve sivil toplum kuruluşlarına danışmanlık yapıyor. Özellikle Avrupa Yoksullukla Mücadele Ağı'nın asgari gelir kampanyasının da akademik danışmanlığını yürütüyor. Bu alanlarda özellikle yoksulluk eşitsizlik sosyal dışlanma ve asgari gelir üzerine çok sayıda kitap ve makalesi var. Burada onları uzun uzun saymayayım. Birazdan sunuşunda da göreceğiniz gibi web sitesinde bir sürü yayınına ve makalesine ulaşılabiliyor. Prof. Dr. John Veit-Wilson’ın konuşması Luckily I can't understand all the nice things just been said about me. First of all, I want to congratulate the organisers of this conference for raising such an important issue 20 in public. I’d also like to thank them for inviting me to speak on the subject of the right to income. This is a very large subject and I can’t possibly do justice to it today. I’ve been working in this field of income adequacy and rights for many years, but doing so in national contexts which may be very different from those in Turkey. So please make allowances for anything I say which does not seem relevant to conditions here. What I want to do today is simply to outline some issues as a contribution to the discussion of how to bring about a right to an adequate income in Turkey. I ought to say that I come from a country in which there is no right to an adequate income, or even to any income at all for some people, those asylum seekers whose claims have been disallowed. So I’m not going to say we do things any better. I want to set out three aspects of the question — First, where does this idea of rights come from? What is the moral sanction for a right to income? Is there an internationally-recognised right to an adequate income for everyone? You may wonder why I’m suddenly talking about an adequate income instead of simply the right to any level of minimum income, which is what a great deal of the international discourse is about. The reason is simple. We must talk about adequate incomes because talking only about minimum incomes distracts attention away from the fact that the minimum is too little to support decent social life. While governments claim that it is better to pay too little than nothing at all, the people in poverty are then imprisoned in their poverty instead of released from it. What happens in the UK and elsewhere is that people living in poverty are then blamed for not living decently on incomes that are too low for decent life. They are criticised by richer people do not want to consider how much is needed for decent life, and certainly do not want to pay taxes to support it. That is a political matter. The only reason for thinking about rights to income is to think about how the cashrelated parts of poverty could be abolished. That’s why I always talk about adequate incomes. Adequate means the minimum that is good enough — it does not mean more than that. You do not talk about an adequate holiday. That leads on to the second topic, what can we understand by the phrase ‘an adequate income’? And because we don’t only want to talk but want to do something to help to abolish poverty, the third topic I want to raise in the context of this conference’s focus on equality and the constitution is, how could an adequate income be guaranteed by law? To start with, we all know that some philosophers, sociologists and political scientists have questioned the idea that there are any universal human values which can affect the question of human rights. I do not intend to discuss those arguments. Instead, I’ll assume that that universal human values are possible and give rise to rights. I say that because the many international declarations, conventions, covenants and charters which refer to human rights show that the governments of the world’s nations have agreed and asserted that there are human rights based on universal values. 21 Accepting these statements means we can avoid the sterile arguments around whether our common humanity means an essential equality of all human beings, the moral belief at the heart of the subject. All the great religions of the world support it in some form, but equally so do humanistic and some ideological belief systems. But we always have to keep in mind that not everybody shares the moral belief. Some people interpret their religion or political beliefs as denying the equality of all humans. This makes discussion difficult, but not impossible. I’m going to start by running through some relevant international declarations. Whatever the reasons, when the representatives of the world’s nations came together in 1948, this is what they declared as basic human rights, the working statements of universal values. The key phrases for us are — the right to social security; the economic and social rights needed for human dignity; and the right to an adequate standard of living — that’s not just income but all the other resources we also need in order to live decently, in whatever society we live. Together with the International Covenant on Civil and Political Rights came the Covenant on Economic, Social and Cultural Rights. They both came into force in 1976. The economic and social rights included rights to social security and to an adequate standard of living. The International Labour Office explained in 1984 that in modern society today the idea of social security meant not just poverty relief but the protection of an adequate level of living for everyone. The United Nations has a committee of international jurists to monitor the operation of the Covenant on Economic, Social and Cultural Rights. When it met in Limburg in 1987 it set out the principles by which it should be interpreted. It stated that these rights are an integral part of international human rights law — they constitute an international Bill of Human Rights. And if there were any doubt about what this meant, the UN committee explained in the Maastricht Guidelines in 1997 that, I quote, << states are as responsible for violations of economic, social and cultural rights as they are for violations of civil and political rights.>> Most people don’t know that. Those are the international agreements on the subject of the right to an adequate income for everyone. What I have not mentioned so far is the provisions of the Council of Europe. Turkey is a member and will in fact be president of the committee of ministers later this year. Oddly enough, the Council’s European Convention on Human Rights and Fundamental Freedoms of 1950, which is adjudicated through the Court of Human Rights at Strasbourg, does not mention any right to income or other aspects of welfare. However, the Council of Europe’s European Social Charter does set out rights to adequate pay, to social security and to protection against poverty. But as the Irish Human Rights Commission points out [I quote]: << States are selective as to which rights they protect, and more particularly which rights they enforce through the creation of legal enforcement mechanisms. An expression of this ‘a-la-carte’ approach to economic, social and cultural rights can be found in the 22 Revised European Social Charter, where States are allowed to select which treaty obligations they undertake to be bound by. This approach contrasts with the wide acceptance of the universality and inalienable nature of civil and political rights.>> unquote. The trouble with all these international declarations is that they are nothing more than that. They all declare their good intentions, but they make no provision for ensuring that the intentions are carried out in practice or that people can get their rights. They are not like the civil and political rights which can be appealed in the international or national courts. They have been called ‘declamatory’ or ‘manifesto’ rights because they are rights which no one can actually claim. They are not embodied in every nation’s law, what we call ‘juridified’, and if they are not juridified, they cannot be claimed in the law courts, they are not ‘justiciable’. There is a lot more one could say but we must move on. So to summarise the situation, international law recognises the human right to an adequate level of living and social security. Social security includes an adequate level of living for everyone. These legal rights are meant to be just as valid as civil and political rights. And what is most important is that governments are responsible for taking steps to guarantee these rights for everybody. Now I want to talk about what we mean by ‘adequacy’. If we talk about human rights at all, why is a money income so important and why must it be adequate? Whenever we use words like need, sufficient, enough, adequacy, we always have to ask these four questions — needed or adequate for what? for how long? for whom? — and who says that this is what is needed, is enough or sufficient, or is adequate? So first of all, enough for what? Here are three of the possible answers, all drawn from a great deal of survey data on common responses to what living in society is about and what we all need. You’ll note there is nothing here about needs for food, shelter and clothing, because that’s not how you think about your needs, or how anybody in modern society thinks about these things for themselves. None of us live, or want to live, at such an inhuman and asocial level. We think first about the quality of our lives and what gives it that quality. The first point, about social participation and inclusion, summarises many international statements about human rights and the target of social policies. They are also the words used by many poverty researchers as being the opposite of poverty. International conventions talk about the ability to appear in public without shame, or a reasonable level of living. Any of us might use words like these to describe the sort of life we want to lead and for which we need resources. The talk here is about having resources sufficient to take what society defines as a recognised part in society, and to feel socially included and respected, not excluded by lack of resources. All attempts to specify what is needed come back in the end to the 2 Rs – respect and resources. The free, self-directing, autonomous adult taking part in any human society has 23 these two needs which must be satisfied. They encompass on the one hand the psychological and social aspects of needs for human recognition in its specific social context – respect – and, on the other, all the material and intangible aspects of needs for the means of agency in that society – resources. So let’s think about what these abstract needs mean in the real world when we talk about having enough money for the necessities which make up the adequately good life, the inclusive life, in modern society. But we have to be careful. Much of the international governmental talk about social inclusion refers only to inclusion as a worker in the labour market. It is not about people feeling included in their own society. Second, there’s market inclusion. Whether we like it or not, most people nowadays live in a marketised consumerist society where money is the most important resource. Money can buy most of the other resources needed to achieve the good life if people don’t get them from family, friends and neighbours. That’s what market inclusion means – being able to pay for all the things needed for an adequate lifestyle. A large part of the argument about basic democratic freedom of choice is based on the idea that people do have enough money to be able to make choices between paying for one thing or another in some kind of market. As the English liberal policy reformer William Beveridge wrote in 1942, ‘freedom to spend is part of essential freedom’. So what if people haven’t got enough money to make free choices? Are they really free? The qualities of the Good Life shown here are drawn from a UK Department of Health list of issues for people in care homes for disabled and old people — would you say you needed any less? Income is needed to achieve some of them as well. I know perfectly well that money isn’t the only resource, and indeed it’s meaningless on its own. Of course people can live a full and rewarding life with little money. But for those of us who hold this view, it’s important to remember that this is a minority view and is not shared by the vast majority of people in 28 European countries who were surveyed on the matter in 2004. They said the three most important things for a good life were enough money, good health, and family relationships. The fact is that in modern urban industrial society you need enough money even to sustain family relationships and support good health. An income isn’t enough if you can’t do that as well as all the other things you need money for. Money may be less important in rural or peasant societies but it still remains important. You can’t talk about the adequacy of income without considering for how long it is needed. This is a key question for any kind of social security or social assistance schemes. The point is this – when we look at emergency short term income maintenance, like social assistance for crises, or short term unemployment between jobs, we often say that because it is only meant to be short term it need not be enough to cover the occasional ‘lumpy’ expenses we all incur in our lives. Lumpy expenses are things like replacements of personal clothing or household goods, periodic social expenditures like holidays. 24 But when the income flow has to last for much longer, it has to cover all these things if it’s to be adequate. That means long-term incomes such as a minimum wage or family benefits enough to cover the needs of growing children, or a pension for disability or old age, have all got to be adequate in terms of all the costs of normal long-term life. And naturally that includes the social costs as well as the material ones. Adequacy for whom is a sensitive issue when we talk about income standards. We can all describe how much income we think we need to keep us in a state of minimally acceptable decency. But when it comes to estimating other people’s income needs, it’s amazing how often politicians think not of income needs but of public expenditure. They fear higher taxes – so then they claim other people could live on much less than they can themselves. There’s also an implication that this question is about who is paying, not what people actually need. That’s what stratification means — what the American politician Sargent Shriver called talking about ‘we the people’ and ‘they the poor’, as if they were completely different sets of people with different human needs in the same society. This is what professionals call ‘othering’ people – treating them as ‘the other’. Dynamic social research shows that any of us may also become ‘the other’ at times in our lives. Finally, who decides what adequacy is? Governments decide the levels of income benefits according to political considerations of public income and expenditure. They do not decide on the basis of how much money people need to live decently. The general population can be surveyed to find out what it considers is a minimally decent and socially inclusive level of living. Several reliable research methods are in use. The best for turning public views of living standards into income levels is the minimum income standards approach. This uses the expertise both of ordinary people and of scientific experts to arrive at what custom shows is the average minimum incomes needed for decent living. Obviously they vary by household size and composition and between countries. But what must never be forgotten is that it is the people who actually experience poverty who are best placed to report on what is not good enough, what is not adequate to respect their human dignity and allow them to participate in society. Their voices must be heard in every debate about the adequacy of incomes and services. Personal disposable incomes are only useful for marketed resources for decent levels of living. There are many aspects of the physical and social infrastructure and environment which cannot be bought by individuals, and according to some ideologies ought not to be marketed. The right to adequate incomes therefore has to be understood in the wider sense of real incomes, both in cash and in services and other collective provisions. Some examples are given in the slide. Among the most important in combating poverty are sanitation and clean water, warm dry housing, education, roads and transport. Obviously there are many more. In addition, in countries with large rural populations living in traditional communities, personal incomes may be less important in determining people’s level of living and social inclusion than are other aspects of their integration into community and social networks. 25 In such communities, adequate personal incomes help to compensate for some people’s lack of social relationships for meeting needs. Other people can then be paid for necessary goods and services. To summarise my second section, it’s not enough to demand a right to income. We have to be able to answer the questions I posed about how much income is adequate, what it is for, for how long and for whom. And we have to be clear about the political dimension of who decides what is adequate. The answers to these questions are all deeply affected by national values, political culture and social practice, as well as by the details of how the real incomes are distributed between cash on the one hand and goods and services in kind on the other. I turn now to the third part of my talk, the question of how the right to an adequate income can be embodied in law. Some countries claim to guarantee a minimum income for most or all their citizens, usually through some sort of social assistance schemes. Rather fewer actually claim to use any kind of standard of adequacy in setting the levels of their benefits. In the early 1990s I studied the ten countries around the world which claimed to use such governmental minimum income standards. Most were in Europe; the remainder were English-speaking countries. Two of the countries, Germany and Sweden, had embodied the right to an adequate level of living in their statutory systems, and I have looked at their systems in more detail recently. The situation may be different now, in that some other countries have joined this group. What I mean by ‘guaranteed by law’ is that the right to an adequate income is juridified, that is, it is embodied and expressed in the law. And the right is justiciable, that is, claimants have access to the resources and legal expertise needed to be able to claim their rights through the courts if necessary. Lawyers describe this situation in the expression ‘there are no rights without remedies’. In other words, if you can’t claim your rights by means of legal remedies, then you do not have real rights, whatever the law says. This is the simple answer to the international declamatory statements about rights which I quoted. In Germany, there is a constitutional right to an adequate level of living, expressed as ‘ein menschenwürdiges Leben’, and a statutory right in the Social Code to the income levels needed to achieve it. In Sweden, there is a statutory right in the social assistance laws to an adequate level of living, expressed as ‘en skälig levnadsnivå’, a reasonable level of living, neither too sparse nor too luxurious. Social assistance is administered by local authority social services departments in a flexible personalised manner combining income and services. The key question in every case is, what does adequacy mean and how do the politicians identify it? This is a highly complex and much contested question in both the countries I studied. As I said, I do not know what happens in the other countries which may have adopted such juridified and justiciable rights in the mean time, but they need to be studied as well. In Germany there is a long history of experts in nutrition and household economics telling people in poverty how they ought to live. This follows the German tradition of 26 deference to academic authority, something which we British do not share to the same extent. We prefer empirical evidence or experience. To cut a very long story short, the German practice since 1961 has been for the standard of adequacy to be based on statistical survey data of the levels of living actually experienced by the lowest quintile of households dependent on wages in work or on pensions, but not claiming social assistance. The trouble with this comparison with low wage and low income households is the tautology involved in taking the level of living of the poorest non-claimants as the criterion or comparator for the adequacy of the incomes of claimants, especially as there’s evidence that low wages are inadequate for social inclusion. But this misses the point about the German conception of human dignity. This procedure is an example of the German sociologist Georg Simmel’s observation that the ‘ordinary’ poverty of the lowest paid workers or ‘respectable’ pensioners is not perceived by the ruling classes as excluding or humiliating. It is not seen as a social problem. They believe that people in this kind of ‘included’ poverty already have their human dignity, and what would be humiliating is not their low level of living but claiming social assistance. So if the poorest non-claimants, workers and pensioners, are told they have their dignity as having included status in society, even in poverty, then the government view is that paying social assistance or unemployment benefits at below this level must offer a dignified standard of living. Claimants do not agree with this, nor does the Federal Constitutional Court, as I’ll report in a moment. Since social assistance was reformed in 1961 the appeal courts’ approach to dignity has changed. There’s always been a repressive or control element in German social assistance, so at the level of values the move in the social security system from ostensible rights to the social contract of ‘he who does not work neither shall he eat’ is not surprising. Indeed, Professor Richard Hauser, who for decades has been a senior establishment academic involved with government, told me in 2008 that “Germans have forgotten the concept of human dignity”. I hope that is not true. A number of appeals against the inadequacy of benefits for children have gone through the legal system. German courts generally seem to have accepted the government view that the tautological comparison shows that social assistance benefits offer a dignified level of living, and they have allowed the politicians to decide what was necessary. But appeals finally reached the federal constitutional court, which ruled in February this year that children’s benefit levels were unconstitutional. This was not because they failed to guarantee a dignified level of living but because the relationship between adult and children’s benefit levels, the equivalence scales, had not been justified by evidence. It did not state that the benefits were inadequate, but it ruled that the government must carry out *I quote+ “a detailed normative evaluation of the needs of children and young people” to give evidence of adequacy. So the constitutional issue has become procedural rather than substantive. The government has imposed unconstitutional benefit rates without the evidence to enable it to set them within the scope of its competence. The right to an adequate level of living in Germany seems to depend on doing this the right way, not on doing the right thing. 27 In Sweden the situation is somewhat different. The right to an adequate or reasonable level of living is not in the constitution but in the social assistance law. The government’s National Board for Consumer Affairs carries out surveys of average household consumption patterns and their costs and makes recommendations to the government. The government then uses the recommendations to set national social assistance benefit levels. Sweden is a much more egalitarian society than Germany, and in principle this should lead to a standard closer to that which the average Swede would find acceptable. But in practice, the influence of neo-liberal economistic thinking on social legislation in recent years has led to arguments about what items can be omitted from the budget costs of a reasonable level of living for unemployed people. I’m sorry that I haven’t been able to do more than mention some problems of implementing the right to an adequate income in these two countries. But detailed examination does illustrate how the four questions I quoted constantly come up — for example, what items constitute the adequate level of living? How long does the government expect a spell of unemployment to last, because if it is short then many longer term expenses can be omitted? Are the standards good enough for people who normally live in poverty? Or in this world of economic cycles where unemployment can strike even the middle classes, do the benefits have to be good enough to cope with the relative deprivation of former white-collar workers? And who should decide on adequacy — the experts? the government? Or should it be the people themselves, especially those who are poorest? One of the most useful summaries of the issues can be found in the Irish Human Rights Commission’s long and detailed discussion document of October 2006 called Making economic, social and cultural rights effective. In its conclusions it states *and I’m going to quote the passage because it is relevant here] — << In examining means of protecting rights, perhaps the most important area for consideration is the potential role of national constitutions…. As the fundamental law of the State, combined with the tool of judicial review, constitutions are particularly strong instruments for protecting rights. We then examine various jurisdictions where economic, social and cultural rights have been given both direct and indirect protection in national constitutions and where directive principles of social policy have been used in a dynamic way to protect these rights under the constitution. We focus in particular on the Constitutions and jurisprudence of South Africa and India. Based on the experience of these and other jurisdictions, in the view of the [Irish Commission] there is a strong argument, from both a legal and political perspective, for updating the language of the Irish Constitution to reflect contemporary understandings of the proper place of these rights in the constitutional order. >> unquote. — And so, one might add, the language of other constitutions as well. The document can therefore be highly recommended. The values of human rights, of a nation’s ideas of income adequacy for a dignified level of living and the expression of the right to claim, can all be embodied in law, and some countries have done so in some form or another. The problems with juridification arise when it comes to interpreting what the grand expressions of human rights to dignity or decency mean in daily life. The interpretations are likely to be contested. How then are they to be implemented politically and juridically, 28 especially when faced with the realities of economic and social discrimination and inequalities? How are claimants to exercise their justiciable rights in the appeal system? Do they have access to the resources of knowledge and professional assistance, of money to pay for the assistance and expenses, of time to pursue their rights? Their needs are likely to be urgent and the legal process is extremely slow These are the ‘who says?’ questions when power is stratified. The Irish document mentions the South African and Indian constitutions. Polly Vizard commented on the South African situation [I quote] — << The Bill of Rights attached to the 1996 South African Constitution entrenches a cluster of socio-economic rights essential for an adequate standard of living – including the human rights to housing, access to health care, sufficient food and water, social security and education. The justiciability and legally enforceability of these human rights has been put beyond question by jurisprudence of the South African Constitutional Court, which has upheld claims for the violation of socioeconomic rights in a series of landmark judgements. >> unquote. But Vizard continues that the judgements made it clear that implementation could take place through the adoption of policies to achieve the human rights, rather than through immediate fulfilment. However, this did not relieve the government of the obligation to take positive steps to fulfil the rights in question. An English lawyer, Ellen Wiles, wrote about the Indian constitution, that [I quote] — << it does not explicitly contain enforceable socio-economic rights; instead, they are incorporated as ‘directive principles’. This represents a compromise approach to enforceability that can be taken by states, behind which lies the implication that ‘justiciability’ is a fluid notion, and that legal enforcement is not the only way human rights standards can be set and attained. The outcome in India has been a unique degree of judicial activism in creatively interpreting enforceable law in light of the principles, thereby bringing them to life. >> unquote. But Wiles goes on to admit that [quote] << the Indian situation highlights the extra difficulties faced in attempting to judicially adjudicate on socio-economic rights in poor countries where even ‘minimum core’ standards are hard to achieve.>> unquote. Finally, here as my last slide is a longer quotation from a paper on the South African constitution by two jurists which sums up what seem to me as well to be the key issues we are discussing today, and I want to conclude by giving emphasis to what they say. What I have been referring to so briefly, and what they discuss in far greater detail, is that this whole topic of the right to an adequate income is not just a matter of judicial and administrative arrangements. Instead, it goes right to the heart of what a modern democratic state should be about. Perhaps that is why so many politicians in today’s world, preoccupied with economic management, resist the implications of what these lawyers write. I quote: << Social rights are not meant simply to entrench bureaucratic structures of the modern welfare state so that beneficiaries continue to be treated as passive recipients of state largesse. Instead, social rights ought to include rights to participate in the design, implementation, critique, and revision of measures that seek to improve material and social circumstances. As such, social rights are aimed at the material and political empowerment of the worst off in society. >> unquote. 29 Thank you for your attention. Burcu Yakut-Çakar: Profesör Veit Wilson'a teşekkür ediyoruz bu konuşması için. İsterseniz diğer iki konuşmayı da alıp ondan sonra. Eminim sorucak çok fazla sorunuz ve yorumunuz vardır. Diğer konuşmaları alıp ondan sonra soru-cevap kısmına geçelim. Panelimizin ikinci konuşmacısı Jeff Bridgford. Jeff Bridgford siyaset bilimi alanında doktorasını Newcastle Üniversitesi'nde tamamlamış ve şu anda Avrupa İşçi Sendikaları Konferderasyonu Enstitüsü’nde direktör olarak görev yapmakta. Jeff aslında Türkiye'ye yabancı değil. Türkiye'deki işçi sendikalarının durumu ve özellikle Avrupa Birliği sürecinde Türkiye'de sendikal haklarla ilgili alanlarla yakından ilgileniyor. Fransa Sendikacılığı Siyaseti, Avrupa'da İşçi İlişkileri, Avrupa Emek Hareketi Liderleri Biyografileri ve Avrupa'da Sendika Eğitimleri adlı dört kitabın yazarı. Şimdi Jeff Bridgford'u örgütlenme hakkı ve sendikal haklar üzerine konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Jeff Bridgford’un konuşması Good morning everyone. I am very pleased to be here. I would't like to give the impression that this is sort of Newcastle double-act here. It is true that we have been collegues together but that was indeed many many years ago. We don't normally travel together as a team. I haven't seen John at least more than 20 years in fact. I would like to thank Social Policy Forum of the university and Ebert Stiftung and the Open Society Foundation for setting up this important conference. Particularly at this time obviously an important bond for you here in Turkey as far as constitutional developments concerned. And I would like to thank you very much for inviting me. I come to this subject from a pragmatic trade union perspective on the basis of experience that I gained within a particular project, civil society dialogue project which was entitled "Bringing together workers form Turkey and European Union through a shared culture of work". This has been in fact the biggest project that the European Trade Union Confederation has ever been involved in. And it is an indication of the importance of the work that needs to take place between the trade unions in Turkey and trade unions within the European Union. I am not a specialist in Turkish affairs and you may also agree with that by the end of my presentation but what I would like to say is that the project is given me a very very great opportunity to be gain a better understanding on the trade union situation here in Turkey. And a place this debate is brought a geographical context. And it also enable me to company the discussions on trade union rights in Turkey, within the context of the preperations for accession to the European Union and I am of course referring to most specificaly to chapter 19 which is emloyment and social policy. Indeed this debate is taken on a much more practical and concrete form because within the project we produce a series of training modules which are called "Working together trade unions in Turkey and the European Union". And these are meant for work place representatives primarily. This publication exists in English and French, Flemish, Dutch that is Slovac, Italian. But also in Turkish. It is opportunity to be here for collegues in all different countries to get a better understanding with the situation in trade unions, industrial relations, for all of us. And we have one particular module which called "Turkish Trade Unions and Industrial Relations". It will be very useful for our collegues in Eropean Union to get a better understanding of what's going here in Turkey. And on the basis of this that I was able to gain a greater 30 understanding on the situation here in Turkey itself. And I have got three sets of comments that I would like to make. I am going to specifically to the situation in Turkey and I will be very grateful for your own interpreteations so that you can correct what my interpretations are enable me to understand the situation better. Firstly I want to have a quickly to some of the elements regarding the right to organize, the right to engaging collective bargaining and the right to strike in Turkey. Secondly I would like to note very briefly these rights have been infringed in 2009. Finally, I would like us all to bring ourselves up to date with the latest developments concerning constitutional change and legal or possible legal amendments and clearly I need your particular advice on these subjects. During the presentation I would make one or two comparisons with situations in countries within the European Union, because obviously this question of trade union rights is of significant importance for you here in Turkey, but also for collegues in the Eropean Union countries as well. Well the right to organize. No problem at all. According to the constitution, but as we know this right is heavily regulated, strictly regulated. These freedoms are hedged around with excemptions but oftenly they were applied on the grounds of national security and public order. Prevention of crime or protecting public morals or public health. And these restrictions, these infringements have been considered; many times I might say by the ILO. And only very recently I gain in its session this year the formal comment along the lines of there is a need to insure that there is less discrapency between legislation and practice on the one hand ILO convention no 87 on the other concerning the rights of workers in the public and private sectors to establish an join organizations that they chosing. And right of worker's organizations to draft their constitutions, rules, to relact their representatives in full freedom and to organize their activities without interference by the authorities. Even very recently there is obviously this question of the restrictions on trade unions, right to organize their own administration, their own internal workings. There were also mention as well this year the ILO about this need for trade unions to have the police to attend their meetings and.. from their records for proceedings. I was very suprised by this myself, and I have been interested to know if we can shed some light on that for me. And obviously there is the question of categories of workers. Who are allowed to join trade unions or not. There is of course a problem about who do not have a contract of unemployment and of course in Turkey that's the majority of working people in Turkey. And so there is a very serious exemption if you like in term to trade union membership. There is always a question a millitary personel and obviously a question of civil service and public employees. And clearly there is a number of exemptions there that certainly the ILO and to certain extent to European Union finds quite remarkable. When we are talking about millitary personel I don't want to give impression at all, all millitary personel in all the countries in European Union are indeed members of trade onions. It is not true. And so what I think we have to bear in mind when we are talking about these exemptions, that there are of course exemptions in other countries. Having said that however, there are in many countries organizations that represent millitary personel. And in the nature of things, it is now a European organization represents their interests which has in fact 37 national millitary associations and trade unions, promoting the social and promoting the professional interests of those millitary personel of all ranks in Europe. So there are exemptions but equally in certain countries in Eropean Union it is possible to be involved in millitary and also in trade union affairs. Let me turn briefly to question of right to collective bargaining which they are again in Turkey inshrined in constitution and recognized by law but strictly regulated. Clearly there is a one concern about the legal barrier to the recognition of those people involved in collective 31 bargaining. Who can participate in collective bargaining? And there is a very clear requirement at the moment that it should about the representativity all the minimum numbers of members required to engage in collective bargaining to be recognized as the bargaining agent, union must represent 50% +1 of the workers within a factory and 10% of the workers within the relevant sector nationwide. Which clearly means that within this particular context there can be many many many, that is the case that workers who are not represented within any collective bargaining talks. Then there is a question about undue requirements requiring trade union structure composition and affiliation. I am thinking particularly on the idea of one union per enterprise. And then there is a question about certain sectors of people who can or cannot be covered by collective agreements. And the one that comes to mind and world will be apart of discussion in other fora is a question of public servants. Can they or can they not belong to trade union organizations. And can they engage in collective bargaining. Here in Turkey there is the republic empoyee union's act, it doesn't mention the concept of collective bargaining but it does talk about collective consultative talks. And the act defines in detail what these can cover. When I will come back to this a little bit later when talking on constitutional developments. Another point of caution though when making comparisons with EU countries no one should think in this room that employees are automatically engage in trade unions and collected bargaining, they are not. And clearly different countries have their own regulations about how it is possible to support the process of collected bargaining. In the UK for instance, this is all linked to the whole question as it is indeed in other countries of representativity and recognition. There is now an opportunity for employees to voluntarily engage in collected bargaining with trade unions. But unsurprisingly they don't know who is going to do that. And we now have a situation where trade unions have to demonstrate themselves in United Kingdom that they are representative. So that it is a obligatory? For employers to engage collected bargaining discussions with trade unions. I am talking about engaging in discussions, I am not talking about coming to an agreement. So even in let's say the UK one shouldn't underestimate the difficulties that trade unions have in engaging with employees in collected bargaining discussions, right are their own right. And then there is a question of right to strike. They are again inshrined in constitution, recognized by law but regulated and strikes are not allowed if contrary to the principles of good will to the detriment of society and in a manner demaging national wealth. That can be as I am sure you all agree interpreted in a variety of different fashions. For clear legal barriers to lawful strike actions and in fact reading the act 2822 most of it is not really to do with how to engage in a legal strike, most of it is really how to not engage in a legal strike or how to insure that a strike is in fact not legal. Then we look on ban and limitations on certain types of strike action. And they are again when we are talking about political strikes; no one should believe that this is allowed in all the countries in EU, it is not the case. Solidarity strikes, they are also allowed in some countries but not in other countries. And of course there are severe penalties including inprisonment for particiption in unlawful strike, thinking particularly article 70 of the law where in fact if anyone is involved in urging or obliging others to call a strike land it is illegal strike then there is a fine of between 30.000 to 80.000 TL and a term of inprisonment of not less then one month and more than three months. This is at the very least discouraging; I think we can safely say, when considering the possibility of engaging in strike activity. And then the calls on limitations on different types of employees who can strike, as you know. I am not really able to read... lists are very long, articles 29, articles 30. And then there is the question of public sector. And here we have some interesting assistance from ILO which is 32 repeatedly stressed as incompatible with the principle of freedom acossiation and this been a landmark case recently Energy Yuppy ... vs. Turkey which was published in 2009, where the European court of human rights also ruled the prohibiting public sector employees from taking part in a national one day strike was contrary to article 11 of the European Convention on Human Rights. So there again, please understand, these are considerations for Turkey but if we then change the focus to look at the, let's look at the UK again, you may of heard, if you have been travelling to UK of the number of strikes taking place in British Airways recently. And this is interesting to see particularly what the cabin crews, people working inside the plane when you are flying, stewards and stewardesses. But don't believe that these are attempts by employers to use the codes that are advantage don't take place in other countries because in the UK in this particular example there was a major effort made by the employers to ensure that the strike is illegal. They suspended the strike, there was an appeal and then in the appeal that was decided that the reasons that would put forward by the employers to block the strike, were not in fact sufficient to stop British Airways cabin crew workers participating in the strike. But basically what I am trying to say is that these issues are trade union rights in Turkey are specific to Turkey, of course concerned particulrly in Turkey and not only but clearly many of the elements are also ones that we are grappling with within the EU. And just to remind as of the problems only this week the 21 of June surprise surprise after the election of the latest elections in UK. There has been a change in government and emloyee's organization CBI has already put forward a new proposal on restricting rights to strike within the UK, so it is equally as up to date for us in UK as indeed the subject is for you in Turkey. Now I would like very briefly to look at some very distressing and violations of trade union rights for 2009 which have been brought to my attention by my colleagues in international trade union confederation which covers all the trade union organizations throughout the world. They produce an annual survey of violations of trade union rights. And I am sorry to say that there are some examples here that I would like to bring to your attention. There is now what the ITUC is recalling a certain amount of judicial harassment of trade unionists in Turkey. And they draw attention.. Now you have to excuse my pronounciation but the arressment of Nejat Seçkiner from the Sivas branch president of KESK affiliated United Transport Workers' Union and Öznur Doğan from the Sivas branch president of the teachers union. And then we have got another example of Seher Tümer, who is a member of the trade union public employees in health services. Then we have someone from Tüm Bel-Sen someone called Metin Fındık. And then we have someone is now living in Switzerland who come back to Turkey and I am reffering to Murat Akıncılar. And then the most important violation 2009 which unfortunately is still is going on the case refers to the members of the KESK trade union who were imprisoned in May 2009. The case came to court in November, I was there in İzmir, at the time and they were allowed out of the prison after this long period but the case still goes on, the case should have been dealt in March 2010 it was pushed over into June the 22 of June that was yesterday, the day before Tuesday. And the decision of court is that it has been postponed again. I think this is totally appropriate that the ITUC is reffering to this situation of judicial harassment. And then there are other examples that I could mention in terms of violence against peaceful demonstration and obviously one that comes to mind specifically as the tackle workers' dispute where in fact the demonstration was violently brooken up by the police at the end of last year at December. And then there are of course anti-union campaigns. I am thinking of ... Menderes Tekstil in southwestern Turkey which provides for İKEA and Carrefour. The supply of İKEA and Carrefour and the ways in which the emloyers done all they can to ensure 33 that trade unionists stop being trade unionists. There is another one in Mersin in International Port, another example. And so there a number of elements that we need to consider. One is the question of trade union rights and next one is to sum up the ways in which trade union rights are respected or not. In terms of concluding remarks I would like to say that there has been no real progress in bringing the country's legislation on workers and trade union rights into line with international standards. And this is all the most surprising that one of the benchmarks which has been fixed by the European Union for the opening of the social employment chapter, incidentally I might say it is one of the easiest chapters that there is between Turkey and EU. It doesn't require.. there is no blockages to this from outside Turkey at all. And let me first to ensure that full trade union rights are respected in line with EU standards on the relevant ILO conventions which I might say Turkey has signed up to. And according to article 90 of the constitution one would expect these would be transposed into Turkish law. So we have this particular problem at the moment there is a series of discussions taking place between Turkey and EU as far as this chapter 19 is concerned. The worst talk of this being ready for the Czech presidency, then the Swedish presidency, then the Spanish presidency and now we are in to the Belgium presidency, next one will be the Hungarian presidency and I am looking forward to seeing end of this particular story. But you know better than I do what the latest situation is as far as the trade union law in Turkey. And I would be pleased if you could tell me where this new law is. I am talking about the one for workers but haven't even mentioned yet the one refers to public sector workers. But I do know there is a part of debate on constitution amendments that has been discussed at the moment. Civil servants and other public official would have the right to collective agreement. Now I need as well to interpret that for me because I am not sure that means. I also don't know if there is disagreement this can be refer to conciliation board. Well I look forward to finding more information about. Let's put it like this: who chooses the number of the conciliation board members. In terms of article 128 which refers to financial and social rights for public sector workers and that is interesting change for constitutional purposes. Now there is a new draft legislation proposal for trade unions collected bargainings and strikes. As I said not easy to find out where it is. I know it came into the Turkish Grand Assembly last year and then disappeared. But there are some important changes that are being discussed. If you can get your hands on the information, the information we have got here is ILO. And I am very grateful to the ILO for this. One is the lifting of the requirement for the approved by a notery to join a trade union which is a sort of some surprise within the European Union Confederation not that they want to lift it that it place should exist in the first place. The right to establish trade unions at level of work place and occupation, and right to establish federations these are important new steps. The right of trade union to determine their own statutes obviously an important new step and to organize their activities ... officials in the simplification of the procedures for establishing union. So there are some interesting posible steps. And I have noticed as well I had a look what I got in terms of information and it seems to be some changes as far as articles 29, 30, 31, 32, 33, 34 are concerned in terms of the prohibition of strikes. So that was not mentioned in the information I got from the ILO. Now apparently consultations are taking place… Not apparently I now, consultations are taking place now between trade unions, between … and employers and the ministry on the draft. And let's hope that some sort of concensus can appear, although there was a concensus among social partners in ... in 2008, and there is no movement on the basis of that particular set of agreements. So there are certain improvements, there are certain proposed or talked about haven't seen the light of 34 they yet and I look forward to that, cause that clearly the important point. And we do notice though as ILO says that the draft amendments proposed to abolish the requirements to 10% to representativity at the branch level but at the moment it seems that they want to keep the level of the absolute majority of 50% + 1 at the work place level. So there is a particular concern and as the ILO said any draft which did not take these obstacles into consideration could not be accepted and would be contrary to convention number 87. So there are other questions which I am not going to deal with is today about how long it would take once the constitution have been approved if this is all constitution amendments have been approved, if that is going to be the case; how long will it take to pass into law; how long will it take to set up these new laws. If indeed there is going to be a movement in terms of opening of the chapter number 19 on social employment policy within the context of discussions between EU and Turkey. The next question which I am also not gonna deal with is to what extent will the changes in the law change the behaviour. How long will it take to implement and how long will it take to change the behaviours of participants in industrial relations system. That's of course under that question and I will be grateful for your views on my interpretation of what's going on in Turkey and what information that you have clearly I do not have in my disposal. So I would like to thank you very much for your attention. Thank you. Burcu Yakut-Çakar: Jeff Bridgeford'a da teşekkür ediyoruz. Şimdi panelin son konuşmasını profesor Mesut Gülmez bizim için gerçekleştirecek. Mesut Gülmez Fransa'da Yönetim Bilimi doktorasını tamamladıktan sonra sosyal siyaset alanında doçentliğini almış ardından çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri dalında da profesör olmuş. 90-97 yılları arasında İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi müdürlüğü görevini yürütümüş. Nisan 2008'de kendi isteği ile emekliye ayrılmış durumda, o yüzden emekli öğretim üyesi olarak programımızda görünüyor. Ancak halen Ankara Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi'nin Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri doktora programlarında ders veriyor. Amme İdaresi Dergisi’nden, ODTÜ Gelişme Dergisi’ne, Sendikal Notlar’dan Çalışma ve Toplum dergilerine olmak üzere pek çok dergide ve Cumhuriyet, Milliyet, Birgün, Radikal gibi gazetelerde çeşitli konulara ilişkin yazı inceleme ve bildirileri var. Mesut hocanın pek çok kitabı var. Özellikle Türkiye'de Çalışma İlişkileri, Uluslararası Sosyal Politika, Avrupa Birliği ve Sosyal Politika, İnsan Hakları Sendikal Haklarda Uluslararası Hukuk ve Avrupa Birliği konuları üzerine. Bugün bize "Ayrımcılık Yasaklı Eşitlik: Anayasa ve Ulusalüstü Hukuk" başlıklı konuşmasını verecek. Buyrun hocam. Prof. Dr. Mesut Gülmez’in konuşması Efendim çok teşekkür ediyorum. Burada bulunmaktan mutlu olduğumu da ayrıca belirtiyorum. Ben aşağı yukarı beş altı yıl öncesine kadar eşitlik ve ayrımcılık konusunda çok sınırlı bilgiye sahiptim. Ayrımcılık yasağı ile ilgili olmak üzere bir çalışma yapmam gerekti bir sendikanın kapsamlı bir projesi çerçevesinde, bu sadece ayrımcılık yasağı ile sınırlı bir araştırma ve çalışma olacaktı ben de kolayca üstesinden gelebilirim diye düşünüyordum. Çok fazla bir şey yok, zaten ilerleme raporlarına ve bizim ulusal raporlara bakacak olursanız orada da bir kaç yönergeden söz edilir bununla ilgili olarak, ama işin içine girince gördüm ki gerçekten bir derya. Ne eşitlik ilkesini ayrımcılık yasağına değinmeksizin ele alabilrsiniz ne de ayrımcılık yasağını incelerken eşitlik ilkesini gözardı edebilirsiniz. Öncelikle ilk saptamam bu 35 oldu. Ve bunun için de dedim ki sadece eşitlik ilkesi yoktur, sadece ayrımcılık yasağı da yoktur, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi vardır dedim. Bu benim öncelikle ve özellikle uluslararası insan hakları alanında yaptığım çalışmalara dayanan bir saptamaydı. Hem birleşmiş milletler çerçevesinde kabul edilen insan hakları sözleşmeleri hem uluslararası çalışma örgütü çerçevesinde hem Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilen sözleşmeler. Bunun dışında başka uluslararası örgütler de var, UNESCO gibi mesela kendi alanında eğitimle ilgili olarak ayrımcılık yasağı sözleşmesi kabul etmiş bir ulusalarası kuruluş. Avrupa Birliği var kuşkusuz, özellikle Roma Antlaşması’ndan Lizbon'a kadar uzanan süreç içinde eşitlik ve ayrımcılık yasağı konusunda çok kapsamlı bir türevsel hukuk ortaya koyan bir düzen. Bizi de çok yakından ilgilendiriyor. Onun için işe kavramsal olarak ayrımcılık odaklı eşitlik ilkesi diyerek başladım ve işin içinden çıkmam da gerçekten kolay olmadı. Bir başka önemli nokta, özellikle ben aşağı yukarı 30 yıldan beri sevgili meslektaşımın biraz önce anlattığı konular beni çok tahrik etti keşke sendikal haklar konusunda ben de konuşsaydım burada dedim belki öncelikle o konuda konuşsaydım diye içimi çektim. Sadece sözleşmelere bakmak yetmiyor insan hakları konusunda, pozitif metinlerine bakmak yetmiyor. Birkaç maddeyi okumak yetmiyor. O sözleşmelerin uygulanmasından sorumlu olan yetkili denetim organları var. Onların yıllardan beri oluşturdukları içtihatlaşmış kararlar var. Ve bütün bu kararlara baktığınız zaman ister Birleşmiş Milletler çerçevesinde olsun ister Uluslararası Çalışma Örgütü çerçevesinde olsun ve hatta Avrupa Konseyi çerçevesinde olsun, hepsini birlikte değerlendirdiğiniz zaman görüyorsunuz ki hem sendikal haklar alanında hem eşitlik ve ayrımcılık alanında ortak bir hukuk oluşmuş, yakınlaşmış. Bütün bu denetim organları birbiriyle çok yakın etkileşim ve iletişim içinde Birleşmiş Milletler denetim organları artık ILO ile çok yakın etkileşim ve iletişim içinde onlara göndermelerde bulunuyor ve bunun tersi de geçerli. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini uygularken özellikle Türkiye'den giden şikayetlerle ilgili olarak sayın Bridgford biliyordur muhakkak altı davada Türkiye mahkum oldu ve bu davalarda ILO sözleşmelerine gönderme yaptı. ILO'nun sadece sözleşmelerine gönderme yapmakla yetinmedi, ILO'nun denetim organlarının örneğin devlet memurlarından kimlerin anlaşılması gerektiğine ilişkin kararlarını ve yaptığı tanımları referans olarak kararına ... Eşitlik ve ayrımcılık yasağı konusu da böyle. Şimdi ben bu konuyu burada belki sevgili meslektaşlarım yalnızca anayasa çerçevesinde ele almamı düşünüyorlardı, öneriyorlardı ama ulusalüstü hukuk ışığında anayasadaki eşitlik ilkesini kanun önünde eşitlik diye 10. maddeye yazılmış olan eşitlik ilkesini biraz daha fazla irdelemek niyetindeyim. Ama önce ulusalüstü hukukla ilgili birkaç saptama yapmak, çok hızlı geçmek üzere birkaç saptama yapmak istiyorum. Eşitlik nedir, burada sunulan raporda da dikkatle okuyacağım eşitlik kavramıyla ilgili olarak eşitlik türleri ile ilgili olarak yeterli bir açıklama yok değişik kavramlara gönderme yapılmamış. Şekli, biçimsel eşitlik, maddi eşitlik, eylemli eşitlik ve ya olgusal eşitlik ve bunun dışında belki bir de kavramı uzlaştırmak üzere öne sürülmüş ve kullanılmakta olan ve özellikle AB türevsel hukukunda çok sık kullanılan fırsat eşitliği kavramları. Bu raporda sonuçları açıklanan raporda belirtilen eşitsizliklerin tümü uygulamada rastlanan eylemli eşitsizliklerdir, olgusal, maddi eşitsizliklerdir. Bunların kuşkusuz belki anayasadaki, yasalardaki düzenlemelerin yetersizliklerinden kaynaklanmış olanları da olabilir ona rağmen eşitsizliklerin sürmesi de bir vakadır, olgudur, bir gerçektir. Ama acaba eşitlik, ayrımcılık yasaklı eşitlik nasıl tanımlanabilir, nedir? Aynı gerçeğin iki yüzüdür bu. Birbirini tamamlayan ilkelerdir, ben bölünmezliğine çok önem veriyorum, eşitliğin ve ayrımcılık yasağının bölünmezliğini sürekli olarak vugulamaya sürekli olarak çaba gösteriyorum. Nasıl ki insan hakları bölünmezse, birinci kuşak ve ikinci kuşak diye, sırf didaktik amaçlarla nitelendirdiğimiz insan haklarının bölünmezliği bütünselliği ve karşılıklı 36 bağmlılığı evrensel ilkelerse burada da vurgulandığı gibi ve özellikle 90’lı yıllardan sonra uluslararası bağlamda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Viyana Konferansı'ndan beri daha sık bir biçimde vurgulandığı gibi eşitlik ve ayrımcılık yasağı da siyam ikizleri gibidir. Pozitif metinlere baktığınız zaman da bunu görürsünüz. Anayasadaki düzenlemeden şu şu şu ve benzeri sebeplere dayalı ayrımcılık yapılamaz ve yapılmaksızın herkes kanun önünde eşittir diye bu ikisinin olumlu ve olumsuz yüzü ile birlikte ortaya koyar. Neden, çünkü bölünmezdir. Bu açıkça söylenmediği zaman herkes kanun önünde eşittir dendiği zaman veya şu nedenlere dayalı ayrımcılık yapılamaz dendiği zaman bile örtük olarak söylenmeyeni belirtilmeyeni doğrudan doğruya belirtilmeyeni de içeren bir kavramdır diye düşünüyorum. Bu özelliği içinde biraz söyleyeceğim görüşler aykırı görüşler olacaktır. Bir anayasa hukukçusu olmadığım halde anayasanın bir maddesi ie ilgili görüşlerimi burada açıklayacağım ve Anayasa Mahkemesi’nin biraz daha ileri giderek bu madde ile ilgili yorumlarını kararlarından yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağım. Ve dile getireceğim görüşlerin genellikle anayasa hukuku öğretisinde ve iş hukuku öğretisinde dile getirilmiş olanlarla pek bağdaşmadığını aykırı düştüğünü de baştan belirtmekte yarar var diye düşünüyorum. Ben bu önerdiğim kavramın dört öğeden oluşan kapsamlı bir tanımını yapmaya çalıştım, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin dört öğeden oluşan kapsamlı bir tanımını yapmaya çalıştım. Bunların üzerinde ayrıntılı olarak durmuyorum çünkü yazdığım yazılarda yayınlanmış kapsamlı kitabımda bu var, ama özellikle ayrımcılık yasaklı eşitliğin insan hak ve özgürlüklerinden yararlanmada söz konusu olduğunun altını çizmek gerekir. Bütün insan haklarından sadece birinci kuşak değil özellikle ikinci kuşak ekonomik sosyal kültürel diye nitelediğimiz haklardan kısaca sosyal haklardan yararlanmada da çok önemli yaşamsal nitelikli bir ilkedir, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi. Üstün bir ilkedir, ölçü bir ilkedir, çarpan etkisi olan bir ilkedir diye düşünüyorum. Bütün sosyal hakların kullanılmasında eylemli olarak uygulamada yararlanılmasında gözden kaçırılmaması gereken bir ilkedir eşitlik ilkesi. Sadece eşitlik dediğim zaman ayrımcılık yasaklı eşitlik olduğunu artık belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. Anayasaya geçmeden önce ulusalüstü hukuk insan hakları hukuku bu konuda ne dedi ne tür düzenlemeler yaptı. Aklımıza kuşkusuz sözleşmeler geliyor, ikincil kaynaklar. Ama kanımca ondan önce uluslararası kuruluşların kurucu belgeleri de anayasa yani anayasasına baktığımız zamanları da ayrımcılık yasaklı eşitliği güvenceye almıştır kanımca. Birleşmiş Milletler Antlaşması Birleşmiş Miletler organlarına hem amaç hem de görev olarak herkesin şu nedenlere dayalı ayrımcılık gözetmeksizin insan haklarından ve temel özgürüklerden yararlanmalarını kolaylaştırma görevini Birleşmiş Milletler’in organları ve kendisi gerektiğinde tek başına ve gerektiğinde üyesi olan devletlerle iş birliği yaparak sağlama yükümlülüğü altındadır. Antlaşmanın beş altı maddesinde ayrımcılık yasaklı eşitliğin anayasal dayanakları vardır. Kurucu ilkelerden biridir, uluslararası kuruluşların. En eski uluslararası kuruluş bugün Uluslararası Çalışma Örgütü'dür. 1919’dan beri kesintisiz biçimde varlığını sürdüren bir başka uluslararası örgüt yoktur. 1919’da cinsiyet temeline dayalı ayrımcılıkla ilgili olarak ve yurttaşlık temeline dayalı ayrımcılıkla ilgili olarak yurttaşlıkla ilgili olarak anayasasının başlangıç bölümüne bütün üye devletleri bağlayan ilkeler yazmıştır. Ondan sonra Philedelphia Bildirgesi 1944’te ILO'yu felsefe ve amaçlar yönünden yenilerken fırsat eşitliğinden, onurdan açıkça söz etmiştir. Yani İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni önceleyen bir belge olarak ve sanki bir anlamda çalışma yaşamını ve ilişkilerini aşan bir genişlikte, bir insan hakları belgesi olarak 1944'te fırsat eşitliği içinde tüm insanların maddi ve manevi varlıklarını geliştirme hakları ve bunu izleme hakları bulunduğunu belirtmiştir. Bu anayasal bir belgedir. Bu anayasaları kabul ederek bu uluslararası kuruluşlara üye olan devletler açısından anayasal bir yükümlülüktür. Onun için ulusalüstü hukuk dendiği zaman 37 sadece sözleşmelerle yetinmemek gerekiyor. Sözleşmelerden önce kurucu belgeler var, anayasalar var, antlaşmalar var, birincil kaynaklar var kısacası. Sözleşmelere gelince anayasadan kaynağını alan sözleşmelere gelince Birleşmiş Milletler'deki sözleşmelerin bazılarından söz edildi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi artı 7 ayrı insan hakları sözleşmesi, her birinde ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi değişik yönleriyle önce genel bir ilke olarak herkesi kapsamak üzere güvenceye aldığı haklardan yararlanmayı sağlamak üzere ayrımcılık yasaklı eşitlik ikesini tanımışlardır ve ondan sonra bazı haklarla ilgili olarak da özgün düzenlemeler de yapmışlardır. Yani genel düzenlemelerden sonra bazı haklarla ilgili bazı kesimlerle ilgili, çalışan kesimlerle ilgili, örneğin kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla ilgili olarak da bu konuda özgün düzenlemeler de yapmışlardır. Çok sayıda sözleşme vardır. Bunların herbirinin nasıl düzenleme yaptığını burada açıklamaya kuşkusuz zamanımız yetmeyecektir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bu konuda bilinen iki önemli sözleşmesi var: 100 ve 111 sayılı sözleşmeler, ama bundan ibaret değil. Ben bütün sözleşmeleri gözden geçirdiğim zaman kırk dolayında sözleşmede kendi kapsamıyla ilgili olarak ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin güvenceye alındığını saptadım. Bunun dışında kuşkusuz çok daha önemli olan başta da belirttiğim gibi sadece bu sözleşmelerin sözel metinleri de yeterli değil. Denetim organlarının kararlarına bakmamız gerekir. Uluslararası Çalışma Örgütü bağlamında uzmanlar komisyonu ve sendika özgürlüğü komitesi Birleşmiş Milletler bağlamında her bir sözleşmenin ayrı ayrı denetim organı var. Komite adını taşıyan denetim organı var. Bunlardan ikisi özellikle insan hakları komitesi ile ekonomik sosyal kültürel haklar komitesi son derece önemlidir. Türkiye bu sözleşmeleri 2003’te onayladı ama raporlarını göndermekte o kadar gecikti ki bu komiteler hala Türkiye'nin ilk raporlarını denetleyemedi ortaya koyamadı. Bu geçtiğimiz mayıs ayında henüz içeriğine ulaşamadığım toplantıda ele aldı ama henüz benim bilebildiğim kadarıyla yayınlanmış değil. Ve yayınlandığı zaman göreceğiz ki ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi açısından anayasadan başlayarak bütün yasalarımızda hiç beklemediğimiz ummadığımız aykırılıklar vardır. Yani sandığımızdan çok daha kapsamlı aykırılıklarla hukuksal alanda karşı karşıya kalacağımızı bir kehanet olmaksızın söyleyebileceğimi sanıyorum. Şimdi geliyorum anayasaya. Saate bakıyorum öyle hızlı ilerliyor ki. Siz de acıktınız. Anayasa ile ilgili olarak belki asıl üzerinde durmamız gereken konu bu. Önceki anayasalara değinmeyeceğim, yürürlükteki anayasalara bakacağım. Anayasanın onuncu maddesi eşitlikle ilgili olarak. Şimdi anımsayacaksınız anayasada eşitlik konusu ile ilgili olarak en çok tartışılan konuların başında acaba anayasa olumlu ayrımcılığı güvence altına aldı mı almadı konusu mevcuttur. Ve değişik sivil toplum örgütlerinin önerilerine taslaklarına baktığım zamanda ağırlığın bu noktada olduğunu saptadım. Hem Özbudun komisyonunun hazırladığı anayasa önerisi hem Türkiye Barolar Birliği'nin hazırladığı anayasa önerisi, hem içinde bulunduğum DİSK tarafından hazırlanmış olan temel ilkeler anayasa raporu ve onun dışında gündemdeki AKP'nin hazırlamış olduğu meclisten geçmiş olan referanduma sunulacak olan metinde teklifte yer alan düzenleme. Diyebilirim ki, sanıyorum yanılmıyorum, bütün ağırlık olumlu ayrımcılığı anayasada açıkça belirtmek dile getirmek. Acaba bu yok mu yürürlükteki anayasada güvence altına alınmamış mı? Şimdi 2004'te anayasaya eklenen fıkrayı izninizle okumak istiyorum. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama gemesini sağlamak ile yükümlüdür. Şimdi bir eşitliğin yaşama geçmesini sağlama yükümlülüğü ne demektir? Nasıl yaşama geçirilecektir eşitlik? Yani soyut eşitlik anayasanın güvenceye aldığı yasa önündeki eşitlik yani biçimsel eşitlik anayasa mahkemesinin anlatımıyla hukuksal eşitlik ya da eylemli olmayan eşitlik nasıl yaşama geçirilecektir. Bundan ne anlamamız gerekir? Demek ki anayasaya yazmakla eşitlik kendiliğinden uygulamada gerçekleşmiyor. Eşitlik niçin gerekli? Onuncu maddeye baktığınız zaman eşitlik ile insan haklarından ve özgürlüklerinden 38 yararlanma arasında bağ kurulmamıştır, onuncu maddede. Peki anayasada eşitlik, acaba eşitlik ilkesi yalnızca onuncu maddedeki bu düzenleme ile mi sınırlıdır? Bu onuncu maddeddeki düzenlemede acaba yalnızca anayasa mahkemesinin ileri sürdüğü gibi ve 1966 dan beri günümüze kadar sürekli olarak bütün kararlarında yinelediği gibi eylemli değil hukuksal eşitlik mi güvenceye alınmıştır. Acaba bunların üzerine düşündük mü? Ben anayasa hukuku öğretisinde bu soruların yanıtının verilemediğini saptadım. Eşitliğin pozitif ve negatif yönüyle anayasada tanındığını söyleyen meslektaşlar var. Eşitliğin hak özneleri açısından temel bir hak olduğunu devlet açısından ise bir yükümlülük olduğunu belirten hocalarımız var. Ama eşitlik ile insan haklarından yararlanma arasındaki bağlantı çok açık bir biçimde vurgulanmıyor. Ve daha da önemlisi eşitlik yalnızca onuncu maddede güvence altına alınmış değildir. Eşitlik anayasanın başlangıcında da geçen bir ilkedir. Anayasanın başlangıcı biliyorsunuz anayasaya göre metne dahildir. Kendisi söylemiştir. Anayasa metni gibidir, maddeleri gibidir ve ikinci maddede yani değiştirilemez ilkelerin yer aldığı o ilkelerden birinin sosyal devlet olduğunu biraz hukuk devletinin gölgesinde dile getirildiğini düşündüğüm 1961'den beri sosyal hukuk devleti formülüyle belirtilen sosyal devlet ilkesi vardır, değiştirilemez ilkeler arasında. Ve ikinci madde anayasanın başlangıç bölümündeki ilkeler de benim güvenceye aldığım ilkelerdir der. Yani başlangıçtaki ilkeleri de değiştirilemez ilkeler olarak düşünmüştür anayasa.Şimdi başlangıcı okuduğunuz zaman bu anayasada tanınmış olan temel hak ve özgürlüklerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanmadan söz eder. Öyle ise anayasada, 82 Anayasası’nda evet eşitlik ile hak ve özgürlüklerden hiç olmazsa anayasanın güvenceye aldığı hak ve özgürlüklerden yararlanma arasındaki yaşamsal bağlantı tanınmıştır, belirtilmiştir, açıkça yazılmıştır. Bu da bir anayasal ilkedir ve üstelik değiştirilemez ilkelerden bir tanesidir. Peki eşitlikle ilgili olarak bir dosya geldiği zaman önünüze yargı organı olarak ve Anayasa Mahkemesi olarak sadece onuncu madde ile sınırlı olarak değerlendirme yapmanız yeterli olur mu? Onuncu madde ile yetinerek diğer maddelerle ve özellikle başlangıçtaki bu ilke ile bağlantısını kurmaksızın bir sonuca varırsanız bu anayasaya aykırı bir değerlendirme olmaz mı, evet olur, bana göre olur ve de öyledir. Anayasa Mahkemesi belirttiğim gibi başlangıçtan beri 1961 Anayasası döneminden beri yasa önünde eşitlik ilkesini yalnızca biçimsel, şekli, hukuksal eşitlik olarak algılıyor. Bu eylemli değil hukuksal eşitliği güvence altına alan bir düzenlemedir diye çok sık bir şekilde hemen her kararında yineliyor. Ama Anayasa Mahkemesi eylemli eşitlik anayasada güvence altına alınmamıştır derken bu kavramın ne olduğunu, bundan ne anladığını bize söylemiyor. Hukuksal eşitliği biliyoruz ne olduğunu, bunun tanımı ve öğeleri var. Aynı durumda olanların aynı hukuksal durumda olanların aynı kurallara bağlanması. Ancak haklı nedenler varsa farklı kurallar ile düzenlemeler yapılabilmesi. Bu biçimsel eşitlik anlayışıdır. Ama Anayasa Mahkemesi hiç bir zaman eylemli eşitlik şudur bu anlaşılması gerekir demiyor ve birçok kararını inceledim okudum. Genellikle de onuncu madde ile sınırlı bir değerlendirme yapıyor, zaman zaman anayasanın başka maddelerini de anıyor onları da tekrarlıyor. Örneğin sosyal güvenlikle ilgili bir sorun varsa dosyada sosyal güvenlik hakkı ile ilgili 60. maddeden söz ediyor. Sonra 5. maddeden söz ediyor ama başlangıçla bağlantısını kurmuyor ve başka maddelerle bağlantısını kurmuyor. Oysa bu anayasa, bu 82 Anayasası bana göre maddi eşitliği de, yani uygulamada karşılaşmakta yaşamakta olduğumuz eylemli eşitsizliklere karşı da bir güvence sağlayan düzenleme niteliğindedir. Anayasa Mahkemesi bunu yorumla yapabilir ama yapar mı, bundan sonra yapar mı diye sorarsanız, yapacağını sanmıyorum derim. Çünkü bizde politikacılar da, hukukçular da, yargıçlar da, yöneticiler de pozitivist hukuk kültürü ile yetiştirilmişlerdir ve buna çok sıkı biçimde bağlıdırlar. Yani anayasada okuduğuna, yasada okuduğuna bağlı kalarak çözümler üreten bir hukuk kültürü vardır, onu 39 açımlayan felsefi ve düşünsel temellerini ortaya koyan ve özellikle ulusalüstü insan hakları hukukundaki gelişmeleri izleyen ve onları hukukumuza taşıyan bir yaklaşım yoktur Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında. Onun içindir ki hep olumlu ayrımcılığı açıkça yazalım, kadınlar açısından açıkça yazalım, özellikle korunması gereken yaşlılar, küçükler, engelliler gibi kesimler açısından ayrıca yazalım ve onlar için alınacak önlemlerin özel önlemlerin ayrımcılık sayılmayacağını yazalım ki Anayasa Mahkemesi gözüyle görsün, Danıştay gözüyle görsün, mahkemeler gözüyle görsün, okusun ve ondan sonra da bu doğrultuda kararlar versin diye bekliyoruz. Bu anlayışla bu pozitivist hukuk kültürü ile Türkiye çok yol alamaz. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor ve bu değişmenin de hukukçulardan başlaması gerekiyor. Teşekkür ederim. Burcu Yakut-Çakar: Çok teşekkür ederim ben de. Tabii süreyi biraz aştık bir 10-15 dakika soruları alalım salondan. İsterseniz topluca alalım. Kendinizi tanıtıp soruyu kime yönelttiğinizi de söylerseniz çok memnun oluruz. Yaklaşık en geç 14:00, 14:15 gibi bitirip yemeğe geçelim. Soru: Ali Erol, Ankara'dan geliyorum. KAOS Gay-Lezbiyen Derneği'nden. Aslında KAOS GL 90'ların başında kurulduğunda genç işçi ve öğrenciler tarafından kurulan bir örgüt olmasından dolayı bir kaç tanıklık aktarmayı planlıyordum ama bu kalan süreyi göz önünde bulundurduğumda buna imkan olmadığının farkındayım. Onun için uzatmadan birkaç cümle kurabilmeyi umuyorum. Şöyle ilginç bir durum ortaya çıktı, Bridgford'un sendikalarla ilgili safhanın hala gündeme gelmemesi, başlamamasından dolayı ilgili sendikal özgürlükleri kapsayacak yasaların da tartışılamadığı ve yürürlüğe giremediğine dair bir not düştü. Hemen ardından Gülmez de anayasadaki bazı maddelerin aslında farklı okuması yapıldığında pek çok bu özgürlükleri de kapsıyacak ve ilgili ayrımcılıklara karşı duracak düzenlemelerin zaten olduğundan bahsetti. Bu durumda ilginç dediğim nokta bana göre şu. Şimdi birinci aşamada bir dikey hak talebinde bulunacağız ve bundan vaz geçmeyeceğiz. Diğer taraftan Gülmez'in bahsettiği ilgili haklar olduğu halde neden uygulanamadığı ve de bu özgürlükleri geliştirecek şekilde yürürlükte aktif olamadığı gibi bir problem de var. Belki burada bütün bu formel eşitliklerden, formel hak mücadelelerinden ayrıca iki noktayı hatırlamamızda fayda olabilir mi diye düşünüyorum ben kendi adıma. Bunlardan bir tanesi ve asıl önemsediğim bu dikey hatta hakları talep eden kesimlerin yatay dönüşümü nasıl mümkün olacak. Özellikle Bridgford eğitimden vs. bahsetmişti ya ondan dolayı bu aklıma geliyor, şunu demek istiyorum sendikaların aslında bütün bu sendikal özgürlükler için ilgili yasaların Türkiye'de hayata geçmesi mücadelesi tamam bu bizim de örneğin kendi alanımızda anayasal eşitlik ve benzeri alanlarda benzer formel hak taleplerimiz söz konusu ama aynı sendikal alandaki bu sendikaların bütün üyelerinin ırkçılığa karşı, milliyetçiliğe karşı, seksizme ve homofobiye karşı da bir dönüşümü, yatay bir dönüşümü nasıl mümkün olacak. Örneğin bunun hatırlanmasında da fayda olabilir. Bütün bunlar belki bir şekilde altı çizildiğinde ve bunun için de mücadele edildiğinde o dikey hatta talep edilen ama bir türlü yürürlüğe girmeyen, gündeme bile alınmayan yasalaşmayan hakları belki fiili olarak hayatta karşılığını bulabileceğine dair olasılıklar yaratılabilir mi. Belki böyle bir soruyu biz gündemimizde tutabiliriz diye düşünüyorum. Onun dışında çok fazla örnek var, beni uyarın uyarana kadar bir kaç örnek paylaşmak istiyorum. 40 Burcu Yakut-Çakar: Öğleden sonra da bir panel var, orada tartışırız yemekte de tartışırız, herkesin acıkmış olduğu varsayımı üzerinden gidiyorum. O yüzden özellikle öğleden sonraki panelde çok daha geniş bir tartışmaya zemin açacak bir sunuş olacak dolayısıyla o zaman da devam edebiliriz isterseniz. Ali Erol: Umarım fırsat bulurum çünkü bu alan bir eşcinsel örgütü olduğumuz halde bizim en çok ilgilendiğimiz alanlardan birisi. Soru: Sevgi Mutlu, Yeşiller Partisi. İki sorum olacak bir tanesini Jef beye sormak istiyorum. Türkiye'deki sendikaların bir kısmının AB karşıtı olduğunu biliyoruz. Kendisinin yaptığı çalışmalarda bunu nasıl gözlemledi ve bu önyargının ideolojik yanları hariç pratikte Avrupa Birliği müzakerelerini bir bütün olarak aldığımızda gerçekten haklı yanları var mı acaba. Sadece isdihdam başlığı değil bütün başlıkları uygulamaya geçirdiğimizde sendikal hareketin veya işçilerin etkileneceği konusudaki endişelerine katılıyor mu? İkinci sorum da, eşitlikten bahsediyoruz ve sendikalardaki kadın temsiliyeti, siyasi partilerden bile ki kriterlerin AB'de daha az. Bu konuda Türkiye'deki durumu biliyoruz, en azından sendikalarda yapılan çalışmalarda fotoğraf hep erkek egemen bir fotoğraf görüyoruz. Avrupa'da bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar nelerdir. Buna benzer bir tablonun orada olduğunu biliyorum bununla ilgili somut yapılan çalışma var mı onu öğrenmek istiyorum. Teşekkürler. Soru: Evet sayın hocalara çok teşekkür ediyoruz, ismim Şahin Selim, Hak-iş Konfederasyonu Ankara'dan katılıyorum bu toplantıya. Ben soru yerine iki dakikayı geçmeyecek şekilde sayın hocalarıma destek vermek istiyorum. İlk hocamız üniversite temsilcisi sayın profesör, İngiltere'den gelen hocamız evet çok önemli bir konuya değindi. Asgari ücret, asgari gelir desteği yerine yeterli ücret ve yeterlilik kavramı üzerinde bizimle bilgisini paylaştı. Hocam bu biraz ortalama gelirle alakalı. Şimdilik 10.000 dolar civarında geziniyoruz biz de 30.000 dolarları bulduğumuz zaman biz de yeterli gelir desteğini umarım tartışacağız, bu ülkede şimdilik asgari gelir desteği peşindeyiz ama söylediklerinize tabii ki çok katılıyoruz. Evet sayın Jeff Bridgford arkadaşımız, birlikte projeler yürüttük Türkiye'nin fotoğrafını gayet iyi çekmiş, bu geçtiğimiz iki yılda. Bir soru sordu, bu sorunun başka işçi sendikasından temsilci arkadaş olmadı ğı için üzerime alındım cevaplandırmak için. Gülay hanım da bana biraz işaret yaptı, istersen cevaplandır diye. Anayasada yer alan sendikal özgürlüklere ilişkin konu anayasa kabul olursa ne zaman yasa pratiğe geçebilir. Bu konuda ümitsiz olmaya gerek yok belki çok aykırı bir örnek olacak ama Türklerin sigarayla olan ilişkisi tüm Avrupa'da çok iyi bilinir. Ve Türkler sigara yasağı koydu ve 6 ayda Türkiye'de sigara yasağı kapalı alanlarda uygulanmaya başladı, bunun çok daha kolay olacağını düşnüyorum çünkü demokrasiye aç bir toplum, örgütlenmeye aç bir toplum olduğu için. Evet yine arkadaşlardan sendikal özgürlüklerle ilgili sorular geldi. % 10 iş kolu %50 +1 iş yeri barajı ve noter şartı evet kabul edilemez durumlar. Geçtiğimiz sene bir Bursa mutabakatı var, işçinin, iş verenin ve hükümetin tamamıyla uzlaşmaya çalıştığı mümkün olduğunca esnediği bir yapıda bir Bursa mutabakatı. Bu mutabakat meclis genel kuruluna iniyor ama tam meclis genel kurulunda Anadolu sermayesini temsilen bazı örgütlerin biraz sendika alışkanlığının olmamasından dolayı sendikaları işçi ücretlerini artıracağı ... o küresel rekabette geri 41 kalacakları endişesiyle yaptıkları lobi, bu lobi sayesinde maalesef geri plana itildi. Fakat %10 iş kolu, %50 +1 iş yeri, noter şartı ile ilgili mücadele sendikal alanda devam ediyor. En azından şu gelişme var, yıllarca 1950'lerden beri devam eden sendikal hayatta bu barajların AB'deki kriterlere inmemesi için mücadele eden bazı işçi ve işveren örgütleri bile esnedi bu mevcut tartışmalara katılıyorlar destek veriyorlar. Önümüzde kısa bir yol kaldı fakat bu arada hükümet tehdit ediyor bizi diyor ki eğer bunlardan bazılarını kabul edersek diyor o zaman da check-off'u kaldıralım gibi ortalığı karıştırıcı bazı önerileri var. Evet bitirmek istiyorum, AB karşıtı sendikalar pek tabii ki var aslında şu biraz da sendikal ve demokratik platformlarda iki ideoloji, AB karşıtlığı AB yandaşlığı şeklinde bu aralar, evet ideoloji bu. Evet dolayısıyla AB karşıtlığı 19. fasıl bizimle ilgili sosyal politikayı içeren 19. faslı etkiliyor. 19. faslın temel üç konusu bir işçilerin 2821 ve 22 örgütlenme serbest toplu pazarlık, iki romanların sosyal içermeye katılması, üçüncüsü kamu çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendikal hak. Bunun Roman kısmı çözüldü. Biraz da bardağın dolu tarafını da görmek lazım, en azından çözülmesi yönünde bazı açılım adı altında kurultaylar toplanıyor, Romanlarla çalışmalar devam ediyor. Alevilerle yapılan açılımlar gibi. Şimdi kamu çalışanlarında sorun şu efendim, hem 65 yaşına kadar sınırsız bir iş güvencesi hem de beraberinde grevli toplu sözleşmeli sendikal haklar biraz çalışma ilişkilerinde sorular yaratıyor. Bu konuyla ilgili tartışmalar sürüyor. Kadın konusunda gelişmeler fena sayılmaz. En son Başbakanlık genelgesini Jeff beye takdim etmek isterim. Çok katı bir kadın kotası sendikada, bürokraside, partide bu geldi. Mecliste bile eşitlik komisyonu kuruluyor, yetmez. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde eşitlik kurulu, yani Avrupa Birliği direktifi çerçevesinde. İyi şeyler de oluyor, biraz geç oluyor. Jeff hocam öncelikle anayasa acaba referanduma gidecek mi, biz daha konunun bu tarafındayız. Kabulünden sonraki yasal düzenleme ve toplumun entegrasyonu ayrı, acaba referanduma gidebilecek mi çünkü hanımefendinin söylediği gibi AB karşıtı gruplar pek bu işi referanduma götürmeyecek gibi görünüyor. Ben herkese çok teşekkür ediyorum. Soru: Mustafa Can, Alevi Bektaşi Federasyonu genel merkez yönetiminden. Aslında hem Mesut hocama hem de Jeff hocama iki sorum var, yorumdan öte. Fakat biraz önce benden önce konuşan arkadaşın söylemlerine de atıfta bulunarak bu sorularımı sorayım. Çok açık geçmişte aleviler öldürülüyordu, ama bu çalıştayla birlikte aleviliği katletmeye başladılar. Dolayısıyla artık buna bir açılım demek ne kadar doğru o çok tartışılır. Kafaların değişmesi gerekir biraz önce Mesut hocam söyledi önce hukukçulardan başlayarak diye. Evet bence de kafaların değişmesi gerekir ama önce varolan sorunun asli unsurlarının kafada değişmesi gerekiyor. Anayasanın 90. maddesi ve ILO'nun 87. maddeleri çok açık ve net. Ama buna rağmen biz halen kendi aramızda olmayan örgütlülükleri yaratmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla emek örgütlülüklerinin bugün gelmiş olduğu nokta bugün içler acısı bir durumdur. Yani süreci kavrayamamış süreci anlayamamış. Enerji iş kolunda bir odada altı tane statüde insan çalışmaktadır. Sözleşmelisi var, taşeron çalışanı var, 657 kapsamında insan var, 2822'de var. Var oğlu var, ve sendikalar bunlardan birisi 2822'yi örgütlüyor, geri kalan dört kişiyi kimse örgütlemiyor çünkü onların adı bile koyulmamış. Dolayısıyla o zaman sendikalacıların bir kere kafasının değişmesi lazım ve örgütlenme geleneğinin bir kere bozulması lazım. .... Jeff Hocama sorum şu: Konuşmasının arasında kaçırdıysam çok özür dilerim, şöyle bir sözcük geçti. Yasal grev diye bir sözcük geçti. Tüm son zamanlardaki yasal düzenlemelerin tamamı çalışanların aleyhine gelişiyor. Örneğin, biz köprülerde ve gişelerde iş bıraktığımız için aynı zamanda Enerji-Sen MYK üyesiydim ben o dönem köprülerde gişelerde iş bıraktığımız için bu devlet bize ceza verdi. Ve bu cezalar, hepsi çalışanlarımızdan kesildi. Daha sonra biz bunu 42 AİHM'e götürdük ve çok zor uğraşlar sonucu, hocamız bahsetti, bu paraları tahsil ettik. Şimdi dolayısıyla yasak grev tartışması tam bu noktada çıkıyor. Ben grev hakkımı kullanabilmem için önce bu yasal mevuatın çok ciddi anlamda değişmesi gerekiyor. Size göre yasal olmayan bir grev olmayan bir grev benim için bana anamın hak sütü kadar yasal bir şeydir, yani haklarla bence bu yasal düzenlemelerin bu yasaların bence bir tartışması gerekiyor ve hakların önce geldiği bilinci, daha doğrusu bu hakkın biraz bilince çıkartılması gerekiyor. Bu konuda çok ciddi bir kafa karışıklığı var. Dolayısıyla bunu da hem katkı olsun hem de hocalarımdan bunun yanıtını da istiyorum, yasal grev ve özellikle çalışanların parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü konusunda. Çok teşekkür ederim. Burcu Yakut-Çakar: Başka sorusu olan var mı? Peki çok hızlı birer cümleyle çünkü konuşmacılara da söz hakkı vermem gerekiyor. Buyrun. Soru: Yeterlilik, yeterli gelire sahip olma olayıyla açlık ve yoksulluk standartlarının mutlaka hocamın dediği gibi anayasal çerçeve içerisinde belirtilmesi lazım. Eğer belirtilmezse bizdeki alışkanlıklar da bunlar, yoksulluk nedir diyoruz herkes birbirine bakıyor, yeterli gelir nedir diyoruz kimse bilmiyor. Biraz önce arkadaşım anlattı 10.000 dolardan bahsediyor ama toplumumuza bakıyoruz maalesef içler acısı. Bir tarafta başka, bir tarafta başka. Teşekkür ediyorum. Soru: Fatma Gelir, BM Kalkınma Programı. Ben de sayın John Weit Wilson'ın hani bizim bu hep söylediğimiz asgari gelir desteğine çok başka bir taraftan bakışı, aslında hep bildiğimiz ama kavram olarak Türkçe'de çok farklı anlamları var, yeterli, işte belirli gibi kendisinin çok detaylı verdiği şeyler var. Bununla ilgili şunu sormak istiyorum, bildiğimiz gibi insani gelişmişlik endeksimiz var, sosyal yardımlarımız var, bunların arasındaki ilişkiyi kurarken bu bahsedilen adequate income'ı tanımlarken bu ilişkiyi nasıl kurarız, yani spesifik örneklerle gitmemiz mümkün müdür? Çok güzel bir hem anayasal bağlamda hem ulusüstü şeyde çok güzel bağlantısını verdi, ama burada hazır sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik boyutundan da, kamu kurumlar ve sosyal şeylerden arkadaşlarımız da var, sayın büyüklerimiz de var, bu ilişkiyi biraz daha net örneklerle alabilmemiz mümkün olur mu? Onu soracaktım teşekkürler. Soru: Çok teşekkür ederim. Burak Çelik, Galatasaray Üniveristesi. Soru değil ama sayın Jeff Bridgford'un bir sorusuna iki cümlelik bir yanıt vermek istiyorum. Anayasa paketinden söz ederken, kamu çalışanlarına tanınan toplu görüşme ne demek bunu bilmiyorum aranızdan bana açıklayabilecek olanlar varsa dedi, ve yine aynı şekilde uzlaştırma kurulu kimlerden oluşuyor bunu bilmiyorum dedi. Hak-İş’in bu konudaki tavrını bilmiyorum ama Türkiye'deki diğer sendikalar ve başka kişiler, örgütler bunları bilmedikleri için zaten anayasanın başka maddeleri ile birlikte bunu da eleştiriyorlar. Uzlaştırma kurulu diye bir kuruldan söz ediliyor pakette, kimlerden oluşacağı belli değil, yasal düzenlemeye bırakılmış yasa ile düzenlenecek bu, ve yine aynı şekilde bu kurulun kararlarına karşı da herhangi bir yere itiraz olanağı, yargı yolu açılmış durumda değil. Bunlar da temel eleştiri noktaları, paylaşmak istedim teşekkür ederim. 43 Burcu Yakut-Çakar: Çok teşekkürler, ben şimdi hızla katılımcılara ikişer dakika vereceğim sorulara toplu cevap verebilmeleri için sonra da yemek için ara vereceğiz. John, floor is yours. John Veit-Wilson: Right, it is the easiest drop for me because I had the fewest questions. Two in particular; one, the constitution should define some of these terms. My own feeling is the constitution should set principles, because the actual definition of terms is not a matter of lawyers, it is a matter for empirical discovery from the population. Lawyers can not tell you what polity is, population, you can tell us what the minimum standart suitable for you are and people who live in poverty can tell you what isn't suitable. And that the right to be able to those things means body them in law is what the constitution should be about, in my view. On the human development index, most of the indicators are in fact outcome indicators or indicators of generalities at forward that national level of statistical calculation. They are not most often concerned with individual experience and as far as I remember a part from very general comment, none of them concerned with having enough money as is appropriate to three of those particular life experiences of quality of life, in the country and in the society in which it is being experienced. That is central what I was talking about and consequently although these two matters relate to each other the human deveopment index does not take a way from or diminish the power of what I had to say about adequacy measures for income. Jeff Bridgford: The first I would like to make is in response to the colleague who is from the gay rights and lesbian rights organization. I think what draws attention to the importance the transfer of the rights from on paper to the rights in reality. And that it itself also depends to certain extent on the ways in which different groups in society can put forward that positions and have those position taken seriously within a broader context. What I would to say is that we have looked that as wholes and important civil society groups, within one of these trainning modules and we very much put forward the importance of trade unions working in civil society groups. And at the European level, drew attention to the campaign that undertaken by the European Trade Union Confederation was a series of groups including the European region of international lesbian and gay association and the whole debate is taking place as far as discrimination is concerned in the workplace. And this exists not in the particular language in English but exist also in Turkish and they can be used within a Turkish environment. The other point was run about Eurosceptisicm, part of the project which I did not mentioned in fact concerned a survey it was taken primarily on Turkish trade unionist and EU trade unionists on the walls of mount of Eurosceptisim and that was to be find in all three trade union confederations of Turkish trade union confederations that were involved within the project; that is to say Türk-İş, DİSK and Hak-İş. In fact it was about, I think we would say fifty fifty about those of in favour of Turkey’s membership of the European Union by fifty percent, it were a little bit between the different confederations. What I would say though, if would have done the same survey especially from the British Trade Unionists I think it would be a major achievement if we would find a percentage up to fifty percent. I think this whole issue of the relationship between the workers and the Europan Union, unionized workers in the European Union is very difficult one because it seems that many of the decisions that are taking place at the European level particularly in terms of the 44 freedom of movement of the workers and the restrictions of the post upon the trade union organizations of the national level to be able to defend some of the practises and some of the norms they have in terms of fundamental right of the national level being infringed by this freedom of movement of workers. And that is real concern that the EU has to take into consideration, if it wants to countinue to support of workers within the European Union. The question of women in labor market and women in trade unions, we have also one of these training modules for trade unions of women and it is interesting to say about national confederation, presidency for women, vice presidency for women and indeed and in certain. They are very high proportion of women who hold these posts. But I think it might be useful to look that training module in the way the trade unions cohort together. Last point that I want to refer to is the question of legal strikes. I don't define what a legal strike is in Turkey, what I all know is I read the law, I tried to understand the law and what I see within the law is that there are serious concerns in terms of be able to take strike activity in the public sector and indeed it seems extremely difficult to be able to engaged in strike activity also I want to say, outside of the public sector. It is very courageous of those trade unionists in Turkey who take part in strike activity. Looking at the law, there are many many many reasons why in fact it would be difficult for a trade unionist to be engaged in a strike, because the law is basicaly balanced against the striking worker and it is for that reason I think we need to continue with this discussion between Turkey, the ILO and the European Union. Because the ILO and the European Union and the Council of Europe were saying, this right to strike in the public sector should be a right that is extended workers in the public sector in Turkey. Burcu Yakut-Çakar: Mesut Hocam size de iki üç cümle ile söz versem ve toparlasak hızlıca olur mu? Mesut Gülmez: Olur ama nasıl olur bilemiyorum. Burcu Yakut-Çakar: Yemekte devam ederiz. Mesut Gülmez: Tamam yemekte devam ederiz hay hay. Hangi konuda söyleyeyim onu da bilemiyorum ama benim söylemediğim iki önemli nokta var eşitlikle ilgili olarak, kurumsal yapılara da birkaç kelime ile değinmek istiyorum. Geçen yıl TBMM bünyesinde bir komisyon kuruldu, KEFEK; Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu. Sadece bir cümle söyleyeceğim, neden öyle olduğunu yazdım. Adı fırsat kendisi eşitlik olan bir komisyondur, son dakikada adı fırsat eşitliği komisyonu olarak değiştirildi ama içine baktığınız zaman kadın erkek eşitliği komisyonudur. İkinci kurumsal yapı, bilmiyorum, sivil toplum örgütlerine gönderildiğini ben de onlardan birinden aldığımı belirterek söylüyorum, kısa adı AMEK, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı Taslağı. Bu AB'nin bizden sürekli olarak istediği, var olan kurumları yeterli görmeyerek istediği, oluşturmamız istenen ve bütün AB üyesi devletlerde kurulan bir eşitlik kuruludur ama bu kurul içinde özerktir diyor idari ve mali yönden özerktir diyor ama kesinlikle bu yapı ile bağımsız değildir. 15 üyesinden sadece 3'ü sivil toplum 45 kuruluşlarına ayrılmıştır. Onun için sivil toplum örgütlerinin bu eşitlik kurulu kanun tasarısını hepsinin de ama hepsinin, sendikal örgütler de dahil olmak üzere yakından incelemelerini irdelemelerini istiyorum. Soruları yanıtlamak yerine, eğer varsa birkaç saniyelik iznimiz, yoksa da teşekkür ederim beni bağışlasınlar arkadaşlarım. Burcu Yakut-Çakar: Peki çok teşekkür ederiz. 1,5 saatlik bir yemek aramız var, Kennedy Lodge'da bir öğle yemeği yiyeceğiz. Eşitlik ve Haklar İkinci Oturum Volkan Yılmaz: Eşitlik ve Anayasa Konferasının ikinci ve son paneli. Bu paneldeki konuşmacımız sizlerin de bildiği gibi Amanda Ariss. Eşitlik ve Çeşitlilik Kurulu Yönetim Kurulu Başkanı Birtanya’da. Şimdi kendisi ile ilgili kısa bir bilgi vereyim. Amanda Ariss Siyaset Bilimi mezunu Eylül 2008’den bugüne Britana’daki Eşitlik ve Çeşitlilik Forumu’nun direktörlüğünü yapıyor. Bu görevi çerçevesinde Ariss Britanya’da yürürlüğe giren eşitlik yasasını hazırlayan ekip içerisinde yer almış ve özellikle sağlık alanındaki eşitsizliklerle ilgili çeşitli kamu kurumlarına danışmanlık yapmıştır. Amanda Ariss 2007’nin sonlarına dek Britanya Eşit Olanaklar Komisyonu’nun Başkanlığı’nı yürütmüştür. Komisyon dahilindeki çalışmalarında toplumsal cinsiyet temelli ücret eşitsizliği, iş ve yaşam arası denge, emeklilik maaşları ve kadının toplumsal yaşama katılımı alanlarına odaklanmıştır. Şimdi kendisini dinleyebiliriz. Amanda Ariss’in konuşması Thank you very much it is a great pleasure to be here for this conference and this is also a good pleasure to be here in Istanbul. This is my first visit and I hope this won't be my last. But I am very sorry that I brought the English climate with me. But the good news is I am going tomorrow, so it will stop raining at about 17:30. What I am gonna talk about today. I want to talk about the organization I come from, the equality and diversity forum. And I am going to say a little bit about the concepts of equality and diversity we worked with in UK. And then I have bben asked for to talk about our legal policy framework for discrimination diversity and inequality. And say a little bit about the role of NGOs in that framework. And I am going to finish by looking at some of the achievements that we have made in the UK. In the 40 years or so that we had anti-discrimination legislation of one kind or another. And I also look at some of the problems that we still have, challenges that we still have in our particular context in UK. And I am going to just talk about UK, I don't know about the situation here in Turkey, but I hope it would be interesting and helpful to hear about some of the issues you want to adress. Some of the things will be similar to the debates here and also those which are quite different. So just little bit to start with the organization I lead which is called The Equality and Diversity Forum. And it is a network of NGOs that are working right across different areas of equality, discrimination and also broader human rights.There are about 30 organizations. They are all national organizations; some of them are very large. The largest organization in the network employs more than 1000 people, has a substantial budget. The smallest has 2 part time staff. There is diversity within the membership. Some of the organizations in the network are concerned just with lesbian and gay issues or age. 46 Others are concerned about a wide range of equality issues and the trade union congress is also a member of the network. We have been working together since 2002, and the network came together at a time when organizations in UK working on different aspects of inequality, didn't tend to talk to each other very much. So people just worked on race or disability or whatever it was they did but they never talk to other organizations. There was not a sense that we are a movement of organizations with some common goals. And we started to meet together largely because our government proposed some changes in policy framework and legal framework which effected many organizations. And we would like to be able to discuss together what we thought of them. And we started of we have one meeting we tought we will have a chat and we go our seperate ways. But we still meeting every month 8 years later. And one of our purposes really is to sustain that diologue and also to enable organizations to joint action because organizations we have a much stronger voice, but it is also a principle of the network that we share solidarity for each other. For example when European Commision posed a new directive looking at banning discrimination on grounds of disability and service provision and on that work lobbied the European Commision to have a much more braodly based directive covering age, sexual orientation and belief as well. And disability members led that lobbying effort to show solidarity with the other organizations. That's a very key part of how we work, we meet every month we involved in policy influencing we carry out research and so on. One of the reasons that we carry on working together that there are still despite having had anti discrimination legislation for many years there are still really substantial problems of inequality across all of the discrimination grounds in UK. So we have very significant gaps for example in the employment rates of disabled people and non-disabled people and certain ethnic groups do much less well at school. Black people in UK are more likely to get a university degree than white people, but they are less likely to have a good job, despite being better qualified certain groups are, people with mental illnesses for example are disproportionately represented people in prisons. So we still have very substantial problems of inequality and discrimination in UK and we also have problems about human rights and this is sometimes a big challange for people in Britain we like to think that it is our job to go around telling people in other countries how to respect human rights, we never like to think that we have problems about human rights in our own country but we do. We have very substantial and significant problems, but these are politically quite contentious, a little bit more about that later on. We also recognize that there are some comlex interactions between discrimination on the basis of your gender, of your age of your race and religion. Discrimination and inequality that arise from poverty and from differences in socioeconomic status. We have been looking at these more closely in the last couple of years we had a major report by independent academics that was published in march this year the national equality panel study which tried to draw a pattern of these very complex interrelationships between socioeconomic inequality and discrimination based on other grounds. And what that found was that you couldn't simplify the situation and say the real problem is x or y. You had to take a complex view for looking at all these different layers and of inequality that compounded each other. So for example if you are poor in Britain you are more likely to have disability. Equally if you have a disability even if you weren't poor when you have born you are likely to become poor. So you get these dynamic relationship operating in both directions. And we also found if you are looking for example at results in school, and who does best what's going on there that there is a pattern involves socioeconomic status and ethnicity and gender. So some groups are doing particularly badly. So for example boys of African-Caribbean heritage who are coming from poor families are 47 doing particularly badly, but Chinese and Indian girls are doing really well, they are at the top of the tray. So one cannot simply say it is just about class, or race, or gender. You have to look much more complex patterns than that. But although we had started to look at research in these areas are frameworks of law and policy for dealing with these issues however developed historically very differently. We dealt with discrimination on the basis of law, we tend to deal with socio economic inequlity and on the basis of policy in so far dealt with the tool. And then we have another surprising disconnection which is that the movements that people involved to human rights in the UK have historically developed quite seperately from the movements and organizations dealing with discrimination on the basis of gender, or age, or race and so on. And it's only in the last few years organizations had started to work together, and started to for example articulate the argument against discrimination and for equality in terms of human rights. Surprisingly it is quite a new way of thinking and talking for us. But much is changed in the last ten or fifteen years we had up until May, when we have a general election, we had a government that was committed to tackling socio economic inequality and also tackling inequality arising form discrimination. What we have seen over that time is something as a concensus has developed across political parties about the importance of equality and diversity. It may be just words but the political language that we have has changed. So in the general election that took place in May this year each of the main political parties and their manifesto had a section of manifesto talking about what they were going to do about discrimination and inequalities. That is the first time that has ever happened. That was quite significant that the pledges that they made were out of ... They might not have been the ones that campaigners wanted to see, but the fact that they felt the need to adress these issues was a very significant developmnent for us. But the reason for these changes are quite complex and I have many things to talk about this afternoon, I can't really say very much about those. But there are mixture of factors, some of them are to do with changing population that we have some of them are to do with businesses recognizes if they don't employ a wide range of people they won't have enough workers, some of that is result of campaigning and lobbying by social organizations. But we have a very different picture in relation to class and socioeconomic inequalities. In UK we found very very hard to talk about class at all, and we like to pretend that there are distinctions between different sections of socioeconomic groups and when politicians even start to talk about class there is a huge outcry in the media so we find it very hard to talk about this say to economic inequality, and there are much more pronounced differences between the political parties in approaches tackling those kind of inequalities. So we still struggle to move to a position where we have a concensus across the the society about what the issues are how they relate to one another and how best to tackle them. And we have very big differences in attitudes towards human rights although we have a human rights act. When we went into our general election the leader of our conservative party was promising to abolish our human rights act. And there is quite widespread public scepticism. We tend to think in UK that human rights of other people, we don't have any problems so we don't need to worry about it, which is wrong and very worrying. And there is very limited support for human rights of groups of people who are seen as unpopular in society. So for example until very recently we had a policy in UK of detaining people without charge or trial if they were foreign nationals and they were suspected of terrorism offences. This was overturned because it was challanged on the basis of our human rights act. I mean have a different regime it is not quite so bad but it is not much better it is effectively house arrest. And although we have been able to use the human rights act to challange the government in 48 these practices, there is quite a lot popular support, of its idea, but it is ok to detain foreign nationals without charge or trial if they are suspected of security related offences. So we do have a big problem respecting the human rights of people who is seen as unpopular in society as a whole. So what is our legal framework look like? I mentioned earlier that we have had antidiscrimination legislation for around 40 years; our equal pay act came in 1970. And also in 1970 we have legislation banning discrimination in the areas of race and gender. Disability discrimination was banned in 1990's and then subsequently we had bans on discrimination in relation to sexual orientation, religional belief and age. And those bans cover employment, education, service provision, housing and the quite wide ranging. We also had a legislation which specifically tries to deal with hate crime, with attacks of people because of their race or their religion or their sexual orientation. And we had in 1998 our human rights act came into force in 2000. So we had all this legislation takes a broadly sum of reform, human right act is different but discrimination legislation takes a broadly sum of reform it bans discrimination against individuals and gives individuals a remedy by appealing to a court or tribunal, but if you are discriminated against and you win your case there is no obligation on the employer or the organization that against discriminated against you changed that practice. And that's been a real weakness in our anti discrimination legislation, that it tends ... you can have a solution for individual but it doesn't or hasn't until now forced organizations to change discriminatory practices, that's been a very significant barrier to progress. For example we had situations where under the equal pay legislation we had thousands of women, having each individually to take, a claim through the tribunal system because we have no facility to have one claim on behalf of all of them or to have one claim which then leads into a change in practice. And these cases can be really slow as in the case of equal pay cases. Some of the women lodge the case had actually died before the case was concluded, because it went on 13 years. So although we had an anti-discrimination legislation for many years longer than many European Union countries, it has many problems in the way that it has operated. And relatively recently the EU played quite a significant role in driving forth the pace of change. We don't know for certain, what the previous government would have done, without European directives that it had to comply with. But it is reasonable to assume that the fact that European directives came into force certainly to encourage the government not to put these issues to one side. But we are now about to have quite a significant change in our legislation after a lot of work by campaigners we have moved to bring all of our many different pieces of anti discrimination legislation into one act which was passed by our parliament. The day before the general elections was called, so it was just about, just last possible minute. It was agreed by our parliament I think at half past midnight the day before they finished. It brings together 9 main pieces of legislation about one hundred pieces of secondary legislation into one act. In the past we had seperate pieces of legislation about different discrimination topics and now we have this one piece and this is much simpler framework of law and we have broadly the same principles and approaches apply across all the different grounds of discrimination. And part of the thinking behind this is to trying to make it easier both for individuals for claim their rights and but also for employers for service providers to comply with law. Our discrimination law becomes very complex indeed. So sometimes organizations breach the law without meaning to. It was quite hard to follow. So this newly act is a quite important step forth for us. But it has also been very contentious cause for two reasons, firstly that by bringing all of these differences together it has made some people worry, the specific 49 differences between different forms of discrimination maybe obscured. So for example some organizations for disabled people were worried that some of the very specific aspects of disability law will be lost so at the moment for example employers must, service providers must make reasonable adjustments to buildings to give access to disabled people. There is no similar provision in other parts of discrimination law and they want that special part of the law to be kept, which that has been. People also worried that by bringing all together their issue of concern will recieve less priority. So we had a little bit of a situation people wanted to say my form of discrimination is more important and more serious than yours. And I don't want to drop down the list of importance for policy makers. And somehow the act of bringing these different pieces of legislation gathers into one has execerbated the concerns people have. And by bringing all the issues together the focus of each maybe lost. The other important change that we seen in this legislation is that moved to go beyond antidiscrimination rights for individuals and what we have got now is a positive proactive obligation on public bodies to take steps to eliminate discrimination and to advance the opportunity to equallity, so the public bodies must be more than just avoid discrimination, they must actively do something to secure the goal of equality. This is relatively new element ... and I think it is a litle too early to tell how effective it is going to be; potentially it is a very powerful tool. But it doesn't always work all that well. So I will say a little bit more about that in a minute and talk about the policy framework. But it is really interesting contrast between the UK and Turkey is that we have a largely unwritten constitution, and we always have. And consequently we have no constitutional guarantees around equality and discrimination of the kind you find in many other countries. Our constitution is patchwork of different texts and practices and there are no equality guarantees in our legislation, as a result. To the extent that we have any equality guarantees we draw them from two sources, firstly the human rights act all of our other legislation in UK has to be read in the light of the human rights act and courts must follow that rule. We have of course many international human rights conventions which the UK is a signatory, and we can draw on those. But we don't have any constitutional guarantees of equality that you will find in many other countries based in Europe and beyond. So just thinking about our policy framework we have a minister within the cabinet of senior ministers whose job is inequalities, that is good, what is not so good is that the president who holds this role now has another job at the same time she is also the home affairs secretary. So she has a very large portfolio. And equalities are the very small part of her time of work. And she is supported by junior minister. But we don't have an independent department within the government just concerned with equalities. It is very small, some of our departments are very large this one is tiny it is about 100 and 50 people. Most of the departments we are talking of thousands of people. And we don't have any human rights minister as such, we used to but we don't any more. But we have a number of other ... bodies who between them have the job of safeguarding equality and human rights and overseeing the way that the law is enforced. But it is rather a complicated picture. For such a small country we have a lot of different institutions. We have an equality and human rights commision whose job is to enforce the law in England, Scotland and Wales. And we had seperate bodies concerned with equality and human rights in Northern Ireland and we also have a seperate human rights commision in Scotland. So there are lots of different organizations between them have the role of making sure the law is enforced. And the government does have a plan, priorities for equalities. We should also be, in order to comply with the European standards we should be mainstraiming equality into all of our policies. But in practice it doesn't really work very well. So for example we had a budget on Tuesday. 50 Now if the system worked as it should treasury should have published analysis of the equalities impact of that budget. No, maybe they did but I doubt it very much and I doubt very much that they actually thought about the equalities impact when they were preparing that budget statement. So why doesn't it really work, when we got all those mechanisms in place and what goes wrong? I think the biggest problem is probably lack of political commitment. Although there is a political concensus in favor of diversity for many reasons it doesn't go very deep. There is also lack of knowledge and skills in government departments and public bodies. People might be concerned about the impact of the proposal. For example on disabled people but they simply don't have the data or their research to identify what that impact is and so they just move on and they ignore. There are very limited sanctions so if the government department doesn't mainstream equalities into its policy; usually nothing bad happens to them. Perhaps it is different here but certainly in my experience in UK something bad happening to you is quite a motivator. So if nothing bad is going to happen to you if you ignore something, and you got many things to do you ignore it, and that is a big problem. We also have a problem of representation of women in minorities in positions of power, less than a quarter of members of our parliament are women and black people are underrepresented in our parliment, and so that the disabled people so lesbians and gay men, and so on. And this is reflected I think in the problems, struggle we have with mainstreaming. NGOs are trying to make up the diference if you like, we had been very active in reminding the government's obligations and we found that it is really key to work both with the media and with members of the parliament. Because many of the organizations working on equalities issues in the UK are quite small and they don't have very large resources. So it is very difficult for us to change public attitudes directly but we can work through the media and through the politicians who are sympathetic. And our parliament is structured in a way that we have groups of parlimentarians accross all of the parties who interested in a particular topic who will form a group and work together with campaigners to make sure that he was addressed in the parliament. One of the challenges that NGOs have in the UK at the moment is in the last 15 years there has been far more state funding of NGOs. Many NGOs were paid by the government or by local government to deliver public services and of course they don't want bite the hand that feeds them so it is much more difficult for NGOs to challange government independently if much of their funding is coming from the government. And there is less and less money around from other sources so we are in something of a difficult position in managing to be really truly properly independent from the government. And one of the organizations working on equalities, because they are small would find it very hard to mobilize large numbers of people, in civil action. Some can, the trade unions for example still very very large membership, some of the big women's organizations also have a very large membership and they can mobilize large numbers of people. But it is relatively different which is why we tend to work, more through the media and direct contact with decision makers and the people that influence them. So I am going to just finish by looking at some of that we have achieved but also some of the challanges and problems that we still face. We have got a strong framework of legal rights that it is definitely a plus, what is happening in the UK, it has taken us by the time the last ... is implemented it will have taken as 42 years, and to get protection against discrimination on all grounds in our law, which is that is a long time I think. But we also have, that I mentioned earlier, we have some degree of concensus about diversity accross diverent 51 social groups, and we have this duty on public bodies to take action and to tackle inequality. We also over time can see some of the inequalities in our society are reducing. So for example employment rates for some minority groups are growing. Not for all. So the employment rate for disabled people is still low and is not really improving. So we have some substantive progress in equality as well as formal progress of rights on paper. And we have also seen them over time, so really quite significant changes in social attitudes. So, for example when we went into the last election last month, the conservative party which is traditionally been not very willing to talk about equality for lesbians and gay men. Three of the senior spokespeople of the conservative party were out gay men. And that would not be the case 10-15 years ago, that would be unthinkable. For politician, you want to have a carrier in conservative party to come out as gay. That is simply changing because social attitudes towards lesbians and gay man have changed. Not as much as we need them to, we still have people being attacked in the street because of their sexual orientation, race or because they are wearing a hijab. But things are changing. But we have got lots of huge challanges. A lot of discussion this morning, it is about the difference in between equality on paper and in substance in society. And we have exactly the same issue. It has been illegal to sack a woman from her job because she is pregnant for 30 years. But each year 30.000 women lose their job because they are pregnant. So the fact it is illegal don't make that much of difference. And we have gaps between policies and practices. A few years ago there was an investigation into harrassment of workers in the postal service. And the investigation found the company that runs the postal service has really good policies great policies, which all say no body in this organization has harrassed anybody else, we all treat each oter with dignity and respect. But they don't implement it on the ground. This was a very large employer. And as a result harrassment that was going on that was so serious that the people commiting harassment some of them ended up in prison. So there is a huge gap between policies and practices and there are endless examples of that. So I think what we have found is the legal framework of anti-discrimination rights. It is necessary but it is not sufficient but any manner of means are to get substantive equality which requires much stronger leadership ... and violence against women at home, and the violence in public places aimed at people because they are different. So we had gay people being beaten to death in streets and we have also had recently a number of cases, people with learning disabilities effectively being treated as slaves, by other members of the community, and being tortured. More broadly people who would never dream of beating somebody up because they are different, are still quite hostile attitudes amongst many sections of the population and the media to the migrant workers for example. And as I mentioned earlier we have a very problematic attitude towards human rights in our own country. And even in the areas that we think we make progress it always fails like we are taking two steps forth and one step back. So maybe we have lot of new women become members of parliament in one particular election. And we have no further progress for the next three elections. So something is are so slow. It has been estimated that at the current rate of progress on some of these issues on equality if you put a snail at the begining of Great Wall of China and you waited until the snail got to the other end, which would be quite a long time, we might have achieved equality by the end of that time. We might just be snail. But that shows how the progress is going in some areas for us. And then lastly we got some all these issues that we are trying to adress, it is going to be more difficult I thin in the next ten years, largely because we have a very serious economic recession. And we are going to have very major cuts in public spending. And that is creating an environment in which it is 52 more difficult to persuade people to the imortance of adressing these issues and there is less money to invest in change. And also there are many concerns that the reductions in public spending will fall most heavily on those who are least able to bare them. And also having failed to change attitudes to unpopular groups of people in a time of economic plenty, in a time of economic shortage we will really struggle to change some those hostile attitudes. Alongside that we have some issues to adress which are very long standing questions in Britain so we are having a half head for a number of years, and debate about faith and secularism and integration. So we have our debate in the UK about headscarves and what people wear, I think there are a different debate, you have on these issues in Turkey but they are very live issues for us. And I think we have not decided really as a society how we want to resolve these questions so we can be a society of which people of religious faith can express their faith in appropriate ways and be free to do so. And people who do not have a religious faith equally free to live their lives as they chose. So we have some very significant issues to adress. I think what that tells is tells me we haven't really decided as a country UK, whether we think any degree of inequality acceptable or not. If you ask people, there is a very recent research on equality, independent research on that. If we ask people do you think it is fair that some people earn far mor thean others, they tend most people they say yes, but only if that difference results from extra effort or is in some other way, deserved. So people have a concept of "fair inequality" in their minds. And they apply that particularly in relation to money, so they think that some people earn more than others. But they don't think that is fair that some people earn hugely more than others, so the footballers and pop stars and so on. But if we ask people is it fair that men earn more than women they tend to say no. So we have a very confused set of ideas underpinning all of our legal policy framework about what we think is fair and equatible. I am not going to ask you to answer that question because I think it is a bit much for a Friday afternoon and it has been a very long conference but I leave you with the thoughts about what is fair. Soru: Ben çok teşekkür ediyorum çok güzel ve kapsamlı bir sunum oldu. Biraz daha açabilmek için şey sormak isterim: Bu 2010 yılında bahsettiğiniz yeni yasayla beraber örnekler verdiniz gerçi ama, belirli dezavantajlı ve kırılgan gruplar tanımlandı mı ve bunlara yönelik özellikle bu gruplara yönelik önlemler alındı mı? Örneklerinden çok bahsettik, ayrımcılığa karşı insanlardan da bahsettik ama özellikle spesifik olarak bu gruplar tanımlandı mı, tanımlanmadı mı ve bunlara yönelik önlemlerin yasayla belirlenip belirlenmediğini merak ediyorum. Teşekkür ederim. Soru: Ben de teşekkür ediyorum. Forumunuzun içindeki örgütlenmelerin herhangi biçimde ve herhangi bir konuda bir, belki tam olarak görünür olmayabilir ama, bir tarz, tavır, çalışma disiplini, yaklaşım bakımından ayrımcılık sayılabilecek tutumları davranışları olabiliyor mu? Amerika'da son dönemde gözlemlediğimiz biraz önce bahsettiğiniz düşmanca bazı gruplara karşı özellikle de göçmenlere karşı düşmanca görüşler son dönemde bazı Arizona'da görüldüğü gibi yasalarda da yansımasını buldu. Sizin İngiltere'de bahsettiğiniz en azından politik partiler arasında var olan görüş birliği ya da bahsettiğiniz o ortak dil en azından yakın zamanda İngiltere'de böyle bir yasal girişimlerin önlenmesi şeklinde yorumlanabilir mi yoksa bu düşmanlık İngiltere'de de var olan özellikle göçmenlere karşı yada belli müslüman 53 gruplara karşı var olan bu düşmanca yaklaşım sizce herhangi bir yasal girişimde yansımasını bulabilir mi? Soru: Teşekkür ediyorum sunumunuz için. Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan katılıyorum. Yadigar Gökalp. Ben de bir şey sormak istiyorum sunumunuzda yanlış anlamadıysam bu bazı konularda eşitliğin sağlanması adına bazı kurumların biraraya getirildiğinden bahsettiniz hatta bakanlıkların biraraya getirildiğinden bahsettiniz. Türkiye'de de biz çok önemli bir süreçten geçtik, sosyal güvenlik reformu gibi. Bir takım kurumlar birleştirilerek tek çatı altında toplanılarak kurumsal yapılanmada ciddi değişiklikler oldu. Tabi uzun süren dirençler oldu bunu sağlamak açısından. O konuda bir başarı sağladık sonuçta ama çok zor oldu. Mesela reformun en önemli ayaklarından bir tanesini primsiz ödemeler kısmının toplulaştırılmasıydı. Oradaki sıkıntıları biz Türkiye olarak halen aşamadık, bir ilerleme kaydedemedik. Sizin ülkenizde bu süreç nasıl oldu? Bazı şeylerin çok yavaş ilerlediğini söylediniz ama bu biraraya gelmede bir takım dirençlerin kırılması, sorunların aşılması nasıl sağlandı, hangi yollarla sağlandı? Bir onu öğrenmek istiyorum. Bir de bu eşitsizliklerin tolere edilememesine karşı alınan bir takım önlemlerden atılan önemli adımlardan bahsettiniz. Burada eğitim politikaları da bunun içerisine dahil mi yani okullarda ilk öğretimden başlayarak ilerleyen süreçlerde, oralarda da ciddi değişiklikler oldu mu? Bu bir takım eşitsizlikler alanındaki toleransları daha çabuk sağlayabildi mi? Bunları öğrenmek istiyorum, teşekkür edirim. Soru: Şimdi burda daha önce bahsedildiği gibi Mesut hoca bahsetmişti sanıyorum eşitlik kurumunun kurulması gündemde. Eşitlik kurumu gibi bir kurumun kurulmasında hükümetten özerklik ne demektir? Siz hükümetten özerklikten yani siz hükümetten özerk olmak için ne tür önlemler aldınız onu öğrenmek istiyorum. Amanda Ariss: There are some safeguards of its independence. So for example it was created by an active parliament and could only be abolished by an active parliament and that law gives the organization some powers and some duties. So if you want to do something unpopular with government, provided is acted within its powers and following its duties, they can say well we have to do this because parliament told us that this is our job. So it does have some guarantees of independence. But, and this is quite a large but, it is funded entirely by central goverment, and this budget can be cut by central government whenever central government likes. The law says that the organization must be given enough money to fulfill its duties, but this is not a very strong safeguard. Because there are very many views that can be taken of how much money is enough. I am going back to the question of this morning, what is an adequate income, and there are many answers to this question. Similarly what is the adequate amount of money for this body, there are many answers. And the commisioners who oversee this body enforced to the equality law are appointed by government minister. And of course they can be equally sacked by government minister. So it is an independent body, and it is credited as a national human rights institution, but there has been some criticism including members of our parliament, that it is not as independent as it should be. Because it is too much under the power of ministers. 54 And many campaigners wanted to have the body have a closer relationship with parliament, so that the ministers of government had a less significant role. The qustion about how this body is created a resistance to creating one body for all these issues. Yes there was quite a lot of resistance to that change. Some of that resistance is still there. Many people would prefer to have individual institutions dealing with different discrimination issues. People pretty might accept that the government will change things so we had to make the best of what was going to happen. Some of that resistance was adressed by the way in which the powers and the duties of the new body were arranged. So for example, it has to publish a report every three years looking at equality and human rights across all of the areas within the limit of the body. It can't just ignore an issue because it has to report on what is happening in each area. So there were some mechanisms built in to try to deal with the concerns that organizations had but those concerns still persisting, particular organizations dealing with race equality are very concerned about whether the new organization is doing a good job. I think you also asked about social security reform and how our system has been reformed. I am not really a great expert on welfare reform, we have had many changes in our social security system and they have tended to make life harder to disabled people. We had a system where you are. Theory is that people are to go to a medical examination to see if they could be fit for work and they are meant to be helped and supported to be able to take up work. But in practice many people who clearly are not able to take up paid work are being told that they should be work. So there are some significant problems emerging and I think that they are going to get worse over the next few years because government is looking to reduce its expense on benefits, related to social security. Because we have such a big gap in our public budget. There was a question about hostility. And whether we have provisions on our legislation and our policy to adress this. We do. It is an offence, a communal offence to insight hatred on grounds of somebody's race, or their religion or relief to insight hatred to diasabled people or people on the grounds that their sexual orientation. And in addition if you have commited a crime, attack somebody physically, if your motive for attacking them is hatred because their religion or race. Then this is aggrevating fact that you will receive a longer sentence in court. So we do have legislation which bans hatred against some minority groups. It has been very controversial because some people argue that it can limit freedom of speech. So some people worry that for example that if a comedian made a joke about the Pope which is something which happens pretty regularly in the UK. And that if you make a joke about the Pope, you could be prosecuted for hatred on the grounds of religion. Now I don't think actually the law that we have would ever have actually had that. As a case come to court it would be thrown out. What people are worried about is that it will make people nervous of being able to participate in public debate, about issues of faith particularly. And people would be scared to say what they really thought, because they thought they can be prosecuted. In practice there had been very few prosecutions under that legislation. And some of the prosecutions that have been taken have failed. So for example two leading figures in our British National Party which is a racist political party were prosecuted, and they were not convicted. If a racist political party is not convicted of hatred it is difficult to see who ever would be. So this law doesn't actually work very well. There is also question about the new equality act and whether it specifies particular group of people and how they are covered. Yes it does, specified particular groups of people it covers discrimination on the grounds of race, gender, disability, your age, sexual orientation, religion or belief, it also protects people against discrimination if they are pregnant, or on the basis they are married, and also on the basis they are a transexual person. So there are 9 55 groups of people who are covered specifically on the legislation. And most of the legislation covers all 9 groups. There are some parts that they don't but the bulk of the legislation covers all 9 groups. There are policy measures in relation to most of those groups, but it is not always a very consistent strategy. So if there is a particular problem comes to public discussion about a particular group then they may be a policy initiative and years later these may disappear from policy. There is also a question about education policy. And whether we changed our education policy to adress some of these issues, that is a hard question to answer because we haven't systematically changed our education policy. To adress equalities issues, what we have is initiatives around particular topics. And we have some, some moves to make sure that all schools adress equality and diversity in their work. But usually the education department opposes these because they say these schools have some many other things to do and this is just bureaucratic burden. But we have had initiatives around things like homophobic bullying in schools. We have ... work in schools in to tackle attitude lead to domestic violence against women, these sorts of issues. And we have had initiatives around bullying children on the basis of their race, religion or how they dress whatever. So there have been some policy measures taken but it has been very difficult to persuade the organizations that train teachers to put equality in human rights into the training of teachers. So some of the more systematic changes that would probably make a big difference, we have not yet achieved. I think I have answered all the questions. I hope so. Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın kapanış konuşması Bir kere daha teşekkür edeceğim geldiğiniz için burada olduğunuz için. Bence çok güzel bir toplantı oldu. Konuşmalar gerçekten birbirlerini çok güzel tamamlayan konuşmalardı yani ısmarlasak olmaz denecek türden. Yani çok güzel bir şekilde birbirlerini tamamlayarak bize çok faydalı bir resim çizdiler. Ben konuşmacıları dinlerken, tartışmacıları dinlerken düşündüğüm bir iki şeyin altını çizmek istiyorum hemen, uzatmayacağım, bitireceğim. Ama bir iki şey söylemek istiyorum. Söylemek istediğim şeylerden biri eşitlikle ilgili. Eşitlik kavramı Türkiye'de her zaman rağbet gören bir kavram değildir. Bazen biz burda eşitlik kavramını tek tipleştirmeyle, aynılıkla özdeşleştirerek yorumlarız ve bu yüzden kavrama sahip çıkmamız gerektiği gibi sahip çıkamayız. Buradaki tartışma bu açıdan çok zihin açıcı zannediyorum. Hem sabah sunulan rapor hem de buradaki tartışmaların tamamı bu konuda çok aydınlatıcı geldi bana. Burada sözünü ettiğimiz eşitliğin insanların farklılıklarıyla birlikte yaşadıkları topluma eşit katılım şanslarıyla imkanlarıyla ilgili bir eşitlik kavramı. Bunun bütün konuşmalarda tekrar tekrar vurgulandığını hissttim ben ve bunu çok faydalı buluyorum. Çok faydalı bulduğum bir başka şey de sosyoekonomik eşitsizlikler ayrımcılığın, ayrımcılığa uğrayan grupların maruz kaldığı eşitsizliklerin ne kadar içiçe geçtiğini ve ne kadar dinamik bir ilişki içinde olduklarını görmemizdi. Bu da bana çok önemli geliyor. Çok karmaşık çok dinamik bir ilişki ve bütün önlemlerin de bu dikkate alınarak alınmaları gerekir diye düşünüyorum. Özellikle son konuşmayı dinlerken devamlı kalan şey haklarla ilgiliydi. Yani topluma eşit katılım hakkından söz ederken ister istemez insanları ayrımcılık tehtidi altında olan grupların mensupları olarak düşünüyoruz, grupları düşünüyoruz. Bu da gayet normal çünkü ayrımcılığa uğrayanlar bu gruplar oluyor ve bu grupların mensupları oluyor ama şu da bana çok önemli 56 geliyor. Hakların bireylerin hakları olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Çünkü aksi taktirde bu grup içi ilişkiler ve her bireyin farklı kimlikleriyle var olduğu noktasını unutup grup içi hiyerarşilerin bireylerin üzerinde nasıl etki yapacağını gözden kaçırabiliriz onun için ben hakların bireylerin hakları olduğunu, hakların bireylere verilmiş haklar olduğunun tekrar tekrar vurgulanması gerektiğine inanıyorum, düşünüyorum. Tabi bütün söylenenlerden şöyle bir şey de çıkıyor yasalar çok önemli. Haklarımızın yasalarla korunması son derece önemli ve gerekli. Ama yeterli değil. Yeterli değil. Çok dinamik bir süreç. Bugün bize çok olumlu gelen bir yasal gelişme yarın gelmeyebiliyor. Yarın yeni ihtiyaçları fark ediyoruz yeni ihtiyaçlar ortaya çıktığı zaman yeni talepler ortaya çıkıyor. Dolayısıyla devamlı sürecek br mücadele bu ve insan kendini bazen Çin Seddi boyunca ilerleyen salyangoz gibi hissedebiliyor. Bu herhalde hepimiz biliyoruz hepimiz kendimizi o salyangozun yerine koyabilecek durumlara düşmüşüzdür. Ama zannediyorum yolun sonu yok. Yani bu Çin Seddi gibi biten bir şey de değil. Sonuna kadar devam etmesi gereken bir eşitlik mücadelesi ve bu bir yasal mücadele. Bunu herhalde götüreceğiz. Çok teşekkür ederim burada olduğunuz için. 57 i Organizaton for Economic Co-operation and Development. (2008) Growing Unequal? Income Distribution and Poverty in OECD Countries, s. 25. (İng.) ii Avrupa Birliği üye ülkeleri için EUROSTAT online veritabanı, Türkiye için Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması Sonuçları 2006-2007”. (T.) iii Erdem, T. (2007) “Gelir Farklılıkları,” Radikal gazetesi, 5 Nisan 2007. (T.) iv Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “2008 Yoksulluk Çalışması Sonuçları,” Haber Bülteni Sayı 205, Aralık, Ankara. (T.) v United Nations Children’s Fund. (2006) Child Poverty in Turkey 2006, Ankara, s. 5. (İng.) vi Organization for Economic Co-operation and Development. (2008) Growing Unequal? Income Distribution and Poverty in OECD Countries, s. 154. (İng.) vii Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “2008 Yoksulluk Çalışması Sonuçları,” Haber Bülteni Sayı 205, Aralık, Ankara. (T.) viii ix A.g.e. A.g.e. x Zenginobuz, E. Ü., Özertan, G., Sağlam, İ., Gökşen F. (2006) Yurttaşların Cebinden Devletin Kasasına: Türkiye’de Kim Ne Kadar Vergi Ödüyor?, Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Temsilciliği ve Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu, Mayıs 2006, İstanbul, s. 92. (T.) xi World Bank. (2009) Female Labor Force Participation in Turkey: Trends, Determinants, and Policy Framework, Human Development Sector Unit-Europe and Central Asia Region, Report No 48508-TR, s. i. (İng.) xii Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı (ÖZİDA). (2004) Türkiye Özürlüler Araştırması 2002, Ankara, s. 15. (T.) xiii World Bank. (2006) Turkey Labor Market Study, Poverty Reduction and Economic Management Unit-Europe and Central Asia Region, Report No. 33254-TR, s. ii. (İng.) Benzer bir biçimde, bir TÜRK-İŞ raporunda, Türkiye ekonomisinin toplam yüzde 29.5 büyüdüğü 2000-2006 döneminde yaratabildiği yeni istihdamın yalnızca yüzde 3.5 düzeyinde olduğu not ediliyor. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ). (2007) Çalışanların Ekonomik ve Sosyal Durumu, Ankara, s. 43. (T.) xiv Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması Sonuçları 2006-2007”. (T.) xv Gürsel, S., Güner, D., Darbaz, B. (2009) “Kadınlar Daha Uzun Süre İşsiz Kalıyor,” Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Araştırma Notu No. 47, İstanbul. (T.) xvi Yentürk, N., Başlevent, C. (2007) “Türkiye’de Genç İşsizliği,” İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi Araştırma Raporu No. 2, Eylül 2007, s. 8. (T.) xvii Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). (2009) “Hanehalkı İşgücü Araştırması 2009 Ağustos Dönemi Sonuçları Temmuz, Ağustos, Eylül 2009,” Haber Bülteni No. 199, 16 Kasım, Ankara. (T.) 58 xviii Dayıoğlu, M., Ercan, H. (2009) “Labor Market Policies and Institutions with a Focus on Inclusion, Equal Opportunities and the Informal Economy,” s. 45-46. (İng.) xix A.g.e., s. 3. xx DİSK/Sosyal-İş Sendikası. (2010) 1 Mayıs’ın Doğuşundan Bugüne Değişmeyen Talep: İnsanca Çalışma Süresi, Mayıs 2010. (T.) xxi Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ). (2007) Dünyada ve Türkiye’de Çalışan Çocuklar, Yayın no. 281, Ankara, s. 13. (T.) xxii Türkiye İstatistik Kurumu. (2007) Çocuk İşgücü Araştırması 2006, Haber Bülteni Sayı 61, 20 Nisan. (T.) xxiii Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası. (2007) Eğitim Sen Mevsimlik Tarım İşçiliği Nedeni ile Eğitimine Ara Veren İlköğretim Öğrencileri Araştırması, Ankara (T.) xxiv Darbaz, B., Uysal-Kolaşin, G. (2009) “Türkiye Toplu Sözleşmede AB’nin Çok Gerisinde,” Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Araştırma Notu 28, 10 Mart, s. 1. (T.) xxv International Labour Organization. (2008) Global Wage Report 2008/2009, Geneva, s. 38. (İng.) xxvi Commission of the European Communities. (2009) Turkey 2009 Progress Report, No. SEC(2009)1334, Brüksel, s. 63. (İng.) xxvii Sosyal Haklar Derneği. (2008) 2007 Yılı İş Kazaları Raporu, İstanbul. (T.) İş kazalarına dair ayrıntılı bir başka döküm için bkz. İnsan Hakları Derneği. (2009) “Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu,” s. 664-675. (T.) xxviii Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Sosyal-İş Sendikası. (2010) Türkiye’de İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Raporu: Madencilik Sektörüne İlişkin Temel Veriler, 25 Şubat 2010. (T.) xxix World Economic Forum. (2009) The Global Gender Gap Report (eds.) Hausmann, R., Tyson, L. D., Zahidi, S., Geneva, s. 179. (İng.) xxx İnsan Hakları Derneği. (2009) “Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu,” s. 694. (T.) xxxi Commission of the European Communities. (2009) Turkey 2009 Progress Report, No. SEC(2009)1334, Brüksel, s. 26. (İng.) xxxii Gürsel, S., B. Darbaz ve U. Karakoç. (2009) “Yeşil Kart: Türkiye’nin En Maliyetli Sosyal Politikasının Güçlü ve Zayıf Yanları,” Betam Araştırma Notları, No. 39, İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi, s. 2-4. (T.) xxxiii Brook, A.M. ve Whitehouse, E. (2006) “The Turkish Pension System: Further Reforms to Help Solve the Informality Problem,” OECD Social, Employment and Migration Working Papers, No. 44, s. 20-21. (İng.) xxxiv Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü (2009) Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2008. Ankara: Hacettepe Üniversitesi, s. 54. (T.) xxxv Dayıoğlu, M., Ercan, H. (2009) “Labor Market Policies and Institutions with a Focus on Inclusion, Equal Opportunities and the Informal Economy,” s. 36. (İng.) xxxvi Gökşen, F., Cemalcılar, Z., Gürlesel., C. F. Türkiye’de İlköğretim Okullarında Okulu Terk ve İzlenmesi ile Önlenmesine Yönelik Politikalar, AÇEV, KA-DER ve ERG, s. 5. (T.) 59 xxxvii Education for All International Coordination (2009). Overcoming Inequality Why Governance Matters, Oxford University Press. (İng.) xxxviii Organizaton for Economic Co-operation and Development. (2009) Doing Better for Children, s. 43. (İng.) xxxix Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı. (2004) Türkiye Özürlüler Araştırması, Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası. (T.) xl Gürsel, S., Uysal-Kolaşin, G., ve Altındağ, O. (2009) “Anadili Türkçe Nüfus ile Kürtçe Nüfus Arasında Eğitim Uçurumu Var,” BETAM Araştırma Notu #049, 13 Ekim 2009. (T.) xli MEB (2009). Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim 2008-2009, MEB Resmi İstatistik Programı, Ankara, s. 3244. (T.) xlii Bakış, O., Levent, H., İnsel, A., Polat, S. (2009). Türkiye’de Eğitime Erişimin Belirleyicileri, Eğitim Reformu Girişimi, İstanbul, s. 22. (T.) xliii A.g.e., s. 6. xliv Dinçer, M. A., Uysal Kolaşin, G. (2009), “Türkiye’de Öğrenci Başarısında Eşitsizliğin Belirleyicileri,” Eğitim Reformu Girişimi, İstanbul, s. 14, (T.) xlv Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu. (2010). Report on Thresholds and Other Features of Electoral Systems Which Bar Parties from Access to Parliament. http://www.venice.coe.int/docs/2010/CDL-AD(2010)007-e.pdf (İng.) xlvi Aktar, C. (2009) “Sosyal Haklar Faslı-Tıkanan AB Müzakere Sürecine İyi Bir Örnek,” Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi Araştıma Notu # 54, 23 Kasım 2009. (T.) xlvii Avrupa Toplulukları Komisyonu. (2009). 2009 Yılı Türkiye Düzenli İlerleme Raporu, s. 8. (T.) xlviii Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği online istatistikler. (T.) xlix United Nations Development Programme. (2009) Human Development Report 2009-Overcoming Barriers: Human Mobility and Development, Palgrave Macmillan, New York, s. 171-172. (İng.) 60