78. Sayıyı Pdf Formatında indirmek için

advertisement
Nisan / 2007
78
Nisan
2007
Fiyatı: 6 YTL
İçindekiler
Emîn Muhammed
Ümmetinin Güvensizlik
Problemi
“İnsanlığın yeniden, yitirdiği güven sıfatını kazanması için Emin
Muhammed’i ve onun mesajını
yeniden okuması, onu doğru bir
şekilde anlaması ve onu izlemesi gerekmektedir.”
8
Peygamberimizin Örnek Hayatından Kesitler
“Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de öyle tavsiye ederdi. Yüzünden tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü belli etmez, yanındakilerin içini karartacak
tavır sergilemezdi. ”
Kur’anî Kulluk, Hz. Muhammed ve
Saftakiler Yani Bizler
“İslâm’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl herşey
Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden
sevap alacağını ve cennete gideceğini bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir beklentisi olmamalıdır.”
14
Somuncu Baba
Aylık İlim - Kültür ve Edebiyat Dergisi
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın
Yayın Organıdır.
Kurucusu
A.Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli
ISSN: 1302-0803
YIL: 13 SAYI: 78
Nisan 2007
Basım Tarihi: 01 Nisan 2007
30
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi
Sebahaddin ATEŞ
Genel Yayın Yönetmeni
İsmail PALAKOĞLU
Yazı İşleri Müdürü
Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü
Musa TEKTAŞ
Grafik / Tasarım ve Uygulama
Muharrem AKIN
Emre AYDOĞAN
Samet ŞAHİNASLAN
Kapak Resim
Mescid-i Nebevî
Arka Kapak Ebru
Hikmet BARUTCUGİL
Tanıtım ve Halkla İlişkiler
Melek ATALAY
Tashih
İbrahim ŞAHİN
Yusuf HALICI
Sanat Yönetmeni
Serkan ÖZTÜRK
Arşiv
Sabit DEMİR
Somuncu Baba
Gönülleri Saran
Muhabbet
“Efendi Hazretleri ‘Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in “Beni
vefatımdan sonra ziyaret
eden sağlığımda ziyaret etmiş
gibi olur. Şefaatim ona vaciptir.’ müjdesini vermiştir.”
44
Düşmanlarına Karşı Dostca Davranan Peygamber
“Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine işkence ve zulmün her türlüsünü yapan Mekkeli müşriklere karşı
asla intikam fırsatı aramamıştır. Aksine düşmanları
açlık ve kıtlığın cenderesine düştüklerinde, yardımı
bir vazife olarak görmüştür.”
Davud-i Tâi (k.s)
“Yaşadığı hayat o derece riyazet ve takva üzerine idi
ki, zarurî ihtiyaçları dışında evinden çıkmamış, ağzına
lezzet veren bir nimet koymamıştır.”
72
49
Abone İşleri ve Reklam
İsmail Hakkı ÖZBAY
Ahmet Hulûsi KÖMÜRCÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71
44700 Darende / MALATYA
Tel:(422) 615 15 00 Fax:(422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net
Dağıtım
D.P.P
Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış
Bizim Repro: (312) 341 10 20 - 21
Nisan / 2007
Baskı & Üretim
Ajans Türk Basın ve Basım Sanayi A.Ş
İstanbul Yolu 7. Km. Necdet Evliyagil Cad.
No: 24 Batıkent / ANKARA
Tel: 0 (312) 278 08 24
İrtibat Telefonları
Fiyat
Tek Sayı
: 6 YTL
Kurum Abone : 100 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone
: 60 YTL
Avrupa 1 Yıllık Abone
: 60 EURO
Avrupa Tek Sayı Fiyat
: 5 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone: 90 USD
Posta Çeki (Darende Postanesi): 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
A y l ı k
İ l i m
-
K ü l t ü r
v e
E d e b i y a t
D e r g i s i
Somuncu Baba 78
Nisan
2007
Fiyatı: 6 YTL
Başyazı...
O’nu Sevmek O’nu Örnek Almaktır
www.somuncubaba.net
Peygamberimizin
Huzurunda
Şefkat ve
Merhamet Pınarı
Dergisi Hediyesi...
Summary
To Love Him Is To Take Him As One’s Model
Muhammed the prophet (peace be upon him),
who is sent to the whole mankind and universe, is
praised in the verse of Qur’an by Allah: “And, truly,
thou guidest mankind to the right path, the path of
Allah, to Whom belongs whatever is in the heavens
and whatever is in the earth.” (Al-Shura 52-53)
Moreover, Allah invites the Muslims complying with
the perfect morality of Muhammed the Prophet
(pbuh) and tells: “Muhammed the Prophet is a good
model for you”
To take Him as one’s model, to obey his commands,
and to love Him whether one sees Him or not, are
the duties of all the muslims coming into the world
until the doomsday.
Loving Muhammed the Prophet (pbuh) is only
possible by believing and doing whatever he did,
said and brought. The Sufis never appease about
this subject and try their best to perform in the way
as he did during his life.
The Sheikh of Osman Hulusi Efendi, İhramcızade
İsmail Hakkı Toprak was affiliated to the Sunna of
Muhammed the Prophet.
Feeling the love of the beloved Muhammed the
Prophet in his heart, Hulusi Efendi, who was also
from His ancetry, stated his love in his poems and
emphasized this in his works.
His love the Beloved Prophet (pbuh) was so great
that, he gave the names of Muhammed the Prophet
(pbuh) such as, Muhammed- Mahmud- AhmedHamid, to his children.
In one of his pilgrimage visits in Medine, Masjid
Nebevi, Hulusi Efendi said: “All the perfect
perfumes’ source on the earth is here, the Masjid
Nebevi”.
Bütün insanlığa ve bütün kâinata gönderilen Sevgili Peygamberimizi Allahu Teâlâ: “Şüphesiz sen doğru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerlerde bulunan her şeyin sahibi olan
Allah’ın yoluna” (Şûra, 52-53) ayetiyle övüyor. Habibini şöyle
vasfediyor: “O Allah (c.c) ki ümmilere kendi içlerinden bir
peygamber göndermiştir. O peygamber, onlara Allah (c.c)’ın
ayetlerini okur, onları tezkiye eder, onlara kitabı ve hikmeti
öğretir.” (Cuma, 2) Ayetten anlaşıldığına göre peygamber bize,
âyetleri okuyor. Kitâb’ı yani Kur’ân’ı öğretiyor. Hikmet, isabettir; yani Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünneti, âdabı, ahlâkı,
hâlleri ve öğrettiği gerçeklerdir. Allahu Teâlâ, topyekün insanlığa, kendisine itaat etmelerini emrettiği gibi, Peygamberi’ne
de itaat etmelerini emretmiştir.
Ayrıca Cenab-ı Hak, Mü’minleri, Hz. Peygamberin yüce
ahlâkına uymağa çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın
Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Şimdiye kadar nakletmiş olduğumuz bu ayetlere göre
O’nu örnek almak, O’na tâbi olmak, O’nun emrine itaat etmek, O’nu görsün, görmesin O’nu sevmek, kıyamete kadar
gelecek bütün inananların görevidir.
Allah’ın Rasûlünü sevmek, onun söylediklerine, getirdiklerine ve yaptıklarına uymakla mümkündür. Mutasavvıflar,
bu konuda en ufak bir taviz vermez, harfiyyen uymaya gayret gösterirlerdi.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin mürşidi, Sivaslı İhrâmcızade İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s)’de Sünnet-i
Rasulullâh’a sıkı bir şekilde bağlıydı; ef’âl-ı Resûl’ü işlemeye daima gayret gösterirdi. Muhabbet ve hürmetten dolayı
Rasûlûllah ’ın adını abdestsiz anmamaya çalışırdı. Peygamber (s.a.s)’e duyduğu sevginin tezahûrü olarak Ehl-i Beyt’e
karşı da ayrı bir muhabbet duyar ve özen gösterirlerdi. Yâre
Yâdigâr isimli Mevlîd-i Şerifi kaleme alması da bu sevginin en
büyük işaretidir.
Peygamberimizi seven gönüller, ona olan muhabbeti değişik şekillerde izhar etmişlerdir. Bişr-i Hafî hazretleri Allah
Resûlü’nün dolaştığı çöl kumlarına ayakkabıları ile basmamış, ayak yalın dolaşmış, şâir Nâbi ise, Medine civarında bile
edebe muhâlif hareket edilmesine razı olmamış, muhabbetini edebî bir üslupla dile getirmiştir.
Gül kokulu sevgilinin aşk râyihâlarını yüreğinde hisseden, hâl ve hareketle ittiba etmekle birlikte, bu sevgiyi şiir
diliyle ifade edenlerden biri de Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi’dir.
Osman Hulûsi Efendi, nesep itibariyle hem o pak ve temiz
Somuncu Baba
İçindekiler
nesilden gelmesi, hem de Peygamber (s.a.v)’e duyduğu
aşırı sevgi, saygı, bağlılık ve hürmetten dolayı eserlerinde bu konuya ayrı bir önem vermiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v)’e olan sevgisi o denli yüceydi ki, çocuklarına koymuş olduğu isimlere dikkat edilecek olursa Peygamber
Efendimiz’in mübarek ve muazzez (Muhammed-Mahmud-Ahmed-Hamid) isimleri çocuklarının ön ismidir.
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden Hutbeler
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)...........................6
Emîn Muhammed Ümmetinin Güvensizlik Problemi
Prof. Dr. Ali AKPINAR................................................8
Güller Gülüne!
Ahmet Süreyya DURNA...........................................13
Peygamberimizin Örnek Hayatından Kesitler
Hz. Peygamber (s.a.v)’i sevmek ve ona itaat etmek,
her Müslümân için kaçınılmaz bir görevdir. Peygamber
sevgisi ile ilgili hadîslerin hadîs külliyatımızın Kitâbu’lİmân başlıklı bölümünde nakledilmiş olması söz konusu
sevginin imânî boyutunu ortaya koymaktadır. Bu sebeple iyi bir Müslüman olabilmek ve Allah’ın sevgisini kazanabilmek için, Kur’ân’da en güzel örnek “usve-i hasene”
olarak takdim edilen Hz. Muhammed’i iyi tanımalı ve
onu canımız dâhil dünyadaki her şeyden çok sevmeliyiz. İşte bunun içindir ki İslâmiyet’in Hz. Peygamber’in
konumu ile ilgili mesajını iyi anlamış olan ve İslâm dinini
takva ölçüsünde yaşamayı kendine şiâr edinen ve samimi bir Müslüman olan, Osman Hulûsî Efendi, Mektûbât
ve Hutbeler’inde olduğu gibi Divân’ında da yer alan şiirlerinde de Hz. Muhammed’e olan sevgi ve bağlılığını
samimi bir üslûp ve büyük bir coşku içinde dile getirmiştir.
Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM.....................................14
Osman Hulûsi Efendi, bir hac ziyaretinde Mescid-i
Nebevi’de: “Yeryüzündeki bütün güzel kokuların memba-ı burasıdır” diye buyurmuşlardır.
Doç. Dr. Bünyamin ERUL........................................43
Sevgi de Buğuz da Allah İçin
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ........................................18
Şefkat ve Merhamet Pınarı
Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE...........................................20
Huzurda
Sadık YALSIZUÇANLAR...........................................24
Kur’anî Kulluk ve Hz. Muhammed
Doç.Dr. Enbiya YILDIRIM........................................30
Miraç-ı Güzin
Olcay YAZICI...........................................................35
Şükür Çiçek Açmıyor Seccademizde...
Mürsel GÜNDOĞDU..............................................36
Hz. Peygamber Bize Canımızdan Daha Yakındır
İbrahim YARIŞ.........................................................38
Na’t
M. Halistin KUKUL..................................................42
Abdullah b. Ebî Rabîa
Gönülleri Saran Muhabbet
Musa TEKTAŞ..........................................................44
Osman Hulûsi Efendi, Peygamber sevgisinin bir işareti olarak bir çok kez umre ziyaretinde bulunmuş; sevgili
peygamberimizi âdâb dahilinde ziyaret etmişlerdir.
Düşmanlarına Karşı Dostca Davranan Peygamber
Dîvân-ı Hulûsi-i Darendevî’de Peygamber Sevgisi ile
alâkalı bir çok beyite rastlamak mümkündür. Osman
Hulûsî Efendi, imameti esnasında irad etmiş olduğu bir
çok hutbesinde de Peygamber sevgisine ayrı bir önem
vermiş ve bunu cemaatine sık sık hatırlatmıştır.
Mustafa Takî Efendinin “Kırk Hadîs” İsimli Eseri
Örnek olması açısından hutbelerinden bir tanesinin
ilgili bölümünü burada zikrederek yazımıza son verelim:
“Ey Cema’atı Müslimin! Bu güneş doğmasaydı, bugün dünya karanlıklar içinde idi. Bizim için bu en büyük
bir şereftir. İyi biliniz ki bu nuranî, bu ilâhî yolda ilerlemek ve bütün cihana ahlâk ve fazilet numunesi olmak
her Müslümanın vazifesidir.”
Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA.............................49
Hz. Peygamber’in Yazıyla Tasviri: Hilyeler
Alim YILDIZ........................................................... 54
Fatih ÇINAR............................................................58
Efendimizin İnsanlara Yaklaşım Metodu
Aydın TALAY...........................................................62
Ya Muhammed (s.a.v) Ne Olur Sen Gel!
Nihal ÖNDER..........................................................65
Cemaatle Namaz Kılmak
Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN..................66
Bir Tasavvuf Kitabı “Tasavvuf ve Gönül Eğitimi”
Vedat Ali TOK.........................................................70
Davud-i Tâi (k.s)
Yusuf HALICI...........................................................72
Peygamberimiz (s.a.v) Eşsiz Bir Aile Reisiydi
Kevser BAKİ.............................................................74
Yağmur Yağmıyordu
Ümit Fehmi SORGUNLU.........................................76
Risâletin Son Halkası
Muhsin İlyas SUBAŞI................................................79
İslâm İle Tanışan İbrahim Farajaje
Elifa PLATİN............................................................80
Balık Yemek Zihni Açıyor
Akın DİNDAR..........................................................82
palakoglu@somuncubaba.net
Kestaneli Pilav
Mesude SARI...........................................................84
Nisan / 2007
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Doksansekizinci Hutbe
“(Rasûlüm) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiyâ, 107.)
Muhterem Cemâat-ı Müslimîn!
Önümüzdeki .......... akşamı
belirtisi idi. Gecelerin sonu sabah olduğu
Mev-
lit Kandilidir. Bu münâsebetle hutbemiz,
Peygamberimizin getirdikleri hakkındadır.
Bundan ...... yıl önce yer yüzünde yine
insanlar yaşıyordu, dünya yine bugünkü
dünya idi. Yine öfkeleri, kavgaları vardı. İnsanların dünyası karanlık, insanlar câhildi.
Halkın kendisiyle, halkın âmirleri ile arası
gibi karanlığın bir ucu da aydınlığa çıkardı
ve öyle oldu.
Bir ışık demeti nasıl yırtarsa karanlıkları
ve bir güneş nasıl doğarsa zulmet üstüne,
birdenbire Hazret-i Muhammed (s.a.v) de
öylesine doğuvermişti yeryüzüne. Nisan
yağmuru gibi, rahmet, ışık ışık... salât ve
selâm ona olsun.
iyi değildi. Yanlış inanmalar almış yürümüş
O iyi, yararlı işler yapanları kurtuluşla,
idi. En içten duygular, en mutlu gülücükler
mutlulukla müjdelemiş, uyuyanları uyan-
unutulmuştu. İnsanlar, sonu kurtuluş ol-
dırmış, günah işleyenleri sakındırmıştır.
mayan bir çıkmaza düştüklerinin farkında
İnsanları en güzel bir biçimde doğru yola
değildiler. Yeryüzünde karanlık, karam-
dâvet etmiştir. Bu çağrıyı yaparken kendisi
sarlık hâkimdi. Devrin ünlü ediplerinde,
bir şey eklemediği gibi hiçbir şey de ek-
şairlerinde bile kardeşlik konusu yer almı-
siltmemiştir. İnsanlara insanlık değerini ve
yordu. Kadın, sadece zevkin, düşkünlüğün
şerefini bildirmiş, insana tapınmaya değil,
sembolü idi. Kuvvetli olan haklı çıkıyordu.
Yüce Yaratıcıya tapmaya memur olduğunu
Kısacası kin ve öç alma duygularının be-
anlatmıştır. Tanrılar fikrini, tek Allah, yani
ğenildiği her çeşit ahlâksızlığın hoş görül-
tevhid inancını getirmiştir. Kendisi bütün
düğü, bir toplum yaşıyordu. Dünyada bu
davranışları ile bütün insanlara örnek ol-
toplum yalnız Arap yarımadasında yaşamı-
muş, çok zor şartlar içinde bulunduğu za-
yordu. Sapıklık her yeri sarmıştı. Bütün bu
manlarda bile doğruluktan iyilikten ayrıl-
olaylar ve kötü durum, aydınlık bir günün
mamıştır. En üstün ahlâkı tamamlamak için
Somuncu Baba
gönderildiğini söylemiş, en faziletli yola ça-
erişilmez üstünlüğünü cihana tanıtan yine
ğırmıştır. Miskinliği, tembelliği yıkan, onun
onun getirdiği esaslardır. Mehmetçik, inan-
yerine çalışmayı, hareketi koyan kurallar
cı ile Mehmetçik olmuştur.
getirmiştir.
İstanbul’un çağ açıp kapayarak, asıl sa-
Onun insanlara tebliğ ettiği İslâm dini;
hiplerine geçişini yine Hazret-i Muham-
bilgine, bilgiye en üstün değeri vermiştir. Bi-
med (s.a.v)’in çağlar ötesinden verdiği işa-
lenle bilmeyeni bir tutmamış “Oku!” onun
retle birlikte değerlendirmek gerekir. İslâm
Yüce Allah’tan aldığı ilk emir olmuştur.
dininin Arap yarımadasında doğmuş olma-
Huzûr ve barış, onun getirdiği dinin temel
sı, insanlığa mâl olmasına engel teşkil et-
düşüncelerinden birisidir. Çünkü İslâm’da
memiştir. Hazret-i Muhammed (s.a.v) vedâ
insan en şerefli bir varlıktır. O, sevgiyi,
hutbesinde bütün insanlığa hitâb etmiştir.
merhameti getirmiştir. Hakk’tan yardım-
Gâye; insanlığın mutluluğu idi. Onun ilke-
laşmanın en güzelini getirmiş ve “İnsanlara
lerinde renk ayrımı, zengin-fakir ikiliği yok-
merhamet etmeyene Allah merhamet et-
tur. Asıl değer özdedir. Özü dışa yansıtan
mez.” buyurmuşlardır. Onun getirdiği kuru
davranışlardır.
dünya değil, inanç dolu, hareket dolu bir
dünyayla kaçınılmaz olan âhirettir.
Kısaca belirtmek gerekirse, Hazret-i
Muhammed (s.a.v) neyin gelmesi gerekse,
İslâm önce kalp işidir, yürek işidir. Doğ-
insanlığa onu getirmiştir. Hakk’tan, hayâtı
ru yada yanlış işlerin mihenk taşıdır. Yü-
pahasına da olsa insanları mutluluğa götür-
rek, başka bir deyişle yüreğin çizdiği yolun
me gayretinden bir an geri durmamıştır. En
doğruluğu veya eğriliği hareketlerle, işlerle
üstün insan, en son O’dur. Âlemlere rah-
kendisini gösterir. Kurtuluş savaşında Meh-
met olarak gelmiş.
metçiği ölmezler arasına katan ve onun
Nisan / 2007
Salât ona, selâm ona.
Somuncu Baba
İlim ve Hayat
“İnsanlığın yeniden,
yitirdiği güven sıfatını
kazanması için Emin
Muhammed’i ve onun
mesajını yeniden
okuması, onu doğru
bir şekilde anlaması
ve onu izlemesi
gerekmektedir.”
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Emîn Muhammed
Ümmetinin Güvensizlik
Problemi
E
min sıfatı Yüce Allah’ın, vahiy meleği Cebrail’in, tüm peygamberlerin ve peygamberimizin sıfatıdır. Yüce Allah, kulla-
rının da bu sıfata sahip olmasını istemiştir. Zaten Allah’ın istediği,
peygamberinin ve Kur’an’ın hedeflediği insan da mümindir.
Güven Kaynağı Yüce Allah’tır:
Yüce Yaratıcı, birkaç isim ve sıfata sığmayan, bu yüzden pek
çok isim ve sıfatı olan mutlak kudret sahibidir. O’nun meşhur
isimlerinden biri de el-Mü’min’dir. O, güven ve emniyet kaynağıdır. Peygamberlerini ayet ve mucizelerle doğrulayan, dünya
ve ahirette güven ve huzur veren O’dur. Gönüllerde iman ışığı uyandıran, kendine sığınanlara aman verip güvene çıkaran
O’dur. . “O Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır,
O Meliktir, Kuddüstür, Selamdır, Mümindir..”1 O hâlde, dünya ve Ahirette güvende olmak isteyen O’na güvenmeli ve O’nun
korumasını hak etmelidir. Unutulmamalıdır ki, O’nunla irtibatlı
olmayan hiç bir şey ve hiçbir kimse güven ve huzura eremez;
korku, stres ve buhrandan kurtulamaz. O hâlde gerçek anlamda
mümin olmak isteyen, el-Mümin olan Yüce Allah’a bağlanmalı
ve her zaman O’nunla irtibatlı olmalıdır. Mümin olmak, kuru
bir iddia değildir. O’na inanmak, O’na güvenmek ve O’nun olmakla mümkündür. Aynı şekilde mümin, etrafındakilere güven
veren ve güvende olan kimsedir. Zira o, Mümin olan Allah’ın
kulu olan bir mümin kişidir.
Nisan / 2007
Vahiy Meleği Cebrail de
Emîn’dir:
Bu konuda Kur’an’da şöyle
buyrulur: “Onu (Kur’an’ı), erRûhu’l-Emin (güvenilir ruh,
Cebrâil) indirdi.”2 O büyük
melek, Allah’tan aldığı emaneti
aynen muhafaza ederek güvenli bir şekilde peygamberlere getirmiştir.
Bütün Peygamberler Emin
Sıfatına Sahiptirler:
Emanet,
peygamberlerde
bulunması gerekli olan sıfatlardandır. Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz.
Salih, Hz. Lût, Hz. Şuayb3, Hz.
Musa4 ve diğer peygamberlerin
hepsi birer güven abidesi olarak
gelmişler ve insanlığa kendilerini şöyle takdim etmişlerdir:
“Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”5 “Ben sizin
için güvenilir bir nasihatçiyim.”6
Peygamberlerin güvenilirliğini
şu üç şekilde anlamamız mümkündür:
1. Bütün peygamberler, güvenilir kimselerdir. Onlar, peygamber olmadan önce ve sonra,
içerisinde yaşadıkları toplumlarda hep güvenilir kimseler olmuşlardır. Onlardan asla, yalan
ve benzeri güvensizlikler sadır
olmamıştır. Nitekim bu gerçeği peygamberlerine karşı çıkan
kavimleri bile itiraf etmişlerdir.
Sözgelimi Hz. Salih’e kavmi
şöyle diyordu: “Dediler ki: “Ey
Sâlih, sen bundan önce bizim
aramızda ümit beslenen bir
kişi idin.”7 Biz seni başımıza yönetici olarak görüyorduk,
çünkü biz senden hep hayır ve
iyilik görüyorduk.8
2. Bütün peygamberler,
kendilerine güvenen kimselerdir. Onlar, Allah’a güvenip
dayanan, davet yolunda azim
ve kararlılıkla taviz vermeden
yollarına devam eden, asla şek
ve şüphe içerisinde olmayan
kimselerdir.
3. Bütün peygamberler,
güven veren kimselerdir. Sergiledikleri hayat ile etraflarına
güven veren kimselerdir.
Peygamberimiz Güven
Modeli Emin Kişidir:
Pek çok güzel isim ve sıfatı olan Peygamberimizin bir
adı/sıfatı da El-Emin’dir. O, her
zaman güvenilir bir kişi olmuştur. Peygamber olmadan önce
de sonra da hep bu sıfatıyla
tanınmış ve meşhur olmuştur.
O, hem insanlara karşı hem
de Yüce Rabbe karşı güvenilir
bir kişidir. O’na inanmış, O’na
güvenip dayanmıştır. Yüce
Allah’tan aldığı vahyi aynen getirip insanlara ulaştırmış, O’nun
dinini olduğu gibi insanlara tebliğ etmiştir. İnsanlara karşı da
son derece dürüst ve güvenilir
bir kişilik sergilemiştir.
Bir görüşe göre şu ayette
geçen güvenilir elçiden kasıt
10
Somuncu Baba
Hz. Peygamberdir: “O Kur’an
güvenilir itibarlı bir elçinin
sözüdür.”9 Aynı anlamda ona
el-Mü’temen de denmiştir. O,
sergilediği hayat ile söz ve davranışlarıyla sürekli etrafına güven veren bir kimse olmuştur.
Yine O, El-Âmin’dir. Dünya ve ahirette güvende olan.
Ayetlerde şöyle buyrulmuştur:
“Allah seni insanlardan koruyacaktır..”10 “Allah, o gün peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmaz..”11 Aynı
şekilde ona ashabının güvencesi anlamına Emnetü Ashabih ve
korunan anlamına el-Mahfûz,
el-Ma’sûm, el-Müsellem de
denmiştir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed, daha peygamber olmadan Mekke’de sergilediği kırk
yıllık örnek hayatında herkesin
güven ve takdirini kazanmış ve
‘Muhammedü’l-Emin’ (Güvenilir Muhammed) rütbesine lâyık
görülmüştü. Onun bu güvenilirliği ve saygınlığı, Hz. Hatice’nin
uluslararası ticaret işleri görevine getirilmesinde, Kabe’deki
Hakemlik olayı ile ve Mekke’de
haksızlıklarla mücadele adına
kurulmuş olan Hılfu’l-Fudul
(Erdemliler Paktı) örgütünün
saygın bir üyesi olmasında da
kendini göstermişti.
Yine peygamber olmadan
önce yaptığı ticari ortaklıklarda
onun güvenilirliği ve dürüstlüğü
herkesin dikkatini çekmekteydi.
Onun peygamber olmadan önceki hayatı, altmış üç yıllık ömrünün yarısından fazla, kırk yıllık
Nisan / 2007
Eser: Yusuf Coşkun Benefşe
uzun bir süredir. O, bu dönemde vahye muhatap olmadan
önce bile bir insan olarak tertemiz kalabilmiştir. Hem de pek
çok insanın pek çok erdemden
yoksun olduğu bir dönemde.
Bu nedenle Onun peygamber
olmadan önceki ahlâkî güzelliği,
olumsuz şartları bahane ederek
işlediği kötülükleri yahut yapamadığı güzellikleri örtbas etmeye çalışan günümüz insanı için
son derece önemli ve anlamlıdır. Peygamber olmadan önce,
onda bulunan güzellikleri şu
birkaç tespit bile net bir şekilde ortaya koymaktadır. Onun
peygamber olmadan önce de
güzellikleriyle toplum içerisinde
tanınan bir kişi olduğunu açık-
layan Kur’an ayetlerinde şöyle
buyrulur:
“Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden
mi onu inkâr ediyorlar?”12
“Ben bundan önce bir ömür
boyu içinizde durmuştum.
Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”13 Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu,
dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç
Allah’a isyan etmedim, putlara
tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi
siz benden, böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?14 Onun
11
sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’an ayetlerinin biri de
şöyledir:
ler.19 Orada onlara ne bir korku
vardır, nede bir hüzün.
Mümin Dünyayı Güvenli
Bir Yurt Haline Getirmekle
Görevlidir:
Bütün bu örneklerden sonra
şimdi de öncelikle kendi hayatımıza ve insanımızın hayatına
şöyle bir bakalım. Ne hazin ki
bugün insanlık ve özellikle İslâm
ümmetinin en önemli problemi
güvensizliktir. İnsanlık, bugün
emniyet ve huzura hasret çekiyor. Aile bireyleri birbirine güvenmiyor, akrabalar birbirine
güvenmiyor; komşu komşusuna güvenmiyor; iş ortakları birbirine güvenmiyor; zengin fakir
birbirine güvenmiyor; vatandaş
devletine, devlet vatandaşına
güvenmiyor; toplumlar ve devletler birbirlerine güvenmiyor…
Sonuçta can, mal güvenliğinin
olmadığı huzursuz bir dünyada
yaşıyor insanlık.
Yeryüzünün ilk mabedi
Kabe’nin bulunduğu şehir Mekke, şehirlerin anası/merkezidir.
Tüm şehirler, Mekke merkezli
olarak kurulmalı, ona bağlı olmalı ve onu örnek almalıdır. Şehirlerin anası, evrenin merkezi,
kurulması istenen yerleşim merkezlerinin örneği olan Mekke
ise, Emin Beldedir.17 Kur’ân’ın
Müslümandan istediği de tüm
yeryüzünü emin belde haline
getirmektir.
Bu güvensizlik ortamına son
vermek için ise, yeniden güven
kaynağı Allah’a yönelip bağlanmaktan, O’nun Emin meleğinin,
Emin elçisine getirdiği güven
kaynağı Kur’an’a uymaktan ve
O’nun istediği gerçek müminler olmaktan başka çare yoktur.
Zira Allah’a güvenip dayanan,
davet yolunda kendisine güvenen, etrafına güven veren güvenilir müminler ancak güven yurdu cennete konabileceklerdir.
Nitekim Kur’an başka ayetlerinde de güvenli yer, şehir ve
evlerden bahsederek18 tüm yeryüzünü emin beldeye dönüştürme göreviyle görevlendirir
muhataplarını.
Dünyayı güvensiz bir yer haline getiren, güvensiz bir hayat
yaşayan kimselerin ise Ahirette
azaptan, gazaptan güvende olmaları söz konusu olmayacaktır.
Onlar, dünyada stres ve buhranlı bir hayat yaşadıkları gibi;
ahirette de azap ve gazaplı bir
“Gerçekten sen büyük bir
ahlâk üzeresin.”15 Fatiha ve
Alak suresinden sonra üçüncü
sırada inen Kalem suresinin bu
ayeti, onun Kur’an öncesi sahip
olduğu güzelliklerini açık bir
şekilde tescil etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun tüm hayatını kuşatan
Kur’an ayetleri inmemişti. Ama
O, büyük bir ahlâk üzere bulunuyordu. Daha sonra Onun
Kur’an’la daha da olgunlaşan
ahlâkî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetleyecekti: “Onun ahlâkı
Kur’an’dı.”16
Ve nihayet müminler, ahirette güvenli yurt cennete taliptir-
12
hayatın içerisinde olacaklardır.
İnsanlığın yeniden, yitirdiği
güven sıfatını kazanması için ise,
Emin Muhammed’i ve onun
mesajını yeniden okuması, onu
doğru bir şekilde anlaması ve
onu izlemesi gerekmektedir.
Güven kaynağı Yüce Allah’ın
ahlâkı ile ahlâklanmak için, Vahiy meleği Cibril’in ahlâkı ile
ahlâklanmak için, tüm peygamberlerin ve son peygamber
Emin Muhammed’in ahlâkı ile
ahlâklanmak için güvenilir kimseler olmak zorundayız. Allah’a
güvenip dayanan, davet yolunda kendisine güvenen, söz ve
tavırlarıyla etrafına güven veren
müminler olmak borcundayız.
Dünyamızı her türlü yalan, sahtekârlık ve benzeri erdemsizliklerden kurtararak, onu güvenli
bir yurt haline getirerek, Ahirette güvenilir yurt cenneti hak
etmeye gayret etmeliyiz.
Dipnot
1- 59 Haşr 23.
2- 26 Şuara 193.
3- 26 Şuara 107, 125, 143, 162, 178.
4- 44 Dühan 18.
5- 26 Şuara 107, 125, 143, 162, 178.
6- 7 A’raf 68.
7- 11 Hud 62.
8- İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr. IV, 123.
9- 81 Tekvîr 19.
10- 5 Maide 67.
11- 66 Tahrim 8.
12- 23 Müminûn 69.
13- 10 Yunus 16.
14- Kurtubî, Tefsîr, VIII, 321.
15- 68 Kalem 3.
16- Ahmed, VI, 188.
17- 2 Bakara 125, 126; 3 Ali İmran 97; 5 Maide 97; 14 İbrahim 35; 95 Tin 3.
18- “Allâh’ın dileğiyle güven içinde Mısır’a girin!”. 12 Yusuf 99; “Dağlardan güvenli evler yontuyorlardı.” 15 Hıcr 82; “Allah şöyle
bir kenti misal olarak anlattı: Güven, huzur
içinde idi; her yerden rızkı bol bol kendisine
geliyordu.” 16 Nahl 112.
19- “Korunanlar ise güvenli bir makamdadır.”
44 Duhan 51, “Cennete esenlikle, güven
içinde girin!” 15 Hıcr 46.
Somuncu Baba
Güller Gülüne!
-Umumi ahval-i arzımdırŞol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri;
Gülşen’e çevirdiğin, çöller huzursuz şimdi.
Ey âlemlere rahmet, ey ufuk Peygamberi;
Bülbüller figandadır, güller huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Nice sır saklı idi,”nübüvvet” pâyenizde,
Saadet asrı, vücut bulmuştu sâyenizde.
Lâkin şu an hüzün var, karada ve denizde;
Sükûnuna ay düşen göller, huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Sen gidince zamanın, büsbütün kaçtı tadı,
Âşıkların, Ya Nebî; sînesini dağladı!.
Giran geldi yokluğun, akan sular ağladı;
Ah! Dicleler, Fıratlar, Niller huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Ey gönüller sultanı, ey server-i kâinat!.
Doğuşun bir mesajdı, karanlık çağa inat.
Kimsesiz mazlumlara herdem açtın kol/kanat;
Aynı ilgiye muhtaç kullar,huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Heyhat ki, ehl-i fitne kıtaları dolaştı;
Heyhat ki, kardeşliğe, barışa kan bulaştı.
Firkatinle Ya Rasûl, mevsimler başkalaştı;
Günler, haftalar, aylar, yıllar huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Öksüz Mescid-i Aksa, başını okşayan yok!
Temeli oyulsa da, hâlâ bir taş koyan yok!
Yüreği yananların, feryadını duyan yok!
“İmdat!” diye çağıran diller huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Ümmetin darmadağın, hâl-i perişandadır,
Gâyeden uzaklaşmış; her biri bir yandadır.
Başsız İslâm âlemi, en kritik andadır;
Feth-i mübin’e mazhar el’ler, huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Savruldu yele gitti, zor kazanılmış haklar;
Yad’ların tekelinde, mahzun kutsal topraklar!.
Durum bu,”Güller Gülü!”soldu yeşil yapraklar;
Gövdeye kurt girince, dallar huzursuz şimdi..
Şol âlem-i bekâ’ya göçtüğün günden beri!.
Nisan / 2007
Ahmet Süreyya DURNA
13
İlim ve Hayat
Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM
Peygamberimizin
Örnek Hayatından
Kesitler
Lüzumsuz Davranışlar Karşısında Tutumu
“Hz. Peygamber hayata
iyimser bakar ve
etrafındakilere de öyle
tavsiye ederdi. Yüzünden
tebessüm eksik olmazdı.
En sıkıntılı anında
bile üzüntüsünü belli
etmez, yanındakilerin
içini karartacak tavır
sergilemezdi. ”
Hz. Peygamber, tabiatları gereği bazı kimselerin
sergilediği kaba ve lüzum­suz davranışlardan hoşlanmazdı. Müslümanlar Bedir Savaşı’na giderken yolda
bir bedevîye rastlarlar; ondan bilgi almak isterler. Fakat adamda bilgi olmadığı­nı görürler. Peygamber’e
selâm vermesini isterler. Adam içinizde peygamber
var mı diye sorar. “Evet” derler. Selâm verir. “Eğer
sen peygamber isen bu devemin karnındakini bana
bildir” der. Orada bulunan Seleme b. Selâme, “Onu
Peygam­ber’e sorma, bana gel ben sana haber vereyim” der ve bazı şeyler söyler. Seleme’nin bu davranışı Hz. Peygamber’in hoşuna gitmez. Adama karşı
kaba ve fa­hiş şeyler söylediğini belirtir.1 Aynı sahabenin Bedir savaşından Medine’ye dö­nerken sarf ettiği
bazı sözler karşısında Hz. Peygamber’in takındığı tavır da an­lamlıdır. Bedir savaşı esnasında Medine’de
kalan Müslümanlar Hz. Peygamber’i ve mücahitleri
kutlamak için karşılarlar. Seleme b. Selâme’nin “Bizi
ne için kutluyorsunuz? Allah’a andolsun ki biz, bağlanmış develer gibi saçları dökülmüş ihtiyarlarla karşılaştık ve onları boğazladık” şeklinde münasebetsizce
sözü kar­şısında tebessüm eder; Müslümanların başarısını küçümsememesi yolunda ona şu sözü söyler:
“Kardeşim! Onlar eşraf ve reislerdir”.
Bu rivayetler, Hz. Peygamber’in lüzumsuz davranışlardan hoşlanmadığını or­taya koyduğu gibi, bazı
sahabelerin Hz. Peygamber karşısında son derece
serbest davrandığını, Hz. Peygamber’in de onları
14
Somuncu Baba
kırmadan, sert davranmadan
cevaplar verdiğini göstermektedir. Birinci olay, cahiliye Arabının peygamber anlayışını ve
bir peygamberden beklentisini
ortaya koyması açısından da ayrıca dikkat çekicidir.
Nezâketi
Hz. Peygamber nâzik ve kibar
bir kimseydi. Bu niteliğini hayatı boyunca ai­le fertlerine, diğer Müslümanlara, Medine’de
kendisini ziyarete gelen heyetlere, davette bulunduğu şahıslara ve mektup gönderdiği
kimselere karşı davranışların­da
görmek mümkün olduğu gibi,
bunun dışında, müşriklere karşı davranışların­da müşahede
etmek de mümkündür. Sözgelimi Umretü’l-Kazâ esnasında
üç günlük müddet dolunca, Hz.
Peygamber, Ebtah mevkiine
Nisan / 2007
kurulmuş olan deri ça­dırında
ensardan Sa’d b. Ubâde ile birlikte otururken Kureyş müşriklerinden Süheyl b Amr ile Huveytıb b. Abdüluzzâ, onun yanına
gelirler. Antlaşmaya göre üç
günün dolduğunu hatırlatarak
Mekke’den çıkmasını isterler. O
esnada Sa’d b. Ubâde Süheyl
b. Amr’a kızar ve ona şu sözleri söyler: “... Burası ne senin ve
ne de babanın toprağıdır. Rasûlüllah buradan ancak antlaşmaya uyarak gönül rı­zasıyla çıkar”.
Bunun üzerine Peygamberimiz
tebessüm eder. Sa’d’a dönerek
“Konak yerimizde bizi ziyarete
gelenleri incitme” buyurur ve
sahabeye hareket emri verir.2
Hayata İyimser Bakışı
Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de
öyle tavsiye ederdi. Yüzünden
tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü
belli etmez, yanındakilerin içini
karartacak tavır sergilemezdi.
Halbuki o, Mekke döneminde müşrik­lerin eziyetlerine ve
Medine döneminde de çeşitli
saldırılara ve süikastlere maruz
kal­mış, sıkıntılarla karşılaşmıştır.
İnsanoğlu için en büyük felaketlerden biri olan savaş­larla, silahlı
saldırılarla defalarca karşı karşıya gelmiştir. Aç kaldığı zamanlar
olmuş­tur. Bütün bunların yanında, altı defa evlat acısı yaşamıştır. Hz. Fatıma hariç, diğer bütün çocuklarını sağlığında iken
kaybetmiştir. Kaynaklar bize
kızlarının ve oğlu İb­rahim’in vefatında son derece üzüldüğünü
ve gözlerinden yaşlar aktığını
naklederler.3 İbrahim’in vefatı esnasında karşısındaki dağa
dönerek şunları söylemiştir: “Ey
15
dağ! Benim başıma gelen senin
başına gelseydi yıkılıp giderdin. Fakat biz, Allah’ın emret­tiği
gibi ‘biz Allah‘ın kullarıyız ve biz
O‘na döneceğiz,4 hamd âlemle
rin Rabbi Allah ‘a mahsustur’5
deriz”6 Bu söz, onun karşılaştığı
güçlüklerin, çektiği sıkıntıların
boyu­tunu; bunun yanısıra sabrının, metanetinin, teslimiyetinin
derecesini ve beşerî yönünü ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber aile fertlerine olduğu gibi, sahabeye de
çok düşkündü; onların ba­şına
gelen musibete kendi başına
gelmiş gibi üzülürdü. Sözgelimi Bi’rimaûne’de, yet­miş kişilik tebliğ heyetinin müşrikler
tarafından hâince katliama uğ-
ramasına son de­rede üzülmüştür. Bütün bu üzüntü ve sıkıntı
verici olaylar onun dünyasını
karartmamıştır. Tam tersine metanetini daima muhafaza etmiştir. Hiçbir zaman ümitsizliğe ka­
pılmamıştır. Hayata iyimser bakışı onun en önemli örnek davranışlarından ve özellik­lerinden
biridir. İyimserlik ve yüksek moral, başarıya ulaşmanın ve örnekliğin temel unsurlarındandır.
İnsanların, morali bozuk, hayata küsmüş birisini örnek almak
iste­meyecekleri tabiîdir.
Alçak Gönüllülüğü
Tarih boyunca insanlık, eline geçirdiği maddî veya manevî güçle, kendi cinsine, hatta Allah’a bile kafa tutan nice
Fotoğraf: Bekir Sarı
16
iktidar sahibi tanımıştır. Ancak,
hem maddî ve hem de manevî
güce sahip olan Hz. Muhammed (s.a.v.) farklıydı. O bir sözünde “Ben ne bir kralım, ne
de zorbayım; bilakis Kureyş’ten
kurutulmuş et yiyen bir kadının
oğluyum”7 demiştir. Bu sözüyle
halktan biri olduğunu vurgulamıştır. Kendisi Kelime-i Şehâdet
de ifadesini bulduğu şekliyle
“Allah’ın kulu ve elçisidir”. Bu
özellik, onun bütün hayatına
yansımıştır. Sözgelimi bir topluluğa girdiğinde boş bulduğu
yere otur­duğunu görüyoruz.
Gerçekten, hayatını bir “devletli” gibi değil sıradan bir “Allah’ın
kulu” olarak yaşamıştır. Debdebesiz, sade bir hayat tarzını
seçen Hz. Peygamber’in hayatında “peygamberliğin kişisel bir
menfaat için kullanıldığı da görülmüş değil­dir.”8
Yaşlı sahabe Mahreme b.
Nevfel bir gün Hz. Peygamber’in
kendisine gelen elbise­leri dağıttığını duyar. Oğlu Misver’i yanına alarak Hz. Peygamber’in
evinin önüne ge­lir. Ona Hz.
Peygamber’e seslenmesini söyler. Fakat çocuk çekinir. Bunun
üzerine Mah­reme “Evladım, o bir
zorba değildir”9 diyerek çocuğu
rahatlatır. Mahreme b. Nevfel’in
bu sözü, Hz. Peygamber’in,
içinde yaşadığı toplum tarafından nasıl algılandığı­nı açıkça
göstermektedir.
Arnaldez’in
tabiriyle o, “Hiçbir zaman despot olmamıştır.”10 Müslüman
olmadan evvel bir Hristiyan
ve İslâm düşmanı olan, daha
sonra bir he­yetle Medine’ye
Somuncu Baba
gelen Adiy b Hatim et-Tâî, Hz.
Peygamber’in yanında akrabasından bir kadın ve çocukların
bulunduğunu görünce, onda
İran ve Bizans krallarının nitelik­
lerinin bulunmadığını anlar.11
Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtim’i
evine götürürken, ken­disini durdurup sıkıntısını anlatan yaşlı bir
kadının uzun müddet derdini
dinler. Evine vardıklarında içi
lif dolu deri minderini misafire
verip kendisi yere oturur. Onun
bu davranışından ötürü Adiy b.
Hatim “Vallahi bu bir kral değildir”12 değerlendirmesini yapar
ve sonunda Müslüman olur.
Aşırılıklar Karşısındaki
Tutumu
Hz. Peygamber aşırılıklıklardan hoşlanmaz, bu tür davranışlardan uzak du­rur, hiçbir
zaman ifrata kaçan duygu ve
düşüncelerin etkisi altında kalmaz, sahabeleri de bu konuda
ikaz ederdi. İslâm’a söz getirebilecek, insanları usandıra­cak,
İslâm’dan nefret ettirecek davranışları, İslâm’ın temel prensiplerini zedele­yici hareketleri
hiç hoş karşılamazdı. Bu tür
olaylar kendisine intikal edince
üzü­lür ve hatta öfkelenirdi. Bu
gibi durumlarda açık tavır takınır ve böyle davranış­larda bulunanları uyarırdı. Bu konudaki
tutumuna birkaç örnek verelim.
Sahabelerden birisi cemaate
namaz kıldırırken uzun sûreler
okuyarak namazı iyice uza­tır.
Bu durumu cemaatten birisi
Hz. Peygamber’e iletir. Bunun
üzerine Hz. Pey­gamber ayağa
kalkarak topluluğa karşı şu veNisan / 2007
ciz konuşmayı yapar: “İnsanlar!
İçinizde halkı nefret ettirenler
var. Herhangi biriniz imamlığa
geçip de halka namaz kıldırırsa
namazı uygun bir şekilde kısa
kessin. Zira onlar arasında has­
ta, yaşlı ve işi-gücü olanlar vardır”. Olayı anlatan sahabe, Hz.
Peygamber’i o günkü konuşması esnasındaki kadar öfkeli hiç
görmediğini söylemektedir.13
Sakîf heyeti Medine’ye gelip
Müslüman olunca, içlerinden
heyetin en genç üyesi olan Osman b. Ebü’l-As’ı kendi kabilesine vali ve imam tayin eder.
Ona şu tavsiyede bulunur: “Sen
imamlık yaptığında halka namazı hafiflet, namazı itidal üzere
kıldır. Halkın en zayıf olanlarını,
içlerindeki yaşlıların, küçüklerin,
zayıf­ların ve iş-güç sahibi olanların durumlarını göz önünde
bulundur”.14
Hz. Peygamber, helal olan
iki durumdan birisini seçmek
gerektiğinde kolay olanını tercih
ederdi. İbadetlerde fıtratı, yani
yaratılışı ve insanın yeteneklerini zorlamazdı. Mekke’nin
Fethi’nde Peygamberimizin yanına bir adam gelerek “Ben, Allah sana Mekke’nin fethini nasip
ederse Beytülmakdis’de namaz
kılma­yı adadım” der. Peygamberimiz “Burada kılman daha
faziletlidir” karşılığını ve­rir. Hz.
Peygamber’in hanımı Meymûne de “Yâ Rasûlallah! Şayet Allah sana Mekke’nin fethini nasip
ederse Beytülmakdis’de namaz
kılmayı adadım” der. Peygamberimiz ona da şunu söyler: “Senin
buna gücün yetmez...”. Bunun
üzeri­ne Meymûne “Önümde ve
ardımda muhafızlarla giderim”
deyince “Sen buna güç yetiremezsin. Beytülmakdis’in kandillerinde yakılacak yağ gönder.
Oraya gitmiş gibi olursun” der.
Meymûne,
Beytülmakdis’in
kandillerinde yakılmak üzere
yağ satın alınması için her yıl
Kudüs’e para gönderirdi.15
Hz. Peygamber, ibadetlerin
ifasında da insan takatini zorlamayı hoş karşıla­mazdı. Enes
b. Mâlik’in anlattığına göre bir
gün Hz. Peygamber Mescid’e
girdi­ğinde iki direğin arasına
çekilmiş bir iple karşılaşır. “Bu
ip nedir”? diye sorar.
“Bu Zeyneb’in ipidir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur” derler.
Hz. Peygamber bunun üzerine
şöyle buyurur: “Hayır, bu ipi
çözünüz. Siz­den biriniz zinde
ve dinç olduğu müddetçe namaz kılsın. Yorulunca da hemen
otursun”.16
Peygamberimizin her hâli
güzeldi ondan örnek almak lâzımdır.
Dipnot
1-
2-
3-
4-
5-
6-
7-
İbn Hişâm, I, 612; Makrîzî, 72.
Vâkıdî, II, 740.
İbn Sa’d, I, 138; VIII, 37.
Bakara Sûresi 156.
Fatiha Sûresi 2.
Belâzürî,I,452.
İbn. Mace, II, 1101; Hâkim, III, 47-48;
Halebî, III, 43.
8- Arnaldez, Hz. Muhammed, (Hadis ve Sözleri), çev. Burhanettin Semi, İstanbul 1982.
9- Buhârî,VII,50.
10- Arnaldez, s. 32.
11- İbn Hanbel,IV,378.
12- İbn Hişâm,II,580.
13- Buhârî,I,31.
14- İbn Hişâm, II,541.
15- Vâkıdî, II, 866.
16- Buhârî,II,48.
17
Hulûsi Kalb’den
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Sevgi de Buğuz da
Allah İçin
H
ulûsî Efendi’nin şiirlerinde gönül konusu oldukça yer işgal eder. Geçmiş sayılarımızda da
çeşitli gazel açıklamalarında bu konunun ele alındığını, hatta bazı şerhlerin başlıklarını da gönül teşkil ettiğini hatırlarsınız. Belli bir konuda ısrarla durulması
hem konunun öneminden hem de bu kadar mühim
bir hususun yeterince dikkate alınmamış olmasındandır. Çünkü gerçekten dostlarımızla olan ilişkilerimizde, onların hep gönlümüzden geçtiği şekilde bizimle
davranmadıklarından söz ederiz. Gönlün sahibi olan
Allahu Teâlâ’nın da kendisiyle olan ilişkilerimizde dışımıza değil gönlümüzün içine bakarak bize muamele yapacağını unutmamak gerekir.
“Mâ-sivallâhı yani
Allah’tan gayrı
sevgileri, alâkaları
gönülden çıkarıp
atmak; sevgileri ve
buğuzları sırf O’nun
arzusu doğrultusunda
yapabilmek en başta
gelen hedefimiz
olmalıdır.”
Mâ-sivallâhı yani Allah’tan gayrı sevgileri, alâkaları gönülden çıkarıp atmak; sevgileri ve buğuzları sırf
O’nun arzusu doğrultusunda yapabilmek en başta
gelen hedefimiz olmalıdır. Gönlümüzde Allah sevgisi
veya O’nun sevmemizi istediği, Rasûl-i zî-şân, anababa ve Hak dostları dışındaki meyillere yer vermemeliyiz. Dünyaya aşırı temâyül, helalleri bırakıp
haramlara gitmek, helallerde israfa yer vermek, dostlukları ve sevgileri Allah’ın razı olmayacağı yollarda
aramak, gönül erenlerimizin şiddetle sakınmamızı
istedikleri hususlardan bazılarıdır.
Şairimiz her ne kadar bu gazelinde duygu ve düşüncelerini aktarırken sanki kendi nefsine hitap eder
gibi görünüyorsa da gayet tabiidir ki dostlarından,
muhiblerinden ve müntesiplerinden de aynı şeyleri
beklemektedir. Buna göre Hulûsî Efendi’nin beklentilerini şöyle sıralayabiliriz:
- Benim gönlümde gerçek dost olan Allah’tan başka sevgili yoktur.
18
Somuncu Baba
- Ben O’na öyle bir sevgiyle bağlıyım ki bu muhabbet tamamen benim içimi kaplamış olup beni
o sevgi için için yakmaktadır.
- Her ne kadar gönlüm yaralıysa da orada inci
gibi tertemiz duran bir sevgi bulunmaktadır.
3. Bu sevgi yüzünden yaralı olan gönlüm eğer
bir kılıçla yarılıp açılacak olsa, o zaman gönül tahtında saklı olan inci ortaya çıkar.
4. Gönlümde taht kuran bu sevgi uğruna ha-
- Gönlümde başka bir sevgi yer etmesin diye
gerekirse bu canımı bile feda ederim.
yatımı veririm. Ta ki bu fani dünyada gönlümü
- Bu sevgi her ne kadar beni yaralamış, hasta
etmişse de derdimin çaresi yine O’nun sevgisi ve
rızasıdır.
taht kurmasın.
- Böyle bir sevgiyi bırakıp, terk edip, gönle başka sevgileri yerleştirmek hiç de doğru bir davranış
değildir. Nasıl Ashâb-ı Kehf’in kapısında Kıtmîr
beklemişse ben de bu bekçiliğe razıyım.
arzusu da yoktur. Hasta olan bu gönlüme onun
Gazelin Metni
1.Dosttan gayrı ki yok dünyada hiç varım benim
Olmasın dünyada ondan özge bir yârım benim
meyletmek, başkasına sevgi beslemek hiç doğru
2.Âşıkım gayrıya kılmaz hiç bu gönlüm iltifât
Zâhir olmaz kim derûnumda yanan nârım benim
kapısındaki Kıtmîr sayılırım.
ferahlatan başka hiçbir sevgi orada yer etmesin,
5. Zaten bu kırık gönlümün ondan başka bir
elinden başka bir tabib, başka çare istemem.
6. Hulûsî, o yüce zatı bırakıp da başkasına
olur mu? Çünkü o benim yegâne sultanımdır. Ben
böyle bir zatın huzurunda ancak Ashâb-ı Kehf’in
3.Çâk edilse tîğ ile bu sîne-i mecrûh-nâk
Âşikâr olur gönül tahtında şeh-vârım benim
4.Etmişim bezl bu cânı ol şehvârın yoluna
Andan özge olmasın fânîde dil-dârım benim
5.Bu yıkılmış gönlümün arzûsu ondan gayrı yok
İstemez gayrı elinden çâre bîmârım benim
6.Kapısında olmayı ister Hulûsî Kıtmir’i
Gayriye meylim sezâ mı çünkü hünkârım benim
Gazelin Açıklaması
1. Benim dostumdan başka bu dünyada hiçbir
varlığım yoktur. Bundan dolayı zaten benim arzum da bu dünyada ondan başka bir yarim, sevgilim olmamasıdır.
2. Ben ona öyle bir sevgi ile bağlıyım ki bu
gönlüm onun dışında kimseye dönüp bakmaz.
Bununla beraber içimdeki yanan bu ateş de dışarıya vurmaz.
Nisan / 2007
Hat: M. Efdalüddin Kılıç
19
Sûfi Perspektif
Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE
Şefkat ve
Merhamet Pınarı
A
“Hz. Peygamber,
belli bir kesime değil,
tüm âlemlere rahmet
olarak gönderilmiştir.
Müşrikler tarafından
hayatına kastedildiği
bir sırada ‘Ey Allah’ın
Rasulü, müşriklere
beddua etseniz!’
denildiğinde cevabı,
‘Unutmayın ki ben
lânetçi olarak değil,
rahmet olarak
gönderildim.’
olmuştur.”
20
llah’a kulluğun en güzel örneklerini peygamberler sergilemiştir. Cenab-ı Hak onlar için
Kur’an-ı Kerim’de yer yer, “Ni’me’l-abd: Ne güzel
bir kul”1 ifadesini kullanmaktadır. Peygamberler,
dünyayı esenlik ve barış yurdu hâline getirmek için
görevlendirilmiş kimselerdir. Onlar, insanlığa “barış
ve esenlik” anlamına gelen İslâm dinini ulaştırmak
için gönderilmişlerdir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (s.a.v.), “Biz peygamberler baba bir kardeşleriz, hepimizin dini birdir.”2 buyurmuştur. Yüce Allah da Kur’an’da, “Allah katında yegâne geçerli din
İslâm’dır.”3 buyurur ve bütün peygamberlerin bu
dini insanlara tanıtmak için geldiğini ve bu konuda
peygamberlerin ilk örnekleri insanlara sunduğunu
haber verir.
İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) Füsûsü’l-Hikem’inde
peygamberlerin her birini birer kelime olarak görmektedir. Peygamberlerden hepsinin sahip olduğu
hakikat mertebesi, farklıdır. Hakikatlerin hakikati ve
küllî kelime ise Hz. Muhammed’in hakikatidir; diğer bütün mertebeler o kelimeden neşet eder, varlık
sebeplerini ve bilgilerini ondan alırlar. Dolayısıyla
mümkün varlıklar hakikatini genelde peygamberlerde özelde Hz. Muhammed’de en güzel şekilde
bulmaktadırlar.4
Hz. Muhammed (s.a.v.), kulluk şuuru içinde öyle
bir ömür sürmüştür ki, bu hususta Cenab-ı Hakk’ın
Somuncu Baba
“Le ‘amruke: (Ey Habîbim!) Senin yaşadığın o mübarek ömre yemin olsun!”5 iltifatına mazhar olmuştur.
Hz. Muhammed, İslâm ahlâkının kendisi ile
kemâle erdiği bir peygamberdir. Zira İslâm ahlâkı, Kur’an’ın ortaya koyduğu cihanşümul değerler
manzumesi içerisinde doğmuş, sünnet ile şekillenmiş ve nihayet Rasûlullah (s.a.v.)’in örnek kişiliğinde yaşanarak kemâl bulmuştur. Güzel ahlâk
âbidesi olan Rasûlullah Efendimiz, Cenab-ı Allah
tarafından terbiye edilmiş, ümmetine talim ettiği
ahlâkî kuralları da vahiy yoluyla yine O’ndan almıştır.
O, bizim dünyamızın mihveri, hayatımızın
odağı, dönüp dolaşıp geleceğimiz noktadır. Başvuracağımız rehber, sığınacağımız liman, teselli
bulacağımız iklimdir.
O, Allah’ın kâinata armağanı olan bir peygamberdir. En doğru haberin taşıyıcısı, en güzel hayatın model insanıdır. O, kişiliği ilahî terbiyede
dokunmuş bir önderdir.
Ziya Paşa’nın;
Öyle bir mektebe oldu ki dâim
Cenab-ı Hak oldu zâtına muallim
diye tavsif ettiği Peygamber Efendimiz, Kur’an’ı
hayatının her alanına yerleştirmiş, onunla aynîleşmiş ve güzel ahlâkı ile canlı bir Kur’an hâline gelmiştir. Muallim Naci ise bu gerçeği bir beytinde
şöyle dile getirir:
Hüsn-i Kur’an’ı görür insan olur hayrân ona
Dest-i kudretle yazılmış Hilye’dir Kur’an sana
Her anını, Rabbi ile beraberlik şuuru içinde geçirirdi. Allah’ı en çok bilen ve tanıyan Efendimiz,
aynı zamanda O’ndan en çok korkan ve O’nun
azametini en iyi idrak edendi. Bu sebeple, ibadetleri ve duaları, hep yakarış hâlinde idi. Onun
yakarışlarına baktığımızda, kendi nefsinden ziyade, ümmeti için Allah’a yalvardığını ve gözyaşı
döktüğünü görürüz.
Rasûlullah (s.a.v.)’in Allah Tealâ’ya hürmeti o
derecede idi ki, O’nun rızasını her şeyin üstünde
tutardı. En büyük korkusu, O’nun gazabına yol
Nisan / 2007
açacak ve muhabbetine halel getirecek bir harekette bulunmaktı. Bunun en çarpıcı örneğini, pek
şiddetli ve meşakkatli olan Taif yolculuğundan, elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken yaptığı şu
niyaz ve yakarışında görürüz:
“..... İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat Senin lütuf ve ihsanın, benim için daha geniştir. İlahî!
Gazabına uğramaktan, rızasızlığına dûçar olmaktan Senin Nûr-i Vechine sığınırım… İlahî! Sen razı
olasıya kadar affını diliyorum. Bütün kuvvet, her
kudret ancak sendendir, Yâ Rabbî!”6
Kur’an’da Allah, peygambere uymayı kendisini sevmenin şartı olarak göstermektedir. Şöyle
ki: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz
ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”7
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş
olur. Yüz çevirirse, seni onların başına bekçi göndermedik.”8
Hz. Peygamber davete başlayınca, “Neden
sen?”, “Neden falan ya da filan kişi değil?”, “Senin özelliğin ne ki?” gibi itirazlara maruz kalmıştı.
Kalem suresinde Allah bu tür itirazlara, “Çünkü
sen, muhteşem bir ahlâk üzeresin!”9 diye cevap
vermiştir.
Hz. Hatice Validemizle evlenirken nikah merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi
beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu:
“Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine
benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan
bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl
bakımından onlardan ayrılır.”10
Onun ahlâkına hayranlık duyanlardan birisi
olan eşi Hz. Hatice ise ilk vahiy geldiğinde onu şu
şiirsel sözlerle teselli etmiştir:
“Vallahi,
Allah seni kesinlikle mahcup etmez.
Çünkü sen, sözüne güvenilir bir adamsın,
Akrabalık bağlarını gözetirsin,
Kimsesizleri korursun,
Konuğa ikram edersin.
Haklının hakkını almasına yardım edersin.”11
21
Hat: Davut Bektaş, Ebru: Hikmet Barutcugil
Onun ahlâkı Kur’an idi.
Çünkü Kur’an onun ahlâkını kuran bir inşacıydı.
Çünkü o Kur’an’ın insana dönüşmüş biçimiydi.
Çünkü Kur’an’ın bütün ilahî güzellikleri ona
aksetmiş ve onda tecelli etmişti.
Çünkü onun adı gibi kendisi de güzeldi, sureti
gibi sireti de güzeldi ve güzel olduğu için hep sevildi, özlendi ve örnek alındı.
Aşık Yunus diliyle,
Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
diyenlerin sevdası yüreklerde hep canlı kaldı.
Mehmet Akif Ersoy, Sudanlı bir peygamber aşığını anlatırken, onun ağzından bizlere;
“Nasıl bağrı yanar, gün kızınca sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
«Tahammül et!» dediler... Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânüman, ne ocak...
Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyar-ı Sûdan’ı,
Üç ay «Tihame!» deyip çiğnedim beyabanı.
22
“Ahmed, Muhammed, Mustafa (s.a.v)”
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.”12
diye seslenir.
Yine Akif, Hz. Muhammed’e olan daimî ihtiyacımızı şu veciz ifadeleri ile dile getirmektedir:
Dünya neye sahipse onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
Bir şefkat ve merhamet pınarı olan Peygamberimizin Kur’an’a göre en belirgin vasıflarından
birisi “rahmet peygamberi” oluşudur. Zira Peygamberimiz “gerçek yiğit” olarak “öfkesini yutan
adam”ı göstermiştir. Hayvana aşırı yük yüklenmesini ve hayvanın dövülmesini yasaklamıştır. Bu
gerçekten hareketle biz Müslümanların ana amacı da Peygamberimizin ahlâkı ile ahlâklanmak ve
onun boyasına boyanmaktır. Şu da bir gerçek ki,
Hz. Peygamber, belli bir kesime değil, tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Müşrikler tarafından hayatına kastedildiği bir sırada “Ey Allah’ın
Rasulü, müşriklere beddua etseniz!” denildiğinde
Somuncu Baba
cevabı, “Unutmayın ki ben lânetçi olarak değil,
Yahudileri ve Hristiyanları da bu güveni duyanlar
rahmet olarak gönderildim.”13 olmuştur.
arasındaydı. Müşrikler (putperestler) onun pey-
O’nun merhameti, kişisel açıdan duyarlı ol-
gamberliğini kabul etmemekle beraber dürüstlü-
duğu birçok konuda fedakârlık yapmasını gerek-
ğünü, güvenilirliğini tartışma konusu yapmıyor-
tiriyordu. Etrafındaki bedevilerin olmadık kaba-
lardı. O’nun sahip olduğu erdemler, düşmanları
lıklarına tahammül ediyor, onların ve etrafındaki
tarafından bile teslim edilmişti.
insanların hataları için Allah’tan af diliyor, onlara
müşfik bir baba gibi muamele ediyordu:
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu
hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş
Peygamberler biz inananlar için öz canlarımızdan bile değerlidir. Peygamberleri sevmek insanlık ve Müslümanlık görevimizdir. Fakat bu sevgi
içerisinde yakınlık bulunmayan kuru bir sevda
olmamalıdır. Zira uzaktan sevmek, bedava sev-
hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da
mektir. Sevilesi ve yoluna kurban olunması gere-
artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisi-
ken Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i anlamak, her
ne dayanıp güvenenleri sever.”
şeyden önce onu sevmek ve onun gibi olmakla
14
O, yalnızca yakınlarının, dostlarının, müminle-
mümkündür.
rin değil; kendisini tanıyan, kendisiyle bir alışverişi olan herkesin güvenini kazanmıştı. Zamanının
Aziz Mahmud Hüdayi (ö.1038 /1628), bir beytinde, Hz. Muhammed’in batınî ve zahirî varlığını
insanlığın şifa kaynağı ve derman hâli olarak yorumlamaktadır. Şöyle ki:
Nebiyy-i müctebâ geldi Rasûl-i murtazâ geldi
Habîb-i bâ-safâ geldi Muhammed Mustafa geldi.
Gönüllere şifâ olan kamu derde devâ olan
Bize Hakk’tan atâ olan Muhammed Mustafâ geldi.15
Rabbim, bizleri âlemlere rahmet olarak gönderilen pak Rasul’e hayırlı ümmet eylesin…
Dipnot
1-
2-
3-
4-
Sâd 38/30.
Buharî, Enbiya, 48.
Âl-i İmran 3/19.
Bkz. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-Hikem, haz. Ebü’l-A’lâ elAfîfî, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, Beyrut 1980.
5- el-Hicr 15/72.
6- İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Dâru’l-fikr, Beyrut 1937, c.
II, s. 30.
7- Âl-i İmran, 3/31.
8- en-Nisâ, 4/80.
9- el-Kalem, 68/4.
10-İbn-i Hişam, a.g.e., c. I, s. 201.
11-İbn Hanbel, Müsned, Müessesetu Kurtuba, Mısır, ts., VI/223.
12-Mehmet Akif Ersoy, Safahat –Orijinal Metin, Sadeleştirilmiş Metin, Notlar-, haz. Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı ve Fazıl
Gökçek, Zaman Gazetesinin Armağanı, İstanbul, ts., c. II, s. 686687.
13-Müslim, Kıyam 1, IV/206.
14-Âli İmran, 3/159.
15-Seyyid Mahmûd Hüdâyî, Divan, haz. Ziver Tezeren, Edebiyat
Fakültesi Basımevi, İstanbul 1985,180.
Nisan / 2007
23
Huzurda
R
ivayetler bize, ilk yaratılan
şeyin Efendimiz’in Nuru
olduğunu söyler.
Kainat O’nun nurundan yaratılmıştır.
O, nur suretinde bir insandır.
Bütün nebi ve veliler, feyzi
O’nun üzerinden alırlar.
Kamil veliler, Efendimiz’in
varisleridir.
İrfani geleneğimizde veli şairler, mutlaka, Efendimiz’in velayet ve nübüvvetinin hürmetini
24
Edebiyat
Sadık YALSIZUÇANLAR
tazim için şiirler söylemişlerdir.
Bunları naat-ı şerif olarak isimlendirdiğimiz malumdur.
En çok naat Türk dilinde
söylenmiştir. Bizim geleneksel
şairlerimiz, Efendimiz’in yer yatağında doğumunu bile kabullenemeyip, ‘hava üzere döşenen
bir döşek’te dünyayı teşrif ettiğini söyler.
Kuşkusuz biz, O’nu hakkıyla
ta’zim edemeyiz. Bu sırdandır
ki, ‘Allah ve melekleri, Rasulüne salat ve selam ederler’ buyrulmuştur. Bu ayeti tefsir ederken, bazı müfessirler, buradaki
‘salat’ın ‘ta’zim’ anlamına geldiğini kaydederler. Efendimiz, alemin övüncü, varlığın şerefi’dir.
Kâinatın gözbebeği, varlık
ağacının en kâmil (ekmel), kusursuz ve en güzel meyvesidir.
İnisiyatik geleneğe bağlı veli
şairlerden biri olan Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi de, ilahî
Somuncu Baba
aşkın şarhoşluğu ve Efendimiz’e
olan muhabbet ve hürmetinin
ateşiyle şiirler söylemiştir ki,
bunların biri şöyledir :
“Kapında bir zelil-i hak-sarım
ya Rasulallah
Garib ü bi-kes-i bi-itibarım ya
Rasulallah
Seraser defter-i amalim isyan
ile memludur
Huzur-ı hazretinde şerm-sarım ya Rasulallah
Hulûsi Efendi, geleneğin içinden konuşmakta, Efendimiz’in
seçkin arkadaşları ve dostlarının
izinden yürümektedir.
Rivayetlerde sahabe-i kiram
efendilerimizin, dünyada korku üzre yaşadıkları belirtilir. Bu
sırrın sonucu olarak, kendilerinden asla emin olmadıkları, hatta zaman zaman, ‘acaba ben
münafık mı oldum?’ dedikleri
kaynaklarda belirtilmektedir.
Kabul etsen Hulûsi kemteri
dergah-ı lütfunda
Civarında nola olsa mezarım
ya Rasulallah”
Kibr, Allah’a hastır. En yüce,
en büyük ve en kudretli O’dur.
Kibr’in şirkle özdeş görülmesi bu
hikmettendir. Tekebbür en çirkin nitelik olarak görülmüştür.
Bu kısa fakat mana ve hakikatçe zengin natında Osman
Osman Hulûsi Efendi’nin
bu enfes natında, O’nun kâ-
Nisan / 2007
mil bir varisi olmasına rağmen
(belki de kâmil oluşu bu sırdandır) kendisini hiç hükmünde
görmekte, ‘zelil’, ‘bikes’, ‘asi’,
‘mahçup’, ‘aşağı’ kelimeleriyle
ifade etmektedir.
Büyüklüğün gereği küçüklüktür, kişi kendisini yok etmedikçe, İlahî Hakikat’e açık ve hazır
hale gelemez. Tevazu, hasletlerin sultanıdır ve bu, abdallara
has bir güzelliktir. Naat-ı şeriflerin çoğunda bu dil konuşur.
Osman Hulûsi Efendi de bu
geleneğe uyarak, irfanî edebin gerektirdiği biçimde konuşmaktadır.
Efendimiz’i yüceltmek demek, O’nun yolunun tozu toprağı olmak, kendi nefsini hakir
25
görmek ve zelil olarak vasfetmek demektir :
Kapında, zelil, alçak, alçalmış ve toza toprağa bulanmış,
yerde sürünmekte olan biriyim
ey Allah’ın Rasulü. Garibim,
adına dünya denilen gurbetteyim, kimsesiz, çaresizim, ümidim yok, itibarsız, değersizim
ey Allah’ın Rasulü.
Amel defterim baştan başa
isyan ile doludur, huzurunda
mahcubum, yapıp ettiklerim-
Kapı ile Osman Hulûsi Efendi, Allah Rasulü’nden geçilmeksizin Allah’a ulaşılamayacağını
ima etmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in hakikatinden söz
eden İslâm sufileri, O’nu devre
dışı bırakarak Kur’an’ın anlaşılamayacağını, Allah’a da ulaşılamayacağını beyan etmişlerdir.
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç şöyle der: “Hakikat-ı Muhammediye Abdullah’ın oğlu Muhammed (s.a.v) adıyla Mekke’de
bedenlenmiş bir varlıktır ve bedenî hayatı orada başlamıştır ve
Hat: Yusuf Coşkun Benefşe
den dolayı utanmaktayım ey
Allah’ın Rasulü. Hulûsi kulunu,
aşağıların aşağısında bulunanı
(beni) bağış dergâhında kabul
eder misin, mezarım yakınında
olsa nolur ey Allah’ın Rasulü…’
Bu samimi, gönülden söylenmiş ve Allah’ın Seçkin Elçisi’nin
tazimi ile nefsin tahkirine dayanan nefeste geçen bazı ıstılahların anlam dünyasına biraz daha
yakından bakalım.
26
kat-i Muhammediye’den akl-ı
Muhammediye inen ve konuşan
hakikatlerdir. Hz. Muhammed’i
devre dışı bırakarak “sadece vahiy bize yeter” diyen yaklaşımlar bu hususu bilmediklerinden
dolayı hakikati parçalamaktadırlar.
Çünkü iki hakikat birbirini
anlatmaktadır orada. Bir hadis-i
şerifte der ki; “İnsan ve Kur’an
ikiz kardeştirler.” Yani “Biz aynı
yumurta ikiziyiz” demiştir Hz.
Muhammed Efendimiz. Kur’an
“Ah Canımız Ya Fahri Kainat”
Medine’de o bedenî hayatı son
bulmuştur. O zat, O bedenlenmiş Hz. Muhammed (s.a.v) bir
hakikati anlatmıştır. Bu hakikat
de aslında kendi hakikatinin açılımıdır. Dolayısıyla sufilere göre
Hz. Muhammed’in ağzından
sadır olan, nakil edilen hususlar aslında Hz. Muhammed’in
hakikatine Cenab-ı Hakk’ın
ilham ettiği, vahy ettiği hususlardır. Dolayısıyla vahiy, haki-
bir hakikatin harfe ve sese bürünmüş, dile intikal etmiş, kâğıda yazılmış şeklidir. Aynı hakikatin bedene, ete, kemiğe
bürünmüş haline de Hz. Muhammed derler. Dolayısıyla Hz.
Muhammed’in elinde, bizim
bugün anladığımız anlamda ayrı
bir entite, ikincil bir gerçeklik
olarak bir kitap mevcut değildir.
Kur’an “ikra” dediğinde oku
denildiğinde, ikra kitabek denildiğinde okuma eylemini üzerinSomuncu Baba
de gerçekleştireceği obje olarak
elinde Hz. Peygamber’in tuttuğu
bir Kur’an yoktu, olmadı hiçbir
zaman. Bugün biz Müslümanların elinde tuttuğumuz Kur’an
anlamında bir Kur’an değildi
o. Aslında sufilere göre bugün
elimizde tuttuğumuz Kur’an’ın
mushaf düzeyindeki yansımasıdır. Mushaftır bugün elimizdeki kitaplar. Kur’an nerededir
o zaman? Mushafın içindedir.
Ama ilk okuyuşta elde edilecek
şey değildir. Çünkü ayet-i kerimede Cenab-ı Allah kendisi
diyor ki biz o Kur’an’ı gizli bir
kitabın içinde indirdik. Kitabı
kitabın içine koyduk diyor Cenab-ı Allah. Dolayısıyla biz bugün Kur’an okuyoruz diyoruz.
Oysa okuduğumuz mushaftır.
Mushafı okuyarak, teemmül
ederek, mushafın derinliklerine
nüfuz ederek Kur’an’a ulaşmamız mümkün. Onun için ehl-i
mushaf çoktur ama ehl-i Kur’an
çok azdır. Kur’an, Furkan mertebesinden iner. Furkan niteliği,
kaynağı ima eder, geldiği yer
Ümmü’l-Kitap’tır.
Ümmü’l-Kitab’tan,
yani
kitapların anasından inmektedir. Ümmü’l-Kitap da âlemin ümmü olan Hakikat-ı
Muhammediye’dir.
Kaynağı
aynı ama birisi harf ve ses halindedir. Birisi ete kemiğe bürünmüş halidir. Yeryüzünde bu
açıdan sorulduğu zaman Hz.
Peygamber’e yürüyen Kur’an
denir. Hz. Peygamber ve daha
sonra Hz. Ali gibi büyük zatlar
hiçbir zaman bir Kur’an-ı Kerim göstermediler. Her zaman
“ene’l-Kur’an” dediler; “Kur’an
benim” dediler. Kur’an ete kemiğe bürünmüş bir hakikatti
Nisan / 2007
onlarda. Bundan dolayı Hz.
Peygamber Efendimiz’e izafe
edilen bir sözde “benim, şeriatı, itikadı naklettiğim sözler
bu dinin formel yönüdür, şeriat düzeyidir, ama bir de bunun
ötesi vardır: “et-tarikatü ef‘ali”
benim fiillerim, yapıp ettiklerim
de yolumdur, tarikattir. Fakat
“el-hakikat-i ahvali”; bir de hakikat vardır ki o da benim halimdir. Dolayısıyla sufilerin İslâm
dinini derecelendirerek, derece sistemine tabi tutmaları çok
önemlidir. Bugün yeryüzü, kâinat dereceli bir sistem üzerine
yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim bu
derecelerden bahseder.
Kur’an’ı Kerim’de yedi kat
semadan söz edilir ve onun
misli olarak yeryüzünde bahseder. İlimde derinleşenlerden
bahseder. Kur’an’ın aslında semiotik bir diagramını çıkaracak
olursak, Kur’an’ı Kerim’deki
ayetlerin işaret ediş şekillerinde
hep bir dikeylik söz konusudur,
yataylıktan ziyade. Siz kendi
nefsinizi değiştirmedikçe toplumu değiştiremezsiniz. Siz kendi
nefsinizin dönüşümünü yapamadığınız sürece afaki dönüşümü gerçekleştiremezsiniz... Gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse
Hz. Peygamber Efendimizin
sözlerinde hep dikeyliğe temas
eden noktalar vardır. İşte yatay
âlemdeki müthiş bir savaştan
dönen arkadaşlarına “bu küçük
bir savaştı, basit bir savaştı” deyince bütün dostları şaşırır. “Allah Allah! Bundan daha büyük
bir savaş olur mu?” “Evet büyük
savaşa şimdi gidiyoruz. O, nefsimizle olan savaştır, Cihad-ı
Ekber’dir” deyince demek ki
Hz. Peygamber’in esas gayesi
dikey olanla ilgilidir. Yatay olan
arıziydi. Asli olan dikeyliktedir.”
Bu uzun alıntı, meseleyi açıklar mahiyettedir. Osman Hulûsi Efendi’nin naat-ı şerifinde,
Efendimiz’in bir ‘kapı’, hakikat
dergâhının eşiği olarak vasfedilmesinin sırları saymakla tükenmez. Peki şair, kendisini o kapıda nasıl nitelemektedir: Zelil
ve tozatoprağa bulanmış. Zillet,
insana has bir niteliktir. Allah
Müzill’dir, insan zelil. Allah’ın
kendi nurundan yarattığı ve
âlemin gözbebeği kıldığı, kâinat ağacının meyvesi yaptığı Hz.
Peygamber’in yücelik dergâhının kapısında da bizler zeliliz,
alçağız, aşağıyız. Osman Hulûsi
Efendi bu sırrı pek güzel dile getirmektedir.
Üçüncü mısrada geçen garib
kelimesi de, bizim dünya gurbetindeki halimizi belirtir. Yanı
sıra, ‘dünyada garip bir yolcu
gibi ol’, ‘Müslüman dünyanın
garibidir’ rivayetlerini de hatırlamak yerinde olacaktır. Şair aynı
zamanda, ‘itibarsız’lığını da belirtmekte ve ‘cihanda itibarım
varsa sendendir’ diyen Şeyh
Galib Dede’yi hatırlatmaktadır.
İman bir intisaptır ve insan
bu bağla şeref kazanır. Bağlandığı kapı, kâinatın efendisinin
dergâhının kapısı olunca, bu
şeref ve itibar daha da artmakta
ve ‘O’nu bulan neyi kaybeder,
O’nu kaybeden neyi kazanır’
sırrı tecelli etmektedir.
“Seraser defter-i amalim isyan
ile memludur” mısrası, tevazu
ve akıbetinden emin olamama
ahlâkının doruğundan söylenmiştir. Amel defteri ifadesine
27
sol tarafından veya arkasından
verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır.
Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar
ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur’an-ı Kerim bu
hususta da şöyle buyurur:
Hat: Yusuf Coşkun Benefşe
“Anam-Babam Sana Feda Olsun Ya Rasulallah”
ilişkin, İslâm Ansiklopedisi bize
şöyle der: ‘İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün
işlerin sözlerin kayıt edildiği
defter. Bu defter sesli bir film
misali insanın her türlü hâl ve
hareketini, konuşmalarını zapt
eden bir defterdir. Bu kayıt ve
zabıtlarla insan ahirette hesaba
çekilecek, bu defter insanın leh
veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur’an’da “kitab” olarak
zikredilmektedir .
Dünya hayatında devamlı
olarak insanla beraber bulunan
ve onun yaptıklarını kaydeden
melekler vardır. Kur’an-ı Kerim
bu melekler hakkında şöyle buyurur:
28
“...Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı
(melekler). Her ne yaparsanız
bilirler” (el-İnfitâr, 82/10-12).
“O, (İnsan) her ne söz söylerse
muhakkak yanında hazır bir
gözcü vardır” (Kaf, 50/18).
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza
(Hâfıza) melekleri veya Kirâmen
Kâtibîn (Şerefli Yazıcılar) yahut
“Rakîb Atîd” denmiştir.
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek
ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır.
Defterleri sağ tarafından verilen
kimseler Cennetlik bahtiyarlar,
“....İşte o vakit kitabı (amel
defteri) sağ eline verilmiş olan
kimse der ki: ‘Gelin kitabımı
okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık
o hoşnut bir hayatta yüksek
bir Cennet’tedir “ (el-Hâkka,
69/19-22). “Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: ‘Eyvah,
keşke kitabım bana verilmeseydi... Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!... Tutun onu
hemen bağlayın onu, sonra
Cehennem’e atın onu...”(elHâkka, 69/25-27, 30-31).
İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve
Kur’an’ın tabiriyle şöyle diyecek
“Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp
hepsini toplamış... “ (el-Kehf,
18/49).
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları
ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye
sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi
etkilidir. “İman edecek salih
amel işleyenlerin amelleri zâyi’
olmaz. Biz onu yazmaktayız. “
(el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta
başkasını suçlamasına mahâl
Somuncu Baba
yoktur. Arzu edilir ki o defter
yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek
olanlardır. Bu da ancak Allah’ın
dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah
Rasulu’nün gösterdiği yoldan
gitmekle elde edilir.’ (Orhan
Çeker) Bu hâl, bu melaldeyken
lütuf dergâhının eşiğinde bekleyen şair kendisini ‘kemter’ olarak görür. Kemter, ‘daha aşağıda olan’ anlamındadır. Başta
Yunus Emre olmak üzere veli
şairlerin çoğu kendilerini böyle
vasfederler.
“Sanmanız beni deliyim
Dost bahçesi bülbülüyüm
Mevla’nın kemter kuluyum
Kimse baha vermez bana”
bunlardan biridir.
Son mısra ile tevazu ve tazim
taçlanır :
“Civarında nola olsa mezarım
ya Rasulallah’
Muhammed (s.a.v) sevgisi,
gerçekte muhabbetullahtır.
Nisan / 2007
“Allah’a imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem
Allah’ı seviyorsunuz O’nun sevdiği tarzı yapacaksınız. O’nun
sevdiği tarz ise O’nun sevdiğine
benzemektir. O’nun sevdiğine benzemek ise O’na mutlak
anlamda uymaktır. Allah’ı seversiniz, ta ki Allah sizi sevsin”
ayetini yorumlarken Seyit Erkal
şöyle der :
“İnsanın Cenab-ı Allah’a duyduğu sevgiden maksat Allah’ın
kendisini sevmesini istemesidir.
Bunun gerçekleşmesinde bir vasıta var mıdır? Evet, vardır. Her
ne kadar dense ki kulla insan
arasında vasıta yoktur. Kul eğer
Hz. Muhammed’se en yakın
kulla Efendimiz arasında bile bir
vasıta olmuştur. Hz. Cebrail’dir.
İşin başlangıcında, mebdesinde.
Mirac’a uzanan ufukta Hz. Cebrail Efendimiz’e muvakkat bir
mürşid olmuştur. Elbette bundan, Hz. Cebrail’in, Efendimiz’e
üstünlüğü anlaşılmayacak, fakat
bir aracılık söz konusu. Bu anlamda da kulla insan arasında
elbette risalet aracılıktır, mutlak
aracılıktır. Ve Efendimiz’e varis
olan zatlar da bu görevi kendisinden sonra devam ettiren kişilerdir. Kendisinden önce diğer
nebiler Efendimiz adına bir anlamda bu vazifeyi yapmışlardır.
Kendisinden sonra da seçilmiş
evliya ve hususan ehl-i marifet
bu vazifeyi yapmıştır ve yapmaktadır. Onlar olmasa kâinatın bir anlamda devamının yani
Hakikat-ı Muhammediye’nin
hakkıyla temsili olmayacağı için
devamınında mümkün olacağını söylemek zordur. Efendimiz’e
varis olmak nedir, ne anlama
gelir?, Bizim her namazda, her
rekatte tekrar ettiğimiz Fatiha
Suresi’nde çok mühim bir dua
mız var. ‘Bizi hidayete, o dosdoğru yola hidayet eyle’ diyoruz. O dosdoğru yola hidayet
eyle dedikten sonra demek ki
hidayetimiz kendimizden değil,
Hadî olan, hidayet veren Cenabı Allah’ın hidayete erdirmesiyle,
devamımız ise, ‘dosdoğru yolda
nimet verdiklerinin yoluna’ devam ile mümkün. Nimet verdiklerinin yolunu da Kur’an-ı Kerim
bir başka ayette kendisi tefsir
ediyor. Diyor ki; bu nimet verdiklerimiz kimlerdir? Eğer böyle
bir sual sorulacaksa Kur’an-ı Kerim söylüyor: “O nimet verdiklerimiz; nebiler, sıddıklar, salihler, şehitlerdir” diyor. O zaman
demek ki nübüvvetle bitmiyor
mesele. Sıddıklar, şehitler ve salihler, nübüvvetin davasını temsil konumunda olan insanlar. Bu
anlamda biz veraset-i nübüvvet
hakikatini yani Peygamberimize ve peygamberlere varis olma
29
Hat: Ayten Tiryakî
Uygulama: Sema Balkaya Öksüz
D
in, insanın yaratıcısı, ken-
şekilde düzenlemek üzere, Al-
bir güzergâh belirler. Din, bütün
bunları, peygamberler vasıtasıyla gönderilen vahiyle gerçekleştirir. (Bkz. Recep Kılıç, Ayet ve Hadislerin
doğru olması ve değişmemesi
lah tarafından konulmuş olan
Işığında İnsan ve Ahlâk, 5)
açısından önceliğe sahiptir. Hz.
disi, diğer insanlar ve
evren ile ilişkilerini sağlıklı bir
değerler manzumesinin genel
adıdır. Dinin varoluş amacı, insanın gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesidir. Bütün
hayatı kuşatıcı özelliğiyle, insanî
ilişkilerin hepsini bu bütünlük
içinde kavrar, ona şekil verir ve
30
İslâm inancını, ibadetlerini
ve ahlâkını ortaya koyan vahyin
adı Kur’an’dır. Kur’an’ın pratik
hayattaki uygulaması olan ve
bütünüyle Hz. Peygamber’in
hayatında şekillenen sünnet ise
ikinci kaynaktır. Allah’ın bilgi-
si olan Kur’an, yaratıcının insanın bütün yaşamını kuşatan
buyruklarını içermesi, mutlak
Peygamber de Kur’an buyruklarını insanlığa ulaştıran ve Mutlak
Varlık ile temas eden elçi olarak,
bu buyruklarda kastedilen meramı ilahî hakikate göre en iyi
anlayan, ilk müfessiri olarak en
iyi açıklayan ve irşad eden olaSomuncu Baba
Peygamber İklimi
Doç.Dr. Enbiya YILDIRIM
“İslâm’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl
herşey Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının
peşinden sevap alacağını ve cennete gideceğini
bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir
beklentisi olmamalıdır. Mümin, Allah buyruğunu
yerine getirmek için ve erdemli yaşamanın gereği
olduğundan dolayı bir eyleme girişir. Nitekim Kur’an
insanın emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını ister.”
Kur’anî Kulluk, Hz. Muhammed ve
Saftakiler Yani Bizler
rak, Kur’an’la birlikte olmazsa
olmaz bir konumdadır. Onun
yaşamı Kur’an’ı yaşama geçirme örnekliği açısından da çok
büyük bir önemi haizdir. Hz.
Aişe’nin Rasûlullah’ın yaşam tarzını tanımlarken “ahlâkı Kur’an
idi” (Müslim, Müsâfirîn, 139) demesi
bu gerçekliğe vurgu yapmaktadır.
Son Kitap’ta birkaç yerde
Allah’ın sünnetinden bahsedilir.
Nisan / 2007
Bununla Allah’ın insanlar hakkındaki fiilî ilkeleri ve
yasaları kastedilir. İslâm geleneği içerisinde sünnet dendiğinde
ise, Kutlu Elçi’nin hareket tarzları ve devam ettirdiği davranışlar
anlaşılır. Bunlar, her seviyedeki
Müslümanlığın hayat kurallarını
oluşturur. Fiziksel, toplumsal,
ahlâkî, manevî ve diğer boyutlarıyla sünnet, nasıl mümin
olunacağının formatını belirler,
Müslümanı Müslüman yapar.
(Ahzab 62 gibi)
Allah ve Rasûlü’nün bildirimlerine mutlak teslimiyet ve
tam itaat gerekir. Çünkü iman,
bu ikisi olmadan gerçekleşmez.
Burada, imanla birlikte imanın
ardında bulunanları da kabul
etmek ile baştan inanmamak
arasında bir tercih söz konusudur. Bunlar kabul edilince
İslâm’ı özümsemiş bir inananın
Allah’ın çizdiği yoldan sapması,
Rasûlü’nün emrine aykırı dav-
31
ranması durumu ortadan kalkar.
Kişi gerek kendi şahsında, gerek
ailesinde ve gerekse çevresinde
Allah’ın ve Son Elçi’sinin çizdiği
ahlâkî yola muhalefetten sakınır.
Bu yüzdendir ki, Müslümanlıkta, bir davranışın veya hareketin
ahlâkî olup olmadığını, iyi veya
kötü oluşunu belirleyen tek ölçüt dinî emirlere uymak veya
uymamakla kendisini gösterir.
Eğer Allah ve Habîb’inin emirlerine uyuluyorsa bu iyi ahlâk,
aykırı davranılırsa kötü ahlâktır.
Bunun karşılığı da sevap ve günahtır. Bu noktada mümine gerekli olan, ilahî buyruklarla kendisine çizilen sınırlar içerisinde
kalmaktır. Fıtratıyla son derece
uyumlu olan görevlerini aksat-
madan, Elçi’nin getirdiği yaşam tarzının özünü yakalamak,
bunu uygulamaya çabalamak
ve aşırı gitmemektir. Çünkü hiç
kimse Rasûlullah’dan daha iyi
Müslüman olamaz. O halde en
iyi inanan, dinî çerçeveye daha
büyük oranda uyabilen insandır.
Kur’an ve Hz. Peygamber
insan davranışlarının tamamını Allah’a itaat ve ibadet çerçevesinde ele alır. Bu nedenle
ahlâkî olan bütün davranışlar
adeta namaz, hac ve oruç gibi
yapılması belli zaman veya periyoda bağlanan ibadetler konumuna gelirler. Böyle olunca
da ifası durumunda sevap söz
konusu olur. İbadetlerin yerine
getirilmemesi nasıl günah oluyorsa, ahlâkî olmayan davranışlarda da günah söz konusu olur.
Doğruların mükafatının cennet
olması (Fussılet 32), iyi işler yapanlara altlarından ırmakların aktığı
cennetlerin verilmesi (Bakara 25),
arkadan çekiştirenin cehenneme atılması (Hümeze 1-9), yetim
malı yemenin büyük günah oluşu (Nisa 2) gibi. Hz. Peygamber’in
şu iki hadisi de konumuzla ilgili
örneklerdir: “Aman yalandan
sakının. Zira yalan kötülüğe;
kötülük de cehenneme götürür.
Aman doğruluktan ayrılmayın.
Zira doğruluk iyiliğe; iyilik de
cennete götürür.” (Buhârî, Edeb, 69)
“Ateş odunu nasıl yakıp tüketir-
Sevgili Peygamberim
Sana ümmet olmanın şan ve şerefi yeter
Senden uzağa düşmek, ölümden bile beter
Hakk’a duân ne güzel, Sevgili Peygamberim:
“Yârab bana eşyânın hakikatini göster!”…
Bekir OĞUZBAŞARAN
Fotoğraf: Hulûsi Gülseren
32
Somuncu Baba
se, haset de iyilikleri öylece yiyip tüketir.” (İbn Mâce, Zühd, 22)
Burada dikkat çekmemiz gereken çok önemli bir nokta vardır: İbadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâkî yaşam, hiçbir sıkıntı
ve zorluk çekilmeden, insiyakî
tarzda çok kolayca yaşama geçirilebilecek bir yapıda değildir.
Öncelikli olarak Kur’an’ın da
belirttiği gibi dünya bir imtihan
yurdudur ve insan İslâm’dan
değil de kendi tabiatındaki kötü
eğilimlerden dolayı bunları yaşama geçirmekte (şahıstan şahısa değişebilecek meyillerden
dolayı) bir takım zorluklarla karşılaşabilir. Esasında, bu sıkıntılar
ve zorluklarla karşılaşan insan,
dinin kendisinden istemiş olduğu ibadet ve davranışların kesin
doğrular olduğunun farkındadır; problemin nefsanî eğilimlerine boyun eğmesinden ve haricî nedenlerden kaynaklandığını
çok iyi bilir. Dolayısıyla sorun
bireyin bunları kabullenip yaşama geçirebilmesindeki engellerden kaynaklanmaktadır. Zaten
bu yüzdendir ki İslâm, “sarp
yokuşu tırmanmaya ve aşmaya”
(Beled 11) benzettiği ahlâkî vazifeleri yerine getirme çabasının
sürekli olmasını istemiştir. Hz.
Peygamberin cennetin insanın
nefsine zor gelen, cehennemin
de nefsin isteklerine hoş gelen
şeylerle çevrili olduğunu belirtmesi (Buhârî, Rikâk, 28) bunu daha
anlaşılır kılmaktadır.
İslâm’da ibadetler, ahlâkî
davranışlar velhasıl herşey Allah
rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden sevap alacaNisan / 2007
ğını ve cennete gideceğini bilse
bile, bu davranışının ardında
dünyevî bir beklentisi olmamalıdır. Mümin, Allah buyruğunu
yerine getirmek için ve erdemli
yaşamanın gereği olduğundan
dolayı bir eyleme girişir. Nitekim Kur’an insanın emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını ister.
(Hûd 112) Hatta ahlâkî davranışın sağladığı yararın bir başkası
tarafından bilinmesi bile şart
değildir. Hz. Peygamber’in sağ
elinin verdiğini sol eli bile bilmeyen kimseyi ahirette Allah’ın
gölgesinde gölgelenecekler arasında sayması (Buhârî, Cemâa, 8) ile
bir karşılık beklemeksizin infakta bulunanların “onlar içleri
çektiği halde, yiyeceği yoksula,
öksüze ve esire yedirirler. ‘Biz
sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de
bir teşekkür bekliyoruz.’ (derler)” (İnsan 8-9) ayetiyle övülmesi,
bu hakikatin ifadesidir. Kur’an,
bu övgüsü yanında, iyilik ve
kötülüklerin karşılığının öteki
âlemde olduğunu tekrarlayarak,
kişinin dünyevî bir beklenti içine girmeden ebedî mutluluğu
için çaba sarf etmesini ve elini
kötülüklerden çekmesini ister
ve şöyle buyurur: “Kim yararlı iş
işlerse kendi lehinedir; kim de
kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim
değildir.” (Fussılet 46) “Sonra da
ona iyilik ve kötülük kabiliyeti
verene and olsun ki: Kendini
arıtan saadete ermiştir. Kendini
fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 8-10)
İnsanın takip etmesi gereken
hayat çizgisi bu şekilde sunulurken, Kur’an’da “ve sen elbette
yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4)
diye tanımlanan, kendisinin
de güzel ahlâkı tamamlamak
üzere gönderildiğini belirten
Hz. Muhammed
“nasıl bir yaşam sürmüştü” veya
“niye bizlere örnek olarak takdim edilmektedir” şeklindeki
sorunun basit cevabı yaşam
öyküsünde yatmaktadır. İslâm
öncesi hayatına dair yapılan bütün çalışmalar, onun nübüvvet
görevi verilmeden önce de erdemli ve evrensel ahlâkî değerlere uyan bir yaşamı olduğunda
hemfikirdirler. İnanç noktasında hiçbir zaman putlara tapınmadığı gibi, toplumunda yaygın olan zina ve içki gibi daha
sonra getireceği din tarafından
men edilecek olan fiilleri de işlememişti. İslâm’a davete başladıktan sonra aklî melekelerinde
zafiyet oluştuğu iddiasıyla aklını
kaybettiği veya büyülendiği gibi
ithamlara (İsra 47, 25) maruz kalmasına karşın, ahlâkî noktada
en küçük bir eleştiriye düçar olmaması dikkatleri üzerinde toplamamız gereken bir husustur.
Hele de Mekke gibi oturmuş
bir devlet nizamının olmadığı
bir toplumda, anne babasını
kaybetmiş bir insanın kendisini
koruyabilmesinin zorluğu ortadadır. Hz. Muhammed (s.a.v)
bunu başarmış bir insandır. Kırk
yaşına kadar sürdürdüğü kervan
faaliyetleri sırasında da onun bireysel yaşamını eleştiren en küçük bir emâre yoktur. Bu olmuş
olsaydı, Mekkeli müşriklerin ilk
önce bunu Hz. Muhammed’in
(Beyhakî, X/191)
33
karşısına çıkaracakları ve daveti
başlamadan akamete uğratacakları açıktır.
Esasında Hz. Muhammed’in
İslâm öncesi erdemli hayatı
müşriklerce de kabul edilmiş
bir olguydu. Onun emin sıfatıyla anılması, erdemliler kulübü
Hilfu’l-fudûl’da yer alması, ticaretteki başarısı ve dürüstlüğü
nedeniyle Hz. Hatice’nin işlerini deruhte etmesi, -Kabe’nin
tamiratında Hacer-i Esved’i
yerine koymada önerdiği yöntemin herkesçe kabul edilmesi
örneğinde olduğu gibi- insanları onore eden tutum ve davranışlarıyla toplumda saygınlık
kazanmıştı.
Çocukluğundan
itibaren doğru sözlü, güvenilir,
dürüst, şefkatli ve yardımsever
bir insan olarak tanınmıştı. İlk
vahiy meleğiyle karşılaştığında korkarak Hz. Hatice’nin
yanına geldiğinde eşinin onu
teskin eden şu sözleri İslâm
öncesi Mekke dönemindeki
Hz. Muhammed’i özetler mahiyettedir: “Öyle deme, sevin!
Allah’a yemin ederim ki, Allah
hiçbir vakit seni utandırmaz.
Çünkü sen akrabana bakarsın,
sözün doğrusunu söylersin, işini
görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir,
kimsenin kazandıramayacağını
kazandırırsın, misafiri ağırlarsın,
Hakk yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısında (halka) yardım
edersin.” (Muslim, İman, 73) Şüphesiz Hz. Hatice’ye bu sözleri
söyleten sebep, Rasûlullah’ın
hayatında ortaya koyduğu davranışlardı. Zengin bir dul olma-
34
sına karşın, kendisinden onbeş
yaş küçük, maddi durumu da
yerinde olmayan bir insanla
evlenmesi de onun dürüstlüğü,
olağanüstü ahlâkî duyarlılığı ve
etkileyici diğer ahlâkî meziyetleri nedeniyleydi.
mescitlerin yapımında, Hendek
Anlaşılan o ki, Hz. Muhammed (s.a.v) İslâm öncesi dönemde, bireysel yaşamında ahlâkî
duyarlığa sahip olması yanında,
toplumun erdemler açısından
daha iyi bir düzeye gelmesi ve
güzelleşmesi için de çözümler
aramakta ve bu hususta düşüncelere dalmaktaydı. Mekke’yi
kuşbakışı süzebildiği Hira mağarasına zaman zaman çıkması,
Mekke toplumunun dinî ve ahlâkî çöküntüsünden kaçması kadar toplumsal çöküntüye çözüm
üretmek adına tefekkür etmek
olarak da değerlendirilmelidir.
Burada halktan uzak çok küçük
bir mağarada derin düşüncelere dalmış, bunlardan birisinde
peygamberlik görevine mazhar
olmuştur. Çözüm arayışına yönelik içten gayretinin karşılığını
adeta nübüvvet mükafatıyla almıştır. Vahye mazhar olmasından sonra bir daha o mağaraya
asla geri dönmeyecektir. Çünkü
sorunlara çözüm için düşünme
safhası geçilmiş, artık eylem zamanı gelmişti. Tarihi görev başlıyordu.
luk dünyası ise hepimizin ma-
İslâm sonrasında da, insanlara hem hak dini anlatmak hem
de yaşamıyla örnek olmak gibi
büyük bir yükün altına giren
Son Elçi, sadece istemiyor, bizzat kendisi de yapıyordu. Hicret
sırasında Kuba ve Medine’deki
muharebesinde
hendeklerin
kazılmasında fiili olarak yer alması, çalışan müminlere destek olmak için güzel sözler ve
edebî şiirler söylemesi bunun
küçük örnekleridir. Onun kullumudur. O böylece bedenen
çaba sarf ederken diğer taraftan
da Allah’tan yardım istiyordu.
“Allah’ım! Ahlâkın, amellerin
ve arzuların kötülerinden sana
sığınırım.”
(Tirmizî,
Daavât,
126),
“Allahım! Beni en güzel ahlâklı
olmaya yönelt. Gerçekten sen
ahlâkın en güzeline yöneltirsin.
Benden kötülükleri gider, çünkü kötülükleri ancak sen giderirsin.” (Tirmizî, Daavât, 32)
Her yıl doğum gününde anarak imanımızı güçlendirdiğimiz
ve ona olan sevgimizi daha bir
pekiştirdiğimiz o Elçiyi görme
imkanımız olmadı. Bunu kıyamete saklıyoruz. Ancak, onun
ahlâkının kılavuzu olan Kur’an
ile yaşamını bizlere en ince ayrıntısına kadar sunan hadis kitapları elimizin altında. Ayrıca,
onun nasıl bir hayat sürdüğüyle
ilgili hepimizin az çok bilgisi de
var. Sorun esasında bilmekte
değil, bu bilgileri yaşamımıza
geçirebilmekte. Onun hayatını
okurken “ben nasılım” sorusunu kendimize sormaya cesaret
edebiliyorsak,
“elhamdülillah”
demeye de hakkımız var demektir.
Somuncu Baba
Mirac-ı Güzin
“Nice bin yıllık yola, bir demde vara gele;
Yunus aydur kim ola, Muhammed’dür o mutlak..”
Yunus Emre
Zaman-mekân ötesi, semâvî bir yürüyüş
Varmadı bu makama beşere ait bir düş
Yükseldi müntehâya, mücerret bir merdiven
Şaşakaldı kâinat, şaşakaldı aşk ü fen
Bürüdü varlığını esenlik iklimi kut
Ağdı arş-ı âlâya melek kanatlı bulut
Ürperdi sevgi ile efsunlu şeffaf perde
Bu mucize-yolculuk yazılıydı kaderde
Eşlik etmek istedi, Ol Şâha ulu kaya
Hayran kaldı gök ehli, müstesna buluşmaya
Sınır yok kudretine, bilinmezi bilenin
Gerçekleşti vuslâtı, Sevenle-Sevilenin
Aşkınlıkta son safha, kasem olsun ki asra
Esrarlı hadiseye, delil Sure-i İsrâ..
Olcay YAZICI
Mart / 2007
35
Çiçek Açmıyor
Seccademizde...
Biz unuttuk
Merhamet rahmet olup yağmıyor avuçlarımıza
Şükür çiçek açmıyor seccademizde
Cesaret dillenmiyor yüreklerimizde
Sabrımız Yakup’çasına bilenmiyor
Şimdi perme perişanız gözlerimiz ıslak
Bombalar yağıyor üzerimize
Gül mevsimine inat
Yüreklerimiz bir çöl kadar kurak
Bizi affeder misin?
Kokun çok uzaklardan bizi çağırır
Sahte medeniyetler taş duvarlar örmüş aramıza
“Güllere vurgunum, güllere sevdalı” diyen ezgi tadınca
Gül koklamak usulünü unutsa da ruhumuz
Gül yüzünün hatırına senden af diliyoruz.
Kurak iklimlerimizi kuşanıp senin iklimine sığınıyoruz
Ve...Acılar üşüşmüşken yüreğimize
Üstümüzde kara bulutlar
Ne olur ey Rasul, yağ üzerimize.
Bizi affeder misin?
Dokun ne olur yüreğine zamanın
Her yanı güller sarsın, gece ağarsın
Çağlasın yüreğimiz şefkatinden nurundan
Yenik kentler üstüne taze gelmiş baharsın.
Kavl ü kararımız üzre
Gel ümmetim der misin?
Bizim unutmuşluğumuzu unutup
Bizi affeder misin?
36
Somuncu Baba
Bu firaktan
Bu gönül biçare, bu gönül yaslı
Yerle gök arası gel-gitlerdeyiz
Yıldızı alınmış geceler gibi,
Işık değmemiş yüreklerin karasını
Aklamamış günlerdeyiz.
Çağır bizi uzaktan bir ikindi vaktinde
Asrın karanlığına inat
Akla karalarımızı.
Gözlerimiz görmüyor gönüllerimiz paslı
Sağalt yaralarımızı
Bu gönül Beytullah, bu gönül yüce
Lâkin unuttuk değerlerimizi
Dolaşmıyor aramızda Rahmanın kutlu sesi
Hayli zaman oldu, dargındır bize
Zindan olmuş kelimeler ülkesi can vermez söze
Ey sevgili, adı güzel kendi güzel Muhammet,
Heybesi boş, ruhu sarhoş ümmetini
Bundan böyle sever misin?
Sensizlikten kavrulmuş toprağımız, ruhumuz
Bizi affeder misin?
Soyunduk tüm güzel elbiselerimizi.
Ötelerin ötesine uzanamadı ellerimiz.
Yollar birer tuzak..
Günler geceler zamanın tespihine
Usulca dizilirken
Aydınlık bize uzak..
Pusulalar doğruyu göstermiyor artık
Bağlamışlar güçsüzün ellerini
Adalet her yerde yasak
İşte o kavl ü kararımız üzre..
Gel ümmetim der misin,
O zaman olduğu gibi
Bizi yine sever misin?
Bizi affeder misin?
Mürsel GÜNDOĞDU
Nisan / 2007
37
Röportaj
Konuşan: İbrahim YARIŞ
Prof. Dr. İsmail Yiğit:
“Hz. Peygamber Bize
Canımızdan Daha Yakındır”
Peygamber sevgisi nedir ve niçin önemlidir?
P
eygamber sevgisi imanın tabii bir sonucu ve
dini bir zorunluluktur. Hatta Müslümanlar, Hz.
Peygamber’i kendi canlarından daha fazla sevmekle
mükellef kılınmıştır. Bu gerçek Allahu Teâlâ tarafından yüce kitabında şu kesin ifadelerle bildirilmiştir:
Prof. Dr. İsmail Yiğit
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi.
1951 yılında Burdur’da doğdu.
1970 yılında Burdur İmamHatip Okulu’ndan, 1974
yılında da Konya Yüksek İslâm
Enstitüsü’nden mezun oldu.
Askerlik görevini yaptıktan
sonra 1976 yılında Narman
Lisesi’ne öğretmen olarak atandı.
Bu okulda bir süre yönetici
olarak da görev yaptı. Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki
görevine, Yüksek İslâm Enstitüsü
döneminde, 1977 yılında asistan
olarak başladı. 1981 yılında bu
Enstitü’ye öğretim üyesi olarak
atandı. 1983 yılında M.Ü.Sosyal
Bilimler Enstitüsü’nde hazırladığı
‘Emeviler’de İlmi Hareket’ adlı
teziyle doktor oldu. 1991 yılında
doçent, 1998 yılında da profesör
ünvanını aldı.
38
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha
yakındır, eşleri de onların anneleridir.” (Ahzâb Sûresi,
33/6).
Habibullah (Allah’ın sevgilisi) Sevgili Peygamberimiz de, kendisine karşı sevgi, bağlılık ve itaat bakımından gösterilmesi gereken bu yakınlığın önemine
dikkat çekmiş ve peygamber sevgisinin imanla iç içe
olduğunu vurgulamıştır:
“Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki,
ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece, o kimse gerçek manada inanmış olmaz.” (Müslim, “İman”, 69-70).
“Sizden hiç biriniz, beni babasından evladından
ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz” (Buhârî, İman 8).
Ayrıca Allahu Teâlâ, “Peygamber’e itaat eden
Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ, 4/80), “Ey Muhammed
deki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/31)
buyurarak, Peygambere itaatın kendisine itaat olduğunu bildirmiş, rıza ve sevgisini kazanmayı Hz. Peygamber Efendimiz’e itaat şartına bağlamıştır.
Somuncu Baba
Bu ayet ve hadislerden
açık olarak anlaşıldığı üzere,
mü’minler, Allah’ın sevgisini
ve rızasını kazanabilmek için,
Hz. Peygamber’i (s.a.v) sevmek ve onun yolundan gitmek
durumundadırlar. Dolayısıyla
mü’min olup da onu sevmemek
gibi bir şey mümkün değildir.
Böyle bir durum, ancak ilim,
iman ve irfan zafiyetiyle izah
edilebilir. Hatta Müslümanların,
gerçek kurtuluşun ona inanmak,
onu sevmek ve bütün güzel davranışlarında onu örnek almak
dışında bir reçetesi olmadığını
bilmek zorunda olduklarını düşündüğümüzde, onu sevmemenin, ilim, iman ve irfan zafiyetinden de öte bir durum olduğu
söylenebilir.
Müslümanın Hz. Peygamber’e
karşı görevlerini, diğer bir ifadeyle gerçek bir mü’min olmasının şartlarını, ona inanmak,
Nisan / 2007
itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü
selâmla anmak şeklinde sıralamak mümkündür.
Allah Rasülü (s.a.v) bütün İslâm coğrafyasında aynı şekilde
anılıp seviliyor mu?
Kesinlikle öyle! Peygamber
sevgisinin dindarlığın olmazsa
olmaz bir şartı olduğunu bilen
bütün Müslümanlar inançlarının bir gereği olarak Sevgili
Peygamberimiz’i sever ve anarlar. Onu anmak ve salâtü selâm
getirmek, bilindiği gibi, ibadet
ve dualarımızla da iç içedir.
Allahu Teâlâ, kendisinin ve meleklerin Rasûl-i Ekrem’e salavât
getirdiklerini haber verdikten
sonra, mü’minlere hitapla, “Ey
mü’minler! Siz de ona çokça
salât ve selâm getirin buyurarak” (Ahzâb sûresi, 33/56), Müslümanlara Hz. Peygamber’i say-
gıların en yücesiyle hatırlamalarını emretmiştir. Dolayısıyla,
bütün Müslümanların Sevgili
Peygamberimiz’i hatırlarından
çıkarmama gibi bir sorumlulukları da bulunmaktadır.
Türkler’in peygamber sevgisinin daha fazla olduğu söylenir,
örneğin naatların büyük bir kısmını Türk asıllı Müslüman şairler
yazmış. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bütün Müslümanların Hz.
Peygamber’i sevdikleri gerçeğinden hareketle, Müslüman
toplumları peygamber sevgisi
bakımından mukayese etmenin
doğru bir yaklaşım olduğunu
düşünmüyorum. Ona övgü sadedinde yazılan şiir türlerine gelince, başta Arapça, Türkçe ve
Farsça olmak üzere Müslümanların konuştuğu çeşitli dillerde
binlercesi yazılmıştır. Hangi
39
Hat: Aziz Efendi
dilde yazılanların daha çok olduğunu öğrenmek de uzun ve
ince bir araştırmayı gerektirir.
Günümüz insanı Efendimizin
en çok hangi özelliğine ihtiyaç
duymaktadır?
Bu sorunuzun cevabı çok
farklı şekillerde verilebilir. Günümüz insanı, onun hangi özelliklerine muhtaç değil ki? Yani
ihtiyaçların sıralanması kişiye
göre değişir.
Bu cevaplardan biri, günümüz Müslümanlarının, “Ben
ahlâkî erdemleri tamamlamak
üzere gönderildim” (Müsned II, 381),
diyen o güzel ahlâk timsalinin
40
“Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” Kalem/4
en çok güzel ahlâkına muhtaç
oldukları şeklinde olabilir.
Onu üstün bir ahlâkla donattığını (Kalem sûresi, 68/4) hatırlatan
Allahu Teâlâ, onu Müslümanlar için örnek bir şahsiyet ve
bir rehber yaptığını bildirmiştir (Ahzâb suresi, 33/21). Peygamber
Efendimiz de, mükemmel imanın ancak güzel ahlâklı olmakla
sağlanabileciğini (Ebu Davud, “Sünnet” 15) ve ahlâkı güzel olanın
hayırlı insan olduğunu (Buhârî,
“Edeb”, 38) söylemiştir. Müslümanların onun ahlâkıyla ahlâklanma
hususunda göstereceği ciddî bir
gayretin, beraberinde yeni bir
dirilişi getireceği muhakkaktır.
Dünya Hz. Muhammed
(s.a.v)’i yeterince tanıyor mu?
Müslümanlar kendi Peygamberlerini hakkıyla tanıtabiliyorlar
mı?
Bu iki sorunuzun cevabı da
hayır. Ne Müslümanlar dışındaki insanlık onu yeterince tanıyor,
ne de biz Müslümanlar onu tanıtma görevini lâyıkıyla yürütebiliyoruz. Onu doğru bir şekilde tanıyan gayrimüslimlerden
önemli bir kısmının, onun Allah
tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğunu
anlayıp ona iman ettiği bir gerçektir. İslâm’ın tüm güzellikleri,
Sevgili Peygamberimizin tanınSomuncu Baba
masıyla anlaşılmaktadır. Diğer
din mensuplarının ona karşı
genellikle olumsuz bir tavır takınmaları, onu ne kadar yanlış
ve eksik tanıdıklarının açık bir
göstergesidir.
İkinci sorunuzun cevabına
gelince, biz Müslümanlar olarak onu hakkıyla tanımıyoruz ki,
lâyıkıyla diğer din mensuplarına
tanıtabilelim. Biz onu hakkıyla
tanıyıp örnek alsaydık, İslâm
dünyası hiç şu anda içinde bulunduğu durumda olur muydu?
Onu doğru bir şekilde tanıyıp
ona lâyık bir ümmet olsaydık,
birlik ve beraberlik ruhunu bu
derece kaybeder miydik? Bu
derece geri kalır, bu derece ahlâkî çöküntüye düşer miydik?
İslâm dünyasının durumu, bir
yandan onu yeniden tanımaya
ne kadar muhtaç olduğumuzu,
diğer yandan da bu halimizle
onun diğer din mensuplarınca
doğru bir şekilde tanınmasını
engellediğimizi açıkça göstermektedir. Çünkü onu gerektiği şekilde tanıdığımız takdirde,
tanıtmamız da kendiliğinden
ardından gelecektir.
Kutlu doğum haftası etkinlikleri son yıllarda hız kazandı. Bu
etkinliklerde gözünüze takılan
eksiklikler nelerdir? Hoşunuza
giden tarafları nelerdir?
Bu etkinliklerin yoğunluk
ve hız kazanıp adeta bir şölen
havası içinde yaşanması; ayrıca
toplumun her kesimince rağbet
görmesi şüphesiz ki, son derece sevindiricidir. Bütün bunlar,
Sevgili Peygamberimiz’e karşı olan derûnî muhabbetin bir
yansımasıdır. Keşke bu etkinNisan / 2007
likler, bütün yılı içine alan bir
takvime yayılabilse! Peygamber
hatırası bütün zamanlarda canlı
tutulabilse!
Ancak sadece bu etkinliklerin, Peygamberimiz’i yakından
tanımaya yetmeyeceği de unutulmamalıdır. Onu daha yakından tanımak için hakkında yazılmış güvenilir eserleri okumak
son derece önemlidir. Onun
Kur’an, sünnet ve siyer kaynaklarında anlatıldığı şekliyle bilinmesi gerekir.
Akademik dünyada Peygamber Efendimiz ile ilgili çalışmalar
hakkıyla yapılabiliyor mu? Ya da
yapılan çalışmaların yayımlanması ile ilgili teknik sorunlar var
mı? Yani arşivlerde, kütüphanelerde kalan çevrilmeyen kitaplar
ya da makaleler var mı?
Hz. Peygamber’in hayatı,
Müslüman âlimlerin hakkında
en fazla çalışma yapıp eser yazdığı ilim dallarından biridir. Hz.
Peygamber’in vefatından kısa
bir süre sonra başlayan bu çalışmalar, günümüze kadar devam
etmiş, bundan sonra da devam
edecektir. Bu alanda yazılan
eserlerin önemli bir kısmı yayınlanmış olmakla birlikte, kütüphane raflarında yayınlanmayı bekleyen çok sayıda eserin
bulunduğu da bir gerçektir.
Hz. Muhammed (s.a.v) hangi
milletten idi. Kimi insanlar Peygamber Efendimiz’in Arap olmadığını söylüyorlar. Bu doğru
mu?
Hayır bu doğru değil. Peygamber Efendimiz, kesin olarak bilindiği şekilde, Hz. İsmail
neslindendir ve Arap’tır. Hz.
İsmail’in nesli ise, Araplar’ın iki
büyük kolundan biri olup Arab-ı
Müsta’ribe diye isimlendirilmiştir. Peygamber Efendimiz’in Hz.
İbrahim-Hz. İsmail evladından
olduğuna, bu iki peygamberin
Kâbe inşaatını tamamladıkları
sırada yapmış oldukları dua dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de de
işaret edilmektedir:
“Ey rabbimiz, soyumuzdan
gelecek Müslüman ümmet içerisinden bir peygamber gönder ki,
onlara Kur’an âyetlerini okusun,
kitabı ve hükümlerini öğretsin.
Onları günahlardan temizlesin.
Muhakkak ki Sen, Aziz ve hakimsin.” (Bakara sûresi, 2/129).
Peygamberimiz
de
kendi
soyu hakkında bilgi vermiş ve
bu konudaki hadislerinden birinde şöyle demiştir:
“Allahu
Teâlâ,
İbrahim’in
oğullarından İsmail’i, İsmail’in
neslinden ise Kinâne boyunu,
reyş
Kinâneoğulları’ndan
oymağını,
Ku-
Kureyş’ten
Haşimoğulları’nı, Hâşimoğullarından da beni seçmiştir.”
(Müs-
lim, “Fezâil”, 1).
Verdiğiniz bilgilerden dolayı
çok teşekkür ederiz hocam.
Asıl ben teşekkür ederim.
Somuncu Baba Dergisi okurlarını kalbî muhabbetimle selâmlarım. Kutlu Doğum günlerinin
hayırlara ve rahmete vesile olmasını niyaz ederim.
41
Na’t
Seninle ulaşılır darlıktan genişliğe;
Gafletten, dalâletten hidâyete, Efendim!
Söz ve hareketlerin hikmetlerle doludur;
Yolunda kavuşulur saadete, Efendim!
Bizim ki, fânilikte, maksadımız ne ola.
Maksadımız Allah’ı tanımaktır, Efendim.
Güzelliğini cilt cilt kitaplar anlatamaz;
Ben, nasıl anlatayım, mısralarla, Efendim!
Saçının bir telini övmeye güç mü yeter;
Ben, haddini bilmeyen, bîçâreyim, Efendim!
Seni ancak hakkıyla Rabbimiz övebilir;
Kelimelere nasıl sığdırayım, Efendim!
Tek kapı senin kapın, bana teselli veren;
Orda kölelik bile bana yeter, Efendim!
Başka kapılardaki tantana neye yarar;
Eşiğine konan baş, Arş’a erer, Efendim!
Bütün ömrün boyunca kahkahayla gülmedin;
Gülersem, cümle âlem, bana ne der, Efendim!
Mahzûnsun hep, ümmetim, mahzun olmasın diye;
Ne çıkar fâni dünyam, olsa heder, Efendim!
M. Halistin KUKUL
Fotoğraf: İ. Hakkı Demir
42
Somuncu Baba
Doç. Dr. Bünyamin ERUL
Abdullah b. Ebî Rabîa
Adı
: Abdullah (önceki adı Bahîr veya Buceyr
idi, Hz. Peygamber değiştirdi.)
Künyesi
Ayrıcalığı :
Mekke’nin fethinde, Hz. Ali’nin kız kardeşi Ümmü
Hani’nin evine sığınmış ve onun himayesine girmişti.
Hz. Ali onu öldürmek istemişse de, Hz. Peygamber, “Senin güvence verdiğine, biz de verdik” diyerek Ümmü
Hani’nin verdiği emanı kabul etmişti.
: Ebû Abdirrahman
Doğum yılı : Tespit edilemedi.
Doğum yeri : Mekke
Baba adı
: Amr veya Huzeyfe, Ebû Rabîa b. el-Muğîre el-Mahzûmî
Anne adı
: Esma bint Mahreme/Muharribe.
Eş(ler)i
: Bint Hafs b. Muğîre (çocuğu olmamış).
Akrabaları : Ayyâş b. Ebî Rabîa’nın öz kardeşidir.
Ebu Cehil ise anne bir kardeşiydi.
Oğulları
: Ömer (meşhur Arap şairidir), İbrahim, İsmail, Abdurrahman, Hâris, Hars, Muhammed, Ebû Bekir
Kızları
: Ümmü Hakîm,
Kabilesi
: Kureyş’in Mahzum boyundan
İslâm’a girişi : Mekke’nin fethinde H. 8. yıl.
Sohbet süresi: 2 sene
Rivayeti
: Hz. Peygamber’den 1, sahabeden birkaç rivayeti vardır. Oğulları nakletmiştir.
Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Yemen
Mesleği
: Kureyş’in eşrafından, baharat ticareti yapan zenginlerindendi
Hicreti
: Medinelilerden sayıldığına göre hicret
etmiş olmalıdır.
Fiziki yapı
: Yakışıklıydı.
Mizacı
: Hitabeti, siyaseti iyi idi, mutedil biriydi.
Ömrü
: Orta yaşın üzerinde olmalı.
Ölüm yılı
: H. 35
Ölüm yeri
: Mekke yakınlarında
Ölüm sebebi : Hz. Osman’ı öldürmek üzere yapılan
kuşatmayı kaldırmak üzere Medine’ye gelirken, devesinden düşerek öldü.
Nisan / 2007
Sözleri
:
Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri almak için
giden heyetin içindeydi. Amr b. el-As’ın sert ve kurnazca
planlarına karşı çıkmış ve “Yapma! Her ne kadar onlar
bizim muhalifimiz iseler de, onlarla akrabalık bağlarımız
var” diyerek yumuşak bir politika izlemişti.
Savaşları
:
İslâm öncesi, Uhud savaşında müşrik okçusuna kumanda etti.
Görevleri :
İslâm öncesinde çeşitli diplomatik heyetlerde bulunmuştur. Hz. Peygamber de onu Yemen’in Cened vilayetine
vali olarak atadı. Hz. Ömer, daha sonra San’a’yı da ona
bağladı. Hz. Osman döneminde de bu görevini sürdürmekteydi.
Hadisleri :
“Rasulullah (s.a.v) benden 40 bin dirhem borç almıştı.
Bilahare gelip onu ödedi ve bana: “Allah senin aileni ve
malını bereketli kılsın. Borcun bedeli, onu ödemek ve
teşekkür etmektir” buyurdu.
Hakkında :
Sabah namazının iki rekât (sünnetini) kaçırmış ve bunun
için bir köle azad etmişti. Hastalandığında, boşadığı eşini
mirasından alsın diye tekrar nikâhlamıştı.
43
44
Somuncu Baba
Edebiyat
Musa TEKTAŞ
Gönülleri Saran
Muhabbet
B
ir Cuma günü, takvimler kameri hesapla Rebiü’l-evvel
ayının onikinci gününü gösteriyordu. Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Hazretleri, Darendeli âlim Hacı Esat Efendi,
Korkmaz Hafız ve Muhyiddin Tütüncü ile oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir yandan çaylarını içerken bir yandan da konu Sevgili Peygamberimizin kutlu doğumuna gelmişti. Hulûsi Efendi
Hazretleri büyük bir heyecan ve muhabbetle anlatmaya başladı. Özetle siyer bilgilerini hatta, mevlid-i şerifte anlatılan veladet
bahsini açıklıyordu:
Peygamberimizin Nuru
“Efendi Hazretleri
‘Peygamber Efendimiz
(s.a.v)’in ‘Beni vefatımdan
sonra ziyaret eden
sağlığımda ziyaret etmiş gibi
olur. Şefaatim ona vaciptir.’
müjdesini vermiştir.
Büyüklerimiz de hep bu
duygu ve hassasiyetle
mübarek ravzasını ziyaret
etmişlerdir.”
“Rebiü’l-evvelin onikinci Pazartesi gecesi Mekke-i
Mükerreme’de Benî Hâşim mahallesinde Peygamberimizin
nuru cihanı aydınlattı. Yani Hazret-i Muhammed Mustafa
(s.a.v) efendimiz dünyamıza ayakbastı.
Allahu Teâlâ ve tekaddes Hazretleri bu yeri ve bu gökleri
ve başka nesneleri yaratmadan önce kendi nurundan Peygamberimizin nurunu yaratmış ve Adem aleyhi’s-selâmı topraktan
halk ettikten sonra ona tevdi etmiş idi. Bu nur daima Adem
(a.s)’in alnında ondaki nurların hepsinden ziyade parlar idi.
Bu nur; Âdem (a.s)’den, Şit ( a.s)’e geçti. Ondan da Peygamberimizin babalarına geçe geçe en sonra büyük babası Abdulmuttalib’e ve ondan da kendi babası Abdullah’a
geçmiş idi.
Babası Abdulmuttalib, Abdullah’a Kureyş’in en asil kızlarından biri olan Âmine’yi almış ve kadınların en bahtiyarı olan
bu kadın ezelden beri gelen “Nur-ı Muhammedî”ye hamil
olmuş idi. “Nur-ı Muhammedî”nin bu kadına intikal eylediği
gece yerler, gökler sevinç içinde kaldı ve gök kapıları açıldı ve
Nisan / 2007
45
âlemlere rahmet saçıldı. Peygamberimiz anne karnında iki aylık
iken babası Abdullah Medine’de
vefat etti. Melekler Allahu Teâla’ya
niyaz edip “Ey bizim İlâhımız..! Ey
bizim Rabbimiz..! Peygamberin
yetim kaldı.” dediler.
kimseye göstermeyin.” diyordu.
Odamda birçok cennet kuşları
uçuşuyorlardı.”
Onikinci Gece
Korkmaz Hafız bu arada;
“Efendim Darendeli Salih Nihanî
Hazretleri Mevlidinde bu hususu
şiir diliyle şöyle tarif ediyor, dedi:
Allahu Teâlâ bunlara; “Onun
koruyucusu ve görüp gözeticisi
benim...” buyurdu. Altı aylık iken
Rebiül evvel ayının bil anda
validesi Âmine anamız bir rüya
Onikini gece zahir zamanda
görmüş ve kendisine; dünyanın
en hayırlı evladına yüklü olduğu
Yalınız kendi hanem bucağında
müjdelenmiş ve doğduğu zaman
Kuud etmiş idim bil ânı sende
adını “Muhammed” koyması söylenmiş idi. Âmine validemiz diEvimden çıktı bir nûru mualla
yorlar ki: Günüm dolduğu zaman
Semaya fer verip doldu mücella
ben evde yalnızdım. Kayın babam
Abdulmuttalib Kâbe’yi tavaf ediGözüm açıp görürem ki hevada
yordu. Bu sırada büyük bir gürültü
Döşenmiş sündüsü hadra âmade
duydum yüreğimi ağzıma getiren,
heyecan içinde kaldım, arkamı bir
Melekler hep bu hizmeti görürler
akkuş, kanadıyla sığadı. Bende bu
Kamusu şaduman hurrem dururlar
helecan ve korkudan eser kalmadı.
Bir de baktım ki bana kardan ak
ve berrak soğuk bir şerbet sundu- Dahi hem üç alim oldu nişane
Ne yerde olduğun kıldı beyane
lar. Bu şerbeti içtim. Baştan aşağı
dek nur kesildim. Fidan gibi boylu
İkisi şark-ı garpda hikmet-i Hakk
güzel kadınlar çevremde dolaşıyor
Biri Ka’be damında kudret-i Hakk
ve beni kuşatıyorlardı. Benden
başka, evde kimse yoktu. Bunlar
Bu hâlâta mukarın ey Dilâra
benim halimi nereden duydular?
Yine âsarı hikmet oldu icrâ
Nereden geldiler? diyorken bu
kadınlardan biri kendisinin “Asi- …
ye” olduğunu, öteki de “Meryem”
Hulûsi Efendi Hazretleri Âmihatun olduğunu söyledi. Ben korne Validenin anlattıklarını nakletkuyordum. Fakat her dakika birbimeye devam etti:
rinden daha büyük daha korkunç
“Gözümden perde çekilmiş ve
gürültüler duyuyordum.
önümdeki âlem değişmişti. YerBen bu hallerin içinde iken
yüzünün her tarafı bana açılmış
beyaz bir kumaştan havada bir
ve her mana önümde açılmıştı.
döşek döşendi, yine havada elleBiri maşrıkta biri mağripte biri de
rinde gümüşten ibrikler bulunan
Kâbe’nin üzerinde üç bayrak dibirtakım kimseler görüyordum.
kilmiş olduğunu gördüm.”
Bunlarla beraber yine havada
gördüğüm bir kimse de “Alın onu,
Daha sonra, bu hususu İhram-
46
cızâde İsmail Hakkı Hazretleri
“Yâre Yâdigar” adlı eserinde şu şekilde nazmeder:
Tıfl-ı mes’ûd aleyhisselâm
Geldi dünyâya neşretdi selâm
Ve hem anda andı ümmetlerini
Hudâya arz etdi minnetlerini
Koyup başın yere secde eyledi
Cihan pür-nûr oldu felek oynadı
Necîb ümmet buldu o an râhmeti
Duâsının kabulünün idi nûr alâmeti
Umûm parmakların örtük tutardı
Şehâdet parmağıyla tevhîd ederdi
İşbu işâretler olmuşdu kabûl
Ki ortaya geldi bir dîn- i makbûl
Dîn-i Muhammeddir bu tâk-ı eyvâ
n
Hakk’ın celâliyle gösterdi bürhân
O anda dedi hem Allâhu Ekber
Ve sübhânallâhi ederdi ezber
Manzumeyi okuduktan sonra
Âmine Validenin kelamına döndü
tekrar:
“Bu esnada, Muhammed’i doğurdum. Doğar doğmaz secdeye
kapandı. Cenâb-ı Hak’a yalvarır
gibi iki parmağını göğe kaldırmıştı.
Gökten bir akbulut geldi onu sardı,
bu sırada birinin ona “Âdem’in yaratılışını, Şit’in ma’rifetini, Nuh’un
şecaatini, İbrahim’in Allah (c.c)
dostluğunu, İsmail’in lisanını,
İshak’ın rızasını, Salih’in safvetini, Lût’un hikmetini, Yakub’un
müjdesini, Musa’nın şiddetini,
Eyub’un sabrını, Yusuf’un taatini,
Yu’şa’nın cihadını, Davud’un koSomuncu Baba
“Seyyidi-i kâinat Efendimiz bir
gece saadetli hanelerinde iken
Cebrail Aleyhisselam’ın kanat
seslerini duydu kalkıp muntazır
oldu. Cebrail Aleyhisselam yanına gelerek görüştüler. Allah’ın
emri ile mübarek elinden tutup,
Bahta-i Mekke’ye çıkardı. Orada
kıyamete kadar gelmiş ve gelecek
bilcümle ümmet-i Muhammed’in
bütün amellerini ve günahlarını
her yönüyle gösterdi. Peygamberimiz ümmetinin günahlarının bu
kadar çok olmasına mahzun olarak üzüntü içerisinde geri döndü.
Çok geçmeden İsrâ Sûresinin 79.
Ayeti;
“Gecenin bir kısmında da
uyanarak sana mahsus fazla bir
ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makam-ı
Mahmud’a ulaştırsın.” ve Müzzemmil suresinde;
Hat: M. Nuri Sivâsî
runuşunu, Danyal’in muhabbetini,
İlyas’ın vakarını, Yahya’nın ismetini ve İsa’nın zühdünü ve bütün
peygamberlerinin güzel huylarını
ve faziletlerini verin...” dediğini
işittim.
Sonra bu akbulutun içinden
çıktı. Baktım ki sıkı sıkı bir yeşil
ipeğe kundaklanmış, ay parçası gibi yüzünde nur parlıyordu...
Misk gibi güzel bir kokusu var. Bu
arada üç kimse göründü. Birinin
elinde gümüşten bir ibrik var. İkincisinin elinde zümrütten bir tas
var. Üçüncüsünün elinde beyaz
ipekten bir kumaş var. Bu kumaşı
bu kimse açtı. İçinden bakanları hayran edecek kadar güzel bir
mühürü çıkarıp bu gümüş ibrikten
Nisan / 2007
yedi kez yıkadı. Sonra bu mühür
ile oğlum Muhammed (s.a.v) ‘in
arkasını, iki küreği ortasından mühürledi. Ve tekrar kundaklayarak
oğlumu bana verdi.”
Mahzunluktan Mesrurluğa
Bu arada Hacı Esat Efendi;
“Hulûsi Efendi, Peygamberimizin
mucizelerinden Miracın bir çok
hikmeti vardır. Bunlardan gece
ibadetiyle olan kısmı bir sohbetinizde yâd etmiştik. Lütfen tekrar
anlatabilir misiniz?’dedi.
Hulûsi Efendi; “Mustafa Tâki
Pîr Efendimiz “Tarih-i Nûr-i Muhammedi” adlı eserinde, bu hususu şöyle dile getirir diye bir kez
daha anlattı:
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir”
ayetleri nazil oldu. Bu ayeti kerimelerle Peygamberimizin seçilmiş
ümmetinin günahlarının ancak
tam bir ibadetle bağışlanacağı
müjdelendi. Makam-ı Mahmud
ve büyük şefaat sahibinin şefaatına
mazhar olacaklarına işaret edildi.
Mücahidlerin önderi, âlemlerin
en sevgilisi olan o sevgili, ibadete
o kadar önem verirdi ki, sabahlara
kadar mübarek ayakları şişinceye
kadar ayakta namaz kılardı. Tâ Hâ
suresinde “(Ey Muhammed!) Biz
Kur’an’ı sana sıkıntı çekesin diye
değil, ancak (Allah’ın azabından)
korkacaklara bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik.” emr-i
ilâhisinin tebşiriyle teselli edildi.
“Ümmetinin günahlarını gör-
47
mekle mahzun oldun, melekût
âleminde benim rahmet deryamı da müşahede et ki; o çok
gördüğün günahlar o deryaya
nisbetle bir katre olur mu? bilesin,” fermanıyla Habib-i Kibriya
Rabbin huzuruna davet olundu.
Miracın sebeb-i hikmetinden
biri de budur.” buyurdu.
Bir yandan çaylar içiliyor, bir
yandan bu muhabbetli sohbet
devam ediyordu. Ara ara, kapıdan sessizce giren misafirler sükûnetle bir kenara oturup sohbeti
dinliyorlardı. Hacı Muhyiddin
Tütüncü Peygamberimizi ziyaretin ve salâvat-ı şerife getirmenin
faziletiyle alakalı bir bahis açtı.
Efendi Hazretleri “Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ‘Beni
vefatımdan sonra ziyaret eden
sağlığımda ziyaret etmiş gibi
olur. Şefaatim ona vaciptir.’
müjdesini vermiştir. Büyüklerimiz de hep bu duygu ve hassasiyetle mübarek ravzasını ziyaret etmişlerdir.” dedikten sonra
şu hatırayı nakletti:
Ziyaretin Âdâbı
Pirimiz Muhammed Ma’sum
Hazretleri, Hac ziyaretinden
sonra, Medine-i Münevvere
yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i Nebinin nurlarının, eserlerinin görünmesi,
duyulmağa başlanması, bir an
evvel bu kıymetli yerlere kavuşmayı hızlandırıyordu. Bunun
gibi sahabe-i kiramın mübarek
mezarlarına ulaşmak için tam
gayret ediyordu. Bedir vadisine gelince, Suğra’da yatan Bedir muharebesi şehidlerinden
Abdülharis’in mezarını ziyarete
gitti. Yanındakilerle beraber, bir
48
müddet mezarın başında murakabe eylediler.
Medine-i
Münevvere’ye
yaklaşıldığı zaman, Muhammed Ma’sum Ürvetü’l Vüskâ
Hazretleri, şevk ve hasretinin
çokluğundan, nurların parlamasının ziyadeliğinden o gece hiç
uyumadı. Sabahın erken saatlerinde, Medine-i Münevvere’ye
geldi. Ravza-i Mübareke ve
Mescid-i Şerifi ziyaret edeplerini yerine getirdiler. Orada çok
şeyler gördü. Üç dört gün sonra, Medine halkından bazıları
Ürvetü’l Vüska (k.s)’nın talebesi
olmak, yoluna girmek isteyince, edebinin çokluğundan, öyle
bir yerde, kendine talebe kabul etmek veya etmemek için,
Rasûlullah (s.a.v.)’tan izin istedi.
Kabr-i saadetin karşısında durup, murakabe ile meşgul oldu.
O talebeleri kabul etmesi ve bu
çok kıymetli iş ile uğraşması için
razı olduklarını anladı.
Üç Âmin’in Sırrı
Hulûsi Efendi, sahabe-i kiramdan naklen de, Hz. Ömer (r.a.)’in
şöyle buyurduğunu anlattı:
“Duyduğuma göre; dua, sema
ile yer arasında tutulur. Ta, Peygambere salavât getirinceye kadar
ondan hiç bir şey semaya çıkmaz.”
Enes b. Malik ise şunları söylemiştir:
Rasûlullah (s.a.v.) minbere adımını attı.
‘Âmin’ dedi.
Bir basamak daha çıktı:
‘Âmin’ dedi.
Bundan sonra çıkmadı, kaldı.
Sonra oturdu.
Muaz b. Cebel, Rasûlullah’a
sordu:
‘Âmin’ dediniz.
Bunun mânâsı nedir?
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle anlattı:
‘Bana Cebrail geldi ve bir kimse
Ramazan ayına kavuşur, günahları
bağışlanmadan ölür ve bu yüzden cehenneme girerse Allah onu
rahmetinden uzak etsin deyince;
‘Âmin’ dedim.
İkinci olarak, bir kimse ana ve
babasının sağlığına kavuştu. Onlara iyilik etmeden öldü. Bu yüzden
de cehenneme gitti. Allah onu
rahmetinden uzak etsin dedi, ben
de ‘Âmin’ dedim.
Üçüncü olarak, bir kimsenin
yanında anıldın. Ama sana salavât
getirmedi. Bu hali ile de öldü. Bu
yüzden de cehenneme gitti. Allah
onu rahmetinden uzak etsin dedi
ben de ‘Âmin’ dedim”
Muhammed b. Münkedir, Cabir b. Abdullah yolu ile gelen bir
rivayette Rasûlullah (s.a.v)’ın şöyle
buyurduğunu anlattı:
“Ümmetimden bir kimse bana
bir salavât getirirse Allahu Teâlâ
ona on salavât eyler. Ayrıca, on
derecesini yükseltir, on hatasını da
bağışlar.”
Cuma vakti yaklaşmıştı, kutlu
bir doğum günü, kutlu bir hanede,
muhabbetli gönülleri yadıyla anıldı… Hep birlikte Cuma namazına
gittiler…
‘Âmin’ dedi
Bir basamak daha çıktı, yine:
Somuncu Baba
Bilim ve Hikmet
Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA
Düşmanlarına
Karşı Dostca
Davranan
Peygamber
H
z. Peygamber (s.a.v), diğer insanlara gösterdiği nezaket ve merhametin aynısını fark gözet-
meksizin düşmanlarına da göstermiştir. Bir insan için
yapılması en güç işlerden biri, düşmanlarına karşı
âdil olmak ve kendi elinde iken onlara özgürlüklerini
vermektir. İşte bu vasıf, İslâm Peygamberi’nde (s.a.v)
en mükemmel şekliyle mevcuttu. Her medeniyet ve
“Hz. Muhammed (s.a.v),
kendisine işkence ve
zulmün her türlüsünü
yapan Mekkeli müşriklere
karşı asla intikam fırsatı
aramamıştır. Aksine onun
yüksek ahlâk ve şahsiyeti,
düşmanları açlık ve kıtlığın
cenderesine düştüklerinde,
yardımı bir vazife olarak
görmüştür. Hatta o,
düşmanlarının fakirlerini
dahi düşünecek kadar
cömert ve yüce gönüllü bir
uygulama yoluna gitmiştir.”
toplumda düşmandan intikam almak meşrû bir hak
olarak görülür ve çok az insan kendi hâkimiyeti altında iken düşmanını bağışlar. Hristiyan güçler Müslümanları mağlup ettiğinde, Endülüs’te ve Filistin’de
yapılan katliamlar ve sokak sokak, ev ev, kadın-çocuk,
genç-ihtiyar farkı gözetmeksizin halka kitleler halinde yapılan soykırımlar tarihin hafızasında kayıtlıdır.1
Hatta Haçlı seferlerinde, Hristiyan Bizans bile bizzat
dindaşları tarafından kutsal savaş adına işgal edilip,
yağmalanıp yakılmıştır.
Bugün de Haçlı seferlerini yapanların mirasçıları
olan Amerikalıların Kızılderili ve zencilere, Fransızların Cezayir’de Müslümanlara yaptığı katliamları,
Almanların Yahudilere yaptığı soykırımları unutarak
“Sevgi Medeniyeti”ni kurmuş olan bir peygamberi örnek/rehber kabul eden Osmanlı’yı soykırımla suçlamaları hangi insafa sığar.
İşte bu Sevgi ve Rahmet Medeniyetini inşa eden
Hz. Peygamber, bakın bunu nasıl gerçekleştirmiştir:
Nisan / 2007
49
“Hebbâr
b.
Esved,
Hz.
Peygamber’in kızı Zeyneb’e büyük bir kötülükte bulunmuştu.
Zeynep, Mekke’den Medine’ye
hicret ederken hamile idi. Hebbâr onu bindiği deveden mızrağıyla yere düşürdü. Zeynep fena
halde yaralandı ve çocuğunu
kaybetti. Hebbâr bunun yanında daha başka suçlar da işlemişti. Bu sebeple Fetih Günü’nde,
yakalandıklarında
öldürülecek
kişiler içinde idi. Hebbâr İran’a
kaçmak istemişti. Fakat Hz.
Peygamber’in affına sığınarak
huzuruna geldi: “Ey Allah’ın
Rasulü! Ben İran’a kaçmak istemiştim, ama senin lütuflarını ve
bağışlayıcılığını hatırladım. Hakkımda duyduğun bütün şeyler
doğrudur. Cahilliğimi ve suçumu
kabul ediyorum. Şimdi İslâm’ı
kabul etmeye geldim” dedi.”
O anda merhamet duygusu
her şeyin üzerine çıktı ve dost
ile düşman arasında ayrım sona
erdi.2
Rahmet
Peygamberi’nin,
yine her zaman olduğu gibi
merhameti, gazabına galip gelerek, doğacak torununun ölümüne sebep olanı bağışlamıştı.
Diğer kayda değer bir olay da,
maları, savaşları, kısaca şiddetli
mücadelesi açıktı. Mekke’nin
fethi gününde, Hz. Abbas onu
huzuruna getirince Allah Rasulü (s.a.v) ona sevgi ve şefkatle
davrandı, saygı gösterdi. Onu
geçmiş suçlarından dolayı öldürmeye yeltenen Ömer’e, Hz.
Peygamber (s.a.v) engel oldu.
Bir taraftan da kayınpederi olan
Ebû Süfyan’ı bağışlamakla yetinmedi, aynı zamanda evini “her
kim Ebû Süfyan’ın evine girerse
emindir (emniyettedir)”3 diyerek
Kabe’den sonraki en emniyetli
yer olarak duyurdu. İnsanlık tarihinde, fatihlerin düşmanlarına
bu şekilde davranışının örneklerine nadir rastlanılır.4
Savaş hakları, düşmanın can
ve malına zarar verme hususlarını içine alır: Düşman öldürülebilir, yaralanabilir, esir edilebilir
ve her türlü zayiat verilir. Fakat
canilik ve vahşet, özellikle de
bunun kadınlara, çocuklara,
yaşlılara ve din adamlarına yapılması, Peygamber tarafından
mutlak şekilde yasaklanmıştır.
Müslüman savaşçıların ölülerin
organlarını kesmelerine, canlı bir mahlûku yakmalarına ve
benzeri fiillerine kesinlikle izin
verilmemiştir.5
Sevgi Peygamberi Hz. Muhammed, düşman tarafın küçük
çocuklarının
ve
kadınlarının
savaşa katılmamış olanlarının
öldürülmelerini kesin bir şekilde engellemiş ve menetmiştir.6
İnsanlık şerefinin savaşta bile,
ayaklar altına alınmasına göz
yummayan Hz. Peygamber, her
şeyin mubah olduğu zannedilen harpte esir düşen kadınlarla bile olsa, gayrı meşru cinsel
ilişkiye girmeyi sert cezalarla
yasaklamıştır.7
Son
Peygamber
(s.a.v),
İslâm’ı kabul etmeyen, hatta
düşmanlıklarını
zahiren
ilan
edenlere de büyük bir tolerans
göstermiştir. Nitekim İslâm ve
Peygamber düşmanı büyük güreşçi Rukâne’nin, söz ve fiilleri
karşısında Hz. Muhammed’in
(s.a.v) tavrı, gerçekten büyük bir
sabır ve gönül yüceliği vasfını
içinde barındırmaktadır:
“Rukâne Mekke’de şöhretli
bir güreşçi idi. Kendisi o derece iri ve o kadar kuvvetli idi ki,
şayet bir sığır yahut deve derisi
yere serilse ve o bunun üzerinde
ayakta dursa, halk da bu deriyi
uçlarından çekip asılsa, o durduğu yerde durur, kımıldamaz
Bu noktada Bosna’da Pazar
yerlerinde yaşanan savunmasız
sivillere yapılan katliamlar ve
Irak’ta silahsız Müslüman sivili acımasız bir şekilde öldürme
ve fakat deri yırtılırdı. Yine bir
Bu konuda iki anlatım vardır;
dardı. Onun Hz. Peygamber’e
gibi olaylar kayda değer hadiseler olarak insanlığın zulüm ve
(s.a.v) karşı düşmanlığı, kışkırt-
vahşet tarihinde yerlerini aldılar.
ayrı kimse tarafından yapılmış
Allah Elçisi’nin Ebû Süfyan’a yönelik uygulamasıdır.
Bedir Savaşı’ndan Mekke’nin
fethine kadar Ebû Süfyan’ın
yaptıklarından
50
herkes
haber-
gün Rukâne koyun sürüsünü
otlatıyordu. Muhammed (s.a.v)
kendisine rastladı ve mûtadı
veçhile onu İslâm’a davet etti.
herhalde bunlar aynı olayın iki
Somuncu Baba
Hat: Yusuf Coşkun Benefşe, Ebru: Nusret Hepgül, Tezhip: Serap Bostancı
nakillerinden ibarettir. Bunlardan birine göre Rukâne onun bu
ilâhî vazifesinin bir delili olarak,
onlara emretmek suretiyle ağaçları yürütmesini istemiştir. Hz.
Muhammed (s.a.v) ona şöyle
dedi:
“İşte şurada bir ağaç duruyor;
ona git ve benden ona, ötede
duran diğer ağaca yürüyüp onun
yanına gitmesini söyle!”
Rukâne kendi sahip olduğu
maharetten daha da emindi;
ağaçların bu yürüyüşünden tatmin olmayarak Hz. Peygamber’e
kendisi ile güreşmesini teklif etti.
Şayet kendisini yenerse onun
dinine gireceğine söz verdi. Üç
Nisan / 2007
“Ya Muhammed (s.a.v)”
defa üst üste sırtı yere gelmesine
ve hatta ağaçların yürüdüğünü
gözleriyle görmüş olmasına rağmen İslâm’a geçmedi.
Geçmemekle
“Kabul, ancak ben yenersem,
sürünün üçte birini mükâfat olarak isterim.”
Gerçekten de üç defa yenil-
kalmadı,
Mekke’deki putperestler arasına
koştu ve onlara Muhammed’i ellerinde iyi saklamalarını ve diğer
kabilelerle olan şeref ve üstünlük münakaşa ve yarışmalarında
mesi ve bunun sonucu sahip
olduğu sürünün tamamını kaybetmesi üzerine, karısından olan
korkusu
sebebiyle
ağlamaya
başladı. Muhammed (s.a.v) ona
şöyle dedi:
ondan istifade etmelerini, zira
“Korkma!.. Bütün bu üç mağ-
onun pek fevkalâde şeyler yapıp
lubiyetin mükâfat tutarını, bu
göstermeye muktedir dünyanın
defalık almayı ve bütün malını
en üstün sihirbazı olduğunu
kaybetmeni istemiyorum. Haydi
haber verdi. Diğer anlatıda ise,
şimdi onları al ve selâmetle git!”
onun güreş teklifi üzerine Muhammed (s.a.v) ona şöyle cevap
vermiştir:
Bu davranış karşısında, gördüğü mucizelerden de çok duygulanan Rukâne hemen o mahalde:
51
olmamıştı. Bu da gösteriyor ki,
Hz. Peygamber, Müslüman olmayanlara da, elçi olarak vazife
vermekten kaçınmamıştır.10
Hiçbir zaman, kabile ve
toplulukların cebren ve silah
zoruyla Müslüman olmalarını
arzulamayan Peygamber (s.a.v),
asla böyle bir teşebbüste bulunmamıştır. Hatta bu yönde gelen
baskı ve talepleri kesin olarak
reddetmiş, insanların özgür irade ve tercihleriyle İslâm’a girmelerinin ilahî yasayla uyumlu
olduğunu düşünmüştür:
“Amr b. Umeyr, Arabistan’ın
kuzeydoğu bölgesinde oturan
büyük Benû’d-Di’l kabilesi nezdinde, bir kere elçi-mübelliğ
olarak gönderildi. Ancak hiçbir
başarı sağlayamadan Medine’ye
geri döndü. Muhammed’e (s.a.v)
şifahî rapor aşağıya alınmıştır:
Hat: Ali Hüsrevoğlu, Ebru: Hikmet Barutcugil
“Gel Dosta Gidelim Gönül”
“Sen Allah’ın Rasûlusun ve
rak görev yapmış bir sahabidir.
ben senin getirdiğin dini kabul
Onu, Muhammed Hamidullah,
ediyorum” diye haykırmıştır.8
İslâm’ın ilk siyasî temsilcisi (dip-
Rukâne gibi, Amr b. Umeyr
lomatı) kabul etmektedir.9
de, Hz. Peygamber’in büyük
Amr b. Umeyr, Müslüman
iltifatlarına mazhar olmuştur.
olmadan önce, Hz. Muham-
Sonradan Müslüman olan Amr
med tarafından Habeşistan’a
b. Umeyr, Hz. Muhammed
Necaşi’ye diplamatik elçi ola-
(s.a.v)
önemli
rak gönderilmiştir. O, bu görev
bir Müslüman diplomat ola-
esnasında, henüz Müslüman
52
hayattayken,
“Onlara vardığımda dağınık
vaziyetteydiler ve oturdukları
barınaklara dönüp geldiklerinde
aralarına girdim ve onları Allah
ve Rasûlünün yoluna girmeye
davet ettim. Fakat pek kesin bir
ret ile bana karşı çıktılar.”
Bunun üzerine Rasûlullah’ın
etrafındakiler, onlara karşı bir
cezalandırma seferi tertiplenmesini ileri sürdülerse de o bu
teklife:
“Hayır, onları kendi hallerine
bırakınız! Şayet onların başkanları İslâm’a girecek ve namazları
kılacak olur da, sonra kabilesi
mensuplarına dönüp: ‘MüslüSomuncu Baba
man olunuz ‘derse, bunu kimse
reddetmeyecektir.”11
Benû’d-Dil kabilesi örneğinde olduğu gibi, insanların gönüllü kabullenişlerini önemseyen
Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine işkence ve zulmün her
türlüsünü yapan Mekkeli müşriklere karşı asla intikam fırsatı
savaşında Müslümanların zor
bir şekilde çıkarabiliriz: “Ben
duruma düşüp kayıp vermele-
rahmet peygamberi olduğum ka-
rine sebep olmuştu. Ancak o,
dar harp peygamberiyim.”15
Müslüman olduktan sonra, Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) lakabını,
Hz. Muhammed’den almıştır.
Allah’ın Elçisi, evinin yakınında
oturması için ona bir ev hediye
etti.13
Hz. Muhammed’in bu sözleri, insanlık onuruna duyulan
saygının gerçekleşmesine, zulüm ve vahşetin engellenmesine yönelik bir kaygının neticesi
olarak dünya barışına büyük
aramamıştır. Aksine onun yük-
Yine bir başka İslâm düşmanı
bir katkıda bulunmuştur. Bu
sek ahlâk ve şahsiyeti, düşman-
Amr b. İbnu’l-As, Müslüman ol-
sevgi ve barış selinin saye-
ları açlık ve kıtlığın cenderesine
duktan sonra, Rasûlullah (s.a.v)
sindedir ki, O’nun takipçileri
düştüklerinde, yardımı bir va-
onu silahlı kuvvetler Başkomu-
Kudüs’te, Bizans’ta, Endülüs’te
zife olarak görmüştür. Hatta o,
tanlığına atamıştır. Ebû Bekir ve
ve Balkanlar’da farklı din, dil,
düşmanlarının fakirlerini dahi
Ömer bile onun emri altında
kültür, ırk ve etnik kökenden
düşünecek kadar cömert ve
bulunmuştur. O, bu göreve lâ-
gelen halkları bir arada ve bir-
yüce gönüllü bir uygulama yo-
yık olduğunu 10000 kişilik bir
birlerini yok etmeden yaşatmış
luna gitmiştir:
orduyla Mısır’ı Bizanslılardan
ve yönetmiştir.
alarak ispat etmiştir.
Dipnot
“… Hicri 5.-6. yıllarda ortaya çıkan kıtlık sırasında, bun-
Ebû Süfyan’ın İslâm’a düş-
dan zorluk duyan Mekkeliler,
manlığı çok açık ve şiddet-
İslâmlaştırılmış
Yemâme’den
li olduğu bir gerçektir. Hz.
Mekke’ye hububat ithal edilme-
Peygamber’le yirmi yıl müca-
si yasağının kaldırılmasını rica ve
dele etmiştir. Ancak İslâm’la
istirham etmişlerdir. Rasûlullah
şereflendiğinde, Allah’ın elçisi,
bu müracaatı derhal ve kayıtsız
onun evini “Müslümanların si-
şartsız yerine getirmekle kalma-
lahlı tecavüzünden korunmuş
dı, aynı zamanda Mekkeli fakir
bir mekân” olarak duyurmuş ve
kimselere dağıtılmak üzere 500
bir eyalete vali olarak atamıştır.
altın sikke gönderdi. Bu konuda
Böylece Ebû Süfyan’ın geçmiş-
Ebû Süfyan’ın tepkisi ilginçtir:
teki düşmanlık ve hareketleri,
“Muhammed bu hareketiyle ancak bizim gençlerimizi yoldan
çıkarmak istiyor.”12
hafızalardan silinmiştir.14
Ancak bir hususu da hatırlatmak gerekir ki, o da Peygambe-
Hoşgörü ve insan kazanma-
rimiz kendisine savaş açanlara
nın diğer bir örneği de Halid b.
karşı da savaş açmaktan bir an
Velid’dir. Müslüman olmadan
için dahi çekinmemiştir. Bunu
önce önemli müşrik bir komu-
da Hz. Peygamber’in şu kararlı-
tan olan Halid b. Velid, Uhud
lık bildiren sözlerinden daha açık
Nisan / 2007
1- Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, çev:
Komisyon, II. baskı, İstanbul 1996, III,
270-271.
2- Ahmed b. Muhammed el-Kastalânî, elMevâhibu’l-Leduniyye bi’l-Minehi’l-Muhammediyye, tah: S. Ahmed eş-Şâmî,
Beyrut 1991, I, 573; Afzalurrahman,
age, III, 272.
3- Buhârî, Meğazî, 70; Müslim, Cihâd,
59.
4- İbn Hişâm, es-Siyretü’n-Nebeviyye, tah:
Mustafa es-Sakka, İbrahim Ebyârî, Abdülhafîz Şelbî, Mısır trz, II, 402-403;
Ebû Abbas Ahmed b. Yahya b. Câbir elBelâzurî,, Futûhu’l-Buldân, tah: Abdullah Enîs et-Tabbâ’, Ömer Enîs et-Tabbâ’
Beyrut 1987, 54; İbn Esîr, el-Kâmil fi’tTârih
, Beyrut 1979, II, 244-245; Afzalurrahman, age, III, 272.
5- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, Ankara 2003,
II, 1001.
6- Buhari, IV, 21; Hamidullah, age, II,
1002.
7- Hamidullah, age, II, 1003.
8- Hamidullah, age, I, 103-104.
9- Hamidullah, age, I, 445.
10-Hamidullah, age, I, 446-447.
11-Hamidullah, age, I, 448
12-Hamidullah, age,II, 1040.
13-Hamidullah, age, II, 1041.
14-Hamidullah, age, II, 1041.
15-Ahmed b. Hanbel, V, 405; Takiyüddin İbn Teymiye, Siyâset-i Şer’iyye fî
Islâhi’r-Râî ve’r-Râiyye, Beyrut 1988,
25; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II,
1035; İsmail Yakıt, Hz. Peygamber’i Anlamak, İstanbul 2003, 68-78.
53
54
Somuncu Baba
“Hz. Peygamber’in
mübarek vücudunda
toplanmış iç güzelliklere
delalet eden dış
güzellikler hiçbir
kimsenin bedeninde
toplanmamıştır. Hatta
İmâm Kurtubî rivayet
eder ki Hz. Peygamber’in
yüz güzelliği tamamen
zahir olmamıştır. Eğer
dış güzelliklerinin
tümü zahir ve nümâyân
olsaydı Sahabe-i Kiram
O’na bakmaya güç
yetiremezlerdi.”
Edebiyat
Alim YILDIZ
Hz. Peygamber’in
Yazıyla Tasviri:
Hilyeler
Hilye: “Süs, ziynet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz,
güzellikler manzumesi” gibi anlamlara gelen Arapça
bir kelimedir. Edebiyatımızda ise: “Hz. Peygamber’in
güzel vasıflarını, fizikî ve ruhî portresini konu alan ve
anlatan manzum ve mensur eser” demektir.
Hilye kelimesi, zamanla sözlük anlamının dışına
çıkmış ve Hz. Peygamber’in yaratılışını, vücudunun dış
görünüşünü, şeklini ve ruhî özellikleriyle güzel sıfatlarını anlatmak için kullanılan bir terim hâline gelmiştir.
Hilyeler’de Hz. Peygamber’in göz ve saç rengi, şekli,
boyunun uzunluğu, konuşması, sesinin tonu, belli başlı
tavrı, bedenî ve diğer maddî özellikleri tasvir edilerek
anlatılır.
Hilyeler, “Şemail”lerden doğmuştur. Şemailler, Hz.
Peygamber’in vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareket tarzını, tavır ve davranışlarını bir bütün hâlinde ele
alarak anlatan eserlerdir. Şemailler’e göre Hilyeler’in
konuları daha dar olmakla birlikte, her ikisinin de kaynağını hadis kitapları oluşturmaktadır. Gerek Kütüb-i
Sitte’de, gerekse diğer sahih kabul edilen hadis kaynaklarında Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Hasan, Enes b. Mâlik ve
Ebû Hüreyre gibi meşhur hadis râvilerinden nakledilen
birçok hadis bulunmaktadır.
Hat: Betül Kırkan
Tezhib: Nurdan Erkal
Nisan / 2007
Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre önce kızı
Hz. Fatıma: “Yâ Rasûlellah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim” diye ağladığında, Hz. Peygamber
55
damadı ve amcasının oğlu Hz.
Ali’yi çağırtarak “Yâ Ali! Hilyemi
yaz ki vasıflarımı görmek beni
görmek gibidir” buyurmuş Hz.
Ali de Hz. Peygamber’in vasıflarını kaleme almıştır. Hilye
türü ile Şemail kitaplarının yazılmasında olduğu kadar bu tür
eserlerin gelişip yaygınlaşmasının başlıca amili de bu hadise
olmuştur.
Edebiyattaki Hilyeler, Şemaillerden doğmuş, daha sonraları gelişerek, “Edebî tür” hâline
gelmişlerdir.
Şemail türünde yazılan
Arapça eserlerin ilki, Ebû İsâ
Muhammed b. İsa et-Tirmizî (ö.
279/892)’nin “Şemailü’n-Nebeviyye ve Hasâisu’l-Mustafaviyye”
isimli eseri, bir diğeri ise Kadı
İyaz’ın (ö. 544/1149) “Kitâbü’şŞifâ fî Ta‘rîfi Hukûkı’l-Mustafâ”
isimli kitabıdır.
Şemail, daha geniş kapsamlı
olup Hz. Peygamber’in vücut
yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve
hareketlerini, tavır ve davranışlarını bir bütün olarak ele alır.
Hilye ise, Şemail’in bir bölümü
olup Hz. Peygamber’in dış ve iç
vasıflarını yazı ile anlatan bir çeşit fizikî ve rûhî portreleridir.
Hilyeler,
İslâmî
Türk
Edebiyatı’nda Mevlid, Mi‘râciye
ve Na‘tler gibi Hz. Peygamber’le
ilgili oluşturulan edebî türler
içerisinde çok özel bir yer tutar. Osmanlı dönemine bakıldığında, Hilye türünde bir hayli
eser verildiği görülür. Bunlardan en meşhuru, Hâkânî Mehmed Bey’in (ö. 1608) 1598’de
56
kaleme almış olduğu “Hilye-i
devamı), 10. Koltuk (Tezyînî
Saadet” isimli eseridir. Bu eser
motifler), 11. Ara suyu (Tezyînî
Anadolu’da yüzyıllarca Mevlid
motifler), 12. Kenar suyu (Tez-
gibi makamla okunmuştur.
yînî motifler).
Hz. Peygamber’in dışında
Muhtasar Şemail-i Şerif yaza-
diğer peygamberler ve dört
rı Mehmed Raif Efendi, eserine
halife için de manzum hilyeler
başlarken mealen şunları söyler.
kaleme alınmıştır. Neşatî’nin
“Hilye-i Enbiyâ” isimli eseri diğer
peygamberlerin vasıflarını ele
almakta, Cevrî’nin “Hilye-i ÇârYâr-i Güzîn”i ise dört halifenin
vasıflarını anlatmaktadır.
“Rivayet
edilir
ki
Hz.
Peygamber’in mübarek vücudunda toplanmış iç güzelliklere
delalet eden dış güzellikler hiçbir kimsenin bedeninde toplanmamıştır. Hatta İmâm Kurtubî ri-
Hilye edebî türünün dışında,
vayet eder ki Hz. Peygamber’in
Osmanlılara has bir yazı sanatı
yüz güzelliği tamamen zahir ol-
türü olarak Hilye levhaları bu-
mamıştır. Eğer dış güzelliklerinin
lunmaktadır. Asılı oldukları ev-
tümü zahir ve nümâyân olsaydı
lere bereket, huzur, saadet ve
Sahabe-i Kiram O’na bakmaya
mutluluk getireceğine ve bulun-
güç yetiremezlerdi”.
dukları yerin âfetlerden, özellikle de yangınlardan korunacağına
dair bir inanış bulunmasından
dolayı bu levhalar çok yaygınlık
kazanmıştır. Bu nedenle Hafız
Osman, İsmail Zühdü, Mahmud Celâleddin, Mustafa İzzet,
Yesarizade, Kazasker Mustafa
Yine aynı şair devamla Hz.
Peygamber’in yüz güzelliğini şu
beyitlerle anlatır.
Vech-i pâkinde olan lahm-ı lâtîf
Ne kesîr idi ziyâde ne hafîf
Gül yanaklar yumru değil idiler
Düz yanaklı idi Nebi dediler
İzzet, Mehmed Şefik, Mehmed
Şevki, Bakkal Hacı Ârif, Hasan
Rıza, Kâmil Akdik, Esma İbret
Levn-i rû-yı ezheri az kırmızı
Gül gibi kırmızıya mâil yüzü
Hanım gibi bir çok hattat Hilye
levhaları oluşturmuşlardır.
Hilye-i Şerîfe, Hilye-i Saâdet
ve Hilye-i Nebevî terkipleriyle
isimlendirilen Hilye levhaları,
şu kısımlardan oluşmaktadır: 1.
Baş makam (Besmele), 2. Göbek (Hilye metni), 3. Hilâl, 4.
İttifâk etti bu manâda ümem
Ezherü’l-levn idi o Ehl-i kerem
Zât-ı pâkı ne güzel âyîne-veş
Vech-i pâkında tulû etmiş güneş
Kaplamıştı zâtını nûr-ı sürûr
Çehresi onun idi matla-ı nûr
Hz. Ebû Bekir’in ismi, 5. Hz.
Ömer’in ismi, 6. Hz. Osman’ın
ismi, 7. Hz. Ali’nin ismi, 8. Ayet
Sevb içinde olmış iken müstetir
San tulû etti gece içre bedir
yeri, 9. Etek (Hilye metninin
Somuncu Baba
Hâce Râif onu böylece dedi
Mihr-i Enver gibi tâbende idi
Hz. Peygamber’in Hilye türü
eserlerde anlatılan özellikleri
özetle şöyledir:
Misk gibi kokan siyah saçını
ortadan ayırırdı.
Kahkaha ile değil, tebessümle
gülümser, gülümsediğinde ise
dişleri inci taneleri gibi parlardı.
Sık ve siyah bir sakala sahipti.
Geniş omuzlu, yassı yağrınlıydı. İki kürek kemiği arasında
siyaha çalan sarı renkte çeyrek
Açık alnı genişçe ve buğday
rengindeydi. Ancak ortasında
daima bir nur parlardı.
Döndüğü zaman bedeniyle
birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı.
Her azası birbirinden güzel,
el ve ayak ayaları genişçeydi.
Orta boylu sayılırdı. Göze
çarpacak kadar kısa; dikkat
çekecek kadar da uzun değildi. Servi gibi düzgün
boyu, gül gibi kokan
bir teni vardı.
Yüzü değirmiydi ve
ona dikkatle bakılamazdı. Ayın on
dördü gibi parlayan bir çehresi
vardı. Terlediği
zaman üzerine çiğ taneleri konmuş bir
gülü andırır,
öfke veya
memnuniyeti yüzünden anlaşılabilirdi.
Yürürken hızlı yürürdü. O
kadar ki ayakları altında
yeryüzü dürülüyormuş
gibi olurdu.
Hayâsından, yokuş
iner
gibi
önüne eğik
olarak yürür
ve etrafına
bakınmazdı.
Uçları kıvrımlı,
uzun,
ince ve hilal
kaşları,
siyah
ve uzun kirpikleri
vardı.
Gözlerinde ezelden
bir sürme mevcuttu. Beyazı bembeyaz; karası kapkaraydı. Gözleri geceleyin de gündüz
gibi görürdü. Baktığı kişi bakışına dayanamaz, gözlerine dikkatle bakamazdı.
altın büyüklüğünde bir ben gibi
nübüvvet mührü bulunuyordu.
İnci gibi bembeyaz dişleri vardı. Konuşurken ön dişleri
arasından sanki bir nur çıkardı.
İnce yapılı bir bedeni vardı.
En fazla beyaz; sonra yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederdi.
Nisan / 2007
Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.
Hat: Hüseyin Kutlu
Tezhib: Mamure Öz
Konuştuğu kişiye güzel
kokusu siner ve
birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler
çocuğun kokusundan ona
Peygamberimizin dokunduğu
bilinirdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ vardı. Asla
dedikodu yapmaz ve boş konuşmazdı.
57
Kültür
Fatih ÇINAR
İslâm’ın Sosyal Boyutunu İfade Etmesi Açısından
Mustafa Takî Efendinin
“Kırk Hadîs”
İsimli Eseri ve Değerlendirilmesi
M
ustafa Takî Efendi ömrünü İslâm’ın bireysel ve
toplumsal anlamda mücadelesine adamış, ya-
kın tarihimizin fedakâr simalarından birisidir. Kendisi
nefis mücadelesi ile işe başlamış, daha sonra topluma
yön verecek hemen hemen her oluşumun içerisinde
yer almıştır. Adliye teşkilatındaki hizmetleri, ittihat ve
terakki cemiyeti üyeliği, milletvekilliği ve nihayet bir
öğretmen olarak İslâm’ı anlama ve anlatma çabala-
“Takî Efendiye göre hem kişisel
anlamda hem de toplumsal
anlamda mutluluğun tesis
edilmesi için temizlik bir
ön şarttır. İslâm’ın temiz
olduğunu, bunun için
ibadetlerde temizliğin ön
şart olarak ifade edildiğini,
ibadetlerle birlikte caddelerin,
sokakların, mahalle ve köylerin
temiz tutulması her şeyin
belediye ve hükümetten
beklenilmemesi Müslümanlığın
bir gereğidir.”
rına ömrü boyunca devam etmiştir. Kendisi sadece
Müslümanların değil, bütün insanların kurtuluşu için
çaba ve gayret gösteren ileri görüşlü bir âlimdir. Onun
toplumsal anlamda ilerlemenin ve gelişmenin nasıl
sağlanacağı konusundaki görüşleri bu makalemize
konu olacaktır. Onun bu konudaki görüşleri ağırlıklı
olarak “Kırk Hadîs” isimli eserinde dile getirilmiştir.
Biz de bundan dolayı kendisinin bu konudaki görüşlerini “Kırk Hadîs”1 kitabı çerçevesinde sunmaya çalışacağız.
Takî Efendi bu çalışmasına, herkesin toplumsal bir
görevi olan seçme ve seçilme hakkından bahsederek
başlamaktadır. Yönetimde kimse hesap sorulamaz bir
konumda olmamalıdır. Aksi takdirde toplumun düzeni bozulacak ve insanlar çıkmazlar içerisinde kalacaktır. O bu gerçeği dile getirmek için ilk hadis olarak
“Benden sonra bir takım padişahlar, halifeler olur ki
söyler sözleri hiç ret olunmaz. Onlar Cehennem ateşinde maymunların yuvarlandıkları gibi yuvarlanırlar”2
hadisini zikretmiştir.3 Toplumsal yapının korunmasında önemli rol üstlenen yöneticilerin sadece devlet
58
Somuncu Baba
adamları olmadığını, herkesin
sorumluluğu
altındaki
birey-
lerden ve onların idaresinden
mesuliyetini ifade etmek için
“Hepiniz çobansınız himayenizde güttüğünüzden sual olunursunuz”4 hadisini dile getirmekte
ve açıklamasında herkesin sorumluluklarının
bulunduğunu
bunların yerine getirilmemesi
durumunda Allah ve Rasûlünün
katında sorumlu olunacağını
vurgulamıştır.5 Bu hadisten hareketle toplumu terbiye görevinin zannedildiği gibi sadece
yöneticilere ait olmadığını, bir
amele, bir çiftçi ve hatta bir hamalın dahi toplumun terbiyecisi
olması gerektiğini savunmuştur. Toplumun düzelmesi için
bireyin, aile fertlerinden başlayan ve diğer insanların hayra
yönlendirilmesi şekli ile devam
eden bir sistemi benimsemesini,
mahalle muhtarından itibaren
topluma yön verecek milletvekillerine kadar seçilmesi elinde
Mustafa Taki Efendi’nin Kırk Hadis Adlı Eserinin Yazma Nüshasının Giriş Sayfası
görme gibi yanlış davranışların
bına katmayıp kimseye “Ben
İslâm’ın özünde olmadığını ifa-
zenginim! Ben âlimim! Ben
de eden “Allahu Teala Hz.’leri
büyüğüm! Ben güzelim! Ben
bana vahiy etti ki; Ey Ümme-
falanım!” diyerek yücelik sat-
Toplumun başına ne gelirse
tim! Sizler gönül alçaklığında
maz ve kimse kimsenin hakkına
kendi tutum ve davranışların-
bulunasınız. O kadar ki, hiç bi-
geçmez ise işte o zaman bütün
dan geleceğini, her işin sami-
riniz biriniz üzerine görülmeye
miyet ve ciddiyet içerisinde
insanlar (hukukta eşit) olmaları
ve hiç biriniz birinize haksızlık
açığa çıkar.”10
olan insanların iyi insanlar olarak seçilmesi gibi bir zorunluluktan bahsetmiştir.6
yapılması gerektiğini belirtir ve
bu konuda “Siz nasıl olursanız,
üzerinizdeki valiler ve hükü-
etmeye”9 hadisini zikretmiş ve
hadisin açıklamasında şunları
Toplumda
dengeyi
sağla-
söylemiştir: “İşte Peygamberi-
ma noktasında önemli bir yere
mizin (s.a.v) müsavat için güzel
sahip olan komşuluk ilişkileri
bir emri. Bu hadis-i şeriften öyle
üzerinde de duran Takî Efendi,
ardından
anlaşılıyor ki insanlardan birinin
ibadet ehli bir kul olmak için
toplumsal düzene büyük za-
diğerinden fazla bir iyiliği olsa
haramlardan sakınılmasını, bu
rarlar vermesi muhtemel olan
bile o iyilikte Allah tarafından
yöntem ile vücut ve ruh sağlı-
kibir, gurur, başkalarını aşağı
olduğundan, onu kendi hesa-
ğının temin edilmesinin yanı-
metler de öyle olur” hadisini
7
dile getirmiştir.8
Bu
ifadelerinin
Nisan / 2007
59
Mustafa Taki Efendi’nin Kırk Hadis Adlı Eserinin Yazma Nüshasından Bir Sayfa
sıra kimsenin canına, malına,
namusuna kimse el uzatmamış
olacaktır ki bu da toplumun düzenini sağlamada çok önemli bir
adımdır. “Haram olan şeylerden sakın, insanların en ziyade
âbidi olursun. Taksim ve takdir
ettiğine razı ol; insanların en
zengini olursun. Komşuna iyilik
et mümin olursun; insana nefsin için hoşlandığın şeyi hoş gör
Müslüman olursun. Az gül çünkü çok gülmek kalbi öldürür”11
hadisini bu sözlerine delil getirir. Sözü komşu hakkı üzerinde
dolaştırırken komşuluğun yanı
baştaki evden başlayarak, derece derece köy, kasaba, vilâyet
nihayet bütün memleketi hatta
bütün dünyayı kapsadığını ifade
etmiştir. İnsanın nefsi için hoş
gördüğü bir şeyi başkası içinde
hoş görmesini, bütün insanlar
60
arasındaki problemlerin orta-
için önayak olanlar bizzat bu iş-
dan kalkması, herkesin iyilik ve
leri yapmış gibi sevap kazanırlar.
nimetlere ulaşması, kötülük ve
Bunların tam tersinin yapılması-
eksikliklerden uzaklaşması için
na vesile olarak memlekete za-
mutlaka gerekli olan bir yol ola-
rar verenler ise bu zararlarından
rak değerlendirir.12
dolayı işlenen günahlara ortak
Topluma hayırlı işlerde yön
verilmesinin önemine de değinen Mustafa Takî Efendi, “Hayra delalet eden ön ayak olan o
olurlar.14
Toplumsal barışın sağlanması noktasında önemli bir yere
sahip olan büyüklere saygı, kü-
hayrı yapan gibidir. Şerre dela-
çüklere sevgi konusunu da gün-
let eden ön ayak olan da o şer-
deme taşımıştır. O bu konuda
ri yapan gibidir”13 hadisinden
“Küçüklerimize
acımayan
ve
hareketle bu konudaki fikirle-
şefkat etmeyen, büyüklerimize
rini açıklamıştır. Ona göre, bir
saygı ve hürmet etmeyen ve fî-
köyde veya herhangi bir yerde
şer’an iyi ve makbul olan şeyleri
bir bataklık varsa onun kuru-
emir; kötü ve şer’an makbul ol-
tulması, gerekli yerlere yol ve
mayan şeyleri de nehyetmeyen
köprü yapılması, ağaçların di-
kimse bizden değildir”15 hadi-
kilmesi, yeni ve gelişmiş ziraat
sini delil göstererek, herkesin
aletlerinin
camii,
hukuk önünde eşit olduğunu,
okul ve medreselerin yapılması
büyüklerin küçüklere tahakküm
getirilmesi,
Somuncu Baba
etmemesi gerektiğini, makul ölçüler içerisinde büyüklerin ve
küçüklerin birbirlerinin hatalarını düzeltmelerini, aksi takdirde Hz. Muhammed’in ümmetliğinden olamama gibi ağır bir
sonuç ile karşılaşılabileceğini
söylemiştir.16
Takî Efendiye göre hem
kişisel anlamda hem de toplumsal
anlamda
mutluluğun
tesis edilmesi için temizlik bir
ön şarttır. İslâm’ın temiz olduğunu, bunun için ibadetlerde
temizliğin ön şart olarak ifade
edildiğini, ibadetlerle birlikte
caddelerin, sokakların, mahalle
ve köylerin temiz tutulması her
şeyin belediye ve hükümetten
beklenilmemesi Müslümanlığın
bir gereğidir. Sonuçta dünyada
temiz olunmalı ki hastalıklardan uzak kalınmış olsun. Ayrıca
temizlik sadece zahirî manada
ele alınmamalı, iç temizliğe de
önem verilmeli, ihmâl edilmemelidir.17
Toplum huzurunun temeline
bir dinamit gibi zarar veren kötü
düşünce(sû-i zan) ve dedikodu
meselesi de Takî Efendinin gündemindedir. O sû-i zannın her
türlü gelişmeye mani olduğunu,
birbirine kötü duygular besleyip güvensizlik duyan iki kişinin
bir araya gelip de muhabbetle
sohbet dahi edemeyeceklerini,
ortaklık kurup ticaret yapamayacaklarını belirtir.
“Zanna it-
tibadan veya su-i zandan sakınınız. Çünkü su-i zan en yalan
sözün menşeidir
(kaynağıdır).
Birbirinizin gizli hallerini gizli
Nisan / 2007
gizli araştırıp anlamaya çalışmayınız. İşitip dinlemeye kalkışmayınız. Bir iyiliğin yalnız kendi
nefsinizde olmasını istemeyiniz.
Birbirinize haset etmeyin, birbirinizin iyiliğini istememezlik
etmeyiniz. Birbirinize buğz ve
düşmanlık beslemeyiniz. Birbirinize arkanızı dönmeyiniz ve
küsmeyiniz. Ey Allah’ın kulları!
Hep birbirinizin kardeşleri olunuz. Bir erkek diğer kardeşinin
talip olduğu bir kızı istemesin
ta ki önceki isteyen ya evlenmiş
yada onu terk edinceye kadar”18
“Kişiye her işittiğini söyleyip nakil etmesi günah olarak yeter”19
gibi hadisleri bu fikirlerine delil
olarak sunmuştur.20
Toplumun mekan yönü ile
de olumsuz şartlara maruz bırakılmaması gerektiğini, vatan
toprağını mamur eden bir kimsenin büyük sevap kazanacağını
bundan dolayı herkesin bu mühim işle meşgul olmasını tavsiye
etmiştir. Ağaç dikmek suretiyle
vatanına hizmet eden bir kimsenin sadaka sevabı kazanacağını Hz. Peygamberin dilinden
şu hadisi delil göstererek ifade
etmiştir: “Bir kimse bir şey diker
veya eker, ondan bir adam ve
Allah’ın yarattığı mahlukattan
birisi ondan yerse yedikleri onu
diken, eken kimseye sadaka
olur”.21 Kendisinin bu hadis ile
ilgili yorumunu aktararak çalışmamızı sonlandırmak istiyoruz:
“Bakınız! Bağlar, bahçeler, ormanlar yapmaya; ekinciliğe, çiftçiliğe her türlü sebzeler, ürünler
yetiştirmeye ne güzel emir ve
teşvik buyruluyor. Dünyanın
imarını dinimiz ne derecelerde
önemsiyor. Daha söyleyeyim.
Dinimizin fıkıh meselelerindendir ki, bir adam tarlasını, bağını,
bahçesini ekmez boş bırakırsa
dinen günahtır. Hanesine vs.
emlakine bakmaz harap ederse
yine günahtır.
Din dünyada çalışmayı daha
nasıl emretsin. Din dünyaya engeldir diye kim diyor?”22
Dipnot
1- Bu eser hakkında detaylı bilgi için bkz.
Fatih Çınar, “Mustafa Takî ve Kırk Hadis
İsimli Eseri”, Somuncu Baba Kültür Edebiyat ve Araştırma Dergisi, Eylül-Ekim
2004, Yıl:11, Sayı:52, s.44-45.
2- Celâlüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr
es-Suyûtî,
“el-Câmiu’s-Sağîr
minhadîsi’l-beşîrin-nezîr”, Beyrut, Tarihsiz,
c.II, s.49, No:4676.
3- Mustafa Takî, “Kırk Hadis” Yahut “İlmihal-Siyasi- İçtimai Yazılar”, Mithat Paşa
Sanayi Mektebi Matbaası ,Sivas 1327,
s.6.
4- Tirmizi, Cihâd, 27; Ebu Dâvûd, İmâre,
1,13.
5- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.7.
6- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.8.
7- Ebû Bekr Ahmed b. El-Huseyn el-Beyhakî, “Şuabu’l-İmân”, tahkik: Ebû Hacîr
Muhammed es-Saîd b. Beysûnî Zağlûl,
Beyrut 1990, c.VI, s.22-23, no:7391.
8- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.9.
9- Müslim, Cennet 64; İbn Mâce, Zühd,
16,23.
10- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.13-14. Bu
konuda kitapta zikredilen 9, 10, 11 numaralı hadislere ve açıklamalarına bakılabilir. Bkz. Mustafa Takî, “Kırk Hadis”,
s. 14-18.
11- Tirmizi, Zühd, 2; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.II, 310.
12- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.20-22
13- Tirmizi, İlim, 14; Suyûtî, “El-Câmiu’sSağîr”, c.I, s.300, no:1966.
14- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.27-28.
15- Tirmizi, Birr, 15; Ebû Davûd, Edeb, 58.
16- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.28-30.
17- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.44-45. Bu
yorumlarını “İslamiyet temiz ve paktır.
Öyle ise temiz ve pak olunuz. Zira Cennet’ e ancak temiz ve pak olanlar girer”
hadisinin açıklamasında dile getirmiştir.
Hadis içi bkz. Aclunî Keşfu’l-Hafâ, c.I,
s.341, no:922.
18- Suyûtî, “El-Câmiu’s-Sağîr”, c.I, s.447,
no:2901.
19- Ebû Davûd, Edeb, 81.
20- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.50-51.
21- Buhari, Edeb, 27; Tirmizi, Ahkam, 40.
22- Mustafa Takî, “Kırk Hadis”, s.64.
61
Düşünce
Aydın TALAY
Fahr-i Kâinat
Efendimizin İnsanlara
Yaklaşım Metodu
İ
“Peygamberimizin
özellikle yüz ifadesi
iletişimde sevimli ve
güleryüz, bedeninin
duruşu ise davasına
inanan vakur bir hâl
sergilerdi. Muhatabını
tanır, haleti ruhiyesini
bilerek nefsi için değil
onu davaya kazanmak için
en uygun şekilde hareket
ederdi.”
nsanların gün geçtikçe sekülerizmin pençesine biraz daha düşerek başkalaştığı, cehalet ve dünya
sarhoşluğuna kapıldığı ve kuru kalabalıklara rağmen
yalnızlığı yaşadığı çağımızda Müslümanı çok önemli
görevler beklemektedir. Zira coğrafî hudutların sembolden ibaret olduğu ve adeta büyük bir köy haline
gelen yaşlı yer yuvarlağının diğer ucundaki herhangi
bir insanla temas her iki taraf için de elzem olmuştur. Hele birkaç asırdır Müslümanın ortak malı olan
tekniğin çok ötesinde batılı bir hayat tarzının model
alındığı düşünüldüğü zaman tebliğci olacak Müslümanın işinin ne denli zor olduğu meydana çıkacaktır. Bu bakımdan dünyaya ticarî faaliyetlerle durmadan açılırken huzur, saadet ve selamet kaynağı olan
İslâm’ın pak ve nezih havasından ve ruhları mesteden ikliminden, diğer kardeşlerimize de taşımak borcunda olduğumuzu unutmayacağız. Bunun da yolu
bilindiği üzere her türlü güçlük ve sıkıntılara rağmen
insanlarla sıkı ilişki kurmaktan geçiyor.
Bir zamanlar şehzadenin atının üzengisini öpmek
için sıraya giren garbın elçileri bugün bizi hafife alıyor, gizli hesaplar taşıyor ve irtibatı kesiyorsa elbette ki bizim zaviyemizden birtakım sebepleri vardır.
Devletlerarası teması ilgililere bırakarak fert ve toplum açısından bu yaklaşım darboğazında nerede, ne
zaman ve hangi hataları yaptığımızın muhasebesini
derinlemesine yapmalıyız.
Hayali hikâyelerde geçtiği üzere Robenson gibi
yalnız başına ıpıssız bir adada yaşamanın imkânsız-
62
Somuncu Baba
lığı karşısında insanların birbirine muhtaç olarak bir toplum
bünyesinde bulunması sağlam
vücuttaki organların temasına
benzer şekilde irtibatın kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bu temasın kötü neticeler vermemesi, çeşitli hile ve entrikalara karşı vakur duruşumuzun
korunması için hangi metot ve
stratejileri takip etmemizin iyi
olacağına bir an önce karar
vermemiz gerekiyor.Bu vadide
rehber edineceğimiz en güzel
örnek kimdir ve onun prensiplerine kolaylıkla nasıl varıp hayatımıza sokabiliriz?
Gönlünü Yüce Mevla’ya
bağlayan Rasulü Zişan Efendimiz (s.a.v.) her yönden en güzel
örnektir. Bu bakımdan Kur’an
dili ile Üsve-i Hasene (en güzel
örnek) olan Peygamberimizin
insanlara yaklaşım metodu karşısında en acımasız, en gaddar
ve en zalimler bile pes diyor
ve teslim oluyorlardı. Peygamberimizin özellikle yüz ifadesi
iletişimde sevimli ve güleryüz,
bedeninin duruşu ise davasına
inanan vakur bir hâl sergilerdi.
Muhatabını tanır, haleti ruhiyesini bilerek nefsi için değil onu
davaya kazanmak için en uygun şekilde hareket ederdi. Tatlı bir ses tonu ile ve tane tane
konuşmaya başlardı. Konuştuğu
zaman bütün vücudu ile ona
döner ve karşıdaki elini çekmeden ellerini çekmezdi. Çevresine karşı duyarlıydı ve İslâm’a
bir hakaret olmadığı müddetçe
tebliğ yaparken şahsına yapılan
kötülüklerden etkilenip öfkeye
kapılmaz en mükemmel şekilde davranırdı. Bir savaş sonrası
Nisan / 2007
mescidde ganimet dağıtılırken
genç bir bedevi yaklaşıp boynundaki atkıyı hemen onun boynuna doluyarak sıkmaya başlar.
Sahabeler müdahale ile işini
bitirmek isterler ama o engel
olur. İsteğini sorup ganimetten
pay verir. Bir müddet sonra bedevi aynı hareketi tekrar edince
yine tehevvüre kapılarak başına
toplanır sahabe. Fakat Peygamberimiz dokunmamalarını işaret
eder. Mübarek boynunu inciten
ve halkın içinde rencide eden
gence sadece şöyle der: ”Acaba
ben senin yerinde olsaydım ne
yapardın?” İşte bu kısa ve tatlı
hitap vahşi ve nizam bilmeyen
bedeviyi ipek gibi yapmaya yetmiştir. Ellerine kapanır, kelime-i
şehadet getirerek affını diler.
İletişimin temel aracı dil olduğundan Rasulü Âlişan Efendimiz onu çok iyi kullanır hatta zaman zaman muhatabının lehçe
ve şivesi üzerinden konuşurdu.
Nitekim Sa’d bin Bekir heyeti
ile birlikte gelen Muhammed
bin Atiyye Rasulullahın kendi
lehçeleri ile hitap ettiğini belirterek sevincini izhar etmiştir.
(Ö. Çelik / M. Öztürk / Murat Kaya, Üsve-i
Hasene C:2 s.46.)
Muhterem Peygamberimiz
(s.a.v.) konuşmalarında örnekler verirken aynen Kur’anî metodu kullanırdı. Zaten Hazreti
Aişe (r.ah) validemizin ifade ettiği gibi onun ahlâkı Kur’an’dan
ibaretti. Örneklerini karşıdaki
insanın çok iyi bildiği ve ilgisini
çektiği konulardan seçerdi. Böylece can kulağı ile dinlenirdi. Bizim gibi tanımadıkları bir âlem
ve kavranmayan bir mesele ser-
gilemezdi. Muhatabının gönlünü kazanarak İslâm’a çekmeyi
hedeflerdi. Kayınpederi olup
İslâm’dan önce çeşitli badireler
çıkaran Ebu Süfyan Mekke’nin
fethinde işkencelerle ölümünü
beklerken “Ebu Süfyan’ın evine
giren emniyettedir. Kim içeri girip kapısını kapatırsa emniyettedir.” buyurarak gönül fetihlerini
Mekke’nin fethi ile tamamlıyordu.
Bugün çoğumuz çevremizle
çatışma halindeyiz. Zira güzel
ahlâk ve davranışlarımızı artırarak inisiyatif hareketlerimizi bu
istikamette çekip çevirmeye ve
kendimizi değiştirmeye gayret
göstereceğimize her yerde insanları değiştirme ve kendimizin
üstünlüğünü benimsetmeye çalışırız. İşte Allah’ın Yüce Rasulü
(s.a.v.) vahiy terbiyesi ile yoğrulduğu için nefis terbiyesini emretmiş, gelmiş geçmiş bütün günahları affedildiği halde günde
yüz kere istiğfar çekmiştir. Konuşurken, karar verirken hiçbir
zaman nefsî istek ve arzuları ön
plana sürmeyerek menfi tutum
ve davranışları tevazu havuzunda eritir Hakk’ın emirlerini ortaya koyardı. Fakirleri, komşuları,
hastaları ayırmaksızın ziyaret
eder ve kendisine ziyarete gelip gelmediklerine bakmazdı.
Şimdi ise ayırım yapılarak ün
ve mevki sahibi kimselerle akraba ve iş arkadaşları dışında
kimse kimseyi tanımadığı gibi
sorup aramıyor. Hâlbuki sağlıklı iletişim öncelikle tutum ve
davranışlarla ortaya konularak
insanlara değer vermekle pekişmelidir. Sehl bin Hanif (r.a.)
Hazreti Peygamberin insanlarla
63
ilgilenmesini şöyle anlatır: “O
Müslümanların zayıflarının yanına gelir, onları ziyaret eder ve
cenazelerinde bulunurdu.” Yolculukta en geride seyrederken
zayıf olanların hayvanlarını sürer ve yola devam edemeyenleri terkine alırdı.
Peygamberimiz (s.a.v.) zor,
şiddet ve güçlük insanı değildi. Her amel ve davranışında,
söz ve hareketlerinde kolaylığı
emrederdi. Sünnet-i seniyyenin kendisi de sevdirme ve kolaylaştırma çizgisinde İslâm’ın
uygulanma sanatı değil midir?
Hazreti Aişe (r.ah.) Efendimiz
için şöyle buyurur:”Ashabına
emrettiği zaman daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri
amelleri emrederdi.” Eksik bırakmadan namazı en hafif kılandı. Bu sebepledir ki etrafında
yığın yığın insan toplanır yaptığı
ve konuştuklarına hayran kalırlardı. Onun sîreti ve sünneti
evrensel boyutta olup bütün
insanlığı kucaklayan çeşitlilik,
pratiklik, bütünlük ve ahenk
timsalidir.
İnsanlara olan yaklaşımda
şefkat ve merhamet can damarıdır. Efendimiz sadece acizlere,
fakir ve çocuklara değil herkese hatta Müslüman olmayanlara karşı bile son derece acır
ve şefkat gösterirdi. Bir hadis-i
şeriflerinde Efendimizin “Kimin bir çocuğu varsa onunla
çocuklaşsın.”(Deylemî, C:III, s. 5I3.)
diye buyurması ne kadar cezbedici ve ibret vericidir. Bilindiği gibi köle olarak kendisine
takdim edilen Zeyd’in babası
evladını götürmeye geldiği za-
64
Hat: Sami Efendi
man Zeyd gitmemekte direnince Fahri Kâinat Efendimiz Zeydi
tamamen serbest bırakarak sormuştu: “Beni mi istiyorsun babanı mı?” Zeyd’in verdiği cevap
ne kadar manidardır: “Ben bu
zatta öyle şeyler gördüm ki bırakıp gidemem.” Enes bin Malik
(r.a.) Peygamberimiz için “Ben
ev halkından ondan daha şefkatli bir kimse görmedim” buyurur.
İnsanlara hediye ve yardımlaşma vesilesi ile yaklaşmayı
çoğu kez unutuyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in iki
mübarek elinin arası adeta bir
nehirdi. Bir yandan gelir öte
yandan derhal sabahlamadan
hepsi biterdi. Hatta bir keresinde yanında bulunan koyunları
gören bir yabancı “Ne güzel koyunlar” deyince sürülerle koyunu göstererek al götür buyurur.
Saf Suresi 6. Ayet
Müslüman olan yabancı ailesine dönünce avazı çıktığı kadar
bağırır: “Koşun, koşun Muhammed Müslüman olana sürüler
bağışlıyor, koşun sizler de alın!”
Rasulü Ekrem Efendimiz söz
söylerken ve insanlara yaklaşırken zamana ve mekâna itina gösterirlerdi. İnsanların en
uygun vakitlerini araştırır, yorgun, sinirli, meşgul anlarında
yanaşmazdı. Aksi olursa bıkkınlık, muhalefet ve hatta zıtlaşma
meydana gelerek bütün emekler tabiatıyla boşa gidecektir.
Ebu Zer (r.a.) Müslüman olduğu
zaman ne yapılmasını emrettiğini sorunca dinini gizli tutup
İslâm’ın açıkca ilan edildiğini
duyduğu zaman gelmesini istedi. Efendimizi anlatmada dil ve
kalem aciz kalır. Selatü selam
tahiyyatü ikram ona ve âli ashabına olsun, âmin.
Somuncu Baba
Ya Muhammed(s.a.v)
Ne Olur Sen Gel!
Gözlerimiz yaşlı,
Gözlerimiz uykusuz şimdi
Üftadelerin seni bekler şimdi.
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Çocuklarımız ağlar şimdi,
Aşlarımız tuzsuz şimdi
Yüreğimiz sana susuz şimdi
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Gönüllerimiz umutsuz şimdi.
Mekke, Medine öksüz şimdi.
Yaşlı gözlerle analar seni bekler şimdi.
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Gittin gideli güneş doğmadı üstümüze
Hep karanlık çöktü gönlümüzü,
Ateşin düşmüş ki yüreğimize,
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Gel de güneş ol yine üzerimize
Mekke, Medine bayram etsin yine
Bitsin bu hasret hadi gel de,
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Seher vakti kuşlar sorar seni bana,
Sokak başı kaldırımlar sorar seni,
Güllerin her-dem ağlar şimdi
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Neredesin gideli yıllar oldu,
Beklemekten bedenimiz harab oldu.
Ağlamaktan gözyaşımız umman oldu.
Ne olur sen gel ya Muhammed!
Şu küçük bedenim, o denli hasret ki sana
Bir fidan misali o kadar ince ki
O kadar muhtaç ki senin baharına,
Ne olur, ne olur sen gel ya Muhammed!
Nisan / 2007
Nihal ÖNDER
65
Psikoloji
Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN
Yalnızlık ve Yabancılaşma Duygusunu
Aşabilmenin Kutlu Yolu
Cemaatle Namaz Kılma
G
ünümüzde, insanımızın varoluşunun kaynağı
ile bağlarını kaybetmesi sonucu, memnuniyet-
sizlik, umutsuzluk, yalıtılmışlık, kimsesizlik ve sevgisiz-
“Aslında çok uzak değildir
bu arayışın adresi. Hemen
her sokakta, değilse her
mahallede ulaşılabilirdir bu
adres. Ama bunu bir yere
sığdıramamaktadır günümüz
insanı. Onun zaman
anlayışında bu tür işlere
vakit kalmamaktadır. Oysa
bu mekânlarda yalnızlık ve
yabancılık duygularına yer
yoktur. Aradığının, günde
beş kez duyduğu çağrıda
olduğunu anlayamamaktadır
insanımız.”
lik gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin her geçen gün
daha da arttığı gözlenmektedir. Nasr’ın belirttiği gibi,
insanımız her şeyden önce kendisinden uzaklaşmakta,
doğa ile kendisi arasındaki bağı ve diğer insanlarla insanî ilişkilerini gerçekleştirecek ortamı kaybetmektedir.1 Bugün yalnızlık o boyutlara ulaşmıştır ki, insanlar,
hayvanlardan ve cansız eşyalardan dostluk beklemektedir.2 Yalnızlık ve dostsuzluktan kaynaklanan kaygıyı
dindirmenin bir yolu olarak pek çok insanımız, çağdaş hayatın vazgeçilmezi olan önemli bir etkene sarılmaktadır: Bu etken, «sekiz-beşçilik», diye de isimlendirebileceğimiz, işgücünden veya memur ve idareci­
lerden oluşan bürokrasi makinesinin hayatımızı tekdüze hale getirmesidir. İnsanın “kendi inisi­yatifi pek
yoktur, görevleri kuruluş tarafından önceden belirlen­
miştir; hatta merdivenin üst basamağındakilerle alt
basamağın­dakiler arasında bile pek fark yoktur. Hepsi
de kuruluşun tümel yapısınca önceden belirlenen görevleri, önceden belirlenen bir hızda ve önceden belirlenen bir tarzda yerine getirir. Duygular bile önceden
belirlenmiştir: sevimlilik, tolerans, güvenilirlik, hırs­ ve
sürtüşmeksizin herkesle iyi geçinme becerisi. Eğlence
de, benzer, ancak pek de dramatik olmayan bir yoldan
66
Somuncu Baba
rutine bindi­rilir. Kitaplar, kitap
klüpleri, filmler, ücreti sinema
ve tiyatro sahipleri tarafından
ödenen, reklâmcılar tarafından
verilen reklâm sloganlarıyla seçilir”3 Bu rutin yaşamda dinlenme
de diğer etkinliklerden farklı sayılmaz: Pazar günü araba gezisi
veya piknik yapma, televizyon
seyretme, yaşantı tercihine göre,
kâğıt oyunu, partiler veya evin
işleriyle ilgilenip zaman doldurma günüdür. Çünkü hafta son-
ları, özellikle de Pazar günleri
boş zaman kabul edildiği için,
o gün her günkü koşturmacanın
tersine hiçbir şey yapılmaması
gerektiği düşünülür. Doğumdan
ölüme, pazartesiden cumaya,
sabahtan akşama bütün etkinlikler, uğraşlar, rutin ve bir robota
yüklenmiş gibi değişmezdir. Bu
rutin koşturmaca ağına yakalanan kişi, bir insan ol­duğunu; eşsiz yaratılmış bir varlık, umutlarıyla ve düş kırıklıklarıyla, hüznü
ve korkusuyla, sevgi ve özlemiyle, hiçlik ve ayrılık korkusuyla,
taşıdığı insan olma üstünlüğü
ve anlamıyla yaşamak için var
olduğunu unutmaktadır. Yunus
Emre’nin:
“Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Bir göz yumup açmış gibi”
dizelerindeki gibi kısacık hayatını belirsiz ve anlamsız bir şe-
Fotoğraf: Aslan Tektaş
Nisan / 2007
67
kilde yaşamaktadır. İnandığını
düşünse bile, yaşayamamaktadır. Çünkü durup dinlenecek
zamanı yoktur. Yaşadığı yalnızlık
ve yabancılaşmış olma duygularına karşın, bunları aşabilmenin
yolunun daha da çok koşturarak, vakti harcamak olduğu düşüncesindedir. Sanki durduğu
ve sakin bir zihin ve ruh haliyle düşünmeye başladığı andan
korkmaktadır. Durup dinlenmek boşluğa düşmektir ona
göre. Bir şeyler aramakta ama
yanlış adreslere başvurmakta
ve gittikçe uzaklaşarak arayışına devam etmektedir. Aslında
mekanikleşmiş hayatı sürerken
ne aradığını da bilememektedir.
Nedir bu koşturmaca ve nerede
bitecektir? Ölümler bile hayatın
koşturmacaları arasında kaybolacak ve üzerinde çok kafa yorulamayacak kadar anlamsızlaşmaktadır.
Aslında çok uzak değildir
bu arayışın adresi. Hemen her
sokakta, değilse her mahallede
ulaşılabilirdir bu adres. Ama
bunu bir yere sığdıramamaktadır günümüz insanı. Onun
zaman anlayışında bu tür işlere vakit kalmamaktadır. Oysa
bu mekânlarda yalnızlık ve yabancılık duygularına yer yoktur. Aradığının, günde beş kez
duyduğu çağrıda olduğunu
anlayamamaktadır insanımız.
Bazen anladığını düşünse bile,
günübirlik koşturmacaların arasından sıyrılıp ruhunu sükûnete
erdirecek camilere ve oralardaki manevî güzelliklere gitmekte
tembellik etmektedir. Oysa sa-
68
dece sakin bir kafayla düşünse
yetecektir. Öyle ya, gerçek dost
olan Mevla’yı dünyadaki her
şeyden sıyrılarak, zihnimizde ve
gönlümüzde taşıdığımız dünyaya ait olan her şeyi unutarak
anmak, onunla çok yakın olduğumuzu hissetmek durumunda, nasıl yalnızlık ve yabancılık
duygusu yaşayabiliriz? Üstelik
O’na inanan ve O’nu birlikte
andığımız bir topluluk arasında,
bireysel kaygı ve çıkar hesaplarıyla birbirine kayıtsız kalabilme
nasıl olabilir? Eğer az da olsa
böyle bir çelişki varsa bizde,
bu durum, yaptığımız ibadetin
farkında olmadığımızı, anlamını kavrayamadığımızı gösterir.
Nitekim “Müminler ancak kardeştir” buyuran, namazlarımızın her rekâtında okuduğumuz
“Bize dosdoğru yolu göster!” dualarımızın muhatabı Yüce Allah
değil midir? Yine her tahiyatta
salât ve selam getirdiğimiz, sevgi ve bağlılığımızı bildirdiğimiz
Hz. Muhammed (s.a.v) değil
midir “Müminler birbirlerini sevme, müşfik davranma ve birbirlerine acımada tıpkı bir beden
gibidirler. Bedenin bir uzvu bir
rahatsızlık duyarsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve ateşler içinde
onun yardımına koşarlar.4” buyuran?
O halde, Müslümanlar kardeş gibi davranmaz ve birbirlerinin dertleriyle dertlenmezlerse, gerçek anlamda cami
cemaati olma bilincine erişememişler demektir. Müminleri
daima cemaate davet eden ve
cemaate gelmeyenleri kınayan
Hz. Peygamber, cemaat demekle aralarında bir diyalog ve
güçlü bir bağ olan organize bir
insan birlikteliğini kastetmektedir. Aksi halde sokaklardaki her
biri kendi dünyasında koşturan
kalabalıklardan ne farkımız olabilir? Böylesi bilinçsiz bir cemaatin, dini görev ve sorumluluğuna uygun hareket etmemesi bir
yana, yaptığı ibadetin herhangi
bir sosyo-psikolojik yararı olması da beklenemez.
Zaman zaman yaşadığımız
tüm bu olumsuzluklara karşın,
gerçek anlamda cemaat olamamamızın düzeltilmesinin yolu,
asla camilere devam etmemek
olamaz. Çözüm yine bu kutsal
mekânların anlamına uygun
bir misyon yüklenerek yeniden
canlandırılmasındadır. Kanaatimizce, insanların her geçen gün
daha da bencilleştiği, güvensizleştiği ve yalnızlaştığı günümüzde, yitirdiğimiz insanî ve İslâmî
değerleri yeniden yaşatmanın
yolu, İslâm’ın ilk dönemlerinde
olduğu gibi cami ve mescitlerden geçmektedir. Camilere samimi olarak devam ettiğimizde,
değerlerimizi koruyabilmenin
mümkün olduğunu görebileceğiz. Değerlerimizi yaşadıkça ve
yaşattıkça da, yalnızlık ve yabancılık uzağımızda olacaktır.
Dipnot
1- Seyyid Hüseyin Nasr, “İnsan ve Tabiat”,
çev. Nabi Avcı, İstanbul, 1982.
2- Beşir Atalay, Sanayileşme ve Geleneksel
Yapı (Japon modeli), Sosyal Planlama
Başkanlığı Yay., 1984, s. 13.
3- Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, 4. Baskı,
İstanbul, 1997, s. 22.
4- Kenzul Ummal, el-Hindi, 1. 145.
Somuncu Baba
Mart / 2007
69
Kitap
Vedat Ali TOK
Bir Tasavvuf Kitabı
“Tasavvuf ve Gönül
Eğitimi”
G
eçen yıl kurulan Nasihat Yayınları 9. kitabına
da imzasını attı. Doç. Dr. Kadir Özköse’nin
“Tasavvuf ve Gönül Eğitimi” isimli kitabı Nasihat Yayınlarından çıkıp (Şubat 2007) güzel bir kapak kompozisyonuyla birlikte okurları ile buluştu.
Yazar, daha önce Somuncu Baba Dergisi başta
olmak üzere çeşitli dergilerde yayınladığı yazılarının
yanı sıra eserdeki insicamı tamamlamak üzere yeni
yazılarını da ekleyerek oluşturmuş eserini. Kitapta
tasavvufî eğitimin temel esasları, tasavvuf ilminin konusu, gayesi, metodu ile tekke eğitimi, amelî tasavvuf
ve tasavvufî ahlâkın işleyişi üzerinde duruluyor. Tasavvuf ve Gönül Eğitimi’nde dikkatimizi çeken hususlardan birisi, kitabın terimlere boğulmamış olmasıydı.
Tasavvufî meselelere her seviyedeki okuyucunun rahatlıkla anlayabileceği bir üslupla yaklaşılmış.
Tasavvuf ve Gönül Eğitimi’nde yer alan konular
ve bölüm başlıkları şöyle: Tasavvufî eğitimin temel
esasları, tasavvuf ilminin konusu, tasavvuf ilminin
gayesi, tasavvuf ilminin metodu, seyru sülûk eğitimi,
tehzîb-i ahlâk, tasavvufî ahlâk, mükemmellik arayışı,
gönül eğitimi, küllî iradeye tam teslimiyet, tasfiye-i
kalb, tezkiye-i nefs, edebe riayet, Hakk’a vuslat, ruhanî hayat, ilm-i batın, ilm-i ledün, fakr duygusu, zühdî yaşam, evrad ve ezkâra riayet etmek, hizmeti şiar
edinmek, seyahatle yoğrulmak, keramete aldanmamak, ilâhî aşkı tatmak, tevhid bilincine sahip olmak,
insan-ı kâmil olabilmek, gönül tabipleri. Yazar bütün
70
Somuncu Baba
bu konularla hedef okuyucusuna tasavvufî meselelerde bilgi
veriyor.
Kitapta her bölüm birbirinden müstakil görünse de aslında bunların bir bütünü tamamlayan parçalar şeklinde olduğu
anlaşılıyor. Bölümler hâlinde ve
muhtemelen farklı zamanlarda
yazılan bu tür eserlerin kitap
ve yazar açısından riskli taraflarından biri bazı tariflerin tekrar
ediliyor olmasıdır. Çünkü özellikle dergi okuyucularına hitap
eden yazar, her konuda bazı
terimleri tekrar tarif etmek durumundadır. Nitekim bu kitapta
da tarifi tekrar edilen terimlerden biri tasavvuf olmuştur; fakat yazar her bölümde değişik
âlimlerin tasavvufla ilgili yaptığı
çeşitli tarifleri vermek suretiyle
eserini monotonluktan kurtarmıştır. Tabii ki burada tasavvuf
gibi çok geniş bir konunun ele
alınması, zengin tariflerin doğuşuna da zemin hazırlamıştır
denilebilir.
Tasavvuf
ve
Gönül
Eğitimi’nde tasavvufla ilgili yapılan çok çeşitli tariflerden kısa ve
akılda kalıcı özelliği bulunanları
Somuncu Baba dergisi okuyucuları ile paylaşmak gerektiğine
inanarak birkaçını vermek istiyorum.
Tasavvuf, dinin özünü bireyin
iç dünyasında yaşanır hâle getirme faaliyetidir. (önsöz)
Tasavvufta amaç; terbiye yoluyla kişinin fıtratını korumak ve
onu güzelliklerle bezemektir. (s.
2-3)
Nisan / 2007
Tasavvuf, kişinin kendini gerçekleştirme sürecinde, belirli bir
metot çerçevesinde bireye yol
gösterme sistemidir. (s. 4)
Tasavvuf, kalpte pencereler açmak ve onu aydınlatmaktır. (s. 5)
Tasavvuf ilminin gayesi, ayrılıktan sonra Gerçek Sevgili’ye
ulaşmaktır. (s. 8)
Tasavvuf, Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmayı gaye edinen, Müslümanların eğitim ve terbiyesini
kollayan, onları geliştiren bir
mekteptir. (s. 25)
Tasavvuf, ahlâktır. (s. 25)
Tasavvuf, başından sonuna
kadar iki şeyden ibarettir: Biri La
ilahe illallah ile Cenab-ı Hakk’a
terakk, diğeri ise Muhammedu’rRasulullah ile içerisinde bulunduğumuz âleme tenezzüldür. (s. 43)
Tasavvuf, takdîr-i ilâhîye sabır,
Allah’tan gelene rıza ile çöller ve
yollar aşmaktır. (s. 45)
Tasavvuf, dünyanın süsünden
yüz çevirmek, insanların meylettiği geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber, Hakk’a
yönelmektir. (s. 64)
Tasavvuf düşüncesinde fakr
Allah’a muhtaçlık hissidir. Ne
kadar zenginlik içinde olursak
olalım Allah’tan müstağni olmamaktır. (s. 66)
Günümüzde en çok tartışılan noktalardan birinin tasavvuf
eğitimi almış kişilerin gündelik
hayattan uzak ve dünya ile ilgilerinin kesik oluşudur. Oysa işin
özü farklıdır. Mutasavvıf halk-
tan, günlük hayattan, yaşadığı
memleketin siyasetinden uzak
değil; bilakis bunların odağındadır. Yazar, bu kritik durumu
kitabının değişik bölümlerinde
ele alıyor ve buhran içinde bulunan insanlığın, buhran sebeplerini de İslâm’dan ve tasavvuftan uzaklaşmaya bağlıyor: “Günümüz toplumlarının en büyük
sıkıntısı insan krizidir. Cemiyetin
kokuşması bireylerin güvenden
yoksun oluşları, her türlü ahlâksızlık ve tefessühün yaygınlık
kazanması, ailelerin parçalanmaya yüz tutması, hile, aldatma ve göz boyamanın artması
hepimizi derinden sarsmaktadır.
Yaşadığımız kimlik bunalımı değerler eğitimini gündeme taşımaktadır. Millet olarak bir süredir ahlâkı, dinden ve diyanetten
soyutlayarak yeni bir toplum
inşasının imkânsızlığını tecrübe
ettik. Kültür, örf ve âdetlerimizi,
İslâm ve tasavvuf deneyiminden
soyutlamak mümkün değildir.
Hâlen kullandığımız deyimlerin,
benimsediğimiz örf ve âdetlerin
birçoğu tasavvufî kimliğin ürünüdür.” (s. 28)
Tasavvufî meselelere ilgi duyanlar ve bu hususla ilgili bilgisini artırmak isteyenler için
kitabın sonunda önemli bir de
kaynakça sunulmuş.
Tasavvuf ve Gönül Eğitimi,
Doç. Dr. Kadir Özköse’nin, biyografisinden
öğrendiğimize
göre, akademik alanda uzmanı
bulunduğu bir sahada, tasavvuf
sahasında, yazılmış, anlaşılır,
günümüz okuyucusuna hitap
edebilen, sade bir eser.
71
Örnek Hayat
Yusuf HALICI
Davud-ı Tâî (k.s)
D
avud-ı Tâî hazretleri aslen Horasanlı olup sekizinci yüzyılda yetişen evliyanın büyüklerinden-
dir. Doğum tarihi bilinmemekle beraber 781 (H.165)
senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Kabri de oradadır.
Çocukluğundan itibaren ilim tahsil etmeye başlayan Davud-ı Tâî hazretleri zamanının âlimlerinden
başta İmam-ı Azam Ebu Hanife, İsmail bin Ebu Halid, Habib bin Ebu Amre olmak üzere birçok büyüklerden çeşitli ilimler tahsil etmiş hâdis-i şerif rivayet
etmiştir.
Yaklaşık yirmi sene müddetle İmam-ı Azam Ebu
Hanife hazretlerinin derslerine devam eden Davud-ı
“Uzun emele dalan
bir kul, üzerindeki
kul borçlarını
unutur ve tevbe
etmeyi sonraya
bırakır. Siz böyle
yapmayınız.”
Tâî hazretleri, fıkıh başta olmak üzere bütün aklî ve
naklî ilimleri tahsil edip yüksek bir âlim oldu ve fıkıhta ictihâd derecesine ulaştı.
Her ne kadar ilim tahsiliyle meşgul olsa da kalbinde dünyaya karşı da bir sevgi ve muhabbeti olan
Davud-ı Tâî hazretlerinin, ölen bir kimsenin arkasından ağıt olarak söylenen “Hangi güzel yüz ki toprak
olmadı, hangi tatlı göz ki yere akmadı.” sözlerini duyduktan sonra dünyaya karşı sevgisi azaldı ve gençliğinde yaptığı bazı hareketlere pişman oldu. Sanki
kalbine bir ateş düşmüş şaşkına dönmüştü. Kendisine bu hususta yardımcı olmasını istediği hocası Ebu
Hanife hazretleri ona, ilme ve az konuşmaya devam
etmesini tavsiye etti.
Hocasının gösterdiği yolda, dünyaya olan sevgi
ve muhabbeti tamamen terk edip, evine çekildi. İnsanların arasına karışmadı. Böylece o, dinin emir ve
72
Somuncu Baba
yasaklarına uymada, haram ve
ya sevgisi geliyor.” der insanlarla
şüphelilerden kaçmada örnek
bir araya gelmekten kaçınırdı.
bir kişi oldu.
Kendisine “Niçin insanların
Evinde hiç ara vermeden,
arasına karışmıyor onlarla ko-
biraz sonra ölecekmiş gibi iba-
nuşmuyorsun?” diye sorulunca,
det eder boş şeylerle meşgul
“Kiminle konuşayım? İnsanlar
olmazdı. Lüzumsuz bir tek kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere
bakmazdı. Yemek yerken vakitten tasarruf olsun diye ekmeği
suyun içine doğrar, çorba gibi
yapıp öyle yerdi. “Çiğnemek,
zamanı uzatıyor, bir lokmayı
çiğnemek, benim şu kadar ayet-i
kerimeyi, okumama engel oluyor” derdi.
Yaşadığı hayat o derece riyazet ve takva üzerine idi ki, zarurî ihtiyaçları dışında evinden
çıkmamış, ağzına lezzet veren
bir nimet koymamış, güzel ve
yeni elbiseler giymemişti. Kim-
benimle dinî bir konuda konuşmuyorlar, Allah’ın emir ve
yasaklarını anlatmıyorlar. Yaptı-
Teâlâ tarafından kabul buyrulmuş, hakikaten malı bittiğinde
vefat etmişti.
Davud-ı Tâî hazretleri, evinden dışarıya sadece namaz va-
ğinin ise sadece bir çanak suya
batırılmış kuru ekmek olduğunu
görmüşlerdi.
dua ve zikirde bulunmuş, uzun
Böyle insanların bana fayda ye-
uzun ağlamıştı. Namaz kılarken
rine zararı oluyor, onların arası-
uzun rükû ve secdeler yapmıştı.
na niçin karışayım.” derdi.
Secdeden uzun müddet başı-
Tasavvufta bir rivayete göre
Habib-i Acemi bir rivayete göre
de Habib-i Rai hazretlerinin
sohbetlerine devam edip, feyz
alan Davud-ı Tâî hazretleri bu
yolda ilerleyip birçok yüksek
sıl oldu.
olayım.” diye ettiği dua, Allahu
lenler yastığının kerpiç, yiyece-
kadar ibadetle meşgul olmuş,
Babasından kalan bir miktar mi-
zuruna yüz akıyla gelenlerden
Vefatından önce ziyaretine ge-
rımı faziletmiş gibi anlatıyorlar.
kazanç peşinde de koşmamıştı.
Malımız sona erince, senin hu-
hâle gelinceye kadar dağıtırdı.
karşı söylemedikleri gibi hatala-
dolup kalbinde mârifetullah hâ-
başkasının malına muhtaç etme.
veya fakirlere, kendisi muhtaç
Vefat ettiği gece yine sabaha
seden bir şey kabul etmemiş,
Bu miras malını bize kâfi kılıp,
elinde bulunanları da yetim
ğım hata ve kusurlarımı yüzüme
derecelere ulaştı. Kalbi nurlarla
rası vardı ve Allah’a “Allah’ım!
Dünyaya hiç önem vermez
Kendisini ziyarete gelen Fudayl bin Iyâd hazretleri, evinin
tavanındaki çatlağı görüp “Bu
evde daha oturma, zira tavanı
nı kaldırmadığını gören annesi
merak edip yanına vardığında, ruhunu, çoktan Rahmeti
Rahman’a teslim etmiş olduğunu gördü.
Kendisinden zaman zaman
nasihat isteyenlere şöyle buyururdu:
“Her nefis, dünyadan susuz olarak göçer. Ancak Allahu
Teâlâ’yı zikreden kullar bundan
müstesnadır.
çatlamış, üstüne yıkılacak.” de-
“Uzun emele dalan bir kul,
diğinde Davud-ı Tâî hazretleri;
üzerindeki kul borçlarını unutur
“Ben çok zamandır bu evde
ve tevbe etmeyi sonraya bırakır.
oturduğum halde bırak çatlağı,
Siz böyle yapmayınız.”
tavanının bile farkında değilim.”
diye cevap verdi.
“Dünya
hayatında
oruç-
lu gibi ol. Ölüm geldiğinde de
kitlerinde çıkar, camide nama-
Cennet için Allah’a dua
bayram sevinci içinde. Halktan
zını kılar kılmaz hemen kalkar,
etmezdi. O’ndan bir şey iste-
yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaç.
birinden kaçıyormuş gibi ace-
meye utanırdı. Ve “İsterim ki,
Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden
leyle tekrar evine dönerdi. “İn-
cehennemden kurtulayım. Bu
kaçın. Dünya ile çok az ilgilen.
sanlar dünyaya çok bağlanıyor,
kurtuluş, isterse bir kül olmam
Ahirete götüreceğin şeyler nis-
onlarla görüşünce kalbime dün-
sonunda olsun.” derdi.
petinde dünya ile ilgilen.”
Nisan / 2007
73
Aile
Kevser BAKİ
Peygamberimiz (s.a.v)
Eşsiz Bir Aile Reisiydi
B
“Allah Rasulü; aile
hayatında, özel
yaşayışında, ahlâkî
özelliklerinde, dinî
sorumlulukları yerine
getirmesinde ve
tebliğinde, idarî ve
askerî konularda,
eğitim ve öğretimde…
Velhasıl, insanlığa
ait bütün konularda;
sözleri, hareketleri ve
davranışlarıyla bütün
Müslümanlara örnek
olmuştur. ”
74
ir kimsenin aile hayatı, onun ahlâkının, davranışlarının ve karakterinin gerçek aynasıdır. İnsanın ev dışında ve sosyal hayattaki bütün hareketlerini
yapmacık olarak göstermesi mümkündür. Hatta kişi,
evdeki tutum ve davranışlarının aksine, dışarıda kendisini olduğundan farklı bir şekilde gösterebilir. Fakat
gerçek kişiliğini, ailesinden saklamayı uzun müddet
başaramaz. Aile, kişiliğin müspet veya menfi yönden
oluştuğu bir kurumdur. Kişinin karakteri hakkında en
sağlıklı malumat, aile hayatının araştırılmasıyla elde
edilir. Kişinin diğer insanlara anlattığı şefkat, merhamet, cömertlik, sadakat, ahde vefa gibi insanı yücelten değerleri, kendi hayatında nasıl tatbik ettiğinin
anlaşılması için aile hayatı, önemli ve şaşmaz bir ölçüdür.
İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatını bu ölçüler
içinde değerlendirdiğimizde, yeryüzünde gelmişgeçmiş ve gelecek bütün hanelerin, kurulacak bütün
yuvaların en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar
ve en feyizlisi, O’nun hanesinin olduğunu müşahede ederiz. O’nun hanesi her zaman saadet ve huzur
doluydu. Belki bu hane maddi imkânlar açısından,
dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü günler, aylar geçerdi de, O’nun hanesinde bir sıcak çorba bile pişmezdi. O’nun ailesinde şefkat, merhamet,
ünsiyet, ülfet ve muhabbet hâkimdi.
Hiçbir hanım kocasına, Hz. Peygamber’in hanımlarının Rasulüllah’a duyduğu sevgi kadar, hiçbir
kimse de hanımlarına, Hz. Peygamber’in hanımlarına gösterdiği sevgi, nezaket ve rifkat kadar ahlâkî bir
tavır sergileyememiştir.
Somuncu Baba
Peygamberimiz (s.a.v) örnek
bir aile reisiydi. O, hanımlarına
karşı çok nazik bir eş, çocuklarına karşı da şefkatli ve sevgi dolu
bir baba idi. Ev işlerinde yardım
eder, evin ihtiyaçlarını çarşı pazardan alarak eve kendisi getirir, söküklerini kendisi dikerdi.
Hanımları arasında adaletle
muamelede bulunur, hiç birine
diğerinden ayrı davranmazdı.
Zaman zaman onlarla şakalaşır,
gönüllerini alırdı. Peygamberimiz (s.a.v) evde daima güler
yüzle hareket eder, hiç kimseye kırıcı söz söylemez ve kaba
davranışta bulunmazdı. Müslümanların da ailesine karşı aynı
davranışta bulunmasını istemiş
ve şöyle buyurmuştur: “Sizin
en hayırlınız kadınlarına karşı
iyi davranandır.”
Evinde bulunduğu zamanı
üçe bölerdi: bir kısmını Allah’a,
bir kısmını ailesine, bir kısmını
da kendisine ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanı da insanlar
arasında ikiye taksim ederdi.
Ayırdığı bu sürenin birisinde,
halkın umumi ve hususi işleri
ile ilgilenir, onlardan hiçbir şey
esirgemezdi. Kendisi için ayırdığı zamanın diğer yarısında ise,
ümmeti ile ilgilenirdi. Bu zamanlarda faziletli kişileri tercih
etmek, dindeki derecelerine
göre onlarla ilgilenmek adetlerindendi.
Aile içinde esprili yaklaşım,
ölçülü şaka ve latife aile üyelerinin iyi bir iletişim içinde olmalarını sağlar. Aile yapısının sağlam
oluşu; aile üyelerinin geçirdikleri nitelikli, verimli ve faydalı beraberliklerle de yakından
Nisan / 2007
ilişkilidir. Spor, grup oyunları,
doğal ortamlarda bulunmak, dışarıda uygun ortamlarda vakit
geçirmek aile üyelerinin nitelikli beraberlikleri ve ihtiyaçları
arasındadır.
Peygamberimiz (s.a.v) bu
konularda bizlere örnek olmuş, hanımlarıyla şakalaşmış,
hatta koşu yarışı bile yapmıştır.
Mesela: Aişe validemizle yarışmasında bir keresinde Aişe validemiz O’nu geçmiş, bir süre
sonra tekrar yarışmalarında ise
Rasulullah efendimiz Aişe validemizi geçmiş ve; “eh, bir sen,
bir ben” diyerek lâtife yapmıştır.
O devirde kadınlar sporla ilgilenmezlerdi.
Peygamber (s.a.v) efendimiz
hanımlarıyla oturur, konuşur;
hatta bir arkadaş gibi onlarla
bazı meselelerin istişaresini yapardı. Aslında Peygamberimizin
onların fikirlerine ihtiyacı yoktu.
Çünkü O vahiyle destekleniyordu. Ancak o zamana kadar değer verilmeyen kadına hak ettiği
değeri vermek istiyor ve buna
da kendi hanesinden başlıyordu.
Hudeybiye anlaşması Müslümanlara çok ağır gelmişti.
Ruhen çökmüş durumdaydılar.
Lâkin Peygamberimiz (s.a.v)
kendisi ile umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini
ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, ”acaba verilen kararda bir değişiklik olur
mu?” düşüncesiyle meseleyi
biraz ağırdan alıyordu. Bu asla
Allah Rasulüne karşı bir muhalefet değildi.
Peygamberimiz (s.a.v) sahabedeki bu durumu fark edince
hemen çadırına girdi ve Ümmü
Seleme validemizle istişare etti.
Validemiz; Efendimizin kendi
fikirlerine ihtiyacı olmadığını
biliyordu. Sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Ve
Efendimize; onlara bir şey söylemeden
kendi
kurbanlarını
kesip, ihramdan çıkmasını; bu
durumda sahabenin de emrin
kesinliğini anlayacağını söyledi.
O da zaten böyle düşünüyordu.
Kendisine ait kurbanları kesmeye başladı. Sahabe artık verilen
karardan dönüş olmadığını anlamış ve onlar da kurbanlarını
kesmeye başlamışlardı.
Görülüyor ki; kadın insanlık
tarihinde hak ettiği yerini, Peygamberimiz (s.a.v) zamanında
bulmuştur.
Hz. Hatice validemiz İslâm’ın
yayılması sırasında eşine inanma, güvenme ile birlikte maddî manevî her türlü fedakârlık
ve destekte bulunmuştur. Aynı
zamanda huzur dolu yuvalarında 6 çocuk yetiştirmek gibi bir
sorumluluğu da Peygamberimiz
(s.a.v) ile birlikte yerine getirmişlerdir.
Allahu Teala bu hususta
şöyle buyuruyor: “Andolsun ki
Rasulullah’ta sizin için, Allah’a
ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek
vardır.” (el-Ahzap, 33/21)
Allah’ın
salât
ve
selamı
O’nun üzerine olsun.
75
Hikâye
Ümit Fehmi SORGUNLU
Yağmur Yağmıyordu
N
azan bugün geliyor. Buna üzülmem mi, yoksa sevinmem mi gerek bilmiyorum. Bütün
her şeyde olduğu gibi, burada da kararsızlığım dü-
şüncelerimi esir ediyor. Gelince nasıl davranmalıyım,
eskiden olduğu gibi hep susmalı, yine yosun yeşili
gözlerini, bir çizgi gibi incecik kaşlarını mı seyretmeliyim? Yoksa onu hiç görmemeli, her şeyi tesadüflerin
akışına mı bırakmalı, karar veremiyordum. Her şeyin
“Onu karşılamayı, onu
görmeyi istemiyorum.
Ama yüreğimdeki
kımıldanma bu
düşüncelerime meydan
okuyor. Onu son bir
kez olsun görmemek
gerçeklerden kaçmak
gibi geliyor bana.”
iki yıl önce bıraktığımız gibi durduğuna inanmak ne
güç. Neden gitmişti sanki Fransa’ya? “Babanı mı yoksa beni mi çok seviyorsun?” diye manasız bir soru
sormuştum da gülmüştü. Çok az ama çok güzel gülüşü vardı. Bulutların ardından güneş açıyor sanırdınız.
Pembe dudakları bir bulut gibi gülüşünü engellerdi.
Neden az güler, hep düşünürdü bilemiyorum. O
günler pek anlam veremez üzerinde de durmazdım.
Babasını görmeye gittikten sonra anladım. Yıkılmak
üzere olan bir evliliği kurtarabilme çabası yer etmişti
kafasına. Ama bu gidişle birlikte bilmiyordu ki sevgimizi de alıp götürüyordu. Ruhundan, benliğinden
çok şeyler çaldırmıştı Fransa’ya. Bu iki sene aramıza
öylesine bir uçurum getirmişti ki. O sevgilerin maddeyle oluşacağını savunurken, ben maddenin bile
mana ile yüceleceğine inanıyordum. Hayata ve insanlara bakış açısı öylesine değişmişti ki, artık onunla
birlikte olamayacağımızı, olsak bile o ilk günkü sevginin sımsıcak ve bütün tazeliğiyle kalamayacağını anlamıştım. Son mektubunda bu gün geleceğini ve kendisini karşılamamı istiyordu. Sanki gelmesiyle her şey
76
Somuncu Baba
düzelecekmiş gibi. Ne tuhaf iki
Yine bir pastaneye mi gitmeliyiz,
man gelmiş, beni nasıl bulmuş,
yıl önce gittiğini istemiyordum,
çay mı içmeliyiz yine demli?
anlayamadım. Bacaklarında bü-
şimdi geldiğini. Ama yabancı
Yine hep susmalı, o yosun ye-
tün hatlarını belirten daracık bir
bir ülkede benliğinin büsbütün
şili gözlerini mi seyretmeliyim?
etek, üzerinde bedenini sımsıkı
yok olmasına da gönlüm razı
Yine beni sevdiğini söylerken
saran buluz. Kumral saçları kısa-
olmuyordu. Gelirse belki yine
yağmur mu yağmalı iri taneli?
cık kesilmiş, dudaklarının pem-
eski Nazan olabilir, diye düşü-
Camdan yağmuru seyrederken
beliği kaybolmuş, yerini kırmızı,
nüyordum.
rahmet mi dilemeliyiz Rabbi-
iğrenç bir ruj almış. Nazan mı
Onu karşılamayı, onu görmeyi istemiyorum. Ama yüreğimdeki kımıldanma bu düşüncelerime meydan okuyor. Onu
son bir kez olsun görmemek
gerçeklerden kaçmak gibi geliyor bana.
Pardösümün yakasını kaldırdım. Kamçı gibi esen rüzgâra
rağmen gözlerim trenden inen
yolcularda dolaşıyordu bir bir.
Nisan / 2007
mizden.
Ne de kalabalıkmış bu gün
tren. Yolcusuna kavuşup sarılan,
öpüşen insanları seyrediyorum
kaçamak. Biz de sarılır mıyız
birbirimize? Ayrılırken olduğu
gibi uzun uzun gözlerimiz birbirini mi seyreder? Yine gözlerinde buğulu bir yaş mı belirir?
- Merhaba!....
Dönüp baktım... O! Ne za-
bu? Yoo hayır, benzetiyor olmalıyım. Zoraki gülmeye çalışarak;
- Merhaba, diyebildim.
- Çok bekledin mi?
- Ben mi? diye sormuşum şaşkınlıkla.
Kıkırdayarak güldü. İnsanların gülüşü değişmez sanırdım.
Ne kadar aldandığımı bugün
anlıyorum.
77
- Aaa, tabii sen. Başka biri mi
var ki?
Gözlerimin içine baktı gülerek. Bir an o gözlerde eski
Nazan’ı arar gibi oldum.
- İnsan sevdiğini hiç unutmuyor değil mi? dedi. Sustum.
“Çok değişmişin” diyecektim,
“hiç değişmemişsin” dedim.
Bunu niçin söyledim, niye ona
gülümsedim hâlâ anlamıyorum.
- Sahi mi? Sen de hiç değişmemişsin.
- Yürüyelim mi?
- Nasıl istersen.
- Benimki bira olsun.
Şaşkın, gözlerine bakarken
gülümsedi. Ne çok gülüyordu.
Oysa eskiden gülüşünü görmek
için saatlerce beklerdim.
- Çayı sevmiyorum artık!
dedi.
Garsonun bira bulunmadığını söylemesi üzerine:
- O zaman neskafe olsun
dedi.
Gözlerinin içine bakarak:
- Eskiye ait hiçbir şeyi sevmiyorsun. Öyleyse beni de sevmiyorsundur artık, dedim.
Gözlerinin içi gülüyordu.
Birlikte yürüdük. Elindeki valizi
taşımakta güçlük çekiyordu, almak istedim. Bir an küçük avuçlarını avuçlarımda hissettim. İki
yıl sonra ilk kez ellerimiz birbirinin sıcaklığını duydu. Gülmesi kayboldu. Derin derin baktı
gözlerime. Bakışlarımı kaçırarak
valizini aldım. Bir süre konuşmadan yürüdük. Başım yerde,
gözlerim kaldırım taşlarında,
bir an yanımdaki kızın varlığını
unutarak yürüdüm.
Gülmesi daha bir yoğunlaştı
Sesi billur gibiydi. Yan masalardan bize baktılar. Utandım...
- Karıncaları ezmekten mi
korkuyorsun? diye takıldı. Cevap vermedim. İstasyon yakınında bir pastaneye oturmak
için girdiğimizde hâlâ konuşmuyordum. Cama yakın bir
masa bularak oturduk. Neden
hep cam kenarını seçerdik, niye
her oturuşumuzda ille de çay
içerdik? Gelen garsona iki çay
söyleyecek oldum, eliyle hayır
anlamında işaret etti.
Yine güldü. Su şırıltısı gibiydi
sesi.
78
- Ama önce seni görmek istedim. Dayımlara bile haber vermedim geleceğimi.
- Görmek neyi değiştirir, eski
sevgi tomurcuğunu yeniden filizlendirir mi?
- Tomurcuk gül olmadı mı
daha?
- Hayır, açmadan soldu.
- Çok romantikleşmişsin, eskiden hiç konuşmaz, beni seyrederdin.
- Ne çok gülüyorsun öyle. Eskiden bir gülüşün için saatlerce
seni seyrederdim.
Derin bir nefes aldım.
- Sen Nazan değilsin, dedim.
- Neden benzemiyor muyum? dedi, sonra birden ciddileşti, gözleri kısıldı.
- Doğru, çaldılar beni. Önce
babamı, sonra annemi, şimdi
de beni.
- Annenle baban barıştı mı?
Gözleri
camdan
dışarıda,
yüzüme hiç bakmadan konuşuyordu.
- Evet, ama neye yarar. İnsan
benliğini kaybettikten, öz değerlerini yitirdikten sonra değer
mi? Fransa bizi çaldı Ferit. Tarihin intikamını alıyor, adım adım,
gün be gün.
Sustum. Gelen çaydan bir
yudum aldım. Birden Fransa’yı
titreten Kanuni geldi aklıma.
Muhteşem
Süleyman
bütün
heybetiyle gözlerimin önünde
belirdi. Ve o tarihî mektubu bir
kez daha satır satır belleğime
kazıldı.
Nazan önündeki neskafesini
yudumlarken ağır ağır konuşmaya devam etti.
- Annem babamı kaybetmemek için oranın kadınlarına uymak zorunda kaldı. Önce başını açtı, sonra makyaj yapmaya,
onlar gibi giyinmeye başladı.
Ben de bir taraftan babamın
ısrarları, diğer taraftan nefsimin galebe çalmasıyla bu hâle
geldim. Anlayacağın bir yuva
kurtulurken yıkılıyordu. Tabi bu
kurtulmaysa!...
Bir anlık durgunluğu kayboldu ve yeniden gülmeye başladı.
Somuncu Baba
- Boş ver, sen nasılsın, yine
aynı işte misin, çok para kazanıyor musun?
- Haa, galiba.
Artık gülerek anlatıyordu:
Paris’i, Eyfel Kulesi’ni ve gezdiği
daha bir çok yerleri. Bense bir
an önce kalkmayı istiyordum.
Kalkmalı ve artık bu beraberliğimiz bitmeli, diye düşünüyordum.
- Bilmiyor musun? dedim. İki
ay önce evlendim.
Birden sustu. Gözleri gözlerimi aradı, bulamadı. Bu kez
camdan dışarı bakma sırası
bana gelmişti.
- Yaa, dedi soluksuz. Sonra
hiç konuşmadı. Konuşsun, “neden?” diye sorsun istedim, yapmadı. Bütün neşesi kaybolmuştu. Birkaç dakika daha öylece
konuşmadan oturduk.
Nihayet;
- Kalkalım mı? dedim.
Gülümsedi. Gözleri gözlerime dudaklarıyla soramadığını
soruyordu. Gözlerimi bakışlarından kaçırdım. Beni ele vermesinden, yalan söylediğimin
anlaşılmasından korkuyordum.
Masadan kalktım. Sessizce itaat
etti.
- Dayınlara mı gideceksin?
dedim.
Konuşmadan başını salladı.
Pastaneden çıktık. Yüreğimin
burkulduğunu hissettim. Yağmur yağmıyordu ve ikimiz de
susuyorduk.
Nisan / 2007
Risâletin Son
Halkası
Bu gece, Hıra mağarasındayım,
Bir kutlu müjde uyandırdı beni burada.
Ay Firuze gözleriyle kuşattı beni,
Kumlar seccadem, ufuklar yastığım oldu.
Gerçeği tebliğle zorlandım aylarca,
Dışlandım, taşlandım, horlandım,
Kendi sevdâmın ateşiyle yandım.
Sonunda yurdumu, yuvamı bastılar,
Kılıç salladı kin kustular.
Kader çizgimin kırılacağı bir demdi,
Örümcek ağıyla kuş yuvası perdemdi,
Korkuya ve çıkarlara kiralanmıştı hayatım,
Ama mahşerin atlılarındaydı beratım.
Tebük’te taşlar yıkadı ayaklarımı,
Sonsuzun dili ve kafesinde yaralı kuştu yüreğim.
Derin bir umut, esrarlı bir duyuştu yüreğim.
İpek kanatlarım takılmadı benlik ağına,
İlk insanla doğan Risâlet ırmağı,
Benimle dönüyordu sonsuz kaynağına.
Vermişse ezel ve ebedin hükümdarı,
Vermişse ezel ve ebed için son kararı,
Bezm-i Elest’te yazılan bu romanın
Yaşayacaktı soylu kahramanları..
Son uyarı ve son dirilişin müjdesini,
Arzın ve arşın o ulvi sesini,
Yükledim çırpınan suya, düşünen dağa/taşa,
Yükledim sürünen börtü böceğe, uçan kuşa,
İnsanlarla bölüştüm idealin en hasını!..
Muhsin İlyas SUBAŞI
79
Röportaj
Konuşan: Elifa PLATİN
İslâm İle Tanışıp,
Tanışmakla Kalmayanlar…
İbrahim Farajaje
İ
lk olarak ülkemize hoş geldiniz İbrahim Bey…
Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?
Adım İbrahim Farajaje. California Berkley Kolejinde İslâmi ve Kültürel Eğitimler bölümünde profesörüm. İstanbul’da kısa bir süredir bulunmaktayım.
İstanbul’un mübarek yerlerini gezme amaçlı buradayım. Ailemle birlikte yaşıyorum. Hep birlikte Türkçe
öğreniyoruz.
İbrahim Bey bize biraz daha geçmişinizden bahseder misiniz? İslâm ile tanışmanız nasıl oldu?
“Kelime-i Şehadet
getirmek yirmi
saniyelik bir olay
ama anlamını
öğrenmek bütün
hayat yolculuğu
boyunca devam eder.
Hakiki mü’min ve
gerçek Müslüman
daima bu hayat
yolculuğundadır…”
80
Bu çok uzun bir hikâye. Etnik olarak çok milletli
bir aileden geliyorum. Ailemde Etiyoplalı, Hintli ve
Amerikalı köklerimiz var. Ailem de aslı Türk olan
Amerikanlardan (meluncan).
Çocukluğumdan beri dine karşı ilgim vardı. Farklı
dinleri öğrenmeye meraklıydım. California Berkley’
de doğdum ve büyüdüm. O yıllarda benim yaşadığım
yerde çok fazla Müslüman yoktu. Çocukluk yıllarında İslâm’ı öğrenmem ve İslâm’dan etkilenmem matematik öğretmenim sayesinde oldu. Yatılı okulda iken
matematik öğretmenim Filistinli bir Müslümandı. Ondan İslâm hakkında öğrendiğim şuydu. İslâm’ın sevgi,
adalet ve eşitlik dini olduğunu öğrendim. Ondan her
gün İslâm hakkında yeni şeyler öğreniyordum. Bana
Malcom X’in hayatını anlatıyordu. O yıllarda birçok
insan onun hayat hikâyesini okuyarak İslâm’a yaklaşıyordu. Sınıfta ondan İslâm’ı öğrenen tek kişiydim.
Matematik hocamla her gün İslâm hakkında konuşuyordum. Ve bu benim için yaşayan canlı bir İslâm
örneğiydi. Hocam sayesinde İslâm’ı her geçen gün
daha derinden tanıyordum. O yıllarda sadece bir
Somuncu Baba
Kur’an-ı Kerim tercümesi vardı.
Bu Kur‘an mealinden her gün
okuyordum. Bu din konusunda
daha derinden araştırmalar yapmak isterdim. Fakat şartlar beni
farklı mekânlara farklı okullara
gitmeme sebep oldu.
Daha sonra lisede ve üniversitede İslâmî ilimleri daha
çok okudum ve araştırdım. Ve
üniversiteyi bitirdikten sonra
amacım bütün insanların İslâm’ı
daha iyi anlaması için çalışmaktı. Tıpkı benim İslâm’ı iyice
özümsemem gibi… Ancak yıllar
geçtikçe öğretmenin ayrı, yaşamanın ayrı olduğunu öğrendim. 11 Eylül olayından sonra
İslâm’a olan bağlılığımı ifşa etmem gerektiğini herkese duyurup İslâm’a daha fazla hizmet
etmem gerektiğini anladım.
Bulunduğum şehirdeki caminin imamına gittim. Düşüncelerimi anlattım. Bana sen zaten yıllar önce kalpten kelim-i
şahadet getirmişsin. Şimdi ise
bunu açıktan söylemen gerekiyor dedi ve o gün mescidde bir
cemaatin arasında Kelime-i Şahadet getirdim. O yılın Ramazanını Müslüman bir cemaatle
geçirdim. Oruç tuttum. Bu benim için önemli bir basamaktı.
Artık ben de bu kardeşlerle birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
ümmetinden idim. Artık İslâm’ı
aleni yaşıyordum. O yıllarda bir
proje başlattım. Farklı milletlerden Müslümanları bir araya getirme projesi.
Şimdi ise İstanbul da yaşayarak İslâm’ı daha özümsemek
ve daha iyi anlamak için bulunuyorum.
Müslüman olduktan sonra
hayatınızda ne gibi değişiklikler
oldu?
Nisan / 2007
Müslüman olduktan sonra insanlara “bende değişikler
olduğunu görüyor musunuz?”
diye sorduğumda şöyle yanıt
veriyorlar: Sen daha sakin daha
huzurlu ve ayakları yere basan
bir insan oldun artık, diyorlar.
Müslüman olduktan sonra yıllarca aradığım kafamdaki her
soruya şüpheye cevap duldum.
Derin bir huzur ve mutluluk duyuyorum.
Peki sizi buralara kadar getiren İstanbul’un diğer İslâm ülkelerinden farkı nedir?
İstanbul’un en önemli özelliği, İslâm tarihini yansıtmasının
yanı sıra hemen hemen her köşesinde farklı dönemlerle karşılaşıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz
karşınıza Eyüp Sultan Hz.leri
çıkmış, bir bakıyorsunuz Sultan
Ahmet, Süleymaniye, Hırkaı Şerif… Bütün bu yerler farklı
tecrübeler veriyor bizlere… Bu
tarihî mekânlar bir zamanlar bu
topraklarda İslâm’ın nasıl yaşandığını anlatıyor bizlere…
İstanbul’da huzurlu bir ortam
ve huzurlu bir düzen var. İslâm’ı
öğrenen her hangi biri için çok
güzel bir mekân. Dünyada insanlar İslâm’ı öğrenmek deyince direkt Türkiye’yi düşünmezler. Bir
Arap toplumunda öğrenmek ilk
başta insanların aklına gelir. Ama
esasında hakiki İslâm, İstanbul’u
gezerek görerek ve medeniyeti tanıyarak öğrenilir. İnsanlarda
Arapça konuşan ülkelerde İslâm
öğretilir diye yanlış bir inanç var.
İstanbul’da bu anlamda çok zengin bir tecrübe var.
Sizin gibi gerçeği bulmak isteyenlere, Hakk’ı arayanlara ne
tavsiye edersiniz? Yaşayan bir
örnek olarak aramaya nereden
başlasınlar?
Gerçeği aramak önce insan
kalbinde başlamalı. Ne sorusunu sorduğunu ve neyi aradığını
bilmeli. Tıpkı kendisini bir nehre
bırakır gibi aradığı şeyin akışına
bırakmalı ve önce teslim olmalı.
Bunu yaptığınız zaman hiç beklenmedik olaylar hayatınızda
zuhur eder. Hiç ummadığınız
güzelliklerle karşılaşırsınız. Kelime-i Şehadet getirdiğim günden bugüne kadar hayatımda
inanılmaz güzellikler oldu. Kelime-i Şehadet getirmek yirmi
saniyelik bir olay ama anlamını
öğrenmek bütün hayat yolculuğu boyunca devam eder. Hakiki
mü’min ve gerçek Müslüman
olarak yaşamak bir ömür süren
bir süreçtir. Bu bir hayat yolculuğudur. İnsanları bu yolculuğa
açık olmaya davet ediyorum.
Peki, Kur’an-ı Kerim’de sizi
en çok etkileyen ayet ya da sure
hangisidir?
İhlâs suresi… İhlâs suresi benim kalbim gibidir. Bütün ümmetin yaşaması için gerekli olan
bir kalp gibidir. İhlâs suresini ilk
duyduğumda bütün vücudum
titredi. Bu tevhidi anlatan bir
sure, İslâm’ın özüdür, cevheridir.
Biz de size bundan sonraki
projelerinizde ve hayatınızda
dileğiniz gibi yaşamanızı diler,
teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Hem
benim hayatım belki birçok kişiye örnek olur ve onlar da doğru
yolu bulur. Teşekkür ederim.
81
Sağlık
Akın DİNDAR
Balık Yemek Zihni
Açıyor
H
aftada en az bir kez balık yemek yaşlanmaya
bağlı zihinsel faaliyetlerdeki düşüşü en az üç-
dört yıl yavaşlatıyor. Archives of Neurology isimli dergide yer alan bir araştırmanın sonuçlarına göre, balık
ağırlıklı diyet uygulayanlar yaşlılıkta daha keskin bir
zekaya sahip oluyor.
ABD’deki Rush Üniversitesinden Clare Morris,
“araştırma sonucunda haftada bir kez balık yiyenlerin
düşünme kabiliyetlerindeki düşüşün yılda yüzde 10
oranında yavaşladığını, haftada iki kez balık yiyenlerde ise oranın yüzde 13 olduğunu gördük” dedi.
“Yapılan araştırma
sonuçlarına göre
omega-3 açısından
zengin balıkların
tüketimi depresyon
belirtilerini azaltıyor
ve mutluluk
hormonu olarak
bilinen seratonin
hormonunun
üretimini artırıyor...”
3 bin 718 kişiye uygulanan ve bir hikâyenin detaylarının hatırlanmasına ilişkin basit testlerle gerçekleştirilen araştırmanın tamamı, Chicago’da yaşayan
65 yaşın üzerindeki deneklerle ve altı yıl içinde üç
kez yapıldı.
Ayrıca aynı kişilere, 139 gıda maddesinin isim listesinin bulunduğu bir anketle neler yedikleri de soruldu.
Daha önce yapılan bazı araştırmalar da balık yiyen insanların Alzheimer hastalığına yakalanma ve
kalp krizi geçirme risklerinin azaldığını göstermişti.
Bu araştırmalar, somon ve tuna gibi omega-3 yağ
asidi açısından zengin olan balıkların bütün kalp hastalıklarını önleyici bir etki yaptığını da ortaya koymuştu.
82
Somuncu Baba
Balık Etinin Faydaları
Kırmızı etle aynı besin
kalitesine sahip olduğu halde daha az yağlı ve glisemik
endeksi daha düşüktür. Organizmanın üretemeyeceği
proteine, yani temel aminoasitlere sahiptir. Protein balıketinin ana elementidir.
Öte yandan araştırmacılar,
omega-3 yağ asidi ile beynin
faaliyetlerinin düşüşe geçmesi
arasında bir bağlantı olup olmadığını da inceledi ancak bir
bağlantı bulamadı.
Daha önce yapılan bazı
araştırmalar omega-3 yağ asidi
ile beyin faaliyetleri arasında bir
bağ bulunduğunu ortaya koymuştu.
Balık ve Depresyon
Yapılan araştırma sonuçlarına göre omega-3 açısından
zengin balıkların tüketimi depresyon belirtilerini azaltıyor ve
mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin hormonunun
üretimini artırıyor...
Balıketi mineral tuzları,
özellikle de potasyum, iyot
ve sodyum bakımından diğer
etlerden daha zengindir. Balık yağı da A ve D vitamininin bolca bulunduğu bir gıda
maddesidir.
Haşlanmış ve ızgara balık,
diyet listelerinin vazgeçilmez
besin maddeleridir. Ayrıca,
özellikleri sayesinde çağımızın korkulan hastalığı arterosklerozdan (damar sertliği)
korunmak için de çok faydalıdır.
süresince ve doğumdan sekiz
Çalışmayı yürüten Dr. Jo-
ay sonraya kadar gösterdikleri
seph R. Hibbeln, haftada iki
depresyon belirtileri de o kadar
ya da üç kez yenecek, toplam
düşüyor.
340 gram kadar balığın hamile
Omega-3 asitleri en çok deniz ürünleri ve aynı değerde besin içeren destekleyici ilaçlarda
bulunuyor. Her ne kadar hamile kadınların, içerdiği civa nedeniyle balık tüketmesi sakıncalı
kadınlar için uygun miktar olduğunu söyledi.
Beynin
yapıtaşları
olarak
görülen omega-3 asitleri, depresyonu engelleyen seretonin
bulunsa da, ton balığı, sardalya,
adlı kimyasalın üretimine des-
som balığı ve ringa balıklarının
tek oluyor. Omega-3 bu açıdan
hem omega-3 açısından zengin
sadece hamile kadınlarda değil,
hem de civa açısından daha az
depresyon geçiren herkes üze-
riskli olduğu açıklandı.
rinde etkili kabul ediliyor.
Hamile kadınların doğum
öncesi ve sonrası olası depresyon riskini önlemelerinin yolu,
omega-3 içeren balık yemekten
geçiyor.
Britanyalı araştırmacıların 11
bin 721 kadın üzerinde yürüttüğü bir çalışmanın sonucuna
göre, hamile kadınlar gebelikleri sırasında ne kadar çok omega3 yağ asiti tüketirse, hamilelik
Nisan / 2007
83
Kestaneli Pilav
Malzemeler:
• 300 gr pişmiş kestane
• 250 gr kuşbaşı hindi veya kuzu eti
• 1,5 su bardağı pirinç
• 2 adet havuç
• 2 çorba kaşığı tereyağı
• 3 su bardağı su
• Tuz- yeteri kadar
Yapılışı:
Kuşbaşı etleri yıkayıp, bir miktar su ilave ederek
pişiriyoruz. Pirinçleri sıcak tuzlu suda ıslatıyoruz.
Pilavı pişireceğimiz tencerenin içerisine tereyağını alıp eritiyoruz. Kibrit çöpü inceliğinde havuçları
doğruyoruz. Tereyağını ilave ediyoruz. Birkaç defa
Gönülden İkramlar
Mesude SARI
Kestanenin Faydaları
Potasyum, fosfor, magnezyum,
klor, kalsiyum, demir, sodyum
mineralleri ile C, B1, B2, PP
vitaminlerini içeren ve şeker,
protein, yağ açısından zengin olan
kestanenin, 100 gramında 200 kalori
bulunuyor. Nişasta, mineral tuz,
özellikle potasyum ve diğer besinsel
değerleriyle kestane, kış mevsiminin
olumsuz şartlarına, fiziksel ve zihinsel
yorgunluklara karşı paha biçilmez bir
sağlık kaynağı.
84
karıştırıyoruz ve pirinçleri yıkayıp ilave ediyoruz.
Kabuklarını soyduğumuz kestaneleri ve kuşbaşı etleri de ilave edip karıştırıyoruz. Tüm malzemeleri
kavuruyoruz, kaynamış suyumuzu da ilave edip
hızlı ateşte kaynatıyoruz. Pilavımız göz göz olunca
kısık ateşte dinlendiriyoruz ve servis yapıyoruz.
Not: Bu hazırlamış olduğumuz pilavla, tavuk da
doldurup fırında pişirilebilir.
Kestanenin nasıl tüketilebilineceğine dair
öneriler ise şöyle sıralanıyor:
Kestaneleri pişirmeden önce, keskin bir bıçağın ucuyla üst taraflarına derince birer çizik atın.
Mümkünse kısa saplı bir bıçak kullanın; zira bu,
işinizi kolaylaştıracaktır. Daha sonra kestaneleri
yıkayıp, kurulayın. Grilde veya sadece üst ızgarası
yanan bir fırında pişirin. Sobanın üzerinde ya da
mangalda da pişirebilirsiniz. Ayrıca, gazlı ocak üzerinde teflon tavada kestane kebap yapmanız da
mümkün. Kestane kebabı özellikle kış gecelerinin
vazgeçilmez keyiflerinden biri.
Somuncu Baba
ANMA PROGRAMI YAPILDI
Dergimizin kurucusu Ahmet Şemsettin Ateş anısına vefatının birinci yıldönümünde 26 Mart 2007
tarihinde anma programı tertip edilmiştir. Yard. Doç.Dr. M.Doğan Karacoşkun’un “Ahmet Şemsettin
Ateş’in Örnek Şahsiyeti” konulu konferansı ve sinevizyon gösterimi yoğun bir katılımcı tarafından takip
edilmiştir.
Ayrıca “Şemsname – Şeyhzâdeoğlu Ahmet Şemsettin Ateş” adlı bir hatıra kitabı Nasihat Yayınları
tarafından hazırlanmıştır. Edebiyatımıza gönül veren Ahmet Şemsettin Ateş Ağabey, kalemiyle nakşettiği,
güzel kelamlarıyla süslediği yazıları, bu toprağın evlatlarının gönül pınarına inci taneleri gibi dökülen
şiirleri, dergi sayfalarından, defter sayfalarından alınarak, şimdi bir kitap olarak ebedileştirilmiştir.
Nisan / 2007
85
86
Somuncu Baba
Nisan / 2007
87
88
Somuncu Baba
Download