BİREYSEL ETKİLERİ AÇISINDAN YAZILI ve GÖRSEL MEDYADA

advertisement
BİREYSEL ETKİLERİ AÇISINDAN YAZILI ve GÖRSEL
MEDYADA ÇOK SIK KARŞILAŞILAN İNSAN ONURU
İHLÂLLERİ ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin DOĞAN1
____________________________________
I. Giriş
Aslında bildirinin ana temasını “insan onuru ihlâlleri” hususunun
oluşturduğunun farkında olmakla birlikte, ihlâl veya problemlerin kendisi
üzerinde gerçekleşmiş olduğu “insan onuru” kavramının yapısına ve bununla
doğrudan ilintili olmak üzere bireysel/insanî özgürlüğe kısaca değinmekte
yarar olduğu kanaatindeyiz. Böylesi bir çaba sayesinde, medyada çok sık
karşılaşılan insanla ilgili ihlâl veya ithamların, gerçekte neyi örselediğinin de
bir anlamda çözümlemesi gerçekleştirilmiş olunacaktır. Bilindiği üzere
insanı insan yapan en önemli unsur, kuşkusuz insanın sahip olduğu karakter
ve kişiliğidir. Zira insanın, bireysel ve toplumsal yaşamında kendisine yön
ve istikamet verecek olan karakter ve kişiliğin sağlam ve düzgün oluşması,
hem insanî hem de içtimaî ilişkileri açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Çünkü birey, aile ortamında ya da küçüklüğünde nasıl bir eğitim ve kültür
almışsa bu, gelecekte de onun hayata bakışını ve hayatı anlamlandırmasını
belirleyen en önemli dinamiklerden birisidir.
I.1. İnsan Onuru ve Bireysel Özerklik
İnsana değer veren ve bir sembol olarak onu diğer canlılardan üstün
kılan temel unsurların başında “insan onuru” kavramı gelmektedir (Kur’ân’da
geçen bazı anlatım biçimleri (âyet) de, insanla ilgili bu temel yaklaşımı
destekler mahiyettedir: “Ey İnsanoğlu! Seni yaratıp sonra da şekil veren,
düzenleyen, mütenasip kılan; istediği biçimde senin organlarını bitiştiren
1
Muş Alparslan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi (huseyindogan5555@hotmail.com).
1
(terkîb) ve çok da cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr
Sûresi, 82/6-8); “(Ey İnsan!) Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekil
vermiştir. O, her şeyi belli bir ölçüye göre yapıp doğru yolu göstermiştir.”
(A‘lâ Sûresi, 87/1-3); “Muhakkak ki biz, insanı en güzel bir biçimde (sûret)
yaratmışızdır.” (Tîn Sûresi, 95/4). Çünkü insan şahsiyetini özgün ve değerli
kılan şey, şahsiyet sahibi öznenin aklî, insanî ve ahlâki yetilere sahip
olmasıdır ki, bütün bunlar insanın benliğine ve ruhuna işlerlik katarak onu
özerk ve bağımsız kılan özellikleridir (Yörük, 1949, 29-30; Doğan, 2005,
53-54). Buna göre “insan onuru”, esasında sırf insan olmaktan kaynaklanan
bir değer ve liyakattir. Her halükârda özgür ve bağımsız bir şahsiyete sahip
olmak temelde “onur” kavramının olmazsa olmaz dayanağıdır. Çünkü özgür
ve bağımsız olmayan insan, başka öznelerin kendisi üzerinde tasarruf ettiği
eşya ve metadan başka bir nitelik taşımamaktadır (Bulut, 2008, 2).
Dolayısıyla, insanı eşya konumundan çıkarıp aklî ve ahlâkî özerkliğe
kavuşturan ve böylece de kişiyi dış dünyada bağımsız kılan ana etken,
insanın haysiyet ve gururudur. Hatta bunun da ötesinde “insan onuru”,
insanın yalnız başına olma ve yalnız başına bırakılma hakkının yanında, her
insanın dokunulmaz bir kişiliğe sahip olma hakkını da kendi içinde
barındırmaktadır.
Buna göre toplumsal ve kamusal organların hatta özel teşkilatların,
insanın onur, hak ve özgürlüğünü ortadan kaldıracak davranış ve
tutumlardan özellikle uzak kalması gerekir (Güriz, 1996, 150-151 ). Zira
özgürlük, insanda özerk olma duygusu ile bağımsız bir alan sağlayan ve
devletin müdahalelerine dahi temelde kapalı olduğu düşünülen negatif bir
statüyü ifade etmektedir (Güriz, 1996, 152). Otoritenin (devlet) burada
yapması gereken tek şey, insanın hak ve özgürlük alanından mümkün
olabildiğince geri çekilmesi; güncel deyimle, onu rahat bırakmasıdır. Çünkü
insanın özelinin olduğunun kabul edilmesi, mevcut otorite ya da siyasî erkin
de bu noktadan sonra yurttaşlarının üzerinde herhangi bir tasarruf hakkına
sahip olamayacağı anlamına gelmektedir. Bu cümleden olarak, bir topluluk
içinde yaşayan insanlar, kendi bedenlerinin, şahsiyetlerinin, yaşamlarının
kişisel değer ve kaynaklarının yegâne sahibidirler ve Kur’ânî bakışla
dünyevî hayatlarını istedikleri biçimde şekillendirme özgürlüğüne sahiptirler
(Bakara Sûresi, 2/286; Kehf Sûresi, 18/29; Teğâbûn Sûresi, 64/2; Ğâşiye
Sûresi, 88/22-2). Bu itibarla insan, kendisi dışındakilerden sadır olabilecek
her türlü baskı, zor, şiddet, tehdit, saldırı ve zararlara karşı korunmalı ve ona
2
kendi tercihine binaen inşa etmiş olduğu özgürlük dairesinde serbestçe
hareket etme imkânı tanınmalıdır (el-Kâsânî, 1406/1986, V, 164).
Sanılanın aksine bireysel özerklik, sadece tek bir özgürlük alanından
müteşekkil değildir. Ahlâkî özerklik, şahsiyetin ya da kişiliğin oluşumunda
çekirdek rolü üstlense de, insan özgürlüğü aynı zamanda insan benliğinin
dâhilî alanlarındaki hissî, zihnî, ilmî, ahlâkî ve dinî bakış ve yapılanmaları da
referans almaktadır (Yasa, 2007, 36-43; Yüksel, 2009, 280; el-Kâsânî, V,
164). İnsan sosyal bir varlık olduğu için tek başına kendi hayatını idame ve
ikame ettiremediğinden, menfaat ve tercihlerini paylaşan diğer insanlarla
beraber olma, ortak hareket etme hatta amaç birliği için müşterek dayanışma
hak ve fonksiyonuna sahiptir (el-Kâsânî, V, 165-166). Öyle ki, çağdaş
demokrasilerde insanın iradesi dışında herhangi bir şeye zorlanmasının veya
bir davranışta bulunmaya engel olunmasının gerekçesi (Güler, 2011, 127137), başkalarının özgürlük ve temel haklarını muhafaza etmektir (Yörük,
1949, 35-36). Çünkü ancak böylece hak ve özgürlükler arasında bir denge ve
hassasiyet zemini temin edilmektedir. Fakat insanların davranışı, sadece
kişisel çıkarlarla ilintili olup başkalarına doğrudan zarar verecek özellikler
taşımıyorsa, bu durumda insanın toplumdan ve siyasî otoritelerden bağımsız
yaşama özgürlüğü, mutlak bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır (Dâvûd,
1996, 50-63; Özler, 1995, 229-235; Yeprem, 1984, 162-172; Turhan, 1996,
39-82). Zira insan toplumun sadece basit bir parçası değildir, tam aksine
tercih etme, karar verme, iyi ile kötü, yanlış ile doğru arasında son sözü
söyleme yeteneğine sahip olarak (Kazanç, 2007, 204-212; Güler, 2010, 99110) sorumluluk taşıyabilen bir özne pozisyonundadır (el-Kâdî
‘Abdülcebbâr, 1958, V, 27-28; a.mlf., 1971; el-Mâtürîdî, 1983, 12; enNesefî, 2010, 21-26).
İnsan özerkliği ve özgürlüğünün içtimaî ve siyasî olarak
gerçekleşmesi ve muhafazası için, insanların aykırı kararlarına ve hayat
tarzlarına tahammül edebilecek içtimaî ve siyasî yapılanmaların teşekkülü
gerekir (Watt, 2002, 42-44). Öyleyse iyi niyet, hoşgörü, müsamaha ve
insancıllık, hem ahlâkî hem de içtimaî, siyasî ve dinî bir ilke olarak
kabullenilmeyi gerekli kılmaktadır (Yüksel, 2009, 164-170). Çünkü farklı ve
alışılmış doktrinlere (gelenek) karşıt, insanî kararlar ve yaşam tarzlarına
tahammül etmek ya da onların vereceği muhtemel yaptırımlara katlanmak,
sonuçta kişinin insanî onur ve özgürlüğüne hizmet edecektir (Yüksel, 2009,
171). Esasında iyi niyet, hoşgörü ve müsamaha, sanıldığı gibi hareketsiz
3
veya tarafsız kalma değildir; bilakis o, vicdanî ve ahlâki bir zihniyete, özel
koşullar ve olaylar demetine istinat eden omurgalı bir duruş ve tavrı
simgelemektedir. Yoksa ki herhangi bir duyarsızlık, vurdumduymazlık,
kayıtsızlık ve nemelazımcılık tavrı değildir (Hacak, 2000, 17-18; Sargın,
2010, 93).
Önemli olan diğer bir husus da “insan onuru” kavramının, gerçekte
sadece toplumsal bir kavram olmadığıdır. Aynı zamanda o, hukukî bir
kavramdır ve hukukun hemen hemen her bütün alanlarında kendisinden
yararlanılabilecek bir içeriği muhtevidir (Yörük, 1949, 25, 89, 172). Çünkü
hukuk, bütün toplumsal düzen kurallarını kapsamaktadır. Zira insanların
olmadığı herhangi bir yerde toplumun olması veya toplumun kendisinden
bahsetmek mümkün değildir (Sargın, 2010, 112). Dolayısıyla insanın
olduğu yerde de, insan onurunun olduğu mutlak kabul gerektirir. İnsanı
insana, insanı topluma, insanı devlete karşı koruyacak olan yegâne kontrol
hukuk olduğuna göre, hukuk için insan onuru kavramı mutlak kabul görmesi
gereken bir özelliktedir. Yukarıda da kısmen değindiğimiz üzere “insan
onuru”, insanın bizzat kendisine karşı korunmasını da gerektirir. Örneğin
kişinin maddî veya manevî bütünlüğüne veya şahsiyetine karşı insanlık dışı
uygulamalara rıza göstermesi, gerçekte insan onuru kavramı sebebiyle
mümkün olmamaktadır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki modern
anlayış, “insan onuru” kavramını kamu düzeninin bir unsuru olarak ön
görmüş ve kolluk makamlarının insan onurunu korumak amacıyla kolluk ve
güvenlik işlemleri yapabileceğini kabul etmiştir.
İnsan onuru, kişilere hem kendileri ve hem de başkaları tarafından
saygı duyulması şeklinde anlaşılmalıdır. İnsan başka hiçbir şart aranmaksızın
sırf insan olduğu için değerli ise, o zaman bu değere başkaları gibi kendisi de
saygı göstermek ve onu korumak zorundadır. “İnsan onuru” kavramı insanın
kendi kişiliğine karşı göstermesi gereken bir saygı olduğuna göre, bireyin
kendi kendisine karşı korunması insan onurundan kaynaklanan bir husustur.
Bu husus, T.C. Anayasası’nın 17. maddesinde, “kimse insan haysiyetiyle
bağdaşmayan
bir
cezaya
veya
muameleye
tabi
tutulamaz”
(http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf.) denilerek açıkça ifade
edilmiştir. İnsanın özerkliği ve bağımsızlığı, kendi vicdanının, ahlâkîliğinin
ve daha da özelde aklî oluşunun varlık nedenidir. Özetle, insanın özerkliği
meselesi, felsefî olarak bireyin varlığının anlam kazanması için bir ön koşul
ise de o, hayatını tek başına çevreden soyutlanmış olarak idame ve ikame
4
ettiremez. Bu nedenle insanlar, özgürlük alanlarını korumak ve kendilerini
özgürleştirmek için, diğer insanlarla dayanışma ve işbirliği yollarını ararlar
hatta kültürel, dinî, siyasî ve içtimaî yapılanmalar içerisinde bulunurlar ya da
onları meydana getirirler.
II. Medyadaki İnsan Onuru İhlâllerinin Temel Nedenleri
Haberin niteliği ve değeri, aslında haberciliğin dayandığı temel
ilkelerin ne olduğunu ya da ne olmadığını gösteren en büyük unsurdur.
Çünkü medyada neyin haber konusu olup-olamayacağına, belirlenen ve
tanımlanan haber niteliği ve değeri açısından bakılmakta ve karar
verilmektedir. Bu açıdan her ne kadar bir olay ya da olgunun haber
olabilmesi ve insanların gündemlerine girebilmesi için, genel geçer ve
evrensel bir kriterden bahsedilmesi mümkün olmasa bile, haber değeri söz
konusu olunca insanların genelinin itibar ettiği ve öncelediği kimi ilkelerden
bahsetmek mümkündür. Kısaca bu ilkeleri şöyle sıralamak mümkündür:
II.1. Güncellik ya da İvedilik
Haberi haber kılan en önemli argüman, şüphesiz haberin ortaya
çıktığı zamanı ile taşıdığı değeridir. Çünkü hayatımızın her kademesinde
olduğu gibi, haberin değerini de, yine “zaman” faktörü tayin etmektedir. Öyle
ki, güncel olma veya ivedilik niteliğini muhafaza ilkesi, haberin zamanlı
olmasını ifade ederken, aslında “olay ve haber ne zaman oldu” sorusuna da
bir nevi cevap aramaktadır. Bu itibarla, haberlerde yer alan zaman algısı ve
kullanımı yani, dün, bugün, sabahleyin, öğlen vakti, gece yarısı, bir saat önce
gibi zaman dilimlerinin kullanımı, haber değeri ve içeriği açısından büyük
önem taşımaktadır.
Güncellik ve ivedilik unsuru, medyada yer alacak haberin ana
temasını doğrudan etkilemektedir. Çünkü insanlar, zamanı geçmiş ve olup
bitmiş haber ve olaylara, orijinal ve yeni oluşanlar kadar itibar
etmemektedir. Bu durum, haber ve yayın ilkelerinin değişmezi ya da
vazgeçilmezi durumundadır (Kars, 2010, 103-104; Saraç, 2011, 10).
II.2. Geçerlilik ya da Yakınlık
5
Medyadaki haberlerde geçerlilik veya yakınlılık algısı, haberin
kamuoyu tarafından ilgi görüp görmemesi, sempatik olup olmaması
durumuyla ilişkili bir konudur. Nasıl ki, güncellik ve ivedilik ilkesi, güncel
haberler ile onları veren yayın organları arasında bir bağ ve ünsiyet
oluşturabiliyorsa, geçerlilik ve yakınlık ilkesi de haber ve olay ile kamuoyu
arasında doğrudan bir ilişki tesis etmektedir. Bu ilişkinin güçlülük ve
müdavimliğini sağlayan ana etken ise, haberi yapan ve yayınlayan kuruluşun
haber seçiminde dikkat ettikleri kıstaslardır (Kars, 2010, 104; Saraç, 2011,
11).
Bundan hareketle medyada herhangi bir olayın ilgi ve rağbet
görmesi, insanlar nezdindeki kabulü ve onlara vermiş olduğu mesajla
bağlantılıdır. Doğası gereği insanlar, yakın çevrelerinde olup bitenle daha
çok ilgilenmekte ve dikkat kesilmektedirler. Ancak özellikle de “yakınlık”
kavramı, günümüzde bilim ve teknolojinin kitle iletişim araçlarına
kazandırdığı hızlılık dikkate alındığında ötelenemeyecek bir farklı boyuta
ulaşmıştır. Bu nokta-i nazardan, aslında belli bir yere kadar hem geçerliliğin
hem de yakınlılığın yerel ve öznellik tarafından bahsetmek olasıdır
(Kahraman, 1996, XII, 1114).
II.3. Önemlilik ya da İlgi Çekicilik
Önemlilik veya ilgi çekicilik, medyaya bakışımızda yukarıdaki temel
ilkelerin mütemmimi pozisyonundadır. Kabul edileceği üzere medyadaki bir
haber ve olayda önemlilik vurgusu ve ilgi çekme, daima bir tercih ve “seyir”
nedenidir. Çünkü önem ve ilginçlik, insanda dikkati ve eğilimi sürekli
kılmakta, rağbeti cezp etmekte hatta, verilmek istenen mesajın beyin ve
dimağlara yerleşmesine neden olmaktadır.
Bazen insanların ilgisini çeken ve önemli olan konular zamana,
mekâna, ülkeye, coğrafyaya, millet ve cinsiyete göre de farklılık
gösterebilmektedir (Kars, 2010, 105; Saraç, 2011, 12-13). Dolayısıyla
hakkında haber yapılan olayın kendisi, önemli ve ilgi çekici olabileceği gibi,
gerçekte haber yapılan olay alelade olmasına rağmen haberde kullanılan
ifadeler ve görüntüler hatta haberin ve olayın aktarımı, oldukça önemli ve
dikkat çekici olabilmektedir. Bu nedenle medya, izleyicisinin ilgi ve
rağbetini temin açısından doğru bir bakış açısı yakalamak durumundadır. Bu
noktada dengeyi iyi kurmak ve sınırı da iyi belirlemek gerekir. Çünkü
6
medya, insanın ilgisini çekmede olayı aydınlığa kavuşturarak sadra şifa
olabileceği gibi, dikkatsiz ve dengesizce hareket ettiğinde beklenmedik ve
telafi edilemez sonuçlara kapı aralayabilmektedir (Saraç, 2011, 13).
II.4. Çözümlenebilirlik ya da Neticelenebilirlik
Medya söz konusu olduğunda haberin güncelliği, ivediliği,
geçerliliği, yakınlık ve ilgi çekiciliği kadar, bazen de onun nasıl sonuçlandığı
veya nelere sebep olduğu hususu da büyük önem arz etmektedir. Çünkü
medyaya yansıyan bir olay ve haberin varlığı, durumu, gerçekliği ve
önemliliği kadar, ondan çıkan sonuç ve etkileri de hem medya hem de
insanlar nazarında merak konusu olmaktadır. Yukarıda sayılan diğer
nitelikler, medyada haberin niteliğini belirleyen önem ve değeri ifade
etmekle beraber, aslında haberin değer ve kıymeti sonucunda gizlidir. Bir
diğer söylemle, olayları haber formatına oturtan temel bakış açısı, gerçekte
onun sonucudur (Uğurlu-Öztürk, 2006, 37-38; Saraç, 2011, 15). Çünkü
sonuçsuz olay, haber değildir. Bu anlamda sonuç algısı, haberi
anlamlandırmakta ve doğrudan doğruya tamamlamaktadır.
III. Medyadaki İnsan Onuru İhlâlleri ve Bunların Yansıma
Biçimleri:
Bildirimizin bu bölümünde insan onuru ile ilgili olarak ele alınacak
başlıklar, gerçekte medya (televizyon ve gazete) haberciliğinde bir bütün
olarak öne çıkan insan onuru ihlâlleri ile ilgili konulardır. İnsan onuru ve
haklarına ilişkin bu ihlâller yazılı basında yer almakla birlikte genelde,
medyanın görüntülü bölümünü oluşturan canlı yayınlarda karşımıza
çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz bu türden ihlâllerin örneklerine, yazılı basında
gündelik olarak rastlamak mümkün ise de, gerçekte manevra alanlarını daha
çok görselliğe hitap eden görsel medya oluşturmaktadır.
III.1. Aile İçi Mahremiyetin Ortaya Konması
Kişilerin aile içi ve özel hayatlarına doğrudan müdahil olunarak
onların mahremiyetlerinin ihlâli, yazılı basında olduğu kadar görsel basında
da çok sık karşılaşılan bir durumdur. Çünkü canlı yayın geleneğinde, aile içi
7
haberler ya da kişilerin özel hayatlarıyla alakalı hususlar, daha fazla dikkat
çekmekte ve reyting unsuru olabilmektedir. Bu itibarla, bu tür özel ilişkileri
takip eden ve bu doğrultuda haber yapma uğraşına girişen haberciler ile
habere konu edilen kişilerin özel hayatları, çoğu kere karşı karşıya gelmekte
ve bu durum çoğunlukla kişilerin “özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı”
haklarının ihlâl edilmesi ile sonuçlanmaktadır.
Bilindiği üzere kişilere mahsus, “özel hayatın gizliliği esası”, hem
Anayasamız
(http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf.
(14/02/2013). MADDE 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine
dokunulamaz.
(http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf) hem de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi ile garanti altına alınmıştır. Bununla,
insanların özel hayatları, sadece kamu otoritelerinin müdahalelerine karşı
değil; aynı zamanda bunların dışında çeşitli kaynaklardan gelebilecek her
türlü müdahaleye karşı da koruma altına alınmıştır (Doğan, 2005, 61).
Burada özellikle basın yayın yoluyla ve kitle iletişim araçları ile yapılan
müdahalelere karşı kişilerin özel hayatlarının korunması ve dış etkenlere
karşı muhafazası ayrı bir önem taşımaktadır.
Türk Ceza Kanunu’nun 134. maddesinde yer alan hükme göre,
kişinin özel (mahrem) hayatına müdahale edilmesi veya başkaları tarafından
görülmesi mümkün olmayan özel yaşamı ile ilgili herhangi bir unsurun
saptanması ve kaydedilmesi, doğrudan ve kasten bir suç unsurudur. Aynı
madde hükmünde, kişinin özel hayatlarına ait görüntü ve seslerin ifşa
edilmesi de, yine ayrı bir suç unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu görüntü ve
seslerin, “basın yayın yoluyla ifşa edilmesi” ise daha ağır bir insan onuru
ihlâli olarak değerlendirilmekte ve öngörülen ceza yarı oranında
arttırılmaktadır
(http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html.
(17/03/2013). MADDE 134 - (1) Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlâl
eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile
cezalandırılır. Gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlâl
edilmesi hâlinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz. (2) Kişilerin özel
hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır. Fiilin basın ve yayın yoluyla işlenmesi
halinde,
ceza
yarı
oranında
artırılır.
(http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html).
8
Kişinin özel hayatı, özel ve kamusal olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır. Kişinin alış-veriş yapması, çarşıda dolaşması, bir törene
iştirak etmesi, lokantada yemek yemesi, ailesi ve çocuğu ile parka gitmesi,
kamuya açık alanda ve hiçbir şekilde gizleme gereği duymadan yaşadığı
özelidir. Kişinin özel alanı ise, diğer kişilerin bilmesini istemediği gizli, sırlı,
özel ve esrarengiz alanıdır. Eskilerin deyişiyle mahremiyet olarak da ifade
edilen bu alan özel, gizli, herkese söylenmeyen ve herkesçe paylaşılması
mümkün olmayan alandır. Örneğin eşler arası ilişkiler, özel dostluklar, ikili
ilişkiler, duygusal ve cinsel yaşantı, kişinin anı ve hatıraları bu meyandadır.
Dolayısıyla kişiler kendileri istemedikleri sürece, onlara ait özel hayatlarının
asla haber konusu yapılmaması gerekir (Saraç, 2011, 81-82).
Kişilerin kamuya açık alanlardaki yaşantılarına gelince, sınırlı olarak haber
konusu yapılabilir. Ancak, kişinin kamuya açık alanlarda sürekli olarak takip
edilmesi, görüntülerinin alınması, özel hayatının çok açık bir ihlâlidir. Bu
sınır, özellikle ünlü kişiler söz konusu olduğunda günümüz medyasında çok
sık görülür biçimde aşılmakta ve canlı yayınlara taşınmaktadır. Çünkü
kişilere ait özel hayatın sınırlarını koruma konusunda tartışma yaratan en
önemli husus, bazı insanların popüler ve medyatik nitelikte olmalarıdır.
Görsel medyadaki bakış açısıyla meşhur ve popüler kişilerin, haber değerini
artıracağı düşüncesinden hareket edilerek, bu kişilerle ilgili olarak her şeyin
haber konusu yapılabileceği anlayışı, insan onuru ve hakları bakımından
sıkıntılı durumlar oluşturabilmektedir. Bu nedenle, özel hayatın ve aile
hayatının gizliliğine azamî saygılı olunmalı, kamu çıkarlarının gerektirdiği
durumlar dışında kişilerin özel hayatı ile özel belge ve görüntüleri asla yayın
konusu yapılmamalıdır (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html.
(17/03/2013).
Ancak, toplumu ve kamuyu büyük oranda etkileyen yolsuzluk ve
zimmet, güvenliği tehdit eden bir saik, yanlış enformasyon ve yanıltma söz
konusu olduğunda, ahlâken ve vicdanen kişilerin özel durumları deşifre
edilebilir ve kamuoyuyla doğrudan paylaşılabilir.
III.2. Kişinin İtham Edilmesi veya Saygınlığının (Masumiyet)
Zedelenmesi
Medya yoluyla yapılan insan onuru ihlâllerinden birisi de, savcılık
soruşturması ya da mahkeme kararından önce kişinin suçlu ve kusurlu olarak
9
ilan edilmesidir. Bilindiği üzere hem İslâm hukukunda hem de modern
hukukta, yargılama sürecinde ceza kesinleşinceye kadar kişinin masum
olduğu esası kabul edilmiştir (el-Merğinânî, 1416/1995, II, 397-398; Güriz,
1996, 54).
Masumiyet veya korunmuşluk olarak adlandırılan bu durum, adil
yargılanma hakkının önemli bir unsuru, hatta demokratik toplumlarda
hukukun üstünlüğü ilkesinin vazgeçilmez prensibidir. Kişi, ancak hakkında
verilmiş bir yargı kararı varsa suçlu ve kusurlu ilan edilebilir; aksi halde
böylesi bir toplumda hukuk kurallarının hâkim olmasından ve de hukuk
devletinden söz etmek mümkün olamaz. Kamuoyunu ilgilendiren kişisel
olay ve davalara medyanın ilgi göstermesi, kişilerin haber alma özgürlüğünü
sağlamak bakımından son derece önemlidir. Bu durum, basın özgürlüğü
veya kişilerin bilgi edinme hakkı olarak meşru gösterilmeye çalışılsa da,
çeşitli insanî olaylara veya yargıya intikal etmiş davalara ilişkin haberlerde,
haberin veriliş biçimi objektif ve realist olmalı; sonuçlanmamış davalarda
kişiler topluma doğrudan kusurlu ve suçlu olarak yansıtılmamalı, kişilerin
onur ve saygınlıkları kesinlikle örselenmemelidir.
23 Kasım 2011 tarih ve 764 sayılı Samsun-Kavak Cumhuriyet
Başsavcılığı’nca yürütülen hazırlık sorgusunda ifade edildiğine göre,
müşteki iki taraftan birisi olan F. D., karşı tarafı namaz kılmamak, oruç
tutmamak ve münafıklıkla itham ederek asgarî dini kurallara ve temizliğe
(gusül) riayet etmemekle suçlamıştır. Hatta karşı tarafın kendisine
uyguladığı baskı ve şiddet dolayısıyla kap ve lavaboların içine idrarını
yaptığını dahi söylemekten çekinmemiştir. Bunun karşısında müşteki diğer
taraf ise, mezkûr iddiaların soyut, mesnetsiz ve akıl dışı olduğunu beyan
ederek reddetmiştir. Bunun üzerine ilgili savcılık, mezkûr iddiaların
kendisine isnat edildiği taraf lehine takipsizlik kararını vermiş ve şikâyet
talebini reddetmiştir (Samsun-Kavak İlçesi Cumhuriyet Başsavcılığı
23/11/2011 tarih ve 764 Nolu Sorgulama/Hazırlık Evrakı Metni (Takibe,
Kovuşturmaya ve İddianame Muhtevasına Yer Olmadığına Dair Karar).
Kişisel itham ya da masumiyet karinesinin uygulamada geçerli
olabilmesi için, soruşturma ve dava evresinin medyadan olabildiğince
gizliliği olmazsa olmaz bir ilkedir. Ancak, günümüz bilimsel ve teknolojik
şartlarında gizliliği korumak çok da kolay bir olgu değildir. Özellikle
kamuya mal olmuş davalarla ilgili olarak verilen haberlerde, toplumun bilgi
edinme hakkı çerçevesinde soruşturma evresine ilişkin pek çok bilgi ve
10
belge, ekranlara dolayısıyla da basına taşınmaktadır. Burada dikkat edilmesi
gereken en önemli husus, azamî nispetinde habere ilişkin yorum ve
değerlendirmelerden kaçınarak dikkatli bir dil ve üslup ile haberi
gerçekleştirmeye çalışmaktır. Yargıya intikal etmiş olaylarla ilgili olarak
hazırlık soruşturması sırasında soruşturmayı zaafa uğratıcı, sübjektif ve
yönlendirici biçimde haber ve yorumdan uzak kalınması insanî ve ahlâkî bir
erdemdir. Bu nedenle, yargılama sürecinde haberlerin her türlü ön yargıdan
uzak ve kesinlikle doğruluğundan emin olunarak yapılması gerekmektedir.
Şunu eklemek gerekir ki, demokratik sistemlerde düşünce ve
düşündüğünü de ifade etme özgürlüğü, temel insan hakkıdır, saygındır ve
eleştireldir (Hatemi, 1998, 320; Saraç, 2011, 83). Medya da, bir iletişim aracı
olarak bunun en yaygın aracıdır. Ancak görüşler dile getirilirken haberin
veriliş biçimi ile habere konu olan hususlarda hiçbir zaman objektif sınırlar
aşılmamalı; kişilere yönelik kötüleme, aşağılama, hakaret gibi haksız
muamelelerden kaçınılmalı ve kişilerin onur ve saygınlıkları muhafaza
edilmelidir. Nitekim Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri
Hakkındaki Yönetmeliğin 5. maddesinde, “Yayınlarda kişilerin manevi
şahsiyetlerine eleştiri sınırları ötesinde saldırıda bulunulmaması; küçük
düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilmemesi…
Haberlerin, soruşturulmaksızın veya doğruluğundan emin olunmaksızın
yayınlanmaması ve saklı kalması kaydıyla verilen bilgilerin kamu yararı
ciddi bir biçimde gerektirmedikçe verilmemesi gerektiği” çok açık olarak
ifade edilmektedir (Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri
Hakkında Yönetmelik: http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/21440.html.
(17/03/2013).
Kişi, hakkında yapılan haberin gerçek olmadığını veya haberde
kendisi hakkında yanlış bilgiler verildiğini ve yapılan haber ile manevî/şahsî
onur ve haklarına zarar verildiğini iddia ederek, haber dolayısıyla yayıncı
kuruluşa cevap ve düzeltme nedeniyle başvurma hakkına sahiptir
(http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf.
(14/02/2013).
MADDE 32- Düzeltme ve cevap hakkı, ancak kişilerin haysiyet ve
şereflerine dokunulması veya kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlar
yapılması hallerinde tanınır ve kanunla düzenlenir. Düzeltme ve cevap
yayımlanmazsa, yayımlanmasının gerekip gerekmediğine hâkim tarafından
ilgilinin müracaat tarihinden itibaren en geç yedi gün içerisinde karar verilir.
(http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf)). Kişi, bu hakkını
11
yayına bağlanmak suretiyle ya da cevap ve düzeltme yazısı göndererek de
kullanabilir. Burada önemli olan, yayıncı kuruluşun cevap ve düzeltme
haklarına saygı göstermesi ve böyle bir talebi yayın devam ediyorsa söz
konusu yayın bitmeden; etmiyorsa yayından sonra böyle bir talep gelmişse
ilgili haberin yayınlandığı saat ve programda yerine getirilmelidir. Bu, en
temel insan hakkıdır ve hem Anayasamızla hem de Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile garanti altına alınmıştır.
III.3. Dramatik Bazı Olayların Kasıtlı Bir Tonajda Sunumu
Kabul edileceği üzere medyadaki doğal afetler, baskınlar, trafik ve iş
kazaları, yangınlar, terör ve savaş olayları gibi dramatik ve trajik olaylar, her
zaman haber değerini haiz olduklarından haber konusu olmaktadırlar. Fakat
bu haberlerde şiddet, baskı, zorba ve kanlar içindeki insanların ya da
cesetlerin teşhiri veya ağlayan, acı ve ızdırap çeken yüzlerin gösterilmesi bu
trajedinin reyting uğruna sömürülmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle,
medyada bu nevi trajik ve dramatik olaylar haber yapılırken, izleyicilerde
korku ve endişe yaratacak ifade ve görüntüler kullanılmamalı; baskı, şiddet,
kan, gözyaşı ve acı içeren görüntülerin defalarca gösterilmesinden
kaçınılmalı ve görüntüden çok olay üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Bu
hassasiyet, hem toplum hem de insanlar açısından büyük önem arz
etmektedir. Zira bu tür haberlerde kullanılan ifadeler veya yayınlanan
görüntüler endişe, korku ve infial uyandırarak toplumsal huzuru
etkileyebileceği gibi, haberde yer alan kişiler en zayıf halleriyle
gösterileceklerinden onur ve saygınlıkları da zarar görebilecektir. Bu nedenle
haberci ya da daha genelde medya, tüm bu olumsuzlukları göz önünde
bulundurarak haber konusunda oldukça hassas davranmalıdır.
Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Güngören’de meydana gelen patlamalar
ile geçen yıl Samsun’da meydana gelen sel felaketleriyle ilgili haberlerin
sunuluş şekli ve olay yerinden canlı yayınlanan görüntüler, medyanın bu tür
haberleri nasıl vermesi gerektiği üzerinde bir kez daha düşünmeyi icap
ettirmiştir. Çünkü bir taraftan, özellikle Amerika’da 2001 yılında
gerçekleştirilen saldırılarla ilişkili haberlerin olumsuz ve menfî taraflarına
vurgu yapılırken, medyanın bunlara benzer haber aktarımında daha titiz ve
sorumlu olması gerçeği önem kazanmıştır. Zira söz konusu haberlerle ilgili
olarak medyada dakikalarca servis edilen feryat, gözyaşı, acı, ızdırap, ceset
12
görüntüleri ve kan manzaraları ve bunların canlı yayında sunumu, haber
yapma noktasındaki amacı aşarak hem tarafların ve mağdurların ailelerini
hem de aynı duygu, üzüntü ve kederi paylaşan diğer aileleri inciteceği
gerçeği kasıtlı olarak göz ardı edilmiştir. Haberciler açısından olay yerinden
canlı yayın yapabilmek, elbette ki özel bir önem ve değer taşımaktadır.
Ancak canlı yayınlarda, neyin gerçekten haber değeri taşıdığının ya da hangi
görüntünün ya da içeriğin kamu yararına sahip olduğunun belirlenmesi
meselesi de, en az ilki kadar önemlidir. Kanlar içinde yardım bekleyen yaralı
bir kişinin görüntüsü ile ayağı ve kolu kopmuş insan bedenine ait uzuvların
görüntüsünün izleyiciye servisinde kamu yararı açısından taşıdığı haber
değerinin sorgulanması, öncelikle habercinin ve yayın kuruluşunun özgürlük
ve sosyal sorumluluk kavramlarını ne denli özümsediği bilinci ile doğrudan
ilişkilidir. Aksi bir tavrın, insanların haber alma özgürlüğü veya kamuoyunu
bilgilendirme gerekçeleriyle temellendirilmeye çalışılması hiç de anlaşılır
değildir (Saraç, 2011, 88-89).
III.4. Adalet ve Eşitlik İlkesinden Uzaklaşılması
Ayrımcılık, en basit ifadeyle herhangi bir kamu yararı ya da mantıklı bir
gerekçe olmaksızın bir kişiye, benzer durum ve koşullardaki diğer kişilerden
farklı ve eşit olmayan muamelede bulunmak anlamındadır (el-Hattâbî,
1352/1933, II, 313). Eşit olmayan muamele yani ayrımcılık, adalet ve eşitlik
ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. İnsan olmaları hasebiyle her biri eşit
haklara sahip olan bireylerin, haklardan yararlanmada da eşit olmaları
gerekmektedir (Dağcı, 1999, 92-93). Aksi durumda, insan olarak haklara
sahip olmak herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Haklara sahip olmadaki
bu adalet ve eşitlik, haklardan yararlanma durumunda da aynen muhafaza
edilmelidir (el-Hattâbî, 1352/1933, II, 313). Ayrımcılık ve adaletsizlik
yasağının temel ölçüsü, insan onuru ve bireysel özerkliktir. Bu çerçevede
ayrımcılık ve adaletsizlik, insan onuruna aykırı uygulamaların başında
gelmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2. maddesinde, “...İlan
olunan bütün hak ve hürriyetlerden hiçbir ayrım yapmaksızın, herkesin
yararlanacağı...”
hususu
ilan
edilmektedir
(http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/203-208.pdf.
(12/03/2013). Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya
başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi
başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve
13
bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister
vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına
bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet
veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir
ayrım
gözetilmeyecektir.
(http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf).
Haklardan yararlanmada kişiler arasında ayrım yapmayı yasaklayan
bu uluslararası hüküm, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14.
maddesinde
“Ayrımcılık
yasağı”
(http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64
TUR.pdf. (17/03/2013). MADDE- 14. Ayrımcılık Yasağı: Bu Sözleşme’de
tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din,
siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa
aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı
hiçbir
ayrımcılık
gözetilmeksizin
sağlanmalıdır.
(http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64TUR.pdf) başlığı altında tekerrür etmektedir. Her iki madde de ayrımcılık
sebepleri olarak ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasî ve diğer herhangi bir
görüş, millî veya sosyal köken, servet, doğuş gösterilmekte; ancak özel
olarak belirtilenleri de kapsayacak genel bir ifadeyle herhangi bir duruma
dayalı olarak ayrımcılık yapılması kesinkes yasaklanmaktadır.
Toplumun bütün kesimlerini bilgilendirme potansiyeline sahip medya
haberlerinde karşılaşabileceğimiz ayrımcılık ve eşitsizlik uygulamaları
genelde görüntüler, sesler, kayıtlar, ifadeler veya yorumlar şeklinde
gerçekleşmektedir. Aslında medya haberlerinde doğrudan ayrımcılık ve
eşitsizlik yapma olanağı sınırlıdır. Ayrımcılık ve eşitsizlik bakımından asıl
tehlikeli olan, medya haberlerinin toplumda var olan ayrımcılığın iyiden
iyiye kök salmasına, kanıksanmasına ve en iyi ihtimalle insanların ayrımcılık
ve eşitsizlik karşısındaki tepkilerinin törpülenmesine yol açarak
duyarsızlaşmalarına ve ilgisizliklerine sebep olmasıdır. Medya ve daha
özelinde televizyon haberleri, çoğu kere toplum hayatındaki ayrımcılık ve
eşitsizlikleri ürettiği gibi, bu yeniden üretim ile, zaten var olan ayrımcılık,
adaletsizlik ve eşitsizliği iyiden iyiye pekiştirmektedir (Saraç, 2011, 90).
Medya haberlerinde, toplumun dezavantajlı kesimlerinin haber
konusu olarak göz ardı edilmesi, dışlanması, ötelenmesi ya da bu kesimlere
ilişkin haberlerde sınırlı yer ayrılması, adaletsizliğin ve eşitsizliğin en açık
14
örneğidir. Medya haberciliğinde bazı hassasiyet ve duyarlılıkları bakımından
değişik kişi, grup veya yapılanmaların ayrımcılığa ve eşitsizliğe maruz
bırakılması, haberin konusu olan kişi ya da gruplar hakkında negatif bir
kanaat oluşturmaktadır. Buradaki sorun, bu tür konuların haber yapılması
değil, bu kişi ve grupların sadece olumsuzluklarla ön plana çıkarılması ya da
habere konu olmasıdır. Bu tarz bir uygulama, hukukî olmadığı gibi ahlâkî de
değildir. Nitekim medyada habere konu olabilecek türden cinsel saldırı,
tecavüz, hırsızlık, soygun, casusluk ya da sınavda sahtekârlık gibi olayların,
nispet edildikleri ırk, cinsiyet ve inleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bu
türden bir yaklaşım ve uygulama, beraberinde dışlama ve nefret söylemini de
doğurmaktadır. Dışlama ve nefret söylemi ise, bir kişi ya da grubu ırkı,
cinsiyeti, etnisitesi, dini, ahlakî ve siyasî görüşleri itibariyle değerlendirmeye
tabi tutmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle de dışlama ve nefret söylemi,
medya vasıtasıyla toplumda her an infiale yol açarak şiddeti teşvik edecek
bir ortam yaratabilmektedir.
III.5. Çocukları Suiistimal Etmek ya da Kötüye Kullanmak
Bilindiği üzere Birleşmiş Milletler, Uluslararası İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi’nde çocukların özel ilgi ve yardıma hakları olduğunu çok
açık olarak kabul etmiş ve çocuk haklarıyla ilişkili olarak 20 Kasım 1959’da
“Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi”ni ilan etmiştir
(http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr.content/show/25/birlesmis_milletler_cocu
k_haklari_bildirisi.html. (17/03/2013).
Bu
bildirgede,
çocukların
yetişkinlerden farklı fizikî, fizyolojik, davranış ve psikolojik özelliklere
sahip olduğu ve sürekli büyüme ve gelişme gösterdikleri göz önünde
bulundurularak, toplumun geleceğini temsil etmeleri bakımından çocukları
ilgilendiren her konuda bütün toplumun sorumlu davranması gerektiği ifade
edilmektedir. Bildirgede ayrıca, çocukların yasa ve gerekli kurumların
yardımı ile fizikî, aklî, zihnî, ahlâkî ve ruhî olarak sağlıklı-normal koşullar
altında özgür ve onurlarının zedelenmeyecek biçimde yetişmesi için özel
olarak korunmaları ve bu amaçla çıkarılacak kanunlarda onların en yüksek
çıkarlarının gözetilmesi gerektiği de ifade edilmiştir (Bkz.: 2. İlke: Çocuklar
özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel,
zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında
özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır. Bu
15
amaçla çıkarılacak yasalarda çocuğun en yüksek çıkarları gözetilmelidir.
(http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr/content/show/25/birlesmis_milletler_cocu
k_haklari_bildirisi).(22/02/2013).
Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17. maddesinde de, çocuk
ve kitle iletişim araçları konusu ele alınmaktadır. Bu bağlamda kitle iletişim
araçlarının önemi kabul edilerek, çocuğun özellikle fizikî, içtimaî, ruhî ve
ahlâkî
açıdan
gelişimin
önemine
vurgu
yapılmıştır
(http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php.
(16/03/2013).
Taraf
Devletler, kitle iletişim araçlarının önemini kabul ederek çocuğun; özellikle
toplumsal, ruhsal ve ahlakî esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını
geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslararası kaynaklardan bilgi ve belge
edinmesini sağlarlar. http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php).
Bununla çocuğun gelişme hakkına hizmet etmesi yönünde devletlere
sorumluluk yükleyen bu madde kapsamında, devletlerin kitle iletişim
araçlarını çocuk bakımından toplumsal ve kültürel yararı olan bilgi ve
belgeyi yaymak için teşvik etmeleri gerektiğinin altı çizilmiştir. Böylece de,
çocuğun gelişim ve esenliğine zarar verebilecek bilgi ve belgelere karşı
korunması için uygun, yönlendirici ve geliştirici ilkeler geliştirilmesini
teşvik etmeleri sağlanmış olunacaktır.
Yetişkinlerden farklı olarak çocukların düşünce ve ifade özgürlüğünü
gerçekleştirebilmeleri, ancak yetişkinlerin çocuk-merkezli bir tutum
benimsemesi, çocukları dinlemeleri ve onların onur ve bireysel
özerkliklerine saygı göstermeleriyle mümkün olabilecektir (Aydın, 2008,
140-151; Ersanlı, 2005, 173-180). Çocuklarla ilgili her türlü faaliyette
olduğu gibi burada da gözden kaçırılmaması gereken nokta, çocuğun yüksek
çıkar ve menfaatinin gözetilmesidir (Ersanlı, 2005, 181). Ancak medyaçocuk ilişkisinde, çocuklar genellikle izleyici konumunda düşünülmekte ve
fiziksel, ruhsal, düşünsel ve fikirsel mekanizmalarının gelişimi noktasında
imkân ve fırsat tanınmamaktadır (Aydın, 2008, 170-181). Dolayısıyla
haberin öznesi olarak çocuk dikkate alınmamakta, haberler yetişkinlere
yönelik olarak hazırlanmaktadır. Medya açısından hedef kitlesi yetişkinler
olan haberlerde, çocuklar ya yok sayılmakta ya da çoğunlukla mağdur
bırakılmaktadır (Köylü, 2004, 206-210, 243). Bu çerçevede çocukların
medyada temsil edilmemeleri kadar, olumlu haberlerin konusu
olamamalarını da çocuklar açısından bir onur ve hak ihlâli olarak
değerlendirmek mümkündür.
16
Görsel medyada gösterime sunulan “Kalp Gözü”, “Beşinci Boyut”,
“Altıncı His”, “İki Dünya Arasında”, “Huzur Kapısı” veya “Sonsuzluğa
Yolculuk” gibi temel dayanak ve formatlarını daha çok din ve kutsaldan alan
program ve filmlerde rol alan ulvî ve yüce şahsiyetlerin, çocukların
düşünsel, fikirsel ve ruhsal dünyalarını kimi zaman olumsuz istikamette
etkilemiş olduğu bir gerçektir. Çünkü bu türden muhtevî program ve filmleri
izleyen 3-7 yaş aralığındaki küçük çocukların, büyük bir korku ve endişe
hissettikleri, fiziksel ve karakter olarak etkilendikleri, uykularının esrarengiz
rüyalarıyla bölündüğü ve kendilerini daima dışarıdan izleniyormuş
psikolojisine göre adapte ederek ona göre bir tutum ve davranış sergilemiş
oldukları, sonradan kendi aileleri ve ebeveynleri tarafından tarafımıza ifade
edilmiştir. Bu türden format ve içeriğe sahip programların bireyler söz
konusu olduğunda olumlu, yönlendirici ve katkı sağlayıcı taraflarından söz
etmek mümkün ise de, özellikle küçük yaş kuşağını oluşturan izleyici
çocuklar için ürkütücü ve korkutucu olabilmektedir. Dolayısıyla medya, bu
ve benzeri film ve programların ekranlara servisinde izleyici kesimin her iki
tarafını dikkate almalı ve oluşacak muhtemel tepkileri de önceden
kestirebilmelidir.
Bu nedenle, çocuklarla ilgili program veya haber yapılırken doğruluk
ve hassasiyet açısından mükemmellik hedeflenmelidir. Program ve
yayınlarda zararlı ve olumsuz görüntülerin, çocukların görüş ve duyuş
alanlarına girmesi engellenmelidir. Medyada, bariz bir şekilde kamu yararı
veya toplumsal bir çıkar temin edilmediği müddetçe, çocukların görsel
olarak ya da başka bir şekilde kimliklerinin ortaya çıkması yasaklanmalıdır.
Tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi çocuklara da mümkün olduğu alanlarda baskı
ve yönlendirme olmaksızın kendi görüş ve düşüncelerini ifade edebilmeleri
için medya erişim hakkı tanınmalıdır (Saraç, 2011, 102-103). Çocukların
küçükken maruz kalabilecekleri cinsel istismar ve fiziksel saldırı gibi
olaylar, mümkün mertebe medyada gösterimden kaldırılmalıdır. Medyada bu
denli olaylara maruz kalan çocuklar ile onların faillerinin görüntüleri, iyi bir
denetim ve organizasyon sonucunda basına ve televizyona aktarılmalı, hatta
mümkün olabiliyorsa basın açısından değişik isim ve kodlamalarla;
televizyon nokta-i nazarından da örtülü biçimde veya flulaştırılarak
verilmelidir. Bu tür bir girişim, çocuğun şahsiyet ve kişiliğinin
zedelenmemesi açısından olduğu kadar, toplumda olumsuz ve çirkin
davranışların önüne geçilmesi bakımından da son derece yararlı olacaktır.
17
Çünkü çocukların gelişimlerine zarar verecek yayınların engellenmesi kadar,
çocukların gelişmelerine olumlu katkıda bulunacak yayınların desteklenmesi
büyük önem arz etmektedir. Medya, çocuklarla ilgili konuları sadece birer
“olay” ya da “haber” olarak görüp basın ve ekranlara taşımamalı, bu olayların
meydana gelmesine yol açan veya yol açma olasılığı olan süreçleri de
doğrudan ve çarpıtmadan (sansürsüz) aktarmalıdır.
IV. Sonuç ve Değerlendirme
İnsan, psiko-sosyal bir varlıktır. Onun sosyal bir varlık oluşu,
çoğunlukla gündem ve haber konusu yapılmasına neden olmaktadır. Bu
itibarla, medya haberlerinde doğrudan olaya ve habere konu olan kişilerin
haklarının korunması kadar, bir bütün olarak insanlık onurunun korunması
da büyük bir önem arz etmektedir. Bu husus, özellikle aile içi mahremiyet ya
da özel hayat, ayrımcılık ve adaletsizlik, kişinin saygınlığının çiğnenmesi
gibi bireysel olaylara ya da doğal afet, baskı, şiddet, kaza, terör ve savaş
olayları gibi toplumsal olaylara ilişkin konularda doğrudan karşımıza
çıkmaktadır. Buna göre, insan haklarının temel hareket noktası olan insan
onurunun muhafaza edilmesi anlayışı, yayıncılık hizmetlerinin tümünde
olduğu gibi özellikle de medyadaki haberlerde gözetilmesi gereken ahlâkî ve
hukukî bir ilke olmalıdır.
İnsan onuru veya daha genelde insan haklarının, hem ahlakî hem de
hukukî niteliğe sahip olması nedeniyle medyadaki haberlerde korunması,
insan şahsiyetinin ve karakterinin zedelenmemesi noktasında fren görevi
yapmaktadır. Özellikle de günümüz medyasında, yasal ve hukukî
düzenlemelerin yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu açıdan ahlâk kurallarının
yaptırıma bağlanmış şekli olan hukukî düzenlemeler kadar, habercilikle ilgili
bazı ahlâkî ilkeler, medya haberciliğinde büyük bir önem taşımaktadır.
Çünkü ahlâkî ilkeler, hukukî düzenleme ve yaptırımların bir tür
mütemmimidir. Bu itibarla, medya söz konusu olduğunda habercilerin,
haberin önem, değer ve geçerliliği ne olursa olsun habere konu olan kişi ve
insanların bireysel onur ve haklarına azamî derecede hassasiyet göstermeleri
gerekmektedir.
Bu bağlamda medyadaki haberlerde insan onuru ve temel insan
haklarına saygı konusunda habercilerin yanı sıra, ilgili yayın kuruluşlarına
ve meslek örgütlerine de büyük görevler düşmektedir. Hiç kuşkusuz haberi
18
hazırlayan haberciler kadar, yayın kuruluşlarının da bu konuda hassasiyet
göstermesi olmazsa olmazdır. Yazılı ve görsel medyadaki haberciliğin
saygınlığı açısından meslek örgütlerinin habercileri, insan onur ve hakları
konusunda duyarlı davranmaya teşvik etmeleri ve bu doğrultuda çalışmalar
yapmaları kaçınılmazdır.
Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Selamlarımla...
19
Bibliyografya
‘Abdülcebbâr (1958), Ebu’l-Hasan el-Kâdî, Kitâbu’l-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-‘Adl,
tah.: Mahmûd Muhammed el-Hudayrî, el-Müessesetü’l-Mısrıyyetü’l-‘Amme li’t-Te’lîf ve’l-Enbâ‘
ve’n-Neşr, nşr.: İbrâhîm Madkûr-Tâhâ Hüseyin, c. V, Kahire.
------------------ (1971), el-Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, (Resâilü’l-‘Adl ve’t-Tevhîd İçinde),
nşr.: Muhammed ‘Ammâra, Kahire.
Aydın (2008), Mehmet Zeki, Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, Nobel Yay., Ankara.
Bulut (2008), Nihat, “Eski Yunan’dan Aydınlanma Çağına İnsan Onuru Kavramının
Gelişimine Genel Bir Bakış”, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: XII, sayı: III,
Erzincan.
Dağcı (1999), Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahsa Karşı Müessir Fiiller, Diyânet İşleri
Başkanlığı Yay., Ankara.
Dâvûd (1996), ‘Abdulbârî Muhammed, el-İrâde ‘inde’l-Mu‘tezîle, Dâru’l-Ma‘rifeti’lCâmi‘iyye, İskenderiye.
Doğan (2005), İlyas, “Alman Öğretisinde İnsan Onuru ve Güncel Sorunlar Hakkında
Kısa Bir Giriş”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: XIII, sayı: II, Konya.
Ersanlı (2005), Kurtman, Davranışlarımız -Gelişim ve Öğrenme-, Eser Ofset-Matbaacılık,
Samsun.
Güler (2011), İlhami, ‘Din’e Yeni Yaklaşımlar, Ankara Okulu Yay., Ankara.
------- (2010), İmân-Ahlâk İlişkisi, Ankara Okulu Yay., Ankara.
Güriz (1996), Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara.
Hacak (2000), Hasan, İslâm Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Hatemi (1998), Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İşaret Yay., İstanbul.
el-Hattâbî (1352/1933), Ebû Süleymân Muhammed, Me‘âlimu’s-Sünen, Matbaatü’l-
‘İlmiyye, c. II, Haleb.
Kahraman (1996), Fevzi, “Habercilik ve Ajanslar”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı: XII,
Ankara.
Kars (2010), Neşe, Radyo Televizyon Haberciliği, Derin Yayınları, İstanbul.
20
Kazanç (2007), Fethi Kerim Kazanç, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmında Ahlâk
Düşüncesi, Ankara Okulu Yay., Ankara.
el-Kâsânî (1406/1986), ‘Alâuddîn Ebû Bekir b. Mes‘ûd, Bedâ’iu’s-senâ‘î fî
şerâi‘î, Dâru Kütübi’l-‘İlmiyye, et-Tab‘atü’s-Sâniye, c. V, Beyrut.
tertîbi’ş-
Köylü (2004), Mustafa, Yetişkinlik Dönemi Din Eğitimi, Dem Yay., İstanbul.
el-Mâtürîdî (1983), Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne,
nşr.: Muhammed Müstafîd er-Rahmân, Bağdad.
el-Merğinânî (1416/1995), Burhânuddîn Ebu’l-Hasen ‘Ali b. Ebî Bekir b. ‘Abdilcelîl, elHidâye fî şerhi bidâyeti’l-mübted‘î, tah.: Talâl Yûsuf, Dâru İhyâti’t-Turâsi’l-‘Arabî, c. II, Beyrut.
en-Nesefî (2010), Ebu’l-Mu‘în, Bahru’l-Kelâm (Mâtürîdiyye Akâidi), trc.: Ramazan Biçer,
Gelenek Yay., İstanbul.
Özler (1995), Mevlüt, İslâm Düşüncesinde Tevhid, Nûn Yay., İstanbul.
Saraç (2011), Yasemin, Televizyon Haberlerinde İnsan Onuru ve Temel İnsan Haklarına
Saygı, (Uzmanlık Tezi), Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Ankara.
Sargın (2010), İzzet, “İslâm Hukuk Düşüncesi Bağlamında İnsan Hakları ve Devletin
Bütünlüğü”, İnsan Hakları ve Din Sempozyumu, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yayınları, 1517 Mayıs 2010, Çanakkale.
Turhan (1996), Kasım, Bir Ahlâk Problemi Olarak Kelâm ve Felsefe Açısından İnsan
Fiilleri, Maramara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul.
Uğurlu (2006), Faruk -Şerife Öztürk, Türkiye’de Televizyon Haberciliği, Tablet Kitabevi,
Konya.
Watt (2002), W. Montgomery, Dinlerde Hakikat -Sosyolojik ve Psikolojik Bir Yaklaşım-,
trc.: A. Vahap Taşan-Ali Kuşat, İz Yay., İstanbul.
Yasa (2007), Metin, -İbn Arabî’de ‘Tanrı Merkezli Bütün’ü Anlamaya Yönelik OlarakParadoksal Konuşmak, Elis Yay., Ankara.
Yeprem (1984), M. Saim, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yay., Kuşak Ofset, İstanbul.
Yörük (1949), Abdulhak Kemal, Hukukun Umumî Prensipleri, İsmail Akgün Matbaası,
İstanbul.
Yüksel (2009), Mehmet, “Mahremiyet Hakkına ve Bireysel Özgürlüklere Felsefi
Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ankara.
21
http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr.content/show/25/birlesmis_milletler_cocuk_haklari_bildir
isi.html. (22/002/2013).
http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64-TUR.pdf. (17/03/2013).
http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/21440.html. (17/03/2013).
http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/203-208.pdf. (12/03/2013).
http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf. (14/02/2013).
http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html. (17/03/2012).
http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php. (16/03/2013).
22
Download