Nisan / 2007 78 Nisan 2007 Fiyatı: 6 YTL İçindekiler Emîn Muhammed Ümmetinin Güvensizlik Problemi “İnsanlığın yeniden, yitirdiği güven sıfatını kazanması için Emin Muhammed’i ve onun mesajını yeniden okuması, onu doğru bir şekilde anlaması ve onu izlemesi gerekmektedir.” 8 Peygamberimizin Örnek Hayatından Kesitler “Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de öyle tavsiye ederdi. Yüzünden tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü belli etmez, yanındakilerin içini karartacak tavır sergilemezdi. ” Kur’anî Kulluk, Hz. Muhammed ve Saftakiler Yani Bizler “İslâm’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl herşey Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden sevap alacağını ve cennete gideceğini bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir beklentisi olmamalıdır.” 14 Somuncu Baba Aylık İlim - Kültür ve Edebiyat Dergisi Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır. Kurucusu A.Şemsettin ATEŞ Yaygın Süreli ISSN: 1302-0803 YIL: 13 SAYI: 78 Nisan 2007 Basım Tarihi: 01 Nisan 2007 30 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi Sebahaddin ATEŞ Genel Yayın Yönetmeni İsmail PALAKOĞLU Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA Yayın Editörü Musa TEKTAŞ Grafik / Tasarım ve Uygulama Muharrem AKIN Emre AYDOĞAN Samet ŞAHİNASLAN Kapak Resim Mescid-i Nebevî Arka Kapak Ebru Hikmet BARUTCUGİL Tanıtım ve Halkla İlişkiler Melek ATALAY Tashih İbrahim ŞAHİN Yusuf HALICI Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK Arşiv Sabit DEMİR Somuncu Baba Gönülleri Saran Muhabbet “Efendi Hazretleri ‘Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in “Beni vefatımdan sonra ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibi olur. Şefaatim ona vaciptir.’ müjdesini vermiştir.” 44 Düşmanlarına Karşı Dostca Davranan Peygamber “Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine işkence ve zulmün her türlüsünü yapan Mekkeli müşriklere karşı asla intikam fırsatı aramamıştır. Aksine düşmanları açlık ve kıtlığın cenderesine düştüklerinde, yardımı bir vazife olarak görmüştür.” Davud-i Tâi (k.s) “Yaşadığı hayat o derece riyazet ve takva üzerine idi ki, zarurî ihtiyaçları dışında evinden çıkmamış, ağzına lezzet veren bir nimet koymamıştır.” 72 49 Abone İşleri ve Reklam İsmail Hakkı ÖZBAY Ahmet Hulûsi KÖMÜRCÜ Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA Tel:(422) 615 15 00 Fax:(422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net Dağıtım D.P.P Kültür Dergi Dağıtım CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20 - 21 Nisan / 2007 Baskı & Üretim Ajans Türk Basın ve Basım Sanayi A.Ş İstanbul Yolu 7. Km. Necdet Evliyagil Cad. No: 24 Batıkent / ANKARA Tel: 0 (312) 278 08 24 İrtibat Telefonları Fiyat Tek Sayı : 6 YTL Kurum Abone : 100 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 60 YTL Avrupa 1 Yıllık Abone : 60 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 5 EURO Avrupa Harici Yurtdışı Abone: 90 USD Posta Çeki (Darende Postanesi): 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001 A y l ı k İ l i m - K ü l t ü r v e E d e b i y a t D e r g i s i Somuncu Baba 78 Nisan 2007 Fiyatı: 6 YTL Başyazı... O’nu Sevmek O’nu Örnek Almaktır www.somuncubaba.net Peygamberimizin Huzurunda Şefkat ve Merhamet Pınarı Dergisi Hediyesi... Summary To Love Him Is To Take Him As One’s Model Muhammed the prophet (peace be upon him), who is sent to the whole mankind and universe, is praised in the verse of Qur’an by Allah: “And, truly, thou guidest mankind to the right path, the path of Allah, to Whom belongs whatever is in the heavens and whatever is in the earth.” (Al-Shura 52-53) Moreover, Allah invites the Muslims complying with the perfect morality of Muhammed the Prophet (pbuh) and tells: “Muhammed the Prophet is a good model for you” To take Him as one’s model, to obey his commands, and to love Him whether one sees Him or not, are the duties of all the muslims coming into the world until the doomsday. Loving Muhammed the Prophet (pbuh) is only possible by believing and doing whatever he did, said and brought. The Sufis never appease about this subject and try their best to perform in the way as he did during his life. The Sheikh of Osman Hulusi Efendi, İhramcızade İsmail Hakkı Toprak was affiliated to the Sunna of Muhammed the Prophet. Feeling the love of the beloved Muhammed the Prophet in his heart, Hulusi Efendi, who was also from His ancetry, stated his love in his poems and emphasized this in his works. His love the Beloved Prophet (pbuh) was so great that, he gave the names of Muhammed the Prophet (pbuh) such as, Muhammed- Mahmud- AhmedHamid, to his children. In one of his pilgrimage visits in Medine, Masjid Nebevi, Hulusi Efendi said: “All the perfect perfumes’ source on the earth is here, the Masjid Nebevi”. Bütün insanlığa ve bütün kâinata gönderilen Sevgili Peygamberimizi Allahu Teâlâ: “Şüphesiz sen doğru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerlerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna” (Şûra, 52-53) ayetiyle övüyor. Habibini şöyle vasfediyor: “O Allah (c.c) ki ümmilere kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir. O peygamber, onlara Allah (c.c)’ın ayetlerini okur, onları tezkiye eder, onlara kitabı ve hikmeti öğretir.” (Cuma, 2) Ayetten anlaşıldığına göre peygamber bize, âyetleri okuyor. Kitâb’ı yani Kur’ân’ı öğretiyor. Hikmet, isabettir; yani Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünneti, âdabı, ahlâkı, hâlleri ve öğrettiği gerçeklerdir. Allahu Teâlâ, topyekün insanlığa, kendisine itaat etmelerini emrettiği gibi, Peygamberi’ne de itaat etmelerini emretmiştir. Ayrıca Cenab-ı Hak, Mü’minleri, Hz. Peygamberin yüce ahlâkına uymağa çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) Şimdiye kadar nakletmiş olduğumuz bu ayetlere göre O’nu örnek almak, O’na tâbi olmak, O’nun emrine itaat etmek, O’nu görsün, görmesin O’nu sevmek, kıyamete kadar gelecek bütün inananların görevidir. Allah’ın Rasûlünü sevmek, onun söylediklerine, getirdiklerine ve yaptıklarına uymakla mümkündür. Mutasavvıflar, bu konuda en ufak bir taviz vermez, harfiyyen uymaya gayret gösterirlerdi. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin mürşidi, Sivaslı İhrâmcızade İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s)’de Sünnet-i Rasulullâh’a sıkı bir şekilde bağlıydı; ef’âl-ı Resûl’ü işlemeye daima gayret gösterirdi. Muhabbet ve hürmetten dolayı Rasûlûllah ’ın adını abdestsiz anmamaya çalışırdı. Peygamber (s.a.s)’e duyduğu sevginin tezahûrü olarak Ehl-i Beyt’e karşı da ayrı bir muhabbet duyar ve özen gösterirlerdi. Yâre Yâdigâr isimli Mevlîd-i Şerifi kaleme alması da bu sevginin en büyük işaretidir. Peygamberimizi seven gönüller, ona olan muhabbeti değişik şekillerde izhar etmişlerdir. Bişr-i Hafî hazretleri Allah Resûlü’nün dolaştığı çöl kumlarına ayakkabıları ile basmamış, ayak yalın dolaşmış, şâir Nâbi ise, Medine civarında bile edebe muhâlif hareket edilmesine razı olmamış, muhabbetini edebî bir üslupla dile getirmiştir. Gül kokulu sevgilinin aşk râyihâlarını yüreğinde hisseden, hâl ve hareketle ittiba etmekle birlikte, bu sevgiyi şiir diliyle ifade edenlerden biri de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’dir. Osman Hulûsi Efendi, nesep itibariyle hem o pak ve temiz Somuncu Baba İçindekiler nesilden gelmesi, hem de Peygamber (s.a.v)’e duyduğu aşırı sevgi, saygı, bağlılık ve hürmetten dolayı eserlerinde bu konuya ayrı bir önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e olan sevgisi o denli yüceydi ki, çocuklarına koymuş olduğu isimlere dikkat edilecek olursa Peygamber Efendimiz’in mübarek ve muazzez (Muhammed-Mahmud-Ahmed-Hamid) isimleri çocuklarının ön ismidir. Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden Hutbeler Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)...........................6 Emîn Muhammed Ümmetinin Güvensizlik Problemi Prof. Dr. Ali AKPINAR................................................8 Güller Gülüne! Ahmet Süreyya DURNA...........................................13 Peygamberimizin Örnek Hayatından Kesitler Hz. Peygamber (s.a.v)’i sevmek ve ona itaat etmek, her Müslümân için kaçınılmaz bir görevdir. Peygamber sevgisi ile ilgili hadîslerin hadîs külliyatımızın Kitâbu’lİmân başlıklı bölümünde nakledilmiş olması söz konusu sevginin imânî boyutunu ortaya koymaktadır. Bu sebeple iyi bir Müslüman olabilmek ve Allah’ın sevgisini kazanabilmek için, Kur’ân’da en güzel örnek “usve-i hasene” olarak takdim edilen Hz. Muhammed’i iyi tanımalı ve onu canımız dâhil dünyadaki her şeyden çok sevmeliyiz. İşte bunun içindir ki İslâmiyet’in Hz. Peygamber’in konumu ile ilgili mesajını iyi anlamış olan ve İslâm dinini takva ölçüsünde yaşamayı kendine şiâr edinen ve samimi bir Müslüman olan, Osman Hulûsî Efendi, Mektûbât ve Hutbeler’inde olduğu gibi Divân’ında da yer alan şiirlerinde de Hz. Muhammed’e olan sevgi ve bağlılığını samimi bir üslûp ve büyük bir coşku içinde dile getirmiştir. Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM.....................................14 Osman Hulûsi Efendi, bir hac ziyaretinde Mescid-i Nebevi’de: “Yeryüzündeki bütün güzel kokuların memba-ı burasıdır” diye buyurmuşlardır. Doç. Dr. Bünyamin ERUL........................................43 Sevgi de Buğuz da Allah İçin Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ........................................18 Şefkat ve Merhamet Pınarı Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE...........................................20 Huzurda Sadık YALSIZUÇANLAR...........................................24 Kur’anî Kulluk ve Hz. Muhammed Doç.Dr. Enbiya YILDIRIM........................................30 Miraç-ı Güzin Olcay YAZICI...........................................................35 Şükür Çiçek Açmıyor Seccademizde... Mürsel GÜNDOĞDU..............................................36 Hz. Peygamber Bize Canımızdan Daha Yakındır İbrahim YARIŞ.........................................................38 Na’t M. Halistin KUKUL..................................................42 Abdullah b. Ebî Rabîa Gönülleri Saran Muhabbet Musa TEKTAŞ..........................................................44 Osman Hulûsi Efendi, Peygamber sevgisinin bir işareti olarak bir çok kez umre ziyaretinde bulunmuş; sevgili peygamberimizi âdâb dahilinde ziyaret etmişlerdir. Düşmanlarına Karşı Dostca Davranan Peygamber Dîvân-ı Hulûsi-i Darendevî’de Peygamber Sevgisi ile alâkalı bir çok beyite rastlamak mümkündür. Osman Hulûsî Efendi, imameti esnasında irad etmiş olduğu bir çok hutbesinde de Peygamber sevgisine ayrı bir önem vermiş ve bunu cemaatine sık sık hatırlatmıştır. Mustafa Takî Efendinin “Kırk Hadîs” İsimli Eseri Örnek olması açısından hutbelerinden bir tanesinin ilgili bölümünü burada zikrederek yazımıza son verelim: “Ey Cema’atı Müslimin! Bu güneş doğmasaydı, bugün dünya karanlıklar içinde idi. Bizim için bu en büyük bir şereftir. İyi biliniz ki bu nuranî, bu ilâhî yolda ilerlemek ve bütün cihana ahlâk ve fazilet numunesi olmak her Müslümanın vazifesidir.” Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA.............................49 Hz. Peygamber’in Yazıyla Tasviri: Hilyeler Alim YILDIZ........................................................... 54 Fatih ÇINAR............................................................58 Efendimizin İnsanlara Yaklaşım Metodu Aydın TALAY...........................................................62 Ya Muhammed (s.a.v) Ne Olur Sen Gel! Nihal ÖNDER..........................................................65 Cemaatle Namaz Kılmak Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN..................66 Bir Tasavvuf Kitabı “Tasavvuf ve Gönül Eğitimi” Vedat Ali TOK.........................................................70 Davud-i Tâi (k.s) Yusuf HALICI...........................................................72 Peygamberimiz (s.a.v) Eşsiz Bir Aile Reisiydi Kevser BAKİ.............................................................74 Yağmur Yağmıyordu Ümit Fehmi SORGUNLU.........................................76 Risâletin Son Halkası Muhsin İlyas SUBAŞI................................................79 İslâm İle Tanışan İbrahim Farajaje Elifa PLATİN............................................................80 Balık Yemek Zihni Açıyor Akın DİNDAR..........................................................82 palakoglu@somuncubaba.net Kestaneli Pilav Mesude SARI...........................................................84 Nisan / 2007 Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden Hutbeler Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) Doksansekizinci Hutbe “(Rasûlüm) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107.) Muhterem Cemâat-ı Müslimîn! Önümüzdeki .......... akşamı belirtisi idi. Gecelerin sonu sabah olduğu Mev- lit Kandilidir. Bu münâsebetle hutbemiz, Peygamberimizin getirdikleri hakkındadır. Bundan ...... yıl önce yer yüzünde yine insanlar yaşıyordu, dünya yine bugünkü dünya idi. Yine öfkeleri, kavgaları vardı. İnsanların dünyası karanlık, insanlar câhildi. Halkın kendisiyle, halkın âmirleri ile arası gibi karanlığın bir ucu da aydınlığa çıkardı ve öyle oldu. Bir ışık demeti nasıl yırtarsa karanlıkları ve bir güneş nasıl doğarsa zulmet üstüne, birdenbire Hazret-i Muhammed (s.a.v) de öylesine doğuvermişti yeryüzüne. Nisan yağmuru gibi, rahmet, ışık ışık... salât ve selâm ona olsun. iyi değildi. Yanlış inanmalar almış yürümüş O iyi, yararlı işler yapanları kurtuluşla, idi. En içten duygular, en mutlu gülücükler mutlulukla müjdelemiş, uyuyanları uyan- unutulmuştu. İnsanlar, sonu kurtuluş ol- dırmış, günah işleyenleri sakındırmıştır. mayan bir çıkmaza düştüklerinin farkında İnsanları en güzel bir biçimde doğru yola değildiler. Yeryüzünde karanlık, karam- dâvet etmiştir. Bu çağrıyı yaparken kendisi sarlık hâkimdi. Devrin ünlü ediplerinde, bir şey eklemediği gibi hiçbir şey de ek- şairlerinde bile kardeşlik konusu yer almı- siltmemiştir. İnsanlara insanlık değerini ve yordu. Kadın, sadece zevkin, düşkünlüğün şerefini bildirmiş, insana tapınmaya değil, sembolü idi. Kuvvetli olan haklı çıkıyordu. Yüce Yaratıcıya tapmaya memur olduğunu Kısacası kin ve öç alma duygularının be- anlatmıştır. Tanrılar fikrini, tek Allah, yani ğenildiği her çeşit ahlâksızlığın hoş görül- tevhid inancını getirmiştir. Kendisi bütün düğü, bir toplum yaşıyordu. Dünyada bu davranışları ile bütün insanlara örnek ol- toplum yalnız Arap yarımadasında yaşamı- muş, çok zor şartlar içinde bulunduğu za- yordu. Sapıklık her yeri sarmıştı. Bütün bu manlarda bile doğruluktan iyilikten ayrıl- olaylar ve kötü durum, aydınlık bir günün mamıştır. En üstün ahlâkı tamamlamak için Somuncu Baba gönderildiğini söylemiş, en faziletli yola ça- erişilmez üstünlüğünü cihana tanıtan yine ğırmıştır. Miskinliği, tembelliği yıkan, onun onun getirdiği esaslardır. Mehmetçik, inan- yerine çalışmayı, hareketi koyan kurallar cı ile Mehmetçik olmuştur. getirmiştir. İstanbul’un çağ açıp kapayarak, asıl sa- Onun insanlara tebliğ ettiği İslâm dini; hiplerine geçişini yine Hazret-i Muham- bilgine, bilgiye en üstün değeri vermiştir. Bi- med (s.a.v)’in çağlar ötesinden verdiği işa- lenle bilmeyeni bir tutmamış “Oku!” onun retle birlikte değerlendirmek gerekir. İslâm Yüce Allah’tan aldığı ilk emir olmuştur. dininin Arap yarımadasında doğmuş olma- Huzûr ve barış, onun getirdiği dinin temel sı, insanlığa mâl olmasına engel teşkil et- düşüncelerinden birisidir. Çünkü İslâm’da memiştir. Hazret-i Muhammed (s.a.v) vedâ insan en şerefli bir varlıktır. O, sevgiyi, hutbesinde bütün insanlığa hitâb etmiştir. merhameti getirmiştir. Hakk’tan yardım- Gâye; insanlığın mutluluğu idi. Onun ilke- laşmanın en güzelini getirmiş ve “İnsanlara lerinde renk ayrımı, zengin-fakir ikiliği yok- merhamet etmeyene Allah merhamet et- tur. Asıl değer özdedir. Özü dışa yansıtan mez.” buyurmuşlardır. Onun getirdiği kuru davranışlardır. dünya değil, inanç dolu, hareket dolu bir dünyayla kaçınılmaz olan âhirettir. Kısaca belirtmek gerekirse, Hazret-i Muhammed (s.a.v) neyin gelmesi gerekse, İslâm önce kalp işidir, yürek işidir. Doğ- insanlığa onu getirmiştir. Hakk’tan, hayâtı ru yada yanlış işlerin mihenk taşıdır. Yü- pahasına da olsa insanları mutluluğa götür- rek, başka bir deyişle yüreğin çizdiği yolun me gayretinden bir an geri durmamıştır. En doğruluğu veya eğriliği hareketlerle, işlerle üstün insan, en son O’dur. Âlemlere rah- kendisini gösterir. Kurtuluş savaşında Meh- met olarak gelmiş. metçiği ölmezler arasına katan ve onun Nisan / 2007 Salât ona, selâm ona. Somuncu Baba İlim ve Hayat “İnsanlığın yeniden, yitirdiği güven sıfatını kazanması için Emin Muhammed’i ve onun mesajını yeniden okuması, onu doğru bir şekilde anlaması ve onu izlemesi gerekmektedir.” Prof. Dr. Ali AKPINAR Emîn Muhammed Ümmetinin Güvensizlik Problemi E min sıfatı Yüce Allah’ın, vahiy meleği Cebrail’in, tüm peygamberlerin ve peygamberimizin sıfatıdır. Yüce Allah, kulla- rının da bu sıfata sahip olmasını istemiştir. Zaten Allah’ın istediği, peygamberinin ve Kur’an’ın hedeflediği insan da mümindir. Güven Kaynağı Yüce Allah’tır: Yüce Yaratıcı, birkaç isim ve sıfata sığmayan, bu yüzden pek çok isim ve sıfatı olan mutlak kudret sahibidir. O’nun meşhur isimlerinden biri de el-Mü’min’dir. O, güven ve emniyet kaynağıdır. Peygamberlerini ayet ve mucizelerle doğrulayan, dünya ve ahirette güven ve huzur veren O’dur. Gönüllerde iman ışığı uyandıran, kendine sığınanlara aman verip güvene çıkaran O’dur. . “O Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır, O Meliktir, Kuddüstür, Selamdır, Mümindir..”1 O hâlde, dünya ve Ahirette güvende olmak isteyen O’na güvenmeli ve O’nun korumasını hak etmelidir. Unutulmamalıdır ki, O’nunla irtibatlı olmayan hiç bir şey ve hiçbir kimse güven ve huzura eremez; korku, stres ve buhrandan kurtulamaz. O hâlde gerçek anlamda mümin olmak isteyen, el-Mümin olan Yüce Allah’a bağlanmalı ve her zaman O’nunla irtibatlı olmalıdır. Mümin olmak, kuru bir iddia değildir. O’na inanmak, O’na güvenmek ve O’nun olmakla mümkündür. Aynı şekilde mümin, etrafındakilere güven veren ve güvende olan kimsedir. Zira o, Mümin olan Allah’ın kulu olan bir mümin kişidir. Nisan / 2007 Vahiy Meleği Cebrail de Emîn’dir: Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur: “Onu (Kur’an’ı), erRûhu’l-Emin (güvenilir ruh, Cebrâil) indirdi.”2 O büyük melek, Allah’tan aldığı emaneti aynen muhafaza ederek güvenli bir şekilde peygamberlere getirmiştir. Bütün Peygamberler Emin Sıfatına Sahiptirler: Emanet, peygamberlerde bulunması gerekli olan sıfatlardandır. Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût, Hz. Şuayb3, Hz. Musa4 ve diğer peygamberlerin hepsi birer güven abidesi olarak gelmişler ve insanlığa kendilerini şöyle takdim etmişlerdir: “Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”5 “Ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.”6 Peygamberlerin güvenilirliğini şu üç şekilde anlamamız mümkündür: 1. Bütün peygamberler, güvenilir kimselerdir. Onlar, peygamber olmadan önce ve sonra, içerisinde yaşadıkları toplumlarda hep güvenilir kimseler olmuşlardır. Onlardan asla, yalan ve benzeri güvensizlikler sadır olmamıştır. Nitekim bu gerçeği peygamberlerine karşı çıkan kavimleri bile itiraf etmişlerdir. Sözgelimi Hz. Salih’e kavmi şöyle diyordu: “Dediler ki: “Ey Sâlih, sen bundan önce bizim aramızda ümit beslenen bir kişi idin.”7 Biz seni başımıza yönetici olarak görüyorduk, çünkü biz senden hep hayır ve iyilik görüyorduk.8 2. Bütün peygamberler, kendilerine güvenen kimselerdir. Onlar, Allah’a güvenip dayanan, davet yolunda azim ve kararlılıkla taviz vermeden yollarına devam eden, asla şek ve şüphe içerisinde olmayan kimselerdir. 3. Bütün peygamberler, güven veren kimselerdir. Sergiledikleri hayat ile etraflarına güven veren kimselerdir. Peygamberimiz Güven Modeli Emin Kişidir: Pek çok güzel isim ve sıfatı olan Peygamberimizin bir adı/sıfatı da El-Emin’dir. O, her zaman güvenilir bir kişi olmuştur. Peygamber olmadan önce de sonra da hep bu sıfatıyla tanınmış ve meşhur olmuştur. O, hem insanlara karşı hem de Yüce Rabbe karşı güvenilir bir kişidir. O’na inanmış, O’na güvenip dayanmıştır. Yüce Allah’tan aldığı vahyi aynen getirip insanlara ulaştırmış, O’nun dinini olduğu gibi insanlara tebliğ etmiştir. İnsanlara karşı da son derece dürüst ve güvenilir bir kişilik sergilemiştir. Bir görüşe göre şu ayette geçen güvenilir elçiden kasıt 10 Somuncu Baba Hz. Peygamberdir: “O Kur’an güvenilir itibarlı bir elçinin sözüdür.”9 Aynı anlamda ona el-Mü’temen de denmiştir. O, sergilediği hayat ile söz ve davranışlarıyla sürekli etrafına güven veren bir kimse olmuştur. Yine O, El-Âmin’dir. Dünya ve ahirette güvende olan. Ayetlerde şöyle buyrulmuştur: “Allah seni insanlardan koruyacaktır..”10 “Allah, o gün peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmaz..”11 Aynı şekilde ona ashabının güvencesi anlamına Emnetü Ashabih ve korunan anlamına el-Mahfûz, el-Ma’sûm, el-Müsellem de denmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed, daha peygamber olmadan Mekke’de sergilediği kırk yıllık örnek hayatında herkesin güven ve takdirini kazanmış ve ‘Muhammedü’l-Emin’ (Güvenilir Muhammed) rütbesine lâyık görülmüştü. Onun bu güvenilirliği ve saygınlığı, Hz. Hatice’nin uluslararası ticaret işleri görevine getirilmesinde, Kabe’deki Hakemlik olayı ile ve Mekke’de haksızlıklarla mücadele adına kurulmuş olan Hılfu’l-Fudul (Erdemliler Paktı) örgütünün saygın bir üyesi olmasında da kendini göstermişti. Yine peygamber olmadan önce yaptığı ticari ortaklıklarda onun güvenilirliği ve dürüstlüğü herkesin dikkatini çekmekteydi. Onun peygamber olmadan önceki hayatı, altmış üç yıllık ömrünün yarısından fazla, kırk yıllık Nisan / 2007 Eser: Yusuf Coşkun Benefşe uzun bir süredir. O, bu dönemde vahye muhatap olmadan önce bile bir insan olarak tertemiz kalabilmiştir. Hem de pek çok insanın pek çok erdemden yoksun olduğu bir dönemde. Bu nedenle Onun peygamber olmadan önceki ahlâkî güzelliği, olumsuz şartları bahane ederek işlediği kötülükleri yahut yapamadığı güzellikleri örtbas etmeye çalışan günümüz insanı için son derece önemli ve anlamlıdır. Peygamber olmadan önce, onda bulunan güzellikleri şu birkaç tespit bile net bir şekilde ortaya koymaktadır. Onun peygamber olmadan önce de güzellikleriyle toplum içerisinde tanınan bir kişi olduğunu açık- layan Kur’an ayetlerinde şöyle buyrulur: “Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?”12 “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”13 Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah’a isyan etmedim, putlara tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi siz benden, böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?14 Onun 11 sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’an ayetlerinin biri de şöyledir: ler.19 Orada onlara ne bir korku vardır, nede bir hüzün. Mümin Dünyayı Güvenli Bir Yurt Haline Getirmekle Görevlidir: Bütün bu örneklerden sonra şimdi de öncelikle kendi hayatımıza ve insanımızın hayatına şöyle bir bakalım. Ne hazin ki bugün insanlık ve özellikle İslâm ümmetinin en önemli problemi güvensizliktir. İnsanlık, bugün emniyet ve huzura hasret çekiyor. Aile bireyleri birbirine güvenmiyor, akrabalar birbirine güvenmiyor; komşu komşusuna güvenmiyor; iş ortakları birbirine güvenmiyor; zengin fakir birbirine güvenmiyor; vatandaş devletine, devlet vatandaşına güvenmiyor; toplumlar ve devletler birbirlerine güvenmiyor… Sonuçta can, mal güvenliğinin olmadığı huzursuz bir dünyada yaşıyor insanlık. Yeryüzünün ilk mabedi Kabe’nin bulunduğu şehir Mekke, şehirlerin anası/merkezidir. Tüm şehirler, Mekke merkezli olarak kurulmalı, ona bağlı olmalı ve onu örnek almalıdır. Şehirlerin anası, evrenin merkezi, kurulması istenen yerleşim merkezlerinin örneği olan Mekke ise, Emin Beldedir.17 Kur’ân’ın Müslümandan istediği de tüm yeryüzünü emin belde haline getirmektir. Bu güvensizlik ortamına son vermek için ise, yeniden güven kaynağı Allah’a yönelip bağlanmaktan, O’nun Emin meleğinin, Emin elçisine getirdiği güven kaynağı Kur’an’a uymaktan ve O’nun istediği gerçek müminler olmaktan başka çare yoktur. Zira Allah’a güvenip dayanan, davet yolunda kendisine güvenen, etrafına güven veren güvenilir müminler ancak güven yurdu cennete konabileceklerdir. Nitekim Kur’an başka ayetlerinde de güvenli yer, şehir ve evlerden bahsederek18 tüm yeryüzünü emin beldeye dönüştürme göreviyle görevlendirir muhataplarını. Dünyayı güvensiz bir yer haline getiren, güvensiz bir hayat yaşayan kimselerin ise Ahirette azaptan, gazaptan güvende olmaları söz konusu olmayacaktır. Onlar, dünyada stres ve buhranlı bir hayat yaşadıkları gibi; ahirette de azap ve gazaplı bir “Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin.”15 Fatiha ve Alak suresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem suresinin bu ayeti, onun Kur’an öncesi sahip olduğu güzelliklerini açık bir şekilde tescil etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun tüm hayatını kuşatan Kur’an ayetleri inmemişti. Ama O, büyük bir ahlâk üzere bulunuyordu. Daha sonra Onun Kur’an’la daha da olgunlaşan ahlâkî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetleyecekti: “Onun ahlâkı Kur’an’dı.”16 Ve nihayet müminler, ahirette güvenli yurt cennete taliptir- 12 hayatın içerisinde olacaklardır. İnsanlığın yeniden, yitirdiği güven sıfatını kazanması için ise, Emin Muhammed’i ve onun mesajını yeniden okuması, onu doğru bir şekilde anlaması ve onu izlemesi gerekmektedir. Güven kaynağı Yüce Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak için, Vahiy meleği Cibril’in ahlâkı ile ahlâklanmak için, tüm peygamberlerin ve son peygamber Emin Muhammed’in ahlâkı ile ahlâklanmak için güvenilir kimseler olmak zorundayız. Allah’a güvenip dayanan, davet yolunda kendisine güvenen, söz ve tavırlarıyla etrafına güven veren müminler olmak borcundayız. Dünyamızı her türlü yalan, sahtekârlık ve benzeri erdemsizliklerden kurtararak, onu güvenli bir yurt haline getirerek, Ahirette güvenilir yurt cenneti hak etmeye gayret etmeliyiz. Dipnot 1- 59 Haşr 23. 2- 26 Şuara 193. 3- 26 Şuara 107, 125, 143, 162, 178. 4- 44 Dühan 18. 5- 26 Şuara 107, 125, 143, 162, 178. 6- 7 A’raf 68. 7- 11 Hud 62. 8- İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr. IV, 123. 9- 81 Tekvîr 19. 10- 5 Maide 67. 11- 66 Tahrim 8. 12- 23 Müminûn 69. 13- 10 Yunus 16. 14- Kurtubî, Tefsîr, VIII, 321. 15- 68 Kalem 3. 16- Ahmed, VI, 188. 17- 2 Bakara 125, 126; 3 Ali İmran 97; 5 Maide 97; 14 İbrahim 35; 95 Tin 3. 18- “Allâh’ın dileğiyle güven içinde Mısır’a girin!”. 12 Yusuf 99; “Dağlardan güvenli evler yontuyorlardı.” 15 Hıcr 82; “Allah şöyle bir kenti misal olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi; her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu.” 16 Nahl 112. 19- “Korunanlar ise güvenli bir makamdadır.” 44 Duhan 51, “Cennete esenlikle, güven içinde girin!” 15 Hıcr 46. Somuncu Baba Güller Gülüne! -Umumi ahval-i arzımdırŞol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri; Gülşen’e çevirdiğin, çöller huzursuz şimdi. Ey âlemlere rahmet, ey ufuk Peygamberi; Bülbüller figandadır, güller huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Nice sır saklı idi,”nübüvvet” pâyenizde, Saadet asrı, vücut bulmuştu sâyenizde. Lâkin şu an hüzün var, karada ve denizde; Sükûnuna ay düşen göller, huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Sen gidince zamanın, büsbütün kaçtı tadı, Âşıkların, Ya Nebî; sînesini dağladı!. Giran geldi yokluğun, akan sular ağladı; Ah! Dicleler, Fıratlar, Niller huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Ey gönüller sultanı, ey server-i kâinat!. Doğuşun bir mesajdı, karanlık çağa inat. Kimsesiz mazlumlara herdem açtın kol/kanat; Aynı ilgiye muhtaç kullar,huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Heyhat ki, ehl-i fitne kıtaları dolaştı; Heyhat ki, kardeşliğe, barışa kan bulaştı. Firkatinle Ya Rasûl, mevsimler başkalaştı; Günler, haftalar, aylar, yıllar huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Öksüz Mescid-i Aksa, başını okşayan yok! Temeli oyulsa da, hâlâ bir taş koyan yok! Yüreği yananların, feryadını duyan yok! “İmdat!” diye çağıran diller huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Ümmetin darmadağın, hâl-i perişandadır, Gâyeden uzaklaşmış; her biri bir yandadır. Başsız İslâm âlemi, en kritik andadır; Feth-i mübin’e mazhar el’ler, huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Savruldu yele gitti, zor kazanılmış haklar; Yad’ların tekelinde, mahzun kutsal topraklar!. Durum bu,”Güller Gülü!”soldu yeşil yapraklar; Gövdeye kurt girince, dallar huzursuz şimdi.. Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!. Nisan / 2007 Ahmet Süreyya DURNA 13 İlim ve Hayat Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM Peygamberimizin Örnek Hayatından Kesitler Lüzumsuz Davranışlar Karşısında Tutumu “Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de öyle tavsiye ederdi. Yüzünden tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü belli etmez, yanındakilerin içini karartacak tavır sergilemezdi. ” Hz. Peygamber, tabiatları gereği bazı kimselerin sergilediği kaba ve lüzum­suz davranışlardan hoşlanmazdı. Müslümanlar Bedir Savaşı’na giderken yolda bir bedevîye rastlarlar; ondan bilgi almak isterler. Fakat adamda bilgi olmadığı­nı görürler. Peygamber’e selâm vermesini isterler. Adam içinizde peygamber var mı diye sorar. “Evet” derler. Selâm verir. “Eğer sen peygamber isen bu devemin karnındakini bana bildir” der. Orada bulunan Seleme b. Selâme, “Onu Peygam­ber’e sorma, bana gel ben sana haber vereyim” der ve bazı şeyler söyler. Seleme’nin bu davranışı Hz. Peygamber’in hoşuna gitmez. Adama karşı kaba ve fa­hiş şeyler söylediğini belirtir.1 Aynı sahabenin Bedir savaşından Medine’ye dö­nerken sarf ettiği bazı sözler karşısında Hz. Peygamber’in takındığı tavır da an­lamlıdır. Bedir savaşı esnasında Medine’de kalan Müslümanlar Hz. Peygamber’i ve mücahitleri kutlamak için karşılarlar. Seleme b. Selâme’nin “Bizi ne için kutluyorsunuz? Allah’a andolsun ki biz, bağlanmış develer gibi saçları dökülmüş ihtiyarlarla karşılaştık ve onları boğazladık” şeklinde münasebetsizce sözü kar­şısında tebessüm eder; Müslümanların başarısını küçümsememesi yolunda ona şu sözü söyler: “Kardeşim! Onlar eşraf ve reislerdir”. Bu rivayetler, Hz. Peygamber’in lüzumsuz davranışlardan hoşlanmadığını or­taya koyduğu gibi, bazı sahabelerin Hz. Peygamber karşısında son derece serbest davrandığını, Hz. Peygamber’in de onları 14 Somuncu Baba kırmadan, sert davranmadan cevaplar verdiğini göstermektedir. Birinci olay, cahiliye Arabının peygamber anlayışını ve bir peygamberden beklentisini ortaya koyması açısından da ayrıca dikkat çekicidir. Nezâketi Hz. Peygamber nâzik ve kibar bir kimseydi. Bu niteliğini hayatı boyunca ai­le fertlerine, diğer Müslümanlara, Medine’de kendisini ziyarete gelen heyetlere, davette bulunduğu şahıslara ve mektup gönderdiği kimselere karşı davranışların­da görmek mümkün olduğu gibi, bunun dışında, müşriklere karşı davranışların­da müşahede etmek de mümkündür. Sözgelimi Umretü’l-Kazâ esnasında üç günlük müddet dolunca, Hz. Peygamber, Ebtah mevkiine Nisan / 2007 kurulmuş olan deri ça­dırında ensardan Sa’d b. Ubâde ile birlikte otururken Kureyş müşriklerinden Süheyl b Amr ile Huveytıb b. Abdüluzzâ, onun yanına gelirler. Antlaşmaya göre üç günün dolduğunu hatırlatarak Mekke’den çıkmasını isterler. O esnada Sa’d b. Ubâde Süheyl b. Amr’a kızar ve ona şu sözleri söyler: “... Burası ne senin ve ne de babanın toprağıdır. Rasûlüllah buradan ancak antlaşmaya uyarak gönül rı­zasıyla çıkar”. Bunun üzerine Peygamberimiz tebessüm eder. Sa’d’a dönerek “Konak yerimizde bizi ziyarete gelenleri incitme” buyurur ve sahabeye hareket emri verir.2 Hayata İyimser Bakışı Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de öyle tavsiye ederdi. Yüzünden tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü belli etmez, yanındakilerin içini karartacak tavır sergilemezdi. Halbuki o, Mekke döneminde müşrik­lerin eziyetlerine ve Medine döneminde de çeşitli saldırılara ve süikastlere maruz kal­mış, sıkıntılarla karşılaşmıştır. İnsanoğlu için en büyük felaketlerden biri olan savaş­larla, silahlı saldırılarla defalarca karşı karşıya gelmiştir. Aç kaldığı zamanlar olmuş­tur. Bütün bunların yanında, altı defa evlat acısı yaşamıştır. Hz. Fatıma hariç, diğer bütün çocuklarını sağlığında iken kaybetmiştir. Kaynaklar bize kızlarının ve oğlu İb­rahim’in vefatında son derece üzüldüğünü ve gözlerinden yaşlar aktığını naklederler.3 İbrahim’in vefatı esnasında karşısındaki dağa dönerek şunları söylemiştir: “Ey 15 dağ! Benim başıma gelen senin başına gelseydi yıkılıp giderdin. Fakat biz, Allah’ın emret­tiği gibi ‘biz Allah‘ın kullarıyız ve biz O‘na döneceğiz,4 hamd âlemle rin Rabbi Allah ‘a mahsustur’5 deriz”6 Bu söz, onun karşılaştığı güçlüklerin, çektiği sıkıntıların boyu­tunu; bunun yanısıra sabrının, metanetinin, teslimiyetinin derecesini ve beşerî yönünü ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Hz. Peygamber aile fertlerine olduğu gibi, sahabeye de çok düşkündü; onların ba­şına gelen musibete kendi başına gelmiş gibi üzülürdü. Sözgelimi Bi’rimaûne’de, yet­miş kişilik tebliğ heyetinin müşrikler tarafından hâince katliama uğ- ramasına son de­rede üzülmüştür. Bütün bu üzüntü ve sıkıntı verici olaylar onun dünyasını karartmamıştır. Tam tersine metanetini daima muhafaza etmiştir. Hiçbir zaman ümitsizliğe ka­ pılmamıştır. Hayata iyimser bakışı onun en önemli örnek davranışlarından ve özellik­lerinden biridir. İyimserlik ve yüksek moral, başarıya ulaşmanın ve örnekliğin temel unsurlarındandır. İnsanların, morali bozuk, hayata küsmüş birisini örnek almak iste­meyecekleri tabiîdir. Alçak Gönüllülüğü Tarih boyunca insanlık, eline geçirdiği maddî veya manevî güçle, kendi cinsine, hatta Allah’a bile kafa tutan nice Fotoğraf: Bekir Sarı 16 iktidar sahibi tanımıştır. Ancak, hem maddî ve hem de manevî güce sahip olan Hz. Muhammed (s.a.v.) farklıydı. O bir sözünde “Ben ne bir kralım, ne de zorbayım; bilakis Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum”7 demiştir. Bu sözüyle halktan biri olduğunu vurgulamıştır. Kendisi Kelime-i Şehâdet de ifadesini bulduğu şekliyle “Allah’ın kulu ve elçisidir”. Bu özellik, onun bütün hayatına yansımıştır. Sözgelimi bir topluluğa girdiğinde boş bulduğu yere otur­duğunu görüyoruz. Gerçekten, hayatını bir “devletli” gibi değil sıradan bir “Allah’ın kulu” olarak yaşamıştır. Debdebesiz, sade bir hayat tarzını seçen Hz. Peygamber’in hayatında “peygamberliğin kişisel bir menfaat için kullanıldığı da görülmüş değil­dir.”8 Yaşlı sahabe Mahreme b. Nevfel bir gün Hz. Peygamber’in kendisine gelen elbise­leri dağıttığını duyar. Oğlu Misver’i yanına alarak Hz. Peygamber’in evinin önüne ge­lir. Ona Hz. Peygamber’e seslenmesini söyler. Fakat çocuk çekinir. Bunun üzerine Mah­reme “Evladım, o bir zorba değildir”9 diyerek çocuğu rahatlatır. Mahreme b. Nevfel’in bu sözü, Hz. Peygamber’in, içinde yaşadığı toplum tarafından nasıl algılandığı­nı açıkça göstermektedir. Arnaldez’in tabiriyle o, “Hiçbir zaman despot olmamıştır.”10 Müslüman olmadan evvel bir Hristiyan ve İslâm düşmanı olan, daha sonra bir he­yetle Medine’ye Somuncu Baba gelen Adiy b Hatim et-Tâî, Hz. Peygamber’in yanında akrabasından bir kadın ve çocukların bulunduğunu görünce, onda İran ve Bizans krallarının nitelik­ lerinin bulunmadığını anlar.11 Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtim’i evine götürürken, ken­disini durdurup sıkıntısını anlatan yaşlı bir kadının uzun müddet derdini dinler. Evine vardıklarında içi lif dolu deri minderini misafire verip kendisi yere oturur. Onun bu davranışından ötürü Adiy b. Hatim “Vallahi bu bir kral değildir”12 değerlendirmesini yapar ve sonunda Müslüman olur. Aşırılıklar Karşısındaki Tutumu Hz. Peygamber aşırılıklıklardan hoşlanmaz, bu tür davranışlardan uzak du­rur, hiçbir zaman ifrata kaçan duygu ve düşüncelerin etkisi altında kalmaz, sahabeleri de bu konuda ikaz ederdi. İslâm’a söz getirebilecek, insanları usandıra­cak, İslâm’dan nefret ettirecek davranışları, İslâm’ın temel prensiplerini zedele­yici hareketleri hiç hoş karşılamazdı. Bu tür olaylar kendisine intikal edince üzü­lür ve hatta öfkelenirdi. Bu gibi durumlarda açık tavır takınır ve böyle davranış­larda bulunanları uyarırdı. Bu konudaki tutumuna birkaç örnek verelim. Sahabelerden birisi cemaate namaz kıldırırken uzun sûreler okuyarak namazı iyice uza­tır. Bu durumu cemaatten birisi Hz. Peygamber’e iletir. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber ayağa kalkarak topluluğa karşı şu veNisan / 2007 ciz konuşmayı yapar: “İnsanlar! İçinizde halkı nefret ettirenler var. Herhangi biriniz imamlığa geçip de halka namaz kıldırırsa namazı uygun bir şekilde kısa kessin. Zira onlar arasında has­ ta, yaşlı ve işi-gücü olanlar vardır”. Olayı anlatan sahabe, Hz. Peygamber’i o günkü konuşması esnasındaki kadar öfkeli hiç görmediğini söylemektedir.13 Sakîf heyeti Medine’ye gelip Müslüman olunca, içlerinden heyetin en genç üyesi olan Osman b. Ebü’l-As’ı kendi kabilesine vali ve imam tayin eder. Ona şu tavsiyede bulunur: “Sen imamlık yaptığında halka namazı hafiflet, namazı itidal üzere kıldır. Halkın en zayıf olanlarını, içlerindeki yaşlıların, küçüklerin, zayıf­ların ve iş-güç sahibi olanların durumlarını göz önünde bulundur”.14 Hz. Peygamber, helal olan iki durumdan birisini seçmek gerektiğinde kolay olanını tercih ederdi. İbadetlerde fıtratı, yani yaratılışı ve insanın yeteneklerini zorlamazdı. Mekke’nin Fethi’nde Peygamberimizin yanına bir adam gelerek “Ben, Allah sana Mekke’nin fethini nasip ederse Beytülmakdis’de namaz kılma­yı adadım” der. Peygamberimiz “Burada kılman daha faziletlidir” karşılığını ve­rir. Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne de “Yâ Rasûlallah! Şayet Allah sana Mekke’nin fethini nasip ederse Beytülmakdis’de namaz kılmayı adadım” der. Peygamberimiz ona da şunu söyler: “Senin buna gücün yetmez...”. Bunun üzeri­ne Meymûne “Önümde ve ardımda muhafızlarla giderim” deyince “Sen buna güç yetiremezsin. Beytülmakdis’in kandillerinde yakılacak yağ gönder. Oraya gitmiş gibi olursun” der. Meymûne, Beytülmakdis’in kandillerinde yakılmak üzere yağ satın alınması için her yıl Kudüs’e para gönderirdi.15 Hz. Peygamber, ibadetlerin ifasında da insan takatini zorlamayı hoş karşıla­mazdı. Enes b. Mâlik’in anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber Mescid’e girdi­ğinde iki direğin arasına çekilmiş bir iple karşılaşır. “Bu ip nedir”? diye sorar. “Bu Zeyneb’in ipidir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur” derler. Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurur: “Hayır, bu ipi çözünüz. Siz­den biriniz zinde ve dinç olduğu müddetçe namaz kılsın. Yorulunca da hemen otursun”.16 Peygamberimizin her hâli güzeldi ondan örnek almak lâzımdır. Dipnot 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- İbn Hişâm, I, 612; Makrîzî, 72. Vâkıdî, II, 740. İbn Sa’d, I, 138; VIII, 37. Bakara Sûresi 156. Fatiha Sûresi 2. Belâzürî,I,452. İbn. Mace, II, 1101; Hâkim, III, 47-48; Halebî, III, 43. 8- Arnaldez, Hz. Muhammed, (Hadis ve Sözleri), çev. Burhanettin Semi, İstanbul 1982. 9- Buhârî,VII,50. 10- Arnaldez, s. 32. 11- İbn Hanbel,IV,378. 12- İbn Hişâm,II,580. 13- Buhârî,I,31. 14- İbn Hişâm, II,541. 15- Vâkıdî, II, 866. 16- Buhârî,II,48. 17 Hulûsi Kalb’den Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Sevgi de Buğuz da Allah İçin H ulûsî Efendi’nin şiirlerinde gönül konusu oldukça yer işgal eder. Geçmiş sayılarımızda da çeşitli gazel açıklamalarında bu konunun ele alındığını, hatta bazı şerhlerin başlıklarını da gönül teşkil ettiğini hatırlarsınız. Belli bir konuda ısrarla durulması hem konunun öneminden hem de bu kadar mühim bir hususun yeterince dikkate alınmamış olmasındandır. Çünkü gerçekten dostlarımızla olan ilişkilerimizde, onların hep gönlümüzden geçtiği şekilde bizimle davranmadıklarından söz ederiz. Gönlün sahibi olan Allahu Teâlâ’nın da kendisiyle olan ilişkilerimizde dışımıza değil gönlümüzün içine bakarak bize muamele yapacağını unutmamak gerekir. “Mâ-sivallâhı yani Allah’tan gayrı sevgileri, alâkaları gönülden çıkarıp atmak; sevgileri ve buğuzları sırf O’nun arzusu doğrultusunda yapabilmek en başta gelen hedefimiz olmalıdır.” Mâ-sivallâhı yani Allah’tan gayrı sevgileri, alâkaları gönülden çıkarıp atmak; sevgileri ve buğuzları sırf O’nun arzusu doğrultusunda yapabilmek en başta gelen hedefimiz olmalıdır. Gönlümüzde Allah sevgisi veya O’nun sevmemizi istediği, Rasûl-i zî-şân, anababa ve Hak dostları dışındaki meyillere yer vermemeliyiz. Dünyaya aşırı temâyül, helalleri bırakıp haramlara gitmek, helallerde israfa yer vermek, dostlukları ve sevgileri Allah’ın razı olmayacağı yollarda aramak, gönül erenlerimizin şiddetle sakınmamızı istedikleri hususlardan bazılarıdır. Şairimiz her ne kadar bu gazelinde duygu ve düşüncelerini aktarırken sanki kendi nefsine hitap eder gibi görünüyorsa da gayet tabiidir ki dostlarından, muhiblerinden ve müntesiplerinden de aynı şeyleri beklemektedir. Buna göre Hulûsî Efendi’nin beklentilerini şöyle sıralayabiliriz: - Benim gönlümde gerçek dost olan Allah’tan başka sevgili yoktur. 18 Somuncu Baba - Ben O’na öyle bir sevgiyle bağlıyım ki bu muhabbet tamamen benim içimi kaplamış olup beni o sevgi için için yakmaktadır. - Her ne kadar gönlüm yaralıysa da orada inci gibi tertemiz duran bir sevgi bulunmaktadır. 3. Bu sevgi yüzünden yaralı olan gönlüm eğer bir kılıçla yarılıp açılacak olsa, o zaman gönül tahtında saklı olan inci ortaya çıkar. 4. Gönlümde taht kuran bu sevgi uğruna ha- - Gönlümde başka bir sevgi yer etmesin diye gerekirse bu canımı bile feda ederim. yatımı veririm. Ta ki bu fani dünyada gönlümü - Bu sevgi her ne kadar beni yaralamış, hasta etmişse de derdimin çaresi yine O’nun sevgisi ve rızasıdır. taht kurmasın. - Böyle bir sevgiyi bırakıp, terk edip, gönle başka sevgileri yerleştirmek hiç de doğru bir davranış değildir. Nasıl Ashâb-ı Kehf’in kapısında Kıtmîr beklemişse ben de bu bekçiliğe razıyım. arzusu da yoktur. Hasta olan bu gönlüme onun Gazelin Metni 1.Dosttan gayrı ki yok dünyada hiç varım benim Olmasın dünyada ondan özge bir yârım benim meyletmek, başkasına sevgi beslemek hiç doğru 2.Âşıkım gayrıya kılmaz hiç bu gönlüm iltifât Zâhir olmaz kim derûnumda yanan nârım benim kapısındaki Kıtmîr sayılırım. ferahlatan başka hiçbir sevgi orada yer etmesin, 5. Zaten bu kırık gönlümün ondan başka bir elinden başka bir tabib, başka çare istemem. 6. Hulûsî, o yüce zatı bırakıp da başkasına olur mu? Çünkü o benim yegâne sultanımdır. Ben böyle bir zatın huzurunda ancak Ashâb-ı Kehf’in 3.Çâk edilse tîğ ile bu sîne-i mecrûh-nâk Âşikâr olur gönül tahtında şeh-vârım benim 4.Etmişim bezl bu cânı ol şehvârın yoluna Andan özge olmasın fânîde dil-dârım benim 5.Bu yıkılmış gönlümün arzûsu ondan gayrı yok İstemez gayrı elinden çâre bîmârım benim 6.Kapısında olmayı ister Hulûsî Kıtmir’i Gayriye meylim sezâ mı çünkü hünkârım benim Gazelin Açıklaması 1. Benim dostumdan başka bu dünyada hiçbir varlığım yoktur. Bundan dolayı zaten benim arzum da bu dünyada ondan başka bir yarim, sevgilim olmamasıdır. 2. Ben ona öyle bir sevgi ile bağlıyım ki bu gönlüm onun dışında kimseye dönüp bakmaz. Bununla beraber içimdeki yanan bu ateş de dışarıya vurmaz. Nisan / 2007 Hat: M. Efdalüddin Kılıç 19 Sûfi Perspektif Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE Şefkat ve Merhamet Pınarı A “Hz. Peygamber, belli bir kesime değil, tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Müşrikler tarafından hayatına kastedildiği bir sırada ‘Ey Allah’ın Rasulü, müşriklere beddua etseniz!’ denildiğinde cevabı, ‘Unutmayın ki ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim.’ olmuştur.” 20 llah’a kulluğun en güzel örneklerini peygamberler sergilemiştir. Cenab-ı Hak onlar için Kur’an-ı Kerim’de yer yer, “Ni’me’l-abd: Ne güzel bir kul”1 ifadesini kullanmaktadır. Peygamberler, dünyayı esenlik ve barış yurdu hâline getirmek için görevlendirilmiş kimselerdir. Onlar, insanlığa “barış ve esenlik” anlamına gelen İslâm dinini ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (s.a.v.), “Biz peygamberler baba bir kardeşleriz, hepimizin dini birdir.”2 buyurmuştur. Yüce Allah da Kur’an’da, “Allah katında yegâne geçerli din İslâm’dır.”3 buyurur ve bütün peygamberlerin bu dini insanlara tanıtmak için geldiğini ve bu konuda peygamberlerin ilk örnekleri insanlara sunduğunu haber verir. İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) Füsûsü’l-Hikem’inde peygamberlerin her birini birer kelime olarak görmektedir. Peygamberlerden hepsinin sahip olduğu hakikat mertebesi, farklıdır. Hakikatlerin hakikati ve küllî kelime ise Hz. Muhammed’in hakikatidir; diğer bütün mertebeler o kelimeden neşet eder, varlık sebeplerini ve bilgilerini ondan alırlar. Dolayısıyla mümkün varlıklar hakikatini genelde peygamberlerde özelde Hz. Muhammed’de en güzel şekilde bulmaktadırlar.4 Hz. Muhammed (s.a.v.), kulluk şuuru içinde öyle bir ömür sürmüştür ki, bu hususta Cenab-ı Hakk’ın Somuncu Baba “Le ‘amruke: (Ey Habîbim!) Senin yaşadığın o mübarek ömre yemin olsun!”5 iltifatına mazhar olmuştur. Hz. Muhammed, İslâm ahlâkının kendisi ile kemâle erdiği bir peygamberdir. Zira İslâm ahlâkı, Kur’an’ın ortaya koyduğu cihanşümul değerler manzumesi içerisinde doğmuş, sünnet ile şekillenmiş ve nihayet Rasûlullah (s.a.v.)’in örnek kişiliğinde yaşanarak kemâl bulmuştur. Güzel ahlâk âbidesi olan Rasûlullah Efendimiz, Cenab-ı Allah tarafından terbiye edilmiş, ümmetine talim ettiği ahlâkî kuralları da vahiy yoluyla yine O’ndan almıştır. O, bizim dünyamızın mihveri, hayatımızın odağı, dönüp dolaşıp geleceğimiz noktadır. Başvuracağımız rehber, sığınacağımız liman, teselli bulacağımız iklimdir. O, Allah’ın kâinata armağanı olan bir peygamberdir. En doğru haberin taşıyıcısı, en güzel hayatın model insanıdır. O, kişiliği ilahî terbiyede dokunmuş bir önderdir. Ziya Paşa’nın; Öyle bir mektebe oldu ki dâim Cenab-ı Hak oldu zâtına muallim diye tavsif ettiği Peygamber Efendimiz, Kur’an’ı hayatının her alanına yerleştirmiş, onunla aynîleşmiş ve güzel ahlâkı ile canlı bir Kur’an hâline gelmiştir. Muallim Naci ise bu gerçeği bir beytinde şöyle dile getirir: Hüsn-i Kur’an’ı görür insan olur hayrân ona Dest-i kudretle yazılmış Hilye’dir Kur’an sana Her anını, Rabbi ile beraberlik şuuru içinde geçirirdi. Allah’ı en çok bilen ve tanıyan Efendimiz, aynı zamanda O’ndan en çok korkan ve O’nun azametini en iyi idrak edendi. Bu sebeple, ibadetleri ve duaları, hep yakarış hâlinde idi. Onun yakarışlarına baktığımızda, kendi nefsinden ziyade, ümmeti için Allah’a yalvardığını ve gözyaşı döktüğünü görürüz. Rasûlullah (s.a.v.)’in Allah Tealâ’ya hürmeti o derecede idi ki, O’nun rızasını her şeyin üstünde tutardı. En büyük korkusu, O’nun gazabına yol Nisan / 2007 açacak ve muhabbetine halel getirecek bir harekette bulunmaktı. Bunun en çarpıcı örneğini, pek şiddetli ve meşakkatli olan Taif yolculuğundan, elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken yaptığı şu niyaz ve yakarışında görürüz: “..... İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat Senin lütuf ve ihsanın, benim için daha geniştir. İlahî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına dûçar olmaktan Senin Nûr-i Vechine sığınırım… İlahî! Sen razı olasıya kadar affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak sendendir, Yâ Rabbî!”6 Kur’an’da Allah, peygambere uymayı kendisini sevmenin şartı olarak göstermektedir. Şöyle ki: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”7 “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirirse, seni onların başına bekçi göndermedik.”8 Hz. Peygamber davete başlayınca, “Neden sen?”, “Neden falan ya da filan kişi değil?”, “Senin özelliğin ne ki?” gibi itirazlara maruz kalmıştı. Kalem suresinde Allah bu tür itirazlara, “Çünkü sen, muhteşem bir ahlâk üzeresin!”9 diye cevap vermiştir. Hz. Hatice Validemizle evlenirken nikah merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu: “Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır.”10 Onun ahlâkına hayranlık duyanlardan birisi olan eşi Hz. Hatice ise ilk vahiy geldiğinde onu şu şiirsel sözlerle teselli etmiştir: “Vallahi, Allah seni kesinlikle mahcup etmez. Çünkü sen, sözüne güvenilir bir adamsın, Akrabalık bağlarını gözetirsin, Kimsesizleri korursun, Konuğa ikram edersin. Haklının hakkını almasına yardım edersin.”11 21 Hat: Davut Bektaş, Ebru: Hikmet Barutcugil Onun ahlâkı Kur’an idi. Çünkü Kur’an onun ahlâkını kuran bir inşacıydı. Çünkü o Kur’an’ın insana dönüşmüş biçimiydi. Çünkü Kur’an’ın bütün ilahî güzellikleri ona aksetmiş ve onda tecelli etmişti. Çünkü onun adı gibi kendisi de güzeldi, sureti gibi sireti de güzeldi ve güzel olduğu için hep sevildi, özlendi ve örnek alındı. Aşık Yunus diliyle, Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed diyenlerin sevdası yüreklerde hep canlı kaldı. Mehmet Akif Ersoy, Sudanlı bir peygamber aşığını anlatırken, onun ağzından bizlere; “Nasıl bağrı yanar, gün kızınca sahranın; Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın. Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum. «Tahammül et!» dediler... Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var! Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak; Önümde durmadı artık, ne hânüman, ne ocak... Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyar-ı Sûdan’ı, Üç ay «Tihame!» deyip çiğnedim beyabanı. 22 “Ahmed, Muhammed, Mustafa (s.a.v)” Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada: Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin! İradem olduğu gündür senin iradene ram, Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.”12 diye seslenir. Yine Akif, Hz. Muhammed’e olan daimî ihtiyacımızı şu veciz ifadeleri ile dile getirmektedir: Dünya neye sahipse onun vergisidir hep; Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi. Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret. Bir şefkat ve merhamet pınarı olan Peygamberimizin Kur’an’a göre en belirgin vasıflarından birisi “rahmet peygamberi” oluşudur. Zira Peygamberimiz “gerçek yiğit” olarak “öfkesini yutan adam”ı göstermiştir. Hayvana aşırı yük yüklenmesini ve hayvanın dövülmesini yasaklamıştır. Bu gerçekten hareketle biz Müslümanların ana amacı da Peygamberimizin ahlâkı ile ahlâklanmak ve onun boyasına boyanmaktır. Şu da bir gerçek ki, Hz. Peygamber, belli bir kesime değil, tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Müşrikler tarafından hayatına kastedildiği bir sırada “Ey Allah’ın Rasulü, müşriklere beddua etseniz!” denildiğinde Somuncu Baba cevabı, “Unutmayın ki ben lânetçi olarak değil, Yahudileri ve Hristiyanları da bu güveni duyanlar rahmet olarak gönderildim.”13 olmuştur. arasındaydı. Müşrikler (putperestler) onun pey- O’nun merhameti, kişisel açıdan duyarlı ol- gamberliğini kabul etmemekle beraber dürüstlü- duğu birçok konuda fedakârlık yapmasını gerek- ğünü, güvenilirliğini tartışma konusu yapmıyor- tiriyordu. Etrafındaki bedevilerin olmadık kaba- lardı. O’nun sahip olduğu erdemler, düşmanları lıklarına tahammül ediyor, onların ve etrafındaki tarafından bile teslim edilmişti. insanların hataları için Allah’tan af diliyor, onlara müşfik bir baba gibi muamele ediyordu: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş Peygamberler biz inananlar için öz canlarımızdan bile değerlidir. Peygamberleri sevmek insanlık ve Müslümanlık görevimizdir. Fakat bu sevgi içerisinde yakınlık bulunmayan kuru bir sevda olmamalıdır. Zira uzaktan sevmek, bedava sev- hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da mektir. Sevilesi ve yoluna kurban olunması gere- artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisi- ken Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i anlamak, her ne dayanıp güvenenleri sever.” şeyden önce onu sevmek ve onun gibi olmakla 14 O, yalnızca yakınlarının, dostlarının, müminle- mümkündür. rin değil; kendisini tanıyan, kendisiyle bir alışverişi olan herkesin güvenini kazanmıştı. Zamanının Aziz Mahmud Hüdayi (ö.1038 /1628), bir beytinde, Hz. Muhammed’in batınî ve zahirî varlığını insanlığın şifa kaynağı ve derman hâli olarak yorumlamaktadır. Şöyle ki: Nebiyy-i müctebâ geldi Rasûl-i murtazâ geldi Habîb-i bâ-safâ geldi Muhammed Mustafa geldi. Gönüllere şifâ olan kamu derde devâ olan Bize Hakk’tan atâ olan Muhammed Mustafâ geldi.15 Rabbim, bizleri âlemlere rahmet olarak gönderilen pak Rasul’e hayırlı ümmet eylesin… Dipnot 1- 2- 3- 4- Sâd 38/30. Buharî, Enbiya, 48. Âl-i İmran 3/19. Bkz. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-Hikem, haz. Ebü’l-A’lâ elAfîfî, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, Beyrut 1980. 5- el-Hicr 15/72. 6- İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Dâru’l-fikr, Beyrut 1937, c. II, s. 30. 7- Âl-i İmran, 3/31. 8- en-Nisâ, 4/80. 9- el-Kalem, 68/4. 10-İbn-i Hişam, a.g.e., c. I, s. 201. 11-İbn Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, Mısır, ts., VI/223. 12-Mehmet Akif Ersoy, Safahat –Orijinal Metin, Sadeleştirilmiş Metin, Notlar-, haz. Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı ve Fazıl Gökçek, Zaman Gazetesinin Armağanı, İstanbul, ts., c. II, s. 686687. 13-Müslim, Kıyam 1, IV/206. 14-Âli İmran, 3/159. 15-Seyyid Mahmûd Hüdâyî, Divan, haz. Ziver Tezeren, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1985,180. Nisan / 2007 23 Huzurda R ivayetler bize, ilk yaratılan şeyin Efendimiz’in Nuru olduğunu söyler. Kainat O’nun nurundan yaratılmıştır. O, nur suretinde bir insandır. Bütün nebi ve veliler, feyzi O’nun üzerinden alırlar. Kamil veliler, Efendimiz’in varisleridir. İrfani geleneğimizde veli şairler, mutlaka, Efendimiz’in velayet ve nübüvvetinin hürmetini 24 Edebiyat Sadık YALSIZUÇANLAR tazim için şiirler söylemişlerdir. Bunları naat-ı şerif olarak isimlendirdiğimiz malumdur. En çok naat Türk dilinde söylenmiştir. Bizim geleneksel şairlerimiz, Efendimiz’in yer yatağında doğumunu bile kabullenemeyip, ‘hava üzere döşenen bir döşek’te dünyayı teşrif ettiğini söyler. Kuşkusuz biz, O’nu hakkıyla ta’zim edemeyiz. Bu sırdandır ki, ‘Allah ve melekleri, Rasulüne salat ve selam ederler’ buyrulmuştur. Bu ayeti tefsir ederken, bazı müfessirler, buradaki ‘salat’ın ‘ta’zim’ anlamına geldiğini kaydederler. Efendimiz, alemin övüncü, varlığın şerefi’dir. Kâinatın gözbebeği, varlık ağacının en kâmil (ekmel), kusursuz ve en güzel meyvesidir. İnisiyatik geleneğe bağlı veli şairlerden biri olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de, ilahî Somuncu Baba aşkın şarhoşluğu ve Efendimiz’e olan muhabbet ve hürmetinin ateşiyle şiirler söylemiştir ki, bunların biri şöyledir : “Kapında bir zelil-i hak-sarım ya Rasulallah Garib ü bi-kes-i bi-itibarım ya Rasulallah Seraser defter-i amalim isyan ile memludur Huzur-ı hazretinde şerm-sarım ya Rasulallah Hulûsi Efendi, geleneğin içinden konuşmakta, Efendimiz’in seçkin arkadaşları ve dostlarının izinden yürümektedir. Rivayetlerde sahabe-i kiram efendilerimizin, dünyada korku üzre yaşadıkları belirtilir. Bu sırrın sonucu olarak, kendilerinden asla emin olmadıkları, hatta zaman zaman, ‘acaba ben münafık mı oldum?’ dedikleri kaynaklarda belirtilmektedir. Kabul etsen Hulûsi kemteri dergah-ı lütfunda Civarında nola olsa mezarım ya Rasulallah” Kibr, Allah’a hastır. En yüce, en büyük ve en kudretli O’dur. Kibr’in şirkle özdeş görülmesi bu hikmettendir. Tekebbür en çirkin nitelik olarak görülmüştür. Bu kısa fakat mana ve hakikatçe zengin natında Osman Osman Hulûsi Efendi’nin bu enfes natında, O’nun kâ- Nisan / 2007 mil bir varisi olmasına rağmen (belki de kâmil oluşu bu sırdandır) kendisini hiç hükmünde görmekte, ‘zelil’, ‘bikes’, ‘asi’, ‘mahçup’, ‘aşağı’ kelimeleriyle ifade etmektedir. Büyüklüğün gereği küçüklüktür, kişi kendisini yok etmedikçe, İlahî Hakikat’e açık ve hazır hale gelemez. Tevazu, hasletlerin sultanıdır ve bu, abdallara has bir güzelliktir. Naat-ı şeriflerin çoğunda bu dil konuşur. Osman Hulûsi Efendi de bu geleneğe uyarak, irfanî edebin gerektirdiği biçimde konuşmaktadır. Efendimiz’i yüceltmek demek, O’nun yolunun tozu toprağı olmak, kendi nefsini hakir 25 görmek ve zelil olarak vasfetmek demektir : Kapında, zelil, alçak, alçalmış ve toza toprağa bulanmış, yerde sürünmekte olan biriyim ey Allah’ın Rasulü. Garibim, adına dünya denilen gurbetteyim, kimsesiz, çaresizim, ümidim yok, itibarsız, değersizim ey Allah’ın Rasulü. Amel defterim baştan başa isyan ile doludur, huzurunda mahcubum, yapıp ettiklerim- Kapı ile Osman Hulûsi Efendi, Allah Rasulü’nden geçilmeksizin Allah’a ulaşılamayacağını ima etmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in hakikatinden söz eden İslâm sufileri, O’nu devre dışı bırakarak Kur’an’ın anlaşılamayacağını, Allah’a da ulaşılamayacağını beyan etmişlerdir. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç şöyle der: “Hakikat-ı Muhammediye Abdullah’ın oğlu Muhammed (s.a.v) adıyla Mekke’de bedenlenmiş bir varlıktır ve bedenî hayatı orada başlamıştır ve Hat: Yusuf Coşkun Benefşe den dolayı utanmaktayım ey Allah’ın Rasulü. Hulûsi kulunu, aşağıların aşağısında bulunanı (beni) bağış dergâhında kabul eder misin, mezarım yakınında olsa nolur ey Allah’ın Rasulü…’ Bu samimi, gönülden söylenmiş ve Allah’ın Seçkin Elçisi’nin tazimi ile nefsin tahkirine dayanan nefeste geçen bazı ıstılahların anlam dünyasına biraz daha yakından bakalım. 26 kat-i Muhammediye’den akl-ı Muhammediye inen ve konuşan hakikatlerdir. Hz. Muhammed’i devre dışı bırakarak “sadece vahiy bize yeter” diyen yaklaşımlar bu hususu bilmediklerinden dolayı hakikati parçalamaktadırlar. Çünkü iki hakikat birbirini anlatmaktadır orada. Bir hadis-i şerifte der ki; “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştirler.” Yani “Biz aynı yumurta ikiziyiz” demiştir Hz. Muhammed Efendimiz. Kur’an “Ah Canımız Ya Fahri Kainat” Medine’de o bedenî hayatı son bulmuştur. O zat, O bedenlenmiş Hz. Muhammed (s.a.v) bir hakikati anlatmıştır. Bu hakikat de aslında kendi hakikatinin açılımıdır. Dolayısıyla sufilere göre Hz. Muhammed’in ağzından sadır olan, nakil edilen hususlar aslında Hz. Muhammed’in hakikatine Cenab-ı Hakk’ın ilham ettiği, vahy ettiği hususlardır. Dolayısıyla vahiy, haki- bir hakikatin harfe ve sese bürünmüş, dile intikal etmiş, kâğıda yazılmış şeklidir. Aynı hakikatin bedene, ete, kemiğe bürünmüş haline de Hz. Muhammed derler. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in elinde, bizim bugün anladığımız anlamda ayrı bir entite, ikincil bir gerçeklik olarak bir kitap mevcut değildir. Kur’an “ikra” dediğinde oku denildiğinde, ikra kitabek denildiğinde okuma eylemini üzerinSomuncu Baba de gerçekleştireceği obje olarak elinde Hz. Peygamber’in tuttuğu bir Kur’an yoktu, olmadı hiçbir zaman. Bugün biz Müslümanların elinde tuttuğumuz Kur’an anlamında bir Kur’an değildi o. Aslında sufilere göre bugün elimizde tuttuğumuz Kur’an’ın mushaf düzeyindeki yansımasıdır. Mushaftır bugün elimizdeki kitaplar. Kur’an nerededir o zaman? Mushafın içindedir. Ama ilk okuyuşta elde edilecek şey değildir. Çünkü ayet-i kerimede Cenab-ı Allah kendisi diyor ki biz o Kur’an’ı gizli bir kitabın içinde indirdik. Kitabı kitabın içine koyduk diyor Cenab-ı Allah. Dolayısıyla biz bugün Kur’an okuyoruz diyoruz. Oysa okuduğumuz mushaftır. Mushafı okuyarak, teemmül ederek, mushafın derinliklerine nüfuz ederek Kur’an’a ulaşmamız mümkün. Onun için ehl-i mushaf çoktur ama ehl-i Kur’an çok azdır. Kur’an, Furkan mertebesinden iner. Furkan niteliği, kaynağı ima eder, geldiği yer Ümmü’l-Kitap’tır. Ümmü’l-Kitab’tan, yani kitapların anasından inmektedir. Ümmü’l-Kitap da âlemin ümmü olan Hakikat-ı Muhammediye’dir. Kaynağı aynı ama birisi harf ve ses halindedir. Birisi ete kemiğe bürünmüş halidir. Yeryüzünde bu açıdan sorulduğu zaman Hz. Peygamber’e yürüyen Kur’an denir. Hz. Peygamber ve daha sonra Hz. Ali gibi büyük zatlar hiçbir zaman bir Kur’an-ı Kerim göstermediler. Her zaman “ene’l-Kur’an” dediler; “Kur’an benim” dediler. Kur’an ete kemiğe bürünmüş bir hakikatti Nisan / 2007 onlarda. Bundan dolayı Hz. Peygamber Efendimiz’e izafe edilen bir sözde “benim, şeriatı, itikadı naklettiğim sözler bu dinin formel yönüdür, şeriat düzeyidir, ama bir de bunun ötesi vardır: “et-tarikatü ef‘ali” benim fiillerim, yapıp ettiklerim de yolumdur, tarikattir. Fakat “el-hakikat-i ahvali”; bir de hakikat vardır ki o da benim halimdir. Dolayısıyla sufilerin İslâm dinini derecelendirerek, derece sistemine tabi tutmaları çok önemlidir. Bugün yeryüzü, kâinat dereceli bir sistem üzerine yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim bu derecelerden bahseder. Kur’an’ı Kerim’de yedi kat semadan söz edilir ve onun misli olarak yeryüzünde bahseder. İlimde derinleşenlerden bahseder. Kur’an’ın aslında semiotik bir diagramını çıkaracak olursak, Kur’an’ı Kerim’deki ayetlerin işaret ediş şekillerinde hep bir dikeylik söz konusudur, yataylıktan ziyade. Siz kendi nefsinizi değiştirmedikçe toplumu değiştiremezsiniz. Siz kendi nefsinizin dönüşümünü yapamadığınız sürece afaki dönüşümü gerçekleştiremezsiniz... Gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse Hz. Peygamber Efendimizin sözlerinde hep dikeyliğe temas eden noktalar vardır. İşte yatay âlemdeki müthiş bir savaştan dönen arkadaşlarına “bu küçük bir savaştı, basit bir savaştı” deyince bütün dostları şaşırır. “Allah Allah! Bundan daha büyük bir savaş olur mu?” “Evet büyük savaşa şimdi gidiyoruz. O, nefsimizle olan savaştır, Cihad-ı Ekber’dir” deyince demek ki Hz. Peygamber’in esas gayesi dikey olanla ilgilidir. Yatay olan arıziydi. Asli olan dikeyliktedir.” Bu uzun alıntı, meseleyi açıklar mahiyettedir. Osman Hulûsi Efendi’nin naat-ı şerifinde, Efendimiz’in bir ‘kapı’, hakikat dergâhının eşiği olarak vasfedilmesinin sırları saymakla tükenmez. Peki şair, kendisini o kapıda nasıl nitelemektedir: Zelil ve tozatoprağa bulanmış. Zillet, insana has bir niteliktir. Allah Müzill’dir, insan zelil. Allah’ın kendi nurundan yarattığı ve âlemin gözbebeği kıldığı, kâinat ağacının meyvesi yaptığı Hz. Peygamber’in yücelik dergâhının kapısında da bizler zeliliz, alçağız, aşağıyız. Osman Hulûsi Efendi bu sırrı pek güzel dile getirmektedir. Üçüncü mısrada geçen garib kelimesi de, bizim dünya gurbetindeki halimizi belirtir. Yanı sıra, ‘dünyada garip bir yolcu gibi ol’, ‘Müslüman dünyanın garibidir’ rivayetlerini de hatırlamak yerinde olacaktır. Şair aynı zamanda, ‘itibarsız’lığını da belirtmekte ve ‘cihanda itibarım varsa sendendir’ diyen Şeyh Galib Dede’yi hatırlatmaktadır. İman bir intisaptır ve insan bu bağla şeref kazanır. Bağlandığı kapı, kâinatın efendisinin dergâhının kapısı olunca, bu şeref ve itibar daha da artmakta ve ‘O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu kaybeden neyi kazanır’ sırrı tecelli etmektedir. “Seraser defter-i amalim isyan ile memludur” mısrası, tevazu ve akıbetinden emin olamama ahlâkının doruğundan söylenmiştir. Amel defteri ifadesine 27 sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur’an-ı Kerim bu hususta da şöyle buyurur: Hat: Yusuf Coşkun Benefşe “Anam-Babam Sana Feda Olsun Ya Rasulallah” ilişkin, İslâm Ansiklopedisi bize şöyle der: ‘İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur’an’da “kitab” olarak zikredilmektedir . Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur’an-ı Kerim bu melekler hakkında şöyle buyurur: 28 “...Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler). Her ne yaparsanız bilirler” (el-İnfitâr, 82/10-12). “O, (İnsan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır” (Kaf, 50/18). Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn (Şerefli Yazıcılar) yahut “Rakîb Atîd” denmiştir. Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, “....İşte o vakit kitabı (amel defteri) sağ eline verilmiş olan kimse der ki: ‘Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet’tedir “ (el-Hâkka, 69/19-22). “Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: ‘Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi... Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!... Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem’e atın onu...”(elHâkka, 69/25-27, 30-31). İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur’an’ın tabiriyle şöyle diyecek “Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış... “ (el-Kehf, 18/49). Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir. “İman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi’ olmaz. Biz onu yazmaktayız. “ (el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl Somuncu Baba yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Rasulu’nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir.’ (Orhan Çeker) Bu hâl, bu melaldeyken lütuf dergâhının eşiğinde bekleyen şair kendisini ‘kemter’ olarak görür. Kemter, ‘daha aşağıda olan’ anlamındadır. Başta Yunus Emre olmak üzere veli şairlerin çoğu kendilerini böyle vasfederler. “Sanmanız beni deliyim Dost bahçesi bülbülüyüm Mevla’nın kemter kuluyum Kimse baha vermez bana” bunlardan biridir. Son mısra ile tevazu ve tazim taçlanır : “Civarında nola olsa mezarım ya Rasulallah’ Muhammed (s.a.v) sevgisi, gerçekte muhabbetullahtır. Nisan / 2007 “Allah’a imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seviyorsunuz O’nun sevdiği tarzı yapacaksınız. O’nun sevdiği tarz ise O’nun sevdiğine benzemektir. O’nun sevdiğine benzemek ise O’na mutlak anlamda uymaktır. Allah’ı seversiniz, ta ki Allah sizi sevsin” ayetini yorumlarken Seyit Erkal şöyle der : “İnsanın Cenab-ı Allah’a duyduğu sevgiden maksat Allah’ın kendisini sevmesini istemesidir. Bunun gerçekleşmesinde bir vasıta var mıdır? Evet, vardır. Her ne kadar dense ki kulla insan arasında vasıta yoktur. Kul eğer Hz. Muhammed’se en yakın kulla Efendimiz arasında bile bir vasıta olmuştur. Hz. Cebrail’dir. İşin başlangıcında, mebdesinde. Mirac’a uzanan ufukta Hz. Cebrail Efendimiz’e muvakkat bir mürşid olmuştur. Elbette bundan, Hz. Cebrail’in, Efendimiz’e üstünlüğü anlaşılmayacak, fakat bir aracılık söz konusu. Bu anlamda da kulla insan arasında elbette risalet aracılıktır, mutlak aracılıktır. Ve Efendimiz’e varis olan zatlar da bu görevi kendisinden sonra devam ettiren kişilerdir. Kendisinden önce diğer nebiler Efendimiz adına bir anlamda bu vazifeyi yapmışlardır. Kendisinden sonra da seçilmiş evliya ve hususan ehl-i marifet bu vazifeyi yapmıştır ve yapmaktadır. Onlar olmasa kâinatın bir anlamda devamının yani Hakikat-ı Muhammediye’nin hakkıyla temsili olmayacağı için devamınında mümkün olacağını söylemek zordur. Efendimiz’e varis olmak nedir, ne anlama gelir?, Bizim her namazda, her rekatte tekrar ettiğimiz Fatiha Suresi’nde çok mühim bir dua mız var. ‘Bizi hidayete, o dosdoğru yola hidayet eyle’ diyoruz. O dosdoğru yola hidayet eyle dedikten sonra demek ki hidayetimiz kendimizden değil, Hadî olan, hidayet veren Cenabı Allah’ın hidayete erdirmesiyle, devamımız ise, ‘dosdoğru yolda nimet verdiklerinin yoluna’ devam ile mümkün. Nimet verdiklerinin yolunu da Kur’an-ı Kerim bir başka ayette kendisi tefsir ediyor. Diyor ki; bu nimet verdiklerimiz kimlerdir? Eğer böyle bir sual sorulacaksa Kur’an-ı Kerim söylüyor: “O nimet verdiklerimiz; nebiler, sıddıklar, salihler, şehitlerdir” diyor. O zaman demek ki nübüvvetle bitmiyor mesele. Sıddıklar, şehitler ve salihler, nübüvvetin davasını temsil konumunda olan insanlar. Bu anlamda biz veraset-i nübüvvet hakikatini yani Peygamberimize ve peygamberlere varis olma 29 Hat: Ayten Tiryakî Uygulama: Sema Balkaya Öksüz D in, insanın yaratıcısı, ken- şekilde düzenlemek üzere, Al- bir güzergâh belirler. Din, bütün bunları, peygamberler vasıtasıyla gönderilen vahiyle gerçekleştirir. (Bkz. Recep Kılıç, Ayet ve Hadislerin doğru olması ve değişmemesi lah tarafından konulmuş olan Işığında İnsan ve Ahlâk, 5) açısından önceliğe sahiptir. Hz. disi, diğer insanlar ve evren ile ilişkilerini sağlıklı bir değerler manzumesinin genel adıdır. Dinin varoluş amacı, insanın gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesidir. Bütün hayatı kuşatıcı özelliğiyle, insanî ilişkilerin hepsini bu bütünlük içinde kavrar, ona şekil verir ve 30 İslâm inancını, ibadetlerini ve ahlâkını ortaya koyan vahyin adı Kur’an’dır. Kur’an’ın pratik hayattaki uygulaması olan ve bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatında şekillenen sünnet ise ikinci kaynaktır. Allah’ın bilgi- si olan Kur’an, yaratıcının insanın bütün yaşamını kuşatan buyruklarını içermesi, mutlak Peygamber de Kur’an buyruklarını insanlığa ulaştıran ve Mutlak Varlık ile temas eden elçi olarak, bu buyruklarda kastedilen meramı ilahî hakikate göre en iyi anlayan, ilk müfessiri olarak en iyi açıklayan ve irşad eden olaSomuncu Baba Peygamber İklimi Doç.Dr. Enbiya YILDIRIM “İslâm’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl herşey Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden sevap alacağını ve cennete gideceğini bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir beklentisi olmamalıdır. Mümin, Allah buyruğunu yerine getirmek için ve erdemli yaşamanın gereği olduğundan dolayı bir eyleme girişir. Nitekim Kur’an insanın emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını ister.” Kur’anî Kulluk, Hz. Muhammed ve Saftakiler Yani Bizler rak, Kur’an’la birlikte olmazsa olmaz bir konumdadır. Onun yaşamı Kur’an’ı yaşama geçirme örnekliği açısından da çok büyük bir önemi haizdir. Hz. Aişe’nin Rasûlullah’ın yaşam tarzını tanımlarken “ahlâkı Kur’an idi” (Müslim, Müsâfirîn, 139) demesi bu gerçekliğe vurgu yapmaktadır. Son Kitap’ta birkaç yerde Allah’ın sünnetinden bahsedilir. Nisan / 2007 Bununla Allah’ın insanlar hakkındaki fiilî ilkeleri ve yasaları kastedilir. İslâm geleneği içerisinde sünnet dendiğinde ise, Kutlu Elçi’nin hareket tarzları ve devam ettirdiği davranışlar anlaşılır. Bunlar, her seviyedeki Müslümanlığın hayat kurallarını oluşturur. Fiziksel, toplumsal, ahlâkî, manevî ve diğer boyutlarıyla sünnet, nasıl mümin olunacağının formatını belirler, Müslümanı Müslüman yapar. (Ahzab 62 gibi) Allah ve Rasûlü’nün bildirimlerine mutlak teslimiyet ve tam itaat gerekir. Çünkü iman, bu ikisi olmadan gerçekleşmez. Burada, imanla birlikte imanın ardında bulunanları da kabul etmek ile baştan inanmamak arasında bir tercih söz konusudur. Bunlar kabul edilince İslâm’ı özümsemiş bir inananın Allah’ın çizdiği yoldan sapması, Rasûlü’nün emrine aykırı dav- 31 ranması durumu ortadan kalkar. Kişi gerek kendi şahsında, gerek ailesinde ve gerekse çevresinde Allah’ın ve Son Elçi’sinin çizdiği ahlâkî yola muhalefetten sakınır. Bu yüzdendir ki, Müslümanlıkta, bir davranışın veya hareketin ahlâkî olup olmadığını, iyi veya kötü oluşunu belirleyen tek ölçüt dinî emirlere uymak veya uymamakla kendisini gösterir. Eğer Allah ve Habîb’inin emirlerine uyuluyorsa bu iyi ahlâk, aykırı davranılırsa kötü ahlâktır. Bunun karşılığı da sevap ve günahtır. Bu noktada mümine gerekli olan, ilahî buyruklarla kendisine çizilen sınırlar içerisinde kalmaktır. Fıtratıyla son derece uyumlu olan görevlerini aksat- madan, Elçi’nin getirdiği yaşam tarzının özünü yakalamak, bunu uygulamaya çabalamak ve aşırı gitmemektir. Çünkü hiç kimse Rasûlullah’dan daha iyi Müslüman olamaz. O halde en iyi inanan, dinî çerçeveye daha büyük oranda uyabilen insandır. Kur’an ve Hz. Peygamber insan davranışlarının tamamını Allah’a itaat ve ibadet çerçevesinde ele alır. Bu nedenle ahlâkî olan bütün davranışlar adeta namaz, hac ve oruç gibi yapılması belli zaman veya periyoda bağlanan ibadetler konumuna gelirler. Böyle olunca da ifası durumunda sevap söz konusu olur. İbadetlerin yerine getirilmemesi nasıl günah oluyorsa, ahlâkî olmayan davranışlarda da günah söz konusu olur. Doğruların mükafatının cennet olması (Fussılet 32), iyi işler yapanlara altlarından ırmakların aktığı cennetlerin verilmesi (Bakara 25), arkadan çekiştirenin cehenneme atılması (Hümeze 1-9), yetim malı yemenin büyük günah oluşu (Nisa 2) gibi. Hz. Peygamber’in şu iki hadisi de konumuzla ilgili örneklerdir: “Aman yalandan sakının. Zira yalan kötülüğe; kötülük de cehenneme götürür. Aman doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyiliğe; iyilik de cennete götürür.” (Buhârî, Edeb, 69) “Ateş odunu nasıl yakıp tüketir- Sevgili Peygamberim Sana ümmet olmanın şan ve şerefi yeter Senden uzağa düşmek, ölümden bile beter Hakk’a duân ne güzel, Sevgili Peygamberim: “Yârab bana eşyânın hakikatini göster!”… Bekir OĞUZBAŞARAN Fotoğraf: Hulûsi Gülseren 32 Somuncu Baba se, haset de iyilikleri öylece yiyip tüketir.” (İbn Mâce, Zühd, 22) Burada dikkat çekmemiz gereken çok önemli bir nokta vardır: İbadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâkî yaşam, hiçbir sıkıntı ve zorluk çekilmeden, insiyakî tarzda çok kolayca yaşama geçirilebilecek bir yapıda değildir. Öncelikli olarak Kur’an’ın da belirttiği gibi dünya bir imtihan yurdudur ve insan İslâm’dan değil de kendi tabiatındaki kötü eğilimlerden dolayı bunları yaşama geçirmekte (şahıstan şahısa değişebilecek meyillerden dolayı) bir takım zorluklarla karşılaşabilir. Esasında, bu sıkıntılar ve zorluklarla karşılaşan insan, dinin kendisinden istemiş olduğu ibadet ve davranışların kesin doğrular olduğunun farkındadır; problemin nefsanî eğilimlerine boyun eğmesinden ve haricî nedenlerden kaynaklandığını çok iyi bilir. Dolayısıyla sorun bireyin bunları kabullenip yaşama geçirebilmesindeki engellerden kaynaklanmaktadır. Zaten bu yüzdendir ki İslâm, “sarp yokuşu tırmanmaya ve aşmaya” (Beled 11) benzettiği ahlâkî vazifeleri yerine getirme çabasının sürekli olmasını istemiştir. Hz. Peygamberin cennetin insanın nefsine zor gelen, cehennemin de nefsin isteklerine hoş gelen şeylerle çevrili olduğunu belirtmesi (Buhârî, Rikâk, 28) bunu daha anlaşılır kılmaktadır. İslâm’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl herşey Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden sevap alacaNisan / 2007 ğını ve cennete gideceğini bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir beklentisi olmamalıdır. Mümin, Allah buyruğunu yerine getirmek için ve erdemli yaşamanın gereği olduğundan dolayı bir eyleme girişir. Nitekim Kur’an insanın emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını ister. (Hûd 112) Hatta ahlâkî davranışın sağladığı yararın bir başkası tarafından bilinmesi bile şart değildir. Hz. Peygamber’in sağ elinin verdiğini sol eli bile bilmeyen kimseyi ahirette Allah’ın gölgesinde gölgelenecekler arasında sayması (Buhârî, Cemâa, 8) ile bir karşılık beklemeksizin infakta bulunanların “onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler. ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.’ (derler)” (İnsan 8-9) ayetiyle övülmesi, bu hakikatin ifadesidir. Kur’an, bu övgüsü yanında, iyilik ve kötülüklerin karşılığının öteki âlemde olduğunu tekrarlayarak, kişinin dünyevî bir beklenti içine girmeden ebedî mutluluğu için çaba sarf etmesini ve elini kötülüklerden çekmesini ister ve şöyle buyurur: “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.” (Fussılet 46) “Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki: Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 8-10) İnsanın takip etmesi gereken hayat çizgisi bu şekilde sunulurken, Kur’an’da “ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) diye tanımlanan, kendisinin de güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini belirten Hz. Muhammed “nasıl bir yaşam sürmüştü” veya “niye bizlere örnek olarak takdim edilmektedir” şeklindeki sorunun basit cevabı yaşam öyküsünde yatmaktadır. İslâm öncesi hayatına dair yapılan bütün çalışmalar, onun nübüvvet görevi verilmeden önce de erdemli ve evrensel ahlâkî değerlere uyan bir yaşamı olduğunda hemfikirdirler. İnanç noktasında hiçbir zaman putlara tapınmadığı gibi, toplumunda yaygın olan zina ve içki gibi daha sonra getireceği din tarafından men edilecek olan fiilleri de işlememişti. İslâm’a davete başladıktan sonra aklî melekelerinde zafiyet oluştuğu iddiasıyla aklını kaybettiği veya büyülendiği gibi ithamlara (İsra 47, 25) maruz kalmasına karşın, ahlâkî noktada en küçük bir eleştiriye düçar olmaması dikkatleri üzerinde toplamamız gereken bir husustur. Hele de Mekke gibi oturmuş bir devlet nizamının olmadığı bir toplumda, anne babasını kaybetmiş bir insanın kendisini koruyabilmesinin zorluğu ortadadır. Hz. Muhammed (s.a.v) bunu başarmış bir insandır. Kırk yaşına kadar sürdürdüğü kervan faaliyetleri sırasında da onun bireysel yaşamını eleştiren en küçük bir emâre yoktur. Bu olmuş olsaydı, Mekkeli müşriklerin ilk önce bunu Hz. Muhammed’in (Beyhakî, X/191) 33 karşısına çıkaracakları ve daveti başlamadan akamete uğratacakları açıktır. Esasında Hz. Muhammed’in İslâm öncesi erdemli hayatı müşriklerce de kabul edilmiş bir olguydu. Onun emin sıfatıyla anılması, erdemliler kulübü Hilfu’l-fudûl’da yer alması, ticaretteki başarısı ve dürüstlüğü nedeniyle Hz. Hatice’nin işlerini deruhte etmesi, -Kabe’nin tamiratında Hacer-i Esved’i yerine koymada önerdiği yöntemin herkesçe kabul edilmesi örneğinde olduğu gibi- insanları onore eden tutum ve davranışlarıyla toplumda saygınlık kazanmıştı. Çocukluğundan itibaren doğru sözlü, güvenilir, dürüst, şefkatli ve yardımsever bir insan olarak tanınmıştı. İlk vahiy meleğiyle karşılaştığında korkarak Hz. Hatice’nin yanına geldiğinde eşinin onu teskin eden şu sözleri İslâm öncesi Mekke dönemindeki Hz. Muhammed’i özetler mahiyettedir: “Öyle deme, sevin! Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, sözün doğrusunu söylersin, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hakk yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısında (halka) yardım edersin.” (Muslim, İman, 73) Şüphesiz Hz. Hatice’ye bu sözleri söyleten sebep, Rasûlullah’ın hayatında ortaya koyduğu davranışlardı. Zengin bir dul olma- 34 sına karşın, kendisinden onbeş yaş küçük, maddi durumu da yerinde olmayan bir insanla evlenmesi de onun dürüstlüğü, olağanüstü ahlâkî duyarlılığı ve etkileyici diğer ahlâkî meziyetleri nedeniyleydi. mescitlerin yapımında, Hendek Anlaşılan o ki, Hz. Muhammed (s.a.v) İslâm öncesi dönemde, bireysel yaşamında ahlâkî duyarlığa sahip olması yanında, toplumun erdemler açısından daha iyi bir düzeye gelmesi ve güzelleşmesi için de çözümler aramakta ve bu hususta düşüncelere dalmaktaydı. Mekke’yi kuşbakışı süzebildiği Hira mağarasına zaman zaman çıkması, Mekke toplumunun dinî ve ahlâkî çöküntüsünden kaçması kadar toplumsal çöküntüye çözüm üretmek adına tefekkür etmek olarak da değerlendirilmelidir. Burada halktan uzak çok küçük bir mağarada derin düşüncelere dalmış, bunlardan birisinde peygamberlik görevine mazhar olmuştur. Çözüm arayışına yönelik içten gayretinin karşılığını adeta nübüvvet mükafatıyla almıştır. Vahye mazhar olmasından sonra bir daha o mağaraya asla geri dönmeyecektir. Çünkü sorunlara çözüm için düşünme safhası geçilmiş, artık eylem zamanı gelmişti. Tarihi görev başlıyordu. luk dünyası ise hepimizin ma- İslâm sonrasında da, insanlara hem hak dini anlatmak hem de yaşamıyla örnek olmak gibi büyük bir yükün altına giren Son Elçi, sadece istemiyor, bizzat kendisi de yapıyordu. Hicret sırasında Kuba ve Medine’deki muharebesinde hendeklerin kazılmasında fiili olarak yer alması, çalışan müminlere destek olmak için güzel sözler ve edebî şiirler söylemesi bunun küçük örnekleridir. Onun kullumudur. O böylece bedenen çaba sarf ederken diğer taraftan da Allah’tan yardım istiyordu. “Allah’ım! Ahlâkın, amellerin ve arzuların kötülerinden sana sığınırım.” (Tirmizî, Daavât, 126), “Allahım! Beni en güzel ahlâklı olmaya yönelt. Gerçekten sen ahlâkın en güzeline yöneltirsin. Benden kötülükleri gider, çünkü kötülükleri ancak sen giderirsin.” (Tirmizî, Daavât, 32) Her yıl doğum gününde anarak imanımızı güçlendirdiğimiz ve ona olan sevgimizi daha bir pekiştirdiğimiz o Elçiyi görme imkanımız olmadı. Bunu kıyamete saklıyoruz. Ancak, onun ahlâkının kılavuzu olan Kur’an ile yaşamını bizlere en ince ayrıntısına kadar sunan hadis kitapları elimizin altında. Ayrıca, onun nasıl bir hayat sürdüğüyle ilgili hepimizin az çok bilgisi de var. Sorun esasında bilmekte değil, bu bilgileri yaşamımıza geçirebilmekte. Onun hayatını okurken “ben nasılım” sorusunu kendimize sormaya cesaret edebiliyorsak, “elhamdülillah” demeye de hakkımız var demektir. Somuncu Baba Mirac-ı Güzin “Nice bin yıllık yola, bir demde vara gele; Yunus aydur kim ola, Muhammed’dür o mutlak..” Yunus Emre Zaman-mekân ötesi, semâvî bir yürüyüş Varmadı bu makama beşere ait bir düş Yükseldi müntehâya, mücerret bir merdiven Şaşakaldı kâinat, şaşakaldı aşk ü fen Bürüdü varlığını esenlik iklimi kut Ağdı arş-ı âlâya melek kanatlı bulut Ürperdi sevgi ile efsunlu şeffaf perde Bu mucize-yolculuk yazılıydı kaderde Eşlik etmek istedi, Ol Şâha ulu kaya Hayran kaldı gök ehli, müstesna buluşmaya Sınır yok kudretine, bilinmezi bilenin Gerçekleşti vuslâtı, Sevenle-Sevilenin Aşkınlıkta son safha, kasem olsun ki asra Esrarlı hadiseye, delil Sure-i İsrâ.. Olcay YAZICI Mart / 2007 35 Çiçek Açmıyor Seccademizde... Biz unuttuk Merhamet rahmet olup yağmıyor avuçlarımıza Şükür çiçek açmıyor seccademizde Cesaret dillenmiyor yüreklerimizde Sabrımız Yakup’çasına bilenmiyor Şimdi perme perişanız gözlerimiz ıslak Bombalar yağıyor üzerimize Gül mevsimine inat Yüreklerimiz bir çöl kadar kurak Bizi affeder misin? Kokun çok uzaklardan bizi çağırır Sahte medeniyetler taş duvarlar örmüş aramıza “Güllere vurgunum, güllere sevdalı” diyen ezgi tadınca Gül koklamak usulünü unutsa da ruhumuz Gül yüzünün hatırına senden af diliyoruz. Kurak iklimlerimizi kuşanıp senin iklimine sığınıyoruz Ve...Acılar üşüşmüşken yüreğimize Üstümüzde kara bulutlar Ne olur ey Rasul, yağ üzerimize. Bizi affeder misin? Dokun ne olur yüreğine zamanın Her yanı güller sarsın, gece ağarsın Çağlasın yüreğimiz şefkatinden nurundan Yenik kentler üstüne taze gelmiş baharsın. Kavl ü kararımız üzre Gel ümmetim der misin? Bizim unutmuşluğumuzu unutup Bizi affeder misin? 36 Somuncu Baba Bu firaktan Bu gönül biçare, bu gönül yaslı Yerle gök arası gel-gitlerdeyiz Yıldızı alınmış geceler gibi, Işık değmemiş yüreklerin karasını Aklamamış günlerdeyiz. Çağır bizi uzaktan bir ikindi vaktinde Asrın karanlığına inat Akla karalarımızı. Gözlerimiz görmüyor gönüllerimiz paslı Sağalt yaralarımızı Bu gönül Beytullah, bu gönül yüce Lâkin unuttuk değerlerimizi Dolaşmıyor aramızda Rahmanın kutlu sesi Hayli zaman oldu, dargındır bize Zindan olmuş kelimeler ülkesi can vermez söze Ey sevgili, adı güzel kendi güzel Muhammet, Heybesi boş, ruhu sarhoş ümmetini Bundan böyle sever misin? Sensizlikten kavrulmuş toprağımız, ruhumuz Bizi affeder misin? Soyunduk tüm güzel elbiselerimizi. Ötelerin ötesine uzanamadı ellerimiz. Yollar birer tuzak.. Günler geceler zamanın tespihine Usulca dizilirken Aydınlık bize uzak.. Pusulalar doğruyu göstermiyor artık Bağlamışlar güçsüzün ellerini Adalet her yerde yasak İşte o kavl ü kararımız üzre.. Gel ümmetim der misin, O zaman olduğu gibi Bizi yine sever misin? Bizi affeder misin? Mürsel GÜNDOĞDU Nisan / 2007 37 Röportaj Konuşan: İbrahim YARIŞ Prof. Dr. İsmail Yiğit: “Hz. Peygamber Bize Canımızdan Daha Yakındır” Peygamber sevgisi nedir ve niçin önemlidir? P eygamber sevgisi imanın tabii bir sonucu ve dini bir zorunluluktur. Hatta Müslümanlar, Hz. Peygamber’i kendi canlarından daha fazla sevmekle mükellef kılınmıştır. Bu gerçek Allahu Teâlâ tarafından yüce kitabında şu kesin ifadelerle bildirilmiştir: Prof. Dr. İsmail Yiğit Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 1951 yılında Burdur’da doğdu. 1970 yılında Burdur İmamHatip Okulu’ndan, 1974 yılında da Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldu. Askerlik görevini yaptıktan sonra 1976 yılında Narman Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Bu okulda bir süre yönetici olarak da görev yaptı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki görevine, Yüksek İslâm Enstitüsü döneminde, 1977 yılında asistan olarak başladı. 1981 yılında bu Enstitü’ye öğretim üyesi olarak atandı. 1983 yılında M.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırladığı ‘Emeviler’de İlmi Hareket’ adlı teziyle doktor oldu. 1991 yılında doçent, 1998 yılında da profesör ünvanını aldı. 38 “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır, eşleri de onların anneleridir.” (Ahzâb Sûresi, 33/6). Habibullah (Allah’ın sevgilisi) Sevgili Peygamberimiz de, kendisine karşı sevgi, bağlılık ve itaat bakımından gösterilmesi gereken bu yakınlığın önemine dikkat çekmiş ve peygamber sevgisinin imanla iç içe olduğunu vurgulamıştır: “Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece, o kimse gerçek manada inanmış olmaz.” (Müslim, “İman”, 69-70). “Sizden hiç biriniz, beni babasından evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz” (Buhârî, İman 8). Ayrıca Allahu Teâlâ, “Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ, 4/80), “Ey Muhammed deki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/31) buyurarak, Peygambere itaatın kendisine itaat olduğunu bildirmiş, rıza ve sevgisini kazanmayı Hz. Peygamber Efendimiz’e itaat şartına bağlamıştır. Somuncu Baba Bu ayet ve hadislerden açık olarak anlaşıldığı üzere, mü’minler, Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanabilmek için, Hz. Peygamber’i (s.a.v) sevmek ve onun yolundan gitmek durumundadırlar. Dolayısıyla mü’min olup da onu sevmemek gibi bir şey mümkün değildir. Böyle bir durum, ancak ilim, iman ve irfan zafiyetiyle izah edilebilir. Hatta Müslümanların, gerçek kurtuluşun ona inanmak, onu sevmek ve bütün güzel davranışlarında onu örnek almak dışında bir reçetesi olmadığını bilmek zorunda olduklarını düşündüğümüzde, onu sevmemenin, ilim, iman ve irfan zafiyetinden de öte bir durum olduğu söylenebilir. Müslümanın Hz. Peygamber’e karşı görevlerini, diğer bir ifadeyle gerçek bir mü’min olmasının şartlarını, ona inanmak, Nisan / 2007 itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü selâmla anmak şeklinde sıralamak mümkündür. Allah Rasülü (s.a.v) bütün İslâm coğrafyasında aynı şekilde anılıp seviliyor mu? Kesinlikle öyle! Peygamber sevgisinin dindarlığın olmazsa olmaz bir şartı olduğunu bilen bütün Müslümanlar inançlarının bir gereği olarak Sevgili Peygamberimiz’i sever ve anarlar. Onu anmak ve salâtü selâm getirmek, bilindiği gibi, ibadet ve dualarımızla da iç içedir. Allahu Teâlâ, kendisinin ve meleklerin Rasûl-i Ekrem’e salavât getirdiklerini haber verdikten sonra, mü’minlere hitapla, “Ey mü’minler! Siz de ona çokça salât ve selâm getirin buyurarak” (Ahzâb sûresi, 33/56), Müslümanlara Hz. Peygamber’i say- gıların en yücesiyle hatırlamalarını emretmiştir. Dolayısıyla, bütün Müslümanların Sevgili Peygamberimiz’i hatırlarından çıkarmama gibi bir sorumlulukları da bulunmaktadır. Türkler’in peygamber sevgisinin daha fazla olduğu söylenir, örneğin naatların büyük bir kısmını Türk asıllı Müslüman şairler yazmış. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bütün Müslümanların Hz. Peygamber’i sevdikleri gerçeğinden hareketle, Müslüman toplumları peygamber sevgisi bakımından mukayese etmenin doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Ona övgü sadedinde yazılan şiir türlerine gelince, başta Arapça, Türkçe ve Farsça olmak üzere Müslümanların konuştuğu çeşitli dillerde binlercesi yazılmıştır. Hangi 39 Hat: Aziz Efendi dilde yazılanların daha çok olduğunu öğrenmek de uzun ve ince bir araştırmayı gerektirir. Günümüz insanı Efendimizin en çok hangi özelliğine ihtiyaç duymaktadır? Bu sorunuzun cevabı çok farklı şekillerde verilebilir. Günümüz insanı, onun hangi özelliklerine muhtaç değil ki? Yani ihtiyaçların sıralanması kişiye göre değişir. Bu cevaplardan biri, günümüz Müslümanlarının, “Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak üzere gönderildim” (Müsned II, 381), diyen o güzel ahlâk timsalinin 40 “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” Kalem/4 en çok güzel ahlâkına muhtaç oldukları şeklinde olabilir. Onu üstün bir ahlâkla donattığını (Kalem sûresi, 68/4) hatırlatan Allahu Teâlâ, onu Müslümanlar için örnek bir şahsiyet ve bir rehber yaptığını bildirmiştir (Ahzâb suresi, 33/21). Peygamber Efendimiz de, mükemmel imanın ancak güzel ahlâklı olmakla sağlanabileciğini (Ebu Davud, “Sünnet” 15) ve ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu (Buhârî, “Edeb”, 38) söylemiştir. Müslümanların onun ahlâkıyla ahlâklanma hususunda göstereceği ciddî bir gayretin, beraberinde yeni bir dirilişi getireceği muhakkaktır. Dünya Hz. Muhammed (s.a.v)’i yeterince tanıyor mu? Müslümanlar kendi Peygamberlerini hakkıyla tanıtabiliyorlar mı? Bu iki sorunuzun cevabı da hayır. Ne Müslümanlar dışındaki insanlık onu yeterince tanıyor, ne de biz Müslümanlar onu tanıtma görevini lâyıkıyla yürütebiliyoruz. Onu doğru bir şekilde tanıyan gayrimüslimlerden önemli bir kısmının, onun Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğunu anlayıp ona iman ettiği bir gerçektir. İslâm’ın tüm güzellikleri, Sevgili Peygamberimizin tanınSomuncu Baba masıyla anlaşılmaktadır. Diğer din mensuplarının ona karşı genellikle olumsuz bir tavır takınmaları, onu ne kadar yanlış ve eksik tanıdıklarının açık bir göstergesidir. İkinci sorunuzun cevabına gelince, biz Müslümanlar olarak onu hakkıyla tanımıyoruz ki, lâyıkıyla diğer din mensuplarına tanıtabilelim. Biz onu hakkıyla tanıyıp örnek alsaydık, İslâm dünyası hiç şu anda içinde bulunduğu durumda olur muydu? Onu doğru bir şekilde tanıyıp ona lâyık bir ümmet olsaydık, birlik ve beraberlik ruhunu bu derece kaybeder miydik? Bu derece geri kalır, bu derece ahlâkî çöküntüye düşer miydik? İslâm dünyasının durumu, bir yandan onu yeniden tanımaya ne kadar muhtaç olduğumuzu, diğer yandan da bu halimizle onun diğer din mensuplarınca doğru bir şekilde tanınmasını engellediğimizi açıkça göstermektedir. Çünkü onu gerektiği şekilde tanıdığımız takdirde, tanıtmamız da kendiliğinden ardından gelecektir. Kutlu doğum haftası etkinlikleri son yıllarda hız kazandı. Bu etkinliklerde gözünüze takılan eksiklikler nelerdir? Hoşunuza giden tarafları nelerdir? Bu etkinliklerin yoğunluk ve hız kazanıp adeta bir şölen havası içinde yaşanması; ayrıca toplumun her kesimince rağbet görmesi şüphesiz ki, son derece sevindiricidir. Bütün bunlar, Sevgili Peygamberimiz’e karşı olan derûnî muhabbetin bir yansımasıdır. Keşke bu etkinNisan / 2007 likler, bütün yılı içine alan bir takvime yayılabilse! Peygamber hatırası bütün zamanlarda canlı tutulabilse! Ancak sadece bu etkinliklerin, Peygamberimiz’i yakından tanımaya yetmeyeceği de unutulmamalıdır. Onu daha yakından tanımak için hakkında yazılmış güvenilir eserleri okumak son derece önemlidir. Onun Kur’an, sünnet ve siyer kaynaklarında anlatıldığı şekliyle bilinmesi gerekir. Akademik dünyada Peygamber Efendimiz ile ilgili çalışmalar hakkıyla yapılabiliyor mu? Ya da yapılan çalışmaların yayımlanması ile ilgili teknik sorunlar var mı? Yani arşivlerde, kütüphanelerde kalan çevrilmeyen kitaplar ya da makaleler var mı? Hz. Peygamber’in hayatı, Müslüman âlimlerin hakkında en fazla çalışma yapıp eser yazdığı ilim dallarından biridir. Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra başlayan bu çalışmalar, günümüze kadar devam etmiş, bundan sonra da devam edecektir. Bu alanda yazılan eserlerin önemli bir kısmı yayınlanmış olmakla birlikte, kütüphane raflarında yayınlanmayı bekleyen çok sayıda eserin bulunduğu da bir gerçektir. Hz. Muhammed (s.a.v) hangi milletten idi. Kimi insanlar Peygamber Efendimiz’in Arap olmadığını söylüyorlar. Bu doğru mu? Hayır bu doğru değil. Peygamber Efendimiz, kesin olarak bilindiği şekilde, Hz. İsmail neslindendir ve Arap’tır. Hz. İsmail’in nesli ise, Araplar’ın iki büyük kolundan biri olup Arab-ı Müsta’ribe diye isimlendirilmiştir. Peygamber Efendimiz’in Hz. İbrahim-Hz. İsmail evladından olduğuna, bu iki peygamberin Kâbe inşaatını tamamladıkları sırada yapmış oldukları dua dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de de işaret edilmektedir: “Ey rabbimiz, soyumuzdan gelecek Müslüman ümmet içerisinden bir peygamber gönder ki, onlara Kur’an âyetlerini okusun, kitabı ve hükümlerini öğretsin. Onları günahlardan temizlesin. Muhakkak ki Sen, Aziz ve hakimsin.” (Bakara sûresi, 2/129). Peygamberimiz de kendi soyu hakkında bilgi vermiş ve bu konudaki hadislerinden birinde şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ, İbrahim’in oğullarından İsmail’i, İsmail’in neslinden ise Kinâne boyunu, reyş Kinâneoğulları’ndan oymağını, Ku- Kureyş’ten Haşimoğulları’nı, Hâşimoğullarından da beni seçmiştir.” (Müs- lim, “Fezâil”, 1). Verdiğiniz bilgilerden dolayı çok teşekkür ederiz hocam. Asıl ben teşekkür ederim. Somuncu Baba Dergisi okurlarını kalbî muhabbetimle selâmlarım. Kutlu Doğum günlerinin hayırlara ve rahmete vesile olmasını niyaz ederim. 41 Na’t Seninle ulaşılır darlıktan genişliğe; Gafletten, dalâletten hidâyete, Efendim! Söz ve hareketlerin hikmetlerle doludur; Yolunda kavuşulur saadete, Efendim! Bizim ki, fânilikte, maksadımız ne ola. Maksadımız Allah’ı tanımaktır, Efendim. Güzelliğini cilt cilt kitaplar anlatamaz; Ben, nasıl anlatayım, mısralarla, Efendim! Saçının bir telini övmeye güç mü yeter; Ben, haddini bilmeyen, bîçâreyim, Efendim! Seni ancak hakkıyla Rabbimiz övebilir; Kelimelere nasıl sığdırayım, Efendim! Tek kapı senin kapın, bana teselli veren; Orda kölelik bile bana yeter, Efendim! Başka kapılardaki tantana neye yarar; Eşiğine konan baş, Arş’a erer, Efendim! Bütün ömrün boyunca kahkahayla gülmedin; Gülersem, cümle âlem, bana ne der, Efendim! Mahzûnsun hep, ümmetim, mahzun olmasın diye; Ne çıkar fâni dünyam, olsa heder, Efendim! M. Halistin KUKUL Fotoğraf: İ. Hakkı Demir 42 Somuncu Baba Doç. Dr. Bünyamin ERUL Abdullah b. Ebî Rabîa Adı : Abdullah (önceki adı Bahîr veya Buceyr idi, Hz. Peygamber değiştirdi.) Künyesi Ayrıcalığı : Mekke’nin fethinde, Hz. Ali’nin kız kardeşi Ümmü Hani’nin evine sığınmış ve onun himayesine girmişti. Hz. Ali onu öldürmek istemişse de, Hz. Peygamber, “Senin güvence verdiğine, biz de verdik” diyerek Ümmü Hani’nin verdiği emanı kabul etmişti. : Ebû Abdirrahman Doğum yılı : Tespit edilemedi. Doğum yeri : Mekke Baba adı : Amr veya Huzeyfe, Ebû Rabîa b. el-Muğîre el-Mahzûmî Anne adı : Esma bint Mahreme/Muharribe. Eş(ler)i : Bint Hafs b. Muğîre (çocuğu olmamış). Akrabaları : Ayyâş b. Ebî Rabîa’nın öz kardeşidir. Ebu Cehil ise anne bir kardeşiydi. Oğulları : Ömer (meşhur Arap şairidir), İbrahim, İsmail, Abdurrahman, Hâris, Hars, Muhammed, Ebû Bekir Kızları : Ümmü Hakîm, Kabilesi : Kureyş’in Mahzum boyundan İslâm’a girişi : Mekke’nin fethinde H. 8. yıl. Sohbet süresi: 2 sene Rivayeti : Hz. Peygamber’den 1, sahabeden birkaç rivayeti vardır. Oğulları nakletmiştir. Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Yemen Mesleği : Kureyş’in eşrafından, baharat ticareti yapan zenginlerindendi Hicreti : Medinelilerden sayıldığına göre hicret etmiş olmalıdır. Fiziki yapı : Yakışıklıydı. Mizacı : Hitabeti, siyaseti iyi idi, mutedil biriydi. Ömrü : Orta yaşın üzerinde olmalı. Ölüm yılı : H. 35 Ölüm yeri : Mekke yakınlarında Ölüm sebebi : Hz. Osman’ı öldürmek üzere yapılan kuşatmayı kaldırmak üzere Medine’ye gelirken, devesinden düşerek öldü. Nisan / 2007 Sözleri : Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri almak için giden heyetin içindeydi. Amr b. el-As’ın sert ve kurnazca planlarına karşı çıkmış ve “Yapma! Her ne kadar onlar bizim muhalifimiz iseler de, onlarla akrabalık bağlarımız var” diyerek yumuşak bir politika izlemişti. Savaşları : İslâm öncesi, Uhud savaşında müşrik okçusuna kumanda etti. Görevleri : İslâm öncesinde çeşitli diplomatik heyetlerde bulunmuştur. Hz. Peygamber de onu Yemen’in Cened vilayetine vali olarak atadı. Hz. Ömer, daha sonra San’a’yı da ona bağladı. Hz. Osman döneminde de bu görevini sürdürmekteydi. Hadisleri : “Rasulullah (s.a.v) benden 40 bin dirhem borç almıştı. Bilahare gelip onu ödedi ve bana: “Allah senin aileni ve malını bereketli kılsın. Borcun bedeli, onu ödemek ve teşekkür etmektir” buyurdu. Hakkında : Sabah namazının iki rekât (sünnetini) kaçırmış ve bunun için bir köle azad etmişti. Hastalandığında, boşadığı eşini mirasından alsın diye tekrar nikâhlamıştı. 43 44 Somuncu Baba Edebiyat Musa TEKTAŞ Gönülleri Saran Muhabbet B ir Cuma günü, takvimler kameri hesapla Rebiü’l-evvel ayının onikinci gününü gösteriyordu. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, Darendeli âlim Hacı Esat Efendi, Korkmaz Hafız ve Muhyiddin Tütüncü ile oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir yandan çaylarını içerken bir yandan da konu Sevgili Peygamberimizin kutlu doğumuna gelmişti. Hulûsi Efendi Hazretleri büyük bir heyecan ve muhabbetle anlatmaya başladı. Özetle siyer bilgilerini hatta, mevlid-i şerifte anlatılan veladet bahsini açıklıyordu: Peygamberimizin Nuru “Efendi Hazretleri ‘Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ‘Beni vefatımdan sonra ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibi olur. Şefaatim ona vaciptir.’ müjdesini vermiştir. Büyüklerimiz de hep bu duygu ve hassasiyetle mübarek ravzasını ziyaret etmişlerdir.” “Rebiü’l-evvelin onikinci Pazartesi gecesi Mekke-i Mükerreme’de Benî Hâşim mahallesinde Peygamberimizin nuru cihanı aydınlattı. Yani Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v) efendimiz dünyamıza ayakbastı. Allahu Teâlâ ve tekaddes Hazretleri bu yeri ve bu gökleri ve başka nesneleri yaratmadan önce kendi nurundan Peygamberimizin nurunu yaratmış ve Adem aleyhi’s-selâmı topraktan halk ettikten sonra ona tevdi etmiş idi. Bu nur daima Adem (a.s)’in alnında ondaki nurların hepsinden ziyade parlar idi. Bu nur; Âdem (a.s)’den, Şit ( a.s)’e geçti. Ondan da Peygamberimizin babalarına geçe geçe en sonra büyük babası Abdulmuttalib’e ve ondan da kendi babası Abdullah’a geçmiş idi. Babası Abdulmuttalib, Abdullah’a Kureyş’in en asil kızlarından biri olan Âmine’yi almış ve kadınların en bahtiyarı olan bu kadın ezelden beri gelen “Nur-ı Muhammedî”ye hamil olmuş idi. “Nur-ı Muhammedî”nin bu kadına intikal eylediği gece yerler, gökler sevinç içinde kaldı ve gök kapıları açıldı ve Nisan / 2007 45 âlemlere rahmet saçıldı. Peygamberimiz anne karnında iki aylık iken babası Abdullah Medine’de vefat etti. Melekler Allahu Teâla’ya niyaz edip “Ey bizim İlâhımız..! Ey bizim Rabbimiz..! Peygamberin yetim kaldı.” dediler. kimseye göstermeyin.” diyordu. Odamda birçok cennet kuşları uçuşuyorlardı.” Onikinci Gece Korkmaz Hafız bu arada; “Efendim Darendeli Salih Nihanî Hazretleri Mevlidinde bu hususu şiir diliyle şöyle tarif ediyor, dedi: Allahu Teâlâ bunlara; “Onun koruyucusu ve görüp gözeticisi benim...” buyurdu. Altı aylık iken Rebiül evvel ayının bil anda validesi Âmine anamız bir rüya Onikini gece zahir zamanda görmüş ve kendisine; dünyanın en hayırlı evladına yüklü olduğu Yalınız kendi hanem bucağında müjdelenmiş ve doğduğu zaman Kuud etmiş idim bil ânı sende adını “Muhammed” koyması söylenmiş idi. Âmine validemiz diEvimden çıktı bir nûru mualla yorlar ki: Günüm dolduğu zaman Semaya fer verip doldu mücella ben evde yalnızdım. Kayın babam Abdulmuttalib Kâbe’yi tavaf ediGözüm açıp görürem ki hevada yordu. Bu sırada büyük bir gürültü Döşenmiş sündüsü hadra âmade duydum yüreğimi ağzıma getiren, heyecan içinde kaldım, arkamı bir Melekler hep bu hizmeti görürler akkuş, kanadıyla sığadı. Bende bu Kamusu şaduman hurrem dururlar helecan ve korkudan eser kalmadı. Bir de baktım ki bana kardan ak ve berrak soğuk bir şerbet sundu- Dahi hem üç alim oldu nişane Ne yerde olduğun kıldı beyane lar. Bu şerbeti içtim. Baştan aşağı dek nur kesildim. Fidan gibi boylu İkisi şark-ı garpda hikmet-i Hakk güzel kadınlar çevremde dolaşıyor Biri Ka’be damında kudret-i Hakk ve beni kuşatıyorlardı. Benden başka, evde kimse yoktu. Bunlar Bu hâlâta mukarın ey Dilâra benim halimi nereden duydular? Yine âsarı hikmet oldu icrâ Nereden geldiler? diyorken bu kadınlardan biri kendisinin “Asi- … ye” olduğunu, öteki de “Meryem” Hulûsi Efendi Hazretleri Âmihatun olduğunu söyledi. Ben korne Validenin anlattıklarını nakletkuyordum. Fakat her dakika birbimeye devam etti: rinden daha büyük daha korkunç “Gözümden perde çekilmiş ve gürültüler duyuyordum. önümdeki âlem değişmişti. YerBen bu hallerin içinde iken yüzünün her tarafı bana açılmış beyaz bir kumaştan havada bir ve her mana önümde açılmıştı. döşek döşendi, yine havada elleBiri maşrıkta biri mağripte biri de rinde gümüşten ibrikler bulunan Kâbe’nin üzerinde üç bayrak dibirtakım kimseler görüyordum. kilmiş olduğunu gördüm.” Bunlarla beraber yine havada gördüğüm bir kimse de “Alın onu, Daha sonra, bu hususu İhram- 46 cızâde İsmail Hakkı Hazretleri “Yâre Yâdigar” adlı eserinde şu şekilde nazmeder: Tıfl-ı mes’ûd aleyhisselâm Geldi dünyâya neşretdi selâm Ve hem anda andı ümmetlerini Hudâya arz etdi minnetlerini Koyup başın yere secde eyledi Cihan pür-nûr oldu felek oynadı Necîb ümmet buldu o an râhmeti Duâsının kabulünün idi nûr alâmeti Umûm parmakların örtük tutardı Şehâdet parmağıyla tevhîd ederdi İşbu işâretler olmuşdu kabûl Ki ortaya geldi bir dîn- i makbûl Dîn-i Muhammeddir bu tâk-ı eyvâ n Hakk’ın celâliyle gösterdi bürhân O anda dedi hem Allâhu Ekber Ve sübhânallâhi ederdi ezber Manzumeyi okuduktan sonra Âmine Validenin kelamına döndü tekrar: “Bu esnada, Muhammed’i doğurdum. Doğar doğmaz secdeye kapandı. Cenâb-ı Hak’a yalvarır gibi iki parmağını göğe kaldırmıştı. Gökten bir akbulut geldi onu sardı, bu sırada birinin ona “Âdem’in yaratılışını, Şit’in ma’rifetini, Nuh’un şecaatini, İbrahim’in Allah (c.c) dostluğunu, İsmail’in lisanını, İshak’ın rızasını, Salih’in safvetini, Lût’un hikmetini, Yakub’un müjdesini, Musa’nın şiddetini, Eyub’un sabrını, Yusuf’un taatini, Yu’şa’nın cihadını, Davud’un koSomuncu Baba “Seyyidi-i kâinat Efendimiz bir gece saadetli hanelerinde iken Cebrail Aleyhisselam’ın kanat seslerini duydu kalkıp muntazır oldu. Cebrail Aleyhisselam yanına gelerek görüştüler. Allah’ın emri ile mübarek elinden tutup, Bahta-i Mekke’ye çıkardı. Orada kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bilcümle ümmet-i Muhammed’in bütün amellerini ve günahlarını her yönüyle gösterdi. Peygamberimiz ümmetinin günahlarının bu kadar çok olmasına mahzun olarak üzüntü içerisinde geri döndü. Çok geçmeden İsrâ Sûresinin 79. Ayeti; “Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırsın.” ve Müzzemmil suresinde; Hat: M. Nuri Sivâsî runuşunu, Danyal’in muhabbetini, İlyas’ın vakarını, Yahya’nın ismetini ve İsa’nın zühdünü ve bütün peygamberlerinin güzel huylarını ve faziletlerini verin...” dediğini işittim. Sonra bu akbulutun içinden çıktı. Baktım ki sıkı sıkı bir yeşil ipeğe kundaklanmış, ay parçası gibi yüzünde nur parlıyordu... Misk gibi güzel bir kokusu var. Bu arada üç kimse göründü. Birinin elinde gümüşten bir ibrik var. İkincisinin elinde zümrütten bir tas var. Üçüncüsünün elinde beyaz ipekten bir kumaş var. Bu kumaşı bu kimse açtı. İçinden bakanları hayran edecek kadar güzel bir mühürü çıkarıp bu gümüş ibrikten Nisan / 2007 yedi kez yıkadı. Sonra bu mühür ile oğlum Muhammed (s.a.v) ‘in arkasını, iki küreği ortasından mühürledi. Ve tekrar kundaklayarak oğlumu bana verdi.” Mahzunluktan Mesrurluğa Bu arada Hacı Esat Efendi; “Hulûsi Efendi, Peygamberimizin mucizelerinden Miracın bir çok hikmeti vardır. Bunlardan gece ibadetiyle olan kısmı bir sohbetinizde yâd etmiştik. Lütfen tekrar anlatabilir misiniz?’dedi. Hulûsi Efendi; “Mustafa Tâki Pîr Efendimiz “Tarih-i Nûr-i Muhammedi” adlı eserinde, bu hususu şöyle dile getirir diye bir kez daha anlattı: “Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir” ayetleri nazil oldu. Bu ayeti kerimelerle Peygamberimizin seçilmiş ümmetinin günahlarının ancak tam bir ibadetle bağışlanacağı müjdelendi. Makam-ı Mahmud ve büyük şefaat sahibinin şefaatına mazhar olacaklarına işaret edildi. Mücahidlerin önderi, âlemlerin en sevgilisi olan o sevgili, ibadete o kadar önem verirdi ki, sabahlara kadar mübarek ayakları şişinceye kadar ayakta namaz kılardı. Tâ Hâ suresinde “(Ey Muhammed!) Biz Kur’an’ı sana sıkıntı çekesin diye değil, ancak (Allah’ın azabından) korkacaklara bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik.” emr-i ilâhisinin tebşiriyle teselli edildi. “Ümmetinin günahlarını gör- 47 mekle mahzun oldun, melekût âleminde benim rahmet deryamı da müşahede et ki; o çok gördüğün günahlar o deryaya nisbetle bir katre olur mu? bilesin,” fermanıyla Habib-i Kibriya Rabbin huzuruna davet olundu. Miracın sebeb-i hikmetinden biri de budur.” buyurdu. Bir yandan çaylar içiliyor, bir yandan bu muhabbetli sohbet devam ediyordu. Ara ara, kapıdan sessizce giren misafirler sükûnetle bir kenara oturup sohbeti dinliyorlardı. Hacı Muhyiddin Tütüncü Peygamberimizi ziyaretin ve salâvat-ı şerife getirmenin faziletiyle alakalı bir bahis açtı. Efendi Hazretleri “Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ‘Beni vefatımdan sonra ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibi olur. Şefaatim ona vaciptir.’ müjdesini vermiştir. Büyüklerimiz de hep bu duygu ve hassasiyetle mübarek ravzasını ziyaret etmişlerdir.” dedikten sonra şu hatırayı nakletti: Ziyaretin Âdâbı Pirimiz Muhammed Ma’sum Hazretleri, Hac ziyaretinden sonra, Medine-i Münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i Nebinin nurlarının, eserlerinin görünmesi, duyulmağa başlanması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmayı hızlandırıyordu. Bunun gibi sahabe-i kiramın mübarek mezarlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vadisine gelince, Suğra’da yatan Bedir muharebesi şehidlerinden Abdülharis’in mezarını ziyarete gitti. Yanındakilerle beraber, bir 48 müddet mezarın başında murakabe eylediler. Medine-i Münevvere’ye yaklaşıldığı zaman, Muhammed Ma’sum Ürvetü’l Vüskâ Hazretleri, şevk ve hasretinin çokluğundan, nurların parlamasının ziyadeliğinden o gece hiç uyumadı. Sabahın erken saatlerinde, Medine-i Münevvere’ye geldi. Ravza-i Mübareke ve Mescid-i Şerifi ziyaret edeplerini yerine getirdiler. Orada çok şeyler gördü. Üç dört gün sonra, Medine halkından bazıları Ürvetü’l Vüska (k.s)’nın talebesi olmak, yoluna girmek isteyince, edebinin çokluğundan, öyle bir yerde, kendine talebe kabul etmek veya etmemek için, Rasûlullah (s.a.v.)’tan izin istedi. Kabr-i saadetin karşısında durup, murakabe ile meşgul oldu. O talebeleri kabul etmesi ve bu çok kıymetli iş ile uğraşması için razı olduklarını anladı. Üç Âmin’in Sırrı Hulûsi Efendi, sahabe-i kiramdan naklen de, Hz. Ömer (r.a.)’in şöyle buyurduğunu anlattı: “Duyduğuma göre; dua, sema ile yer arasında tutulur. Ta, Peygambere salavât getirinceye kadar ondan hiç bir şey semaya çıkmaz.” Enes b. Malik ise şunları söylemiştir: Rasûlullah (s.a.v.) minbere adımını attı. ‘Âmin’ dedi. Bir basamak daha çıktı: ‘Âmin’ dedi. Bundan sonra çıkmadı, kaldı. Sonra oturdu. Muaz b. Cebel, Rasûlullah’a sordu: ‘Âmin’ dediniz. Bunun mânâsı nedir? Rasûlullah (s.a.v.) şöyle anlattı: ‘Bana Cebrail geldi ve bir kimse Ramazan ayına kavuşur, günahları bağışlanmadan ölür ve bu yüzden cehenneme girerse Allah onu rahmetinden uzak etsin deyince; ‘Âmin’ dedim. İkinci olarak, bir kimse ana ve babasının sağlığına kavuştu. Onlara iyilik etmeden öldü. Bu yüzden de cehenneme gitti. Allah onu rahmetinden uzak etsin dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Üçüncü olarak, bir kimsenin yanında anıldın. Ama sana salavât getirmedi. Bu hali ile de öldü. Bu yüzden de cehenneme gitti. Allah onu rahmetinden uzak etsin dedi ben de ‘Âmin’ dedim” Muhammed b. Münkedir, Cabir b. Abdullah yolu ile gelen bir rivayette Rasûlullah (s.a.v)’ın şöyle buyurduğunu anlattı: “Ümmetimden bir kimse bana bir salavât getirirse Allahu Teâlâ ona on salavât eyler. Ayrıca, on derecesini yükseltir, on hatasını da bağışlar.” Cuma vakti yaklaşmıştı, kutlu bir doğum günü, kutlu bir hanede, muhabbetli gönülleri yadıyla anıldı… Hep birlikte Cuma namazına gittiler… ‘Âmin’ dedi Bir basamak daha çıktı, yine: Somuncu Baba Bilim ve Hikmet Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA Düşmanlarına Karşı Dostca Davranan Peygamber H z. Peygamber (s.a.v), diğer insanlara gösterdiği nezaket ve merhametin aynısını fark gözet- meksizin düşmanlarına da göstermiştir. Bir insan için yapılması en güç işlerden biri, düşmanlarına karşı âdil olmak ve kendi elinde iken onlara özgürlüklerini vermektir. İşte bu vasıf, İslâm Peygamberi’nde (s.a.v) en mükemmel şekliyle mevcuttu. Her medeniyet ve “Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine işkence ve zulmün her türlüsünü yapan Mekkeli müşriklere karşı asla intikam fırsatı aramamıştır. Aksine onun yüksek ahlâk ve şahsiyeti, düşmanları açlık ve kıtlığın cenderesine düştüklerinde, yardımı bir vazife olarak görmüştür. Hatta o, düşmanlarının fakirlerini dahi düşünecek kadar cömert ve yüce gönüllü bir uygulama yoluna gitmiştir.” toplumda düşmandan intikam almak meşrû bir hak olarak görülür ve çok az insan kendi hâkimiyeti altında iken düşmanını bağışlar. Hristiyan güçler Müslümanları mağlup ettiğinde, Endülüs’te ve Filistin’de yapılan katliamlar ve sokak sokak, ev ev, kadın-çocuk, genç-ihtiyar farkı gözetmeksizin halka kitleler halinde yapılan soykırımlar tarihin hafızasında kayıtlıdır.1 Hatta Haçlı seferlerinde, Hristiyan Bizans bile bizzat dindaşları tarafından kutsal savaş adına işgal edilip, yağmalanıp yakılmıştır. Bugün de Haçlı seferlerini yapanların mirasçıları olan Amerikalıların Kızılderili ve zencilere, Fransızların Cezayir’de Müslümanlara yaptığı katliamları, Almanların Yahudilere yaptığı soykırımları unutarak “Sevgi Medeniyeti”ni kurmuş olan bir peygamberi örnek/rehber kabul eden Osmanlı’yı soykırımla suçlamaları hangi insafa sığar. İşte bu Sevgi ve Rahmet Medeniyetini inşa eden Hz. Peygamber, bakın bunu nasıl gerçekleştirmiştir: Nisan / 2007 49 “Hebbâr b. Esved, Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’e büyük bir kötülükte bulunmuştu. Zeynep, Mekke’den Medine’ye hicret ederken hamile idi. Hebbâr onu bindiği deveden mızrağıyla yere düşürdü. Zeynep fena halde yaralandı ve çocuğunu kaybetti. Hebbâr bunun yanında daha başka suçlar da işlemişti. Bu sebeple Fetih Günü’nde, yakalandıklarında öldürülecek kişiler içinde idi. Hebbâr İran’a kaçmak istemişti. Fakat Hz. Peygamber’in affına sığınarak huzuruna geldi: “Ey Allah’ın Rasulü! Ben İran’a kaçmak istemiştim, ama senin lütuflarını ve bağışlayıcılığını hatırladım. Hakkımda duyduğun bütün şeyler doğrudur. Cahilliğimi ve suçumu kabul ediyorum. Şimdi İslâm’ı kabul etmeye geldim” dedi.” O anda merhamet duygusu her şeyin üzerine çıktı ve dost ile düşman arasında ayrım sona erdi.2 Rahmet Peygamberi’nin, yine her zaman olduğu gibi merhameti, gazabına galip gelerek, doğacak torununun ölümüne sebep olanı bağışlamıştı. Diğer kayda değer bir olay da, maları, savaşları, kısaca şiddetli mücadelesi açıktı. Mekke’nin fethi gününde, Hz. Abbas onu huzuruna getirince Allah Rasulü (s.a.v) ona sevgi ve şefkatle davrandı, saygı gösterdi. Onu geçmiş suçlarından dolayı öldürmeye yeltenen Ömer’e, Hz. Peygamber (s.a.v) engel oldu. Bir taraftan da kayınpederi olan Ebû Süfyan’ı bağışlamakla yetinmedi, aynı zamanda evini “her kim Ebû Süfyan’ın evine girerse emindir (emniyettedir)”3 diyerek Kabe’den sonraki en emniyetli yer olarak duyurdu. İnsanlık tarihinde, fatihlerin düşmanlarına bu şekilde davranışının örneklerine nadir rastlanılır.4 Savaş hakları, düşmanın can ve malına zarar verme hususlarını içine alır: Düşman öldürülebilir, yaralanabilir, esir edilebilir ve her türlü zayiat verilir. Fakat canilik ve vahşet, özellikle de bunun kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve din adamlarına yapılması, Peygamber tarafından mutlak şekilde yasaklanmıştır. Müslüman savaşçıların ölülerin organlarını kesmelerine, canlı bir mahlûku yakmalarına ve benzeri fiillerine kesinlikle izin verilmemiştir.5 Sevgi Peygamberi Hz. Muhammed, düşman tarafın küçük çocuklarının ve kadınlarının savaşa katılmamış olanlarının öldürülmelerini kesin bir şekilde engellemiş ve menetmiştir.6 İnsanlık şerefinin savaşta bile, ayaklar altına alınmasına göz yummayan Hz. Peygamber, her şeyin mubah olduğu zannedilen harpte esir düşen kadınlarla bile olsa, gayrı meşru cinsel ilişkiye girmeyi sert cezalarla yasaklamıştır.7 Son Peygamber (s.a.v), İslâm’ı kabul etmeyen, hatta düşmanlıklarını zahiren ilan edenlere de büyük bir tolerans göstermiştir. Nitekim İslâm ve Peygamber düşmanı büyük güreşçi Rukâne’nin, söz ve fiilleri karşısında Hz. Muhammed’in (s.a.v) tavrı, gerçekten büyük bir sabır ve gönül yüceliği vasfını içinde barındırmaktadır: “Rukâne Mekke’de şöhretli bir güreşçi idi. Kendisi o derece iri ve o kadar kuvvetli idi ki, şayet bir sığır yahut deve derisi yere serilse ve o bunun üzerinde ayakta dursa, halk da bu deriyi uçlarından çekip asılsa, o durduğu yerde durur, kımıldamaz Bu noktada Bosna’da Pazar yerlerinde yaşanan savunmasız sivillere yapılan katliamlar ve Irak’ta silahsız Müslüman sivili acımasız bir şekilde öldürme ve fakat deri yırtılırdı. Yine bir Bu konuda iki anlatım vardır; dardı. Onun Hz. Peygamber’e gibi olaylar kayda değer hadiseler olarak insanlığın zulüm ve (s.a.v) karşı düşmanlığı, kışkırt- vahşet tarihinde yerlerini aldılar. ayrı kimse tarafından yapılmış Allah Elçisi’nin Ebû Süfyan’a yönelik uygulamasıdır. Bedir Savaşı’ndan Mekke’nin fethine kadar Ebû Süfyan’ın yaptıklarından 50 herkes haber- gün Rukâne koyun sürüsünü otlatıyordu. Muhammed (s.a.v) kendisine rastladı ve mûtadı veçhile onu İslâm’a davet etti. herhalde bunlar aynı olayın iki Somuncu Baba Hat: Yusuf Coşkun Benefşe, Ebru: Nusret Hepgül, Tezhip: Serap Bostancı nakillerinden ibarettir. Bunlardan birine göre Rukâne onun bu ilâhî vazifesinin bir delili olarak, onlara emretmek suretiyle ağaçları yürütmesini istemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v) ona şöyle dedi: “İşte şurada bir ağaç duruyor; ona git ve benden ona, ötede duran diğer ağaca yürüyüp onun yanına gitmesini söyle!” Rukâne kendi sahip olduğu maharetten daha da emindi; ağaçların bu yürüyüşünden tatmin olmayarak Hz. Peygamber’e kendisi ile güreşmesini teklif etti. Şayet kendisini yenerse onun dinine gireceğine söz verdi. Üç Nisan / 2007 “Ya Muhammed (s.a.v)” defa üst üste sırtı yere gelmesine ve hatta ağaçların yürüdüğünü gözleriyle görmüş olmasına rağmen İslâm’a geçmedi. Geçmemekle “Kabul, ancak ben yenersem, sürünün üçte birini mükâfat olarak isterim.” Gerçekten de üç defa yenil- kalmadı, Mekke’deki putperestler arasına koştu ve onlara Muhammed’i ellerinde iyi saklamalarını ve diğer kabilelerle olan şeref ve üstünlük münakaşa ve yarışmalarında mesi ve bunun sonucu sahip olduğu sürünün tamamını kaybetmesi üzerine, karısından olan korkusu sebebiyle ağlamaya başladı. Muhammed (s.a.v) ona şöyle dedi: ondan istifade etmelerini, zira “Korkma!.. Bütün bu üç mağ- onun pek fevkalâde şeyler yapıp lubiyetin mükâfat tutarını, bu göstermeye muktedir dünyanın defalık almayı ve bütün malını en üstün sihirbazı olduğunu kaybetmeni istemiyorum. Haydi haber verdi. Diğer anlatıda ise, şimdi onları al ve selâmetle git!” onun güreş teklifi üzerine Muhammed (s.a.v) ona şöyle cevap vermiştir: Bu davranış karşısında, gördüğü mucizelerden de çok duygulanan Rukâne hemen o mahalde: 51 olmamıştı. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber, Müslüman olmayanlara da, elçi olarak vazife vermekten kaçınmamıştır.10 Hiçbir zaman, kabile ve toplulukların cebren ve silah zoruyla Müslüman olmalarını arzulamayan Peygamber (s.a.v), asla böyle bir teşebbüste bulunmamıştır. Hatta bu yönde gelen baskı ve talepleri kesin olarak reddetmiş, insanların özgür irade ve tercihleriyle İslâm’a girmelerinin ilahî yasayla uyumlu olduğunu düşünmüştür: “Amr b. Umeyr, Arabistan’ın kuzeydoğu bölgesinde oturan büyük Benû’d-Di’l kabilesi nezdinde, bir kere elçi-mübelliğ olarak gönderildi. Ancak hiçbir başarı sağlayamadan Medine’ye geri döndü. Muhammed’e (s.a.v) şifahî rapor aşağıya alınmıştır: Hat: Ali Hüsrevoğlu, Ebru: Hikmet Barutcugil “Gel Dosta Gidelim Gönül” “Sen Allah’ın Rasûlusun ve rak görev yapmış bir sahabidir. ben senin getirdiğin dini kabul Onu, Muhammed Hamidullah, ediyorum” diye haykırmıştır.8 İslâm’ın ilk siyasî temsilcisi (dip- Rukâne gibi, Amr b. Umeyr lomatı) kabul etmektedir.9 de, Hz. Peygamber’in büyük Amr b. Umeyr, Müslüman iltifatlarına mazhar olmuştur. olmadan önce, Hz. Muham- Sonradan Müslüman olan Amr med tarafından Habeşistan’a b. Umeyr, Hz. Muhammed Necaşi’ye diplamatik elçi ola- (s.a.v) önemli rak gönderilmiştir. O, bu görev bir Müslüman diplomat ola- esnasında, henüz Müslüman 52 hayattayken, “Onlara vardığımda dağınık vaziyetteydiler ve oturdukları barınaklara dönüp geldiklerinde aralarına girdim ve onları Allah ve Rasûlünün yoluna girmeye davet ettim. Fakat pek kesin bir ret ile bana karşı çıktılar.” Bunun üzerine Rasûlullah’ın etrafındakiler, onlara karşı bir cezalandırma seferi tertiplenmesini ileri sürdülerse de o bu teklife: “Hayır, onları kendi hallerine bırakınız! Şayet onların başkanları İslâm’a girecek ve namazları kılacak olur da, sonra kabilesi mensuplarına dönüp: ‘MüslüSomuncu Baba man olunuz ‘derse, bunu kimse reddetmeyecektir.”11 Benû’d-Dil kabilesi örneğinde olduğu gibi, insanların gönüllü kabullenişlerini önemseyen Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine işkence ve zulmün her türlüsünü yapan Mekkeli müşriklere karşı asla intikam fırsatı savaşında Müslümanların zor bir şekilde çıkarabiliriz: “Ben duruma düşüp kayıp vermele- rahmet peygamberi olduğum ka- rine sebep olmuştu. Ancak o, dar harp peygamberiyim.”15 Müslüman olduktan sonra, Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) lakabını, Hz. Muhammed’den almıştır. Allah’ın Elçisi, evinin yakınında oturması için ona bir ev hediye etti.13 Hz. Muhammed’in bu sözleri, insanlık onuruna duyulan saygının gerçekleşmesine, zulüm ve vahşetin engellenmesine yönelik bir kaygının neticesi olarak dünya barışına büyük aramamıştır. Aksine onun yük- Yine bir başka İslâm düşmanı bir katkıda bulunmuştur. Bu sek ahlâk ve şahsiyeti, düşman- Amr b. İbnu’l-As, Müslüman ol- sevgi ve barış selinin saye- ları açlık ve kıtlığın cenderesine duktan sonra, Rasûlullah (s.a.v) sindedir ki, O’nun takipçileri düştüklerinde, yardımı bir va- onu silahlı kuvvetler Başkomu- Kudüs’te, Bizans’ta, Endülüs’te zife olarak görmüştür. Hatta o, tanlığına atamıştır. Ebû Bekir ve ve Balkanlar’da farklı din, dil, düşmanlarının fakirlerini dahi Ömer bile onun emri altında kültür, ırk ve etnik kökenden düşünecek kadar cömert ve bulunmuştur. O, bu göreve lâ- gelen halkları bir arada ve bir- yüce gönüllü bir uygulama yo- yık olduğunu 10000 kişilik bir birlerini yok etmeden yaşatmış luna gitmiştir: orduyla Mısır’ı Bizanslılardan ve yönetmiştir. alarak ispat etmiştir. Dipnot “… Hicri 5.-6. yıllarda ortaya çıkan kıtlık sırasında, bun- Ebû Süfyan’ın İslâm’a düş- dan zorluk duyan Mekkeliler, manlığı çok açık ve şiddet- İslâmlaştırılmış Yemâme’den li olduğu bir gerçektir. Hz. Mekke’ye hububat ithal edilme- Peygamber’le yirmi yıl müca- si yasağının kaldırılmasını rica ve dele etmiştir. Ancak İslâm’la istirham etmişlerdir. Rasûlullah şereflendiğinde, Allah’ın elçisi, bu müracaatı derhal ve kayıtsız onun evini “Müslümanların si- şartsız yerine getirmekle kalma- lahlı tecavüzünden korunmuş dı, aynı zamanda Mekkeli fakir bir mekân” olarak duyurmuş ve kimselere dağıtılmak üzere 500 bir eyalete vali olarak atamıştır. altın sikke gönderdi. Bu konuda Böylece Ebû Süfyan’ın geçmiş- Ebû Süfyan’ın tepkisi ilginçtir: teki düşmanlık ve hareketleri, “Muhammed bu hareketiyle ancak bizim gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor.”12 hafızalardan silinmiştir.14 Ancak bir hususu da hatırlatmak gerekir ki, o da Peygambe- Hoşgörü ve insan kazanma- rimiz kendisine savaş açanlara nın diğer bir örneği de Halid b. karşı da savaş açmaktan bir an Velid’dir. Müslüman olmadan için dahi çekinmemiştir. Bunu önce önemli müşrik bir komu- da Hz. Peygamber’in şu kararlı- tan olan Halid b. Velid, Uhud lık bildiren sözlerinden daha açık Nisan / 2007 1- Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, çev: Komisyon, II. baskı, İstanbul 1996, III, 270-271. 2- Ahmed b. Muhammed el-Kastalânî, elMevâhibu’l-Leduniyye bi’l-Minehi’l-Muhammediyye, tah: S. Ahmed eş-Şâmî, Beyrut 1991, I, 573; Afzalurrahman, age, III, 272. 3- Buhârî, Meğazî, 70; Müslim, Cihâd, 59. 4- İbn Hişâm, es-Siyretü’n-Nebeviyye, tah: Mustafa es-Sakka, İbrahim Ebyârî, Abdülhafîz Şelbî, Mısır trz, II, 402-403; Ebû Abbas Ahmed b. Yahya b. Câbir elBelâzurî,, Futûhu’l-Buldân, tah: Abdullah Enîs et-Tabbâ’, Ömer Enîs et-Tabbâ’ Beyrut 1987, 54; İbn Esîr, el-Kâmil fi’tTârih , Beyrut 1979, II, 244-245; Afzalurrahman, age, III, 272. 5- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, Ankara 2003, II, 1001. 6- Buhari, IV, 21; Hamidullah, age, II, 1002. 7- Hamidullah, age, II, 1003. 8- Hamidullah, age, I, 103-104. 9- Hamidullah, age, I, 445. 10-Hamidullah, age, I, 446-447. 11-Hamidullah, age, I, 448 12-Hamidullah, age,II, 1040. 13-Hamidullah, age, II, 1041. 14-Hamidullah, age, II, 1041. 15-Ahmed b. Hanbel, V, 405; Takiyüddin İbn Teymiye, Siyâset-i Şer’iyye fî Islâhi’r-Râî ve’r-Râiyye, Beyrut 1988, 25; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1035; İsmail Yakıt, Hz. Peygamber’i Anlamak, İstanbul 2003, 68-78. 53 54 Somuncu Baba “Hz. Peygamber’in mübarek vücudunda toplanmış iç güzelliklere delalet eden dış güzellikler hiçbir kimsenin bedeninde toplanmamıştır. Hatta İmâm Kurtubî rivayet eder ki Hz. Peygamber’in yüz güzelliği tamamen zahir olmamıştır. Eğer dış güzelliklerinin tümü zahir ve nümâyân olsaydı Sahabe-i Kiram O’na bakmaya güç yetiremezlerdi.” Edebiyat Alim YILDIZ Hz. Peygamber’in Yazıyla Tasviri: Hilyeler Hilye: “Süs, ziynet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz, güzellikler manzumesi” gibi anlamlara gelen Arapça bir kelimedir. Edebiyatımızda ise: “Hz. Peygamber’in güzel vasıflarını, fizikî ve ruhî portresini konu alan ve anlatan manzum ve mensur eser” demektir. Hilye kelimesi, zamanla sözlük anlamının dışına çıkmış ve Hz. Peygamber’in yaratılışını, vücudunun dış görünüşünü, şeklini ve ruhî özellikleriyle güzel sıfatlarını anlatmak için kullanılan bir terim hâline gelmiştir. Hilyeler’de Hz. Peygamber’in göz ve saç rengi, şekli, boyunun uzunluğu, konuşması, sesinin tonu, belli başlı tavrı, bedenî ve diğer maddî özellikleri tasvir edilerek anlatılır. Hilyeler, “Şemail”lerden doğmuştur. Şemailler, Hz. Peygamber’in vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareket tarzını, tavır ve davranışlarını bir bütün hâlinde ele alarak anlatan eserlerdir. Şemailler’e göre Hilyeler’in konuları daha dar olmakla birlikte, her ikisinin de kaynağını hadis kitapları oluşturmaktadır. Gerek Kütüb-i Sitte’de, gerekse diğer sahih kabul edilen hadis kaynaklarında Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Hasan, Enes b. Mâlik ve Ebû Hüreyre gibi meşhur hadis râvilerinden nakledilen birçok hadis bulunmaktadır. Hat: Betül Kırkan Tezhib: Nurdan Erkal Nisan / 2007 Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fatıma: “Yâ Rasûlellah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim” diye ağladığında, Hz. Peygamber 55 damadı ve amcasının oğlu Hz. Ali’yi çağırtarak “Yâ Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir” buyurmuş Hz. Ali de Hz. Peygamber’in vasıflarını kaleme almıştır. Hilye türü ile Şemail kitaplarının yazılmasında olduğu kadar bu tür eserlerin gelişip yaygınlaşmasının başlıca amili de bu hadise olmuştur. Edebiyattaki Hilyeler, Şemaillerden doğmuş, daha sonraları gelişerek, “Edebî tür” hâline gelmişlerdir. Şemail türünde yazılan Arapça eserlerin ilki, Ebû İsâ Muhammed b. İsa et-Tirmizî (ö. 279/892)’nin “Şemailü’n-Nebeviyye ve Hasâisu’l-Mustafaviyye” isimli eseri, bir diğeri ise Kadı İyaz’ın (ö. 544/1149) “Kitâbü’şŞifâ fî Ta‘rîfi Hukûkı’l-Mustafâ” isimli kitabıdır. Şemail, daha geniş kapsamlı olup Hz. Peygamber’in vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareketlerini, tavır ve davranışlarını bir bütün olarak ele alır. Hilye ise, Şemail’in bir bölümü olup Hz. Peygamber’in dış ve iç vasıflarını yazı ile anlatan bir çeşit fizikî ve rûhî portreleridir. Hilyeler, İslâmî Türk Edebiyatı’nda Mevlid, Mi‘râciye ve Na‘tler gibi Hz. Peygamber’le ilgili oluşturulan edebî türler içerisinde çok özel bir yer tutar. Osmanlı dönemine bakıldığında, Hilye türünde bir hayli eser verildiği görülür. Bunlardan en meşhuru, Hâkânî Mehmed Bey’in (ö. 1608) 1598’de 56 kaleme almış olduğu “Hilye-i devamı), 10. Koltuk (Tezyînî Saadet” isimli eseridir. Bu eser motifler), 11. Ara suyu (Tezyînî Anadolu’da yüzyıllarca Mevlid motifler), 12. Kenar suyu (Tez- gibi makamla okunmuştur. yînî motifler). Hz. Peygamber’in dışında Muhtasar Şemail-i Şerif yaza- diğer peygamberler ve dört rı Mehmed Raif Efendi, eserine halife için de manzum hilyeler başlarken mealen şunları söyler. kaleme alınmıştır. Neşatî’nin “Hilye-i Enbiyâ” isimli eseri diğer peygamberlerin vasıflarını ele almakta, Cevrî’nin “Hilye-i ÇârYâr-i Güzîn”i ise dört halifenin vasıflarını anlatmaktadır. “Rivayet edilir ki Hz. Peygamber’in mübarek vücudunda toplanmış iç güzelliklere delalet eden dış güzellikler hiçbir kimsenin bedeninde toplanmamıştır. Hatta İmâm Kurtubî ri- Hilye edebî türünün dışında, vayet eder ki Hz. Peygamber’in Osmanlılara has bir yazı sanatı yüz güzelliği tamamen zahir ol- türü olarak Hilye levhaları bu- mamıştır. Eğer dış güzelliklerinin lunmaktadır. Asılı oldukları ev- tümü zahir ve nümâyân olsaydı lere bereket, huzur, saadet ve Sahabe-i Kiram O’na bakmaya mutluluk getireceğine ve bulun- güç yetiremezlerdi”. dukları yerin âfetlerden, özellikle de yangınlardan korunacağına dair bir inanış bulunmasından dolayı bu levhalar çok yaygınlık kazanmıştır. Bu nedenle Hafız Osman, İsmail Zühdü, Mahmud Celâleddin, Mustafa İzzet, Yesarizade, Kazasker Mustafa Yine aynı şair devamla Hz. Peygamber’in yüz güzelliğini şu beyitlerle anlatır. Vech-i pâkinde olan lahm-ı lâtîf Ne kesîr idi ziyâde ne hafîf Gül yanaklar yumru değil idiler Düz yanaklı idi Nebi dediler İzzet, Mehmed Şefik, Mehmed Şevki, Bakkal Hacı Ârif, Hasan Rıza, Kâmil Akdik, Esma İbret Levn-i rû-yı ezheri az kırmızı Gül gibi kırmızıya mâil yüzü Hanım gibi bir çok hattat Hilye levhaları oluşturmuşlardır. Hilye-i Şerîfe, Hilye-i Saâdet ve Hilye-i Nebevî terkipleriyle isimlendirilen Hilye levhaları, şu kısımlardan oluşmaktadır: 1. Baş makam (Besmele), 2. Göbek (Hilye metni), 3. Hilâl, 4. İttifâk etti bu manâda ümem Ezherü’l-levn idi o Ehl-i kerem Zât-ı pâkı ne güzel âyîne-veş Vech-i pâkında tulû etmiş güneş Kaplamıştı zâtını nûr-ı sürûr Çehresi onun idi matla-ı nûr Hz. Ebû Bekir’in ismi, 5. Hz. Ömer’in ismi, 6. Hz. Osman’ın ismi, 7. Hz. Ali’nin ismi, 8. Ayet Sevb içinde olmış iken müstetir San tulû etti gece içre bedir yeri, 9. Etek (Hilye metninin Somuncu Baba Hâce Râif onu böylece dedi Mihr-i Enver gibi tâbende idi Hz. Peygamber’in Hilye türü eserlerde anlatılan özellikleri özetle şöyledir: Misk gibi kokan siyah saçını ortadan ayırırdı. Kahkaha ile değil, tebessümle gülümser, gülümsediğinde ise dişleri inci taneleri gibi parlardı. Sık ve siyah bir sakala sahipti. Geniş omuzlu, yassı yağrınlıydı. İki kürek kemiği arasında siyaha çalan sarı renkte çeyrek Açık alnı genişçe ve buğday rengindeydi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı. Döndüğü zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Her azası birbirinden güzel, el ve ayak ayaları genişçeydi. Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Servi gibi düzgün boyu, gül gibi kokan bir teni vardı. Yüzü değirmiydi ve ona dikkatle bakılamazdı. Ayın on dördü gibi parlayan bir çehresi vardı. Terlediği zaman üzerine çiğ taneleri konmuş bir gülü andırır, öfke veya memnuniyeti yüzünden anlaşılabilirdi. Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Hayâsından, yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı. Uçları kıvrımlı, uzun, ince ve hilal kaşları, siyah ve uzun kirpikleri vardı. Gözlerinde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı bembeyaz; karası kapkaraydı. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. Baktığı kişi bakışına dayanamaz, gözlerine dikkatle bakamazdı. altın büyüklüğünde bir ben gibi nübüvvet mührü bulunuyordu. İnci gibi bembeyaz dişleri vardı. Konuşurken ön dişleri arasından sanki bir nur çıkardı. İnce yapılı bir bedeni vardı. En fazla beyaz; sonra yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederdi. Nisan / 2007 Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı. Hat: Hüseyin Kutlu Tezhib: Mamure Öz Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan ona Peygamberimizin dokunduğu bilinirdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ vardı. Asla dedikodu yapmaz ve boş konuşmazdı. 57 Kültür Fatih ÇINAR İslâm’ın Sosyal Boyutunu İfade Etmesi Açısından Mustafa Takî Efendinin “Kırk Hadîs” İsimli Eseri ve Değerlendirilmesi M ustafa Takî Efendi ömrünü İslâm’ın bireysel ve toplumsal anlamda mücadelesine adamış, ya- kın tarihimizin fedakâr simalarından birisidir. Kendisi nefis mücadelesi ile işe başlamış, daha sonra topluma yön verecek hemen hemen her oluşumun içerisinde yer almıştır. Adliye teşkilatındaki hizmetleri, ittihat ve terakki cemiyeti üyeliği, milletvekilliği ve nihayet bir öğretmen olarak İslâm’ı anlama ve anlatma çabala- “Takî Efendiye göre hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda mutluluğun tesis edilmesi için temizlik bir ön şarttır. İslâm’ın temiz olduğunu, bunun için ibadetlerde temizliğin ön şart olarak ifade edildiğini, ibadetlerle birlikte caddelerin, sokakların, mahalle ve köylerin temiz tutulması her şeyin belediye ve hükümetten beklenilmemesi Müslümanlığın bir gereğidir.” rına ömrü boyunca devam etmiştir. Kendisi sadece Müslümanların değil, bütün insanların kurtuluşu için çaba ve gayret gösteren ileri görüşlü bir âlimdir. Onun toplumsal anlamda ilerlemenin ve gelişmenin nasıl sağlanacağı konusundaki görüşleri bu makalemize konu olacaktır. Onun bu konudaki görüşleri ağırlıklı olarak “Kırk Hadîs” isimli eserinde dile getirilmiştir. Biz de bundan dolayı kendisinin bu konudaki görüşlerini “Kırk Hadîs”1 kitabı çerçevesinde sunmaya çalışacağız. Takî Efendi bu çalışmasına, herkesin toplumsal bir görevi olan seçme ve seçilme hakkından bahsederek başlamaktadır. Yönetimde kimse hesap sorulamaz bir konumda olmamalıdır. Aksi takdirde toplumun düzeni bozulacak ve insanlar çıkmazlar içerisinde kalacaktır. O bu gerçeği dile getirmek için ilk hadis olarak “Benden sonra bir takım padişahlar, halifeler olur ki söyler sözleri hiç ret olunmaz. Onlar Cehennem ateşinde maymunların yuvarlandıkları gibi yuvarlanırlar”2 hadisini zikretmiştir.3 Toplumsal yapının korunmasında önemli rol üstlenen yöneticilerin sadece devlet 58 Somuncu Baba adamları olmadığını, herkesin sorumluluğu altındaki birey- lerden ve onların idaresinden mesuliyetini ifade etmek için “Hepiniz çobansınız himayenizde güttüğünüzden sual olunursunuz”4 hadisini dile getirmekte ve açıklamasında herkesin sorumluluklarının bulunduğunu bunların yerine getirilmemesi durumunda Allah ve Rasûlünün katında sorumlu olunacağını vurgulamıştır.5 Bu hadisten hareketle toplumu terbiye görevinin zannedildiği gibi sadece yöneticilere ait olmadığını, bir amele, bir çiftçi ve hatta bir hamalın dahi toplumun terbiyecisi olması gerektiğini savunmuştur. Toplumun düzelmesi için bireyin, aile fertlerinden başlayan ve diğer insanların hayra yönlendirilmesi şekli ile devam eden bir sistemi benimsemesini, mahalle muhtarından itibaren topluma yön verecek milletvekillerine kadar seçilmesi elinde Mustafa Taki Efendi’nin Kırk Hadis Adlı Eserinin Yazma Nüshasının Giriş Sayfası görme gibi yanlış davranışların bına katmayıp kimseye “Ben İslâm’ın özünde olmadığını ifa- zenginim! Ben âlimim! Ben de eden “Allahu Teala Hz.’leri büyüğüm! Ben güzelim! Ben bana vahiy etti ki; Ey Ümme- falanım!” diyerek yücelik sat- Toplumun başına ne gelirse tim! Sizler gönül alçaklığında maz ve kimse kimsenin hakkına kendi tutum ve davranışların- bulunasınız. O kadar ki, hiç bi- geçmez ise işte o zaman bütün dan geleceğini, her işin sami- riniz biriniz üzerine görülmeye miyet ve ciddiyet içerisinde insanlar (hukukta eşit) olmaları ve hiç biriniz birinize haksızlık açığa çıkar.”10 olan insanların iyi insanlar olarak seçilmesi gibi bir zorunluluktan bahsetmiştir.6 yapılması gerektiğini belirtir ve bu konuda “Siz nasıl olursanız, üzerinizdeki valiler ve hükü- etmeye”9 hadisini zikretmiş ve hadisin açıklamasında şunları Toplumda dengeyi sağla- söylemiştir: “İşte Peygamberi- ma noktasında önemli bir yere mizin (s.a.v) müsavat için güzel sahip olan komşuluk ilişkileri bir emri. Bu hadis-i şeriften öyle üzerinde de duran Takî Efendi, ardından anlaşılıyor ki insanlardan birinin ibadet ehli bir kul olmak için toplumsal düzene büyük za- diğerinden fazla bir iyiliği olsa haramlardan sakınılmasını, bu rarlar vermesi muhtemel olan bile o iyilikte Allah tarafından yöntem ile vücut ve ruh sağlı- kibir, gurur, başkalarını aşağı olduğundan, onu kendi hesa- ğının temin edilmesinin yanı- metler de öyle olur” hadisini 7 dile getirmiştir.8 Bu ifadelerinin Nisan / 2007 59 Mustafa Taki Efendi’nin Kırk Hadis Adlı Eserinin Yazma Nüshasından Bir Sayfa sıra kimsenin canına, malına, namusuna kimse el uzatmamış olacaktır ki bu da toplumun düzenini sağlamada çok önemli bir adımdır. “Haram olan şeylerden sakın, insanların en ziyade âbidi olursun. Taksim ve takdir ettiğine razı ol; insanların en zengini olursun. Komşuna iyilik et mümin olursun; insana nefsin için hoşlandığın şeyi hoş gör Müslüman olursun. Az gül çünkü çok gülmek kalbi öldürür”11 hadisini bu sözlerine delil getirir. Sözü komşu hakkı üzerinde dolaştırırken komşuluğun yanı baştaki evden başlayarak, derece derece köy, kasaba, vilâyet nihayet bütün memleketi hatta bütün dünyayı kapsadığını ifade etmiştir. İnsanın nefsi için hoş gördüğü bir şeyi başkası içinde hoş görmesini, bütün insanlar 60 arasındaki problemlerin orta- için önayak olanlar bizzat bu iş- dan kalkması, herkesin iyilik ve leri yapmış gibi sevap kazanırlar. nimetlere ulaşması, kötülük ve Bunların tam tersinin yapılması- eksikliklerden uzaklaşması için na vesile olarak memlekete za- mutlaka gerekli olan bir yol ola- rar verenler ise bu zararlarından rak değerlendirir.12 dolayı işlenen günahlara ortak Topluma hayırlı işlerde yön verilmesinin önemine de değinen Mustafa Takî Efendi, “Hayra delalet eden ön ayak olan o olurlar.14 Toplumsal barışın sağlanması noktasında önemli bir yere sahip olan büyüklere saygı, kü- hayrı yapan gibidir. Şerre dela- çüklere sevgi konusunu da gün- let eden ön ayak olan da o şer- deme taşımıştır. O bu konuda ri yapan gibidir”13 hadisinden “Küçüklerimize acımayan ve hareketle bu konudaki fikirle- şefkat etmeyen, büyüklerimize rini açıklamıştır. Ona göre, bir saygı ve hürmet etmeyen ve fî- köyde veya herhangi bir yerde şer’an iyi ve makbul olan şeyleri bir bataklık varsa onun kuru- emir; kötü ve şer’an makbul ol- tulması, gerekli yerlere yol ve mayan şeyleri de nehyetmeyen köprü yapılması, ağaçların di- kimse bizden değildir”15 hadi- kilmesi, yeni ve gelişmiş ziraat sini delil göstererek, herkesin aletlerinin camii, hukuk önünde eşit olduğunu, okul ve medreselerin yapılması büyüklerin küçüklere tahakküm getirilmesi, Somuncu Baba etmemesi gerektiğini, makul ölçüler içerisinde büyüklerin ve küçüklerin birbirlerinin hatalarını düzeltmelerini, aksi takdirde Hz. Muhammed’in ümmetliğinden olamama gibi ağır bir sonuç ile karşılaşılabileceğini söylemiştir.16 Takî Efendiye göre hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda mutluluğun tesis edilmesi için temizlik bir ön şarttır. İslâm’ın temiz olduğunu, bunun için ibadetlerde temizliğin ön şart olarak ifade edildiğini, ibadetlerle birlikte caddelerin, sokakların, mahalle ve köylerin temiz tutulması her şeyin belediye ve hükümetten beklenilmemesi Müslümanlığın bir gereğidir. Sonuçta dünyada temiz olunmalı ki hastalıklardan uzak kalınmış olsun. Ayrıca temizlik sadece zahirî manada ele alınmamalı, iç temizliğe de önem verilmeli, ihmâl edilmemelidir.17 Toplum huzurunun temeline bir dinamit gibi zarar veren kötü düşünce(sû-i zan) ve dedikodu meselesi de Takî Efendinin gündemindedir. O sû-i zannın her türlü gelişmeye mani olduğunu, birbirine kötü duygular besleyip güvensizlik duyan iki kişinin bir araya gelip de muhabbetle sohbet dahi edemeyeceklerini, ortaklık kurup ticaret yapamayacaklarını belirtir. “Zanna it- tibadan veya su-i zandan sakınınız. Çünkü su-i zan en yalan sözün menşeidir (kaynağıdır). Birbirinizin gizli hallerini gizli Nisan / 2007 gizli araştırıp anlamaya çalışmayınız. İşitip dinlemeye kalkışmayınız. Bir iyiliğin yalnız kendi nefsinizde olmasını istemeyiniz. Birbirinize haset etmeyin, birbirinizin iyiliğini istememezlik etmeyiniz. Birbirinize buğz ve düşmanlık beslemeyiniz. Birbirinize arkanızı dönmeyiniz ve küsmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Hep birbirinizin kardeşleri olunuz. Bir erkek diğer kardeşinin talip olduğu bir kızı istemesin ta ki önceki isteyen ya evlenmiş yada onu terk edinceye kadar”18 “Kişiye her işittiğini söyleyip nakil etmesi günah olarak yeter”19 gibi hadisleri bu fikirlerine delil olarak sunmuştur.20 Toplumun mekan yönü ile de olumsuz şartlara maruz bırakılmaması gerektiğini, vatan toprağını mamur eden bir kimsenin büyük sevap kazanacağını bundan dolayı herkesin bu mühim işle meşgul olmasını tavsiye etmiştir. Ağaç dikmek suretiyle vatanına hizmet eden bir kimsenin sadaka sevabı kazanacağını Hz. Peygamberin dilinden şu hadisi delil göstererek ifade etmiştir: “Bir kimse bir şey diker veya eker, ondan bir adam ve Allah’ın yarattığı mahlukattan birisi ondan yerse yedikleri onu diken, eken kimseye sadaka olur”.21 Kendisinin bu hadis ile ilgili yorumunu aktararak çalışmamızı sonlandırmak istiyoruz: “Bakınız! Bağlar, bahçeler, ormanlar yapmaya; ekinciliğe, çiftçiliğe her türlü sebzeler, ürünler yetiştirmeye ne güzel emir ve teşvik buyruluyor. Dünyanın imarını dinimiz ne derecelerde önemsiyor. Daha söyleyeyim. Dinimizin fıkıh meselelerindendir ki, bir adam tarlasını, bağını, bahçesini ekmez boş bırakırsa dinen günahtır. Hanesine vs. emlakine bakmaz harap ederse yine günahtır. Din dünyada çalışmayı daha nasıl emretsin. Din dünyaya engeldir diye kim diyor?”22 Dipnot 1- Bu eser hakkında detaylı bilgi için bkz. Fatih Çınar, “Mustafa Takî ve Kırk Hadis İsimli Eseri”, Somuncu Baba Kültür Edebiyat ve Araştırma Dergisi, Eylül-Ekim 2004, Yıl:11, Sayı:52, s.44-45. 2- Celâlüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî, “el-Câmiu’s-Sağîr minhadîsi’l-beşîrin-nezîr”, Beyrut, Tarihsiz, c.II, s.49, No:4676. 3- Mustafa Takî, “Kırk Hadis” Yahut “İlmihal-Siyasi- İçtimai Yazılar”, Mithat Paşa Sanayi Mektebi Matbaası ,Sivas 1327, s.6. 4- Tirmizi, Cihâd, 27; Ebu Dâvûd, İmâre, 1,13. 5- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.7. 6- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.8. 7- Ebû Bekr Ahmed b. El-Huseyn el-Beyhakî, “Şuabu’l-İmân”, tahkik: Ebû Hacîr Muhammed es-Saîd b. Beysûnî Zağlûl, Beyrut 1990, c.VI, s.22-23, no:7391. 8- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.9. 9- Müslim, Cennet 64; İbn Mâce, Zühd, 16,23. 10- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.13-14. Bu konuda kitapta zikredilen 9, 10, 11 numaralı hadislere ve açıklamalarına bakılabilir. Bkz. Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s. 14-18. 11- Tirmizi, Zühd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.II, 310. 12- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.20-22 13- Tirmizi, İlim, 14; Suyûtî, “El-Câmiu’sSağîr”, c.I, s.300, no:1966. 14- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.27-28. 15- Tirmizi, Birr, 15; Ebû Davûd, Edeb, 58. 16- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.28-30. 17- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.44-45. Bu yorumlarını “İslamiyet temiz ve paktır. Öyle ise temiz ve pak olunuz. Zira Cennet’ e ancak temiz ve pak olanlar girer” hadisinin açıklamasında dile getirmiştir. Hadis içi bkz. Aclunî Keşfu’l-Hafâ, c.I, s.341, no:922. 18- Suyûtî, “El-Câmiu’s-Sağîr”, c.I, s.447, no:2901. 19- Ebû Davûd, Edeb, 81. 20- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.50-51. 21- Buhari, Edeb, 27; Tirmizi, Ahkam, 40. 22- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.64. 61 Düşünce Aydın TALAY Fahr-i Kâinat Efendimizin İnsanlara Yaklaşım Metodu İ “Peygamberimizin özellikle yüz ifadesi iletişimde sevimli ve güleryüz, bedeninin duruşu ise davasına inanan vakur bir hâl sergilerdi. Muhatabını tanır, haleti ruhiyesini bilerek nefsi için değil onu davaya kazanmak için en uygun şekilde hareket ederdi.” nsanların gün geçtikçe sekülerizmin pençesine biraz daha düşerek başkalaştığı, cehalet ve dünya sarhoşluğuna kapıldığı ve kuru kalabalıklara rağmen yalnızlığı yaşadığı çağımızda Müslümanı çok önemli görevler beklemektedir. Zira coğrafî hudutların sembolden ibaret olduğu ve adeta büyük bir köy haline gelen yaşlı yer yuvarlağının diğer ucundaki herhangi bir insanla temas her iki taraf için de elzem olmuştur. Hele birkaç asırdır Müslümanın ortak malı olan tekniğin çok ötesinde batılı bir hayat tarzının model alındığı düşünüldüğü zaman tebliğci olacak Müslümanın işinin ne denli zor olduğu meydana çıkacaktır. Bu bakımdan dünyaya ticarî faaliyetlerle durmadan açılırken huzur, saadet ve selamet kaynağı olan İslâm’ın pak ve nezih havasından ve ruhları mesteden ikliminden, diğer kardeşlerimize de taşımak borcunda olduğumuzu unutmayacağız. Bunun da yolu bilindiği üzere her türlü güçlük ve sıkıntılara rağmen insanlarla sıkı ilişki kurmaktan geçiyor. Bir zamanlar şehzadenin atının üzengisini öpmek için sıraya giren garbın elçileri bugün bizi hafife alıyor, gizli hesaplar taşıyor ve irtibatı kesiyorsa elbette ki bizim zaviyemizden birtakım sebepleri vardır. Devletlerarası teması ilgililere bırakarak fert ve toplum açısından bu yaklaşım darboğazında nerede, ne zaman ve hangi hataları yaptığımızın muhasebesini derinlemesine yapmalıyız. Hayali hikâyelerde geçtiği üzere Robenson gibi yalnız başına ıpıssız bir adada yaşamanın imkânsız- 62 Somuncu Baba lığı karşısında insanların birbirine muhtaç olarak bir toplum bünyesinde bulunması sağlam vücuttaki organların temasına benzer şekilde irtibatın kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Bu temasın kötü neticeler vermemesi, çeşitli hile ve entrikalara karşı vakur duruşumuzun korunması için hangi metot ve stratejileri takip etmemizin iyi olacağına bir an önce karar vermemiz gerekiyor.Bu vadide rehber edineceğimiz en güzel örnek kimdir ve onun prensiplerine kolaylıkla nasıl varıp hayatımıza sokabiliriz? Gönlünü Yüce Mevla’ya bağlayan Rasulü Zişan Efendimiz (s.a.v.) her yönden en güzel örnektir. Bu bakımdan Kur’an dili ile Üsve-i Hasene (en güzel örnek) olan Peygamberimizin insanlara yaklaşım metodu karşısında en acımasız, en gaddar ve en zalimler bile pes diyor ve teslim oluyorlardı. Peygamberimizin özellikle yüz ifadesi iletişimde sevimli ve güleryüz, bedeninin duruşu ise davasına inanan vakur bir hâl sergilerdi. Muhatabını tanır, haleti ruhiyesini bilerek nefsi için değil onu davaya kazanmak için en uygun şekilde hareket ederdi. Tatlı bir ses tonu ile ve tane tane konuşmaya başlardı. Konuştuğu zaman bütün vücudu ile ona döner ve karşıdaki elini çekmeden ellerini çekmezdi. Çevresine karşı duyarlıydı ve İslâm’a bir hakaret olmadığı müddetçe tebliğ yaparken şahsına yapılan kötülüklerden etkilenip öfkeye kapılmaz en mükemmel şekilde davranırdı. Bir savaş sonrası Nisan / 2007 mescidde ganimet dağıtılırken genç bir bedevi yaklaşıp boynundaki atkıyı hemen onun boynuna doluyarak sıkmaya başlar. Sahabeler müdahale ile işini bitirmek isterler ama o engel olur. İsteğini sorup ganimetten pay verir. Bir müddet sonra bedevi aynı hareketi tekrar edince yine tehevvüre kapılarak başına toplanır sahabe. Fakat Peygamberimiz dokunmamalarını işaret eder. Mübarek boynunu inciten ve halkın içinde rencide eden gence sadece şöyle der: ”Acaba ben senin yerinde olsaydım ne yapardın?” İşte bu kısa ve tatlı hitap vahşi ve nizam bilmeyen bedeviyi ipek gibi yapmaya yetmiştir. Ellerine kapanır, kelime-i şehadet getirerek affını diler. İletişimin temel aracı dil olduğundan Rasulü Âlişan Efendimiz onu çok iyi kullanır hatta zaman zaman muhatabının lehçe ve şivesi üzerinden konuşurdu. Nitekim Sa’d bin Bekir heyeti ile birlikte gelen Muhammed bin Atiyye Rasulullahın kendi lehçeleri ile hitap ettiğini belirterek sevincini izhar etmiştir. (Ö. Çelik / M. Öztürk / Murat Kaya, Üsve-i Hasene C:2 s.46.) Muhterem Peygamberimiz (s.a.v.) konuşmalarında örnekler verirken aynen Kur’anî metodu kullanırdı. Zaten Hazreti Aişe (r.ah) validemizin ifade ettiği gibi onun ahlâkı Kur’an’dan ibaretti. Örneklerini karşıdaki insanın çok iyi bildiği ve ilgisini çektiği konulardan seçerdi. Böylece can kulağı ile dinlenirdi. Bizim gibi tanımadıkları bir âlem ve kavranmayan bir mesele ser- gilemezdi. Muhatabının gönlünü kazanarak İslâm’a çekmeyi hedeflerdi. Kayınpederi olup İslâm’dan önce çeşitli badireler çıkaran Ebu Süfyan Mekke’nin fethinde işkencelerle ölümünü beklerken “Ebu Süfyan’ın evine giren emniyettedir. Kim içeri girip kapısını kapatırsa emniyettedir.” buyurarak gönül fetihlerini Mekke’nin fethi ile tamamlıyordu. Bugün çoğumuz çevremizle çatışma halindeyiz. Zira güzel ahlâk ve davranışlarımızı artırarak inisiyatif hareketlerimizi bu istikamette çekip çevirmeye ve kendimizi değiştirmeye gayret göstereceğimize her yerde insanları değiştirme ve kendimizin üstünlüğünü benimsetmeye çalışırız. İşte Allah’ın Yüce Rasulü (s.a.v.) vahiy terbiyesi ile yoğrulduğu için nefis terbiyesini emretmiş, gelmiş geçmiş bütün günahları affedildiği halde günde yüz kere istiğfar çekmiştir. Konuşurken, karar verirken hiçbir zaman nefsî istek ve arzuları ön plana sürmeyerek menfi tutum ve davranışları tevazu havuzunda eritir Hakk’ın emirlerini ortaya koyardı. Fakirleri, komşuları, hastaları ayırmaksızın ziyaret eder ve kendisine ziyarete gelip gelmediklerine bakmazdı. Şimdi ise ayırım yapılarak ün ve mevki sahibi kimselerle akraba ve iş arkadaşları dışında kimse kimseyi tanımadığı gibi sorup aramıyor. Hâlbuki sağlıklı iletişim öncelikle tutum ve davranışlarla ortaya konularak insanlara değer vermekle pekişmelidir. Sehl bin Hanif (r.a.) Hazreti Peygamberin insanlarla 63 ilgilenmesini şöyle anlatır: “O Müslümanların zayıflarının yanına gelir, onları ziyaret eder ve cenazelerinde bulunurdu.” Yolculukta en geride seyrederken zayıf olanların hayvanlarını sürer ve yola devam edemeyenleri terkine alırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) zor, şiddet ve güçlük insanı değildi. Her amel ve davranışında, söz ve hareketlerinde kolaylığı emrederdi. Sünnet-i seniyyenin kendisi de sevdirme ve kolaylaştırma çizgisinde İslâm’ın uygulanma sanatı değil midir? Hazreti Aişe (r.ah.) Efendimiz için şöyle buyurur:”Ashabına emrettiği zaman daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrederdi.” Eksik bırakmadan namazı en hafif kılandı. Bu sebepledir ki etrafında yığın yığın insan toplanır yaptığı ve konuştuklarına hayran kalırlardı. Onun sîreti ve sünneti evrensel boyutta olup bütün insanlığı kucaklayan çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve ahenk timsalidir. İnsanlara olan yaklaşımda şefkat ve merhamet can damarıdır. Efendimiz sadece acizlere, fakir ve çocuklara değil herkese hatta Müslüman olmayanlara karşı bile son derece acır ve şefkat gösterirdi. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimizin “Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın.”(Deylemî, C:III, s. 5I3.) diye buyurması ne kadar cezbedici ve ibret vericidir. Bilindiği gibi köle olarak kendisine takdim edilen Zeyd’in babası evladını götürmeye geldiği za- 64 Hat: Sami Efendi man Zeyd gitmemekte direnince Fahri Kâinat Efendimiz Zeydi tamamen serbest bırakarak sormuştu: “Beni mi istiyorsun babanı mı?” Zeyd’in verdiği cevap ne kadar manidardır: “Ben bu zatta öyle şeyler gördüm ki bırakıp gidemem.” Enes bin Malik (r.a.) Peygamberimiz için “Ben ev halkından ondan daha şefkatli bir kimse görmedim” buyurur. İnsanlara hediye ve yardımlaşma vesilesi ile yaklaşmayı çoğu kez unutuyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in iki mübarek elinin arası adeta bir nehirdi. Bir yandan gelir öte yandan derhal sabahlamadan hepsi biterdi. Hatta bir keresinde yanında bulunan koyunları gören bir yabancı “Ne güzel koyunlar” deyince sürülerle koyunu göstererek al götür buyurur. Saf Suresi 6. Ayet Müslüman olan yabancı ailesine dönünce avazı çıktığı kadar bağırır: “Koşun, koşun Muhammed Müslüman olana sürüler bağışlıyor, koşun sizler de alın!” Rasulü Ekrem Efendimiz söz söylerken ve insanlara yaklaşırken zamana ve mekâna itina gösterirlerdi. İnsanların en uygun vakitlerini araştırır, yorgun, sinirli, meşgul anlarında yanaşmazdı. Aksi olursa bıkkınlık, muhalefet ve hatta zıtlaşma meydana gelerek bütün emekler tabiatıyla boşa gidecektir. Ebu Zer (r.a.) Müslüman olduğu zaman ne yapılmasını emrettiğini sorunca dinini gizli tutup İslâm’ın açıkca ilan edildiğini duyduğu zaman gelmesini istedi. Efendimizi anlatmada dil ve kalem aciz kalır. Selatü selam tahiyyatü ikram ona ve âli ashabına olsun, âmin. Somuncu Baba Ya Muhammed(s.a.v) Ne Olur Sen Gel! Gözlerimiz yaşlı, Gözlerimiz uykusuz şimdi Üftadelerin seni bekler şimdi. Ne olur sen gel ya Muhammed! Çocuklarımız ağlar şimdi, Aşlarımız tuzsuz şimdi Yüreğimiz sana susuz şimdi Ne olur sen gel ya Muhammed! Gönüllerimiz umutsuz şimdi. Mekke, Medine öksüz şimdi. Yaşlı gözlerle analar seni bekler şimdi. Ne olur sen gel ya Muhammed! Gittin gideli güneş doğmadı üstümüze Hep karanlık çöktü gönlümüzü, Ateşin düşmüş ki yüreğimize, Ne olur sen gel ya Muhammed! Gel de güneş ol yine üzerimize Mekke, Medine bayram etsin yine Bitsin bu hasret hadi gel de, Ne olur sen gel ya Muhammed! Seher vakti kuşlar sorar seni bana, Sokak başı kaldırımlar sorar seni, Güllerin her-dem ağlar şimdi Ne olur sen gel ya Muhammed! Neredesin gideli yıllar oldu, Beklemekten bedenimiz harab oldu. Ağlamaktan gözyaşımız umman oldu. Ne olur sen gel ya Muhammed! Şu küçük bedenim, o denli hasret ki sana Bir fidan misali o kadar ince ki O kadar muhtaç ki senin baharına, Ne olur, ne olur sen gel ya Muhammed! Nisan / 2007 Nihal ÖNDER 65 Psikoloji Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN Yalnızlık ve Yabancılaşma Duygusunu Aşabilmenin Kutlu Yolu Cemaatle Namaz Kılma G ünümüzde, insanımızın varoluşunun kaynağı ile bağlarını kaybetmesi sonucu, memnuniyet- sizlik, umutsuzluk, yalıtılmışlık, kimsesizlik ve sevgisiz- “Aslında çok uzak değildir bu arayışın adresi. Hemen her sokakta, değilse her mahallede ulaşılabilirdir bu adres. Ama bunu bir yere sığdıramamaktadır günümüz insanı. Onun zaman anlayışında bu tür işlere vakit kalmamaktadır. Oysa bu mekânlarda yalnızlık ve yabancılık duygularına yer yoktur. Aradığının, günde beş kez duyduğu çağrıda olduğunu anlayamamaktadır insanımız.” lik gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin her geçen gün daha da arttığı gözlenmektedir. Nasr’ın belirttiği gibi, insanımız her şeyden önce kendisinden uzaklaşmakta, doğa ile kendisi arasındaki bağı ve diğer insanlarla insanî ilişkilerini gerçekleştirecek ortamı kaybetmektedir.1 Bugün yalnızlık o boyutlara ulaşmıştır ki, insanlar, hayvanlardan ve cansız eşyalardan dostluk beklemektedir.2 Yalnızlık ve dostsuzluktan kaynaklanan kaygıyı dindirmenin bir yolu olarak pek çok insanımız, çağdaş hayatın vazgeçilmezi olan önemli bir etkene sarılmaktadır: Bu etken, «sekiz-beşçilik», diye de isimlendirebileceğimiz, işgücünden veya memur ve idareci­ lerden oluşan bürokrasi makinesinin hayatımızı tekdüze hale getirmesidir. İnsanın “kendi inisi­yatifi pek yoktur, görevleri kuruluş tarafından önceden belirlen­ miştir; hatta merdivenin üst basamağındakilerle alt basamağın­dakiler arasında bile pek fark yoktur. Hepsi de kuruluşun tümel yapısınca önceden belirlenen görevleri, önceden belirlenen bir hızda ve önceden belirlenen bir tarzda yerine getirir. Duygular bile önceden belirlenmiştir: sevimlilik, tolerans, güvenilirlik, hırs­ ve sürtüşmeksizin herkesle iyi geçinme becerisi. Eğlence de, benzer, ancak pek de dramatik olmayan bir yoldan 66 Somuncu Baba rutine bindi­rilir. Kitaplar, kitap klüpleri, filmler, ücreti sinema ve tiyatro sahipleri tarafından ödenen, reklâmcılar tarafından verilen reklâm sloganlarıyla seçilir”3 Bu rutin yaşamda dinlenme de diğer etkinliklerden farklı sayılmaz: Pazar günü araba gezisi veya piknik yapma, televizyon seyretme, yaşantı tercihine göre, kâğıt oyunu, partiler veya evin işleriyle ilgilenip zaman doldurma günüdür. Çünkü hafta son- ları, özellikle de Pazar günleri boş zaman kabul edildiği için, o gün her günkü koşturmacanın tersine hiçbir şey yapılmaması gerektiği düşünülür. Doğumdan ölüme, pazartesiden cumaya, sabahtan akşama bütün etkinlikler, uğraşlar, rutin ve bir robota yüklenmiş gibi değişmezdir. Bu rutin koşturmaca ağına yakalanan kişi, bir insan ol­duğunu; eşsiz yaratılmış bir varlık, umutlarıyla ve düş kırıklıklarıyla, hüznü ve korkusuyla, sevgi ve özlemiyle, hiçlik ve ayrılık korkusuyla, taşıdığı insan olma üstünlüğü ve anlamıyla yaşamak için var olduğunu unutmaktadır. Yunus Emre’nin: “Geldi geçti ömrüm benim Şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle gelir Bir göz yumup açmış gibi” dizelerindeki gibi kısacık hayatını belirsiz ve anlamsız bir şe- Fotoğraf: Aslan Tektaş Nisan / 2007 67 kilde yaşamaktadır. İnandığını düşünse bile, yaşayamamaktadır. Çünkü durup dinlenecek zamanı yoktur. Yaşadığı yalnızlık ve yabancılaşmış olma duygularına karşın, bunları aşabilmenin yolunun daha da çok koşturarak, vakti harcamak olduğu düşüncesindedir. Sanki durduğu ve sakin bir zihin ve ruh haliyle düşünmeye başladığı andan korkmaktadır. Durup dinlenmek boşluğa düşmektir ona göre. Bir şeyler aramakta ama yanlış adreslere başvurmakta ve gittikçe uzaklaşarak arayışına devam etmektedir. Aslında mekanikleşmiş hayatı sürerken ne aradığını da bilememektedir. Nedir bu koşturmaca ve nerede bitecektir? Ölümler bile hayatın koşturmacaları arasında kaybolacak ve üzerinde çok kafa yorulamayacak kadar anlamsızlaşmaktadır. Aslında çok uzak değildir bu arayışın adresi. Hemen her sokakta, değilse her mahallede ulaşılabilirdir bu adres. Ama bunu bir yere sığdıramamaktadır günümüz insanı. Onun zaman anlayışında bu tür işlere vakit kalmamaktadır. Oysa bu mekânlarda yalnızlık ve yabancılık duygularına yer yoktur. Aradığının, günde beş kez duyduğu çağrıda olduğunu anlayamamaktadır insanımız. Bazen anladığını düşünse bile, günübirlik koşturmacaların arasından sıyrılıp ruhunu sükûnete erdirecek camilere ve oralardaki manevî güzelliklere gitmekte tembellik etmektedir. Oysa sa- 68 dece sakin bir kafayla düşünse yetecektir. Öyle ya, gerçek dost olan Mevla’yı dünyadaki her şeyden sıyrılarak, zihnimizde ve gönlümüzde taşıdığımız dünyaya ait olan her şeyi unutarak anmak, onunla çok yakın olduğumuzu hissetmek durumunda, nasıl yalnızlık ve yabancılık duygusu yaşayabiliriz? Üstelik O’na inanan ve O’nu birlikte andığımız bir topluluk arasında, bireysel kaygı ve çıkar hesaplarıyla birbirine kayıtsız kalabilme nasıl olabilir? Eğer az da olsa böyle bir çelişki varsa bizde, bu durum, yaptığımız ibadetin farkında olmadığımızı, anlamını kavrayamadığımızı gösterir. Nitekim “Müminler ancak kardeştir” buyuran, namazlarımızın her rekâtında okuduğumuz “Bize dosdoğru yolu göster!” dualarımızın muhatabı Yüce Allah değil midir? Yine her tahiyatta salât ve selam getirdiğimiz, sevgi ve bağlılığımızı bildirdiğimiz Hz. Muhammed (s.a.v) değil midir “Müminler birbirlerini sevme, müşfik davranma ve birbirlerine acımada tıpkı bir beden gibidirler. Bedenin bir uzvu bir rahatsızlık duyarsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve ateşler içinde onun yardımına koşarlar.4” buyuran? O halde, Müslümanlar kardeş gibi davranmaz ve birbirlerinin dertleriyle dertlenmezlerse, gerçek anlamda cami cemaati olma bilincine erişememişler demektir. Müminleri daima cemaate davet eden ve cemaate gelmeyenleri kınayan Hz. Peygamber, cemaat demekle aralarında bir diyalog ve güçlü bir bağ olan organize bir insan birlikteliğini kastetmektedir. Aksi halde sokaklardaki her biri kendi dünyasında koşturan kalabalıklardan ne farkımız olabilir? Böylesi bilinçsiz bir cemaatin, dini görev ve sorumluluğuna uygun hareket etmemesi bir yana, yaptığı ibadetin herhangi bir sosyo-psikolojik yararı olması da beklenemez. Zaman zaman yaşadığımız tüm bu olumsuzluklara karşın, gerçek anlamda cemaat olamamamızın düzeltilmesinin yolu, asla camilere devam etmemek olamaz. Çözüm yine bu kutsal mekânların anlamına uygun bir misyon yüklenerek yeniden canlandırılmasındadır. Kanaatimizce, insanların her geçen gün daha da bencilleştiği, güvensizleştiği ve yalnızlaştığı günümüzde, yitirdiğimiz insanî ve İslâmî değerleri yeniden yaşatmanın yolu, İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi cami ve mescitlerden geçmektedir. Camilere samimi olarak devam ettiğimizde, değerlerimizi koruyabilmenin mümkün olduğunu görebileceğiz. Değerlerimizi yaşadıkça ve yaşattıkça da, yalnızlık ve yabancılık uzağımızda olacaktır. Dipnot 1- Seyyid Hüseyin Nasr, “İnsan ve Tabiat”, çev. Nabi Avcı, İstanbul, 1982. 2- Beşir Atalay, Sanayileşme ve Geleneksel Yapı (Japon modeli), Sosyal Planlama Başkanlığı Yay., 1984, s. 13. 3- Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul, 1997, s. 22. 4- Kenzul Ummal, el-Hindi, 1. 145. Somuncu Baba Mart / 2007 69 Kitap Vedat Ali TOK Bir Tasavvuf Kitabı “Tasavvuf ve Gönül Eğitimi” G eçen yıl kurulan Nasihat Yayınları 9. kitabına da imzasını attı. Doç. Dr. Kadir Özköse’nin “Tasavvuf ve Gönül Eğitimi” isimli kitabı Nasihat Yayınlarından çıkıp (Şubat 2007) güzel bir kapak kompozisyonuyla birlikte okurları ile buluştu. Yazar, daha önce Somuncu Baba Dergisi başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayınladığı yazılarının yanı sıra eserdeki insicamı tamamlamak üzere yeni yazılarını da ekleyerek oluşturmuş eserini. Kitapta tasavvufî eğitimin temel esasları, tasavvuf ilminin konusu, gayesi, metodu ile tekke eğitimi, amelî tasavvuf ve tasavvufî ahlâkın işleyişi üzerinde duruluyor. Tasavvuf ve Gönül Eğitimi’nde dikkatimizi çeken hususlardan birisi, kitabın terimlere boğulmamış olmasıydı. Tasavvufî meselelere her seviyedeki okuyucunun rahatlıkla anlayabileceği bir üslupla yaklaşılmış. Tasavvuf ve Gönül Eğitimi’nde yer alan konular ve bölüm başlıkları şöyle: Tasavvufî eğitimin temel esasları, tasavvuf ilminin konusu, tasavvuf ilminin gayesi, tasavvuf ilminin metodu, seyru sülûk eğitimi, tehzîb-i ahlâk, tasavvufî ahlâk, mükemmellik arayışı, gönül eğitimi, küllî iradeye tam teslimiyet, tasfiye-i kalb, tezkiye-i nefs, edebe riayet, Hakk’a vuslat, ruhanî hayat, ilm-i batın, ilm-i ledün, fakr duygusu, zühdî yaşam, evrad ve ezkâra riayet etmek, hizmeti şiar edinmek, seyahatle yoğrulmak, keramete aldanmamak, ilâhî aşkı tatmak, tevhid bilincine sahip olmak, insan-ı kâmil olabilmek, gönül tabipleri. Yazar bütün 70 Somuncu Baba bu konularla hedef okuyucusuna tasavvufî meselelerde bilgi veriyor. Kitapta her bölüm birbirinden müstakil görünse de aslında bunların bir bütünü tamamlayan parçalar şeklinde olduğu anlaşılıyor. Bölümler hâlinde ve muhtemelen farklı zamanlarda yazılan bu tür eserlerin kitap ve yazar açısından riskli taraflarından biri bazı tariflerin tekrar ediliyor olmasıdır. Çünkü özellikle dergi okuyucularına hitap eden yazar, her konuda bazı terimleri tekrar tarif etmek durumundadır. Nitekim bu kitapta da tarifi tekrar edilen terimlerden biri tasavvuf olmuştur; fakat yazar her bölümde değişik âlimlerin tasavvufla ilgili yaptığı çeşitli tarifleri vermek suretiyle eserini monotonluktan kurtarmıştır. Tabii ki burada tasavvuf gibi çok geniş bir konunun ele alınması, zengin tariflerin doğuşuna da zemin hazırlamıştır denilebilir. Tasavvuf ve Gönül Eğitimi’nde tasavvufla ilgili yapılan çok çeşitli tariflerden kısa ve akılda kalıcı özelliği bulunanları Somuncu Baba dergisi okuyucuları ile paylaşmak gerektiğine inanarak birkaçını vermek istiyorum. Tasavvuf, dinin özünü bireyin iç dünyasında yaşanır hâle getirme faaliyetidir. (önsöz) Tasavvufta amaç; terbiye yoluyla kişinin fıtratını korumak ve onu güzelliklerle bezemektir. (s. 2-3) Nisan / 2007 Tasavvuf, kişinin kendini gerçekleştirme sürecinde, belirli bir metot çerçevesinde bireye yol gösterme sistemidir. (s. 4) Tasavvuf, kalpte pencereler açmak ve onu aydınlatmaktır. (s. 5) Tasavvuf ilminin gayesi, ayrılıktan sonra Gerçek Sevgili’ye ulaşmaktır. (s. 8) Tasavvuf, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı gaye edinen, Müslümanların eğitim ve terbiyesini kollayan, onları geliştiren bir mekteptir. (s. 25) Tasavvuf, ahlâktır. (s. 25) Tasavvuf, başından sonuna kadar iki şeyden ibarettir: Biri La ilahe illallah ile Cenab-ı Hakk’a terakk, diğeri ise Muhammedu’rRasulullah ile içerisinde bulunduğumuz âleme tenezzüldür. (s. 43) Tasavvuf, takdîr-i ilâhîye sabır, Allah’tan gelene rıza ile çöller ve yollar aşmaktır. (s. 45) Tasavvuf, dünyanın süsünden yüz çevirmek, insanların meylettiği geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber, Hakk’a yönelmektir. (s. 64) Tasavvuf düşüncesinde fakr Allah’a muhtaçlık hissidir. Ne kadar zenginlik içinde olursak olalım Allah’tan müstağni olmamaktır. (s. 66) Günümüzde en çok tartışılan noktalardan birinin tasavvuf eğitimi almış kişilerin gündelik hayattan uzak ve dünya ile ilgilerinin kesik oluşudur. Oysa işin özü farklıdır. Mutasavvıf halk- tan, günlük hayattan, yaşadığı memleketin siyasetinden uzak değil; bilakis bunların odağındadır. Yazar, bu kritik durumu kitabının değişik bölümlerinde ele alıyor ve buhran içinde bulunan insanlığın, buhran sebeplerini de İslâm’dan ve tasavvuftan uzaklaşmaya bağlıyor: “Günümüz toplumlarının en büyük sıkıntısı insan krizidir. Cemiyetin kokuşması bireylerin güvenden yoksun oluşları, her türlü ahlâksızlık ve tefessühün yaygınlık kazanması, ailelerin parçalanmaya yüz tutması, hile, aldatma ve göz boyamanın artması hepimizi derinden sarsmaktadır. Yaşadığımız kimlik bunalımı değerler eğitimini gündeme taşımaktadır. Millet olarak bir süredir ahlâkı, dinden ve diyanetten soyutlayarak yeni bir toplum inşasının imkânsızlığını tecrübe ettik. Kültür, örf ve âdetlerimizi, İslâm ve tasavvuf deneyiminden soyutlamak mümkün değildir. Hâlen kullandığımız deyimlerin, benimsediğimiz örf ve âdetlerin birçoğu tasavvufî kimliğin ürünüdür.” (s. 28) Tasavvufî meselelere ilgi duyanlar ve bu hususla ilgili bilgisini artırmak isteyenler için kitabın sonunda önemli bir de kaynakça sunulmuş. Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Doç. Dr. Kadir Özköse’nin, biyografisinden öğrendiğimize göre, akademik alanda uzmanı bulunduğu bir sahada, tasavvuf sahasında, yazılmış, anlaşılır, günümüz okuyucusuna hitap edebilen, sade bir eser. 71 Örnek Hayat Yusuf HALICI Davud-ı Tâî (k.s) D avud-ı Tâî hazretleri aslen Horasanlı olup sekizinci yüzyılda yetişen evliyanın büyüklerinden- dir. Doğum tarihi bilinmemekle beraber 781 (H.165) senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Kabri de oradadır. Çocukluğundan itibaren ilim tahsil etmeye başlayan Davud-ı Tâî hazretleri zamanının âlimlerinden başta İmam-ı Azam Ebu Hanife, İsmail bin Ebu Halid, Habib bin Ebu Amre olmak üzere birçok büyüklerden çeşitli ilimler tahsil etmiş hâdis-i şerif rivayet etmiştir. Yaklaşık yirmi sene müddetle İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerinin derslerine devam eden Davud-ı “Uzun emele dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tevbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle yapmayınız.” Tâî hazretleri, fıkıh başta olmak üzere bütün aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yüksek bir âlim oldu ve fıkıhta ictihâd derecesine ulaştı. Her ne kadar ilim tahsiliyle meşgul olsa da kalbinde dünyaya karşı da bir sevgi ve muhabbeti olan Davud-ı Tâî hazretlerinin, ölen bir kimsenin arkasından ağıt olarak söylenen “Hangi güzel yüz ki toprak olmadı, hangi tatlı göz ki yere akmadı.” sözlerini duyduktan sonra dünyaya karşı sevgisi azaldı ve gençliğinde yaptığı bazı hareketlere pişman oldu. Sanki kalbine bir ateş düşmüş şaşkına dönmüştü. Kendisine bu hususta yardımcı olmasını istediği hocası Ebu Hanife hazretleri ona, ilme ve az konuşmaya devam etmesini tavsiye etti. Hocasının gösterdiği yolda, dünyaya olan sevgi ve muhabbeti tamamen terk edip, evine çekildi. İnsanların arasına karışmadı. Böylece o, dinin emir ve 72 Somuncu Baba yasaklarına uymada, haram ve ya sevgisi geliyor.” der insanlarla şüphelilerden kaçmada örnek bir araya gelmekten kaçınırdı. bir kişi oldu. Kendisine “Niçin insanların Evinde hiç ara vermeden, arasına karışmıyor onlarla ko- biraz sonra ölecekmiş gibi iba- nuşmuyorsun?” diye sorulunca, det eder boş şeylerle meşgul “Kiminle konuşayım? İnsanlar olmazdı. Lüzumsuz bir tek kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere bakmazdı. Yemek yerken vakitten tasarruf olsun diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle yerdi. “Çiğnemek, zamanı uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, benim şu kadar ayet-i kerimeyi, okumama engel oluyor” derdi. Yaşadığı hayat o derece riyazet ve takva üzerine idi ki, zarurî ihtiyaçları dışında evinden çıkmamış, ağzına lezzet veren bir nimet koymamış, güzel ve yeni elbiseler giymemişti. Kim- benimle dinî bir konuda konuşmuyorlar, Allah’ın emir ve yasaklarını anlatmıyorlar. Yaptı- Teâlâ tarafından kabul buyrulmuş, hakikaten malı bittiğinde vefat etmişti. Davud-ı Tâî hazretleri, evinden dışarıya sadece namaz va- ğinin ise sadece bir çanak suya batırılmış kuru ekmek olduğunu görmüşlerdi. dua ve zikirde bulunmuş, uzun Böyle insanların bana fayda ye- uzun ağlamıştı. Namaz kılarken rine zararı oluyor, onların arası- uzun rükû ve secdeler yapmıştı. na niçin karışayım.” derdi. Secdeden uzun müddet başı- Tasavvufta bir rivayete göre Habib-i Acemi bir rivayete göre de Habib-i Rai hazretlerinin sohbetlerine devam edip, feyz alan Davud-ı Tâî hazretleri bu yolda ilerleyip birçok yüksek sıl oldu. olayım.” diye ettiği dua, Allahu lenler yastığının kerpiç, yiyece- kadar ibadetle meşgul olmuş, Babasından kalan bir miktar mi- zuruna yüz akıyla gelenlerden Vefatından önce ziyaretine ge- rımı faziletmiş gibi anlatıyorlar. kazanç peşinde de koşmamıştı. Malımız sona erince, senin hu- hâle gelinceye kadar dağıtırdı. karşı söylemedikleri gibi hatala- dolup kalbinde mârifetullah hâ- başkasının malına muhtaç etme. veya fakirlere, kendisi muhtaç Vefat ettiği gece yine sabaha seden bir şey kabul etmemiş, Bu miras malını bize kâfi kılıp, elinde bulunanları da yetim ğım hata ve kusurlarımı yüzüme derecelere ulaştı. Kalbi nurlarla rası vardı ve Allah’a “Allah’ım! Dünyaya hiç önem vermez Kendisini ziyarete gelen Fudayl bin Iyâd hazretleri, evinin tavanındaki çatlağı görüp “Bu evde daha oturma, zira tavanı nı kaldırmadığını gören annesi merak edip yanına vardığında, ruhunu, çoktan Rahmeti Rahman’a teslim etmiş olduğunu gördü. Kendisinden zaman zaman nasihat isteyenlere şöyle buyururdu: “Her nefis, dünyadan susuz olarak göçer. Ancak Allahu Teâlâ’yı zikreden kullar bundan müstesnadır. çatlamış, üstüne yıkılacak.” de- “Uzun emele dalan bir kul, diğinde Davud-ı Tâî hazretleri; üzerindeki kul borçlarını unutur “Ben çok zamandır bu evde ve tevbe etmeyi sonraya bırakır. oturduğum halde bırak çatlağı, Siz böyle yapmayınız.” tavanının bile farkında değilim.” diye cevap verdi. “Dünya hayatında oruç- lu gibi ol. Ölüm geldiğinde de kitlerinde çıkar, camide nama- Cennet için Allah’a dua bayram sevinci içinde. Halktan zını kılar kılmaz hemen kalkar, etmezdi. O’ndan bir şey iste- yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaç. birinden kaçıyormuş gibi ace- meye utanırdı. Ve “İsterim ki, Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden leyle tekrar evine dönerdi. “İn- cehennemden kurtulayım. Bu kaçın. Dünya ile çok az ilgilen. sanlar dünyaya çok bağlanıyor, kurtuluş, isterse bir kül olmam Ahirete götüreceğin şeyler nis- onlarla görüşünce kalbime dün- sonunda olsun.” derdi. petinde dünya ile ilgilen.” Nisan / 2007 73 Aile Kevser BAKİ Peygamberimiz (s.a.v) Eşsiz Bir Aile Reisiydi B “Allah Rasulü; aile hayatında, özel yaşayışında, ahlâkî özelliklerinde, dinî sorumlulukları yerine getirmesinde ve tebliğinde, idarî ve askerî konularda, eğitim ve öğretimde… Velhasıl, insanlığa ait bütün konularda; sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla bütün Müslümanlara örnek olmuştur. ” 74 ir kimsenin aile hayatı, onun ahlâkının, davranışlarının ve karakterinin gerçek aynasıdır. İnsanın ev dışında ve sosyal hayattaki bütün hareketlerini yapmacık olarak göstermesi mümkündür. Hatta kişi, evdeki tutum ve davranışlarının aksine, dışarıda kendisini olduğundan farklı bir şekilde gösterebilir. Fakat gerçek kişiliğini, ailesinden saklamayı uzun müddet başaramaz. Aile, kişiliğin müspet veya menfi yönden oluştuğu bir kurumdur. Kişinin karakteri hakkında en sağlıklı malumat, aile hayatının araştırılmasıyla elde edilir. Kişinin diğer insanlara anlattığı şefkat, merhamet, cömertlik, sadakat, ahde vefa gibi insanı yücelten değerleri, kendi hayatında nasıl tatbik ettiğinin anlaşılması için aile hayatı, önemli ve şaşmaz bir ölçüdür. İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatını bu ölçüler içinde değerlendirdiğimizde, yeryüzünde gelmişgeçmiş ve gelecek bütün hanelerin, kurulacak bütün yuvaların en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar ve en feyizlisi, O’nun hanesinin olduğunu müşahede ederiz. O’nun hanesi her zaman saadet ve huzur doluydu. Belki bu hane maddi imkânlar açısından, dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü günler, aylar geçerdi de, O’nun hanesinde bir sıcak çorba bile pişmezdi. O’nun ailesinde şefkat, merhamet, ünsiyet, ülfet ve muhabbet hâkimdi. Hiçbir hanım kocasına, Hz. Peygamber’in hanımlarının Rasulüllah’a duyduğu sevgi kadar, hiçbir kimse de hanımlarına, Hz. Peygamber’in hanımlarına gösterdiği sevgi, nezaket ve rifkat kadar ahlâkî bir tavır sergileyememiştir. Somuncu Baba Peygamberimiz (s.a.v) örnek bir aile reisiydi. O, hanımlarına karşı çok nazik bir eş, çocuklarına karşı da şefkatli ve sevgi dolu bir baba idi. Ev işlerinde yardım eder, evin ihtiyaçlarını çarşı pazardan alarak eve kendisi getirir, söküklerini kendisi dikerdi. Hanımları arasında adaletle muamelede bulunur, hiç birine diğerinden ayrı davranmazdı. Zaman zaman onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı. Peygamberimiz (s.a.v) evde daima güler yüzle hareket eder, hiç kimseye kırıcı söz söylemez ve kaba davranışta bulunmazdı. Müslümanların da ailesine karşı aynı davranışta bulunmasını istemiş ve şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı iyi davranandır.” Evinde bulunduğu zamanı üçe bölerdi: bir kısmını Allah’a, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanı da insanlar arasında ikiye taksim ederdi. Ayırdığı bu sürenin birisinde, halkın umumi ve hususi işleri ile ilgilenir, onlardan hiçbir şey esirgemezdi. Kendisi için ayırdığı zamanın diğer yarısında ise, ümmeti ile ilgilenirdi. Bu zamanlarda faziletli kişileri tercih etmek, dindeki derecelerine göre onlarla ilgilenmek adetlerindendi. Aile içinde esprili yaklaşım, ölçülü şaka ve latife aile üyelerinin iyi bir iletişim içinde olmalarını sağlar. Aile yapısının sağlam oluşu; aile üyelerinin geçirdikleri nitelikli, verimli ve faydalı beraberliklerle de yakından Nisan / 2007 ilişkilidir. Spor, grup oyunları, doğal ortamlarda bulunmak, dışarıda uygun ortamlarda vakit geçirmek aile üyelerinin nitelikli beraberlikleri ve ihtiyaçları arasındadır. Peygamberimiz (s.a.v) bu konularda bizlere örnek olmuş, hanımlarıyla şakalaşmış, hatta koşu yarışı bile yapmıştır. Mesela: Aişe validemizle yarışmasında bir keresinde Aişe validemiz O’nu geçmiş, bir süre sonra tekrar yarışmalarında ise Rasulullah efendimiz Aişe validemizi geçmiş ve; “eh, bir sen, bir ben” diyerek lâtife yapmıştır. O devirde kadınlar sporla ilgilenmezlerdi. Peygamber (s.a.v) efendimiz hanımlarıyla oturur, konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin istişaresini yapardı. Aslında Peygamberimizin onların fikirlerine ihtiyacı yoktu. Çünkü O vahiyle destekleniyordu. Ancak o zamana kadar değer verilmeyen kadına hak ettiği değeri vermek istiyor ve buna da kendi hanesinden başlıyordu. Hudeybiye anlaşması Müslümanlara çok ağır gelmişti. Ruhen çökmüş durumdaydılar. Lâkin Peygamberimiz (s.a.v) kendisi ile umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, ”acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” düşüncesiyle meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Bu asla Allah Rasulüne karşı bir muhalefet değildi. Peygamberimiz (s.a.v) sahabedeki bu durumu fark edince hemen çadırına girdi ve Ümmü Seleme validemizle istişare etti. Validemiz; Efendimizin kendi fikirlerine ihtiyacı olmadığını biliyordu. Sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Ve Efendimize; onlara bir şey söylemeden kendi kurbanlarını kesip, ihramdan çıkmasını; bu durumda sahabenin de emrin kesinliğini anlayacağını söyledi. O da zaten böyle düşünüyordu. Kendisine ait kurbanları kesmeye başladı. Sahabe artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamış ve onlar da kurbanlarını kesmeye başlamışlardı. Görülüyor ki; kadın insanlık tarihinde hak ettiği yerini, Peygamberimiz (s.a.v) zamanında bulmuştur. Hz. Hatice validemiz İslâm’ın yayılması sırasında eşine inanma, güvenme ile birlikte maddî manevî her türlü fedakârlık ve destekte bulunmuştur. Aynı zamanda huzur dolu yuvalarında 6 çocuk yetiştirmek gibi bir sorumluluğu da Peygamberimiz (s.a.v) ile birlikte yerine getirmişlerdir. Allahu Teala bu hususta şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Rasulullah’ta sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.” (el-Ahzap, 33/21) Allah’ın salât ve selamı O’nun üzerine olsun. 75 Hikâye Ümit Fehmi SORGUNLU Yağmur Yağmıyordu N azan bugün geliyor. Buna üzülmem mi, yoksa sevinmem mi gerek bilmiyorum. Bütün her şeyde olduğu gibi, burada da kararsızlığım dü- şüncelerimi esir ediyor. Gelince nasıl davranmalıyım, eskiden olduğu gibi hep susmalı, yine yosun yeşili gözlerini, bir çizgi gibi incecik kaşlarını mı seyretmeliyim? Yoksa onu hiç görmemeli, her şeyi tesadüflerin akışına mı bırakmalı, karar veremiyordum. Her şeyin “Onu karşılamayı, onu görmeyi istemiyorum. Ama yüreğimdeki kımıldanma bu düşüncelerime meydan okuyor. Onu son bir kez olsun görmemek gerçeklerden kaçmak gibi geliyor bana.” iki yıl önce bıraktığımız gibi durduğuna inanmak ne güç. Neden gitmişti sanki Fransa’ya? “Babanı mı yoksa beni mi çok seviyorsun?” diye manasız bir soru sormuştum da gülmüştü. Çok az ama çok güzel gülüşü vardı. Bulutların ardından güneş açıyor sanırdınız. Pembe dudakları bir bulut gibi gülüşünü engellerdi. Neden az güler, hep düşünürdü bilemiyorum. O günler pek anlam veremez üzerinde de durmazdım. Babasını görmeye gittikten sonra anladım. Yıkılmak üzere olan bir evliliği kurtarabilme çabası yer etmişti kafasına. Ama bu gidişle birlikte bilmiyordu ki sevgimizi de alıp götürüyordu. Ruhundan, benliğinden çok şeyler çaldırmıştı Fransa’ya. Bu iki sene aramıza öylesine bir uçurum getirmişti ki. O sevgilerin maddeyle oluşacağını savunurken, ben maddenin bile mana ile yüceleceğine inanıyordum. Hayata ve insanlara bakış açısı öylesine değişmişti ki, artık onunla birlikte olamayacağımızı, olsak bile o ilk günkü sevginin sımsıcak ve bütün tazeliğiyle kalamayacağını anlamıştım. Son mektubunda bu gün geleceğini ve kendisini karşılamamı istiyordu. Sanki gelmesiyle her şey 76 Somuncu Baba düzelecekmiş gibi. Ne tuhaf iki Yine bir pastaneye mi gitmeliyiz, man gelmiş, beni nasıl bulmuş, yıl önce gittiğini istemiyordum, çay mı içmeliyiz yine demli? anlayamadım. Bacaklarında bü- şimdi geldiğini. Ama yabancı Yine hep susmalı, o yosun ye- tün hatlarını belirten daracık bir bir ülkede benliğinin büsbütün şili gözlerini mi seyretmeliyim? etek, üzerinde bedenini sımsıkı yok olmasına da gönlüm razı Yine beni sevdiğini söylerken saran buluz. Kumral saçları kısa- olmuyordu. Gelirse belki yine yağmur mu yağmalı iri taneli? cık kesilmiş, dudaklarının pem- eski Nazan olabilir, diye düşü- Camdan yağmuru seyrederken beliği kaybolmuş, yerini kırmızı, nüyordum. rahmet mi dilemeliyiz Rabbi- iğrenç bir ruj almış. Nazan mı Onu karşılamayı, onu görmeyi istemiyorum. Ama yüreğimdeki kımıldanma bu düşüncelerime meydan okuyor. Onu son bir kez olsun görmemek gerçeklerden kaçmak gibi geliyor bana. Pardösümün yakasını kaldırdım. Kamçı gibi esen rüzgâra rağmen gözlerim trenden inen yolcularda dolaşıyordu bir bir. Nisan / 2007 mizden. Ne de kalabalıkmış bu gün tren. Yolcusuna kavuşup sarılan, öpüşen insanları seyrediyorum kaçamak. Biz de sarılır mıyız birbirimize? Ayrılırken olduğu gibi uzun uzun gözlerimiz birbirini mi seyreder? Yine gözlerinde buğulu bir yaş mı belirir? - Merhaba!.... Dönüp baktım... O! Ne za- bu? Yoo hayır, benzetiyor olmalıyım. Zoraki gülmeye çalışarak; - Merhaba, diyebildim. - Çok bekledin mi? - Ben mi? diye sormuşum şaşkınlıkla. Kıkırdayarak güldü. İnsanların gülüşü değişmez sanırdım. Ne kadar aldandığımı bugün anlıyorum. 77 - Aaa, tabii sen. Başka biri mi var ki? Gözlerimin içine baktı gülerek. Bir an o gözlerde eski Nazan’ı arar gibi oldum. - İnsan sevdiğini hiç unutmuyor değil mi? dedi. Sustum. “Çok değişmişin” diyecektim, “hiç değişmemişsin” dedim. Bunu niçin söyledim, niye ona gülümsedim hâlâ anlamıyorum. - Sahi mi? Sen de hiç değişmemişsin. - Yürüyelim mi? - Nasıl istersen. - Benimki bira olsun. Şaşkın, gözlerine bakarken gülümsedi. Ne çok gülüyordu. Oysa eskiden gülüşünü görmek için saatlerce beklerdim. - Çayı sevmiyorum artık! dedi. Garsonun bira bulunmadığını söylemesi üzerine: - O zaman neskafe olsun dedi. Gözlerinin içine bakarak: - Eskiye ait hiçbir şeyi sevmiyorsun. Öyleyse beni de sevmiyorsundur artık, dedim. Gözlerinin içi gülüyordu. Birlikte yürüdük. Elindeki valizi taşımakta güçlük çekiyordu, almak istedim. Bir an küçük avuçlarını avuçlarımda hissettim. İki yıl sonra ilk kez ellerimiz birbirinin sıcaklığını duydu. Gülmesi kayboldu. Derin derin baktı gözlerime. Bakışlarımı kaçırarak valizini aldım. Bir süre konuşmadan yürüdük. Başım yerde, gözlerim kaldırım taşlarında, bir an yanımdaki kızın varlığını unutarak yürüdüm. Gülmesi daha bir yoğunlaştı Sesi billur gibiydi. Yan masalardan bize baktılar. Utandım... - Karıncaları ezmekten mi korkuyorsun? diye takıldı. Cevap vermedim. İstasyon yakınında bir pastaneye oturmak için girdiğimizde hâlâ konuşmuyordum. Cama yakın bir masa bularak oturduk. Neden hep cam kenarını seçerdik, niye her oturuşumuzda ille de çay içerdik? Gelen garsona iki çay söyleyecek oldum, eliyle hayır anlamında işaret etti. Yine güldü. Su şırıltısı gibiydi sesi. 78 - Ama önce seni görmek istedim. Dayımlara bile haber vermedim geleceğimi. - Görmek neyi değiştirir, eski sevgi tomurcuğunu yeniden filizlendirir mi? - Tomurcuk gül olmadı mı daha? - Hayır, açmadan soldu. - Çok romantikleşmişsin, eskiden hiç konuşmaz, beni seyrederdin. - Ne çok gülüyorsun öyle. Eskiden bir gülüşün için saatlerce seni seyrederdim. Derin bir nefes aldım. - Sen Nazan değilsin, dedim. - Neden benzemiyor muyum? dedi, sonra birden ciddileşti, gözleri kısıldı. - Doğru, çaldılar beni. Önce babamı, sonra annemi, şimdi de beni. - Annenle baban barıştı mı? Gözleri camdan dışarıda, yüzüme hiç bakmadan konuşuyordu. - Evet, ama neye yarar. İnsan benliğini kaybettikten, öz değerlerini yitirdikten sonra değer mi? Fransa bizi çaldı Ferit. Tarihin intikamını alıyor, adım adım, gün be gün. Sustum. Gelen çaydan bir yudum aldım. Birden Fransa’yı titreten Kanuni geldi aklıma. Muhteşem Süleyman bütün heybetiyle gözlerimin önünde belirdi. Ve o tarihî mektubu bir kez daha satır satır belleğime kazıldı. Nazan önündeki neskafesini yudumlarken ağır ağır konuşmaya devam etti. - Annem babamı kaybetmemek için oranın kadınlarına uymak zorunda kaldı. Önce başını açtı, sonra makyaj yapmaya, onlar gibi giyinmeye başladı. Ben de bir taraftan babamın ısrarları, diğer taraftan nefsimin galebe çalmasıyla bu hâle geldim. Anlayacağın bir yuva kurtulurken yıkılıyordu. Tabi bu kurtulmaysa!... Bir anlık durgunluğu kayboldu ve yeniden gülmeye başladı. Somuncu Baba - Boş ver, sen nasılsın, yine aynı işte misin, çok para kazanıyor musun? - Haa, galiba. Artık gülerek anlatıyordu: Paris’i, Eyfel Kulesi’ni ve gezdiği daha bir çok yerleri. Bense bir an önce kalkmayı istiyordum. Kalkmalı ve artık bu beraberliğimiz bitmeli, diye düşünüyordum. - Bilmiyor musun? dedim. İki ay önce evlendim. Birden sustu. Gözleri gözlerimi aradı, bulamadı. Bu kez camdan dışarı bakma sırası bana gelmişti. - Yaa, dedi soluksuz. Sonra hiç konuşmadı. Konuşsun, “neden?” diye sorsun istedim, yapmadı. Bütün neşesi kaybolmuştu. Birkaç dakika daha öylece konuşmadan oturduk. Nihayet; - Kalkalım mı? dedim. Gülümsedi. Gözleri gözlerime dudaklarıyla soramadığını soruyordu. Gözlerimi bakışlarından kaçırdım. Beni ele vermesinden, yalan söylediğimin anlaşılmasından korkuyordum. Masadan kalktım. Sessizce itaat etti. - Dayınlara mı gideceksin? dedim. Konuşmadan başını salladı. Pastaneden çıktık. Yüreğimin burkulduğunu hissettim. Yağmur yağmıyordu ve ikimiz de susuyorduk. Nisan / 2007 Risâletin Son Halkası Bu gece, Hıra mağarasındayım, Bir kutlu müjde uyandırdı beni burada. Ay Firuze gözleriyle kuşattı beni, Kumlar seccadem, ufuklar yastığım oldu. Gerçeği tebliğle zorlandım aylarca, Dışlandım, taşlandım, horlandım, Kendi sevdâmın ateşiyle yandım. Sonunda yurdumu, yuvamı bastılar, Kılıç salladı kin kustular. Kader çizgimin kırılacağı bir demdi, Örümcek ağıyla kuş yuvası perdemdi, Korkuya ve çıkarlara kiralanmıştı hayatım, Ama mahşerin atlılarındaydı beratım. Tebük’te taşlar yıkadı ayaklarımı, Sonsuzun dili ve kafesinde yaralı kuştu yüreğim. Derin bir umut, esrarlı bir duyuştu yüreğim. İpek kanatlarım takılmadı benlik ağına, İlk insanla doğan Risâlet ırmağı, Benimle dönüyordu sonsuz kaynağına. Vermişse ezel ve ebedin hükümdarı, Vermişse ezel ve ebed için son kararı, Bezm-i Elest’te yazılan bu romanın Yaşayacaktı soylu kahramanları.. Son uyarı ve son dirilişin müjdesini, Arzın ve arşın o ulvi sesini, Yükledim çırpınan suya, düşünen dağa/taşa, Yükledim sürünen börtü böceğe, uçan kuşa, İnsanlarla bölüştüm idealin en hasını!.. Muhsin İlyas SUBAŞI 79 Röportaj Konuşan: Elifa PLATİN İslâm İle Tanışıp, Tanışmakla Kalmayanlar… İbrahim Farajaje İ lk olarak ülkemize hoş geldiniz İbrahim Bey… Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız? Adım İbrahim Farajaje. California Berkley Kolejinde İslâmi ve Kültürel Eğitimler bölümünde profesörüm. İstanbul’da kısa bir süredir bulunmaktayım. İstanbul’un mübarek yerlerini gezme amaçlı buradayım. Ailemle birlikte yaşıyorum. Hep birlikte Türkçe öğreniyoruz. İbrahim Bey bize biraz daha geçmişinizden bahseder misiniz? İslâm ile tanışmanız nasıl oldu? “Kelime-i Şehadet getirmek yirmi saniyelik bir olay ama anlamını öğrenmek bütün hayat yolculuğu boyunca devam eder. Hakiki mü’min ve gerçek Müslüman daima bu hayat yolculuğundadır…” 80 Bu çok uzun bir hikâye. Etnik olarak çok milletli bir aileden geliyorum. Ailemde Etiyoplalı, Hintli ve Amerikalı köklerimiz var. Ailem de aslı Türk olan Amerikanlardan (meluncan). Çocukluğumdan beri dine karşı ilgim vardı. Farklı dinleri öğrenmeye meraklıydım. California Berkley’ de doğdum ve büyüdüm. O yıllarda benim yaşadığım yerde çok fazla Müslüman yoktu. Çocukluk yıllarında İslâm’ı öğrenmem ve İslâm’dan etkilenmem matematik öğretmenim sayesinde oldu. Yatılı okulda iken matematik öğretmenim Filistinli bir Müslümandı. Ondan İslâm hakkında öğrendiğim şuydu. İslâm’ın sevgi, adalet ve eşitlik dini olduğunu öğrendim. Ondan her gün İslâm hakkında yeni şeyler öğreniyordum. Bana Malcom X’in hayatını anlatıyordu. O yıllarda birçok insan onun hayat hikâyesini okuyarak İslâm’a yaklaşıyordu. Sınıfta ondan İslâm’ı öğrenen tek kişiydim. Matematik hocamla her gün İslâm hakkında konuşuyordum. Ve bu benim için yaşayan canlı bir İslâm örneğiydi. Hocam sayesinde İslâm’ı her geçen gün daha derinden tanıyordum. O yıllarda sadece bir Somuncu Baba Kur’an-ı Kerim tercümesi vardı. Bu Kur‘an mealinden her gün okuyordum. Bu din konusunda daha derinden araştırmalar yapmak isterdim. Fakat şartlar beni farklı mekânlara farklı okullara gitmeme sebep oldu. Daha sonra lisede ve üniversitede İslâmî ilimleri daha çok okudum ve araştırdım. Ve üniversiteyi bitirdikten sonra amacım bütün insanların İslâm’ı daha iyi anlaması için çalışmaktı. Tıpkı benim İslâm’ı iyice özümsemem gibi… Ancak yıllar geçtikçe öğretmenin ayrı, yaşamanın ayrı olduğunu öğrendim. 11 Eylül olayından sonra İslâm’a olan bağlılığımı ifşa etmem gerektiğini herkese duyurup İslâm’a daha fazla hizmet etmem gerektiğini anladım. Bulunduğum şehirdeki caminin imamına gittim. Düşüncelerimi anlattım. Bana sen zaten yıllar önce kalpten kelim-i şahadet getirmişsin. Şimdi ise bunu açıktan söylemen gerekiyor dedi ve o gün mescidde bir cemaatin arasında Kelime-i Şahadet getirdim. O yılın Ramazanını Müslüman bir cemaatle geçirdim. Oruç tuttum. Bu benim için önemli bir basamaktı. Artık ben de bu kardeşlerle birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmetinden idim. Artık İslâm’ı aleni yaşıyordum. O yıllarda bir proje başlattım. Farklı milletlerden Müslümanları bir araya getirme projesi. Şimdi ise İstanbul da yaşayarak İslâm’ı daha özümsemek ve daha iyi anlamak için bulunuyorum. Müslüman olduktan sonra hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu? Nisan / 2007 Müslüman olduktan sonra insanlara “bende değişikler olduğunu görüyor musunuz?” diye sorduğumda şöyle yanıt veriyorlar: Sen daha sakin daha huzurlu ve ayakları yere basan bir insan oldun artık, diyorlar. Müslüman olduktan sonra yıllarca aradığım kafamdaki her soruya şüpheye cevap duldum. Derin bir huzur ve mutluluk duyuyorum. Peki sizi buralara kadar getiren İstanbul’un diğer İslâm ülkelerinden farkı nedir? İstanbul’un en önemli özelliği, İslâm tarihini yansıtmasının yanı sıra hemen hemen her köşesinde farklı dönemlerle karşılaşıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz karşınıza Eyüp Sultan Hz.leri çıkmış, bir bakıyorsunuz Sultan Ahmet, Süleymaniye, Hırkaı Şerif… Bütün bu yerler farklı tecrübeler veriyor bizlere… Bu tarihî mekânlar bir zamanlar bu topraklarda İslâm’ın nasıl yaşandığını anlatıyor bizlere… İstanbul’da huzurlu bir ortam ve huzurlu bir düzen var. İslâm’ı öğrenen her hangi biri için çok güzel bir mekân. Dünyada insanlar İslâm’ı öğrenmek deyince direkt Türkiye’yi düşünmezler. Bir Arap toplumunda öğrenmek ilk başta insanların aklına gelir. Ama esasında hakiki İslâm, İstanbul’u gezerek görerek ve medeniyeti tanıyarak öğrenilir. İnsanlarda Arapça konuşan ülkelerde İslâm öğretilir diye yanlış bir inanç var. İstanbul’da bu anlamda çok zengin bir tecrübe var. Sizin gibi gerçeği bulmak isteyenlere, Hakk’ı arayanlara ne tavsiye edersiniz? Yaşayan bir örnek olarak aramaya nereden başlasınlar? Gerçeği aramak önce insan kalbinde başlamalı. Ne sorusunu sorduğunu ve neyi aradığını bilmeli. Tıpkı kendisini bir nehre bırakır gibi aradığı şeyin akışına bırakmalı ve önce teslim olmalı. Bunu yaptığınız zaman hiç beklenmedik olaylar hayatınızda zuhur eder. Hiç ummadığınız güzelliklerle karşılaşırsınız. Kelime-i Şehadet getirdiğim günden bugüne kadar hayatımda inanılmaz güzellikler oldu. Kelime-i Şehadet getirmek yirmi saniyelik bir olay ama anlamını öğrenmek bütün hayat yolculuğu boyunca devam eder. Hakiki mü’min ve gerçek Müslüman olarak yaşamak bir ömür süren bir süreçtir. Bu bir hayat yolculuğudur. İnsanları bu yolculuğa açık olmaya davet ediyorum. Peki, Kur’an-ı Kerim’de sizi en çok etkileyen ayet ya da sure hangisidir? İhlâs suresi… İhlâs suresi benim kalbim gibidir. Bütün ümmetin yaşaması için gerekli olan bir kalp gibidir. İhlâs suresini ilk duyduğumda bütün vücudum titredi. Bu tevhidi anlatan bir sure, İslâm’ın özüdür, cevheridir. Biz de size bundan sonraki projelerinizde ve hayatınızda dileğiniz gibi yaşamanızı diler, teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Hem benim hayatım belki birçok kişiye örnek olur ve onlar da doğru yolu bulur. Teşekkür ederim. 81 Sağlık Akın DİNDAR Balık Yemek Zihni Açıyor H aftada en az bir kez balık yemek yaşlanmaya bağlı zihinsel faaliyetlerdeki düşüşü en az üç- dört yıl yavaşlatıyor. Archives of Neurology isimli dergide yer alan bir araştırmanın sonuçlarına göre, balık ağırlıklı diyet uygulayanlar yaşlılıkta daha keskin bir zekaya sahip oluyor. ABD’deki Rush Üniversitesinden Clare Morris, “araştırma sonucunda haftada bir kez balık yiyenlerin düşünme kabiliyetlerindeki düşüşün yılda yüzde 10 oranında yavaşladığını, haftada iki kez balık yiyenlerde ise oranın yüzde 13 olduğunu gördük” dedi. “Yapılan araştırma sonuçlarına göre omega-3 açısından zengin balıkların tüketimi depresyon belirtilerini azaltıyor ve mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin hormonunun üretimini artırıyor...” 3 bin 718 kişiye uygulanan ve bir hikâyenin detaylarının hatırlanmasına ilişkin basit testlerle gerçekleştirilen araştırmanın tamamı, Chicago’da yaşayan 65 yaşın üzerindeki deneklerle ve altı yıl içinde üç kez yapıldı. Ayrıca aynı kişilere, 139 gıda maddesinin isim listesinin bulunduğu bir anketle neler yedikleri de soruldu. Daha önce yapılan bazı araştırmalar da balık yiyen insanların Alzheimer hastalığına yakalanma ve kalp krizi geçirme risklerinin azaldığını göstermişti. Bu araştırmalar, somon ve tuna gibi omega-3 yağ asidi açısından zengin olan balıkların bütün kalp hastalıklarını önleyici bir etki yaptığını da ortaya koymuştu. 82 Somuncu Baba Balık Etinin Faydaları Kırmızı etle aynı besin kalitesine sahip olduğu halde daha az yağlı ve glisemik endeksi daha düşüktür. Organizmanın üretemeyeceği proteine, yani temel aminoasitlere sahiptir. Protein balıketinin ana elementidir. Öte yandan araştırmacılar, omega-3 yağ asidi ile beynin faaliyetlerinin düşüşe geçmesi arasında bir bağlantı olup olmadığını da inceledi ancak bir bağlantı bulamadı. Daha önce yapılan bazı araştırmalar omega-3 yağ asidi ile beyin faaliyetleri arasında bir bağ bulunduğunu ortaya koymuştu. Balık ve Depresyon Yapılan araştırma sonuçlarına göre omega-3 açısından zengin balıkların tüketimi depresyon belirtilerini azaltıyor ve mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin hormonunun üretimini artırıyor... Balıketi mineral tuzları, özellikle de potasyum, iyot ve sodyum bakımından diğer etlerden daha zengindir. Balık yağı da A ve D vitamininin bolca bulunduğu bir gıda maddesidir. Haşlanmış ve ızgara balık, diyet listelerinin vazgeçilmez besin maddeleridir. Ayrıca, özellikleri sayesinde çağımızın korkulan hastalığı arterosklerozdan (damar sertliği) korunmak için de çok faydalıdır. süresince ve doğumdan sekiz Çalışmayı yürüten Dr. Jo- ay sonraya kadar gösterdikleri seph R. Hibbeln, haftada iki depresyon belirtileri de o kadar ya da üç kez yenecek, toplam düşüyor. 340 gram kadar balığın hamile Omega-3 asitleri en çok deniz ürünleri ve aynı değerde besin içeren destekleyici ilaçlarda bulunuyor. Her ne kadar hamile kadınların, içerdiği civa nedeniyle balık tüketmesi sakıncalı kadınlar için uygun miktar olduğunu söyledi. Beynin yapıtaşları olarak görülen omega-3 asitleri, depresyonu engelleyen seretonin bulunsa da, ton balığı, sardalya, adlı kimyasalın üretimine des- som balığı ve ringa balıklarının tek oluyor. Omega-3 bu açıdan hem omega-3 açısından zengin sadece hamile kadınlarda değil, hem de civa açısından daha az depresyon geçiren herkes üze- riskli olduğu açıklandı. rinde etkili kabul ediliyor. Hamile kadınların doğum öncesi ve sonrası olası depresyon riskini önlemelerinin yolu, omega-3 içeren balık yemekten geçiyor. Britanyalı araştırmacıların 11 bin 721 kadın üzerinde yürüttüğü bir çalışmanın sonucuna göre, hamile kadınlar gebelikleri sırasında ne kadar çok omega3 yağ asiti tüketirse, hamilelik Nisan / 2007 83 Kestaneli Pilav Malzemeler: • 300 gr pişmiş kestane • 250 gr kuşbaşı hindi veya kuzu eti • 1,5 su bardağı pirinç • 2 adet havuç • 2 çorba kaşığı tereyağı • 3 su bardağı su • Tuz- yeteri kadar Yapılışı: Kuşbaşı etleri yıkayıp, bir miktar su ilave ederek pişiriyoruz. Pirinçleri sıcak tuzlu suda ıslatıyoruz. Pilavı pişireceğimiz tencerenin içerisine tereyağını alıp eritiyoruz. Kibrit çöpü inceliğinde havuçları doğruyoruz. Tereyağını ilave ediyoruz. Birkaç defa Gönülden İkramlar Mesude SARI Kestanenin Faydaları Potasyum, fosfor, magnezyum, klor, kalsiyum, demir, sodyum mineralleri ile C, B1, B2, PP vitaminlerini içeren ve şeker, protein, yağ açısından zengin olan kestanenin, 100 gramında 200 kalori bulunuyor. Nişasta, mineral tuz, özellikle potasyum ve diğer besinsel değerleriyle kestane, kış mevsiminin olumsuz şartlarına, fiziksel ve zihinsel yorgunluklara karşı paha biçilmez bir sağlık kaynağı. 84 karıştırıyoruz ve pirinçleri yıkayıp ilave ediyoruz. Kabuklarını soyduğumuz kestaneleri ve kuşbaşı etleri de ilave edip karıştırıyoruz. Tüm malzemeleri kavuruyoruz, kaynamış suyumuzu da ilave edip hızlı ateşte kaynatıyoruz. Pilavımız göz göz olunca kısık ateşte dinlendiriyoruz ve servis yapıyoruz. Not: Bu hazırlamış olduğumuz pilavla, tavuk da doldurup fırında pişirilebilir. Kestanenin nasıl tüketilebilineceğine dair öneriler ise şöyle sıralanıyor: Kestaneleri pişirmeden önce, keskin bir bıçağın ucuyla üst taraflarına derince birer çizik atın. Mümkünse kısa saplı bir bıçak kullanın; zira bu, işinizi kolaylaştıracaktır. Daha sonra kestaneleri yıkayıp, kurulayın. Grilde veya sadece üst ızgarası yanan bir fırında pişirin. Sobanın üzerinde ya da mangalda da pişirebilirsiniz. Ayrıca, gazlı ocak üzerinde teflon tavada kestane kebap yapmanız da mümkün. Kestane kebabı özellikle kış gecelerinin vazgeçilmez keyiflerinden biri. Somuncu Baba ANMA PROGRAMI YAPILDI Dergimizin kurucusu Ahmet Şemsettin Ateş anısına vefatının birinci yıldönümünde 26 Mart 2007 tarihinde anma programı tertip edilmiştir. Yard. Doç.Dr. M.Doğan Karacoşkun’un “Ahmet Şemsettin Ateş’in Örnek Şahsiyeti” konulu konferansı ve sinevizyon gösterimi yoğun bir katılımcı tarafından takip edilmiştir. Ayrıca “Şemsname – Şeyhzâdeoğlu Ahmet Şemsettin Ateş” adlı bir hatıra kitabı Nasihat Yayınları tarafından hazırlanmıştır. Edebiyatımıza gönül veren Ahmet Şemsettin Ateş Ağabey, kalemiyle nakşettiği, güzel kelamlarıyla süslediği yazıları, bu toprağın evlatlarının gönül pınarına inci taneleri gibi dökülen şiirleri, dergi sayfalarından, defter sayfalarından alınarak, şimdi bir kitap olarak ebedileştirilmiştir. Nisan / 2007 85 86 Somuncu Baba Nisan / 2007 87 88 Somuncu Baba