Gülsüm KAYMAK1 Nilüfer ÖZTÜRK AYKAÇ2 YENİ DENETİM

advertisement
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm KAYMAK1
Nilüfer ÖZTÜRK AYKAÇ2
YENİ DENETİM BİÇİMLERİ BAĞLAMINDA İDEOLOJİ
Özet
Bu makale, küreselleşme diye özetlenen çığırda, tükendiği iddia edilen ideolojinin
serüvenini izlemeyi hedeflemekte, onu çağdaş literatürde anlamsız kılmaya çalışan
yaklaşımları tartışmaya açmaktadır. Son dönem sosyal teoride önemli bir yer işgal
eden tartışma; demokrasi alanında yaşanan gelişmeler neticesinde ideolojilerin
günümüzde tükendiğidir. Politik ve sosyal alanda yaşanan gelişmeler, toplumsal ve
siyasal kimliklerin kayganlaşmasını beraberinde getirmektedir. Peki, bu durum
ideolojik sorunların önemini yitirdiğini ve ideolojinin sonunun geldiğini söylemek
için yeterli bir gerekçe midir? Yoksa aksine, Althusser’in “çağırma” şeklinde
adlandırdığı ideoloji, tam da bu noktada daha cazipleşen bir megafon gibi mi
görünmektedir? Bu kontekst ile öncelikle ideoloji kavramı, nüvelendiği tarihsel
süreci ile işlenecek, ardından sosyal teoride ele alınışı bakımından irdelenecek, son
olarak yeni denetim biçimleri bağlamında varlığı ortaya konulacak ve tükenmediği
savunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: İdeoloji, sosyal teori, kimlik hareketleri, tüketim kültürü,
medya.
IDEOLOGY AS PART OF NEW FORMS OF DISCIPLINE
Abstract
This paper, in the epoch summarised as globalization, has aimed at viewing the
adventure of ideology pretended to be wasted and has brought forward approaches
aiming to render the ideology meaningless in contemporary literature. The
discussion engages a certain role in recent social theory is that; ideologies have
been used up as a consequence of developments in relation with democracy.
Developments experienced in political and social spheres have brought about social
1
2
Ar. Gör., Batman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, glsmkymk@hotmail.com
Yrd. Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Ünv. Eğitim Fak. İlköğretim Bölümü, nilokur-7@hotmail.com
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
40
and political identities’ becoming slippery. Well, is this situation a sufficient reason
to say that ideological problems lost their significance and ideologies have come to
an end? Or the other way round, ideology as Althusser named “calling” just at this
point seems like a charming megaphone just at this point? Within this context, the
concept of ideology will be handled with its historical process it’s been cored, and
then it will be evaluated in relation to its interpretation in social theory and finally
its’ existence will be exhibited via new discipline mechanisms and it will be
defended that ideologies have not wasted away.
Key Words: Ideology, social theory, identity movements, consumption culture,
media.
Giriş
Kökleri Aydınlanma felsefesine kadar uzanan, sosyal bilimlerde olduğu kadar siyaset
biliminde de sıklıkla kullanılan kavramlardan biri olan ideoloji, akademik dünyanın anlaması ve
anlatması zor terimlerindendir. Bu halde bile toplumsal meselelerle ilgilenen kimselerin
terminolojisinde önemli bir yer işgal ederek toplumsal olaylar, düşünceler ve akımlarından
bahsederken sık referans verilen bir kavram olmuştur. Zaten, onu çetrefilli kılan faktörlerden
biri de farklı düşünürlerin ve fikir gruplarının kavram üzerindeki değişik algıları ve
yorumlarıdır.
Söz konusu engel yetmezmiş gibi, bir de ideoloji ile karıştırılma riski bulunan diğer
kavramların pek çok kez ideoloji teriminin içine sokuşturulması tehlikesi vardır. Bazı
teorisyenleri inanç-ideoloji ayrımı üzerinde mesai yapmaya zorlayan unsur, inanç gibi dinsel
referanslı bir kavramın ideoloji kapsamında yorumlanmasıdır. Değer ve simgelerin toplandığı
odak noktası olan din, birçok açıdan Şerif Mardin’in deyimiyle ideoloji ile rekabet halinde olan
bir başka kurumdur (Mardin, 2006: 118). Yine, bilişsel araçlar olarak kabul gören “mitos”lar da,
dünyayı algılamada sınıflandırmalar yapma, tarihi anlaşılır bir şekle sokma iddiasındadır ve bu
yönü ile ideolojileri andırmaktadır. Bu gibi sebeplerden ötürü, Heywood’un da dikkat çektiği
gibi; terim ile ilgili yerleşik ve üzerinde hemfikir olunan bir tanım bulunmamaktadır. Kimilerine
göre siyasi bir inanç sistemi, kimilerinin bakışına göre eylem yönelimli siyasal ve düşünsel bir
öbek, diğer bir görüşe göre dönemlerin hâkim sınıflarının dayatma yolu ile uygulamaya
koydukları fikirler, farklı bir görüşe göre ise kapsayıcı bir yaşama formu (Heywood, 2007: 7),
ideoloji kelimesini karşılamaktadır. Yaşanan anlam karmaşasını az çok gidermek ve ideoloji
kavramının karanlıkta kalan yönlerini aydınlatabilmek adına, ilk olarak ideolojinin tarihi
seyrinin ele alınması uygun görülmüştür.
1. Kavramın Tarihsel Durakları
Kimi teorisyenlerin hudutlarını çizmenin zor olduğundan söz ettiği ideoloji, sözcük
anlamı olan “fikir bilimi”nin (Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, 2008: 348) yanı sıra, bugün
yoğunlukla ‘nesnel olmayan fikirler ürünü’ çağrışımı şeklinde kullanılmaktadır. Oysa kavram,
Avrupa’nın fikir tarihinde bambaşka bir anlamda ortaya çıkmıştır (Mardin, 2006).
Aydınlanma’nın bilgiyi dinin elinden alıp akla ve bilime bırakmasını takip eden süreçte, doğru
düşündürmenin bir yolu olduğuna inanan bir grup düşünür tarafından ‘doğru düşünme’ bilimine
verilen isim olmuştur. Fransız düşünürleri Condillac (1715-1780) ve Helvétius (1715-1771) bu
düşünürlerin fikirlerini besleyen önemli kaynaklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
41
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
kavramsallaştırma günümüzde kısmen de olsa hâlâ devam eden ideoloji-bilim tartışmasının
temellerinin de atılmasını sağlamıştır.
Condillac’a göre, o zamana dek geçerli olduğu kabul edilen, “insanın dünyayı içinde
bulunduğu durumlara göre algıladığı, ruhsal kalıbına göre dünyayı irdeleyip, hükümlere
vardığı” önermesi yanlıştı. Condillac, asıl doğru olanın bunun tam tersi olduğunu ileri
sürüyordu. Ona göre dil, bilgimizi sistematikleştiren simgeler sistemiydi. Bu sistem ne kadar
rasyonel çalışırsa dışarıdan gelen girdileri, etkileri o kadar doğru algılayabilirdik. Dilde veya
kullanılışında bir pürüz olduğunda da gerçekleri yanlı olarak algılardık. Dolayısıyla hakikatlere
varabilmek ve onları pürüzsüz olarak algılamak için de dilimizle rasyonel bağlar kurmak
durumundaydık (Mardin, 2006: 22-23). Dönemsel bağlamıyla söyleyecek olursak, doğru
düşünmenin yolu olan ideoloji, Condillac’a göre, yansız ve doğru kullanımına bağlıydı. Yani
içten bir biçimlendiriciye değil, dıştan bir etkene ihtiyaç vardı.
Bir diğer Aydınlanma düşünürü olan Helvétius de bu konuyu ayrıntılı olarak ele almıştır.
Bu düşünüre göre, “İnsanlar benliklerini asıl olarak dıştan gelen etkilerle kazanırlar; dolayısıyla
dışarı ile bağıntı, ilişki önemlidir ve bu bağıntı insanın insanlaşmasında en önemli rolü oynar.”
Örneğin bir insandaki ahlaki düzeyi ve düşünme kudretini oluşturan eğitim sistemidir ve bu
sistemi de saptayan ve uygulamaya koyan, gözetleyen devletin politikasıdır (Mardin, 2006: 23).
Devletin kontrolü altındaki sistemin değişmesi durumunda, sonuçların da değişebileceğine
dikkat çeken Helvetius, yaptığı bu vurgu ile Condillac’ın teorisini ileri götürmüş ve
güçlendirmiştir. İdeoloji konusunda Condillac ve Helvetius gibi isimlerin önemi açık ve
büyüktür. Zira benliğin içsel etkenlerden ziyade dışsal etkenlerle biçimlendirilmesi, onların
yaklaşımları ile dikkat çekmiş ve ideoloji formunu kazanmaya başlamıştır.
İdeoloji teriminin daha bilinçli olarak kullanılması ve tartışılması ise biraz daha sonralara,
1790’ların ikinci yarısına dayanmaktadır. 16. yüzyıldan itibaren kendini başta Avrupa’da
göstermeye başlayan ve daha sonraları kuvvetli bir ivme kazanan, Sanayi Devrimi odaklı ve
başlangıçlı toplumsal değişimler; klasik düşünme ve yaşama formlarında değişikliklere yol
açmıştır. Toprağa dayalı bir ekonomi anlayışından sanayileşmeye varan kâr odaklı ekonomiye
geçiş, yeni üretim türlerinin ve bu türlerin erbaplarının ortaya çıkması, yeni sınıfların oluşumu
ve sınıfsal ayrımların belirginleşmesi, birey olarak insanın öneminin artması yeni soruları, yeni
cevapları ve bu cevapları açıklayacak yeni kavramların oluşmasını sağlamıştır. İdeoloji
kavramının da bu dönemde üretilmesi şaşılmayacak bir durumdur. İdeoloji kavramı 1797’de
Fransız düşünürlerinden Antoine Destutt de Tracy tarafından “düşüncelerin bilimi” kastı ile
üretilmiştir (Örs, 2009: 8-9). Tracy, o dönemde “ideologlar” diye bilinen ekibin önderi olarak
ideolojinin düşünce bilimi terimlerini tümüyle karşılamakta olduğu görüş ve iddiasındadır.
Tracy ve meslektaşlarına göre hayvansal yaşamın bir yönünü teşkil eden zeka, yalnızca duyu
algılamaları yoluyla fikir üretebildiğinden ideoloji zoolojinin bir parçası olarak düşünüldü. Daha
açık bir ifadeyle bu dönemde ideoloji zihinsel faaliyetleri fizyolojik temelle açıklayacak bir
bilim olarak algılanıp yorumlanmıştır. Napolyon döneminde de etkisini sürdüren bu akım, daha
sonra özellikle din hakkındaki olumsuz görüşlerinden ötürü Napolyon tarafından eleştirilmiş ve
bu ekibe verilen her türlü devlet desteği geri çekilmiştir (Mardin, 2006: 24-25). Napolyon
bununla da kalmayıp ekibi “belirsiz metafizikçiler” adı altında kötülemiş, fikir bilimlerinin
tehlikeli bir ideoloji ilanı olduğunu öne sürerek reddetmiş ve bu kimseleri din ve yasaların
özünü inkar etmekle suçlayıp Fransız halkının düşmanı saymıştır. Bu olaylar akabinde
“ideoloji”; gerçekleri çarpıtmak, insanların zihinlerini bulandırarak onları yönlendirmek
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
42
amacıyla başvurulan olumsuz çağrışımlarla bütünleşmiştir (Modern Toplumsal Düşünce
Sözlüğü, 2008: 348).
Mclellan’ın bilgimize sunduğu üzere; ideoloji kavramının ilk ayak izlerine Fransa dışında
Almanya’da da rastlanmaktadır. Almanya’da İngiltere başlangıçlı Sanayi Devrimi’nin hatırı
sayılır bir şekilde vücut bulması ve beraberinde Alman Romantik hareketinin insana ve yaşadığı
dünyaya önem atfetmesi, ideolojinin bu çevrede de tartışılmasına olanak vermiştir. Bu
gelişmeler altında ideoloji kavramı, büyük çoğunluğu ile Karl Marx ve onun ünlü çalışması
Alman İdeolojisi’ne (1846) dayandırılarak aktarılmıştır (Mclellan, 2005: 7-10).
Yukarıdaki bağlamda düşünüldüğünde, Tracy ile Fransa’da ve Marx’ın tesiri ile
Almanya’da form kazanan ideoloji, içerisinde bir parça objektiflik barındırıyorsa da toplumsal
ve politik yönlendirmeden bağımsız bir yerde değildir. Devrimin son aşamasında ilk kez Tracy
tarafından kullanılan kavramın aslında Fransız devletinin sorunlarına çözüm üretmek amacıyla
çeşitli düşünceler geliştirmek üzere kurulan bir kontekst olduğunu düşünmek olanaklı hale
gelmektedir. Tracy’in “düşünme bilimi” söylemlerine karşın söz konusu ilişkiler, amaçlar ve
arayışlar ideoloji kavramına ilk damgasını vurmuştur. Bu nedenle kavram Napolyon’un
tutumunun da etkisiyle, başlangıçta düşünmenin kuralları ve yöntemlerini inceleyen bir bilim
olmaktan öte düşünceyi ve bilgiyi Fransa’nın hizmetine sokmaya yönelen bir arayışın
kavramlaştırılması gibi düşünülebilmektedir. Söz konusu dönem, ideolojinin günümüzde
taşıdığı tüm diğer çağrışımları da içinde barındırmıştır. Fikir bilimi, fikirlerin altında yatan sınıf,
iktidar mücadelesi, fizyoloji gibi fikir üretmenin ötesindeki temeller, hayalci ve yıkıcı oldukları
iddiasıyla reddedilerek mit, öğreti ya da siyasi-kültürel plana hizmet etme amacıyla belli
grupların kullanımda oldukları gibi bağlamlar bu dönem anlayışı içinde bir arada bulunmaktadır
(Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, 2008: 348). Öte yandan kavramın Almanya’daki
dayanağı durumunda olan Marxist çözümlemede de anlamın toplandığı nokta çok farklı
değildir. Daha sonra da işleneceği gibi Marx’a göre bilinci belirleyen şey “toplumsal varoluş”tur
ve bu yüzden bilincin ideolojik bir düşünceye saplanarak “yanlış bilinç”e dönüşmesi
muhtemeldir (Marx, 1976). Tüm bu kontekstin politik çıkarlar taşıyan misyonu nedeniyle
‘ideoloji’ de buna bağlı bir dünyada doğmaktadır. Nitekim bütün ideoloji tarihi boyunca bu
politik egemenliğin özellikle de sosyal sahadaki baskınlığından söz edilebilir. Gramsci’nin
hegemonya modelinin ana izleği, Althusser’deki “devletin ideolojik aygıtları”nın temellendiği
zemin budur.
2. Sosyal Teoride İdeoloji
İdeoloji kavramı sosyal teoride genel olarak 3 temel bağlama işaret etmektedir: 1) faşizm,
komünizm, çeşitli milliyetçilikler örneğinde gözlemlenebilecek çok özel düşünüş biçimleri; 2)
Marksist literatürde ifade edildiği şekliyle belli ölçüde çarpıtılmış ve belli bir sınıfa ya da çıkara
hizmet eden bilgi setleri; 3) özellikle bilgi sosyolojisi kapsamında değerlendirildiğinde anlam
kazanan, bilimsel bilgi, din, gündelik hayat bilgisi gibi birçok alanı kapsayan fikirler
(Abercrombie, Hill ve Turner, 2006: 191).
Sosyolojik teori açısından ideolojiyi ele aldığımızda öncelikle, sosyolojinin bir bilim
olarak doğuşuna tanıklık eden 19. yüzyıla gönderme yapan ve ideolojilerin bugün dahi
tutunmasına olanak sağlayan muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm gibi fikir akımlarının
üzerinde durmak gerekmektedir.
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
43
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
Kanlı Fransız devriminin kullanıma açtığı şiddet olgusuna serzeniş; yine devrimin
neticesinde yayılan bireysel özgürlüğe alternatif toplum vurgusu, aristokrasinin düşüşe geçmiş
çıkarlarını koruma güdüsüyle birlikte muhafazakarlık ideolojisini devrim ve liberalizm eleştirisi
üzerinden beslemiştir. Daha sonraki dönemde özellikle klasik sosyologların betimlemesini
yaptığı Aristokratik/demokratik; Feodal/kapitalist; mekanik/organik; geleneksel/ussal
bürokratik; kırsal/kentsel; cemaat/cemiyet (toplum) gibi dikotomik tipolojiler modern dönemde
muhafazakarlık tarafından içleri doldurulan kavramlar olarak sosyoloji zeminini hazırlamıştır
(Ünsaldı ve Geçgin, 2013). Bu alt yapı, bireyin aklın mutlak iradesinden çıkarılıp toplum
potasına atılma sürecini açıklayarak ve bozulan toplumsal düzenin inşası bağlamında odak
noktayı topluma çekerek daha sonraki yüzyılda toplum bilimi olan sosyolojinin doğuşuna
önemli katkı sağlamıştır.
Liberalizm ise, ekonomik bağlamı bir kenara bırakıldığında, dönemin muhafazakar
çizgisine karşı devrimle ortaya çıkan bireyin hakları ve özgürlüğüne sahip çıkma çabasında
olmuştur. Özellikle özgürlük ve eşitlik talepleri doğrultusunda bireyi sınırlayan devlet ve
topluma dair aidiyetlerin bertaraf edilmesi bu ideolojinin temel talebidir. Ancak bu toplumu
tamamen saf dışı bırakmak değil, aksine dönemin yaygın sorusu olan “Toplumları bir arada
tutan nedir?” sorusunu referans alıp başka türlü cevaplamaktır. Örneğin, önde gelen
temsilcilerden Tocqueville, bunu “demokrasi” diye cevaplar (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 73).
Sosyal teoriye katkıda bulunan dönemin üçüncü ana ideolojisi olan sosyalizm, Marksist
düşünceye referans olması ve sonraki tartışmaları önemli ölçüde şekillendirmesiyle dikkati
çekmektedir. 19. yüzyıl boyunca özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya örneklerinde gelişme ve
çeşitlenme göstermiş olmakla beraber temel çıkış noktası, özellikle liberalizm bağlamında
anlam kazanan bireycilik ve piyasa mekanizması karşıtlığı doğrultusunda özetlenebilir. Bu
özellikleriyle muhafazakarlıkla benzerlikler taşımasına rağmen “din” noktasında ayrışır.
Muhafazakarların dine yaptığı vurgu ve nostaljik özlem, sosyalistlerde bu anlamıyla mevcut
değildir. Ancak, sosyolojinin öncüsü sayılabilecek Saint Simon örneğinde olduğu gibi, reformist
bir “yeni din” yaklaşımına da rastlanabilmektedir. Sosyalist düşüncenin daha sıkı bir temsilcisi
olan Proudhon ise “bilimsel sosyalizm” terimini kullanarak sosyalizmi toplumu sahada
anlamada kullanır. Mutlak toplum ya da mutlak birey anlayışının ötesinde, bu ikisini birbiriyle
ilişki içinde gören ve tanımlayan Proudhon, vizyonunun genişliğini göstererek çağdaşlarından
ayrılır. Bu ilişkide devleti değil kişiler arasındaki yardımlaşma ve dayanışmayı vurgular. Bu
yorumuyla da Marx’ı ve diğer devrimci sosyalistleri etkileyecek “anarşist” fikirlere kapı açar
(Ünsaldı ve Geçgin, 2013). Marx’ın katkısı ve ideolojiye ilişkin yorumu biraz ileride tartışılacak
olup bu kısımda en dar anlamıyla sosyalizmi sosyal teoriye etkisi bakımından incelemekle
yetineceğiz.
Kavrama sosyologlar üzerinden bakarken ideoloji ve ideologlara olumsuz bakışı sürdüren
Comte’u analiz dışı bırakıp ideolojiye dair ilk sosyolojik saptamaları yapan Durkheim ile yola
çıkabiliriz. Durkheim’e göre ideolojiler nesnel toplum koşullarına yaslanmaz. Bu koşulların var
ettiği gerçeklikler yerine, zihinde çeşitli kurgular ve kalıplar aracılığıyla çarpıtmalar yapılır.
Gerçeklik zihinde ya da topluluk ilişkilerinde çarpıtılarak üretilir ve yerini fikirlere bırakır.
İkinci işlemde, zihindeki fikirler nesnel gerçeklik yerine konmaya çalışılır. İşte Durkheim
toplumsal fenomenler yerine koyduğumuz bu şeye “nosyon” adını vermektedir. Nosyonları da
‘ilk’ ve ‘kaba nosyonlar’ olarak ikiye ayırır. Durkheim’e göre bunlar bütün bilimlerin temelinde
bulunmakta, olguların yerine geçerek idol haline gelmekte ve onları bozmaktadır (Durkheim,
1985: 53-56).
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
44
İdeoloji kavramını “bilgi sosyolojisi” alanında değerlendirerek sosyal teoriye ve ideolojik
tartışmalara katkı veren bir diğer önemli isim Karl Mannheim’dır (1839-1947). Mannheim,
1936 yılında yayımlanan Ideology and Utopia adlı eseriyle birlikte Marksist ideoloji anlayışını,
tüm bilgi türlerini ve toplum anlayışını sınıf temelli ele almalarını eleştirmiş; birçok başka
sosyal grup ve sürecin bilgi üretimine katkıda bulunacağını, dolayısıyla Marksist anlayıştan öte
bir bilgi sosyolojisi ve ideoloji anlayışını savunmuştur (Abercrombie, Hill ve Turner, 2006:
234). Onun ideoloji kavramsallaştırmasında, sosyolojik analizi gerektiren özel ve genel/total
olmak üzere iki temel ayak vardır. Özel biçimlendirmede, şeyin içinde bulunduğu toplumsal
konumu bilinçsizce gizleme ya da açığa çıkarması düşünülmelidir. Başka bir deyişle, “konumsal
belirlenimlilik” eleştirisinde bulunan ideologların kendi düşünceleri de konumlarının etkisinde
kalmakta ve bu konum bilgisini açığa çıkarmaktadır. Genel anlamda ise, sorgulanan fikirlerin
doğruluğu ya da yanlışlığı gündeme gelmektedir. Burada, ideolojik bir analiz yaparken
kendininki dahil tüm görüşlerle muhatap olma cesareti gösterilmelidir (Zeitlin, 1997: 386;
Giddens, 2005: 338-339). Bu iki bağlam, ideolojinin savunusunun da eleştirisinin de hem
içeriden hem dışarıdan etkiye açık olduğunu gösterir. Muhalif görüşlerin eleştirisini yapıyorsak
kendi görüşümüzü de eleştiriye açık tutmalıyız ki gerçek anlamda ideolojik analizi mümkün
kılabilelim. Bu anlamda Marksist ideoloji analizinin Mannheim için neden sorunlu olduğu daha
anlaşılırdır. İdeolojinin çarpıklığını savunmak, bu savunuyu yapanların kendi içinde bulunduğu
ideolojik konumu ve yapılanmayı da açığa çıkarmaktadır. Bu da kavrama ilişkin sosyal teoride
bulunma hevesinde olanın sınıf üyeliğinin ötesinde ideolojiye ilişkin çoklu bir bakış açısı
taşımasını zorunlu kılar.
“Toplum mu, topluma ilişkin düşünme şekilleri mi?” sorusu ile ikinci tarihsel durağımız
olan Marx’ın “ideoloji” kavramına bir derece daha yaklaşılmış olunur. Zira Marx için
ideolojinin anlamı bu noktada toplanmaktadır.
Marx için toplum yapısına dair fikirler alanı ekonomi alanından ayrılamaz ve fikirleri
ideolojik kılan, bu fikirlerin şeyleri egemen sınıfın yararına gizlemesidir (Marshall, 1999: 320).
Marx’ın “içeriden” görüş olarak anladığı, toplumsal ve özellikle iktisadi özelliklerin toplum
dinamiğinin zembereğini teşkil etmesidir. Marx’a göre toplumu harekete geçiren iktisadi
ilişkilerdir ve mesele dış görünüşe aldanmamaktadır:
“Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir biçimde
insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve gerçek yaşamın dilidir. İnsanların
tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışlarının dolaysız
anlatışı olarak kendini gösterir… Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve
insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.” (Marx, 1976: 44)
Marx’ın “sosyal yaşam bilinci belirler” savı kendisinin ideolojiyi nasıl kullanmış
olduğunu anlatmakta önemli bir tutamak sağlamaktadır. Bu sav ışığında “yanlış bilinç”
kuramını anlamamız kolaylaşacaktır. Bu andan itibaren ideoloji analizi, insanların bilinçlerinin
ötesine geçme, etkinliklerinin gerçek -maddi- temellerini açığa çıkarma ve yine bu temelleri
toplumsal dönüşüme hizmet için kullanma anlamını kazanmıştır (Giddens, 2005: 335). Marx,
toplumsal olaylarda değerlendirmeyi tersine çevirip, gerçekleri olduğu gibi göremeyen ve
ideolojinin maddi temelini ortaya koyamayan ‘yukarıdan aşağıya’ tarih anlayışının tersine
yaşamın maddi gerçeklerinden yola çıkan ‘aşağıdan yukarıya’ analiz yaparak toplumsal
yaşamda doğru ya da gerçek olanı yakalamaya çabalamıştır. Belirleyici olanın dış dünya
girdileri olduğu, insanın toplumsal bir canlı olup bağımlı bir değişken olarak çevre ile
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
45
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
etkileştiği, maddenin esas olduğu Marx’la birlikte tartışılagelmiştir. İdeoloji, dünyayı nasıl
görmek gerektiğini bildirir ve toplumsal yaşam biçiminin yorumlanmasını sağlar. Marx’a göre
ideolojik düşünmek, toplumsal gerçekliği nesnel maddi yapılarla açıklamaktan kaçarak düşünce
ile yorumlama yoluna gitmektir. Bu bağlamda Marx’a göre ideoloji, bir çarpıtma biçimidir.
Werner Stark’tan aktarımla “kapitalist sırf kapitalist olduğu için, kapitalist kaldıkça uydurma bir
dünyada yaşamaya mahkûmdur” (Mardin, 2006: 36). İdeoloji kendilerini haklı görmek,
göstermek isteyen egemen oluşuma yardım eden bir dünya görüşüdür ya da böyle bir dünya
görüşünü temsil etmektedir. Marx bir toplumda egemen sınıfın çıkarı ile egemen düşüncenin
birlikte var olmak zorunda olduklarını belirterek ideolojik oluşumun bu ilkeye bağlı olarak
oluşup yaşadığını söyler. Bu durumda ideoloji, kapitalist düzende siyasal iktidarı
meşrulaştırmaya, bireyi sisteme entegre etmeye yardımcı fakat genellikle de yanlış fikirler
kümesi olarak tanımlanmaktadır. Proletaryanın sosyal ilişkilerini, toplumsal bağlamlarını ve
dolayısıyla da kendilerini, başkalarının fikirleri aracılığı ile anlamaya yönlendirildikleri Marx
tarafından vurgulanır (Marx, 1976).
Tam da bu noktada ideolojiyi maddi bir pratik, yaşananın bir aynası olarak gören Louis
Althusser’i değerlendirmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda Marxist bir sosyal
teorisyen olan Fransız düşünürün ideoloji çözümlemesi Marx’ınkinden farklıdır. Althusser,
ideolojiyi, toplumsal yaşantıyı farklı biçimde fakat her zaman ve her aşamada kendiliğinden
etkileyen bir oluşum gibi ele almaktadır. Daha doğrusu ideoloji ile toplumsal pratik iç içedir ve
toplumun ekonomik yapı ve ilişkilerinin dışına taşınmıştır. İdeoloji, bir sınıfın diğerine kabul
ettirdiği bir fikirler dizgesinden çok, tüm sınıfların katıldığı süregiden ve her yana yayılmış
pratikler dizgesi olarak yeniden tanımlamıştır. Bu sınıfların bu pratiklere katılması, pratiklerin
artık başat sınıfın çıkarlarına hizmet etmediği anlamına gelmemektedir. Aksine bu hizmeti
kesinlikle yerine getirirler. Bu anlamıyla tarihsel-olmayan bir gerçekliktir ideoloji, zira tarihin
her döneminde mevcuttur (Althusser, 2010). Yeniden tanımlanan ideoloji Marx’ın inandığından
çok daha etkilidir, çünkü dışarıdan değil içeriden işlemektedir. Ayrıca tüm sınıfların düşünce ve
yaşam biçimlerine derinden işlemiştir (Fiske, 2003: 223). Althusser’e göre ideolojiden kaçmak
mümkün değildir. Toplumsal değişimi Marx’ın kuramı kaçınılmaz, Gramsci’ninki olası,
Althusser’in kuramı ise olanaksız görür (Fiske, 2003: 227).
Hayat pratiği olan ideoloji Althusser’de hayatla birlikte başlar. Sistem, ideolojiyi bireye
yaymanın yoludur. Bu yol adeta kendiliğinden çalışan mekanik bir yöntemdir. Bu içerik
Marx’ın Kapital’de ideolojiyi tanımlamak için söylediği “bilmiyorlar ama yapıyorlar”
cümlesinden mülhem gibidir. Daha önce de belirtildiği gibi Marx, işçilerin kendilerini,
kendilerine ait olmayan düşünceler aracılığıyla anlamaya zorlandıklarını, itildiklerini söyler.
Althusser’de bu durum bir sonuç olarak doğrudur. Ancak ona göre süreç farklı işlemektedir.
Daha net bir ifade ile temel tez, “Her ideoloji ancak bir özne aracılığı ile ve özneler için var
olabilir” demektir (Althusser, 2010: 99). Çünkü ideolojinin oluşumuna tüm sınıflar katılır.
Örneğin özneleri “çağırma” her sınıfa özgüdür. Böylece yeniden tanımlanan ideoloji toplumsal
sistem içinde dışarıdan değil içeriden işlemekte ve sistemi temelinden yakalamaktadır (Fiske,
2003: 223).
Bu önemli saptamasıyla Marksist kimliğine uygun olarak Althusser, düşünsel olanın
maddi olanın içinde gerçekleştiğine dikkat çeker. Yine onun kavramsallaştırması ile söylenirse
“devletin ideolojik aygıtları” maddi bir yapı olarak kendi ideolojik oluşumlarını topluma çıktı
olarak verir. Bu “maddi” şeyler; pratikler, ritüeller, maddi ideolojik aygıtlardır (Üşür, 1997).
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
46
Dolayısıyla maddi olanla düşünsel olanı kesin çizgilerle birbirinden ayırma ve onları kilitleme
gibi bir sistematiği olmayan Althusser, bu yanı ile Gramsci’yi andırır.
Gramsci’nin ideolojiye verdiği konum muadillerinden şu noktada farklıdır: Sistemin
sürekliliğini sağlayan ana yapılar kadar dönemler arasında da bağlantıyı kuran ‘harç dokudur’
ona göre ideoloji. Bu durumda ideoloji sözcüğünü genel itibariyle iki anlamda kullanmıştır. Her
insanın toplumda belirli bir sınıfsal konum içinde yaşadığını, insanın içinde bulunduğu
konumunun bir parçası olduğunu ve bu sınırlamanın ideoloji tarafından çizildiğini öne
sürmüştür. Diğer taraftan da ideolojinin gerçeğe karşı gösterilen bir tepki olduğuna ve bu
durumun yaygın bir alışkanlık haline geldiğine dikkat çekmiştir (Lukacs, 1978: 149).
Dolayısıyla Gramsci, ideoloji konusunda bir bakıma olumsuz olmayan bir duruş sergilemiş,
Marxist düşüncedeki zayıf ideoloji anlayışını irdelemiştir. Suçu, ideolojiyi “yararsız” ya da
“süprüntü” olarak görenlerde aramıştır. Onlar ideolojiyi salt ekonomik temel tarafından
belirlenmiş şekilde göredursunlar, Gramsci ideolojinin psikolojik bir geçerliliğe sahip olduğuna
dikkat çekmek istemiştir. İnsanların hareket ettikleri, kendi kavramlarının bilincini edindikleri
ve ideoloji sayesinde mücadele ettikleri bir alan yarattıklarını vurgulamıştır. Lukacs’ın da
dikkatlere sunduğu gibi Gramsci’ye göre toplumsal sınıfların ideolojik düzeyde temsili
mümkündür ve bu ilişkinin temelinde bir dünya görüşünün varlığı yatmaktadır (Lukacs, 1987).
Gramsci’nin kuramı “hegemonya” kavramını kurumsallaştırır. Hegemonya kavramı
sayesinde ideolojiyi bir mücadele sahası gibi düşünmemiz mümkünleşmektedir. Hegemonya,
çoğulluğun kendisini ikincil konuma koyan sisteme rızasını amaçlanmaktadır. Bu bağlamda
düşünüldüğünde “ortak duyu inşası”, temel hegemonya stratejilerinden biri olarak karşımıza
çıkar. Yönetici sınıfın duyusunu ortak duyu gibi kabul etmek hegemonyayı tekrar tekrar inşa
etmenin vazgeçilmez yolu gibi görünmektedir. Haliyle, ortak duyu olarak kabul gören fakat
yönetici sınıfın ideolojik hedeflerini gerçekleştiren fikirlerin ortaya çıkacağı şüphesizdir.
Kavramı modern sosyolojiden biraz daha yakınlara, bugünlere taşıdığımızda karşımıza
Habermas çıkar. Onun kuramında beklendiği gibi ideoloji, bir kavram olarak doğası gereği
ideoloji eleştirisiyle ilintilidir. Bu yaklaşımla ideoloji, fikirleri bilinç ve akılcı süreçler dışındaki
güçlerin yönlendirmesiyle oluşur ve bu süreçlerin ne olduklarının ve nasıl işlediklerinin açığa
çıkarılmasını sağlar (Giddens, 2005: 346). İlgili tartışma bir sonraki bölümde daha detaylı
olarak işlenmektedir.
3. İdeolojinin Bugünü
20. yüzyılın genel havası, gündelik hayatın birçok alanında ideolojilerin görünürlüğünü
artırmıştır. Totaliter, faşist, komünist rejimler bu görünürlüğün baş aktörleri olup halktaki çok
sesliliği bastırmış ve eleştirel düşünceyi yok etmeye çalışmıştır (Ansart, 2011: 357).
İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkıldığında savaş öncesini vurgulayan ideolojik çatışmaların
devam edip etmeyeceği merakla bekleniyordu. Fakat 1950’li yıllara doğru eski ideolojik
çatışmalar açısından, hiç değilse ortamın ve belirtilerin değişmesi bakımından, yeni bir durumla
karşılaşıldığı kanısı yaygınlaşmaya başladı.
Lipset’in ifadesiyle farklı ideolojileri temsil eden iki “süper devlet”in çıkarlarının çok
zaman “sağ-sol” özelliklerine nispeten daha ağır bastığı görüldü. Diğer taraftan da Avrupa’nın
iç politikasında “ideolojik kamplara ayrılma” etkeni yerini yeni etkenlere bırakıyormuş gibi bir
görüntü belirdi. Pek çok devlet bir zamanlar ideolojik bir konu olarak damgalanan iktisadi
planlamayı, toplumun iktisadi düzenliliğini sağlayan bir teknik gibi görmeye başladı. Birçok
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
47
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
ülkede eskiden sosyalizmin sivri bir önerisi olarak görülen sosyal güvenlik tedbirleri şimdi
olağan görülmeye başlandı (Mardin, 2006: 170-171).
Bu yumuşama döneminde ve özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ideoloji
kavramı konusunda yapılan değerlendirmeler de önemli farklılıklar göstermeye başladı. İlk kez
Amerikalı sosyolog Daniel Bell (1965) post-endüstriyel olarak tanımladığı yeni dönemde
ideolojilerin sonunun geldiğini iddia etti. Bu söylemin dayandığı temel, modern toplumlarda
artık makro teoriler ve ideolojilerin oluşturulamayacağı teziydi. Bu teze göre özellikle günümüz
Batı dünyasında etik ve ideolojik sorunların önemi azalmış, insanlar ve topluluklar özellikle
maddi kazanımların peşinden gitme eğilimi içine girmişlerdi. Siyasetin, iktisadi olanın ve hatta
kültürel olanın gerisinde kalarak önemini yitirdiğini savunan Bell, bu argümanını
destekleyebilmek için 1960’lı yılların ‘kültürel’ nitelikli olduğunu ileri sürdüğü gençlik
hareketlerini, feminist toplumsal hareketleri ve özellikle ABD’de baş gösteren etnik hareketleri
dayanak göstermiştir. Bell, bu tür hareketlerin özel alana girdiğini, kamusal alanı belirleyen en
önemli unsurun ise politik-ideolojik kutuplaşmanın ötesine geçmesi gerektiğini düşündüğü postendüstriyel iktisadi gelişme olduğunu iddia etmiştir (Kaya, 2004: 2).
Gerçekten de günümüz dünyası büyük teknolojik yeniliklere, ekonomik ve politik
dönüşümlere, kültürel ve iletişimsel gelişmelere, teknolojik ve sosyal formasyonun yaygınlığına
tanık olmaktadır. Yerel bir sosyal örgüt olan internet aracılığı ile küresel bilgi ortamına
yerleşmektedir. Örneğin 24 Nisan 1988 tarihinde dünyanın herhangi bir yerindeki insan hakları
ihlallerini bütün dünyaya duyuran Uluslararası Af Örgütü (AI)’nün merkezi, Colorado’da küçük
bir kasabada yaşayan bir çiftin evidir. Kişisel bilgisayarın uyduya entegre imkanlarıyla yerel
düzeyde üretilen haber bilgisi bütün dünyaya ulaşmıştır. Küreselleşme üzerinde çalışan
sosyolog Robertson, yaşanan gelişmeleri “dünyanın bir bütün olarak düşünülmesi” şeklinde
tanımlamaktadır (Robertson, 1999: 49). Yeni teknolojiler eşliğinde taşınan değerler, semboller
ve inanışların duvarları delip geçtiğinden söz eden Friedman’a göre “dünya düzleşmiştir”.
Dünya yeni elektronik ağlarla duvarlarından arınmış; dijital, kablo ve çeşitli bağlantılarla
birbirine bağlanmıştır (Friedman, 2006: 153).
Öte yandan bu gelişmelerin eleştirel yankıları da çok geçmeden sahne almıştır. Habermas
örneğinde göreceğimiz gibi, bilim ve teknolojideki gelişmeler “teknokratik akıl” adı altında
hakim ve bireyleri çok yönlü kuşatan bir ideolojiye dönüşmüştür (Giddens, 2005: 346;
Habermas, 2013). Bu durum, kitlelerin kendi politikasızlaştırılmalarına inandırılmaları ve
neticede varlığımızın iki temel koşulundan biri olan dilde; gündelik yaşam bağlamında
toplumsallaştırılma ve bireyselleştirilmenin iletişim dili ile olan ilişkisini temelden
zedelemektedir. Bu zedelenme, teknik ilerleme ve bunları kullanma akılcılığı yanılsamasıyla
beraber, eski sınıfsal düşünme tarzlarına geri dönülmesine, dolayısıyla ideoloji ile eşitsiz, çarpık
iletişim düzeninin yeniden kendi yoluyla kurulmasına ve günümüzde de yaşamasına olanak
tanır (Habermas, 2013: 67).
Bunların yanı sıra, küreselleşme diye özetlenen çığırın, toplumsal ve siyasal kimliklerin
kayganlaşmasını, çoğullaşmasını ve melezleşmesini de beraberinde getirdiğinden söz
edilmektedir. Bir yandan ulusallık çağının sona erdiği yönündeki tartışmalar devam ederken bir
yandan da yerel davetiyeler basılmaktadır. Ekonomik ve politik etkenleri ikincilleştiren ve
kültürü her şeyi kaplayan bir unsur gibi gören kimlik merkezli yaklaşımların yükselişte olduğu
doğrudur. Hatta, son derece daraltıcı bir bakış sunan söz konusu yaklaşımların kontekstinde
düşünüldüğünde ideolojinin sarsıldığını söylemek mümkün gibi görünmektedir.
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
48
Oysa tam aksine ideolojik seslenişler farklı tonlamalarla devam etmektedir. Doğru olanın
yakalanması ve içinde bulunulan nebuladan kurtulunması amaçlandığında, ideolojinin
tükendiğini bir çırpıda söylemek zor olacaktır. Zira toplumsal yaşantıyı her aşamada ve
kendiliğinden etkileyen ideoloji, tam da Althusser’in ifade ettiği gibi bireyi sisteme çağırmanın
bir yoludur ve bu seslenme son bulmayacaktır. Zira sistem; tüm toplumsal katmanların katıldığı,
süregiden ve kendiliğinden çalışan bir mekanizmadır. Dolayısıyla hemen her birey bu çağrıdan
payına düştüğü ölçüde etkilenecektir. Bu çağrı ille de teröristik değildir. Ancak totaliterdir.
Çünkü sadece toplumun teröristik bir politik eşgüdümü değil, düşüncelerin çıkar çevreleri
tarafından manipülasyonu yoluyla işleyen bir eşgüdüm de totaliterdir. Totaliterliğe götüren şey
yalnızca belirli bir hükümet biçimi değildir. Bunu partiler, gazeteler, reklamlar ve daha nice
üretim ve tüketim dizgesi de yapabilir ve yapmaktadır (Marcuse, 2010).
Örneğin ABD’nin Afganistan’ı işgal etmeye başlamasıyla ekranlarda bilgisayar oyununu
andıran savaş görüntüleri izlenmeye başlandı. Gıda taşıyan konvoyların bombalanması veya
masum sivillerin öldürülmesi gibi haberler egemen yayın organları tarafından duyurulmadı.
Oysa madalyonun öteki yüzü farklıydı. Yaşanan yıkımı makyajla kapamaya çalışan ‘sonsuz
özgürlük’ operasyonunun, aslında ‘dibi karanlık ölüm kuyusu’ haline gelmiş olduğu
görülemedi.
Bugün de benzer bir “buğulu gözlük dağıtma” kampanyası geçerlidir. Sistem, insanların
yeni düzene uygun düşmeyen kısımlarını kesip, kırpıp atan “insan artığı” üretmeye devam
etmektedir. Tüm mücadelesini sadece kimliği üzerinden vermek zorunda hisseden yığınlar,
böylesi bir ideolojik organizasyonun ürünüdür. Bir anda herkes, sadece kimliği yüceltip
politikayı ve diğer sosyal unsurları önemsiz kılan biteviye bir toplumun öznesi olmuştur.
Günümüzün özgül yeni ideolojilerinden biri, topluma dökülen bu parçalayıcı damlacıklardır.
Bauman’ın da dikkate sunduğu gibi gerçekten de inanılmaz bir kimlik ve anlam üretimi söz
konusudur: “Benim mahallem, benim cemaatim, şehrim, okulum, ağacım, nehrim, plajım,
şapelim, benim barışım, benim çevrem…” Küresel tornadoya karşı savunmasız kalan insanlar
gittikçe kendilerine daha çok sarılmaya başlamışlardır. Ancak kendilerine sarıldıkça küresel
tornado karşısında iyice dayanaksızlaşıp, yerel kimlik ve anlamlara, aynı zamanda kendi
hayatlarının anlamlarına karar veremez olmuş ve savrulmaya başlamışlardır. (Bauman, 2012:
143)
Bugünün ayırt edici ideolojisinden bir diğeri de, özgürlüğü ihtiyaçlar ile boğmadır. Bir
şeyi yapma ya da yapmama, kullanma ya da yok etme, ona sahip olma ya da onu reddetme
olanağının varlığı bugün de tartışılmalıdır. Günümüz insanının gereksinimi ön
koşullandırılmıştır. Marcuse’nin çarpıcı ifadesi ile içinde bulunduğumuz dünyanın yeteneği,
savurganlığı gereksinime çevirme yeteneğidir. Bir yığın insan reklamlar ile uyum içinde
dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme; başkalarının sevdiklerini sevme ve nefret
ettiklerinden nefret etme gibi “yanlış gereksinimler” içindedir. (Marcuse, 2010: 22-25)
Karşılanmaları birey için doyum verici olan söz konusu gereksimler, bütünün hastalığını tanıma
ve hastalığı iyileştirme şansını kavrama yeteneğini durdurur. Aslında yukarıdan dayatılan bu
ideoloji sayesinde, türesizliğin sürdürülmesi amaçlanır. O zaman sonuç, mutsuzluk içinde
coşkudur.
Toplumsal denetimler, savurganlığı üretip, tüketimi zorunlu kılarlar. Gerçek bir
zorunluluğun olmadığı böyle bir yerde; aptallaştırıcı bir çalışma, kendini sansürleyen basın
unsurları, mağazalar, markalar, reklamlar arasında yalpalayıp duran özgür insanlar vardır. Birey
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
49
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
ve toplum arasındaki düzeneğin işleyişi değişmiş ve “tüketim” de tutukluk yapmıştır. Kitlesel
iletişim araçları ve kitlesel üretim, herkesi bu sürece uyumlu olmaya zorlamaktadır. Frankfurt
Okulu’nun tanımlamasıyla, “kültür endüstrisi”nin ürettiği magazinel radyo ve televizyon
yayınları, filmler, gazeteler gibi piyasa ürünleri tek tipleştirici ideolojinin taşlaşmış ve
yaygınlaşmış çıktılarıdır (Adorno ve Horkheimer, 2010: 219). Darwinci dünyanın karanlık
hakikatine geri dönülmektedir: En iyi uyum sağlayanın hayatta kalabildiği dünya. Bu yüzden
birey, özgür (!) bir ekonomik özne olarak kendini pazarda kanıtlamaya zorlanmaktadır. Kişiler,
kitle kültürü kafesi içinde “Neysen, o olacaksın!” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 221) ya da
“Paran kadar konuş!” terimleriyle yargılanmaktadır. İnsanlar kendilerini metalarında tanımaya
başlamışlar; ruhlarını otomobillerinde, telefonlarında, ev eşyalarında görmeye çalışmışlardır.
Yine Marcuse’den mülhem söyleyecek olursak; çeşitliliğin, bolluğun ve özgürlüğün olduğu
yanılgısı son derece yaygındır. Oysa efendilerin ve kölelerin özgürce seçimi, efendileri ve
köleleri ortadan kaldırmaz. Geniş bir mallar ve hizmetler türlülüğü içinde özgür seçme,
özgürlüğü imlemez. İdeolojilerin sonunun geldiğini hiç imlemez. Eğer bu mallar ve hizmetler
yeknesaksa ve korku yaşamı üzerindeki yeni denetimleri destekliyorsa...
Günümüzde ideoloji ile ilgili polemiklerin yoğunlaştığı “ideolojinin sonu” tartışması,
daha çok Daniell Bell ve Seymour M. Lipset’in kuramsal beslemesini yaptığı, kapitalizmin
dönüştüğü yeni biçim doğrultusunda artık çalışan sınıfların da yönetime ve siyasete demokratik
katılım olanağı bulmasına mütevellit eski tip sağ ve sol tandanslı ideolojilerin son bulduğu tezi
üzerinedir (Abercrombie, Hill ve Turner, 2006: 130-131). Ancak o artık sadece eşitsizliklerin ya
da sömürünün üzerini kapatan bir örtü değil, gerek kitle kültürü ve kültür endüstrisi yoluyla
gerekse propagandayla iç içe geçerek güçlenmiş ve kendi yapısını terörde oluşturarak dünyanın
tehdit eder yüzü haline gelmiştir (Adorno ve Horkheimer, 2010: 222). İdeolojinin sonuna ilişkin
bir tez öne sürmek, mevcut egemenlik biçimlerini meşrulaştırmaya hizmet etmek anlamına dahi
gelebilir. Buna mukabil, Giddens’ın deyişiyle Marksist düşünce dahil ideolojilerin sonunun
geldiğine dair herhangi bir iddiada bulunan söylem biçimi; bizzat kendisi ideolojik olma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hatta C. Wright Mills, “mevcut düzende -gerici veya devrimciköklü değişiklikler yapma zorunluluğunu ilan eden bir inanç sistemi” olarak Bell’in kullandığı
anlamdaki ideolojiyi ‘nihayete ermiş’ ilan etmenin zaten bir ideoloji olduğunu dile getirenler
arasındadır (Giddens, 2005: 373).
İdeolojilerin yaşayabilmeleri için kendilerine dayanak olacak bir kitle olması
zorunluluktur (Karpat, 2014: 313). Günümüzde küreselleşme ve çokkültürlülük politikalarının
etkisiyle yalnız tek tipleştirici kültür fetişizmi anlamındaki ideolojiden değil, birey ya da grup
olarak yaşam temsili talebindeki kimlik hareketlerini besleyen ideolojilerin varlığından da söz
edebiliriz.
Tüm bunlara ek olarak, ideolojinin kavranması meselesinin ve ideolojiye dair
tartışmaların genel sosyolojik tartışmalarla birlikte düşünülmesi gerektiği de aşikardır (Ansart,
2011: 358). Toplumlar var olmaya devam ettiği müddetçe kuramsal ve kavramsal yaklaşımlar
da oluşturulmaya devam edeceğinden, ideolojilerin de bir nihayete ermeyeceğini söylemek
kaçınılmazdır.
Sonuç
İdeolojinin günümüzde sosyolojik açıdan ele alınmasının esas konusu fikir ile toplumsal
eylem arasındaki bağdır. Fikirlerin ve bilincin üretimi doğrudan ve dolaylı olarak insanların
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç
50
sosyal yaşamlarına bağlıdır. Sosyal gerçeklikte, belirleyen ve belirlenen olduğu doğrudur. İşte
ideoloji bu ilkeye bağlı olarak oluşmaktadır.
İdeoloji, dünyayı nasıl görmek gerektiğini bildirir ve yaşam biçiminin yorumlanmasını
sağlar. Sosyal bilimlerde Aydınlanma’nın özgürleştirici aklı ile başlayan ideoloji tartışması,
Fransa ve Almanya geleneği içinden günümüze çeşitli bağlamlara eklemlenerek gelmiştir.
Küreselleşen dünyada ise sermaye egemenliğini ve hareketliliğini meşrulaştırmak ve
bütünün pürüzsüz işleyişi incelenmesi gereken bir bağlam haline gelmiştir. Yürürlükteki yeni
denetim biçimi; toplumun kimlik politikaları, tüketim kültürü, teknokratik akıl ile
düzleştirilmesidir.
Küreselleşmenin olabildiğince çok kimliğe göz kırpması, iyi geçindiği kapitalizmin
hedeflerine yardımcı olma amacındandır. Yerelliklerin sesi daha toklaşmakta, farklılıkların
rengi koyulaşmaktadır. Böylelikle öznelerin politik alanda kapladıkları alanlar daraltılır. Tüm
ve tek mücadelesini kimliği üzerinden yürüten, kamusal sahada daha sessiz olan, suskun kalma
hakkında ısrar eden kişiler, böylesi bir organizasyonun mahsulüdür.
Günümüzün bir diğer özgül ideolojisi de gereksinimlere ve tüketim metalarına boca
edilmiş ideolojidir. Üretici aygıt ve hizmet; bilişim, eğlence, konut, giysi ve daha nice meta ile
birlikte tutum, davranış, düşünce, entelektüel ve duygusal tepki satar ve dayatır. Böylece bireyin
her yanıyla bütüne bağlandığı katışıksız ve yön verilebilir bir toplum üretilir. Bu üretim
sürecinde başrollerden biri medyaya verilmiştir. İdeolojinin derin varlığını direttiğimiz ve
denetimlerin etkinliğini aşırı ölçüde büyüttüğümüz düşünülebilir. Ancak bu karşı çıkış öncesi,
medyanın “doktrin” aşılama gücü anımsanmalıdır. Egemen sistemin ‘çağrısı’ kitle iletişim
araçlarının megafonuyla büyük bir gürültüye çevirebilmekte ve ideolojinin akması
kolaylaşmaktadır.
“İdeolojinin sonu” tezi, bir gerçeklik sürçmesidir. İdeolojik baskı ve egemenlik son
bulmayıp aksine genişlemiştir. Ekonomik ve politik almaşıkların fazlalığı “ideolojinin” sonunu
imlemez. İdeolojik dizge kendini kitlesel üretim ve kitlesel dağıtım içine boca etmiştir. Böyle
bir ortamda teorik anlamda ya da hakiki anlamda ideolojilerin tükendiğini savunmak, gerçeği
doğru okuyamamakla eşdeğerdir.
KAYNAKLAR
ADORNO, T.; HORKHEIMER, M., (2010), Sosyolojik Açılımlar (Çev., M. Sezai
Durgun-Adnan Gümüş), Bilgesu Yayıncılık, Ankara.
ALTHUSSER, Louis, (2010), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (Çev., Alp
Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul.
ANSART, Pierre, (2011), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü (Çev., Bülent Arıbaş), İletişim
Yayınları, İstanbul.
BAUMAN, Zygmunt, (2012), Akışkan Aşk (Çev., Işık Ergüden), Versus Yayınları,
İstanbul.
DURKHEIM, Emile, (1985), Toplumbilimsel Yöntemin Kuralları (Çev., Cemal Bali
Akal), B/F/S Yayınları, Ankara.
FISKE, John, (2003), İletişim Çalışmalarına Giriş (Çev., Süleyman İrvan), Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara.
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
51
Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji
FRIEDMAN, Thomas, (2006), Dünya Düzdür (Çev., Levent Cinemre), Boyner Yayınları,
İstanbul.
GIDDENS, Anthony, (2005), Sosyal Teorinin Temel Problemleri (Sosyal Analizde
Eylem, Yapı ve Çelişki) (Çev., Ümit Tatlıcan), Paradigma Yayıncılık, İstanbul.
HABERMAS, Jürgen, (2013), İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim (Çev., Mustafa Tüzel),
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
HEYWOOD, Andrew, (2007), Siyasi İdeolojiler (Çev., Özgür Tüfekçi), Adres Yayınları,
Ankara.
HILL, S.; TURNER, B.; ABERCROMBIE, N., (2006), Dictionary of Sociology, Penguin
Books, UK.
KARPAT, Kemal, (2014), Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları,
İstanbul.
KAYA, İbrahim, (2006), Sosyal Teori ve Geç Modernlikler/Türk Deneyimi, İmge
Yayınevi, Ankara.
LUKACS, György, (1978), Birey ve Toplum (Çev., Veysel Atayman), Günebakan
Yayınları, İstanbul.
MARCUSE, Herbert, (2010), Tek Boyutlu İnsan (Çev., Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi,
İstanbul.
MARDİN, Şerif, (2006), İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul.
MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü (Çev., Osman Akınhay-Derya
Kömürcü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
MARX, K.; ENGELS, F., (1976), Alman İdeolojisi (Çev., Selahattin Hilav), Sosyal
Yayınları, İstanbul.
Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, (2008), (Çev., Melih Pekdemir), İletişim Yayınları,
1. Baskı, İstanbul.
ROBERTSON, Roland, (1999), Küreselleşme/Toplum Kuramı ve Küresel Kültür (Çev.,
Ümit Hüsrev Yolsal), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
SANCAR ÜŞÜR, Serpil, (1997), İdeolojinin Serüveni, İmge Kitabevi, Ankara.
SENNETT, Richard, (2002), Kamusal İnsanın Çöküşü (Çev., Serpil Durak), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
ÜNSALDI, L.; GEÇGİN, E., (2013), Sosyoloji Tarihi (Dünya’da ve Türkiye’de), Heretik
Yayıncılık, Ankara.
ZEITLIN, Irving M., (1997), Ideology and the Development of Sociological Theory,
Prentice-Hall Inc., USA.
The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51
Download