A İ N Ü VER A A M R R ESİ SİT Marmara 3 8 18 M Marmara İletişim Dergisi Ocak 2011 | Sayı: 18 Marmara İletişim Dergisi | Sayı: 18 | Ocak 2011 | İstanbul © Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ISSN: 1300-4050 Sahibi Proprietor Prof. Dr. Yusuf Devran Yazışma Adresi Correspondence Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Nişantaşı Yerleşkesi 34365 İstanbul Yayın Danışma Kurulu Editorial Board Prof. Dr. Yusuf Devran Prof. Dr. Uğur Dai Prof. Dr. M. İhsan Özgen Prof. Dr. Emre Bağce Prof. Dr. Filiz Aydoğan Doç. Dr. Ali Murat Yel E-Posta E-Mail iletisimdergi@marmara.edu.tr Web Adresi Web Adress İletisim.marmara.edu.tr Sayfa Düzeni ve Tasarım Page Settings and Designs Burak Ünlü Editör Editor Yrd. Doç. Dr. Levent Eldeniz Kapak Tasarımı Burak Ünlü Editör Yardımcısı Assistant Editor Arş. Gör. Dr. Serkan Kırlı Arş. Gör. Barış Tavukçuoğlu Cover Design Hakem Kurulu Prof. Dr. Ahmet Kalender, Selçuk Üniv. Prof. Dr. Ahmet Şahinkaya, Marmara Üniv. Prof. Dr. Asker Kartarı, Kadir Has Üniv. Prof. Dr. Asuman Yalçın, Marmara Üniv. Prof. Dr. Atilla Girgin, Marmara Üniv. Prof. Dr. Ayla Okay, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Aydemir Okay, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Bülent Çaplı, Kadir Has Üniv. Prof. Dr. Demet Gürüz, Ege Üniv. Prof. Dr. Deniz Bayraktar, Kadir Has Üniv. Prof. Dr. Emin Doğan Aydın, Aydın Üniv. Prof. Dr. Ercan Gegez, Marmara Üniv. Prof. Dr. Ersan İlal, Nişantaşı M.Y.O. Prof. Dr. Esra Biryıldız, Marmara Üniv. Prof. Dr. Filiz Aydoğan, Marmara Üniv. Prof. Dr. Haluk Gürgen, Bahçeşehir Üniv. Prof. Dr. Hülya Yengin, Kocaeli Üniv. Prof. Dr. İzzet Bozkurt, Yeditepe Üniv. Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, RTÜK Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu, Galatasaray Üniv. Prof. Dr. Mete Çamdereli, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Murat Özgen, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Neşe Kars, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Nurhan Tosun, Marmara Üniv. Prof. Dr. Nurşen Mazıcı, Marmara Üniv. Prof. Dr. Nükhet Güz, Beykoz Lojistik M.Y.O. Prof. Dr. Özden Cankaya, Galatasaray Üniv. Prof. Dr. Özhan Tıngöy, Marmara Üniv. Prof. Dr. Peyami Çelikcan, Maltepe Üniv. Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan, Kültür Üniv. Prof. Dr. Serdar Pirtini, Marmara Üniv. Prof. Dr. Serpil Kırel, Marmara Üniv. Prof. Dr. Simten Gündeş, Maltepe Üniv. Prof. Dr. Suat Anar, Yeditepe Üniv. Prof. Dr. Suat Gezgin, İstanbul Üniv. Prof. Dr. Süleyman İrvan, Akdeniz Üniv. Prof. Dr. Şengül Özerkan, Marmara Üniv. Prof. Dr. Şükran Esen, Marmara Üniv. Prof. Dr. Ümit Atabek, Yaşar Üniv. Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Galatasaray Üniv. Prof. Dr. Yusuf Devran, Marmara Üniv. Doç. Dr. Banu Baybars, Kadir Has Üniv. Doç. Dr. Battal Odabaş, İstanbul Üniv. Doç. Dr. Billur Ülger, Yeditepe Üniv. Doç. Dr. Can Bilgili, Yeditepe Üniv. Doç. Dr. Cem Pekman, Marmara Üniv. Doç. Dr. Cem S. Sütçü, Marmara Üniv. Doç. Dr. Ceyhan Kandemir, İstanbul Üniv. Doç. Dr. Cüneyt Akalın, Marmara Üniv. Doç. Dr. Ece Karadoğan Doruk, İstanbul Üniv. Doç. Dr. Emel Karayel Bilbil, Marmara Üniv. Doç. Dr. Emine Sayılgan, Marmara Üniv. Doç. Dr. Füsun Çağlayan, Sakarya Üniv. Doç. Dr. Mukadder Çakır, Marmara Üniv. Doç. Dr. Seda Mengü, İstanbul Üniv. Doç. Dr. Zeynep Çetin Erus, Marmara Üniv. Yrd. Doç. Dr. Cem Dikmen, İstanbul Bilim Üniv. Yrd. Doç. Dr. Ebru Özgen, Marmara Üniv. Yrd. Doç. Dr. Gülin Terek Ünal, İstanbul Üniv. Yrd. Doç. Dr. Habibe Öngören, İstanbul Üniv. Yrd. Doç. Dr. Levent Eldeniz, Marmara Üniv. Yrd. Doç. Dr. Yeşim Güçdemir, İstanbul Üniv. © Telif hakkı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne aittir. Dergide yayınlanan fikir ve düşüncelerden doğacak sorumluluk makale yazarlarına aittir. ii İçindekiler Öğr. Gör. Aygül Ernek Alan Yrd. Doç. Dr. Ali Balabanlar Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz Yrd. Doç. Dr. Dikmen Yakalı-Çamoğlu Yrd. Doç. Dr. Bora Ataman Arş. Gör. Duygu Çeliker Arş. Gör. Seyhan Aksoy Yrd. Doç. Dr. Burcu Kaya Erdem Öğr. Gör. Özge Baydaş Sayılgan Arş. Gör. Dr. Uğur Gündüz Yrd. Doç. Dr. Neşe Kaplan Ali Barış Kaplan Yrd. Doç .Dr. İhsan KARLI Arş. Gör. Dr. Gürsoy Değirmencioğlu Dr. Ali Bülent Kutvan Yrd. Doç. Dr. Selami Özsoy Yrd. Doç. Dr. Meltem B. Özuğurlu Doç. Sevim Selamet Öğr. Gör. Dr. Hakan Tunçel Bir Başarı Öyküsü: Hakkında Çok Konuşulan Gazete – “Posta” Avantajları Açısından Dijital Radyo Yayıncılığı (DAB) İnternet Gazeteciliğinin Medya Dünyası İçindeki Rolü ve Ekonomik Boyutları Fashioning the Body through Women’s Magazines: Remaking the “Modern Turkish Woman” in the Early Republican Period Emperyalizm Aracı Olarak Sinema: “Avatar” Filmine İlişkin İdeolojik Bir Çözümleme Arisottelesçi Mantık Bağlamında Yeni Medyada Öykü Anlatımı: “Call of Duty” Örneği Kitlesel Katılımlı Çevrimiçi Rol Yapma (MMORPG) Oyunlarının Ergenlerdeki Etkileri Üzerine Bir Bağımlılık Araştırması “Mücadele Ve Direnişin” Cesur Ajanı Ken Loach’un Sinemasında İnsanın “Özgürleşme” Sorunu: Psikanalitik Yöntemle “Ülke Ve Özgürlük” Filmi Analizi Siyasal İletişim Açısından Siyasal Partilerin İnternet Mecrasından Yararlanma Biçimleri Ve Karşılaştırmalı Bir Analiz Türk Basın İşletmelerinde Yönetsel Etik Uygulamaları Üzerine Bir Araştırma Spor Basınının Tarihi ve Türkiye’de 1950’den Günümüze Yaşanan Değişim Uluslararası İletişimde Tek Yönlü Haber Akışına Karşı Alternatif Bir Ses: El-Cezire Türk Grafik Sanatlar Tarihine Alternatif Bir Yaklaşım: Osmanlı’dan Grafik Yansımalar Kurumsal İletişimin Kavramsal Çerçevesi Hakkında Bir Yorum iii 1 15 27 47 65 82 102 126 141 162 208 224 239 252 Editörden Marmara İletişim Dergisi’nin 18. sayısıyla tekrar karşınızdayız. Dergimizi, bu sayısından itibaren elektronik olarak yayınlama kararı aldık. Bu kararımızda yazarlarımızdan ve okurlarımızdan yayın sürecindeki gecikmelerle ilgili geri dönüşlerin etkisi oldu. Dergimizin bu sayısında yayınlanan on dört makale yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Hazırlık sürecinde kendilerine yolladığımız makaleleri titizlikle inceleyen hakemlerimize, dergimize ilgilerinden ötürü yazarlarımıza ve okurlarımıza teşekkürü borç biliriz. 19. sayımızda buluşmak dileğiyle. Saygılarımızla, Marmara İletişim Dergisi iv BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ: HAKKINDA ÇOK KONUŞULAN GAZETE - “POSTA”1 Öğr. Gör. G. Aygül ERNEK ALAN ÖZET İnsanoğlunun haber alma arzusunu karşılayan araçlardan biri olan gazetelerin çeşitliliği teknolojinin gelişmesiyle birlikte artmıştır. Bu çeşitliliğin içerisinde, bazı gazeteler çok satmaktadır. Türkiye’de gazetenin çıkışına ve tarihsel gelişimine bakıldığında sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal gündemin yaşamı etkileyişinin izlerini görmek mümkündür. Türlere göre değişiklik gösteren gazeteler arasında özellikle fikir gazeteleri, siyasi görüşlerin doğrultusunda düşünceler paylaşan bir yapı sergilerken bunun yanı sıra televizyon ile rekabet içerisine giren bulvar gazeteciliği ya da magazin gazeteciliği tarzları da ortaya çıkmıştır. Sosyo-kültürel yaşamın etkilerinin özellikle bulvar gazetelerinde kullanılan içerikler açısından nasıl etkili olduğu, bir dönem çıkan Tan vb. gazetelerin cinsellik ağırlıklı oluşuyla da bağlantı incelenebilir. Türkiye’de en çok satan gazeteler dönemlere göre değişiklik göstermiştir. Son 7 yıldır dağıtım kanalları üzerinden en fazla satan ve okunan gazete Posta Gazetesi’dir. Posta’nın bu başarısı üzerine çok farklı düşünceler söylenmekte ve sürekli tartışmalar olmaktadır. Çok satan ve okunan gazete olabilmenin nedenlerini anlayabilmek sadece içerik incelemesiyle olamaz. Posta Gazetesi’nin yapısını anlamak için çalışanlarını incelemek, gazeteyi çıkarırken nelere dikkat ettiklerini bilmek gereklidir. Posta ne tam olarak bir fikir gazetesidir ne de tam olarak bulvar gazetesidir. Posta nasıl bir gazetedir inceleyebilmek için bu çalışmada gazeteciliğin Türkiye’deki macerasının kısa bir özeti yapılacak ve sonrasında Posta Gazetesi’nde katılarak gözlem ve arşiv taraması ile yapılan incelemeler sonucunda elde edilen bulgular tartışılacaktır. 2 ABSTRACT Newspapers are the tools which meet human beings’ desire to receive news. With the development of technology the variety of newspapers are increasing. In this variety, some newspapers are selling more than the others. It’s possible to see the traces of socio-economic, cultural and political agenda while looking at the historical development of newspapers in Turkey. Especially opinion journalism displays the thoughts of political ideas. On the other hand, by the style of boulevard or magazine journalism, television and journalism entered into competition with each other. The effects of socio-cultural life, especially in terms of how content is used in the boulevard newspapers can be analyzed during periods such as Tan Newspaper. In these kinds of periods, the topics and themes are all about sexuality. Bestselling newspapers in Turkey have changed for the periods of social, political agenda. Over the last 7 years Posta is the best selling newspaper in Turkey; while Posta’s style is not exactly the opinion journalism and not boulevard journalism. There are many different thoughts about Posta’s success. It’s important to know the critiques of a newspaper while analyzing how Posta is the best seller and the most readable newspaper. And also by analyzing the attentions of employees when they run a newspaper is important to understand the structure of Posta. Finally in this study, a brief summary will be given about history of journalism in Turkey. The method of the study is participating observation and library screening at the newspaper. Keywords: Posta Newspaper, newspaper, institutional structure type Anahtar Kelimeler: Posta Gazetesi, gazetenin türü, kurumsal yapısı 1 A Success Story: About The Most Spoken Newspaper – “Posta” T.C. Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Öğretim Görevlisi, aygulalan@maltepe.edu.tr 2 1 of the 1. Giriş Toplum içerisinde var olan insanların, yaşamlarını devam ettirebilmek için birbirlerinden haberdar olmaya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle habere duyulan gereksinimi karşılayan gazeteler gündeme gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında gazeteciliğin temel amacı “insanlara kendilerini bağımsız ve egemen hissedebilmelerini sağlayacak bilgiye, habere ulaşmaları için onlara doğruları anlatmak” (Kovach ve Rosenstiel’dan aktaran Özçağlayan,2008:132) olarak yorumlanabilir. Gazete, 17. yüzyılda ilk kez Avrupa’da yayımlanmaya başlayan bir kitle iletişim aracıdır. İlk gazetenin yayınlanmasında, Avrupa’da çeşitli ülkeler arasındaki çoğu din kaynaklı savaşlar hakkında bilgi edinme isteğinin önemli rol oynadığı gerçektir. Gazetenin doğuşunda Avrupa’da sermaye birikiminin başlamasının ve ticaretin gelişimine de etkileri olmuştur. İlk çıkan gazeteler, Orta Avrupa’da ticaretin geliştiği, kentleşmenin en yoğun olarak görüldüğü kentlerde, insanlara belirli ve düzenli aralıklarla yayın sunma olanağı şeklinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki varlığı, sürdürdüğü fetih hareketleri, özellikle Orta Avrupa devletleriyle komşu olmasının, ilk gazetelerin çıkmasında hızlandırıcı bir etken olduğuna kuşku yoktur (Tokgöz,2003:58). İlk gazete örnekleri Avrupa’daki “haber kağıtları”dır. Bu haber kâğıtlarına sahip olmak ise soylu ve zengin sınıfın bir ayrıcalığıdır. Batı’da, ilk gazete 1609’da Bremen yakınlarında Ausburg’da, “Avis Relation Order Zeitung” adıyla yayınlanmıştır. Başka bir kaynağa göre ise ilk gazete, 1605’te Hollanda’da ticari bültenden doğduğu varsayılan “Niuewe Tijdingen” adlı gazetedir (Özgen, 2004:4). 19.yüzyılın ortalarından itibaren, seçkinci gazetecilik anlayışından halka dönük gazetecilik anlayışına ve kitle gazetesine geçiş, gazetenin 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşmasını sağlamıştır. Gazetecilikte “insanın ilgisini çekme anlayışı” olarak nitelenen bu yaklaşımla ilginçlik, önemlilik, anlamlılık ve sansasyon gibi kavramlar gazetecilikte önemli olmaya başlamıştır (Tokgöz,2003:60-61). Matbaanın bulunması ve çoğalmasıyla birlikte gelişim gösteren gazetecilik için, Osmanlı’ya bakılacak olursa, ilk matbaa, önce Batı ile yakın temas halindeki tüccar Yahudi cemaati (1505) daha sonra yine Batı'yla temas ve ticarileşme durumlarına göre Rumlar (1627) ve Ermeniler (1690) tarafından açılmıştır. İlk Türkçe eser, “Vankulu Lügatı” Macar asıllı İbrahim Müteferrika tarafından 1729’da basılmıştır (http://www.milliyet.com.tr/2004/08/16/yazar/akyol.html). 2 Osmanlı’daki ilk gazetecilik faaliyeti ise, Fransız Büyükelçisi Verninac’ın girişimleri ile gerçekleştirilmiştir. 1795’de Fransızca olarak yayınlanan “Bulletin des Nouelles” ve bu gazete ya da daha doğru bir deyişle haber bültenini izleyen ve yine bu kez Verninac’ın yerine Fransa’nın büyükelçi olarak İstanbul’da görevlendirdiği Aubert Dubayet’in girişimleriyle 1796’da çıkarılan “Gazete Française de Constantinople” Osmanlı ülkesindeki ilk gazeteler olarak tarihe geçmektedir (İnuğur,1993: 167-168’den aktaran Özgen,2004: 7). Türkiye'de gazeteciliğin geçmişi bir buçuk yüzyıl öncesine kadar gitmektedir. Padişah II. Mahmut'un fermanı ile yayımlanmaya başlayan Takvim-i Vekâyi ilk Türkçe gazete olarak 1831’de yayım hayatına başlamıştır. … Türkiye'de ulusal düzeyde egemen olan gazeteler genellikle modern gazeteciliği benimsemiş, bunu yerine getirmeye çalışmışlardır. Bu tür gazeteler ise büyük çoğunlukla İstanbul'da toplanmaktadır (Tokgöz,1981: 272-276). Tokgöz’e (1981) göre; ülke düzeyinde günlük gazete sayısının fazlalığı iyimser bir yorumla, Türkiye'deki toplumsal değişmenin etkisiyle görülen çeşitli fikir farklılıklarını yansıtan bir gösterge olarak alınabilir. Türkiye'de çıkan gazeteler bakımından şu soruları sormak anlamlı olmaktadır: “Bu gazeteler topluma ne ölçüde inmektedirler? Toplumun görüşlerini ne ölçüde yansıtmaktadırlar? Topluma neler kazandırmaktadırlar?” Bu sorular genelde gazetelerin haber verme işlevi ile ilişkilidir. Bu sorulara yanıt bulmak ancak gazetelerin özellikleri gözden geçirilerek mümkün olabilir. Günümüzde, Basın İlan Kurumunun tuttuğu istatistiklere göre, ülkemizde yayımlanan gazetelerin %92.9’u yerel, %2.3’ü bölgesel ve %4.7’si ise ulusal yayın yapmaktadır. Dergilerin ise %38.9’u yerel, %8,1’i bölgesel iken, %53’ü ulusal yayın yapmaktadır (http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=6161). Bu verilere göre İstanbul’da yayın yapan ulusal gazete sayısı 32’dir (http://www.byegm.gov.tr/TURKBASINI/gazete-turkce.htm). İnsanoğlunu çevresi hakkında bilgilendirmeyi, bilinçlendirmeyi amaçlayan fikir gazeteciliğinin çeşitli örnekleri yanında, bilgilendirmekten çok hoşça vakit geçirmeyi vurgulayan, hedef alan bulvar ve magazin gazeteciliğinin örnekleri İstanbul basınında her gün görülebilmektedir (Tokgöz,1981:277). İstanbul basınında yer alan ve ulusal yayın yapan, tam olarak bulvar gazetesi demek mümkün olmasa da halkı eğlendiren gazetelerden biri olan Posta, Doğan Yayın Holding bünyesinde olan diğer gazetelerle birlikte Doğan Yayın Holding bünyesinde yer almaktadır. 3 2. Amaç ve Yöntem Bu çalışma Türkiye’nin en çok satan gazetesi olan Posta’nın nasıl ortaya çıktığını, hangi dönemeçlerden geçtiğini, nasıl tasarlandığını, gazeteyi yapanların kimler olduğunu ve yakalanan başarının sırrını anlamayı amaçlamaktadır. Posta gazetesinin başarısını anlamak adına başlanan bu çalışmada ilk olarak Haziran 2008’de gazetenin genel yayın yönetmeni Rifat Ababay ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Bu görüşmenin ardından kendisinin izni ve desteğiyle gazete içerisinde Ekim 2008’de başlayan, katılarak gözlem yöntemi ve çalışanlarla yüz yüze görüşmeler yapılarak 5 ay süren çalışma, Şubat 2009’da tamamlanmıştır. Ekim ayından itibaren gazeteye haftada bir tam gün gidilerek arşiv taraması yapılmıştır. Taramalar tamamlandıktan sonra gazete çalışanlarıyla görüşmeler yapılmıştır. Gazetenin genel yayın yönetmeni Rifat Ababay, yazı işleri müdürü Mehmet Coşkundeniz, haber müdürü Elif Yılmaz, görsel yönetmen Saliha Pakel, ekonomi müdürü Ahmet Çelik, spor müdürü Can Uyguç, magazin müdürü Müge Dağıstanlı ve yazar Yazgülü Aldoğan ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Yazı işleri müdürlerinden hafta sonları eklerinden sorumlu Betül Kabahasanoğlu ile yoğunluğu ve yurtdışı seyahatleri nedeniyle kısa bir söyleşi yapılabilmiştir. Gazetenin eklerinden olan gençlik dergisi Salsa yine çekirdek ekipte ve dergicilik kökenli olan yazı işleri müdürlerinden Hande Özcan yönetiminde çıkartılmaktadır. Aynı zamanda kısa bir anket çalışmasıyla bu kişilerin gazeteye ve gazetenin kendilerine katkıları konusundaki düşünceleri tespit edilmiştir. Posta’da her gün 14:00 - 15:00 gibi genel yayın yönetmeni Ababay’ın odasında, yazı işleri müdürü Coşkundeniz, haber müdürü Yılmaz, görsel yönetmen Pakel’in katıldığı toplantı yapılmaktadır. Bu toplantıda gündemin tartışıldığı paylaşıldığı ve hoş sohbetlerin de yapıldığı sıcak bir ortam bulunmakta ve gelen haberlere ve gündeme göre ilk sayfa tasarlanmakta ve hangi haber nerede nasıl yer alacak netleştirilmektedir. Her hafta gazeteye yapılan araştırma çalışmasında bu toplantılara katılarak gazetenin ilk sayfasına ve içeriğine nasıl karar verildiği gözlemlenmiştir. 3. Bulgular 3.1 Posta Gazetesi Posta Gazetesi hakkında çok konuşulan bir gazete çünkü Türkiye’de bayii satışı üzerinden en yüksek tiraja sahip gazetedir. En fazla okunan gazete olma özelliğini nasıl kazandı, neden bu kadar yüksek satışı var, 4 kimler okuyor soruları üzerine özellikle genel yayın yönetmeni Rifat Ababay ile yapılmış pek çok röportaj bulunmaktadır. Kimi zaman köşe yazarlarının bu konuda yorumlar yaptıkları da görülmektedir. Bu çalışmada Posta Gazetesi emik ve etik yaklaşımlarla incelenmektedir. Ababay ile yapılan görüşmelerden edinilen bilgiye de dayanarak görülmektedir ki Ababay’ın tutarlılığı ve inancı gazetenin başarısının en büyük nedeni sayılmaktadır. Ekibiyle tam bir uyum içerisinde çalışan Ababay, dergicilikten gazeteciliğe geçen bir ekiple bu işe başlamıştır. Çalıştığı ekipteki herkesin özel hayatları dâhil her şeyini bilen, hatta müdahale eden bir tarzı olan Ababay’ın Türkiye’nin nabzını çok iyi tuttuğunu söylemek mümkündür. Bunun örneklerine ileride değinilecektir. 3.2 “Posta” Adı ve Logosunun Ortaya Çıkışı Gazetenin adı daha önce tescili alınmış isimlerin arasından Aydın Doğan tarafından seçilmiştir. Ababay, önce bu ismi halk arasında daha çok argo olarak kullanılan bir kelime olması (posta koymak vb.) ve de çok demode bulması nedeniyle istememiş ancak kendisine “gazetenin adının bir vesile olduğunu, başarılı olmakta gazetenin adının bir önem taşımadığını” söyleyen Aydın Doğan’a şimdi hak verdiğini belirtmektedir. Posta Gazetesini, halkın ismiyle de içeriğiyle de benimsemiş olduğunu satış rakamları kanıtlamaktadır. Posta Gazetesi de adı gibi haberleri, kendi ilkelerine bağlı kalarak halka iletmek, bilgilendirmek amaçlı sunmaktadır. Kurumun görsel kimliğinin ana elemanları, firma adı, logosu, firma renkleri, yazı tipi, firma sloganı ve taglinedır (Van Den Bosch&others,2006:138). Bunlara ek olarak ajanda, basılı malzemeler, reklamlar, web siteleri, araçlar, binalar ve şirket üniformaları sayılabilir. Kurumun görsel kimliği, kurum kimliği, imaj ve itibar ile ilgilidir. İşletmeyi ifade eden kelime, harf veya rakamlardan oluşan ifadeler logodur (Göksel,2002:211). Bir kimlik göstergesi olan logo nasıl oluştu diye incelendiğinde aslında tamamen tesadüf olduğu görülmektedir. Posta Gazetesi ilk oluşturulduğunda tasarım yapan ve şu anda Posta’da çalışmayan isimlerden biri, Posta yazısının ütüne mavi bir bant yerleştirmiştir. Bu bant boş kaldığı için Ababay, Mehmet Yılmaz ve Hasan Çakalkurt, görsel üzerinde konuşurlarken, Hasan Çakalkurt bandın içerisine “Türkiye’yi ve insanları çok seviyoruz” cümlesini yazmıştır. Kendi aralarında çok mu hamasi olur acaba diye konuşurlarken Aydın Doğan tesadüfen uğramış ve yazıyı görünce beğendiğini belirtmiştir ve logodaki yazının bu şekilde kalmasına karar verilmiştir. Aslında kurumsallaşmış bir yapı içerisinde yer 5 alan gazetenin adının ve logosunun biraz da tesadüflerle oluşmuş olduğu görülmektedir. Ancak bu seçimler halk tarafından da beğeni toplamış ve benimsenmiştir ki 2003 yılından beri dağıtım kuruluşu bayii satış adetleri üzerinden Türkiye’nin en çok satan gazetesi Posta’dır. Bu başarıdan sonra Ababay tarafından “Türkiye’nin En Çok Satan Gazetesi” ibaresi ve nazar boncuğu, logonun yanına ekletilmiştir. 3.3 Posta Gazetesi’nin Yayın Hayatına Başlangıcı 23 Ocak 1995 günü yayına başlayan Posta, Sabah gazetesinden ayrılmış dergicilikten gelen bir ekipten oluşmuştur. Şimdiki Doğan Medya Center’in içerisinde alt katta camı penceresi olmayan tek girişi olan ve aslında bir gazete için pek de uygun olmayan bir konferans salonunda siyah bir toplantı masasıyla çalışmaya başlanmıştır. (Bu toplantı masası halen şimdiki mekânlarında anısı nedeniyle bulundurulmaktadır.) Gazetenin ilk yayın müdürü Mehmet Yılmaz, yazı işleri müdürü Rifat Ababay, haber müdürü (rahmetli) Reha Mağden olmuştur. Dönemin sıkıntılı medya ortamında zaten işsizlik sıkıntısı yaşamış bu ekipte, Hürriyet gazetesinden ayrılmış birkaç gazeteci, emekli olmuş ya da işsiz kalmış bazı gazeteciler de bulunmuştur. Kısacası bu gazete için “amatör bir ekip”le işe başlamıştır demek yanlış olmayacaktır. O dönem ucuz fiyatlı ama içeriği de ucuz olan gazeteler bulunmaktadır. Posta, fiyatı ucuz ama içeriği yüksek olma iddiası ile çıkmıştır. Ancak yaptıkları reklamlara ve fiyatının ucuzluğuna rağmen ilk günkü tirajı tam bir hayal kırıklığı olmuştur. 116 bin satış yapan Posta için hemen söylentiler dolaşmaya başlamıştır. Ababay, bu sonucun doğru reklam yapamamaktan kaynaklandığı görüşünü ifade etmektedir. Gazetenin yeni çıktığı ve istediği satış rakamlarına ulaşamadığı bu dönemde Kartalkaya’da kayak yaparken oğlu ile kaybolan bir Amerikalı turistin haberi ajanslara düşmüştür. Herkes vakaya adi olarak bakarken Posta spor sayfasında çizim yapan Babıâli’nin emektarlarından İsmet Tongo, hava pırıl pırılken böyle bir olayın yaşanmasını anlamsız bulduğunu belirterek Amerikalının ajan olduğu iddiasını ortaya atmıştır. İstenilen başarıyı henüz yakalamadıkları için gazete çalışanlarının morali çok bozuk olduğundan İsmet Tongo’nun bu iddiasına önce Mehmet Yılmaz karşı çıkmıştır. Ancak Ababay bu durumun üzerine düşmüştür. Ababay’ın eşi ve oğlu tesadüfen o sırada Kartalkaya’da kayakta oldukları için onlardan olayla ilgili haberleri almıştır. Posta Gazetesinin kaderi tesadüflerle çizilmiştir demek yanlış olmayacaktır. Bu tesadüfleri doğru kullanmasını bilen Ababay sayesinde, 6 yaptıkları araştırmalar ve eşinden olay yerinden birinci ağızdan öğrenilen bilgiler doğrultusunda ertesi gün diğer tüm gazeteler küçücük haber olarak bu haberi verirlerken, Posta Gazetesi “Kaybolan Amerikalı, Ajan” manşeti ile çıkmıştır. Bu haberle herkeste bir hareketlenme olmuş ve gözler Posta’ya çevrilmiştir. Amerikalı bulununcaya kadar bu haberi ilk sayfasından çıkartmayan gazete son gün “CIA’in maskesini düşürdük. İşte Yarbayın Sırrı” manşetiyle çıkmıştır ve tirajını bu haberle birlikte 116 binden 500 bine yükseltmiştir. Posta Gazetesi bu haberle çıkışında yakalayamadığı doğuşu yaşamıştır. Gazetenin tirajının yüksek olmasını sağlayan ikinci unsur ise promosyonlardır. 3.4 Gazetelerde Promosyon Dönemi Promosyon dar anlamda bir kişinin ilerlemesi, derece almasıdır. Genelde ise bir ürünün tanıtımı için yapılan faaliyetlere promosyon denmektedir. Örneğin yeni çıkan bir malın daha geniş kitlelere ulaşması için ona bir promosyon fiyatı konur, reklam kampanyalarıyla o mal tanıtılır. Bu bir reklam ve tanıtma fiyatıdır. Basında ise promosyon, gazetelerin armağan vermesi, piyango ve lotarya düzenlemeleri anlamında kullanılmaktadır. Yabancı ülkelerde armağan dağıtılmasına pek rastlanmamakta ancak Türk basın tarihinde gazetelerin kuponla hediye dağıtmalarının birkaç örneği görülmektedir. Gazetelerin promosyon rekabeti 1994-1995 döneminde ticari ölçüleri aşmıştır. Gazeteler züccaciye, mutfak ve ev konusunda uzmanlaşmışlardır. Tüm bunlar Gazeteciler Cemiyetinin 1994-1995 çalışma raporunda da belirtildiği gibi fiyat artışı getirmiştir (Topuz,2003:349,353). Gazetenin ikinci doğuşu da işte bu dönem yaşanan promosyon furyası ile olmuştur. Önce Türk halkının ev yaşantısında önemli unsurlardan biri olan halı (Gümüşsuyu marka), arkasından bulaşık makinesi ve elektronik eşyalar verilmiştir. Bu promosyon furyasıyla gazete bir tırmanışa geçmiş ve tirajı 750 bine yükselmiştir. Bu dönemde ayrıca üniversite sınavına girecekler için ÖSS soru eki ve ayrıca bulmaca eki de verilmeye başlanmıştır. Ancak promosyon furyasında, bir süre sonra verilen ürünlerin fiyatlarının artması gazete fiyatlarının da artmasına neden olmuş ve gazete satışlarını olumsuz yönde etkilemiştir.(1995 yılında 2500TL’ye satılan gazete 1997’de 20000 TL’ye yükselmiştir.) Birden yükselen tiraj promosyonların kesilmesiyle aynı hızla düşüşe geçmiştir. 7 Gazete ikinci kez dönüm noktasına gelmiş ve yönetim değişikliği olmuştur. 3.5 Posta Gazetesinde Yönetim Değişikliği Mehmet Yılmaz “daha ciddi bir gazete yapmak istiyorum” diyerek Radikal Gazetesi’ne genel yayın yönetmeni olmuş ve ekipteki, değerli, deneyimli isimleri de yanında götürmüştür. Posta Gazetesi kapanma noktasına gelmiştir. Ababay’ın da Radikal’e geçme şansı bulunmaktadır, ancak Aydın Doğan, Ababay’a gazetenin genel yayın müdürü olmasını teklif etmiştir. 1996 yılı Ağustos ayında 112.929 tirajlı gazetenin başına Ababay gelmiştir. Gazetenin o dönemki reklam geliri de yaklaşık aylık 70 bin dolardır. Ababay, gazeteyi devir aldığında kadrodaki kıymetli isimler ekipte bulunmamaktadırlar. Gazetenin durumu kritik hale gelmiştir ve bu nedenle çağrılan insanlar da gelmekten kaçınmaktadırlar. Böylece gazetenin ekibi neredeyse tamamen amatörlerden oluşmuştur. O dönemde haber merkezindeki çalışanların yaşları henüz 19-21 arasındadır. Sonuç olarak genç bir ekiple işe yeniden başlayan Posta Gazetesi şimdiki tarzına gelmek için farklı denemelerden geçmiştir. Ababay, Türkiye’de televizyon, gazete, dergi tutturmanın çok zor olduğunu söylemektedir ve Posta Gazetesinin bu trene en son atlayan yayın olduğunu belirtmektedir. Son 7 yıldır aynı başarıyı sürdüren gazetenin bir fiil imalata ortak olan 62 kişilik kadrosu bulunmaktadır. 2 tane İstanbul’da, 1 tane Ankara’da sekreteri vardır. Telif ödenerek dışarıdan yazan 20 kadar yazarı mevcuttur. Gazeteye yeni köşe yazarları yaratan Ababay, örneğin Mehmet Coşkundeniz’i “Aşk Doktoru” yapan kişidir. Öğrenciliğinden itibaren muhabirlikle uğraşmış Türkiye’de gitmediği yer neredeyse kalmamış bir gazeteci olan Coşkundeniz’in duygusal resim altı yazıları yazdığını keşfeden Ababay, biraz da zorlamayla “Aşk Doktoru” adı altında yazılar yazmasını istemiştir. Bu tip yazılar yazmayı isteksiz olarak kabul etmek zorunda kalan Coşkundeniz, şu anda Türkiye’de “Aşk Doktoru” olarak tanınan, kitapları olan, televizyonda programlar yapmış, programlara konuk olarak katılan bir yazardır. 3.6 Posta Gazetesinin Özellikleri Genel yayın yönetmeninin ifadesiyle “Posta Gazetesi liberal bir gazetedir: Her düşünceye saygılı, her düşünceye aynı uzaklıkta duran, kendine ait bir duruşu olan bir gazete olarak tanımlanabilir.” Gazetenin 8 görüşünü Ababay şu örnek ile açıklamaktadır: “Terör örgütü PKK’ya yapılan bir operasyonun haber olarak verilişinde bazı gazeteler, “31 PKK’lı öldürdük” diye verirken Posta “31 PKK’lı öldürüldü” diye vermektedir.” Ababay ve Coşkundeniz Posta Gazetesi’ni şöyle tanımlamaktadırlar; “Atatürkçü, Cumhuriyetin ilkelerine sahip çıkan, laik, anti laiklere ve yobazlara karşı bir gazete anlayışındadır. Bu duruşunu da çok net sergileyen, ortaya koyan bir gazetedir. Haberleri halkı tahrik etmeden vermeye çalışır ve yelpazesi çok geniş bir gazetedir”. Ayrıca bunların dışında gazete içerisindeki yazılarda kelimeleri bölmeden, basit bir dil kullanılmaktadır. Yapılan haberlerde, haberlerin öncesini / hatırlatmasını vererek habere devam etmektedir. Yazılarda kısaltmaları açılımı olmadan kullanmamaktadır, AB (Avrupa Birliği) gibi. Gazetede magazin, güncel, yaşam, toplum, ekonomi, spor başlıklı sayfalar bulunmaktadır. Ayrıca bulmaca eki, at yarışı tüyoları, iddia eki, çeşitli dergiler (örgü ve yemek tarifleri vb), çocuklara yönelik posterler, maskeler, kalem, silgi, defter vb. malzemeler verilmektedir. Cumartesi ve Pazar günleri hafta sonları ekleri vardır. Ayrıca Posta ile ücretli olarak alınabilen Salsa adlı dergi eki bulunmaktadır. Günlük 7-8 sayfa seri ilan almaktadır ve bu rakam diğer gazetelerin aldığı seri ilanlardan neredeyse iki kat fazladır. Ababay’ın belirttiğine göre gazetenin ayda yaklaşık 10 trilyon lira reklam cirosu bulunmaktadır. Gazetenin yazarları arasında Mehmet Ali Birand, Rauf Tamer, Yazgülü Aldoğan, Haydar Dümen bulunmaktadır. MediaCat Dergisi her yıl Nielsen şirketine “Türkiye’nin en çok okunan ve en çok beğenilen köşe yazarları”nın belirlendiği bir araştırma yaptırmaktadır. Bu araştırmaya göre 2007 ve 2008’de Posta’nın yazarları da yer almaktadır. Türkiye’nin en çok okunan ve en çok beğenilen yazarları arasında Mehmet Ali Birand, Rauf Tamer, Mehmet Coşkundeniz, Haydar Dümen bulunmaktadır (Mediacat Şubat 2008; Mediacat Şubat 2009). 2009 yılında yapılan araştırmada bu yazarlara Oya Germen ve Erkan Topuz da eklenmiştir. Aynı zamanda en güvenilen ve en yakın hissedilen köşe yazarları arasında yine Mehmet Ali Birand, Mehmet Coşkundeniz ve Rauf Tamer bulunmaktadır (Mediacat Şubat 2009). Posta Gazetesi Türkiye’de kendine özel bir bandoya sahip tek gazetedir. 2006 yılında profesyonel müzisyenlerden oluşan ve gazetenin halkla yüz yüze temasını sağlamayı da amaçlayan “Posta Bando Takımı” Türkiye’yi dolaşarak halk konserleri vermektedir. Gazetenin genel yayın yönetmeninin ön görüsü ve arzusuyla başlamış olan bu takım halktan ilgi görmekte ve beğeni toplamaktadır. 9 Uluslararası Reklamcılık Derneği’nin temsilcilerinden oluşan Basın İzleme Araştırma Komitesi (BİAK) tarafından, Taylor Nelson Sofres Piar araştırma şirketine, basın sektörünün tüm taraflarını ortak bilgi zemininde buluşturmayı hedefleyen “Türkiye Basın Okurluk Araştırması” yaptırılmaktadır (http://www.iaaturkey.com/komisyonlar_BIAK.html, Mart 2008). Araştırma üç ayda bir Türkiye genelinde farklı illerde 15 yaş üstü kent nüfusa çok aşamalı tesadüfî örnekleme yöntemi ile yüz yüze görüşme tekniği kullanılarak yapılmaktadır. Bu araştırma sonuçlarında da görülmektedir ki gazete okurlarının daha çok; tam gün çalışan, lise ve üniversite eğitimli, AB ve C1 sosyal sınıflara mensup 18-34 yaş aralığındaki erkeklerdir (BİAK 1-4. Dönemler Yıllık Profil Bilgisi, Mart 2007 – Şubat 2008). Posta Gazetesi, okur profiline bakıldığında; en fazla kadın okura (1.258.000) sahip gazetedir. İkinci sırayı Hürriyet gazetesi (986.000 kadın okur), üçüncü sırayı da Sabah gazetesi (873.000 kadın okur) almaktadır. Posta, 35-44 yaş grubunun en fazla tercih ettiği gazetedir. Bir başka deyişle genç yetişkinlerin okuduğu gazetedir. Yine 15-20 yaş okur grubu en fazla olan gazetedir. Posta Türkiye’nin en çok lise ve üzeri eğitimli okuruna sahiptir. [Posta (1.836.000), Hürriyet (1.797.000), Sabah (1.352.000)]. Hafta sonu ekleri en çok okunan gazete yine Posta’dır ve ardından Hürriyet ve Sabah gazeteleri gelmektedir. 2008 yılında uluslararası araştırma şirketi Millward Brown, “Okuyucu Tercihleri ve Konumlandırma” adlı araştırmasında gazetelerin bilinirlik-okur sadakati arasındaki ilişkiyi incelemiştir. İlk akla gelen gazeteler arasında Hürriyet’ten sonra 2. sırada gelen Posta aynı araştırmanın 2006 yılında yapılan sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, bilinirliği, sadık okura dönüştüren en iyi gazete çıkmıştır (sadakat % 12’den % 20’ye yükselmiştir). Aynı zamanda en eğlenceli ve en popüler gazete de yine Posta olarak tanımlanmıştır (Zaman Gazetesi, 13-14-15 Ekim 2008:6). Posta Gazetesi kendi çalışanları tarafından da eğlenceli, duygusal, üretken, yaratıcı, renkli, sürprizlerle dolu, gelişmelere açık, anlaşılır, sıcak, samimi, hareketli bir gazete olarak tanımlanmaktadır. 4. Tartışma ve Sonuç Posta Gazetesinin ortaya çıkışı, yükselişi ve elde ettiği başarıları yukarıda incelenmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda Posta fikir gazetesi midir yoksa bulvar gazetesi midir konusu tartışılmaya çalışılacaktır. Kimilerinin “Hürriyet Light” (http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/264168.asp) olarak tanımladığı Posta aslında ne bir fikir gazetesi ancak ne de tam olarak bir bulvar gazetesidir. 10 Tokgöz’ün de tanımladığı gibi, “fikir gazeteciliği genellikle, insanoğlunun yapısı gereği olarak pek hoşlanmadığı fakat bilmesi, öğrenmesi gerekli olan, onu düşünmeye yönelten türden haberler sunan bir gazetecilik türüdür. Amaçları toplumu belirli bir görüş savunarak, bilinçlendirmektir. Fikir gazetelerinin okuyucuları genelde eğitim görmüş kişiler olduğundan, tirajları bu kümelerin görüşlerine uygun geldiği ölçüde yüksek düzeyde kalabilmektedir”(1981:277). Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Posta tam olarak fikir gazetesi olmasa da okurlarının eğitim seviyelerinin lise ve üzeri olduğu BİAK raporlarında görülmektedir. Bulvar gazeteciliği ve onun bir türü olan magazin gazeteciliği günümüzde hemen hemen her ülkede rağbet gören, çok izlenilen bir gazetecilik türüdür. Radyo ve televizyonun etkinlik kazanması sonucu, bu tür gazeteciliğe yöneliş daha da hızlanmıştır. Pek çok toplum bilimci, bu gazeteleri popüler kültürün örnekleri arasında saymaktadır. Bol resimli, büyük puntolu, az yazılı sayfa düzeni ile basit bir anlatımla hazırlanan bu gazetelerin içeriğinde ise haber malzemesi bulmak, gerçekte pek kolay değildir (Tokgöz,1981:278). Posta Gazetesi yazarlarının popülerliğinin çok olması, araştırmalarda gazetenin en eğlenceli ve popüler olarak tanımlanması, Posta yazarlarını televizyona da taşımıştır. Gazete yazarlarına bakıldığında önce televizyonda popülerleşip sonra gazetede yazmış değildirler. Örneğin, bir dönem yazan Ender Saraç televizyon programlarından önce Posta’da varlık göstermiştir. Mehmet Coşkundeniz, “Aşk Doktoru” köşesiyle yakaladığı başarıdan sonra televizyon programlarına davet edilmiştir ve pek çok kitap yazmıştır. 2007, 2008, 2009 yıllarında MediaCat Dergisi’nin Nielsen’e yaptırttığı araştırma sonuçlarında en fazla okunan ve en beğenilen köşe yazarlarından olan Haydar Dümen, köşesinde hiciv yapmaktadır. Türk halkının cinsellik konusundaki kimi zaman gerçekten bilgi almak amacıyla sorduğu sorular olsa da Dümen’in köşesinde daha çok esprili şekilde bilinçli olarak sorulan sorular ve aynı espri ile verilen yanıtlar bulunmaktadır. Oya Germen, eşinden boşanmasıyla magazin gündeminde çok kalmış bir isim olarak Posta’da köşe yazarlığına başlamış ve sonrasında televizyon programı yapmaya başlamış isimlerden bir diğeridir. Magazin müdürü olan Müge Dağıstanlı da Posta’da yakaladığı başarı ile televizyon programlarına başlamıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bulvar gazeteciliğinde olduğu gibi bol resimli, iri puntolu az yazılı sayfa düzenine sahip olan Posta, Türkiye’de ve dünyada neler oluyor konusunda kısa ve anlaşılır bilgi aktaran habercilik yapmaktadır. Almanya’nın en yüksek tirajlı, dünyanın ise en büyük bulvar gazetesi sayılan Bild 11 gazetesinden E.A. Reuter’in açıkladığı gibi; “Gazetecilikte uzun tümce, genellikle bir konu üzerinde fazla araştırma yapmamış kişiler için bir kaçıştır. Olay tam olarak kavranmamışsa kısa tümcelerle ifade edilemez. Bild gazetesinin başarısı, editörlerinin daha yoğun çalıştıklarının kanıtıdır. Haberler üzerinde çalışır, yeniden düzenler, kısa ve öz olarak özetlerler. Okur gazeteye baktığı an konuyu anlar. Bild gazetesini ilginç kılan yalnızca kan, cinayet ve dedikodu gibi haberler değil, daha çok okurun metni rahatlıkla kavrayabilmesidir. Her şeyi anladığı için de gazetesinden hoşnuttur.”(Schneider,Raue,2000:109). Bu söylem Ababay’ınkinden farklı değildir. Ababay da “Bizim gazetede okuduğunu anlamazsan gel ben paranı iade edeyim” iddiasını taşıdıklarını vurgulamaktadır. Gazetenin türü hakkında yazı işleri müdürü Coşkundeniz, kendilerini Cumhuriyet Gazetesi ile karşılaştıranlara yanlış yaptıklarını söylemektedir. Çünkü (kendi tanımlamasıyla) “Cumhuriyet Gazetesi “elma” ise “Posta Gazetesi “armut”tur. Posta Gazetesi, çalışanlarında hemfikir olduğu şekilde, Hürriyet, Sabah, Vatan gazeteleriyle karşılaştırılabilinir”. Tam olarak bir fikir gazetesi olmasa da Posta siyasi bir kimliğe de sahiptir. Gazetenin genel yayın yönetmeni, haber müdürü ve görüşme yapılan diğer çalışanlarına göre; “Posta Gazetesi, vatandaşın kendi sosyal hayatında ne giydiğine nasıl düşündüğüne bakmaz ancak devletin temel ilkelerinin de korunması gerektiğine inanmaktadır. Bu nedenle de kamusal alan tartışmasında taraftır. Halktan yana, kendince bir çizgisi olan gazete daha çok yolsuzluğa, arsızlığa, çocuk tacizcilerine kesinlikle karşıdır. Özellikle çocukları çok koruyan bir yapıya sahiptir.” Bir başka deyişle, Posta, Türkiye’nin toplumsal duyarlılıklarına özen gösterir demek doğru olacaktır. Bir gazetenin çalışanları nasılsa, yaptığı yayıncılıkta aynıdır anlayışı, Posta Gazetesinde aynen gerçekleşmektedir. Coşkundeniz’in ifadesiyle, “Bir gazeteyi hazırlayanlar hayatlarını ortaya koyarlar”. Posta’nın da başarısında çalışanlarının ekip uyumunun çok büyük olduğu bir gerçektir. Ekibin büyük çoğunluğu dergicilikten gelerek ya da gazetecilikte az tecrübeye sahip olarak bu işe başlamışlardır ancak birbirlerini iyi tanıyor olmaları, aynı dili konuşuyor olmaları başarıyı da beraberinde getirmektedir. Gazetenin görsel yönetmeni Saliha Pakel, Ababay ile dergicilikte de beraber çalışmış aynı dili konuşabilen isimlerdendir. Üzerinde çok çalıştıkları Posta gazetesinin şimdiki netleşmiş olan tasarımı diğer gazetelere de ilham vermektedir. Haber ekibi aynı zamanda ciddi anlamda çalışkan, hiç yorulmadan tüm haberleri tek tek okuyarak yorumlayarak, takip ederek, ince ayrıntıları ortaya çıkartarak haberleri seçmektedir. Örneğin 10 Ekim 2007’de şehit 12 olan onbaşının 2 ve 3 yaşlarındaki kızlarının yürek burkan fotoğrafını kullanarak “Bize Emanetler” başlığı ile Posta tam sayfa haber yapmıştır. Bu fotoğraf tüm haber organlarına düşmüş olmasına rağmen, fotoğrafı tüm detayıyla kullanan sadece Posta olmuştur. Bu haberden sonra Futbol Milli Takımı, Fatih Terim’in öncülüğünde şehit ailelerine yardım için Türkiye genelinde bağış kampanyası başlatılmış ve çok ses getirmiştir. Bu ve benzeri pek çok haberle Posta Gazetesinin vicdanlara seslendiğini söylemek mümkündür. Ajanslara düşen haberler aynıdır ancak haberi etkili sunan ise gazetenin tarzıdır. Aynı haberi her gazete şüphesiz farklı göstergelerle vermektedir. Posta, haberi verirken, halk dilinde -anlaşılması kolaykiminde yüreklere seslenmeyi, kiminde eğlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda Posta okunması en kolay gazetedir demek yanlış olmayacaktır. Posta, yaklaşık yirmi dakikada okunabilen ve genel olarak Türkiye’de ve dünyada neler olmuş, oluyor konularında bilgi aktaran bir gazetedir. Verdiği eklerle de oyalayan, çoğu zaman çocukları sevindiren, Türk kültüründe önemli bir alan olan yemek tariflerini vererek merakları da gideren bir tarza sahiptir. Doğuşunda sansasyonel haberlerle çok satış sağlamış gözükse de Posta, çalışkan ve gazeteyi içselleştiren ekibiyle Türkiye’nin nabzını iyi tutan ve bunu tesadüflerle değil 7 yıldır elinde tuttuğu satış rekoruyla da kanıtlamış bir gazete olarak Türk basın ve sosyal tarihi açısından daha çok konuşulacak bir gazetedir kanaatindeyiz. Kaynaklar Akıncı S. (haz.) (2009) Türkiye’nin en popüler köşe yazarları, Araştırma, , MediaCat Dergisi, Şubat sayısı, s.30-32. Akyol T. (2004) “Matbaa bizde neden gecikti?”, Milliyet, 16 Ağustos 2004, http://www.milliyet.com.tr/2004/08/16/yazar/akyol.html Basın İzleme Araştırma Komitesi http://www.iaaturkey.com/komisyonlar_BIAK.html, Mart 2008 Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, http://www.byegm.gov.tr/TURKBASINI/gazete-turkce.htm, 16 Aralık 2009 Bozkurt T. (2008) “Okurun Gözüyle Medya” Yazı Dizisi, Zaman Gazetesi, 13-14-15 Ekim, s. 6 Göksel A. ve Başok Yurdakul N. (2002) Temel Halkla İlişkiler Bilgileri, İzmir: Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, No: 15, 204 Kabataş T. (2004) “Light Gazete”, 2 Nisan 2004, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/264168.asp, 14 Ocak 2010 Kesmez M. (haz.) (2008) Türkiye’nin en çok okuduğu ve en beğenilen köşe yazarları kimler, Araştırma, MediaCat Dergisi, Şubat sayısı, s.22-24. 13 Taşkıran E. (haz.) (2010) “Türkiye’nin en popüler köşe yazarları”, Dosya, MediaCat Dergisi, Şubat sayısı, s.54-58. Özçağlayan M. (2008) Gazetelerin Gelişimi ve Gazeteciliğin Geleceği (Yeni Teknolojiler ve Medya Ekonomisi Açısından Genel Bir Değerlendirme), s.131159, İletişim Dergisi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Temmuz, Sayı:13. Özgen M. (2004) Türkiye’de Basının Gelişimi ve Sorunları, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, İstanbul. Tokgöz O. (1981) Türkiye’de Yerel Gazetecilik Olgusu: Rolü ve Önemi, Atatürk’ün 100. Doğum Yılına Armağan No:3 Yıllık 1979-1980, Ankara,s.271-295. Tokgöz O. (2003) Temel Gazetecilik, İmge Kitabevi Yayınları, İstanbul, 5. Baskı. Topuz H. (2003) II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, Kasım, 2. Baskı. Türkiye İstatistik Kurumu http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=6161, 16 Aralık 2009 Schneider W., Raue P.(2000) Gazetecinin El Kitabı, Çeviren: Işık Aygün, Konrad Adenauer Vakfı, Ankara. Van Den B., Annette & others (2006) Managing Corporate Visual Identity, Exploring the Differences Between Manifacturing and Service, and Profit Making and Nonprofit Organizations, Journal of Bussiness Communication, Volume 43, Number 2, April, 138-157. Görüşmeler Genel Yayın Yönetmeni Rifat Ababay ile görüşme, 20 Haziran 2008 ve 16 Ekim 2008 Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz ile görüşme, 18 Aralık 2008 Görsel Yönetmen Saliha Pakel ile görüşme, 18 Aralık 2008 Yazı İşleri Müdürü Betül Kabahasanoğlu ile görüşme, 15 Ocak 2009 Haber Müdürü Elif Yılmaz ile görüşme, 15 Ocak 2009 Ekonomi Müdürü Ahmet Çelik ile görüşme, 15 Ocak 2009 Magazin Müdürü Müge Dağıstanlı ile görüşme, 21 Ocak 2009 Spor Müdürü CanUyguç ile görüşme, 28 Ocak 2009 Yazar Yazgülü Aldoğan ile görüşme, 28 Ocak 2009 14 AVANTAJLARI AÇISINDAN DİJİTAL RADYO YAYINCILIĞI (DAB)1 Yrd. Doç. Dr. Ali Balabanlar ÖZET Sayısal iletişim tekniği kullanılarak yapılan radyo yayıncılık hizmetleri, analog yayın sistemlerine göre ses kalitesinin üstünlüğü yanında çeşitli bilgilerin eş zamanlı olarak ve daha ekonomik koşullarda program ile birlikte iletilebilme imkanı sağlamaktadır. Başta ABD, Almanya ve İngiltere olmak üzere birçok ülkede yapılan fizibilite çalışmaları ve saha denemeleri 21.yy’ın yeni yayın sisteminin sayısal yayın sistemleri olacağını göstermiştir. Sayısal ses yayıncılığının uydu ve karasal olmak üzere iki çeşidi bulunmaktadır. Ancak, dünyada birçok ülke, avantajlarını değerlendirerek sayısal ses yayıncılığının karasal olarak yapılması yönünde çalışmalar yapmaktadır. T-DAB (Terrestrial Digital Audio Broadcasting/Karasal Sayısal Ses Yayıncılığı) şimdiki analog radyonun gelişmişi ve devamı olarak kabul edilmekte ve ses ve veri hizmetlerini sağlamaktadır. ABSTRACT Besides its audio quality, DAB enables a sync transmission of various datas by radio broadcasting at a small cost, according to analogue broadcasting systems. Studies and field researches in the USA, Germany, United Kingdom and in some other countries indicate that DAB will be the major broadcasting system of 21th Century. There are two kinds of DAB as “bySatellite” and “Terrestrial”. Most of the countries prefer the “Terrestrial” one because of its advantages. T-DAB (Terrestrial Digital Audio Broadcasting) is being accepted as the advanced form of analogue radio broadcasting system. Keywords: DAB, T-DAB, Eureka-147 Anahtar Kelimeler: Dijital Radyo Yayıncılığı, Karasal-Sayısal Ses Yayıncılığı, Eureka-147 1 The Advantages Of Digital Audio Broadcasting (DAB) 15 1. DİJİTAL RADYO - ANALOG RADYO KIYASLAMASI 1.1. Dijital Radyo Yayıncılığının Tercih Nedenleri Sesli servislerin her zaman varlığını sürdüreceği aşikar olsa da; içeriğin, iletimin ve çok amaçlı alıcıların sayısallaşması sonucunda, yayıncılık hizmetleri ve dinleyicileriyle birlikte oturmuş bir radyoculuk platformunu ortadan kaldırabileceğini değerlendiren çevreler bulunmaktadır. Oturmuş bir platforma sahip olma isteği mevcut değerleri korumayı beraberinde getirebilir. Diğer yandan bazı radyo istasyonları ulusal çapta ağların ortaya çıkması için yeni hizmetler veya kapsama genişlemelerinin oluşmasını (ki bu, reklamcılar tarafından istek görmektedir) engelleyen FM bandının doygunluğundan yakınmaktadırlar. Radyo aktörleri, FM radyonun hala dinleyiciler ve reklam karları açısından gelişmeye devam etmekte olduğunu vurgulamaktadırlar. Oysa ki; FM teknolojisi en olgun haline gelmiş ve istasyonların sayısı aşağı yukarı sabitlenmiştir ve daha fazla radyo kanalı açmak veya ses kalitesini arttırmak için fazla bir imkanın olmaması gibi bir durumla karşı karşıya bulunulmaktadır. 2000’li yılların radyo yayın sistemi DAB kendi yapısı içinde CD kalitesinde radyo programına ek olarak metin, resim ve video film formlarında veri servislerine de yer verebilmektedir. SFN tekniğiyle frekans spektrumundan büyük tasarruf sağlanacaktır (White, 1944, s.3). Bu tasarruf sayesinde halen FM bandında yaşanmakta olan sıkışıklık ve bu sıkışıklığın yol açtığı net dinlenememe DAB ile birlikte ortadan kalkacaktır. Reklamcılık pazarı özel radyolar için hayati öneme sahiptir ve aynı zamanda yeni fırsatlar sunmaktadır. DAB sayesinde belirli bir dinleyici kitlesine kolaylıkla ulaşabilme imkanı olacak ve böylece reklamcılıkta zamanı daha verimli kullanabilme imkanı doğacaktır. Radyo reklamcılığı ulusal ve bölgesel ekonomiler için de önemli bir işleve sahiptir ve ticaretin gerilemesini engellemek, mevcut işlerin idame ettirilmesi ve yeni çalışma alanlarının yaratılmasını sağlamak anlamına gelmektedir. Son olarak DAB olgusunun teknik cephesine bakıldığında zincirin halkaları olan yayıncı, altyapı hizmeti sağlayanlar ve tüketicilerin her birine önemli kolaylıklar ve daha yüksek beklentiler sunarken; düzenleyici kuruluşlar için de son derece avantajlı olduğu görülmektedir. DAB ağının, SFN mantığına göre planlanması ve yönetimi; düzenleyici kuruluşların spektrum yönetimi süreçlerini basitleştirmekte, analog sistemlere göre belli bir noktadaki etkin yayılım gücünün (Effective Radiative Pover-ERP) yaklaşık 10 kat azalmasına imkan vermektedir. Kafalarda DAB’ın uygulanmasının kolaylaştırılması veya kısıtlanması hakkında son kararın halk tarafından alınacağı fikri yaygındır. Bu noktada hem daha yüksek 16 hizmet kalitesi alabildiği hem de maruz kaldığı elektromanyetik kirlilik 10 kat düştüğü için; hakikaten halkın durumu kavraması ve talebini giderek daha yüksek sesle dile getirmeye başlamasını öngörmek gerekmektedir. Diğer taraftan DAB’a geçişin daha önceki teknoloji değişimlerindeki gibi bir durum oluşturmasının söz konusu olabileceği değerlendirilmektedir. En bariz emsal FM/AM yayınlarının aynı anda yayın yapmasıdır. Düşük ve orta dalga bantlarındaki doygunluğa bir çözüm getirmek ve daha iyi bir ses kalitesi ortaya koymak üzere 1933’te ABD’de geliştirilmiş olan FM, 1950’li yıllarda Avrupa’ya giriş yapmıştır (1955’te İngiltere, 1961’de Fransa). FM'in çıkmasından itibaren AM’in tamamıyla yerini FM’e bırakabilmesinden önce, 30 yıldan uzun bir süre boyunca FM ve AM bantlarından aynı anda yayın yapılması gerekmiş ve bu uzun süreçte boyunca, FM yayın şebekelerinin ağ yayılımı oluşturulması, bunların frekanslarının tahsisi, müzik kanallarının devreye (White, 1944, s.4) girmesi (ki bu bir öldürücü rekabet [killer application] örneğidir) ve alıcı cihazlara FM tunerlarının yerleştirilmesi faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Arkasından AM yerini neredeyse tamamen FM’e bırakmıştır. 1.2. Dijital Radyo Yayıncılığının Özellikleri DAB, diğer radyo yayıncılık sistemlerine göre birçok avantaj getirmektedir. • Kullanılan modülasyon tekniği, çok yollu yansımalardan kaynaklanan kirlenmelerden neredeyse hiç etkilenmemektedir. Mobil veya sabit alıcılar üzerinde, trafiğin yoğun olduğu veya şehrin en kalabalık alanlarında mükemmel alışlara imkan vermektedir. • Sayısal sinyallerin iletimi analog sistemlere nazaran daha az güç gerektirmektedir ve sinyal alındığı sürece aynı temizlikte ses kalitesini devam ettirir. • Bir verici üzerinde çoklu servisleri (istasyonları) taşıma yeteneğine sahiptir. Bu da çok iyi bir maliyet etkinliği veya paylaşımlı maliyet yayılımına izin vermektedir. • Çeşitli katma değerli uygulamalar için sese ek olarak, veri iletimine imkan verecek özellikleri haizdir. • CD/Stereo, FM/Mono, FM/Stereo, AM yayın kalitesinde radyo programları yayıncı tarafından tercihli olarak yayınlanabilmektedir. • Program ilintili veri veya programdan bağımsız veri iletimi yapılabilmektedir. 17 • Etkileşimli radyo yayıncılığı (Interactive Radio Broadcasting) yapılabilmektedir. • Sabit, portatif ve mobil tip alıcılarda kesintisiz ve enterferanssız yayın alışı sağlanabilmektedir. (http://antrak.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&i d=1413&Itemid=90) • Yayın kalitesindeki tercihe bağlı olarak, 5-8 stereo radyo programını tek vericiden yayınlayabilme yeteneğine sahiptir. • Analog FM yayınlarına göre daha düşük güçle kapsama sağlamaktadır. • GSM ve GPS gibi diğer teknolojilerle birlikte çalışabilecek yapıdadır. • Yayıncılar arasındaki rekabet, rekabeti zorlaştıran teknik engellerden daha çok, program içeriklerine dayalı olarak gelişecektir. • DAB’ın geniş veri kapasitesi, çokluortam/radyo servisleri için yol açmaktadır. 1.3. Analog Radyo Yayıncılığının Özellikleri DAB ile karşılaştırıldığında analog sinyallerin iletimi bazı açık dezavantajlara sahiptir. • Analog radyo dünyasında, ses kalitesi mesafeler uzadıkça sinyalin zayıflaması nedeniyle veya çok yollu yansımalardan kaynaklanan etkiler gibi iletim bozulmalarından dolayı zarar görür. • Analog sinyaller yararlı bir yayılım kapsaması sağlamak için daha yüksek güç seviyelerine ihtiyaç duyar. • Maliyet paylaşımı olasılığını ortadan kaldıracak şekilde her verici sadece bir servis taşıyabilir (Bir vericiden bir yayın). • FM radyo istasyonları minimum 200 kHz’e gerek duymaktadır. Coğrafi olarak komşu kanal enterferansını engellemek için kanal boşluğu bırakılmıştır. • Sinyalleri bir vericiden alıp komşuluğundaki başka bir alanda tekrar yayınlamak yani tekrarlamak için başka frekansların tahsisine ihtiyaç duyar. • SFN uygulaması yapılamaz. 18 1.4. DİJİTAL RADYONUN SUNDUĞU OLANAKLAR Dijital radyonun sunduğu olanaklar şu şekilde sıralanabilir (Balabanlar, 1997, s.108): 1. Ses Kalite Düzeyi * Hemen hemen tüm program malzemeleri için CD/R-DAT standartlarıyla aynı kaliteye sahip yüksek kaliteli stereo (iki kanallı) ses * Ses kanallarından optimum düzeyde istifade edebilmek için, ses sinyallerini düşük seviyede gönderme imkanı 2. Ses Kontrol İşaretleri Ses kontrol verilerinin iletimi (Sesin şiddeti, dinamik alan basıncı, matrisleme vb.) 3. Hizmet Türleri * Yüksek kalitede stereofonik ses * Yüksek kalitede monofik ses * Özel uygulamalar için, ana sisteme uygun türde ek ses kanalları ekleme imkanı (örneğin, surround ses düzeni için) * Farklı veri kapasitesi ve çalışma sürelerine sahip ek hizmet servisleri (örneğin, trafik haber kanalı, ticari veriler, sayfalandırma, fotoğraf/grafik, 1.5 Mbit/s’lik video/ses katları, geleceğin dijital yayın entegre servisleri) * Halen devrede olan yayınları etkilemeksizin yeni yayınlara daha esnek bir biçimde yer tahsis etme veya yerlerin yeniden belirlenmesi 4. Yayının Dağılımı * Yerli, bölgesel ve ulusal yeryüzü VHF/UHF şebekeleri * Yeryüzü şebekeleri ile ulusal/global UHF uydu servislerinin karma kullanımı * Kablolu yayınlar için, alıcılarda ortak sinyal kullanımı 5. Yayın Verileri * Her bir program sinyaline ilişkin Radyo Program Bilgisi (Data’sı) (Program Sınıflandırması, Program Dağıtım Kontrolü, Telif Hakkı Kontrolü, Şarta Bağlı Giriş, Canlı Program Bağlantısı, İşitme Engelliler için Servis) 19 * Çok yönlü veri iletim sistemi (Program ya da yayını kolayca belirleme, seçme ve bağlantı imkanı) 6. Ara Bağlantılar * (Bayt servisine indirgenmiş olan) ses sinyallerini ve ilgili verileri kaydetme olanağı. Böylece hem kendi program verilerini ihtiva eden tüm program sinyallerini kaydetme, hem de şifrelenmiş sinyallerinden oluşan küçük veri hatlarını kabul etme olanağı * Bilgi Bankalarına (ITE-Information Technology Equipment) ve iletişim ağlarına veri aktarma ve ortak bağlantı imkanı 7. Servis Olanakları * Mobil, taşınabilir ve sabit sistemlerle algılama * Zaman ve mekan açısından yüksek verimlilik * Kayıpların kabul edilebilir ölçülerde olma özelliği * Uzun ve kısa vadede çok yönlülüğe ve mobil alıcılarda görülen Dappler etkisine karşı yüksek direnç 8. Kullanımda Evrensellik * Sabit, taşınabilir ve mobil alımlar için uygunluk * Ortak alıcı modeline imkan veren farklı türlerde servis dağıtımı için alıcılarda ortak sinyal sistemi kullanımı 9. Spektrum Verimliliği * Geniş bir spektrum kullanımı (FM bandından daha elverişli, frekans ve tek-frekans şebekesini minimum düzeye indirme) * Bitişik frekans bandlarında birden fazla program iletim imkanı. 10. İşletim Koşulları * Kademeli ses Codec dizisi seçeneği (En az iki Codec) * Minimum düzeyde sinyal gecikmesi ve tercihli sabit ses miktarı 11. Tesisat * Düşük maliyetli alıcı ekipmanı * Basit, yönsüz alıcı anten kullanımı 20 2. DİJİTAL RADYO YAYINCILIĞINA GEÇİŞİN MALİYETLERİ Analogdan sayısala geçişin finansal sonuçları değerlendirildiğinde; maliyet ve ücretlerin farklı olduğunun ve bunlar arasındaki ilişkinin basit olmadığının unutulmaması gerekmektedir. İletim elementi için doğrudan sorumlulukla sayısal yayıncılığa geçmeyi planlayan bir yayıncı için maliyet aşağıdaki ekipmanın tedariki ve kurulmasıyla başlar: • Vericiler, • Antenler, • Anten destek yapıları, • Bina/Ekipman kabinleri, • Program besleyiciler, • Güç kaynakları. Gerekli kapsamayı sağlamak için uygun alanlar ve binalara ihtiyaç duyulmakta ve verici sayısına bağlı olarak parça fiyatlarında geniş bir çeşitlilik söz konusu olmaktadır. T-DAB için, Eureka-147 standartlarına uygun olarak kurulacak istasyonların maliyetleri aşağıdaki gibidir: T-DAB Yayını için kullanılacak verici cihazları Buna göre 3 program 109.000 € ve 1 program 36.333 €, yatırım gerektirmektedir. 1 kW DAB verici yaklaşık 5 kW FM vericinin kaplama alanına sahip olduğundan, 5 kW FM vericinin yaklaşık fiyatı (HARRIS veya TELEFUNKEN marka) 40.000 €’dur. Bu DAB seti bu haliyle %50 civarında bir kapasite ile çalışmaktadır. Bunun %100 kapasiteye çıkartılması, yani 6 program kanalı kullanılması halinde 1 program 20.166 € ve 6 program ise 121.000 € olacaktır. Bunun yanında analog sistemlerle karşılaştırıldığında müşterek kullanılacak cihazlar, bina, elektrik, soğutma ve anten sistemleri nedeniyle işletme giderleri yayıncı başına yaklaşık 1/6 oranında azalacaktır (üstelik yayın kalitesi ve kesintisiz kaplama alanı, fading (sinyalin sönümlenerek güçsüzleşmesi) etkileri olmaması ilave avantajları ile birlikte). Sayısal 21 yayıncılığa geçmeyi düşünen yayıncılar için temel soru “Yatırım yapmalı mı? Yapılacaksa ne zaman yapılmalı?”dır. Bu sorunun cevabı ise yayıncı niteliğine göre değişiklik gösterir (Jurgen, 1996). 3. DÜNYA DİJİTAL RADYO YAYINCILIK FORUMU 1994 Yılında Avrupa Yayın Birliği (European Broadcasting Union-EBU), Avrupa’da bir Sayısal Radyo Yayıncılığı platformu kurulmasını önermiş ve 1995 yılı Ağustos ayında EuroDAB forum olarak kurulmuştur. Üye sayısının Avrupalı olmayan ülkelerin katılımı sonucu artmasıyla, bu oluşumun ismi 1997 yılı Ocak ayında WorldDAB olarak değişmiştir. Bu gelişme, EUREKA147 DAB projesinin bütün dünyaya yayıldığını ve kabul gördüğünü göstermektedir. Şu anda 100’den fazla üyesi olan WorldDAB'ın kuruluş amacı; • dünyada DAB’ın gelişmesini desteklemek ve danışmanlık yapmak, • yayıncılık pazarında sistemin tanıtımını sağlamak, • endüstri kuruluşları, verici işletmecileri, yayın politikası üreticileri, yayın kuruluşları ve servis sağlayıcılar arasındaki bilgi alış verişini sağlamaktır. Forum üyeleri: • Yayın Kuruluşları, • Radyo Alıcısı İmalatçıları, • Otomobil İmalatçıları, • Servis sağlayıcıları, yayıncılar, veri iletimcileri vb. (DAB’ın sunduğu yeni imkanlar nedeni ile), • Devlet ve diğer resmi kuruluşlardır (Muller-Romer, 2002). Ülkeler ayrıca, Ulusal DAB platformlarını oluşturarak, 3-21 Temmuz 1995 tarihleri arasında Almanya-Wiesbaden’de Avrupa Posta ve Telekom İdaresi (European Conference of Postal and Telecommunications Administrations-CEPT) tarafından yapılan olağanüstü toplantıda; Avrupa’daki T-DAB frekans bloklarının ülkelere pay edilmesiyle proje çalışmalarını uygulamaya koymuşlardır. Ocak 2000’de EBU Eureka-147 Proje Grubu DAB sistemini mükemmelleştirmiş ve ardından Eureka-147 Proje Grubu ile WorldDAB iki organın başkanları arasında imzalan bir anlaşmaya istinaden birleşerek WorldDAB Forumunun "Teknik Komite"si altında faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. 22 4. DÜNYA DİJİTAL RADYO YAYINCILIK UYGULAMALARININ KISACA GELİŞİMİ DAB 1995 yılındaki başlangıcından beri 16 yıldır ticari olarak piyasada bulunmaktadır ve birçok önde gelen Avrupa ülkesinde (İspanya, İngiltere, Almanya,...) ticari lisanslar verilmiştir. Bu ülkelerde DAB teknik kapsama alanı oldukça değişkenlik göstermektedir: %20’den (Avusturya, Fransa) %80’e (İngiltere) veya %95’e (Belçika). DAB’ın Gelişimi 23 Yukarıdaki şekilde gösterilmektedir. DAB’ın gelişimindeki kilometre taşları • 1988’de Cenevre’de yapılan WARC konferansında tanıtmak için ilk alıcı cihaz hazırlandı. • 1990’a kadar çok az sayıda ve hacimleri 120 dm³ civarında test alıcıları üretildi (2. nesil). • 1992’de L bandı dünya çapında DAB için tahsis edildi. • 1993’de sistem tanımları son haline getirildi. • Hacimleri 25 dm³ civarındaki 3. nesil alıcılar, 1993’ün ortalarında test amaçlı olarak kullanılmaya başlandı. • 1996’da hacimleri 3 dm³ civarındaki 4. nesil alıcılar kullanılmaya başlandı. • 1994’de DAB’ın Avrupa Standartı olma konusu görüşüldü. • 1994 yılı Mart ayı içinde ITU’nun ITU-R BS.774 sayılı tavsiye kararı ile VHF/UHF bandındaki karasal sayısal ses yayıncılığı için gereksinimler belirlendi. Aynı tarihlerde ITU-R BO.789 ile de 5003000 MHz frekans bandındaki uydudan ses yayıncılığı için de gereksinimler belirlendi. • Aralık 1994‘de ITU-R BS.1114 ve ITU-R BO.1130 numaralı tavsiye kararları, “Karasal ve uydu ses yayıncılığı için VHF/UHF frekans aralığındaki mobil, taşınabilir ve sabit alıcılar“ adıyla kabul edildi. • 1995’de karasal DAB’ın başlangıcı, Almanya Wisebaden’de CEPT TDAB Planlama toplantısında tartışıldı. EBU, AB ve ITU gibi bölgesel ve uluslararası organizasyonlardan katılımcıların işbirliği ile toplam 73 frekans bloğunun, şimdiki ve gelecekteki kullanımlar için tahsis edilmesi hususunda görüş birliğine varıldı. • İlk tüketici tipi alıcılar Berlin’de düzenlenen IFA’95’de (International Funkausstellung/International Radio and Television Exhibition-Uluslararası Radyo ve Televizyon Sergisi-IFA) pilot projelerde kullanılmak üzere geliştirildi. Bundan sonra radyo ve çokluortam teknolojileri sürekli gelişti. • 1995 yılında İngiltere ve İsviçre’de ilk DAB test yayınları başladı. • 1995 Ağustos’unda EuroDAB Forumu kuruldu. • DAB bir Avrupa Standartı olarak kabul edildi ve Mart 1997‘de ETSI tarafından ETS 300 401 olarak kabul edildi. • 1997’de WorldDAB Forumu kuruldu. • DAB’ın pazara girişi IFA’97 ile birlikte oldu. Çok sayıda ekipman üreticisi, tüketici tipi DAB alıcılarını burada sergilediler. 24 • 1998’de gelişmiş DAB alıcıları daha uygun fiyatlarla satılmaya başlandı. • 2001 yılında ETS 300 401 güncellenerek son haline EN 300 401 adıyla getirildi. • 2002 yılında yapılan Maastricth, 2002 CEPT T-DAB Planlama toplantısında L bandında 1452.192 MHz -1479.408 MHz arasında 16 blok daha T-DAB için tahsis edildi. 5. DÜNYA’DA KARARLAŞTIRILAN KARASAL-DİJİTAL RADYO YAYIN FREKANSLARI T-DAB'a tahsis edilecek frekanslar; EBU, AB ve ITU gibi bölgesel ve uluslararası organizasyonlardan katılımcılar tarafından, Almanya Wisebaden’de CEPT T-DAB Planlama toplantısında tartışılarak toplam 73 frekans bloğunun şimdiki ve gelecekteki kullanımlar için tahsis edilmesi hususunda görüş birliğine varılmıştır. Bu frekans bloklarının ayrımı şu şekildedir: • 12 blok VHF II (87 MHz-108 MHz) • 38 blok VHF III (174 MHz -240 MHz) • 16 blok L bandı (1452 MHz-1492 MHz) Wiesbaden-95 toplantısında, L-Band’ının 9 frekans bloğunu oluşturan 1452-1467.5 MHz frekans bandı T-DAB yayınları için ve 1467.5-1492 MHz arasındaki 24.5 MHz ise S-DAB için ayrılmıştır. S-DAB için ayrılan 24 MHz’den, T-DAB’a 7 frekans bloğu daha aktarılması hususu ERO (Avrupa Radyokomünikasyon Bürosu) tarafından 1998 yılı sonunda diğer ülkelerle birlikte ülkemizden de sorulmuş ve kabul görmüştür. Arkasından 2002 yılında yapılan Maastricth-2002 CEPT T-DAB Planlama toplantısında; sonuçta L bandında 1452.192 MHz -1479.408 MHz arasındaki 16 bloğun TDAB için tahsis edilmesi (2002, s.61) sağlanmıştır. Maastricth 2002 CEPT toplantısında ilave edilen 7 frekans bloğu ile birlikte L-Band’ından yayın yapılabilecek T-DAB frekans bloğu sayısı 23’e çıkmıştır. 6. ÜLKEMİZ İÇİN KARARLAŞTIRILAN KARASAL-DİJİTAL RADYO YAYIN FREKANSLARI Ülkemizin kullanımı için Wiesbaden-95 ve Maastricth-2002 CEPT T-DAB Planlama Toplantıları sonucunda; T-DAB için 12A, 12B, 12C, 12D, LA, LB, LC LD, LE, LF, LG, LH, LI, blokları tahsis edilmiştir. 25 TV. 12. kanalındaki DAB bloklarının yerleşimi Yukarıdaki şekilde her biri 1.536 MHz band genişliğine sahip ülkemize tahsisli DAB bloklarının frekans spektrumunda yerleşimi gösterilmektedir. DAB blokları harflerle gösterilmekte olup, hangi kanala aitse o kanalla birlikte isimlendirilmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere bir blok için gerekli band genişliği VHF III’üncü bandda 1.536 MHz’dir. Bir bloktan yayının niteliğine göre 5-8 strereo yayın yapılabilir. Aynı zamanda yine yayının niteliğine göre, yani yayının ihtiyacı olan band genişliğine bağlı olarak, bu yayın sayısı 10’a kadar çıkabilir. Ülkemizde halihazırda kullanımda olan sadece 12B bloğudur ve bu da TRT’nin pilot yayını için tahsis edilmiştir. Kaynakça Kitap, Dergi, Makale Balabanlar, Ali, ”Dijital Radyo Yayıncılığı”, İletişim Broadcast, Kasım 1997. Jurgen, R.K., “Broadcasting with digital audio”, IEEE Journals,1996. Muller-Romer ,Frank, “DAB - The Future European Radio System”, IET Conferences, 2002. White, Leigh, “Buck Fuller and the Dymaxion World”, in: The Saturday Evening Post, 14 October 1944, cited in: Joachim Krausse and Claude Lichtenstein (eds.), “Your Private Sky”, Lars Müller Publishers, Baden/Switzerland, 1999. Raporlar The Wisebaden,1995, Special Arrangement as revised in Maastricth, 2002. İnternet Erişimi http://antrak.org.tr 26 İNTERNET GAZETECİLİĞİNİN MEDYA DÜNYASI İÇİNDEKİ ROLÜ VE EKONOMİK BOYUTLARI1 Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz ÖZET Teknolojinin ve iletişim olanaklarının çok hızlı bir şekilde ilerlediği içinde yaşadığımız 21. yüzyılda birçok meslek geçmiş yıllara göre önemli değişimlere uğramıştır. Günümüz teknoloji ve iletişim çağının değişim yarattığı bu mesleklerin başında da gazetecilik gelmektedir. Yirminci yüzyılın ve çağımızın en büyük buluşu olarak kabul edilen internet, her geçen gün hızını ve ulaşabilirlik katsayısını arttırmasının yanında, birçok yeni medya ve iletişim teknolojisinin de tetikleyicisi durumundadır. İnternetin her eve girmesine bağlı olarak, kitle iletişim araçlarının da bu yeni teknolojiyi kendi sistemlerine entegre etme zorunluluğu doğmuştur ve internet gazeteciliği de bu durumun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnternet gazeteciliği en yalın şekliyle, gazeteciliğin ilke ve kurallarına bağlı kalarak bu mesleği elektronik ortamda icra etmek olarak açıklanabilir. Ancak, gerek teknolojinin hayatımızın içine her yönüyle müdahil olması gerekse de insanların haber alma ihtiyaçlarının değişiklik göstermesine bağlı olarak internet gazeteciliğinin etkinliği ve konumu günden güne yükseliş göstermektedir. Bu çalışmada, ilk olarak internet gazeteciliğinin genel bir çerçevesi çizilip önemi anlatılacak, daha sonra ise internet gazeteciliğinin ekonomik boyutları hakkında bilgiler verilecektir. Son olarak ise, internet gazeteciliğinin gelecekteki konumlanmasına ilişkin olarak değerlendirmeler ve analizler yapılacaktır. ABSTRACT Numerous professions have changed significantly compared to past years in 21st century where technology and communication opportunities move rapidly. Journalism is on top of those professions that influenced these changes in technology and communication era nowadays. Internet, accepted as the most remarkable discovery of the 20th century and current era, is trigger of many new media and communication technology along with increasing its speed and availability of access day by day. Means of mass communication inhered to integrate this new technology into their systems, as internet became available at every household and consequently internet journalism has come on the scene. Internet journalism can simply be defined as the execution of this profession on electronic platform standing to the principles and rules of journalism. On the other hand, the efficiency and position of internet journalism increase day by day, as technology intervene in our daily life by all means and people’s need for receiving news vary. In this study; first of all the concept of internet journalism and its importance will be defined, after that information about economic dimensions of internet journalism will be given. Finally, evaluation and analysis will be done regarding the future positioning of internet journalism. Keywords: Journalism, Economics of İnternet, New Communication Technologies Anahtar Kelimeler: Gazetecilik, İnternet Ekonomisi, Yeni İletişim Teknolojileri 1 The Role And Economic Dimensions Of Internet Journalism In Media World 27 I. GİRİŞ İnsanların çevresinde olan biten olaylardan haberdar olma ya da dünyadaki gelişmelerden bilgi sahibi olma ihtiyacı en temel gereksinimlerinden biridir. Bu gereksinimin köklerine indiğimizde, bugünkü gazetecilik mesleğinin bir başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz 14. yüzyıldaki haber kağıtlarını ve haber mektuplarını ilk örnekler olarak kabul edebiliriz. Ancak, asıl büyük ivme 15. yüzyılda Gutenberg’in matbaayı icat etmesi ve daha sonra bunun yaygınlaşarak tüm Avrupa’ya yayılması olarak gerçekleşmiştir. Nihayet 17. yüzyılda da bugünkü modern gazetecilik anlayışının bir karşılığı olan ilk gazetecilik uygulamalarına ve gazetelere rastlamaktayız. İlk olarak Avrupa’da başlayan ve oradan tüm dünyaya yayılan gazetecilik anlayışı, ilerleyen yıllar içerisinde hem yapısal anlamda hem de içerik yönünden birçok değişikliğe uğramıştır. Günümüze geldiğimizde ise, gazetecilik mesleğinin tamamen kabuk değiştirdiğini ve geleneksel gazetecilik anlayışından internet gazeteciliğine süregelen bir değişimin ‘karşı koyulamaz’ örneklerini görmekteyiz. İnsanlık tarihi açısından baktığımızda her yüzyıl kendi içerisinde birden çok değişimin yaşandığı ve gelecek yılları etkileyen gelişmeleri ya da olayları içinde barındıran zaman dilimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl 18. yüzyılı makine çağının başlangıcı, Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız İhtilali ile hatırlıyorsak, 19. yüzyılı da İngiltere’deki Sanayi Devrimi ile bağdaştırmak ve öne çıkarmak mümkündür. 20. yüzyılda ise tüm dünyayı etkileyen iki dünya savaşı meydana gelmiş olmasına rağmen, 20. yüzyıl denildiğinde çağın belki de son bin yılın en büyük buluşu olarak adlandırılan internet ortaya çıkmıştır. Peki, nedir interneti bu denli önemli hale getiren ya da son bin yılın en büyük buluşu olarak nitelendirmemize neden olan unsurlar? Öncelikli olarak şunu açık ve net bir şekilde ortaya koymamız gerekmektedir ki; internet, küreselleşmenin meydana getirdiği yeni dünya düzeninin ortaya çıkardığı sistem içerisinde zaman ve yer gibi kavramları ortadan kaldırmıştır, aynı zamanda dünyanın ‘küçük bir köy’ gibi algılanmasına ve sistemin kendi içerisinde bunu kabul etmesine olanak sağlamıştır. İnternetin ortaya çıkması ve zaman içerisinde gerek hız gerekse de kullanım yaygınlığının artmasına bağlı olarak geniş kitlelere hitap etmesi sonucunda, birçok işin ve iş görme şekillerinin baştan aşağıya değişime uğraması da kaçınılmaz olmuştur. Teknolojinin hayatın içine girmesi ve tüm iş kollarını etkilemesinin yanında, internetin de sistemin içine entegre olması sonucunda, birçok meslek ya da özel anlamda şirket bu değişime 28 ayak uydurmakta zorlanmıştır. Bunun neticesinde de ya şirketin iflas etmesi veya mesleğin ortadan kalkması sonucu ortaya çıkmıştır ya da değişimi kendi bünyelerinde içselleştirenler için de rekabet edilebilir bir gücün varlığı belirgin bir şekilde hissedilmiştir. Kitle iletişim araçlarının ‘altın çağı’ olarak adlandırabileceğimiz 20. yüzyılın sonlarında yaygınlaşan internetin etkinliğini arttırması neticesinde, özellikle 21. yüzyılın başlarından itibaren basın sektörü içerisinde de internetin meydana getirdiği değişimleri görmek mümkün olmuştur. Basın sektörü içerisinde rekabet edebilmek için teknolojinin ön koşul olduğu bilinmekle birlikte, buna internetin meydana getirdiği değişimler de eklendiğinde, basın işletmeleri için bu yeni teknolojinin gerektirdiği yatırımı yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu durum da basın işletmelerini ciddi anlamda bir finansal gücün varlığına olan ihtiyaçlarını bir zorunluluk haline getirmiştir. İnternetin meydana getirdiği bu yeni düzen çerçevesinde basın işletmeleri içinde en çok etkilenen mecranın gazeteler olduğunu söylemek mümkündür. Geleneksel gazeteciliğin gerektirdiği ve mesleğin özünü oluşturan ilke ve kurallar çerçevesinde faaliyetlerine devam eden gazeteler, internetin ortaya çıkması ile birlikte internet gazeteciliği olarak tanımlanan ve geleneksel gazeteciliği ‘tehdit eden’ yeni bir durum ile karşı karşıya kalmışlardır. Özü itibariyle gazetecilik mesleğinin temel ilke ve kurallarına bağlı kalarak ‘sanal ortamda’ gazetecilik mesleğini icra etmeyi tanımlayan internet gazeteciliği, geleneksel gazetecilik ile karşılaştırıldığında birçok avantajı ve dezavantajı da bünyesinde barındırmaktadır. Ancak, teknolojinin günden güne ilerlediği 21. yüzyıl iletişim ve bilgi çağında, internet gazeteciliğinin medya dünyası içindeki konumu ve etkinliği her geçen gün daha da artmaktadır. Bu çalışmada, öncelikli olarak internet gazeteciliği hakkında çeşitli perspektiflerden bakarak bilgiler verilecektir. Daha sonra ise internet gazeteciliğinin gider ve gelir kalemleri ekonomik boyutlarıyla değerlendirilecek ve gelecek yıllar içerisinde internet gazeteciliğinin ortaya çıkaracağı değişimlerle ilgili analizler ve saptamalar yapılacaktır. II. İNTERNET GAZETECİLİĞİ İletişim; enformasyon, düşünce, tutum ya da kısaca iletilerin (mesajların), anlaşmayı gerçekleştirebilecek ortak bir dil aracılığıyla kişiler, gruplar ve toplumlar arasında aktarılması sürecidir (Uluç, 2003: 14). Ancak, bu süreci yani iletişimi, yalnızca iki kişi arasında gerçekleşen bir eylem ya da eylemler dizisi olarak değil; ayrılmaz bir parçası olduğu toplumsal düzende, 29 etki-tepki ilişkileri çerçevesindeki toplumsal bir süreç olarak düşünmemiz gerekir (Girgin, 2008:1). Bu çerçevede de iletişim, insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için zorunlu olarak kullandıkları araçların başında gelmektedir (Mısırlı, 2004: 2). İletişim sürecinin gerçekleşmediği ya da gerçekleşmesi esnasında problemlerin ortaya çıktığı durumlarda; kişi, grup ya da toplumlar arasında sıkıntıların oluşması ve krizlerin meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden sağlıklı bir yapının oluşmasının öncelikli koşullarından birinin başarılı bir iletişim sürecinin gerçekleşmesi olduğunu söyleyebiliriz. İletişimin toplumlar için bu denli önemli olduğu ve teknolojinin de içinde yaşadığımız çağda çok hızlı bir şekilde ilerlediği gerçeğinden hareket ederek, bu durumun ortak bir sonucu olarak değerlendirebileceğimiz ve 21.yüzyılın en öncü teknolojisi olan internet, gerek sosyal hayatın gerekse de iş yaşamının her alanına çok önemli ölçülerde etki etmiştir. İnternet, birden fazla haberleşme ağının (network) birlikte meydana getirdikleri bir iletişim ortamıdır. Bu iletişim ağları, bilgisayarlar ile oluşturulmaktadır. Diğer bir deyişle, internet bilgisayarlar arasında kurulmuş bir haberleşme ağıdır (Uluç, 2003: 20). Bu haberleşme ağının oluşturduğu yeni düzen sayesinde, insanların ya da şirketlerin yer ve zaman kavramlarından bağımsız bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmaları mümkün hale gelmiştir. Ayrıca, hem sosyal hayatın içindeki birçok alışkanlıklar hem de iş yaşamındaki iş görme usulleri, internet sayesinde oldukça önemli farklılıklara uğramıştır. İnternet ilk olarak ABD’de askeri amaçlı bir proje ile ortaya çıkmıştır. 1960’lı yıllarda, soğuk savaş döneminin nükleer çatışma tehdidi yüzünden savunma amaçlı projelere büyük harcamalar yapılmaktaydı. ABD tarafından geliştirilen ve ARPANET (Advanced Research Project Authority Net) adı verilen proje, ülke savunmasını birbirine bağlı bilgisayarlarla kurulacak iletişimle koordineli bir biçimde sağlamak amacıyla, 1969 yılında geliştirilmiştir. Bu ağ, 1990 yılında internet adını alarak, en gelişkin sivil ağ tanımlamasıyla kullanıma sunulmuştur. Askeri amaçlı araştırma yapan laboratuar ve üniversiteleri birbirine bağlamak için geliştirilen ARPANET, ilk olarak ABD’deki üniversitelerin kullanımına açılmıştır (Uluç, 2003: 21). Online çağ ise sermaye sahiplerinin gelmesiyle başladı. Aslında bu çağ 80’lerin başında başlamak üzereyken ertelendi ve 90’ların başında geldi. Sermaye sahipleri, bilgisayar üzerindeki yazıların telefon üzerinden iletilerek ekranda görüntülenmesine olanak veren bu yeni bilgi dünyasının avantajlarından faydalanmak istediler. Aslında bu işler için bir bilgisayara sahip olunması bile gerekmiyordu. Ancak elbette evde bulunan bir kişisel 30 bilgisayar sayesinde; hizmetlerden faydalanmak, bilgiye ulaşmak ve bu bilgileri saklamak daha kolaydı. Birçok olanak bulunmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük kitlelerin bunlardan faydalanması 1994 yılına kadar gerçekleşmedi (Carveth, 1998: 266). Ancak, 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren çok hızlı bir gelişim sürecine giren internet, 21.yüzyıl ile birlikte de hem kullanım hızı hem de kullanım yaygınlığı açısından önemli boyutlara ulaşmıştır. Türkiye’de ise, internet çalışmalarının 1980’lerin ortalarında başladığı görülmektedir (Çağlayan, 1998: 228) ve 80’li yıllarda başlayan bu çalışmalar meyvesini 1993 yılında vermiştir. İlk olarak, TÜBİTAK-ODTÜ işbirliği çerçevesinde global anlamda internete bağlantı gerçekleşmiştir. Daha sonraki yıllarda ise, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, ülkemizde de ilk olarak üniversiteler bu işin öncülüğünü gerçekleştirmiştir. İlerleyen yıllarda ise, teknolojinin gelişmesi ve küresel sistemin yarattığı yeni dünya düzeni çerçevesinde internet oldukça geniş bir kitlenin kullanımına sunulmuştur. Günümüzde internet herhangi bir kuruma ya da kuruluşa bağlı olmayan, henüz tam anlamıyla işlevsel bir şekilde herhangi bir yasayla denetlenmeyen ve düzenlenmeyen, her kişi ya da kurumun dilediği zaman bağlanabileceği bir ağ sistemine dönüşmüştür. Özellikle ticari internetin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte internet yeni bir iletişim kanalı, yeni bir dağıtım kanalı ve yeni bir medya ortamı olarak işlev görmeye başlamıştır. Bu yapı kendine özgü işleyişi ile yeni bir iş ortamı, yeni bir iş kültürü ve yeni bir kurallar dizini yaratmıştır. Şimdiye kadar hiç girilmeyen pazarlara ulaşmak son derece kolaylaşmış, şirket içi ve şirketler arası iletişim ucuzlamış ve basitleşmiştir. İletişimin bu denli ucuz ve kolay yoldan gerçekleşmesi nedeniyle bilgi ve belge paylaşımı artmıştır (Kırcova, 2005: 6). Bir başka deyişle internet, sadece teknoloji temelli özelliği ile değil, diğer yan unsurları ile de birçok değişikliğin ve farklılığın ortaya çıkmasını sağlamıştır. İnternetle birlikte ortaya çıkan yeni gelişmelerle geleneksel tek yönlü iletişim yerine etkileşimli olarak ses, hareketli görüntü, metin ve resim gibi içerikler taşınabilir duruma geldi. Bu nedenle; 1990’lı yılların başlarından itibaren internet, gazetecilikte kısa sürede önemli, aynı zamanda yetkin bir tamamlayıcı öğe olarak değerlendirmeye alındı. Bilgisayar teknolojileri var olan haber endüstrisi ürünlerine gerçek zamanlı olarak erişmeyi mümkün hale getirdi. Çok büyük ölçekli haberlere, arşivlere, haritalara, video ve ses kayıtlarına veya haberi destekleyici malzemeye artık internet sayesinde ulaşmak çok kolaylaştı (Tokgöz, 2008: 88). Öyle ki, dünyanın herhangi bir 31 bölgesinde meydana gelen bir olay, saniyelerle ifade edilen süreler içerisinde bilgisayarımızın ekranlarına yansımaktadır. Bu durumun yarattığı rekabet ile hızlı, güncellenebilir ve multimedya destekli haber anlayışı, internet gazeteciliği için kalite standardının belirleyicisi konumunda bulunmaktadır. İnternet gazeteciliğine yönelmeyle birlikte, pek çok yenilik gündeme gelmiştir. Asıl önemli olan ise, artık geleneksel gazetecilik ve internet gazeteciliği olarak gazetecilikte bir ayrımın yerleşmekte olmasıdır. Üzerinde ısrarla durulan ise, internette haberlerin üretiminin ve dağıtımının geleneksel gazeteciliğe göre farklı yöntemlerle yapılmaya yönelinmesidir. Haberlerin üretilmesinde gazetecinin rolü bakımından geleneksel gazetecilik ile internet gazeteciliği arasında belirgin özellikler ortaya çıkmaya başlamıştır (Tokgöz, 2008: 89-90). En yalın şekliyle; geleneksel gazetecilik anlayışının ilke ve kurallarının, internet ortamında icra edilmesi olarak tanımlayabileceğimiz internet gazeteciliği, teknolojik gelişmeleri eşzamanlı olarak bünyesine monte etmenin avantajı ile birlikte, her geçen gün geleneksel gazeteciliğin ‘sarsılmaz’ gerçekliklerini zorlamaya ve değişimler yaratmaya başlamıştır. İnternet gazeteciliğini basılı gazetelerin internet sayfaları ve haber portalları olmak üzere iki gruba ayırabiliriz. Özü itibariyle aynı iş yapılıyor olmasına rağmen, haberin temel kaynağı ya da haberin üretimi, oluşturulması ve sunulması aşamalarında birtakım farklılıklar bulunmaktadır. Basılı gazetelerin internet sayfaları gazete yer alan içeriğini aynı şekilde internet üzerinde vermektedirler. Ancak, buna ilave olarak sadece internet sayfasında yer alan yazarlar da bulunmaktadır. Bu duruma en iyi örnek olarak da, Hürriyet gazetesi internet sayfası yayın yönetmeni olan ve çok kısa bir süre içerisinde en çok ziyaret edilen gazete sayfasının oluşmasını sağlayan gazeteci Fatih Çekirge örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca, Fatih Çekirge gibi başka gazetelerde yer alan birtakım yazarlar da basılı olarak üretilen gazetede değil de, sadece o gazetenin internet sayfasında yazılar yazmaktadırlar. Basılı gazetelerin internet sayfalarının birçoğu aynı zamanda güncel haberleri ve anlık gelişmeleri de, multimedya destekli olarak birebir şekilde vermektedirler. Haber portalları ise, basılı gazetelerin internet sayfalarına göre farklı bir durum arz etmektedirler. Haber portallarının bazıları içeriklerinin tamamını kendileri oluşturmaktadırlar ve sadece kendileri için çalışan gazetecileri bünyelerinde barındırmaktadırlar. Buralarda çalışan internet gazetecilerinin önemli bir çoğunluğu, daha önce bu mesleği çeşitli yerlerde yapmış olan, fakat birtakım sebeplerden dolayı işten çıkartılan ya da işten ayrılan 32 gazetecilerden oluşmaktadır. Bazı haber portalları ise -ki aslında birçoğu da diyebiliriz- basılı gazetelerin internet sayfalarında ya da diğer haber portallarında yer alan haberlerin ve köşe yazılarının bir ‘potporisi’ şeklinde düşünülebilir. Gazeteciliğin dijital anlamda ortaya çıkışı, internetin gelişim süreci kadar eski değildir. Amerika’da dijital gazetecilik, E-zine denilen magazin dergileri ile başlamıştır, günümüzde Amerika’da en fazla elektronik yayıncılık yapan yayınlar bu tür dergilerdir. Amerika’da elektronik dergiler sayıca elektronik gazetelerden çok daha fazladır. Harper, “Dijital Dünya’da Haberler ve Bilgiler“ adlı kitabında e-zine’lerin neden ilk yayın organları olarak sanal ortamda göründüklerini şöyle açıklamaktadır: “E-zine olarak adlandırılan elektronik formlu dergilerde haberler ve haberin içeriğini oluşturan bilgilerin güncellenmesinde zaman sorunu çekilmiyordu. Oysa gazetelerin günlük olarak güncellenmesi gerekiyordu. Gazetelerde yayın güncellenmesi için zamanın kısıtlı olması ve önceleri bunu yapabilecek teknolojinin bulunmaması nedeniyle elektronik formlu dergiler internet ortamına gazetelerden önce girmişti.” (Harper, 1998: 118-119). Harper’ın bu görüşünde belirttiği gibi, dergilerin gazetelerden önce ‘internet dünyası’ ile tanışmasının başlıca nedeni, gazetelerin hızla güncellenmesi gerekliliğidir. Ancak, internetin ilk ortaya çıkışı ve basın dünyası ile tanıştığı günlerde, güncelleme ile ilgili hız ve zaman konusunda sıkıntılar olsa da, günümüzde artık böyle bir şeyin söz konusu olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta çoğu zaman, ulusal ya da uluslararası önemli bir gelişme ilk olarak internet sayfaları üzerinden kamuoyunun bilgisine sunulmaktadır. Türkiye’ye baktığımızda ise, ilk olarak 1995 yılının Temmuz ayında Aktüel dergisi içeriğini internete taşımıştır ve bu alanda öncü olmuştur. Gazeteler arasında ise, Zaman gazetesi ilk olarak internete giriş yapan gazetedir. Zaman gazetesi 2 Aralık 1995 tarihinden itibaren, mevcut basılan gazetede yer alan haberleri ve köşe yazılarını internet üzerinden yayınlamaya başlamıştır. Ancak, burada bir sınırlamaya giderek tamamını yayınlamamıştır ve sadece bir bölümünü internet sayfası üzerinden okurlarıyla buluşturmuştur. İçeriğinin tamamının internete taşıyarak okurlarıyla buluşturan ve bu alanda öncü olan gazete ise Milliyet gazetesi olmuştur. Milliyet gazetesi, ilk olarak 27 Kasım 1996 tarihinde gazetede yer alan içeriğinin tamamını internete taşımıştır. Daha sonra ise, içeriğini internete taşıyarak Milliyet gazetesini takip eden gazeteler sırasıyla; 1 Ocak 1997 tarihinde Sabah ve Hürriyet gazeteleri, 28 Mart 1998 tarihinde Radikal gazetesi ve 7 Mayıs 1998 tarihinde Cumhuriyet gazetesi olmuştur. 33 İnternet gazeteciliğinin temel karakteristiği; interaktivite, içeriğin özelleştirilmesi, hipertekst ortamı ve farklı mecraların birleşmesi; bir anlamda da multimedyadır. İletişim modellerinin bu birleşimi, bilgi hizmetlerinde daha büyük bir entegrasyona ve muhtemel bir uzmanlaşmaya doğru gitmektedir. İnternet gazetecileri, belli bir hikayenin en iyi hangi medya formatı ile anlatılacağına (multimedya) karar verecekler, okuyucuların cevap verebilecekleri ve hatta bazı hikayeleri isteklerine uyarlanmış şekilde değiştirebilecekleri (interaktivite) daha da fazlası bu hikayeleri başka hikayelerle, arşivlerle, kaynaklarla yani hiperlinkler ile bağlayacakları ortamlar oluşturmalıdır. Bu dünya çapında internet gazeteciliğini tanımlayan profesyonellerin ve akademisyenlerin ‘ideal’ olarak niteledikleri biçimdir (Deuze, 2001). Tam olarak dijital hale gelmiş bir dünyada, okuyucular ya da aboneler kendi yayınlarını yaratabilir ya da en azından belirli bir enformasyon tipi üzerinde talepte bulunabilirler (Tapscott, 1998: 208). Bir başka deyişle interaktivitenin arttığı, yani okuyucunun da kendine bir yer belirlediği ve fikirlerini açıkladığı yeni bir düzen oluşmuştur. Böylelikle, yapılan bir haberin ya da yazılan bir köşe yazısının ardından, okuyucuların da fikirleri ile başka bir tartışma alanı oluşmakta ve okuyucuların da ‘işin’ içine dahil olmaları ile birlikte bir tepki mekanizmasının işlevselliği hayata geçirilmiş olmaktadır. Yeni nesil internet teknolojileri ile insanlar internete daha çok dahil olmaktadırlar ve gün geçtikçe kendileri için içerik hazırlayan web sitelerine rağbet azalmaktadır. İnsanlar, kendilerinin içeriklerini oluşturdukları internet ortamında yer almaya başladılar. Birçok konuda fikirlerini blog sitelerinden, sosyal ağların oluşturulduğu sitelerden, tartışma gruplarının olduğu birçok internet ortamından paylaşarak, insanlar kendilerini geliştirmeye başladılar (Baloğlu ve Karadağ, 2008: 10-11). Bu durum da; bize, artık geçmişteki gibi okuyucunun ‘edilgen’ yani pasif durumdan çıkıp, olaylar, haberler ve gelişmeler karşısında ‘etken’ yani aktif bir konuma geçtiğini en belirgin şekilde göstermektedir. III. İNTERNET GAZETECİLİĞİNİN EKONOMİK BOYUTLARI İnternet gazeteciliğinin ekonomik boyutlarını incelerken hem konunun daha sağlıklı bir şekilde anlaşılması hem de geleneksel gazetecilik ile arasında bir kıyaslama yapabilmek için, internet gazeteciliğinin gider ve gelir kalemlerini geleneksel gazeteciliğin, diğer bir deyişle yazılı basının mali yapısı çerçevesinde değerlendireceğiz. Ancak, öncelikli olarak internet gazeteciliğinin avantajları ve dezavantajları üzerinde durarak, daha sonra 34 internet gazeteciliğinin ekonomik açıdan değerlendirmesini gerçekleştireceğiz. İnternet gazeteciliğinin avantajları arasında başlıcaları; ilk olarak internetin sağladığı avantajlar çerçevesinde hız ve ulaşım alanının geniş olması, site içinde yer alan içeriğin anlık gelişmelere bağlı olarak eşzamanlı olarak güncelleştirilebilmesi, geçmiş bilgilere ulaşım olanağı sağlamanın getirdiği arşivlemenin olması, internet kullanıcısına resim, ses ve video kullanmanın getirdiği üstünlük sayesinde multimedya anlamında oldukça geniş bir kullanım alanı sunması, maliyetlerin göreceli olarak düşük seviyelerde olması ve interaktif kullanım avantajları sayesinde kullanıcının aktif olarak gelişmelere tepkisini dile getireceği bir ortamın varlığıdır. Bu avantajların yanında internet gazeteciliğinin birtakım dezavantajları da bulunmaktadır. Bunlar; yasal açıdan internet ile ilgili olarak hukuki düzenlemelerin tam olarak gerçekleştirilememiş olması ve bu çerçevede meydana gelen sorunlar, içerik anlamında güven katsayısının tartışmaya açık olması, birçok yerde aynı içeriğe rastlanması yani gazetecilik yerine ‘kes-yapıştır’ habercilik anlayışı ve etik açıdan birçok kişinin ya da site yöneticisinin hassas davranmaması olarak sayılabilir. İnternet gazeteciliğinin bahsettiğimiz yukarıdaki avantajları ve dezavantajları zaman içerisinde teknolojik gelişmelerin seyrine ya da dış faktörlerin etkisine bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Bu yüzden güncel koşulların değişmesi ihtimalini de göz önüne alarak, mevcut avantajların gerektirdiği şartları sağlamanın yanında dezavantajları da minimum seviyelere indirecek çalışmaların gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İnternet gazeteciliği geleneksel gazetecilikteki maliyet kavramını tamamen değiştirmiş ve yeni bir boyut getirmiştir. Bugün bir televizyon kurmak trilyonlarca liralık bir mali kaynak gerektirmektedir. Aynı şekilde gazete çıkarmak veya radyo kurmak için de önemli bir finansman olması gerekmektedir. Fakat, internet gazeteciliği için böyle bir finansal güce ihtiyaç yoktur. Bugün bir internet sayfası oluşturmak istediğinizde; web ismi, hosting işlemleri vs. gibi bir takım prosedürleri tamamlamanın maliyeti yaklaşık 80-100 TL arasında değişmektedir. Ancak, bu işlem tabii ki internet gazeteciliği için yeterli bir bütçe değildir. İnternet gazeteciliği yapan ya da yapmak isteyen kişiler veya kurumlar daha büyük bir bütçeye sahip olmalıdırlar, ama yine de bu bütçe geleneksel gazetecilik ile kıyaslanamayacak boyutlardadır. İnternet gazeteciliğini daha öncede bahsettiğimiz gibi genel olarak iki grupta toplayabiliriz. Birincisi basılı gazetelerin kendi internet siteleri, ikincisi ise gazeteciliği sadece kendi kurdukları internet sitelerinde yani 35 haber sitelerinde yapanlardır. Birinci gruptaki internet siteleri, basılı gazetelerin alt bir işlevi olarak algılandığından veya Türkiye’deki medya yapılanması çerçevesinde büyük ölçüde holding desteği altında olduğundan, buradaki maliyetler genel anlamda internet gazeteciliği için gerçekçi bilgileri vermeyecektir. O yüzden; ikinci gruptaki internet siteleri, internet gazeteciliği açısından daha gerçekçi bilgilere ulaşmamıza imkan tanımaktadır. İkinci grupta yer alan bu haber sitelerini, ekonomik yapılarına göre kabaca iki grupta değerlendirmek mümkündür. İlk kategorideki haber sitelerinin ait oldukları şirketler, esas olarak internet gazeteciliği yapmak üzere kurulmuşlardır; bu haber siteleri, şirketlerinin asıl ürünü konumundadırlar. Genellikle küçük çaplı işletmeler olan bu şirketlerin pek çoğunun kurucuları ve sahipleri, son 2-3 yıla kadar 2000 ve 2001 yıllarında medya sektöründe yaşanan kriz süresince geleneksel medya kuruluşlarındaki işlerini kaybetmiş gazetecilerdir. Bu gazeteciler, geleneksel medya sektöründe yeni bir büyüme dönemine geçilene kadar işsiz kalmamak ve mesleklerini özgürce çalışabilecekleri bir ortamda sürdürmek için internet gazeteciliğini seçmişler ve bu amaçla kendi şirketlerini kurmuşlardır. Bu gazeteciler, çoğunlukla haber sitelerinin de genel yayın yönetmeni konumundadırlar. Yine bu kategori içinde değerlendirilebilecek diğer bazı haber sitelerinin ait oldukları şirketler ise, temel olarak internet gazeteciliğiyle meşgul olsalar da, maddi yetersizlikler nedeniyle, yayıncılıkla ilgili başka işler de yapmak zorunda kalmakta ve gelirlerinin bir bölümünü yaptıkları bu ek işlerden sağlamaktadırlar. İkinci kategoride yer alan haber siteleri ise, şirketlerinin yan ürünü konumundadırlar. Bu şirketler temelde internet gazeteciliğinden başka faaliyetlerde bulunmak üzere örgütlenmişlerdir ve internet gazeteciliğini ikincil önemde bir faaliyet alanı olarak görmektedirler. Bu şirketlerin bazıları haber sitelerini ticari ürünlerini çeşitlendirmek, diğer ticari ürünlerini tanıtmak ya da pazarlamak amacıyla kurmuş olsalar da, bazıları yalnızca prestij ya da siyasi çıkar amaçlı kullanmaktadırlar. Bunun dışında gelecekte internet gazeteciliğinden önemli maddi dönüşler sağlanabileceğini düşünüp, haber sitelerini ileriye yönelik birer proje olarak tasarlayan şirketler de mevcuttur (Çevikel, 2003: 9). Ancak, gerek internetin gelişimi gerekse de kullanım alanının büyük bir kitleye yayılması sonucunda, günümüzde internet gazeteciliği ilk yıllarındaki gibi değerlendirilen bir alan olmaktan öte, tercih edilen ve yarattığı geniş ‘özgürlük’ yelpazesi çerçevesinde önemli bir konuma yükselmiştir. Genel anlamda yazılı basının giderlerini; baskı maliyetleri, genel giderler, personel giderleri, tanıtım harcamaları, teknoloji giderleri ve 36 dağıtım maliyetleri olarak sıralayabiliriz. İnternet gazeteciliğinin maliyetlerini değerlendirirken, yazılı basınının giderleri ile karşılaştırmalı olarak vermek, internet gazeteciliğinin ekonomik açıdan avantajlı yönlerini daha açık bir şekilde göstermiş olacaktır. İnternet gazeteciliği dijital bir ortamda yapıldığından dolayı; kağıt, mürekkep vs. gibi baskı maliyetlerine katlanılmamakta veya makine yatırımına gerek kalmamaktadır. Ancak, basılı gazetelerin böyle bir şansı olmamaktadır. Özellikle çok büyük ölçüde ve son teknoloji gerektiren makine yatırımları dışında, bunların bakımlarının da çok düzenli periyotlar dahilinde yapılması gerekmektedir. Ayrıca, her ne kadar devlet desteği ve teşvikinde olmasına rağmen kağıt masrafları da çok önemli bir maliyet kalemini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, internet gazeteciliği baskı maliyetleri açısından değerlendirildiğinde yazılı basın giderlerine göre oldukça önemli bir avantaj sağlamış olmaktadır. Genel giderler ve personel giderlerini birlikte düşündüğümüzde internet gazeteciliğinin yine büyük ölçüde avantaj sağladığını görmekteyiz. Basılı gazetelerde çalışan personel sayısı yüzlü rakamlarla ifade edilmekte, ama internet gazeteciliğinde bu sayı göreceli olarak değişmekle birlikte ortalama 6-12 kişi arasında değişmektedir. Personel giderleri ve personele bağlı olan diğer giderler de hesaba katıldığında, internet gazeteciliğinin bu açıdan basılı gazetelere oranla oldukça büyük bir mali avantaj elde ettiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında internet gazeteciliği için tek bir ofis yeterli olabilmekte, fakat basılı gazeteler bu işi büyük binalarda hatta son yıllarda artan şekilde büyük plazalarda yürütmektedirler. Plazaların genel giderler kapsamında oldukça büyük maliyet yaratmasının yanında, ayrıca buna bağlı olması gereken ek personel sayısının da maliyetleri daha da yukarı çekmesi kaçınılmaz bir durum olarak görülmektedir. Tanıtım harcamaları açısından bakıldığı zaman ise, farklı bir değerlendirme yapılması mümkündür. Şöyle ki, yazılı basının ‘can damarı’ olan reklam gelirlerinin yüksek seviyelerde olabilmesi için, satış rakamlarını yani tirajlarını arttırmaları gerekmektedir. Bu yüzden yazılı basın işletmeleri tanıtım harcamaları için büyük bir pay ayırmaktadır, bu sayede de yüksek reklam geliri elde etme yönünden bir adım atmış olmaktadırlar. Ancak, Türkiye’deki medya yapılanması ‘holdingleşme düzeni’ üzerine kurulduğundan, yazılı basın işletmelerinin tanıtım harcamalarını aynı grup altında yer alan diğer mecralardaki işletmelere, rakiplerine oranla daha avantajlı bir şekilde gerçekleştirdiğini de söylememiz mümkündür. İnternet gazeteciliğinin tanıtım harcamaları ise oldukça düşük seviyelerdedir. Genel anlamda internet gazeteciliği yapan haber sitelerinin tanıtım harcamaları, 37 internette yer alan ve çok ziyaret edilen internet sitelerine verilen ‘banner’ tarzında reklamlardan oluşmaktadır. Ancak, internet sitelerinin bilinirliğinin artması daha çok ‘kulaktan kulağa pazarlama’ yöntemi temelinde gelişmektedir. Bu yöntem, insanların birbirlerine o internet sitesi ile ilgili olarak olumlu yönde referans vermesine dayanır ve bu sayede de ziyaret edilme sıklığının artması sağlanmış olmaktadır. Teknoloji giderleri internet gazeteciliğinin maliyet kalemleri arasında en çok üzerinde durulması gereken ve en önemli oranı teşkil eden giderlerdendir. Özellikle başlangıç aşamasında yüksek maliyetler söz konusudur. Bant genişliği, donanım maliyetleri, işlemci ve işletim sistemi ücreti, portal fiyatı ve portal yazılım maliyetleri gibi internetin kendi ‘doğası’ gereği katlanılması gereken başlangıç maliyetlerinin yanında, internet sitesi üzerindeki veri trafiğine göre ya da bir başka deyişle o sitenin ziyaret edilme sıklığına bağlı olarak da birtakım ilave maliyetleri de zaman içerisinde ortaya çıkarmaktadır. Ancak, teknoloji giderleri her ne kadar internet gazeteciliği için en büyük maliyet kalemini oluştursa da, yazılı basının teknoloji giderleri ile kıyaslandığında yine oldukça düşük seviyelerde kalmaktadır. Özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren oldukça yüksek bir ivme kazanan teknoloji, yazılı basın içerisindeki rekabet ve kalite olgusu ile birleştiğinde birçok yeniliği ve yatırımı zorunlu hale getirmiştir. Baskı makinelerinin yenilenmesi, bilgisayar parkurunun günün şartlarına uygun hale getirilmesi ve bunların periyodik olarak bakımlarını bir arada düşündüğümüzde ortaya çıkan bütçe, internet gazeteciliğinin teknoloji giderleri yanında oldukça üstlerde yer almaktadır. Bunlar dışında internet gazeteciliğinin diğer bir önemli maliyet avantajı ise, dağıtım maliyetleridir. İnternet gazeteciliğinde, dağıtım maliyetleri baskı maliyetlerinde olduğu gibi sıfırdır. Çünkü, internet gazeteciliği dijital bir ortamda yapılmakta ve en büyük avantajı da internet sayfasına yerleştirildiği anda dünyanın her yerine ulaşabilme lüksüne sahip olmasıdır. Oysa ki, dağıtım maliyeti basılı gazeteler için üzerinde önemli durulması gereken ve ciddi stratejilerin yapılmasını gerektiren bir konudur. Basılı gazetelerin ömrü 24 saattir ve bu süre zarfında sürekli bir şekilde kendini yenilemektedir. Gerektiği zamanda ve gerektiği yerde okuyucuya ulaşamayan gazete, ne kadar kaliteli bir ürün olsa da hiçbir anlam ifade etmez. Bu yüzden, dağıtıma ilişkin planlar ve stratejiler gazeteler için son derece hassas bir konumda bulunmaktadır. İnternet gazeteciliğinin gelirleri konusuna geldiğimizde ise, yine genel anlamda yazılı basının gelirleri ile karşılaştırmalı olarak vermek daha sağlıklı 38 olacaktır. Yazılı basının gelirlerini; satış gelirleri, sponsorluk gelirleri ile ilan ve reklam gelirleri olarak sıralayabiliriz. Yazılı basının toplam gelirleri içerisinde yaklaşık olarak %15-20’lik bir bölümü satış gelirleri oluşturmaktadır. Her ne kadar önemli bir oran olarak gözükse de, birçok gazete için bu gelirler toplam maliyet ile karşılaştırıldığında daha düşük seviyelerde kalmaktadır, hatta birçok gazete için basım maliyetlerinin bile altında kalmaktadır. Bu yüzden yazılı basın işletmeleri, faaliyetlerine devam edebilmek adına satış gelirlerinin yanına mutlaka başka gelirleri de eklemek zorundadırlar. Bu gelirler de biraz sonra bahsedeceğimiz ilan ve reklam gelirlerinden oluşmaktadır. İnternet gazeteciliğinde ise satış gelirleri kalemi büyük ölçüde yoktur. Basılı gazetelerin internet siteleri ya da haber sitelerinin tamamına yakını içeriklerini kullanıcılara ücretsiz olarak sunmaktadırlar. Ancak, Cumhuriyet gazetesi gibi istisnalar da mevcuttur. Cumhuriyet gazetesi içeriğinin sadece küçük bir bölümünü ücretsiz olarak sunmakta, onun dışındaki genel içeriği ve köşe yazılarını ise, sadece belirli bir ücret karşılığı abone olan okuyucularına sunmaktadır. Sponsorluk gelirleri de internet gazeteciliğinin gelir kalemleri arasında bulunmayan gelirlerdendir. Yazılı basın için promosyon faaliyetlerini de kapsayacak bir şekilde düşünebileceğimiz sponsorluk gelirleri, dönemsel olarak yazılı basın işletmelerinin gelir kalemleri arasında belirli bir yer teşkil eder. Özellikle promosyon faaliyetlerinin getireceği ilave okurların belirli bir bölümünün, bu dönem sonrasında da gazeteyi satın almaya devam edeceğini düşünen yazılı basın işletmeleri yetkilileri, bu yüzden belirli dönemlerde bu yönde çalışmalarda bulunmaktadırlar. Ancak, internet gazeteciliği için böyle bir imkanın bulunduğunu söyleyemeyiz. İstisnai durumları saymazsak gerek satış gelirleri gerekse de sponsorluk gelirleri bulunmayan internet gazeteciliği için, sitenin ayakta kalabilmesi adına faaliyet dışı gelirler ya da birtakım diğer gelirler bulunabileceği gibi, gerçek anlamda yegane gelir kaynağını ilan ve reklam gelirleri oluşturmaktadır. Basılı gazeteler içinse en büyük gelir kalemini, toplam gelirlerinin %65-70’lik bir bölümünü kapsayan reklam ve ilan gelirleri oluşturmaktadır. Öyle ki, basılı gazeteler Türkiye’de büyük ölçüde holding desteğinde olsalar da, reklam ve ilan gelirleri olmadığı sürece ayakta kalabilmeleri mümkün değildir. Ayrıca, burada bahsedilen gelirler, haber sitelerindeki gelirlerle kıyaslanamayacak ölçüde büyük rakamlardır. Gazeteye verilen tam sayfalık bir reklamdan elde edilecek gelir, bir haber sitesinin toplam aylık bütçesinin çok üzerinde bile olabilmektedir. 39 Türkiye’deki haber siteleri ve basılı gazetelerin internet sayfaları, reklam gelirlerini internet reklamcılığının en basit ve temel uygulamalarından olan “banner” satışı ile sağlamaya çalışmaktadırlar. Buna karşılık; internetin etkin bir reklam mecrası olmasını sağlayan, kullanıcıların takip edilebilmesi, profillerinin çıkartılabilmesi ve kişiye özel reklam gösterebilmesi gibi olanaklar pek kullanılmamakta, bu mantığa dayalı iş yapma modelleri hemen hemen hiçbir şirket tarafından uygulanmamaktadır. İnternet gazeteciliği yapan siteler hatırı sayılır oranda kullanıcıya sahip olmalarına rağmen, reklam gelirleri tatmin edici düzeyden çok uzaktadır. Ayrıca, reklam gelirleri konjonktüre bağlı olarak büyük farklılıklar gösterebilmekte, kimi zaman uzun süreler boyunca hiç reklam alınamamaktadır (Çevikel, 2003: 9). Ancak, son yıllardaki gelişmeler ve internetin büyük ölçüde yaygınlaşması sonucunda, internet reklamverenler için ‘yeni’ bir mecra olarak kabul görmüştür ve bu alana yönelmelerine olanak sağlamıştır. Reklamcılar Derneği’nin her yıl düzenli olarak açıkladığı Türkiye’deki medya yatırımları araştırmasında da, son yıllarda internetin kullanımının yaygınlaşması ve internetin de bir reklam mecrası olmasının kabul edilmesine bağlı olarak, internet reklamcılığının da artması nedeniyle, bu kalem 2007 yılından itibaren sadece display reklamları kapsayan, arama motorları ve mobil uygulamalar hariç olarak, 2007 yılı için 53 milyon TL, 2008 yılı için 94,9 milyon TL, 2009 yılı için 182 milyon TL ve 2010 yılının da ilk altı ayı için 121 milyon TL olarak belirtilmiştir (http://www.rd.org.tr/, 05.01.2011). Bu durum da, internet reklamcılığına yapılan toplam yatırımların düzenli bir şekilde yukarı bir ivme göstererek, 2010 yılına kadar her yıl bir önceki yıla göre iki kat bir artış gerçekleştirdiğini göstermektedir. 2010 yılı için ise, ilk 6 aylık rakamların genele yayılacağı varsayımı ile yaklaşık olarak %35’lik bir artıştan söz edebiliriz. İnternet gazeteciliğinin ekonomik boyutlarını yukarıda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız gelir ve gider kalemleri bağlamında değerlendirdiğimizde, internet gazeteciliğinin maliyetler açısından basılı gazetelerden oldukça büyük avantajları olduğunu görmekteyiz. Ancak, aynı şekilde gelirler açısından da çok büyük farklılıkları ve dezavantajları bulunmaktadır. Bu yüzden, internet gazeteciliği içinde yer alan ‘aktörler’ başta reklam gelirlerini arttırmanın yanında, farklı yollara da gitmek ve gelecekte oluşabilecek şartları da öngörerek yeni stratejiler üretmek zorundadır. 40 IV. GELECEKTE İNTERNET GAZETECİLİĞİ İnternet gazeteciliğinin gelecek yıllar içerisinde bulunacağı konum ve geleneksel gazetecilik karşısında yer alacağı pozisyon üzerinden değerlendirme yaparken, internet gazeteciliğinin gelişim süreci ve teknolojinin ilerleme hızını mutlaka hesaba katmak gerekir. Ayrıca genç nüfusun alışkanlıkları ve medyada yer alan aktörlerin davranış şekilleri de bu değerlendirmede son derece önemlidir. Bu faktörlerin hepsini bir arada düşündüğümüzde, internet gazeteciliğinin her geçen gün yükselen bir ivme kazanarak tercih edilme katsayısını arttıracağını söylemek gerçekçi ve akılcı bir yaklaşım olacaktır. Rod Carveth’a göre, klasik medya gelecek yıllarda elbette devam edecek, ancak birtakım değişikliklere uğrayacaktır. İçerik ve fonksiyonları aynı kalmakla beraber, bilgiyi iletme ve dağıtma şekilleri değişecektir. Birçok gazete büyük oranda ya kablo üzerinden internette ya da kablosuz olarak yeni medya uygulamalarında yer alacaktır (PDA, e-kitap). Radyo da aynı şekilde internete doğru kayacak, çünkü insanlar artık iş ve boş zamanlarının çoğunu orada geçirmektedirler. Televizyon ise bambaşka bir konudur, çünkü henüz internetin mi yaygın olarak televizyon ekranlarına taşınacağı ya da televizyonların mı yaygın olarak internet üzerinden yayınlanacağı net değildir. Ancak net olan tek bir şey var, o da medya aracı ne olursa olsun bilgiler mutlaka internet üzerinden dağıtılıyor olacaktır. Klasik medya içeriği aynı gözükecek; ancak web sayesinde içeriğin türü, miktarı ve kalitesi iyileştirilecektir. Her bir medya eski kitlesine daha iyi hizmet etmeye çalışırken, bir taraftan da yeni kitleler bulmaya ve kendi niş kitlelerini oluşturmaya uğraşacaktır. Ayrıca, online medya ile eşit şartlarda rekabet edebilmek adına, klasik medyanın internet ve web ortamına adaptasyonu çok fonksiyonlu multimedya platformu sağlamak üzere bir çeşit teknoloji birleşmesi halini alacaktır (Carveth, 1998: 280-281). Carveth görüşlerinin temel noktasına interneti koyarak, gerek kalitenin artmasının gerekse de kişiselleştirmenin yaygınlaştırılmasının öncelikli olarak ele alınması gereken konular olduğuna değinmiştir. Bu çerçevede, internetin gazeteciliğinin bu trendin önemli bir yerinde bulunduğunu ve beklentilerin karşılanma noktasında tatmini sağlayabileceğini söyleyebiliriz. Bu noktada medya dünyası içerisinde oldukça etkili bir konumda bulunan Rupert Murdoch ve Donald Trelford’un görüşleri ile La Libre Belgique gazetesinde yer alan bir habere değinmek faydalı olacaktır. Dünyanın en büyük medya imparatorluğunun sahibi Rupert Murdoch geleneksel gazetelerin artık geri dönülmez bir kayıp sürecine girdiğini söylemiştir. The Economist dergisine demeç veren Murdoch, kendi 41 grubunun artık en büyük yatırımı internet gazeteciliğine yapacağının altını çizerek geleneksel gazeteciliğin bitiş sürecine girmesini şöyle açıklamıştır: “Bundan sonra önceliğimiz internet gazeteciliği. İnternet gazeteleri, özellikle bloggerslar. İnternet gazeteleri okurlarıyla diyaloğa giriyorlar. Onları reporter haline getirip kendi görüşlerini veya haberlerini sitelerine koyuyorlar. Böylelikle genç okurları kendilerine çekiyorlar. Genç okurlar artık kendilerine yukardan haber empoze edilmesini kabul etmiyorlar ve habercilik mekanizmasının bir parçası olmak istiyorlar. Bloggerslar bazen günde 250.000 okuyucu çekebiliyor. Gelirleri; reklam, paralı giriş ve en başarılı makale yazana (oylamadan sonra) okurların yolladıkları bahşişler.” Dünyaca tanınmış İngiliz medya profesörü Donald Trelford ise, Belçika’da yayımlanan DE Morgen gazetesine verdiği demeçte, internet gazeteleri ile normal gazeteler arasındaki ilişkiyi özetle şu şekilde analiz etmiştir: “İnternet gazetesi ile yarışmak artık çok zor. İnternet gazetesi anında haberi en ince detayına kadar geniş bir şekilde verebiliyor. Geleneksel gazetelerin ise bunu takip etmeleri imkansız. Eğer günümüzün gazeteleri internet gazetesi gibi haberleri geniş kapsamlı yayınlamaya kalkarsa hacmini büyütmesi yani sayfa adetini çoğaltması lazım, bu da hem maliyet hem de zaman açısından imkansız. Günümüzün gazetelerinin artık derin analizlere yer vermeye başlamaları gerekiyor. Klasik haber anlayışını yavaş yavaş terketmeleri önemli. Geleneksel gazeteler gençleri çekmek için bir şeyler yapmalı (üniversitede bedava abonman vs...) Günümüzün gazetelerinin ilk yapmaları gereken şey eski alışkanlıklarını bırakmak olmalı." Son olarak da; Belçika’da yayımlanan La Libre Belgique gazetesi ise önümüzdeki on yıl içerisinde medya sektöründeki reklam pastasının yüzde yirmisinin internet gazeteciliğine kayacağını yazmıştır. İnternet gazeteciliğinin durdurulamayan bir yükselişte olduğuna dikkati çeken gazete günlük klasik gazetelerin 20 yıl sonra etkilerinin artık kalmayacağını bildirmiştir. Yeni nesillerin bilgisayardan haber okuma alışkanlığı içinde olduklarını belirten La Libre Belgique gazetesi, internet gazeteciliğinin önlenemeyen yükselişinin dikkat çektiğini belirtmiştir (http://www.dorduncukuvvetmedya.net/dkm/article.php?sid=4365, 05.09.2010). İlave olarak, teknolojik ilerlemenin yarattığı yeni iletişim teknolojileri ve yeni medya araçları sayesinde, zaman ve yer kavramlarının da giderek ‘soyutlaştığını’ söylemek mümkündür. Murdoch, yukarıda yer alan görüşünde özellikle ‘yurttaş gazeteciliği’ ile ilgili vurgular yaparak, genç nüfusun pasif konumdan çıkarak haberin şekillenmesinde aktif bir rol aldığından bahsetmiştir. Genç nüfusun gerek çevresel faktörlerin etkisine gerekse de teknolojik gelişmelere adapte olma 42 sürecinin düşük olması nedeniyle geçmiş yıllarda alışılagelmiş birçok ‘tabunun’ yıkılmasında önayak olduğunu söyleyebiliriz. Genç okurlar artık kendilerine verileni kabul etmek yerine, kendilerinin yarattığı ya da kendilerinin de söz sahibi olduğu bir sistemin ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Trelford’un demecinin temel noktası ise, internet gazeteciliğinin hız ve içerik konusunda geleneksel gazetecilik karşısında büyük bir üstünlüğe sahip olduğudur. Teknolojinin ortaya çıkardığı bu avantajı internet gazeteciliği en büyük güç olarak elinde bulundurmaktadır. Saniyelerle ifade edilen süreler içerisinde resim, ses ve videonun biraraya geldiği multimedya özelliklerini içeren haberler, detay ve yorumlarla birlikte okuyucularla buluşmaktadır. Bu yüzden geleneksel gazeteciliğin internet gazeteciliğinin bu üstün yanı karşısında, farklı haber anlayışlarının geliştirilmesi ya da yorum anlamında birtakım özelliklerin ortaya konması yönünde girişimlerde bulunması gerekmektedir. La Libre Belgique gazetesinin haberi ise internet gazeteciliğinin ekonomik boyutu üzerinde durarak, internet gazeteciliğinin reklam pastasından alacağı payın artacağını ve internet gazeteciliğinin zaman içerisinde geleneksel gazeteciliğe karşı büyük bir üstünlük elde edeceğini belirtmiştir. Şu an için internet reklamcılığının ve bu çerçevede de internet gazeteciliğinin toplam reklam yatırımlarından aldığı pay çok küçük olsa da, son 3-4 yıl içerisinde meydana gelen gelişim ve her yıl bir önceki yıl kadar internet reklamcılığına ilave yatırım yapılması, reklamverenler tarafından internetin bir mecra olarak kabul edildiğinin ve gelişime son derece açık bir alan olduğunun en büyük kanıtıdır. İnternet gazeteciliğinin gelecek yıllarla ilgili olarak gelişime açık ve potansiyeli oldukça yüksek bir alan olduğu çok açık bir şekilde ortada olmakla beraber, ekonomik olarak az önce de bahsettiğimiz birtakım problemleri bulunmaktadır. Her ne kadar reklam gelirleri ile ilgili olarak gelecek yıllara ilişkin yapılan öngörüler umut verici olsa da, internet gazeteciliğinin gelirleri ile geleneksel gazeteciliğin gelirleri kıyaslanamayacak boyutlardadır. Aynı şekilde giderler konusunda da geleneksel gazetecilik tarafı ağır basıyor olsa da, internet gazeteciliğinin gelir-gider dengesinin ortalama bir standardı sağlaması gerekmektedir. Aksi takdirde internet gazeteciliğinin geleceği konusunda iyimser tahminlerde bulunmak oldukça zor olacaktır. İnternet gazeteciliği yapan kişi veya kurumların yapılan işe ait olan gelir kalemleri incelendiğinde, sadece reklam gelirlerine rastlamaktayız. Hatta birçoğunda reklam gelirleri yok denecek kadar az ya da tamamen olmayabilmektedir. Bu noktada gelir-gider arasındaki dengesizliği ortadan 43 kaldırmak için kişi ya da kurumun kişisel/tüzel desteği devreye girmektedir. İnternet gazeteciliği bir grup kişi tarafından gerçekleştiriliyorsa bunların maddi desteği, bir kurum tarafından gerçekleştiriliyorsa da o kuruma ait diğer işlerden maddi katkı yapılmaktadır. Ancak, bu şekilde işleyen bir süreç internet gazeteciliğinin geleceği için oldukça sakıncalı bir durum arz etmektedir. Yapısal anlamda bir süreç ve bu sürece bağlı olarak işleyen düzgün bir sistem oluşturulmadığı takdirde, internet gazeteciliğinin bugün yaşadığı ‘popüler’ durumu, ilerleyen zamanda aynı seviyede tutması mümkün değildir. İnternet gazeteciliği yapan basılı gazetelerin internet sayfaları ya da basılı gazetelerden bağımsız bir şekilde içeriğin tamamen o sitede çalışanlar tarafından oluşturulduğu haber siteleri, reklam gelirlerinin dışında başka gelirler de elde etmek için alternatif yollar bulmak zorundadırlar. İnternet gazeteciliğinin icra edildiği sitelerde zengin bir içerik olmasına rağmen, bu içerik okuyucuya/kullanıcıya ücretsiz olarak sunulmaktadır. Türkiye’de sadece Cumhuriyet gazetesinin de içinde bulunduğu birkaç gazetenin düşük bir ücret karşılığı uyguladığı internet üzerinden abonelik sisteminin, genel anlamda uygulanabilmesi için ortak bir platform etrafında toplanıp bu yönde kararlar alınması gerekmektedir. Aksi takdirde kullanıcıyı bu tarz bir kullanım kültürüne alıştırmak mümkün olmadığı gibi, zaten aynı içeriğe ücretsiz bir şekilde ulaşabileceğini bilen kullanıcıdan da bu yönde bir davranış değişikliği beklemek haksızlık olur. V. SONUÇ Küreselleşmenin ve olumlu/olumsuz yönleriyle etkilerinin dünya genelinde yaygınlık kazanması, teknolojinin içinde yaşadığımız yüzyılda her geçen gün çok hızlı bir şekilde ilerlemesi, insanların içinde yaşadıkları toplumun dışında ‘farklı dünyalarda’ olan bitenden de haberdar olmak istemeleri ve iletişim yöntemlerinin çeşitlilik kazanması gibi durumların varlığı medyanın önem derecesini arttırmıştır. Medyanın toplum içindeki etkisinin artması sonucunda da, insanların gelişen olaylar karşısında reaktif durumdan proaktif duruma geçmeleri gibi doğal bir durum yaşanmıştır. Şöyle ki, kitleler meydana gelen bir olay karşısında izleyici durumundan çıkarak, o olayın etki derecesine müdahale edebilme imkanına kavuşmuşlardır. Medyanın önem derecesinin ve etkinliğinin artmasının yanında, son yüzyılın en büyük buluşu olarak kabul edilen internetin ortaya çıkması ile birlikte, diğer sektörlerde olduğu gibi basın sektörü içerisinde de oldukça önemli değişimler meydana gelmiştir. İş görme usullerinden haberin 44 topluma ulaşma sürecine ya da içeriğin oluşturulmasından farklılık yaratma adına kalite anlayışında ortaya çıkan değişimlere kadar birçok alışılagelmiş kalıbı yıkan değişikliler meydana gelmiştir. Oldukça sancılı bir süreç yaşanmış olmasına rağmen, bu dönemden ayakları üzerinde durarak çıkan kişi ve kurumlar rakiplerine karşı rekabetçi üstünlüğü ellerine geçirmişlerdir. Hem medyanın dördüncü kuvvet olarak kabul edilip güç yönünden farklı bir noktaya gelmesi hem de internetin zaman içerisinde kullanım alanının genişleyip hızının artması neticesinde, internet ve medyanın ortak bir ürünü olarak düşünebileceğimiz internet gazeteciliğinin ortaya çıkması kaçınılmaz bir durum olmuştur. Gazeteciliğin temel ilke ve kurallarının aynı şekilde geçerli olduğu, ancak teknolojinin de asıl ‘mihenk’ taşını oluşturduğu internet gazeteciliği ile gazetecilik mesleği kendi içinde bir ‘çatışma ve bocalama’ dönemi yaşamıştır. Bir taraftan internet gazeteciliğini sahip olduğu hız, güncellenebilme imkanı, multimedya özelliklerinin sınırsızca kullanabilmesi gibi avantajlarından ötürü savunanlar ile diğer taraftan işin kolaycılığına kaçıldığı, etik ve hukuki yönden sakıncalı taraflarının bulunduğu yönünde görüşleri olanlar arasında ciddi anlamda fikir çatışmaları yaşanmıştır. İnternet gazeteciliği geleneksel gazetecilik karşısında sahip olduğu üstünlüklerin yanına, zaman içerisinde kalite olgusunu da monte etmeye başlamıştır ve medya dünyası içinde önemli bir rol üstlenmiştir. Okuyucular sadece kendilerine verileni kabul eden bir düzenden, haberin şekillenmesi ve ortaya çıkması süreçlerinde rol alan bir konuma gelmişlerdir. Ayrıca, herhangi bir yazı ya da haberle ilgili olarak okuyucuların interaktif bir şekilde fikrini belirtmesi ve ortak bir platform oluşturarak tepkilerini dile getirme imkanına kavuşmaları ile birlikte yapılan her işin önemi artmıştır ve toplum tarafından beğenisinin de eşzamanlı olarak öğrenilmesine olanak sağlanmıştır. İnternet gazeteciliğinin geleneksel gazetecilik ile karşılaştırıldığında, hem gelirler hem de giderler açısından büyük farklılıkları bulunmaktadır. İnternet gazeteciliğinin gelirleri geleneksel gazeteciliğin gelirlerine oranla oldukça düşük kalmakta, aynı şekilde giderleri de geleneksel gazeteciliğin maliyetleri ile kıyaslanamayacak ölçülerde alt seviyelerde bulunmaktadır. Ama burada önemli olan nokta, internet gazeteciliğinin gelirleri ve giderleri arasında bir dengenin sağlanmasının getirdiği zorunluluktur. İnternet gazeteciliği yapan kişi ya da kurumlarda, gerektiğinde kişisel ya da tüzel destek vermenin getirdiği ‘rehavet’, zaman içerisinde internet gazeteciliğinin ‘bağımlı’ bir yapıyı benimsemesine sebep olacaktır. Bu 45 nedenle, internet gazeteciliğinin ücretli abonelik ya da kişiselleştirmenin ortaya çıkardığı avantajlardan faydalanarak kullanıcılara değişik uygulamalar sunması ve bu sayede de gelirlerinde artış sağlaması gerekmektedir. Sonuç olarak; internet gazeteciliğinin teknolojinin sağladığı önemli imkanlar sayesinde sahip olduğu avantajların yanında, başta ekonomik yönden olmak üzere birtakım dezavantajları da bulunmaktadır. Ancak; internetin kullanım hızının artması, genç nüfusun internet kullanma alışkanlığı, internetin eşzamanlı olması ve görsel anlamda sağladığı avantajları birlikte düşündüğümüzde, internet gazeteciliğinin gelecek yıllar içerisinde medya dünyası içindeki mevcut rolünün daha da artarak devam edeceğini söylemek gerçekçi bir tespit olacaktır. KAYNAKLAR Baloğlu, Arzu ve Karadağ, Levent (2008). İnternet ve Pazarlama-Başarı Hikayeleri, Başarılı Oyuncuların Sırları. Bursa: Ekin Basım Yayın Dağıtım. Carveth, Rod (1998). “The Economics of Online Media.“ Media Economics: Theory and Practice. Second Edition. Alison Alexander, James Owens ve Rod Carveth (der.) içinde. Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum Associates. Çağlayan, Mehmet (1998). Yeni İletişim Teknolojileri. İstanbul: Alfa Yayınları. Çevikel, Tolga (2003). “Alternatif Bir Haber Medyası Olarak Internet: Türkiye’deki Haber Siteleri.” IX. Türkiye’de Internet Konferansı, INET-TR’03, Harbiye Askeri Müze, 11-13 Aralık. Deuze, Mark. (2001). “Understanding the Impact of the Internet: On New Media Professionalism, Mindsets and Buzzwords.“ EJournalist: Volume 1, Number 1. www.ejournalism.au.com/ejournalist/deuze.pdf. 11.05.2006. Girgin, Atilla (2008). Gazeteciliğin Temel İlkeleri. İstanbul: Der Yayınları. Harper, Christopher (1998). News and Information in a Digital World. New York: New York University Press. Kırcova, İbrahim (2005). İnternette Pazarlama. 3. Baskı. İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım. Mısırlı, İrfan (2004). Genel ve Teknik İletişim. Ankara: Detay Yayıncılık. Reklamcılar Derneği (2010). http://www.rd.org.tr/. 05.01.2011. Tapscott, Don (1998). Dijital Ekonomi. Çev., Ece Koç. İstanbul: Koç Sistem Yayınları. Tokgöz, Oya (2008). Temel Gazetecilik. 7. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi. Uluç, Güliz (2003). Küreselleşen Medya: İktidar ve Mücadele Alanı. OlanaklarSorunlar-Tartışmalar. İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi. http://www.dorduncukuvvetmedya.net/dkm/article.php?sid=4365. 05.09.2010. 46 FASHIONING THE BODY THROUGH WOMEN’S MAGAZINES: REMAKING THE “MODERN TURKISH WOMAN” IN THE EARLY REPUBLICAN PERIOD Yrd. Doç. Dr. Dikmen Yakalı-Çamoğlu 1 Yrd. Doç. Dr. Bora Ataman ABSTRACT This study explores the newly constructed female identities and subjectivities of the early republican era in Turkey. Through a thematic analysis of four contemporary women’s magazines (Aile Dostu Ev-İş, Kadın-Ev and Asrın Kadını) it aims to examine how female bodies were refashioned in the magazines to fit the image of the newly constructed “woman of the republic”. It argues that the subjectivities offered by the magazines point to a dialogically constructed narrative identity which is not stable but fluid. ÖZET Bu çalışma, Erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde yeni kurgulanan kadın kimlikleri ve özne pozisyonları hakkındadır. Söz konusu dönemde basılan dört kadın dergisinin (Aile Dostu Ev-İş, Kadın-Ev ve Asrın Kadını) tematik analiziyle dergilerde kadın bedeninin yeni kurgulanan “Cumhuriyet Kadını” imgesine uyumlu olarak nasıl tekrar üretildiğini araştırır. Buna göre dergiler tarafından kadınlara sunulan yeni özne pozisyonları diyalojik olarak kurgulanan, durağan olmayan, akışkan bir anlatısal kimliğe işaret eder. Keywords: Early republican period; narrative identity, Turkish women; Women’s Magazines. 1 We would likte to thank Özlem Erkmen for helping us while we were collecting the primary sources of this study. 47 Introduction This article presents the preliminary phase of a much more extensive work which analyses the newly constructed female subjectivities of the early republican era in Turkey. The aim of the present study is to explore how female bodies were refashioned in the contemporary women’s magazines to fit the image of the newly constructed “woman of the republic” (Cumhuriyet Kadını). It should be noted that women’s magazines of the era were engaged in a kind of social engineering which openly stated that the ideas and ideology of the republic should be transferred to people through popular cultural forms. Thus, they set a goal of “transforming the nation” into a “modern”, “Westernised” one. The reason that we begin our analysis with the body is that it was seen as the primary signifier of the “woman of the republic”. Transforming and refashioning the body seemed to be the basis of becoming the new modern woman, although there was more than one style and sometimes they were in conflict. It will be seen that the clashing styles were positioned on a moral continuum prescribing ideal ways of being and performing. Women’s magazines were not a centre of academic attention in Turkey until the 1980s. The history of Turkish women from their own perspectives began to be written in parallel with the second wave of feminism in the West (see Tekeli, 1990; Çakır, 2002). The aim of feminist historiography, as stated by Çakır (2007: 72), is “to ensure the visibility of women’s experiences as well as their practices in struggling for their rights and freedom … to discuss the reasons for the invisibility of women in history, and to uncover the ways that the power and agency of women have been obstructed”. Clearing the blurred photograph which is the history of women in Turkey, researchers made the invisible visible, most of the time contradicting the structural and nationalist approach of official history writing (Zihnioğlu, 2003). Thus, magazines, one of the primary sites of women’s voices, gained importance at this stage in academic research. The late Ottoman era drew more academic attention than did the early 1 republican era when it comes to women’s magazines. For the constitutional periods, there are many works concerning women’s issues and their identity constructions and these studies often drew on magazines as their primary data (see, Demirdirek, 1993; Çakır, 1994; 1 There are a few Master’s theses on women’s magazines of the early republican era. See, Çon, 2007; Gürboğa, 1996; Karabacak, 2009; Koçer, 1999. 48 Kurnaz 1996; Denman, 2009). However, although there are numerous works focusing on the identity of Early Republican women (Z. Arat, 1994, 1998; Y. Arat, 1997; Durakbaşa, 1998a and b; Kadıoğlu, 1998; Kandiyoti, 1998; Tekeli, 1998; Toska, 1998; Berktay, 2002; Zihnioğlu, 2003; Acun, 2007; Coşar, 2007; Kucukalioglu, 2007), none of these studies has used women’s magazines as its primary data. Nevertheless, women’s magazines of the era have from time to time attracted the neo-feminists’ attention. Durakbaşa (1998: 144), for instance, refers to women’s magazines as supplementary to the patriarchal understanding which narrowed women’s power even in the domestic sphere by promoting the rationalization of house-work and the science of home economics, with other womanly subjects. In another work, Zafer Toprak (1996a) utilizes magazines to search for the typologies of the ideal woman. This study will, it is hoped, contribute to the existing literature by using the women’s magazines as its primary source in analysing the construction of women’s identities in the early republican period. Drawing on the theories of narrative identity, the data will be analysed through thematic analysis. Theoretical Framework This study follows the line of poststructural argument which conceptualises culture and society as narrative constructions. Against this backdrop, personal and national identities are also conceived as being constructed through narratives. Here, national identity is thought of as a kind of group-defining story which has a certain pattern; which is highly influential on the formation of the individual autobiographies (narrative identities); and which serves as mental cognitive equipment when individuals interpret events (Feldman 2001:129-144). Narrative identity is about the interpretation and articulation of the experiences of a person in a story format. The interpretation and the emplotment are social deeds (never done individually, even if the agent is alone at the time) and they are intertextual, making use of all other available texts and social narratives in a given culture. Raggatt asserts that “Identity is an openended, dialogical, and narrative engagement with the world, having multiple origins and trajectories” (Raggatt, 2006: 32). The poststructural approaches to nation building suggest that while there is no core or essence to national identity, nations are constructed within ideology and discourses. Following a similar kind of argument, we 49 assume that the nation has a narrative identity with a group-defining story. The use of narrative in the construction of nations is two-fold. First, nations are always constructed within and through a historical narrative; and, like all other historical narratives, they usually serve the political agenda of the time of their construction. This is why they are always negotiated and reproduced temporally, although presented as stable, coherent and consistent. Second, they are transmitted to the next generations in the format of narratives and stories. Theprotagonists and other actors of these narratives are usually anonymous or embodied as national heroes, who represent the “imagined community” (see Anderson 1991). At the outset of the new Republican life, the New Turkish national identity had to be constructed as something “modern” but separable and differentiated from the West (see also Chatterjee 1986; and Gökalp 1917a and b). Apart from being distinct from the West, Turkish national identity had to be constructed as separate from (or in a kind of opposition to) the former Ottoman identity, in order to safeguard the existence of the young republic. Feldman (2001: 133) suggests that all national narratives are romances in genre where a hero is opposed by “a much stronger but morally inferior antagonist with whom he has a climactic battle in the end after a series of lesser adventures”. Feldman also suggests that a national romance can be emplotted as a ‘quest’ story. Two antagonists emerge in the Republican Turkish national narrative. First, the Western states who sought to colonialize Turkish territories had to be defeated in order to establish a free land and a nation state which was modern but culturally authentic. The second antagonist was the Ottoman state, which had to be undermined and abolished before in a modern republic could exist which would serve “Turkish” people better (see also Morin and Lee, 2010). This was also presented as a quest in finding or “remembering” the national Turkish essence, which was assumed to have always been there but “forgotten” during the Ottoman centuries (see Atatürk [1927] 1981). Bruner (2001) suggests that in autobiography or in the creation of narrative identities which are formed in an autobiographical manner, “turning points” need special mention. Here, “the narrator attributes a crucial change or stance in the protagonist’s story to a belief, a conviction, a thought” (p. 31). Turning points are significant because “they represent a way in which people free themselves in their self-consciousness from their history…” (p. 32). In the republican narrative representations, the republic and its revolutions were considered as a turning point in Turkish history (also see Y. Arat, 1998: 14). Since the individual identities are constructed 50 on the basis of the national one, this turning point also urged individuals to reconsider and reconstruct their identities. (In)formed by this social narrative, women’s stories were marked in a new way and this was how the “new woman” (yeni kadın) and “the contemporary woman” (asrın kadını) of the Meşrutiyet Era were turned into the “the woman of the republic” (cumhuriyet kadını). It should be noted that this new woman has always been articulated as “singular,” both in the representations in the magazines and also in many later scholarly works. However, the narrative conceptualisation of identities will be useful in articulating the conflicting subject positions that “the new woman” contained. A narrative approach will illuminate the ways taken by each woman to deal with contradictory ideas, concepts, themes, values and morals which were offered them through the social narratives and various media. The turning point was not a practical one for many women who were “modernized” at the closing years of the Empire. For the middle-aged woman, this turning point was manifested in a re-negotiation of the values, morals and the “normal” in their narratives. A re-construction of the personal narratives would be in a dialogical manner since the values, “normals” and morals were also in conflict with each other. Thus, the turning point was a narrative one for all. The national turning point urged women to re-think and re-negotiate the themes of femininity that they took for granted. For the younger generation, it was taken for granted that 1 the changes were also practical . This is the representation which we pursue in the data analysis section. In line with Stuart Hall (1996), we argue that identities are constructed through ‘discursive work’. There is no single identity for any person, but a constellation of the identities which are available in their culture. The identities or subject positions which are historically present in the cultural repertoire often entail conflicting positions. But the conflicts can be resolved and negotiated through narrative identities, which make the events of a life appear coherent and stable, thus giving a sense of a consistent self. In the analysis part, we see the themes which were offered to Turkish women to construct their own individual narratives at a “turning point”. The republic and the nationalistic group identity offered new subject positions or conferred new meanings to the existing ones. The 1 See, Y. Arat 1998: 23. Various chapters in the book suggest that the practical changes began in the Ottoman Era, although it was presented as a complete break from the Ottoman past. 51 “mothers” or “working career women” in the republic were thus (re)formed. These are the narratives which built the cognitive foundation in interpreting the events and in constructing all kinds of meaning in social and individual narratives. In short, the Kemalist revolution worked by creating new subject positions and by transforming subjectivities. These can also be seen as representing a new kind of cultural hegemony, the intention of which was to disengage people from their existing points of identification and to situate them in new discourses and narratives which hailed them in certain ways. Method and Data The publishing of women’s magazines in Turkey is almost 150 years old. Throughout these transition and transformation periods from the Ottoman Empire to the Turkish Republic, these magazines have been an indispensable social, cultural and political space for upper- and middleclass women to manifest their claims (İlyasoğlu and İnsel, 1984). In the turmoil of the late Ottoman era, in particular, women’s magazines were the most significant space for the visibility of women enabling them – to a degree– to resist the traditional norms of morality and the restrictive models of femininity in the traditionalist Ottoman society. Hence, these journals, which illustrate the changing place and definitions as well as the desires and struggles of the women in a society, are accepted as valuable primary sources in women’s history writing (Çakır, 1994; Davaz-Mardin, 1998). Although the extensive study aims to explore these magazines starting from 1923, the data for this study consist of the magazines which date 1 from the language reform (1928) : Aile Dostu: 12 issues (No 1- 12) published bimonthly from February 1931 to December 1932. Ev-İş: 6 issues (No. 1-6), published between April 1937 and September 1937. Kadın-Ev: 2 issues (no 1-2), published in 1943. Asrın Kadını: 5 issues (No. 1-5), published between June 1944 and October 1944. 1 See Ataman and Z. Arat 1998, who conceptualise the periodization of the early republican era. 52 The textual data arising from these various magazines are analysed by means of thematic analysis. Such an analysis is in line with our theoretical framework, which is a narrative approach to society and culture. Because we consider the discourses and ideologies of the era as social narratives, we assume that the main themes of these social narratives will also be recurrent in magazines, since they assert the need to play the role of a 1 builder of “modern, civilized” society. Thus, a thematic analysis can be expected to give us the main themes by which the women of the period lived. In thematic analysis, after the process of data familiarisation, we identified a limited number of themes which adequately reflected our textual data. We started coding the articles in the magazines on the basis of the categories derived through our readings of the historical narratives of the era and secondary sources. We also searched for new categories brought up by the magazines themselves. Thematic analysis may also be considered an analysis of ideology since we seek to point to the ideologies of femininity which hailed, women of the time with new subjectivities, such as “contemporary woman (asrın kadını)”, “flamboyant woman (süs kadını)” and “Woman of the Republic (Cumhuriyet kadını)”. Remaking of the Turkish Woman Although nationalistic sentiments in the Ottoman-Turks can be traced th back to the 19 century reform period and the patriotism of the Young Ottomans (Akçura, [1928]2008; Tunaya, [1960]2004), the turning point for Turkish nationalism came after the Young Turk Revolution in 1908. Influential theorists, such as Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Tekin Alp and Halide Edip, can be seen as the prominent narrators of Turkish nationalism throughout the Second Constitutional Era (Georgeon, 2006). Their main concern was “saving the Empire”. Based on the ideas of enlightenment, science and rationality, they believed that the salvation of the Ottoman power could be accomplished only by rapid and top-down Westernization in politics, education, banking and the financial system, commercial relations, industry, agriculture, communication, as well as domestic and civil life. Meanwhile, there were discrepancies in their 1 See the first issue of Ev-İş (1937). Tahsin Demiray, the publisher, begins his article “Why Evİş?”, “We have formed a republican, nationalistic, reformist, populist, statist and secular regime” and goes on to observe that there is a need to reform the household now. 53 suggestions for adopting Western ways of doing things, since there were other ideological tenets which from time to time could even coexist in one single mind such as Gökalp’s. This elusiveness is explicit in both the theoretical writings and popular articles of the above nationalist ideologues as they try to offer the “ideal” degree of Westernization (Hanioğlu, 1986). In short, by the turn of the century the challenging problem guiding the debates of the Young Ottomans about saving the Empire was shifted from the compatibility of modernization with Islam (Mardin, 2001) or Ottoman’s cohesive and robust moral traditions (Tunaya, 2004) to the compatibility of progressivism (terakkicilik) with competing ideologies such as Westernism, Islamism and Turkism (e.g. Gökalp). However, this confusion was gradually diminished during the Turkish War of Independence (1919-1922) and the subsequent reform period (1923-1938) led by Mustafa Kemal Atatürk, which formed a new identity of the republic. With Atatürk’s reforms, over two centuries of Westernization and modernization took a new turn. Mustafa Kemal and the other leading figures constructed a distinct narrative of secular Turkish nationalism different from Pan-Turkist and Islamist ideals, which they based on the idea of ‘national sovereignty’ demarcated by national boundaries (Georgeon, 2006: 62; Tunaya, 2004: 129-146). The woman issue had been one of the most debated subjects throughout this Westernization and modernization period. Tanzimat reforms and revolutionary changes in the constitutional periods had already improved women’s position in society –educated and uppermiddle class urban women in particular – in terms of legal, social and educational affairs. The doors of secondary and high school education were opened to women in 1859 and 1880, respectively. In the 1870s, women’s teachers’ colleges (Darülmuallimat) had begun to educate the first officially certified women teachers in the Ottoman Empire. It should be noted that the graduates of these institutions also became the first women executives in the various women’s schools of the Empire. Female teachers numbered over a thousand, as opposed to their nearly ten thousand male counterparts employed in 1923 (Afet İnan, 1975: 145-158). Yet they were not allowed to attend Istanbul Darülfünunu (higher education) until 1914. However, the faculties of law and medicine were to accept female students in the very first years of the 1920s. With regard to law, a governmental decree on Family in 1917 recognized the right of divorce for 54 women (in certain conditions) as well as empowering women to some extent by giving wives the right to prevent their husbands from taking another wife (Caporal 1999; Berkes, 2002). The Empire’s war-torn context and the absence of enlisted men reinforced women’s involvement in economic and social life (see, Zihnioğlu, 2003). War conditions were, as elsewhere, a determining factor in the ideological changes in the women’s movement. Nationalistic feelings were heightened throughout the Great War and the War of Independence, during which time the ideal of the Muslim ‘Ottoman Woman’ was gradually replaced by the secularized patriotic ‘Turkish Woman’. Like their counterparts elsewhere, many women in Turkey also actively participated in both wars. For instance, hundreds of women joined the women’s battalion and served in the area of logistics during the Great War (Z. Toprak, 1988; Tekeli, 1981). Halide Edip (Adıvar), a prominent nationalist and feminist, joined the national army as a corporal during the War of Independence. In the Kemalist view, women’s emancipation and liberation were considered as a prerequisite for a broader social revolution (Berktay, 1998). This is also the foundation of the narratives of “state feminism” which was permeated the ideology from top to bottom (see Abadan-Unat 1998: 328). The conditions of women were significantly improved as a result of a series of reforms, such as the adoption of the Educational Bill of 1924, which secularized the educational system and provided equal opportunities for both sexes; the adoption of the Swiss Civil Code in 1926, which outlawed polygamy and ensured equal rights in marriage, divorce, inheritance, and property ownership; the adoption of Western styles in clothing in 1925, which legally allowed women to unveil; and finally the granting of political rights to women in local elections (1930) and in general elections in 1934 (B. Toprak, 1990). It should be noted, however, that a patriarchal mentality still prevailed, dominating the ways in which the new subjectivities were constructed (Tekeli, 1986 ; Kandiyoti, 1998; Altınay, 2004; Coşar, 2007). In short, the ruling elites of the republic asserted the power “to name” woman (See, Arat 1994 and Zihnioğlu, 2003). In fact, many women had joined the discussions - continued mainly in the press – regarding the proper character of a modern woman or ‘the ideal Turkish woman’. However, it was the masculine voice of men that mostly designated the contradictory characteristics of such an idealized prototype. Interestingly, but not surprisingly, amongst the leading female 55 figures such as Halide Edip and Nezihe Muhiddin, were those who complied with some of those features, which stem from an essentialist view of femininity. Based on both biological and mental attributes, these features were indeed not new. Despite a common tendency in the modernizing elite to impose uniformity in their discourse (Y. Arat, 1998: 2), the portrait of the “New Woman” which they drew was not singular in any sense nor was it the invention of the republican period (see YakalıÇamoğlu, 2004). But nevertheless the Kemalists imagined the ideal Turkish women as a symbol of national identity and the republic’s progressiveness; its portrait is drawn almost as a selfless super-heroine who knows her duties to the family, society and the nation. An ideal republican woman, according to many, was an enlightened mother and wife in the private sphere and a dutiful citizen in public. In both spheres women’s bodies became the representation of the vices and virtues of the new republican ideals, as we see through the magazines (see also Coşar 2007; Bilal et.al 2001; Öztamur, 2002) Refashioning the Turkish Women When we talk of the human body we talk of a body which is dressed up, even if only by cosmetics, tattooing or other forms of body painting. Bodies are made social, given meaning and identity through dress and adornment. In the magazines, the fashioning of the body with either dress or beauty products was the most frequent topic (the most recurrent category). It should be noted that fashion is here understood as a “situated bodily practice”, thought of as articulating the body, “producing discourses on the body which are translated into dress through the bodily practices of dressing on the part of individuals” (see Entwistle 2006: 4). Analysing fashion and dress with the positioning of the body at the centre of the analysis makes us pay attention not only to the micro-level practices and strategies of the individual but also to the macro-level of discourses, social narratives and ideologies which are (in)formed by and through fashion and dress. Bodies, above all when dressed, are often perceived, considered and spoken of in moral terms such as “good”, “correct”, and “appropriate”. One is rarely immune from the social pressure involved in dressing and the appearance of bodies. Just as the general morals were questioned and renegotiated during the turning point from traditional religious Ottoman social life to a secular modern republican life, the bodies and the ways in which they appeared were refashioned. Women’s bodies in the traditional 56 patriarchal understanding have always been a site of honour and morality. Women’s bodies have had symbolic significations and connotations, exceeding the personal and the individual. The honour of the family was inscribed on them. However, in the patriotic and nationalistic conceptualisation of the republican era, women’s bodies were refashioned as a site of the national honour and attained the duty of transforming the society from a traditional religious one to a secular “modern” one. This was the Kemalist conceptualisation and the rationale behind the reformation in dress code (see Çınar, 2005: 53-98). This Kemalist conceptualisation can be traced in the magazines. The reconceptualisation and refashioning of the body was two-fold. On the one hand, all the dresses were literally changed; the veil and çarşaf were removed from women’s clothing and a nationalized version of European fashion began to be followed. For example in Kadın-Ev (1944, no 1: 70-71) Refik Ahmet Sevengil in his article “National Taste in Women’s Clothing and Girls’ Institutes” writes: “Obviously as in other matters Turkish woman cannot be different than her Western counterparts in clothing…. In sewing, Westernisation should stick to the technique only and the general appearance of woman’s clothing should reflect the innovations of Turkish 1 national spirit and taste.” On the other hand cosmetics and make-up were modernized and more European products entered the lives of Turkish women. Every magazine that we have analysed devoted several pages to prescriptions for home-made beauty products, tips for beauty and also advertisements for local and Western cosmetics. Hair, too, was refashioned, following European counterparts and “modern” Turkish women started to wear their hair short. Atatürk’s adopted daughters and his wife Latife Hanım were among the followers. Although the European cosmetics and beauty tips seem to have been influential in the magazines, there was also a sceptical approach to them. We have argued that Turkish nationalism was constructed as discrete, with an emphasis on an ancient pre-Islamic Turkish culture. This manifested itself in the reconceptualisation of Turkish bodies. In Aile Dostu (No. 11:12) it is argued that “Turkish well-being and beauty have been ignored up until the Meşrutiyet and the Republican period in particular”. It is said that the Turkish women “would either die of pneumonia or present an ugly sight as a bodily mass [obese in form] as a result of a life spent indoors without a breath of fresh air or any exercise”. This problem was to be 1 All the translations belong to the present authors. 57 overcome in the new generation as a result of the importance attached to sports and gymnastics and their addition to the school curriculum. When Keriman Halis became the Beauty Queen of the World among 28 women in a pageant, it was seen as “a victory of a combination of the ancient aesthetic qualities of our race with the awakening of our well-being through physical training”. However, the most important point that separated “us” from the “other” was the emphasis on the “naturalness” of Turkish beauty as opposed to the “artificiality” of the Western. Thus, the beauty story of the nation was constructed on the grounds of an essential beauty and well-being which had been forgotten during Ottoman times. It is argued that Keriman Halis not only won the contest out of 28 women but she “challenged and won over all the artificial cosmetic products of the ‘Instituts de Beauté’ of Europe and the USA.” As a result, the pages of the magazines represent a clash of discourses and opinions about the “national” beauty of the Turkish woman. On the one hand, Hollywood actresses are presented as the ultimate beauty of the times, with figures to look up to, just after Turkish women’s beauty is cited as essential and surpassing all that the West can present. On the other, European cosmetic products and recipes are recommended as the newest and the best, just before women are warned about modesty as we see in Şükufe Nihal’s article in Asrın Kadını (No 1: 3): “the kind of useless (to her nation), heartless woman who is like a baby doll through make-up and who spends all her time in entertainment will not be forgiven by this nation.” A similar kind of modesty is advised in clothing too and women who are overdressed are either made fun of or warned, as seen in Asrın Kadını (no. 4: 3, 29, 32). It is asserted that women who “show-offs who wear expensive, glamorous clothes with a lot of make-up” are punished and lose their husbands’ care and attention.Many authors go on to argue that the Turkish women had been degendered with the republican era and markers of femininity or sexuality had been removed from their bodies. From the evidence of the magazines, such an argument falls short, although modesty is emphasized time and time again. For example, in an article by Nevin Keyn, she argues that having make-up and appropriate dress is an accepted and expected feature of modern life; however, she regrets that, “there is a proliferation of women who wears stretchy, short clothes to show off the form of their bodies and the charm of their every gesture” (ibid: 3). This is also connected to the understanding of a traditional morality. An indecisive approach to Western representations and 58 presentations of the body can be felt in each article and the presence of a fear of “losing” identity, self and culture as a result of Westernization. Every women’s magazine contains pages giving tips about fashion and presenting the latest Western models. These include afternoon dresses for the so called “salon woman” but they also present models for the newly formed professional women who were appearing in the predominantly male public domain. As they did so, their bodily presentation assumed a 1 more male look which was associated with uniforms, suits and short hair. However, it should be noted that this was not a Turkish invention, as Nihal’s article suggests. She says that, in the Western world, “we see women everywhere with a cap, pants, plain shirts and men’s boots, working in every job that belonged to men before” (Asrın Kadını, no 4: 3). Turkish women were now expected to join the work force and also appear in the public space with men. The Western women who joined the army and the work force during the Great War drew such a “sexually modest and respectable picture that [it] would not threaten the patriarchal morality” and this continued during the Second World War. During the reform period, Turkish women readily found such a dress code for professional occupations in the Western fashion magazines. Another distinct construction of Turkish fashion and its manifestation in the nationalist conceptualisation was the tendency to aim for a synthesis of East and West. The newly established institutes for girls and evening schools were the centres of creation and production of models which blended authentic Turkish figures, patterns and designs with Western fashion. The magazine Kadın-Ev which was a publication by such an institution was full of such representations. It showed particular designs for ball dresses, evening and afternoon dresses in Western style but made out of Turkish fabrics and ornamented with Turkish patterns and handiwork. The same theme appears in other magazines such as Asrın kadını (no. 4: 7-3). The author says that “the ball dresses and cepken [a traditional kind of short jacket which comes from Western Anatolia] in particular bear the glory and magnificence of an İzmir zeybek [traditional folk dancer]. The nobility of this new fashion is not less than any Western fashion. On the contrary, it has many superior features.” This was presented as the fashion of the “new Turkish” woman and its practical uses can be observed in photographs of the era in the same magazine. 1 See also, Soland 2000, for discussions of the connections between the body and modernity in the European context. 59 Concluding Remarks Foundation of the Republic is considered a turning point in the Turkish narrative of Westernization. The main themes of this narrative were built on “change” in the political, cultural and social spheres. We have argued that women’s identities and subjectivities were seen as building blocks of the modern society. The women’s magazines of the era represent different subject positions, such as suited enlightened career women; salon women attending balls with fashionably designed traditional gowns; the dutiful, selfless, soberly dressed housewives with modest make-up; the beauty queens who carry the characteristics of ancient beauty, who are fit and healthy; and the working women who took up men’s jobs as well as their costumes. All these point to a body of representations and a constellation of identities which were presented to the “new women” of the republican period to build their own narrative identities on. Thus, this narrative identity could only be dialogical and fluid, not fixed and stable, since it would also be about making moral choices on a new continuum, with the fallen, corrupt, “too-Western” women and the backward, karaçarşaflı (the ones in a black çarşaf) at one extreme and the “ideal” Turkish woman who is traditional in morals and virtues, enlightened by Western education and modestly “modern” in looks at the other. Primary Sources Aile Dostu (1931-1932), bi-monthly magazine, publisher and editor: Kemal Salih. Ev-İş (1937-1952), monthly magazine, publisher and editor : Muallim Tahsin Demiray. İstanbul: Türkiye Yayınevi. Kadın-Ev (1943-1944), annual magazine, publisher and editor: Teachers and Students of the Girls’ Institute and Evening Art Schools for Girls. Ankara: Maarif Matbaası. Asrın Kadını (1944), monthly magazine, publisher: Selim Cavit Yazman, editor: Y.K. Yazman. İstanbul: İktisadi Yürüyüş Matbaası ve Neşriyat Yurdu. Bibliography Abadan-Unat, N. (1998). “Söylemden Protestoya: Türkiye’de Kadın Hareketlerinin Dönüşümü”, in 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, A. B. Hacımirzaoğlu (ed), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, pp. 323-336. Akçura, Y. [1928] 2008. Türkçülüğün Tarihi. İstanbul: Kaynak Yayınları. Altınay, A. G. (2004). “Giriş: Milliyetçilik, Toplumsal Cinsiyet ve Feminizm”, in Vatan, Millet, Kadınlar, A.G. Altınay (ed), İstanbul: İletişim. Atatürk, M. K. [1927] 1981. A Speech. Ankara: Başbakanlık Basımevi. Acun, F. (2007). “Görsel Verilerle Kadın İmajı (1923-1960)”. SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, December, 16, pp. 91-112. 60 Anderson, B. (1991), Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism, London and New York: Verso. Arat, Y. (1997). “The Project of Modernity and Women in Turkey” in Rethinking Modernity and National Identity in Turkey, Sibel Bozdoğan and Reşat Kasaba (eds), Washington: University of Washington Press. Arat, F. Z. (1994). “Kemalism and Turkish Women” , Women and Politics, V. 14(4), pp. 57-80. Arat, F. Z. (1998). “Educating the Daughters of the Republic,” in Zehra F. Arat (ed) Deconstructing Images of “The Turkish Woman”, New York: St. Martin’s Press, pp. 157-180. Arat, F. Z. (1998). “Introduction: Politics of Representation and Identity”, in Zehra F. Arat (ed) Deconstructing Images of “The Turkish Woman”, New York: St. Martin’s Press, pp. 1-34. Ataman, N. (1999). Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Kimliğinin Oluşumu. Bir Kadın Doktorun Yaşamöyküsü Üzerinden Meslek Sahibi Cumhuriyet Kadını Kimliğinin Oluşumu. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi, SBE, Kadın Çalışmaları ABD. Berkes, N. [1973]2003. Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: YKY Yayınları Berktay, F. (2002). “Doğu ile Batının Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kuruluşu” in Modernleşme ve Batıcılık, U. Kocabaşoğlu (ed), İstanbul: İletişim Yayınları, pp: 275-285. Biçer, E. Burcu (2008). Erken Cumhuriyet Dönemi Aydını Sabiha Zekeriya Sertel’in Fikir Yazılarında Modernleşme Bağlamında Kadın, Toplum ve Siyaset. Unpublished Ph.D. thesis, Marmara Üniversitesi, SBE. Bilal, M., Ekmekçioğlu, L. & Mumcu, B. (2001). “Hayganuş Mark’ın (1885-1966) Hayatı, Düşünceleri ve Etkinlikleri – “Feminizm: Bir Adalet Feryadı””. Toplumsal Tarih, March, No. 87, pp: 48-56. Bruner, J. (2001), “Self-Making and World-Making”, in Jens Brockmeier & Donald Carbbaugh (eds) Narrative and Identity: Studies in Autobiography, Self and Culture, Amsterdam : John Benjamin Publ., pp. 25-37. Chatterjee, P. (1986), Nationalist Thought and the Colonial World, Delhi: Oxford University Press. Caporal, B. (1999). Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Vol. 1, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı. Coşar, S. (2007). “Women in Turkish Political Thought: Between Tradition and Modernity”. Feminist Review. 86, pp. 113-131. Çakır, S. (1994). Osmanlı Kadın Hareketi. İstanbul: Metis Yayınları. Çakır, S. (2002). “Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları”. Toplumsal Tarih, No. 99, pp. 28-35. Çakır, S. (2007). Feminism and Feminist History-Writing in Turkey-The Discovery of Ottoman Feminism.Aspasia. Vol.1. 2007. pp. 61-83. New York&Oxford: Berghahn Journals. 61 Çınar, A. (2005). Modernity, Islam, and Secularism in Turkey. Minneapolis: University of Minnesota Press. Davaz-Mardin, A. (1998), Hanımlar Alemi’nden Roza’ya: Kadın Süreli Yayınlar Bibliyografyası: 1928-1996, İstanbul: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Vakfı & Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. Davaz-Mardin, Aslı (1998). Kadın Süreli Yayınlar V Bibliyografyası: 1928–1996 Hanımlar Aleminden Rosa’ya. İstanbul: Numune Matbaası. Demirdirek, A. (1993). Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi. Ankara: İmge Kitabevi. Denman, F. K. (2009). İkinci Meşrutiyet Döneminde Bir Jön Türk Dergisi: Kadın. İstanbul: Libra. Durakbaşa, A. (1998a). “Kemalism as Identity Politics in Turkey,” in Zehra F. Arat (ed) Deconstructing Images of “The Turkish Woman”, New York: St. Martin’s Press, 1998, pp. 139-155. Durakbaşa, A. (1998b). “Cumhuriyet Döneminde Modern KAdın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve “Münevver Erkekler” in 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, A. B. Hacımirzaoğlu (ed), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, pp. 29-50. Entwistle, J. (2006). The Fashioned Body: Fashion, Dress and Modern Social Theory, Cambridge: Polity. Feldman, C. F. (2001), “Narratives of National Identity as Group Narratives: Patterns of Interpretive Cognition”, in Jens Brockmeier & Donald Carbbaugh (eds) Narrative and Identity: Studies in Autobiography, Self and Culture, Amsterdam: John Benjamin Publ., pp. 129-144. Georgeon, F. (2006). Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Gökalp, Z. (1917a), “Asri Aile ve Milli Aile” in Berkes, N. (edt.) (1959), Turkish Nationalism and Western Civilization: Selected Essays of Ziya Gokalp, NewYork: Columbia University Press. Gökalp, Z. (1917b), “Türk Ailesinin Temelleri” in Berkes, N. (edt.) (1959), Turkish Nationalism and Western Civilization: Selected Essays of Ziya Gokalp, NewYork: Columbia University Press. Hall, S. (1996), “Introduction: Who Needs Identity?” in Questions of Cultural Identity, S. Hall and P. du Gay (eds), London: Sage. Hanioğlu, İlyasoğlu, Aynur, & İnsel, Deniz (1984). “Kadın Dergilerinin Evrimi”, in Türkiye’de Dergiler Ansiklopediler (1849–1984), Istanbul: Gelişim Yayınları, pp. 163– 184. İnan, A. (1975). Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, İstanbul: MEB Yayınları. Kadıoğlu, A. (1998). “Cinselliğin İnkarı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Olarak Türk Kadınları” in 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, A. B. Hacımirzaoğlu (ed), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, pp. 89-100. 62 Kandiyoti, D. (1998). “Gendering the Modern on Missing Dimensions in the Study of Turkish Modernity” in Rethinking Modernity and National Identity in Turkey, Sibel Bozdoğan and Reşat Kasaba (eds), Washington: University of Washington Press. Kucukalioglu, G. Elif (2007). “The Representation of Women as Gendered National Subjects in Ottoman Turkish Novels (1908-1923)”. Journal of Gender Studies, 16 (1), pp. 3-15. Kurnaz, Ş. (1996). İkinci Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını. İstanbul: MEB Yayınları. Mardin, Ş. (2001), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları. Morin, A. & Lee, R. (2010), Constitutive Discourse of Turkish Nationalism: Atatürk’s Nutuk and the Rhetorical Construction of the “Turkish People”, Communication Studies, Vol. 61, No. 485-506. Navaro-Yaşın, Yael. (2000). “Evde Taylorizm”: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında evişinin rasyonelleşmesi (1928-40). Toplum ve Bilim. Bahar 84, s. 51-74. İstanbul: Birikim Yayınları. Öztamur, P. (2002). “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Güzellik Yarışmaları ve Feminen Kadın Kimliğinin Kuruluşu”, Toplumsal Tarih, March, No. 99, pp: 46-53. Raggatt, P. T. F. (2006). “Multiplicity and Conflict in the Dialogical Self: A LifeNarrative Approach” in Identity and Story: Creating Self in Narrative, D. P. MacAdams, R. Josselson and A. Lieblich (eds), Washington DC: American Sociological Association, pp: 15-35. Scott, Joan W. (1996). Only paradoxes to offer. French feminists and the rights of men, London: Harvard University Press. Tekeli, Ş. (1982). Kadınlar ve Siyasal, Toplumsal Hayat, İstanbul: Birikim Yayınları. Tekeli, Ş. (1986), “Emergence of the New Feminist Movement in Turkey,” in Dahlerup, D. (ed) The New Women’s Movement, Beverly Hills: Sage, pp. 179199 Tekeli, Ş. (1990), (ed) Kadın Bakış Açısından 1980'ler Türkiye'sinde Kadın. İstanbul: İletişim Yayınları. Tekeli, Ş. (1998). “Birinci ve İkinci Dalga Feminist Hareketlerin Karşılaştırmalı İncelemesi Üzerine Bir Deneme” in 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, A. B. Hacımirzaoğlu (ed), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, pp. 337-346. Toska, Z. (1998). “Cumhuriyetin Kadın İdeali: Eşiği Aşanlar ve Aşamayanlar” in 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, A. B. Hacımirzaoğlu (ed), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, pp. 71-88. Toprak, B. (1990), “Emancipated but Unliberated Women in Turkey: The Impact of Islam” in Women, Family and Social Change in Turkey, F. Özbay (ed), Bangkok: Unesco. Toprak, Z. (1988). “Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Kadın Askerler ve Milli Aile”, Tarih ve Toplum, March, No. 51, pp: 34-38. Toprak, Z. (1984). “Fikir Dergiciliğinin Yüz Yılı” in Türkiye’de Dergiler-Ansiklopediler, İstanbul: Gelişim Yayınları, s.13-54. 63 Toprak, Z. (1996a). “Cumhuriyet Damat Adaylarının (1927) Dikkatine: Hangi Kızla Evlenmeli?” Toplumsal Tarih, March, No. 27, pp: 6-11. Toprak, Z. (1996b). “Cumhuriyet Türkiyesi’nin Damat Adayları: Leyla Hanım’ı Kim Alacak?” Toplumsal Tarih, April, No. 28, pp: 6-12. Tunaya, T. Z. [1960] 2004. Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri. İstanbul: Bigi Üniversitesi Yayınları. Yakalı-Çamoğlu, D. (2004). Turkish Women In The Family In The Early Republican Period, unpublished Ph. D. Thesis, Birmingham: University of Birmingham. Yuval-Davis, N. (1997), Gender and Nation, London: Sage. Zihnioğlu, Y. (2003). Kadınsız İnkılap. İstanbul: Metis Yayınları. 64 EMPERYALİZM ARACI OLARAK SİNEMA: “AVATAR” FİLMİNE İLİŞKİN İDEOLOJİK BİR ÇÖZÜMLEME 1 Arş. Gör. Duygu Çeliker 2 Arş. Gör. Seyhan Aksoy ÖZET Bir kitle kültürü ürünü olarak sinema, büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda, hem kar elde etmek hem de ideolojik manipülasyon için kullanılmaktadır. Üretim, tüketim ve dağıtımın gerçekleştiği bir endüstri olarak sinema, kapitalist toplumsal formasyondan ve kapitalist ideolojiden bağımsız değerlendirilemez. Bu nedenle sinemaya ilişkin olarak yapılacak bir analizin tüm bu boyutları kapsayacak şekilde, bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir. Bize bu bütüncül bakış açısını sunan yaklaşım ekonomi politiktir. Bu bakış açısından hareketle çalışmada, gösterime girdiği dönemde teknolojisi, bütçesi ve içeriği nedeniyle dikkatleri üzerine çeken ve sıklıkla anti-emperyalist bir Hollywood yapımı olarak değerlendirilen Avatar filmi analiz edilmiştir. Bu analiz sonucunda diğer Hollywood yapımları gibi Avatar’ın hikayesinin de ırkçı, cinsiyetçi ve bireyci burjuva ideolojisini yücelten emperyalist bir yapım olduğu ortaya konulmuştur. 1 2 Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi 65 ABSTRACT The cinema as a product of mass culture is used both for making profit and ideological manipulation towards the interests of big investment groups. The cinema as an industry where production, consumption and distribution are carried out cannot be evaluated independently from capitalist societal formation and capitalist ideology. Therefore, an analysis to be carried out related to the cinema must be taken into the consideration through an integrated point of view in a manner comprising all of these aspects. The approach offering us this integrated point of view is the economy politics. From this point of view, in the study, the movie “Avatar” attracting attentions due to its technology, budget and content in the period where it was released and often considered as an anti-imperialist Hollywood production is analyzed. As a result of this analysis, it is revealed that the history of Avatar is also an imperialist production sublimating racist, sexist, and individualistic bourgeoisie such as other Hollywood productions. I- Giriş Sinema günümüz toplumlarında önemli kitle iletişim kurumlarından biridir. Kapitalist pazarın mantığına uygun şekilde işleyen sinema endüstrisi, diğer düşünce üretim araçları gibi büyük sermaye gruplarının kontrolündedir ve egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda hem kar elde etmek hem de ideolojik manipülasyon için kullanılmaktadır. Yani bir taraftan içeriğiyle toplumun düşünsel yapısını, bilincini biçimlendiren sinema, bir taraftan da gişe hasılatı, reklamlar vb. ile kitle iletişim holdinglerinin karını en çoklaştırmaktadır. Başta ekonomik, siyasi, kültürel olmak üzere pek çok boyutu olan sinema, hem görsel hem de işitsel unsurları bir arada bulundurması nedeniyle izleyiciyi etkileme kapasitesine sahiptir. Ancak bu süreçte izleyicinin aktifliğinden söz etmek mümkün değildir. Nitekim film izleme pratiği, çoğunlukla pasif bir etkinliktir. İzleyici yalnızca, kendisine sunulan kitle kültürü ürününü tüketir. Böylelikle izleyici sisteme entegre edilir ve mevcut düzen yeniden üretilir. Bu durum, merkezde yer alan Batılı ülkelerin sinema da dahil olmak üzere diğer kitle kültürü ürünleri ile hem kendi ürünlerini hem de kendi kültürlerini bağımlı konumdaki diğer ülkelere ihraç ettikleri emperyalizm biçimidir. Bir kitle iletişim aracı olan sinema, üretim, dağıtım ve tüketimin gerçekleştiği bir endüstridir. Bu nedenle sinemaya ilişkin olarak yapılacak bir analizin tüm bu boyutları kapsayacak şekilde, bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir. Bize bu bütüncül bakış açısını sunan yaklaşım ekonomi politiktir. Ekonomi politik; endüstriyel yapı, içerik ve izleyici arasındaki bağı göz ardı etmeksizin iletişimin üretim, dağıtım, tüketim boyutlarını bütüncül bir şekilde ele alır. Bu nedenle, sinemanın ideolojik bir aygıt olduğu görüşünden hareketle, Avatar filminin ideolojik analizine yönelik olarak yapılan bu çalışmada, ekonomi politik yaklaşımın temel varsayımlarından hareket edilmiştir. Çözümleme için Avatar filminin seçilmiş olmasının nedeni ise, filmin gerek izleyici ve gerekse de sinema eleştirmenleri tarafından sıklıkla anti-emperyalist bir Hollywood yapımı olarak değerlendirilmesidir. Oysa diğer Hollywood filmlerinde olduğu gibi, Avatar’ın hikayesi de emperyalisttir. Kuramsal Çerçeve İletişim alanında farklı kuramsal yaklaşımlar vardır. Liberal kuram, medya ve içeriklerini anlamada/anlamlandırmada mesaj alma/çözümleme, kullanımlar doyumlar, aktif izleyici gibi konulara ve medya içeriklerinin etkisine odaklanır. Bu yaklaşım, medyanın tarihsel ve toplumsal bağlamını, 66 içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve kültürel yapıyı göz ardı eder ve nedensellik bağını ortadan kaldırır. Oysa medyanın önemi bireysel etkiler, kullanımlar ve doyumlar sorunlarının çok daha ötesine geçer (Barret, 2006: 9). Bu noktada tarihsel belirlenime dayalı bir anlayış bize, ekonomik ya da siyasi olanı toplumsal ilişkilerden soyutlamayan, kitle iletişimini ve iletişimsel içerikleri toplumsal ve kültürel dinamiklerin karşılıklı ilişkisi içerisinde inceleyen bütüncül bir yaklaşım sunar (Erdoğan, 2001: 281). Nitekim “maddi hayatın üretim tarzı, toplumsal, siyasi ve genel olarak entelektüel hayat sürecini şartlandırır” (Marx, 1974: 31). Bu çalışmanın temel kabulleri çerçevesinde, sinema endüstrisinin yapısı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan içerikler, ekonomik, siyasi ve hukuki güçlerin etkin olduğu egemen üretim tarzı ve ilişkileri tarafından belirlenir. Bu içeriklerin üretimi, dağıtımı, tüketimi egemen üretim yapısının kuralları çerçevesinde gerçekleşir. Böyle bir yapı içerisinde üretilen sinema içerikleri emtia formunda üretilmektedirler. Nitekim kapitalist üretim biçiminin en önemli özelliklerinden biri emtia üretimine dayanmasıdır. Emtialar kullanım değeri ve değişim değeri olmak üzere ikili bir varlığa sahiptirler (Marx, 1997: 47). Üretilen ürünlerin tüketiciler açısından bir kullanım değeri varken endüstri açısından da bir değişim değeri vardır. Bu ürünler pazarda satılmak için üretilir. Böylelikle sürekli üretim ve tüketim süreci ile artı değer yaratılarak kapitalist üretim ve tüketim biçimi yeniden üretilir. Sinema açısından düşünüldüğünde, sinemanın da emtia üretimi ve değişimi vasıtasıyla, artı değer yaratıcısı olarak doğrudan ekonomik rolü bulunur. Sinema endüstrilerinin artı değer yaratıcısı olarak ekonomik rolünün dışında bir de ideolojik işlevi vardır. Toplumsal bilincin biçimlenmesinde önemli bir rol oynayan sinema endüstrisi, içerikleri ile kapitalist ilişkilerin düşünsel ifadelerinin taşıyıcısıdır ve bu yolla egemen ideolojiyi meşrulaştırarak, kapitalizmi ve ideolojisini yeniden üretmektedir. Bu nedenle herhangi bir iletişimsel içeriği analiz etmek için içeriğin üretildiği toplumsal formasyon olarak kapitalist sistemin doğasının ve bu sistem içerisinde üretilen iletişimsel içeriğin neye ve hangi çıkarlara hizmet ettiğinin anlaşılması gerekir. Ancak böyle bir yaklaşımla ulusal ve uluslararası politik yapı içerisinde iletişim endüstrileri ve diğer endüstriler arasındaki ilişki ortaya konulabilir ve böylelikle gerçek iktidar yapıları açığa çıkarılabilir (Wasko, 2006: 192). Günümüzde sinema endüstrisi, az sayıda firmanın egemen olduğu oligopol bir piyasadır. Oligopol piyasalarda firmalar; fiyatları kontrol etmede, tedarikçiler ve işçilerle fiyat pazarlığı yapmada ve reklam fiyatlarını yükseltmede rekabetçi piyasalara göre daha büyük bir güce sahiptir. Ayrıca 67 oligopol piyasalar, ekonomik yoğunlaşma nedeniyle riskleri azaltmada firmalar açısından elverişlidir (McChesney, 2006: 226). Sinema endüstrisi açısından düşünüldüğünde bu firmalar, yatay ve dikey bütünleşmelerle piyasayı ele geçirmiş olan ABD menşeli büyük holdinglerdir. Büyüklük sıralaması yapmaksızın; Time Warner, Viacom, News Corporation, Sony, General Electric ve Disney gibi holdingler film stüdyoları, radyolar, gazeteler, kablolu tv kanalları, kitap yayıncılığı ve diğer bağlı kuruluşlarla yatay ve dikey olarak bütünleşmiş güç odaklarıdır (Kaya, 2009: 53). Sinema endüstrisinde, çok sayıda etkinlik sektörlerini bir araya getiren birleşmelerden (konglomeralardan) oluşan kuruluşlarıyla, filmlerin üretiminde, dağıtımında ve gösteriminde hakim konumda olan ülke Amerika’dır. Amerikan sinema imparatorluğunun merkezi ise Hollywood’dur (Hennebelle, 1975). Üretimin ve dağıtımın gerçekleştiği bir endüstri olarak Hollywood, kar odaklıdır ve tıpkı diğer ticari kuruluşlar gibi kar etmek için üretimde bulunur (Wasko, 2003; 2008). Hollywood şirketleri, günümüz sinema endüstrisini biçimlendiren ve sinema endüstrisini kontrol eden küresel şirketlerdir. Bu küresel şirketlerden Sony firmasının Columbia Pictures’ın da dahil olduğu dört film stüdyosu, benzer şekilde Viacom firmasının da 4 film stüdyosu bulunmaktadır. Time Warner şirketinin, Warner Bros da dahil olmak üzere 3 film stüdyosu mevcuttur. Liberty Media Corporation, Walt Disney ve Vivendi Universal şirketlerinin bünyesinde altışar adet film stüdyosu bulunmaktadır. News Corporation şirketi ise yedi adet film stüdyosuna sahiptir (Steger, 2004: 109-113). Medya endüstrisinde hakim konumda olan bu şirketler, bünyelerindeki film stüdyoları ile yalnızca film üretim aşamasında faaliyet göstermez. Nitekim bu küresel şirketler, ekonomik anlamda risklerini en aza indirmek için yatay ve dikey tekelleşme ile sinema endüstrisinin üretim, dağıtım, gösterim ve tüketim aşamalarını kontrol altına alan bir yapılanmaya sahiptir. Sinema endüstrisinin denetimini elinde bulunduran bu stüdyolarda üretilen içerikler, egemen ideolojiyi tehlikeye düşürecek ya da onu sarsacak içerikler değildir. Aksine ideolojinin ve hegemonyanın devamı için, toplumu bir arada tutan, çatışma ve çelişkilerin üzerini örten, her şeye rağmen bir arada olabilmeyi sağlayacak bir dünya algısını her gün yeniden ve yeniden üreten içeriklerdir. Nasıl iyi vatandaş olunacağı, vatanseverlik, iyi bir kadının, eşin nasıl olması gerektiği, neyin iyi/kötü, neyin sevap/günah olduğu yeniden tanımlanır (Akbal Sualp, 2010: 120). Sinema endüstrisinde üretim için, aktörlerden sinema yazarlarına, yönetmenlerden kamera arkası çalışanlarına, teknisyenlerden set işçilerine kadar binlerce insanın emeği endüstri tarafından artı değer yaratmak üzere 68 bir araya getirilir. Yaratılan artı değer, küresel şirketlerin kasasına kar olarak girer. Ayrıca endüstri bir taraftan da mümkün olduğunca çok izleyiciye ulaşarak, karını maksimize eder. Daha çok izleyiciye ulaşmanın yollarından biri yeni yapım ve gösterim teknolojilerinin (3 boyutlu dijital çekim, kurgulama ve gösterim gibi) geliştirilmesidir (Yaylagül, 2010:10-20). Kullanılan bu yeni biçim ve içerikler aracılığıyla izleyici etkilenmeye ve böylelikle pazarda üstünlük sağlanmaya, sürdürülmeye çalışılmaktadır. Hollywood, sıklıkla önceden denenmiş türde (western, bilim kurgu, komedi, korku, romantik komedi vb.) filmler üretir. Sinema filmlerini türleştirme eğilimi sinemanın ilk yıllarından itibaren tamamen gişe kaygısından kaynaklanan bir yaklaşımın sonucudur ve böylelikle film şirketlerinin yapım, dağıtım ve gösterimdeki olası belirsizliklerini en aza indirmek amaçlanmaktadır (Kırel, 2010: 247). İzleyici maksimizasyonunu sağlamak için belirli türde filmler üreten Hollywood, aynı zamanda benzer temalar kullanır. Bu temalar, neredeyse tüm Hollywood yapımlarında yer alan ve Amerika’nın egemen bakış açısını yansıtan statü, başarı, cinsiyet ve milliyet rolleri, gençlik ve etnisite gibi temalardır. Böylelikle izleyiciler bu temalara ilişkin olarak bir tutum geliştirir. Yani Hollywood, hem kitle kültürü formunda emtia olarak sinema filmi hem de bu filmlerin içerikleri ile izleyicilere kültür ve yaşam biçimi olarak kapitalizmi meşrulaştıran bir bilinç satar (Yaylagül, 2010:15). Sonuçta ekonomik olarak egemen olanlar, ürettikleri kitle kültürü ürünleri aracılığıyla kültürünü de egemen hale getirir. II. Yöntem Çalışmanın konusu olan Avatar filmi, bir Hollywood yapımıdır. Animasyon tekniğiyle yeni türde özel efektlerle, 3 boyutlu çekilen Avatar, hem yeni teknolojisi ile hem de önceden denenmiş ve tutmuş olan bir tür olarak bilim kurgu türünde olması ve hemen hemen her Hollywood yapımında sunulan ve izleyicinin içselleştirdiği benzer içeriği nedeniyle, pek çok izleyicinin dikkatini çekmiş bir filmdir. Yapım tekniği nedeniyle, sinemanın ‘en pahalı yapımı’ ünvanını alan Avatar, dünya çapında yaptığı gişe hasılatı ile yapım şirketine, yapım maliyetinin on katından daha fazla kar elde ettirmiştir. Filmin bilinen bütçesi 237.000.000 dolar iken dünya çapındaki hasılatı ise 2.730.425.412 dolardır. Yapım yılı 2009 olan filmin prodüksiyonunu Lightstorm Entertainment şirketi, dağıtımını ise sektöre hakim olan küresel medya şirketlerinden, News Corporation şirketinin bünyesinde bulunan, 20th Century Fox şirketi yapmıştır (Wikipedia, 2010). Üretimi, dağıtımı ve gösterimi, kapitalist mantıkla işleyen Hollywood 69 şirketleri tarafından yapılan Avatar filminin, içerik olarak bu yapıdan bağımsız olması düşünülemez. Bu doğrultuda çalışmada, sinemanın ideolojik bir aygıt olduğu görüşünden hareketle, Avatar filminin ideolojik analizi yapılmıştır. İlk olarak filmin özeti yapılmış daha sonra filmin içeriğine yönelik olarak belirlenen kategoriler çerçevesinde saymaca uygulanmıştır. Nicel çözümlemede ilk olarak filmin sahneleri sayılmıştır. Nitekim çekim ölçeği, kamera hareketi, kamera açısı, kesmeler gibi çekim parametreleri ile istatistiksel analiz yapılabilir (Elsaesser ve Buckland, 2002: 19). Bu çalışmada sahne sayımı yapılırken her bir kurgusal geçiş sahne olarak sayılmıştır. Sahne sayımının ardından çalışmanın amaçları doğrultusunda filmin içeriğine bakılarak kategoriler oluşturulmuştur. İçerik çözümlemesinde kullanılan çeşitli analiz teknikleri vardır. Kategorisel analiz de bunlardan biridir. Kategorisel analiz, genel olarak, belirli bir mesajın birimlere bölünmesini ve bu birimlerin, belirli kriterlere göre kategoriler halinde gruplandırılmasını ifade eder (Bilgin, 2006: 19). Bu bağlamda Avatar filminin içeriğine bakılarak oluşturulan kategoriler şunlardır: “filmde kullanılan mekanlar”, “savaş sahneleri”, “filmde kahraman kullanımı”, “filmdeki iyi ve kötü karakterler”, “filmdeki karakterlerin ırkı” ve “filmdeki karakterlerin cinsiyeti”. Bu kategoriler doğrultusunda yapılan niceliksel analizin ardından filmin ideolojisini açığa çıkarmak için nitel analiz yapılmıştır. Filmin nitel analizine ilişkin olarak belirlenen başlıklar ise şunlardır: “Alt Yapı ve Üst Yapı Arasındaki İlişki Tersine Çevriliyor”, “Bireyci Burjuva İdeolojisi Yüceltiliyor”, “Erkek Egemen İdeoloji Yeniden Üretiliyor”, “Irkçı Söylem Renk Değiştiriyor: Beyaz Adamlar ve Mavi Yerliler”, “İyilerin Kazandığı İzleyicilerin Kandırıldığı Mutlu Son (mu)”. Filmin Özeti Filmin hikayesi 2129 yılında Pandora adlı bir gezegende geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen ve oldukça değerli yeraltı zenginliklerinin bulunduğu Pandora’da, 3-4 metre uzunluğunda, mavi, insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş olan Navi halkı yaşamaktadır. Naviler için kutsal olan bir bölgede bulunan yer altı zenginliklerine ulaşmak isteyen insanlar, Navilerle arabuluculuk yapabilmek için insan DNA’sı ile Navi DNA’sını laboratuar ortamında eşleştirip, Avatar denilen melez canlılar geliştirirler. Navilerle arabuluculuk görevini yapan Avatarlardan biri de gazi bir asker olan ve yürüyemeyen Jake Sully’dir. Jake, Avatar bedenine büründürülerek Pandora’ya gider ve onların yaşamına dahil olur. Navi ırkına ilişkin edindiği bilgileri komutanına aktarır ve Navilerin “sömürgeleştirilmesi” amacına hizmet eder. Ancak Jake, bir rastlantı 70 sonucu karşılaştığı Navi prensesi Neytiri’ye aşık olur ve Navilerin yanında yer almaya başlar. Sonuçta emperyalist güçlerle, içinde Jake’in de yer aldığı yerli halk Naviler arasında savaş olur. Bu savaşta Navilerin lideri Jake’tir. Savaşı Naviler kazanır, emperyalistler Pandora’yı terk eder. Bu arada Jake de Avatar bedeninde, aşkı Neytiri ile Pandora’da kalmayı tercih eder. III. Bulgular - Nicel Çözümlemeye İlişkin Bulgular Nicel çözümlemede ilk olarak filmin sahneleri sayılmıştır. Ardından tüm sahnelerde gösterilen karakterler cinsiyet, ırk ve iyi/kötü kategorisi altında kodlanmıştır. Çözümlemede filmin kahramanının kaç sahnede gösterildiği ve filmde geçen savaş sahneleri de sayılmıştır. Ayrıca sahnelerin geçtiği mekanlar da tanımlanmıştır. Aşağıda nicel çözümlemeye ilişkin bulgular yer almaktadır. İlk tablo filmde geçen mekanlara ilişkindir. Mekan Sıklık Yüzde Açık Alan 1430 65,0 Laboratuar 280 12,7 Uçak/Tank/Robot 248 11,3 Askeri Üs 225 10,2 Uzay 6 ,3 Diğer 10 ,5 2199 100 Toplam Tablo 1: Filmde Geçen Mekanların Sıklık ve Yüzde Olarak Dağılımı Tablo 1, filmde geçen mekanların yüzde ve frekans olarak dağılımını göstermektedir. Tabloya göre; filmde gösterilen 2199 sahnenin 1430’u açık alanda -emperyalist ülke tarafından istila edilen Navilerin topraklarında753’ü ise emperyalist ülkenin amaçlarına hizmet eden askeri üs, uçak/tank/robot ve laboratuar gibi mekanlarda geçmektedir. Filmin sıklıkla bu mekanlarda geçmesi emperyalist ülkenin savaş teknolojisine, savaşmak ve sömürgeleştirmek için gereken bilimsel bilgiye ve güce sahipliğini göstermektedir. Buna karşılık filmde Navilerin daimi mekanı ise açık alanlar yani Pandora gezegenidir. Filmde açık alanlar dışında gösterilen uçak/tank/robot ve laboratuar gibi mekanlar, Navilerin topraklarını sömürgeleştirmek isteyen emperyalist ülkenin savaş öncesi bilimsel ve askeri hazırlıklarını yaptıkları mekanlardır. 71 Çalışmada açık alanlar olarak tanımlanan Pandora gezegeni ise hem Navilerin daimi mekanı hem de doğrudan savaşın gösterildiği mekanlardır. İyi ve kötülerin savaşı üzerine kurulu olan filmde, emperyalist ülke, Pandora gezegenini sömürgeleştirmeye çalışır ve bu nedenle taraflar arasında savaş olur. Filmde yer alan 2199 sahnenin 699 sahnesi savaş sahnesidir. Başka bir deyişle filmin % 30’undan fazlası savaş sahnesine ayrılmıştır. Çalışmada bir başka çözümleme de filmde kahramanın gösterilme sıklığına ilişkin olarak yapılmıştır. Sinema da dahil olmak üzere medya içeriklerinde başarı ya da başarısızlık bireyselleştirilmektedir. Hollywood filmlerinde çoğunlukla kötüleri tek başına alt eden, suçun ya da suçluların üstesinden gelen, “kendini ‘doğal’ adaleti sağlamaya adamış olan bir kahraman” (Kamir, 2009: 834) vardır. Kahramanın başarısı ise bireysel bir başarıdır. Avatar filminde de Navileri sömürge olmaktan kurtaran bir kahraman yer almaktadır. Filmdeki toplam 2199 sahnenin 1198’inde kahraman gösterilmektedir. Geriye kalan 1001 sahnede ise filmde kahramana eşlik eden diğer karakterler gösterilmektedir. Filmin kahramanı Jake Sully, hemen hemen tüm Hollywood yapımı filmlerdeki kahramanlar gibi Anglosakson Protestan beyaz orta sınıf erkeğidir (Yaylagül, 2009: 179). Yani mavi renkli olan Navi ırkının özgürlük mücadelelerinde kendi içlerinden bir kahraman çıkmamıştır/çıkarıl(a)mamıştır. Bu durum Hollywood’un ırkçı söylemini yeniden üretmektedir. Kötü/İyi Sıklık Yüzde Kötüler 855 38,9 İyiler 824 37,5 İkisi Bir arada 352 16,0 Karakter Yok 168 7,7 Toplam 2199 100 Tablo 2: Filmde Gösterilen İyi ve Kötü Karakterlerin Sıklık ve Yüzde Olarak Dağılımı Ayrıca çalışmada, 2199 sahnede gösterilen karakterler iyi/kötü kategorisi altında kodlanmıştır. Kodlama sırasında emperyalist ülke kötü, Naviler ise iyi olarak kodlanmıştır. Tablodan da anlaşılacağı gibi filmde gösterilen 2199 sahnenin 855’inde kötüler, 824’ünde ise iyiler gösterilmiştir. Niceliksel olarak filmde iyi/kötü temsili açısından bir denge söz konusu olsa da kötülerin yani emperyalist ülkeyi temsil eden karakterlerin temsili nispeten daha çoktur. Filmdeki iyiler ve kötüler 72 temsiliyle mücadele iyiler ve kötüler arasındaki mücadeleye indirgenmekte, mücadelenin sınıfsal karakteri gizlenmektedir. Nitekim filmde izleyicileri yanıltan ve filmin anti-emperyalist olarak nitelendirilmesinin nedeni Navilerin topraklarını işgal eden emperyalist ülkenin kötü, Navilerin ise iyi olarak gösterilmesi ve iyi/kötü savaşında, savaşı iyilerin kazanması yani emperyalist ülkenin kaybetmesidir. Filme ilişkin bir başka çözümleme de filmde gösterilen karakterlerin ırkı ile ilgilidir. Nitel içerik çözümlemesine temel oluşturmak için yapılan nicel çözümlemede filmde gösterilen ırkların sayılmasının nedeni kapitalist ideolojinin ırkçı söylemini ortaya koyabilmektir. Aşağıdaki tablo, filmde gösterilen karakterlerin ırkına ilişkin niceliksel dağılımı göstermektedir. Irk Sıklık Yüzde Beyazlar 719 32,7 Avatarlar 432 19,6 Avatarlar/Naviler 431 19,6 Naviler 347 15,8 Karakter Yok 168 7,7 Beyazlar/ Avatarlar 52 2,4 Beyazlar/Naviler 33 1,5 Beryazlar/Naviler/Avatarlar 16 ,7 2199 100,0 Toplam Tablo 3: Filmde Gösterilen Karakterlerin Irkına İlişkin Dağılım Avatar filminde temel olarak beyazlar ve Naviler (mavi renkli) olmak üzere iki farklı türden/ırktan söz etmek mümkündür. Bunun dışında bir de insan bedeninin Navi bedenine dönüştürülmesiyle ortaya çıkan ve Avatar denilen canlılar bulunmaktadır. Tabloda da gösterildiği gibi filmde yer alan 2199 sahnenin 347’isinde Naviler, 432’sinde Avatar denilen canlılar gösterilirken 719 sahnede ise beyazlar yer almaktadır. Bu bulgu, bir kültür endüstrisi ürünü olan sinemanın, ırkçı söylemin yeniden üretilmesine hizmet ettiğini niceliksel olarak ortaya koymaktadır. Filmin kahramanının beyaz olması ve 2199 sahneden oluşan filmin, yarısından fazlasında kahramanın gösteriliyor olması da ırka ilişkin bulguyu destekleyecek niteliktedir. 73 Cinsiyet Sıklık Yüzde Erkek 1001 45,5 Kadın 285 13,0 İkisi Birlikte 745 33,9 Yok 168 7,6 Toplam 2199 100,0 Tablo 4: Filmde Gösterilen Karakterlerin Cinsiyete Göre Sıklık ve Yüzde Olarak Dağılımı Kültürel ürünlerin biçim ve içeriği, bu ürünlerin üretildiği kapitalist üretim biçiminden ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız değildir. Nitekim medyanın ideolojik eğilimi de kapitalist ideolojiyi meşrulaştırma ve yeniden üretme yönündedir. Bu nedenle, söz konusu toplumsal formasyon tarafından şekillendirilen medya içerikleri de tıpkı kapitalist ideoloji gibi cinsiyetçi bir bakış açısına sahiptir. Yukarıdaki tablo, filmin sahnelerinde yer alan kadın ve erkeklerin sıklık ve yüzde olarak dağılımını göstermektedir. Bu tabloya göre filmdeki toplam 2199 sahnenin 1001’inde erkek gösteriliyor olmasına karşılık, yalnızca 285 sahnede kadın karakterler gösterilmektedir. Filmde erkek karakterlerin kadın karakterlere oranla daha fazla gösteriliyor olması, filmdeki cinsiyetçi bakış açısını destekleyici bir bulgudur. Niceliksel içerik çözümlemesi sonucu ulaşılan bulgulardan hareketle Avatar filminin diğer medya içerikleri gibi sınıf, cinsiyet ve milliyet temelli eşitsizlikleri ve her türlü sömürü biçimini yeniden ürettiğini ve meşrulaştırdığını (McQuail, 1994: 262) kısmen söylemek mümkündür. Ancak sadece niceliksel bulgulardan yola çıkarak filmin içerdiği ideoloji hakkında net olarak bilgi sahibi olunamaz. Bunun için görünen içerikten ziyade bu içeriğin altındaki anlamın analiz edilmesi önemlidir. Bu düşünceden hareketle çalışmada, nitel çözümleme yapılmıştır. Nitel Çözümlemeye İlişkin Bulgular Sinema eleştirmenleri tarafından anti-emperyalist bir söylem olarak değerlendirilen Avatar filmi gerçekte emperyalizm karşıtı bir yapım mıdır? Çiler Dursun’un (2010) ifadesiyle teknolojinin son imkanlarını kullanarak sunulan yapım karşısında izleyici ve eleştirmenler filmdeki görünen içeriğe teslim olmuşlardır. Aslında Pentagon destekli pek çok film gibi (Robb, 2005) Avatar’da görünen içeriğinin aksine kapitalist toplumsal formasyonun düşünsel ifadelerini taşımaktadır. 74 2129 yılında Pandora gezegeninde geçen filmde iki farklı toplum tipi gösterilmektedir. Bu toplum tiplerinden birisi kapitalist toplum, diğeri ise yerli Navi topluluğudur. Filmin anlatısında kapitalist beyazlar, amacı Pandora gezegeninde bulunan değerli madeni ele geçirmek olan ve bu amaç doğrultusunda Navilerin topraklarını işgal etmek isteyen kötülerdir. Çünkü bu maden, filmde askeri ve bilimsel gücü elinde bulunduran kapitalist için bir ganimettir. Kapitalist bu durumu filmde şu sözlerle ifade eder : “Lanet köyleri en zengin maden yatağı üstüne kurulmuş ve bu yatak her yöne kilometrelerce uzuyor. Yani bu ganimet değil de ne?” İşte bu nedenle kapitaliste göre bu topraklar sömürülmeli, ganimet ele geçirilmelidir. Naviler ise toprakları işgal edilen ve bundan dolayı beyazlara karşı mücadele eden iyilerdir. İyi ve kötü arasında yaşanan bu mücadeleyi, iyiler yani Naviler kazanmıştır. Gerçek hayattakinin aksine, emperyalist ülkenin Pandora gezegenini sömürgeleştir(e)memesi, izleyiciler ve film eleştirmenleri tarafından filmin anti-emperyalist olduğu görüşünü doğurmuştur. Ancak bu görünen içerik filmi anti-emperyalist yapmamaktadır. Bu noktada filmin görünen içeriği altında yatan ideolojinin irdelenmesi önemlidir. Her şeyden önce bir Hollywood anlatısı olan film, eleştirmenlerin ve izleyicilerin söylediklerinin ve görünen içeriğinin aksine, kapitalist toplumsal formasyonun düşünsel ifadelerini taşıyan; emperyalist, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi ve bireyci burjuva ideolojisini yücelten bir yapımdır. Bu temel varsayımdan hareketle film, aşağıdaki kategoriler çerçevesinde analiz edilmiştir. Alt Yapı ve Üst Yapı Arasındaki İlişki Tersine Çevriliyor Avatar filminde alt yapı ve üst yapı ilişkisinin tersine çevrildiği ve üretimin yok sayılarak görünmez bir hale dönüştürüldüğü görülmektedir. Filmde daha çok üretim yerine kültürün ve kültürel ritüellerin görünürlüğü ön plandadır. Üst yapının unsurları olan kültür, fikirler, değerler ön plana çıkarılarak insanlar arasındaki mücadele fikirler mücadelesine indirgenmektedir. Böylelikle filmin içeriği hem tarihsel bağlamdan uzak hem de sınıf çelişkilerini gizleyen bir hal almaktadır. Filmin görünen içeriğinde kötü, istilacı, savaşçı olarak gösterilen beyazların değerleri esasen kapitalist toplumsal formasyona denk düşen unsurlardır. Bütün bu değerler kapitalizmin değerleri ve düşünsel ifadeleridir. Filmde bu değerler kendiliğindenmiş gibi gösterilerek alt yapı ve üst yapı arasındaki nedensellik bağı ortadan kaldırılmakta, üst yapının özerkleşmesine vurgu yapılmaktadır. Benzer şekilde filmde, yerli bir topluluk olan Naviler de 75 fikirler ve değerleriyle ön plana çıkarılmış bir topluluktur. Doğayla tam bir uyum içerisinde gösterilen Naviler, doğa üstü güçlerle iletişim kurmakta, doğaya zarar vermemekte, kutsal olana ve inancın gücüne inanmaktadırlar. Oysa ki Navilerin bu dinsel ritüelleri ve günlük yaşam pratikleri onların üretim tarzlarının şartlandırdığı pratiklerdir. Marx ve Engels’in de ifade ettiği gibi bireylerin zihinlerindeki fikirler doğa ile olan ilişkileri hakkındaki fikirleridir (Max ve Engels, 1999: 66). Başka bir deyişle maddi yaşam süreçleri bu fikirleri önceler ve düşünce pratikten ayrılamaz (Marx ve Engels, 1992: 21). Dolayısıyla insanların günlük yaşam pratikleri ve fikirlerini anlamlandırmak için öncelikle onların kendilerini üretiş ve yeniden üretiş biçimlerine bakmak gerekmektedir. Filmde bu ilişkinin gizlendiği görülür. Bireyci Burjuva İdeolojisi Yüceltiliyor Avatar filminde burjuva toplumlarının egemen değerleri aktarılmakta ve bireyci burjuva ideolojisi yüceltilerek yeniden üretilmektedir. Kapitalizmin temel mantıklarından birisi de kazanmak ve kaybetmek üzerine kuruludur. İnsan isterse kendisi için kötü olan durumları tersine çevirerek kazanabilir. Bu durum aynı zamanda kapitalizmin rekabetçi doğasını da vurgulaması açısından önemlidir. Filmde beyazlar tarafından toprakları işgal edilen Naviler, beyazlara karşı girdikleri savaşı kazanır. Bu mücadele iyi ve kötü arasındaki mücadeleye indirgenerek sorun bireysel bir sorun olarak sunulmuştur. Nitekim filmde mücadele, Pandora’daki yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan kapitalist görmezden gelinerek askerleri yöneten komutan ile kahraman arasındaki mücadeleye indirgenmiş ve çatışmanın sınıfsal kökeni gizlenmiştir. Ayrıca filmde, beyazların sahip oldukları teknolojik imkanlara rağmen savaşı Naviler kazanmıştır. Bu savaşın kazanılmasında onlara kutsallık atfettikleri Jake (kahraman) yardımcı olur. Jake bu anlamda hem inancı hem de zekiliğiyle Navilerin güvenini kazanır ve Naviler arasında belli bir konum elde ederek sınıf atlar. Böylelikle filmde, bireysel çaba ile sınıf atlanabileceği mesajı verilerek kapitalizmin bireyci ideolojisi yeniden üretilir. Jake, Avatar bedenine bürünmesinin ardından hem fiziksel bir güç elde ettiğini hem de gerçek yaşamındakinin aksine yürüyebilmesiyle özgürleştiğini düşünmektedir. Jake’in bu özgürlük düşüncesi filmin bir sahnesinde, kahramanın şu sözleriyle ifade edilmektedir: “… askeri hastanede yatarken bir daha asla eskisi gibi olamayacağımı biliyordum. Bazı rüyalar görmeye başlamıştım. Uçuyordum, özgürdüm”. Özgürlük isteği, Jake’in Avatar bedenine bürünmesinin en önemli nedenidir. Nitekim komutanı avatar bedenine bürünerek kendilerine hizmet etmesi 76 karşılığında ona bacaklarını ameliyat ettirmeyi vaat etmiştir. Bu, savaş gazisi olan Jake için özgürlüğünün kendisine geri verilmesi anlamına gelir. Filmde verilen bu içerikle özgürlüğün anlamı dar kalıplara sıkıştırılmakta ve özgürlükler bireysel özgürlüklere indirgenmektedir. Filmin sonunda Avatar bedeninde ve Pandora’da yaşamaya karar veren Jake, hem bacaklarını kazanmıştır hem de arzuladığı özgürlükten (fiziksel özgürlüğünden) daha büyük bir özgürlük elde etmiştir. Çünkü Avatar bedeninde Navi ırkının arasına katılan, onlardan biri gibi davranan Jake filmin ilerleyen sahnelerinde Navilerin özgürlük mücadelesinin lideri olur, başka bir deyişle sınıf atlar. Bu lider aslında hem sorunu yaratan hem de sorunu çözen tipik bir efendi figürüdür. Yerliler ise köle konumundadırlar (Dursun, 2010). Bu nedenle Jake’in bireysel özgürlüğü Navilerin özgürlüğü anlamına gelmemektedir. Erkek Egemen İdeoloji Yeniden Üretiliyor Klasik Hollywood anlatısında erkek karakterler, kadın karakterlere göre daima ön plandadır ve erkek karakterler güçlü, kahraman ve ayrıcalıklı konumdadır. (Benshoff ve Griffin, 2004: 203-207). Bir Hollywood yapımı olan Avatar filminin içeriği de erkek egemen bir bakış açısına sahiptir. Filmde, Pandora’daki yeraltı kaynağına ulaşmak isteyen ve onun çıkarına hizmet eden askerler ve komutanlar çoğunlukla erkektir. Bu ordunun içinde az da olsa kadın askerler bulunmakla birlikte, askeriyenin başındaki komutan bir erkektir. Kapitalist çıkarlara hizmet eden bilim adamları da çoğunlukla erkektir. Her ne kadar bilimsel faaliyetlerin yürütülmesi işinden sorumlu olan kişi bir kadın olsa da filmde son sözü söyleyen hep bir erkektir. Filmde Navilerin durumu ise biraz daha farklı gösterilmektedir. Navi ırkına önderlik eden kişi erkek olmakla birlikte, son sözü söyleme yetkisi bir kadına(ruhani lider) aittir. Nitekim Avatar bedenine büründürülen Jake’in Navi ırkıyla ilk karşılaştığı sahnede geçen diyaloglar bu bulguyu destekler niteliktedir. Jake, Navi prensesi Neytiri ile konuşurken Naviler etrafını sarar ve tehlikeli gördükleri için Jake’i liderlerine götürürler. Erkek olan lider, Jake’in öldürülmesini söylese de hem liderin eşi olan hem de Navilerin dini önderi olan kadın, Jake’e ne yapılacağı ile ilgili olarak son kararı verir ve kızı Neytiri’ye dönüp: “Karar verildi. Ona bizim yolumuzu göstereceksin” der ardından da Jake’e “kızım sana bizi öğretecek” der. Ancak bu durum yani Naviler’de kadınların belli ölçülerde söz sahibi olması filmi anti-cinsiyetçi yapmaya yetmemektedir. Nitekim filmde Navilerin emperyalist güçlere karşı hem sözde kurtuluşunu sağlayan hem de bu kurtuluşun lideri olan 77 temel karakter bir erkektir. Sonuç olarak erkek egemen bir bakış açısıyla üretilen film, niceliksel bulgularla da ortaya konulduğu gibi erkek karakterleri ve erkek kahramanı ön plana çıkarmaktadır. Böylelikle de kadınların ikincil konumları yeniden üretilmektedir. Irkçı Söylem Renk Değiştiriyor: Beyaz Adamlar ve Mavi Yerliler Beyaz ataerkil kapitalizm, ırk ve etnisiteye ilişkin fikirleri yapılandırır ve medya aracılığıyla dolaşıma sokar. Böylelikle beyazlara ayrıcalıklı bir konum atfeder (Benshoff ve Griffin, 2004: 53). Nitekim Hollywood yapımı filmlerde de, hikayenin merkezinde genellikle beyazlar yer alır. Siyahlar ise ya beyazların önünde ilerlemeyi durduran bir engel olarak gösterilir ya da beyaz olan ana karakteri destekleyen ve ana karakterden daha az güçlü, daha az erdemli olan yan/yardımcı karakter olarak gösterilir (Diawara, 1993:12). Ancak zaman içinde Hollywood filmlerinde zenci kahramanlara yer verilmiş, beyazlar ise kötü olarak temsil edilmiştir. Ancak bu temsiller sadece ırkçı stereotiplerle bağı koparmak bahanesiyle beyazların suçluluk kompleksini yansıtmaları anlamına geliyordu (Crowdus, 1975). Hollywood filmlerinde sıklıkla siyah/beyaz ayrımı üzerinden geliştirilen ırkçı söylem Avatar filminde Mavi/Beyaz ayrımı üzerinden gerçekleştirilmektedir. Tek fark son dönem Hollywood filmlerine benzer şekilde beyazların film boyunca kötü, savaşçı ve sömürgeci olarak sunulması; toprakları beyazlar tarafından işgal edilen Navilerin/Mavilerin ise iyi bir topluluk olarak gösterilmesidir. Bu nedenle filmde ırkçı söylemin, ‘kötü’ beyazlar üzerinden gerçekleştirildiği yanılsaması yaratılmaktadır. Oysa diğer Hollywood anlatılarıyla benzer şekilde Avatar’da da, beyaz ırkın yüceltildiği ve bu yolla klasik ırkçı söylemin yeniden üretildiği açıktır. Nitekim ırka ilişkin niceliksel bulgularla da desteklendiği gibi filmde beyazlar Navilerden daha sık temsil edilmektedir ve filmin merkezinde yer alan kahraman, Navileri/Mavileri sömürge olmaktan kurtaran, onlara sözde özgürleşmenin yolunu açan beyaz bir erkektir. Yani egemen, yöneten ve efendi olan yine bir beyazdır. İyilerin Kazandığı İzleyicinin Kandırıldığı Mutlu Son (mu) Filmde emperyalist ülke, Navileri hem ekonomik hem de ideolojik olarak sömürgeleştirmeye çalışır. Askeri ve bilimsel imkanları/gücü elinde bulunduran kapitalist ile bilimsel faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu olan bilim adamı arasında geçen diyalogda kapitalistin şu sözleri bu durumu açıklar niteliktedir. “…tek bilmemiz gereken o mavi maymunların ne istediği. Yani biliyorsun biz onlara ilaç verdik, eğitim, yollar. Ama ne seçtiler 78 çamur”…Sen sözde o yerlilerin kalplerini kazanacaktın. Tüm bu soytarılığın amacı o değil miydi? Onlara benze onlar gibi konuş. Bize güveneceklerdi. Onlara okul açtık, dilimizi öğrettik. Ama ne oldu? Kaç yıl geçti, yerlilerle ilişkiler her gün daha da kötüleşiyor”. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere emperyalist ülke Navi ırkını sömürgeleştirmek için ilk olarak Pandora’da okul açmış, onlara kendi dillerini öğretmeye çalışmıştır. Böylelikle Navilerin bilinçlerini yönlendirmeyi planlamışlardır. Ancak Navilerle iletişim kurma süreci uzayınca doğrudan hedefe yönelmişler ve güç kullanarak yeraltı zenginliklerini ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu durumu kapitalistin şu sözleri açıkça ortaya koymaktadır: “…hissedarların medya baskısından daha fazla nefret ettiği berbat mali raporlardır. Kuralları ben koymadım. Öyle bir şey yap ki çıksınlar… Tam üç ayın var yoksa dozerler oraya girer”. Nitekim filmin ilerleyen sahnelerinde kapitalistin emriyle askerler Pandora’ya girer. İyiler ve kötüler mücadelesi başlar. Filmin hikayesi temel olarak iyi/kötü mücadelesi üzerine kurulmuştur. Film boyunca devam eden iyi/kötü arasındaki mücadele ve savaş ile gerçekteki güç, iktidar ve çıkar ilişkileri gizlenmektedir. Böylelikle bu mücadele iyi ile kötü arasındaki savaşa indirgenmekte ve filmin sonunda tüm Hollywood yapımlarında olduğu gibi savaşı iyiler kazanmaktadır. Tek fark, filmde emperyalist ülkenin savaşı kaybetmesidir. Nitekim bu durum filmin izleyiciler ve sinema eleştirmenleri tarafından sıklıkla antiemperyalist bir Hollywood yapımı olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Ancak bu son, filmi kapitalizm ve emperyalizm karşıtı yapmaz. Çünkü filmde Navilerin özgürleşme mücadelelerin kahramanı kendi içlerinden biri değildir, bir beyazdır ve erkektir. Bu beyaz erkek Navilerin lideri, efendisidir. Naviler ise köle konumundadır. Ryan ve Kellner’in (2010) belirttikleri gibi Hollywood yapımı filmler cinsiyetçi, milliyetçi ve ırkçı bir söyleme sahiptirler. Benzer şekilde, Avatar da diğer Hollywood yapımları gibi kapitalizmin ideolojisini destekleyen emperyalist bir yapımdır. Sonuç Egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda işleyen sinema, ekonomik rolünün yanı sıra bir de ideolojik işleve sahiptir. Kapitalist toplumsal formasyonun düşünsel ifadelerinin taşıyıcısı olan sinema endüstrisi, kapitalizmi meşrulaştırma, pekiştirme ve yeniden üretme fonksiyonunu da yerine getirir. Çalışmada bu temel kabulden hareketle Avatar filminin ideolojik analizi yapılmıştır. News Corporation şirketinin bünyesinde bulunan 20th Century Fox şirketi tarafından yapılan film, hem kullanılan teknoloji hem de içeriği ile oldukça dikkat çeken bir Hollywood yapımıdır. 79 Kuşkusuz üretimi, dağıtımı ve gösterimi, kapitalizmin temel mantığına uygun olarak işleyen Hollywood şirketleri tarafından yapılan Avatar filmi, içerik olarak da bu yapıdan bağımsız değildir. Filmin ideolojik içeriğine yönelik yapılan analizin sonuçlarının da gösterdiği gibi Avatar, alt yapı üst yapı ilişkisini tersine çevirerek sınıf çelişkilerini gizleyen, bireyci burjuva ideolojisini yücelten ve yeniden üreten bir anlatıya sahiptir. Ayrıca film, erkek egemen bir bakış açısına sahip olmasıyla cinsiyetçi, Hollywood filmlerinde siyah beyaz üzerinden gerçekleştirilen ırkçı söylemin Navi ırkı üzerinden yeniden üretilmesiyle ırkçı bir filmdir. Böylelikle filmde, 2129 yılında da “başka gezegenlerde/ülkelerde kapitalist mantığın işlemeye devam ediyor olacağı” mesajı verilmekte, kapitalist toplumsal formasyon ve kapitalist ideoloji doğallaştırılmakta, böylelikle ezel ve ebedmiş gibi tüm zaman ve mekanlara yayılmaktadır. Kaynakça Akbal Sualp, Z. Tül (2010), “Marksizm ve Sinema: Hacimde İlmek Atmak.” Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Murat İri(der).içinde. İstanbul: Derin. Barret, Oliver Boyd (2006). “Ekonomi Politik Yaklaşım.” Kitle İletişiminin Ekonomi Politiği. Levent Yaylagül (Der). Ankara: Dalbaz. Benshoff, Harry M.ve Griffin, Sean (2004). America on Film. USA: Blackwell Publishing. Bilgin, Nuri (2006). Sosyal Bilimlerde İçerik Analizi Teknikler ve Örnek Çalışmalar. Ankara: Siyasal. Crowdus, Gary (1975). “Un ‘new american cinema’?.” Ouinze Ans de Cinema Mondial 1960-1975. Guy Hennebelle (Der). İçinde. Marmara İletişim Dergisi. Sayı: 1. Çev., Battal Odabaş. http://bodabas.tripod.com/YenAmeri.htm. Diawara, Manthia (1993). “Black American Cinema: The New Realism.” Black American Cinema. Diawara M. (Der). İçinde. New York: Routledge. Dursun, Çiler (2010). “Avatar’ın Sözde Solculuğu Üzerine.” http://www.bianet.org/bianet/toplum/119375-avatar-sozde-solculuguuzerine. erişim tarihi: 02.08.2010. Elsaesser, Thomas ve Buckland, Warren (2002). Studying Contemporary American Film. Oxford New York: University Press. Erdoğan, İrfan (2001). “Kitle İletişimi Örneğinde Marksist Siyasal Ekonomi Yaklaşımı Üzerine Bir Tartışma.” Praksis (4), 276-313. Hennebelle, Guy (1975). “L’empire American.” Ouinze Ans de Cinema Mondial 1960-1975. Guy Hennebelle (Der). İçinde. Marmara İletişim Dergisi. Sayı: 2. Çev., Battal Odabaş. http://bodabas.tripod.com/Amerimp.htm. 80 Kamir, Orit (2009). “Michael Clayton, Hollywood’s Contemporary Hero-Lawyer: Beyond Outsider Within and Insider Without.” Suffolk University Law Review, Vol. XLII:829. Kaya, Raşit (2009). İktidar Yumağı Medya Sermaye Devlet. Ankara: İmge. Kırel, Serpil (2010). “Sinemada Tür Kavramı ve Popüler Türleri Anlamak Üzere Bir Yol Haritası.” Sinema Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar, Yaklaşımlar. Murat İri(der).içinde. İstanbul: Derin. Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1999). Felsefe Metinleri. Çev.: K. Somer, A. Kardam, S. Belli vd., Ankara: Sol. Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1992). Alman İdeolojisi. Çev.: Sevim Belli, Ankara: Sol. Marx, Karl (1997). Kapital, I. Cilt. Çev.: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol. Marx, Karl (1974). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev.: Sevim Belli. Ankara: Sol. McChesney, Robert W. (2006). 21. Yüzyılda İletişim Politikaları Medyanın Sorunu. İstanbul: Kalkedon. McQuail, Denis (1994). Mass Communication Theory. London: Sage. Robb, David L. (2005). Hollywood Operasyonları. Çev. Sinan Okan, İstanbul: Güncel Yayıncılık. Ryan, Michael ve Kellner, Douglas (2010). Politik Kamera Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası. Çev., Elif Özsayar. İstanbul: Ayrıntı. Steger, Manfred B. (2004). Küreselleşme. Çev., Abdullah Ersoy. Ankara: Dost. Yaylagül, Levent (2010). “Hollywood: Tarihi, Ekonomisi, İdeolojisi.” Y. Gürhan Topçu (Der). Hollywood’a Yeniden Bakmak. Ankara: Deki. Yaylagül, Levent (2009). Kitle İletişim Kuramları. Ankara: Dipnot. Wasko, Janet (2008). “Fınancing and Production: Creating the Hollywood Film Commodity.” The Contemporary Hollywood Film Industry. McDonald, P. ve Wasko, J. (Der.). içinde. USA: Blackwell. Wasko, Janet (2006). “Hollywood’taki Yeni Teknolojiler Hakkında Bu Kadar Yeni Olan Nedir? İletişimin Ekonomi Politiği İncelemesinin Bir Örneği.” Levent Yaylagül (Der). Kitle İletişiminin Ekonomi Politiği. Ankara: Dalbaz. Wasko, Janet (2003). How Hollywood Works. London: Sage. http://tr.wikipedia.org/wiki/Avatar_(film). erişim tarihi: 13.09.2010. 81 ARİSTOTELESÇİ MANTIK BAĞLAMINDA YENİ MEDYADA ÖYKÜ ANLATIMI: “CALL OF DUTY” ÖRNEĞİ1 Yrd. Doç. Dr. Burcu Kaya Erdem Öğr. Gör. Özge Baydaş Sayılgan ÖZET Kuramsal açıdan dijital ortam içindeki farklı biçim ve türdeki öykü anlatımları; farklı isimlerle adlandırılmış da olsa, bugün kesin olan şey: Yeni medya biçimlerinin de, eski medyalar gibi, kendi dönemleri ve toplumlarının siyasi ve sosyal tarihleri ile bu tarihin ideolojik içerimlerini yansıttıklarıdır. Bu içerimlere, son birkaç yüzyıldır damgasını vuran şeylerin başında ise, “Doğu-Batı İkilemi” gelmektedir. Batı metafizik düşünce geleneğinin üzerine bina edildiği “ya…ya da…” şeklindeki düalist Aristo mantığına dayanan bu ikilem, oryantalist okumaların bir uzantısı olacak şekilde, yeni medyada da açıkça izlenmektedir. Bu bağlamda çalışmamız, çağımızın dijital öyküleri, karakterleri ve mitleri aracılığı ile yaratılan Aristotelesçi diyalektik ve dramatik dünyaların, kimlik inşaası bağlamında, aslında bir önceki çağın yeni medyası sinema ile olan yakın ilişkisini bir örnek üzerinden yapılan söylem analiziyle tartışmaktadır. ABSTRACT Even tough, in theoretical framework, the different kinds and forms of storytelling in digital media have been called with various names, today we have one thing which is absolutely clear and certain that the “new media” forms, like the “old medias”, reflects always their own ages’ and society’s political and social history and the ideological concepts of these. The leading notion which has left its mark on these concepts, during recent centuries, is the “East and West Opinion Dichotomy” context. This dilemma, founded on the Aristotelian “eighter or…”dialectic that the western metaphysical philosophy tradition has been constructed on. In this context, our work is discussing with discourse analysis, the purposes and the content of the Aristotelian dialectic and dramatic worlds and their relations with “cinema” which is actually the previous age’s new media form over the actual examples of digital media like video games. Anahtar Kelimeler: Video oyunu, öykü anlatımı, bulanık mantık, Aristo mantığı. Keywords: Video game, storytelling, fuzzy logic, Aristotelian logic. 1 Story Telling In New Media In The Context Of Aristotelian Logic: “Call Of Duty” Example 82 GİRİŞ Öykü anlatımı insanoğlunun en eski ritüellerinden biri olarak bugüne kadar farklı medya formları içinde devinerek gelmiştir. Mağara duvar resimlerinden, destanlara, romandan sinemaya kadar gelişen medyalar içinde, insanın değişmeyen öykü ritüeli, bugün de yeni medya araçları içinde kendine yer bulmuştur. Görülmektedir ki, yeni medyaların da –geleneksel medyada olduğu gibien önemli etkisi –iktidar ilişkilerinin belirleniminde- ideolojik etkidir. Buna göre medya, egemen sınıfların ekonomik veya siyasal ilişkilerin sürdürülmesinden kaynaklanan çıkarlarının korunması için kitle bilincinin şekillenmesindeki etkin rolüyle ele alınmaktadır. Dahası bu tür etkinlikleri düzenleyen merkezi aktörlere, önceki dönemlere ve yöntemlere oranla daha yaygın ve denetimi güç bir yapı içinde hareket etme olanağını vermiştir. Çünkü yeni medyanın temel dinamiği, toplumsal dokunun zamana ve mekâna ilişkin sınırlandırıcı yapılanmasının aşılması, sorun yaratan engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Böylece yeni medya, küreselleşme bağlamında, Yeni Dünya Düzeni’nin biçimlendirilmesinde merkezi bir rol oynamaktadır. “Yani medyayı eski/yeni biçiminde, “yapay” bir bölünmüşlük içerisinden değerlendirmek, her ikisinin sistem içerisinde bir bütünü oluşturduklarını; birbirine eklemlenen, birbirlerini destekleyen yapıları ve işleyişleriyle sistemin güç- iktidar yapısına süreklilik kazandırdıklarını görmemek anlamına gelecektir. Bu anlamda yeni medyanın nerede ve nasıl kullanıldığı kadar yeni iletişim ortamında bazen eski medyayla birlikte, bazen de tek başına gördüğü işlevler” (Törenli, 2005:16), önemlidir. Ve günümüzdeki uygulamalar bize göstermektedir ki, insan ve makine arasındaki sınırı kaldırmaya doğru giden; sanal ve gerçek mekân ve gerçek zamanlar arasında, fiziksel geçişin insanın beş duyusu ile gerçekleşeceği bir gelecek düşlememize neden olan ve Murray’in “siberdramatik hologram odalarına” (Murray, 2004) ulaşan bir teknolojinin yapılandırdığı yeni medya dünyasında; gerçek ile sanalın, gerçek ile öykünün, öykü ile oyunun birbirinin içine girdiği bir siberdünyada bile -çok daha geniş bir etki boyutunda- medyanın, düalist ikiliklerin oluşmasına yönelik anlamların, oluşumuna dönük katkısı, devam etmektedir. Dolayısıyla, kuramsal açıdan dijital ortam içindeki farklı biçim ve türdeki öykü anlatımları; farklı isimlerle adlandırılmış da olsa, bugün kesin olan şey: Yeni medya biçimlerinin de, eski medyalar gibi, kendi dönemleri ve toplumlarının siyasi ve sosyal tarihleri ile bu tarihin ideolojik içerimlerini 83 yansıttıklarıdır. Bu içerimlere, son birkaç yüzyıldır damgasını vuran şeylerin başında ise, “Doğu-Batı İkilemi” gelmektedir. “Doğu-Batı İkilemi”ne kaynaklık eden şey ise, Batı metafizik düşünce geleneğinin yansıması olan “düalizm” ve “oryantalizm”dir. Bu durumda -yeni ya da geleneksel- dünyadaki tüm medyaların kuramsal okuması, ancak “Batı metafizik düşünce geleneğinin kalbi sayılan ve “ya… ya da” mantığına dayanan “düalizm” ve “oryantalizm” kavramları üzerinden yapılabilir. Bu bağlamda çalışmamızın temel amacı, öncelikle Doğu-Batı düşünce ikilemi ekseninin, sayısal teknolojinin ilerlemesiyle; insanın toplumsal yaşamını, tarih, kimlik, zaman ve mekân duygularını belirleme gücüne sahip birer medya alanı olarak, video oyunlarının, onu üreten egemen ideolojiye hizmet etmekte gecikmediği konusundaki farkındalığı arttırmaktır. Bir diğer amacımız ise, yeni medya adı verilen ve daha çok sayısal teknoloji ile bir araya getirilen, eski medya işlevlerini çağrıştıran medyanın, aslında söylem olarak, eski burjuva-kapitalist düşünce biçimi ve bu düşüncenin kendini yayma ve yeniden üretme ilişkilerinin, 19. yüzyılın başında ortaya çıkıp, 20. yüzyıla damgasını vuran sinema ile ilişkisini ortaya koymaktır. Çünkü bugün, kuramcılara göre video oyunları, etkileşimli sinemanın önemli bir türü olarak kabul edilmektedir. Bu çalışma, ileride yeni medya başlığı altında ele alınan medyaların teknolojisini üreten geleneğin, öyküsellik ve ideoloji ile olan ilişkisini oryantalist bir perspektiften yapılacak araştırmalara ışık tutabilir. Ayrıca, çalışmamız içinde ele alınan Batı’nın düalist düşünce geleneğinin temelinde yer alan “ya… ya da…” mantığındaki Arsitotelesçi diyalektiğin etkileşimli ve dijital medyadaki yansımasına ek olarak, Doğu’nun “hem… hem de” söylemine sahip bulanık mantığı temeline alan ürünlerin incelenmesi veya geliştirilmesi için kuramsal altyapının oluşturulmasına yardımcı olacak son derece önemli yeni araştırmalar için de yol gösterici olabilir. KURAMSAL ÇERÇEVE Yeni Medya ve Öykü Anlatımı Yazının bulunmasından ve toplumsal yaşamda etkin kullanılmasından binlerce yıl önce, iki şeyin var olmadığını söylemek, var olduğunu söylemek kadar güçtür: Dramaturji ve medya. Bu iki olgu da insanoğlu var oldukça, insanın bilgi birikimini, yaşamla olan mücadelesini ve bu mücadeleden edindiği tüm deneyimini, düşünce ve duygularını aktarma gereksinimi ile yarattığı öyküleri anlatırken veya anlatılan bu öyküleri dinlerken kullandığı ve bundan sonra da kullanmaya devam edeceği iki araç olarak, bu 84 çalışmada bir araya getirilmiştir. Bu iki aracı bir araya getirip birbirine bağlayan öykü kavramı ise, odak noktası olarak durmaktadır. Geçmişin öykülerini de günümüze taşıyan, farklı kültür ve dönemlerin “yeni” medyalarından söz edilmesinin başlıca nedeni, bin yıllara yayılan medya ve iletişim tarihi içinde, önemli bir koldan devam eden öykü aracılığı ile geleneğin, ortak aklın, toplumsal hafızanın aktarılmasının sürecini ortaya koymaktır. Teknoloji ve teknolojinin bize sunduğu araçlar sürekli değişmektedir. Fakat yeni sıfatı ile karşıladığımız her teknolojik ortam veya aracın aslında insanın değişmez ve insan kadar eski olan toplumsallığı ile tamamlandığı gözden kaçmamalıdır. “Yeni medya” kavramı ise, “yeni” olması bağlamında, her ne kadar tartışmalı bir kavram olarak duruyor olsa da, kavramın kullanımı daha çok, yirminci yüzyılın ikinci yarısında sayısal teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak gelişen ve iletiyi sayısallaştıran iletişim araçlarına işaret etmektedir. Yeni medya ve yeni medyanın dilini eski veya geleneksel medyalar ile karşılaştıran Lev Manovich de, yeni medyayı tanımlamaya çalışırken, “yeni ‘veri’ nin sayısal ‘veri’ olduğunu” (Manovich, 2003: 17) ileri sürmektedir. Özetle, “yeni medya” ile geleneksel medyadan farklı olarak, dijital kodlama sistemine temellenen, iletişim sürecinin aktörleri arasında eş anlı ve çok yoğun kapasitede, yüksek hızda karşılıklı ve çok katmanlı etkileşimin gerçekleştiği multimedya biçimselliğine sahip iletişim araçları kastedilmektedir. (Van Dijk, 2004:146) Video oyunları, günümüz yeni medyasının en önemli ve en yaygınlarından biridir. Yeni medya içinde yer alan video oyunlarının; etkileşimli sinema, simülasyon odaları, etkileşimli oyuncak ve robot tasarımları vb. farklı yapılar içinde, temelde sayısal olan verinin, artırılmış gerçeklik içinde, teknolojik araç ile insan yaşamı arasında var olan son sınırları da kaldırdığı ve dramın temel bileşenlerinden biri olan ‘özdeşleşme’ ve en sonunda da, ‘gerçekte varolmayan bir o ve orada olma’ yönünde evrimleştirme yönünde kullanıldığı izlenmektedir. Sinemadan Video Oyununa Dramaturji Bildiğimiz gibi sinema, iki boyutlu yüzey üzerinde üçüncü boyut algısını oluşturan hareketli fotoğraflar olarak yola çıkmış ve daha sonra, kârlı bir kitle iletişim aracı potansiyeli taşıdığı fark edildiği zaman ise, önce tiyatro dili ile öykü anlatmanın dramatik bir yolu olarak tekrar keşfedilmiştir. Fakat kurgu dilinin gelişmesi, 19. yüzyılın sonunda kapitalizmin kucağına doğan sinemayı, teatral dilden kurtarıp, çok da sorgulanmadan, bu yeni tekniğin, 85 yine bir öykü anlatım aracı olarak kendi dilini oluşturmasına olanak vermiştir. Bundan sonra, bütün dünya edebiyatı, on-on beş yıl gibi kısa bir süre içinde, sinema dili ile anlatılmaya başlanmıştır. Bu eski bir medyanın, o dönemin yeni medyasına uyarlanmasıdır. Bugünün yeni medya ürünü video oyunlarının da, sinema dilinden yararlanması bu anlamda ilginçtir. Sinema böylece, sinema tarihi boyunca, çeşitli karşı duruşlara tanık olsa da, (örneğin, Vertov, Bunuel, Tarkovski, Pasoloni, Bresson vb.) bugün böyle bir yapının üzerinde ve genel yapısı itibarı ile hala bir öykünün dramatik anlatım aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Aristoteles’in “Poetika”sında tanımladığı üç temel dramaturjik yapı: epik, lirik ve dramatik yapılardır. Bu üç yapı aynı zamanda, antik çağ sanatında da üç ayrı siyasal, toplumsal ve ekonomik dönemi yansıtan yapılardır. Kahramanlıklar çağının epik yapısı, Antik Yunan toplumunda yavaş yavaş iktidarın el değiştirmesi ile bireyin ve bireyselleşmenin, biz olgusu ile soya dayalı seçkinliğin yerini almaya başlaması ile önce geçiş döneminin lirik yapısı ortaya çıkmış; daha sonra ise, koronun içinden öne çıkan bir bireyin –protagonistin, temsili oyunu ile dramatik yapıya dönüşmüştür. Dramatik tiyatronun kökenleri de, bu biçimde gelişmeye başlamıştır. (Sayılgan, 2009) Diğer yandan Aristoteles, dramatik yapıyı tragedya üzerinden şöyle tanımlamaktadır: “Tragedya, tamamlanmış, bütünlüğü olan bir eylemin taklididir; bu eylemin belli bir büyüklüğü (uzunluğu) vardır. Çünkü aslında hiçbir büyüklüğü olmayan bütünler de vardır. Bir bütün ise başı, ortası ve sonu olan şeydir.” (Aristoteles, 2006:27) Bu dramatik bütünün içinde, onu öncüllerinden ayıran ve yapısını kuvvetlendiren bileşenleri bulunmaktadır. Bunları, mimesis (taklit) olgusu; bir amaç olarak katharsis (arınma) duygusu; temsili karakter yaratımı ve özdeşleşme olgusu; eylemlilik, çatışma-mücadele ve eylemin diyalektik kurulumu başlıkları altında toplayabiliriz. Aristoteles’in “Poetika” adlı kitabında tanımladığı tüm bu dramatik bileşenler, dramı ve dramatik yapıyı oluşturmaktadır. Bununla birlikte sinema sanatı, Antik dönemlerin bu farklı dramaturjik yapılarının hepsini kullanmakta ve bu yapıları kendi dili içinde eritebilmektedir. Fakat yine de, anayol Batı sinemasının kullandığı ve tüm dünyaya yaymış olduğu genel sinema dilinin en çok kullandığı yapı, dramatizm olarak karşımıza çıkmaktadır. Aristoteles, dramatik sanatın bir alt türü ve ilk biçimi olan “Tragedya” için “bir eylemin taklididir” (Aristoteles, 2006: 23) demektedir. 86 Bu taklit eylem halindeki kişilerce temsil edilmektedir. Yunanca’da drama kelimesi de, “eylem” kavramına karşılık gelmektedir. Dramatik sanat, Antik Yunan kültürü içinde, değişen toplumsal koşulların da etkisiyle ortaya çıkmıştır. Ve temelinde yer alan eylem olgusunu da, bu değişimlere bağlı olarak, Herakletios’tan Kant’a, Hegel’den Sartre’a kadar Batı sanatı, kültürü ve felsefesinin üzerinde yürüyerek geliştiği “diyalektik” kavramına borçludur. “Doğa”yı odağına alarak, evreni anlamaya çalışan Antik Yunan felsefesi, doğu kültürlerindeki “diyalektik” anlayışından farklı olarak, evrendeki her “oluş”un bir “çatışma”dan türediğini söylemektedir. Milattan önce 535-475 yılları arasında yaşamış olan Antik Yunan’lı filozof Herakleitos, içinde yaşadığı dönemin tüm çelişkileri içinde oluşturduğu düşüncesini, “Her şey akar. Aynı ırmağa iki kere giremezsin, çünkü her girişinde üzerinden başka sular geçer” diyerek dünyanın sürekli bir değişim içinde olduğunu ve asla aynı kalmadığını vurgulamaktadır. Sular aktığı için, biz içindeyken ırmak başka ırmak haline gelmiştir, ama bu arada biz de değişmişizdir. Bu başkalaşım aynı-olan’ın kendi karşıtı haline geçmesinden başka bir şey değildir. Görünen görünmeyen haline gelmektedir, görünmeyen ise görünür; büyük küçükle, küçük büyükle beslenmektedir. Doğada da, insan hayatında da bu böyledir. Işıkla karanlık, iyiyle kötü, yüksekle alçak, başlangıçla son bir ve aynı şeydir. Canlı ölü haline gelecek, ölü canlanıp hayata kavuşacaktır. Aslında oluştan başka şey yoktur. Oluş ve değişme, karşıtların çatışmasının sonucudur. Nitekim çarpışma evrenin yasasıdır ve savaş her şeyin anası, bütün varlıkların Kraliçesidir (Hilav, 1997:34). İşte Batı felsefesinin temelini oluşturan bu düşünce, hem dramanın hem de dramatik Batı sanatı ile sinemasının da en önemli unsurlarından biridir. Oysa Doğu felsefesinin yaşamdaki zıtlıklara bakışı, farklı gelişmiştir. Doğu felsefesinde genel olarak yaşamdaki zıtlıkları, (örneğin iyinin içinde bulunan kötü, kötünün içinde bulunan iyi gibi) birbirini tamamlayan unsurlar olarak; “oluş” ve “değişme” ilkeleri yerine “uyum” ve “değişmezlik” ilkelerinde bir araya getirdiği görülmektedir. Bu anlamda Doğu felsefesinde, birbirine karşıt olanın çatışmasından ve bunların yıkımına karşın yeni bir oluşa neden olmasından çok, karşıtlıkların bir arada bütünü ve dengeyi oluşturmaları algısı bulunmaktadır. Aristocu “ya… ya da” nın yerine, “hem.. hem de..” anlayışına sahip bulanık mantığı da, bu altyapı açıklamaktadır. Batı kaynaklı ana akım sineması da, öykü yapılarının dramatik kurulumu ve kurgu diliyle, sürekli eylem içindeki karakterin 87 çatışmasının öyküsüdür. Karakter, dramatik çizgisi boyunca kaderine karşı çatışmakta ve “değişim” sağlanana kadar “savaş” devam etmektedir. Değişim ise, izler kitleyi “katharsis”e taşımakta ve arınmayı sağlamaktadır. Zaten Aristoteles’e göre, sanat yapıtının nihai amacı da budur. Bu anlamda, sinema; tarihi, izler kitleyi koltuğunda arındırırak gerçek eylemsellikten koparıp, pasifliğe alıştıran ve aslında teknolojisini üreten ideolojinin birer aygıtı olan ana akım sinemaya karşı duruşa sahiptir ve bu karşı duruş, sinemalarının dil açısından dramatik yapıyı ve izleyici konforunu bozma girişimleri tesadüfi değildir. Sinemanın dramatik ve konformist dili aynı zamanda ideolojiktir. Bugün, içinde bulunduğumuz teknolojik devrimin bize sunduğu yeni ve sayısal medya araçları içinde yer alan video oyunlarının da, birer öykü anlatma aracı olup olmadıkları konusunda kuramsal tartışmalar gerçekleşmektedir. Video oyunu ve bilgisayar teknolojisinin, yetmişli yıllardan günümüze değin hızla gelişen süreci içinde, farklı türdeki oyunların içlerinde, yukarıda dramatik yapının bileşenleri olarak sıraladığımız unsurları barındıran öykü yapılarının bulunduğu söylenebilmektedir. Bugün benzer biçimde hem sinema dünyasının, video oyunu dünyasının öykü yaratımlarından; hem de video oyunu dünyasının sinema uyarlamalarından faydalandığı bilinmektedir. Bu farklı türler arasındaki uyarlama bağı ise, yine öykü yapısı ile kurulmaktadır. Doksanlı yılların bir bölümü, yeni medya üzerine düşünen bazı kuramcıların, video oyunları üzerine yaptıkları kuramsal çatışmalara sahne olmuştur. Bu tartışmalardan, video oyunlarının işlevleri üzerine iki temel yaklaşım gelişmiştir. Bunlardan biri, video oyunlarının öykü anlattıklarını savunan ‘Anlatımcı (narratologist) Yaklaşım’; diğeri ise video oyunlarının öykü değil sadece oyun olduklarını savunan ‘Ludolojist Yaklaşım’dır. Günümüzde, anlatımcı yaklaşımlara karşılık, oyun çalışmaları üzerine düşünen kuramcılar ise bu yaklaşıma karşı çıkarak, oyunu bir anlatı biçimi olarak değil, belirli kurallarla tasarlanmış “oyun” olarak görmüşlerdir. Bu kuramcılar “ludology” adıyla anılan yeni bir paradigmaya yol açmışlardır (Juul, 2001; Frasca,1999; Eskelinen, 2001)( Simons, 2007). Bu iki akım, video oyununu, ikisi de Türkçede ‘oyun’ anlamına gelen ama İngilizcede ‘game’ ve ‘play’ şeklinde iki farklı oyun terimine işaret eden kavramlara başvurarak açıklamaktadırlar. Buna göre; ludolojist yaklaşımlar, video oyununu ‘game’ (oyun), anlatımcılar ise ‘play’ (tiyatro oyunundaki oyun teriminde olduğu gibi) şeklinde ele almaktadır. 88 “Oyun kuramına göre, bir anlatı ve bir oyun arasındaki fark sadece bir perspektif sorunudur. Hem oyun kuramcıları hem de anlatımcılar sırasıyla, bir oyun ve bir anlatıyı oluşturan eylem ve olay sekanslarına değinirken, “öyküler”den bahsetmektedirler” (Osbourne, 2004) (Simons, 2007). Jan Simmons (2007), beşeri bilimlerde anlatının hakimiyeti, artık eskisi kadar tartışmasız değildir, demektedir ve eklemektedir: “1980’lerin sonu, 90’ların başında hypertext kuramcıları etkileşimli bilgisayar ortamlı medyanın yeni düzenin metinsel bir aracı olarak… papirüs rulosunun, ortaçağın el yazmalarının ve basılı kitabın arkasından dördüncü büyük teknik olarak yerini alacağını açıklamışlardır” (Bolter, 1991). Frasca, Aerseth, J.Juul gibi kuramcılar, ludolojist açıdan kuramsal tartışmanın içinde yer alırken; Brenda Laurel, Janet Murray, Ken Perlin, Micheal Mateas gibi kuramcılar ise, video oyunlarına Aristotelesçi bir açıdan yaklaşarak, video oyunlarında öykü anlatımının önemini vurgulamaktadırlar. Bu kuramcılardan ilk olarak Brenda Laurel, 1986 yılında yayınladığı Computers As Theaters (Tiyatro Olarak Bilgisayarlar) adlı kitabı ile yeni medyanın sayısal dünyasına ilk Aristotelesçi yaklaşımı getirmiş ve etkileşimli bu yeni ortamın dramatik potansiyelleri olduğunu savunmuştur. Yine de, Aarseth’in “siber-metin” kuramında ve “ergodik edebiyat” tanımlamasında olduğu gibi; “bilgisayar oyunları edebiyat eseri olabilir mi ve roman, film, tv dizileri gibi medyaları geride bırakan bir anlatı formu olabilir mi?” (Aarseth, 1997) sorularının cevabını ararken, video oyunu kavramını anlatımcılık ve edebi sanatlarla ilişkilendirmiş olmaktadır. Abbe Don “Anlatı ve Arayüz” gibi etkili bir başlıkla, bilgisayarların modern toplumlarda sözlü kültürlerin öykü anlatıcıları rolünü oynayabileceğini ileri sürmüş; Brenda Laurel bilgisayarları tiyatro gibi hayal ederek, dramatik bir öykü metaforu farz etmiştir (Ryan, 2001). 1997 yılında ise, Brenda Laurel’in fikirlerini izleyen Janet Murray, Hamlet On The Holodeck The Future of Narrative in Cyberspace (Hamlet Holodek’te Siber-uzamda Anlatının Geleceği) isimli kitabı ile video oyunlarının öyküsel yapısına dikkati çekerek, bir anlamda onun Aristotelesçi yaklaşımını geliştirmiştir. Murray, öykü zengini oyunlara dikkati çekerek, oyun-öykü, öykü-oyun ve yeni medya gibi kavramlarla düşünerek, yeni medya öykü anlatı biçimi olarak “siberdrama” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavram üzerinden düşünen Murray, Star Trek dizisinin öyküsündeki karakterlerin, uzay gemisinde bulunan ve bazen eğitim, bazen eğlence ve rahatlama amaçlı kullandıkları Holodeck isimli simülasyon odasını gündeme getirmiştir. Bu odaya giren karakter, dramatik bir 89 öykünün içinde, kendini çevreleyen üç boyutlu sanal bir ortamda, sanal karakterlerle etkileşim halinde kendini bulmaktadır (Murray, 1997). Buna göre, gerçek mekândan sanal mekâna bir kapıdan geçerek giren ‘beden’, tüm duyuları ile simülatif, etkileşimli bir öykünün karakterine dönüşmektedir. Bugün örneğin sinema, alıcının gözü ve kulağı ile iletişim kurarak, karakter üzerinden özdeşleşme yolu ile izleyicisini öykünün içine çekmektedir. Sinema, bunu görüntünün ve sesin kaydı ile gerçekleştirmektedir. Buna ek olarak bazı etkileşimli sinema örneklerinde de kullanıldığı gibi, sayısallaştırılmış koku da, bir ileti olarak alıcıya iletilebilmektedir. Murray’in siberdramatik Holodeck’inde ise alıcı, (izleyiciden-oyuncu/karaktere dönüşen beden) beş duyusu ile öykünün içindedir ve beş duyusu ile sanal mekânı algılayabilmektedir. Bunun anlamı, Murray’in öngördüğü gelecekte; bugün nasıl sinema çekiminde görüntünün yanında ses izi çekiliyor ise; ileride bunlara ek olarak koku, tat ve dokunma hisleri de sayısal veri olarak kaydedilebilecek ve veri olarak yüklenip, indirilebilecek, kurgulanıp, sanal bir mekânın unsurları biçiminde artırılmış gerçekliği sağlamak için kullanılabilecektir. Murray, etkileşimli siberdramatik yapının başlıca başlıklarını, “içine girme”; “amaçlı eylemlilik” ve “dönüşüm” olarak tanımlamıştır. Bunlar Aristoteles’in Poetika’sında dramatik yapıyı tanımladığı “özdeşleşme”, “eylem” ve “değişim” kavramları ile ilintilidir. Janet Murray’in ve Brenda Laurel’in neo-Aristotelesçi teorilerini, Micheal Mateas, bir model haline getirip, etkileşimli dramanın poetikasını kuramsallaştırma çabasını göstermiştir. Sonuçta, tüm bu teknolojik gelişim, etkileşimli öykünün dramaturjisi için düşünülmektedir. Mateas ise, “ ‘etkileşimli drama’ terimini kullanmayı tercih etmiş ve Laurel ile Murray’in kuramlarını Aristoteles’in Poetika’sında tanımladığı kavramlarla bir araya getirerek, video oyun kuramında Aristotelesçi yaklaşımının modelini oluşturmuştur” (Mateas, 2004). Bu noktada Mateas’ın yaptığı, video oyunlarındaki anlatısallık ile temsililik arasındaki farkı da ortaya koyma yolunda atılmış bir adım olarak kabul edilebilmektedir. Video oyun endüstrisinin sıklıkla kullandığı ve oyun ile öyküyü birbirinden keskin bir biçimde ayıran bir yapı içinde, ‘anlatılan’ öykü; yani ‘epik’ ifade tarzı ile etkileşimli drama ve video oyunları içindeki dramatik öykünün arasındaki fark, öncüllerinden faydalanarak ele alınmıştır. Mateas, aynı zamanda, bunu endüstri içinde üreten oyun yapımcısı, yazar ve tasarımcılarını ve sonuç olarak etkileşimli dramatik deneyim üretimini yönlendirmek amacıyla oluşturduğunu da ileri sürmüştür. 90 Çünkü kuramcı, “Etkileşimli Drama ve Oyunlar İçin Öncü Bir Poetika” adlı makalesinde, etkileşimli dramayı geliştirmedeki zorluğu, teknolojiyi ve tasarım alanını yönlendirecek teorik çerçevenin eksikliğine bağlamış ve oyuncunun ‘amaçlı eylemliliği’ ile eklenen etkileşime yönelik bazı değişiklikleriyle, Aristoteles’in dramatik teorisi üzerine kurulu bir etkileşimli drama kuramı önermiştir (Mateas, 2004). Yeni medya ürünü olan video oyunlarının dramatik yapısına ilişkin alanyazının kapsamı, birer ideolojik ürün olan bu oyunların, tıpkı sinemada olduğu gibi, “dramatik yapının ve öyküselliğin de ideolojik bir biçimde kullanıldığı” düşüncemizi, destekler niteliktedir. Batı Metafizik Düşünce Geleneği Bağlamında Düalist Aristo Mantığı Batılı öznenin kuruluşunun düşünsel temeli de, “Batı mevcudiyet metafiziğidir”. Dolayısıyla bizim de, “Doğu-Batı İkilemi”nin düşünsel temellerini okurken, açımlamamız gereken en önemli olgu – logosmerkezcilik ve düalizmin içkin olduğu- Batı metafizik düşünce geleneğidir. Batı mevcudiyet metafiziği, Batı’nın bugüne dek süren “Doğu-Batı İkilemi” gibi düalist açılımlarına ve ona “öteki”ni tanımlama gücünü veren “merkez olma” anlayışına kaynaklık eden şeydir. Batı, metafizik düşünce geleneği, merkeze konulan “logos”u desteklemek ve onun lehine bir öncelik yanılsaması yaratmak için kullandığı kutupsal karşıtlıklar yoluyla, sabit, kalıcı bir kaynak (öz) arayışına girmiş ve bundan sonra, gerek kendini gerekse de kendisi dışındakileri (ötekileri) tanımlamayı, bu kaynak noktasını referans alarak yapmıştır. Doğu-Batı, doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tarihsel bir izlekte sıralanabilecek tüm dikotomik ayrımlar, Batı metafizik düşünce geleneğince, söz konusu hakikat idealine ulaşmak maksadıyla geliştirilmişlerdir. İşte, logosmerkezcilik ve düalizmin içkin olduğu, Batı metafizik düşünce geleneğini, “Doğu-Batı İkilemi”nin kaynağı olarak kabul etmemizin nedeni de, kutupsal karşıtlıklar yoluyla, ast ve üst olarak belirlenen terimlere yüklediği değer ve Batı aklının geleneksel önceliğine gönderme yaparak, irrasyonel olarak tanımladığı her şeyi –özellikle Doğu’yu ve Doğulu özneleri– sıradışı ve önemsiz olarak göstermek suretiyle, dışlanmasına sebebiyet verme gücüdür. Ve bu güç, onun dayandığı “ya… ya da” şeklindeki Aristo mantığının düalist tutumundan kaynaklanmaktadır. 91 Düalizm: Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme, her şeyi bu kutupsal karşıtlıklar üzerinden tanımlama eğilimi olarak özetlenebilir. Aslında düalizm terimi, felsefe ve teoloji başta olmak üzere farklı konularda çeşitli doktrinlerden bahsetmek ve bunları tanımlamak için kullanılmıştır ki bu doktrinlerin hepsinde iki temel (çoğunlukla zıt) maddenin var olduğu anlayışı vardır. Bu zıtlıklar, özellikle de zıt güçler veya zıt ontolojik veya epistemik kategoriler olarak belirlenmiştir. Teolojide düalizm, tüm varoluşu ruh-madde, yaratan-yaratılanlar, öteki dünya-bu dünya gibi karşıt unsurlarla açıklayan bir bakış açısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Arkaik inanışlarda ise, tüm oluşumları açıklamakta kullanılan yine birbirine indirgenemeyen iki karşıt unsur vardır. Bunlar: iyillik-kötülük, dişil-erkek ya da aydınlık-karanlık gibi kutupsallıklardır. Felsefede ise, tüm varoluşlar ve oluşlar, yine birbirine indirgenemeyen karşıt iki unsurla tanımlanmaktadır. Batı metafizik düşünce geleneğinin –zaman içinde– logosmerkezcilik bağlamında, sabit ve kalıcı bir kaynak olarak Batı’yı –Batı aklını belirlediğini söyledikten sonra– düalizm anlayışıyla da, yarattığı ikilemi oluşturanlardan biri olan Batı lehine, öncelik yanılsaması oluşturma yoluyla, Batı’nın mutlak merkez, üstün olduğuna dair, aslında tarih dışı olan –inşa edilmiş– bu hakikati yerleştirdiği söylenebilir. Bu bağlamda, Batı metafizik düşünce geleneğine içkin olan düalizmin, tarih boyunca karşıt olarak tanımlanmış Doğu ve Batı açısından önemi, Umberto Eco’nun şu sözlerinde ifadesini bulmaktadır: “Yüzyıllar boyunca Dünya’yı kana bulamış olan bütün din savaşları basitçi karşıtlıklara tutkuyla bağlanmaktan doğmuştur: Biz ve Ötekiler, iyiler ve kötüler, Beyazlar ve Zenciler türü karşıtlıklara” ( Eco, 2002:12). Bilindiği gibi, Batı metafizik düşünce geleneğinin kalbini oluşturan, “ya… ya da…” mantığına dayalı düalist felsefenin en sorunlu yanı -birbirini dışlayan iki öğe arasındaki- bir arada var olma ilişkisini açıklamada yetersiz kalmasıdır. Çünkü örneğin, zihin ile bedenin özünde birbirinden ayrı iki töz olduğunu, zihinsel olaylarla fiziksel olayların birbirinden net biçimde ayrıldığını savunan Descartesçı ikiciliğin önünde, “Öyleyse zihin ve beden birbirleriyle nasıl ilişkiye girmektedir?” sorusu durmaktadır. İşte Derrida’nın, “hem… hem de…” mantığıyla, Batı metafiziğinin kutupsal karşıtlıklarına karşı savaşı da, bu ön kabulden yola çıkmaktadır. Aristoteles'in siyah-beyaz, doğru-yanlış ikili sistemi ve mantığına, başta İslam dünyasından İbn Teymiyye olmak üzere, birçok İslam düşünürü karşı çıkmıştır. Mesela, Doğu’da 92 yüzyıllardır tenakuz mantığı (Buda öğretileri vb.) egemen olmuştur. Buna göre: A ya da A değil, sadece spekülatif bir dünya, mesela matematikçilerin ya da ideologların dünyası için geçerlidir (Vural, 2002:17). Dolayısıyla, “Görelilik Kuramı”, “Kuantum Fizigi” ve refakatçisi Bulanık Mantık ile bu anlayış ciddi bir darbe almıştır. Batı metafiziğinin “ya… ya da…” mantığının karşısında yükselen; Doğulu “hem… hem de…” anlayışı, yukarıda da kısaca belirttiğimiz gibi, Doğulu din öğretilerinin ve Doğu anlayışının en önemli argümanıdır. Ki bu algının en önemli ispatı, Doğu’nun kendi ötekisini üretememesidir. Çünkü, “Doğu”yu Doğu yapan, günümüzde Avrupalıların “bulanık mantık” dedikleri düşünce sistemlerinde, doğru-yanlış cetvellerindeki yadsınamaz farkı oluşturan şey, bu algıdır. Diğer taraftan, bunun tam tersi olan Batı toplumlarında düşünce sistemini algılamak, günümüze uzanan, Doğu-Batı ikilemine ilişkin tüm gelişmeleri de anlama konusunda yardımcı olacak niteliktedir. Şöyle ki; Batı toplumlarındaki bilim anlayışını şekillendiren, parametrelerini, doğru-yanlış cetvellerini tanzim eden, Eski Yunan’dır. Demokritos’un “kâinatı” atomlar ve boşluktan ibarettir. Eflatun’un “dünyası” keskin üçgenlerle doludur. Aristo’nun mantığı “siyah-beyaz” kurallardır; bir şey ya A’dır ya da A değildir. Batı toplumları aklı ve kâinatı Aristo’nun eğilimleri doğrultusunda algılamıştır. Çağdaş bilim, matematik, mantık ve kültür, dünyanın siyah-beyaz olduğu ve bu niteliğinin değişmezliği esasına dayanmaktadır. Böylece, ağızdan çıkan her hüküm ya doğru ya da yanlıştır. Her yasa, her yönetmelik, her kural kesin olmalıdır. Dijital bilgisayarın 0/1 sistemi, siyah-beyaz dünya algılayışının, doğrusal mantığın zaferidir (Aksan, 2009). Çünkü Aristo mantığında, mutlak ayırımlar ve kategoriler bulunmaktadır. Her nesne birtakım kategoriler sayesinde tanımlanmaktadır. Aristo (analitik) mantığı ayırımcı ve sınıflandırıcıdır. “Hem…hem de…” mantığı ise, bütünleştirici ve birleştiricidir. Bu bakımdan, Aristo mantığı ya-veya mantığı olup nesneleri tanımlamaya yardımcı olabilmekte ama insanları tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Budizm, Taoculuk, Zen Budizmi, Şinto gibi Uzak Doğu dinleri ise, Doğu’ya ait “hem…hem de…” mantığının taşıyıcısıdır. Örneğin Buda, Aristo’dan iki yüzyıl önce, siyah-beyaz, “ya…ya da…” dünyasını delmiş; söylenenin aksine, dünyanın çelişkilerle dolu olduğunu 93 görmüştür. Bir şeyin ya A ya da A değil olması, sadece kurgusal bir dünya – örneğin matematikçilerin ya da ideologların dünyası– için geçerlidir. Sahici dünyada geçerli olan şey, “hem…hem de…”dir. Bu kabulden hareketle bazı düşünürler, Doğu ve Batı arasındaki düşünce farkını –belki de çok ileri giderek– şöyle ifade etmişlerdir: Doğu ile Batı arasındaki fark, hilal ile haç arasındaki fark kadardır. Hilal bombelidir, haçtaysa dik açılar vardır. Hilal altında yaşayanlar da bombeli hayatlara sahiptir. Geniştirler, kurallarla hiç ilgilenmezler, zamanla ilgileri yoktur, çöl kumu gibi uçuşmaktadırlar. Haçın gölgesindekiler ise sert ve köşeli hayatlar yaşamaktadırlar. Yasaları, kuralları olan; dik açılı hayatlar… Bu hayat biçimleri de, düşünce sistemlerinde tezahürünü, “ya…ya da" mantığı ve “hem…hem de” mantığı ile bulmaktadır. Bu farklılığı Doğu ve Batı’nın doğal zihinsel gelişimiyle açıklayanlar da vardır. Örneğin Mahçupyan’a göre: Batı Avrupa eski dünyanın geri kalanına kıyasla nispeten daha homojen bir insan dokusuna sahip olmasına rağmen, farklılıkları birbirinden ayırmaya ve aralarında ‘doğal’ bir çatışmanın varolduğuna inanmaya daha eğilimlidir. Buna karşılık Doğu, kendi hetorejen insan malzemesini birarada ‘uyum’ içinde tutma alışkanlığına sahiptir. Başka bir ifadeyle Batı toplumsal yapıyı tek bir kimliksel katman içinde barındırmakta ve tek tek toplumların arayışları ister istemez kendilerini ‘dışlarındaki’ gruplarla karşılaştıran bir eksene oturmaktadır… Dahası, Batı’da otoriter zihniyet çatışmacı bir anlayışı doğal hale getirmişken, feodal dönem bu gerilimi ideolojik düzleme taşımıştır. Bugün hala Doğu’yla Batı’yı ayıran temel zihinsel öğe, bizatihi zihniyetin değişimine ne denli açık olunduğudur. Doğu aynı ‘klasik’ zihniyetler içinde gidip gelmekte ve uyumun peşinde koşmakta iken, Batı yeni zihniyetleri mümkün kılan değişimci bir çatışma ortamını beslemektedir (Mahçupyan, 2004:47). Bu bağlamda Batılı Aristo mantığının, “ya…ya da şeklindeki” ötekileştirme ve çatışmayı kurma ve sürdürmeye; terimlerden birisine mantıksal öncelik ve olumlu değer atfedilirken, diğeri terimi olumlu özelliklerinin yokluğuyla tanımlamaya yönelik tutumu; görsel, işitsel veya yazınsal; geleneksel ya da yeni medyalarla da sürmektedir. Çünkü, tüm medya metinleri, her dönemde, şifrelenmiş –yan anlam düzeyinde egemen ideolojik– anlamların taşıyıcılarıdır. 94 YÖNTEM Öncelikle çalışmanın temel sorunu ve varsayımı: Batı metafizik düşünce geleneğinin, merkeze konulan logosu desteklemek ve onun lehine bir öncelik yanılsaması yaratmak için kullanılan temel karakteristiği, ikili karşıtlıklar-düalizm yoluyla sabit, kalıcı bir kaynak arayışına girmesidir. Bu arayışla, adlandırılan, imlenen, sabitlenen bir merkez (Batı) belirlemiş; düalizme bağlı olarak da, bu merkezin karşısında bir “öteki” (Doğu) tanımlamış ve bu yaratımının, gerçekliğin ta kendisi olduğu yanılsamasını yaratmıştır. Çünkü, bulanık (fuzzy, saçaklı ya da kırçıllı) mantığın aksine, Batı düşünce geleneğinde, bir şey , “ya odur ya da değildir”. Oryantalizm disiplini de, “Doğu-Batı İkilemi”nin inşasına yönelik Batı lehine öncelik yanılsaması yaratma yolunda, en önemli düalist açılım olarak, tarih boyunca, medyalar üzerinden, basit klişeler, yarı gerçeklikler, metafizik ve saldırgan söylemlerle, Batı’nın, dünyanın geri kalanından farkını, üstünlüğünü ispatlama yolunda oluşturduğu, güçlü bir egemenlik söylemi olmuştur. Dolayısıyla, bu söylemin, günümüzde de, yeni medyadaki öykü anlatımı üzerinden izlenebiliyor olması, hiç de şaşırtıcı değildir. Temel sorun bu şekilde ortaya konulduktan sonra, yeni medyanın 7’den 70’e hedef kitlesi olan, en yaygın ve etkileyici türlerinden biri olan savaş temalı video oyunları araştırma evreni olarak tanımlanmıştır. Bu araştırma evreni içinde, söylem analizi ile incelenecek olan örneklem, içinde öykü unsuru taşımakla birlikte, genel olarak “ya… ya da mantığının” görsel ve öyküsel olarak açıkça ortaya konulduğu “savaş” temalı bir oyun olan, “Call of Duty” olarak belirlenmiştir. Bu oyunun öykü kurulumları ve diyalektik ilerlemelerinin; öyküler, Doğu’da geçiyor olsa da, hatta kahramanların kendisi Doğulu karakterler olsa da, birer meta olarak üretimlerinin, Batı pazarına ve Batı tüketicisine yönelik olarak yapılması dolayısıyla, Aristo mantığı üzerine kurulu olması, çalışmamız açısından önemlidir. Tıpkı Hollywood sineması ve onun “Doğu”daki taklitlerinin yeni medyadaki birer diyalektik revizyonu gibi… Bu bağlamda, yeni medya metinleri de, medya metinlerinin şifrelenmiş –yan anlam düzeyinde egemen ideolojik– anlamların taşıyıcıları olarak kabulünden yola çıkarak kullandığımız, söylem analizi ile, dijital öyküler, karakterler ve mitler, yan anlam düzeyinde incelenecektir. Çünkü, örneğin Hall’a göre (1994), anlamı oluşturan süreç, hangi türden toplumsal vurgunun üstün geleceği ve güvenilirlik kazanacağı konusunda girişilen bir toplumsal mücadele, metin söylemi için de egemen olma mücadelesidir. Buradan hareketle dilde –medya metinlerinde de işleyen– bir sınıf mücadelesi olduğunu belirten Hall’a göre, bu mücadele iki 95 şekilde ortaya çıkmaktadır: “Dilde sınıf mücadelesi –görsel, duysal ya da yazınsal olarak- bazen farklı terimlerin yerleştirilmesi için verilmektedir. Örneğin zenci terimi yerine siyah terimini koymak için verilen mücadele gibi… Ancak mücadelenin ikinci ve en sık görülen türü, aynı terimi farklı biçimde vurgulamak için, yani yan anlamı üzerinde gerçekleşmektedir” (Hall, 1994: 57). R. Barthes’ın ikincil düzen veya çağrışımsal anlamlar alanı olarak adlandırdığı yan anlam düzeyi; hegemonik stratejilerden biri olan ortak duyunun inşası süreciyle, bir toplumda oluşmuş ortak bilinçaltına göndermeler yapmaktadır. Bu göndermeler, medyanın uyguladığı yöntemlerin, açık biçimde baskıcı görünmeyen -rıza üretimine dayalı- bir biçimde uygulanmasını sağlamaktadır. Medya, yarışan tüm gerçeklik tanımlarının içinde mücadele edecekleri alanın sınırlarını yan anlam düzeyinde bilinçaltına seslenen kavramları- söylemleri kullanarak belirlemekte; bu yolla istediği söylemleri öne çıkarırken geri kalan sesleri marjinalleştirerek, kimliksel olarak değersizleştirerek ve gayrimeşrulaştırarak çalışmaktadır. Bunun en etkili yolu ise, çatışmacı düalizm yoluyla “ötekileştirme”dir; ki bunun en etkili araçları ise, çatışmanın doğrudan sergilenmesine olanak veren savaş oyunlarıdır. “Call of Duty” adlı “savaş” temalı oyunun, öykü kurulumu ve karakterleri üzerinden yapılacak söylem analiziyle, Batılı “ya… ya da mantığının”, yeni medyada da, görsel ve öyküsel olarak açıkça ortaya konulduğu belgelenmeye çalışılacaktır. BULGULAR VE TARTIŞMA Call Of Duty: Modern Warfare Örneği ve Yeni Düşmanlar Call of Duty Serisi: Call of Duty, Call of Duty 2, Call of Duty 2: Big Red One (veya Call of Duty: United Offensive), Call of Duty 3, Call of Duty 4: Modern Warfare, Call of Duty: World at War, Call of Duty: Modern Warfare 2, Call of Duty: Black Ops, Call of Duty: Modern Warfare 3 isimli dokuz oyundan oluşan ve hem bilgisayarda hem de oyun konsolunda, tek oyunculu veya çok oyunculu olarak, istenirse internet üzerinden de oynanabilen “savaş” temalı bir birinci şahıs nişancı (FPS) video oyunudur. Çalışmamız açısından bu oyunun ilk önemli yapıtaşı, öncelikle bir öykü yapısına ve bu öykünün dramatik yapısı içinde, çatışan karakterlere sahip olmasıdır. Call of Duty, Call of Duty 2, Call of Duty 2: Big Red One (veya Call of Duty: United Offensive), Call of Duty 3, II. Dünya Savaşı’nı konu alan oyunlardır. Call of Duty 4: Modern Warfare ile ise, seride ilk defa II. Dünya Savaşı konusunun dışına çıkılıp hayali bir 3. Dünya Savaşı konu edilmiştir. 96 Ardından gelen, Call of Duty: World at War ile yine II. Dünya Savaşı'na dönülmüş fakat bu sefer Pasifik Cephesi de oyuna eklenmiştir. Serinin diğer oyunları olan ve halihazırda piyasaya sürülmüş bulunan Call of Duty: Modern Warfare 2 modern savaşları, Call of Duty: Black Ops ise, Soğuk Savaş’ı konu edinmektedir. Serinin duyurulan son oyunu Call of Duty: Modern Warfare 3’ün ise, 9 Kasım 2011 tarihinde piyasaya sürüleceği tahmin edilmektedir. Özetle, Call of Duty serisi başlangıçta 2. Dünya Savaşı’nı konu edinen bir öykü yapısı ile şekillendirilmişken, Call of Duty: Modern Warfare oyunlarının öyküleri ise 2. Dünya Savaşı yerine modern zamanlarda geçmektedir. 2. Dünya Savaşı’nın “ortak düşmanı” Nazilere karşı, farklı cephelerde, hatta bazen Rusya perspektifinden savaşılırken; modern savaş teması kendine farklı düşmanlar yaratmıştır. 2007 yılında piyasaya çıkan “Call of Duty 4: Modern Warfare” oyununun öykü yapısı, Orta Doğu bölgesinde köktenci ve darbeci bir liderin etkinliği ile Rusya’da faaliyet gösteren ultra-ulusalcı bir grubun çıkardığı iç savaşa karşı, Amerikalı veya İngiliz askerlerin mücadelesi üzerine kuruludur. Oyunun teması; Orta Doğu, Azerbaycan, Rusya ve Ukrayna gibi çoklu mekânlarda düzenlenen öykü seyri boyunca bir Amerika Birleşik Devletleri Deniz Piyade Kolordusu askeri veya bir İngiliz SAS uzmanı gibi çeşitli karakterlerin perspektifinden sunulmaktadır” (Call of Duty 4: Modern Warfare, 2010). Öyküde eski Sovyetler Birliği’ni kurmak isteyen milliyetçi bir Rus lider, düşmanı Amerika’nın önünü kesmek için, Ortadoğu’da kendi yandaşı olan bir liderden karışıklık çıkarmasını ve ABD’yi oyalamasını istemiştir. “Call of Duty 6: Modern Warfare 2” ise 2009’da piyasaya çıkmıştır. Fakat öyküsü yakın bir gelecekte, 2016 yılında geçmektedir. Bu tarihte kurulmuş Rus aşırı-ulusal gruplar, etkinliklerini artırmışlardır. Bu oyunda ise, “görevlerin geçtiği alanlar Virjinya eyaleti, Kazakistan'ın Tanrı Dağları, Afganistan ve Brezilya'nın Rio de Janeiro eyaleti olarak belirtilmiştir.” (Call of Duty: Modern Warfare 2, 2010). Üstelik mekân tasarımlarında, örneğin, Orta Doğu imgesi ana akım sinemasında olduğu gibi, dağlık ve çorak arazilerle; Brezilya ise fakir, yıkık dökük gecekondu mahalleleriyle betimlenmiştir. SONUÇ YERİNE Modern savaş, aslında “gerçek” dünyada kapitalistleşen Rusya ve eski düşman komünizm hayaletine ve “aşırı” milliyetçilik kavramı ile Orta 97 Doğulu Müslüman kimliğine karşı yürütülmektedir. Buna göre, Batı’nın karşısındaki cephede yer almanın anlamı, aslında terörist olmaktır. İki binli yılların başında, kendine yeni bir öteki, yeni bir düşman yaratan ABD politikasının mimesisi, Call of Duty: Modern Warfare video oyunlarında, öykü kurulumunda, karakter yapılarında ve belirli görsel tasarım öğeleri ile göstergesel anlamda yansımıştır. Birinci şahış nişancı oyunlarının temel dramatik yapısının zaten, sinema ürünlerinde, birey-karakterin, karşısına çıkan her engeli tek tek aştığı ve sonunda onu ideolojik zaferine ulaştırdığı dramatik çizgisinde özdeşleşme aracılığı ile gerçekleşen izleyici etkinliği; örneklemimizin temsil ettiği yeni medya alanının evreninde artık, oyuncu/kullanıcı eylemselliğine dönüşmüştür. Öykü aracılığı ile bir noktadan diğerine taşınan oyuncu/kullanıcı, sadece belirli karakterler ile özdeşleşebilmekte ve onun karşısında yer alanın temsilini sadece düşman/terörist olarak görebilmektedir. Ana akım Amerikan sinemasının öykü kurulumları ile temel dramatik dizgesindeki öyküsellik, örneklemimizin temsil ettiği video oyun evreninde kimi zaman anlatısallaşarak, kimi zaman ise karakterler aracılığı ile işlev kazanmaktadır. Bununla birlikte, örneğin sinema ürünlerinde kimi zaman öykünün arkasında kalan kimi zaman aksiyon sahneleri ile ön plana gelen çatışmamücadele sekansları, video oyun türünde ana ekseni oluşturmaktadır. Mücadeledeki ilerleme her zaman olduğu gibi öyküdeki ilerlemeyi sağlar, ama bu kez, mücadelenin kazanılması karakter modelini yöneten oyuncu/kullanıcıya aittir. Oyuncu/kullanıcının öykünün “içine girdiği” sekanslar mücadelenin gerçekleştiği, bir çatışmanın sönerken, bir diğerinin başladığı noktaları ifade eder. Öyküsel alan bu nedenle, video oyununda sinemada olduğundan farklı olarak amaçtan çok araçsal bir işlev rolüne bürünür. Fakat öykü ve karakterler, yaratıcılarının yaptıkları seçimler göz önüne alındığında, ideolojik yapıların taşıyıcısı olmaya devam ederler. Call of Duty: Modern Warfare savaş temalı birinci şahıs nişancı (FPS) video oyununun öykü yapısı ve karakterlerinin hem fiziksel görünümleri, hem de amaçları doğrultusundaki mücadele dizgeleri ideolojinin sürdürülmesi bağlamındaki düşüncemizi destekler niteliktedir. Video oyunlarının vazgeçilmezi olan mücadele unsuru tek başına, Batılı “ya…ya da” mantığını izleyen düalist ve Aristotelesçi diyalektiğini onaylıyor olsa da, verilen mücadele de herhangi bir mücadele değildir. “Call of Duty”, yani Türkçe karşılığı ile “Göreve Çağrı”, öncelikle Amerikan gençliğini ve ardından kapitalist batı dünyasının içinde yaşayan diğer genç insanları belirli bir düşmana karşı savaşmak için göreve davet etmektedir. Bununla birlikte, düşmanın kim olacağının belirlenmesi de aynı çağrıyı yapan 98 ideolojinin ürünüdür. Aslında, Batı kaynaklı küresel kapitalizme ve bu sistemin getirdiği yaşam biçimine karşı çıkmış veya çıkabilecek her ses ve görüntü düşman olabilir. “Call of Duty: Modern Warfare” oyunu içinde düşmanın tanımlanmasında geçen kavramlara bakıldığı zaman ise, eski düşman komünizme olan korkuya bu sefer, ultra-nasyonalist bir grup, yani aşırı-milliyetçilik kavramı ile tanımlanan düşman profili ön plana çıkarak eklenmektedir. Bu ana düşmanın yanında ise bazı yerel grupların terörist eylemleri bulunmaktadır. Bu yerel grupların terörist eylemleri kimi zaman Orta doğu coğrafyasında, kimi zaman Güney Amerika’nın fakir mahallelerinde gerçekleşiyor. Milliyetçilik, komünizm ve terörizm kavramları el ele sunulurken, ortak paydaları Amerikan düşmanlığı ile sergilenen esasında batı tarafından demokrasi ve özgürlük kavramları ile nitelenen sistem ve yaşam biçiminin karşısında olmak şeklinde okunmaya açıktır. Oyunun tanıtımında geçen ifadeler de analizin değerlendirmesini doğrular niteliktedir: “(Call of Duty 4: Modern Warfare) serinin önceki oyunlarının aksine, İkinci Dünya Savaşı’nı değil, modern çağ savaşlarını konu alıyor. Modern çağın teknolojisi ve silah gücü ile dünyanın en zalim noktalarına gidiyoruz ve dünyayı tehdit eden terörist grubuna karşı savaşıyoruz. Oyuncular, ABD ve İngiliz askerlerinin rolünü alıyor, iniş çıkış ve ani değişimlerle dolu hikayenin içine giriyor. Karmaşık teknoloji, üstün silah gücü, koordinat ayarlı kara ve hava saldırıları (“Call Of Duty 4: Modern Warfare, 2007) Bu söylemdeki, dünyanın en zalim noktaları olarak sunulan ve dünyayı tehdit eden terörist gruplara, her şekilde geri kalmış olduğu hissettirilen ötekiye karşı modern çağın modern silahları ile yapılacak savaşa çağrı yapılması ve bu savaşta ise oyuncu/kullanıcının sadece bir tarafı, ABD veya İngiltere’yi seçebiliyor olması” oldukça açık ve nettir. Burada söz konusu olan Batı’nın ötekileştirdiği düşman Doğu’ya karşı sınır çizgilerini söz konusu kavramlarla çizdikten sonra, ürettiği video oyunu ile bu oyunun kullanıcısına sunduğu medyaları, hem ticari birer meta, hem de ideolojik bir propaganda aracı olarak kullanmaktan çekinmediğidir. “Göreve çağıran oyun” sadece bir oyun olarak karşımızda durmamaktadır. Üstelik ABD ordusunun video oyunlarını savaş eğitiminde kullanması ve gençliği orduya çekebilmek adına bu tür oyunları yaygınlaştırma çabası basına da yansımıştır: “ABD Ordu Tecrübe Merkezleri"nden biri... ABD Ordusu'nun gençleri askere almak için denediği yöntemlere bir yenisi daha 99 eklendi. Asker alım tezgahını alışveriş merkezlerinin içine kurmaya başlayan ABD Ordusu, video oyunları ve simülasyon tesisinde, otel lobisi rahatlığında ağırladığı gençleri askerliğe ısındırmaya çalışmaktadır” (Savaş Karşıtları Basın Arşivi, 2009). Veya Amerikan ordusu, askere gençleri çekebilmek için konsol, bilgisayar oyunu ve simülasyonlara sarıldı. Sadece gençleri ikna etmek için alışveriş merkezlerinde simülasyon oyunu oynatmıyor. Aynı zamanda ordu için özel olarak tasarlanmış oyunları da oynatıyor. Genellikle katılım oranı düşük olan büyük şehirlerden de askere adam alabilmek için bilgisayar oyunlarını kullanmaktadır (Sırt, 2009). Bu gibi haberler de, kapitalist sistemin, emperyalizmin ve küresel sermayenin askerliğini yapan bir ordunun ideolojik duruşunu onaylar niteliktedir. Bu bağlamda, sonuç olarak, Batı merkezli Aristotelesçi “ya… ya da” mantığındaki diyalektiğin ötekileştirmedeki etkisinin öykü ve karakterbirey aracılığı ile belirli ve yaratılmış bir / birçok düşmana karşı verilen mücadeledeki yansımasını, sinemada olduğu kadar etkileşimlilik ve “içine girme” özellikleri ile daha da kuvvetlenen yeni ve öykü yapılı bir medya olan video oyun türlerinden biri “Call of Duty: Modern Warfare” serisinde de ideolojik olarak sürdüğünü söyleyebiliriz. KAYNAKÇA Aarseth, Espen (1997). “Cybertext: Perspectives on Ergodic Literature”. The Johns Hopkins University Press. Aksan, Hasan (2009). “Doğu ve Batı Medeniyetlerinde Bilim Algısı ve Bunun Sosyal Hayata Yansımaları.” http://www.kitapbilgisi.com/component/content/ article/134-hasan-aksan/603-Doğu-ve-batiya-dair-i.html. 24.01.2010. Aristoteles (2006). Poetika. Çev., İsmail Tunalı, İstanbul: Remzi Kitabevi. Bolter, J.D. (1991). Writing space: The Computer, Hypertext, And The History Of Writing. Hillsdale, NJ: Erlbaum. Eco, Umberto (2001). “Ötekiler Batı’nın Üstünlüğüne Dair.” İdea Politika Dergisi Siyasal İslamın Sonu Özel Sayısı.1: 77-91. Hall, S. (1994). “İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü.” Medya-İktidar-İdeoloji. Mehmet Küçük (der.). Çev., M. Küçük. Ankara: Ark Yayınevi: 77-126. Hilav, Selahattin (1997). Diyalektik Düşüncenin Tarihi. İstanbul: Sosyal Yayınları. Mahçupyan, Etyen (1998). “Doğu ve Batı: Bir Zihniyet Gerilimi.” Doğu-Batı Dergisi. 1( 2): 45-57. Manovich, Lev (2003). New Media from Borges to HTML, Introduction to The New Media Reader. Noah Wardrip-Fruin & Nick Montfort (der.). The MIT Press. 100 Mateas, Micheal (2004). A Preliminary Poetics for Interactive Drama and Games, First Person New Media as Story, Performance and Game. Noah WardripFruin & Pat Harrigan (der.). The MIT Press. Murray, Janet (1997). Hamlet On The Holodeck: The Future of Narrative in Cyberspace. The MIT Press. Murray, Janet (2004). “From Game-Story to Cyberdrama.” First Person New Media as Story, Performance and Game. Noah Wardrip-Fruin & Pat Harrigan (der.) The MIT Press. Ryan, Marie-Laure (2001). “Beyond Myth and Metaphor-The Case of Narrative in Digital Media, Game Studies.Org.” The İnternational Journal Of Computer Game Research. 1(1). Sayılgan, Özge Baydaş (2009). “Sokak. Dramatizme Bir Karşı Duruş: Sinemada Lirizm”. Marmara Üniversitesi GSE Sinema-TV Anabilim Dalı yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Sırt, Timur (2009). “ABD Ordusu Gençleri Bilgisayar Oyunlarıyla Askerliğe İkna Ediyor.” Sabah Gazetesi Teknoloji Eki, 17.01.2009. Simons, Jan (2007). Narrative, Games, and Theory. Amsterdam University Press. Törenli, Nurcan (2005). Yeni Medya Yeni İletişim Ortamı. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Van Dijk, J. (2004). Dijital Media, The Sage Handbook of Media Studies. London: Sage: 145-163. Vural, Mehmet. (2002). “Düşünce Tarihinde Mantık: Aristoteles Mantığından Bulanık Mantığa.” Kutadgubilig: Felsefe Bilim Araştırmaları Dergisi, 2: 93-136. “Call Of Duty 4: Modern Warfare.” (2010). http://en.wikipedia.org/wiki/Call_of_Duty_4:_ Modern_Warfare. 18.04.2010. “Call Of Duty: Modern Warfare 2.” (2010). http://tr.wikipedia.org/wiki/Call_of_Duty:_ Modern_Warfare_2. Vikipedi Özgür Ansiklopedi. 17.04.2010. “Call Of Duty 4: Modern Warfare.” (2007). http://www.oynasana.com/oyun/Call_of_ Duty_4__ Modern_Warfare-PS3. 18.04.2010. “Savaş Karşıtları Basın Arşivi.”(2009). http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTip ID= 5&ArsivAnaID=49846. 12.01.2009. 101 KİTLESEL KATILIMLI ÇEVRİMİÇİ ROL YAPMA (MMORPG) OYUNLARININ ERGENLERDEKİ ETKİLERİ ÜZERİNE BİR BAĞIMLILIK ARAŞTIRMASI1 Arş. Gör. Dr. Uğur Gündüz ÖZET İnternet üzerinden dünyanın çeşitli yerlerinden kişilerin karşılıklı oynadığı tarzdaki oyunlara kısaca MMORPG (massively multiplayer online role playing game) yani kitlesel katılımlı çevrimiçi rol yapma oyunu denmektedir. Yaygınlık ve çeşitlilik açısından farklı yaş gruplarına hitap eden oyunlar olsa da özellikle yetişme çağındaki 12-18 yaşları arasında ergen diye tabir edilen grubun bu tür oyunlardan nasıl etkilendiğini ortaya koymak gerekir. Yapılan araştırmalar medya içeriklerinin taşıdığı riskler nedeniyle toplum üzerinde çeşitli etkilere neden olduğunu ortaya koymaktadır. Yeni medya ortamlarından internet, taşıdığı yeni, hızlı ve cazip anlatım ve tasarım zenginlikleri yanında çevrimiçi riskler diye tanımlayabileceğimiz birtakım olumsuz etkilere de sahiptir. Bu etkilerin ortaya konması ve kitlesel katılımlı çevrimiçi oyunların ergenler üzerinde bağımlılık etkisinin incelenmesi çalışmamızın temelini oluşturmaktadır.. Anahtar Kelimeler: Çevrimiçi oyunlar, oyun bağımlılığı, medya okuryazarlığı. 2 ABSTRACT The games which are played by people from various parts of the world via the Internet, shortly named as MMORPG (massively multiplayer online role playing game) can be explained as massively participated online role playing games. Although they appeal to different groups of age in terms of its popularity and variety, especially the group between the ages of 1218 so called adolescents are highly affected by these type of games and it is needed to reveal the ways they are affected. Studies have showed that media contents has many effects on society caused by having risky elements. The internet, one of the new media tools, have some negative effects which can be called as “online risks”. As a result of its fast, new and attractive way of expression together with rich designs, these risks have been occuring. To reveal these effects and examine addiction impact of massively online role playing games on adolescents will constitute the basis of this study. Keywords: Online games, game addiction, media literacy. 1 The Effects of Massively Online Role Playing Games (MMORPG) on adolescents: An Addiction Research 2 İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi 102 Giriş İnternet üzerinden oynanan oyunlar, özellik itibariyle dünyanın çeşitli yerlerinden oyuncuların aynı anda sanal karakterlere bürünüp oyuna katılması şeklinde tanımlanabilir. Bu tarz oyunlara kısaca MMORPG (Massively Multiplayer Online Role Playing Game) yani Kitlesel Katılımlı Çevrimiçi Rol Yapma Oyunu denmektedir. İnternetin zaten varolan çekiciliğinin yanında oynayanlara fantastik bir evren sunarak reel hayatın gerçeklerinden sıyrılma imkanı sunan MMORPG’lar kullanıcılara sunduğu farklı özelliklerdeki karakterler, bunların özelliklerinin geliştirilmesi, karakterlerin oynadıkça güçlendirilmesi imkanını sunmakta ve oyuncularda bu oyunlara karşı bağımlılık duygusu yaratmaktadır. Oyun bağımlılığının nedenlerini gözden geçirdiğimizde özellikle gerçek hayatta sorunlu insanların, asıl kimliklerinden feragat edip zamanlarının tamamını bilgisayar başında geçirmekte, sanal alemde sanal bir karakter olmayı gerçek hayata tercih etmesinden kaynaklandığı görülmektedir. Reel hayatın olumsuzluklarından kaçışların çevrimiçi oyunlara yönelmesiyle ilgili dünyanın çeşitli yerlerinde araştırmalar yapılmakta, psikolojik yardım ve tıbbi tedavi yöntemlerine kadar uzanan bir dizi önlem alma yoluna dahi gidilebilmektedir. Çalışmamız kapsamında olumsuz sonuçlarına rağmen bu tür oyunlardan vazgeçemeyenlerin özellikle ergenlik döneminde çeşitli sorunlarla karşılaştığı, okul ve ev yaşamı gibi hayatın çeşitli alanlarından kendisini soyutladığı ya da soyutlama eğiliminde olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür oyunların neden bu kadar çok ilgi gördüğü sorusunun cevabını MMORPG’ların özünde getirdiği sanal evrenin yapısında aramak gerekir. Aralıksız 7 gün 24 saat oynanabilen bu oyunlarda herhangi bir oyuncu oyun dışındayken bile başkalarınca oynandığı için oyundaki gelişmeler devamlı sürmekte, bu yüzden kişi oyundan geri kalmama, sürekli gelişmeleri kontrol edebilme isteğine kendini kaptırmaktadır. Ayrıca oyunun amacı kullandığı karakteri güçlendirip en üst düzeye ulaştırmak olduğu için sürekli oynama isteğini kamçılayan oyunun özündeki bu yapı, oyuncularda bağımlılık duygusunu tetiklemektedir. ABD, Güney Kore, Japonya, Malezya, Çin gibi ülkelerde oldukça yaygın olan MMORPG tarzı oyunlar ülkemizde ne kadar yaygın durumda olduğunu ortaya koymak gerekir. ADSL’nin yaygınlaşması ve Türk Telekom’un özelleştirilmesiyle başlayan internetin yaygınlaşması süreci elbette ki MMORPG oyunlarının oynanabilirliğini arttıran bir faktördür. Evlerde bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşmasının yanında, özellikle büyük şehirlerde yaygın olarak bulunan internet kafelerin bu tür oyunlara 103 ulaşmayı ve oynamayı teşvik edici yönde bir etkisi olduğu da bilinen bir gerçektir. Oyun Bağımlılığı ve Etkileri Üzerine Yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, küreselleşme alanında önemli gelişmelere neden olduğu gibi iletişim dünyasını da oldukça yakından etkilemiştir. İletişim tarihindeki teknolojik yenilikler göz önünde bulundurulduğunda her yeniliğin toplumsal iletişim anlamında değişimlere neden olduğu ve beraberinde kendi kültürünü de oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kitlesel katılımlı çevrimiçi rol yapma oyunları ya da kısaca dijital oyunların da kendi kültürünü oluşturduğu ve toplumsal anlamda birtakım etkilere yol açtığı görülmektedir. Gadamer’e göre oyun, ne de olsa oyundur, ciddi değildir. Ancak, her oyun kendi kurallarında da ciddi bir biçimde gözetilmesini gerektirir. Saklambaç, körebe, futbol, kağıt oyunları, zar oyunları, sahnedeki bir tiyatro oyunu, kendi kuralları içinde, oyuncuların bilincinden bağımsız bir devingenlik, bir amaç taşır. Oyuncular, öznel tepkileri ne olursa olsun, oyunun kurallarını gözetmek zorundadırlar. Oyunun kendisi, katılan ya da katılmayan özneler karşısında, bağımsız bir nesne durumundadır. Bizim oyuncu olarak katılmamızla, oyun belli bir biçimde gerçekleşmiş olur, ama gerçekleşen yalnız bizim öznel katkımız değil, oyunun kendisidir: oyun hem bizde, hem de bizim aracılığımızla böylece gerçekleşmiş olmaktadır. (H. G. Gadamer’den akt. Göktürk, 1988:59) Toplumsal alanda yaşanan etkilerin sebep sonuç ilişkisi açısından değerlendirildiğinde kültürel etmenlerin yanında, ekonomik etmenlerin de etkili olduğu görülmektedir. Bireysel anlamda oyun bağımlılığı olgusunu incelemeden önce bahsettiğimiz bu ekonomik ve sosyal argümanları incelemek gerekir. Günümüzde dijital oyun endüstrisinin küresel film endüstrisinin gelirine yaklaştığı ve hatta geçtiği bilgisi önemli bir gerçekliğe işaret etmektedir. Gelecek beş yılda çevrimiçi oyun endüstrisinin pazar payının 13 milyar doları aşacağı öngörülmektedir. Bu gelirin yarısının oyunların üyelik aidatından, yarısının da oyun içi reklam ve malzeme satışından gerçekleşeceği öngörülmektedir. Üstelik dijital oyunların tüketimi, diğer kültür endüstrisi ürünleri gibi reklamlar ve çeşitli pazarlama teknikleriyle de desteklenmekte, dijital oyun metinlerinden beslenen ama başka kültür endüstrilerinin formlarında üretilen meta değeri taşıyan yeni üretimler giderek daha fazla sayıda ortaya çıkmaktadır. Dijital oyunlar bu anlamda gündelik yaşamın en önemli boş zaman etkinliği haline dönüşmüştür. Her 104 yaştan insan gündelik yaşamlarının önemlice bir bölümünü bu oyunlara ayırmaktadır. Oyunlara ayrılan bu sürenin farklı düzlemlerde taşıdığı anlamlar değişmektedir. Örneğin, ekonomik anlamda dijital oyunların geliştirilmesinde ayrılan bütçe ve endüstrinin büyüklüğü kadar kişisel, yani oyuncu düzeyinde oyuna ayrılan bütçe de(örneğin, pc oyun satın alınması, çevrimiçi oyun abonelik ücreti gibi) önemli bir alan kaplamaktadır. Dijital oyun oynama edimine ayrılan zaman ve bütçe, farklı oyuncu türevlerinin de ortaya çıkmasına yol açmaktadır: gündelik-sıradan oyuncu, sıkı oyuncu, pro-gamer ve oyun uzmanı gibi… (Binark, 2009: 125-126) Bilgisayar oyunları tıpkı TV ve müzik gibi kültürel açıdan önemli bir fenomen haline geldiğinden bu konu üzerine çalışmak oyunların teknolojik, ekonomik, estetik, sosyal ve kültürel yapıları açısından önemlidir. Oyun olgusu kültürün nerede olduğunu anlamak isteyen herkesin bakmak zorunda olduğu bir araç olduğu gibi dijital oyun endüstrisi kültür üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahiptir. İstatistiklere göre, eğlence sektörünün en hızlı gelişen kolu ve getirdiği kazanç bakımından film endüstrisiyle rekabet içinde olduğu görülmektedir. (Raessens,2006: 52-53) Asya kaplanları olarak bilinen uzak doğu ülkelerinin dijital oyun endüstrisi ve bu oyunları oynayanlara yaygın rastlanan ülkeler olduğu rakamlarla ortaya konmuştur. Oyunların yaygın olması beraberinde önemli bir sorunu da gündeme getirmiştir: Oyun bağımlılığı… Gelişmiş bir Uzakdoğu ülkesi olan Güney Kore dünyanın en yoğun bilgisayar ağları ile donanmış ve interneti en çok kullanan ülke olarak tanınmaktadır. Evlerin %90’ı ucuz ve yüksek hızda geniş bant internete bağlanmış bu ülkede çevrimiçi oyun profesyonel nitelikte bir spora dönüşmüş durumda olup gençlerin sosyal hayatı hemen her köşebaşında yarı aydınlatılmış internet salonlarında geçtiği bilinmektedir. Oyun bağımlılığının özellikle çevrimiçi oyunlara bağımlılığı sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Devletin oyun bağımlılığını toplumsal bir sorun olarak ele alması ve çözümü için yapılan araştırma ve tedavi çalışmalarını desteklemesi bu konunun ne kadar önemli bir toplumsal olgu olarak ele alınması gerektiğinin bir göstergesidir. (Kunt, 2008:44) 2005 yılında Kore’de hükümetin yaptırdığı bir araştırmaya göre, yaklaşık 546 bin kişinin yani 9 ile 39 yaşları arasındaki Korelilerin % 2,4’ü internet bağımlılıklarına karşı tedaviye ihtiyaç duymakta; kimi uzmanlara göre bu bağımlılık alkol, kumar ve uyuşturucudan daha ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Seul’deki net bağımlılık tedavi merkezinin yöneticisi psikiyatrist Kim Hyun Soo “online oyun bağımlılığı ulusal bir sorun halini aldı” diyerek şunları ifade eder: “Sorun ölümcül boyutlara bile varabiliyor. 105 Kimi oyuncular deneyim puanı ya da büyülü kılıçlar, güce güç katan kolyeler gibi dijital eşyaları kazanmayı öyle bir takıntı haline getiriyor ki, okullarını asıyor, işlerinden ayrılıyor ve günler geceler boyunca hiç durmaksızın oynuyor. Sadece geçen yıl, yedi kişi online oyun oynarken kalp krizi veya aşırı yorgunluktan hayatını kaybetti. Bir kişi de, hile yaptığı gerekçesiyle bir oyuna girmesine izin verilmediği için intihar etti. Devlet destekli internet bağımlılığını önleme ve danışma merkezinde danışmanlık yapan Jang Woo Min’a göre sorunun ana kaynağı kişinin özdenetimini yitirmesi. Sorunun nedeni Kore’de ülkenin her yanına internet erişimi götürme kampanyasına kolaylıkla bağlanabilir. Sonuçta meskenlerin dörtte üçünden çoğu yüksek hızlı internet erişiminden faydalanıyor. Bu sayede online oyun üreticileri 2005’te 1,5 milyar dolarlık satış yaptı ki, bu rakam dünya online oyun pazarının neredeyse yarısına karşılık gelmektedir.“(Ihlwan ve Jacobs,2006:44) Ortaya konan örnekler ve rakamlar; uzakdoğu ve özellikle Güney Kore açısından oyun bağımlılığı olgusunun ne kadar ciddi bir toplumsal sorun haline geldiğini göstermektedir. Dünya ülkelerinde yaygınlık açısından durum böyleyken, ülkemizde durum nasıldır? Bu sorunun cevabını Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden elde etmek mümkündür. Buna göre bilgisayar ve internet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24 yaş grubudur. Bu oranlar tüm yaş gruplarında erkeklerde daha yüksektir. 2010 yılı Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen hane halkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması sonuçlarına göre hanelerin %41,6’sı İnternet erişim imkânına sahiptir. Bu oran 2009 yılının aynı ayında %30’dur. Yine aynı verilere göre Ocak-Mart 2010 itibariyle internet kullanan bireylerin %72,8’i e-posta göndermek-almak, %64,2’i sohbet odalarına, haber gruplarına veya çevrimiçi tartışma forumlarına mesaj göndermek, anlık ileti göndermek, %58,8’i haber, gazete ya da dergi okumak, haber indirmek, %55,7’si mal ve hizmetler hakkında bilgi aramak, %51,2’si oyun, müzik, film, görüntü indirmek ya da oynatmak için interneti kullanmıştır. (http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=6308) İstatistiksel verilerden de anlaşılacağı üzere tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de internet kullanımında genel bir artış eğilimi söz konusudur. İnternet kullanım oranlarındaki artış, yeni bir iletişim ortamı olarak internetin farklı amaçlarda kullanımını da gündeme getirmiştir. Çevrimiçi oyunlar ya da diğer bir deyişle dijital oyunlar da bu kullanım alanlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilgisayar ve internet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24 yaş grubu olduğundan hareketle bu grup içinden çocuklukla yetişkinlik arasındaki ergenlik diye adlandırarak ara bir 106 dönem olarak ifade edebileceğimiz 12-18 yaş grubu anket çalışmamızı gerçekleştirdiğimiz grup olarak araştırmamızda yer almıştır. Oyunlar ve doğasının cazibesi yetişkinleri olduğu kadar bahsettiğimiz ergen yaş grubunu da önemli ölçüde etkilemektedir. Oyunlar ve oyun oynamak insan doğasının en temel yapı taşlarından birini teşkil etmekte, her yaşta ve her ortamda oyun oynamanın bir yolu bulunmaktadır. Gelişen teknoloji paralelinde öncelikle dijitalleşen oyunlar, internet devrimi sayesinde artık çevrimiçi bir yapı kazanmıştır. Milyonlarca insan farklı başlıklar altında ve çeşitli dijital oyunlar vasıtası ile sanal dünyada bir araya gelerek, zar atmak, kart açmak, savaşmak, fantastik dünyalarda dolaşmak, devasa yaratıklara karşı işbirliği yapmak gibi hareketlerde bulunmaktadır. Oyun sektörüne ait rakamlara bakıldığında dünya oyun pazarının büyüklüğü 50 milyar doların üstünde bir hacme sahip ve bu değer sinema sektöründen daha büyük olduğu görülmektedir. Her yıl yüzde 9 büyüme kaydeden oyun sektöründeki en büyük katalizörlerden biri internet. 300 milyondan fazla internet kullanıcısının çevrimiçi oyunlar oynadığı bilinmektedir. (Usta,2010:54) İletişim teknolojilerindeki gelişmelerin kültür endüstrisi açısından değerlendirildiğinde kapitalist sistemle uyumlu, günümüz tüketim ekonomisiyle paralel bir seyir izlediği bilinen bir olgudur. Reklamlar, eğlence endüstrisi, şirket stratejileri ve pazarlama faaliyetleri hepsi bir sinerji halinde hareket eder. Dijital oyunları ve eğlence endüstrisi içindeki rolünü de bu anlamda bir ekonomik faaliyetten ve kültür endüstrisi kavramından ayrı düşünmek mümkün değildir. Bilindiği gibi kültür endüstrisi kavramı, kültürel eylemlerin endüstriyel ürünlere dönüşümünü sembolize eden bir kavramdır. Eşyalaşan yani bir anlamda metalaşarak soyuttan somuta indirgenen kültürel olguları sosyal bilimciler farklı görüşlerle açıklamaya çalışmışlardır. Bahsettiğimiz sosyal bilimcilerden biri olan Fransız düşünür Pierre Bourdieu’nun ortaya koyduğu habitus kavramı da bu kültürel olgulardan bir tanesidir. Habitusu çevrimiçi oyuncular açısından tanımlamadan önce genel bir açıklamasını yapmak gerekirse; sosyal bilimciler; toplumsal aktörlerin gündelik yaşamlarındaki davranışlarını çözümlemeye olanak sağlayan üretken projeler sistemi olarak açıklamaktadır. Toplumsal aktörün habitusu öz-düşünümseldir ve habitus her zaman pratiğe dönüşür. Ayrıca habitus kendini toplumsal aktörün davranışlarının, beğenilerinin, tercihlerinin şekillenmesiyle karşılar. Bu durum, verili kültürün hem içselleştirilmesi hem de birleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bourdieu’nun ifadesiyle söylersek, oyuncular gündelik yaşamda aile çevresinde, arkadaşlık ağlarında, okul ve iş 107 yaşamında edindikleri özelliklerini ve kazanımlarını, özellikle devasa çevrimiçi oyunlarda kullanmakta bir başka deyişle çevrimdışı habituslarını çevrimiçinde yeniden konumlandırmaktadırlar. (Binark ve Sütcü, 2009:276277) Kanadalı iletişim bilimci Marshall McLuhan’ın “küresel köy” (Baldini,2000:89) olarak ortaya koyduğu kavramın günümüzde gerçeğe dönüştüğünü görmek şaşırtıcı olmamıştır. McLuhan, özellikle elektronik iletişimin yaygınlaşmasıyla birlikte, bütün dünyanın küçük bir köye dönüşeceğini ileri sürmüştü. Çevrimiçi oyunlarda Travian olarak yer alan bir oyunda böyle bir köy kurmakla ilgilidir. İşte öyle bir köy düşünün ki, 6 kıtadan insanın bir arada yaşadığı, ticaret yaptığı ve savaştığı sanal oyunda 56 ayrı ülkeden 38 farklı dil konuşan 3 milyon kişinin Travian oynadığı bilinmektedir. 2004’te Alman yazılımcı Gerhard Mueller tarafından hobi olarak tasarlanan oyun, takip eden zamanda word of mouth yani kulaktan kulağa yayılmıştır. (Topbaş,2008:23) Özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren tüm dünyada gücünü hissettiren muhafazakar ideolojiler ve bu ideolojilerin yönetsel uzanımları, toplumsal yaşamı denetlemeye dönük bir söyleme sahip olup ve bu söyleme uygun olarak geliştirilen pratiklere işlerlik kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu konuda Türkiye özelinde verilebilecek en belirgin özelliklerden birisi internet, internet kafeler ve bu kafeler üzerine ana akım medyada üretilen muhafazakar söylem ve kamu otoritesinin düzenlemeden çok, çoğunlukla denetim ve yasaklama biçiminde kendini gösteren icraatlarıdır. (Binark ve Sütcü,2008:20) İnternetin yaygınlaşması ve kamusal alanda internet kafeler aracılığıyla geniş bir alana hitap etmesi beraberinde birtakım riskleri de getirmiştir. İnternet yapısı ve içeriği itibariyle sahip olduğu avantajların yanında çevrimiçi riskleri de taşımaktadır. Aşağıdaki tabloda bu çevrimiçi olanaklar ve riskler yer almaktadır: 108 Çevrimiçi olanakların ve risklerin karşılaştırılması Çevrimiçi olanaklar Çevrimiçi riskler *Küresel enformasyona erişim *Yasadışı içerik *Eğitim kaynakları *Pedofiller, yabancılar *Eski ve yeni arkadaşlar için toplumsal ağlar *Aşırı veya cinsel şiddet *Eğlence, oyunlar *Diğer zararlı veya saldırgan içerikler *Kullanıcı tarafından yaratılmış içerik üretimi *Irkçı/nefret materyali/aktiviteleri *Yurttaş katılımı / politik katılım *Reklam/ticari ikna *Kimliğin ifadesinde mahremiyet *Taraflı/yanlış enformasyon (tavsiye, sağlık) *Topluluklarla bağlar/aktivizm *Kişisel bilginin istismarı *Teknoloji uzmanlığı ve okuryazarlığı *Siberkabadayılık, taciz *Kariyer gelişimi veya istihdam *Kumar, finansal suçlar *Kişisel/sağlık/cinselliğe dönük tavsiye *Kendine zarar(intihar, anoreksiya, vd) *Uzman grupları ve fan siteleri *Mahremiyetin ihlali *Uzaktakilerle deneyim paylaşımı *Yasadışı aktiviteler(korsanlık, dosya yükleme) Tablo-1: Çevrimiçi olanakların ve risklerin karşılaştırılması (Binark vd.,2009:220) Çevrimiçi (online) oyunlar yapı itibariyle çeşitli kategorilerde ele alınmaktadır. Bu kategorilerden en önemlisi kitlesel(çok oyunculu) çevrimiçi rol yapma oyunları (MMORPG) olarak tabir edilen aynı anda binlerce kişinin zaman geçirdikleri sanal platformlardır. Amerika ve Avrupa’da MMORPG pazarının yüzde 80’lik bölümü kutu halinde satılan ve aylık sabit bir ücret ödenerek oynanan oyunlar tarafından ele geçirilmiş durumdadır. Bu oyunların içinde en önemlilerinden biri Blizzard tarafından piyasaya sürülen 11 milyondan fazla aboneye sahip olan World of Warcraft (WoW) adlı oyundur. (Usta,2010:54) Bir MMORPG oyununa katılan, önce kendisine bir avatar yani bir sanal karakter seçmekte örneğin, terzi, hırsız, rahip, büyücü, savaşçı gibi. Daha sonra onu geliştirip kendisine verilen hedefe ulaştırmaya çalışarak bu süreçte deneyim kazanmalı, daha yetenekli, daha güçlü olarak düzeyini yükseltmeyi amaçlamalıdır. Deneyim kazanabilmenin başlıca yolu, sanal dünyada kendisine biçilen rolü en iyi şekilde oynamak, verilen görevleri yapabilmektedir. (Atasoy,2007:14) Dolayısıyla bu tür bir amaca yönelik olarak oyun başında mümkün olduğunca fazla zaman harcanması gerekmekte, bağımlılık yaratacak ortam, oyunun yapısında kendine has bir özellik olarak yer almaktadır. Çevrimiçi Oyuncu Profili Etki ve Bağımlılık Araştırmasında Kullanılan Yöntem Oldukça genç bir nüfusa sahip ülkemizde özellikle 12-18 yaş grubunda yer alan ergenlerin; bu tür oyunlara yaklaşımını, hangi şartlarda oynadıklarını, nasıl etkilendiklerini ve bağımlı olup olmadıklarını anlamaya 109 yönelik hazırladığımız bir anket çalışmasıyla oyun bağımlılığına yönelik etkiler ve sonuçların ortaya konması amaçlanmıştır. Hazırladığımız soru formu doğrultusunda İstanbul’daki internet kafelerde basit tesadüfi örnekleme yoluyla belirlenmiş ergen diye tabir edilen 12-18 yaş grubu MMORPG oyuncularıyla yüz yüze görüşerek anket yöntemi ile 203 kişi üzerinde yaptığımız çalışmamızda aldığımız sonuçlar ve bunların analizi ülkemizdeki özellikle 12-18 yaş grubu ergen nüfusun MMORPG oynama alışkanlıkları ve yarattığı etkileri ortaya koyma açısından önem taşımaktadır. Bulgular Gerçekleştirilen araştırma sonucunda aşağıdaki bulgular elde edilmiş, anket formunun 12-18 yaş grubu çevrimiçi oyun oynayan deneklerce doldurulması sonucunda elde edilen veriler SPSS 11.5 programıyla analiz edilerek aşağıdaki nitelikler ortaya konulmuştur: Demografik özellikler Oynanan oyunun sosyal yaşama ve okul yaşamına etkileri Oyun oynamak için ne kadar zaman harcandığı Oyunda başarı ya da başarısızlık durumunda hissedilen duygular Ne kadar zamandır oyun oynandığı Oyunla ilgili gelişmelerin hangi kanallardan takip edildiği incelenmiştir. Tartışma Çalışmamız ortaya koyduğu araştırma sonuçlarıyla aşağıdaki tartışma sorularına cevap bulmayı amaçlamaktadır: 1- 12-18 yaş grubunda yer alan ergenliğe yönelen çocukların online oyun oynama alışkanlıkları ve etkilenme biçimleri ne şekildedir? 2- Oyun bağımlılığı nedir, etkileri nelerdir, nasıl mücadele edilebilir? 3- Oyun bağımlılığı sürecinde anne-baba bilinci nasıl oluşturulmalıdır? Çevrimiçi Oyuncu Profili Etki ve Bağımlılık Araştırması ve Sonuçları Dijital oyun endüstrisinin gelişmiş batılı toplumlar ve ekonominin hızlı büyüdüğü uzakdoğu ülkelerinde önemli bir kültürel yapıt ve serbest zaman etkinliğine dönüşmesinin önemli sonuçlarından biri de oyun bağımlılığı olmuştur. İnternet kullanımında görülen hızlı artış sonucunda özellikle ergen diye tabir edilen 12-18 yaş grubunun internet ve internet üzerinden 110 oynanan çevrimiçi oyunların en önemli kullanıcısı olduğu istatistiksel bir veri olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de çevrimiçi oyun oynayanların sayısı ise 10 milyon pazarın mevcut büyüklüğünün 50 milyon lira olduğu tahmin edilmektedir. Kesin bir parasal değer belirlemek ise çevrimiçi oyunların yapısı göz önüne alındığında mümkün değildir. Doğan online yöneticisi Babür Çelebi siteleri arasında yer alan oyuncu.com’a her ay 3,5 milyon tekil ziyaretçi geldiğini belirtmektedir. Oyuncuların her ziyaretlerinde ortalama 45 dakika oyun oynadığı, oyuncuların ortalama yüzde 27’sini kadınlar, yüzde 73’ünü ise erkeklerin oluşturduğu belirtilmiştir. (Usta,2010:54) İnternet kullanımındaki dünya çapındaki bu artış ülkemizde de yaşanmakta, internet erişiminin evlerde yaygınlaşması, Türk Telekom’un özelleştirilmesi sonrasında ADSL aboneliğinin daha ucuz ve farklı firmalardan verilebilmesi, bilgisayar kullanımının ve sahipliğinin evlerde artması gibi nedenlerle çevrimiçi oyunları oynayanların sayısında da bir artış görülmüştür. Bu artış beraberinde bağımlılık sorununu da gündeme getirmiştir. 12-18 yaş grubu ergenlerin çevrimiçi oyunlardan nasıl etkilendiğine yönelik araştırmamızın sonuçlarını irdelemek ve analiz etmek bu alandaki sorunların çözümünde önemli bir kaynak oluşturacaktır. Demografik Özellikler: 1. CİNSİYET Kız Erkek Toplam N 24 179 203 % 11,8 88,2 100,0 Araştırmaya katılanların oransal dağılımı %88,2 erkek, %11,8 kız olarak görülmektedir. Yapılan birçok araştırmada çevrimiçi oyunlara yönelik ilgide erkeklerin bu tür oyunlara daha fazla ilgi gösterdiği görülmektedir. 2. YAŞ 16 15 17 18 14 13 12 N 58 49 39 29 14 5 4 111 % 28,6 24,1 19,3 14,3 6,9 2,5 2,0 11 10 Toplam 3 2 203 1,5 1,0 100,0 Örneklem olarak aldığımız 12-18 yaş grubunda ağırlığın 15 ve 16 yaş grubunda olduğu görülmektedir. Bu yaş grubunu 17 ve 18 yaş grubu takip etmektedir. 3. EGİTİM Lise öğrencisi İlköğretim öğrencisi Mezun Toplam N 156 25 22 203 % 76,8 12,3 10,8 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğunun (%88,2) lise öğrencisi olduğu görülmektedir. 4. AİLE REİSİNİN MESLEĞİ N 71 39 25 12 12 11 7 5 3 3 2 2 1 1 1 8 203 Serbest meslek Esnaf Emekli Öğretmen Memur İşçi Mühendis Doktor Teknisyen Avukat Eczacı Yönetici Pilot Satış temsilcisi Vefat Yanıtsız Toplam % 35,0 19,2 12,3 5,9 5,9 5,4 3,4 2,5 1,5 1,5 1,0 1,0 0,5 0,5 0,5 3,9 100,0 Araştırmaya katılan öğrencilerin aile reislerinin yüzde 35’i serbest meslek sahibidir. Yüzde 19,2’si esnaf, yüzde 12,3’ü ise emeklidir. 112 5. ALDIĞINIZ HAFTALIK HARÇLIK MİKTARINIZ? 20 30 50 40 10 15 60 25 5 100 35 150 45 2 7 17 21 55 65 70 75 90 120 170 200 250 Yanıtsız Toplam N 31 25 25 18 14 14 9 8 7 7 6 4 3 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 19 203 % 15,3 12,3 12,3 8,9 6,9 6,9 4,4 3,9 3,4 3,4 3,0 2,0 1,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 9,4 100,0 Haftalık 20 YTL harçlık alanların oranı yüzde 15,3, 30 YTL alanların yüzde 12,3, 50 YTL alanların oranı ise yüzde 12,3’tür. Gelir durumuna bakıldığında üst düzey gelir olarak değerlendirebileceğimiz bir veriye rastlanmamaktadır. Alt ve orta gelir düzeyinin ağırlıkta olduğu bir oyuncu profili olduğu göze çarpmaktadır. 113 6. AYLIK HANE GELİRİ 1000 1500 800 2000 700 550 600 650 900 500 1200 850 2500 750 3000 10000 25 200 400 675 780 825 950 1300 1800 1850 4000 5000 6000 9000 12500 14000 Yanıtsız Toplam N 21 12 9 9 7 6 6 6 6 5 5 4 4 3 3 2 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 79 203 % 10,3 5,9 4,4 4,4 3,4 3,0 3,0 3,0 3,0 2,5 2,5 2,0 2,0 1,5 1,5 1,0 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 38,9 100,0 Aylık hane gelirinde 1000 YTL cevabını verenlerin oranı yüzde 10,3, 1500 YTL yüzde 5,9, 2000 YTL yüzde 4,4 ve 800 YTL yüzde 4,4’tür. 114 TERCİHLER : 7. OYNAMAYI TERCİH ETTİĞİNİZ OYUNLAR Knight Online Counter Strike Fifa Warcraft III GTA NFS NBA Age of Empires Half Life Call of Duty Sims 2 O Game Okey LOTR Winning Eleven Gun 2 CM Spider Solitaire Satranç Ultima Online Silkroad Underground Tomb Raider Spider Man The Game Hitman 2 Battle of The Middle Redalers Playboy Gall Maklory Avidich 2 Tavla Omerta Soccer 3 Tetris Sebico Manager 06 Vietnam Metal Slug 115 N 131 40 36 20 16 12 11 11 10 7 5 4 3 3 3 3 3 2 2 2 2 2 2 2 2 2 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 % 37,1 11,3 10,2 5,7 4,5 3,4 3,1 3,1 2,8 2,0 1,4 1,1 0,8 0,8 0,8 0,8 0,8 0,6 0,6 0,6 0,6 0,6 0,6 0,6 0,6 0,6 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 Duke Naken Forever Resident Evil Godfather Postal 2 Harry Potter Toplam 1 1 1 1 1 353 0,3 0,3 0,3 0,3 0,3 100,0 Oyun tercihleri sorulduğunda katılımcıların yüzde 37,1’i Knight Online, yüzde 11,3’ü Counter Strike, yüzde 10,2’si Fifa, yüzde 5,7’si Warcraft oyunlarını oynadıklarını belirtmektedir. 8. HAFTADA KAÇ GÜN OYNUYORSUNUZ? 7 3 2 5 4 1 6 Toplam N 65 36 32 31 23 14 2 203 % 32,0 17,7 15,8 15,3 11,3 6,9 1,0 100,0 Katılımcıların yüzde 32’si haftada 7 gün oyun oynadığını belirtirken, yüzde 17,7’si haftada 3 gün, yüzde 15,8’i haftada 2 gün, yüzde 15,3’ü haftada 5 gün, yüzde 11,3’ü ise haftada 4 gün oyun oynadıklarını belirtmektedir. 9. HAFTADA KAÇ SAAT OYNUYORSUNUZ? 2 3 1 4 5 6 7 10 8 12 16 20 N 46 31 29 22 21 14 9 9 8 2 2 2 116 % 22,7 15,3 14,3 10,8 10,3 6,9 4,4 4,4 3,9 1,0 1,0 1,0 24 11 13 14 15 17 70 Toplam 2 1 1 1 1 1 1 203 1,0 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 100,0 Katılımcıların yüzde 22,7’si haftada 2 saat oyun oynadığını belirtirken, yüzde 15,3’ü haftada 3 saat, yüzde 14,3’ü haftada 1 saat oyun oynadıklarını belirtmektedir. 10. OYNADIĞINIZ OYUNLARLA İLGİLİ FORUMLARA ÜYE MİSİNİZ? Evet Hayır Toplam N 44 159 203 % 21,7 78,3 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu oyunlarla ilgili forumlara üye değildir (%78,3). 11. ÜYE OLUNAN FORUMLAR Knightonline.gen.tr Frmtr Gold Premium Simarine Spko.org Pcmagazin Elon-patriot.com Donanımhaber Oynasana.com Warcraft.com Toplam N 14 6 2 1 1 1 1 1 1 1 29 % 48,3 20,7 6,9 3,4 3,4 3,4 3,4 3,4 3,4 3,4 100,0 En çok üye olunan forum knightonline.gen.tr sitesinin forumudur (%48,3). En çok oynanan oyun da Knight Online adlı oyun olduğu (%37,1) 7. soruda belirtilmiştir. 117 12. ÜCRETLİ ÜYELİK ALARAK OYUN OYNUYOR MUSUNIUZ? Evet Hayır Toplam N 52 151 203 % 25,6 74,4 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu ücretli üyelik hizmeti almamaktadır (%74,4). 13. OYUNDA DİĞER OYUNCULARLA HANGİ SEBEPLERLE DİYALOG KURARSINIZ? Genel amaçlı sohbet Oyunda kullanılan malzeme alışverişi Diyalog kurmam Oyunla ilgili yardım almak Belirli bir nedeni yok Tartışma Toplam N 59 58 37 34 32 17 237 % 24,9 24,5 15,6 14,3 13,5 7,2 100,0 Katılımcılara hangi sebeplerle diğer oyuncularla diyalog kurdukları sorulduğunda yüzde 24,9’u genel amaçlı sohbet, yüzde 24,5’i oyunda kullanılan malzeme alışverişi cevabını vermektedir. Katılımcıların yüzde 15,6’sı ise diyalog kurmadığını belirtmektedir. 14. İNTERNET KAFEDE OYUN DIŞINDA İNTERNET KULLANIYOR MUSUNUZ? Evet Hayır Toplam N 150 53 203 % 73,9 26,1 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu internet kafede oyun dışında internet kullandığını belirtmektedir (%73,9). 118 15. HANGİ ARALIKLARLA HİSSEDİYORSUNUZ? Bazen Sık sık Her zaman Seyrek Hiçbir zaman Toplam OYUN N 83 56 34 28 2 203 OYNAMA İHTİYACI % 40,9 27,5 16,7 13,8 1,0 100,0 Katılımcılara hangi aralıklarla oyun oynama ihtiyacı hissettikleri sorulduğunda yüzde 40,9’u bazen yanıtı verirken, yüzde 27,5’i sık sık, yüzde 16,7’si her zaman, yüzde 13,8’i ise seyrek yanıtı vermiştir. 16. OYUN NEDENİYLE OKUL İŞ GÜNDELİK İHTİYAÇLAR GİBİ ŞEYLERİ İHMAL ETTİĞİNİZ OLUYOR MU? Hayır Kısmen Evet Toplam N 126 47 30 203 % 62,1 23,2 14,8 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu oyun nedeniyle okul, iş, gündelik ihtiyaç gibi şeyleri ihmal etmemektedir (%62,1) 17. FAZLA OYUN OYNAMANIZ NEDENİYLE AİLENİZ, ÖĞRETMENLERİNİZ VE ARKADAŞ ÇEVRENİZDEN UYARI ALIYOR MUSUNUZ? Evet Hayır Toplam N 56 147 203 % 27,6 72,4 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu fazla oyun oynama nedeniyle yakın çevresinden uyarı almamaktadır (%72,4). 119 18. BOŞ ZAMANLARINIZDA OYUN OYNAMAK DIŞINDA DA AKTİVİTELERE ZAMAN AYIRIYOR MUSUNUZ? Evet Hayır Toplam N 143 60 203 % 70,4 29,6 100,0 Araştırmaya katılanların oransal çoğunluğu oyun dışında da aktivitelerde bulunmaktadır. (% 70,4) 19. OYUN DIŞINDAKİ AKTİVİTELER N 44 24 15 14 14 13 11 10 7 7 5 3 2 2 2 2 2 2 2 1 1 1 1 1 1 1 188 Futbol Basketbol Kitap Müzik MSN Gezmek Sinema Ders çalışmak Gazete İnternet TV Yüzme Atletizm Sudoku Dans Voleybol Tiyatro Satranç Play station Spor Bowling Puzzle Bisiklet Buz pateni Masa tenisi Resim çizmek Toplam 120 % 23,4 12,8 8,0 7,4 7,4 6,9 5,9 5,3 3,7 3,7 2,7 1,6 1,1 1,1 1,1 1,1 1,1 1,1 1,1 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 100,0 Oyun dışındaki aktiviteler futbol (%23,4), basketbol (%12,8), kitap (%8,0), müzik (%7,4) ve MSN’dir (%7,4). Spor aktivitelerinin ağırlık olduğu görülmekte kitap, müzik, msn, gezmek gibi eğlenceye dönük aktivitelerin oyuna alternatif olarak verilen cevaplar arasında yer aldığı anlaşılmaktadır. 20. OYUN OYNAMADIĞINIZ HİSSEDİYORSUNUZ? ZAMAN N 62 51 22 12 10 5 5 4 3 2 2 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 15 203 normal iyi kötü sıkıntılı mutlu çok iyi fena değil çok kötü eksik mükemmel rahat berbat boş düşünceli güzel harika her yerim ağrıyor heyecanlı hırslı süper yorgun Yanıtsız Toplam KENDİNİZİ NASIL % 30,5 25,1 10,8 5,9 4,9 2,5 2,5 2,0 1,5 1,0 1,0 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 0,5 7,4 100,0 Oyun oynamadıkları zaman katılımcıların yüzde 30,5’i kendisini normal, yüzde 25,1’i iyi, yüzde 10,8’i ise kötü hissetmektedir. Kötü, sıkıntılı, fena değil, çok kötü, eksik gibi olumsuz ifadelerle cevap verenlerin oranının %23 gibi bir düzeyde olduğu görülmektedir. 121 21. OYUNDAN SONRA FİZİKSEL AĞRI ÇEKİYOR MUSUNUZ? N 103 59 32 25 22 1 242 Ağrı çekmiyorum Göz ağrısı El ve bileklerde ağrı Baş ağrısı Sırt ağrısı Diğer Toplam % 42,6 24,4 13,2 10,3 9,1 ,4 100,0 Katılımcıların yüzde 42,6’sı oyundan sonra fiziksel ağrı çekmezken, yüzde 24,4’ü göz ağrısı, yüzde 13,2’si el ve bileklerde ağrı, yüzde 10,3’ü baş ağrısı, yüzde 9,1’i ise sırt ağrısı çekmektedir. İnsan bedeninin bilgisayar başında en çok kullanılan kısımları olan göz, el, bilek, baş ve sırt bölgelerinde oluşan ağrılar oyun oynarken geçen sürelerin uzun olduğunun göstergesidir. Sonuç ve Öneriler Yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması toplumun çeşitli olumsuz etkilere de açık olduğu gerçeğini gündeme getirmiştir. Medya okur yazarlığı kavramıyla medyanın olumsuz etkilerine karşı bireylerin zararlı medya içeriklerine karşı bilinçlenme ve karşı çıkabilme yeteneğine sahip olabilmesi amaçlanmaktadır. Medya okur yazarlığı programı bu amaçla son yıllarda sistemli bir eğitim programı olarak gündeme gelmiştir. İnternetin yaygınlaşması ve içerik açısından çeşitliliği iletişim medyası olarak internetin de internet okur yazarlığı olarak ele alınması gerekliliğini kaçınılmaz kılmaktadır. İnternet okuryazarı olan bireyin internette risk yaratabilecek içeriklere erişim konusunda bir çeşit farkındalıkla donanmış olması ve bu içeriklere erişimde kontrollü olması beklenir. Bu nedenle, yeni medya ortamları olan internet, internet kafeler ve dijital oyunlar teknotoplumsal uzamlar olarak toplumsal iletişimin ve demokratik değişimin araçları olarak kullanılabilir. Bunu gerçekleştirebilmek için yeni medya okuryazarlığı, gerçek yaşamın belirlenimleri ve sanal uzam arasında bağlantı kurmalı ve bu alanlar hakkında toplumsal, politik, kültürel, ekonomik ve tarihi bağlamlarda kavrayış sağlamalıdır. Böylelikle bu makro ve mikro politik kavrayış ve sanal uzamı kullanabilmek için geliştirilen eleştirel çözümleme yeteneğinin ardından, birey çevrimiçi dünyada gerçekleştirdiği eylemlerin sorumluluğunu alabilecek duruma gelir. Bu bağlamda yeni medya okur 122 yazarlığının hedefi internet kafelerde oyun oynama edimi sırasında gençlerin, sanal dünyaya ve oradaki temsil pratiklerine dair farkındalık geliştirebilmesi, üretimin meta değerini görebilmesi, anlatılardaki verili ve egemen ideoloji ile değerleri (örneğin cinsiyetçilik, ırkçılık, etnik milliyetçilik vb.) fark etmesi, göstergeler ve temsil pratikleri arasındaki bağı kurması ve belli bir medya estetiğinin üretildiğini kavrayan bir bakış açısı elde etmesidir. (Binark vd.,2009:219-220) Oyun bağımlılığına yönelik bir farkındalıkla donanmış olmak, yetişkinler açısından bir gereklilik olduğu kadar, araştırmamıza konu olan 12-18 yaş grubu ergenler açısından da önemlidir. İlköğretim okulları ve liselerde medya okur yazarlığı dersinin kapsamında, internet okur yazarlığına dönük formasyonun yer alması da ayrı bir zorunluluktur. İnternet bilgi, haber ve eğitim açısından sahip olduğu avantajların yanında şiddet, pornografi gibi zararlı içerikler ve çevrimiçi oyunların bağımlılık yaratan doğası bakımından çeşitli riskler taşımaktadır. Bu risklerin en aza indirgenmesinde okullarda öğretmenlere, aile hayatında ise ebeveynlere önemli görevler düşmektedir. Oyun bağımlılığıyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Dr. Gültürk Köroğlu’na göre oyun bağımlılığı madde bağımlılığı gibidir. Oynamadığınız zaman ihtiyaç hissediyorsanız bu durum bir bağımlılık belirtisidir. Hasta profiline bakıldığında ise değişkenlik görülmekte, düşük gelir grubuna dahil olanlar internet kafelerden, yüksek gelir grubu evden oynamaktadır. Oyun bağımlıları tedavi olmak üzere ailelerinin vasıtasıyla gelmektedir, gösterdikleri belirtiler arasında internet kafeye sık sık gitme, okuldan kaçma gibi davranışlar yer almaktadır. Dr. Köroğlu sınıf tekrarı yapanların diğerlerinden daha fazla internet kullananlar olduğunu konsantrasyon güçlüğü, okulda başarının düşmesi gibi etmenler olduğunu ifade etmiştir. Buna göre özleşim nesnesi olarak oyuncular oynadıkları karakterle bütünleşmekte ve karakter seçimlerinde etkili olmaktadır. Bağımlılıktan kurtulmak için nelerin yapıldığını sorduğumuzda tedavi aşamasının zor bir süreç olduğunu, bağımlıların durumlarının farkında olmadığı ve özellikle çocukların bu durumdan haz almasının söz konusu olduğunu anlatmıştır. Köroğlu; sınavların ve okulunu ihmal edilen çocuğu gerçekliğe çekmeye çalışmanın önemli olduğunu ifade ederek, psikoterapi metoduyla hastanın gerçekliğe yaklaştırılmasının önemli olduğunu, telkin yoluyla düzelemeyecek ileri aşamadaki hastalara detoksifikasyon yoluyla tamamen arındırma, kesme tedavisi uygulanmakta ayrıca aileye de danışmanlık hizmeti verildiğini belirtmiştir. (Köroğlu,2009) 123 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ferhunde Öktem, bilgisayar oyunu ve internet bağımlılığının giderek büyüyen bir tehlike olduğuna dikkati çekerek, ''İnternet ve bilgisayar bağımlılığı, tıbbi bağımlılık arasına alındığını ve hastaneye çok ağır, hastane koşullarında tedavi edilmesi gereken çocukların gelmeye başladığını” ifade etmektedir. Öktem’e göre olumsuz etkilerden bazılarını saymak gerekirse; ekran karşısında çok fazla vakit geçiren çocukların gerçek dünyayı öğrenememesi, sanal dünyanın, çocukların yalancı kişilikler geliştirmesinde de etkili olmasının yanında fiziksel sorunlara da neden olduğu, vücut gelişimlerinin aksadığı aşırı kilo alma ya da kilo kaybı gibi sorunlara neden olduğunu belirtmektedir. (http://www.sabah.com.tr/haber,6B22FEA5B8954754A5B25276DCC10 D9B.html,6.08.2007) Çalışmamızda bahsedilen internetin taşıdığı çevrimiçi riskler ve oyun bağımlılığının ergenler ve yetişkinler üzerinde yarattığı olumsuzluklara karşı bir farkındalık yaratılması çok önemli ve gerekli bir olaydır. Bu konuda ailelere ve eğitimcilere önemli görevler düşmektedir. Medya okuryazarlığının yine medya yoluyla yurttaşları bilinçlendirmek amacıyla kullanılması, zararlı ve riskli içeriklere karşı önlemler geliştirilmesi gereklidir. Devlet, yasa koyucu ve düzenleyici bir kurum olarak bu önlemleri çeşitli alanlardan uzman eğitimci ve akademisyenlerin desteğiyle hayata geçirmelidir. Modern, sağlıklı ve eğitimli bireylerin yetiştiği toplumsal hayatın refahı ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir. Kaynakça Atasoy, Sevil (2007) “Dikkat izleniyorsunuz”, Hürriyet Pazar, 24 Haziran. “Babamın bir canı varmış”(2007). http://www.sabah.com.tr/haber,6B22FEA5B8954754A5B25276DCC10D9B.html 06.08.2007 Baldini, Massimo (2000) İletişim Tarihi, çev. Gül Batuş, İstanbul:Avcıol Basım Yayın Binark, Mutlu & Sütcü, Günseli Bayraktutan (2008) Kültür endüstrisi ürünü olarak dijital oyun, İstanbul: Kalkedon yayınları. Binark, Mutlu & Sütcü, Günseli Bayraktutan (2009) “Devasa Çevrimiçi Oyunlarda Türklüğün Oynanması: Silkroad Online’da Sanal Cemaat İnşası ve Türk Klan Kimliği”, Dijital Oyun Rehberi oyun tasarımı türler ve oyuncu, der. Mutlu Binark-Günseli Bayraktutan Sütcü-Işık Barış Fidaner, İstanbul:Kalkedon Yayınları. 275-311 Binark, Mutlu (2009) “Türkiye’de Yeni Bir Yaratıcı Endüstri: Oyun Stüdyoları ve Dijital Oyunlarda Değer Zincirinin Üretilmesi”, Dijital Oyun Rehberi oyun tasarımı türler ve oyuncu, der. Mutlu Binark-Günseli Bayraktutan Sütcü-Işık Barış Fidaner, İstanbul:Kalkedon Yayınları:125-165 124 Binark, Mutlu - Sütcü, Günseli Bayraktutan - Buçakcı, Fatma (2009) “İnternet Kafelerde Gençlerin Oyun Oynama Pratikleri: Ankara Mikro Ölçeğinde Etnografik Alan Çalışmasının Bulgularının Değerlendirilmesi ve Yeni Medya Okuryazarlığı Önerisi”, Dijital Oyun Rehberi oyun tasarımı türler ve oyuncu, der. Mutlu Binark-Günseli Bayraktutan Sütcü-Işık Barış Fidaner, İstanbul:Kalkedon Yayınları. 187-224 Göktürk, Akşit (1988) Okuma Uğraşı Yazın Metninin Kavranışında Okur Metin Yazar, İstanbul:İnkılap Kitabevi. Ihlwan, Moon & Jacobs, Steve (2006) “Online oyun Korelilerin takıntısı”, Business Week Türkiye, 3 Eylül. Köroğlu, Gültürk (2009) “Dr. Gültürk Köroğlu’yla yapılan görüşme notları, Balıklı Rum Hastanesi Anatolia Klinikleri, 9 Ekim. Kunt, Amil (2008) “İnternet bağımlılığı tedavi kampı”, BT haber, sayı:656, 4 Şubat. Raessens, Joost (2006) “Playful Ientities or the Ludification of Culture”, Games and Culture, vol. 1, no.1, London: Sage Publications. 52-57 Topbaş, Sema (2008) “Küresel köyün sanal lordları”, Turkishtime, Sayı: 78, Ekim. Tüik, (2010) T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu Haber Bülteni 2010 yılı hane halkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması sonuçları, sayı: 148, 18 Ağustos (http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=6308) Usta, Ahmet (2010). “Herkes oyun oynar”, Bloomberg Businessweek Türkiye, 11 Nisan. 125 “MÜCADELE VE DİRENİŞİN” CESUR AJANI KEN LOACH’UN SİNEMASINDA İNSANIN “ÖZGÜRLEŞME” SORUNU: PSİKANALİTİK YÖNTEMLE “ÜLKE VE ÖZGÜRLÜK” FİLMİ ANALİZİ Yrd. Doç. Dr. Neşe Kaplan Ali Barış Kaplan ÖZET Bu çalışmada amacımız, Ken Loach Sinemasının genel özelliklerini ortaya koymak ve spesifik olarak “Ülke ve özgürlük” filmini psikanalitik yöntemle analiz etmektir. Filmlerinde, “Sınıf mücadelesi” ve “bireysel özgürlük” sorununu tartışan Ken Loach, “Ülke ve özgürlük” filmi ile esasen globalleşme süreci içindeki Modern toplumu eleştirmektedir. Yakın geçmişin hikayesini anlatan film, nostaljik değildir; bugüne de mesajı olan dinamik bir anlatı sunar. ABSTRACT Our aim for this work is to set forth the general features of the Ken Loach Cinema and to specifically analyse the “Country and the freedom” film through psychoanalysis method. Ken Loach, who argues about the “Class struggle” and “individual freedom” problems in his films, primarily criticises the modern society, which is within the globalisation process, through the “Country and the freedom” film. The film, which tells the story of the near past, is not nostalgic and presents an narrative, which has a message also for Anahtar Kelimeler: Bilinç, ben, kültür, today. sınıf, mücadele Keywords: Consciousness, myself, culture, class, struggle 126 “…Ölüler bazen yaşayanlardan daha güçlü olabilir… ölüler birer hayalet olarak peşimizden gelmeye devam edecek ve tarihin sonu olasılığını daima tehir ettirecekler… varisler olmamazlık edemeyiz.”: Derrida (Sim, 2000:62) GİRİŞ Kapitalist modern toplum, rasyonalitesini evrenselleştirmiş, küresel bir dünya oluşmuştur. Küresel bir sömürü düzeni oluşmuştur. Bugün Amerika özgürlükleri götürerek(!) küreselleşmeyi sağlıyor, ya da sınırları aşarak, sınırları kaldırarak özgürlükleri götürüyor(!). Bilimde, sanatta, kimliklerin tanımında, iletişimde, gerçeklik olgusu açısından Baudrillard’ın dediği gibi*(Bkz.: Jean Baudrillard, Simulakrlar ve Simülasyon, Ç:Oğuz Adanır, Doğu-Batı Yayınları, Ankara, 2003) nesne ile öznenin, gerçekle imgenin iç içe geçtiği, farklılıkların belirsizleştiği, mesafelerin ortadan kalktığı bir dünya içindeyiz. Bu durumda aklımıza Habermas’ın tartıştığı ideal iletişim ortamının kurulup kurulamayacağı ya da evrensel bir kimlik oluşturulup oluşturulamayacağı sorunsalı geliyor. Sorun evrenseli temsil edenin ne olduğu ve nasıl oluşturulacağı, farklılıkların iletişimine olanak veren mecranın ne olabileceği olgusudur. Modern toplumu eleştirenler (Baudrillard, Derrida, Bauman gibi) tahakkümcü rasyonalitenin her şeyi birbirine katıp gerçeği örtmesine, bir anlamda sınırların kalkmasına, sınırsızlığa tepki olarak; yerelliğe, evrenselliğin yerelliğin içinde oluşabileceğine ve doğaya-özneye dönüşü temsil eden metaforlara dönerek, bir anlamda yaşadığımız gerçekliği algılamamıza ilişkin yeni bir dilsel form önermektedirler. Egemen anlatı yapısını bozan ve özneye tarihselliğini yeniden bahşeden bir yapı bu. Başat kültürel algı ve kodların ki bu yarışmacı rekabetin doğasının vahşi ve sınırlandırılamazlığını kodlayan bir etiktir, müdahale edilebilir -değiştirilebilir bir dünya algısını mistifiye eden bir rasyonelitedir- dışında yaşamın yeniden algılanıp kurulabileceği umudunu veren bir yapıdır. Sanatın mucizeye izin vermesi; belki de “bilgi”yi geçmişten çıkarıp, geçmişi konuşturabilmesidir; tıpkı “Ülke ve Özgürlük” filmiyle Loach’un yapmaya çalıştığı gibi. 1. “ÖZGÜRLEŞME” SORUNU ÇERÇEVESİNDE LOACH SİNEMASINA GENEL BİR BAKIŞ Bu bölümde, “özgürleşme” temasını filmlerinin merkezine koyan Ken Loach’un sinemasına ilişkin genel bir perspektif sunmak amaçlanmıştır. 127 Çalışma, Loach’un 1990 sonrası filmlerinden yapılan bir seçkiyle sınırlandırılmıştır. Loach’un öyküleme tekniği “umutsuzluğu kırmaya” çalışan bir dramatik yapı ortaya koyar. Sınıf çelişkisine de “ezilen sınıfların-sömürülenlerin” özgürleşme sorunu çerçevesinde bakar. Eleştirisini toplumun baskıcı kurumlarına; okullara, aileye, dine-geleneğe ve tüm bu kurumlara sirayet etme gücünde olan kapitalist-liberal ideolojinin ürettiği devlet-şirket politikalarına karşı yapar. Ve yine eleştirisini ezilen sınıflara yönelterek, ezilenlerin birer sömürene dönüşecek ve sistemin yeniden üretiminin gönüllüleri olacak kadar yabancılaştıklarını ortaya koyar. Ezilen sınıfların kahramanları tıpkı “İşte Özgür Dünya” (It is a Free World-2007) filmindeki göçmen asıllı Angie gibi “yeni ekonomi-politiğin yalnızlaşan ajanları” olarak tasvir edilir. Angie’nin sömürene dönüşmesinin göndermesi aslında ezilen sınıflaradır: Hepimiz birer sömüren olabiliriz. Loach’un Angie’si göçmen işçileri ve dahası sömürülen sınıfları kapsamlayan bir tehlikeye işaret eder ki, o da “özgürleşme”nin önündeki birincil engelin, ezilenlerin sınıfsal mücadele yerine bireyselleşmesi meselesidir. “Ülke ve Özgürlük”te (Land and Freedom-1995) filmin kahramanı İngiliz David’in ve Avrupan’nın birçok yerinden İspanya’ya gelen farklı fraksiyonlardan solcu ve anarşist gençlerin 1930’ların İspanya’sındaki faşist Franko rejimine karşı Cumhuriyetçilerin yanında verdikleri özgürlük mücadelesi anlatılırken, aslında yine Loach bugünün dünyasına müdahale etmeyi amaçlar. Film 90’ların İngiltere’sinde David’in ölümünden sonra torununun dedesinin sandığını açmasıyla başlar. Sandık, geçmişin bilgisini saklayan ve bize tarih-bellek meselesini imleyen bir metafordur. Bu anlamda sandık geçmişin bugünü iyileştirici anlamdaki bilgisini; “sınıfların özgürlük mücadelesini” saklar. Loach, David’in genç torununun sandıktan çıkardığı kırmızı fular, toprak ve gazete kupürleri aracılığıyla, bugünün gençlerine “mücadele umudunu” verir. Özgürlük tutkusunun metaforu kırmızı fular ve yeni bir başlangıcın, varoluşun metaforu olarak toprak, 90’ların dünyasındaki neo -liberal politikaların işsiz ya da iş güvencesiz ve sistem karşısında çaresiz bıraktığı gençlere, sınıfsal bir mücadeleyi öneren gösterenlerdir. Ken Loach’un “Demiryolcular” (The Navigators-2001) filmi, 90’lı yıllar İngiltere’sinde “demiryollarının” özelleşmesiyle birlikte işçi sınıfının yaşadığı sorunları ortaya koyar. Globalleşme süreci yaşanırken yeni ekonomipolitiğin sonucu olarak otorite erkinin değişmesiyle, işçi sınıfından bireylerin değişen konumları, yani “esnek işçi statüsü” tartışmaya açılır. 128 Yukarda kısaca değindiğimiz “İşte Özgür Dünya” filminde ise Loach, yeni liberal politikaların önerdiği yeni sömürü düzenini göçmen işçileri konu alarak anlatır. Her iki filmde de Loach, bireylerin otorite karşısında giderek zayıflayan konumlarını, esnek işçi statüsüne geçişi, emeğin sömürüsünü ve artık işçi sınıfını temsil eden bireylerin birer sömürene dönüşecek kadar yalnızlaştığını ve yabancılaştığını anlatır. “Duygudan da Öte” (Ae Fond Kiss-2004) filmi ise, ikinci-üçüncü kuşağı temsil eden Pakistan asıllı göçmenlerin değişen aidiyet ilişkilerini, kimlik temsilleri açısından kuşaklar arası çatışmayı ve Britanya’nın eğitim sorunlarını ortaya koyması açısından bize sosyolojik bir perspektif ve analiz imkanı sunar. Yine Loach 1996 yapımı “Carla’nın Şarkısı” (Carla’s Song) filminde Glasgow’da otobüs şoförü olan George ile Nikaragua’lı göçmen Carla’nın İngiltere’de başlayan ve Nikaragua’ya uzanan öyküsü aracılığıyla, bu kez 80’lerin Nikaragua’sındaki Sandinist solcu iktidarı destekleyen köylü, işçi ve önemli bölümünü gençlerin ve kadınların oluşturduğu “ezilen sınıfların” emperyalizme karşı mücadelesini anlatır. Sandinistler 1979’da Nikaragua’nın Amerikan yanlısı hükümetine karşı yürüttükleri gerilla mücadelesi sonucu başarılı olmuş ve iktidara geçmiştir. Film, solcu iktidarı destekleyen Nikaragua halkının, 80’ler boyunca Amerika’nın desteklediği kontrgerillalara karşı verdiği mücadeleyi serimler. Loach’un sinemasında özgürleşme sorununun çözümü, egemen ideolojiyi üreten dışsal otoritenin ve onun geleneğinin bireysel çıkışlarla kırılmasıdır, kısaca “vazgeçmektir”. Kahramanları, bir şeyleri değiştirme mücadelesi verirlerken, mevcut sınıfsal konumlarını reddederek, verili toplumun rol modellerinden vazgeçerler. Carla’nın Şarkısı’nda otobüs şoförü George’un işini bırakarak, Nikaragua’lı göçmen kadının peşinden Nikaragua’ya giderek Amerikan emperyalizmine karşı işçi-köylü sınıfının yanında gerilla mücadelesine katılması gibi. Evet Loach’un sinemasında “umut” vardır. İşsizliğin ya da her an kapıda kalma korkusunun katastrofik dünyasında dahi “umut”; sömürülmemek itkisiyle mücadele etmek ve bu anlamda kaybetmeyi göze alarak “vazgeçmektir”. Bu noktada “Ekmek ve Güller”(Bread and Roses-2000) filmine bakacak olursak, Amerika’daki Meksika ve Orta Amerikalı temizlik işçisi göçmenlerin işçi sendikaları ve gençlerin (Sam) önderliğinde; sendikalaşma ve bu anlamda çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sağlık sigortasi haklarını elde etmek amacıyla iş bırakma eyleminde bulunmaları sonucu başarılı olduklarını görürüz. Film bize şu duyumsamayı yaşatır: “ Temizlik işçileri; ofisimizde, iş kulelerimizde birer hayalet gibi dolaşır, 129 çalışırlar.” Filmin Kahramanı Meksikalı temizlik işçisi Maya’ya arkadaşının söylediği gibi: “Üniformalar onları görünmez kılar”. Loach, bu noktada temizlik işçilerini görünür kılacak olan şeye gönderme yapar: Sisteme karşı örgütlü bir mücadele, iş bırakma eylemi ve sendikalaşma. Loach onları görünür kılacak olan şeyin, sisteme tehdit oluşturacak bir örgütlü mücadele olduğunu gösterirken, medyayı da bu mücadelenin kamuya duyulmasının ve haklılaştırılmasının bir aracı haline getirmektedir. İşçi Sınıfının travmatik durumu “biz”in ortadan kalkması, herkesin birbirinin “ötekisi” durumuna gelmesi realitesidir. Kendisi de Polonya asıllı bir göçmen olan Angie’nin çoğunluğu Doğu Avrupa’dan gelen göçmen işçileri yeni kurduğu iş bulma ajansı aracılığıyla sömüren bir patrona dönüşmesinde işte bu “ötekileşme” tehlikesi ortaya konulur. Göçmen işçileri geçici sözleşmeler ve düşük ücretlerle, çok kötü koşullarda, sigortasız ve sendikasız olarak çalıştıran Angie’nin, göçmen işçilerin biriken ücretlerini ödemeleri gerektiğini öneren ortağına, filmin sonunda söylediği replik şöyledir: “Sen istersen kendi payınla öde, burası özgür bir ülke, ama ben beş kuruş vermiyorum.” Neoliberal ekonomi politikaları, “esnek işçi statüsü ve geçici sözleşmelerle” milyonlarca çalışanı birbirinin “ikamesi”, mobil “araç-insan” statüsüne indirgemiştir. İşte bu politikalardır ki; sendikalaşmanın, örgütlü mücadelenin önündeki engeldir. Günümüz modern toplumunda bir sınıfa aidiyet anlamında kimlik yapısının yerini, mobil kimlikler almıştır. Zygmunt Bauman’un da belirttiği gibi* (Bkz.: Zygmund Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları, Ç: Tuncay Birkan, İstanbul, 2000) güçlü bağlarla ait olma anlamındaki bilişsel yapı ortadan kalkmış, mobilite kimlik temsilleri ortaya çıkmıştır. Loach’un sinemasında “umutsuzluğun kırılması” için önermesi, mücadeledir. Ülke ve Özgürlük’te de Carla’nın Şarkısı’nda da, faşizm ve emperyalizm karşısında sınıfsal bir mücadele verilir. Loach, hayatın içinden çıkardığı, geçmişin ya da şimdinin reel dünyasından aldığı insana dair yaşanmışlıkları, kendi kahramanlarıyla dramatize ederken, bizde “geleceğe” ilişkin iyimser bir duygu yaratacak bir öyküleme tekniğine başvurur. 90 sonrası çektiği filmlerinde irdelediği ya da serimlediği temel mesele, ezilenlerin sınıfsal ve örgütlü mücadeleden alıkonulmuş bir kültürün “korkak” ama “fırsatçı” ajanları statüsüne inmiş olması realitesidir. Ve Loach bu noktada geçmişe dönerek, geçmişin mirasına başvurarak, Ülke ve Özgürlük’te İspanya iç savaşındaki ve Carla’nın Şarkısı’nda Nikaragua’daki sınıfsal mücadelenin başarısına işaret eder. Loach’un kahramanları bize şunu “hatırlatır”: Yaşadığınız zamanın hayaletleri olmayın, “zaman”a müdahale edebilir, hayatınızı iyileştirebilirsiniz. 130 2. ÜLKE VE ÖZGÜRLÜK FİLMİNİN ANALİZİ Film bizi 90’lı yılların İngiltere’sinden 30’ların İspanya’sına götürerek, farklı dilleri konuşan ancak aynı amaç için örgütlenerek bir araya gelmiş bulunan gençlerin faşizmle mücadeledeki başarı öyküsünü anlatmaktadır. Film, “zamansal ve uzamsal düzlemde”, şimdiki zaman ile geçmiş (1990’lar ve 1930’lar) ve İngiltere ile İspanya arasında bir bağıntı kurmaktadır. Filmde, koma halinde yatan David’i evinden almaya gelmiş olan iki ambulans sağlık görevlisinden birinin, ambulansın şoförü olan diğerine seslenerek: “Paul, hastaneye yetiş! Öldü.” demesi üzerine; David’in torununun durumu kabullenemez bir yıkılmışlıkla ağlayarak yanında oturan yaşlı kadına ‘kapanarak’ sarılması aksiyonunun metaforik anlamları önemlidir. Filmin bu ilk sahnesini şöyle tanımlayabiliriz: Bu sahneyi, filmin bütününün bir örneklem planı, bir lokomotif göstereni ve psikanalitik açıdan da filmin bilişsel şeması olarak kabul edebiliriz. Bu sahnenin gösterenlerinin çözümlenmesi sonucu elde ettiğimiz temel şemanın, filmin bütününü kapsamlayan ve anlatının bütününün üzerine inşa edildiği bir “temel yapı” olduğunu söyleyebiliriz. Ölüm ya da insanı ölüm derecesinde etkileyen, travmatolojik bir olay sonucunda içine düşülen ruh hali; birbiriyle çelişebilen farklı davranışsal aksiyonlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan bazıları kısaca; ‘sıkıntı, daralma, bunalım, isyankar tutumlar, içe kapanma’ gibidir. Bu psişik süreçler ve dışa açım biçimleri olan davranışsal formları, birbiriyle çelişen bir yapı ortaya koyabilmektedir. David’in ölümü sonrası gelişen olaylar, yani torununun gösterdiği davranış biçimleri filmin geriye kalanının anlam düzlemlerinin ne olabileceği konusunda bize gelecek-potansiyelli (artikel) bir düzenek ve ipucu sunmaktadır. Üçü de birbirleriyle temel bir anlam höyüğü kuracak yapıda olan ve bir triyoloji teşkil eden lokomotif üç şema bulunmaktadır. Bunlar; “kapanma-büzüşme aksiyonları”, kapalı alan olarak “oda-bavulmaden ocağı” gibi kapanma aksiyonunun donarak cisimleşmiş biçimsel formları olan yapısal şemalardır. Son olarak ise; bu kapanma aksiyonunun yeniden bir devinime yani harekete izin verecek bir mecraya dönüşmesidir. Şöyle ki; David’in ölümünden sonra torununun kapalı bir odada onun mektupları, eşyaları aracılığıyla büyükbabasını tanıması ve onun İspanya İç Savaşı’nda yaşadıklarına tanıklık etmesi şeklinde ilerleyen filmin anlatı yapısı, böylece zamansal ve uzamsal düzlemde şimdi ile geçmiş arasında bir bilişsellik kurmaya yönelmiştir. David’in geçmişteki edimlerini bilmek; bize yaşadığımız gerçekliği idrak etme ve mücadele etme motivasyonu kazandıracaktır. 131 “Comtretemps’in (aksilik’in) siyasal erdemine inanıyorum”: Derrida (Sim, 2000: 32) Biz filmi; David’in ölümü sonrası torununun içine düştüğü psişik süreç ve “ölüm fenomeni” karşısında geliştirdiği tutum ve davranışları üzerinden seyredebilir duruma gelmekteyiz. Bir başka değişle, David’in torunu böylesi bir psişik sürece girmeseydi ve büyükbabasının kişisel dokümanlarını araştırma yoluna koyulmasaydı filmin geriye kalanını ortaya çıkaran ve filmi bu yolla var eden süreç başlayamayacaktı. Yönetmen filmin kurgusu bakımından madem böyle bir yol seçmiş, o halde filmin geriye kalanı bu ilk sahnenin, bu ilk şemanın izlerinden, biçim ve içerik bakımından bambaşka bir anlam alanı olarak gelişmeyecektir. Zamansal geri dönüşlerin olduğu filmde, bu ilk sahnenin anlam düzlemi filmin klavuz çizgisini oluşturmaktadır. Çünkü filmin asıl göndermesi şimdiki zamanı sorunsallaştırmaktır. O halde bu ilk sahne, filmin bilinçüstünü simgelerken, filmin geriye kalanı ise filmin bilinçaltını temsil etmektedir. Film metninin dörtte birini kapsayan bilinçüstü “şimdiki zaman” sürecini, filmin geriye kalan dörtte üçünü kapsayan bilinçaltı ise “tarihseli” sembolize etmektedir. Çünkü film, zaman düzleminde, tarihseli-geçmişin bilgisini flash-back anlatı yöntemine başvurarak betimlerken, esasen şimdiki zamana dokunmanın yollarını aramaktadır. Kişilik biçimlenmesi, ben ve benüstü arasındaki gerilim ve uzlaşmadan doğan bir bilinçlilik olarak açıklanmaktadır ki, benüstü; ebeveynlerden, eğiticilerden ve otoriteyi temsil eden dış dünyadan türeyen bir ahlak yasasını temsil eder. “Benüstü”, “ben’”e sirayet eden, “ben” içindeki bir dayatmadır. Korku, suçluluk ve aşağılık duygusunun kökeninde de, ben ile benüstü arasındaki gerilim bulunmaktadır. Çocuk gibi yetişkin de, sevilmediğini fark edince kendini aşağı hisseder, eksiklik duygusu içine girer. İnsan sevgiyi kaybetme korkusuyla, benüstünün yani onu kuşatan dış dünyanın ahlak yasasını ve “vicdanını” dinlemeyi tercih ederken, benüstünün dayatmalarına karşı direnmesi durumunda ise suçluluk ve eksiklik duygusu içine girmektedir. David’in Liverpool’da komünist partinin toplantı salonunda, İspanya İç Savaşı’na ilişkin izlediği belge filmlerinden sonra, Faşizme karşı mücadele vermek için, dünyanın birçok yerinden solcuların yaptığı gibi, İspanya’ya gitmeye karar vermesi, yine benüstü’nden gelen ve kolektif vicdanı temsil eden “dayatmanın” onda oluşturduğu suçluluk duygusu ile açıklanabilmektedir. David’in, İngiltere’deki düzenini, işini, ailesini bırakarak savaşa katılması eyleminde; filmin asıl göndermesi bugünün gençlerinedir; “toplumsalın iyiliği için mücade eden” bir varoluş, dinamik bir bilinç önerilmektedir. Temel sorun, 132 içe tıkılmış olanı yani “bilinçsizliğe” itilen duyguyu bilince çıkarmaktır. Bu noktada, benüstü’nün dayatmaları nedeniyle, direnen ve içe tıkan da, içe tıkılan bu duygunun yok olmasına izin vermeyen de “ben” dir ( Freud, 1994: 76-91). İşte filmde David’in ve arkadaşlarının ve böylece filmin tüm kahramanlarının mücadelelerinin nedeni, benüstünün dayatmaları karşısında direnen “ben”dendir. Loach, David’in ölümünün travmatik itkisiyle torununun yeniden bellek kazanması şeklinde gelişen öyküsüyle; günümüzde bağımlı sınıfı temsil eden bireylere, “onlara birbirinin ikamesi olma” mantığını dayatan “benüstü”nün, yani otoriteyi temsil eden egemen ideolojinin semantiğine karşı direnmeyi ve bu noktada bilinçsizliğe itilen “değiştirilebilir” bir dünya algısının bilince yeniden çıkarılmasını sağlayacak bir bilinçlilik ve “ben” önermektedir. Bilinç ve insanların bilincini etkileme konusunu Marx şöyle açıklamaktadır: “Madde üretiminde kullanılan araç gerece sahip olan sınıf aynı zamanda ussal ürün üzerinde de denetim gücüne sahip olmuştur. Böylelikle son tahlilde, ussal üretimden yoksun olanlar bu ürünün denetimi altına girmişlerdir. Yöneten sınıfı oluşturan bireyler, bilinci ve düşünceyi yapılandırma olanağını elde ederler. Bir sınıf olarak yönettikleri oranında düşünürlerin, düşünce üreticilerinin fikirlerini yönlendirecekler, ayrıca kendi dönemlerinde düşüncelerin üretimi ve dağıtımında kaynaklık işlevi göreceklerdir.” (Berger, 1996: 47-48) David’in ölümü bizi geçmişe götürür ve onun geçmişte faşizme karşı verdiği özgürlük mücadelesi, bugünün gençlerine dinamik- eleştirel bir bilinç önererek “unutmamanın” sembolüne dönüşür. Film zamansal düzlemde şimdi ile geçmiş arasında artsüremli olarak ilerlerken, çağrışımsal düzlemde geçmişin bilgisini(ki bu ‘insanın yaratma- var etme- değiştirme potansiyeli’ni imler) bilince taşımakta ve torunu aracılığıyla bizde “ yaşamınızı iyileştirmek için kolektif mücadele edebilir ve bu yolla yaşadığınız dünyayı değiştirebilirsiniz” algısını oluşturmaktadır. Film geçmişi ölü olmaktan çıkararak, “unutma” kavramına yüklediğimiz anlamı bozmaktadır. Derrida; “…yeni bir olay ya da deneyim icra edebilmek için unutmam gerekir, Unutmamanın koşulu budur.” (Derrida, 2005: 52) derken, yalnızca hatırlarsak hiçbir şey olmayacağını belirtmektedir. “Ülke ve Özgürlük”; seçilen konu ve teması bakımından, özgürlük ve adaleti yeniden kurabilme potansiyelini göstermesi bakımından geçmişin bilgisini hatırlatmak isteyen ve bu nedenle, düz anlamda algıladığımız bir nostaljik film değildir. Filmin çekim yılını düşündüğümüzde, 90’lı yılların neo-liberal ekonomi politikaları sonucu, işsiz ya da iş güvencesiz, yarınından endişeli olan İngiliz toplumundaki gençler, sınıf yapısının değiştiği ve hatta sınıf 133 bilincinin olmadığı bir dünyada atomize olmuş kalabalıklara dönüşmüşlerdir. İşte böyle bir ortamda bu filmin hiç de nostaljik olmadığını söylemek mümkündür. Bu filmin söylemi bugünün dünyasını da kapsamaktadır, bu nedenle bizim ‘yitirilmiş bir geçmişe özlem’ duygumuzu tatmin etmek anlamında bir nostalji değildir. Böylece film, dilsel kategoride nostalji kavramına yeni bir anlam yüklememize olanak verir ki, bu da Ünsal Oskay’ın işaret ettiği anlamda bir nostalji algısıdır. Zamanın fragmanlaşmış olarak yaşanmasından kaynaklanan unutma ya da belleksiz kalma, yabancılaşmaya dayanan sistem karşısında bilinçsizleşmeye neden olmaktadır. Belleksiz kalma var olanın olabilecek tek hayat sayılmasına yol açmakta, eleştirel düşüncenin gelişmesini önlemektedir. Bu noktada nostaljinin önemli işlevler yüklenebileceğini hatırlamalıyız. Geçmişi hatırlamak, bugünü anlamamıza ve yargılamamıza yardımcı olabilmektedir. “Bugünü yargılamak için yola çıkan bir nostalji, geçmişi rastgele bir biçimde korumak istemez; geçmişi, onun, yaşanan bugünkü hayattan farklı olan yanlarını ortaya çıkararak korumak ister.” (Oskay, 1998: 149) Oskay’a göre, geçmişi görünür kılmak ve algılatmak isteyen nostalji, yabancılaşmayı kendisine varlık nedeni edinmiş modern toplumlarda, henüz yitirmediğimiz ‘insan’ yanlarımızın yarına saklanabilmesi için bir umuttur. İşte bu anlamdaki nostalji; yitirilmiş olanı“bilinçaltına itileni”, bilince taşıyarak şimdiki zamanı fark edip eleştirebilecek bir insani potansiyelin varlığına işaret eder. (Oskay, 1998: 149) Foucault; kendi zamanımızla düşünceli ve olumlu bir ilişkiye sahip olmanın bir yolu olması şartıyla, bazı dönemlere karşı nostalji hissetmenin iyi bir şey olduğunu belirtmektedir. (Foucault, 1999: 5) 3. FİLMİN AÇILIŞ SEKANSININ VE SONRAKİ BÖLÜMLERİNİN KISA ANALİTİK ÖYKÜSÜ Film ambulans içinde David’in ölümüyle torununun yanındaki yaşlı kadına ağlayarak kapanması aksiyonu ile başlar ve sonraki sahnede David’in apartman dairesindeki odasında torununun ona ait dokümanları (çok sayıda gazete ve dergi) incelemesiyle ikinci bir kapanma-cisimleşme olgusuyla şimdiki zaman içinde ilerler. İspanya İç Savaşı dönemine ait çeşitli gazete kupürleri görülmektedir. David’in torunu daha sonra bir bavul görür. Bu bavul büyükbabasına ait özel eşyaların bulunduğu bir çantadır. Çantanın içinde kırmızı bir beze sarılı toprak vardır. Ayrıca birçok resim, doküman, gazete kupürleri vs. bulunmaktadır. ‘Harekete geçin, İspanya Cumhuriyetini koruyalım’ 134 manşetiyle bir gazete kupürünün kadrajda görünmesiyle, film zamansal düzlemde, İspanya İç Savaşı’na dair cadde ve meydanlara dökülmüş kitlelerin devrimci ruhunu simgeleyen gerçek dokümanter çekimlerden kolajlanmış bir takım sahnelerle geçmişe ilerler. Daha sonra Liverpool Komünist Partisi’nin film gösterim salonuna açıldığımızda böylece seyrettiğimiz dokümanter film kolajlarının aslında David’in de karısıyla beraber komünist parti gösterim merkezinde oturup izlediği bir propaganda filmi olduğu anlaşılır. Gösteri bittikten sonra konuşmacı yüreklendirici ve duygusal bir konuşma yapar. Konuşma sonunda David İspanya’ya gitmeye kesin karar verir ve bunu karısına açıklar. Böylece şimdiki zamanla başlayan film daha ilk sekansta geçmişle bir bağıntı kurulması koşuluyla bir öyküyü (David’in ve onun gibi sosyalist gençlerin İspanya İç Savaşı’nda faşistlere karşı verdikleri mücadelenin öyküsü) anlatabileceğini ve bir metin olarak tamamlanabileceğini ortaya koyar. Film kapanma-büzüşme-cisimleşme aksiyonlarından sonra bir mücadele öyküsünü betimleyerek ilerlemektedir. Yani dramatik yapı geçmişin yeniden konuşturulması üzerine kurulmakta, film bu sayede hareket kazanmakta, ilerlemektedir. Nitekim David’in torunu büyükbabasının mektubunu okumaya başladığında; okuyan torun değil dış ses David’tir. Ve adeta mektubu kaleme aldığı an gibi okumaktadır. Flash-back ile David’in İspanya’ya güçlükler içerisinde yaptığı yolculuğu betimleyen hareket halindeki trene geçilir. Pencereden dışarıyı görürüz. Daha sonra trenin içinde ayakta durmakta olan David’e tanıklık ederiz. Kompartıman içerisindeki diğer yolcuların çoğu işçi ya da köylüdür ve içlerinden birçoğu da devrimci militandırlar. Samimi, paylaşımcı bir hava vardır. Bilet kontrolörü bileti olmadığı halde David’den bilet parası sormadığı gibi, onun devrimci militanlara katılacağını duyunca ona yüreklendirici sözler söyler. Filmin bu açılış sekansından sonra, devrimci militanların İspanya’daki mücadele öyküsünün ayrıntılarıyla örüldüğü sekanslara geçilecektir. Filmin dörtte üçünü oluşturan ve flash back yöntemiyle hatırlama-bellek kazanma işlevine yönelik olan, dolayısıyla filmin ve izleyicinin bilinçaltını temsil eden bu bölümlere ilişkin kısa notlar verebiliriz: Devrimci İşçi Partisi’nin devrimci militanlarının eğitim kampının serimlendiği bölümde, başta bir trompetçi olmak üzere militanların sağdan sola doğru kadraja girdikleri görülmektedir. İtaat ve itaatsizliği betimleyen bir olaydan sonra, aynı ülkü altında disipline olmadan başarıya ulaşılamayacağına gönderme yapan bir diyalog dinleriz. 135 Genel planda arazide bir kamyon görürüz. Kamyon kırmızı renkli bir flama taşımaktadır ve kasası devrimci militanlarla doludur. Bir tepenin ardından sağdan sola doğru bir devinimle kadraja girer. David’i ve yanında oturan diğer arkadaşlarını görürüz. Grup üyeleri burada yaptıkları sohbetle birbirlerini daha yakından tanır, kaynaşırlar. Kamyon cepheye varmıştır. Devrimci militanlar kamyondan inerler. Grubun cepheye, siperlere intikalini görürüz. İntikal esnasında David, cephe ve siper komutanı olan Coogan’ı ve sevgilisi Blanca’yı tanır. Buradan David’in dış ses olarak mektubu okumasıyla anlatıma devam edilir. David’in torunu mektubu okumaktan ve olayları adeta yeniden yaşamaktan kendini alı koyamamaktadır. Flash-back ile militanların direniş gösterdiği, savaştığı siperdeyizdir. Faşistler ve devrimci militan siperleri arasında tek tük ateşler ve buna eşlik eden küfürler, birbirini suçlayıcı eleştirel ifadeler, aşağılamalara şahit oluruz. Coogan siperde dolaşarak herkesi kontrol eder. David’in yanına gelir hatırını sorar, mermi kartuşu verir. Anlatı David’in odasına dönülmesiyle, torununun mektubu okumasıyla şimdiki zaman’a geçilerek sürdürülür; mücadelenin enternasyonel yapısından ve gönüllülerin çeşitli dış ülkelerden geldiğinden, siperlerde ve dinlence yerlerindeki temel problemin bitler olduğundan söz edilir. Siperleri betimleyen görüntüler eşliğinde dış sesle anlatı devam eder. Böylece filmin anlatı tekniği, zamansal ve uzamsal düzlemdeki paralel kurgusuyla bizde yeni bir gerçeklik duygusu oluşturmaktadır. Devrimci militanlar tarafından, esir alınmış dört faşistin siper gerisi karargaha intikal ettirildiklerini görürüz. Yeniden şimdiki zamana döndüğümüzde, gazete kupürlerine bakan ve “Madrid bombalandı. Nazi uçakları sivillere ateş ediyor.” manşetini okuyan David’in torununun yakın planda yüzü görülmekte ve bu durumdan irkilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Torun adeta o günlere dönmüş; endişeli, şaşkın ve ürkmüş bir şekilde manşeti okurken, olayları yaşayan bir devrimci militan gibi olayların içine girebilmiş, direnişin kahramanlarının psikolojik durumlarını duyumsayabilmiş ve böylece “zamanın bilgisini” idrak edebilmiştir. Sonraki planda mektup okunmaya devam etmekte, David dış sesle anlatmayı sürdürmektedir. Siperlerdeki yaşamın güçlüğünden, hava şartlarının şiddetli ve çetin oluşundan, Coogan ve Blanca’dan söz eder. David’in şu sözleri faşizme karşı direnenlerin mücadeledeki kararlılığını göstermesi açısından ilginçtir: “…Bunca yolu savaşmak için geldim ama hala faşistlerle karşı karşıya gelemedim. Yarın bir kasabaya saldıracağız”. Bu son cümlesiyle flash-back ile dış ses kaybolur ve yeniden olayı geçmişin içinden yaşamaya başlarız. 136 Soldan sağa doğru akan bir hareketle devrimci militanlar kasabaya doğru bayırlardan intikal etmeye başlar ve kısa zamanda da kasabaya girerler. İntikal sabahın alaca karanlığında başlamıştır. Gün ışıdığında ise kasabaya girmişlerdir. Sokak arası çatışmalarla faşistlerle savaşırlar. Devrimci militanlar faşistlere üstün gelmeye başlar ve çoğunu öldürür, kaçamayanlar kasaba meydanında bulunan kilisenin önünde, köylü kadınları rehin alıp kendilerine siper etmişlerdir. Bu sırada meydanı gören bir binanın çatısı üzerinde bulunan Coogan ve David, bir yandan kilise kulesinden ateş açan faşisti vurmaya çalışırken, diğer yandan da köylü kadınları esir almış olan faşistlerin ateşinden sakınmaya çalışmaktadırlar. Coogan’ın tüfeğinde ve üzerinde mermi bitince David’den mermi kartuşu vermesini ister. David’in tereddütü üzerine Coogan David’e bağırarak kartuş ister ve tam o sırada kilise kulesindeki faşistin açtığı ateşle vurularak ölür. Kilise kulesinden ateş açanın faşist bir asker değil kilisenin rahibi olduğu ortaya çıkar. Daha sonra köylü kadınlar rahibin faşistlere beş devrimci militanı gammazladığını ve öldürttüğünü söylerler. Rahip kasaba dışına götürülerek kurşuna dizilir. Devrimci militanlar üç şehit vermişlerdir ve bunlar kasabanın sokaklarında omuzlarda taşınarak soldan sağa bir hareketle mezarlığa taşınıp toprağa verilirler. Coogan’ın tabutunu taşıyan dört kişiden ikisi Blanca ve David’dir ve tabutun izleyiciye göre sol tarafında bulunmaktadırlar. Daha sonraki sahnede ise, kasabalıların devrimci militanlarla birlikte faşistlerden kurtarılan bu toprakların nasıl kolektifleştirileceğini tartıştıklarını görürüz. Bu sahne, yönetmen Loach’un doğaçlama yöntemine başvurduğu, filmin önemli bir bölümüdür. Faşizmle mücadele eden devrimci militanların başarısını gösteren, filmin ve savaşın birinci bölümü olarak tanımlayabileceğimiz bu bölümden sonra, ikinci bölüm; mücadelenin nasıl iğdiş edildiğini, yani solcular arasındaki görüş ayrılığını ve sonunda Stalin yönetimi altındaki komünistlerin liderliği ele geçirerek, mücadeleyi nasıl çökerttiklerini ortaya koymaktadır. İşte filmin kahramanlarından birisi olan Blanca’nın ölümü de, solcular arasındaki bu çatışmanın trajik bir yan öyküsü olarak kurulmuştur. Blanca’nın “özgürlüğü” simgeleyen kırmızı fuları ve “yeni bir varoluşu” simgeleyen, mezarından alınan “toprak” ise David’in torunu tarafından, bu kez David’in mezarına konulur, ve bu yöntemle Loach, sembolik bir kanca ile geçmişi yeniden konuşturarak, bize yaşadığımız dünyayı iyileştirme edimi kazanmamızı önermektedir. 137 4. KEN LOACH’LA RÖPORTAJ’DAN NOTLAR İspanya İç Savaşı’nı konu alan “Ülke ve Özgürlük” (Land and Freedom 1995) filmi oldukça büyük bir proje olup, Loach bu projeye olan ilgisinin arka planını şöyle anlatmaktadır: " …Bu, faşizme karşı ilk savaştı ve 20. yüzyıl politikasında çok önemli bir olaydır. Bu hikaye, bizim ilgilendiğimiz, gerçekleştirmeyi düşündüğümüz bir konuydu ve Jim ve ben 6-7 yıl önce senaryo üzerinde çalışmaya başladık. Sonunda parayı temin ettik ve MayısHaziran 1994'te filmi çektik. Filmin yaklaşık üçte biri İspanyolca. Eğer başka bir ülkede bir film yapıyorsanız, bu durumda kesinlikle dil çok önemlidir, özellikle faşizmle savaşmak için farklı ülkelerden gönüllü olarak bir araya gelmiş insanların hikayesinde. Dil, enternasyonal duyguyu ve ne olduğu hakkındaki gerçeği anlatmak için çok önemlidir. Böylece, filmin yaklaşık üçte birini, İspanyolca ve onun bir kısmını da Katalanca çekerek görevimizi yerine getirdik…." ( McKnight, 1997: 173-174). Loach, İspanya İç Savaşı’nın geleceğe yönelik bir yansımasının olabileceğine inanmakta ve düşüncesini şöyle açıklamaktadır : "… Bizim anlatmaya çalıştığımız hikayedeki önemli bir nokta, Cumhuriyetçiler tarafındaki ayrılıklar ve Anarşistler, Marksistler ve Stalin'in yönetimi altındaki Komünistler arasındaki liderlik mücadelesidir. Biz ayrıca, neden Komünistlerin mücadelenin kontrolünü ele geçirdiklerini ve onu (mücadeleyi) nasıl yönlendirdiklerini göstermek istedik. Komünistler gerçekte toprağı, büyüktoprak sahiplerine geri verdi, böylece, eğer 1930'lardaki Komünist Parti hakkında bilginiz varsa, Soğuk Savaş'ın tüm oluşumlarını açıklamaktadır… Fakat biz 1995'de İspanyol İç Savaşı’nın gerçek önemini ortaya çıkarmak ve görmek istedik. Çünkü bu savaş; işçi sınıfı hareketinin, devrimci hareketin (ya da nasıl isimlendirmek isterseniz isimlendirin) liderlik mücadelesinin çetin hikayelerinden birisidir. Ve bu hikaye; özgürleştirilen, ortaya çıkarılan (salıverilen) müthiş bir enerji ve gücün daha sonra nasıl saptırıldığının ve çökertildiğinin hikayesidir. Bu mücadele muhtemelen 20. yüzyılın trajedisi olmuştur, ve neticede bu öykünün güçlü bir teması vardır." (McKnight, 1997: 174-175) Loach, genellikle filmlerinde günümüzün toplumsal sorunlarına eğilmesine karşın, az sayıda bile olsa geçmişe ilişkin öyküleri filme aldığında, bunun bir nostalji olmadığını düşünmektedir: "Geçmişte olmuş öyküleri yapmaya karşı her zaman bir direnişim olmuştur, çünkü geçmişe tapınmanın İngiliz sinemasının afetlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Bu bir çeşit nostaljidir ve günümüzde miras endüstrisinin bir parçasıdır. Bu durumu gerçekten rahatsız edici buluyorum. Fakat İspanyol devriminin 138 öyküsü kimsenin bilmediği bir öyküdür. Ve öyle bir çarpıcı, sert konudur ki, Jim'le birlikte yıllardır bunu yapmak istedik." (McKnight, 1997: 174) Loach, bu filmin devrimci sosyalist hareketin geçmiş mücadelelerinin bir nostaljisi olarak algılanmaması gerektiğini ve solda böyle bir tehlikenin olmadığını düşünmektedir: "Bunun bir nostalji olduğunu düşünmüyorum. Bu hikaye; ciddi, zor bir konu. İlginç olan şey, bu konunun günümüzde de pekala yasayan bir mesele oluşuydu. Biz, eğer gerçekleşebilecekse günümüzde de devrim için mücadele edecek insanları bulmaya çalıştık ve bu mücadele hikayesi onlar için hiç de ölmüş bir hikaye değildi. Bu konu bugün de oldukça yaşayan bir hikayeydi ve özellikle Avrupa'nın bir bölümünde faşist standartların yeniden yükseltildiği günümüzde bu konu bütünüyle nostaljik görünmüyor." (McKnight, 1997: 174-175) Land and Freedom filminde İspanyolca ve Katalanca konuşan oyuncularla da çalışan Loach, bu durumun bir sıkıntı yaratmadığını ve gerçeklik duygusunu anlatmada dilin önemli olduğunu düşünmektedir: "İspanyolca ve Katalanca konuşan oyuncularla çalışmak sorun olmadı gerçekten. Çekim sırasında bir çevirmenim vardı. Filmdeki İspanyolca çekilen en büyük sahne savaşın birinci bölümü sırasındadır. Sanırım biliyorsunuz, savaşın birinci aşaması; insanların toprakları, fabrikaları ele geçirdiği ve bazı endüstrilerin işçilerin kontrolü altında olduğu İspanyol devrimidir... Önemli olduğunu ve göstermemiz gerektiğini düşündüğümüz kilit sahnelerden birisi, insanların kendi yaşamları üzerindeki güce sahip olmalarının bu sürecidir. Böylece, bir köyün faşistlerden kurtarılarak özgürleştirildiği bir sahne var, Cumhuriyetçiler gelir ve köyü alır. Daha sonra köydeki insanlar toprağı ne yapacakları konusunda karar vermek zorundadırlar, ve kimileri kolektifleştirmek ister, kimileri yalnızca büyüktoprak sahibinin topraklarını alarak paylaştırmak ister, çünkü o bir Franco destekçisidir. Bazıları kendi çiftliklerini ellerinde tutmak isterler, çünkü onlar herkesten daha fazla sıkıntı çekerek çalıştıklarını hesaplayarak, ellerindeki küçük toprak parçasından bir ortaklık için vaz geçmek istemediler. Tüm bu tartışmalar gerçekten önemliydi. Tüm bu konular tartışılmalıydı ve şüphesiz İspanyolca yapılması gerekiyordu. Bu nedenle hiçbir kesme (short cut) olmadı." (McKnight, 1997: 174). SONUÇ Filmin anlatı tekniği, şimdiki zamanla geçmişin hatırlanması şeklinde ilerleyen bir dramatik yapı ortaya koyması bakımından; film, 90’ların İngiltere’sine, bugünün gençlerine “tıpkı geçmişte faşizm karşısında verilen mücadele” örneğinde olduğu gibi, bugün de Avrupa’da yükselen faşizm 139 karşısında direnecek ve kapitalist ideolojinin “ikame” politikasını eleştirebilecek bilinçlilikte bir “ben” önermektedir. KAYNAKLAR Berger, Arthur Asa, Kitle İletişiminde Çözümleme Yöntemleri, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1996. Baudrillard, Jean, Simulakrlar ve Simülasyon, Ç: Oğuz Adanır, Doğu-Batı Yayınları, Ankara, 2003. Bauman, Zygmund, Siyaset Arayışı, Ç: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2000. Derrida, Jacques, Bağışlama ve Kozmopolitizm, Çeviren: Ali Utku- Mukadder Erkan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2005. Freud, Sigmund, Psikanaliz Üzerine, Ç: A. Avni Öneş, Say Yayınları, İstanbul, 1994. Foucault, Michel, Kendini Bilmek, Ç:Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi, İstanbul, 1999. McKnight, George, Agent of Challenge and Defiance, Flicks Books, Wiltshire, England, 1997. Oskay, Ünsal, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998. Sim, Stuart, Derrida ve Tarihin Sonu, Çeviren: Kaan H. Ökten, Everest Yayınları, Düşünce Dizisi 4, İstanbul, 2000. 140 SİYASAL İLETİŞİM AÇISINDAN SİYASAL PARTİLERİN İNTERNET MECRASINDAN YARARLANMA BİÇİMLERİ VE KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ 1 Yrd. Doç. Dr. İhsan KARLI, 2 Arş. Gör. Dr. Gürsoy DEĞİRMENCİOĞLU ÖZET İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte ana akım medyanın yanında yeni iletişim tekniklerinin siyasal kampanyalarda kullandığı görülmektedir. Bu çalışmada siyasal iletişim kavramının gelişim süreci anlatılarak, İnternet’in siyasal kampanyalarda ne şekilde kullanıldığı irdelenmiştir. Çalışmanın analiz kısmında ise Türkiye’de iktidarda yer alan Adalet ve Kalkınma Partisi ile ana muhalefet olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin web sitelerinin ana sayfaları karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. ABSTRACT With the development of communication technologies by the mainstream media, new communication techniques are being used in political campaigns. This study describes the development process of the concept of political communication. Besides how it is used of the Internet in political campaigns was discussed. In the analysis of this paper, Justice and Development Party which is ruling party in Turkey and Republican People's Party which is the main opposition party’s homepages in web sites have been examined comparatively. Anahtar Kelimeler: Siyasal İletişim, İnternet, Yeni Medya, Siyasal Keywords: Political Communication, Kampanyalar. Internet, New Media, Political Campaigns. 1 2 Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi, ikarli@kocaeli.edu.tr, ihsankarli@yahoo.com. Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi, dgursoy@kocaeli.edu.tr, gursoy1978@yahoo.com. 141 1. Giriş İletişim ve bilgi teknolojilerinin gelişmesiyle beraber medya araçlarının içeriğinde ve görünümünde değişimler yaşanmaktadır. Yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesi sonucu geleneksel medya araçlarının dışında yeni medya araçlarının da ortaya çıktığı görülmektedir. 1960’lı yılların sonunda askeri amaçlarla temeli atılan İnternet mecrası günümüzde diğer medya araçlarına karşı ciddi anlamda alternatif bir ortam haline dönüşmüştür. Ancak İnternet’in sağladığı sınırsız alan ve ucuz maliyet yapısı, geleneksel medya araçlarının bu duruma kayıtsız kalmamasına da yol açmıştır. Medya organizasyonları içerik üretiminde basılı, görsel medya ortamlarının yanı sıra online mecraları da etkin bir şekilde kullanmaktadır. Bu bağlamda günümüzde İnternet mecrasından yararlanmayan ulusal gazete ve televizyon kanalı kalmamıştır. Öte yandan söz konusu medya organizasyonları; kendi web sitelerinin dışında diğer yaygın iletişim ortamı olan sosyal paylaşım ağları üzerinden de haber, fotoğraf, video, köşe yazısı ve okuyucu yorumlarının yayınlanması ve paylaşımı faaliyetine katkıda bulunmaktadırlar. Bununla birlikte İnternet teknolojisi, haberciliğin yanı sıra siyaset alanını da etkisi altına almıştır. İnternet’in siyasal kampanyalarda ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’lerin sonunda ve daha sonra ise Batı Avrupa ülkelerinde kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Bu mecra, Türkiye’de ise 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde siyasal partiler tarafından yoğun olarak kullanılmıştır. Geçmiş dönemlerde yapılan siyasal kampanyalarda yararlanılan profesyonel danışmanların oynadığı rol, günümüzde İnternet’in kullanımıyla birlikte daha da teknik bir boyuta ulaşmıştır. Seçim kampanyaları dönemlerinin dışında da siyasi partilerin bu mecrayı, etkinliklerini ve görüşlerini kamuoyuna aktarmak amacıyla sürekli olarak kullandıkları görülmektedir. Gelişen iletişim teknolojilerinin diğer sektörlerde olduğu gibi siyasi arenada da seçim kampanyalarında profesyonelce kullanılmaya başlanması, siyasi partilerin bu alana yoğun, etkin ve verimli olarak dikkatlerini yöneltmelerini sağlamıştır. Partiler, seçim dönemleri dışında da kitlelerle etkin iletişimde bulunabilme kaygısı ve isteğiyle İnternet mecrasından yararlanmayı bir zorunluluk olarak görmektedirler. Bunun için kendi web sitelerini, seçmenleriyle daha iyi ve karşılıklı iletişim ortamı yaratmak amacıyla sıklıkla kullanmaktadırlar. 142 Çalışmada, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde en çok milletvekiline sahip olan ve seçmenlerin en çok oy verdiği iki partiden iktidar partisi Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) ile ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) web sitelerinin ana sayfaları seçim dönemleri dışındaki bir haftalık süre içinde (15-21 Şubat 2011) beş ayrı kategoride incelenmiştir. Bu kategoriler alt başlıklar altında ele alınarak her iki partinin siyasal iletişim uygulamalarını kullanma yöntemleri belirlenmeye çalışılmıştır. İnternet sayfalarında yer alan içeriklerin devamlı güncellenebilmesi nedeniyle web sayfaları belirli bir zaman periyodunda incelenerek seçilen tarih aralığı tesadüfi örneklem yöntemiyle belirlenmiştir. 2. Siyasal İletişim Kavramı ve Tarihsel Gelişimi İletişimin gelişimi insanlık tarihinin derin köklerine kadar uzanmaktadır. İlk insanlar ve topluluklar birtakım araçlar ya da işaretlerle birbirleriyle iletişimde bulunurlardı. Toplumsallaşmayla birlikte eski Yunan’da agoralarda toplanan bireylerin birbirleriyle iletişime geçtikleri görülmektedir. Yakın dönemde özellikle 18. yüzyılda İngiltere’de, insanlar karşılıklı fikir alışverişinde bulundukları ‘Coffee House’larda, siyasi ve sosyal meseleleri tartışmaktaydılar. Günümüzde ise toplumsallaşma ile birlikte yaşanan gelişmenin sonucunda, iletişimin daha sistematik araçlarla ve sembollerle yapılmaya başlandığı görülmektedir. Böylece iletişimin kendisi bu haliyle toplumsal yaşamı düzenleyici ve insanlar arası ilişkinin belirlenmesinde bir araç haline gelmiştir. Ayrıca iletişim halindeki insanın mutlaka başka bir kişiyle etkileşimde bulunması gerekli değildir (Akkaya, 2009: 318). Kitle iletişim araçlarının gelişimine paralel olarak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu araçlar siyasal süreçte etkin bir aktör haline gelmiştir. Özellikle seçim kampanyalarının bu araçlara göre dizayn edilmeye başlanması ve bu dönemde reklamcılık gibi modern pazarlama tekniklerinin geleneksel yöntemlerin yerini almasıyla birlikte ‘siyasal pazarlama’ kavramı ortaya çıkmıştır (Taşçıoğlu, 2009: 272). Bu bağlamda siyasal pazarlamanın neyi ifade ettiği düşünüldüğünde değişik tanımlamaların yapıldığı görülmektedir. Siyasal pazarlama, bir adayın potansiyel seçmenlerine uygunluğunu sağlayarak, adayı en yüksek sayıdaki seçmen kitlesinin ve bu kitledeki her bir seçmenin tanımasını sağlar. Bu pazarlama yöntemi, adayların rakiplerle -ve muhalefetle- farkını yaratmak ve minimum araçla, bir kampanyayı kazanmak için gerekli oy sayısını elde etmek için kullanılan tekniklerin tümüdür (Bongrand, 1992: 17). Siyasal pazarlamada, partiler, adaylar ve 143 fikirleri bir ürün olarak kabul edilmekte ve siyasal pazarlama, parasal olmayan bir değiş-tokuş (non-monetary transaction) süreci içinde değerlendirilmektedir (Uztuğ, 2007: 22). Günümüzde siyasal pazarlamanın en önemli enstrümanlarından biri de reklamlardır. Siyasal reklamlar seçim kampanyaları ve kampanya dışı dönemlerde yazılı ve görsel medya araçları vasıtasıyla kitleleri, partiler ya da adaylar lehinde haberdar etmenin ve etkilemenin önemli araçlarıdır. Sanayileşmeyle birlikte artan rekabet yapısı ve ürünlerin çeşitlenmesiyle satışı artırmada başarılı olan reklam, seçimlerde partilere oy kazandırmak amacıyla, içeriği değiştirilerek siyasal arenada uygulanmıştır. Bu bağlamda, sorumlu yurttaşı özel bir tüketiciymiş gibi ele alma eğilimi, partiler arasında olabildiğince çok seçmeni kazanabilmek için yürütülen rekabeti körüklemiş ve bu doğrultuda, ticari alanda tüketicilere uygun davranış kalıpları siyasal alana taşınarak seçmen, müşteri olarak konumlandırılmıştır. Böylece, ticari reklamcılık tekniğinin siyasi bir parti, aday veya fikrin tanıtılması noktasında kullanılmaya başlanması, siyasal reklam kavramını ortaya çıkarmıştır (Taşçıoğlu, 2009: 273). Bu bağlamda siyasal reklam, aday ya da parti tarafından medyadan yer veya zaman satın alınarak, seçmenlerin tutum ve davranışlarını söz konusu aday ya da parti lehine oluşturmak amacıyla geliştirilen mesajların hazırlanması ve yayınlanması ile ilgili bir ‘siyasal kampanya iletişim faaliyeti’ olarak tanımlanabilir (Uztuğ, 1999: 122). Diğer anlamıyla siyasal reklamcılık; adayların, partilerin, bireylerin ve grupların kendilerini ve görüşlerini medya araçları vasıtasıyla destekledikleri bir süreç anlamına gelmektedir. Siyasal reklamcılık genellikle reklamverenlerin mesajlarını iletebilmeleri için medya kuruluşlarından bir alan ya da zaman satın almalarını gerektirir (Lee Kaid ve Holtz-Bacha, 2008: 558). Partilerin siyasal reklamları kullanmalarındaki amaçları; oy sayısını artırmak, kampanyadan seçmenlerini haberdar etmek, siyasal adayın ya da partinin diğer partilerden farkını öne çıkartmak, seçmenlerine karşı güven oluşturmak, parti sadakatini pekiştirmek ve kendisine oy verecek seçmeni bilgilendirmek olarak ifade edilebilir. Diğer taraftan siyasal pazarlama ve reklamcılığın gelişmesiyle birlikte siyasal kampanyalarda uygulanan pratiklerin ve metotların çeşitlendiği de görülmektedir. Günümüzde medya araçlarının farklılaşması ve gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte seçmene ulaşma ve seçmeni etkileme yolları değişmiş, kampanyalar çok boyutlu bir hal almıştır. Artık seçim kampanyalarının düzenlenmesinde profesyonel danışmanların devreye girdiği görülmektedir. Kampanyaların profesyonelleşmesi siyasal iletişim 144 kavramının doğmasına yol açmıştır. Aslında siyasal iletişim her dönemde var olmuştur ve dönemler itibariyle uygulama biçimleri farklılık göstermiştir. Teknolojik yenilik ve değişimlerle birlikte siyasal iletişim uygulamalarında da çeşitlilikler görülmektedir. Siyasal iletişimin en önemli araçlarından siyasal propaganda ve iletişim çalışmaları hakkındaki yorumlar, ya tamamen pazarlamaya benzemeye doğru dönüşen ya da pazarlamadan çok farklı ve onun üstünde bir yerlerde olduğunu öne süren biçimde devam etmektedir. Ancak siyasi partilerin, siyasal iletişim konusunda sağlıklı ve çağdaş bir yapı, yönetim, işleyiş ve seviyeye ulaşması için bilim boyutunu siyasetin içine katmaları ve siyasal pazarlamaya bu çerçeve içinde bakmaları da gerekmektedir (Odabaşı, 2009: 41). Siyasal iletişim, bilimsel boyutuyla ele alındığında demokrasiyle yakından ilgili bir kavramdır. Siyasal iletişim, genel oy hakkının kitlelere verilmesiyle başlamış, kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle günümüzdeki anlamına ulaşmıştır. Siyasal iletişim kavramı ve uygulaması, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) doğup gelişmiş, 1960’lı yıllarda da Batı Avrupa ülkelerinde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır (Özkan, 2004: 38). Diğer bir tanımlamayla siyasal iletişim, belli ideolojik amaçlarını, toplumda belli gruplara, kitlelere, ülkelere ya da bloklara kabul ettirmek ve gerektiğinde eyleme dönüştürmek, uygulamaya koymak üzere siyasal aktörler tarafından çeşitli iletişim tür ve tekniklerinin kullanılması ile yapılan iletişimdir (Aziz, 2003: 3). Bu kavram, ‘bir siyasi görüş ya da organın, etkinlikte bulunduğu siyasal sistem içinde kamuoyu güvenini ve desteğini sağlamak, dolayısıyla iktidar olabilmek için, zaman ve konjonktürün gereklerine göre reklam, propaganda ve halkla ilişkiler tekniklerinden yararlanarak sürekli bir biçimde gerçekleştirdiği tek veya çift yönlü iletişim çabasıdır’ şeklinde de tanımlanabilir (Özkan, 2004: 38). Tüm seçim kampanyalarında ve kampanya dışı dönemlerde bu alanla uğraşan aktörler siyasal iletişimi uygularken birtakım enstrümanlar kullanmaktadır. Siyasal iletişimin uygulanmasında, siyaset üzerinde potansiyel olarak direkt ve anlamlı etki yaratacak mesajların hazırlanması, yollanması, alınması ve dağıtılması süreçleri görülmektedir. Bu mesajların gönderen ve gönderileni politikacılar olabileceği gibi, gazeteciler, çıkar gruplarının temsilcileri, özel veya kamusal kimlikler, örgütlü veya örgütsüz bireyler olabilir. Kilit nokta, söz konusu mesajın düşünceler, inançlar, davranışlar ve gruplar üzerinde anlamlı bir etkisinin olmasıdır. Amerikan Siyaset Bilimi Derneği’nin (APSA) siyasal iletişim tanımı ise şöyledir: “Siyasal iletişim, hükümetler, diğer kurumlar, gruplar veya bireyler açısından, hem iç hem de 145 dış siyasal sistem içinde bilginin yaratılmasını, şekillendirilmesini, yayılmasını, işlenmesini ve etkilerini kapsamaktadır” (Arsan ve Can, 2009: 86). Diğer taraftan siyasal iletişimin, seçimlerin ertesi gün sona ereceği üzerine yanlış bir düşünce biçimi de bulunmaktadır. Oysa siyasal iletişim, ister iktidardaki parti isterse de muhalefettekiler için, seçim dönemi sonrasında da sürdürülmek zorunda olunan de facto bir durumdur. İktidar partileri, seçmenlerine her fırsatta iyi bir seçim yaptıklarını inandırmaya çalışırken; muhalefetteki partiler de kendilerini gelecek seçimlerde seçerlerse ne kadar iyi bir seçim yapmış olacaklarını iktidarın icraatıyla karşılaştırarak bunu halka inandırma gayreti içine girerler (Yavaşgel, 2004: 147). Demokrasi ve insan haklarının gelişmesi sonucu toplumlarda seçme ve seçilme hakkının yaygınlaşması ve siyasal arenada partilerin sayılarının artmasıyla birlikte rekabetin de hızlandığı görülmüştür. Özellikle seçim kampanyaları sırasında seçimlere birden çok parti ve aday katıldığı için kamuoyunu etkilemek ve kendi düşünce ve projeksiyonlarını seçmene kabul ettirmek isteyen aday ve partiler, değişik iletişim taktikleri ve yöntemleri kullanmak zorunda kalmışlardır. Bu nedenle partiler ve adaylar kendi ideoloji ve programlarını seçmenlere daha iyi anlatabilmek için seçim kampanyaları düzenlemeye başlamışlardır. Bunu yaparken medya kuruluşları ve profesyonel danışman ve iletişimcilerden yararlanmaktadırlar. Diğer taraftan medya kuruluşları arasındaki ilişkilerde de rekabet ortamının yaşandığı bilinmektedir. Bu rekabetçi tutum, gazeteciliğin modern demokrasi içinde gelişme süreçlerine eşlik etmiş, politikacılar ve kamuoyunu etkilemek isteyenler, medya araçlarında yer alabilmek için giderek daha fazla uzman bilgisine gereksinim duymuşlar, böylelikle devreye politik danışmanlar, halkla ilişkiler uzmanları, kampanya yöneticileri girmiştir (Köker,1998: 41). Siyasal iletişimi, siyasi partiler ya da bu alandaki profesyoneller uygulamaya koyarken zaman ve dönemin gerekliliklerine ve ortama göre reklam, propaganda, halkla ilişkiler ve pazarlama tekniklerinden yararlanma eğilimi taşırlar. Günümüzde bu durum kaçınılmaz bir gerekliliktir. Teknolojik gelişmelerle birlikte bu alanda da teknik bilgi ve metotların uygulanması sürecine gereksinim vardır. Sanayileşme ve iletişim teknolojilerindeki gelişme, siyaset kurumunun da iletişim araçlarıyla iç içe geçmesine yol açmıştır. Bugün siyasi aktörler ve partiler mesaj ve 146 programlarını kitlelere anlatabilmek için medyadan yararlanmak zorundadırlar. Yeni bilgi ve iletişim teknolojileriyle post-modern dünyanın yeni siyasal iletişimsel pratikleri, seçim kampanyalarının organizasyonunu da bir tür ticari faaliyet haline getirmiştir. Bu profesyonelleşme, artık siyasi partilerin varlıklarını geliştirmek ve onları ayakta tutmak için zorunlu görülmektedir. İş dünyasında olduğu gibi, siyaset dünyasında da kamuoyunda bir etki yaratmak ve bunun karşılığında oy toplamak için mesaj iletmek isteyen siyasi aktörler, imaj yönetimi ve kampanya stratejileri konusunda profesyonel danışmanlardan destek almaktadırlar (Arsan ve Can, 2009: 89). Seçim kampanyalarının yapılmasının amacı, siyasi parti ya da adayların seçmenden maksimum düzeyde oy almak istemesidir. Modern demokrasilerde iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte seçim kampanyaları da boyut değiştirmiş, teknik bilgi ve uygulama yöntemleri devreye girmiştir. Bu süreç, kampanyalarda profesyonelleşme olgusuna yol açmıştır. Siyasal iletişimin dünya üzerindeki çeşitli ülkelerde aldığı şekil; politik, kültürel, tarihsel ve kurumsal yapılardaki farklılıklara rağmen, teknolojik gelişmelerle birlikte birbirine bir hayli benzer görünümdedir. Siyasal reklamlar, adayın öne çıkmasında televizyon vasıtasıyla yansıtılan imajların önemi, medyanın seçim kampanyalarında birinci derecede önem kazanması, artan kampanya masrafları ve siyasal iletişim danışmanlarının profesyonelleşerek seçim ve aday stratejilerinin saptanmasında vazgeçilmez hale gelmeleri, bu benzerliklere örnek olarak gösterilebilir (Oktay, 2002: 25). Günümüzde gelişmiş sanayi ve bilgi toplumlarında seçim dönemlerinde adayların ve seçim dışındaki zamanlarda siyasi partilerin kendi imaj yönetimini de profesyonel danışmanlara devrettikleri görülmektedir. Siyasal iletişimin profesyonelleşmesiyle birlikte medya kuruluşlarıyla ilişkilerin düzenlenmesi, teknik gelişmelerden ne şekilde yararlanılması gerektiği profesyonellerin işi olmuş; ayrıca adaylar halkın karşısına çıkacak paketlenmiş ürün olarak tasarlanmaya başlanmıştır. 3. Siyasi Partilerin Siyasal İletişimi İnternet Öncesi Kullanım Biçimleri İletişim ve bilgi teknolojisindeki hızlı gelişmeler sonucu, gazetelerden sonra, telgraf ve telefon da insanlar arasında iletişim kurmada etkin birer araç haline gelmiştir. Diğer taraftan 19. yüzyılda fotoğraf ve filmin yanı sıra 20. yüzyılda radyo ve televizyon yayınlarının ortaya çıkmasıyla medya, siyasal iletişimde vazgeçilmez, neredeyse ‘olmazsa olmaz’ bir enstrüman haline gelmiştir. 147 Bugün için, çok küçük nitelikli olgu ve süreçler dışındaki tüm siyasal iletişim süreçlerinde medya araçları, yoğun olarak kullanılan kanallar konumuna gelmiştir (Aziz, 2003: 42). Özellikle 1920’li yıllarda televizyonun yaygınlaşması, bu aracın siyasal iletişim uygulamalarında lider konumuna yükselmesine yol açmıştır. Televizyon alıcılarının yaygınlaşmasından önce yapılan siyasal kampanyalarda adaylar bir meydanda toplanır ve flamalar sallayan kalabalık bir topluluk önünde konuşurlardı. Bir yandan da kenarda kurulan bir orkestra, halkı coşturacak melodiler çalardı. Ancak televizyon başta olmak üzere bilgisayarların, faksların ve fiber optik kabloların getirdiği teknolojik yenilikler, siyasal kampanyaları değiştirmiştir; olay tamamen televizyon izleyicisi- seçmen ile adayın arasında bir imaj alış verişine dönüşmüştür. Adaylar televizyon sayesinde seçmenlere olumlu bir imaj pazarlamaya çalışırken, seçmenler de kamuoyu yoklamaları, sosyal örgütler ve gösteriler sayesinde adaylara bir imaj pazarlamak peşindedirler (Turam, 1994: 196, 197). Bu bağlamda Amerikan siyasal sisteminde televizyon siyasal kampanyaların vazgeçilmez aracı haline gelmiş, seçmen dikkatinin büyük kısmını televizyona yöneltmiştir. İzleyici seçmenlerin dikkatini kolayca kendine çekebilen televizyon, böylece başkanlık seçimi sırasında ve genel olarak siyasi hayatın tümünde partilerin fonksiyonlarının bir bölümünü üstlenmiştir. Televizyon adayları tüm özellikleriyle ve açıkça, doğrudan doğruya izleyicilerin karşısına getirdiği için, siyasal hayatta partilerin öneminin azaldığı da görülmüştür (Turam,1994: 196). Diğer taraftan, 1950’li yıllardan itibaren hızla yaygınlaşan kamuoyu araştırma şirketleri ve enstitüleri, devletlerin araştırma birimleri, akademisyenler, bilimsel politika anlayışının oluşturulmasına katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan, reklam ve halkla ilişkiler sektörü, siyasal alana kayarak, siyasetçilerin hizmetine girmişlerdir. Artık, siyasal konuşma metinlerinin yazılması, basın konferansları düzenlenmesi, basın bildirilerinin hazırlanması ve adayların tanıtılması bir uzmanlık alanı kabul edilerek, bu tür uygulamalar yandaşlar ya da gönüllüler tarafından değil, doğrudan bu pazarda çalışan şirketler ve onların profesyonel danışmanlarınca yerine getirilir olmuştur (Oktay, 2002: 26). ABD’de televizyonun yayılmasıyla beraber siyasal kampanyalarda da vazgeçilmez bir araç olarak kullanılması kaçınılmaz bir durum meydana getirmiştir. Ancak, televizyondan yapılacak kampanya çalışmalarını profesyonel danışmanların yerine getirdiği, bunun için siyasal kampanyaları yapacak ajansların devreye girdiği görülmüştür. 148 ABD’de televizyonun siyasal kampanya için kullanımı ilk kez 1952 yılında başlamıştır. Cumhuriyetçi Parti, Eisenhower’a seçim kampanyası hazırlaması için BBDO (Batten, Barton, Durstine ve Osborn) reklam ajansıyla anlaşmıştır. Demokrat Parti ve adayları Adlai Stevenson ise televizyonda “deterjan reklamı gibi siyasi reklam yapılamayacağına” inandıklarından, aynı zamanda çok da pahalı olduğundan, televizyon reklamı yapmamaya karar vermişlerdi. Eisenhower’ın danışmanları televizyonun gücünü daha o zaman hissetmişler ve kendisini televizyonda 30’ar saniyelik reklam filmlerinin yardımıyla seçimlerin kazanılabileceğine ikna etmeye çalışmışlardır. Bu yeni araca kuşkuyla yaklaşan Eisenhower sonunda ikna edilmiştir. Ayrıca 30 saniyelik her bir filmin ayrı bir konuya ayrılmasına karar verilmiş ve Kore Savaşı, hayat pahalılığı gibi popüler konular seçilmiştir (Turam, 1994: 196, 207). Türkiye, 1945 yılında sanayici Nuri Demirağ tarafından kurulan Milli Kalkınma Partisi ve ardından 6 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP) ile birlikte çok partili hayata geçmiştir. Daha önceden tek parti döneminde yapılan seçimlerde halk, belirlenen adaylara sandığa giderek oyunu verir, seçimler sönük bir hava içerisinde cereyan ederdi. 1950 yılında yapılan seçimlerde ise Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tek başına sürdürdüğü 27 yıllık iktidar dönemi sona ermiş, yaşanan kargaşalık ve söylentilere rağmen CHP Genel Başkanı İsmet İnönü demokratik teamüllere uygun davranarak iktidarı DP’ye devretmiştir. DP’nin seçim döneminde düzenlediği yurt gezileri, seçim gezileri, toplantılar Türkiye’nin siyasi hayatına da ayrı bir renk ve hareket getirmiştir. Bu miting ve toplantılarda halk ilk kez karşısında adayları görmekte idi, bu durum ise toplumun siyasal duyarlılığını artırmaktaydı. 14 Mayıs 1950 seçiminde DP, yurt genelinde yaptığı etkili iletişim çalışmaları, kişisel temaslar ve halen adı hafızalarda yer edinen “Yeter! Söz milletindir!” sloganıyla iktidara gelmiştir. DP’yi iktidara taşıyan bu iletişim faaliyetleri, Türkiye’de siyasal iletişimin gelişmesinin de temelini oluşturmuştur (Özkan, 2004: 261). Türkiye’de siyasal iletişim bağlamında siyasal reklamcılık ve siyasal pazarlamanın profesyonel anlamda gelişimi ABD ve Avrupa ülkelerinden çok sonra olmuştur. 5 Haziran 1977 seçimine kadar yapılan seçimlerde profesyonel danışmanlardan yararlanılmadığı görülmüştür. Daha çok, afiş, pankart ve el ilanları ile fotoğraflardan yararlanılarak yapılan seçim kampanyalarında göze çarpar bir yenilik olarak siyasal kampanyalarda ilk kez 14 Ekim 1973 seçiminde seçim otobüsünün kullanıldığı görülmüştür. Daha önceki seçimlerde daima ses tesisatı yerleştirilmiş seçim için 149 düzenlenen kamyonlar kullanılmaktaydı. Bülent Ecevit’in CHP Genel Başkanlığı’na 14 Mayıs 1972 Kurultayı’nda seçilmesinden sonra gerçekleşen bu genel seçimde seçim otobüsü kullanması seçmenlerin ve diğer siyasi parti yöneticilerinin ilgisini çekmiştir. Seçim kampanyalarında ilk kez profesyonel bir ajanstan destek alarak seçime giren ilk partinin ise Adalet Partisi (AP) olduğu görülmüştür. AP, 5 Haziran 1977 seçiminde Cenajans ile bir anlaşma yapmış ve ajans AP’nin gazete ve dergi reklamlarını düzenleme yükümlülüğünü üstlenmiştir. Böylece ilk kez bir reklam ajansı bir partinin kampanyasında görev almıştır. AP’nin 1973 yılından itibaren çeşitli organizasyonlarını ve toplantılarını düzenleyen ve Boğaziçi Köprüsü’nün açılışını da organize eden Cenajans, 1977 seçimlerinde AP kampanyasında, parti için gazete ve dergi reklamlarını hazırlamıştır. Ayrıca ajans, Süleyman Demirel tarafından seslendirilen ve ‘Demirel evinizde’ sloganıyla hazırlanan yirmi bin ses kaseti ve beş milyon el ilanı dağıtmış ve duvarları A ve P harflerinin ayrı ayrı kullanıldığı mor afişlerle donatmıştır (Taşçıoğlu, 2009: 278). 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nden sonra yapılan 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde Türkiye’de ilk kez seçime katılan Anavatan Partisi (ANAP), Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve Halkçı Parti (HP) açısından Milli Güvenlik Konseyi’nin 7 Temmuz 1983’te Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla siyasal iletişimin önü açılmıştır (Çankaya, 2008: 167). Bu tarihten sonra siyasal partilerin günümüze kadar yapılan 1983, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002 ve 2007 milletvekili genel seçimlerinde siyasal kampanyalarını düzenlemek için profesyonel ajanslarla çalıştığı görülmektedir. 4. Siyasal Partilerin İnternet Sonrası İnterneti Kullanım Biçim ve Yöntemleri Sanayileşmenin ardından dünyada bilgi toplumu sürecinin yaşandığı bir döneme girilmiştir. Bilgisayar ve mobil teknolojisinin ve kullanım alanlarının hızla toplumların hayatına girmesi, kitlelerin yaşam biçimlerinde farklılıklara yol açmıştır. Özellikle İnternet’in ortaya çıkması insanların tüketim alışkanlıkları ve kullanım biçimlerinde değişikliklere neden olmuştur. İnternet ile birlikte gelişen dünyamızda kültürel ve yaşamsal biçim ve anlayışların da değiştiği gözlemlenmektedir. İnternet teknolojisinin 1970’li yılların başında ABD’de başladığı görülmüştür. ABD Hükümeti ülke topraklarına karşı yapılacak bir nükleer saldırıyı önlemek için, 1970 yılında ARPANET isimli bir proje başlatmış ve bu projenin önce üniversiteler, sonra da bazı devlet kuruluşları tarafından 150 kullanılmaya başlandığı görülmüştür. Bu teknolojinin daha sonra İnternet adıyla Avrupa’ya geçtiği görülmüştür (Erkul, 2009: 1). İnternet’in Türkiye’de başlamasının ilk adımı ise 1991 yılında TÜBİTAKODTÜ ortaklığıyla hazırlanan TÜBİTAK- DPT projesinin kabulüyle olmuştur. (Erkul, 2009: 1) Ancak, 5 Nisan 1993 tarihinde 64 Kbit'lik ODTÜ-NSF hattının hazır olmasının hemen ardından İnternet, 21 Nisan 1993'te Türkiye'nin genel kullanımına sunulabilmiştir (Erkul, 2009: 2). İnternet’in farklı şekillerde tanımının yapıldığı görülmektedir. İnternet sayesinde sınırların ortadan kalktığının görüldüğü bu mecrada, iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı, günümüzde milyonlarca insan ve bilgisayarı birbirine bağlayan, fiziksel mekandan bağımsız sanal bir iletişim, ticaret, bilgi, eğlence ve paylaşım ortamının bulunduğu görülmektedir. Bu sayede bilgi, özgürce ifade edilebilmektedir (Akdağ, 2009: 294). Diğer bir tanımla, İnternet, yazılı ve görsel- işitsel basının özelliklerini taşıyan, fakat buna ek olarak iki yönlü iletişimi kolaylaştıran elektronik bir ortamdır. İnternet ortamındaki iletişim süreci fiziksel anlamda yüz yüze olmadığı gibi, zamanla sınırlı da değildir. Dolayısıyla kullanıcılar ve örgütler birbirleriyle yer ve zamana bağlı olmaksızın doğrudan iletişim kurabilmektedirler (Aktaş, 2004: 185). Diğer taraftan insanların bilgi edinmek ve sosyal paylaşım ağlarında birbirleriyle iletişim kurmalarının yanı sıra İnternet mecrasının siyasal partilerin faaliyetlerinde tanıtım amaçlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra İnternet’in siyasal iletişim kampanyalarında da yaygın olarak kullanıldığı aşikardır. Bu mecranın sınırsız, ucuz, hızlı ve etkileşimli olma özelliği taşıması siyasal partilerin ve kampanya danışmanlarının da dikkatini çekmektedir. Siyasal partiler ve adaylar kendilerini İnternet sayesinde seçmene tanıtabilmekte, seçmenle karşılıklı zaman ve yer sınırlaması olmadan diledikleri şekilde iletişime girebilmektedirler. İnternet’in siyasal partiler açısından bir diğer büyük yararı; medya araçlarının tekelindeki haberciliği kırmış olmasıdır. Bilindiği üzere büyük sermaye kuruluşlarının tekelinde olan medya araçları haberlerin de tekelini ellerinde bulundurmakta; kimi zaman haberin bazı ayrıntılarını vermekte, kimi zaman birkaç gün sonra haberi yayınlamakta hatta kimi zaman da haberi yayınlamamakta, ya da aleyhte bir haberi sunmaktadır. Oysa İnternet sayesinde haber konusundaki tekel kırılmış gözükmektedir. İnternet haber sitelerinde ve portallarında gün içinde haberler birkaç kez yenilenebilmektedir. Bu işin ucuz ve sıkıntısız yapılacağını öğrenen siyasal partiler, televizyon kanallarının İnternet sitelerinden, gazete, dergi ve 151 haber portalları vb. kanallardan aldıkları haberleri süzgeçten geçirerek kendi sitelerinde yayınlamaktadırlar (Aktaş, 2004: 287). Siyasal partiler ve adaylar, İnternet vasıtasıyla seçmenlere ulaşabilmede daha kolay ve zahmetsiz bir uğraş içerisinde olmaktadırlar. Aktarılmak istenen her türlü mesaj yer kısıtlaması olmadan ve sansürsüz bir şekilde istenildiği anda seçmene iletilebilmektedir. Bu durum ise seçim kampanyaları açısından hayati bir önem taşımaktadır. Diğer medya araçlarında istediği yeri ve platformu bulamayan aday ya da siyasal partiler, hiçbir odağın etkisi ve engellemesine maruz kalmadan İnternet’te diledikleri şekilde mesajlarını seçmenlere iletebilmektedirler. Diğer taraftan parti gönüldaşları üyesi oldukları partilerin faaliyetleri ve projelerine İnternet vasıtasıyla ulaşabilmektedirler. Bu bağlamda İnternet’in siyaset pazarlamasında birtakım avantajları olduğu söylenebilir. Bunlar: Geliştirilen bir web sitesi ve özellikleri ile partiler ‘pazarlama alanını’ genişletebilir ve fiziksel varlığının düşük olduğu ya da parti çalışanlarınca başka türlü ziyaret edilemeyen potansiyel destekçi ve seçmenlere ulaşabilir; bir web sitesi başka yerden elde edilemeyecek içeriği barındırarak multimedya bilgi kaynağı görevi görebilir; web siteleri doğrudan bağlantı sağlamaktadır, böylece geribildirim özendirilir ve taraftara veri tabanı oluşumu imkanı doğar; web içeriği parti üyelerinin kontrolüne sahiptir ve üyelerin online katılımıyla yönetilir ayrıca web siteleri interaktif olabilir ve kullanıcılara deneyim ve ihtiyaçları yönünde bilgi vererek sağlayıcılarla bağlantı kurma imkanı sağlar (Akar, 2010: 2). Siyasal partilerin İnternet’i kullanım nedenlerinden bir başkası ise, partilerin aracı olmadan haber gündemini kontrol edebilmeleri ve kendilerini daha iyi sunabilmeleridir. Bu yeni medya ortamı, siyasal partiler ile seçmenleri arasındaki iletişim eksikliğini büyük ölçüde gidermekte ve siyasal parti üyeliklerinde gözle görülür bir artış sağlamaktadır. Dolayısıyla günümüzde siyasal partilerin, daha çok seçmene ulaşmak amacıyla İnternet’i etkin kullandığı ve hatta daha çok gençler tarafından sıklıkla kullanılan YouTube ve Facebook gibi sitelere yöneldikleri görülmektedir (Toprak, ve Diğerleri, 2009: 204). İnternet’in siyasal amaçlarla açık bir şekilde kullanılması ilk kez 1979 yılında ortaya çıkan Usenet’le mümkün olmuştur. 1986 yılına gelindiğinde bazı siyasal aktörler, elektronik posta (e-mail) ve ilan tahtası (bulletin board) sistemlerine ilişkin İnternet uygulamalarını yoğun bir şekilde kullanmaya başlamışlardır. 1994 yılının ocak ayında ilk web tarayıcısı Mosaic 2.0’ın piyasaya çıkmasıyla ABD’de, California Senatörü Diane 152 Feinstein ve Massachusetts Senatörü Edward M. Kennedy’nin de içinde bulunduğu siyasiler seçim kampanyaları için İnternet sayfaları oluşturmuşlardır. 1996 yılına gelindiğinde web üzerinden yapılan seçim kampanyaları ABD, İngiltere ve diğer birçok ülkede yaygınlık kazanmıştır. ABD’de Senato’ya seçilmek için yarışan adayların yaklaşık yarısının, Temsilciler Meclisi için mücadele eden adayların ise yaklaşık altıda birinin kendi web sayfaları bulunmaktaydı. 2000’deki başkanlık seçiminde “dot.com” yapısının çıkışa geçmesiyle seçim kampanyalarında tam bir dönüşüm yaşanmıştır. Bazı analizciler 2000 yılında yapılan seçimleri “İlk İnternet Seçimi” olarak ilan ederek, 1960’taki seçim kampanyasında televizyonun seçmen üzerinde oynadığı rolle karşılaştırmada bulunmuşlardır. Web teknolojilerinin kullanılması bu yıl yapılan başkanlık kampanyasının öncülüğünü yaparken, 2002’de söz konusu teknolojilerin kullanımı daha da yaygın hale gelmiştir. ABD’de; Valilik, Senato, Temsilciler Meclisi’nin aralarında bulunduğu kampanyalar ve çoğu Avrupa ve Asya ülkesinde yapılan ulusal seçimler bu teknolojilerin kullanılmasına sahne olmuştur. (Lee Kaid, Holtz-Bacha, 2008: 829) ABD’de 1990’lardan itibaren başkanlık seçimlerinde İnternet’in kullanılmasıyla birlikte adaylar seçmenlerle İnternet üzerinden interaktivite sağlamakta, oy oranını artırmaya çalışmaktadırlar. ABD’nin yanı sıra Avrupa ülkelerinde de seçim kampanyalarında aktif olarak İnternet’in kullanıldığı görülmektedir. Diğer taraftan geleneksel medya araçlarının desteğinden yoksun çok sayıda aşırı uçtaki siyasal parti, geniş kitlelere ulaşma konusunda düşük maliyetli bir araç olan ve dış baskı unsuru içermeyen İnternet’e yönelmektedir. Tüm bu unsurların yanı sıra siyasal partilerin web tabanlı iletişime yönelmelerinde, profesyonel bir izlenim bırakmak ve modern görünmek istekleri de önemli rol oynamaktadır (Öksüz, ve Yıldız, 2004: 4) 2004 yılında ABD’de düzenlenen başkanlık kampanyası, blogların “bir iletişim aracı” olarak kullanıldığı ilk seçim olmuştur. Yarışta bulunan her aday web günlüğü tutmayı (blogging), kampanya için toplanan paranın, parti için çalışan gönüllülerin hareketliliğinin artırılması ve seçmenlere yönelik hazırladıkları mesajların yayılması amacıyla kullanmıştır. Bloglar, daha derinlemesine, birbirleriyle bağlantılı sayfaların bulunduğu ve elektronik iletişimin interaktif boyutunun egemen olduğu bir yapının ortaya çıkmasına izin vermektedir. (Williams et al., 2005: 178) İnternet’te 1997’den itibaren ortaya çıkan sosyal paylaşım ağlarının gelişim gösterdiği, bu ağlara milyonlarca kişinin üye olduğu görülmektedir. Bugün dünya 153 genelinde en popüler olan Facebook’un 400 milyonun üzerinde üyesi olduğu bilinmektedir. Diğer taraftan Bloglar, Facebook gibi sosyal paylaşım ağları ve YouTube gibi video paylaşım siteleri, kullanıcıların ya da seçmenlerin katılımına izin verilen egemen geleneksel tek yönlü enformasyon akışını köklü olarak değiştirmiştir. Popüler siyasal açıklamaların yapılması için yeni yolların açılmasını sağlayan bu gelişme, insanların artık yalnızca seçim kampanyalarına ilişkin enformasyonları tüketmelerine değil onları oluşturmalarını sağlamıştır. İnternet, seçim kampanyalarının finansmanında önemli rol oynamıştır. ABD Başkanı Barack Obama’nın kampanyasına çoğu İnternet’ten olmak üzere 4 milyondan fazla kişi destek vermiştir (Jeffrey P., 2009: 185-186). Türkiye’de ise seçim kampanyalarında İnternet’in kullanımının 3 Kasım 2002 seçiminde olduğu görülmektedir. Özellikle ANAP, seçim kampanyasında meydan mitingleri düzenlemek yerine, daha çok gençlere İnternet yoluyla ulaşmayı tercih etmiş bunun için de İnternet’i etkin olarak kullanmıştır. Ucuz ve hızlı iletişim aracı olma özelliğini gösteren İnternet’in siyasal iletişim sürecinde birçok şeyi değiştirdiği ve değiştireceği, aynı zamanda seçim kampanyalarında da değişim sürecini başlattığı bilinen bir gerçektir. Özellikle 3 Kasım 2002 seçimlerinde bazı siyasal partiler bunu fark ederek buna önem vermiş ve uygulamalarda bulunmuşlardır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde İnternet sitelerinden bir seçim kampanyası aracı olarak en etkin şekilde yararlanabilen partiler %70 değerinin üzerinde olan ANAP, Saadet Partisi (SP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve %85’in üzerinde bir orana sahip olan AK Parti’dir (Aktaş, 2004: 288). Diğer taraftan, günümüzde siyasal yaşamda siyasal partiler yalnızca seçim kampanyaları sırasında değil; seçim dışı zamanlarda da İnternet’ten yararlanmaktadırlar. Özellikle kamuoyunu ve üyelerini bilgilendirmek için günlük haber akışı içerisinde gelişmeleri ve faaliyetlerini web sayfalarından duyurmakta, üyeleriyle interaktiviteye geçmektedirler. Siyasal partilerin bir diğer amacı ise 1980’den sonra depolitize olmuş gençlerin ilgisinin çekilerek, bu grupların siyaseten tekrar kazanılması, kendilerine gönüllü yandaşlar olarak katılmaları hedeflenmektedir. 154 5. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Web Sitelerinin Ana Sayfalarının Karşılaştırmalı Analizi Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) İnternet’teki ana sayfaları 14-20 Şubat 2011 tarihleri arasında bir haftalık periyotta incelenmiştir. Elde edilen bulgular, 5 ana başlık altında tablolama sistemiyle gösterilmiş, ilgili açıklamalar tabloların altında yapılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Web Sitesi Ana Sayfası Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Web Sitesi Ana Sayfası 155 5.1. Araştırmanın Amacı ve Metodolojisi Bu araştırmada, iktidar partisi AK Parti ve ana muhalefet partisi CHP’nin kurumsal web sitelerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Yapılan incelemede partilerin sitelerinin birbirleriyle olan farklılıkları ve benzerlikleri ortaya konularak, tasarım ve içerik yönünden ele alınış biçimleri irdelenmiştir. Bir web sitesinde olması gereken; kullanım kolaylığı, görsel çekicilik, bilgilendirici olma, eğlenceli ve ilginç olma ile güncellik boyutları niceliksel yöntemle incelenerek yorumlanmıştır. Araştırmada, partilerin web sitelerinin ana sayfaları ‘kullanım kolaylığı’, ‘görsel çekicilik’, ‘bilgilendirici olma’, ‘eğlenceli ve ilginç olma’, ‘güncelleme/güncellik’ boyutlarından oluşan 5 ana başlık altında belirlenen değişkenler paralelinde analiz edilmiştir. Her iki partinin web sitesinin ana sayfalarında elde edilen bulgular, içerik analizi yöntemiyle incelemeye tabi tutulmuş, değerlendirmeler tablolama yöntemiyle yorumlanmıştır. 5.2. Elde Edilen Bulgular Tablo 1. Kullanım Kolaylığı Boyutu Kullanım Kolaylığı Boyutu 1.1. Site haritası bulunuyor mu? 1.2. Sabit Link sayısı 1.3. Site içinde arama motoru var mı? 1.4. İndirilebilir dosyalar bulunuyor mu? Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Hayır 90-100 Evet Evet Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Hayır 35-40 Evet Evet Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) İnternet sitesi kullanım kolaylığı boyutu açısından analiz edildiğinde, partiye ilişkin sitedeki bağlantıların bir arada bulunduğu site haritası tespit edilememiştir. Ancak ana sayfada yer alan sabit link sayılarının CHP’ye göre daha fazla olduğu görülmektedir. AK Parti’nin sitesinin üst kısmında yatay olarak partiye ilişkin genel bilgiler, partinin yetkili organları, partinin milletvekillerinin listesi, iletişim ile İngilizce, Arapça ve Fransızca’dan oluşan üç farklı dil seçeneğine ilişkin linkler yer almaktadır. Sol tarafta ise partiye ilişkin başkanlıkların ve ilgili birimlerin listesinin bulunduğu bir yapı dikkati çekmektedir. Sitenin sol köşesinde, site içinde genel arama yapmaya imkan tanıyan bir arama motoru bulunmaktadır. Ana sayfanın ortasında beş ayrı bağlantıda, partiye ilişkin haberlerin akışının sağlandığı bir yapı görülmektedir. Bu yapının hemen yanında genel başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarının yer aldığı bir video linki yer almaktadır. 156 Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) İnternet sitesi kullanım kolaylığı boyutu açısından değerlendirildiğinde ise sitenin sağ üst köşesinde yer alan dört linkte; partiye gönüllü destek vermek ve üye olmak isteyen kullanıcılara yönelik başvuru formları, forum sayfasına üye olmak koşuluyla kullanıcıların düşüncelerini paylaştıkları bir yorum sayfası, milletvekillerine ulaşılmasını sağlayan bir link ve partinin iletişim bilgilerini içeren bağlantılar bulunmaktadır. Site içinde sağ üst köşedeki arama motoru; metin, fotoğraf ve video dosyası gibi farklı ortamlarda özel arama yapmaya imkan vermesi açısından kullanışlıdır. Sitenin üst kısmında parti hakkında çıkan haberler, parti lideri, milletvekili ve parti yöneticilerinin kamuoyuna yaptığı açıklamaların bulunduğu sekiz ayrı linkten oluşan bir yapı (news slider) yer almaktadır. Ayrıca bu yapının altında partiyle ilgili haberler ve gündemdeki sıcak gelişmelere yönelik haber linkleri bulunmaktadır. Tablo 2. Görsel Çekicilik Boyutu Görsel Çekicilik Boyutu Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2.1. Arka plan tasarım rengi ve okunabilirlik Sitenin üst kısmında mavi zemin üzerine genel başkan, Türk bayrağı, genel merkez binası ile parti ambleminden oluşan kolaj kullanılmıştır. Sayfa arka plan rengi mavidir. 2.2. Yazı Karakterleri (Bilgi Metinleri/Sayfa İçeriği) 2.3. Tasarımda partinin kullandığı genel renklere uyum var mı? 2.4. Genel renkler dışında renk kullanımı bulunuyor mu? 2.5. Parti dışından siteye reklam alınıyor mu? Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Sitenin üst kısmında mavi zemin üzerine, sol kısımda parti genel başkanının fotoğrafı ile Atatürk ve imzasının grafiği; orta üst kısımda ise partinin amblemi kullanılmıştır. Sayfa arka plan rengi beyaz renk tonundadır. Tahoma Times New Roman Evet Evet Evet Evet Hayır Hayır AK Parti’nin sitesinin üst kısmında mavi zemin üzerine genel başkan, Türk bayrağı, genel merkez binası ile parti ambleminden oluşan kolaj kullanılmıştır. Sayfa arka plan rengi mavidir. Sayfa içeriğinde “Tahoma” yazı 157 karakterinin ağırlıklı olarak kullanıldığı ve tasarımda partinin ambleminde kullanılan renklere bir uyumun sağlandığı görülmektedir. CHP’nin sitesinin üst kısmında ise mavi zemin üzerine sol kısımda parti genel başkanının fotoğrafı ile Atatürk ve imzasının grafiğine; orta üst kısımda ise partinin amblemine yer verilmiştir. Sayfanın arka plan rengi ise beyaz renk tonundan oluşmaktadır. Ana sayfanın içeriğinde ağırlıklı olarak Times New Roman yazı karakteri kullanılmıştır. AK Parti’de olduğu gibi CHP’de de partinin ambleminde kullanılan renklere tasarımda ağırlık verilmiştir. Tablo 3. Bilgilendirici Olma Boyutu Bilgilendirici Olma Boyutu 3.1. Partiye ait enformasyon/linkler bulunduruyor mu? 3.2. Basın bültenleri/Medyada partiyle ilgili çıkan haberlere ilişkin linkler bulunuyor mu? 3.3. Partiye ait iletişim linkleri/enformasyonu bulunduruyor mu? 3.4. Partiye ilişkin haberler/duyurular linki bulunuyor mu? 3.5. Başka dil seçeneği var mı? 3.6. Sosyal paylaşım ağları linki bulunuyor mu? 3.7. Diğer partilerin sitelerine bağlantı linki var mı? Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Evet Evet Evet Evet Evet Evet Evet Evet Evet Evet Hayır Evet Hayır Hayır AK Parti’nin sitesinde partiye ait enformasyon/linkler, basın bültenleri/medyada partiyle ilgili çıkan haberlere ilişkin linkler, partiye ait iletişim linkleri ve partiye ilişkin haberler/duyurularla ilgili bağlantılara yer verildiği görülmektedir. AK Parti’nin İnternet sitesinde; İngilizce, Arapça ve Fransızca olmak üzere üç farklı dil seçeneğine yer verildiği dikkati çekmektedir. CHP’nin sitesinde de partiye ait enformasyon/linkler, basın bültenleri/medyada partiyle ilgili çıkan haberlere ilişkin linkler, partiye ait iletişim linkleri ve partiye ilişkin haberler/duyurular linklerinin yer aldığı belirlenmiştir. Bunun yanı sıra sitede Türkçe dışında İngilizce dil seçeneğine yer verildiği görülmüştür. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) web sitesinde Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na ait facebook ve twitter hesaplarının linklerine bağlantı 158 verilirken, Ak Parti’nin ana sayfasında sosyal paylaşım ağlarıyla ilgili herhangi bir linkin bulunmadığı tespit edilmiştir. Tablo 4. Eğlenceli ve İlginç Olma Boyutu Eğlenceli ve İlginç Olma Boyutu Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Hayır Hayır Evet Evet Evet Evet Hayır Hayır 4.1. Animasyon ve grafikler bulunuyor mu? 4.2. Ziyaretçiler için yorum linkleri bulunuyor mu? 4.3. Partinin etkinliklerinin sunulduğu canlı yayın, video linki bulunuyor mu? 4.4. Fon müziği var mı? AK Parti ve CHP’nin İnternet siteleri eğlenceli ve ilginç olma boyutu açısından değerlendirildiğinde animasyon-grafik ve fon müziği kullanımının bulunmadığı görülmektedir. Her iki siyasi parti de sitelerini ziyaret eden kullanıcılarla etkileşimi sağlayabilmek için yorum sayfalarına ve elektronik posta adreslerine yer vermişlerdir. AK Parti ve CHP, parti genel başkanlarının konuşmalarına ilişkin video ve fotoğraf galerilerine de ana sayfalarında önemli oranda yer vermişlerdir. Tablo 5. Güncelleme/Güncellik Boyutu Güncelleme/Güncellik Boyutu Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Evet Evet Her gün Her gün Evet Evet 5.1. Web sitesinde bulundurulan enformasyonlar güncel mi? 5.2. Web sitesinin güncellenme sıklığı nedir? 5.3. Partiye ilişkin son dakika haber ve gelişmelere yer veren linkler bulunuyor mu? AK Parti ve CHP’nin İnternet sitelerinde bulunan enformasyonların her gün güncellendiği görülürken; partiye ilişkin son dakika haber ve gelişmelere ait linklere yer verildiği tespit edilmiştir. 5.3. Sonuç ve Değerlendirme Türk siyasal hayatında günümüzün iki önemli siyasal oluşumu olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi web sayfalarının 159 incelenmesi sonucunda; her iki partinin de yeni medyanın sunduğu olanaklardan mümkün olduğu kadar yararlandıkları görülmüştür. Çalışmanın analiz kısmında, partilerin web sayfaları ‘kullanım kolaylığı’, ‘görsel çekicilik’, ‘bilgilendirici olma’, ‘eğlenceli ve ilginç olma’ ve ‘güncellik boyutları’ açısından değerlendirilmiştir. Elde edilen bulgulara göre her iki parti kendisiyle ilgili ana akım medyada çıkan haberleri güncel olarak takip etmekte ve eş zamanlı olarak sitelerinde yayınlamaktadırlar. Bununla birlikte siyasal iletişim açısından kamuoyuyla ve seçmenle etkileşimin sağlanması bağlamında gerekli olan uygulamaların yerine getirilmesi için gerekli olan teknolojiden yararlandıkları ifade edilebilir. Partilerin iletişim linklerinin yanı sıra site kullanıcılarına yönelik yorum sayfalarına da yer vermesi söz konusu sitelerin ‘etkileşimli’ bir nitelik taşıdığını göstermektedir. Diğer taraftan günümüzde İnternet mecrasında ortaya çıkan sosyal ağ sitelerine ilişkin bağlantılara her iki partinin web sayfalarında yer verilmediği belirlenmiştir. Etkili bir iletişim, arkadaşlık, duygu ve düşünce paylaşımı aracı olan sosyal ağ sitelerinin çok sayıda kullanıcıya sahip olmasına ve birçok özel ve resmi kurumun web sayfalarında bu ağlara link vermesine rağmen çalışmada incelenen siyasal partilerin bu duruma kayıtsız kaldığı görülmüştür. Buna karşın siteleri ziyaret eden kullanıcılar partilere ilişkin dokümanlara, gerekli haber, fotoğraf ve video dosyalarına ulaşabilmektedirler. Bu özellik yeni medyanın bünyesinde taşıdığı multimedya (çoklu ortam) niteliğinden söz konusu siyasal partilerin yararlandığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak yeni medyanın ‘etkileşimlilik’ ve ‘çoklu ortam’ niteliklerinin Ak Parti ve CHP’nin web sayfalarında etkin şekilde kullanıldığı ifade edilebilir. KAYNAKÇA Akar, Erkan. İnternette Değişen Siyaset Pazarlaması: Dünyadan Örneklerle Yeni Trendler. Nisan 10, 2010, http://www.siyasaliletisim.org/pdf/internettesiyasetpazarlamasi.pdf. Akdağ, Mustafa. (2009). İnternetin Siyasal İletişimdeki Yeri ve Önemi. Siyasetin İletişimi. 1. Baskı, Editör: Abdullah Özkan, İstanbul: Tasam Yayınları. Akkaya, Aysun Yaralı. (2009). Siyasal İletişim Aracı Olarak Medya Kullanımı: Adalet ve Kalkınma Partisi Örneği Üzerine Bir Analiz. Medya ve Kültür. 1. Baskı, Derleyen: Nurçay Türkoğlu ve Sevilen T. Alayoğlu, İstanbul: Urban Yayınları. Aktaş, Hasret. (2004). Bir Siyasal İletişim Aracı Olarak İnternet. 1. Basım, Konya: Tablet Kitabevi. 160 Arsan, Esra ve Mahmut Halil Can. (2009). Siyasal İletişimin Cenk Alanı, Seçimler: AKP’nin 2007 Seçim Kampanyası’nın Analizi. Siyasetin İletişimi. 1. Baskı, Editör: Abdullah Özkan, İstanbul: Tasam Yayınları. Aziz, Aysel. (2003). Siyasal İletişim. 1. Baskı, Ankara: Nobel Yayınları. Bongrand, Michel. (1992). Politikada Pazarlama. 1. Baskı, Çeviren: Fatoş Ersoy, İstanbul: İletişim Yayınları. Çankaya, Erol. (2008). İktidar Bu Kapağın Altındadır. İstanbul: Boyut Kitapları. Erkul, R. Erdem, Sosyal Medya Araçlarının ( Web 2.0 ) Kamu Hizmetleri ve Uygulamalarında Kullanılabilirliği. Mart 16, 2010, http://www.digitaldevlet.org/web2.0.pdf. Jones, Jeffrey P. (2009). Pop Goes the Campaign: The Repopularization of Politics in Election 2008. Edited by: Robert E. Denton, Jr., The 2008 Presidential Campaign: A Communication Perspective. United Kingdom, Rowman & Littlefield Publishers, 170-190. Kaid, Lynda Lee ve Christina Holtz- Bacha. (Editors) (2008). Encyclopedia of Political Communication. 2. Cilt, Los Angeles: Sage Publications. Köker, Eser. (1998). Politikanın İletişimi İletişimin Politikası. 1. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları. Odabaşı, Yavuz. (2009). Siyasal Pazarlama Uygulamalarına Yön Veren Dönüşün ve Açılımlar. Siyasetin İletişimi. 1. Baskı, Editör: Abdullah Özkan, İstanbul: Tasam Yayınları. Oktay, Mahmut. (2002). Politikada Halkla İlişkiler. İstanbul: Derin Yayınları. Öksüz, Onur ve Elif Turan Yıldız. Siyasal İletişimde Internet Kullanımı: Türkiye ve ABD’deki Siyasal Partilerin Web Sitelerinin Karşılaştırılmalı Analizi, Nisan 5, 2010, http://www.tasam.org/egitim/web_sie_mak.doc. Özkan, Abdullah. (2004). Siyasal İletişim. İstanbul: Nesil Yayınları. Taşçıoğlu, Raci. (2009). Siyasetin Teknikleşmesi Bağlamında Türkiye’de Siyasal Reklamcılık. Siyasetin İletişimi. 1. Baskı, Editör: Abdullah Özkan, İstanbul: Tasam Yayınları. Toprak, Ali, Ayşenur Yıldırım ve Diğerleri. (2009). Toplumsal Paylaşım Ağı: Facebook. 1. Baskı, İstanbul: Kalkedon Yayınları. Turam, Emir. (1994). Medyanın Siyasi Hayata Etkileri. 1. Baskı, İstanbul: İrfan Yayımcılık. Uztuğ, Ferruh. (1999). Siyasal Marka. 1. Baskı, Ankara: MediaCat Yayınları. Uztuğ, Ferruh. (2007). Siyasal İletişim Yönetimi. 3. Baskı, İstanbul: MediaCat Yayınları. Williams, Andrew Paul, Kaye D. Trammell ve Diğerleri. (2005) Blogging and Hyperlinking: Use of The Web To Enhance Viability During The 2004 US Campaign, Journalism Studies. Volume 6, Number 2, 177-186. Yavaşgel, Emine. (2004). Siyasal İletişim. 1. Baskı, Ankara: Babil Yayıncılık. 161 TÜRK BASIN İŞLETMELERİNDE YÖNETSEL ETİK UYGULAMALARI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA1 Dr. Ali Bülent Kutvan ÖZET İçinde yaşadığımız çağın en önemli sorunsallarından biri gerek siyasal/yönetsel alanda gerekse toplumsal/örgütsel alanda etik’tir. Günümüzde özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinin geldiği aşama, sadece teknik ve üretime yönelik bilgilerin değil, aynı zamanda, merkezi otoriteler tarafından denetlenemeyen bir şekilde sosyal, kültürel ve ahlaki bilgi ve değerlendirmelerinde çok hızlı bir şekilde iletilmesine olanak sağlamıştır. Bu süreç, insan odaklı evrensel bir ahlakın gelişmesine ve insan hakları, eşitlik ve özgürlük kavramlarının önemini yeniden tüm insanlığın gündemine taşımaktadır. Yönetsel etik, iş yaşamının (çalışanlardan tüketicilere) yanı sıra bütün toplum kesimlerini ve çevreyi ilgilendirmektedir. Bu anlamda, yönetsel etik, toplumsal boyutta sosyo-ekonomik süreçte karşılaşılan sorun ve çelişkileri çözmede ve/veya önlemede kamusal yarar açısından önemli bir işleve sahiptir. Bir uygulamalı etik alanı olan yönetsel etik’in örgütsel süreçlerde metodolojik bir program dahilinde nasıl uygulanacağı, uygulama sürecinde ortaya çıkan sorunları ve bu sorunların nasıl ve hangi yöntemler ile çözülebileceği çağdaş yönetim bilimi için önemli bir uygulama alanıdır. Demokratik toplumlarda dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen ve bir tür toplumsal denetim mekanizması olan basın işletmelerinin kendi yönetsel süreçlerinde yönetsel etik kavram ve uygulamalarına sahip olmaları özel bir önem taşımaktadır. 2 ABSTRACT Social/organizational and political/managerial ethics continue to be one of the most prominent predicaments of our time. Recent advances in information technologies have allowed easier and faster access not only to technical and production, but also social, cultural and ethical information, viewpoints and assessment by the public at large –without the scrutiny of a centralized administration. This ongoing process has paved the way for a new people-oriented ethics to emerge, while underlining the importance of such concepts as human rights, equality and freedom. Managerial ethics’ sphere of influence is not limited to the business world. It is, in fact, concerned with every aspect of social life. In this regard, it functions at the core of socioeconomic process in creating public benefit while solving/preventing problems. How managerial ethics, as an applied field, can be implemented within a methodology in organizational process, and how to solve the problems that may arise along the way is an important field in modern administrative sciences. It is of special importance that, the media organizations, commonly referred to as the fourth power in democratic societies, have an internal system of governance driven by managerial ethics and its practices. Keywords: Ethics, Managerial Ethics, Corporate Social Responsibility, Business Ethics, Media Organizations Anahtar Kelimeler: Etik, Yönetsel Etik, İş ahlakı, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Medya Şirketleri 1 2 A Research On Managerial Ethics Practices In Turkish Media Organizations Yönetim Bilimci, kutvan@gmail.com 162 GİRİŞ Türkiye’de ve Dünya’da gündelik hayatta çok fazla söz edilen ahlaki davranış buna karşın akademik dünyanın üzerinde görece daha az durduğu alanlardan biridir. Bununla birlikte, özellikle 1980’li yıllarla birlikte bu kavram yönetim bilimi içerisindeki önemini giderek arttırmaktadır. Bu duruma en önemli etken, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak değişen sosyo-kültürel yapılar sonucu toplumsal duyarlılığın ve kamuoyu (özellikle sivil toplum kuruluşlarının) baskısının artmasıdır. Bu bağlamda, işletmelerin de salt birer iktisadi varlıklar olmadığı, aynı zamanda da birer sosyal sistemler olduğu giderek daha fazla kabul gören bir genel görüş halini almıştır. Burada hemen belirtmekte yarar var ki, birincil (temel) ahlaki sorunlar olarak tanımlayabileceğimiz, toplumsal yaşamda, yöneten – yönetilen ikileminden doğan çelişkiler ile iktisadi olarak zengin- fakir ayrımını var eden koşulların tamamen ortadan kaldırılamaması ahlaki sorunların da tam anlamıyla çözülmeyeceği anlamı taşımaktadır. Ancak, bu farkların azaltılması oranında toplumun ve bireylerin daha ahlaklı olma şanslarının artmasıdır. Yönetsel etik kavramının içinde ele alınan hemen hemen her sorun, aslında birincil (temel) ahlaki sorunsal olarak tanımlayabileceğimiz alanın bir yansımasıdır. Başka bir deyişle, yolsuzluk, rüşvet, bireysel çıkar çatışmaları nedeniyle örgüte zarar verme, yanıltıcı reklamlar vs gibi ikincil ahlaki sorunlar birincil (temel) ahlaki sorunlardan kaynaklanmakta ve birincil sorunların farklı biçimlerdeki görüntüleri / yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Yönetsel ahlak kavramı içinde ele alınan sorunlar, temel (birincil) ahlak sorunlarının köklü çözümlerinin zorlaştığı oranda varlıklarını sürdürecekler, toplumda temel ahlaki sorunlar ortadan kalktığı oranda da bunların yansıması olan ikincil sorunlar giderilecektir. Bu bağlamda, yönetsel etik yaklaşımının işletmeler tarafından benimsenmesi toplumun genel ahlakının korunması ve geliştirilmesi açısından da önem taşımaktadır. Yönetsel etik alanında literatürde bütünsel çalışma ve araştırmalar oldukça sınırlıdır. Bu anlamda çalışmamızın amacı, yönetsel etik kavramını, tüm boyutları ile ele alarak akademisyenlerin, yöneticiler ve tüm ilgili bireylerin bilgi ve değerlendirmelerine sunmaktır. Çalışmamızın araştırma kısmını oluşturan son bölümde ise, yönetsel etik kavramının basın işletmelerinin örgütsel yapısı içinde uygulanması, basın 163 işletmelerinin yönetsel etik ile ilgili uygulamalara ne ölçüde sahip oldukları incelenerek belirlenmeye çalışılmıştır. Burada önemle belirtmekte yarar var ki, gazetecilik mesleklerini icra eden kişiler ile ilgili olarak meslek etiği ile ilgili birçok çalışma medya etiği genel başlığı altında yapılmıştır. Bizim araştırmamızda ele aldığımız ise, yönetim bilimi açısından yönetsel etiğin bir program olarak işletmelerde nasıl uygulanacağıdır. Araştırma için ulusal basında ki 33 gazetenin üst düzey yöneticileri ile hem anket çalışması hem de yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Araştırmamızda amaç, basın işletmelerinde yönetsel etik kodlara sahip olmak ile yönetsel etik eğitim programlarını uygulamak arasındaki ilişkiyi açıklamaktır. I. Temel Kavramlar 1.1. Ahlak ve Etik Kavramı Türkçede günlük kullanımda ahlak ve etik sözcükleri çoğu zaman aynı anlamda kullanılmaktadır. Oysa bu iki sözcük arasında ayrımlar vardır. Ahlak, Arapça kökenli huy, tabiat, yaradılış anlamına gelen hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk sözcüğü, bir insanın yaradılışı gereği gerçekleştirdiği davranışları anlatır ve huy, adet, alışkanlık anlamındadır. (Uzun, 2009; 19) Ahlak, manevi görev ve yükümlülüklerle bağlantılı olarak neyin iyi ve neyin kötü olduğuyla ilgilenen bir disiplindir. (Özgener; 2009; 6) Etik kelimesi, yunanca bir kelime olan ve “karakter” anlamına gelen “ethos” kelimesinden türetilmiştir. Bir değerler felsefesi (Aksiyoloji) dalı olan etik, felsefenin beş ana dalından biridir. Felsefe alanındaki çalışmalar geleneksel olarak beş alt başlık altında toplanabilir; (1) metafizik, gerçekliğin doğasını inceler; (2) mantık, düşünmenin yöntemini ve kurallarını inceler; (3) epistemoloji, bilgi ve bilgi kuramları ile ilgilenir; (4) estetik, güzelliğin anlamı ve görünümüyle ilgilenir; (5) etik, ise ahlaki değerlerin oluşumu ve doğru ile yanlışın ilkeleriyle ilgili yapılan çalışmalardır. (Özgen, 2006; 47) Töre bilimi olarak da adlandırılan etik, insanların töresel ya da ahlaki ilişkilerini, davranış biçimlerini ve görüşlerini araştıran felsefe dalıdır. Geçmiş ve bugüne ilişkin doğru ve yanlış ölçütlerin anlatımı etiğin amacıdır. (Lamberton ve Minor, 1995: 409) İnsanların töresel ya da ahlaksal ilişkilerini, davranış biçimlerini ve görüşlerini araştıran felsefe dalıdır. (Çalışlar, 1983; 10) 164 Etik, batının felsefe geleneği içinde ahlak felsefesi olarak ta adlandırılmıştır. Türkçe de ise ahlak bilimi olarak ve kimi zaman da etik sözcüğü ahlak sözcüğü ile eş anlamlı olarak ta kullanılmıştır. Ahlak, insana özgü bir toplumsal kurum olarak tanımlanırken, aynı zamanda “onun” toplumsallaşmasında da önemli bir işlev üstlenmektedir. Daha değişik bir anlatımla ahlak, insanın toplumsallaşma sürecinde etkili olan bir öğedir. (Özgen, 2006; 26) Tüm sosyal bilimler, insan davranışlarının etik temelleri ile değişik düzlemlerde ilgilidir. Sözgelimi etik’in, kıt kaynakların paylaşım sorunları ile ilgisi bakımından ekonomide, siyasi iktidarın tesisi ve siyasi gücün tahsis edilmesindeki rolü itibariyle siyaset biliminde, örgüt kültürü ve iş etiği bağlamıyla yönetim biliminde, etik yapıların ilke ve kanunlaştırılması nedeniyle hukukta, bir kültürün diğer bir kültür ile ilişkilendirilmesi sürecindeki çelişki ve karmaşıklıklar bağlamıyla da antropolojide yansıma ve rolleri mevcuttur. Etik sosyal bilimler dışında ise, çevresel etik adıyla ekolojide, biyo-etik adıyla biyolojide de yer bulur. Ahlakı sistematik biçimde inceleyen dal, felsefenin bir dalı olan etiktir. Etik çeşitli soru ve sorunları sorar ve bunları inceler. Şöyle ki, birisinin belirli bir durumda nasıl davranması gerektiği “uygulamalı etik “, birisinin ahlaki bir durum veya görüşü nasıl kanıtlayacağı “ normatif etik” ve birisinin etik veya ahlakın kökten yapısını nasıl anlayacağı “meta- etik” alanıdır. Örneğin, bugün medya’nın partizan bir tutumla okuyucu çekmesinin uygun olup olmaması uygulamalı etik açısından tartışılan bir konudur. Normatif etik’teki yaygın soru ise, örneğin, kişinin birisini korumak amacıyla yalan söylemesinin ahlaki olarak savunulup savunulamayacağıdır. Metaetik ise, “iyi” nin varlığını nasıl doğruladığımızı, ya da her şeyin göreceli olduğunu ve ahlakın sadece birisinin tercihlerinin ifadesi olup olmadığı gibi soruları sorar ve inceler. Başka bir ifadeyle, Ahlaksal yargı ve önermeler içeren çalışmalara “normatif etik” adı verilir. “Meta-etik” adı verilen çalışma yönteminde ise, etik, insanların karar verme, öneride bulunma, uyarma ve davranışlarını değerlendirme sürecinde kullandıkları sözcük ve kavramların incelenmesi anlamına gelmektedir. Normatif etik’te doğrudan doğruya ahlaksal önermeler yapılmasına karşın, meta-etik çalışmalarında, bu ahlaksal önermelerin kullanımları, anlamları ve doğaları, ahlakı neyin oluşturduğu konuları incelenmektedir. 165 1.2. Sosyal Sorumluluk Kavramı Bilim ve teknolojideki olağanüstü gelişmelere karşın, bireyin kendine, ailesine, çevresine, içinde yer aldığı topluma ve dünyaya gitgide yabancılaşması, işyerlerinde aidiyet duygusunun ve kolektif dayanışma duygusunun zayıflaması, doğa ve insan kaynaklarının sorumsuzca yıkıma sürüklenişi gibi, çok kereler geri dönüşsüz bir nitelik taşıyan yıkıcı olgu ve oluşumlar karşısında özellikle bazı özel kuruluşların kurumsal etik değerlere sahip liderleri, 1980”li yılların sonlarına doğru bir araya gelerek, “Ne pahasına olursa olsun; en kısa zamanda en fazla karı hedefleyen” geleneksel firma anlayışına karşı çıkmayı ve “Kurumsal Etik Değerleri” savunmayı ve geliştirmeyi ilke olarak benimsediler. Bu gelişimin ilk ürünü, daha çok Amerikan kökenli 1.000 kadar özel sektör kuruluşunun 1987 yılında oluşturduğu “Toplumsal Girişim Şebekesi” (Social Venture Network USA) oldu. (Özkol, 2007; 73) Bu genel çerçeveden sonra Kurumsal Sosyal Sorumluluğu değişik yazar ve akademisyenler şöyle tanımlamaktadırlar; Sosyal sorumluluk, işletmelerin üretimden tüketime kadar olan bütün aşamalardaki faaliyetleri esnasında topluma zararlı faaliyetler açısından işletmeyi sınırlayan, toplumun refahına katkıda bulunmaya zorlayan ve bunu öngören politikalar, prosedürler ve eylemleri benimsemesi olarak tanımlanabilir. (Özgener, 2009; 161) Bir başka tanım ise, işletmelerin sosyal sorumluluğu, işletmelerin ekonomik faaliyetlerinin topluma zararlı olabilecek etkilerini önlemeye yönelik olarak işletmeyi toplumun yaşamının daha iyileştirilmesi için katkıda bulunmaya zorlayan, toplumdaki değişime uyumu sağlamaya yönelik amaçlar doğrultusundaki faaliyetleri kapsar. (Nalbant, 2005; 194) Bir diğer tanım ise, İşletmenin sosyal sorumluluğu, alınan kararların ekonomik etkilerine olduğu kadar sosyal etkilerine de duyarlı davranmalarını gerektirmektedir. (Aldag ve Stearns, 1991; 112) Robertson ve Nicholson, işletmenin sosyal sorumluluğunun üç temel ilkeye göre belirleneceğini ileri sürmektedir. (Özgener, 2009; 164) Bu ilkeler; Meşrutiyet ilkesi; İşletmenin kurumsal düzeydeki fonksiyonları ve gösterdiği faaliyetler itibariyle topluma karşı sorumlulukları olduğu düşüncesini esas almaktadır. Bu ilke, toplum ile işletme arasındaki kurumsal ilişki ile ilgili olmaktadır ve işletmenin beklentilerini spesifik hale getirmektedir. Kamu sorumluluğu ilkesi; Bir işletme örgütsel düzeydeki fonksiyonları itibariyle toplumdaki birincil ve ikincil ilgi alanıyla ilişkili olarak sosyal 166 yönden sorumluluk üstlenebilir. Bu yüzden bir işletmenin sorumlulukları, faaliyetleri ve çıkarlarıyla ilişkili doğrudan sorunlarla sınırlı olmaktadır. Yönetsel takdir edebilme (discreation) hakkı; Bu ilke, bireysel düzeydeki fonksiyonlar ve ahlaki aktörler olarak yöneticilerle ilgilidir. Temelde sosyal olarak sorumlu sonuçları başarmak için tasarlanan faaliyetlerin seçiminde yöneticilerin sorumluluklarını tanımlamaktadır. Bu bağlamda, çağdaş, sosyal sorumluluk sahibi işletmeleri aşağıdaki şema üzerinden tanımlayabiliriz; Şekil 1: Çağdaş Sosyal Sorumluluk Sahibi İşletme (Kaynak: Özkol, 2007: 106) SORUMLULUK TÜRÜ TOPLUMSAL BEKLENTİ GÖNÜLLÜ SORUMLULUKLAR Toplum tarafından işletmelerden istenen AHLAKİ SORUMLULUKLAR Toplum tarafından işletmelerden beklenen YASAL SORUMLULUKLAR Toplum tarafından işletmelerden istenen EKONOMİK SORUMLULUKLAR Toplum tarafından işletmelerden istenen ÖRNEKLER Başta eğitim olmak üzere toplumla ilgili, toplumu destekleyen programlara işletmelerin gönüllü katılımı Şüphe yaratacak uygulamalardan kaçınma, kanunların ruhuna uygun davranma, ahlaki liderlik yapma Tüm kanunlara uymak, yönetmeliklere bağlı kalmak, çevre kanunu, tüketiciyi koruma kanunu, çalışanları ilgilendiren tüm kanunlara uyma Karlı olmak, satış gelirlerini en büyükleme, maliyetleri (üretim, pazarlama, dağıtım) en küçükleme, akıllıca stratejik kararlar alma, dikkatli bir kar dağıtım politikası uygulama Şekil: 2 Sosyal Sorumluluk Türleri (Kaynak: (Demir ve Songür, 1999; 156)) 167 Temel olarak sosyal duyarlılık kavramı, işletmelerin sosyal konular ve sorunlar üzerinde politikalar geliştirmeleri ve aktif olarak bu sorunlarla ilgilenmeleri anlamına gelir. Bu yaklaşım, sosyal sorumluluk kavramının, kanuni gerekliklerin veya toplumun temel beklentilerinin karşılanmasının ötesinde, işletmelerin sosyal konularda rol alması ve toplumun refah düzeyinin yükseltilmesi ile ilgili öncü bir tavır içinde olması anlamına geldiğini ifade etmektedir. (Sayiner, 2005; 28) İşletme sosyal duyarlığı kavramı ile ilgili iki temel yaklaşım bulunmaktadır. Bunlardan birincisi mikro düzey analize önem veren kuramcıların ifade ettikleri, işletmelerin tekil olarak sosyal duyarlılıklarının nasıl arttırılacağı üzerinde dururlarken, diğer yaklaşım ise, işletme duyarlılığına makro açıdan yaklaşarak, işletmelerden çok hükümetlerin ülkenin sosyal amaçlarını oluşturması gerektiği görüşünü savunurlar. 1.3. Sosyal Denetim Günümüzde hızla ve artan oranda örgütlenen ve bilinç ve duyarlılık düzeyi artan toplumlarda, işletmelerin sosyal sorunlar ile aktif olarak ilgilenmeleri, sosyal sorumluluklarını yerine getirmeleri ve sosyal duyarlılığa sahip olmaları daha çok sorgulanmaktadır. Bu bağlamda da, işletmelerin sosyal sorumluluklarını ne düzeyde yerine getirdiklerini bir sosyal denetim konusudur. Sosyal denetim, bir işletmenin sosyal sorumluluk ile ilgili hedeflerine ne kadar ulaşabildiği üzerine yapılan bir analizdir. Sosyal denetim mekanizması, yaptığı iş ile ilgili olan veya olmayan alanlarda, işletmenin ortaya koymakta olduğu sosyal performans düzeyini periyodik olarak ölçer, değerlendirir ve raporlar. (Rachman, 1996; 63) Sosyal denetim, işletme yöneticilerine sosyal sorumluluk ve sosyal duyarlılık konularında gösterdikleri faaliyet ve çabalarını değerlendirme ve geliştirme olanağı sunmaktadır. Ayrıca, sosyal denetim mekanizmaları sayesinde toplum da işletmelerin sosyal sorumluluk politika ve uygulamalarının ulusal ve uluslararası standartlara uygun olup olmadığını denetleyebilme imkânına sahip olmaktadır. Sonuç olarak, sosyal denetim mekanizmaları ile işletmelerin sosyal faaliyetlerinin topluma olan katkıları ölçümlenebilmekte ve çeşitli alternatif sosyal politika ve faaliyetlerin karşılaştırılması ve kıyaslanması yapılabilmektedir. 168 1.4.Yönetsel Etik Kavramı Yönetsel etik alanındaki akademik çalışmalar 1970’li yıllar itibariyle yoğunlaşmaya başlamıştır. 1980’li yıllarla birlikte yönetsel etik alanında akademik eserlerin / makalelerin sayısında artışlar gözlenmeye başlamıştır. Yönetsel etik, müşteriler, işletme sahipleri, hissedarlar ve yöneticilerin rekabet halinde olan çıkarlarını uzlaştırmaya ilişkin çabalardan dolayı ortaya çıkmıştır. Yönetsel etik, yöneticiler için ahlaki kriterlere dayalı bir sorumluluk anlayışının geliştirilmesini öngörmektedir. (Özgener, 2009; 95) Yönetsel etik, kişilerin birbirleri ile ve çalıştıkları kurumlar arasındaki ilişkilerini düzenleyen ve yönlendiren normları ve davranış standartlarını inceler, işletmelerin en önemli hedefinin para kazanmak olduğunu düşünen ve işletmelerin bu hedeflerine ancak para kazanmak hırsıyla ve açgözlü bir şekilde çalışarak ulaşabileceklerini, bu anlayış ile faaliyet göstermeleri gerektiğini savunan düşüncelerden farklı olarak yönetsel etik düşüncesi işletme faaliyetlerini ahlaki açıdan inceler, değerlendirir ve yorumlar. (Flippo ve Gary ve Munsinger, 1982; 71) Yönetsel etik, örgütsel amaçlara ulaşmak ve işleri başarmak için yöneticiler veya örgütler tarafından geliştirilen davranış standartları ve ahlaki kurallar olarak tanımlanmaktadır. (Bartol ve Martin, 1994; 102) Yönetsel etik, etiğin temel problemi olan iyi ve kötü ayrımının ortaya çıkarılması hedefinden yola çıkarak, yöneticilerin iş görenlere ve işin kendisine karşı tutumlarında iyi ve kötüyü sınıflandırmaya çalışır. Bu bağlamda yönetsel etiğin ana amacının normatif bir metodoloji ile, yönetici tutumlarının “nasıl olması gerektiği” ve “ nasıl olmaması gerektiği” belirlemek olduğu söylenebilir. (Dağdelen, 2005) Yönetsel etik kavramının ortaya çıkışındaki temel etken çıkar çatışmalarıdır. Genel olarak her ahlaki problemin bir çelişkiden kaynaklandığı düşünülürse, yönetsel etik problemleri de işletmelerin hissedarları, çalışanları, müşterileri, tüketicileri, tedarikçileri ve toplum arasındaki çıkar çatışmalarından kaynaklanmaktadır. Bu gruplar arasında çıkar çatışmaları olmasa idi, yönetsel etik kavramına da ihtiyaç duyulmayacaktı. Dolayısıyla yönetsel etik bu çıkar çatışmalarının çözümünde kullanılan bir yöntemdir. 1.6. Etik İkilemler Yönetsel etik, bir yandan etik ikilemlerin çözümünü kolaylaştıran ve bu anlamda işletme politikalarının üretilmesinde yol gösterici bir işleve sahip 169 olan diğer yandan da işletmenin iç ve dış çevresinde etik-dışı davranışların oluşmasını engelleyici bir işleve sahiptir. Etik ikilem kavramı, birbiri ile çatışan fakat aynı zamanda da etik açıdan geçerliliği olan ifadeler ile savunulabilen iki durum arasında kalma hali olarak tanımlanabilir. (Rachman, 1996; 87) Yöneticiler, ahlaki ikilemleri çözmek için kullanışlı karar verme araçlarını ve ahlaki olmayan davranışa yol açan baskıları belirleyerek, uygulamaları başlatabilmekte ve örgüt içinde ahlaki davranışı teşvik etmeye yönelik politikalar ve prosedürler tasarlamaktadır. (Özgener, 2009; 121) Tüm etik ikilemlerin ortak noktası, birbirleri ile çatışan durumların iki veya çoğunlukla çok sayıda insanın çıkarlarını etkilemesidir. Etik ikilem ile etik-dışı davranış veya başka bir ifade ile etik sapmanın karıştırılmaması gerekir. Etik sapma, bir bireyin etik-dışı davranma halidir. Etik ikilem ise, işletmenin çıkarları ile çalışanların, müşterilerin, tedarikçilerin, hissedarların, toplumun, devletin ve rakip firmaların çıkarları arasında bir çatışma olduğu ve alınacak kararın her iki açıdan da etik düşünce yönünden savunulabileceği veya ret edilebileceği veya işletmenin çıkarlarına uygun bir kararın, kimsenin çıkarlarını zedelemese dahi etik açıdan sorgulanabileceği bir durum ile karşı karşıya kalınması halidir. (Sayiner, 2005; 48-51) Ahlaki sorun (etik sapma) ile etik ikilemin özelliklerinin karşılaştırılması (Tooffler, 1986; 22) AHLAKİ SORUN AHLAKİ İKİLEM Tayin etmek kolaydır. Şartlar ve çevreye göre değişir. Spesifik bir ortamın dışındadır. Tayin etmek zordur. Sorunun ahlaki olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Bir tek çıkar grubunun iddialarını ifade eder. Bir değerin doğru veya yanlış olduğunu açıkça ifade eder. Bireylerin isterlerse doğru şeyi yapabileceğini varsayar. Spesifik bir bağlam içinde gömülüdür. Vakanın veya olayın ahlaki olup olmadığı konusunda bir anlaşmazlık vardır. Çok yönlü, sık sık yarışan, çatışan çıkar gruplarının iddialarını ifade eder. Bir değerin doğruluğunu veya yanlışlığı konusunda tartışmaya açık bir durum söz konusudur. Bireylerin “doğru şeyi” yapmak istediğini varsayar. Ancak birey onun ne olduğunu bilmemekte veya onu yapacak kapasiteye sahip değildir. 170 Tooffler, işletmelerde ahlaki ikilemlerin ortaya çıkmasını ve yönetimini etkileyen faktörleri iki grupta toplamaktadır. (Özgener, 2009; 123) Bireysel Faktörler: İşletmelerde ahlaki ikilemlerin ortaya çıkmasını ve yönetimini etkileyen bireysel faktörler şunlardır; Yöneticinin işe ilişkin algıları, görev gereksinimleri, açık ve kesin roller, seçimin elverişliliği, işe bağlılık ve işin faydası, sevdikleri veya sevmedikleri şeyler. Kişisel özgeçmiş ve özellikler, sorumluluk, rol sorumluluğu ve kapasite sorumluluğu. Örgütsel Faktörler: İşletmelerde ahlaki ikilemin ortaya çıkmasını ve yönetimini etkileyen örgütsel faktörler şunlardır; Politikalar, kurallar ve prosedürler, Sistemler ve İşin yapılma tarzı Ahlaki ikilemler; çıkar çatışmaları, kişilik özellikleri, açıklık düzeyi ve çıkar gruplarına karşı sosyal sorumluluk olmak üzere dört temel konu üzerine odaklanmaktadır. Ahlakı ikilemler konusundaki kararlar, her zaman güçlükle verilebilen kararlardır. Ahlaki ikilemleri çözme konusundaki araçlar, öncelikle ikilemleri çözmede bir çerçeve sunmakta ve bu konuda karar vermek için bazı ölçütler ortaya koymaktadır. Ahlaki sorunlarda olduğu gibi karar verme ile ilgili yöntemlerin de her zaman evrensel olarak kabul görmediği dikkat çekicidir. Sonuç olarak, işletmelerde yönetsel etik kavramının uygulama sürecinde, etik-dışı davranışlar da olduğu gibi etik ikilemler ile de karşılaşılacağı açıktır. Dolayısıyla etik-dışı davranışların tespiti gibi, etik ikilemlerin de, (her ikilem ayrı ayrı incelenerek) tespiti yapılarak, etik ikilemler ile ilgili çatışan görüşler ayrı ayrı değerlendirilerek ortaya konmalıdır. Etik ikilemler ile ilgili örgütsel karar modellerinin kurulabilmesi ve karar süreçlerinin oluşturulması için örgüt içinde etik programları uygulayıcılarına gereksinim vardır. II. Sosyal Sorumluluk ve Yönetsel Etik Kavramları Arasındaki Farklar Sosyal sorumluluk kavramı ile yönetsel etik kavramı arasındaki farkın ortaya konması yönetsel etik kavramının daha iyi anlaşılması için önemlidir. Çoğu kez işletme hayatının pratiğinde bu iki kavram arasındaki farklar göz ardı edilerek birbirlerinin yerine kullanıldığı gözlemlenmektedir. Yönetsel etik ile kurumsal sosyal sorumluluk arasındaki en temel fark, işletmenin sosyal sorumluluk düşüncesiyle işletmenin içsel yükümlülüklerinin dışında da faaliyetlerde bulunmasıdır. Bu anlamda, 171 işletmenin sosyal sorumluluk düşüncesiyle geliştirdiği faaliyet ve projeler, bu işletmenin içsel süreçlerinde de yönetsel etik düşünce ve uygulamalarına uygun davranışlarda bulunduğu ve tüm karar süreçlerinde etik kriterleri dikkate aldığı anlamına gelmez. Kuşkusuz, işletmeler açısından, kimi faaliyet ve uygulamalar hem yönetsel etik hem de sosyal sorumluluk gereği olarak ortaya çıkabilir. Örneğin bir işletmenin farklı din, ırk, cinsel tercih, özürlü çalışanlar vb farklılıklara sahip kişileri işletmesinde çalıştırması hem sosyal sorumluluğun hem de yönetsel etik kavramının içine girecek uygulamalar iken, örneğin işletmenin özürlü kişilere özel arabalar dağıtılması ile ilgili bir proje geliştirmesi, işletmenin sosyal sorumluluk performansı ile ilgilidir. Tekrar etmek gerekirse, işletmenin yönetsel etik performansı, işletmenin tüm faaliyetlerinin etik uygunluğu ile ilgilidir. Sosyal sorumluluk performansı ise, işletmenin çevresine ve topluma karşı geliştirdiği sosyal faaliyet ve projeler ile ilgilidir. İşletmenin sosyal sorumluluk performansı dolaysız bir şekilde onun etik performansını göstermez. III. Ahlaki Karar Verme Yaklaşımları Bu bölümde, yine değişik filozofların düşüncelerinden derleyerek, etik karar verme yaklaşımlarını dört ana başlık altında anlatacağız. Etik karar verme yaklaşımları ile ilgili olarak geliştirilen yorumlar ve teoriler kendi aralarında oldukça farklılıklar taşımasına rağmen üzerinde genel olarak fikir birliğine varılmış dört temel yaklaşım vardır. Bunlar; Fayda Yaklaşımı, Bireysellik Yaklaşımı, Ahlaki – haklar Yaklaşımı ve Adalet Yaklaşımıdır. (Daft, 1997; 136) 3.1. Fayda Yaklaşımı 19. yy İngiliz faydacılarından Jeremy Bentham (1748-1832) ve John Stuart Mill (1806-1873) ve Amerikalı bilim adamı John Rawls den her biri kabul görmüş, ancak birbirinden farklı ahlaki ya da etik davranışlar tanımlamışlardır. 19. yy filozofları Jeremy Bentham ve John Stuart Mill tarafından ortaya atılan fayda yaklaşımı, ahlaki davranışın en büyük sayı için en büyük faydayı ürettiğini savunmaktaydı. Bu yaklaşım altında, karar veren kişiden, her kararın alternatifinin bütün bölümlerdeki etkisini düşünmesi ve en çok sayıda insan için memnuniyet sağlayacak olanını seçmesi beklenmektedir. (Khera, 2001; 29) Fayda yaklaşımı iki temel başlık altında incelenmiştir. Bunlardan birincisi eylem faydacılığı diğeri ise kural faydacılığıdır. 172 Eylem faydacılığı temsilcileri arasında J. Bentham sayılmaktadır. Eylem faydacıları, bir eylemin doğruluğunu veya yanlışlığını, spesifik durumlarda bireysel eylemlerin iyi veya kötü sonuçlarıyla saptanması gerektiğine inanmaktadırlar. Ancak bir eylemin doğruluğu, arzulanabilir bir hedefe katkısına bağlı olmaktadır. Aynı eylem bazıları için mutluluğa, bazıları için de acıya sebebiyet verebilir. Bir eylem genel mutluluğa neden olduğu ölçüde doğru, genel mutsuzluğa yol açtığı ölçüde ise yanlıştır. (Özgener, 2009; 41) Bu teoriye ilişkin bazı sorunlar vardır, şöyle ki, bir eylemin başkaları açısından ne tür sonuçlar doğuracağını öncesinde anlamak zordur ve dolayısıyla bir eylemin ahlaki olup olmadığına karar verebilmek için her durumda yeniden bir başlangıç yapmak gerekir ki bu da mantığa aykırıdır. Kural faydacılığı J.S. Mill’in temsil ettiği bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, hangi eylemin değil, hangi kuralın daha fazla fayda getireceği üzerinde durulmaktadır. Bu bakış açısının temel amacı, en çok insana en çok faydayı sağlayan kural ve ilkeleri bulabilmektir. Kural faydacılığı, bir davranışsal kod veya kuralın benimsenmesinin sonuçları, herkese zararlı olmaktan çok yararlı oluyorsa, o kuralın ahlaki olduğunu savunan faydacılık biçimidir. Kural faydacılığını savunanlar, davranışın ahlaki olup olmadığını belirleyen ölçütlerin saptanan kural ve ilkeler olduğunu ileri sürerler. Ahlaki bir kural, bütün durumlarda bütün bireyler için en iyi sonuçları ortaya çıkaran kuraldır. İnsanlar kurallara bağlı kaldığı sürece faydaları artacaktır. (Özgener, 2009; 41) Fayda yaklaşımda temel olarak, katlanılacak toplam maliyetler ile elde edilecek toplam fayda karşılaştırılarak en az maliyetle elde edilecek en yüksek fayda bireylere önerilmektedir. Bu yaklaşımda esas olan çoğunluk için fayda yaratmaktır. Kuşkusuz bu noktada, çoğunluk için en yüksek faydayı yaratma çabası bireyin temel haklarını kısıtlama ile de sonuçlanabilir ki bu yaklaşımın en temel sorunlarından biri de budur. Bu yaklaşımda görülen bir diğer önemli sorun ise, faydadan yararlanacak olanların ya da belli maliyetler üstlenecek olan tarafların tüm unsurlarını önceden kestirmek ve ölçebilmek kolayca mümkün değildir. Ayrıca bu yaklaşımın en belirgin ve tipik sorunlarından biri de çoğunluğun faydasının azınlık üzerinde yükleyeceği maliyetleri göz ardı etme temelinde kurulmuş olmasıdır. Faydacı yaklaşıma göre karar alırken, çoğunluk için en faydalı olan alternatif, azınlıkta kalmış olan bir grup insana ne kadar zarar verirse 173 versin, kabul görebilmektedir. Bu yaklaşımda tek ölçüt çoğunluğa en yüksek faydayı sağlayabilmesidir. Ve bu yaklaşım hala günümüz işletmelerinde de fayda-maliyet analizi yöntemi ile karar süreçlerinde kullanılmaktadır. Faydacılık yaklaşımı, kullandığı kavram ve yöntemler ile işletme organizasyonlarına kolayca uygulanan ve esas itibariyle de kar maksimizasyonu sistemini (firma teorisi) desteklemekte ve haklı çıkarmaktadır. 3.2. Bireyselcilik Yaklaşımı Bireyselcilik yaklaşımına göre, etik davranış, bireyin uzun vadeli çıkarlarını oluşturmasına en uygun olan davranıştır. (Daft, 1997: 144) Faydacılık eğer bir tür sosyal hedonizm biçimi olarak tanımlanabilirse, bireyselcilik yaklaşımı da, davranışların bireylerin uzun dönemli yararlarını gözettiğinde ahlaki olduğunu / olacağını ileri sürmektedir. Bu yaklaşıma göre birey, olası tüm alternatifleri uzun vadeli bireysel çıkarlarına göre değerlendirecek ve değerlendirmesinin sonunda kendisine uzun vadede en fazla yararı sağlayacak seçenekte karar kılacaktır. Bu yaklaşımın ana fikri tüm insanların temel haklarının olduğu ve bu hakların öz güven ve kişisel özgürlük için gerekli olduğudur. Bu haklar, bireyin bir sosyal topluluğa ait olup olmamasına bağlı değildir. Bu yaklaşım ünlü filozof Emmanuel Kant’ın yaklaşımı ile bağdaştırılabilir. Kişilere saygı göstermek, insan haklarına yol göstermektir. Buna göre, bir davranışı gerçekleştirirken kendimizi kandırmadan uygulayabilmek önemlidir. Örneğin, sahtekârlık yapmak ya da yalan söylemek bu durumda sınıfta kalır. Eğer sahtekârlığı yapan kişi kendinden başkası bunu yapmamış ise kazanır. Ama eğer herkes yapıyorsa bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca herkesin haklarına saygı göstermek onlarında çevrelerine saygı göstermesine neden olmaktadır. (Ülgen, 2003; 45) 3.3. Ahlaki-Haklar Yaklaşımı Haklar teorisi, yükümlülükler ve ilkelerden ziyade daha çok haklar üzerine kurulmuştur. Ahlaki haklar yaklaşımı, verilen kararlar sonucunda bireyin sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin elinden alınamayacağı görüşünü ileri sürer. Bu nedenle “ahlaki açıdan doğru olan karar, karardan etkilenen insanların haklarını en iyi savunandır” şeklinde açıklanabilir. (Ülgen, 2003; 46) T. Hobbes, ahlakın din ve metafizikle temellendirilmesine karşı çıkarak, deneysel gerekçelere dayalı bir ahlakın var olabileceğini savunmuştur. Hobbes’a göre, her ahlak ve hukuk düzeninin temel amacı barışın 174 kurulmasıdır. Barış için tek koşul, başkalarına da kendi kadar hak tanımak ve başkalarına karşı kendi özgürlüğünü aynı şekilde sınırlamaktır. Haklar teorisi, bütün bireyler ve grupların belli temel hak ve özgürlüklerini korumayla tutarlı karar ve davranışları kapsar. Doğal hukuk ve liberalizm öğretisinin toplum yaşamında egemen kılınmasıyla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, evrensel düzeyde ele alınan ve bağlayıcı kurallar durumuna getirilen insan hakları konusu, günümüzde toplumların politik ve ahlaki açıdan en önemli göstergelerinden biridir. Amaç bireylerin yaşama, düşünce, konuşma, inanç, haberleşme, seyahat vb. özgürlüklerini ve haklarını güvence altına alan yönetsel bir aygıtın oluşturulması ya da varolan devlet yapısının bu amaca uygun olarak yeniden düzenlenmesidir. Kuşkusuz bu süreçte politik ve hukuksal düzenlemelerin yanı sıra, bireylerin insan olmaktan kaynaklanan haklarının neler olduğunu bilmeleri ve istemeleri için kültürel yapıda da önemli ölçüde değişime gereksinim vardır. (Özgener, 2009; 46) Daft, bir karar alınırken dikkate alınması gereken temel hakları aşağıdaki gibi açıklamıştır; (Daft, 1997: 145) Hür irade ile davranma hakkı Özel hayatın dokunulmazlığı hakkı Vicdan hürriyeti İfade özgürlüğü hakkı Adil yargılanma hakkı Güvenli ve sağlıklı bir şekilde yaşama hakkı Haklar teorisinin ilkeleri, faydacılık yaklaşımının karşıtı olarak ta düşünülebilir. Ahlaki haklar değerlendirildiğinde, ahlaki muhakeme yapmanın odak noktası toplum değil, birey olmaktadır. Oysa faydacılık, genel toplum refahına göre ikinci planda olacak şekilde bireysel kazançları dikkate almaktadır. (Özgener, 2009; 46) Dolayısıyla, etik bir karar alırken ortaya çıkabilecek en önemli sorun, haklar teorisi ile faydacılık yaklaşımının çeliştiği noktadadır. Yoksa herhangi bir durumda, tek bir bireyin hakları ile çelişmeyen, tek bir bireyin bile zararına olmayan ve herkesin yararına olacak, böylesine bir kararı almak çok kolaydır. Toplumsal ve örgütsel yaşamda, kimi zaman kararların temel haklar yaklaşımına göre yanlış, fakat buna karşın faydacılık bakış açısına göre ise doğru olarak verildiği söylenebilir. 175 3.4. Adalet Yaklaşımı John Rawls (1921- 2002) hem Kantçı hem de faydacılık felsefesinin öğelerini kullanarak, sosyal ve siyasi kurumların ahlaki açıdan değerlendirilmesine yönelik bir yaklaşım geliştirmiştir. Rawls, teleolojik ve deontolojik teorilerin güçlüklerinden kaçınırken, onların güçlü yanlarını kullanmaya çabalayan bir ahlak teorisi ortaya atmıştır. Adalet teorisi, eylemlerin ve politikaların dağıtım ile ilgili etkileri üzerine odaklanmaktadır. Bu teori, karar vericinin eşitlik, doğruluk ve tarafsızlık ilkelerini esas alacak şekilde davranmasını ve yol göstermesini savunur. (Özgener, 2009; 47) Bu teori, ne faydacı yaklaşımda istenen karmaşık hesaplamaları, ne de bireycilik yaklaşımının ön gördüğü gibi birey yararını haklı çıkarmayı gerektirir. Yöneticilerin, çalışanlarının hangi özelliklerinden dolayı onlara farklı davranıldığını ve ne tip durumlarda farklılıkların kabul edilir olduğunu tarif etmeleri beklenir. (Ülgen, 2003; 47) Adalet yaklaşımına göre, bir kararı alırken, ahlaka uygun hareket edildiğini söyleyebilmemiz için, karar alma sürecinin eşit, adil ve yansız olma ilkelerine göre işletilmesi gerekir. (Daft, 1997; 145) Adalet teorilerinin üç temel kategorisi (Daft, 1997; 145-146) ; “Sınıflandırmada adalet”, “yöntemde adalet”, “Ödüllendirmede / cezalandırmada adalet” dir. Sınıflandırmada Adalet: İnsanların tarafsız ve doğru kriterlere göre (keyfi olmayan) sınıflandırılması ile ilgilidir. Benzer durumlarda bireylere benzer şekillerde davranılmalıdır. Örneğin, aynı mesleği icra eden kişilere aynı ücret politikası uygulanmalıdır. Fakat eğer mesleki yetenek ve/veya mesleki sorumluluk alanlarında farklılıklar varsa, o oranda farklı davranılmalıdır. Yöntemde Adalet: Kural ve yöntemlerin herkes için açıkça belirgin olması ve kuralların uygulanırken istikrarlı, adil, tutarlı ve tarafsız uygulanması gerekliliğini savunmaktadır. Ödüllendirmede / cezalandırmada Adalet: Bireylerin başarı ve başarısızlık halinde başarı veya başarısızlığa kendi katkıları oranında ödül veya ceza sistemine bağlı olmaları gerekliliğini savunmaktadır. 176 Adalet teorilerinin ileri sürdüğü bazı önemli düşünceleri aşağıdaki gibi açıklamak mümkündür; (Özgener, 2009; 48) Adalet, sosyal dağıtım sistemleriyle yakından bağlantılıdır. Eşitliğe, gereksinime, çabaya, katkıya ve yeteneğe göre toplumsal kaynaklar dağıtılmalıdır. Birçok sosyal sistem, beş kriterin tümünü kullanır. Örneğin; eğitim teorik olarak eşit bir biçimde dağıtılmalı; refah ise, gereksinimlere bağlı olarak dağıtılmalıdır. Eylem yüksek düzeyde işbirliğine yol açıyorsa ahlakidir, aksine düşük düzeyde işbirliğine yol açıyorsa ahlaki olmayan bir eylem olmaktadır. Toplumun kaynakları en büyük kazancı sağlayacak ve en önemli dezavantajları ortadan kaldıracak şekilde dağıtılmalıdır. Bir toplum, toplumun en iyisinin başarısıyla / davranışıyla değerlendirilemez, aynı şekilde en kötüsünün başarısızlığıyla / davranışıyla da yargılanamaz veya değerlendirilemez. Adalet teorilerinin öne çıkan güçlü yönleri olarak, demokratik yönetim, toplumsal yapıda sosyal sınıfların baskınlığına izin vermemesi ve bu bağlamda da, azınlıkların (engellilerin, zayıf ve fakirlerin vb) fırsat ve toplumsal kaynaklardan eşit düzeyde pay almalarının gözetilmesi olarak özetlenebilir. Örgütler açısından yukarıda özetlediğimiz dört temel etik yaklaşım düşüncesinden sadece birinin uygulanabileceğini söylemek doğru olmaz. İdeal olarak, tek bir bireyin bile haklarını ihlal etmeden ve çoğunluğun faydasına da olacak sonuçları elde edebilmek için bu fikirlerin bir kombinasyonunu yapmak gerekebilir. Bireyler gibi örgütlerinde kendi etik davranışlarını belirleyen ve etik karar alma modellerine kaynaklık eden değer sistemleri bulunmaktadır. Örgütsel düzeyde etik davranış modellerinin oluşturulması çok yönlü faktör gruplarının etkisi altındadır ve bu faktörler karar verme süreçlerini etkiler ve yönlendirir. Aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi, örgütlerdeki etik davranış modeli oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. 177 Şekil: 3 Örgütlerde Etik Davranış Modeli (Kırel, 2000; 76) 4. Yönetsel Etiğin Kurumsallaşma Süreci Etik davranışın belirlenmesi sürecinde örgütsel kültürün önemine ilişkin yukarıda belirtilen tespitten sonra, bu bölümde, organizasyonlarda yönetsel etik programının uygulama sürecini ve bu uygulamaların organizasyonda kurumsallaşma süreci ele alacağız. Yönetsel Etiğin Kurumsallaşma Süreci Şekil: 4 Yönetsel etiğin kurumsallaşması (Arslan ve Berkman, 2009;111) Örgütlerde yönetsel etik programının uygulanma sürecine ilişkin bilgilerden önce, bu aşamada bireylerin ahlaki gelişim düzeyleri ile ilgili kuram geliştiren L. Kohlberg’in yaklaşımlarına kısaca bakmakta yarar var. 178 Harvard Üniversitesi profesörlerinden Lawrence Kohlberg 1970’li yılların başından itibaren ahlaki eğitim konularına eğilmiştir. Kohlberg’in ahlaki gelişim teorisi İsviçreli psikolog Jean Piaget ve Amerikalı felsefeci John Dewey’in düşüncelerini temel alarak oluşmuş ve James Mark Baldwin’den etkilenmiştir. (Ülgen, 2003; 14) Kohlberg’in kişisel ahlaki gelişim modeline baktığımızda; (Ülgen, 2003; 15) Şekil: 5 Lawrence Kohlberg’in Ahlaki Gelişim Teorisi (Kaynak: Robert N. Barger, “A Summary of Lawrence Kohlberg’s Stages of Moral Development” (Çevrimiçi), htpp://www.cs.unca.edu/~manns/LawrenceKohlberg.doc) Geleneksel öncesi (Preconventional) ahlak düzeyi: Bu düzeyde otoriteye körü körüne bağlılık söz konusudur. Bu evrede, bireyler fiziki cezalardan korktukları için kurallara uygun hareket etmeye özen göstermektedirler. Bu evrede tipik olarak cezadan kaçma ve ödüle yaklaşma eğilimi söz konusudur. Bu evrenin ortaya koyduğu anlayışın, organizasyonel yapı içerisinde, otoriter liderlik tarzının belirgin olduğu bir liderlik anlayışını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu evre, bireysel faydanın maksimize edildiği bir evredir ve bireyler kendi çıkarları için etik kurallara uygun hareket etmeyi seçmektedirler. Geleneksel (Conventional) ahlak düzeyi: Bu düzeyde, birey, toplum ile uyumu sağlamak isteği için ahlaka uygun hareket etmektedir. Diğer bir ifadeyle, bu evrede, birey, toplumun ahlaki değerlerini korumak için de ahlaka uygun hareket etmektedir. Bu evrede, bireyler, ailelerinin, meslektaşlarının, sosyal çevrelerinin, toplumun iyi 179 davranış olarak ön gördüğü beklentilerini yerine getirmeyi öğrenirler. Bu evrede, sosyal ve kişilerarası sorumlulukları yerine getirmek önemlidir. Organizasyonel yapıda, yöneticiler tarafından, grup çalışması ve yardımlaşmayı esas alan bir liderlik tarzı kullanılır. Bu düzeyin ikinci evresinde ise, bireyin kanunlara uygun davranmaya özen göstermesi ve görevinin gereklerini azami şekilde yerine getirmeye çalışması söz konusudur. Geleneksel sonrası (Postconventional) düzeyi: Bu evrede, bireyler çoğunluğun tutum ve düşüncelerine ters düşmeyi göze alarak ahlaki değerleri ilkeli bir şekilde savunurlar. Bu evrede eğer bir etik çatışkı söz konusu ise, bireyler çoğunluğun uygulayacağı yaptırımları bile göze alarak etik ilkelere uygun davranmayı seçerler. Bu düzeyin ikinci evresi ise, evrensel etik ilkelere ve vicdana dayalıdır. Örneğin, üstlerinden gelen emirlerin başkalarına zarar vereceğini düşünen bir yöneticinin kişisel ahlak anlayışıyla çatışan bu durumu gerçekleştirmeye direnmesi, bu kişinin ahlaki gelişiminin en yüksek düzeyinde bulunduğunu göstermektedir. Lider konumundaki yöneticiler bu gelişim düzeyinde çalıştıklarında, izleyicilerinin ihtiyaçlarına odaklanıp, ihtiyaçları karşılamak için, dönüştürücü (Transformative) liderlik tarzını kullanırlar. (Ülgen, 2003; 16) Kohlberg’e göre, lider konumundaki yöneticilerin çoğunluğu ahlaki gelişme düzeyinin ikinci evresindedir. Birinci düzeyi aşamayan lider yönetici sayısı çok azdır. Üçüncü düzeydeki liderler, organizasyonun içindeki ya da dışındaki bireylerin beklentilerine aldırmadan bağımsız, etik olarak hareket edebilirler. Ahlaki gelişimin üçüncü düzeyindeki bu lider yöneticiler, verecekleri kararların sonuçları organizasyonu ne yönde etkileyecek olursa olsun, etik kararlar vereceklerdir. Kohlberg ve Piaget’e göre çoğu ahlaki gelişim sosyal etkileşim ile oluşmakta ve gelişmektedir. Bireyler bu düzeyleri teker teker geçer. Düzeyler arasında atlamalar söz konusu olmamaktadır. (Ülgen, 2003; 16) Yönetsel etik programı işletmelerde kişilerin ahlaki düzeylerini geliştirmeyi amaçlar. Bireyler değişik ahlaki düzeylerde bulunmaktadırlar ve bu nedenle örgütün personel seçimi süreci, mülakatlar, testler ve diğer yöntemler ile mümkün olduğunca etik açıdan istenmeyen özelliklere sahip olduğu düşünülen kişiler elenmelidir. Yönetsel etik programı, bir süreç dahilinde uygulanırken iki olgu hayati öneme sahiptir. Birincisi, yönetsel etik programı ile bireylerin ahlaki gelişim 180 düzeyleri yükseltilmelidir. İkinci olarak, program günlük faaliyetler ile bütünleştirilmelidir. (Sayiner, 2005; 107) Lisa Dercks (2001) makalesinde 1999 yılında Avrupa Komisyonunda yaşanan ahlak dışı olaylar sonucu ortaya çıkan problemleri ele almış ve bu bağlamda komisyona bir etik programı önermiştir. (Sayiner, 2005; 108) Bu program; Örgütsel değerlerin tespiti Etik davranış kodlarının geliştirmesi, Örgütsel değerlerin tespiti Bir etik komitenin kurulması, Etik ilkelerin benimsenmesi üzerine katılımın zorunlu olduğu bir programın oluşturulması, Performans değerlendirme sistemine etik değerlendirme kavramının yerleştirilmesi, Üst yönetimin liderlik yapabilmesi için etik konularda eğitim programına alınması, Sistemin işleyişini denetleyebilmek için bir sosyal denetim kurumu oluşturulması / anlaşılması süreci olarak oluşmakta idi. Bu çerçevede yönetsel etiğin kurumsallaşma sürecini ana hatları ile şu şekilde tarif edebiliriz. (Arslan ve Berkman, 2009;112) Üst Yönetimin; Gerekliliğine inanması, Önderlik göstermesi, Hazırlık çalışmalarını yaptırması, Uzun dönemli bir perspektif gözetilmesi (3-5 yıl) Kapsamlı bir yaklaşım benimsenmesi (Tüm faaliyetleri ve kişileri kapsar şekilde) Etik Kod Hazırlanması; Firmanın değerlerinin/önceliklerinin belirlenmesi İlgili olabilecek kodların değerlendirilmesi Firmaya en uygun (sektörü, faaliyetleri, kültürü, paydaşları ve çevre ile ilişkileri bakımından) kodun ana hatlarının geliştirilmesi Bu süreçlerde gerekiyorsa dışarıdan uzman yardım alınması Bu süreçlerde, uygun bir aşamada, firma içindeki çeşitli kademelerden uygun yöntemlerle katkı ve görüş alınması 181 Kodda genel ilkeler kadar firma açısından hassas konularda ya da görevlerde bulunanlar için ayrıntılı düzenlemelere yer verilmesi (gri alan bırakılmaması) Kodun yürütülmesinden sorumlu olanların belirtilmesi Kod ilkelerine ve davranış kurallarına aykırılıklar halinde, yaptırımların ve süreçlerin açık bir şekilde belirtilmesi Etik Kodun Uygulanması; Kodun tüm metninin, önemi, gerekliliği ve yararı hakkında açıklamalar ile tüm çalışanlara ulaştırılması Kod ve uygulanışı hakkında bilgi ve sorular için etik görevlilerin isimlerinin ve irtibat bilgilerinin verilmesi Etik Kurul ve Görevliler; Etik yapılanmanın çatısı için etik kurulun oluşturulması (Kurulda firma dışından üyeler de görev alabilir) Departmanlarda etik görevlilerin belirlenmesi (Ombudsman ya da etik danışmanı isimlendirmesi de olabilir) Sorun bildirme kanallarının çeşitlendirilmesi ve açık tutulması Etik Eğitimi; Önemi, gerekliliği ve yararı hakkında bilgilendirme yapılması Üst kademelerden başlatılıp, tüm kademelerdeki personeli kapsaması Değişik kademelerde ve pozisyonlarda çalışanlar için farklı programlar (İçerik, yöntem, eğitmen bakımlarından) uygulanması İK Uygulamaları; Etik davranışları ödüllendiren, etik dışı davranışları da cezalandıran uygulamaların yaygınlaşması Performans değerlendirme unsurları arasına etik davranışın dahil edilmesi Yıllık etik değerlendirme yapılması İşletmenin Karar ve Uygulamaları; Etikliğin tüm karar ve uygulamalarda yerleşiklik kazanması Paydaşlar ve toplum ile sağlıklı ilişkiler oluşturulması 182 Toplumsal yaşam kalitesine sosyal sorumluluk projeleri ile katkıda bulunulması Etik Denetim ve Değerlendirme; Tüm etik ilintili süreçlerin denetiminin ve değerlendirilmesinin, mümkünse, dış kuruluşlara yaptırılması ve sonuçlarının yayınlanması “Etik yönetim” ve etik yönetimi” boyutlarında performansın saptanması ve gerekiyorsa işlem, araç ve süreçlerin revize edilmesi Yukarıda izah edilen süreç etkin şekilde takip edilerek yönetsel etik programının örgüt içinde kurumsallaştırılması sağlanabilir. 4.1. Yönetsel Etik Uygulama Programları Yönetsel etik kavramının işletmelerde nasıl uygulanacağı konusundan önce işletmelerde etik sorunların tanımını yapmak ve kaynaklarını belirlemek ve etik-dışı davranışların neler olduğunu ortaya koymak gerekir. Kreitner, işletmelerde görülen etik- dışı davranışları şu şekilde belirlemiştir. Bir işletmenin diğerinden personel çalması, bireysel çıkar çatışmaları nedeniyle organizasyona zarar verme, Ürün / hizmet kalite kontrollerinin yeterli özende yapılmaması, jestiyonların kötüye kullanımı, doğal çevreyi kirletme / tahrip etme, geçici ve haksız işten çıkartmalar, işletme varlıklarının israfkar ve kötüye kullanılması, rakiplerin sahip oldukları bilgileri ahlaka uygun olmayan yöntemlerle elde etme, doğru olmayan muhasebe ve defter kayıtları, aşırıya kaçan hediyelerin kabulü, yanıltıcı reklamlar, rüşvet ve işletme içi yapılan parasal alışverişler olarak belirlenmiştir. (Kreitner, 1995: 151-152) 4.2. Yönetsel Etik Programı Uygulayıcıları Örgütlerde yönetsel etik programlarının uygulanmasından sorumlu birimler olarak ilk akla gelen, organizasyon yapısı içinde yer alan yönetsel etik komitelerdir. Yönetsel etik komiteleri, organizasyon içerisinde etik uygulamaların sürdürülmesi ve kurumsallaştırılması ile ilgilidir. Ve işletme organizasyonu bir bütün olarak tepe yönetiminin önderliğinde yönetsel etik komitelerini oluşturmalıdır. Etik komiteler, örgütlerde yönetsel etik düşüncesinin gerçekleşmesi ve yerleşmesi amacıyla, organizasyonun bütünüyle katılımı ve onayıyla tayin edilerek görevlendirilmiş ve özellikle örgütsel faaliyetler içinde meydana 183 gelmiş etik ikilemler söz konusu olduğunda karar verici konumda veya danışman konumunda olan birimlerdir. Etik komiteler, örgütlerde etik kodlarının belirlenmesi, uygulanması, kodların ihlali halinde yaptırımların belirlenmesi ve etik ile ilgili konularda, örgüt üyelerinin eğitimi ve geliştirilmesi ile ilgili birincil sorumluluk üstlenmiş gruplar olarak tanımlanabilir. Birçok işletme açısından iş etiğinin kurumsallaşmasını gerekli kılan nedenler şunlardır; (Özgener, 2009; 126) Yönetim kadrosunun ihtiyaç duyması Profesyonel yönetim anlayışının yaygınlaşması Kamuoyunun işletmeleri ahlaki davranmaya zorlaması ve bu konudaki bakış açısı Gelişen ve değişen sosyo-kültürel yapı Bireylerin bilinçlenmesi, haklar ve değerlere sahip çıkma eğilimindeki artış Organizasyon yapısındaki değişim İş ahlakı ve sosyal sorumluluğun giderek artan oranda önem kazanması Yukarıda sayılan nedenler, örgütleri ve çalışanları iş etiği kurallarına uymaya zorlayan ve iş etiği gereksinimini arttıran nedenlerdir. Etik programlar, örgüt kültürünün bir parçası olarak hazırlandığında, bu programlar problemleri ortaya çıkmadan önce önleyecek ve/veya sorunlar oluşur oluşmaz çözülebilecektir. (Saylı ve Kızıldağ, 2007; 240) Örgütlerde yönetsel etik programının uygulayıcılarından biri olarak yönetsel etik komitelerinin varlığı, örgütlerde yönetsel etik kavramının uygulanmasına yönelik bir eğilimin var olduğu konusunda da olumlu bir göstergedir. Bununla birlikte, etik görev ve sorumluluklar örgütsel yapı, örgüt kültürü ve genel olarak o örgüte ait tüm politika, prosedür ve kuralların içine yerleştirilmelidir. Etik bir örgütsel yapı çalışanların etik davranışlarını teşvik eden ve kolaylaştıran ve aynı zamanda kararların etik kodlara uygunluğunu denetleyen özelliklere sahiptir. Buchholz ve Rosenthal’a göre etik bir örgütsel yapı oluşturma ve koruma konusunda önemli olan faktörler şöyle sıralanmaktadır. (Saylı ve Kızıldağ, 2007; 242) Üst yönetimin duyarlılığı ve kararlılığı, Etik kodlar-kurallar, Etik kurum kültürü, Etik karar alma, 184 Stratejik yönetim gibi. Organizasyonlarda etik bazlı kurumsal yapı ve karar süreci oluşturmada üst yönetimin duyarlılığı ve kararlılığı en belirleyici faktörlerden biridir. Organizasyon içerisinde üst düzey yöneticiler rol modelleridir. Yapılan araştırmalar üst düzey yöneticilerin davranış biçiminin ya da sorunları çözme yaklaşımlarının ast-üst ilişkisinden dolayı zaman içerisinde diğer çalışanlarca benimsendiğini ve onların benzer bir tutum içerisine girdiklerini göstermektedir. Örgütlerde yönetsel etik kodların kurumsallaştırılması ve bunun hem örgütsel kültüre ve hem de bireysel davranışlara kazandırılması katılımcı ve şeffaf bir yönetim anlayışını gerektirmektedir. Geleneksel yönetim anlayışı ve örgütsel yapılar, katılımcı bir anlayış ile etik kodların oluşturulması, çalışanların geliştirilmesi, etik davranışların teşvik edilmesi açısından başarısızlığa neden olmaktadır. (Cooper, 2004; 400) Bu nedenle açık ve şeffaf bir yönetim anlayışı ile etik kültür organizasyonun her kademesinde paylaşılmalıdır. Üst yönetimin desteği, işlev ve katılımı burada vazgeçilmez bir unsurdur. Etik’e “kötü” bireylerin bir sorunu olarak değil, bir sistem sorunu olarak yaklaşılmalıdır. Yönetimin her düzeyinde başarılı olmak için aktif bir etik programı, performansın en önemli parçası olarak görülmelidir. Çalışanların iş etiği olgusuna paralel tutumlarının ödüllendirilmesi ve teşvik edilmesi göz ardı edilmemelidir. İşletme iş etiği konusunda etkin bir eğitim stratejisi belirlemelidir. Eğitim programları yukarıdan aşağıya bütün kademelere uygulanmalıdır. Organizasyonlarda iş etiği ile ilgili örgütsel yapı geliştirmek kendi başına yeterli olamaz. Bu yapı kurumsallaşmış yönetim süreciyle desteklenmedikçe faydalı olamayacaktır. (Özgener, 2009; 141) Son otuz yılda ABD ve Avrupa’da çok sayıda işletme iş etiğini kurumsallaştırmaya yönelik çalışmalar yapmaktadırlar. Bu bağlamda, etik kodlar, hareket kodları, politika ve prosedürler, sorun bildirme sistemleri, etik odaklı ödül sistemleri, yönetsel etik eğitim programları, etik ve sosyal denetimler, yönetsel etik komiteleri, etik görevlileri ve etik gönüllüleri, etik rehberler, ombudsman ve diğer etik öncelikleri ve yapıları teşvik etmekte ve uygulamaktadırlar. Bu kodlar ve programlar daha çok işletmelerin hukuk ve insan kaynakları departmanları ve dışarıdan danışmanlar tarafından tasarlanmakta ve yürütülmektedir. Örgütlerde yönetsel etik uygulamalarının gerçekleştirilmesi ile ilgili olarak etik görevlileri ve etik gönüllüleri, işletmelerde işlerin iş etiği 185 çerçevesinde yürütülmesi konusunda kişilerin üst yönetime destekte bulunmasını ifade eder. (Kreitner, 1995; 154) Örgütlerde etik ile ilgili görevlendirilmiş olan kişileri ikiye ayırabiliriz. Birinci grup çoğunlukla uzun süredir işletmede çalışmakta olan ve çalışanların etik ikilemler ile karşı karşıya kaldıklarında başvurabilecekleri derecede kendilerine yakın gördüğü kişilerdir. Bu kişilere literatürde ombudsman, etik rehber gibi isimlerde verilmektedir. Ombudsman: Bu kişiler ahlaki olaylar ile ilgili şikâyetleri araştırır, ortaya çıkabilecek potansiyel problemler konusunda üst yönetimi bilgilendirir ve gerektiğinde üst yönetimi uyarır. (Daft, 1997; 161) Günümüzde ABD ve Avrupa’da çok sayıda işletme bir ombudsmana sahiptir. Ombudsmanların rolleri işletmedeki etik görevlilerden önemli ölçüde farklılık gösterir. Ombudsmanlar, işletme içerisindeki sorunların ve çatışmaların etkin bir biçimde çözümünü sağlamaya çalışan tarafsız kişilerdir. Ombudsmanlar işletme içerisinde herhangi bir bireyin ya da grubun savunucusu veya işletmenin temsilcisi olarak rol üstlenmemektedirler. Günümüzde bazı ombudsmanlar geleneksel rollerinden çok değişik roller üstlenmektedirler. Bazı ombudsmanlar işyerinde etik değerleri kurumsallaştırmak için politikalar ve prosedürlerin geliştirilmesini koordine etmekten sorumludurlar. Bu pozisyon genellikle politikalar ve prosedürleri yorumlayarak doğrudan doğruya etik ikilemleri çözmekten sorumludur. İnsanlar kuralların yorumlanmasını kendilerinden beklemektedirler. Onlar işletmelerdeki etik davranış kodların genelde yazarları oldukları için, kabul edilebilir ve kabul edilemez şeylerin ne olduklarını tanımlamaktan sorumludurlar. Yönetsel Etik Uzmanları: İkinci grup, yalnızca yönetsel etik ile ilgili faaliyet gösteren, yönetsel etik üzerine uzmanlaşmış kişilerden oluşmaktadır. Bu kişiler örgütsel faaliyetleri etik açıdan inceler ve değerlendirir. (Mescon ve Mucheal ve Khedouri, 1988; 141) Yönetsel etik uzmanları, yönetsel etik konusu ile ilgili sahip oldukları teknik bilgi ile ön plana çıkarlar. Bunun dışında etik gönüllüleri ile yönetsel etik uzmanı arasındaki temel farklılık, yönetsel etik uzmanının yalnızca etik ile ilgili çalışan bir kişi olması ve işletme tarafından bu konu ile ilgili 186 çalışmak üzere istihdam edilmiş olmasıdır. Bunun yanı sıra yönetsel etik uzmanı işletme dışından danışman olarak da atanabilir. Özellikle son yıllarda yönetsel etik ile ilgili kurumsal çalışmalar yapan işletmelerde etik gönüllülerin yerini tam zamanlı olarak bu konu ile ilgili çalışan yönetsel etik uzmanlarına bıraktıkları görülmektedir. (Mosley ve Pietri ve Megginson, 1996; 159) Öte yandan, işletme dışından danışman sıfatıyla atanacak yönetsel etik uzmanı, işletmenin yürüteceği yönetsel etik programının güvenirliğini arttıracaktır. Yönetsel Etik Komiteleri: İşletmeler, yönetsel etik uygulamalarını kurumsallaştırmak için örgüt içinde yönetsel etik komitesi adı altında bir yapılanmaya gideceklerdir. İşletmelerde yönetsel etik komiteleri öncelikle işletme içinde beliren etik ikilemlerin çözümünde görev alan yapılardır. Genellikle yönetsel etik komitelerinin üye sayısı 3 ila 7 arasında değişebilir. Yönetsel etik komitesinin ana işlevi, işletmenin tüm karar süreçlerinin ve tüm faaliyetlerinin etik normlara uygunluğunun denetlenmesidir. Genellikle yönetsel etik komiteleri dengeli bir şekilde işletme içi ve dışından belirlenen üyelerden oluşur ve direkt yönetim kuruluna karşı sorumluluk üstlenir. Ayrıca yönetsel etik komitesi işletme içinde uygulanacak eğitim programlarının tasarımından ve hayata geçirilmesinden de sorumludur. Yönetsel etik komitelerinin rol ve sorumluluklarını aşağıdaki gibi ifade etmek mümkündür. Örgütsel ilke ve prosedürlerin tanımlarını yapmak /gözden geçirmek ve geliştirmek, Yetki alanı içerisinde standart ve prosedürlerle tümüyle uyumlu bir biçimde ahlaka itaat için sorumluluk üstlenmek, İhtiyari sorumluluğu tayin etmede ve göçermede gerekli olan itinayı göstermek, Örgütsel ilke ve prosedürler ile ilgili olarak örgütsel iletişimin etkinliğini sağlamak, Örgüt içi ahlaki uyma davranışını / bağlılığını sürekli gözlemek ve denetlemek, Disiplinin standart bir şekilde uygulandığı güvencesini kapsayan yürütmeyi teşvik etmek, Örgüt içi deneyimle öğrenmeyi kolaylaştırmak ve hataların tekrar etmemesi için gerekli önlemleri almak, 187 İşletmelerde yönetsel etik komiteleri örgütsel yapı içinde merkezde yer alarak üst yönetim ile koordineli olarak çalışır. Yönetsel etik komiteleri ile işletme içinde tüm bölümler ve çalışanlar arasında direkt ve açık bir iletişim vardır. Ancak örgüt büyüklüğü ile yönetsel etik komitelerin varlığı arasında doğrusal bir ilişki vardır. Sorun Bildirme Sistemi (Etik Olmayan Davranışların Raporlanması): Sorun bildirme sistemi, işletmede önemsiz olmayan, yasaya aykırı, şüpheli ve yanlış giden eylemlerin / uygulamaların düzeltilmesini sağlamak için işletmedeki eski veya mevcut bir üye tarafından durumun kontrol altına alınması için yetkili otoritelerin bilgilendirilmesi sürecidir. (Jubb, 1996; 1-10) Etik olmayan davranışların raporlanması olgusunu, etik veya yasal olmayan uygulamaların açığa çıkartılıp bildirilmesi süreci olarak tanımlayabiliriz. Raporlayıcı da bu bildirimi yapan kişidir. Etik olmayan davranışların raporlanması, yönetsel etik programının bir işletmede uygulanabilmesi için kullanılan metotlardan biridir. Etik olmayan uygulamaların raporlanması etik dışı davranışların ortaya çıkartılmasını sağlar. (Sayiner, 2005; 67) Lewis, Goodman ve Fandt (1995), etik olmayan davranışların raporlanması kavramını, işletme içersinde yaşanan etik dışı bir davranışın, örgüt içinden bir kişi tarafından ortaya çıkarılıp, afişe edilmesi süreci olarak tanımlamıştır. Raporlayıcı ise, örgüt içinde etik dışı veya yasa dışı herhangi bir faaliyet ortaya çıktığı zaman etik değerleri koruma anlayışı ile ortaya çıkan kişi olarak nitelendirilmiştir. (Lewis ve Goodman ve Fandt 1995; 97) Sorun bildirme sistemi içsel ve dışsal olabilir. İçsel sorun bildirme sistemi; Yanlış uygulamalar hakkında ilgili organizasyon üyelerini bilgilendirmektir. Bu mekanizma dışsal sorun bildirmeye kıyasla daha çok tercih edilmektedir. İçsel sorun bildirme yapıcı örgüt kültürünün bir parçası olarak kurumsallaştığında etkin bir kontrol aracı olabilir, pozitif geri bildirim sağlayabilir ve personelin arzulanan davranış duygusunu kazanmasını teşvik edebilir. (Özgener; 2009; 151) Daft, etik olmayan davranışların raporlanmasını çalışanların, işverenler tarafından yürütülen yasalara ve/veya ahlaka aykırı faaliyetleri ortaya çıkarıp ifşa etmesi olarak tanımlamıştır. (Daft, 1997; 162) 188 Dışsal sorun bildirme sistemi; Bir örgütsel yanlışlıktan dolayı işletme dışındaki grupları (kamu kuruluşları, basın, sivil toplum örgütleri, yolsuzlukla mücadele eden gruplar vb.) bilgilendirmekte ve harekete geçirmektedir. Bu sorun bildirme sisteminde, işletme otoritelere veya genel topluma, işletmede yasal olmayan veya uygunsuz eylemlerin icra edildiğinin resmi olmayan bir şekilde ve gönüllü olarak raporlanması söz konusudur. İşletmelerin, faaliyetlerini ahlaka uygun olarak yürütebilmeleri için etik olmayan davranışların raporlanması sürecinin gerçekleşebilmesine uygun bir ortam yaratabilmeleri çok önemlidir. (Rachman, 1996; 90) Örgütlerde bu elverişli ortamı yaratabilmek hiç kuşkusuz işletmelerde yönetsel etik programını başarıyla gerçekleştirebilmek için yaşamsal bir öneme sahiptir. Ancak, işletmelerde ahlaki olmayan uygulamaların ortaya çıkmasını engelleyen bazı önemli faktörlerde mevcuttur. (Schermerhorn, 1989; 610) Bunlar; Katı bir emir-komuta zinciri: Katı bir emir-komuta zinciri üst düzeydeki bir yöneticinin ahlaki olmayan davranışlarını raporlamayı güçleştirmektedir. Emir komuta zincirindeki yöneticilerden bazıları, astlarının kötü eylemlerinin açığa çıkarılmasıyla ilgili önlemleri almayı reddedebilir. Bu durum karmaşık ilişkilerden dolayı birçok diğer sorunu da beraberinde getirebilir. Görev-grup bağlılığı: Grup normları, üyelerin davranışları üzerinde çok güçlü etkilere sahiptir. Hatta, çoğu kez grup normları bir üyenin kişisel ahlak standartlarını ihlal eden davranışlarını destekleyebilir. Grup normlarını ihlal etmek, sosyal ilişkiyi kesme ve hatta grup üyeliği imtiyazlarını kaybetmeyle sonuçlanabilir. Bu nedenle, iş görenler sorun bildirme mekanizmasını harekete geçirmeye çabalamak yerine grup üyeleri ile beraber hareket etme eğiliminde olabilirler. Belirsiz öncelikler: Bir işletmenin politikalarına göre “doğru” veya “yanlış”’ın ne olduğu her zaman açık değildir. Biçimsel politikalar kabul edilebilir uygulamalarla tutarsızlık gösteriyorsa ve hatta talimatlar işin yapılması ile ilgili standartlarla farklılık gösteriyorsa, bu durumda işletme önemli zorluklarla karşılaşabilmektedir. 189 Bu tür belirsizlikler bir davranışın ahlaki olup olmadığını ortaya koymayı güçleştirmekte ve dolayısıyla onun açığa çıkarılmasını çoğu zaman geciktirmekte veya engellemektedir. Esas önemli olan, yönetimin, etik olmayan davranışların raporlanması sürecini şeklen yapılandırmasının yanı sıra en başta kendisinin samimi olarak bu yöntemi benimsemesi ve bu anlayışını net bir şekilde göstermesidir. Ahlak Odaklı Ödül sistemleri: İşletmenin ödüllendirme ve cezalandırma politikası da yönetsel etik programı ile ilişki bir yapıda olmalıdır. Etik dışı davranışları raporlayan kişilerde ortaya çıkarttıkları etik dışı davranışlar ve uygulamalar ile ilgili olarak maddi ve manevi ödüller ile ödüllendirilmelidirler. İşletmeler, görev tanımlarını oluştururken etik dışı bir davranışı, bir işlemi ya da bir uygulamayı ortaya çıkarıp bildirmeyi de yerine getirilmesi gereken bir görev olarak tanımlamalıdır. Ödül sistemleri, hem örgütsel değerleri belirleme de hem de içerdiği teşvik sistemleri sayesinde gerek orta ve üst düzey yöneticiler gerekse de iş görenler üzerinde ve onların davranış kalıplarını şekillendirmede güçlü araçlar sunmaktadır. Dolayısıyla, örneğin, performans değerlendirme ilkeleri temel bileşen olarak ahlaki performansı da kapsamalıdır. Örgütlerde hem yöneticilerin hem de çalışanların ahlaki davranış ve yaklaşımları açık ve dikkat çekici bir şekilde ödüllendirilmelidir. Ayrıca, işletmelerde hem olumlu ödüller hem de olumsuz yaptırımlar dengeli ve aynı ölçüde dağıtılmalı ve uygulanmalıdır. Açık Bilgi Sistemleri: İşletmelerde çalışma esaslarının ve çalışma ilişkilerinin ahlaki temellere dayanabilmesi için organizasyonun “açık bilgi” sistemine sahip olması gereklidir. Her şeyden önce, bir ahlaki organizasyon, aynı zamanda herkesin amaçlarını başarmaya yönelik en iyi yolları bulmak ve bunları uygun bir şekilde seçmek veya şekillendirmek için çalışanların zekâları ve yetenekleriyle katkıda bulunabilecekleri bir öğrenen organizasyondur. (Özgener, 2009; 154) İşletmelerde, sadece etik olmayan davranışların ve uygulamaların sorun bildirme sistemleri aracılığı ile raporlanması için değil, organizasyonun ahlaki temellere oturtulması için gerekli olan diğer tüm konularda da organizasyonun tüm üyelerinden gelen görüş, öneri ve eleştirilerin 190 organizasyonun yatay ve düşey ekseninde sistemli akışını sağlayabilmek için örgütsel iletişim kanalları açık olmalıdır. Dolayısıyla, çalışanların örgütsel hiyerarşi içersinde kendilerinden farklı mevkilerde veya aynı düzeyde olan kişiler ile çift yönlü iletişim kurabilmeleri cesaretlendirilmelidir. Formel ve informel iletişim kanalları geliştirilmelidir. ((Nahavandi, 1999; 430) Yönetsel etik uygulamalarında açık bilgi sistemleri kapsamında bilişim teknolojilerinin kullanımı ile ilgili olarak yapılan araştırmalarda (General Dynamics, Nynex, Sears…) şu gözlemlere ulaşılmıştır. Bu işletmelerde ücretsiz telefon hatları (Ethics Assist Line) kurulmuş ve yönetsel etik programı yöneticileri bu sistemin yönetimini üstlenmişlerdir. Sistem kurulduktan sonra birinci yıl sonunda yapılan görüşmeler ile ilgili şu bulgulara ulaşılmıştır; Birinci yıl sonu itibariyle yapılan aramaların üçte ikilik kısmı, yönetsel etik ikilemleri ile nasıl başa çıkılabileceği konusunda yardım ve bilgi istekleri talebi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Geri kalan aramalar ise, etik dışı davranış ve uygulamalar ile ilgili yapılan bildirimlerden oluşmuştur. 4.3. Etik Kodlar ve Etik Kodların Geliştirilmesi Etik kodlar işletmelerde yönetsel uygulamaları içerisinde en çok ele alınan konuların başında gelmektedir. İşletmelerde etik kodların geliştirilmesi yönetsel etik uygulamalarının gerçekleştirilebilmesi için en etkin yöntemlerden biridir. Etik kodlar nasıl davranılması gerektiğine yön veren ana değerlerdir. Davranış kuralları ise nasıl davranılması gerektiğini ifade eder. (Ülgen, 2003; 32) İşletmelerde etik kodların geliştirilmesi aşamasında hiç kuşkusuz öncelikle mevcut yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir. Etik kod, bir işletmenin çıkar gruplarına karşı ahlaki sorumluluğunu ifade eder. Bu kod, iş ahlakının yönetilmesine ilişkin en genel yaklaşımdır. Daha doğrusu, işletmedeki hakim değerlerin kısa bir raporudur. (Özgener, 2009;144) Bir başka tanım ise, etik kodlar, etik ile ilgili değişik konularda yol gösteren, rehber görevi gören formel ifadelerdir. ((Mosley ve Pietri ve Megginson, 1996; 166) Etik kodları, organizasyonun amaçları, tarihi ve geleneklerinden kök alarak şekillenen, açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edilmiş etik ilkeler seti olarak da tanımlayabiliriz. (Lewis, 1995; 92) 191 İşletmelerde etik kodların geliştirilmesinin en önemli işlevlerinden biri, işletmenin ahlaki temelli bir organizasyon yapısına kavuşması için gerekli olan davranış standartlarının geliştirilerek, bu davranış standartlarının örgütün istisnasız bütün üyelerince günlük faaliyetlerin tümü ile bütünleştirilmesidir. Yönetsel süreçte etik kodların nasıl geliştirileceği önemli bir konudur ve üç temel analiz süreci sonunda geliştirilmiş olması etik kodların uygulama başarısı ile doğrudan ilişkilidir. Bunlardan ilki, örgütün iç ve dış çevresinin analizidir. Bu analiz sonucunda elde edilen veriler tüm örgüt üyeleri tarafından etkileşimli ve katılımcı bir süreç içerisinde değerlendirilir ve tartışılır. Üçüncü aşamada ise, analiz sonuçları ve verileri ışığında örgütün tüm üyelerinin katılımı ve benimsenesi sonucunda etik kodlar oluşturulur. Örgütün tüm üyelerinin katılımı ve birlikteliği ile etik kodların geliştirilmesi halinde, yönetsel etik kodlarının organizasyon içinde ortaya çıkan etik dışı davranış ve uygulamaları azaltıcı bir etkiye sahip olduğu tespit edilmiştir. (Greenberg, 1997; 340) Pratik iş hayatı içinde sıklıkla gözlenen bir durum ise yönetsel etik kodları sadece işletmelerin hukuk ve / veya insan kaynakları departmanları tarafından geliştirilmesine yönelik olan yanlış inanç ve uygulamadır. Daft, etik kodları ilke temelli ifadeler ve politika temelli ifadeler olarak iki temel başlığa ayırmıştır. Daft, ilke temelli etik ifadelerin örgüt kültürünü etkileyecek şekilde tasarlanmış olan temel değerleri ve genel sorumlulukları tanımladığı belirtmiştir. Politika temelli ifadeleri ise, etik ile ilgili belirgin durumlarda kullanılacak yöntemler olarak göstermiştir. İş ahlakı alanında önemli çalışmaları olan McNamara bir etik kodu geliştirilirken aşağıdaki ilkelerin dikkate alınması gerektiğini ifade etmektedir; (Özgener, 2009; 145) İlgili kanun ve düzenlemelere bağlı olarak gerekli değerler gözden geçirilmelidir. Üretilen mal ve hizmetin özelliklerinin değerlerle uyumlu ve ahlaka uygun olup olmadığı gözden geçirilmelidir. İşyerinde mevcut sorunları ortaya çıkaracak ve ifade edebilecek değerler saptanmalıdır. Stratejik planlama sayesinde elde edilen bulgulara dayanarak gelecekte gerekli olacak değerler saptanmalıdır. Çıkar gruplarının önemsediği ahlaki değerler dikkate alınmalıdır. Örgütsel kültür içinde etik kodların oluşmasında genel olarak üç evre 192 söz konusudur. Bunlardan ilki, “temel değerlerin oluşması” ikincisi “temel değerlerin benimsenmesi ve uygulanması” ve sonuncusu ise “değişimin gerçekleştirilmesi” dir. Temel Değerlerin Oluşması: Etik kodların oluşturulması sırasında, öncelikle değerlerin gözden geçirilip yasa ve düzenlemelere uygun olup olmadığına bakılması evresidir. (Ülgen, 2003; 34) Organizasyon içinde etik sorunlar açısından potansiyel durumların belirlenmesi gerekir. Bunun için, öncelikle organizasyon içinde kilit pozisyonda yer alan çalışanlar ile görüşülüp onlardan bilgi alınmalıdır. Ayrıca, SWOT analizinin sonuçlarına bakılıp güçlü yönlerin vurgulanması, zayıf yönlerin de ortadan kaldırılması için gerekli değerler belirlenmelidir. Çalışanların, müşterilerin, tedarikçilerin, hissedarların, yerel halkın vb. beklentileri ve etkilenebileceği etik değerler gözden geçirilmelidir. (McNamara, 2002) Temel Değerlerin Benimsenmesi ve Uygulanması: Örgütlerde yönetsel etik kodlarının geliştirilip tüm örgüt üyelerince benimsenip uygulanması için öncelikle üst yönetim tarafından benimsenmesi ve uygulamaların sonuna kadar desteklenmesi önemlidir. Bir değişim programına gösterilecek direncin yumuşatılabilmesinin en etkili yolu, üst yönetimin desteği ve lider konumundaki yöneticilerin uygulamalarıdır. Etik kodların oluşturulması ve uygulaması amacıyla hazırlanan program, muhakkak çalışanlara tanıtılmalı ve çalışanlar katkıları ile sürecin içersine katılmalıdır. (Ülgen, 2003; 35) Değişimin Gerçekleştirilmesi: Örgütsel değişimin örgüt kültüründe radikal olarak değil küçük adımlarla daha yavaş yapılması daha verimli bir süreç olacaktır. Değişim hem bireysel hem de kurumsal olarak dirençle karşılanacak bir süreçtir. Etik kuralların hazırlanmasına yönelik bir programda ilk aşama, amacın açıkça belirlenmesini ve net bir şekilde tanımlanmasını gerektirir. Değişim sırasında programdan sorumlu olan yönetici ya da birim, üst yönetimden başlayıp hiyerarşide en alt düzeydeki çalışanlara kadar örgüt içersindeki herkesle iletişim içersinde olup, onların desteğini almalıdır. Böylece programın başarısı için gerekli olan destek de sağlanmış olacaktır. (Ülgen, 2003; 36) 193 Örgüt içinde geliştirilmiş etik kodların belli periyotlarla gözden geçirilip değiştirilmesi de yine yukarıda bahsettiğimiz şekilde tüm örgüt üyelerinin etkin katılımı ve mutabakatı ile hayata geçirilmelidir. Katılım ve mutabakatla yapılan değişim yönetimi kuşkusuz daha kolay ve etkili olacaktır. 5. Türk Basın İşletmelerinde Yönetsel Etik Uygulamaları Araştırması 5.1. Araştırmanın Amacı ve Önemi Bu araştırmanın temel amacı, yönetsel etik kavramının basın işletmelerinin örgütsel yapısı içinde uygulanmasını incelemektir. Basın işletmelerinin yönetsel etik ile ilgili uygulamalara ne ölçüde sahip olduklarının tespit edilmesidir. Haber üretimi gibi temel bir kamusal hizmet üretiminde bulunan basın işletmeleri açısından meslek etiğinin yanı sıra, basın işletmelerinin yönetsel etik yaklaşımı da hiç kuşkusuz çok önemli ve belirleyicidir. İşletmelerin örgütsel amaçlarını yerine getirirken faaliyetlerini ve kararlarını etik kurallar çerçevesinde yerine getirmeleri her şeyden önce etik yaklaşım ve davranışı samimiyetle benimseyip uygulamaları ile mümkündür. Dolayısıyla bu bağlamda temel sorun, işletmelerin “etik kodlar” adı altında bir takım ilke ve kurallar yayınlamaları değil, bu ilke ve kuralları işletme içinde çeşitli eğitim programları aracılığı ile tüm çalışanlara açık bir şekilde tartışmaları ve benimsetmeleridir. Bu çalışmada temel amaç, basın işletmelerinin yönetsel etik ile ilgili uygulamalara ne derece sahip olup olmadıklarını, yönetsel etik eğitim ve uygulamalarına ne derece yer verdiklerini saptamaktır. Yoksa bu çalışmanın amacı yönetsel etik uygulamalarının başarısını ölçmek değildir. Yönetsel etik alanında ülkemizde yapılan araştırmaların sayısı oldukça kısıtlıdır. Literatürdeki araştırmalara bakıldığında yönetsel etik konusunda yapılan araştırmaların çoğunlukla ABD, İngiltere, Kanada ve Almanya da yapılmış olan araştırmalar olduğu görülmektedir. Bu araştırmalarda çoğunlukla etik kod varlığı, kurumların etik davranışı ile ilgili olarak hangi davranış kalıplarını benimsemiş oldukları, tüketim kararları ile kurumların etik performans algısı, işletmelerde hangi tür etik dışı davranışların ve etik ikilemlerin ne sıklıkta görülmekte olduğu gibi konularda araştırmalar görülmektedir. (Bu araştırmalar ile ilgili olarak bkz; “Journal of Business Ethics, Volume 1/1982-Volume 99 / 2011; ISSN: 0167-4544) Literatürde yapılan araştırmalara baktığımızda basın işletmeleri üzerine yönetsel etik kodları, yönetsel etik uygulayıcıları, etik olmayan 194 uygulamaların raporlanması ve etik eğitimlerini bir arada ele almış bir araştırma bulunamamıştır. Bu da gerçekleştirdiğimiz araştırmanın bir başka önemli boyutunu göstermektedir. Bu bağlamda, yönetsel etik olgusunun dört temel bileşeni olan yönetsel etik kodlarının varlığı, etik komiteler, etik olmayan çeşitli uygulamaların raporlanması ve geri bildirimi ve etik olmayan çeşitli uygulamaların sonuçları ve yönetsel etik eğitim programlarının varlığı/yöntemi ve sonuçların ölçülmesi ve değerlendirilmesi araştırmamızın temel yapısını oluşturmaktadır. Araştırmamızda, basın işletmelerinin yönetsel etik ile ilgili olarak mevcut durumları ve yönetsel etik uygulama programlarının ve eğitimlerinin varlığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, araştırma bulgu ve sonuçları bu alanda çalışmalar yapan uzman ve akademisyenlerin kendi sonuçları ile bir karşılaştırma imkânı sağlaması açısından da önemlidir. Bir diğer önemli nokta ise şudur; toplumdaki siyasal /yönetsel ve iktisadi yozlaşmaların basın yoluyla toplumsal gündeme aktarıldığı ve basın verilerinin bu tür siyasal / ekonomik yozlaşmaların tespiti araştırmalarında kullanıldığı (örneğin, Sarıkaya, Funda Tuğrul ve Behçetoğuları, Pembe; 1935, 1945, 1955, 1965, 1975 ve 1985 Cumhuriyet Gazetesi Tarama Araştırması, Siyasal Yozlaşma, Ankara Üniversitesi) göz önünde bulundurulursa, bizzat basın işletmelerinin yönetsel etik açısından değerlendirilmesi araştırmanın bir başka önemli boyutunu oluşturmaktadır. 5.2. Araştırmanın Kapsamı ve Kısıtları Araştırmamızda ülkemizde ulusal bazda faaliyet gösteren basın işletmeleri (Ulusal gazeteler) incelenmiştir. Araştırma kısıtı olarak herhangi bir örgütsel büyüklük, tiraj vb kısıt ölçüsü alınmamıştır. Bu anlamda araştırmamız bir envanter çalışmasıdır. Araştırma sürecinde karşılaşılan en önemli kısıt, araştırma sorularının yöneltildiği basın işletmeleri yöneticilerin etik yaklaşım konusunda bilgi vermekten kaçınan davranışları olmuştur. Bu bağlamda görüşme yapılan bazı işletme yöneticileri ve çalışanları işletme sahiplerinden izin almaları gerektiğini, araştırmanın özel kurumsal bilgileri içerdiğinden ve bu bilgileri paylaşmanın doğru olup olmayacağından endişe ettiklerini söylemişlerdir. Bu durum araştırma açısından başlı başına önemli bir kısıtı oluşturmaktadır. Araştırmamız kurumsal bir envanter çalışması niteliğinde olduğu için her bir basın işletmesinden üst ve orta düzeyden üç yönetici ile görüşme yapılmaya özen gösterilmiştir. 195 5.3. Araştırmanın Yöntemi ve Modeli Araştırmamız temel olarak yönetsel etik kodlara sahip olmak ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmak arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Araştırmamız kurumsal bir envanter çalışması niteliğinde ve tanımlayıcı özelliktedir. Araştırmamız, kurumların orta ve üst düzey yöneticileri ile gerçekleştirilmiş ve birincil bir kaynak araştırması özelliğine sahiptir. Araştırmamız süre açısından ise bir kesit araştırmasıdır. 5.4. Araştırmanın Hipotezi Araştırmamızda, basın işletmelerinin yönetsel etik kodlara sahip olmaları ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmaları arasındaki ilişki üzerine bir hipotez geliştirilmiştir. Hipotez: H0: Basın işletmelerinin yönetsel etik kodlara sahip olmaları ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmaları arasında ilişki yoktur. H1: Basın işletmelerinin yönetsel etik kodlara sahip olmaları ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmaları arasında ilişki vardır. 5.5. Ön Kabuller Araştırmamızda basın işletmelerinde yönetsel etik kodların varlığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Ancak araştırmamız basın işletmelerinde yönetsel etik kodların uygulamada benimsenip benimsenmediği ve/veya bu kodlara uygun davranışların gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini ölçerek bu konuda bir saptamada veya yargıda bulunmamaktadır. Araştırmaya konu olan basın işletmelerinde belli bir prosedürün uygulandığı yönünde bir beyanda bulunulmuş olduğu o prosedürün işletme faaliyetleri sürecinde uygulanıyor olduğu anlamına gelmeyebilir. Söz gelimi, etik dışı davranışları bildiren kişilerin işletme yönetimi tarafından korunduklarını beyan eden bir yönetici pratikte bunun tam tersini de yapabilir. Sonuç olarak, araştırmamızda basın işletmelerinde yönetsel etik kodların varlığı ile bu kodlar ve etik ile ilgili eğitimlere sahip olma arasındaki ilişkiler araştırılmaktadır. 5.6. Ana Kütle Araştırmamızın ana kütlesi, ulusal bazda yayın yapan tüm basın işletmeleridir. (tüm ulusal gazeteler) 196 Araştırmamızda, görüşme yapılan yöneticilerin bağlı oldukları basın işletmeleri şunlardır. Akşam Gazetesi, Birgün Gazetesi, Bugün Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesi, Evrensel Gazetesi, Güneş Gazetesi, HaberTürk Gazetesi, Hürriyet Gazetesi, Milli Gazete, Milliyet Gazetesi, Ortadoğu Gazetesi, Posta Gazetesi, Radikal Gazetesi, Sabah Gazetesi, Star Gazetesi, Şok Gazetesi, Takvim Gazetesi, Taraf Gazetesi, Tercüman Gazetesi, Türkiye Gazetesi, Vakit Gazetesi, Vatan Gazetesi, Yeni Asya Gazetesi, Yeni Çağ Gazetesi, Yeni Mesaj Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Zaman Gazetesi, Dünya Gazetesi, Ekonomik Çözüm Gazetesi, Gözlem Gazetesi, Referans Gazetesi, Fanatik Gazetesi, Fotomaç Gazetesi Bu bağlamda araştırmamız tam sayım yöntemidir ve örneklem yöntemi kullanılmamıştır. 5.7. Veri Toplama Yöntemi Araştırmamızda anket yöntemi kullanılmıştır. Ulusal bazda yayın yapan tüm gazetelerin öncelikle insan kaynakları yöneticileri ile tek tek telefon görüşmesi yapılmış ve kendilerine araştırma hakkında genel bilgiler verilerek araştırmaya katılmaya davet edilmişlerdir. Araştırma konusunun yönetsel etik ile ilgili olduğunun açıklanması üzerine bazı insan kaynakları yöneticileri konunun özel kurumsal bilgileri içermesi gerekçesi ile araştırmaya katılmak konusunda çekimser davranmışlardır. Bunun üzerine bu yöneticiler ile yüz yüze görüşmeler yapılarak çalışmanın akademik içeriği anlatılmış ve araştırma sürecine katılmaları konusunda ikna edilmişlerdir. Bu sürecin ardından tüm işletmelerde en az iki yöneticinin (insan kaynakları ve mali-idari işler yöneticileri) karşılıklı denetimiyle anket sorularının yanıtlanması istenmiş ve Marmara Üniversitesi Server’ına konmuş olan elektronik anket sorularının link’inin bulunduğu ve araştırmayı açıklayan e-mailler yöneticilere gönderilmiştir. Yine anket sorularının açıklanmasına / anlaşılmasına ilişkin olarak işletme yöneticileri ile telefon görüşmeleri yapılmış ve katılımcıların ankete ilişkin soruları yanıtlanarak eksik ve/veya yanlış anlamalar giderilmiştir. Üç basın işletmesinin yöneticileri böyle bir araştırmaya kurumsal olarak katılmak için yönetim kurulunun izninin alınması gerektiğini belirtmişler ve bu ve benzeri durumlar veri toplama sürecini zaman olarak uzatmıştır. Ayrıca bazı yöneticiler anketi elektronik ortamda cevaplama ve kayıt etme konusunda kimi zorluklar yaşadıklarını beyan etmişler ve kendilerine bu konuda teknik destek sağlanmıştır. 197 Sonuç olarak, ankete katılım oranı yüzde yüz oranında gerçekleşmiştir. Anket her bir basın işletmesinde en az 2 yönetici tarafından ayrı ayrı incelenerek daha sonra birlikte yanıtlanmıştır. Araştırmanın anket formu 45 sorudan oluşmaktadır. Anket formunu oluşturan 45 sorudan 12 tanesi işletmelerde etik kodların varlığı ile ilgili sorulardır. İzleyen sorularda ise, etik kodların örgütsel süreçte nasıl duyurulduğu, ne zaman ve kimler tarafından geliştirildiği, kod ihlalleri durumunda uygulanan prosedürlerin varlığı, kodların içerikleri ve değişen / farklılaşan koşullara bağlı olarak güncellenip güncellenmediği ile ilgilidir. Anket formunda, yönetsel etik eğitim programı ile ilgili sorular, etik eğitim programlarının varlığı, nasıl gerçekleştirildiği, nasıl ve kimler tarafından ve kimlere yönelik uygulandığı, ne sıklıkla uygulandığı, eğitimlerin içeriği ve yöntemi ile ilgilidir. Anket formunda, etik- dışı uygulamaların raporlanması ile ilgili sorular, işletme içinde etik – dışı bir davranış ile karşılaşan bir çalışanın nasıl bir yol izleyeceği belli olup olmaması ile ve etik – dışı davranışı yönetime bildiren kişinin maruz kalacağı davranış modeli ile ilgilidir. Anket formunda, yönetsel etik uygulayıcılar ile ilgili sorular ise, etik ile ilgili sorumluluk üstlenmiş birimlerin (etik komite, birim vb) varlığı ile ilgilidir. 5.8. Verilerin İstatistiksel Analizi Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, cevap maddeleri rakamlar ile kodlanmış olup istatistiksel analizler için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 17.0 programı kullanılmıştır. Çalışma verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metotların (Frekans, Yüzde) yanı sıra niteliksel verilerin karşılaştırılmasında ise Pearson Ki-Kare testi ve Fisher Exact test kullanılmıştır. 5.9. Araştırmanın Geçerliliği ve Güvenirliği Araştırmamız kurumsal bir envanter çalışması niteliğindedir. Dolayısıyla araştırmamızı gerçekleştirdiğimiz zaman kesitinde işletmelerin sahip oldukları ve kişiden kişiye değişmeyecek olan veriler bulgularımızı oluşturmaktadır. Araştırmada basın işletmelerinin sahip oldukları resmi kurumsal yapılar ölçülmektedir. Dolayısıyla bu yapıların işletmelerde bulunuyor ya da bulunmuyor olması kişiden kişiye göre değişen subjektif bir durum değildir. Ayrıca, araştırmamızda, örneğin, “İşletme içinden veya dışından ahlaka aykırı bir işin yapılması talep edildiği zaman bu durum yönetime bildiriliyor 198 mu?” diye bir soru sormuş olsaydık, hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı cevaplayan kişinin / yöneticinin subjektif algısına göre olabilecekti. Oysa biz, araştırmamızda, “İşletme içinden veya dışından ahlaka aykırı bir işin yapılması talep edildiği zaman bu durum yönetime bildirmek ile ilgili bir etik kod var mı?” diye sormaktayız. Dolayısıyla, bir etik kodun varlığını araştırmaktayız ve bu da kişiden kişiye değişmeyecek nesnel bir durumdur. Araştırmamız kurumsal bir envanter çalışması olduğu için anket soruları en az 2 üst düzey yönetici tarafından incelenerek ve birlikte yanıtlanmıştır. “Güvenirlilik en genel anlamda herhangi bir gözlem aracının uygulanmasıyla elde edilen sonuçların kararlılık ve yineleme derecesi ile ilişkilidir.” (Sencer, 1989; 418) “Geçerlilik, araştırmanın araştırılmak istenen şeyi ne ölçüde araştırdığının veya bir başka değişle araştırmanın gerçeği ne ölçüde yansıttığının ölçüsüdür.” (Kurtuluş, 1983; 15) “Verilerin güvenirliği, aynı ana kütleden seçilecek başka örneklemlerde aynı yöntemle, aynı prosedür uygulanarak yapılacak başka ölçümlerde benzer sonuçların elde edilme olasılığıdır” (Şencan, 2005; 12) “Bir ölçme aracının tutarlı sonuçlar vermesi, yani verilerin sağlıklı ve doğru olduğunun benzer yöntem ve tekniklerle ölçülmesidir.” (Yumlu, 1990; 141) Dolayısıyla, açıkladığımız nedenlerle araştırmamız geçerlilik ve güvenirlik ölçütlerine sahiptir. 5.10. Araştırma Bulguları Özeti 5.10.1. Etik Kodlar İle İlgili Bulgular Araştırmamıza katılan 33 ulusal gazetenin 23 tanesinde yönetsel etik kodların bulunduğu 10 tanesinde ise yönetsel kodların bulunmadığı tespit edilmiştir. Yönetsel etik kodlara sahip firmalar Yönetsel etik kodlara sahip olmayan firmalar TOPLAM n 23 10 33 yüzde 71.4 28.6 100 Tablo: 1 Yönetsel etik kodlara sahip olma Araştırmamıza katılan ulusal gazetelerin yönetsel etik kodlara sahip olduğunu belirten gazetelerden sadece 19 tanesi yönetsel etik kodlarının yer aldığı dokümanları yazılı bir belge olarak çalışanlarına dağıtmıştır. 199 n 19 14 33 Yazılı olarak dağıtan firmalar Yazılı olarak dağıtmayan firmalar TOPLAM yüzde 67.8 32.2 100 Tablo: 2 Yönetsel etik kodları yazılı olarak çalışanlara dağıtma Araştırmamızın bir diğer bulgusu ise, yönetsel etik kodların kimler tarafından geliştirildiği ile ilgilidir. Buna göre, araştırmamıza konu olan ve yönetsel etik kodlara sahip olduğunu belirten basın işletmelerinin yüzde 57,7 sinde (14 adet) yönetsel etik kodlar insan kaynakları departmanları aracılığı ile geliştirilmiştir. Yönetsel etik kodlara sahip olan basın işletmelerinin ancak 4 tanesinde yönetsel etik kodlar çalışanların da katılımı ile geliştirilmiştir Üst yönetim tarafından Birim yöneticileri tarafından Çalışanlar tarafından İnsan Kaynakları depart. tarafından TOPLAM n 5 2 4 14 25 yüzde 19.2 7.6 15.4 57.8 100 Tablo: 3 Yönetsel etik kodların geliştirilmesinde aktif olarak rol alan bölümler 5.10.2 Uygulayıcılar İle İlgili Bulgular Araştırmamızda yönetsel etik uygulayıcıları olan etik komiteler, birimler ile ilgili de çeşitli bulgulara ulaşılmıştır. Araştırma kapsamında ele aldığımız basın işletmelerinin sadece 2 tanesinde (yüzde 6) bir yönetsel etik komitenin varlığı saptanmıştır. n 2 31 33 Sahip olan firmalar Sahip olmayan firmalar TOPLAM yüzde 6 94 100 Tablo: 4 Yönetsel etik komitesine sahip olma Bunun yanı sıra, araştırma kapsamındaki basın işletmelerinde diğer görevlerinin yanı sıra yönetsel etik ile ilgili sorumluluk üstlenmiş birimler olarak yüzde 47.2 (17 tanesinde) insan kaynakları departmanı öne çıkmaktadır. 200 n 17 3 1 1 3 25 İnsan kaynakları departmanı Üst yönetim Teftiş kurulu/iç denetim kurulu Bölüm yöneticileri Hiç kimse/bölüm TOPLAM yüzde 68 !2 4 4 12 100 Tablo: 5 Yönetsel etik ile ilgili sorumluluk yüklenmiş birimler Etik Olmayan Uygulamaların Raporlanması ve Yaptırım gücü İle İlgili Bulgular Araştırmamızda katılımcılara herhangi bir etik – dışı davranış ile ilgili olarak bu davranışın üst yönetime raporlanmasına olanak verilip verilmediği sorulmuştur. Bu anlamda sadece 19 firmada böyle bir olanağın varlığı tespit edilmiştir. n 19 14 33 Olanak sağlayan firmalar Olanak sağlamayan firmalar TOPLAM yüzde 58 42 100 Tablo: 6 Etik dışı davranışların üst yönetime raporlanabilmesine olanak sağlayan firmalar Bu bağlamda araştırmamızda elde ettiğimiz bir diğer bulgu ise, çalışanların herhangi bir etik dışı davranışı yönetime bildirmeleri halinde bildiren kişiye yönelik olarak hangi uygulamalara sahip oldukları sorulmuştur. Buradaki çarpıcı sonuç, araştırmaya katılan firmaların yüzde 33.3 “böyle bir durumda ne yapılacağı belli değildir” diye bir yanıt vermiştir. 19 firma ise sadece bildirimi yapan kişinin korunacağını belirtmiştir. Sadece 3 firma bu durumda bir ödül sistemine sahip olduğunu belirtmiştir. n 3 19 1 10 33 Ödüllendirme Koruma Zarara uğrama Belirsiz TOPLAM yüzde 58 42 100 Tablo: 7 Etik dışı davranışları üst yönetime bildiren kişiye yönelik uygulama 201 5.10.3. Yönetsel Etik Eğitimleri İle İlgili Bulgular Araştırmamızda yer alan hiçbir işletmenin özel olarak yönetsel etik eğitimleri vermediği ortaya çıkmıştır. Ancak 8 firma mevcut eğitimler içinde etik konusuna da yer verdiğini belirtmiştir. 25 (yüzde 76) firma da ise hiçbir şekilde etik eğitimi mevcut değildir. n 2 8 25 33 Özel olarak yönetsel etik eğitimlerin varlığı Mevcut eğitimler kapsamında yönetsel etik Eğitimlerin varlığı Yönetsel etik eğitimlere sahip olmayan firmalar TOPLAM yüzde 0 7.6 24 76 100 Tablo: 8 Yönetsel etik eğitimlerinin varlığı Yönetsel etik eğitimlerinin kimlere yönelik olarak uygulandığı da araştırmamızda yapmış olduğumuz bir başka incelemedir. Bu incelemede, yönetsel etik kodlara sahip firmaların 8’inde etik ile ilgili eğitimler tüm çalışanlara yönelik olarak verilmektedir. n 8 33 Tüm Çalışanlara yönelik Üst yönetime yönelik Birim yöneticilerine yönelik TOPLAM yüzde 24 0 0 Tablo: 9 Yönetsel etik eğitimlerinin kimlere yönelik uygulandığı Araştırmamızda etik ile ilgili eğitimlerin içeriklerine ilişkin sorular da yer almıştır. Bu inceleme sonucunda kurumun genel etik felsefesi etik eğitimler sırasında anlatan firma sayısı 7 dir. Kurumsal etik felsefenin anlatılması Genel basın etiğinin anlatılması Basın ahlakına aykırı olan ve yapılması İstenmeyen davranışların anlatılması TOPLAM n 7 0 0 7 yüzde 100 100 Tablo: 10 Yönetsel etik eğitimlerinin içerikleri 5.10.4. Araştırma Hipotezi İle İlgili Bulgular Araştırma hipotezimiz yönetsel etik kodların varlığı ile yönetsel etik eğitimlerin varlığı arasındaki ilişki ile ilgilidir. 202 Yapılan analiz sonucu 0,27 lik bir korelasyon katsayısı elde edilmiştir. Bu katsayı basın işletmelerinin etik kodlara sahip olmaları ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmaları arasında düşük düzeyde bir ilişkinin var olduğunu göstermektedir. Bu doğrultuda, basın işletmelerinin etik ile ilgili kodlara sahip olmaları ile etik ile ilgili eğitimlere sahip olmaları arasında ilişki yoktur diye belirttiğimiz H0 hipotezini kabul ediyoruz. Basın işletmelerinde, yönetsel ahlak açısından yapılması istenen veya istenmeyen davranışları ifade eden etik kodlara sahip olma ile etik üzerine oluşturulmuş eğitim programlarının varlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. (Ki-Kare= 0,95; Fisher exact p=0,320) 6. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ: Yönetsel etik, iş yaşamının (çalışanlardan / tüketicilere) yanı sıra bütün toplum kesimlerini ve çevreyi ilgilendirmektedir. Bu anlamda, yönetsel etik, toplumsal boyutta sosyo-ekonomik süreçte karşılaşılan sorun ve çelişkileri çözmede ve/veya önlemede kamusal yarar açısından önemli bir işleve sahiptir. Yönetsel etiğin kamusal yarara ilişkin önemi ve vurgusu işletmeler açısından sosyal sorumluluk bilincinin gelişmesinin temel dinamiğini oluşturmaktadır. Sosyal sorumluluk bilinci de iş ahlakının gerektirdiği bir şekilde, işletmelerin çalışanlarını, tüketicilerini, hissedarlarını, çevreyi özenle dikkate alarak örgütlenmelerini gerektirmektedir. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi gazetecilik mesleği ile ilgili olarak çeşitli çalışma ve araştırmalar medya etiği genel başlığı altında daha önce çeşitli ortamlarda (akademik çalışmalar, ilgili meslek kuruluşları tarafından yapılan çalışmalar gibi) yapılmıştır. Fakat, basın işletmelerinin yönetim süreçlerinde yönetsel etik programların varlığı ve uygulaması ile ilgili olarak ise literatürde özel çalışmalar bulunmamaktadır. İşte bu anlamda gerçekleştirdiğimiz araştırma, basın işletmelerinde yönetsel etik programlarının varlığı ve uygulama biçimleri, yönetsel etik ile ilgili özel eğitimlerin varlığının tespit edilmesi anlamında özgün bir araştırmadır. Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, yönetsel etik programının bir işletmede gerçek anlamda hayata geçmesi ve uygulanabilmesi için her şey den önce organizasyonda tüm çalışanların sürece aktif olarak katılımının sağlanması gereklidir. Ve yönetsel etik programının başarılı bir şekilde uygulanabilmesinin bir ön koşulu da yönetsel etik eğitim programlarının organizasyon içinde varlığı ve sürekliliğidir. Kuşkusuz organizasyonda üst yönetim tarafından belirlenmiş ve kaleme alınmış etik kodların varlığı, işletmenin yönetsel etik ile ilgili bir kültüre ve uygulamalara sahip olduğunu 203 kendiliğinden göstermez. Etik kodların katılımcı bir yönetim anlayışıyla oluşturulması kadar, organizasyon için düzenli eğitim çalışmalarının varlığı da programın uygulama samimiyeti ve başarısı için önemlidir. Dolayısıyla araştırmamızda, basın işletmelerinin yönetsel etik kodlara sahip olup olmadıklarının tespit edilmesinin yanı sıra yönetsel etik kodlara sahip olduğunu belirten basın işletmelerinin yönetsel etik ile ilgili özel eğitim programlarına sahip olup olmadıkları da tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmamızda yer alan basın işletmelerinde ahlaki açıdan yapılması istenen ya da istenmeyen davranışları ifade eden etik kodlara sahip olma ile etik üzerine oluşturulmuş eğitim programlarının varlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Bu durum yeni işe alınan personel için de geçerlidir. Bu noktada ortaya çıkan sonuç şudur; araştırmaya katılan 33 adet basın işletmesinin 23 tanesi yönetsel etik kodlara sahip olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bunlardan hiçbirisinde özel yönetsel etik eğitim programları olmadığı da tespit edilmiştir. Kuşkusuz bu noktada araştırma sonuçlarına dayanarak şu yorumu yapabiliriz; yönetsel etik kodlara sahip olduklarını beyan eden basın işletmelerinde yönetsel etik programının yaratılma ve uygulama sürecinde katılımcı bir anlayış benimsenmemiş ve uygulama samimiyetle sürdürülmemiştir. Bir dizi başka eğitim programının varlığının ve uygulanmasının yanı sıra yönetsel etik ile ilgili eğitim programlarına kaynak ayrılmamış olması bunu göstermektedir. Ayrıca, araştırmamızda yer alan basın işletmelerinin sadece iki tanesinde yönetsel etik komitesinin varlığının tespit edilmiş olması da araştırmamızı gerçekleştirdiğimiz zaman dilimi içinde, basın işletmelerinin yönetsel etik programlarının uygulanmasına ne derecede önem verdiklerinin bir diğer göstergesidir. Çünkü önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi işletmelerde yönetsel etik komitelerinin varlığı yönetsel etik programlarının uygulanması ve uygulama başarısı için oldukça önemli yapılardır. Araştırmamızın bir diğer önemli bulgusu ise, yönetsel etik kodların kimler tarafından geliştirildiğinin tespitidir. Buna göre, araştırmamıza konu olan ve yönetsel etik kodlara sahip olduğunu belirten basın işletmelerinin yüzde 57,7 sinde (14 adet basın işletmesinde) yönetsel etik kodlar işletmelerin insan kaynakları departmanları tarafından geliştirildiği tespit edilmiştir. Yönetsel etik kodlara sahip olduklarını beyan eden basın işletmelerinin ancak 4 tanesinde yönetsel etik kodlar işletme çalışanlarının aktif katılımı ile geliştirilmiştir. 204 Araştırmamızın bir diğer önemli bulgusu ise şudur; araştırmaya katılan basın işletmeleri yöneticileri yöneltilen, “çalışanlarınızın herhangi bir etik dışı davranışa maruz kalmaları durumunda ve / veya herhangi bir etik dışı davranışı yönetime bildiren bir çalışana karşı ne tür uygulamalara sahipsiniz” sorusunun cevabı olarak elde edilen bulgu ilginçtir. Araştırmaya katılan basın işletmelerinin yüzde 33.3 de “böyle bir durumda ne yapılacağının belli olmadığı” tespit edilmiştir. Bilindiği gibi basın işletmeleri demokratik toplumlarda 4. Kuvvet olarak adlandırılan önemli bir toplumsal işleve sahiptir. Kamusal hizmet üretimi yapan basın işletmeleri, bilgi ve haberin üretilmesi ve toplumsallaştırılması gibi çok önemli toplumsal bir işleve de sahiptirler. Bu bağlamda, ekonomik ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan etik dışı davranış ve çeşitli uygulamaların ortaya çıkarılması ve toplumun bu uygulamalar ile ilgili haberdar edilmesi gibi bir işleve de sahip olan basın kuruluşlarının, kendi yönetsel süreçlerinde yönetsel etik uygulamalarına sahip olup olmadıkları sorusu önemlidir. Dolayısıyla, politik ve kültürel etki yaratma gücüne de sahip basın işletmelerinin yönetim süreçlerinde yönetsel etik kavramına ne kadar uygun davranışlar gösterdiğini saptamak konunun toplumsal gündem de tartışılmasına da ciddi katkılar sağlayacaktır. Araştırmamızın genel bir değerlendirmesini yaptığımızda karşımıza çıkan genel sonuç şudur; Araştırmaya katılan 33 adet basın işletmesinin sadece 23 tanesinde yönetsel etik kodların bulunduğu, buna karşın yönetsel etik kodlara sahip olduklarını belirten bu basın işletmelerinde bile yönetsel etik programlarının özen ve ciddiyetle yürütülüp uygulanmadığı, bu süreçle ilgili olarak yeterli zaman ve maddi kaynakların işletme içinde ayrılmamış olduğu, dolayısıyla bir programın olmamasından dolayı da yönetsel etik ile ilgili denetim ve ölçümlerin de yapılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, toplumdaki tüm ekonomik birimler gibi basın işletmeleri de sosyo-ekonomik koşullardan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla sosyoekonomik koşullarda belirgin bir değişim yaratmadan etiğin adeta sihirli bir değnek gibi tüm olumsuzlukları tek başına düzeltebileceğini düşünmek gerçekçi değildir. Bununla birlikte, yönetsel etiğin kamusal yarara yönelik güçlü etkisinden dolayı basın işletmeleri de yönetsel etik konusuna gereken önemi vermeli ve bu konuda var olan yöntemleri örgütsel süreçlerinde samimiyetle ve özenle kullanmalıdırlar. 205 Kaynakça ALDAG Ramon J, STEARNS Timothy M., (1991). Management, Second Ed., Cincinatti, Ohio: Sounth Western Publishing ARSLAN Mahmut, BERKMAN Ümit, (2009). Dünyada ve Türkiye’de İş Etiği ve Etik Yönetimi, TUSİAD / T-2009-06-492, İstanbul BARTOL Kathryn, David C. MARTIN, (1994). Management, New York, McGraw Hill Inc CARROLL, A B., (1991). “The Pyramid of Corporate Social Responsibility: Toward the Moral Management of Organizational Stakeholders”, Business Horizons COOPER Terry L, (2004). “Big Questions in Administrative Ethics: A Need for Focesed, Collaborative Effort”, Public Administration Review, July / August, Vol. 64, No. 4 ÇALIŞLAR Aziz, (1983). Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi DAĞDELEN İlhan, (2005). “Yönetsel Etik”, Mevzuat Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 90 DAFT Richard, (1997). Management, The Dryden Press, Fourth Edition DEMİR Hulusi, SONGÜR Neşe, (1999). “Sosyal Sorumluluk ve İş Ahlakı”, Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 2 Sayı: 3 FLIPPO Edwin, GARY B, MUNSINGER, M (1982). Management, Boston, Allyn and Bacon GREENBERG J, BARON A. Robert, (1997). Behavior in Organization Understanding and Managing the Human Side of Work, New Jersey, Prentice Hall JUBB P.B, (1996). “On the Definition of Whistleblowing and its Applicability to the Accountants’ Audit Function”, International Society of Business, Economics and Ethics, Tokyo, http // www.nd.edu/isbee/p-jubb.htm KHERA Inder P, (2001). “Business Ethics East vs.West: Myths and Realities”, Journal of Business Ethics KIREL Çiğdem, (2000), “Örgütlerde Etik Davranışlar Yönetimi ve Bir Uygulama Çalışması”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir. KOHLBERG Lawrence, (1981). The Philosophy of Moral Development: Moral Stages and the Idea of Justice, (Essays on Moral development), Volume I, Harper & Row Publishers KREITNER Robert, (1995). Management, Boston, Houghton Mifflin KURTULUŞ Kemal, (1983). İşletmelerde Araştırma Yöntembilimi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 3128, İşletme Fakültesi yayın No: 145, İşletme İktisadı Enstitüsü Yayın No: 63, İstanbul LAMBERTON Lowell H, MINOR Leslie, (1995). Human Relations: Strategies For Success, Chicago, Irwin Mirror Press LEWIS Pamela, GOODMAN H. Stephen, FANDT M. Patricia, (1995). Management Challengers in the 21st Century, st. Paul, West Publishig MCNAMARA Carter, (2002). Complete Guide to Ethics Management: An Ethics Toolkits for Managers, (Çevrimiçi), http//www.mapnp.org/library/ethics/ethxgde.htm,05 206 MESCON Micheal H, MUCHEAL Albert, KHEDOURI F,(1988). Management, New York, Harper & Row MOSLEY Donald C, P.H PIETRI, L.C MEGGINSON, (1996). Management Leadership in Action, New York, Harper Collins NAHAVANDI, Afsaneh, MAEKZADEH, A.R, (1999). Organizational Behavior the Person – Organization Fit, New Jersey, Prentice Hall. NALBANT Eser, (2005). “İşletmelerde Sosyal Sorumluluk ve İş Ahlakı”, Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt: 12 Sayı:1, Celal Bayar Üniversitesi, İ.İ.B.F Manisa ÖZGENER Şevki, (2009). İş Ahlakının temelleri: Yönetsel Bir Yaklaşım, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara ÖZGEN Murat, (2006). Gazetecinin Etik Kimliği, Genişletilmiş 3. Basım, Set Systems Tercümanlık Reklamcılık Yayıncılık Ltd. ÖZKOL Sedat, (2007). 7-e Paradigması, Hayat Yayıncılık RACHMAN David J, (1996). Business Today, 8.bs McGraw Hill ROBBINS, Stephen, COULTER, M (1999), “Management” 6. Bs, New Jersey, Prentice Hall SAYİNER, Mehmet Anıl, (2005). Yönetsel Etik Kavramının Örgütlerde Uygulanması, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü SAYLI Halil, KIZILDAĞ Duygu, (2007). “Yönetsel Etik ve Yönetsel Etiğin Oluşmasında İnsan Kaynakları Yönetiminin Rolünü Belirlemeye Yönelik Bir Analiz” Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi SCHERMERHORN, John R., (1989). Management for Productivity, Third Edition, Carbondale: Southern Illionis John Willey & Sons Inc. SENCER Muzaffer, (1989). Toplum Bilimlerinde Yöntem, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul ŞENCAN Hüner, (2005). Sosyal ve Davranışsal Ölçümlerde Güvenirlik ve Geçerlilik, Seçkin Yayıncılık, Ankara TOOFFLER Barbara, (1986). Tough Choices, Managers Talk Ethics, NewYork, John Wiley&Sons Inc. UZUN Ruhdan, (2009). İletişim etiği: Sorunlar ve Sorumluluklar, Dipnot yayınları, Ankara ÜLGEN Arzu, (2003). Global Etik ve Global İşletmelerde Uygulanan Etik Yaklaşımlar Üzerine Bir Araştırma, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YUMLU Konca, (1994). Kitle İletişim Kuram ve Araştırmaları, Nam Basım Ltd, İzmir 207 SPOR BASINININ TARİHİ VE TÜRKİYE’DE 1950’DEN GÜNÜMÜZE YAŞANAN DEĞİŞİM1 Yrd. Doç. Dr. Selami Özsoy ÖZET Spor olayları, tarihsel süreç içinde yazılı ve görsel basın için en önemli haber unsurlarından biri olmuştur. Bu araştırmada spor basınının dünyada ve Türkiye’de tarihsel süreç içindeki gelişmesi incelenmiş ve Milliyet Gazetesi’nin arşivinde yapılan taramalarla Türkiye’de yaşanan değişim ortaya konulmuştur. Sonuç olarak 1951’den 2011’e kadar olan dönemde Milliyet Gazetesi’nde spora ayrılan yer toplam sayfa sayısına orantılı şekilde artmıştır. Gazetede “dört büyük kulüp” olarak anılan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor haberlerine ayrılan yerin de yıllara göre arttığı saptanmıştır. 1950 ve 1960’lı yıllarda bugün güreş ve boks gibi spor branşlarıyla ilgili haberlerin sayfalarda geniş olarak yer aldığı görülmüştür. Köşe yazarlarının yazı sayılarında da incelenen dönemlere göre bir artış saptanmıştır. Baskı tekniklerinin gelişmesiyle gazetenin spor sayfasında son 20 yılda daha büyük fotoğraflar kullanılmış ve görsel anlamda daha renkli ve estetik bir sayfa düzeni uygulanmıştır. Gazetede fotoğraf alanları artarken, yazı alanları küçülmüştür. Anahtar Kelimeler: Spor, medya, gazete. ABSTRACT The first samples from sports journalism appeared in the newspapers of the period that had just started to develop in the beginning of the 20th century. This study investigated the development of the sports media in the world and in Turkey in its historical process and displayed the transformation experienced in Turkey by the help of the reviews of the archives of Milliyet newspaper. The results show that the space allocated for sports in Milliyet Newspaper increased in proportion to the number of pages of the paper in the period of 19512011. It was also seen that space allocated to news related to Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş and Trabzonspor, known as “four biggest clubs” increased through the years. It was identified that in 1950s and 1960s the papers provided large coverage for news related to sports branches such as wrestling and boxing. The number of sports columns written by columnists also showed an increase in the periods that were investigated. With the development in printing techniques, the sports sections of newspapers have started to use larger photos, more colorful and aesthetic designs in the last 20 years. While photo sections increased in the papers, written sections showed a decrease. Keywords: Sports, media, newspaper. 1 History of Sports Media and The Transformation Experienced Since 1950s In Turkey 208 1. GİRİŞ Spor basını, spor haberlerine yer veren basın türü olarak tanımlanabilir. Spor basını, haberin yanı sıra, habere konu olan olay, olgu veya nesne ile ilgili bütünleyici, farklı bakış açıları getiren yorumları da okuyucu kitlesine ulaştırmaktadır. Spor basını, konu ve içerik olarak sporu işleyen; spor müsabakaları, organizasyonları, uygulayıcıları ile ilgili haberlerden hedef kitlesini haberdar eden, bunlarla ilgili spor basını çalışanlarınca hazırlanmış haber, bilgi, yorum ve fotoğraf gibi görsel malzemeler yayımlayan basın türüdür (Kaya, 2000: 233). Günümüzde spor haberciliği gittikçe önem kazanmaktadır. Sporla aktif veya pasif olarak ilgilenen insanların tüm dünyada milyonları bulması, spor haberciliği ile gazeteciliğinin de yapısını ve işlevlerini etkilemiştir. Hayatlarında hiç spor yapmayan, hatta sportif müsabakaları seyretmeyen insanlar bile medya sayesinde spor karşılaşmalarına ilgi duymaya başlamaktadır. Spor gibi milyonlarca bireyin ilgisini çeken toplumsal bir olgu ve kurum haline gelmiş olan bir alanın kitle iletişim araçları için içerik malzemesi olmaması imkânsızdır. 1.1. Dünyada Spor Gazeteciliğinin Tarihi Spor iletişiminin tarihi 200 yıldan eskiye uzanır. Amerika Birleşik Devletleri’nde New York Times gibi ciddi gazetelerde şimdi olduğu gibi günün politik haberlerini tamamlayıcı bir unsur olarak yer almaya başlamıştır. Gazete ve dergiler amatör ve okul sporlarından yerel bowling sonuçlarından, basketboldaki Final Four’a, buz pateninden avcılık ve balıkçılığa kadar çok sayıda spor dalına yer vermektedir. Basılı yayınlarda spor haberlerinin buluşması, 5 Mayıs 1773’te Amerika Birleşik Devletleri’nde Boston Gazette’nin bir boks maçı için İngiltere’ye muhabir göndermesi ile başlar. Dünyada bir gazetede yayınlanan ilk spor haberi, bu boks haberi olmuştur (Nichols vd., 2002: 4). Günümüz örneklerine benzer nitelikli ilk spor gazetesi ise 1833 yılında İngiltere’de profesyonel atletlerin pazar günleri yayımladığı Bell’s Life’dır. 1838 yılında İngiltere’de yayımlanan “Sporting Life”, Avrupa’daki ilk spor gazetelerindendir. Sporting Life’tan 16 yıl sonra 1854 yılında Fransa’da yayın hayatına başlayan “Le Sport” adlı ilk Avrupa spor dergisinde yer alan “Kibarların Gazetesidir” ibaresi, o dönemde sporun kimler tarafından sahiplenildiğinin ve kitleselleşme düzeyinin ne denli düşük olduğunu göstermektedir. (Nichols vd., 2002: 17). 209 1820’lerde ABD’de yayımlanan dergilerde spor haberlerinin yer almaya başlaması, Amerika kıtasının Avrupa kıtasına oranla spor ve spor basınında daha hızlı bir gelişim içinde olduğunu göstermektedir. Halen yayınlanmakta olan günlük spor gazeteleri içinde en eskisi İtalya’da 1885 yılında yayım hayatına başlayan La Gazzetta dello Sport’tur (Çetin, 1999: 28 - 32). 1842’de Almanya’da Erlangen kentinde ilk spor dergisi yayımlanmıştır (Voigt, 1999: 217). 18. yüzyıl’ın ortalarında Londra’da yayımlanan gazetelerde kriket haberleri yer alırken, profesyonel spor olaylarının geniş kitlelerin ilgisini çekmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarında gazeteler düzenli olarak spor haberlerine yer vermiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk kalıcı spor gazetesi olan Spirit of the Times, 1831’de yayınlanmaya başladı. 1886 yılında okuyucuyla buluşan ilk spor dergisi Sporting News, günümüze kadar uzanan en başarılı spor yayınıdır. 1890’larda birçok gazete spor haberleri için ayrı sayfalar ayırmaya başladı. ABD’de 1900’lerde günlük gazetelerdeki spor haberleri genele oranla % 9’u oluştururken, 1975’lerde bu oran %50’ye kadar yükseldiği görüşmüştür (Snyder ve Spreitzer, 1983: 215). Spor, 19. yüzyıl’ın sonlarına doğru ajans haberciliğinde de önemli bir yer tutar hale gelmiştir. 1889’da ABD’de Associated Press muhabirleri, 200,000’den fazla kelime tutan ağırsıklet boks şampiyonası haberlerini telgraf aracılığıyla dünyanın dört bir yanına yaymıştır (McDaniel ve Sullivan, 2003: 266). ABD’de 1880’lerde boks ve beyzbol sporlarına ağırlık vererek yayınlanan The National Police Gazette, bazı sayılarını 400,000 basarak spor yayınlarının geniş bir okuyucu kitlesini çektiğini ispatlayan ilk yayınlardan biri olmuştur (McChesney, 1989: 53). Dünyada, 19. yüzyıl’ın başlarında kurallar uygulanarak yapılmaya başlanan modern spor dallarını ilgi ile izleyen seyirciler, bu karşılaşmalarla ilgili haber ve yorumları merak etmeleriyle, gazeteler spor konusunda bilgili yazarlar aramaya başladılar. Böylece gazetelerde spor yazılarının sütunlar halinde yayınlanmasıyla spor gazeteciliği gündeme geldi. 19. yüzyılın ortalarından sonra İngiltere’de futbol takımları, Amerika'da boks, Fransa'da güreş profesyonel olarak düzenlenmeye başlanınca seyirci kapasitesi arttı ve ilgi fazlalaştı. Bu nedenle de spor gazeteciliği gelişmeye başladı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa, İngiltere, Amerika, Almanya, Belçika ve İtalya’da yalnız spor yazan dergiler yayınlanmaya başladı. 20. yüzyılın başında bütün dünyada haberler telgrafla, fotoğraflar da mektupla gazete ve dergilere iletiliyordu (San, 1991: 187). Radyoda ilk spor karşılaşması haberi 1921’de verilmiştir. Almanya’da ilk spor haberi 1924’te geçildi. 210 1936’daki Berlin Olimpiyat Oyunları, televizyondan yayınlanan ilk olimpiyatlar olarak tarihe geçti (Voigt, 1999: 217). 1954’te yayına başlayan Sports Illustrated dergisi, haftalık ortalama 3.5 milyonluk tirajıyla dünya genelinde en çok satan dergilerden biridir. 20. yüzyıl boyunca gazetelerde spor haberlerinin yayını giderek artış gösterdi. Dünyanın en önemli gazetelerinde yerel, ulusal ve uluslararası spor haberleri toplam sayfaların neredeyse yarısını oluşturmaktadır (Sage, 2002: 217). ABD’de 1900’lerin başlarında gazetelerde sporla ilgili haberler, yarış ve kolej oyunları hakkında ön haber kısa bilgiler, yerel takımların müsabakalarının sonuçlarından oluşurdu. 1920’lerin sonlarında spor sayfaları gazetelerin spor bölümleri ile büyüdü ve günümüzdeki spor servislerine benzedi. Chicago Tribüne gazetesi üzerinde yapılan bir derlemede, spora ayrılan sayfa oranı 1900’de % 9, 1925’te % 12, 1950’de % 15, 1975’te % 17 olarak gerçekleşmiştir. Spor haberlerinin diğer haberlere oranı ise 1900’de % 14, 1925’te % 28, 1950’de % 32, 1975’te % 52 olmuştur (Tükenmez, 2003: 79). 1.2. Türkiye’de Spor Gazeteciliğinin Tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk gazeteler 19. yüzyılın son çeyreğinde Levantenler tarafından yayımlanmıştır. 1874’te yayımlanan Le Progres d’Orent, İstanbul’da yayımlanan ilk gazetedir. 1868’de Levant Times and Shipping Gazzette ile 1895 yılında yayınlanan Stamboul gazetesi, Osmanlı Devleti’ndeki ilk gazetelerdendir (Alemdar, 1996: 17). Osmanlı İmparatorluğu döneminde basın, sporla ilk defa, 1891 yılında Türk Edebiyatında önemli bir devre adını veren ünlü dergi Servet-i Fünûn’a Ali Ferruh Bey’in Paris’ten gönderdiği eskrimle ilgili yazısı ile tanışmıştır (Atabeyoğlu, 1991: 6). İlk spor yazısını yayınlayan günlük gazete, Selanik’te çıkan Asır Gazetesi’dir. Gazete, 1895 yılında bisiklet yarışları ve at koşuları ile 1896 yılında Atina’da yapılan ilk modern olimpiyat oyunlarının hazırlıklarından bahseden haberlere yer vermiştir (Atalay, 2004: 90). Spor adamı ve gazeteci Burhan Felek’in 28 Eylül 1910 tarihinde çıkarmaya başladığı Futbol adlı dergi, spor basın tarihinin ilk yayınları arasında yer almaktadır. Yayın hayatını 6 ay sürdüren dergi, dönemin anlayışına uygun olarak yarısı Türkçe, yarısı ise Fransızca olarak yayınlanıyordu. Türkiye’ye sporun yayılmasında öncülük yapan Selim Sırrı Tarcan, 1911 yılının Temmuz ayında “Terbiye ve Oyun” adını taşıyan yeni bir dergiyi yayın hayatına sokmuş ancak uzun ömürlü olamamıştır. Terbiye 211 ve Oyun, 1922 yılında kısa bir süre tekrar yayınlanmaya başlanmış, ancak bu girişim de sonuçsuz kalmıştır (Atabeyoğlu, 1991: 7). Türkiye’de bir futbol haberi günlük bir gazetede ilk kez 1911 yılında yayınlanmıştır. Galatasaray kulübünün de üyesi olan Abidin Daver, İstanbul’da oynanan Galatasaray-Tamaşvar ile İstanbul Karması-Tamaşvar karşılaşmalarını Tasvir-i Efkar gazetesinde haber olarak yayınlatarak spor basınına önemli bir açılım getirmiştir. O dönemde spor basınının anlatımına örnek vermek gerekirse Tasvir-i Efkar gazetesi, 1913’teki nüshasında bir futbol maçını şöyle duyuruyordu: “Kadıköy Union Clup’de önümüzdeki 23 Mart Pazar günü saat 2’de mubaşeret olmak üzere iki müsabaka icra edilecektir. Köprü’den Kadıköyü’ne zevali hareket 1.45’te hareket eden vapur, spor meraklılarını vakti muayyende Union Clup’e yetiştirir” Tasvir-i Efkar’ın 7 Haziran 1913 tarihli nüshasında yayınlan bir spor haberinde ise şu ifadeler yer alıyordu: “Eğlenceler arasında en ziyade şayanı temaşa olan talim Galatasaray’la Union Clup’ün icra ettikleri maç olmuştur. Seyircilerden çoğu şimdiye kadar böyle bir maç görmemişlerdir. Hatta bazıları oyunun ne olduğundan tamamen bihaberdi. İki kulübe mensup genç ve gürbüz oyuncuların kulüplerinin renkli yeleklerini ve futbol kunduralarını giymiş bulundukları halde arada bir görünmeleri, seyirciler arasında büyük bir merak tevlit etmiştir” (Hiçyılmaz, 1985: 12). 9 Aralık 1918 tarihli Tasvir-i Efkar, bir maçın teknik yorumunu şöyle aktarmaktadır: “İngilizler yegan yegan iyi oyunculardı. Bilhassa sol müdafi orta muavin ve orta muhacim mükemmeldiler. Fenerbahçelilerin muhacim hattı gayet iyi ve İngilizlerinkine faikti. (üstündü). Muhacimler, topu kemali sürat ve maharetle ileri sevk etmişler ve oyun kamilen İngilizlerin kalesi önünde cereyan etmiştir” (Hiçyılmaz, 1985: 12). Günümüzde de devam eden Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin basındaki temellerinin 1920’li yıllarda atıldığı görülmektedir. Bu rekabette ilginç olan bir nokta da futbol maçlarının günümüz basınında çok kullanılan savaş metaforlarıyla anlatılmasının ilk örneklerinin görülmesidir. Örneğin 16 Kasım 1928’de Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 2-0 yendiği maçta “Sivil amiral” diye ünlenen Abidin Daver Bey, Cumhuriyet Gazetesi’nde bir müsabakayı şöyle anlatmaktadır: “Vakt-i muayyen gelmiş olmalı ki, Galatasaray hücuma geçti. Ümit edilmediği için Na mer’i bir şekilde düşman sefainin (gemilerinin) içine sokulan Şefikiye (Kemal Şefik) birden bire dehşetli bir torpil salıverdi. Bunu 212 Farukiye (Kemal Faruk) torpidosunun tam isabetli bir enbahtı (atışı) takip etti. Hedefe isabet tamdı. Galatasaray filosunun bu üstünlüğü karşısında hasım bocaladı. Ya ateş etmeye vakit bulamıyor, yahut ateşleri hedefe ulaştıramıyordu. Farukiye’nin tam isabetli enbahtı düşman filosunu alt üst etmişti” (Hiçyılmaz, 1985: 12). Spor yazarlığını ilk olarak kendisine meslek seçen kişi, 1919’da “Spor Alemi” adlı bir dergi çıkaran Çelebizade Said Tevfik Bey (Said Çelebi) olmuştur. Kullandığı esprili dil, birçok kişiyi önce spor yazılarına karşı ilgilenmeye sevketmiş, sonra kişileri sahaya çekmiştir (Atalay, 2004: 50). Cumhuriyetin ilanından sonra spor haberlerinin önemi artmaya başlamıştır. Akşam, Cumhuriyet gibi siyasi gazetelerin birinci sayfalarında spor haberleri görülmeye başlamıştır. Ali Naci Karacan’ın sahibi olduğu Akşam gazetesi, Türk spor basını tarihinde birinci sayfasını ilk kez spor haberlerine açan gazete olmuştur (Atalay, 2004: 90). 1924’te Paris Olimpiyatları’na hazırlanmakta olan Türk Milli Futbol Takımı’nın büyük boy fotoğrafı Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında yayınlanmıştır. Cumhuriyet gazetesi kurucusu Yunus Nadi, 1924 yılında yazdığı sunuş yazısında, çıkarmaya başladığı gazetenin amaç, şekil ve mesleğine ait esasları ve gazetesinin özelliklerini belirtirken, “Gazetenin iktisat ve spor sütunları en yetkili uzmanlarca hazırlanacaktır” ifadesini kullanmıştır. Gazetenin dördüncü sayfası ikişer sütun halinde spora ayrılmıştır (İnuğur, 1992: 67). 1930’lu yıllarda spor dergilerinin yayınlanmaya başladığı görülmektedir. Suat Hayri Ürgüplü’nün Fransa dönüşü yayınladığı “Şa Şa Şa” isimli dergisi, “Şiir” lakabıyla ünlü futbolcu Refik Osman Top’un çıkardığı “Gol” ve “Spor Alemi” bunlardan bazılarıdır. 1933’te Haber Gazetesi ilk bağımsız spor sayfasını yapmıştır. 1939 yılında yayınlanmaya başlayan İkdam gazetesinin dördüncü sayfası spor haberlerine ayrılmıştır (İnuğur, 1992: 157). 1948 yılında Londra’da düzenlenen Yaz Olimpiyat Oyunları’nda Türk güreşçilerinin büyük başarı elde etmesi, gazete yöneticilerinin spora daha geniş yer vermelerini sağlamıştır. Olimpiyatların 2. Dünya Savaşı sonrası barış ortamında düzenlenen ilk oyun olma özelliği taşıması nedeni ile Türk sporcularının yanı sıra ilk defa geniş bir gazeteci grubu da Londra’ya gitmişti. O yıllarda popüler bir spor branşı olan güreşte kazanılan 6 altın madalya; Hürriyet Gazetesi’nin 1. sayfasından okuyuculara duyurulmuş ve bu, Türk spor basınında bir ilk olmuştur. Spor haberlerinin fazla yer tutmadığı 1940’lı yıllarda büyük bir başarıyla karşılaşan gazeteler “spor” başlığıyla olimpiyatlara sayfalarında geniş yer ayırmıştır. Bayram gibi özel günlerin dışında gazete logoları ve başlıklar haricinde renk kullanmayan 213 gazeteler, olimpiyatlar için kırmızı renkli baskı yapmıştır. Yayın hayatına 1 Mayıs 1948 tarihinde başlayan Hürriyet Gazetesi, Londra Olimpiyatları’na foto muhabiri göndererek bir ilki gerçekleştirmiş ve bol fotoğraflı olimpiyat haberleri tirajını arttırmıştır. Bu fotoğraflar, başka gazeteler tarafından kullanılmaya başlanınca Hürriyet Gazetesi, fotoğrafların kopyalanmaması için gazeteye bir uyarı notu koymuştur (Atabeyoğlu, 1991: 39; İnuğur, 1992: 223; Topuz, 1973: 175, Şapolyo, 1969: 243). 1950’li yıllara kadar gazetelerde henüz spor haberleriyle ilgilenen uzman muhabirler ve ayrı birimler bulunmamaktaydı. Spor haberleri, diğer haberlerle ilgilenen gazeteciler tarafından hazırlanıyordu. 1950’li yıllarda yayınlanan Son Posta Gazetesi’nde spor haberlerini yazan Adnan Fuat Aral, 60 bin satan ve Hürriyet’in Yeni Sabah’ın rakibi olan gazetenin spor sayfasını tek başına çalışarak çıkarmaktaydı (Ayhan, 2001: 90). 1950’li yıllarda Cumhuriyet, 6.sayfasından verdiği spor haberlerini, sadece futbola dayandırmadan tüm etkinliklerden söz etme ve sayfalara çok haber koyma anlayışıyla bisikletten kayağa kadar her spor dalına yer vermiştir (Hiçyılmaz, 1985: 15). 1952 yılında “Türk Spor” adlı ilk günlük spor gazetesi çıkarılmıştır (Atabeyoğlu, 1991: 8-15). Türk Spor Gazetesi’nin, A Milli Futbol Takımı’nın Dünya Kupası finallerine katılmaya hak kazandığını yazan 18 Mart 1954 tarihli sayısı, o tarihlerde en çok satan günlük gazetenin satış rakamını geride bırakmıştır (Kıvanç, 2002: 78). 1953 yılında sadece spor haberleri yayımlayan “Spor Haberleri Ajansı” kurulurken, 1954 yılında Yılmaz Poğda tarafından “Türkiye Spor Gazetesi” adında Türkiye’nin ilk spor gazetesi yayınlanmıştır. O dönemde en çok satan günlük gazetenin tirajı 40 bin iken, Türkiye Spor Gazetesi 50 bin satıyordu (Atalay, 2004: 91). Gazetelerin arka sayfalarının tümüyle spora tahsis edilmesinin geçmişi fazla eski değildir. 1955-56’da Yeni Sabah, spora arka sayfayı ayırmıştır (Toker, 1999: 42). Sporun giderek futbolla özdeşleştiği ama profesyonelliğin yeni başladığı, milli lig örgütlenmesi için ulaşım gibi alt yapının yetmediği 1950’li yıllarda spor haberleri mahalli gazetelerin herhangi bir sayfasında duyurulmaktaydı. Futbolun milli lig statüsüyle oynanır olduğu 1960’lı yılların başından itibaren hem gazeteler aynı anda birkaç ilde basılıp bütün illere dağıtılarak kitleselleşti, hem sporun kitlesel tüketime konu olmasının sonucu olarak spor sayfaları gazetelerin genel bütünlüğüne karşı bağımsızlığını kazandı. Türkiye düzenli lig organizasyonlarının ortaya çıkmasıyla spor olgusu geniş kitlelere yayılırken, günlük gazetelerin spor 214 haberlerine ayırdıkları yerin de artmaya başladığı görülmektedir. Türkiye’de birçok gazete 1950’li yıllardan sonra spor haberleri için ayrı bir birim kurarak, birden fazla sayfasını spor haberlerine ayırmaya başlamıştır. 1960’lı yıllara gelindiğinde spor sayfalarına gösterilen ilgi, günlük gazeteler arasında özellikle Milliyet ile Tercüman arasında büyük bir rekabetin doğmasına yol açmıştır. Spor servisleri arasında ortaya çıkan rekabet, birçok gazetenin 30-40 kişilik spor servisleri kurmalarına kadar varmıştır. Bu arada 1963’te spora tam sayfa ayırmaya başlayan Hürriyet, 7 kişilik bir spor servisi oluşturdu. Milliyet de “star imza”, “geniş kadro”, “teknik güç” gibi özellikleri kapsayan yayın anlayışını sürdürdü (Uzun, 2001: 85). Spor haberleriyle ilgilenen gazetecilerin sayısının artması, aralarında bir birlik oluşturma ihtiyacını doğurdu. Bu amaçla 1963 yılında Türkiye Spor Yazarları Derneği kuruldu. Büyük illerde 7 şubesi olan derneğin halen 1000’e yakın üyesi bulunmaktadır (tsyd.org.tr). Daha sonraki dönemlerde günlük gazeteler, spor haberlerine ayırdıkları sayfa sayısını arttırma yoluna gitmişlerdir. 1970 ve 80’li yıllarda gazetelerin arka sayfaları spor haberlerine ayrılmış, birçok spor branşından haberler bu sayfalarda yer bulabilmiştir. Ancak futbolun popülaritesinin artması ile 1990’lı yıllardan sonra gazetelerin sadece dört büyük kulüp olarak adlandırılan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’un haberlerinin yer aldığı futbol gazetelerine döndüğü görülmektedir. 1980’lerden sonra ülkedeki siyasal ve sosyal gelişmeler spora, dolayısıyla spor medyasına da yansıdı. Özellikle gençler, depolitizasyon süreci sonrasında yüksek kültür ve sanat ürünleri yerine daha çok magazin ve sporla ilgili yayınlara yöneldiler. Spor medyası da bu talebi karşılayabilmek için sayfalarını futbola ve onun her türlü yüzeysel ve magazinsel boyutuna alabildiğine açtı. Spor medyasındaki bu kolaycı ve geniş kitleleri yakalayan akım, günümüze kadar devam etmiş ve hala geçerliliğini korumaktadır. Bu araştırmada Türkiye’de gazetelerde spor haberlerinin yer alma süreci ve Milliyet Gazetesi örnekleminde 1950’den bu yana yaşanan değişimin ortaya konulması amaçlanmıştır. Türkiye’de süreklilik gösteren gazetelerden biri olan Milliyet Gazetesi, 3 Mayıs 1950’de Ali Naci Karacan tarafından yayınlanmaya başlamıştır. Kurulduğu yıllarda gazetenin baskı makinesi bulunmamaktadır. 1954 yılında kendi baskı tesislerinde basılan Milliyet, hemen her kesimden okura seslenmeyi başarmış ve kısa sürede tirajını artırmıştır (Kabacalı, 2000: 215). 215 2.YÖNTEM Bu araştırmada spor basınının tarihsel süreç içindeki değişimi Milliyet Gazetesi’nin arşivinde yapılan taramalarla ortaya konulmuştur. Bu amaçla 1951, 1961, 1971, 1981, 1991, 2001 ve 2011 yıllarının Mart aylarının ilk haftalarının Milliyet Gazeteleri örneklem alınarak spor sayfaları incelenmiştir. Bu incelemede şekil olarak şu kriterlere göre yapılmıştır: Sayfa sayısı, haber sayısı, fotoğraf sayısı, fotoğraf büyüklüğü, köşe yazısı sayısı, haber büyüklüğü, haberlerin branşlara göre dağılımı. Elde edilen veriler frekans dağılımlarına göre analiz edilmiştir. 3.BULGULAR Milliyet Gazetesi’nin incelendiği dönemde günlük 16.71’lik sayfa sayısı ortalamasıyla yayınlandığı görülmüştür. Gazetenin örneklem alınan dönemler içinde spor sayfalarının diğer sayfalar içindeki oranı %18.24 olmuştur. Örneklem alınan dönemde Milliyet Gazetesi’nin ortalama spor sayfası sayısı günlük 2.86’dır. Yıllara göre bakıldığında hem gazetenin toplam sayfa sayısında hem de spora ayrılan sayfa sayısında bir artış olduğu gözlenmektedir (Tablo 1). Tablo 1 - Gazetenin spor sayfalarının genel sayfalara oranı Yıl Ortalama Ortalama Toplam sayfa Spor Sayfası 1951 6 1 1961 6 1,5 1971 12 2 1981 13 3 1991 22 3 2001 28 4 2011 30 5,5 Ortalama 16,71 2,86 % 16,67 25,00 16,67 23,08 13,64 14,29 18,33 18,24 3.1. Spor sayfalarının yıllara göre değişimi 1951: Gazete 6 sayfa olarak siyah beyaz fotoğraflarla yayınlanmıştır. Gazetenin arka sayfası olan 6. sayfasında spor haberleri “Milliyet Spor” başlığı altında yer almıştır. Ancak bazı günler gazetenin ilanlarının sayfanın yarısını kapladığı görülmüştür. Bazı günler gazetenin spor sayfası 2-3 haberle kapatılmıştır. İncelenen dönemdeki İngiltere’den gelen boks takımının, Türk boksörlerle yaptıkları müsabakalar detaylı bir şekilde haber haline getirilmiştir. 7 Mart 1951 tarihli Milliyet’in arka sayfasında yer alan spor sayfasındaki iki haber de boks branşına aittir. İngiltere Ligi’ndeki müsabakaların da büyük başlık ve fotoğraflarla duyurulması dikkat 216 çekicidir. Fenerbahçe’nin Vefa ile yaptığı karşılaşma fotoğraflı olarak gazetenin 1. sayfasından duyurulmuştur. 1961: Gazete 6 sayfa olarak siyah beyaz fotoğraflarla yayınlanmış ve arka sayfası spora ayrılmıştır. Spor sayfasında herhangi bir ilan veya reklama rastlanmamıştır. Spor sayfasının haberleri, ilanların da bulunduğu 5.sayfaya devam olarak aktarılmıştır. Büyük kulüplerin müsabaka haberleri çok fotoğraflı verilmiş, atılan her golün fotoğrafının konulmasına özen gösterilmiştir. Spor Toto ile ilgili tahminlere çeyrek sayfa yer ayrılmıştır. Müsabakalarla ilgili yorumlar yayınlanmıştır. 1971: Gazete yine siyah beyaz fotoğraflarla yayınlanmış ancak haberlerin zeminlerinde ve çerçevelerinde renk kullanılmıştır. Gazetenin sayfa sayısı, Türkiye 1.Ligi müsabakalarının oynandığı Pazar gününün ertesinde 12’ye çıkarılırken, spor haberleri de iki sayfaya çıkmıştır. Pazar günleri oynanan müsabaka haberleri, spor yazarlarının yorumları eşliğinde verilmeye başlanmıştır. Türkiye 1. Ligi müsabakaları geniş şekilde verilirken yine boksla ilgili haberlerin sayısı ve büyüklüğü dikkat çekmiştir. 1966 yılında 2. Lig ve 3. Lig’in kurulmasının ardından gazetelerde bu müsabakalarla ilgili haber iç sayfalarda yer almaya başlamıştır. 1981: 1980’li yıllarda baskı teknolojisindeki gelişmelerle gazetelerde renkli fotoğrafların yoğunluğunun arttığı görülmektedir. Milliyet Gazetesi de arka kapağı olan 12. sayfası ve iç sayfası olan 11. sayfasını renkli fotoğraflarla yayınlamaya başlamıştır. Ayrıca spor haberlerinin devamları, yeni bir iç sayfaya daha aktarılarak 12 sayfalık gazetenin spor sayfası sayısı 3’e çıkarılmıştır. Gazetenin ana spor sayfası olarak görülen 12. sayfasında Türkiye 1. Ligi’nin üç büyük takımının müsabakaları ve haberleri büyük fotoğraflarla yer almaya başlamıştır. Dönemin televizyonun etkisiyle yayılan buz pateni gibi sporlara ait haberler ana spor sayfasında fotoğraflı şekilde duyurulmuştur. Gazete bazı günler 14 sayfa olarak yayınlanmıştır. Bulgaristan’da düzenlenen bir güreş turnuvasına muhabir gönderen gazete, Türk güreşçilerin haberlerini iki gün üst üste manşetten vermiştir. 1991: Milliyet Gazetesi, 1990’lı yılların başında sayfa sayısını 20’ye, lig maçlarının olduğu günlerde ise 24’e çıkarmıştır. Spor haberleri de bir ana sayfa ve iki devam sayfası olarak yapılandırılmıştır. Gazete ana spor sayfasını büyük fotoğraflarla daha da renklendirmiştir. Özellikle büyük kulüplerin maçlarıyla ilgili haberler çoğunlukla yarım sayfadan fazla tam sayfaya yakın büyüklükte çok fotoğraflı ve maç kritikleri ile duyurulmuştur. Haberler ana sayfadan başlık ve spotlarla verilmiş, haberlerin detayları devam sayfalarında yer almıştır. İç sayfalarda ayrıca kısa haberler yer almıştır. 217 2001: Milliyet gazetesi, 2000’li yıllara geldiğinde sayfa sayısında artışa gitmiştir. Gazete 26-30 sayfa arasında yayımlanmıştır. Gazetedeki en büyük değişiklik, spor sayfasının arka kapaktan iç sayfalara girmesi olmuştur. Bununla birlikte spora ayrılan sayfa sayısı hafta içi 4’e çıkmış, maç günleri bu sayı daha da artmıştır. Gazete “devam sayfası” uygulamasına son vererek haberleri tek sayfada bitirmiş, haberleri daha çok spotlarla oluşturmuştur. Ortalama dört spor sayfasının her birinde büyük ve çok fotoğrafla desteklenmiş ayrı manşetler kullanılmıştır. 2011: Yaklaşık 30 sayfa olarak yayınlanan Milliyet Gazetesi, 2011 yılında arka kapak içinden başlayarak spora ortalama 5-6 sayfa ayırmıştır. Gazete, haftanın belli günleri tam sayfaya yakın, bahis oyunlarından en popüler olanı “İddia” tahminleri yayınlamıştır. Gazetenin spor sayfalarında haberler “çok büyük” fotoğraflarla duyurulmuştur. Özellikle dört büyüklerin müsabakaları sonrasındaki sayfalar, bir maç fotoğrafının sayfa boyunda büyütülmesi ve yazıların fotoğraf içine gömülmesi şeklinde tasarımlanmıştır. İncelenen son dönemde gazetenin artan sayfa sayısıyla basketbol ve atletizm haberlerine ayrı sayfa ayırdığı dikkat çekmektedir. Tablo 2 – Mart aylarının ilk haftasındaki sayılarında Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında ebatlarına göre fotoğraf sayıları Fotoğraf büyüklüğü* Küçük Orta Büyük Çok büyük Toplam 1951 6 8 4 1961 11 34 1 1971 29 18 4 18 46 51 1981 27 33 10 3 73 1991 21 36 11 2 70 2001 58 35 14 7 114 2011 71 46 15 5 139 Toplam 223 210 59 17 511 % 43,6 41,1 11,5 3,3 100 *Küçük: 4 santimetre kareden küçük. Orta: 4 ile 15 santimetre kare arasındakiler. Büyük: 15 santimetre kareden büyük fotoğraflar. Çok büyük: Genişliği sayfa enini kaplayan veya eşdeğer büyüklükteki fotoğraflar. 3.2. Fotoğraf büyüklüğü Gazetede incelenen 1951-2011 döneminden örneklem alınan birer haftalık süreçte yer alan fotoğrafların toplam sayılarına bakıldığında genelde bir artıştan söz etmek mümkündür. 1981’deki dönemden itibaren gazetenin dış sayfasında renkli fotoğraf kullandığı görülmektedir. 2001’den itibaren iç sayfalarda da renkli fotoğraflar yer almıştır. Gazetenin örneklem alınan ilk üç döneminde “çok büyük” fotoğraflara rastlanmamıştır. 2001 ve 2011 yıllarında özellikle dört büyük takımın Türkiye 1. Ligi müsabakalarının haberleri, futbol karşılaşmalarından çekilen “çok büyük” fotoğraflarla birlikte kullanılmıştır. Fotoğrafların kalitesinde bir iyileşme de dikkat çekmektedir. Baskı tekniğinin gelişmesine paralel olarak fotoğrafçılık alanında başta dijitalleşme olmak üzere yenilikler, sayfalara yansıyan 218 fotoğraf kalitesini yükseltmiştir. Foto muhabirlerinin müsabakalardan hareketli anları yakaladığı fotoğraflar, sayfa editörlerinin estetik düzenlemeleriyle hızlı bir şekilde okuyucuya sunulmuştur (Tablo 2). Futbol Tablo 3 – Mart aylarının ilk haftasındaki sayılarında Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında yayımlanan haberlerin branşlara göre dağılımı Branş 4 büyükler Milli Takım /Federasyon Dünyadan futbol Anadolu / Amatör Basketbol Voleybol Güreş Boks Bisiklet Halter Atletizm Olimpik Diğer Toplam 1951 1961 1971 1981 1991 2001 2011 Toplam % 4 24 21 20 36 102 159 366 44,0 10 11 10 15 6 52 6,3 5 7 1 1 2 2 22 9 13 14 5 26 72 8,7 15 29 16 10 17 23 110 13,2 4 1 1 3 10 5 10 13 14 28 2 5 1 36 10 1 94 32 18 18 3 3 21 13 37 832 11,3 3,8 2,2 2,2 0,4 0,4 2,5 1,6 4,4 100 2 2 10 78 1 10 1 1 66 1 1 3 1 9 99 11 108 1 2 8 186 11 1 6 273 3.3. Branşlara göre haberlerin dağılımı 1951’den itibaren 10 yıllık periyotla mart aylarının ilk haftasındaki sayılarında Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında yayınlanan haberlerin uzunluklarına göre dağılımına bakıldığında gazetede yer alan toplam 832 haberin 600’ünün (% 72) futbol branşına ait olduğu saptanmıştır. Futbol haberlerinin içinde genele oranla %44’ü “dört büyükler” olarak adlandırılan en çok şampiyonluk kazanan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor kulüplerine aittir. Bu dört takım dışında kalan futbol kulüplerinin ve amatör lig müsabakaların haberleri %13.2’lik oranı oluşturmuştur. 2011 yılı incelemesinde, 2010 yılında Türkiye Spor Toto Süper Ligi’nde şampiyon olan Bursaspor’un haberlerinin ağırlık kazandığı görülmüştür. Futbol dışındaki en fazla haberin olduğu branş basketboldur (%9). Basketbolu voleybol (% 4), atletizm (%3), güreş (%2) ve boks (% 2) takip etmektedir (Tablo 3). 1950 ve 1970’li yıllarda boks haberlerinin yoğunlukta olduğu görülmüştür. Sadece Türkiye’de değil, yurt dışındaki boksörlerin haberleri 219 de ilgi görmüştür. Sayfa sayısının arttığı 2000’li yıllardan sonra diğer branşlardaki haberlere küçük de olsa yer verilmiştir. Özellikle 2011’de atletizmle ilgili haberlerin sayısında bir artış görülmektedir. Milli Takım ve Futbol Federasyonu ile ilgili haberler de önemli bir yer tutmuştur (%6). Tablo 4- Mart aylarının ilk haftasındaki sayılarında Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında yayımlanan haberlerin uzunluklarına göre dağılımı Haber boyutu* Kısa Orta Büyük Geniş haber Toplam 1951 11 3 1 7 22 1961 47 25 4 2 78 1971 21 30 2 8 66 1981 53 35 5 11 99 1991 63 25 6 14 108 2001 96 61 9 19 186 2011 149 62 37 17 273 Toplam 440 241 64 78 832 % 52.9 29.0 7.7 9.4 100 *Haberler uzunluklarına göre değerlendirilirken boyut olarak 10 cm/1 sütunu geçmeyen haberler “küçük”, 10 cm/1 sütun ile 20 cm/4 sütün arasındaki haberler “orta”, 20 cm/4 sütundan daha büyük haberler “büyük”, daha büyük ve ikiden fazla fotoğraf ve yazı, başlık, spot gibi elemanlarla zenginleştirilmiş haberler ise “geniş haber” olarak sınıflandırılmıştır. Devam sayfalarına dönen haberler tek haber olarak değerlendirilmiştir. Tablo 5 - Mart aylarının ilk haftasındaki sayılarında Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında yayımlanan köşe yazılarının yıllara göre sayısı Köşe yazıları 1951 1961 1971 1981 1991 2001 2011 Toplam 1 13 14 11 14 17 22 92 3.4. Köşe yazıları Milliyet’in spor sayfalarında köşe yazılarının sayısında yıllara göre bir artış olduğu görülmektedir. Dört büyüklerin futbol müsabakalarının ardından yorumcuların yazıları yıllar geçtikçe sıklaşmıştır. 1951’de incelenen bir haftalık süreçte 1 köşe yazısına rastlanırken, bu sayı 1961’de 13’e, 2011’de de 22’ye yükselmiştir (Tablo 5). 4. SONUÇ VE TARTIŞMA Araştırmada örneklem alınan yıllara göre yapılan değerlendirmede Milliyet Gazetesi’nin spora ayırdığı sayfa sayısının arttığı görülmektedir. Ancak bu artış, diğer sayfalarla paralellik gösterdiğinden örneklem alınan dönem içinde spor sayfalarının gazetenin geneline oranının çok değişmediği söylenebilir. 1951 ve 1961 yıllarında toplam 6 sayfa olarak yayınlanan spor haberleri 1 ile 1,5 sayfa arasında yer tutmuş ve %16.6’lık bir oranı bulmuştur. 2011 yılına gelindiğinde ise ortalama 30 sayfa olarak yayımlanan Milliyet Gazetesi’nin ortalama 5,5 sayfasını, yani diğer bir deyişle % 18.3’ünü ayırdığı görülmüştür. 220 Milliyet Gazetesi’nin örneklem alınan dönemler içinde spor sayfalarının diğer sayfalar içindeki oranı (%18.24) daha önce yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlarla paralellik göstermektedir. Gazetelerin spor sayfalarının kapladığı yerin incelendiği bir araştırmada (Özsoy vd., 2008) spor sayfalarının genel sayfa sayısına göre % 20’lik bir oranda yer kapladığı belirlenirken, Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarının oranı ise % 19 olmuştur. Milliyet Gazetesi’nin 60 yılı aşkın yayın hayatı süresince spor haberlerine aynı oranda yer ayırdığı ve bu oranın diğer gazetelerle aynı düzeyde olduğu söylenebilir. 2001 yılında örneklem alınan haftanın spor sayfaları incelendiğinde, haber detaylarının yer aldığı devam sayfası uygulamasının kalktığı görülmüştür. Bu dönemden sonra haberler, başladığı sayfada bitirilmiş, daha kısa yazı ve geniş fotoğraf tarzı benimsenmiştir. Milliyet Gazetesi’nde kullanılan fotoğraf sayısının ve büyüklüğünün örneklem alınan her dönemde giderek arttığı görülmüştür. Bu da gazetenin, spor sayfasında görselliğe daha fazla önem verdiği şeklinde yorumlanabilir. Milliyet örneğinde olduğu gibi gazetelerin spor sayfalarının yazı yoğunluğu düşüktür. Buradan hareketle spor basınının son yarım yüzyılda yıllar geçtikçe içeriklerinde fotoğraf oranını arttırarak görselliği ön plana çıkardığı ve okunacak metinlerin oranını düşürdüğü söylenebilir. Türkiye’de en popüler spor branşı olan futbol, spor basınında da en fazla yer ayrılan spor branşıdır. Milliyet Gazetesi’nin spor sayfalarında yayınlanan haberlerin % 72’sinin futbol branşıyla ilgili olduğu saptanmıştır. Bu sonuç, futbol branşının gazetelerde %65.72 oranında bulan araştırma ile (Özsoy vd., 2008) % 79.6 oranında bulan araştırma (Öztürk vd., 1996) sonuçlarıyla paralellik taşımaktadır. Milliyet Gazetesi’nin spor sayfasında köşe yazarlarının yazı sayılarında incelenen dönemlere göre bir artış saptanmıştır. Yorumcuların da köşelerinde genellikle futbolla ilgili yazılar yazdıkları görülmüştür. Spor haberlerinin yer almaya başladığı 1900’lerden bu yana Türkiye’deki gazetelerde futbol öncelikli branş olmuştur. Milliyet gazetesi örnekleminde yapılan bu incelemede de aynı sonuca ulaşılmıştır. Araştırma sonuçları dönemsel olarak değerlendirildiğinde futbol haberlerinin sayı ve nicelik olarak kapladığı yerin arttığı söylenebilir. Halen Spor Toto Süper Ligi olarak anılan eski adıyla Türkiye 1.Ligi’nde en fazla şampiyonluk elde eden dört kulübün (Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor) haberleri, futbol haberleri içinde en fazla oranı tutan haberler olmuştur. Gazetenin spor sayfasında dört büyük kulübün haberlerinde de bir artış söz konusudur. Bu artışın diğer gazeteler için de geçerli olduğu söylenebilir. 221 Çağımızda futbol oyunu sadece bir spor karşılaşması olmaktan çıkmış durumdadır. Futbol bugün, başlı başına bir sanayi kolu olarak çalışırken, kendine aynı zamanda yan sanayiler de yaratmış ve böylece dev bir pazar konumuna ulaşmıştır. Medyanın bugün eriştiği teknolojik düzeyin de katkısıyla bu spor, kitleleri peşinden sürükleyen toplumsal bir fenomen halini almıştır. Gazeteler, futbol aracılığıyla okuyucularını arttırırken, futbol da medya aracılığıyla yaygınlaşmakta ve değerini yükseltmektedir. Sonuç olarak 1951’den 2011’e kadar olan dönem boyunca alınan örneklemlerden elde edilen verilere göre Milliyet Gazetesi’nde spora ayrılan yerin toplam sayfa sayısına orantılı şekilde arttığı saptanmıştır. Bu bağlamda dört büyük kulübün haberlerine ayrılan yer de yıllara göre artmıştır. Gazetenin spor sayfasında yıllara göre daha büyük fotoğraflar kullanmış ve görsel anlamda daha renkli ve estetik bir sayfa düzeni uygulanmıştır. Milliyet gazetesinin spora ayırdığı yer yıllara göre artarken, yazı alanlarının küçüldüğü ve görsel öğelerin ön plana çıktığı görülmüştür. Bu araştırma 1951-2011 yıllarındaki dönemde Milliyet Gazetesi ile sınırlıdır. Spor basınının tarihiyle ilgili yapılacak bundan sonraki araştırmalarda, daha önceki dönemler ile başka gazeteler de örnekleme dahil edilerek karşılaştırma yapılabilir. Ayrıca gazetenin içerik ve metinlerindeki değişim de ayrıca analiz edilebilir. KAYNAKÇA Alemdar, Korkmaz (1996). İletişim ve Tarih. Ankara: İmge. Atabeyoğlu, Cem (1991). Türkiye’de Spor Yazarlığı’nın 100. Yılı: 1891-1991, İstanbul: Türkiye Spor Yazarları Derneği Yayını. Atalay, Ayşe (2004). Spor, Medya ve Serbest Zaman, İstanbul: Beta. Ayhan, Orhan (2001). “Televizyonda Spor Haberciliği” Yerel Gazetecilikte Meslek İçi Eğitim, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti - Konrad Adenauer Vakfı Yerel Basın Eğitim Seminerleri Dizisi: Antakya, 22, 8–9 Ekim 2001, İstanbul: Erdini. Çetin, Cem (1999). Sporun Yaygınlaşması ve Değişimi Sürecinde Televizyonun Rolü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Hiçyılmaz, Ergun (1985). “Türkiye’de Spor Gazeteciliği ve Haberciliğinin Tarihi”, Spor Basını ve Basında Spor, İstanbul: Hürriyet Vakfı Eğitim Yayınları, No: 7. İnuğur, Nuri (1992). Türk Basın Tarihi. İstanbul: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayını. Kabacalı, Alpay (2000). Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Matbaa Basın ve Yayın. İstanbul: Literatür. Kaya, A. Yalçın (2001). Türkiye’de Spor Basını Haber Dili: Futbol Haberlerinde Sözcük Seçimi Üzerine Bir İçerik Çözümlemesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 222 Kıvanç, Halit (2002). Kupaların Kupası Dünya Kupası, 1930’dan 2002’ye, İstanbul: İş Bankası Kültür. McChesney, Robert (1989). “The Audience Experience With Sport on Television” (Editör: Lawrence A. Wenner). Media, Sports & Society, Sage Publications. McDaniel, Stephen R & Sullivan, Chistopher B. (2003). Extending the sports experience: Mediations in cyberspace. (Editör: Lawrence A. Wenner, MediaSport (pp. 266–281), London: Routledge. Nichols, William vd. (2002). Media Relations in Sport. Sport Management Library. Morgantown: Fitness Information Technology Inc. Özsoy, Selami vd. (2008). “Türkiye’de günlük gazetelerde sporun yer alışı” 10. Uluslararası Spor Bilimleri Kongresi, Bildiri Kitabı, 23-25 Ekim 2008, Bolu. Öztürk, Füsun vd. (1996). “Günlük gazetelerde sporun yer alışı”, Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri Dergisi, 7(2): 24-32. Sage, George (2002). “Global Sport and Global Mass Media” Sociology of Sport and Physical Education: An Introductory Reader (Editor: Antony Laker). London: RoutledgeFalmer. San, Haluk (1991). Spor ve Basın, Spor Ahlakı ve Felsefesine Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul. Snyder, Eldon E. ve Emler A. Spreitzer (1983). Social Aspects of Sport. New Jersey: Prentice – Hall Inc. Şapolyo, Enver Behnan (1969). Türk Gazetecilik Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Ankara: Güven. Toker, Yalçın (1999). Ben spor yazarı iken., İstanbul: Toker. Topuz, Hıfzı (1973). 100 Soruda Türk Basın Tarihi, İstanbul: Gerçek. Tükenmez, Metin (2003). Medya ve Spor. İstanbul: Etikus. Türkiye Spor Yazarları Derneği, Erişim: 21 Mart 2011 (http://www.tsyd.org/tarihce.asp) Uzun, Rudhan (2001). Türkiye’de Spor Basını 1980-2000, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Voigt, Deiter (1998). Spor Sosyolojisi (Çev. Ayşe Atalay), İstanbul: Alkım. 223 ULUSLARARASI İLETİŞİMDE TEK YÖNLÜ HABER AKIŞINA KARŞI ALTERNATİF BİR SES; EL-CEZİRE 1 Yrd. Doç. Dr. Meltem B. Özuğurlu ÖZET Geniş Arap kitlelerini ilgilendiren konulara odaklanan ve tartışmalı olaylara değinen, kendini farklı görüşler için bir forum olarak sunan El-Cezire, kısa bir zamanda Arap medya sahnesinde önemli bir yer elde etmeyi başarmıştır. El-Cezire, sadece Arap dünyasındaki yayıncılıkta kalıcı bir iz bırakmakla yetinmeyip, ayrıca, Arap kamuoyunun görüşlerini ve Arap siyasetini etkileme potansiyeline de sahiptir. Resmi Arap çevrelerinde kural tanımayan bir görüntü veren El-Cezire, zaman zaman diplomatik krizlere de yol açmıştır. Afganistan’daki savaş sırasında uluslararası alanda dikkat çekmeye başladığından beri, bir dizi tartışmanın açığa çıkmasını tetiklemiş, nefret toplamış ve kayda değer eleştirileri üzerine çekmiştir. Tüm bu nedenlerle ElCezire, daha iyi anlaşılmayı bekleyen bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Bölgedeki diğer yayıncıların nadiren cesaret edebildiği konular üzerine eğilmesiyle dikkat çekmektedir. Hükümet yolsuzlukları, ülkelerin insan hakları sicili, politik olarak farklı görüşte olanların yaşadığı zorluklar, İslam Hukuku (şeriat), İslam ve demokrasinin bağdaştırılması ya da bağdaştırılamazlığı ve İslami köktencilik gibi tabu olan konuları ele alması açısından da incelenmeye değer bir medya organıdır.. Anahtar Kelimeler: El-Cezire, iletişim, uluslararası iletişim, Arap medyası, alternatif gazetecilik. ABSTRACT Focusing on subjects that interest the Arab masses, that touches on controversial subjects and that presents itself as a forum on different views, the AlJazeera Network has been able to gain an important place in the Arab media scene within a short time. Not only has AlJazeera sufficed in leaving a footprint in the Arab world in broadcasting but it also has the potential of influencing Arab public opinion and politics. Projecting a view that is noncompliant with official Arab circles, AlJazeera has led to diplomatic crises from time to time. Since drawing attention to the Afghan war in the international arena, it has triggered a series of debates, gathered hatred and has drawn noteworthy criticism unto itself. In leaving aside the ruthlessness of those that defend it, AlJazeera stands as an event that requires a closer understanding. It draws attention to topics that other broadcasters would rarely have the courage to focus. It is a media organ that deserves to be examined in dealing with taboo subjects such as government corruption, the human rights record of countries, the difficulties experienced by persons with different political views and through Islamic law’s (Sharia), accommodation or nonaccomodation of Islam with democracy as well as Islamic fundamentalism. Keywords: AlJazeera, communication, international communication, Arab media, alternative journalism. 1 An Alternative Voice Against One Way News Flow In International Communications: AlJazeera 224 Giriş Bu çalışmada, uluslararası iletişim ortamını etkileyen, küresel ve tek yönlü haber akışının egemenliğine son verebilecek bir olgu olarak görülen El-Cezire analiz edilmeye çalışılacaktır. Özellikle savaş döneminde yaşanan ve uluslararası iletişim ortamını da beraberinde etkileyen pek çok gelişme, küresel ve tek yönlü haber akışının haksız egemenliğini bir kez daha perçinlemiştir. Batı’nın CNN aracılığıyla haber kaynaklarını tamamen kontrolü altında tutabileceğine, enformasyonu yönlendirebileceğine dair özgüvenini sarsacak bir oluşum olarak değerlendirilecek El-Cezire, alternatif bir medya organı olarak üzerinde durulması gerekli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında, dengesiz bir şekilde süregelen tek yönlü bilgi akışı, az gelişmiş ülkeler aleyhine bir görünüm sergilemekte, bir başka deyişle söz konusu ülkeler, bazı istisnalar dışında haber üreticileri arasında yer alamamaktadırlar. Bu çalışmanın amaçları arasında, bu durumun olumsuz sonuçlarına dikkat çekmek de yer almaktadır. Küreselleşme süreci, bu olumsuzlukları daha fazla pekiştirmektedir. Küreselleşme, tüm hegemonik unsurları aracılığıyla, uluslararası iletişim alanını tahrip etmekte ve kendi konumunu pekiştirmektedir. Böylelikle medya ürünleri daha geniş sınırlar içinde dolaşırken, ulus aşırı medya holdingleri giderek devleşmekte ve medyadaki yapılanma daha merkeziyetçi hale gelmektedir. El-Cezire, bu süreci kesintiye uğratacak habercilik anlayışına sahip olduğu için, üzerinde durulması ve analiz edilmesi gerekli bir medya organıdır. El-Cezire’yi yaratan ve “popülaritesini” artıran da belki, “öteki dünya” ya ait bir coğrafyada doğmuş ve “öteki”nin sorunlarına da odaklanan bir habercilik anlayışı geliştirme çabasıdır. Kendi dünyasına ait gelişmeleri, Batı odaklı, Batılı zihniyete bürünmüş bir şekilde öğrenen Doğu için, ElCezire’nin dünya enformasyon düzeni içinde kendine bir yer edinmesi, bu açıdan son derece önemlidir. Uluslararası İletişim Düzeni “Küreselleşmenin kitle iletişim araçlarının katkısı olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Uluslararası diplomasi ve ekonominin yeniden yapılandırılmasında, diplomatik ve ekonomik üstünlüğün sürdürülmesinde bilgi, kilit konumdadır. Bu gerçeğin bilincinde olan ABD ve güdümündeki gelişmiş ülkeler, uluslararası bilgi akışını yoğun biçimde denetleme yoluna gitmişlerdir. Bu denetleme her zaman, kendileri için gerekli bilgileri, gerekli koşullarda ve gerekli zamanda yayma biçiminde 225 olmuş ya da iletişime, belgelere yansımayan çeşitli engeller, yasaklamalar konulmuştur. Engelleme yöntemlerinden biri, gereğinden çok bilgi aktararak “asıl olanı saklama” biçiminde uygulanmış ya da sık sık “yanlış bilgilendirme”, silah olarak kullanılmıştır (Girgin, 2002: 38). Dünya genelinde eşit, adaletli ve dengeli bir düzene gönderme yapan “Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni” söylemlerinin aksine, Batı’dan Doğu’ya doğru tek yönlü ve belli çıkarlar doğrultusunda denetlenen ve az sayıda uluslararası haber ajansı tarafından gerçekleştirilen haber aktarımı sürmektedir. Örneğin Türkiye’de yayınlanan haberlerin büyük bölümü, ileri teknoloji kullanan ve uluslararası haber ajanslarına sahip ülkelerle ilgilidir; “Türk okuyucusuna sunulan haberlerin yüzde 52.4’ü sayıları 10 civarındaki gelişmiş ülkelerdeki gelişmeleri aktarmaktadır. Dış haberlerin yüzde 17’si ise, yalnızca ABD’ye ilişkin haberlerden oluşmaktadır. Sayıları 100’ü aşan gelişme yolundaki ülkelerse, Türk basınındaki dış haberlerin ancak yüzde 17.6’sına konu olabilmektedir. (Adil, 1991: 136) “Medya içeriğindeki üretim, dağıtım ve nitelik dengesizliği, UNESCO’nun girişimiyle 1970’lerden beri tartışma konusu olmuş, hala bu konuya köklü bir çözüm getirilememiştir. Mc Bride Komisyonu raporunda, kitle iletişim araçlarının, ezilmiş halkların özgürlük, bağımsızlık ve iletişim haklarının korunmasının bir rol ve sorumluluğa sahip olması gerektiği vurgulanmıştır. 1976-80’ler, ‘Yeni Evrensel Habercilik ve İletişim Düzeni’ kavramının tartışıldığı dönemdir… Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkelerine doğru gerçekleşen tek yönlü haber akışı yerine, çift yönlü ve dengeli bir haber akışı üzerinde durulmuştur. Gerçekten de, üçüncü dünya ülkeleri hakkındaki haberlerin hepsi darbeler, deprem, fakirlik, şiddet ve iç savaş, demokrasi eksikliği, teknoloji ve kültürel gerilik ile ilgilidir. Aksi takdirde gelişmekte olan bir ülkenin haber konusu olma ihtimali yok denecek kadar azdır.” (İnceoğlu, 2004: 349) Her insan gözlemlediklerinin veya gözlemlemediklerinin birçoğunu yorumlar, ancak yorum terminolojisi kendisine ait değildir. Katı gerçek, sağlıklı yorum, uygun takdim dediği şeylerde, her insan gözlem kulelerine, yorum merkezlerine, takdim depolarına gittikçe artan bir şekilde güvenmektedir ki, çağdaş toplumda bunlar, kültürel mekanizma olarak adlandıracağım araç tarafından kurulmaktadır. Çoğu Amerikalı, Avrupalı için onlara ‘Doğu’yu takdim eden kültürel mekanizma’ büyük çapta, radyotelevizyon şebekeleri, günlük gazeteler ve büyük tirajlı dergilerdir. (Said, 2000: 122-123) 226 Haberin liberal teoriler doğrultusunda ortaya konan tanımları çerçevesinden ve kitle iletişim araçlarının ürünleri arasında, gerçeklikle olan bağı doğrultusunda, insanlığa ‘Doğu’yu takdim eden kültürel mekanizma’, “Batı kaynaklı haber” dir. Eleştirel yaklaşımların ortaya koydukları haber tanımlarının en önemli yanı, Batı’dan Doğu’ya tek yönlü haber akışıyla yansıtılan “Doğu imajını” da algılamamızı sağlayacak “haber stratejileri”dir. Söz konusu haber stratejileriyle, tek yönlü haber akışına dair metinler açıkça, Doğu’ya, Batılı bakış açısını yansıtmasına rağmen, meşru kılınmaktadır. Sonuç olarak, “günümüz Avrupa ve Amerikan kamuoyu nezdinde, İslami Doğu özellikle tatsız bir haberdir. Basın, hükümet, strateji yapımcıları ve genellikle topluma mal olmamakla birlikte, İslamiyet uzmanı akademisyenler hep bir ağızdan İslamiyet’in Batı’yı tehdit ettiğini haykırmaktadır. Benim söylediğim, İslamiyet’e ilişkin olumsuz imajların İslamiyet’in kendisinin ne olduğuna değil, belirli bir toplumun etkili çevrelerinin İslamiyet’in ne olduğuna ilişkin düşünceleridir. Bu çevrelerin kendi İslamiyet imajlarını empoze etme güçleri ve istemleri vardır ve dolayısıyla kendi imajları, başkalarınınkinden daha geçerli ve daha çok gündemdedir.” (Said, 2000: 124) İslami Doğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda empoze etme gücüne sahip Batılıların, elbette en büyük güç kaynakları, tek yönlü haber akışının sağlayıcısı, uluslararası haber ajanslarıdır. Sadece Batı değil, başta İslami Doğu olmak üzere Üçüncü Dünya’nın tüm ülkeleri, kendi bölgeleri hakkındaki sansürlenmiş veya çarpıtılmış haberleri, Batılı uluslararası haber ajanslarından almaktadır. Özetle Doğu, kendisi hakkındaki şeyleri, Batı imalatı imajlardan, tarihlerden ve haberlerden öğrenmektedir. Genelde haber konuları, toplumsal boyutları ile değil, bireysel öyküler olarak ele alınmaktadır. Mesela bu bağlamda, ünlü bir yıldızın özel yaşamı haberlerde yer alarak, tüketim eğilimi kamçılanabilmektedir. (Uluç; 2003: 246-247) Medya, üçüncü dünya ülkelerinin çarpıtılmış görüntülerini vererek oluşturduğu ulusal stereotipler ile dünyaya bakış açımızı saptırarak, bu ülkeleri algılayışımızı etkilemektedir. Örneğin, Amerikan gazete ve dergileri incelendiğinde çoğunlukla Arap imajı teröristlikle eşdeğer tutulmaktadır. Buradaki zarar ise hem izleyicilere hem de tanıtılanlara aittir. (Kamalıpour, 1995: 16) Dünya son 20 yıl içinde, küreselleşme bağlamında ifade edilen barış söylemlerinin aksine, Doğu’da gerçekleşen ancak, tün dünyanın Batılı haber kaynaklarından izlediği çok sayıda savaşa tanık olmuştur. Bu olayların tamamında Batı’dan Doğu’ya doğru tek yönlü haber akışı içinde, gerçekmiş 227 gibi gösterilen haberlerde açıkça çeşitli stratejiler izlenmiştir. Özellikle 2003 yılında yaşanan II. Körfez Savaşı’nda yaşananlar, gerçeğin üstünü örtecek hiçbir meşrulaştırma aracının kalmadığını göstermektedir. Özellikle savaş döneminde yaşanan ve uluslararası iletişim ortamını da beraberinde etkileyen pek çok gelişme, küresel ve tek yönlü haber akışının haksız egemenliğine son verecek ve Batı’nın CNN aracılığıyla haber kaynaklarını tamamen kontrolü altında tutabileceğine, enformasyonu yönlendirebileceğine dair özgüvenini sarsacak bir girişimi de beraberinde getirmiştir; El-Cezire… El-Cezire, alternatif bir medya organı olarak analiz edilmesi gerekli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Alternatif Bir Ses; El-Cezire “Her şey Arap dünyasında pek benzeri yaşanmamış bir devrimle başlamıştır. Kasım 1995’te Katar Emiri Şeyh Hamid Bin Halife el Thani, babasını tahttan indirerek iktidara geçmiştir. Kral, İngiltere’de öğrenim görmüş, değişimden yana, liberal eğilimli genç kuşaktandır. Bin Halife el Thani, Krallığın parasını ülkesinin modern altyapı harcamalarına yönlendirmiş ve sadece babasına değil, bölgedeki klasik, değişime kapalı, despotik yönetim biçimlerine de mesafeli yaklaşmıştır. Bu düşüncelerle 1996’da, yarımada anlamına gelen El-Cezire adında bir televizyon kurulmasını emretmiştir. Televizyon için bir yönetim kurulu oluşturulmuştur. Televizyonun 5 yıllık bütçesi olan 150 milyon doları peşin veren kral, hükümet ile televizyon arasında bağ olmamasını da istemiştir. Suudi Arabistan’ın etkisinde 1989’da kurulan MBC televizyonunun kötü tecrübelerinden yararlanılmıştır. Çünkü bu televizyon da aynı niyetlerle kurulmuştur; ancak çok geçmeden Suudi yönetiminin etkisine girmiştir. Bu arada BBC’nin 1994’te Arap dünyasına yönelik kurup işletmesini başaramadığı bir televizyonun kadrosu da tamamen transfer edilerek kadro ihtiyacı karşılanmıştır (Kaplan, http://ilef.ankara.edu.tr/id/yazi.php?yad=1341, t.y). Kurulduğu günden bu yana Arap televizyon kanalları arasında üstünlük sağlayan El-Cezire, Ortadoğu’daki önemli gelişmelerin izlendiği neredeyse tek kanal durumundadır. Arap izleyiciler bir yandan kendi televizyonlarında iktidar tekeliyle karşı karşıya kalmakta, bir başka Arap ülkesinin televizyonunu açtıklarında, yine karşılarına iktidarların güç birliğinin çıkmasından rahatsızlık duymaktaydılar. El-Cezire ise, herkese açık bir medya organı olmuştur; Suudi ve Iraklı muhalifler, sürgündeki komünistler, farklı İslami mezheplerin temsilcileri El-Cezire’nin haber kaynakları olabilmektedir. İzleyicilerin çekinmeden seksle ilgili sorular sordukları 228 “Şeriat ve Yaşam”, kısa sürede El-Cezire’nin en çok izlenen programları arasında yerini almıştır. Yani, istekleri ile resmi yasaklar ya da tabular arasında sıkışan Arap halkları için bu televizyon ciddi bir soluk alma kanalı olmuştur. (Schleifer, 2001: 17) Aralık 1998 ve Ocak 1999’da El-Cezire habercilik anlamında iki büyük başarı elde etmiştir; İlki, Afrika’da ABD büyükelçiliklerine yönelik saldırıdan hemen sonra, Washington'un bir numaralı düşmanı Usame Bin Ladin ile yapılan görüşme, ikincisi de Çöl Tilkisi operasyonu çerçevesinde İngiliz ve Amerikan bombardımanı sonrasında Saddam Hüseyin ile görüşülmesi. (Paris, 2001: akt: Çevrimiçi: http://www.bianet.org/diger/arsiv.htm) Bunlar, habercilik anlamında önemli başarılardır. El-Cezire’nin kendini tüm dünyaya kabul ettirmesi ise 11 Eylül saldırıları ve ardından ABD’nin Afganistan’a düzenlediği operasyon ile olmuştur. ElCezire, 11 Eylül’ün ardından El Kaide örgütünün lideri Usame bin Ladin’e ait kasetleri yayınlayarak ve Afganistan Savaşı’nda kimsenin giremediği Kabil’den yaptığı canlı yayınlarla ses getirmiştir. Öyle ki, bu kez CNN gibi televizyonlar El-Cezire’den faydalanmıştır. ABD ve Britanya füzelerinin Afganistan semalarında belirdiği 7 Ekim gecesi, Katar’dan yayın yapan ElCezire televizyonunun “anchormanı” Muhammed Kicham, kulaklığından şu anonsu işitmiştir: “Muhammed, şu an CNN, BBC ve Sky News’te canlı yayındasın...” Sonrasını ise dünya nüfusunun önemli bir kısmı biliyor. Önce Kâbil’e düşen bombaların, sonra da Usame bin Ladin’in önceden kaydedilmiş röportaj görüntülerini yüz milyonlar izlemiştir. Bu mütevazı Arap televizyonu, harekatın başladığı pazar gecesi büyük bir habercilik olayına imza atarken, yayın görevlisinin anonsunda adı geçen haber kanallarıyla boy ölçüştüğünü de açıkça kanıtlamış oldu. Boşuna değil, Afganistan'dan canlı yayın yapabilen, Taliban'ın birkaç haber ajansı dışında herkesi sürdüğü Kâbil’de muhabir ve büro bulundurabilen tek televizyon ElCezire oldu. Tüm dünyanın ilgisini çeken kanal, Türk medyasında şu sözlerle yer buldu: “Tüm dünya Körfez Savaşı’nı CNN’den izlemişti. Dün akşam başlayan ABD operasyonunun canlı yayın yıldızı ise Katar’dan yayın yapan El-Cezire televizyonu oldu. İlk dakikadan itibaren bölgeden sıcak haberler veren El-Cezire, ayrıca Ladin ve Zawahiri’nin dünyaya meydan okuyan konuşmalarını tüm dünyaya geçerek adını duyurdu. CNN bile bu konuşmayı El-Cezire’den alarak yayımlamaktan çekinmedi.” (Bayramoğlu, 2001: 7) Aslında El-Cezire’nin harekatın başladığı gece Kabil’den canlı yayını ve Bin Ladin röportajı ilk habercilik başarısı değildir. Filistin’den en çarpıcı İntifada görüntülerini, Taliban’ın tarihi Buda heykellerini dinamitlemesini, Taliban yanlılarının ABD Kabil elçiliğini ateşe verdikleri gösterileri de El- 229 Cezire ekranına taşımıştır. Bunun karşılığını Arap ülkelerinde “reyting” rekorları kırarak almıştır. El-Cezire yetkililerine göre kanalın hala 35 milyon daimi izleyicisi bulunmaktadır. Televizyonun internet kanalının ise 200 bin üyesi olduğu ve her hafta siteye ortalama 2500 kişinin daha üye olduğu belirtilmektedir. (Kaplan, a.g.m) El-Cezire’nin Tanınmasını Sağlayan Olaylar El-Cezire, sadece Batı’dan Doğu’ya tek yönlü haber akışının yönünü değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda Arap dünyası için de değişimin tohumlarını atmıştır. El-Cezire’nin popülerliğini artıran gelişme ise, 11 Eylül’den bir sene önce, Ekim 2000’de İkinci İntifada’nın başlamasıyla yaşanmıştır. İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’yı 28 Eylül 2000’de ziyaret etmesiyle başladığı kabul edilen İkinci İntifada ile birlikte, dünyanın pek çok yerine yayılmış Araplar, hırslı bir şekilde televizyonlarını izlemeye başlamışlardır. 28 Eylül’den birkaç gün sonra El-Cezire, 12 yaşındaki Muhammed El-Durra’nın babasının kollarının arasındayken İsrailliler tarafından vurularak öldürülüşünü yayınlamış, böylece küçük çocuk İntifada’nın sembollerinden biri haline gelmiştir. (Nevevi, Iskandar; 2004: 17-21) El-Cezire herhangi bir Arap kanalıyken, İsrail ve Filistin topraklarındaki şiddet ve bu şiddeti haber yapma şekli, onu mutlaka izlenmesi gereken bir kanal haline getirmiştir. Uluslararası haber ajansları ve kanallarının giremediği yerlerden canlı yayınlar, Saddam Hüseyin ve Usame Bin Ladin’in görüntülerinin yer aldığı kasetler, Kabil’den canlı yayın, Filistin’den İntifada’ya dair görüntüler, Taliban’ın tarihi Buda heykellerini yerle bir etmesi, Taliban yanlılarının ABD Kabil elçiliğini ateşe verdikleri gösteriler, Afganistan, Filistin ve Irak’ta savaş koşullarındaki sivil halkın görüntülerini yayınlayarak ünlenen haber kanalı El-Cezire, tüm dünyanın gündemine sadece bu ilklerle taşınmamış, başta ABD olmak üzere belli başlı Batılı büyük güçlerin El-Cezire aleyhine yaptıkları propagandalar, El-Cezire’nin dünya gündeminde kalmaya devam etmesine vesile olmuştur. Örneğin 13 Kasım 2001’de El-Cezire’nin Kabil ofisi bir Amerikan füzesi tarafından vurulmuştur. Kasım 2005’te İngiliz Daily Mirror gazetesinde yayınlanan habere, George Bush, Tony Blair ile görüşerek El-Cezire’nin bombalanmasını istemiştir. Bu gelişmenin ardından El-Cezire çalışanlarınca 24 Kasım 2005’te merkez ve yurtdışı ofislerinde iş bırakma eylemi yapılmıştır. Ayrıca El-Cezire’nin gerek Batılı ülkeler gerekse de Arap ülkeleri tarafından karşılaştığı engellemeler de kanalı sıklıkla dünya gündemine 230 taşımaktadır. Örneğin özellikle ilk yayın yıllarında, El-Cezire’nin Fas, Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır’da bürolarının kapatılması, muhabirlerinin sınırdışı edilmesi, hatta Libya, Tunus ve Fas’ın El-Cezire yüzünden Katar ile diplomatik ilişkilerini kesmesi bile söz konusu olmuştur. El-Cezire ne zaman bir Arap rejimini eleştirse, o ülkenin büyükelçisi soluğu televizyonun stüdyolarında alıp resmi protestosunu bildirmiştir. El-Cezire, Arap liderlerin baskısıyla Arap Yayın Birliği’nden kovulmuş ama aynı yıl üç uluslararası gazetecilik ödülünün sahibi olmuştur. (New York Times’tan akt. Radikal, 2001: 8) El-Cezire, tüm dünyaya, insanlığın katı gerçeklikle yüzleştiği en yakıcı durum olan savaş koşullarını yaşayan bir coğrafyadan, kurmaca değil gerçek görüntülerle savaş haberlerini aktarmıştır. El-Cezire’yle Ortadoğu’daki savaşlarda yaşanan, gerçek sivil katliam hakkında bilgi alınabilmiştir. Batılı haber kaynaklarının, tek yönlü ve taraflı haber akışının rahatlığı içinde, uzun yıllardır uyguladıkları stratejiler böylece bir kez daha gözler önüne serilmiş, Batı’nın haber üzerindeki egemenliği sarsılmış, bu arada bugüne kadar yapılan haberlerin gerçekle ilişkisi bir kez daha sorgulanmıştır. Araplar’ın, El-Cezire’den önce temel haber kaynakları Arapça gazetelerin web siteleri ve BBC’nin Arapça web sitesidir. Çünkü Batılı haber kaynaklarının, Ortadoğu’ya ilişkin yayınları tepki çekecek kadar taraflı hale gelmiştir. Kanadalı Araplar’dan bazıları Batılı haber kanalları konusundaki görüşlerini şu şekilde dile getirmektedirler: “Orada neler olup bittiğine dair ellerinde yeterince bilgi yok. Haberler tamamen arşiv, canlı bir şey yok. Ayrıca neleri sansürledikleri konusunda da şüpheliyiz. Haberlerinde her zaman Arap olmayanları kayırmaktadır… Sokaktaki insanların ne düşündüğünü duymak istiyoruz. Ayrıca bu kanallarda Arap liderlerin siyasi açıklamaları da kuşa döndürülüyor. Yapılan yayının sansürlenmiş ve çok küçük kısımlarının yayınlanıyor olduğuna inanıyoruz. Bir Lakers maçına Batı Şeria’da ölen yirmi insandan daha fazla zaman ayırdıklarını biliyoruz. İşte bu yüzden El-Cezire’yi izliyoruz. Çünkü neyin daha önemli olduğu konusunda kanalla aynı fikirdeyiz.” (Nevevi, Iskandar, 2004: 35) El-Cezire yayıncılığı, Batılı haber kaynaklarının, tek yönlü haber akışı bağlamında uyguladıkları stratejilere, “öteki” olarak tanımlanan bir coğrafyadan, gerçek haberciliğin nasıl olması ve nasıl yapılması gerektiğine dair örnekler sunarak cevap vermiştir. Böylelikle, uluslararası iletişim alanında, gücün el değiştirebileceğine dair, haber akışının bazen de Doğu’dan Batı’ya doğru olabileceğine dair sinyaller vermiştir. Bu anlamda uluslararası iletişimin bilinen kurallarını da alt üst etmiştir. 231 Sadece Batı’nın tüm dünyadaki tek yönlü haber akışından kaynaklanan sorunların çözümü için değil, aynı zamanda Arap dünyasının kendi içindeki değişimin de ateşini yakmıştır. Her şeyi sorgulamakla Ortadoğu’da yasaklanmış, kaçınılmış ve sınırlandırılmış birçok konunun değerlendirilmesi için bir pencere açmıştır. Kapalı ve tabuların sınırlandırdığı bir toplum yapısı olan Ortadoğu’da El-Cezire, “her görüşe karşıt görüş” parolasıyla kökten dincilik, demokrasi, devlet içi yolsuzluklar, siyasal eşitsizlik, insan hakları ihlalleri gibi konuları ele alarak, önemli bir adım atmıştır. Bulunduğu coğrafyanın alışık olmadığı gelenek dışı, tabuları sarsan, kışkırtıcı üslubuyla habercilikte yeni bir dönemi başlatmıştır. El-Cezire, bu kadar tutulmasının kendi tez ve gündemini savunmasından değil, önemli konuları ve farklı görüşleri doğru zamanda cesaretlendirmesi ve desteklemesinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Gerçekten de bunda çoğulcu bir medya tartışmasını kurumsallaştırmış olmasının payı vardır. El-Cezire’nin kültürel özgünlüğünü paradoksal bir şekilde oluşturan melezliğinin kalbinde; Doğulu ve Batılı, solcu ve sağcı, dinci ve laik, aşiretsel ve kentli ayrıca yerel ve küresel karışımı olması bulunmaktadır. Bu açıdan, El-Cezire’nin sembolik de olsa enformasyonun küreselleşmesi tarihinde bir dönüm noktasına işaret ettiği söylenebilir. Öncelikle Arapça konuşan izleyicileri hedeflemesine rağmen, Arap dünyasının dışına da ulaşmakta ve hatta önemli bir etkiye sahip olmaktadır. El-Cezire, egemen Batı medyasının izleyicilerine sunduğu görüntülere karşı bir ağırlık oluşturmaktadır. Bu, enformasyon akışının tersine çevrilmesi durumudur, bu yolla, enformasyon artık Kuzey’den Güney’e ya da Batı’dan Doğu’ya değil, başka farklı yollarla yayılmaktadır. Batı artık “güvenilir ve sorumlu medya” tekeline sahip değildir. El-Cezire’nin başarısı, küreselleşme sürecinde kısmi bir tersine dönüş eğilimini kristalize etmektedir. (Zayani, 2006: 30, 44) Ali Bayramoğlu, bu konuyu şu cümlelerle tartışmaktadır: “El-Cezire televizyonu sadece yerine getirdiği profesyonel gazetecilik açısından değil, aynı zamanda Batı ve Doğu arasındaki ‘sembolik bir denge’yi işaret etmesi bakımından da önemli. El-Cezire; bir uçtan ötekine tüm Müslüman uluslarda belli bir siyasallaşma yarattığı gibi, Batı’nın medya devlerine hem teknik hem mesleki bakımdan rakip olmasıyla da bir olaydır… El-Cezire’nin sırrı ve gücü, uluslararası bir kimlik bağlamı etrafında şekillenen bir uzak görüşlülüktür. El-Cezire, İslami kimliğin devam eden politikleşme sürecini yansıtmakta ve bu anlamda “öteki” ne işaret etmektedir. Gerçekte bu çatışmada iki kutup bulunmaktadır. Küreselleşme sürecinde her ikisi de 232 daha gerçek ve daha tehlikeli olma riski taşımakta ve daha önemli bir kutuplaşmaya doğru evrilmektedir.” (Bayramoğlu, 2001: 7) El-Cezire ile yeni bir Arap perspektifinin ortaya çıktığını ve böylelikle Arap medyasının özgünlüğü konusunda bir bilincin gelişmeye başladığını söylemek mümkündür. El-Cezire, tüm medyanın aynı kalıba sokulduğu bir döneme etkili bir biçimde son vermiştir. Ortadoğu ve El-Cezire Arap Dünyası olarak adlandırılan Ortadoğu coğrafyası, medyanın varlık koşul ve biçimlerini de belirleyen, Batı’dan çok farklı bir rejim yapılanması sergilemektedir. Ortadoğu’da yer alan ülkelerin büyük bölümü, baskıcı, otoriter yönetimlerle yönetilmektedir. Gerek yönetim biçimlerinden, gerekse de dışarıdan gelen baskılardan kaynaklanan otoriter yapılanmanın medya alanındaki göstergesi, yoğun sansür ve denetimdir. Medyaların büyük bölümü devlet televizyonu ya da ülke yöneticisine veya yakınlarına ait özel kuruluşlar şeklindedir. Bugün Katar dışındaki Arap ülkelerinin tamamında Enformasyon Bakanlığı gibi adlar altında kurulmuş, ülkedeki tüm kitle iletişim araçlarını yönlendiren ve denetleyen, yayın standartlarını belirleyen kuruluşlar mevcuttur. Dolayısıyla bu ülkelerde yapılan her türlü yayın ve medya kuruluşu, yönetimin denetim ve sansürüne tabidir. Üstelik bu sansür hem İslami gerekçelerle hem de ulusal güvenlik gerekçeleriyle kısıtlanmaktadır. Örneğin zayıf demokratik kurumlar, köktendincilik, siyasal eşitsizlik, insan hakları ihlalleri, cinsellik gibi konuların tartışıldığı yayınlar yapmak mümkün değildir. Arap ülkelerinin El-Cezire’ye bakışları çok büyük farklılıklar arz etmektedir. Bazı Arap rejimleri El-Cezire’yi, düşmanlarının fikirlerini dile getiren ve hükümet karşıtı hareketleri destekleyen bir kanal olarak görürken, diğerleri de onu sorunlu bölgenin zıt fikirlerini objektif bir şekilde dile getiren kanal olarak kabul etmektedir. Kanalın kışkırtıcı ve geleneksel bakış açısından farklılık gösteren yayın çizgisi kendisini Arap bölgesindeki diğer bütün televizyon kanallarından farklı kılmaktadır. Örneğin, neredeyse bütün Arap kanalları Filistin-İsrail çatışmasına aynı açıdan bakıyor olmasına rağmen El-Cezire, ilk defa İsrailli görevlilerin fikirlerini de canlı yayınlarla halka duyurmuştur. (Nevevi, Iskandar, 2004: 32) El-Cezire’nin geleneksel yayın politikasının dışındaki yayınlarının diğer Arap ülkeleri tarafından nasıl karşılandığını örneklerle vermek gerekirse; “Başta Fas, Ürdün, Mısır, Tunus, Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesi, bu ülke yönetimlerinin muhaliflerine söz hakkı tanıdığı 233 için televizyonu kıyasıya eleştirmiş, hatta El-Cezire’nin eleştirel yayınları için Katar’a protestolar vermiştir. Irak işgalinin yarattığı travma ve Körfez Savaşı’nın etkisiyle Kuveyt iktidarı, El-Cezire’de yayınlanan tartışmaları içine sindirememiş, Kuveyt Enformasyon Bakanı, kanalın “aşırılıklarını” önlemek için büyük çaba harcamıştır. Kuveyt tarafından kınama ve protesto mektupları gönderilmiştir. (Kaplan, a.g.m.) El-Cezire’nin yayınlarından rahatsızlık duyan bir başka ülke de Suudi Arabistan olmuştur. 25 Temmuz 2002 tarihli bir tartışma programında Suudi Veliaht Prensi Abdullah, Ortadoğu barış planı nedeniyle eleştirilere maruz kalmış, Filistinlilere ihanetle suçlanmıştır. Suudi yönetimi ise, ElCezire’yi İsraillilere programlarında yer vermekle ve İsrail propagandasına alet olmakla itham etmiştir. Suudi Arabistan, resmi gerekçe göstermeksizin Katar elçisini “istişarelerde” bulunmak üzere geri çağırmıştır. Riyad, böylelikle daha önce El-Cezire’nin “kulağını çekmesi” yönünde yaptığı baskılara direnen Katar’a ciddi uyarı vermiştir. (Kaplan, a.g.m.) El-Cezire’den yakınanların arasında Ürdün hükümeti de bulunmaktadır. Ürdün Enformasyon Bakanı 7 Ağustos 2002 tarihinde, El-Cezire’nin Amman bürosunun kapatıldığını, çalışma izninin iptal edildiğini, televizyon çalışanlarının Ürdün’de çalışmasına ya da başka bir işte çalışmalarına izin verilmeyeceğini, kanala tanınan imkanlara son verildiğini açıklamıştır. Arap İfade Özgürlüğünü Savunma Örgütü’ne göre ise 6 Ağustos günü yayınlanan bir programda, “Irak’a olası ABD müdahalesinde Ürdün’ün rolü konu edildiği için” kapatma kararı alınmıştır. (Cumhuriyet, 2002) Arap dünyasından kanala yönelik sürekli engelleme girişimleri olmaktadır. Örneğin Haziran 2004’te, El-Cezire’nin Cezayir lideri Buteflika’nın “ulusal uzlaşma programı”nı tartışmaya açmasından sonra, ElCezire’nin ülkedeki faaliyetleri askıya alınmıştır. (Çevrimiçi: http://www.bbcturkish.com, 2004, erişim tarihi 06.10.2008) Benzer şekilde İran yönetimi, Nisan 2005’te, Ehvaz kentinde meydana gelen şiddet olaylarında, El-Cezire’nin provokasyonunun rol oynadığı gerekçesiyle, önce El-Cezire muhabirlerinin sınır dışı edilmesi çağrısında bulunmuş, sonra da televizyonun Tahran merkez bürosunu kapatmıştır. (Çevrimiçi; http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/04/050419_iranjazeera.s html) Batı ve El-Cezire Batılı ülkelerin El-Cezire’ye yaklaşımı, büyük oranda hükümetlerin yaklaşımı paralelinde gelişmiştir. Uzun yıllardır, Doğu’yu bastırılmış, 234 ötekileştirilmiş ve en önemlisi düşmanlaştırılmış biçimde tanımak zorunda bırakılan Batı’nın El-Cezire gibi büyük bir değişim kanalına şüphe duymadan ve olumlu yaklaşmaları mümkün olmamıştır. El-Cezire konusunda en açık tepkiler ABD’den gelmiştir. “ABD’li diplomatlar, üst düzey Katar yetkililerini El-Cezire’nin yayınları hakkında suçlamakta ve kanalın ABD karşıtlarına fazla yer verdiğini özellikle de Bin Ladin’i çok fazla gündeme taşıdığını söylemektedir. Colin Powell, konu ile ilgili olarak şu şekilde konuşmaktadır; “El-Cezire Arap dünyasında önemli bir kanal, fakat bizim bakışımıza göre kanal, sorumsuz açıklamalara ve tehlikeli yayınlara çok fazla yer ayırmaktadır.” New York Times’ın haberine göre, 11 Eylül saldırılarından birkaç gün sonra kendisiyle El-Cezire’nin röportaj gerçekleştirdiği Powel, 3 Ekim 2001’de Katar Emiri ile görüşmesinde kanalın sesinin kısılması yönünde talepte bulunmuştur. Katar Emiri, ABD’nin suçlamalarını bir dost tavsiyesi olarak kabul ettiklerini söylemiş ve ortak basın açıklamasında şöyle konuşmuştur; “Daha önceki ABD yönetimlerinden de bu yönetimden de uyarılar aldık. Fakat parlamenter rejim bağımsız ve itibarlı bir medya gerektirmektedir, bizim de ulaşmak istediğimiz şey budur.” (Nevevi, Iskandar, 2004: 156) ABD’nin El-Cezire’ye yönelik eleştirilerinin başında, bin Ladin’in yayınlanan video kasetleriyle teröristlere mesaj gönderebileceği iddiası gelmektedir. Bu dönemde ABD, “bir yandan Katar Emiri aracılığıyla ElCezire’nin yayınlarını engellemeye çalışırken, bir yandan da ABD ve Batı medyasını El-Cezire görüntülerini yayınlamamaya zorlamıştır. 10 Ekim’de Condoleezza Rice, televizyon kanallarının yöneticilerini telefonla arayarak, Usame Bin Ladin görüntülerinde şifreli mesajlar olabileceğini bildirmiş ve onları El-Cezire’den aldıkları görüntüler konusunda uyarmıştır.” (İnceoğlu, 2004: 136) Batı’nın bir başka kanadı olan Avrupa’nın El-Cezire’nin estirdiği değişim rüzgarlarına tepkisi, ABD’den çok daha yumuşak olmuştur. Bu yumuşak tavırda Avrupa basınının etkisi büyüktür. Avrupa hükümetleri de Bin Ladin kasetlerinin yayınlanmasına gizli mesaj taşıyabileceği gerekçesiyle sınırlama getirmeye çalıştıysa da, BBC bu şüpheleri ‘gerçekliği ispatlanamamış spekülasyonlar’ şeklinde tanımlayarak, doğru ve ilkeli bir habercilik anlayışı sergilemiştir. Benzer şekilde Fransa, Almanya ve Avusturya basını ise El-Cezire’yi destekleyen yayınlar yapmıştır. Fransız gazeteleri, El-Cezire’nin yayınlarını destekleyen bir kampanya başlatmıştır. Liberation’un 11 Ekim tarihli başyazısında ABD’nin kısıtlamaları “erdemsizlik” olarak değerlendirilmiştir. Viyana gazetesi Der Standard, ‘ABD ile Ortadoğu arasında televizyon 235 dalgaları ile yapılan savaşta, El-Cezire dünya klasmanında bir savaşçıdır. Körfez Savaşı boyunca bütün dünyaya CNN haber servisi yaptı ve Batılı görüşü yansıttı. Bu defa ise başka bir ses, çok yüksek bir şekilde ortaya çıktı’ demektedir. Berlin Güvenlik ve Uluslar arası Konular Enstitüsü’nün Ortadoğu Bölüm Başkanı Perphes Volker, 10 Ekim 2001’de CNN’e yaptığı konuşmada, ‘görünüyor ki El-Cezire, başka hiçbir iletişim kanalının olmadığı bir ortamda, iki düşman arasında iletişimi sağlamaktadır. Bence Batılı liderler de El-Cezire’yi bin Ladin’in kullandığı gibi kullanmalıdır. El-Cezire’nin belli mesajları yayınlamasını durdurmak için baskı yapmak yerine, mesajlarını bu kanal aracılığıyla Arap dünyasına duyurmaları daha akıllıca olacaktır’ demektedir. (Nevevi, Iskandar, 2004: 164-165) Sonuç Yerine Dünyada gerçekleşen tek yönlü haber akışını açıklamaya çalışan çeşitli eleştirel kuramlar mevcuttur. Örneğin kültürel bağımlılık kuramına göre, sanayileşmiş ülkelerle Üçüncü Dünya ülkeleri arasında bir tarafın egemenliğine dayanan eşitsiz-dengesiz bir ilişki vardır. Ekonomik bağımlılık, kültürel ve siyasal bağımlılık ilişkilerini de beraberinde getirmektedir. Toplumlar artık birbirlerine iletişim ağlarıyla bağlanmış durumdadır. Bu bağlar aracılığıyla iletilen bilgi ise yanıltıcı ve gerçeği ortaya çıkartmaktan çok, gizlemeye eğilimlidir. Batı kaynaklı, uluslararası haber ajans ve kanallarınca tüm dünyaya akan üçüncü dünya ülkelerine ilişkin haberler daha çok doğal afetler, yoksulluk, şiddet ve iç savaş, demokrasi eksikliği, insan hakları ihlalleri, teknolojik ve kültürel geri kalmışlıkla ilgilidir. Bunların dışında yaşanan gelişmelerin haberleştirilmeleri neredeyse imkansızdır. El-Cezire’yi yaratan ve popülaritesini artıran da belki, “öteki dünya” ya ait bir coğrafyada doğmuş ve “öteki”nin sorunlarını da önemseyen bir habercilik anlayışı geliştirme çabasıdır. Kendine ait gelişmeleri, Batı odaklı, Batılı zihniyete bürünmüş bir şekilde öğrenen Doğu için, El-Cezire’nin dünya enformasyon düzeni içinde kendine bir yer edinmesi, bu açıdan son derece önemlidir. Doğu’yu kendi yarattıkları imajla tanıyan milyonlarca Batılı’nın zihninde, Araplara karşı oluşmuş önyargılı imajı önemli ölçüde değiştiren, dünyaya, Ortadoğu’daki savaşlarda yaşanan sivil katliamı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererek Batı’nın haber üzerindeki egemenliğini sarsan ve böylelikle o güne kadar yapılan haberlerin gerçekle ilişkisinin sorgulanmasına neden olan, Arap dünyasının kendi içindeki değişimin tetikleyici olan, Ortadoğu’da yasaklanmış, sınırlandırılmış, ötelenmiş veya örtbas edilmiş birçok konunun 236 tartışmaya açılmasına olanak sağlayan El-Cezire, bu anlamda önemli bir misyon üstlenmiştir. El-Cezire, Arap dünyası için yeni bir güç olmuştur. Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru gerçekleştirilen tek yönlü enformasyon akışının yerine, çift yönlü ve dengeli haber akışı üzerine çözümler üretmek bir zorunluluktur. El-Cezire’yi bu bağlamda görmek ve değerlendirmek gerekmektedir. El-Cezire, uluslararası medya içeriğindeki üretim, dağıtım ve nitelik dengesizliğinin giderilmesi için tüm dünyaya örnek olabilecek bir medya organıdır. El-Cezire’nin ardından dünyaya sesini duyurmaya çalışan Al Manar, Al Arabiya, Telesur kanalları da bu durumun birer örneğidir. Uzun vadede değerlendirildiğinde, El-Cezire’nin izleyicine daha iyi hizmet verebilmek adına, günün koşullarına göre kendisini sürekli yeniden yaratması ve geliştirmesi gerekliliği ortadadır. Aksi takdirde, rekabetçi medya piyasasına uzun vadede uyum sağlamada güçlüklerle karşılaşması olasıdır. İzleyicisinin beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek içeriğe sahip yayınlara öncelik ve ağırlık verilmesi kaçınılmazdır. Özellikle popüler değerler değişmeye ve parçalanmaya başladığında, yeni ve güncel kalmanın zorlukları artabilir. Ayakta kalabilmek için, olası bu tür sorunları öngörerek, izleyicilerin ilgisini canlı tutmaya çalışmalı, kendini sürekli yeni fikirlerle beslemeli ve günün koşullarına adapte olabilen bir yapıya sahip olabilmelidir. El-Cezire ile ilgili olarak yapılan tüm analizler dikkate alındığında; akıllarda, kanalın misyonu, ideolojisi ve geleceğine dair soru işaretleri bırakmaktadır; El-Cezire, bir toplumsal değişimin temsilcisi midir? Bu televizyonun rolü ve etkisi abartılmakta mıdır? Arap kamuoyunda yükselen bilinç, siyasal ve toplumsal bilince öncülük edebilecek midir? Yaşanan dönüşüm, aynı zamanda politik bir dönüşümün aracı olabilecek midir? ElCezire gibi bir haber ağı, demokrasinin gelişimine katkıda bulunacak mıdır yoksa demokrasinin içini mi boşaltmaktadır? Bu tür bir medya yapılanması, gerçek demokratik dönüşümü beraberinde getirebilir mi? Tüm bu soruların cevabını alabilmek için bir müddet daha beklemeye ihtiyaç vardır. Kaynakça Adil, İdris, (1991) Haberde Dışa Bağımlılık, TGC Yayınları, İstanbul, Bayramoğlu, Ali, (08.10.2001). El Cezire, Sabah Gazetesi. BBC,(2005)(Çevrimiçi;http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/04/050419_ iranjazeera.shtml) “El-Cezire’den İran’a Çağrı”, BBCTurkish.com, (2004) “Cezayir’den Cezire’ye Sınırlama”, 30.06.2004, Cumhuriyet, (2002) “Ürdün, El-Cezire’yi kapattı”, 08.08.2002, El-Nevevi,Muhammed, İskandar, Adel, (2004) El-Cezire, Gelenek Yayınları, İstanbul, 237 Girgin, Atilla, (2002) , Uluslararası İletişim, Haber Ajansları ve AA, Der yayınları, İstanbul, İnceoğlu, Yasemin, (2004) Uluslararası Medya, Der Yayınları, İstanbul, Kamalıpour, Y, (1995) The U.S. and The Middle East Image and Perception, Grenwood Press, London, Kaplan, Gülcan, “El-Cezire Televizyonu; Bağımsız Yayıncılık Deneyimi”, (Çevrimiçi) http://ilef.ankara.edu.tr/id/yazi.php?yad=1341, t.y) Paris, Gilles, (25.10.2001). Arapların Yeni Dünyası: El Cezire TV, Çev: Erol Önderoğlu, http://www.bianet.org/diger/arsiv.htm. Radikal, (2001) “Çölde Özgürlük Vahası”, New York Times’tan alıntı, 03.03.2001, Said, Edward, (2000), Haberin Ağında İslam, Babil Yayınları, İstanbul, Schleifer, Abdallah (2001). The Sweet and Sour Success of Al-Jazeera, Transnational Broadcasting Studies, No. 7, Fall/Winter. Uluç, Güliz, (2003) Küreselleşen Medya; İktidar ve Mücadele Alanı, Anahtar Kitaplar, İstanbul, Zayani, Muhammed, (Ed), (2006) El-Cezire Olayı, Çev. Gamze Erbil, Versus Yayınları, İstanbul, 238 TÜRK GRAFİK SANATLAR TARİHİNE ALTERNATİF BİR YAKLAŞIM: OSMANLI’DAN GRAFİK YANSIMALAR1 Doç. Sevim Selamet ÖZET "Osmanlı İmparatorluğu" ile "Grafik Tasarım" ifadelerine aynı cümle içinde rastlamak pek olası değildir. Çünkü İmparatorluğun çöküşü ile "grafik tasarım" teriminin kullanılmaya başlanması hemen hemen aynı zamanlara rastlar. Bu, elbette Osmanlı Devleti'nde grafik tasarım olmadığı anlamına gelmez. Fakat Türk harf devrimiyle birlikte grafik tasarımın geçmişle bağlantısı tamamen kopmuş gibidir. Bugün Türk grafik tasarımında Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzyıllar boyu oluşturduğu geleneksel yaklaşımın izleri görülmemektedir. Sanki Türk grafik tasarım tarihi, yeni Cumhuriyet ya da harf devriminden sonra başlar gibidir. Bu çalışmada, Osmanlı sanat ve el sanatları günümüz grafik tasarım anlayışıyla değerlendirilerek, geleneksel yaklaşımları bugüne bağlamak ve Türk grafik sanatlar tarihine alternatif bir bakış açısı getirmek amaçlanmıştır. ABSTRACT It is unlikely to come across the statements "Ottoman Empire" and "Graphic Design" within the same sentence. Because it was almost the same time the collapse of the Empire and the usage of "graphic design" as a term. This of course does not mean that there was nothing about graphic design at Ottoman Empire. But after the Turkish Alphabet Revolution, it seems that graphic design lost its relationship with the past. In Turkish Graphic design today, there are not the traces of the traditional approach which formed by the Ottoman Empire for centuries. It seems that, Turkish graphic design history had started since the New Turkish Republic or after the Alphabet Revolution. In this study, it is aimed to bring an alternative perspective to Turkish graphic arts history by evaluating the Ottoman art and crafts with an understanding of contemporary graphic design and connecting Anahtar Kelimeler: Grafik tasarım, Türk traditional approaches to the present. grafik tasarımı, Türk grafik tasarım tarihi, Osmanlı sanatı Keywords: Graphic design, Turkish graphic design, Turkish graphic design history, Ottoman Arts 1 An Alternative Approach to the History of Turkish Graphic Arts: Graphics Reflections from Ottoman 239 1. Giriş Literatüre baktığımızda dünya grafik sanatlar tarihinin insana ait ilk izlerle birlikte başladığını görürüz. Türk grafik sanatlarının başlangıcı olarak ise iki görüş üzerinde durulur: Müteferrika Matbaası ya da Cumhuriyet sonrası. Bu çalışmanın amaçlarından biri, bugün geleneksel olarak adlandırıp konumlandırdığımız bazı sanatları farklı bir bakış açısıyla yorumlayarak çağdaş grafik tasarımla olan bağlantılarını vurgulamaktır. Bu yaklaşımla, Türk grafik sanatlarının başlangıcı olarak kabul edilen tarihlerin çok daha gerilere götürülebileceği ortaya konacak; ayrıca, küreselleşme ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeyle birlikte, tasarım alanında ulusal kimliklerin tehdit altında olduğu günümüz dünyasında, geçmişin kültürel mirasını bugüne taşımanın artan önemine dikkat çekilecektir. Bütün tasarım alanları gibi grafik tasarım da küreselleşmeden etkilenmiştir. Bu etkilenme başlangıçta hem sektör hem tasarımcılar açısından olumlu olarak kabul edilmiş ve benimsenmiştir. Önceleri tasarımcılar işe başlamak için portfolyolarını alıp bulundukları şehir ya da ülkedeki bir ajans veya tasarım ofisine başvururlardı. Şimdi ise her tasarımcının web üzerinden yayımladığı bir portfolyosu var ve bir projenin içinde yer almak için ne projeyle ne de onu gerçekleştirecek ekiple aynı mekânda hatta aynı ülkede bulunmak gerekmiyor. Sanal grafik ofisleri ve web üzerinden çalışan serbest zamanlı tasarımcılar çoğalmaya başladı. “Tehlike, tasarımın çok fazla uluslararası, ulaşılabilir ve uyum sağlayabilir olduğunda, uysallaşmasında ve bir yere ait olduğunu anlamamızı sağlayan özellikleri ve yerel göndermeleri kaybetmesindedir” (Twemlow, 2006: 14). Twemlow’un dile getirdiği ve bugünlerde tasarım dünyasında sıkça seslendirilmeye başlanan bu tehlike, Türk grafik tasarımına yansımadı. Çünkü günümüz Türk grafik tasarımında farklılık, ulusal kimlik ya da yerel ve kültürel zenginlik adına kaybedecek bir şeyimiz olduğu söylenemez. Cumhuriyetin kurulması ve Harf devriminin ardından Türk grafik tasarımının geçmişle bağlantısı tamamen kopmuştur denebilir. Bugünün Türk grafik tasarımında Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaratılıp yüzyıllar boyunca olgunlaştırılan çizgilerin izleri görülmemektedir. Bu çalışmada yöntem olarak Türk grafik sanatlarının orijini ve Türk geleneksel sanatları üzerine var olan literatür incelenerek farklı bir bakış açısıyla yorumlanmıştır. Türk grafik sanatlar tarihi ile ilgili yayınlanmış çalışma sayısı azdır. Hat sanatı, tezhip, minyatür ya da tuğralarla ilgili çok sayıda kaynak bulunmasına rağmen, bunlar geleneksel sanatlar kapsamında ele alınmış, çağdaş grafik tasarımla bağlantıları kurulmamıştır. Bu çalışmada geleneksel-modern, sanat-tasarım, eski-yeni gibi ayrımlar ya 240 da başka önyargılardan arınarak yapılacak değerlendirmelerin, geleneksel yaklaşımların bugüne taşınabilmesini kolaylaştıracağı ve Türk grafik tasarımına olumlu bir katkı sağlayacağı düşünülmüştür. 2. Geçmişte ve Günümüzde Grafik Tasarım Bugün, -özellikle son 25 yıldır yaşanan baş döndürücü gelişimin ardından- grafik tasarımın kapsamını tam olarak tanımlayabilmek güçleşmiştir. Aynı işi nitelemek için “grafik tasarım”, “grafik sanatlar”, “grafik iletişim”, “görsel iletişim tasarımı” gibi terimlerin kullanılıyor olması bu tanımlama güçlüğünün bir ifadesi olabilir. Özetle, grafik tasarım görsel yolla yapılan bilgi iletimini tasarlama işidir. Grafik tasarımcı da görsel bir iletişim mesajını yaratıcı ve estetik bir yaklaşımla biçimlendiren kişidir. Ülkemizde önceleri grafik tasarımın, grafik çoğaltım tekniklerine yönelik daha sanatsal bir yapısı vardı ve bu yaklaşım “grafik sanatlar” olarak nitelendirilirdi. Sonrasında, özellikle özgün baskının sanat altındaki yerini sağlamlaştırmasıyla “grafik tasarım” terimi netleşti ve benimsendi. Grafik tasarım, “görsel iletişim sorunlarının çözümü” olarak sanattan uzaklaşıp tasarımla bütünleşti. Grafik tasarımın sonuçları da iki boyut üzerinde basılarak çoğaltılan ürünlerdi. 20. yüzyılın sonlarına doğru, grafik tasarım ve üretim teknolojilerindeki gelişim öylesine hızlandı ki, bu kapsamda değerlendirilebilecek ürünler sadece iki boyutlu ve basılı olanların ötesine geçti. Web tasarım, hareketli grafik, video, ses, televizyon, sinema ve mimari yaklaşımlar da işin içine karışınca, yani iki boyuta üçüncü ve dördüncü boyutlar da eklenince “grafik tasarım” terimi yetersiz kaldı ve “görsel iletişim tasarımı” ifadesi kullanılmaya başlandı. Dünyada, plastik sanatlarda olduğu gibi grafik tasarım ve görsel iletişim tarihi de mağara resimlerinden başlatılır. Türkiye’de ise grafik tasarımının başlangıcıyla ilgili iki temel görüş vardır: İlki, Türk Grafik tasarım tarihinin Cumhuriyet, hatta harf devrimi sonrası başlamasıdır. Bu tarihi, Türkiye’de “modern” anlamda grafik tasarımın başlangıcı olarak kabul edersek genel olarak itiraz almayacak bir görüştür. Bu anlamda ilk Türk grafik tasarımcıları olarak İhap Hulusi, Kenan Temizan, Emin Barın gibi isimler karşımıza çıkar. Diğer görüşü Emre Becer (4T, 2006: 27-28) şöyle ifade ediyor: “Türk grafik sanatının başlangıcını ilk basımevinin büyük bir gecikmeyle Türkiye’de kurulduğu yıllara kadar götürmek mümkündür. (…)İbrahim Müteferrika’yı ise ilk Türk grafik sanatçısı olarak görebiliriz. Çünkü tarihimizde basıp çoğaltma yoluyla elde edilen ilk resimli kitap, bunu basabilmek için kullanılan ilk kurşun döküm harfler ve ilk resim kitabı onun elinden çıkmıştır” 241 Türk Grafik Sanatlar tarihi konusunda yapılmış kapsamlı araştırmalar ne yazık ki yoktur. Fuat Akdenizli’nin, “Türk Grafik Sanatlar Tarihinde Orijin Sorunu” başlıklı makalesi konuya farklı bir yaklaşım getirmesi açısından dikkat çekici bir çalışmadır. Akdenizli (2005: 114), Emre Becer’in yaklaşımını Sait Maden ve Dilek Bektaş’ın da dile getirdiğini fakat bu yaklaşıma katılmadığını şöyle açıklamamıştır: “… grafik tasarımsal çözümler sadece baskı teknolojileri ile değil ağırlıklı olarak görsel iletişim problemleri ile ilgilidir. İşin teknoloji kısmı bütünün sadece bir alt başlığıdır ve tarihsel ve güncel örneklerle de sabittir ki baskı teknolojilerini devreye sokmadan da grafik tasarım yapılabilir”. Doğrusu, dünyada grafik tasarım ve görsel iletişimin başlangıcı olarak 15000–20000 yıl öncesinin mağara resimlerine gidilebiliyorsa, Türk grafik tasarım tarihinin en azından Osmanlı dönemini de kapsaması gerektiği, hatta çok daha gerilere götürülebileceği açıktır. Bu çalışmada, üzerinde çok fazla araştırma bulunan Osmanlı sanatları günümüz grafik tasarım anlayışıyla değerlendirilmeye çalışılacaktır. 3. Osmanlı’da Grafik Tasarım Osmanlı İmparatorluğu ile grafik tasarım ifadelerine aynı cümle içinde rastlamak pek olası değildir. Çünkü İmparatorluğun çöküşü ile “grafik tasarım” ifadesinin kullanılmaya başlanması hemen hemen aynı dönemlere rastlar. Tipografi ve görüntü, grafik tasarımın temel bileşenlerini oluştururlar. Grafik sanatlar tarihine baktığımızda, “görüntü” ve “yazı” ile ilgili, sanatsal değil işlevsel yanı ön plana çıkan, bilgi iletimine hizmet eden tüm çalışmaların bu kapsamda değerlendirildiğini görürüz. Osmanlı kültürü içinde çok ilerlemiş olan hat ve minyatür sanatlarının ne olduğu kabaca da olsa herkes tarafından bilinse de, bunların grafik tasarımla bağlantısı kurulmaz. Hattatlar ve nakkaşlar Osmanlı sarayı için çalışan sanatçı ve zanaatkâr teşkilatı olan ehl-i hiref içinde önemli bir yere sahipti. Nakkaşlar, yazma eserlerin bezenmesi (müzehhiplik), resimlenmesi (musavvirlik), metinleri sınırlayan cetvellerin çekilmesi (cetvelkeşlik) ve boyaların hazırlanması (renkzenlik) gibi kitap sanatlarıyla ilgili işler dışında; kalem işi ya da çini desenleri gibi mimari süslemelerin tasarlanması; ahşap ve mukavvadan yapılan küçük sandıkların bezenmesi; çadır, otağ, halı, kumaş gibi dokumalarda kullanılan desenlerin hazırlanmasından da sorumluydular (Mahir, 2004: 18). Bugünden geriye dönüp baktığımızda, Osmanlı hattat ve nakkaşlarının günümüz grafik tasarımcıları, nakkaşhanelerin de grafik tasarım atölyeleri 242 gibi çalıştığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Osmanlı’da hattat ve nakkaşların yaptığı bütün bu işleri bugün grafik tasarımcılar yapıyor. Nakkaşhanenin çalışma yöntemleri, organizasyonu ve üretim teknikleri de bir grafik tasarım ofisiyle benzerdir. Hatta -en azından saray çevresindegrafik tasarımın (bu isimle anılmasa da) bugünden çok daha sistemli ve organize olduğu; anlaşılıp, değer gördüğü söylenebilir. Osmanlı sanatı içerisinde bugünkü grafik tasarım kapsamında yer alabilecek hat, tezhip ve minyatürlerin, sanat tarihçileri tarafından tasarım değil de sanat kapsamında değerlendirilmesi, grafik tasarımın yeterince tanınmamasından ya da ortaya çıkan ürünlerdeki yüksek kalite ve ustalıktan kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1928’de Latin harflerinin kabulüyle grafik tasarımın temel unsurlarından biri olan tipografi alanında geçmişle bağların kopmasının bugünün grafik tasarımı üzerine hem doğrudan hem dolaylı etkileri olmuştur. 3.1. Osmanlı Hat Sanatı ve Tipografi Tipografinin tanımı için basit bir araştırma yaptığımızda bazı ansiklopedik sözlüklerde “tipografi” maddesinin olmadığını, pek çoğunda da tipografinin “tipo baskı” ile eş anlamlı kullanıldığını görürüz. Tipografi uzunca bir süre, Johannes Gutenberg’in 15. yüzyıl ortalarında hareketli metal harflerle yaptığı ilk baskıyı ve bu baskı yöntemini tanımlamak için kullanıldı. Namık Kemal Sarıkavak (2009), zaman içerisinde tipografinin algılanışında farklılıklar olduğundan söz etmiş ve şu tanımı yapmıştır: “Tipografi, harflerin ve yazınsal görsel iletişime ilişkin diğer öğelerin hem görsel, işlevsel ve estetik düzenlemesi hem de bu öğelerle oluşturulan bir tasarım dili ve anlayışıdır”. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve sonuna doğru ivmesini arttırmış grafik tasarım ve üretim tekniklerindeki gelişim tipografiye de yansıyarak kapsamını genişletmiştir. Yazı karakterlerinin ve metin bloklarının tasarlanması, dizilmesi ve düzenlenmesine ilişkin bütün sanatsal uğraşları ve bu alandaki teknolojik gelişmeleri tipografi üst başlığı altında toplamak mümkündür. Bu nedenle tipografi, ayrı ayrı ya da bir arada olmak üzere dizici, tipograf (tipografi tasarımcısı), grafik tasarımcı, sanat yönetmeni ve teknisyenlerin etkinlik alanı içine girmektedir. Bunların yanı sıra, el yazıları ve kaligrafi, duvarlara yazılan grafitiler, mimarideki yazı uygulamaları, afiş, simge sistemleri, reklamcılık, sinema ve televizyonda izlenen hareketli yazılar gibi birçok farklı alanda harf kullanılarak yapılan bütün uygulamalar da tipografi kapsamı içinde ele alınabilir (Becer, 2007: 14). 243 Fikret Uçar’a göre de “tasarlanmış yazının sanatı olarak adlandırabileceğimiz tipografi, ister Latin, ister Çin, Japon, Arap veya Kiril alfabesinde, ortak yöntemlerle grafik tasarımın önemli elemanlarından biri olarak ortaya çıkar” (2004: 95). Bu tanımlar ışığında hat sanatının da tipografi kapsamında değerlendirilmesi gereği kaçınılmazdır. “Türkler X. yüzyıldan itibaren kendi istekleri ile Müslümanlığı kabul edince, Kur’anla birlikte Arap harflerini almış, fakat bunu estetik bir yazı haline getirmişlerdir. Arap sülüs ve celileri kufi yazı gibi bir süsleme sanatı halinde iken Türklerin elinde yazının kendisi bir sanat yüksekliğine varmıştır” (Aslanapa 1989: 387). Hat sanatında kullanılan yazıların Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî', İcâze, Ta'lik, Divânî, Celi, Rik'a, Ma'kili dâhil, bin kadar çeşidi vardı. Osmanlı Döneminde bu sanat sadece kâğıt üzerinde kalmayıp halıcılık, kumaşçılık, dericilik, seramik, mimari gibi pek çok alanda yansıma buldu. Hat sanatında yazı gelişigüzel yazılmaz, her yazı türünün kendine özgü özellikleri, inceden inceye saptanmış kuralları vardır. Tarih boyunca ünlü hat ustaları zaman zaman yazı kuralları oluşturmuşlar ve bunları saptamışlardır. Çeşitli yazı türleri birbirlerinden, harflerin büyük ya da küçük olması, biçimi, aralıkları, bazı harflerin birbirlerine bitiştirilip bitiştirilmemesi, bazı yazı işaretlerinin kullanılıp kullanılmaması gibi özellikleriyle ayrılır (Sanat Tarihi Ansiklopedisi 1981: 757). Özetle, hat sanatı kapsamında değerlendirilebilecek her şeyi topladığımızda ortaya çıkan sonuç, hat sanatının tipografi kapsamında olduğudur. Bugün, anlam olarak “hüsn-i hat” ya da “güzel yazı” sanatına karşılık gelen kelime “kaligrafi”dir. Fakat kaligrafi kapsamında değerlendirilebilecek pek çok çalışma tipografi tarafından kapsandığından, Osmanlı hat sanatının kaligrafi ile birlikte tipografi kapsamında da değerlendirilmesi daha doğrudur. Çünkü hat sanatı içinde yer alan pek çok unsur, örneğin levhalar, yazı resimler, tuğra gibi formlar aslında yazılmak yerine tasarlanmış ve mükemmel halini aldığında o günün yöntemleriyle çoğaltılmıştır ve bu işlemler kaligrafi çıkışlı da olsa, doğrudan tipografinin alanı içerisindedir. Bugün “tipografi” dediğimiz alan, geçmişte “mecaz yazı” ya da “yapma yazı” olarak tanımlanmıştır. Mahmud Bedreddin Yazır, yapma yazıları şöyle tanımlıyor: “Hakikat manasıyla ve en dar ifadesiyle yazı: El ve kalemle yazılarak vücuda getirilendir. Ne biçimde olursa olsun, nereye yazılırsa yazılsın, bir manası olsun ya da olmasın, güzel veya çirkin görünsün, bundan başkasında da mecazdır. Mesela taşa hak edilmiş, hendese aletleriyle çizilerek yapılmış, fırça ile doldurulmuş, fotoğrafı alınmış, işleme, dokuma… vb. gibi bir başka 244 san’atın tekniği ve icablariyle vücude getirilmiş yazılar, el ve kalemle yazılan asıl yazının derece derece uzaklaşan kopyaları veya resimleridir. (…) El ve kalemle yazılarak vücuda getirilenlere sadece hat veya yazı, yahud el yazması, yahud orijinal yazı denilir. Mecaziler de mesela: çizme yazı, yapma yazı, kopya yazı, basma yazı, işleme yazı… diye asıl yazıdan ayırd edilirler” (Yazır, 1981: 12-13). Kâğıt üzerinde tasarlanan yazının başka alanlardaki uygulamaları yine tipografi kapsamındadır. Özellikle, hat sanatının son iki yüzyılı içinde önemli bir yere sahip olan levhalar, tasarım ve işlevleriyle grafik tasarım içerisinde değerlendirilebilecek örneklerdir. Uğur Derman (1990), eskiden levhaların evlerin, sarayların duvarlarına ve umumi yerlere okunup ibret alınmak üzere asılırken aynı zamanda gözlerin estetik ölçüleri kazanmaya alıştırıldığını söyler. Tipografi, tipo baskının bulunmasıyla başladığı halde, tipografi tarihinin yazı tarihi ile beraber geliştiğini görürüz. Bugün tipografinin temel elemanları olan yazı karakterlerinin pek çoğu, el yazıları üzerine temellenmiştir. Örneğin, günümüzde fazlaca kullanılan 1989 tarihinde tasarlanmış Trajan yazı karakteri, Roma’daki 113 yılında tamamlanmış Trajan Sütunu üzerindeki kitabede kullanılan Roma Kapital yazısı üzerinden geliştirilmiştir. Harf devrimini yaşamamış olsaydık, eminim ki hat sanatı seçkin ve özgün bir stille tipografi içindeki yerini netleştirecek ve kullandığımız en seçkin yazı karakterleri içinde, Şeyh Hamdullah ya da Hafız Osman adını taşıyan klasik yazı karakterlerimiz olacaktı. Bugün yaşatılmaya çalışılan Arap harfleriyle hat uygulamalarının –alfabenin değişimiyle iletişim işlevini yitirdiğinden– sanata geçmişte olduğundan daha yakın olduğu söylenebilir. 3.2. Minyatür ve İllüstrasyon “İllüstrasyon, kısaca, resimle anlatım, herhangi bir metnin anlamını pekiştirme, süsleme amaçlı, konu anlatan resimler olarak tanımlanabilir” (Demir, 2009: 51). “Yazma eserlerde anlatılan olayları görselleştirmek üzere yapılan kitap resimlerine de minyatür denmektedir. … Osmanlı dönemi kaynaklarında minyatür teriminin yerine tasvir veya nakış sözcüklerinin kullanıldığı görülür” (Mahir, 2004: 15). Görülüyor ki, hem minyatür hem illüstrasyonun en kısa tanımı ‘kitap resmi’dir. Minyatürler tek olmaları açısından resim sanatı kapsamında düşünülse de, kullanıldıkları yerler, amaç ve konularına bakıldığında tartışmasız illüstrasyonlardır. Bugün illüstrasyon grafik tasarım içinde yer alan ve farklı yerlerde farklı amaçlarla kullanılan, değişik teknikler uygulayan bir alandır. 245 İllüstrasyon tekniği olarak baskı, çizim ve fotoğraf gibi çeşitli yöntemler kullanılabilir. Gerek tekniğinde gerek anlatımında yaratıcı ve sanatsal bir yaklaşımın olması arzu edilse de değişmeyen şey illüstrasyonun duvara asılmak ve sergilenmek için değil sipariş üzerine, bir şeyi betimlemek, açıklamak için yapıldığıdır. Günümüzde, belgesel anlamda geriye çok şey bırakan Osmanlı minyatürünü, geleneksel olarak icra eden sanatçılar olduğu gibi, minyatürü modernize ederek resim sanatına taşıyan sanatçılarımız da vardır. Fakat ülkemizde grafik tasarım bile henüz gerçek yerini bulmakta zorlanırken onun bir alt dalı olan illüstrasyonun durumu pek iç açıcı değildir. Grafik tasarım konusunda tek süreli yayınımız olarak gösterilebilecek Grafik Sanatlar Dergisi’nin illüstrasyonu dosya konusu olarak ele alan sayısında ülkemizde illüstrasyonun durumu yine Türk illüstrasyon sanatçıları tarafından tartışılmıştır. Dergide, Türkiye İllüstratörler Derneği’nin kurucularından Şahin Karakoç (2009:68), örgütlenme zorluğuna işaret ederek kurdukları derneğin bir takım önemli katkılar sağladığını belirtmekle birlikte şu anda sadece kağıt üzerinde varlık gösterdiğini ifade etmiş ve ülkemizde illüstratörlerin yaşadığı en büyük sorunun “branşlaşamama” olduğunu vurgulamıştır. Ali Olgun (2009:70) Türkiye’de illüstratörlüğün işi yapan ve veren açısından da ciddiye alınmayan evden yürütülen bir meslek olduğunu söylerken; Kemal Molu (2009:58), diğer illüstrasyon sanatçılarının görüşlerine paralel ifadeler dile getirmiştir: “Jüri için yeni isim yok… Yenilerin ‘burada ben de varım’ diyerek kendilerini gösterebilecekleri ve isimlerini duyurabilecekleri alan yok, yayın yok, yarışma yok, ödül yok! Bu ülkede illüstrasyon nasıl olsun ki?”. Ülkemizde illüstrasyon konusunda durum böyleyken, minyatürün illüstrasyon olarak değerlendirilmesi hatta günümüz sanatçıları tarafından sahiplenip yorumlanması için daha erken gibi görünüyor. Yine de az sayıda da olsa afiş gibi bazı tasarımlarda minyatür esintilerine rastlamak mümkündür. 3.3. Tuğralar Grafik tasarımda kurum kimliğinin temelini “amblem” ve “logotype” oluşturur. Sözcük olarak amblem; simge ya da sembol, logotype ise özgün yazı anlamındadır. Grafik tasarımda amblem, çizgi, leke, harf ve stilize görüntülerle oluşturulabilir. Logotype ise sadece yazıyla olabileceği gibi; yazılar çizgi, leke ve imajla desteklenebilir. Her ikisinde de amaç, adını taşıdığı ürün, şirket ya da kurumun imajını, biçim ve renkleriyle diğerlerinden ayırt edilecek şekilde sembolleştirmektir. Logoype, hem 246 seyirlik hem de okunmak içindir. Logotype oluşturulurken, sözcük ya da sözcük grubundaki harfler üzerinde deformasyon, farklı espas düzenlemeleri ve hizalamalar yapılabilir. Harfler, logotype kompozisyonunu güçlendirecek çizgi, leke ve görsellerle desteklenebilir. Amblem ve logotype kurum kimliğinin temel öğesi olarak temsil ettikleri kuruluşun sadece basılı malzemeleri üzerinde değil, tabela, rozet, tanıtım malzemeleri, üniforma vb. gibi akla gelebilecek her alanda kullanılarak kurum imajı güçlendirilir. Bu tanımdan hareketle hem biçimleri hem işlevleriyle tuğraları günümüzün logotype, yani özgün yazılarına benzetmek mümkündür. Tuğralar konusunda Oktay Aslanapa (1989: 392) şöyle der: Osmanlılarda her sultanın arması olarak bütün fermanların ve önemli vesikaların başına tuğra çekilirdi. Bu, ayrı bir sanat olup tuğrakeş denilen kimselerin elinden çıkardı. Tuğralara hükümdar ve babasının adı (şah, han, el-muzaffer) gibi kelimeler bir arada yazılır. Bununla görevli olan Nişancı, tuğrayı ya kendi çeker veya idaresinde çalışan tuğrakeşlere hazırlatırdı. Orhan Gazi’nin tuğrası ile iki vesika daha 1324’te Osmanlıların ilk yıllarında kullanıldığını gösterir. Sonra sıra ile her hükümdar için ayrı tuğralar ve sultanların her biri için birçok tuğralar meydana getirilmiştir “Resmi evrak üzerindeki padişah tuğrası, padişahın tahta çıktığı gün kendisine gösterilen örnekler arasından seçilmekte ve metni ve istifi saltanatının sonuna değin (kim tarafından çekilirse çekilsin) bir daha değişmemektedir” (Acar, 1999: 168). “Önceleri ferman, berat, vakfiye gibi belgelerin baş kısmına konulan tuğraların kullanım alanları zamanla yaygınlaşmış; tuğra mühürde, paralarda, pullarda ve kitabelerde kullanılmaya başlanmıştır” (Turgut, 2009: 81). Tuğra, Oğuzlara kadar giden Türklere özgü bir grafik formdur ve bu form padişah imzalarının yanında farklı şeyler yazmak için de kullanılmıştır. 19. yüzyıl sonlarından itibaren grafik tasarımın dönemin sanat hareketlerinden nasıl etkilendiğini izleyebiliyoruz. Osmanlı padişah tuğraları incelendiğinde zamanın sanatsal yansımalarından onların da etkilendiği takip edilebilir. 4. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önceki başlıklarda detaylı olarak ortaya konmuştur ki, Osmanlı Döneminde varlığını sürdürmüş ve olgunlaştırılarak en üst noktalara taşınmış hat sanatı, tezhip ve minyatür gibi sanatlar, gerçekte bugünün grafik sanatlarına karşılık gelmektedir. Dolayısıyla tüm bunlar Türk grafik sanatlar tarihi içerisinde de değerlendirilmesi gereken alanlardır. 247 Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ardından, geleneksel yaklaşımları modernleriyle değiştiren demokratik ve batılı Cumhuriyet’in kurulması geçmişle olan bağları zayıflatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından, Atatürk önderliğinde politik, sosyal, kültürel ve hukuki alanlarda gerçekleştirilen ve 15 yıl süren devrimlerin amacı, gelişime engel olan eskimiş kurumları ve düşünce yapısını yıkarak modern ve batılı Türkiye’nin önünü açmaktı. Devrimler amacına ulaşırken Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar boyunca biriktirdiği sanat mirası da, müzelere kapatılıp, tarihteki yerini aldı. Osmanlı döneminde olgunlaştırılmış hat sanatı, tezhip ve minyatür, eski saltanatlarından çok uzak olsalar da, “geleneksel sanatlar” başlığı altında hala yaşatılmaktadır. Sanatın farklı alanlarında bu birikimi modernize ederek eserlerine yansıtan sanatçılarımız da vardır. Fakat grafik tasarım anlamında geçmişimizi sahiplendiğimiz söylenemez. Türk hat sanatı, tezhip ve minyatür üzerine var olan çok sayıda araştırma ve kaynak maalesef tarihsel ve gelenekseldir. Bu kaynaklarda belli bir dönem; stilleri, tasarımcıları (hattatları, nakkaşları), araç ve gereçleriyle aktarılır ve en iyi olasılıkla bugün de bu sanatları sürdüren birkaç geleneksel uygulayıcının adıyla bitirilir. Minyatür, ya başlı başına “minyatür” ya da “Osmanlı’da resim sanatı” olarak değerlendirilir, illüstrasyonla bağlantısı kurulmaz. Hat sanatını ise bugünün yazı tasarımına bağlamak ve yüzyıllarca geliştirilerek en üst seviyelere taşınmış bu mirası gelecek kuşaklara aktarmak harf devriminden sonra iyice zorlaşmıştır. Grafik sanatlar tarihimizde hat sanatını modern tipografiye adapte edebilmiş en önemli tasarımcı olarak Emin Barın’ı görürüz. 600 yıllık süre içinde Arap Alfabesinin Türkler elinde nasıl bir sanat abidesine dönüştüğünü iyi bilen Emin Barın, maalesef Türk grafik sanatı ve geleneksel hat sanatımız içinde bir istisnadır (Turan, 2007: 42-45). Öğrencilerinden Abdullah Taşçı (2007: 50), hat sanatı ve grafik değerlerini çok iyi bilen Emin Barın’ın, yazının terminolojisini anlattığı derslerinde Ahmet Karahisari’den örnekler vererek, Karahisari’nin çağdaş grafik sanatlarla ilişkisini kurduğundan söz eder. Ne yazık ki bugün, aynı anda hem geleneksel sanatları hem de çağdaş grafik tasarım ve tipografiyi iyi bilip geçmiş ve bugünü kaynaştırabilecek eğitimci ve sanatçıları bulabilmek zordur. Bir makaleyle Osmanlı döneminde var olan ve bugünkü grafik tasarım kapsamında değerlendirilebilecek tüm ürünleri ayrıntılarıyla ortaya konabilmesi elbette mümkün değildir. Osmanlı’nın grafik ürünleri sadece hat sanatı, minyatür, tuğra ve İbrahim Müteferrika’nın kurduğu ilk Türk matbaası ile sınırlı değildir. Müteferrika’dan çok önce kurulan azınlık 248 matbaaları, baskı öncesinde gerçekleştirilmiş ve geniş bir kategori içerisinde incelenebilecek el yazmaları, kitap kapakları, yazı-resimler, hat sanatının kâğıt dışındaki uygulamaları, başlıklı evrak, kâğıt para, değerli evrak, matbu evrak, kartvizit, mühür gibi ürünler de Osmanlı grafik tasarım ürünleridir. Tüm bunlar ve Osmanlı geleneksel sanatları içindeki grafik motiflerle bunların simgesel anlamları da grafik tasarım bakış açısıyla incelenmesi ve Türk grafik sanatlar tarihi içinde yer alması gereken konulardır. 5. Sonuç Osmanlı döneminde yaratılmış ya da başka uluslardan uyarlanmış geleneksel sanatlar, yüzyıllar içerisinde olgunlaştırılarak Türk kimliğini kazanmışlardır. Bu sanatların bazıları “geleneksel yöntemlerle” ve “geleneksel” başlığı altında hala yaşatılmaya çalışılmaktadır. Sanatın çeşitli dallarında, Osmanlı’nın mirasını modernize ederek eserlerine yansıtan çağdaş sanatçılarımız da vardır. Fakat grafik sanatların kendi geçmişini sahiplenmediği söylenebilir. Osmanlı’da yaşatılmış olan geleneksel sanatlar üzerine grafik tasarım açısından yapılacak bir değerlendirme hem Türk grafik sanatlar tarihine gerçekçi bir yaklaşımla katkı sağlayacak hem de yeni neslin ve tasarımcı adaylarının tüm bu kültürel mirası daha kolay değerlendirip, benimsemesini sağlayacaktır. Bu da, tasarımcı adaylarının kendi stillerini oluştururken kültürel mirasımızdan esinlenmelerini kolaylaştıracaktır. Bugün grafik tasarım için diğer sanat ve tasarım disiplinleriyle işbirliği içinde çalışmak zorunlu hale gelmiştir. Piyasa şartları ve teknolojik gelişmelerin işbirliğine zorladığı disiplinler daha çok endüstriyel tasarım, iletişim bilimleri, reklamcılık, bilgisayar teknolojileri, iç mimari, sinematelevizyon gibi alanlardır. Oysa bunların yanında grafik tasarımın geleneksel sanatlarla da işbirliği içerisinde projeler üretmesi, geçmişin yüzyıllar boyunca oluşan birikimini geleceğe taşımak, kültürel mirasın izlerini modern ve çağcıl bir anlayışla bütünleştirmek ve Türk grafik tasarımında kimlik oluşturmak açısından faydalı olabilir. Günümüz grafik tasarım ve eğitiminde Batı dünyası neredeyse bizim de orada olduğumuz söylenebilir. Yetiştirdiğimiz tasarımcılar uluslararası ödüller alıp dünyanın her yerinde çalışabiliyorlar. Fakat grafik tasarımda ulusal bir kimlik geliştiremediğimiz de açıktır. Aslında tasarımdaki kimlik sorunu sadece bize ait de değildir. Kültürel çeşitliliğin azalmasına neden olan küreselleşme, pek çok alanda olduğu gibi tasarımda da ulusal kimlikler üzerinde bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdidi algılayan dünya 249 tasarımcıları, çözümü kendilerine yakın olan kaynaklardan, ulusal kültürlerinden ve tarihi miraslarından daha fazla esinlenmekte arıyorlar. Böyle bir dönemde, Türk grafik tasarımcıların da, kendi ulusal kimliğimizle grafik eserler üretebildiğimiz bir dönemin mirasını sahiplenip, yaşatmayı sorumluluk olarak üstlenmeleri beklenir. Osmanlı geleneksel sanatlarının yine geleneksel olarak sürdürülmesinin desteklenmesi yanında, bu kültürel mirası, sadece geleneksel uygulayıcılara bırakmayıp ondan ilham almak, gittikçe birbirine daha çok benzeyen tasarımlar arasında bir farklılık yaratmak için kullanılabilir. Türkiye Cumhuriyeti pratik ve yasal olarak Osmanlı’nın devamı olduğu halde, ülkemizde hâlâ hem Osmanlıyı hem geleneği reddeden bir yaklaşım da vardır. Ulusal kimliğimiz üzerinde süregelen bu çatışma, pek çok alanda olduğu gibi grafik tasarımda da hissedilmektedir. Henüz genç bir Cumhuriyetimiz ve ondan daha genç bir grafik tasarım geçmişimiz var. Her ikisinde de ulusal ve kültürel kimliğin oturması için yüzyıllara ihtiyacımız olsa da, yakın geçmişimize daha dikkatli ve önyargısız bakmak bu sürenin kısalmasına yardım edebilir. KAYNAKÇA Acar, M. Şinasi (1999). Türk Hat Sanatı. İstanbul: Antik A.Ş. Akdenizli, Fuat (2005). “Türk Grafik Sanatlar Tarihinde Orijin Sorunu”. Anadolu Sanat Dergisi 16: 113-123. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. Aslanapa, Oktay (1989). Türk Sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Bağcı, S., Çağman, F., Renda, G. ve Tanındı, Z. (2006). Osmanlı Resim Sanatı. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Becer, Emre (2007). Modern Sanat ve Yeni Tipografi. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Becer, Emre (2006). “Türkiye’de Tasarım Tarihi ve Söylemi” Bildiriler Kitabı, 4T Türkiye Tasarım Tarihi Topluluğu, İzmir Ekonomi Üniversitesi Yayını, İzmir 2006. Becer, Emre (1999). İletişim ve Grafik Tasarım. Ankra: Dost Kitabevi Yayınları. Demir, Çiğdem (2009). “İllüstrasyon Dosyası” (editör). Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 29. Derman, M. Uğur (der.)(1990). Türk Hat Sanatının Şaheserleri. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Karakoç, Şahin (röportaj)(2009). Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 29: 68. Mahir, Banu (2005). Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul: Kabalacı Yayınevi. Molu, Kemal (2009). “Sessizce çekip gitti yaşamımızdan illüstrasyon… farkında mısınız?”. Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 29: 56-58. Olgun, Ali (röportaj) (2009). Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 29: 70. Özen, Mine Esiner (2003). Türk Tezhip Sanatı. İstanbul: Gözen Kitap ve Yayınevi. 250 Sanat Tarihi Ansiklopedisi (1981). İstanbul: Görsel Ansiklopedik Yayınlar. Sarıkavak, Namık Kemal (2009). Çağdaş Tipografinin Temelleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık. Tansuğ, Sezer (1991). Çağdaş Türk Sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Taşçı, Abdullah (2007). “Hocam Emin Barın”. Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 7: 50-53. Turan, İlhami (2007). “Bütün Yönleriyle Hocam EMİN BARIN”. Grafik Tasarım, Görsel İletişim Kültürü Dergisi 7: 40-45. Turgut, Atilla Yusuf (2009). “Tuğra Süslemeleri”. El Sanatları İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları (İSMEK) El Sanatları Dergisi 8: 80-85. Twemlow, Alice (2008). Grafik Tasarım Ne İçindir? İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları. Uçar, T. Fikret (2004). Görsel İletişim ve Grafik Tasarım. İstanbul: İnkılap Yayınevi. Yazır, M. Bedreddin (1981), Medeniyet Âleminde Yazı ve İslam Medeniyetinde Kalem Güzeli, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara. 251 KURUMSAL İLETİŞİMİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ HAKKINDA BİR YORUM1 Öğr. Gör. Dr. Hakan Tunçel ÖZET Çağımızda hızla gelişen bilişim teknolojisi sayesinde özellikle kâr amacı olan örgütlerde, iletişim olgusu kritik önemini her yıl artırmaktadır. İşletmeciler için kurumsal marka, kurum kimliği, kurumsal itibar gibi kavramlar günümüzde son derece önemlidir ve hepsi iletişim olgusuyla ilişkilidir. Kurumsal iletişim terimi, işletmelerde halkla ilişkiler bölümünün diğer adı olarak bilinmektedir. Ancak öte yandan bazı bütünleşik yaklaşımlara göre, kurumsal iletişim, bir işletmede, halkla ilişkiler, reklam, örgütsel iletişim, pazarlama iletişimi ve yönetim iletişimi gibi tüm iletişim işlevlerini kapsayabilir. Bu nedenle hem akademik hem de pratik çalışmalarda, kurumsal iletişimin tanımı üzerine çeşitli tartışmalar yaşanmaktadır. Bu makalede, halkla ilişkiler disiplini bağlamında, işletmelerde kurumsal iletişimin kavramsal çerçevesi, teorik bir düzlemde irdelenerek, yorumlanmıştır. Anahtar Kelimeler: Kurumsal İletişim, Halkla İlişkiler, İletişim Yönetimi 2 ABSTRACT In our modern world, thanks to information technology which is developing rapidly, especially for business organizations, the critical importance of communication increases each year. For enterpreneurs, corporate brand, corporate identity and corporate reputation are such important concepts which are all related to communication. The term of corporate communication is known as the other name of public relations department in business organizations. On the other hand, according to some integrated approaches, corporate communication may contend all kinds of communication functions in an organization including public relations, advertising, organizational communication, marketing communication and management communication. So, there is such a debate over the definition of corporate communication in both of academic studies and practices. In this article, in the context of public relations discipline, the conceptual framework of corporate communication for business organizations, discussed and interpreted in a theoretical way. Keywords: Corporate Communication, Public Relations, Communication Management 1 2 A Comment on The Conceptual Framework of Corporate Communıcatıon Kadir Has Üniversitesi, hakanTL@gmail.com 252 Giriş Toplumlarda en çok rastlanan örgüt tipi, gelir elde etmek ve ekonomik amaçları başarmak için genellikle özel kişilerin (girişimcilerin) belli bir sermaye ortaya koyarak bir araya gelmesiyle oluşturdukları ticari örgütlerdir. Bu örgütlerin temel amacı; bulundukları toplumun gereksinimlerini karşılayacak mal ve hizmetleri üreterek topluma yarar sağlayacak bir faaliyeti gerçekleştirmek ve bu faaliyet sonucunda kazanç elde etmektir. Bunlar; küçük, orta veya büyük ölçekli işletme adı verilen (hukuki söylenişiyle şirket veya firma da denen) kâr amaçlı örgütlerdir (Ülgen ve Mirze, 2004: 20). Küçük ölçekli bir aile şirketinden, devasa çok uluslu bir holdinge kadar her çeşit işletmeden kimi zaman ‘kurum’ olarak da bahsedilir. ‘Kurum’, bir örgütü, topyekûn tüm değerleriyle anlatan, tüzel, belli bir kişiliği, duruşu, ruhu, felsefesi olan, zihnimizde soyutlayabildiğimiz yekpare bir yapıyı simgeler. ‘Kurumsal’ kavramı ise bir işletmenin tüm birimlerini, faaliyetlerini, amaçlarını, ilkelerini, çalışanlarını, iş felsefesini içeren bütünselliği belirtir yani örgütün/işletmenin bütününe aitliği anlatır. Ancak ‘kurum’ ve ‘kurumsal’ kavramlarını, ‘kurumsallaşma’ veya diğer söylenişiyle ‘kurumlaşma’ ile karıştırmamak gerekir; birbirleriyle ilişkili olsalar da bir kurumun her zaman kurumsallaştığını söyleyemeyiz. Kurumsallaşma; sürekliliği olan yerleşik bir sistem içinde bir örgütün, kurucuları ve yöneticileri dahil olmak üzere tüm çalışanları tarafından benimsenen, keyfi olmayan ilkelere, kurallara, standartlara göre, profesyoneller tarafından uzun vadeli, stratejik olarak yönetilmesini ifade eder. Öte yandan günlük konuşma dilinde, ‘kurum’ ve ‘örgüt’ sözcükleri çoğu kez birbirlerinin yerine kullanılır. Oysa iki sözcük arasında belirgin bir fark bulunur. Örneğin, ticari örgütler olan işletmeleri zihnimizde canlandırdığımızda, onları; üst yönetim, satış, muhasebe, üretim, pazarlama, insan kaynakları, hukuk, araştırma gibi birbirleriyle çeşitli düzeylerde etkileşimde bulunan pek çok farklı birimlerden, bölümlerden oluşan mekanik yapılar olarak düşünürüz. ‘Kurum’ kavramından anlaşılması gerekense, tıpkı bir insana bir ‘kişi’ olarak baktığımız gibi, bir örgüte de tek bir yekpare vücut, bir bütün olarak bakılmasıdır. İnsanları tek tek organlarıyla değil, genellikle bir bütün olarak düşünme eğilimindeyizdir. Ad ve soyadından dış görünüşüne, davranış biçiminden duruşuna, kişiliğine, dünya görüşüne, yaptıklarına kadar bir insanı bütüncül bir imgeyle algılarız. O insan bizim için sadece biyolojik bir insanoğlu değildir; ruhu, kişiliği olan bir şahıstır. Benzer şekilde bir örgütü sahip olduğu tüm somut, fiziksel özelliklerinin ve soyut değerlerinin kapsamında yani belli bir kişiliği olan 253 bütüncül bir anlam ifade eden bir yapı olarak düşündüğümüzde, o örgüt artık bir ‘kurum’dur (Löwensberg, 2006: 252). Örneğin; Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, P&G, Unilever, Coca-Cola, Garanti Bankası, Vestel, Turkcell gibi şirketler sadece mal ve hizmet üreten, çeşitli birimleri ve işlevleri olan mekanik yapılardaki örgütler olmanın ötesinde, bir bütünsellik içinde, kamuoyu için belli anlamlar, belirgin özellikler çağrıştıran bir marka adı taşıyan ‘kurum’lardır. Kurumlar, sadece ürünleriyle değil, soyut ve somut tüm varlıklarıyla kurumsal değerlerini başta hedef kitlelerine, paydaşlarına olmak üzere bulundukları çevreye, topluma, genel olarak kamuoyuna bütüncül bir imgeyle doğru algılatma, tanıtma, saygınlık, anlayış kazanma, onaylanma ve çevreyi anlama ihtiyacı içindedirler. Bu ihtiyacın giderilmesinde ‘iletişim’ kuşkusuz önemli bir faktördür. Örgütsel hayatta, iletişim, bir örgütün iç ve dış çevresiyle kurduğu ilişkilerinde semboller aracılığıyla çeşitli amaçlara yönelik enformasyonun ve sürekli yeniden üretilen anlamların değiş-tokuş edildiği toplumsal bir süreçtir (Shockley-Zalabak, 2006: 18). Örgütsel iletişim; bir örgütün hedeflerine ulaşması için gereken üretim ve yönetim süreci içinde planlamayı, örgütlemeyi, insan kaynakları yönetimini, eşgüdümlemeyi ve denetimi sağlamak amacıyla belli kurallar içinde gerçekleşen simgelerin üretimi, iletimi ve yorumudur (Gürüz ve Gürel, 2006: 348). Bir işletmede, rutin ve planlı olmak üzere örgüt içine ve dışına dönük iki tür iletişim akışı görülür. Öncelikle her işletmede verimli ya da verimsiz mutlaka doğal olarak rutin iletişim akışı vardır, aksi takdirde örgütün devamlılığı olanaksız hale gelir. Rutin iletişim akışı, günlük iş hayatı içinde her bir çalışan tarafından, örgütsel yapının kuralları çerçevesinde, iç ve dış çevreye dönük, rutin işlerin gerçekleştirilmesi veya çalışanlar arasında işle ilgili ya da özel olmak üzere çeşitli nedenlerle haberleşmenin, enformasyon değiştokuşunun sağlanması, etkileşimli ortak bir anlayışın oluşturulması amaçlarıyla, resmi veya resmi olmayan içerikte, yüz yüze veya uzaktan; bilgisayar ve telefon ağlarıyla her gün kendiliğinden yeniden üretilir. Elbette rutin iletişim akışında da belli bir planlamaya ve koordinasyona, yönetime ve kontrole ihtiyaç vardır; ancak bunlar daha çok günlük, anlık iş süreçlerinin, enformasyon dolaşımının ve ortak anlam yaratımının sağlıklı işlemesi amacıyla yapılır. İletişim, örgüt içine ve dışına yönelik müşterilerle, çalışanlarla ve diğer iş paydaşlarıyla yürütülen her türlü eylemin içinde zaten doğal olarak bir katalizör veya bir yapıştırıcı gibi mevcuttur. Diğer akış türü ise, işletme yönetimi ya da işletme yönetiminin yetkilendirdiği kişilerin ve birimlerin denetiminde bilinçli, niyet edilen, genellikle uzun vadeli olarak hazırlanan, iç ve dış hedef kitlelere yönelik, yönetilen planlı iletişimdir. Üst 254 yönetimin kontrolündeki planlı iletişim sürecinde, hedef kitlelerin tutum ve davranışlarını işletme hedefleri, politikaları, vizyonu, misyonu, değerleri, kültürü doğrultusunda etkilemek; hedef kitlelerin ihtiyaç ve isteklerini anlamak; onları ürünleri satın almaya, işletme politikalarını desteklemeye ikna etmek, işletmenin faaliyetleri hakkında bilgilendirmek gibi amaçlarla stratejik iletişim yönetimine ihtiyaç duyulur. Bir işletmenin planlı, yönetilen iletişim çabaları; pazarlama, reklam, halkla ilişkiler, müşterilerle, çalışanlarla iletişim gibi birebir ve kitlesel olmak üzere çeşitli iletişim etkinliklerini içeren geniş bir yelpazede yer alır. Bu geniş yelpaze içinde, bilişim teknolojisinin her alana egemen olduğu yeni küresel iş ortamlarında, ‘kurumsal iletişim’, günümüzde her ölçekteki işletmenin artık sıklıkla kullandığı popüler bir terim haline gelmiştir. Bu makalede, halkla ilişkiler disiplini bağlamında, işletmelerde kurumsal iletişimin kavramsal çerçevesi, teorik bir düzlemde tartışılarak yorumlanacaktır. Hangi Kurumsal İletişim? Kurumsal iletişim tanımlarını irdelemeden önce belki de “hangi kurumsal iletişim?” sorusunu sormak yerinde olacaktır. İngilizcedeki corporate communication teriminden dilimize çevrilen kurumsal iletişim, örgütlerde kimi zaman farklı adlarla ve farklı yaklaşımlarla uygulanan, dinamik bir iş disiplinidir ve aynı zamanda üniversitelerde nispeten yeni sayılabilecek akademik bir alandır. Terimin kaynağı Anglosakson ülkeler olduğundan, konuyla ilgili yapılan incelemelerde, doğal olarak referanslar öncelikle İngilizce konuşulan ülkelerdeki uygulamalara ve akademik yayınlara dayanmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası akademik çevrelerdeki saygın yayınlardan olan (International Journal of Corporate Communication) Uluslararası Kurumsal İletişim Dergisi’ne bakıldığında, kurumsal iletişim alanının kapsamına giren konuların çok çeşitli, dağınık ve oldukça geniş olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin; halkla ilişkiler, imaj yönetimi, itibar yönetimi, paydaş analizi, yatırımcı ilişkileri, finansal iletişim, müşteri ilişkileri, devletle ilişkiler, pazarlama iletişimi, sponsorluk, kurumsal vatandaşlık, sosyal sorumluluk, kriz yönetimi, sorun yönetimi, medya ilişkileri, çalışanlarla ilişkiler, kurum içi iletişim, kurumsal reklam, kurumsal kimlik, kurumsal marka, yönetim iletişimi, liderlik iletişimi, örgütsel iletişim, kurumsal kültür, değişim yönetimi, teknolojik iletişim gibi pek çok farklı konu başlığı dergide yer almaktadır (Belasen, 2008: 3). O halde ‘kurumsal iletişim’ teriminden tam olarak ne kastedilmektedir? Kurumsal iletişim kavramı, tüm bu sayılan konuların hepsi midir? Yoksa sadece bir kısmı mıdır? Literatürde farklı 255 görüşler olsa da, bu makalenin ana savı doğrultusunda açıklayacak olursak; kurumsal iletişim, halkla ilişkiler (public relations) disiplininin bir alanıdır veya çağdaş bir uzantısıdır. Öte yandan yukarıda sayılan konuların birçoğu zaten halkla ilişkiler disiplininin alanına girmektedir. Dolayısıyla kurumsal iletişim, bahsedilen konularla iç içe geçmiştir ya da pek çok kesişme noktası vardır. Corporate communication (kurumsal iletişim) teriminin kamuoyuna hitaben ilk kez 1972 yılında ünlü iş ve ekonomi dergisi Fortune tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen bir seminerde kullanıldığı kabul edilir. Bu tarihten sonra 1980’li yıllara kadar çok az kuruluşta ve yayında adı geçen terim, özellikle 1990’lı yıllar boyunca çeşitli örgütlerde halkla ilişkiler bölümlerinin yerine kullanılmış ve giderek diğer ülkelere yayılmıştır (Yamauchi, 2001: 131-137). Türkiye’de ilk kez 1960’lı yıllarda kamu sektöründe başlayan, 1970’li yıllarda özel sektöre geçen halkla ilişkiler uğraşı, 1990’lı yıllarda dünyadaki değişimle eşgüdümlü olarak özellikle işletmelerde ‘kurumsal iletişim’ adını almaya başlamıştır. Bu geçişe yol açan bazı sektörel nedenler bulunmaktadır. Örneğin, literatürdeki neredeyse bütün halkla ilişkiler tanımlarında vurgulanan ortak özellik; bir örgüt ile en önemli izler kitleleri arasındaki karşılıklı anlayışa dayalı iyi ilişkileri kurmak ve sürdürmek için iletişimin yönetilmesidir. Ancak tanımlarda vurgu yapılan karşılıklı anlayış, etkileşim, uzlaşı gibi özelliklere rağmen, aslında uygulamada halkla ilişkilerin, bir işletmenin kendi çıkarları doğrultusunda çevresini ikna ederek, kendi tanıtımını yapmasının bir çeşit dolaylı aracı olduğuna dair eleştirilere sıklıkla rastlamak mümkündür. Örneğin, Botan ve Hazelton (1989) halkla ilişkilerle ilgili yapılan pek çok tanımda, halkla ilişkilerin adeta tarafsız bir iletişim kanalı gibi gösterildiğini, oysa gerçek yaşamdaki uygulamaların sadece belli bir kısmının bu tanımları yansıttığını, birçok işletmede, halkla ilişkiler sorumlularının asıl görevinin kurumsal çıkarlar doğrultusunda kamuoyunu yönlendirmek olduğunu savunmuşlardır (Edwards, 2006: 5). Ayrıca halkla ilişkiler, medyada duyurum/görünüm (publicity), reklam, propaganda gibi farklı kavramlarla sıklıkla karıştırılmaktadır. Bunun yanı sıra; Türkçe literatüre de geçen döngü uzmanlığı (spin doctor) metaforu özellikle 1980’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde medya sektörünün günlük jargonunda halkla ilişkiler yerine kullanılmaya başlamıştır. Anlamı; gerçeği olduğu gibi vermeden, ancak yalan da söylemeden, bir kurum, ürün veya kişiyle ilgili haberlerin halkla ilişkiler çalışanları tarafından basına ve diğer paydaşlara, tıpkı yün eğirir gibi olumluya çekilebilecek biçime getirilerek sunulmasıdır. Ayrıca ABD’de argoda ‘basın temsilcisi’ demek olan flack veya flak sıfatları, gazeteciler 256 tarafından halkla ilişkiler çalışanları için ‘parazit’ anlamına gelen, biraz alaycı ve kinayeli şekilde söylenmektedir (Wilcox vd., 2001; Baskin vd., 1997). Halkla ilişkilerin 20. yüzyılın başlarında ABD’de profesyonel bir meslek olarak yaygınlaşmaya başladığı ilk yıllardan beri bu tür istenmeyen sıfatlar, algılar, yakıştırmalar, halkla ilişkileri hem adlandırma hem içerik açısından her zaman değişime ve yeni arayışlara açık hale getirmiştir. Halkla ilişkiler terimi, birçok ülkede olduğu gibi, ABD’de yıllar içinde, döngü, propaganda ve kurumsal yalancılıkla eş anlamlı görülmeye başladığından, bazı uygulayıcılar ve akademisyenler, kendilerini basın temsilcilerinden (press agentry) ayrıştırmak istemişlerdir (Grunig ve Hunt, 1984). Bu nedenle, halkla ilişkilere daha fazla stratejik bir yaklaşım getirmeye çabalamışlardır. Halkla ilişkilerin stratejik tarafında çalıştıklarını düşünen uygulayıcılar, yaptıkları işi tarif ederken, kendilerini döngü uzmanlarından (spin doctors), imaj yaratıcılarından (image makers) ya da tek yönlü, manipülasyona yönelik propaganda çabalarından farklılaştırmak için ‘itibar yönetimi’, ‘paydaş iletişimi’, ‘algılama yönetimi’ ve ‘kurumsal iletişim’ gibi terimleri kullanmaktadırlar. Bu durum, teknik olarak ‘kurumsal iletişim’ ile ‘halkla ilişkiler’ arasında aslında pek bir fark olmadığını göstermektedir (Wood, 2006: 540). Öte yandan ‘halkla ilişkiler’ terimine sadık kalan ve onun yerine başka terimlerin kullanılamayacağını savunanlar da vardır. Fakat kurumsal iletişim, halkla ilişkilerden daha geniş kapsamlı işlevleri olan, daha fazla yönetsel derinliği, önemi ve yetkiyi yansıtan, halkla ilişkiler profesyonellerinin yaptıkları işin stratejik boyutunu nispeten daha doğru ifade eden bir terim olduğu iddiasına dayanarak uygulamada kabul görmekte ve tercih edilmektedir. ‘Stratejik’ terimine özellikle önem verilmesi, işletmelerde halkla ilişkilerin geleneksel olarak çoğunlukla ‘taktiksel’ boyutta kaldığına dair kanaate karşı bir çeşit tepkidir. Bütünleşik mi? Ayrışık mı? Koordineli mi? Halkla ilişkilerin örgütsel platformdaki tanımları aslında kurumsal iletişimin tanımını karşılar gibi görünse de özellikle büyük ölçekli, uluslararası işletmelerde, sorumlulukları genişleyen, üst yönetime yakınlaşan yeni kurumsal iletişim departmanları nedeniyle ‘kurumsal iletişim’ kavramının yeniden tanımlanması gerektiği 1990’lı yıllarda sıklıkla dile getirilmiştir. Ancak literatürde sadece halkla ilişkiler bağlamında kurumsal iletişim tanımları yapılmamıştır. Örneğin, bazı akademisyenler ve uygulayıcılar kurumsal iletişimin bir örgütün tüm iletişim disiplinlerinin kolektif, ortak adı olması gerektiğini öne sürmüşlerdir (Dolphin, 1998: 3-4). ‘Bütünleşik iletişim’ fikri, bir işletmede bütün iletişim işlevlerinin tek bir 257 bölümde bütünleştirilmesine ve aynı stratejik iletişim planı tarafından yönlendirilmesine dayanır. Literatürde bu modele, ‘iletişim çarlığı’, ‘iletişim papalığı’ gibi lakaplar verildiği görülür. Ya da bütünleşik iletişimden sorumlu pozisyona, ‘yürütme kurulu başkanı’ anlamındaki CEO (Chief Executive Officer) mevkisini andıran ‘itibar yönetiminden sorumlu üst düzey yönetici’ anlamına gelen CPO (Chief Reputation Officer) ünvanı yakıştırılır (Grunig vd., 2006: 22-60). Aslında bütünleşik iletişim anlayışının asıl kaynağı, 1990’lı yılların başında Schultz, Tannenbaum ve Lauterborn tarafından popülerlik kazandırılan Bütünleşik Pazarlama İletişimi (Integrated Marketing Communication-IMC) fikrine dayanmaktadır. IMC; reklam, halkla ilişkiler, doğrudan pazarlama, satış promosyonu, kişisel satış gibi farklı iletişim disiplinlerini, tüketici üzerinde maksimum etki yaratmaları için belli bir orkestrasyonla biraraya getiren ve stratejik rollerini değerlendiren geniş kapsamlı bir pazarlama iletişimi planlama konseptidir (Belch ve Belch, 2001). Ancak her ne kadar ‘bütünleşik’ dense de aslında bu modelde yoğunlukla ürün markasına ve pazarlama hedeflerine odaklanılmaktadır. Öte yandan kurumsal iletişimin, bir örgütteki bütün iletişim faaliyetlerini içerecek, toparlayacak, koordine edecek, tepe noktada bir yere konumlandırılması gerektiğini savunanlardan Van Riel, kurumsal iletişimi; yönetim iletişimi, pazarlama iletişimi, örgütsel iletişim üçlü ayağının üstüne yerleştirerek, kurumsal politikaların ve kararların optimum şekilde uygulanmasının koordinasyonunu kolaylaştırmak amacıyla kurumsal iletişime bütünsel (holistic) bir özellik atfetmiştir (1995: 26-28). Belasen’in metaforuna göreyse; kurumsal iletişim yöneticisi, bir orkestra şefi gibidir; bir işletmedeki tüm iletişim faaliyetlerinin (pazarlama iletişimi, reklam, halkla ilişkiler, teknik iletişim v.d) bir bütün halinde, birbiriyle uyumlu şekilde yürütülmesini üst yönetim adına gerçekleştirmelidir (2008: 235). Balmer ve Gray ise önerdikleri Toplam Kurumsal İletişim Karması (Total Corporate Communication Mix) modelinde, birincil, ikincil ve üçüncül derecedeki iletişim kanalları aracılığıyla bir işletmenin tüm örgütsel davranış ve yönetsel eylemleriyle etkileşimli olacak şekilde bütüncül bir kurumsal iletişim sistemi düşünmüşlerdir (Balmer ve Greyser, 2008: 144). Bu yaklaşımlarda, kurumsal iletişim sıklıkla ‘bütünleşik iletişim’ olarak anılsa da aslında işletmelerde gerçek anlamda entegrasyon genellikle nadir görülür. Bazı işletmelerin örgütsel yapısı ve ihtiyaçları doğrultusunda halkla ilişkilerin yanı sıra pazarlama iletişimi, ürün reklamı, ürün sponsorluğu, çalışanlarla iletişim gibi birçok faaliyet belki kurumsal iletişim departmanının denetiminde olabilir. Ancak her şirket için bu durumun 258 geçerli olacağını ya da olması gerektiğini söyleyemeyiz. Kurumsal iletişim, bir işletmedeki diğer birimlerle elbette etkileşimli ve bütüncül olmak durumundadır, ancak uygulamada kurumsal iletişim biriminin diğer iletişim disiplinlerini koordine etmesinin, yönetmesinin genelleştirilmesi oldukça zordur, zira her örgütsel yapının kendine özgü özellikleri, ihtiyaçları ve koşulları bulunur. Grunig ve arkadaşlarının 1990’lı yıllarda yüzlerce kurumda yaptıkları araştırmalar sonucunda ulaştıkları mükemmel halkla ilişkiler teorisinde (the excellence theory); halkla ilişkiler işlevinin, bir işletmede pazarlama, ürün reklamı, pazarlama iletişimi işlevlerinden ayrışık, bağımsız olması gerektiğini belirtmektedirler. Halkla ilişkiler, pazarlamayla ilgili işlevlerin altına girdiğinde ya da onlarla bütünleşik hale geldiğinde, halkla ilişkiler bakış açısının sağlayacağı faydalardan hem kurum hem toplum yoksun kalacaktır. Halkla ilişkiler, pazarlamayla entegre değil, pazarlamadan ayrışık, bağımsız olmalıdır, ancak ortak, kesişen alanlarda koordineli çalışılmalıdır (Grunig ve Grunig, 1992: 65-90). Bu bakış açısına göre; halkla ilişkiler bağlamındaki kurumsal iletişim sürecinin, pazarlama, pazarlama iletişimi, insan kaynakları gibi diğer işlevlerden ayrışık, ama onlarla koordineli/eşgüdümlü işbirliği halinde olması gerekmektedir. Kurumsal İletişimin Pazarlama İletişiminden Farkları İşletmelerin, mevcut ve potansiyel müşterilerinin ihtiyaçlarını, isteklerini tatmin edebilecek üretim ve satış yapabilmeleri için kuşkusuz pazarlama yönetimine ihtiyaçları vardır. Amerikan Pazarlama Derneği (American Marketing Association - AMA) pazarlamayı şöyle tanımlar: “Bireysel ve örgütsel amaçları tatmin etmeye yönelik, mübadele edilecek fikirlerin, mal ve hizmetlerin biçimlendirilmesi, fiyatlandırılması, tanıtılması ve dağıtımı sürecinin yönetimidir.” Pazarlama karmasında yer alan ‘tanıtım’, ya da diğer deyişle işletmelerin son kullanıcılara yönelik ‘çekme stratejisi’ olarak uyguladığı ‘pazarlama iletişimi’, genel iletişim tanımlarıyla örtüşen biçimde şöyle tanımlanabilir: Mevcut ve potansiyel müşteri isteklerini ve ihtiyaçlarını teşhis etmek, uyarmak veya tatmin etmek için ürün markasıyla ilgili enformasyonun, anlamların aktarımı ve paylaşımıdır (Brassington ve Pettitt, 1997). Pazarlama iletişimi karması elementleri; ürün reklamı, pazarlama amaçlı halkla ilişkiler, satış promosyonu, doğrudan pazarlama, kişisel satış; kimi zaman birebir pazarlama iletişimi kimi zaman ise kitlesel pazarlama iletişimi olarak pazarlamacılar tarafından kullanılırlar. Pazarlama iletişimi elementlerinin hepsinde mevcut ve potansiyel müşterilere, ya da aracılara yönelik daha çok satış temalı ticari mesajlar 259 gönderilir. Oysa kurumsal iletişimin mesajları satış yönelimli değildir, en azından satış, birincil derecede öncelikli değildir. Buna göre; pazarlama iletişiminde, yoğunlukla tüketicilere yönelik ürün markasının iletişimi yapılırken, kurumsal iletişimde ise diğer hedef kitlelere ve paydaşlara veya genel olarak kamuoyuna yönelik kurumsal markanın iletişimi yapılır. Pazarlama iletişimi nispeten daha kısa vadeliyken, kurumsal iletişim uzun vadeli, geniş bir zamana yayılarak gerçekleşir. Bu yaklaşım, kurumsal iletişimi, kurum itibarının yönetimi, kurumsal marka, kurum kimliği, kurum imajı ve ilişki yönetimi gibi kavramlara bağlar. Örneğin kozmetik zinciri Body Shop firmasının, kurumsal iletişim stratejisi; Body Shop’ın itibarını, çalışanlarıyla ve tedarikçileriyle güçlü ilişkiler geliştiren, kendini insan ve hayvan haklarına adayan sosyal sorumluluk bilincindeki saygın bir kurum şeklinde inşa etmek olabilir, öte yandan pazarlama iletişimi stratejisi, mevcut ve potansiyel müşterilere, aracılara yönelik çeşitli ürünlerin tanıtımına, tutundurulmasına odaklanabilir. Bu bağlamda, tüketicilerle iletişim (ya da pazarlama iletişimi), bir mal veya hizmetin çoğunlukla tutundurma ve satış süreçlerine odaklanırken, bunun aksine, kurumsal iletişim, daha geniş kapsamda tüm paydaşlara odaklanır, uzun soluklu olumlu ilişkiler ve itibar tesis etmeyi, kurumsal değerleri, vizyonu, misyonu bir süreklilik içinde algılatmayı amaçlar. Body Shop örneğinde, kurumsal marka itibarının ve paydaşlarla olumlu güçlü ilişkilerin Body Shop ürünlerinin satışını kolaylaştırdığı bilinmektedir (Wood, 2006: 541-542). Kurumsal iletişimin bir işletmenin mevcut ve potansiyel müşterilerinin dışında kalan paydaşları konumundaki; devletle, kanun koyucularla, yerel topluluklarla, finansal çevrelerle, hissedarlarla, tedarikçilerle, çalışanlarla, sivil toplum kuruluşlarıyla, gazetecilerle, aktivistlerle hatta kimi zaman rakiplerle olan sektörel veya endüstriyel ilişkilere odaklandığı düşünülebilir. Ancak öte yandan, kurumsal iletişim sürecinde tüketiciler dışındaki paydaşlara gönderilen mesajlardan bir şekilde dolaylı da olsa tüketiciler de etkilenebilir. Bu nedenle kurumsal iletişimin tüketicilerle hiç ilgilenmeyeceğini söylemek gerçekçi değildir. Zira tüketicilere de kurumsal değerlerin iletişimi yapılabilir; fakat pazarlama iletişiminden farklı olarak, kurumsal iletişimde, mevcut ve potansiyel müşterilere satış odaklı, ticari ağırlıklı mesajlar gönderilmez; ürünlerin arkasındaki ‘kurumsal marka’ çatısının altında, itibarı perçinlemeye yönelik, kurumun saygın, güvenilir, sosyal sorumluluk bilincinde olduğuna dair kurum kimliği ile ilgili mesajlar gönderilir. Kurum kimliği, bir işletmenin dört olgusunu yansıtabilir: Kim olduğu, ne yaptığı, nasıl yaptığı ve nereye gitmek istediği. İnsanlar gibi örgütlerin de 260 kişilikleri olabilir. Kişilik, kurum kimliğinin hammaddesidir, ayrıca entelektüel ve davranışsal bakımdan bir örgütün ruhudur, karakteristik özelliklerinin toplamıdır. Kurum kimliği ise, bir örgütün kişiliğinin dışa vurulduğu işaretlerdir; bir örgütün nasıl bilindiği, nasıl anlaşıldığı üzerinedir. Şirket adı, logo, amblem, renk, ofis tasarımı, bina mimarisi, üniforma, aksesuarlar, basılı malzemeler, yazı tipi, web sitesi gibi kurum kimliği araçlarıyla kurumsal değerlerin iletişimi yapılır (Hatch ve Schultz, 2009: 1314). Ürün reklamı, ürün sponsorluğu, doğrudan pazarlama, satış promosyonu, kişisel satış gibi pazarlama iletişimi çabaları, kurumsal iletişimin birincil ilgi alanına girmeyebilirler, ama kurumsal iletişim yöneticisi, itibarı korumak amacıyla kurumsal markanın pazarlama iletişimi sürecinde doğru konumlanmasını sürekli gözetir, ‘kurumsal itibarın bekçisi’ gibi davranır. Kurumsal İletişimin İdeal Bir Tanımı Yapılabilir mi? Belasen (2008: 4-5) ve Argenti’nin (1994: 57) dikkat çektikleri gibi; kurumsal iletişimin alanları, konuları, yöntemleri oldukça parçalı ve dağınık görünmektedir. Bu durumun nedeni şöyle açıklanabilir: Bilişim çağının sürekli değişen, karmaşıklaşan, bilginin hızla dolaştığı açık sisteme dayalı iş koşullarında, artık işletmelerde iletişim olgusu tek bir departmanın veya bir kişinin sorumluluğuna bırakılamayacak kadar önemli, yaygın ve ortak bir konu haline gelmiştir. Günümüzde her çeşit kurumsal faaliyetin içinde planlı iletişim bir şekilde artık yer almaktadır. Örneğin finans, hukuk, pazarlama, satış, müşteri ilişkileri, üretim, insan kaynakları gibi departmanların tümündeki günlük işlerde, tarafların birbirini anlaması ve ikna olmaları, iş süreçlerinin işlerlik kazanması, güven ve itibarın korunması için iletişim stratejilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu doğrultuda, her işletmenin bulunduğu iş çevresi, yapısı, müşterilerinin talepleri, iç/dış koşullar gibi pek çok farklı değişken, kurumsal iletişimin kavramsal açılımını, görev tanımını kendine göre biçimlendirmektedir. Çağdaş yönetim ve organizasyon teorilerinden durumsallık (situational) veya koşulsallık (contingency) yaklaşımına göre açıklanacak olursa; bir örgütün yönetim biçimi duruma, zamana ve mekana bağlı olarak değişebilir. İşletme yöneticileri, örgütün içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak hareket ettiklerinde başarılı olabilirler. Dolayısıyla değişik durum ve koşullarda başarılı olmanın yolu değişik kavram, teknik ve yöntemleri uygulamaktan geçmektedir. En iyi tek bir çözüm yoktur, her problem kendi koşulları içinde ele alınıp değerlendirilmelidir (Gürüz ve Gürel, 2006: 97100). Bu bağlamda, bir işletmede kurumsal iletişimin görev tanımından tam 261 olarak ne anlaşılması gerektiği sorunsalının tek bir çözümü, tek bir yanıtı ya da tek bir doğru yolunun olduğunu savunmak, tek bir formül, reçete vermek çağımızın global, karmaşık iş ortamları için oldukça zor görünmektedir. Dolphin’e göre; kurumsal iletişim bir teknik değil daha çok yönetsel bir yaklaşım veya yönetilmesi gereken bir süreçtir (1999: 2). Goodman’a göreyse, profesyonel bir uğraş ve akademik bir disiplin olan kurumsal iletişim, bilim değil daha çok bir halkla ilişkiler zanaatidir. Ayrıca Goodman, kurumsal iletişimin bir yönetim işlevi olarak, örgüt içindeki ve dışındaki çeşitli izleyicileri yönlendiren, güdüleyen, ikna eden ve bilgilendiren stratejik bir araç olduğunu vurgulamıştır (1998: xiv). Van Riel’e göre, kurumsal iletişim, bir örgütün bağımlı olduğu kitlelerle faydalı ilişkilerinin yaratılması amacıyla içe ve dışa dönük iletişim biçimlerinin mümkün olan en etkili şekilde uyumlaştırılarak bilinçli olarak kullanıldığı bir yönetim aracıdır (1995: 26). Cornelissen ise kurumsal iletişimi şöyle tanımlamaktadır: “Bir örgütün bütün paydaşları nezdinde itibar yaratmak ve bunu sürdürmek amacıyla bütün iletişim araçlarının etkili bir şekilde koordinasyonunu sağlayacak çerçeveyi ve söylemi sunan bir yönetim işlevidir.” (2007: 23) Argenti ve Forman, “kurumsal iletişim, bir örgütün hedef kitleleri önünde kendini ifade ettiği sesi ve imgesidir” derken, temel alanlarını, kurumsal itibar, kurumsal kimlik, sosyal sorumluluk, kurumsal reklam, çalışanlarla ilişkiler, yatırımcı ilişkileri, devletle ilişkiler, medya yönetimi ve kriz iletişimi gibi halkla ilişkiler disiplininin aslında klasik alanları olduğunu belirtmektedirler (2002: 4). Birçok yazara göre; kurumsal iletişimin ana görevi; bir kurumun felsefesini, vizyonunu, misyonunu, değerlerini, kurum kültürünü bütünleşik, tek bir imgeyle, kimlikle, örgütsel performansı artıracak şekilde paydaşlarına düzenli, sürekli, etkileşimli algılatmasıdır, sıradan bir enformasyon akışının ötesinde kilit önemde bir yönetim stratejisidir. Diğer bir deyişle, pazarlama hedeflerine ve yönetsel hedeflere ulaşmak için farklı izleyici gruplarına, paydaşlara yönelik bütün iletişim işlevlerinin tek bir sesle konuşmasıdır (Van Riel, 1995; Goodman, 1998; Argenti, 1994). Literatürde ideal olarak kabul edilen ortak görüş; kurumsal iletişim biriminin, stratejik bir yönetim işlevi konumunda, işletme yönetiminin aldığı kararları sadece uygulayan, duyuran değil, kararlar verilirken doğrudan katkıda bulunan, yönetim kurulunun doğal bir parçası olduğudur. Yani diğer deyişle üst düzey yöneticilerin tüm kararlarında kurumsal iletişim sürecini göz önüne almaları, iş hedeflerine ulaşmaları açısından kritik önemdedir. Cornelissen’e göre; bir yönetim işlevi olmak demek, 262 kurumsal iletişim uygulayıcılarının bir işletmedeki iletişim faaliyetlerine bütünsel (holistic) bir yaklaşımla bakmaları ve kurumsal iletişim stratejisini genel kurumsal strateji ve kurumsal hedeflerle birleştirmeleridir. İletişim, doğaçlamayla parçalı taktiklerden değil, genel kurumsal stratejinin uzantısı olan stratejik ve planlı eylemlerden oluşur. İşletme yönetimi, bütün iletişim süreçlerini yöneterek, iç ve dış çevresindeki paydaşlarıyla olumlu ilişkileri ve itibarı tesis etmeye uğraşır. Bunun sorumluluğu sadece iletişim disiplinlerine, iletişim uygulayıcılarına, tek bir departmana ait demek değildir. Kurumsal iletişim, departman sınırlamalarının ötesine geçerek, kurumsal iletişimcilerin genel hedefler doğrultusunda, departmanlar arası ve üstü iletişim koordinasyonunu sağlayabilecekleri bir yönetsel çerçevedir (2007: 22-23). Bu doğrultuda, işletmelerde bir yönetim işlevi olarak kurumsal iletişimin ideal görev tanımı şöyle açıklanabilir: Bir işletmenin yönetsel amaçlarına ulaşmak için desteğine ihtiyaç duyduğu iç ve dış hedef kitlelerinin, paydaşlarının tutumlarını, algılarını etik kurallar çerçevesinde, karşılıklı yarara, anlayışa ve etkileşime dayalı olarak biçimlendirmek, değiştirmek, pekiştirmek; onları bilgilendirmek, sempatilerini kazanmak ve gönüllü olarak kurum politikalarının lehine davranışa geçmelerini teşvik etmek; kurumu olumlu veya olumsuz şekilde etkileyebilecek eğilimleri, sorunları öngörerek onların krizlere dönüşmesini engellemeye ya da fırsatlara çevrilmesine destek olmak; kriz durumlarında kurumsal itibarın zarar görmemesine çalışmak; kurumun sosyal sorumluluk bilinciyle hareket etmesini güdülemek; iç ve dış iletişimin kurumsal kimliğe ve kurumsal kültüre uygun akışını düzenleyerek çatışmaları önlemek, uzlaştırmak, arabuluculuk yapmak; kurumun çevresine ve değişimlere uyumunu, politikalarının, aldığı kararların medya ve kamuoyu tarafından makul bir şekilde kabul görmesini kolaylaştırmak; kurumsal itibarı korumak ve artırmak amaçlarıyla doğrudan ve dolaylı iletişim yöntemlerinin ve araçlarının planlanması; sürekli, düzenli, uzun vadeli, diğer deapartmanlarla bütünleşik uygulanarak, ölçülebilir hedefler doğrultusunda stratejik yönetilmesidir. Kurumsal iletişim işlevi; reklam, grafik, pazarlama, satış, araştırmageliştirme, toplam kalite yönetimi, insan kaynakları yönetimi, bilişim teknolojisi gibi örgütsel işlevleri kullanmasının yanı sıra, akademik bağlamda ise disiplinler arası bir yaklaşımla retorik, psikoloji, sosyal psikoloji, sosyoloji, kültürel antropoloji, siyaset, yönetim, örgütsel davranış, semiyoloji, kitle iletişimi ve elbette halkla ilişkiler gibi sosyal bilim alanlarındaki teori ve modellerden beslenir, faydalanır ve hepsiyle 263 etkileşimlidir. Ayrıca uzaktan da olsa ekonomi, finans, hukuk gibi alanlarla da ilgisi bulunmaktadır. Kurumsal iletişim uygulamalarında birçok sofistike iletişim aracı ve yönteminden faydalanılır. Örneğin; kurumsal reklam, kurumsal sponsorluk, sosyal sorumluluk projeleri, medyada haber olarak görünüm/duyurum (basın bülteni, basın toplantısı, basın gezisi, röportaj v.d), iç ve dış paydaşlara yönelik çeşitli sportif, kültürel, sanatsal, eğitsel etkinlikler (konser, sergi, festival, açılış, yarışma, seminer, çalışanlarla, aracılarla toplantılar v.d) ayrıca kurum dergisi, yıllık rapor, web sitesi, weblog, facebook, twitter, broşür, kitapçık, afiş gibi basılı/sanal araçlar. Sonuç Her işletmenin bulunduğu iş çevresi, örgütsel yapısı, müşterilerinin talepleri gibi pek çok farklı değişken, kurumsal iletişimin işlevlerini, görev tanımını biçimlendirmektedir. Ancak yine de bir orta yol bulmamız gerekirse şu sav öne sürülebilir: kurumsal iletişim, halkla ilişkiler disiplininin bir uzantısıdır ve ana odağı ‘kurumsal marka’dır. Kurumsal marka, sadece mal ve hizmetler bağlamında ve sadece iş yapılan müşteriler veya iş ortakları nezdinde değil, işletmenin bütün paydaşları ve genel olarak kamuoyu karşısında örgütü bir bütün olarak her şeyiyle temsil eder. Kurumsal iletişim işlevi, paydaşların beklentilerini doğru anlayarak, kurumsal markanın zihinlerde sürekli doğru konumlanmasını, kurumsal itibarın algılatılmasını, pekiştirilmesini, mevcut ve potansiyel müşteriler de dahil olmak üzere tüm paydaşlarla etkileşimli iletişime dayalı güvenilir bir marka dostluğunu sağlamaya yöneliktir. Kurumsal iletişim birimi, iç ve dış çevreden topladığı enformasyonu işletme yönetimine sunarak, kurumsal hedeflere ulaşılmasına, değişen çevreye ve yeniliklere uyum sağlanmasına destek olmaktadır. Türkçeye ‘örgütsel iletişim’ olarak çevrilen organizational communication terimi bir örgütteki genel iletişim akışına verilen addır. Yani çalışanlar arası rutin iletişimden, halkla ilişkiler, pazarlama iletişimi ve reklam gibi planlı iletişime, yönetim iletişiminden, bilgisayar ve telefon sistemlerini oluşturan teknik iletişime kadar doğal veya kasıtlı tüm iç ve dış iletişim süreçlerini ifade etmek için kullanılan bir çatı terimdir. Bu nedenle kurumsal iletişim, aslında bir alt parçası olduğu örgütsel iletişimin yerine kullanılmamalıdır, aksi takdirde bu durum kavram kargaşasına yol açmaktadır. Kurumsal iletişim, elbette diğer birimlerle ve disiplinlerle etkileşimli ve bütüncül olmak durumundadır, kurumsal iletişim sorumluları ideal olarak bir işletmedeki tüm birimlerle eşgüdümlü çalışmalı, tüm iletişim işlevlerine bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşmalıdırlar, ancak 264 uygulamada kurumsal iletişimin ürün reklamı, pazarlama iletişimi gibi diğer iletişim disiplinlerini koordine etmesinin, yönetmesinin genelleştirilmesi, her örgütsel yapının kendine özgü özellikleri ve koşulları olması nedeniyle gerçekçi ve işlevsel değildir. Öte yandan kurumsal iletişim işlevinin, işletmelerde halkla ilişkiler disiplininin odağında olduğunu savunmak, halkla ilişkiler isminin altının boşaltıldığı gerekçesiyle halkla ilişkileri yalnızca kurumsal iletişimle özdeşleştirmek demek değildir. İş hayatındaki tüm olumsuz izlenimlere rağmen, halkla ilişkiler disiplininin uygulamalı bir sosyal bilim dalı olarak öneminin azaldığı söylenemez; halkla ilişkiler daha çok bir tepe, şemsiye terim, akademik bir alan, siyaset ve iş felsefesi, düşünce biçimi olarak yerini korumaktadır. Günümüzde halkla ilişkiler, işletmelerde bir departman adı olmasa bile, hatta adı telaffuz edilmese bile pazarlama dahil olmak üzere yapılan tüm faaliyetlerin özünde saklı bir düşünce olarak aslında varlığını sürdürmektedir. Kurumsal iletişim, bilişim devriminin de etkisiyle çağımızda halkla ilişkilerin örgütlerdeki kabuk değiştirmiş, yenilenmiş bir uzantısı veya kurumsal halkla ilişkilerin modern adı haline gelmiştir diyebiliriz. Halkla ilişkiler uygulamalarının (asıl felsefesi öyle olmasa da) sadece duyurum, tanıtım, etkinlik düzenleme gibi operasyonel/taktiksel alanlara yönelmesi nedeniyle bir işletmenin iş hedefleri doğrultusunda, tüm paydaşlarıyla karşılıklı anlayışa, güvene, beğeniye ve itibara dayalı uzun vadeli stratejik ilişkilerinin, etkileşimli iletişim aracılığıyla kurulması, geliştirilmesi ve sürdürülmesi görevini kurumsal iletişim biriminin veya kurumsal iletişim işlevinin üstlendiği savunularak, ‘halkla ilişkiler’ adının tarihsel süreçteki geleneksel uygulamalarından kurumsal iletişim kavramının ayrışması amaçlanmıştır. Ama burada şöyle bir soru akla gelmektedir: sadece isim değiştirilerek bir işletmede stratejik halkla ilişkiler rolü ve işlevi yerine getirilebilir mi? Yani ‘halkla ilişkiler’ demek yerine ‘kurumsal iletişim’ demekle halkla ilişkilerin stratejik boyutuna ulaşılmış olur mu? Sadece isim değiştirmekle bu durumun sağlanması elbette mümkün değildir, ama uygulamada halkla ilişkiler teriminin eski olumsuz çağrışımlarını gidermek ve halkla ilişkilerin arzu edilen stratejik boyutu doğrultusunda davranabilmek için halkla ilişkiler uygulayıcıları özellikle işletmelerdeki üst düzey yöneticilerin ikna edilmesinde ve kendilerini yeniden konumlandırmada, ‘kurumsal iletişim’ teriminin yarattığı göreceli olumlu izlenimden faydalanmaktadırlar. 265 Kaynakça Argenti, Paul (1994). Corporate Communication. New York: McGraw-Hill. Argenti, Paul; Forman, Janis (2002). The Power of Corporate Communication: Crafting the Voice and Image of Your Business. New York: McGraw Hill. Balmer, John; Greyser, Stephan (Der.) (2008). Revealing The Corporation. New York: Routledge. Baskin, Otis; Aronoff, Craig; Lattimore, Dan (1997). Public Relations: The Profession and The Practice. 4. bs. New York: McGraw-Hill. Belasen, Alan (2008). The Theory and Practice of Corporate Communication: A Competing Values Perspective. London: Sage. Belch, George ve Belch, Michael (2001). Advertising and Promotion: An Integrated Marketing Communications Perspective. New York: McGraw-Hill. Brassington, Frances; Pettitt, Stephen (1997). Principles of Marketing. Pitman. Cornelissen, Joep (2007). Corporate Communications: Theory and Practice. London: Sage. Dolphin, Richard (1999). The Fundamentals of Corporate Communication. Oxford: Butterworth-Heinemann. Edwards, Lee (2006). “Public Relations Origins: Definitions and History”. Tench, Ralph; Yeomans, Liz (Der.) içinde. Exploring Public Relations, Essex: FT Prentice Hall. Goodman, Michael (1998). Corporate Communication: Theory and Practice. 2. bs. Albany: State University of New York Press. Grunig, James; Hunt Todd (1984). Managing Public Relations. Belmont CA: Thomson/Wadsworth. Grunig, Larissa; Grunig, James (1992). “What Is An Effective Organization?”. Grunig, James (Der.) içinde. Excellence in Public Relations and Communication Management. New Jersey: Lawrence Erlbaum. Grunig, James; Grunig Larissa; Dozier, David (2006). “The Excellence Theory”. Botan, C. H.; Hazleton V. (Der.) içinde. Public Relations Theory II. New Jersey: Lawrence Erlbaum. Gürüz, Demet; Gürel, Emet (2006). Yönetim ve Organizasyon: Bireyden Örgüte, Fikirden Eyleme. Ankara: Nobel. 266 Hatch, Mary Jo; Schultz, Majken (2000). “Scaling the Tower of Babel: Relational Differences Between Identity, Image and Culture in Organizations”. Schultz, Majken; Hatch, Mary Jo; Larsen, Mogens Holten (Der.) içinde. The Expressive Organization. New York: Oxford University Press. Shockley-Zalabak, Pamela (2006). Fundamentals of Organizational Communication. 6.bs. Pearson. Ülgen, Hayri; Mirze, Kadri (2004). İşletmelerde Stratejik Yönetim. İstanbul: Literatür Yayınları. Wilcox, Dennis; Ault, Phillip; Agee, Warren; Cameron, Glen (2001). Essentials of Public Relations. Longman. Van Riel, C.B.M (1995). Principles of Corporate Communications. London: Prentice Hall. Löwensberg, Daniel (2006). “Corporate Image, Reputation and Identity”. Tench, Ralph; Yeomans, Liz (Der.) içinde. Exploring Public Relations. Essex: FT Prentice Hall. Wood, Emma (2006). “Corporate Communication”. Tench, Ralph; Yeomans, Liz (Der.) içinde. Exploring Public Relations. Essex: FT Prentice Hall Yamauchi, Kiyoshi (2001). “Corporate Communication: A Powerful Tool for Stating Corporate Missions”. Corporate Communications. 6-3, 131-137. 267