16 Ekim 2015 www.sorularlaislamiyet.com

advertisement
16 Ekim 2015
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Edebin fazlası, ayrı bir edepsizlik midir? ....................................................................................3
Hz. Ayşe hicret ettiğinde, babasının mı yoksa Peygamberimizin mi evine inmiştir? ................4
Çocuklarınızı 4 yaş, 4 ay, 4 günlük iken rahle başına oturtun, anlamında bir hadis var
mıdır? ............................................................................................................................................6
Huriler neden siyah gözlüdür? ....................................................................................................7
20 yıl önce yapılan anlaşmaya göre verdiğimiz arsanın %60 bedeli ödenmemiştir. Bugün
nasıl hesaplamak gerekir? ...........................................................................................................7
Önemli olan seni tamamlayacak ruhu bulmandır, sözü ne demektir? ......................................8
Bazı batıl din sahiplerinin mucize göstermesi nasıl açıklanabilir? ............................................9
Teravih örneğinde; Allah sırf peygamberi kılıyor diye bir namazı farz kılar mı? ...................11
Kur’an’da, lanet kelimesinin son harfinin açık yazılması, bir hata mıdır?.............................12
Şeriatta kadınların ve ilkokul öğretmenlerinin oyu yarım oy mu sayılır? ...............................14
2
Edebin fazlası, ayrı bir edepsizlik midir?
- Önce bu ifadeyi kullanana kimsenin kimliği kadar bu sözün hangi makamda ne maksada göre
söylendiğini bilmek önem arz etmektedir.
- Bununla beraber, bu sözü şöyle anlamak mümkündür:
Her şeyin tefrit ve ifratı/aşırı uçları kötü olduğu gibi, edepli bir tavrın aşırısı da kötüdür. Çünkü
aşırılık, meseleyi olması gereken çığırından çıkarır ve tersine bir örtüye bürünmesine sebep
olur. Zira, çığırından çıkan bir husus,bir tavır ciddiyetini kaybedip yapmacık olmaya doğru yol
alır.
Örneğin: Bir kimseyi haketmediği bir şekilde övmek onu kötülemek anlamına gelir. Mesela:
“Bizim köyün imamı çok büyük bir alimdir” dense makul karşılanır. Fakat “İmam-ı azamdan
daha alimdir” denildiği zaman tam bir fiyasko olur.
Bunun gibi, bir insanın normal takınması gereken bir edep tavrı herkes tarafından övgüyle
karşılanır. Fakat aynı kişinin aşırı tevazu göstermesi, aşırı iffetli görünmesi, aşırı takva
pozisyonuna girmesi, insanlar tarafından duruşun aksine yorumlanır. Ve bu yorumlar da
genellikle doğrudur. Çünkü kalpler, fıtri olmayan, yapmacık olan tavırlardan hoşlanmazlar.
Bu sebepledir ki, vakar güzel bir edep iken, aşırıya kaçtığında kibir rayına oturup edepsiz bir
tavır olur.
Keza, tevazu güzel bir edep iken, aşırıya kaçtığı zaman sevimsiz bir tezellül olup edepsizlik
defterinde yazılır.
3
Hz. Ayşe hicret ettiğinde, babasının mı yoksa
Peygamberimizin mi evine inmiştir?
Hz. Ayşe’nin Peygamberimizden kaç ay sonra hicret ettiği konusunda net bir bilgi bulamadık.
Ancak Medine'ye hicret ettiğinde babasının evine indi. Daha sonra da, kendisi hicret etmeden
önce yapılmış olan ve Mescid-i nebeviye bitişik bulunan odaya gelin gitmiştir.
Hz. Ayşe’nin Hz. Peygamber (asm) ile nikâhı hicretten önce Mekke’de kıyılmıştı. Ancak
henüz düğün olmamıştı ve Hz. Ayşe babasının evinde kalıyordu.
Hz. Ayşe’nin babası Hz. Ebu Bekir Resûl-i Ekrem ile daha önce hicret ettiği için aynı yıl (622)
annesi, ağabeyi Abdullah, kız kardeşi Esmâ, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve
Ümmü Külsûm ile birlikte Medine’ye hicret etti ve babasının evine indi.
Hz. Aişe önceleri Medine’nin havasına alışamadığı için babası gibi rahatsızlandı. Ancak kısa
bir süre sonra sağlığına tekrar kavuştu. Hicretin 2. yılı Şevval ayında (Nisan 624, iki bayram
arasında) Hz. Peygamber’le evlendi. (Zehebî, 2/141-142)
Düğün tarihini hicretin 1. yılı Şevval ayı (Nisan 623) olarak kabul edenler de vardır.
Hz. Ebû Bekir, düğünü neden geciktirdiğini Hz. Peygamber’e sormuş, mehir parasını temin
edemediği için tehir ettiğini öğrenince ihtiyacı olan 500 dirhemi ona ödünç vermişti.
Konuyla ilgili Hz. Ayşe’nin verdiği bilgiler şöyledir:
"Resûlullah Aleyhissalatü vesselam; Medine'ye hicret ettiği zaman, bizi ve kızlarını
Mekke'de bırakmıştı.
Medine'den, azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi'i, iki deve ve birde ihtiyaç duyacakları
şeyi satın almak üzere, Ebu Bekir'den aldığı 500 dirhem harçlıkla birlikte bize, Mekke'ye
gönderdi.
Ebu Bekir de, Abdullah b. Uraykıt'ı iki veya üç deve ile onların yanına katıp zevcesi annem
Ümmü Rûman'ı, beni ve kız kardeşim Esma’yı (ki, Zübeyr b. Avvam'ın zevcesi idi)
bindirerek göndermesini Abdullah b. Ebu Bekir'e yazdı, emretti.
Medine'den, konuşa konuşa yola çıktılar. Kudeyd'e geldikleri zaman, Zeyd b. Harise, o 500
dirhemle üç deve daha satın aldı.
Talha b. Ubeydullah'a rastladılar. O da, Ebu Bekir'in ev halkı ile birlikte Medine'ye hicret
etmek istiyordu. Hep birlikte yola çıktık.
Ebu Rafi' Fâtıma'yı, Ümmü Külsûm'u ve Sevde binti Zem'a'yı; Zeyd de Ümmü Eymen'i ve
oğlu Üsâme'yi bindirip yola çıktı.
Hep birlikte konuşa konuşa Mina mevkiinden Beyz'a ulaştığımız zaman, devem kaçtı.
Ben Mahfe'nin içindeydim, annem de yanımda idi.
Annem: 'Eyvah kızağım! Eyvah gelinciğim!' diyerek çırpınıyordu.
Yüce Allah devemizi döndürüp, bizi devemize ve selamete kavuşturdu.
Nihayet, Medine'ye geldik.
4
Ben Ebu Bekir'in ev halkı ile birlikte idim,
O zaman, Mescid ve Mescid civarındaki odalar yapılmış bulunuyordu.
Resûlullah Aleyhissalatü vsselamın ev halkı kendi odalarına indiler.
Biz de Ebu Bekir'in evinde bir müddet oturduk.
Sonra, Ebu Bekir: 'Yâ Rasûlallah! Ehlinle evlenmekten seni alıkoyan nedir?' diye sordu.
Resûlullah Aleyhissalatü vesselam: 'Mehrdir’ dedi.
Bunun üzerine, Ebu Bekir, mehr olarak oniki buçuk ukiyye (500 dirhem) gönderince,
Resûlullah Aleyhissalatü vesselem Şevval ayının içinde benimle evlendi." (bk. İbn Sa'd,
Tabakâtü'l-kübrâ, 8/58-63; İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, 4/293)
5
Çocuklarınızı 4 yaş, 4 ay, 4 günlük iken rahle başına oturtun,
anlamında bir hadis var mıdır?
- Hadis kaynaklarında böyle bir bilgiye rastlayamadık.
- “4 yaş, 4 ay, 4 günlük..” sayısal tablo ifadesi bu bilginin hadis olma ihtimalini daha da
zayıflatmaktadır. Bu ifade, muhtemelen Osmanlı Devleti'ndeki bazı uygulamalardan alınmış
olabilir. Hem erken yaşta eğitime başlamak hem de çocukları ve aileleri teşvik etmek adına
böyle bir tekerlemenin adet haline geldiği anlaşılıyor.
Osmanlı Devleti’nde eğitimin ilk basamağı sübyan mektepleriydi; bunlara mahalle mektebi de
denirdi. Her mahallede her cami yanında sübyan mektebi bulunurdu. Günümüzdeki ilkokulların
benzeri olan sübyan mektepleri, medreselere başlangıcı oluştururdu. Bu okullara 5-6 yaşına
gelen çocuklar alınırdı. Şehzadelerin de 4 yaş 4ay 4 günlükken eğitime başladığını
bilinmektedir.
Çocukların en verimli ve kalıcı bilgiler öğrenecekleri yaşlar, hayata yeni yeni intibak gösterdiği
yıllardır. Nitekim yapılan araştırmalar, 3 yaşındaki bir çocuğun, ayrı dili diksiyonlarıyla
beraber öğrenip konuşabilecek zekâ ve hâfıza kuvvetine sahip olduğunu göstermektedir. Bu
kabiliyet, zamanla azalmakta ve 20 yaşına ulaşan bir genç, kapasitesinin beşte dördünü
kaybetmektedir.
Bu gerçeğin farkında olan ecdadımız, çocuklukta öğrenilenlerin “mermere kazınan yazılar”
gibi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu sebeple çocukların, 4 yaş, 4 ay, 4 günlük olmalarıyla şenlik
edâsıyla dînî bir merâsim yapıldığı da söylenir. “Bed-i besmele” veya “âmin alayı” da denilen
bu merasime, âile ve komşular hep birlikte iştirak ederler ve çocukları büyük bir coşku içinde
Kur'an-ı Kerim ile tanıştırırlardı. Bu özel günde çocukların güzel hatıralar eşliğinde Kur'an-ı
Kerim öğrenmeye başlaması için adeta bir seferberlik havası estirilirdi.
Mektebe başlayan çocuk, tıpkı bir sünnet çocuğu gibi süslenir, yepyeni elbiseler giydirilir,
takılar takılır, sırmalı cüz ve alfabe kılıfı boynuna asılırdı. Mektebin çocukları, mektebe yeni
başlayacak çocuğun evine gelirler, ilahilerle, aminlerle çocuğu akrabalarının da katıldığı bir
törenle alıp mektebe götürürlerdi.
- Namaz gibi ibadetler için 7 yaşından itibaren alıştırmalara başlamak gerekirse de (bk.
Kenzu’l-Ummal, h.no: 45324), çocuk eğitimi doğumla, hatta anne rahmine düşmeden önce
başlar. Bazı hadis rivayetlerini dikkate aldığımızda çocuk eğitiminin anne ve baba adayını
seçimden başladığını söyleyebiliriz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Çocuk eğitiminde hamilelikten önce ve doğuma kadar alınacak tedbirler nelerdir?
Çocuk Ruh Sağlığı Açısından Din Eğitimi
Çocuklara dini ve ahlaki eğitimi nasıl vermeliyiz?
Çocuk terbiyesi ve din eğitimi nasıl olmalı; çocuklara Allah'ı nasıl anlatmalıyız?
Hz. Peygamber (asv)'in eğitim metotları nasıldı, örnekler verir misiniz?
6
Huriler neden siyah gözlüdür?
- Huri kelimesi, gözün beyaz kısmının fazla beyaz, siyah kısmının da fazla siyah olan şekli için
kullanılır. Bu göz şekli Geyik ve Ceylanda vardır. Ceylanın bu rengine HUR adı verildiği gibi
kadınların “Ceylan gözlüsü”ne de Hur denilir. (bk. Lisanu’l-Arab, HUR maddesi)
- Ceylan gözü, genellikle insanlar tarafından beğenilir. Bu gibi güzel gözlere sahip olan
kadınlara “HUR= Ceylan gözlü” vasfının kullanılması da insanların bu gözlere karşı
beğenilerinin varlığını tasdik etmektedir.
- İnsanların başka göz renklerini de beğenmeleri, “Ceylan gözlü” olanları sevemeyecekleri
anlamına gelmez. Belki de en fazla beğeni kazanan göz tipi Hur şeklindeki olan ceylan
gözüdür.
Hükümleri büyük çoğunluğun arzularına göre vermek, bir adalet-i izafiyedir, mutlak adaletin
mümkün olmadığı yerde bu izafi adalete göre hükmetmek zorunludur, aksi zulüm olur.
Konumuzda da insanların kahir ekseriyetinin ceylan gözlü olan göz rengini sevmeleri,
Kur’an’ın bu hükmünün en azından bir adalet-i izafiye olduğunun göstergesidir.
- Şunu da unutmamak gerekir ki, İbn Abbas’ın ifade ettiği gibi, “Dünyadaki varlıklar ile
ahiretteki varlıklar arasında yalnız bir isim benzerliği vardır.”
Buna göre, örneğin Cennetteki bir “Elma”nın dünyadaki bir elma ile olan benzerliği, yalnız bir
“isim benzerliği”nden ibaret olduğu gibi, Cennetteki bir hurinin “Ceylan gözlü” olması ile
dünyadaki bir kadının ceylan gözlü olması arasında benzeyiş sadece bir isim benzerliğinden
ibarettir. Cennette beğenilmeyen hiçbir şey yoktur. Orada “Nefislerin/canların çektiği ve
gözlerin lezzet aldığı her şey vardır.” (Zuhruf,43/71) mealindeki ayette bu gerçeğin altı
çizilmiştir.
20 yıl önce yapılan anlaşmaya göre verdiğimiz arsanın %60
bedeli ödenmemiştir. Bugün nasıl hesaplamak gerekir?
Yirmi yıl önceki işlemi "satış vaadi," değil de "satım akdi" olarak kabul edersek -ki bedelin bir
kısmı ödendiği için böyle kabul etmek gerekir- geriye kalan borç arsa değerinin yüzde
altmışıdır.
Bu ise bin dolar değildir; bugün arsanın ederinin yüzde altmışıdır; yani enflasyon farkı, arsa
üzerinden böyle hesap edilebilir ve borçlu, enflasyon farkını ödemekle yükümlüdür. Vaarisler
daha azına razı iseler onu verip tapuyu almalıdır.
7
Önemli olan seni tamamlayacak ruhu bulmandır, sözü ne
demektir?
Hazret-i Mevlana’nın tasavvuf kimliğini düşündüğümüzde bu ifadelerini şöyle anlayabiliriz:
Her insanın muhatap olduğu genel İslami ilkeler aynıdır. Her insan açıkça belirtilen emirlere
uymak ve yasaklardan sakınmak durumundadır. Farzlar/vacipler ve haramlar belidir. Fakat
insanların ruhani boyutları sadece farzları yapmak ve haramlardan sakınmakla ortaya çıkmaz
ve manevi kimliği sadece bunlarla şekillenmez.
Çünkü zahiri ameller yanında insanı erdemli kılan hususlar onun batıni/manevi boyutuyla ilgili
olan güzel ahlaktır. Örneğin, kibir, gurur, haset, cimrilik, israf, kendini beğenmek, gösteriş gibi
olumsuz huylardan vazgeçmek; tevazu göstermek, alçak gönüllü olmak, işlerinde orta yolu
takip edip mutedil olmak, işlerinde Allah rızasını esas almak, cömert olmak, hayırhah olmak ve
benzeri güzel ahlaka sahip olmak için bir mürşide ihtiyaç vardır.
Bu tür konularda insanların mizaçları farklıdır. Bu sebeple, her insan kendi ruh yapısına uygun
bir ayna bulmalıdır. Adeta noksan kalmış ruhi tekamülünü gerçekleştirmek için kendine bir ruh
ikizi olabilecek ve hayatını yansıtan bir ayna olacak bir mürşidin ders halkasında bulunmalıdır.
Çünkü böyle bir mürşit, hem ruhumuzun noksan kalan terbiyesini tamamlayacak hem de
tertemiz bir hayatın inşası için güzel bir ayna vazifesini görecektir.
Kişi, bu mürşidin ideal bir ahlak abidesi olan ruhaniyetinden feyiz alırken, kendi ruhi suretinin
fotoğrafını da onun hayat aynasında bulacak ve ona göre kendine çeki düzen verecektir.
Bu sayede manevi tırnaklarını kesecek, manevi kirlerini temizleyecek, manevi saçlarını
tarayacak, manevi kılık-kıyafetini düzgün hale getirecektir.
- İşte Mevlana hazretleri, İslam Dininin -iman esaslarından sonra- en önemli mesajı olan ahlaki
terbiyesine dikkat çekmiştir.İmam Gazali de İhya’sında dinin bu ahlaki mesajının önemine
işaret etmiştir.
Bediüzzaman hazretleri de “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu
milletin ihyası…” (Sözler, 717 ) vecizesiyle dinin fert ve cemiyet hayatındaki bu ahlaki
mesajının önemine işaret etmiştir.
8
Bazı batıl din sahiplerinin mucize göstermesi nasıl
açıklanabilir?
- Burada iki başlık söz konusudur: Hz. Muhammed(asm)’in gösterdiği mucizeler; Semavi
olmayan din adamlarının gösterdiği mucizeler:
a) Hz. Muhammed(asm)’in gösterdiği mucizeler -sizin de işaret ettiğiniz gibi- bir kısmı en
azından manevi mütevatirdir. Mirac (İsra, 1, Necm:1-18), Ay’ın yarılması (Kamer, 1-5),
Bedir savaşında attığı bir avuç çakılın düşman ordusunun tamamının gözlerine girmesi
(Enfal, 17), bir kısım gaybi haberler (Rum, 1-5, Tahrim, 4) gibi bazı mucizeler bizzat
Kur’an’da yer almıştır.
- Diğer bir kısım mucizeler de Kur’an’dan sonra İslam ümmetinin ikinci sahih kaynak olarak
kabul ettiği Buhari, Müslim, Kütübü Sitte kitaplarında yer almaktadır.
İlmi kriterler ve rivayet kıstaslarına göre bu kaynaklarda yer alan mucizelerin bazıları en az
manevi tevatür derecesindedir. Kaldı ki, Kur’an’da yer alan mucizelerin varlığı, Hz.
Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu ispat etmeye kâfidir.
- Ayrıca Kur’an’ın indiği günden itibaren muarızlarına meydan okuması, bir tek suresine bile
bir nazirenin yapılamayacağını ilan etmesi ve bu meydan okumanın kıyamete kadar aynı
ayetlerle devam etmesi ve buna karşı dost ve düşmanın ittifakıyla gerçek anlamda böyle bir
nazirenin ortaya konulamamış olması bütün mucizelerin üstünde bir peygamberlik mührüdür.
- Mucizeden maksat, sahibinin hak peygamber olduğunu tasdik etmek anlamına geldiğine
göre, sadece Kur’an ve Kur’an’da yer alan mucizeler bile Hz. Muhammed (asm)’in hak
peygamber olduğunu ispat eden açık delillerdir.
b) Semavi olarak kabul edilmeyen din adamlarının gösterdikleri iddia edilen mucizeler
konusunda şunları söyleyebiliriz.
1) Bu imtihan dünyasında Allah insanların akıllarını muhatap almıştır. İmtihanın adalet
ölçüsüne uygun cereyan etmesi için de “La ikrâhe fiddîn” (dinde zorlama yoktur) prensibi
getirilmiş ve bu prensip gereği olarak da insan aklına zorunlu istikamet gösterilmemiştir.
Mucizeler dahil her konuda “akla kapı açılmış” fakat insanın özgür iradesini rafa kaldıracak
şekilde zorunlu bir istikamet gösterilmemiştir.
2) Bu çok önemli temel prensibin gereği olarak, Hz. Musa’ya “büyüleyici bir Asa verirken,
muarızlarına da büyü sanatını vermiştir. Bu manzara karşısında sihirbazların bizzat kendileri
iman ederken, diğer bir kısım insanlar akıllarını tersine kullanmış ve “Musa’nın Asası” da
diğer sihir türünden bir büyü olduğunu söylemiş ve inkâra devam etmiştir.
3) İşte “akla kapı açmak, özgür iradesini elinden almamak” prensibi, hak peygamberlerin
mucizeleri ile sahtelerinin mucizeleri; hak velilerin kerametleri ile sahtelerinin kerametleri
konusunda da -bir adalet ölçüsü olarak- cereyan etmiş ve etmektedir. Dünyadaki Din
imtihanının eşit bir platformda sürmesi adalet terazisinin devam etmesine bağlıdır.
4) Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, sahih olan mucizeler ile sahte mucizeler ve sahih
olan kerametler ile sahte kerametlerin varlığı âdil imtihanın bir gereğidir. Ta ki iman edenler
bir delile dayanarak iman etsin ve inkâr edenler de bir delile dayanarak inkâr etsin ve adalet
yerini bulsun.
9
İşte İslam literatüründe bu sahih olan mucize ve kerametin karşısında yer alan sahte mucize ve
kerametlere “İstidraç” adı verilmiştir. Bu kelimenin terim manası: “Sahte bir insanın, sahte bir
mucize veya kerameti sağlam bir mucize veya keramet kılıfında göstermesine imkân
vermektir.”
İstidrac kavramı, “Bizim ayetlerimizi (sahih delillerimizi) yalanlayanları bilmedikleri bir
şekilde (sahte deliller içerisine) dercederiz/işin sahte formuna istidrac yaparız/işin sahte
tarafını benimsemelerine imkân veririz” (Araf, 7/182) mealindeki ayetten istinbat
edilmiştir/çıkarılmıştır.
5) İmtihan için sağlam olanlarla sahte olanların yan yana gelmesi imtihan sırrına uygun bir
prensip olduğuna göre, sahihini sahtesinden ayırmanın da bir ölçüsünün olması şarttır.
İslam alimleri ayet ve hadislerin verdiği bilgilerden yola çıkarak bu ölçüyü (mucize veya
kerameti gösteren) iddia sahibinin şahsında bulunabileceğini belirtmişlerdir. Buna göre, iddia
sahibinin şahsiyeti, hayatı gösterdiği bu harika durumla uyum içindeyse bu kimse sağlam, aksi
takdirde sahte olarak değerlendirilir.
- Bu açıdan bakıldığı zaman, Hz. Muhammed (asm) gibi peygamberliğini ispat eden yüzlerce
mucizeler yanında nübüvvetinin binlerce delilleri bulunan bir peygamber: “Benden sonra
peygamber gelmez” diyor. Ve Semavi kitaplar içinde eşi benzeri olmayan bir muhtevaya
sahip olan Kur’an’da: “Hz. Peygamberin son peygamber olduğu, kendisinden sonra bir
peygamberin gelmesi söz konusu olmayacağı hususu açıkça ifade edilmiştir. (bk. Ahzab, 40)
Buna göre, Hz. Muhammed (asm)’den sonra gelen Ahmed Gulam Kadıyani gibi kimselerin
yalancı ve sahte olduklarında asla şüphe yoktur. Çünkü bu gibilerin iddiaları, Kur’an ve Hz.
Peygamberin sahih hadislerine terstir. Ve bu gibilerin DİN diye ortaya koydukları şeylerin bir
kısmı İslam’dan alıntılanmış, diğer kısmı ise saçma-sapanlarla doludur. Ayrıca bunların
hayatlarında gösterdikleri ahlaksızlık da hayatlarının gösterilen harikalarla asla
bağdaşmamaktadır. Ortada tek şey kalır: İSTİDRAÇ.
- Tabii ki bu açıklamalarımız iddia edilen şeylerin doğruluğu ispat edildiği takdirine bağlıdır.
Yoksa peygamberlik iddiasında bulunan bir yalancının ortaya koyduğu iddia edilen harikaların
doğrudan çok yalan olma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü davasının temeli yalandır.
- Şüphesiz bu gibi deccallerde ispritizma, manyetizma nevinden büyücülük sanatının varlığı da
ayrı bir istidraç konusudur. Hasan Sabbah’ın o günkü şartlarda insanlara harika diye takdim
ettiği şeylerin temelinde Kimya, Simya sanatında yer alan fosfor gibi kimyevi maddeler olduğu
sonradan kabul edilmiştir. Bunlara bir de esrar ve haşhaş gibi sarhoş edici maddeleri de
ekleyince tam bir şeytan tuzağı kurulmuş oluyor.
10
Teravih örneğinde; Allah sırf peygamberi kılıyor diye bir
namazı farz kılar mı?
Teravih namazını başlangıçta cemaate bizzat kıldıran Hz. Peygamber, ümmetinin yükünü
arttırabileceği düşüncesiyle bu uygulamadan vazgeçmiştir. Onun bu namazı iki veya üç gün
mescidde kıldırdığı, cemaatin gittikçe çoğaldığını görünce mescide çıkmadığı ve bunu Allah’ın
farz kılabileceği endişesiyle yaptığını söylemiştir:
"Sizin bu namazı kılma hususunda ne kadar istekli olduğunuzun farkındayım; onu size
kıldırmama da bir engel yok. Fakat teravihin size farz kılınmasından endişe ettiğim için
çıkıp kıldırmadım. Şayet farz kılınacak olsa, bunu hakkıyla yerine getiremezsiniz."
(Buhârî, Teheccüd, 5, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177-178)
Allah’ın izniyle Peygamber Efendimizin de Kur'an ayetleri dışında farz veya haram olduğunu
söylediği emir ve yasaklar vardır. Nitekim “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve
Ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve
hak dini din edinmeyenlerle, ezilip büzülüp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
(Tevbe, 9/29) mealindeki ayette ve benzerlerinde bu açıkça ifade edilmiştir.
"Allah’ın haram kıldığı..." denildikten sonra, Resülünün haram kıldığı da ayrıca belirtilmiştir.
Bu nedenle her ikisini de sadece Allah’ın haram kıldığı ayetler olarak sınırlamak yanlış olur.
Allah’ın haram kılması ayetlerle olduğuna göre, Resülünün haram kılması bundan ayrı
olmalıdır. Ancak Resülünün haram kılması veya helal kılması da Allah’ın izni iledir.
Peygamber Efendimiz, şahsî hayatında dinin emirlerini en zirvede yaşamaya çalışırdı. Gece
ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ama buna rağmen hemen her konuda ümmetinin
hepsinin uygulayabileceği ölçüde dinin emirlerini tavsiye ederdi. Hz. Ayşe validemizin
açıklamasıyla O, "İki şey arasında muhayyer bırakıldığında, ümmeti için kolay olanı
seçerdi." (Buhari, Menakib 23; Müslim, Fezail 77)
Meselâ, misvak konusunda "Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namaz
öncesinde, misvak kullanmalarını emrederdim.” buyurmuştur.
Teravih namazının Allah tarafından farz kılınır endişesi ile bırakması da, O'nun ümmetine
olan şefkat ve merhametinin ayrı bir tezahürüdür.
Ayrıca, Sahabe efendilerimizin bu namaza olan şevkleri ve teravih namazının önemi de, Allah
tarafından Teravih namazının farz kılınabileceği hissini Peygamberimize vermiş olabilir.
Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz bu namazı sürekli cemaatle kılmaya devam etseydi,
ümmetin bunu farz olarak anlama ihtimali de olabilirdi. Bu ihtimali de yok etmek için böyle bir
ifade kullanmış olabilir.
Şunu da hatırlatmakta fayda görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, farz olmasa bile Teravih
namazının öneminden ve sevabının çokluğundan dolayı, ona dikkat çekmek ve ümmetin ihmal
etmesine meydan vermemek için böyle bir ifadeyi de yine Allah’ın izniyle söylemiş olabilir.
Nitekim Peygamber Efendimiz, “Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek
ihya eden kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Terâvih, 1) buyurarak, buna
dikkat çekmiştir. Çünkü hadiste geçen gece ibadetinden, teravih namazının kastedildiği yorumu
yapılmıştır.
Özetle, gerek Peygamber Efendimizin uygulamalarından gerekse sözlü teşviklerinden hareketle
İslâm âlimleri, teravih namazının erkek ve kadın her müslüman için sünnet olduğu
konusunda görüş birliğine varmıştır.
Hanefîler, Şâfiîler, Hanbelîler ve bazı Mâlikîler’e göre bu namaz müekked sünnettir. Orucun
değil Ramazan ayının sünneti olduğundan oruç tutamayanlar da bu namazı kılar.
Fıkıh kitaplarında teravihin kadınlar için de sünnet olduğuna vurgu yapılması bu namazı
erkeklere mahsus kabul eden bazı fırkalara reddiye amacı taşımaktadır.
11
Kur’an’da, lanet kelimesinin son harfinin açık yazılması, bir
hata mıdır?
Zerkeşi, bazı ayetlerde kapalı T kullanılırken bazı ayetlerde açık T kullanılmasını bedel
kaidesine bağlamıştır. Yani ayette bir kelimenin sıradışı bir anlamını vurgulamak ve dikkat
çekmek için açık te kullanılmaktadır. Diğer ayetlerde kapalı T ile yazılan lanet kelimesinin Al-i
İmran 61 ve Nur 7’de açık T ile yazılması, lanetin daha kapsamlı ve devamlı olduğuna işaret
içindir. (bk. el-İtkan el-Burhan fi Ulumi'l-Kuran, 1/409)
Demek ki, bazı ayetlerde açık te kullanılması bir hata sonucu değil aksine mucizane bir
belağatın neticesidir.
Bu kısa açıklamadan sonra bazı konuları açıklamaya çalışalım:
a) Bir kelimenin aslı, yahut da cemilerde (cem-i müennes salim’de) bir tenis (dişilik) alameti
olarak kullanıldığı zaman açık TE olarak yazılır.
Örneğin, sema’nın çoğulu olan Semavat kelimesinin sonundaki T harfi açıktır. Çünkü bu
kelime dişil bir kelime olan Sema’nın çoğuludur. Keza Tekvir suresinde yer alan “ALİMETAHDARET” gibi fiillerin sonundaki T açıktır. Çünkü buradaki fillerde dişilik vardır.
Keza, Secde suresinde (11) yer alan “el-Mevt” kelimesindeki T harfi kelimenin asli/kök harfi
olduğundan açık yazılmıştır.
- Kapalı T harfi ise, daha çok kelimenin kök harfi olmadığı durumlarda veya fiil değil de İsim
olan bir kelimenin tenis(dişilik) alameti olduğunda kapalı yazılır.
Örneğin, “LANET” kelimesindeki T harfi kelimenin kök (L-A-N) harflerinden olmadığı gibi,
bu kelime cem-i müennes salim de değildir. Bu sebeple, normal yazılım kuralına göre, buradaki
T’nin kapalı yazılması gerekir. Nitekim Kur’an’da (Bakara, 161; Hud,18) gibi ayetlerde kapalı
T olarak yazılmıştır.
b) Kur’an’ın yazılım tarzı, bazen normal yazılımların dışına çıkabilmektedir. Örneğin, Lanet
kelimesi “Bakara, 161’de kurala uygun olarak kapalı yazılırken, Al-i İmran, 61’de kural dışına
çıkılarak açık yazılmıştır.
Keza kök harfi “SİN“ olan BST fiilinin mastarı, Bakara surenin 247. ayetinde normal yazılım
kuralına uygun olarak “BESTATEN” şeklinde yazılırken, aynı fiilin muzari/gelecek kipi
Bakara, 245’te normal yazılım kuralının dışında SİN harfi SAD olarak “Yebsutu” şeklinde
yazılmıştır.
- Şimdi Bakara suresi ve daha başka surelerde LANET kelimesi kapalı T ile yazıldığı halde Ali İmran 61. ve Nur 7. ayetinde açık yazılmasını veya “BST” köklü bir kelimenin bir yerde
SİN, diğer bir yerde SAD olarak yazılmasının yanlışlık eseri olduğunu düşünmek, mantık dışı
bir yaklaşımdır. Çünkü, Kur’an gibi bir vahiy kitabını, sahabe gibi insanların en çok Allah’tan
korkan, en güzide bir topluluk tarafından yazılmasında titizlik gösterilmemiş olduğunu
söylemek, insanları, özellikle de Kur’an hakkındaki titizlikleri sabit olan sahabenin
psikolojisini anlamamak demektir.
- Kendini bilen bir yazar, kendi onurunu koruma adına yazdığı alelade bir makale için
gösterdiği titizliği, sahabenin Kur’an hakkında göstermediğini iddia etmek, zerre kadar aklı
olan bir ateistin dahi kabul edemeyeceği bir hezeyan-ı küfridir.
12
- Bunların elbette bir çok hikmeti olabilir. Şu anda bunları bütün yönleriyle ortaya koyacak
durumda değiliz.
Ancak şunu kesin bir kanaatle diyebiliriz ki, Kur’an’da normal yazılımın dışında bir sitilin
varlığı, aynı kelimenin farklı yerlerde farklı yazılması, çok açık bir mucizedir. Çünkü,
Arapça’yı en iyi bilen, Allah’tan en çok korkan, dine en fazla sadakat gösteren, Allah
tarafından değişik ayetlerde övülen sahabenin bu farklı yazılımları bu kelimelerin bizzat
vahiyle/Hz. Peygamber tarafından belirtildiği şekilde yazmak zorunda kaldıklarının bir
göstergesidir. Eğer onlara kalsaydı, hiçbir kelimenin farklı yazılmasına fırsat vermeyeceklerdi.
Zira bu titizlik onların eşsiz imanlarının bir gereğidir. Yoksa, aralarında sadece iki ayetin
geçtiği bir yerde (Bakara, 245) kelimeyi SAD’lı, hemen iki ayet sonra (Bakara, 247) aynı köklü
kelimeyi SİN’li olarak yazmalarının hiç bir izahı olamaz.
c) Son olarak “Lanet” kelimesinin açık T ile yazıldığı yerlerde şöyle bir ayetin remzini de
belirtmeliyiz:
Gerek Al-i İmran 61, gerek Nur 7’de lanet kelimesi, önemli iki konuda bir beddua olarak
zikredilmiştir. Al-i İmran suresinde, karşı tarafta Hz. Peygamberin Hz. İsa hakkında Kuran’da
verdiği bilgileri yalanlayan ve İslam’ın en çirkin gördüğü teslis/üç ilah akidesini savunan
Hristiyanlar vardır.
Bu mübahalede/karşılıklı beddualaşmada “Bu konuda yalancı tarafın üzerine Allah’ın lanet
etmesi” istenirken T harfi açık olarak yazılmıştır.
Bu kelimenin burada açık yazılması, gelecek lanetin kapısının açık olduğuna, onu
engelleyen bir maninin bulunmadığına ve bu bedduada yer alan yalancıların üzerine
süratle yağacağına işaret olmak üzere açık T olarak yazılmıştır.
Nitekim, karşı taraf bu konuda yalancı olduklarını bildikleri için böyle bir mübahelede yer
almaktan çekinmişlerdir. Ve Hz. Peygamber (asm) de “Eğer bunlar bu bedduada yer
alsalardı, melekler anında onları (Allah’ın lanetinin bir yansıması olarak) yok edecekti.”
buyurmuştur.
- Nur suresi 7. ayette de aynı işaret söz konusudur. Çünkü orada da bir kocanın hanımını zina
ile suçlaması ve dört şahit getirmediği için de 80 değnek cezasına çarpılması vardır. Gerek iftiraya uğraması durumunda- kadının hukukunun gözetilmesi, gerek kocanın -iddiasında doğru
olması durumunda- hukukunun korunması adına “Allah’ın lanetini üzerine olmasını
istemek” inanan kimseler için çok ağır bir faturaya imza atmak anlamına gelir.
İşte böyle önemli bir konuda müminlerin imanını güçlendirecek ve lanet kapısının ardına
kadar açık olduğuna işaret edecek bir yazılım tarzının tercih edilerek Lanet kelimesinin son
harfi olan T’nin açık şekilde yazılması, adeta bir mucize parıltısını yansıtmaktadır.
13
Şeriatta kadınların ve ilkokul öğretmenlerinin oyu yarım oy
mu sayılır?
Hayır, kadının oyu da erkeğin oyu gibidir ve mükellef olan herkes oy kullanma konusunda
eşittir.
Seçmenin seçilenlere bağlılığının simgesi, “biat” yani “oy verme” şeklindedir. Buna bir çeşit
“sadakat yemini” demek de mümkündür.
İslam’da bu sadakat, peygamberin şahsında doğrudan Allah’a yapılmış sayılır. Peygambere
itaat etmeye yemin eden, aslında Allah’a itaat etmeye söz vermiş demektir.
Kur’ân-ı Kerim “Gerçekten sana biat edenler ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli
ise onların eli üzerindedir” (Fetih, 48/10) buyrularak bunu ifade eder.
Ayrıca Kur'an, "kadınlar da biat etmek isterlerse Peygamberin onların biatini kabul
edeceğini" bildirir:
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira
uydurup getirmemek, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek
üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile.
Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine, 60/12)
Bu ayette Allah, ayette bahsedilen şartları kabul eden kadınların kendi iradeleriyle ettikleri
biatlarının kabul edileceğini bildirir. Kadınlar kocalarının veya babalarının kefaleti olmadan
bizzat kendi iradeleri ile biat etme hakkına sahiptirler.
Peygamber Efendimiz (asm), tebliğ görevinin dönüm noktası sayılan bazı zamanlarda ve
gerekli durumlarda gerek kadınlardan gerekse erkeklerden biat almıştır. Onun
peygamberliğin 12 ve 13. (m. 621-622) yıllarında -hicretten sonra Medine adını alacakYesrib'den gelen müslümanlarla yaptığı biatlar "Akabe Biatları" diye anılır ve bunlardan
ikincisinde kadınlar da bulunmaktadır.
Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethi günü Safa tepesinde erkeklerden biat aldığı, aşağı tarafta da
onun adına Hz. Ömer'in kadınlardan biat aldığı bilinmektedir. (Resûlullah'ın bu konudaki
uygulamalarına ilişkin örnek olaylar için bk. Taberî, XXVIII, 78-81)
Mümtehine 12. ayetinde söz konusu edilen biatin içeriği hayatî bir önemi haiz olduğu kadar, bu
biatin tarafları da Kur'an'ın mesajı açısından oldukça dikkat çekicidir.
Her şeyden önce, kadını kol gücünün zayıflığı ve ömrünü süslenmekle geçiren bir varlık olması
gerekçeleriyle horlayan bir toplumun (bk. Zuhruf 43/18), bu kadar kısa bir süre içinde onu
peygamber ve devlet başkanı ile yapılan bir sözleşmenin tarafı olarak kabullenebilir hale
gelmesi, Kur'an'm gerçekleştirdiği zihniyet inkılabının en belirgin göstergelerinden sayılabilir.
Bunun ötesinde asıl mesaj tabiî ki kadının kendisini nerede görmesi gerektiğiyle ilgilidir.
Âyetin "mümin kadınlar sana biat etmeye geldiklerinde" ifadesini taşıması yani kadınları
ilk hareketin öznesi yapması da bu açıdan manidar görünmektedir. Esasen Hz. Peygamber bu
âyet öncesinde ve sonrasında kadın olsun erkek olsun gerekli durumlarda ashabından biat almış
olmakla beraber Kur'an'ın bu hususu ayrıca tescil etmesi, kadının toplumsal yapı içinde olması
gereken yeri ısrarla belirtme ve konunun önemine özel bir vurgu yapma anlamı taşır.
14
Diğer taraftan, Allah meleklere yeryüzünde halife yaratacağını bildirdiği zaman kadın erkek
ayrımı yapmamıştır. (bkz. Bakara Suresi, 2/30) Bunun için Allah’ın yeryüzünde görevli
memuru olması bakımından kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Kadın da aynı erkek gibi
hak ve vazifelere ehildir. Bu yüzden İslam kadına dini, ilmi, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi
olmak üzere bütün hakları tanımıştır.
Bu nedenle, siyasi haklardan kadın, erkek gibi seçme ve seçilme hakkına sahiptir. Hazreti
peygamber ve Raşit halifeler zamanında kadınların bilimsel çalışma yapıp içtihat ettikleri,
hüküm ve fetva verdikleri, hâkimlik yaptıkları, savaşa katıldıkları, yönetimin kararlarını
etkileyecek siyasi faaliyette bulundukları tarihi bir gerçektir. (bk. Hayrettin Karama, Kadının
Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 4, s. 290)
Bu bakımdan Kuran ve sünnette kadını siyasi hayattan mahrum eden herhangi bir nas-delilmevcut değildir. (1)
Özetle, kadın aynı erkek gibi İslam hukukunda hak ve vazifelere ehil olan bir mükellef–
yükümlüdür.
Dipnot:
1) “İşlerini bir kadının yönetimine bırakan bir millet felah bulmaz.” (Buhârî, Meğâzî, 82)
şeklinde bir hadis vardır. Bu hadise dayanarak bazı İslam bilginleri, kadının velayet sahibi
olmadığını ve dolayısıyla devlet başkanı olamayacağını söylemişlerdir. Hâlbuki ayette, mümin
erkekler ve mümin kadınlar birbirilerinin velileridirler.” (Tevbe 9/71) buyrularak kadının veli
olduğu açıkça zikredilmektedir. Bu sebeple velayet hakkı İslam’da sadece erkeğe mahsustur
demek, her zaman ve her yerde geçerli bir söz olmaz. Bu hususta nas –delil- yoktur. Eğer
geçmişte böyle bir şey söylenmişse bu içtihada dayanmaktadır, yorumdan ibarettir, diyebiliriz.
Hazreti peygamber bu hadisi İran’ın kisrası Şir Veyh ölüp de yönetime geçecek erkek evladı,
erkek kardeşi olmayıp kızı Buran’ın hükümdar tayin edildiğini duyunca söylediği için bazı
bilginler, bunu yapan İranlılar felah bulmayacaklardır, şeklinde anlamışlardır. (bk. Hayrettin
Karaman, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, V, Sayı
4, s. 290)
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadının hakları nelerdir? İslamın kadınlara bir baskı ve kısıtlama ...
Kadının devlet başkanı, hakim ve vali olması ile ilgili, 'Bir kavmin ...
15
Download