T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (İSLAM FELSEFESİ) ANABİLİM DALI NİHÂYETÜ’L-İKDAM’A GÖRE ŞEHRİSTÂNÎ’NİN FELSEFÎ GÖRÜŞLERİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) HAZIRLAYAN HAKAN ÇOŞAR ANKARA-2003 1 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (İSLAM FELSEFESİ) ANABİLİM DALI NİHÂYETÜ’L-İKDAM’A GÖRE ŞEHRİSTÂNÎ’NİN FELSEFÎ GÖRÜŞLERİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) DANIŞMAN HAZIRLAYAN Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ Hakan ÇOŞAR Felsefe ve Din Bilimleri (İslam Felsefesi) Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ANKARA-2003 2 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER_______________________________________________i ÖNSÖZ____________________________________________ _______iii GİRİŞ ................................................................................................................................................1 İSLAM FELSEFESİNDE GAZALİ GELENEĞİ ve ŞEHRİSTANİ ................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM ŞEHRİSTANİ'NİN HAYATI, İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ A. HAYATI ................................................................................................................................10 B. İLMİ KİŞİLİĞİ.......................................................................................................................16 C. ESERLERİ .............................................................................................................................20 1. EL-MİLEL VE’N-NİHAL ..................................................................................................22 2. EL-MUSÂRAÂTÜ’L-FELÂSİFE ......................................................................................23 3. NİHAYETÜ’L-İKDAM FÎ İLMİ’L-KELAM ....................................................................25 a. Eserin Metodu ve Yazma Nüshaları 25 b. Eserin Muhtevası: 27 İKİNCİ BÖLÜM ŞEHRİSTANİ'NİN FELSEFİ GÖRÜŞLERİ A. FELSEFÎ VE KELAMÎ KAVRAMLAR ...............................................................................30 1. VARLIK (VUCUD) KAVRAMI ........................................................................................30 3 2. YOKLUK (ADEM) KAVRAMI.........................................................................................32 3. HAL KAVRAMI..............................................................................................................33 4. HEYUL KAVRAMI ........................................................................................................35 5. İLLET VE MALUL (SEBEP ve SEBEPLİ) KAVRAMLARI ...........................................36 6. ATOM, CEVHER VE ÂRAZ KAVRAMLARI .................................................................39 7. SUDUR VE HUDUS KAVRAMI ......................................................................................43 B. VARLIK.................................................................................................................................45 1. ARİSTO’DA VARLIK .......................................................................................................46 2. İBN SİNA’DA VARLIK ....................................................................................................49 3. ŞEHRİSTANİ’DE VARLIK...............................................................................................53 C- VACİB VARLIK ...................................................................................................................56 1- VACİB VARLIĞIN ÖZELLİKLERİ .................................................................................56 2-ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ.............................................................................57 a- Hudus ve İmkan Delili 58 b. Fıtrat Delili 60 c- Allah’ın Birliği 61 D. MÜMKÜN VARLIK .............................................................................................................66 1-ÂLEM, YARATILIŞ VE SUDUR ......................................................................................66 2-İNSAN VE FİİLLERİ..........................................................................................................71 SONUÇ ...........................................................................................................................................74 ÖNSÖZ___________________________________________________iii..................................i 4 ÖNSÖZ Düşünce tarihinde önemli bir yeri olduğu, batılı düşünürler tarafından da kabul edilen İslam düşüncesi, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, ilk olarak itikadi konularda ilmi tartışmalar şeklinde ortaya çıkmıştır. Müslümanlar, fetihlerle birlikte farklı kültür fikir ve inançlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda da ilmi tartışmalar artarak devam etmiştir. Özellikle, antik Yunan felsefesine ait eserlerin Arapçaya tercümesiyle, müslümanlar arasında felsefi düşünceler tartışılmaya başlanmıştır. Tercüme hareketinden sonra, Eflatun ve Aristo geleneğine bağlı Kindi, Farabi, İbn Sina gibi filozofların temsil ettiği Meşşai İslam Felsefesi oluşmuştur. İslam filozoflarının varlık, bilgi ve değer konularında ürettiği fikirlerle oluşan İslam Felsefesi, gerek İslam düşünce tarihinde gerekse felsefe tarihinde önemli bir yer tutar. Gazali’nin filozofları tenkidiyle Meşşai İslam Felsefesi yapısal değişikliğe uğramıştır. Bunun sonucunda, müslümanlar arasında, felsefi düşünce ve kavramlar, kelam içerisinde devam etmiştir. Böylece felsefi kelam diyebileceğimiz gelenek oluşmuştur. Bu geleneğin Gazali’den sonra ilk temsilcisi Şehristani’dir. O, Nihayetü’lİkdam adlı eserini bu geleneğe uygun olarak yazmıştır. Eserinde, felsefi kavram ve delilleri kullanmış, felsefe ile kelamı birleştirmeye çalışmıştır. Nihayetü’l-İkdam’ın ilk beş bölümü varlık felsefesi ile ilgilidir. Gazali’yi takip ettiği için, filozofları, Allah alem ilişikisi, sudur ve yaratılış gibi konularda tenkid etmiştir. Bu çalışmamızda, Şehristani’nin pek bilinmeyen, Gazali geleneğinin ilk temsilcisi olma özelliğini ortaya koymaya ve varlık konusundaki görüşlerini, Nihayetü’l-İkdam’a göre, açıklamaya çalışacağız. Onun, filozofları hangi konularda tenkid ettiğini, felsefi kavramları nasıl kullandığını ele alacağız. Tezi seçme, hazırlama ve yazma aşamasında bize yol gösteren ve zaman ayırarak fedakarlıkta bulunan, metodundan ve bilgisinden faydalandığımız danışman 5 hocam Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ve katkılarından dolayı Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’a teşekkürlerimi sunmayı ifası gerekli bir borç bilirim. Hakan Çoşar Ankara 2003 6 GİRİŞ İSLAM FELSEFESİNDE GAZALİ GELENEĞİ ve ŞEHRİSTANİ İslam felsefesi, Müslümanların hakim oldukları geniş coğrafyada, felsefenin temel problemleri olan varlık, bilgi ve değer konularında, dinî inanç ve anlayışları ile çevrelerinden aldıkları kültür ve düşünceleri metodik bir şekilde sistematize etmeleri sonucunda oluşan geleneğin adıdır. Bu anlamda, İslam felsefesi, felsefe tarihinin önemli bir dönemini kapsar. Yine, İslâm felsefesi, Müslümanlar arasında ilk olarak itikadî tartışmalar şeklinde ortaya çıkan kelamî düşünceler, dil ve gramer çalışmaları, tasavvuf felsefesi ve fıkıh usulü gibi ilimleri içine alan İslam düşüncesi ile de ilişkilidir. 1 İslâm tarihinde ilmî tartışmalar Hz. Muhammed’in vefatını müteakip ortaya çıkmıştır. Müslümanlar siyasî ve sosyal olayların sebep olduğu çeşitli meselelere çözüm aramak, kendi inançlarını savunabilmek için İslam’ın ana kaynakları Kur’an’ı ve hadisleri yorumlamaya başlarlar. Diğer taraftan, fetihler, müslümanların antik Yunan ve helenistik devir felsefeleri, İran ve Hint kültürleriyle karşılaşmalarına ve felsefî bir düşüncenin başlamasına zemin hazırlar. 2 İslam Düşünce tarihinde ilk bilimsel tartışmalar, Emevîler (661-750) devrinde siyasetin de şekillendirdiği itikadî meselelerle ilgilidir. Kaza ve 1 Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997, 1,4-6. 2 Bayrakdar, 70. 7 kader bu meselelerin en önemlileridir. İnsanın fiillerinde iradesini ortadan kaldıran Cebriyye, genel olarak Emevî taraftarlığını ifade etmekteydi. Mutezile ise, akla önem vermesi ve insanın fiillerini kendisinin yarattığını savunmasıyla Emevî iktidarına muhalifti. Bu görüşleriyle de saf aklî ve felsefî düşüncenin doğuşunu hazırlamıştır. Mutezile ile Cebriyye arasında, insanın fiilleri, kaza ve kader konularında başlayan bu tartışmalar, daha sonra; halku’l-Kuran, büyük günah işleyenin durumu, Allah’ın sıfatları, imamet gibi konularda artarak devam etmiştir. 3 Felsefî tercüme hareketi, Abbasî halifelerinden Mansur (ö.775) devride başlayıp, Me’mun (ö.833) döneminde Beytü’l-Hikme’nin kuruluşuyla devlet politikası haline gelir. Bu hareket sayesinde antik Yunan ve Helen felsefesine ait temel kaynaklar Arapça’ya tercüme edilir. Böylece, Müslümanlar arasında gerçek anlamda felsefî düşünceye yöneliş başlamış oldu. 4 Felsefî tercüme hareketinden sonra Cabir İbn Hayyan (ö.776), Kindî (ö.866), Ahmed b. Tayyib es-Serahsî (ö.899), İbn Ravendî (ö.910), 3 İslam dünyasında ilk lmî ve kelamî tartışmalar hakkında geniş bilgi için bkz. Ali Sami enNeşşar, İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, çev. Osman Tunç, İstanbul 1999, I, 47 vd., 67 vd., 315-317; Bayrakdar, 70-74. 4 Felsefî tercüme hareketi ve İslam felsefesinin yabancı kaynakları hakkında geniş bilgi için bkz. Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul 1998, 9 vd.; Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1997, 86 vd., 128 vd.; M. Şemseddin Günaltay, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, İstanbul 2002, 61 vd.; T. J. De Boer, İslam’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, İstanbul 2001, 38 vd.; Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul 1994, 49 vd.; Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İstanbul 2000, 22 vd.; Neşşar, I, 67 vd.; Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul 1992, 9 vd.; Bayrakdar, 36 vd. 8 Zekeriyya er-Razî (ö.925) gibi felsefî düşünceye önem veren kimseler yetişmeye başlamıştır. Bunun sonucunda, Dehrîlik, Şüphecilik, Tabiatçılık, Metafiziksel felsefe gibi çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan, Sokrat, Eflatun ve Aristo geleneğinden etkilenmiş, Gazalî’nin “İlahiyyûn” şeklinde nitelediği Kindî, Farabî ve İbn Sina gibi Meşşaî Müslüman filozoflar İslam felsefesinin en önemli ekolünü oluşturmuşlardır. 5 Doğu İslam dünyasında Farabî ve İbn Sina ile en parlak dönemini yaşayan Meşşaî İslam felsefesi geleneği, Gazalî’nin filozofları tenkidi ile yapısında önemli bir değişikliğe uğramıştır. Bu açıdan Gazalî, İslam felsefesinde dönüm noktası özelliği taşımaktadır. Onun bu etkisi sebebiyle İslam felsefesi, Gazalî öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılmaktadır. 6 Gazalî’nin Farabi ve İbn Sina gibi Aristocu İslam filozoflarını tenkidi kendisinden sonra gelen bir çok düşünürü etkilemiştir. Bu, filozofların düşüncelerine daha tenkitçi bakılmasına ve onların fikirlerini kullanırken daha dikkatli hareket edilmesine sebep olmuştur. Ayrıca, felsefî meselelerin kelam ilmi çerçevesinde ele alınmasına örnek teşkil etmiştir. Gazalî’yi bu şekilde takip edenler, İslam felsefesinde “Gazalî geleneği” oluşmasını sağlamışlardır. Kısaca “Gazalicilik” denilen bu gelenek “Kelamî Felsefe” veya “Felsefî Kelam” şeklinde de ifade edilmektedir. Gazalî’yi takip eden düşünürler; felsefe ve dine bakış, felsefe ve kelamı birleştirme, felsefî konuları kelamın içerisine dahil ederek kelamın sahasını genişletmede Gazalî’yi izlemişlerdir. Tûsi (ö.1273), Şehristânî (ö.1153), 5 Geniş bilgi için bkz. Ülken, İslam Felsefesi, 36 vd.; Fahri, 67 vd.; De Boer, 97 vd., 128; Leaman, 19 vd.; Bayrakdar, 75 vd. 6 Bayrakdar, 76, 91. 9 Fahreddîn Razî (Ö.1210), Sıraceddîn Urmevî (ö.1283), Icî (ö.1355), Taftazani (ö.1390), Cürcanî (ö.1413), Hocazâde (ö.1488) olmak üzere bir çok kelamcı düşünür Gazalîci filozof olarak değerlendirilebilir. 7 Gazalî; Eş’arî ekolüne bağlı ve bu ekolün İmam Eş’arî’den sonra en büyük temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Dönemindeki Meşşaî felsefesinin halkın üzerindeki olumsuz etkileri ve kelamcıların savunmada yetersiz kalmaları, Gazali’yi felsefe öğrenmeye sevketmiştir. Felsefeyi derinlemesine inceledikten sonra Makâsıdu’l-Felâsife’yi yazmıştır. Sistemini tutarlı ve sağlam bir temel üzerine kurmak için, daha sonra Miyâru’l-İlm ve Mihakku’n-Nazar adlı iki önemli mantık kitabını kaleme almıştır. Bütün bunların sonucunda; filozofların İslam inancı açısından, kendisine göre hatalı oldukları ve küfre düştükleri konuları derinlemesine incelediği Tehafütü’l-Felasife’yi telif etmiştir. Ona göre, filozoflar on yedi meselede hatalı olup üç meselede de küfre düşmüşlerdir. Gazalî’nin bu şekilde belirli bir sistem içerisinde eser vermesinin iki amacı olduğu ifade edilmektedir. a. Kendisinden önceki kelamcıların felsefecileri susturmada yetersiz kalması sebebiyle, kesin bir şekilde onların görüşlerini çürütmek. b. Filozofları tenkit ederken ve kendi görüşlerinin doğruluğunu ispatlamaya çalışırken, felsefî delilleri kullanarak, tutarlı ve kesinliği olan felsefî bir kelam anlayışı meydana getirmek. 8 7 W. Montgomery Watt, İslamî Tetkikler- İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968, 116 vd.; Ülken, İslam Felsefesi, 111 vd.; İsmail Hakkı İzmirli, İslam’da 10 Gazalî, gerek Makâsıd gerekse Tehâfüt’ünde felsefî kavram ve delilleri fazlasıyla kullanmıştır. Kelam ilminin sahasını genişleterek bir çok konuyu ona dahil etmiştir. Filozofları tenkit etmesine rağmen, mantık, ahlak, siyaset ve psikolojide özellikle İbn Sina’nın görüşlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. 9 Gazalî’nin en büyük takipçisi ve “Gazalicilik”i bir sistem haline getiren Fahreddin Râzi (1150-1210)’dir. İbn-i Sina ve Gazalî gibi ansiklopedik bir müellif olup iki yüze yakın esere sahiptir. Râzi, Gazalî’nin düşüncelerini sistemleştirmesi ve felsefe ile kelamı meczetmesi yönüyle İslâm düşüncesinde büyük bir dönüm noktasıdır. O, kelamı felsefîleştirmiş, diğer bir ifadeyle felsefeyi kelamlaştırmıştır. Kelamî meselelerde, felsefî metot ve delilleri kullanmıştır. Dinî ve metafizik meselelerle ilgili aklî ve naklî delilleri ustalıkla birleştirebilmiştir. Böylece, kelama, felsefî geleneğe göre istikamet vermiştir. Meşşâî felsefesinin tahlil ve tenkidini, Gazalî dışında hiç kimsenin erişemediği bir ustalıkla yapmıştır. Hatta, takipçisi olduğu Gazali’yi bir çok konuda aşmayı başarabilmiştir. Râzî, Mebahisü’lMeşrikiyye adlı eserinde, felsefi meseleleri derinlemesine incelemiştir. Felsefî Akımlar, İstanbul 1997, 198 vd.; Bayrakdar, 94-95. 8 S. Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazalî Metafiziğinin Karşılaştırması, İstanbul 1986, 10 vd.; Süleyman Uludağ, “Bir Düşünür Olarak Gazalî”, İslamî Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4, 249-255; İlhan Kutluer, “Gazalî’nin Felsefî Serüveni” İslamî Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4, 255-265. 9 Bkz. Hayrani Altıntaş, “Gazalî’nin Felsefe ile İlgili Düşüncelerinde Çelişkiler”, İslamî Araştırmlar Gazalî özel Sayısı, c.13, sayı 3-4; 441-445; Gazalî’nin İslam Düşüncesinde oynadığı rol ile ilgili olarak ayrıca bkz., Hüseyin Atay, el-Muhassal-Kelam’a Giriş’e yazdığı önsöz, Ankara 2002, XXXIII-XXXV. 11 İslam filozoflarının kabul ettikleri, “Birden ancak bir çıkar” ilkesini eleştirmiştir. Dolayısıyla sudur nazariyesini kabul etmeyerek, “yoktan yaratma” görüşünü delillendirmiştir. O, İbn Sina’nın eserlerine yazdığı şerhlerinde de, felsefeye karşı eleştirilerini devam ettirmiştir. Bununla birlikte, felsefeyi tamamen reddetmemiştir. Görüşlerini ve fikirlerini ispatlamak için, felsefi delilleri kullanmıştır. İşte, Râzi’nin, felsefî kelam metodu diyebileceğimiz bu sistemi, kendisinden sonra XIII. yüzyıldan itibaren sünnî İslâm dünyasında hakim fikir sistemi haline gelmiştir. 10 Gazalî’nin filozofları tenkidi, kelamda felsefî delilleri kullanması, felsefe ve kelamı birleştirmesi, dinî ilimler için mantığı gerekli görmesi, ahlak, siyaset ve psikolojide filozofların görüşlerini kabul etmesi gibi hususlarda, kelamcıların kendisini takip etmesiyle bir “Gazalicilik” geleneğinin oluştuğunu daha önce ifade etmiştik. İşte bu Gazalîcilik geleneğinin, ilk ve en büyük temsilcisi olarak Fahreddin Razî bilinmektedir. Gerçekte ise Razi’den önce yaşayan ve Gazalî geleneğine göre ilk eser veren Şehristânî’dir. O, bu sebeple, Gazali geleneğinin ilk temsilcisi sayılabilir. 11 Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam adlı eserinde temel kelamî meseleleri tartışmacı bir üslupla, felsefî kavram ve delilleri kullanarak ele almıştır. Bu sebeple de İsmail Hakkı İzmirli tarafından “Tartışma Kahramanı” olarak 10 Atay, Kelam’a Giriş’e yazdığı önsöz, XXXI-XXXII; Seyyid Hüseyin Nasr, Fahreddin Razi, çev. Burhan Köroğlu, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, edit. M. M. Şerif İstanbul, 2000, 327 vd. 11 İzmirli, İslam’da Felsefi Akımlar, 213-215. 12 vasıflandırılmıştır. 12 Şehristânî; varlık, Allah ve âlem ilişkisi, sudur nazariyesi, yaratma, adem, cevher ve âraz, illet ve malul gibi, varlık felsefesi ile ilgili konularda, filozofların özelliklede İbn Sina’nın görüşlerini eleştirmiştir. Bu eleştirilerinde büyük ölçüde Gazalî’den yararlanmıştır. Felsefenin temel problemlerinden varlıkla ilgili; yukarda ifade ettiğimiz konularda kendi görüşlerini ortaya koyarken, Eş’arî geleneğine bağlı kalmış ve Gazalî’den etkilenmiştir. 13 Gerek İbn Sina’yı ve filozofları eleştirisinde gerekse varlıkla ilgili görüşlerinde Gazalî’den etkilenmesi sebebiyle; Şehristânî’nin Gazalîci filozof kelamcı olarak nitelenmesi mümkündür. Tezimizde; Şehristânî’nin pek bilinmeyen, Gazalî geleneğine bağlı filozof kelamcı özelliğini, Nihayetü’l-İkdam adlı eserine bağlı kalarak ortaya koymaya çalışacağız. Onun; varlık, Allah ve âlem ilişkisi hakkında kullandığı felsefî kavramları ve bu kavramlara hangi anlamları yüklediğini ele alacağız. Şehristânî’nin felsefî ve kelamî görüşlerini açıklarken yeri geldikçe; İbn Sina ve Gazalî’nin görüşleri ile karşılaştırarak ayrıldıkları ve birleştikleri hususları belirlemeye çalışacağız. 12 İzmirli, İslam’da Felsefi Akımlar, 213-216. 13 Bkz. Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam, London 1934, 12 vd., 58 vd. 13 I. BÖLÜM ŞEHRİSTANİ’NİN HAYATI, İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ 14 A. HAYATI Asıl adı Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim b. Ahmed olan Şehristânî’nin meşhur bir alim olmasına rağmen, hayatı hakkında yeterince kesin ve ayrıntılı bilgilere sahip bulunmamaktayız. Yusuf Ziya Yörükan bu durumu, Terâcim ve Tabakât kitaplarının yazılış mantığına bağlamaktadır. Ona göre; teracîm ve tabakât kitaplarındaki meşhurların hayat hikayesi genel anlamda yazılmış olup ayrıntılar ihmal edilmiştir. İlim adamlarının ve meşhur kişilerin, daha çok, doğum ve vefat tarihleri ile hayat hikayelerinin genel hatları zikredilmiştir. Bunun sonucunda da, kitaplar, “Ensab ve Vefayât” isimlerini almıştır. Bununla beraber, bazı büyük ilim adamlarının tercüme-i halleri istisnaî olarak ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. 14 Yusuf Ziya Yörükan, Şehristânî hakkında bilgi veren eserlerin, onun hayatı ile ilgili olarak atıfta bulunduğu en eski ve birinci el kaynak; Ebû Sa’d Abdulkerim b. Muhammed es Sem’ânî’nin (562/1166) Tarihu Bağdat’a yazdığı “Zeyl”i ile “Tahbîr” adlı eserleri olduğunu, fakat, bu iki eserin de henüz bulunamadığını kaydeder. 15 Sem’ânî’nin bu iki eserine dayanarak Sehristânî’nin hayatı hakkında bilgiler veren ikinci derecedeki 14 Yusuf Ziya Yörükan, Şehristânî, Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1926, sayı 3, 267. 15 Yusuf Ziya, 268-269. 15 kaynaklar ise şunlardır: İbn Hallikan’ın Vefâyâtü’l-Ayân’ı 16, Subkî’nin Tabakâtü’ş-Şafiyyeti’l-Kübrâ’sı 17, Safadî’nin el-Vâfî bi’l-Vefâyât’ı 18 Yakut el-Hamevî’nin Mu’cemu’l-Buldân’ıdır 19. Şehristânî’nin hayatı hakkında bilgiler içerdiği belirtilen birinci el diğer bir kaynak ise, çağdaşı olan Mahmud b. Muhammed b. Abbas b. Arslan el-Abbasî el-Harezmî’ye (563/1173) ait “Tarih-u Harezmî”dir. Ancak bu eserinde günümüze kadar ulaşamadığı yine verilen bilgiler arasındadır. 20 Şehristânî’nin hayatı hakkında bilgi veren ve halen elimizde mevcut olan tek kaynak eser, düşünürümüzün çağdaşı olan Beyhâkî’nin (566/1170) “Tetimme Sivânü’l-Hikme”sidir. 21 Şehristânî’nin hayatı ile ilgili bilgi veren bütün bu eserler, kesin ve ayrıntılı bilgi vermedikleri gibi genelde ilk kitaba dayanılarak yazılmış bilgiler olarak gözükmektedir. 22 Muhammed b. Abdilkerim, Horasan’ın Nisabur ve Harizm arasında, kuzeyde yer alan bölgede, Me’mun zamanında Horasan emiri Abdullah b. Tahir tarafından kurulan 23 Şehristan’da 24 doğmuştur. 25 Doğum yerine 16 Ebu’l-Abbas Şemsûddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekr b. Hallikân, Vefâyâtü’lAyân, Kahire 1948. 17 Takiyuddîn es-Subkî, Tabakâtü’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ, Kahire 1906. 18 es-Safadî, el-Vâfî bi’l-Vefâyât, İstanbul 1949. 19 Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Mısır 1906. 20 Yusuf Ziya, 270; Ömer Faruk Harman, Dinler Tarihi Açısından Şehristânî ve el-Milel ve’n-Nihal, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1983, 19. 21 Beyhâkî, Tetimme Sivanü’l-Hikme, Lahor 1935. 22 Yusuf Ziya, 270-271; Harman, 20. 23 Bkz. Hamevî, III,376; İbn Hallîkân, III, 403. 24 Kaynaklara göre Türkistan’ın Horasan bölgesindeki Şehristan’dan başka İran’da da aynı adla iki yer daha bulunmaktadır. Bkz. Hamevî, III, 376; İbn Hallikân, III, 403. 25 İbn Hallikân, III, 403; İsmail Fida, el-Muhtasar fî Ahvali’l-Beşer, İstanbul 1280, II, 29; Muhammed Tancî, “Şehristânî”, İ. A., İstanbul 1970, XI, 393. 16 nispetle daha sonra kendisine Şehristânî denilmiş ve bu lakabıyla tanınmıştır. 26 Şehristânî’nin doğum tarihi konusunda kaynaklarda farklı bilgiler bulunmaktadır. Subkî, Şehristânî’nin öğrencisi Sem’ânî’nin Zeyl’inden nakilde bulunarak onun doğum tarihinin 479/1086 olduğunu söylemektedir. Bu konuda Sem’ânî’nin; “Şehristânî’ye sorduğumda bana doğum tarihinin 479/1086 olduğunu söyledi” ifadesini nakletmektedir. 27 Aynı tarihi yine Sem’ânî’den naklen İbn Hallîkân ve İbn Hacer el-Askalanî’de zikretmektedir. 28 Ayrıca, İbn Hallikân, eserinde Şehristânî’nin doğum tarihi ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Şehristânî 476/1074 yılında doğdu. Müsveddelerime bu şekilde kaydetmişim. Bu bilgileri nereden aldığımı hatırlamıyorum. Fakat Sem’ânî Zeyl adlı eserinde, ona doğum tarihini sorduğunu ve 479/1086 cevabını aldığını söylemektedir.” 29 Ayrıca bu tarihlerle birlikte 470/1077 30 ve 469/1076 31 tarihleri de kaynaklarda zikredilmektedir. Zehebî de Şehristânî’den bahsederken onun seksen bir yaşında vefat ettiğini haber vermektedir. 32 Bu takdirde Şehristânî’nin doğum tarihinin 467/1074 olduğu görülmektedir. Tancî’ye göre; 467 ve 469 olarak iki farklı tarihin bulunması yedi ile dokuz rakamının Arapçada birbirine benzemesinden doğmuş bir hata olabilir. 26 Zekeriya el-Kazvinî, Asaru’l-Bilâd ve Ahbaru’l-İbâd, Beyrut 1969, 389. 27 Subkî, IV, 78. 28 İbn Hallikân, III, 403; İbn Hacer el-Askalanî, Lisanü’l-Mizân, Dekkan 1331, V, 263. 29 İbn Hallikân, III, 403. 30 Ebu’l-Fidâ, II, 29. 31 Hamevî, III, 376. 32 Zehebî’den naklen, Harman, 21. 17 Onun doğum tarihi olarak ileri sürülen 479 yılı ise tarihî verilere ters düşmektedir. Çünkü Şehristânî dinî ilimleri öğrenmek için Nisabur’a, hocası Ahmed el-Medenî 490/1096 yılında vefat etmiş olduğuna göre, yirmi yaşından önce gitmiş olmalıdır. Doğum tarihi olarak 479/1086 yılı kabul edildiği takdirde bu seyahate on yaşından önce çıkmış olmaktadır. Bu durumda 467/1074 tarihi akla daha yatkın gözükmektedir. 33 Çocukluk döneminin nasıl geçtiği, ailesi, ilk öğrenimini kimlerden ve nerelerde aldığı, evlenip evlenmediği, çocuklarının olup olmadığı hususlarında kaynaklarda her hangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Fakat hayatının daha sonraki dönemindeki faaliyetlerinden ve eserlerinden çok iyi bir eğitim aldığı, memleketi Şehristan’da Arapça ve mantık öğrendiği anlaşılmaktadır. 34 İlk öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra dönemin önemli bir ilim merkezi olan Nişabur’a gitmiş ve ilim tahsiline burada devam etmiştir. Nişabur’da Ebu’l-Hasan b. Ali b. Ahmed elMedenî’den (490/1096) hadis, Tus kadısı ve İmam Gazalî’nin ders arkadaşlarından Muhammed el-Havafî’den (500/1106) fıkıh, Ebû Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî’den (514/1120) fıkıh usulü ve kelam, Ebu’l-Kasım Süleyman b. Nasır el-Ensarî’den (512/1118) de kelam, cedel usulü ve ilahiyyûn felsefesi okumuştur. 35 Şehristânî, Nihayatü’l-İkdam adlı eserinde el-Ensarî’den “Üstadımız ve imamımız” diye bahsetmektedir. 36 33 Tancî, XI, 393. 34 Tancî, XI, 393. 35 Hamevî, V, 315; Subkî, IV, 78-79. 36 Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam, 38. 18 Şehristânî’nin Nişabur’da ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Daha sonra Harizm’e geçmiş ve orada da aklî ve naklî ilimler ile felsefe tahsiline devam etmiştir. Bir süre sonra Harizm’de dostluk kurduğu Nizamiye medresesinde müderris olan Esad b. Muhammed el-Mihanî (527/1132) vasıtasıyla bu medresede ders vermeye başlamıştır. Gerek verdiği dersleri ve gerekse vaazları onun halk arasında sevilmesine yol açmıştır. 37 Yine Harizm’de bulunduğu esnada Harizm, Nişabur ve Cürcan arasında çeşitli seyahatler yapmıştır. 38 Daha sonra 510/1116 yılında Harizm’den ayrılarak Hac ibadetini yerine getirmek amacıyla Mekke’ye gitmiştir. Hac dönüşü Bağdat’a gelerek üç yıl burada kalmıştır. Bu süre zarfında Harizm’de iken Nizamiye medreselerinde başladığı ders verme faaliyetine devam ederek öğrenciler yetiştirmiştir. Ayrıca verdiği vaazlar ile halkın büyük sevgi ve saygısını kazanmıştır. Bunların yanında ilim meclislerinde çeşitli fikir münakaşalarına katılmış ve döneminin bir çok ünlü bilgini ile ilmî müzakerelerde bulunmuştur. 39 Şehristânî, Bağdat’ta üç yıl kaldıktan sonra 514/1120 yılında Horasan’a gitmiş ve orada Selçuklu sultanı Sencer’in veziri Ebu’l-Kasım Muhammed b. El-Muzaffer’in hizmetine girmiştir. Horasan’da yaklaşık on beş yıl kalmış ve burada el-Milel ve’n-Nihal’i yazarak vezir el-Muzaffer’e 37 Hamevî, V, 315-316; Subkî, IV, 78-79; Tancî, XI, 393. 38 Muhammed Fethullah Fedran, el-Milel ve’n-Nihal önsözü, Mısır 1947, I, 3-5; Tancî, XI, 393. 39 Hamevî, V, 315-316; Subkî, IV, 78-79; Muhammed Seyyid Geylanî, el-Milel ve’n-Nihal Önsözü, Beyrut 1975, I, 3; Tancî, XI, 393. 19 takdim etmiştir. 40 Vezirin, Sultan Sencer tarafından azledilmesinden sonra (526/1131) Şehristânî, Horasandan ayrılarak Tirmiz’e geçmiştir. Tirmiz’de ilim adamlarına ve filozoflara özel ilgi gösteren ve onlara imkanlar hazırlayan Nakibu’l-Eşraf Ebu’l-Kasım Ali b. Cafer el-Musavî’nin (550/1155) hizmetine girmiş ve kendisine el-Milel ve’n-Nihal’in bir nüshasını takdim etmiştir. 41 Yine Nakibu’l-Eşraf’ın hizmetinde iken “Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam” ile “el-Musâraa” adlı eserlerini yazmıştır. 42 Onun Tirmiz’de ne kadar kaldığı hususunda kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Çeşitli entrika ve fitnelerden bunalan Şehristânî buradan ayrılarak memleketi olan Şehristan’a dönmüştür. 43 Tirmiz’de bulunduğu sürenin sonlarına doğru Nakibu’l-Eşraf el-Musavî ile arasının açıldığı ve gözden düştüğü anlaşılmaktadır. Bu yüzden el-Musâraa adlı eserini tamamladıktan sonra Tirmiz’den ayrıldığı söylenmektedir. 44 Tirmiz’den ayrıldıktan sonra Şehristânî, ömrünün sonlarını memleketi Şehristan’da geçirmiş ve 548/1153 yılında vefat etmiştir. 45 Büyük ilmî şöhretine rağmen, yetiştirdiği öğrenci sayısı oldukça azdır. Bunlardan sadece Ebû Sa’d es-Sem’ânî (562/1166) ile meşhur kelamcı el-Mucîr elBağdadî bilinmektedir. Bu durum onun ömrünün büyük bir kısmını devlet adamlarıyla birlikte geçirmesiyle açıklanmaktadır. 46 40 Subkî, IV, 79; Beyhakî, 140; Tancî, XI, 393-394. 41 Tancî, XI, 393. 42 Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam, 3. 43 Tancî, XI, 393. 44 Yusuf Ziya, 274. 45 İbn Hallikan, III, 404; Subkî, IV, 78; Tancî, XI, 393. 46 Tancî, XI, 393. 20 Yaşadığı devir ve kendisinden sonraki dönemlerde, el-Milel ve’nNihal başta olmak üzere eserleri, eserlerindeki üslubu ve objektifliği ile geniş yankılar uyandıran Şehristânî’nin hayatı hakkında kaynaklarda maalesef daha fazla ayrıntılı bilgiler bulunmamaktadır. Günümüze ulaşan eserlerde onun hayatı ile ilgili ulaşabildiğimiz bilgiler buraya kadar aktardığımızla sınırlı kalmaktadır. B. İLMİ KİŞİLİĞİ Şehristânî kelam, felsefe, fıkıh, mezhepler tarihi ve dinler tarihi gibi alanlarda yaptığı çalışmaları ve ortaya koyduğu eserleri ile haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Günümüze kadar sadece üç tane eseri ulaşmasına rağmen, eserlerindeki ilmî titizliği ve objektifliği, üslûbu, meselere hakim olması, dönemine göre çok üst düzeyde bir bilgin olduğu kanaatini vermektedir. İlmî faaliyetlerinin yanı sıra, insanlarla iç içe olması, camilerde vaazlarda bulunması da halk arasında sevilmesine ve temayüz etmesine sebep olmuştur. 47 Kaynakların verdiği bilgilere göre çok zeki bir insan olup, hafızası kuvvetli idi. Şehristânî, insanlara nazik davranan, mutedil bir kişiliği olan, araştırmalarında sağlıklı sonuçlara ulaşabilen ve ele aldığı konuları bütün yönleri ile değerlendirebilen bir ilim adamı özelliğine sahipti. Yaşadığı 47 İbn Hallikan, III, 404. 21 dönemin bir çok ilim adamı gibi çok seyahat etmiş, devlet adamları ile iyi ilişkiler kurmuş, onların hizmetlerine girmiş ve eserlerini onlara takdim etmiştir. 48 Şehristânî’nin hayatı ile ilgili, diğer kaynaklardaki bilgilerden ve kendi eserlerinden; onun dinî konularda hassas, kelamî ve felsefî konularda da itidalli ve daha temkinli olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen, hem kendi döneminde hem de daha sonraki dönemlerde çeşitli suçlamalara ve iftiralara maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Subkî, eserinde, Zehebî’nin Sem’ânî’den naklen Şehristânî’nin İsmailîler’e meylettiğini, onların fikirlerinin yayılmasına yardım ettiğini söylemektedir. Subkî, Zehebî’den bunları naklettikten sonra devamında şöyle demektedir; “Sem’ânî’nin Zeyl adlı kitabından bende iki nüsha var. Fakat Şehristânî’nin bu durumu ile ilgili her hangi bir kayıt yok. Bu ifade Sem’ânî’nin “Tahbîr” adlı eserinde bulunmaktadır. Ancak bunu nereden aldığını bilmiyorum. Bana bu ifade Sem’ânî’nin bu eserine de sonradan sokulmuş gibi gelmektedir.” 49 Şehristânî’nin dinî yönü ile ilgili diğer bir itham ise çağdaşı olan elHarizmî’ye ait olduğu ilgili araştırmalarda yer alır. Yakut el-Hamevî’nin “Tarihu Harizm” adlı eserinden naklettiğine göre; Şehristânî ile Harizmî arasında bazı konuşmalar ve ilmî tartışmalar olmuştur. Harizmî şöyle demektedir; “İtikadı bozuk olmasaydı, sapıklığa meyletmeseydi, İslam’da 48 Geylanî, I, 3. 49 Bkz. Subkî, IV, 78-79. 22 imam olurdu. Aklı mükemmel, fazileti çok olmasına rağmen makul olmayan bir meseleyi nasıl kabul ettiğine ve sapık İsmailî fikirlere nasıl meylettiğine şaşıyoruz. Ayrıca o, filozofların görüşlerine de çok önem veriyordu.” 50 Şehristânî, bu tür konularda tenkit eden diğer bir isim ise İbn Teymiye’dir. Minhacü’s-Sünne adlı eserinde onu İsmailî ve Şii olarak itham etmektedir. Bunun içinde el-Milel ve’n-Nihal adlı eserini ve Şii siyasetçilerle olan ilişkilerini delil göstermektedir. Şehristânî’nin Nihayetü’l-İkdam adlı eserinde Şiilerin ve İsmailîlerin görüşlerini çürütmeye çalışmasına rağmen, el-Milel’de savunmasını siyasîlere karşı şirin gözükmek ve onlardan gelecek tehlikelerden emin olmak istemesine bağlamaktadır. 51 Şehristânî ile alakalı olarak kaynaklarda geçen bütün bu ithamların yersiz olduğu, onun eserleri incelendiği zaman kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Öncelikle Şii olmakla ve İsmailî fikirlere meyletmekle itham edildiği el-Milel ve’n-Nihal’i Selçuklu veziri el-Muzaffer’e takdim ettiği kendi ifadesiyle tarihî bir gerçektir. Aksine Şii fikirleri tenkit ettiği, Eş’arî’den “üstadımız” diye bahsetiği, kelamî görüşlerini felsefî bir tarzda açıkladığı “Nihayetü’l-İkdam” ile İbn Sina’ya karşı yazdığı “el-Musâraa” adlı eserlerini Şii Tirmiz Nâkibü’l-Eşraf’a ithaf ettiği açıktır. 52 50 Hamevî, IV, 314-315. 51 İbn Teymiye, Minhacü’s-Sünne, Beyrut trz., III, 209-210. 52 Tancî, XI, 394-395; Harman, 29-30 23 Şehristânî el-Milel ve’n-Nihal’de konuları işlerken, mümkün olduğu kadar objektif davranmaya gayret etmiş, batıl mezhepler ve filozofların fikirlerini İslam dünyasında döneminde bulunan diğer mezhep ve ekollerin görüşlerini olduğu gibi vermeye, mümkün olduğu kadar da tenkitten uzak kalmaya çalışmıştır. Bu durumu kendisi de bizzat şöyle ifade etmektedir; “Her fırkanın görüşünü kendi kitaplarında bulduğum şekliyle, ne onların tarafını tutarak ne de aleyhlerinde bulunarak, doğrusunu yanlışından, hakkı batıldan ayırmaksızın nakletmeyi görev bildim.” 53 Şehristânî’nin bu tutumu ve metodu, devrindeki cedelci, bütün mezhep, ekol ve fikirlere kendi mezhebinin penceresinden bakan ve onları yargılayan anlayış tarafından şüphesiz yadırganmıştır. Halbuki o, elMilel’inde Şiilik ve İsmaililikle ilgili bilgiler verirken, zaman zaman tenkitlerde bulunmuştur. 54 Aynı zamanda Nihayetü’l-İkdam’ında da Şia’nın ve kollarının imametle ilgili görüşlerini şiddetle reddetmiştir. 55 Şehristânî, bağlı bulunduğu Eş’arî mezhebinin görüşlerini ise, A. Guillaume’nin de ifade ettiği gibi, körü körüne benimsememiştir. 56 Eş’arî ekolünün görüşünün desteklenmesinin imkansız olduğunu gördüğü yerde bunu açıkça söylemekten de kaçınmamıştır. 57 Özellikle Nihayetü’l-İkdam 53 Şehristânî, el-Milel, I, 16. Şehristânî’nin Objektifliği hakkında bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark beyne’l-Fırak’a yazdığı önsöz), Ankara 1991, XX. 54 Şehristânî, el-Milel, I, 147, 161-171. 55 Şehristânî, Nihaye, 478-496. 56 A. Guillaume, Intraduction (Nihayetü’l-İkdam Neşri), London 1934, X. 57 Şehristânî, Nihaye, 411. 24 adlı eserinde felsefî fikirlere geniş yer vermesi, felsefe ile kelamı meczeden bir yol tutması sebebiyle de tenkit edilmiştir. 58 Bu şekilde tenkit edilmesinde, filozofları eleştiren, hatta bazı noktalarda onların küfre düştüklerini söyleyen Gazali’den hemen sonra yaşaması da etkili olmuştur. Gerçekte o, Fahreddin Razi ile başladığı ifade edilen Eş’arî kelamı ile felsefeyi meczeden tutumun belkide ilk öncüsü durumundadır. C. ESERLERİ Şehristânî’nin eserlerinin sayısı konusunda kaynaklarda kesin bir bilgi olmamakla birlikte ona atfedilen eserlerin toplamı yirmi civarındadır. Fakat bunlardan çoğu günümüze kadar ulaşmamıştır. Eserlerini sayı ve isim olarak, İbnü’l-İmad Şazârâtü’z-Zeheb’inde 59, İbn Fidâ Tarihinde 60, İbn Hallikan Vefâyât’ında 61, Beyhâkî Tetimme’sinde 62 ve Hamevî, Mu’cemü’lBuldân’ında 63 zikretmektedir. Bütün bu kaynaklar ışığında Şehristânî’ye ait olduğu bilinen veya ona atfedilen eserler şunlardır: 1. Kitabü’l-Milel ve’n-Nihal. 58 İthamların haksız olduğuna dair geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 279-285; Tancî, XI, 393-394; Harman, 29-34. 59 İbnüü’l-İmad, Şezârâtü’z-Zeheb, Mısır 1350, IV, 149. 60 İbn Fidâ, 29-30. 61 İbn Hallikan, III, 403-404. 62 Beyhakî, 139. 63 Hamevî, V, 314-316. 25 2. Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam. 3. Musâraâtü’l-Felâsife. 4. Kıssatü’l-Musa ve’l-Hıdır. 5. Kitabü’l-Menâhic Ve’l-Ayat. 6. Şerhu Sûret-i Yusuf. 7. Kitâbu’l-Uyûn ve’l-Enhar. 8. Tarihu’l-Hukemâ. 9. Telhîsu’l-Aksam li Mezâhîbi’l-Enam. 10. El-İrşâd ilâ Akaidi’l-İbâd. 11. Kitabü’l-Mebde ve’l-Mead. 12. El-Cüzz ellezî lâ Yetecezzâ. 13. Nihayetü’l-Evham. 14. Şubuhatü Aristotales ve İbn Sina ve Nakzuhâ. 15. Gayetü’l-Meram fî İlmi’l-Kelam. 16. Kitabü Dekâiki’l-Evham. 17. Mefâtihu’l-Esrâr ve Mesâbihu’l-Ebrâr. 18. Mecâlisu Mektûbe. 26 19. El-Aktar fi’l-Usûl. 64 Şehristânî’nin ilk iki eseri bütün kaynaklarda isim olarak geçmektedir. Fakat günümüze kadar el-Milel ve’n-Nihal, Nihayetü’l-İkdam ve Musaraatü’l-Felâsife isimli eserleri ulaşabilmiştir. Eserlerinin sayısı az olmakla birlikte ihtiva ettiği konular, bilgiler ve metod açısından nitelikli olması yönüyle meşhur olmuştur. Şehristânî’nin günümüze kadar ulaşan ilk üç eseri, el-Milel, elMusâraâ ve Nihayetü’l-İkdam adlı eserleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum; 1. EL-MİLEL VE’N-NİHAL Şehristânî bu eserini 520/1127 yılı ile 526/1131 yılları arasında yazmıştır. Kitabını Selçuklu veziri el-Muzaffer’e ithaf ettiğini, el-Milel ve’nNihal’i neşreden Muhammed F. Bedran önsözde belirtmektedir. El-Milel, İslam dünyasında çok meşhur olduğu için hemen her kütüphanede el yazma nüshası bulunmaktadır. İstanbul kütüphanelerinde de çok sayıda yazma nüshası bulunmaktadır. 65 el-Milel, yazma nüshalarının yanında bir çok defa da basılmıştır. Bunlardan üç tanesi edisyon kritikli olarak basılmış olup önemlidir. 64 Eserleri ile ilgili geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 276-286; Tancî, XI, 394-395; Harman, 34-35. 65 Yazma nüshalar hakkında geniş bilgi için bkz. Harman, 51. 27 a. 1842-46 London, W. Cureton’un neşri. b. 1947 ve 1956 Mısır, Muhammed F. Bedran’ın birinci ve ikinci neşri. c. 1975 Beyrut, M. Seyyid Geylani neşri. Muhteva olarak el-Milel ve’n-Nihal, Mezhepler Tarihi, Felsefe Tarihi ve Dinler Tarihinin konularını kapsamaktadır. Şehristânî eserinde Hz. Adem’den çağına mezheplerini, kadar felsefî bütün dinleri, düşünceleri inanç incelemeye ve şekillerini, ortaya dinlerin koymaya çalışmıştır. Kitabın baş kısmında ise, dinlerin nasıl ortaya çıktığını ve kitabın yazılış metodunu açıklayan beş mukaddimeden oluşan bir medhal (giriş) kısmı bulunmaktadır. Dinlerin, mezheplerin ve filozofların görüşlerini yazarken ulaşabildiği kadarıyla olduğu gibi aktarmaya çalışmıştır. Bu açıdan objektif olduğu gözükmektedir. Kitabın yazılış metodu ve objektifliği ile dinler ve mezhepler hakkında verdiği bilgiler yönüyle önemini, kıymetini günümüze kadar koruyabilmiştir. Bu açıdan temel bir başvuru kaynağı olarak kabul edilmektedir. 2. EL-MUSÂRAÂTÜ’L-FELÂSİFE Şehristânî bu eserini Nihayetü’l-İkdam’dan sonra Tirmiz’de bulunduğu sırada yazmıştır. El-Musâraâ, yazma olarak ülkemizde 28 Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. 66 Şehristânî kitabının başında bu eserini yazış amacını belirtmektedir. O kendi dönemine kadar felsefede en büyük alim olarak gösterilen İbn Sina’nın felsefî görüşlerini tartışmak, yanlış olduğunu ispatlamak ve reddetmek için bu eserini yazdığını ifade etmektedir. El-Musâraâ yedi kısımdan oluşmaktadır: a. Varlığın kısımları: Kelamcıların varlığı evveli olan ile olmayan şeklinde ayırdığını, İbn Sina’nın ise varlığın taksimini zorunlu, mümkün olarak bütün varlığı kapsayacak şekilde yaptığını belirterek, onun görüşlerine karşı çıkmaktadır. b. Vacibü’l-Vücûd’un varlığı: İbn Sina’nın Allah’ın varlığı ile ilgili delillerini yetersiz bulmakta ve tenkit etmektedir. Allah’ı bilmenin ancak fıtrat yani sezgi ile olabileceğini belirtmektedir. c. Vacibu’l-Vucûd’un Birliği: Bu kısımda ise Şehristânî tamamen “Bir’den bir sudûr eder” fikrinin yanlış olduğunu delilleri ile ortaya koymaya çalışmaktadır. d. Vacibu’l-Vucûd’un İlmine Dair: İbn Sina’ya atfen ifade edilen “Allah cüz’iyyâtı bilemez” meselesini tartışmaktadır. e. Alemin Hudusu: Alemin kıdemi ile ilgili Aristo ve kendisini takip eden İbn Sina gibi İslam filozoflarının yanlış düşündüğünü ifade etmektedir. 66 el-Musâraâ, Ayasofya Ktp. No. 2358. 29 Şehristânî bu ilk beş mesele hakkında geniş açıklamalar yapmakta ve düşüncesini ispatlamak için çeşitli deliller ileri sürmektedir. Fakat son iki meseleyi ise gayet kısa olarak ele almıştır. Bu iki mesele ise; basit ve mürekkep varlıkların oluşu ile her hareket edenin bir hareket ettiriciye muhtaç olduğu hakkındadır. El-Musâraâ’nın son kısmındaki ifadelerden, Şehristânî’nin bu eserini tamamlayamadan Tirmiz’den ayrılmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. 67 3. NİHAYETÜ’L-İKDAM FÎ İLMİ’L-KELAM a. Eserin Metodu ve Yazma Nüshaları Şehristânî, kelamî ve felsefî konuları içeren bu eserini, el-Milel ve’nNihal’den sonra kaleme almıştır. Eserinde kelamî konuları özelliklede ilahiyat bahislerini felsefî bir tarzda ve üslûpta ele almıştır. Eserin tartışmacı bir metodu olup, meseleleri sorulu ve cevaplı bir usulle ortaya koymaya çalışmıştır. Yazar, kitabı bu üslupla yazacağını mukadimede de belirtmektedir. Eserin, dünyanın ve İstanbulun çeşitli kütüphanelerinde çok sayıda el yazma nüshası bulunmaktadır. İstanbul kütüphanelerinde bulunan belli başlı elyazmaları şunlardır: a. Topkapı Sarayı Müzesi, III. Ahmed Kütüphanesi, no. 8794. 67 el-Musâraâ hakkında geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 280-285. 30 b. Kültür Bakanlığı, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi, no. 1169. c. Kültür Bakanlığı, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, no. 964. d. Kültür Bakanlığı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, no. 1192. e. Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümü, no. 14698. f. Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih Bölümü, no. 35168. g. İstanbul Üniversitesi, Merkez Kütüphanesi, no. 5225 ve 5224. Eser, İngiliz şarkiyatçı Alpherd Guillaume tarafından tahkik edilerek 1934 yılında Londra’da neşredilmiştir. Guillaume, Nihayetü’l-İkdam’ı tahkik ederken üç yazma nüshaya dayandığını, esere yazdığı giriş kısmında belirtmektedir. Onun ifadelerine göre dayandığı yazma nüshalar şunlardır: a. Paris Bibliotheque Nationele’de 1246 numarada bulunan h. 580 tarihli yazma. b. Oxford Bodleian Library’de bulunan 356 numanalı h. 590 tarihli yazma. c. Berlin Preussische Staatsbibliotek’te bulunan 579 numaralı h. 607 tarihli yazma. Alpherd Guillaume Nihayetü’l-İkdam’ın son kısmına ilave olarak Şehristânî’nin el-Cüz ellezî lâ Yetecezzâ adlı eserini Fî İsbât el-Cevheri’l- 31 Ferd olarak yayınlamıştır. Fakat bu eseri nerede bulduğuna dair her hangi bir bilgi vermemektedir. b. Eserin Muhtevası: Nihayetü’l-İkdam esas olarak klasik tarzda yazılmış bir kelam kitabıdır. Fakat bu eserin, diğer kelam kitaplarından ayırtedici bir kaç önemli özelliği bulunmaktadır. Öncelikle Şehristânî, eserinde en çok tartışılan konuları ele almıştır. Bir konu hakkında filozofların, Mutezilîlerin ve kelamcıların görüşlerini zikretmekte, kendisinin kabul veya reddettiği hususları da ifade etmektedir. Meseleler hakkında kendi görüşlerini anlatırken felsefî deliller kullanmakta ve tartışmacı, sorulu ve cevaplı bir usul takip etmektedir. Eser yirmi bölümden oluşmaktadır. Eserin muhtevası hakkında fikir vermesi açısından bölümlerin isimlerinin kısaca belirtilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz. 1. Alemin yaratılması (Hudusu) 2. Allah’ın âlemi toptan yaratması 3. Tevhid hakkında 4. Teşbih’in geçersizliği 5. Ta’til (İlahi sıfatları reddeden) mezhebinin geçersizliği 6. Ahval hakkında 7. Ma’dum (yokluk) hakkında 32 8. Heyula hakkında 9. İlim sıfatının ispatı 10. Allah’ın ezelî ilmi hakkında 11. İrade hakkında 12. Allah’ın kelam sıfatı hakkında 13. Allah’ın kelamının birliği 14. İnsan kelamı hakkında 15. Allah’ın sem’i ve basar sıfatları 16. Ru’yetullah 17. Tahsîn ve takbîh; Allah’ı aklen bulmanın vacip olmadığı hakkında 18. Allah’ın fillerinde gaye ve illetin, salah ve aslahın geçersizliği 19. Nübüvvetin ispatı 20. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı, tekfir, haşr, mizan, hesap, şefaat, imamet, keramet. 33 II. BÖLÜM ŞEHRİSTANİ’NİN FELSEFİ GÖRÜŞLERİ 34 A. FELSEFÎ VE KELAMÎ KAVRAMLAR Felsefî ve kelamî ekoller ile bunlara mensup ilim adamlarının görüşlerini tam ve doğru olarak ortaya koyabilmek için; öncelikle kullandıkları kavramların ve içeriklerinin tespit edilmesi gerekmektedir. Çünkü, hem düşünce sistemi, hem de kavramlar, bazen kendisi bazen de muhtevası ekol veya düşünüre göre değişiklik gösterebilmektedir. Hatta bu değişiklik, aynı ekole mensup ilim adamları arasında da görülebilmektedir. Bu sebeple, Şehristânî’nin görüşlerini ortaya koyabilmek için, ilk olarak, temel felsefî ve kelamî kavramlara hangi anlamları yüklediğini, Nihayetü’lİkdam’a dayanarak belirlemeye çalışacağız. Şehristânî’nin görüşleriyle birlikte; felsefî kavramlarını kullandığı, fakat düşüncelerinin çoğunu kabul etmediği İbn Sina ile filozofları tenkit hususunda kendisini takip ettiği Gazalî’nin de görüşlerini kısaca ele alacağız. İbn Sina ile Gazâlî’nin düşüncelerinden katıldığı veya itiraz ettiği noktalara ayrı ayrı işaret edeceğiz. 1. VARLIK (VUCUD) KAVRAMI İlkçağ felsefesinden itibaren felsefenin en temel konularından birisi olan varlık; filozofların felsefî sistemlerinin temelini oluşturmuştur. Varlıkla ilgili görüşleri sonraki kısımlarda geniş olarak ele alacağız. Burada, kısaca, İbn Sina, Gazalî ve Şehristânî’de 35 varlığın nasıl tanımlandığını açıklayacağız. Çünkü, İbn Sina’nın varlıkla ilgili görüşleri kendisinden sonraki bu iki düşünüre büyük ölçüde etki etmiştir. İbn Sina’ya göre, varlık; açık ve seçik, kolayca anlaşılan, en genel anlamda bir kelimedir. Ona göre, varlığın temeline yerleştirilecek başka bir temel ve onu açıklayacak daha genel bir kavram yoktur. Çünkü, bu kavram, insanın ilk hamlede kavradığı en umumî prensiptir. Onun türü ve ayrımı yoktur, bu sebeple tanımlanamaz. 68 Gazalî’de, İbn Sina’nın etkisinde, aynı şekilde, varlığın tanımlanamayacağı görüşündedir. Çünkü, varlıktan daha açık ve umumî bir lafız yoktur. Onun aslından şüphe edilemez. O, kudretten hasıl olan sabit bir şeydir. 69 Şehristânî, varlığın tanımlanamayacağı konusunda İbn Sina ve Gazalî ile aynı görüştedir. Ona göre, varlık tarif edilemeyecek kadar açık olduğundan, onu tarif için kullanılan her kelime ondan daha kapalı olacaktır. Varlık en genel kavramdır. Ayrıca, Şehristânî, Eş’arîlerin sübût, şeylik, zât ve ayn kelimlerini varlık (vücûd) la eşamlamlı olarak kullandığını ifade etmektedir. 70 68 İbn Sina, Necat, Kahire 1938, 199 vd; Şifa, İlahiyat, Kahire 1960, II, 287 vd; el-İşârât ve’t-Tenbihât, Mısır 1908, 5 vd; Ayrıca bkz. Hayrani Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992, 29 vd; Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983, 28; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara 1974, 71; Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem İlişkisi, Ankara 1998, 41, 42. 69 Gazalî, Miyaru’l-İlm, Mısır 1961, 108; el-İktisâd fi’l-İtikad, Ankara 1962, 23, 36; Ayrıca bkz. Bolay, 253 vd; Düzgün, 43. 70 Şehristânî, Nihaye, 151-152. 36 2. YOKLUK (ADEM) KAVRAMI Yokluk, varlığın zıddı veya varlığın önceki halini ifade etmek için kullanılır. Mantık açısından, yokluk tarif edilemez ve ne olduğundan bahsedilemez. Ancak varlığa nispetle ve varlık yardımıyla yokluk hakkında haber verilebilir. 71 İbn Sina’ya göre de, yokluktan, varlığa nispetle bahsedilebilir. Mutlak yokluktan olumulu bir şekilde haber verilemez, olumsuz bir şekilde söz edilebilir. Bu durumda ise, ona zihinde bir çeşit varlık vermek gerekir. Yani, adem, gerçek bir varlık alanı olmayıp sadece imkandır. 72 Yine, İbn Sina’ya göre, yokluğun ilke sayılması, bir varlığın varolması için bir ademe dayanmasından ileri gelir. Zira, yokluk, araz için bir başlangıçtır, son bulmasıyla varlık olur. 73 Diğer taraftan, İbn Sina’ya göre, varlık mutlak hayır, yokluk ise mutlak şerdir. Bu sebeple “şey”ler varolmayı arzular. Hiç bir şekilde yoklukla ilişkisi olmayan tek varlık ise “Vacibu’l-Vucûd”tur. 74 Gazalî’de de yokluk varlığa nispetle bilinebilir. O varlığın karşılığı olarak yokluğu; bir şeyin zâtının olmaması şeklinde kabul etmektedir. Bu düşüncesiyle, varlık sebebinin ortadan kalkmasını, zâtın yokluğunu, yokluk olarak görmektedir. Dolayısıyla, varlığın illetinin olmamasını, yokluğun (adem) illeti saymaktadır. 75 Gazalî’nin, yokluğu, sadece zihinde olduğunu 71 Atay, İbn Sina’da Varlık, 35-36. 72 İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 32 vd; Risâle fi’l-Hudûd, Tis’u Resail içinde, Mısır 1908, 91 73 İbn Sina, Necat, 101. 74 İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 355-356; Atay, İbn Sina’da Varlık, 34 vd. 75 Gazalî, Miyar, 303; İktisâd, 26 vd; Ayrıca bkz. Bolay, 145 vd, 295-296. 37 kabul etmeyip, varlığın karşılığı olarak görmesi, âlemin yoktan yaratıldığı görüşünü delillendirmek içindir. Bu yönüyle, İbn Sina’dan ayrılmaktadır. Ancak, varlığı mutlak hayır olarak görmesinde İbn Sina ile birleşmektedir. 76 Şehristânî ise, yokluğun varlığa göre bilinebileceği hususunda İbn Sina ve Gazalî ile ayrı görüştedir. Ona göre, ilim, var olana taalluk eder. O halde, varlık olmadan, kabul edilmeden yokluk hakkında bir şey söylenemez. Gazalî’de olduğu gibi, o, mutlak yokluğu varlığın karşıtı olarak görmektedir. Bu yüzden, yokluk özel ve genel olmaz. Mutlak varlığın karşılığında mutlak yokluk vardır. 77 Şehristânî’nin yokluk hakkındaki bu tutumu, Gazalî’de olduğu gibi, âlemin Allah tarafından yoktan varedildiği görüşünü temellendirme gayesine dayanmaktadır. 3. HAL KAVRAMI Kelime anlamı “Boşluk” olan halâ; felsefe ve kelamda; herhangi bir cisimden veya yer kaplayan cevherden hâli olan yer manasındadır. Aristo fiziğini takip eden İbn Sina, Şifa’nın Tabiiyyât kısmında halâ kavramını ele almaktadır. Burada “boşluk”u mekan kavramına bağlı olarak reddetmektedir. O, mekanı, yalnızca kuşattığı cismin sınırı olan yüzey olarak tarif etmektedir. Bu sebeple de, halâ’yı savunanların, mekanı, 76 Bkz. Bolay, 145 vd. 77 Nihaye, 151 vd. 38 cisimden bağımsız olarak bulunan boyutlar şeklinde tanımlamalarına karşı çıkmaktadır. Ona göre halâ; cisim ve cismanîlikten hâlî olduğu için gerçek anlamda yoktur. 78 Gazalî, Tehâfütü’l-Felâsifesi’nde, birinci meselede, âlemin kıdemini tartışırken, kaçınılmaz olarak, halâ üzerinde durmaktadır. O, âlemin zaman ve mekan bakımından sonlu olduğu fikrini temellendirebilmek için âlemin ötesinde halâyı kabul etmektedir. Gazalî, zamanın kadîm olduğunu kabul etmenin, âlemin ötesinde cisim olsun, boşluk olsun bir devamlılık olduğunu kabul etmeyi mümkün kılacağını belirtmektedir. Çünkü, mekan ne kadar cisme ait bir kavramsa zaman da o kadar cisme ait bir kavramdır. 79 Şehristânî, halâ kavramını Allah’ın âlemi yoktan yaratmasını açıklamada kullanmaktadır. Öncelikle, cisimlerin, cevher ve arazların sonlu olduğunu belirtir. Daha sonra da, sonlu olan cisimlerin tabiî olarak evvelinin olacağını söyler. Bu durum ise, âlem ötesinde halânın varlığını kaçınılmaz kılar. Halânın kabulü, cismin sonsuza kadar yer kaplamayacağı ve sonsuza kadar bölünemeyeceği teziyle de bağlantılıdır. Sonuçta, aklın, cismin sonluluğuna hükmettiği yerde bir boşluğun düşünülmesi mümkündür. 80 78 İbn Sina, Şifa, Tabiiyyât, I, 137 vd; Hudûd, 94. 79 Gazalî, Tehafütü’l-Felâsife, Beyrut 1962, 67 vd; Türkçe tercümesi, Bekir Sadak, İstanbul 2002, 22 vd. 80 Nihaye, 13 vd, 52 vd; Halâ hakkında geniş bilgi için bkz. İlhan Kutluer, Halâ mad., T.D.V. İ. A., C. 15, İstanbul 1997, 221 vd. 39 4. HEYUL KAVRAMI İbn Sina’ya göre, heyulâ ezelî bir imkandır. O, heyulâyı ispatlayabilmek için, cisimleri oluşturan cevherleri inceleyerek maddenin varlığını kanıtlamaya çalışmıştır. Buna göre, cisim, mahiyeti itibariyle uzunluk, genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutludur. Dolayısıyla, cismin değişken nitelikleri onu tanımlamaya yeterli değildir. Cismin tanımlanmasına imkan veren cevher surettir. Bununla birlikte, cisme ait olan bölünebilirlik, ayrışma gibi olgular cevherden gelmemektedir. O halde, infisal ve ittisali sağlayan, kuvve halinde bulunan bir başka cevherin bulunması gerekmektedir. İşte bu, yer kaplamayan, konumu bulunmayan, algılanamayan aklî cevher heyulâdır. 81 Gazalî, heyulâ ile maddeyi ayırmaktadır. Ona göre heyulâ, bütün bir varlık olmayıp, sadece kendisinde bulunmayan bir yetkinliği kabul eden bir unsurdur. Varlığı surete bağlıdır. Suret ve heyulânın bir araya gelmesi aklî bir terkiptir. 82 Şehristânî önce heyulâyı savunanların görüşleri hakkında bilgi vermektedir. O, filozofların, bu konudaki görüşlerini ikiye ayırır: Birinci gurup; heyulâyı Allah, akıl, nefis gibi ezelî bir ilke olarak kabul edenlerin görüşleridir. Buna göre, ezelde, sadece suret kabul etme istidadında olan heyulâ, ilk suretin meydana gelmesiyle üç boyutlu birleşik bir cisme dönüşerek bilfiil varolur. Bu ikinci heyulâdır. Bilfiil varolan heyulâda, sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk özelliklerinin gerçekleşmesiyle ateş, 81 İbn Sina, Necat, 202 vd; Hudûd, 83-84; Atay, İbn Sina’da Varlık, 105-107. 82 Gazalî, Miyar, 97-99; Bolay, 137 vd. 40 su, hava ve toprak meydana gelir. Bu ise üçüncü heyulâdır. Son olarak, bu dört unsurdan ârazları taşıyan birleşik varlıklar oluşur. İkinci gurup ise, heyulânın aklî bir cevher olduğu görüşünde olanlardır. Bu durum, maddî bir cevherin suretlerden soyutlanmış şeklidir. Şehristânî ise, heyulânın ezeliliğini ve cevher olarak suretlerden soyutlanmış olmasını kabul etmemektedir. Ona göre, suretlerden soyutlanmış mutlak bir cevher yoktur. Çünkü, heyulânın belirli bir birleşme ve ayrılmadan soyutlanması mümkünse de, küllî manada birleşme ve ayrılmadan soyutlanamaz. 83 5. İLLET VE MALUL (SEBEP ve SEBEPLİ) KAVRAMLARI İslam felsefesinde, illet ve sebep, malul ve sebepli eşanlamlı olarak kullanılmıştır. İbn Sina, genelde, illet ve malulu tercih etmiştir. Ona göre, illet, bir varlığın, fiil halindeki varlığını kendisinden aldığı bir başka varlığın zatıdır. İlletin varlığı, fiil halindeki bu varlığa bağlı değildir. Malul ise, fiil halindeki varlığı bir başkasından gelendir. 84 Vacib varlık dışındaki, bütün 83 Nihaye, 163 vd. 84 Altıntaş, 111-112. 41 mümkün varlıklar sebeplidir. Allah sebepsiz olan yegane varlık olup “İlk sebeptir”. Bu yüzden meydana gelen bütün varlıklar varoluşları bakımından zorunludur. Çünkü, illet ile malul arasındaki ilişki zorunludur. Varlık için dört sebep vardır; maddî sebep, eşyanın güç halindeki kurucu kısmıdır. Surî veya şeklî sebep, şeyin kendisiyle oluştuğu ve fiil halinde bulunduğu bölümüdür. Fail sebep, varlığın kendisinin sağlayamadığı vücudu ona verendir. Gaye sebep, varlığın kendisinden dolayı varlık kazandığı sebeptir. İlk ikisi fizik âleme ait olup, diğer ikisi ise mümkün varlığın harici varoluşuna ait sebeplerdir. 85 Gazalî, illeti, varlığı meydana getiren şey, malulu ise bir sebebin neticesinde ortaya çıkan varlık olarak tanımlamaktadır. O da, fail sebep, maddî sebep, surî sebep, gaye sebep olmak üzere dört sebebi kabul etmektedir. Fakat, fail sebebi öne çıkartmakta ve “bir şeyin varlığını veren sebep” olarak görmektedir. 86 Gazalî, illet ve malul, sebep ve sebepli arasındaki bağı inkar etmemekle birlikte, bunun zorunlu oluğunu kabul 85 İbn Sina, Şifa, İlahiyât, II, 257 vd; Hudûd, 100; Altıntaş, 111 vd; Atay, İbn Sina’da Varlık, 205 vd. 86 Gazalî, Miyar, 258 vd, 293-295; Bolay, 148 vd. 42 etmemektedir. Bu bağın, sadece bir alışkınlık bağı olduğunu söylemektedir. Böylece, tabiatta, yumuşak bir determinizme imkan verirken, metafizik alanda bunu geçersiz saymaktadır. Alemin yaratılışında zorunluluğunu ve kıdemini ortadan kaldırmak için Allah’ın mutlak iradesini en üste çıkarmaktadır. Bu düşüncesiyle de mucizeye imkan vermektedir. 87 Şehristânî’nin illet ve malul tanımı Gazali’ninki ile uygunluk arzetmektedir. Ona göre, bir şeyin varlığına sebep olan şey illettir. Dolayısıyla, illetin sebep olduğu varlık da maluldur. İllet ve malul ilişkisi sonsuza kadar gitmez. İlk illet olan Vacibu’l-Vucud’da son bulur. Fakat, Vacibu’l-Vucûd olan Allah ile malul olan mümkün varlık arasındaki ilişki zorunlu değildir. Yani, Allah zorunlu olarak âlemi yaratmış değildir. O âlemin yokluktan varlığa çıkmasını “tercih” ettiği için yaratmıştır. Dolayısıyla, illet ile malul arasında zaman bakımından fark vardır. Bu görüşü Şehristânî’nin âlemin hâdis olduğu temeline dayanmaktadır. Bu yüzden de, fizik âlemde bulunan bütün illet ve sebepleri de nihaî noktada yaratan Allah’tır. Onun iradesinde bu manada bir zorlama yoktur. Sonuçta, Şehristânî, mutlak determinizm olmadığını savunarak, Gazalî ile aynı görüşü paylaşmaktadır. 88 87 Gazalî, İktisât, 90-92; Tehafüt, 224 vd. 88 Nihaye, 14 vd, 20 vd. 43 6. ATOM, CEVHER VE ÂRAZ KAVRAMLARI a) İbn Sina’da Cevher ve Âraz Aristo felsefesinde hem mantık kategorisi ve hem de metafizik kavram olarak kullanılan cevher; İbn Sina tarafından da aynı şekilde kullanılmıştır. İbn Sina varlığı, bir yerde bulunan ve bir yerde bulunmayan şeklinde ikiye ayırmaktadır. İkinci durumdaki varlık bir yerde bulunmadığı için cevher, birinci durumdaki ise cevherin taşıdığı varlık olarak âraz adını alır. Bu durumda, cevher ârazın varlık şartı olup, kendisi o âraz yüzünden var değildir. Filozofa göre, cevher, cisim, madde ve sureti içine alan cismanî ile akıl ve nefsi içine alan gayr-ı cismanî şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Ona göre, cins ve tür olarak kavrandığı için, Allah’a cevher denemez. İbn Sina’ya göre, mantığın ve varlığın cevher olan birinci kategorinin dışındakiler ârazdır. Bir âraz, mutlaka ya bir cevherde veya bir cevhere bağlı başka bir ârazda bulunur. 89 b) Gazali’de Cevher ve Âraz Gazalî cevheri, gerçek ve esas varlık, varlık cinslerinin en üstünü olarak kabul etmektedir. Fakat ilk varlık değildir. Yer kaplamakta ve bir mekandan başkasına intikal etmektedir. Buna göre cevher ne sükûn içindedir ne ezelîdir, ne de varlığın ve değişimin prensibidir. Cevherde varolan hareket ve sükûn hâdistir. Ayrıca varlığını gerekli kılan şartlar ortadan kalkınca, cevherin kendisi yokolur. Bununla Gazalî, Allah’a cevher 89 İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 57 vd; Hudûd, 87-89; Atay, İbn Sina’da Varlık, 103 vd. 44 denilemeyeceği sonucuna ulaşmaktadır. O ârazı ise; cevhere bağlı görünüşler olarak ele almaktadır. 90 c) Şehristânî’de Cevher ve Âraz Şehristânî ise cevher ve ârazın tanımından ziyade, bunların vasıtasıyla âlemin hudusu üzerinde durmaktadır. Nitekim o, Eşarî geleneğinde Cüveynî’den itibaren sistemleşen âraz fikrinden hareketle âlemin hâdis olduğunu şöyle ispatlamaya çalışmaktadır: Arazlar vardır ve hâdistir. 91 Cevherler ise ârazsız olamaz, dolayısıyla cevherler de hâdistir. Hâdis olan şeylerin başlangıcı vardır, o halde cevher ve ârazlardan meydana gelen bu cismanî âlem yoktan yaratılmıştır. 92 d) Atom Kavramı Cevher ve âraz anlayışına paralel olarak İslam düşüncesinde, bölünmez cevhere (cevher-i ferd, el-cüzz lâ yetecezzâ) dayalı atomculuk fikri ilk olarak Mutezile kelamcıları tarafından ortaya atılmıştır. Mutezile kelamcıları, ilk çağ filozoflarının aksine, atomları yoktan yaratılmış olarak kabul etmişlerdir. Varoluş, atomların birleşmesi ve ayrılmasıyla meydana gelir. Fakat, bu varoluşta, mekanik bir zorunluluk yoktur. Atomların niteliği yoktur, onlara sadece hareket ve sükûn nispet edilir. Bir nokta gibi 90 Gazalî, Miyar, 301 vd; İktisât, 23 vd; Bolay, 129 vd. 91 İlhan Kutluer, Cevher mad., T.D.V.İ.A., C. 7, İstanbul 1993, 450 vd; Nihaye, 6 vd. 92 Nihaye, 6 vd. 45 boyutsuz ve hacimsizdirler, ancak birleşik hali olan cisim üç boyuta sahiptir. Mutezile kelamcıları, yaratılmış ve her an oluşu devam eden âlem ile ezelî ve ebedî olan yegane yaratıcı Allah arasındaki ilişkiyi bu şekilde kurmaya çalışmışlardır. Böylece, araya sebeplilik ve zorunlulukların girmesine engel olmak istemişlerdir. Buna göre, âlemin en küçük ve bölünemeyen birimi olan atom, sonlu ve sınırlı sayıda Allah’ın “kün” emriyle yaratılmakta ve yokedilmektedir. 93 Eşarî kelam geleneğinde ise Cüveynî ile birlikte atomun tanımı değişmiştir. Şehristânî’de, Cüveynî’ye uyarak atomu, uzayda yer kaplayan ve bir hacmi olan nesne olarak tarif etmektedir. Şehristânî, her şeyden önce, Allah ile âlem arasında mutlak manada ontolojik zıtlığın bulunduğunu düşünmektedir. Bu yüzden, âlemin yoktan yaratıldığı fikrini, atomculuk görüşüne ve bağlı bulunduğu geleneğe uyarak delillendirmeye çalışmıştır. Ona göre, Allah, kendi hür yaratıcı iradesiyle âlemin bölünemeyen en küçük parçası olan atomların yoktan varlığa geçişini tercih etmiştir. 94 93 Geniş bilgi için bkz. H. Austryn Wolfson, Kelam Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, İstanbul 2001, 357 vd.; Kutluer, Cevher mad. 94 Nihaye, 505 vd. 46 Şehristânî, İbn Sina’nın atomculuğun reddiyle ilgili görüşlerini de eleştirmektedir. İbn Sina’ya göre, belli bir yerde artık bölünemeyen ve nokta şeklinde tasavvur edilen atomların birbiriyle teması mümkün değildir. Bu yüzden, atomlar birbiriyle temas ediyorsa bölünme kaçınılmazdır. Çünkü, atomun ayrıca bir temas noktası olduğu farzedilmelidir. Eğer bu temas noktası yoksa terkip halindeki atomlar birebir çakışıyor demektir. Bu durumda ise, kendilerinden daha büyük bir cisim meydana getiremezler. 95 Şehristânî, İbn Sina’nın bu itirazına özet olarak şöyle cevap vermektedir: Temas noktası sonsuz olarak bölünemeyeceğine göre, yan yana temas eden atomlar sonsuz bir bölünmeye uğrayamazlar. Çünkü, dış dünyada sonlu olduğu belli olan bir cismin teorik olarak sonsuza kadar bölünebileceğini söylemek, ancak bir vehimden ibarettir. 96 95 Nihaye, 508 vd. 96 Nihaye, 510 vd. 47 7. SUDUR VE HUDUS KAVRAMI Sudur ve hudus, İslam filozofları ve kelamcıları tarafından Allah’ın varlığını ispatlamada ve Allah’ın âlemi nasıl yarattığını izah etmede kullanılan temel iki kavramdır. Suduru Fârâbî ve İbn Sinâ gibi filozoflar, hudusu ise kelamcılar kullanmışlardır. İslam düşüncesinde ilk kez Farabî’nin kullandığı sudur teorisi, İbn Sina tarafından ayrıntılı ve bütün felsefî sistemi içerisinde tutarlı bir şekilde açıklanmıştır. Temelde sudur, varlığın vacip ve mümkün olarak ikiye ayrılmasına, yaratmanın akletme faaliyeti olarak düşünülmesine ve “Bir’den ancak bir sâdır olur” prensibine dayanmaktadır. Bu prensiplere dayanarak, âlemin yüce ve kemal sahibi Vacib Varlık’tan belli bir düzen içinde, devamlı taşması ve bu suretle zorunlu varlığın kendisinden başka varlıklar vücuda getirmesidir. Bu şekilde, Allah’ın kendi zatını akletmesiyle, ilk taşan şey ilk akıldır. Zorunlu varlığa nispeti itibariyle vacib, zâtı yönüyle ise mümkün olan ilk akıl, çokluğu kabul etmektedir. İlk aklın kendi üstündeki prensibi akletmesi, ikinci aklın suduruna yol açar, kendi mümkün özünü akletmesi ile de ilk feleğin nefsi ve yine ilk feleğin cismi ilk sema meydana gelir. Böylece devam eden sudur süreci sonunda on akıl ve dokuz felek oluşur. Bu manevî âlem ay üstü âlem olarak adlandırılır. Yaratma ve sudur süreci ile akletme süreci aynı olup, daha yüksek varlık mertebelerinin akledilmesiyle, daha alt varlık mertebeleri oluşur. Onunucu akıl faal akıl olup, ay altı âlemi düzenler. Ay altı âlem ise oluş ve 48 bozuluşun olduğu, cevher ve ârazlardan meydana gelir. İbn Sina’ya göre Vacibu’l-Vucûd ile ilk akıl arasındaki ilişki zorunludur. Yani Allah ilk aklın illetidir. İllet ile malul arasındaki, bu zorunlu ilişkiden dolayı âlem ezelîdir. Bu sonuca göre filozofumuz, halâ kavramını dolayısıyla atomculuğu kabul etmez. Alemin yoktan varedilmesi görüşü, ilahî iradenin başka bir sebepten müessir olduğu sonucunu çıkarır ki; bu imkansızdır. Çünkü âlem; zorunlu varlığın akletmesiyle kendisinden taşmasıdır. Bu yüzden sudurdan önce yokluk tasavvur edilemez. 97 Hudus, terim olarak varlığın yokluktan yaratılması, evvelinin olmasını ifade eder. Allah ile âlemin ontolojik olarak farklı olduğu tezine dayanır. Aracısız olarak yaratılan âlemin ve içindekilerin hâdis, Allah’ın ise muhdis olduğu görüşü İslam dünyasında kelamcılar tarafından özellikle savunulmuştur. Kelamcılar arasında ilk olarak Mutezile kelamcıları hudusu temellendirmişlerdir. Sünnî kelamcılar içerisinde ise, bu delili ayrıntılı olarak ilk defa Ebû Mansur el-Maturidî açıklamıştır. Eşari’de hudus kavramı açık ve ayrıntılı bir şekilde bulunmamaktadır. Fakat Eşarî ekolüne mensup Bakıllanî, Abdulkadir Bağdadî, Cüveynî ve nihayet Gazalî gibi kelamcılar, Allah’ın varlığını ispatlamada, Allah ve âlem ilişkisini açıklamada hudus delilini ayrıntılı olarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Bunu yaparken cevher ve âraz kavramlarını kullanmışlardır. Onlara göre 97 Sudur teorisi hakkında bkz. İbn Sina, Şifa, İlahiyât, II, 275 vd, 401 vd; Necat, İlahiyât, 270 vd; İşârât, Mâ Ba’d-Tabia, 190 vd; Altıntaş, 80 vd; Atay, İbn Sina’da Varlık, 141 vd, 200 vd; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 87 vd; Ülken, İslam Felsefesi, 95 vd; İslam Düşüncesi, İstanbul 1995, 211-213. 49 âlemdeki ârazlar hâdistir. Cevherler de ârazları kabul ettiği için hâdistir. Dolayısıyla âlem bütünüyle hâdistir. Ancak Gazalî farklı olarak, ârazların hâdis ve her hâdisin bir yaratıcısı olduğunu, zarurî bilgi saymıştır. 98 Şehristânî de; hudus delilini ortaya koyarken cevher ve âraz kavramlarından faydalanmıştır. Bu anlamda Eşarî geleneğine bağlı bulunmaktadır. Ancak o; hudus delili ile birlikte imkan delilini meczetmiştir. İbn Sina’nın kullandığı vacib varlık, imkan ve mümkün kavramlarının içeriklerini tamamen olmasa bile, kısmen değiştirerek ele almıştır. 99 Şüphesiz onun bu iki delili meczetmesinde Gazalî ile başlayan felsefî kavramların kelamda kullanılması etkili olmuştur. Bu yüzden Şehristânî, imkan delili ile hudus delilini meczederek birlikte kullanan ilk filozof-kelamcı olarak kabul edilmektedir. 100 Şehristânî’nin hudus ve imkan delilini nasıl birleştirdiğini ve sudur teorisine hangi itirazlarda bulunduğunu bir sonraki bölümde ele alacağız. B. VARLIK Felsefî ve kelamî kavramlarda varlığın İbn Sina, Gazali ve Şehristânî’ye göre tanımını vermiştik. Bu bölümde ise ilk olarak, İslam felsefesini ve İbn Sina’yı metafizik düşünceleri ile etkileyen Aristo’nun 98 Bkz. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, 1981 Ankara, 207-208; Bekir Topaloğlu, İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara 1992, 68-70, 74 vd. 99 Nihaye, 15 vd. 50 varlık anlayışını genel olarak ifade etmeye çalışacağız. Daha sonra İbn Sina’nın varlık anlayışını, Tanrı ve alem ilişkisini nasıl temellendirdiğini açıklayacağız. Son olarak ise, Şehristânî’nin varlık ve Allah ve âlem ilişkisi konusundaki görüşlerini, Gazalî’den etkilendiği yönlerini de belirterek ele alacağız. Varlık türlerinde ise vacib ve mümkün varlık konusunda Şehristânî’nin görüşlerini, İbn Sina’ya yartığı itirazlarını yine Gazalî’nin düşünceleri ile birlikte açıklamaya calışacağız 1. ARİSTO’DA VARLIK Aristo, Eflatun’un ideler nazariyesini tenkit ederek işe başlamaktadır. 101 Ona göre idelerin, varlıkların özünü meydana getirmesi imkansızdır. Eğer bunlar varlığın özü ise o zaman varlığın içinde bulunmalıdır. Gerçeğin idelerde olduğunu kabul etmek gerçeği ayrı objeyi ayrı düşünmektir. Halbuki gerçek, varlıkların içindeki özdür. Bunun dışında başlı başına olan bir tümel ve genel yoktur. Dolayısıyla, varlıkta esas olan duygularımızla algıladığımız gerçeklik alemidir. Aristo, gerçek varlığın özü olarak, değişmeyen ve hareket etmeyen cevheri kabul etmektedir. Bu cevher aynı zamanda öz ve mahiyete, forma 100 İzmirli İsmail Hakkı, İslam’da Felsefî Akımlar, 213 vd; Toploğlu, 96-97. 101 Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İstanbul 1996, I, 990b-992a. 51 özdeş olduğundan, mahiyetten veya özden hareket ederek varoluşu çıkarmaya çalışmaktadır. Ona göre mantıkî kategori ve kavramlar, aynı zamanda varlığın prensipleridir. Varlığın öncelikle bir genel yönü vardır. Bu yön onu diğer ortaklarıyla bir kavram çerçevesinde toplar. Bununla birlikte bir de ferdî yönü vardır. Bu yön ise onu ortak özelliklere sahip olduğu diğer varlıklardan ayıran özel ve ferdî vasıflarını ifade etmektedir. Varlığın genel yönü zorunlu olup ferdî yönü zorunlu değildir. Dolayısıyla zaruret varlıktadır. 102 Aristo’ya göre, varlığın meydana gelmesinde dört temel sebep vardır. Bunlar; a) Maddî Sebep: Varlığın kendisinde şekil kazandığı veya kendisiyle bir şeyin olup bittiği sebeptir. b) Formal Sebep: Şekil kazandıran maddede kendisini gerçekleştiren, öz ve formdur. c) Harekete Geçiren Sebep: Bir varlığın meydana gelmesi veya maddenin şekil kazanması için dışardan hareketi başlatan sebeptir. 102 Bkz. Metafizik, 1028a, 1032a, 1033a, 1050b; Ayrıcaı bkz. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, çev. Vehbi Eralp, İstanbul 1998, 70 vd; Will Durant, Felsefenin Öyküsü, Çev. Ender Gürol, İstanbul 2002, 88 vd; Edvard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul 2001, 221 vd; Bernard Russel, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muhammed Sencer, İstanbul 1997, I, 275 vd; Kamuran Birand, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara 2001, 75 vd; Bolay, 117 vd. 52 d) Gaye Sebep: Varlıkta ve oluşta, onu yöneten, varolma gayesini gösteren sebeptir. Aristo’ya göre, âlemdeki her varlık şekil kazandırıcı bir sebebin maddeye şekil kazandırması ile meydana gelir. Bu yüzden bütün varlıklar şekil kazanmış bir maddedir. Madde ve form sebebiyle gerçek hale gelmiş bir imkandır. İşte varlık ve oluş, bu imkanın form yüzünden gerçekliğe dönüşme ve varlığa çıkmasıdır. Bundan dolayıda ne maddesiz bir şekil ne de şekilsiz bir madde düşünülemez. Madde ile şekil arasında içten bir bağlılık vardır. Kâinatta bu oluşun meydana getirdiği bir düzen vardır. Bu düzende maddenin en aşağı şekillerinden en yüksek formlarına kadar yükselen bir sistemi vardır. Bunun en aşağı sınırı “salt madde” en yukarı sınırı da “salt form”dur. Aristo’ya göre salt madde sadece bir imkan olup gerçekliği bulunmamaktadır. Yani şekil kazanmadan önce var değildir. Bu yüzden varlık dünyasında hiç bir zaman salt maddeyi bulma imkanı yoktur. Salt form ise, maddeye muhtaç olmaksızın kendiliğinden en yüksek gerçekliğe sahiptir. Salt form; madde olmayan, hareket etmeyen, bütün varlıklara şekil veren, hareketlerin ilk sebebi ve ilk hareket ettirici bir ilkedir. Bu ilk hareket ettiricinin, varlığı hareket ettirmesi mekanik bir nedene değil bir gayeye dayanmaktadır. O, ayrıca, ezelî ve ebedîdir. Kendisinden başka bütün varlıklardan ayrıdır, cisimsizdir, en yetkin varlıktır. Bütün imkanlar onda varlık bulur. Varolanların en yükseği ve en iyisidir. Bu özellikleri taşıyan salt form “Tanrı”dır. Aristo’nun Tanrı anlayışında; O âlemi yoktan yaratan olmayıp, belli bir gaye doğrultusunda varlığa ve âleme ilk hareketi veren, şekil kazandıran bir “mimar” gibidir. O bütün âlemin ve içindekilerin kendisini özlemesiyle, aşkıyla, sevgisiyle etkiler. Dolayısıyla varlık 53 âleminde her şey, maddenin Tanrı’yı özleyişiyle meydana gelir ve harekete geçer. 103 2. İBN SİNA’DA VARLIK İbn Sina varlığı, var olanların ortak yönü olarak görür. 104 Varlık görüşünü varlıkla Allah arasındaki ilişkiyi ve varlık, mahiyet ayrımını ortaya koyarak temellendirir ve açıklar. 105 İbn Sina’ya göre, varlık, insan tarafından sezgi ile aracısız olarak kavranır. İnsan, dışardan bir etki söz konusu olmadan, düşünmeden nefsin ne olduğunu kavrayabilir ve varlığın bilincine ulaşabilir. Bu durumu açıklamak için “uçan adam” misalini vermektedir. Kişinin kendi nefsine ilişkin bu bilgisi; doğrudan genel anlamda varlığa ve metifiziğe açılan ilk kapıdır. 106 İbn Sina varlığı üç alanda ele almaktadır: a) Mutlak Varlık. b) Zihinde Varlık. 103 Aristo’nun varlık görüşüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Metafizik, 1072b, 1073a, 1074b; Weber, 70 vd; Durant, 88-91; Zeller, 221-224; Russel, 275 vd; Birand, 75 vd; Arda Denkel, İlkçağ Doğa Felsefeleri, İstanbul 1998, 83 vd; Bolay, 117 vd; Hüsamettin Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000, 256 vd. 104 Şifa, İlahiyat, II, 290-291. 105 Altıntaş, 29. 106 Altıntaş, 32-33; Atay, İbn Sina’da Varlık, 28-31; Fazlurrahman, İbn Sina, çev. Osman Bilen, Klasik İslam Filizofları ve Düşünceleri içerisinde, Edit., M. M. Şerif, İstanbul 2000, 123-125. 54 c) Ayanda (Dış Dünyada) Varlık. 107 Mutlak varlık; hiç bir kayda ve şarta bağlı olmayandır. Bu anlamda, zihin ve zihindeki kayıtlardan, dış dünyadaki şartlardan sıyrılmış varlıktır. İnsanlık kavramının, zihin ve dış dünyadaki delaletlerini ve fertlerini hesaba katmadan bir anlamı vardır. Bu anlam; tek, çok; küllî, cüz’î; cins, tür ve fasıl değildir. İşte bu kavram mutlak varlığı gösterir. 108 Zihinde varlık; cins, tür, fasıl, tümel, tek ve çok sıfatlarıyla sıfatlanır. Bu sıfatlar zihin dışında bulunmaz. Zihin bunları düşünüyorsa, o zaman bunlar var demektir. Zihin dışındaki varlık ise; dış dünyada tek tek fert ve şahsiyet kazanmış varlıklardır. 109 İbn Sina’nın varlık görüşündeki temel hususlardan birisi de varlık ve mahiyet veya zât ve vücut ayrımıdır. Ona göre varlık; mahiyeti olan şeyler için sonradan katılmış bir âraz niteliğindedir. Dolayısıyla bu şeyler varlığını sonradan kazanmışlardır. Fakat mahiyetin varlığı, bizzat var olmayı gerektirmez. O varlığa muhtaçtır ve onu başkasından alır. Mahiyet sadece bir varolmanın imkanını ihtiva eder. Aristo’da ki sadece mantıkta olan varlık ve mahiyet ayrımı İbn Sina’da ontolojik bir karakter kazanmaktadır. Ona göre zat veya mahiyet varlık değildir. Şayet insanın zatı varlığını içine almış olsaydı, zatının kavramı varlığının da kavramı olacaktı. Bu şekilde 107 Atay, İbn Sina’da Varlık, 37. 108 Atay, İbn Sina’da Varlık, 38-39; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 11. 109 Atay, İbn Sina’da Varlık, 40 vd; Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 12-13. 55 olmadığı için varlık mahiyet ayrımı söz konusudur. Fakat hem varlığın hem de mahiyetin gerçekleştirici bir özelliği bulunmamaktadır. Varlığın sebepleri de mahiyetin sebeplerinin aynısı değildir. Varlığın mahiyete âraz olabilmesi yani dış dünyada varlık kazanabilmesi için varlığı ve mahiyeti bir olan, varolmada başkasına gerek duymayan ve varlığı kendinden olan vacib bir varlığa ihtiyacı vardır. 110 İbn Sina varlık ve mahiyet ayrımını bu şekilde ifade ettikten sonra, varlığı vacib ve mümkün şeklinde ikiye ayırmaktadır. Vacib varlık, varlığında başkasına muhtaç olmayıp, varlığı kendisinden ve zorunlu olan, zât ve vücud ayrımı olmayan varlıktır. Vacip varlık bütün kemal nitelikleri ve sıfatları taşır. Mümkün varlık ise; varlığını vacip varlıktan alan, zât ve vücud ayrımı bulunan varlıktır. Zihin mümkün varlığın varolmasıyla olmamasını eşit görür. Ancak mümkün varlığın, varolması vacip varlığın kendisini düşünmesi ve belirli bir hiyerarşi içerisinde varlığın ondan taşması ve suduruyladır. Dolayısıyla varlığını yoktan değil sudurdan alır. 111 Bunun sonucunda İbn Sînâ, mümkün varlık sınıfında, vacib bi gayrihi (dolayısıyla zorunlu) olan yeni bir varlık alanından bahsetmektedir. Bu varlık alanı ay üstü âlemidir. İbn Sînâ’ya göre varlık üç türe ayrılmaktadır: 1-Zatı ile vacib (Vacibu’l-Vücud) olan Allah. 110 Bkz. Şifa, İlahiyât, ı, 31; 210-211, 290-292, 345 vd; Atay, İbn Sina’da Varlık, 74 vd; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 13 vd; Altıntaş, 31-33; Fazlurrahman, 124-126. 111 Atay, İbn Sina’da Varlık, 121 vd, 153 vd; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 30 vd; Altıntaş, 32 vd. 56 2- Başkasıyla vacib (Vacib bi Gayrihi) ve zatı ile mümkün (mümkünü’l vücud bi zatıhi) olan ay üstü alem veya manevi varlıklar. 3- Her yönüyle mümkün olan, oluş ve bozuluşun bulunduğu ay altı alem. 112 Varlık şekil olarak şöyle gösterilebilir. VARLIK Vacibu’l-Vücud bi Zatihi Allah Vacib bi Gayrihi Her Yönüyle Mümkün Mümkünü’l-Vücud Ay Altı Alem bi zatihi Ay Üstü Alem VARLIK SİLSİLESİ Allah (Zatıyla ezeli, Vacibu’l-Vücud bi Zatihi) Ay üstü varlıklar (Vacib bi Gayrihi) Ay altı varlıklar (Her bakımdan, zaman ve zat bakımından mümkün, hadis, kevn ve fesad alemi) 113 112 Atay, İbn Sina’da Varlık, 141-143. 113 Atay, İbn Sina’da Varlık, 142. 57 İbn Sina, ay üstü alemi “dolayısı ile zorunlu” sayarak, onların ezelilğine ve değişmezliğine işaret etmektedir. Böylece, südur nazariyesini temellendirmektedir. Onun varlığın ortaya çıkışı ile ilgili olarak yaratma konusunda şu terimleri kullandığı görülmektedir: a) İbdâ: Ezeli ve ebedi olan ay üstü varlıkların aracısız yaratılması. b) İhdas: Olağan varlıkların oluşumu. c) Halk: Aracılı veya aracısız maddi varlıkların meydana getirilişi d) Tekvin: Oluş ve bozuluş halindeki varlıkların bir aracıyla meydana getirilişi 114 3. ŞEHRİSTANİ’DE VARLIK Şehristânî, varlığın tanımını, tarif edilemeyecek kadar açık olduğunu ifade etmektedir. 115 Onun varlık görüşünün temeli; vacibu’l-vücud ve alemin “muhdis”i olan Allah ile muhdes yani yaratılmış alemin ontolojik anlamda kesin ayrılığına dayanmaktadır. ayrılmaktadır: a) Vacib varlık 114 115 Altıntaş, 102 Nihaye, 151 58 Ona göre varlık üçe b) Caiz veya mümkün varlık c) Müstahil varlık 116 Vacib Varlık; alemi yoktan vareden, herseyin sebebi olan, varlığı zatı olan ezeli ve ebedi varlıktır. Caiz veya mümkün varlık ise; varlığı ile yokluğu eşit olan, varlığa çıkmak için “Müreccih”e yani varlığını yokluğuna tercih eden Allah’ın yaratmasına ihtiyacı olan varlıktır. Müstahil varlığa gelince, yokluğu zaruri olan, varlığı düşünülemeyendir. Şehristânî, varlığı bu şekilde 117 sınıflamakla Gazali’yi takip etmektedir. 118 Alemin yoktan yaratıldığı yani hadis olduğu görüşünü de aynı şekilde temellendirmektedir. Dolayısıyla südur nazariyesini ve İbn Sina’nın varlığı taksimini kabul etmemektedir. Şehristânî varlık ve mahyet ayımını savunmaktadır. Ona göre, zat vücuttan önce gelir. Vücud zata arızdır. 119 Alemin mümkün ve muhdes yani yaratılmış olduğunu cevher ve araz kavramlarını kullanarak ispatlamaya çalışmaktadır. Alem cevher ve arazlardan oluşmuştur. Arazların muhdes olduğunu herkes ittifakla kabul etmektedir. Cevherlerin de arazları kabul etmesiyle muhdes olması kaçınılmaz hale gelmekteir. 116 Nihaye, 13-15. 117 Nihaye, 14. 118 Bkz. Bolay, 255. 119 Nihaye, 20. 59 Bunun sonucunda alemin muhdes yani yoktan yaratılmış olması fikri açıkça ortaya çıkmaktadır. 120 Şehristânî’ye göre, mümkün varlığın, varlığı ile yokluğu eşittir. Dolayısı ile varlığı bilkuvvedir. Bilfiil varlık olabilmesi yani varlık sahasına geçmesi, ezeli iradenin onun varlığı önünde tercihte bulunmasıyladır. Varlığın suret kazanması maddeden değildir. Bilakis “Vahibü’s-süver” olan Allah’tandır. Maddenin suret kazanma yetkinliği yoktur. 121 Allah ile alem, hadis ile muhdes, sebeb ile sebebli arasındaki ilişki zorunlu değildir. Allah alemi kendi hür iradesi ile istediği anda yaratmıştır. Ay üstü alemdeki varlıklar da dahil olmak üzere hiçbir şeyin varlığı Allah’ın varlığı ile zat ve zaman bakımından birlikte değildir. 122 Şehristânî’nin varlıkla ilgili bu ana görüşlerinden şu sonuçlar çıkmaktadır: Allah ile alem arasında ontolojik ayrımı ve bunun sonucunda da yoktan yaratmayı kabul etmektedir. Dolayısıyla, suduru ve alemin ezeliliğini reddetmektedir. Varlığı, vacib, mümkün, müstahil olarak üçe ayırmaktadır. Varlık ve mahiyet ayrımını savunmaktadır. Yaratmada Allah’ın hür iradesini üste çıkartarak zorunluluğu kabul etmemektedir. Bu görüşleriyle de Gazali’yi takip etmektedir. 123 Bu konularda İbn Sina’nın görüşlerini eleştirmektedir. Varlığın taksiminde, İbn Sina’nın, vacib bi gayrihi şeklinde ifade ettiği, ezeli varlıklar olan ay üstü alemi kabul 120 Nihaye, 17-18, 22-23. 121 Nihaye, 19-21. 122 Nihaye,22-25. 123 Gazali’nin varlık anlayışı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Bolay, 211 vd, 255 vd. 60 etmemektedir. Allah dışında bütün var olanları mümkün varlık olarak görmektedir. Fakat, varlık ve mahiyet ayrımında İbn Sina ile paralel düşünmektedir. Şehristânî, İbn Sina’nın yaratma ile ilgili kullandığı ibdâ, ihdas, halk ve tekvin gibi kavramların içeriklerini değiştirmiştir. O, aracılı yaratmayı reddettiği için, bu kavramların hepsini, yoktan yaratma anlamında kullanmıştır. C- VACİB VARLIK Bir önceki bölümde, Aristo, İbn Sina ve Şehristânî’nin varlık anlayışlarını ele almıştık. Bu bölümde ise, vacib ve mümkün varlığın özellikleri, Allah’ın varlığının delilleri ve Allah ve alem ilişkisi konusunda Şehristânî’nin görüşlerini açıklamaya çalışacağız. 1- VACİB VARLIĞIN ÖZELLİKLERİ Her yönüyle vacib olan Allah’ın varlığı zatıdır, zatıyla vacibtir. O zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tekdir. Hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir sey de ona benzemez. Çünkü şekiller, suretler, değişim ve boyutlar sonradan meydana gelen esyanın özellikleridir. Allah bu tür özelliklerden uzaktır. 124 124 Nihaye, 98, 105. 61 Şehristânî Allah’ın niteliklerini belirtirken özellikle O’nun yaratma sıfatına, ontolojik olarak aşkın ve müteal oluşuna, birliğine vurgu yapmaktadır. Ona göre Allah yaratmada en üst yetkinliğe sahip varlıktır. Allah’ın dışındaki her şey yine onun tarafından yoktan yaratılmıştır. Yaratma yönünden tatil edilemez. Her an yaratmaktadır. Yaratma eylemi onun iradesiyledir, zorunlu değildir. O, yarattığı alemden aşkın ve mütealdir. Alemin varlığı hiçbir şekilde Allah’ın varlığı ile birleşmez. Onun varlığı mahiyetine arız olamaz. Varlık ve mahiyeti birdir. Zati ve manevi sıfatlardan uzak bir Allah düşüncesi saçmadır. Yaratmada bütün fiil ve sıfatlarında tekdir. Ortağı ve benzeri yoktur. 125 Görüldüğü gibi, Şehristânî, Allah’ın yaratma sıfatına vurgu yapması, sıfatlarını kabul etmesi yönleri ile Eşari geleneğine bağlı olup Gazali’nin görüşlerini takip etmektedir. İbn Sina’nın Allah’ın yaratma sıfatıyla ilim sıfatını bir tutmasına karşı çıkmaktadır. 2-ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ Şehristânî’nin Allah’ın varlığını ispatlamada en önemli delili hudus ve imkan delilidir. Ancak o bu iki delili meczederek tek delil gibi ifade etmiştir. Bu sebeble İslam düşüncesinde hudus ve imkan delilini birlikte kullanan ilk düşünürdür. 126 Ayrıca bu delili sadece Allah’ın varlığını ispatlamada değil, özellikle onun yoktan yaratmasını vurgulamada da kullanmıştır. Bunun 125 Bkz.Nihaye, 12-14, 17-18, 20-23, 52, 105, 123-128. 126 Topaloğlu, 96. 62 haricinde ikinci önemli delil ise insanın yaratılışı ve özellikleriyle ilgili fıtrat delilidir. Şehristânî bunu diğer delillerden daha kuvvetli görmektedir. 127 Şimdi Şehristânî’nin bu iki delili nasıl açıkladığını görelim. a- Hudus ve İmkan Delili Hudus terim olarak, varlığın yoktan yaratılmasını ifade eder. İslam kelamcılarının Allah’ın varlığını ispatlamada kullandıkları en önemli delildir. İlk olarak Mutezile kelamcıları tarafından temellendirilmiştir. Eşari’de bu delile rastlanmaz. Fakat Maturidî’de hudus delilinin açıklanmıştır. Ayrıntılı olarak Eşari kelamcısı varlığı kısmen Bakillani tarafından kullanılmıştır. 128 Hudus delilinin temelinde Allah ile alem arasında ontolojik zıtlık bulunmaktadır. Cevher ve araz esasına dayalı hudus delili ise özellikle Bakillani tarafından geniş olarak ortaya konulmuştur. Şehristânî de bu geleneğe uyarak cevher ve araz metodu ile hudus delilini şöyle açıklamıştır. Kainatı oluşturan varlığın her türü ve her cisim, cevher (öz) ve bu cevherin taşıdığı arazlardan (nitelik) meydana gelmiştir. Arazlar ancak cevhere bağlı olarak varlığını hissettiren renk, hareket, şekil gibi vasıflar olup ezeli ve ebedi değildir. Yani zaman bakımından sonludur. Bu konuda filozof ve kelamcılar arasında ittifak vardır. Cevherler ancak arazlar ile varlığa çıkacağından veya hiçbir zaman arazlardan ayrı olamayacağından, 127 Nihaye, 125. 128 Topaloğlu, 80-81. 63 arazlar gibi onlar da sonlu ve süreksizdirler. O halde cevher ve arazlardan oluşan cisimler, dolayısıyla cisimlerden oluşan evren de hem geçmiş hem de gelecek açısından sonlu ve süreksizidir. Yani yaratılmış ve fanidir. Her yaratılmış varlığın bir yaratıcıya muhtaç bulunması ise aklen zaruridir. Şehristânî cevher ve araz metodu ile alemin bu şekilde yaratılmışlığını ispatladıktan sonra delilini daha da kuvvetlendirmek için şu iki hususun üzerinde durmaktadır: Cisimlerin sonluluğu ve hala’nın varlığı. Hala’nın kabulu; cismin sonsuza kadar yer kaplayamayacağı ve sonsuza kadar bölünemeyeceği teziyle bağlantılıdır. Ona göre; aklın cismin sonluluğuna hükmettiği yerde bir boşluğun vehmedilmesi mümkündür. Ancak vehmin bu başluğu sonsuz bir uzay gibi düşünmesi de akla aykırıdır. Çünkü sonsuz cisim gibi sonsuz boşluk da saçmadır. Bu yüzden İbn Sina’nın cisimlerin son bulduğu varlık ötesinde bir hala’nın olmadığı görüşünü akli bulmamaktadır. 129 Şehristânî hudus delilini açıklarken, İbn Sina’nın kullandığı vacip ve mümkün terimlerini de kullanmaktadır. Ona göre, muhdis varlık aynı 129 Nihaye, 12-14, 16-18, 22-23, 52-53, 513-514, Ayrıca hudus delilinin diğer filozof ve kelamcılar tarafından kullanılışı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Wolfson, 271 vd., 285 vd.; Topaloğlu, 49 vd, 69 vd, 80 vd. 64 zamanda vacip, hadis varlık aynı zamanda mümkündür. Onun, varlığı vacip, mümkün ve müstahil olarak ayırdığını ve bunları nasıl tanımladığını daha önce ifade etmiştik. Şehristânî, vacip varlık dışındaki bütün âlemin her yönüyle mümkün olduğunu kabul eder. Ona göre, varlığın tamamı toptan ve aracısız olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Bu sebeple dolaylı vacip (vacip bigayrihî) olan ay üstü varlık türü bulunmaz. Allah dışındaki bütün varlık zaman bakımından başlangıçlı ve sonludur. Ayrıca Vacibü’lVücûd âlemi zorunlu olarak değil bizzat kendi iradesiyle yaratmıştır. Mümkün varlık caiz olduğu için; varlığını yokluğuna tercih eden bir “Müreccih”e ihtiyacı bulunmaktadır. Bu Müreccih varlık Vacibü’l-Vücûd olan Allah’tır. 130 Sonuç olarak; Şehristânî, İbn Sina’nın vacip ve mümkün kavramlarını, muhtevalarına kısmen farklı anlamlar yükleyerek hudus delili ile birlikte kullanmıştır. Allah ile âlem arasındaki zorunlu ilişkiyi, ay üstü alemi, aracılı yaratmayı, dolayısıyla da suduru reddederek İbn Sina’nın görüşlerinden ayrılmaktadır. 130 Nihaye, 8 vd, 14 vd. 65 b. Fıtrat Delili Fırat deliline göre; Allah, ön yargısız ve selim bir akla sahip insan tarafından reddedilemeyek kadar açık bir şekilde insanın fıtratında kendisini hissettirir. İslam düşüncesinde ilk olarak Tahir el-Makdisî (ö.966) tarafından ortaya konulmuştur. Daha öncede Eş’arî insanın mükemmel olarak yaratılışından yola çıkarak bu delili kısmen kullanmıştır. 131 Şehristânî daha öncede belirttiğimiz gibi fıtrat delilini Allah’ın varlığını bilmede en kuvvetlisi olarak görmektedir. Fakat buna rağmen delil ile ilgili geniş açıklamalarda bulunmamış kısaca ifade etmiştir. 132 Ona göre Allah, insanı kendisini bilebilecek kabiliyette yaratmıştır. İnsanın yüce bir yaratıcıyı bilme ihtiyacı zorunludur. Kişinin nefsinin Allah’a ihtiyaç duyması, mümkünün vacibe, hâdisin de muhdise ihtiyaç duymasından daha açık ve seçiktir. Bu yüzden Allah insanları Kur’an’da bu yöntemle uyarmıştır. Onun bu ihtiyacını ortadan kaldıran şeytan, çevre ve insan nefsidir. Peygamberler fıtratı yeniden eski haline getirebilmek ve şeytan’ın aldatmasından temizlemek için gönderilmişlerdir. Kişi afak ve enfüs ayetlerini, yani dış alemde ve kendi iç alemindeki delilleri, alametleri düşündüğünde fıtratının Allah’ı aracısız olarak kavradığını hissedecektir. 133 131 Topaloğlu, 76-77, 107. 132 Nihaye, 125. 133 Nihaye, 125-126. 66 c- Allah’ın Birliği İslam filozofları ve kelamcıları Allah’ın varlığı ile birlikte birliği konusuna da özel önem vermişlerdir. İbn Sina Allah’ın birliği konusunda; varlığını ispat etmek için esas aldığı Vacibu’l-Vücud ve mümkünü’l-vücud kavramlarını kullanmıştır. O Vacibu’l-Vücud’un niteliklerini açıklarken, zatı ve fiilleriyle tek olduğunu ifade ederek tevhidi temellendirmiştir. Ona göre, Vacibu’l-Vücud’un, var olmasıyla, zorunlu olması nasıl aynı anlama geliyorsa, zorunlu olmasıyla bir olması da aynı anlama gelmektedir. Yani zorunlu oluşu, bir oluşundan ayrı düşünülemez. Onun birliği, başkasıyla paylaşmadığı ontolojik mertebedir. İbn-i Sina’ya göre, zorunlu varlığın ayrı bir mahiyetinin, cinsinin, faslının ve arazının olmaması, nasıl zorunluluğunun gereği ise, aynı zamanda “Bir” olmasının da gereğidir. Yine onun varlığı, bölünmeye maruz kalmaması yönünden de birliğini gerekli kılar. Bu birlik, ne kuvve ne de fiil halinde bir çokluk içermez. Allah’ın “Bir” olması, aynı zamanda birleşik olmaması anlamındadır. Yani, varlığını terkip edici parçaları ve unsurları yoktur. Varlığından, kendini oluşturan parçalarla kaim olan bir bütün gibi söz edemeyiz. Varlığı, birliğinden ayrı olmadığı için, zatında farklılık olduğunu ifade eden veya farklılaşma meydana getirdiği düşünülen sıfatlarla nitelemek mümkün değildir. Ayrıca, Vacibu’l-Vücud’un birliğinde eşi, benzeri ve dengi olmadığı gibi, zıddı da düşünülemez. 134 134 Necat, İlahiyat, 227 vd, Ayrıca bkz. Altıntaş, 62 vd.; Kutluer, İbn Sina Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002, 125 vd. 67 Kelamcılar ise; tevhid konusunda genelde Enbiya suresindeki (21/22) ayete dayanarak “temanü” delilini kullanmışlardır: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka Tanrı’lar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir”. Temanü delilini Bakillani, Cüveyni, Gazali, Nesefi gibi kelamcılar kullanmışlardır. 135 Şehristânî, “temanü” delilini Allah’ın fiil ve sıfatlarında tek olduğunu ispatlayarak açıklamaktadır. O temanü delilini aşağıda sıralayacağımız görüşleri doğrultusunda ortaya koymaktadır. 1. Bir cisim hakkında iki ilahtan birisine hareket ettirme iradesi, diğerine ise aynı anda onu durdurma iradesi verelim. Bu durumda üç hal meydana gelir: İlk olarak; ikisinin iradesi aynı anda gerçekleşir. Bunun sonucunda aynı yerde hareket ve sükûn bir araya gelir ki bu imkansızdır. İkinci olarak; ikisinin iradesi gerçekleşir. Bu halde ise her ikisinin ilahlığında acziyet meydana gelir. Çünkü; cisim hem hareket hem de sükûndan uzaktır. Son olarak ise; ikinci ilahın iradesi gerçekleşmeden birinci ilahın iradesi gerçekleşir. Bu durumda ikincisi birincisinin iradesine yenik düşmüş, fiilden menedilmiş ve ona bağlanmaya mecbur kalmıştır. Bu da ilah olmaya aykırıdır. Sonuç olarak; tek bir fiil içerisinde iki farklı iradenin aynı yaratmayı gerçekleştirmesi aklen mümkün değildir. 136 135 Geniş bilgi için bkz. İzmirli, Yeni İlmi Kelam, 261 vd. 136 Nihaye, 91-92. 68 2. Şayet iki ilah kabul edilirse bunlar zâti sıfatlarında ya aynı ya da farklı olacaklardır. Birbirinden farklı olan iki şeyin ilah olması imkansızdır. Ancak ilahlık sıfatlarıyla muttasıf olan ilah olur diğeri olamaz. Her yönden birbirine benzemesi durumunda ise hakikatte ve nitelikleri yönünden birbirinden farklı olamaz. İkisinin hakikatleri tek mahal olup, zaman ve mekan gibi fazladan eklenmiş özelliklerde farklılaşırlar. Bunların hepsi de ilah olmayı ortadan kaldırır. 137 3. Âlem ve içindekiler mümkündür. Varlığı da yokluğu da caizdir. Mümkünün var olabilmesi için; onun varlığını tercih eden bir yaratıcıya ihtiyaç vardır. Şayet Allah tercih etmede bağımsız değilse ilah özelliklerini taşıyamaz. O varlığı tercih etmiş sadece kendisine mahsus kılmıştır. Şayet tercih etmede O’na ortak kabul edersek, bağımsızlığı ortadan kalkar ve ilmi, iradesi, kudreti bulunmazdı. İkinci varlık tercih etmede ortak olmazsa işlevsiz durumda bulunursa kudreti ilmi iradesi başkasına bağlı hale gelir.Bu durumda ise ilahın yegane “Müreccih” olması imkansızdır. Başkasına ihtiyaç duyan ve tercihinde diğerine bağlı bulunma durumu ilahlığa terstir. 138 Şehristânî, İbn Sina’nın tevhid için kullandığı vacibmümkünü temanü delilini açıklamada tercih etmektedir. 4- Hareket ve sükun caizdir, mümkündür. İki varlıktan birisi iradesi ve kudretiyle hareket ettirmesini bilince; ikincisi hareketi kendi iradesi ve kudretiyle mi; yoksa başkasının iradesi ve kudretiyle mi bilir? Kendi iradesi 137 Nihaye, 93. 138 Nihaye, 93-94. 69 ve kudretiyle var olduğunu bilirse ikincisini ilmi geçersiz olur. Başkasının iradesi ve kudretiyle var olduğunu bilirse, bilen, irade eden ve kadir olan ilah olur. İkincisinin hükmü ortadan kalkar. İradenin en özel vasfı kendisiyle tahsisin gerçekleşmesidir. Kudretin en özel vasfı ise kendisiyle yaratmanın (icad ve İbdâ) gerçekleşmesidir. Bu sebeple Allah’ın fail oluşunun anlamı bir şeyin varlığını bilince, zatı, sıfatları, ilmi, iradesi ve kudretinde bir değişiklik olmaksızın ilmin gereğince onu irade etmesi, iradesinin gereğince yaratmasıdır. 139 Sonuç olarak; aklen, tam anlamıyla biri diğerinden bağımsız muktedir ilim ve irade sahibi iki varlık düşünülemez. Kainattaki muntazam düzen, ancak mükemmel bir tek ilahın var olduğu sonucunu, akıl zorunlu olarak çıkarmaktadır. 140 139 Nihaye, 95-96. 140 Nihaye, 96-97. 70 D. MÜMKÜN VARLIK 1-ÂLEM, YARATILIŞ VE SUDUR Her ne kadar Şehristânî, İslam felsefesinde ve kelam ilminde ifade edilen mümkün varlık tanımını kabul etmekte ise de, mümkün varlığı tasnifinde İbn-i Sina’dan ayrılmaktadır. İbn-i Sina, mümkün varlığı; a. Ay üstü âlem (vâcib bi gayrihî) b. Ay altı âlem (her yönüyle mümkün) Şehristanî ise mümkün varlık kategorisini tek olarak ele almakta ve Allah dışındaki her varlığı bu kategori içerisinde değerlendirmektedir. Ona göre Allah, âlemi yoktan ve aracısız olarak yarattığı için, kendisi dışındaki varlıkların tamamı her yönüyle mümkündür. Dolayısıyla sudur süreciyle oluşan ve yaratmaya aracı olan ay üstü varlıkları kabul etmez. 141 Şehristânî’ye göre; mümkün varlık âlem ile Allah arasında mutlak manada ontolojik ayrım söz konusudur. Dolayısıyla, onun, ay üstü âlemin Allah’tan taşması ile oluştuğunu ifade eden suduru kabul etmemektedir. Çünkü, Allah ile varlık arasındaki bu ontolojik ayrım; bütün varlığın aracısız ve toptan yaratılmış oluğu fikrini gerekli kılmaktadır. Şehristânî, Allah ve âlem arasındaki ilişkiyi şöyle izah etmektedir: İmkan yönünden bizatihî mümkün olan şey, bir mucide dayanmalıdır. İcad 141 Nihaye, 55-56. 71 ise varlığı ifade eder. Böylece var olan her mümkün şey, varlığı yönünden Allah’ın yaratmasına muhtaçtır. Vasıtalar zorunlu olan şeyler değillerdir. 142 Şehristânî’nin Allah’ın âlemi aracısız olarak yarattığına (ihdas) dair delillerini hudus ve imkan kısmında ayrıntılı olarak ele almıştık. Burada onun önemli bir özelliğine işaret etmek istiyoruz: Şehristânî, âlemin öncesizliğini kabul etmez, onu mümkün varlık olarak niteler ve ona bir imkan verir. Böylece onu zorunlu varlığa bağlar. Farabî ve İbn Sina, sudur nazariyesini açıklarken; Yeni Eflatunculuk’un görüşleri ile İslam’ın yaratılış görüşünü birleştirme çabası içindedirler. Ayrıca, “Birden ancak bir çıkar” ilkesi, yaratmanın akletme ve bilme eylemi olması da sudurun bir gereğidir. İlk varlık “Bir”dir. Âlem de çokluğu barındırır. Bu yüzden, Bir’in âlem ilişkisi aracı varlıklar vasıtasıyladır. Şehristânî, öncelikle sudurun dayandığı bu iki temel ilkeyi eleştirerek işe başlar. Ona göre; “Birden ancak bir çıkar” ilkesi tamamen bir vehim olup saçmadır. O, aslında filozofların da bu ilkeyi ortadan kaldırdığını şöyle açıklamaktadır: İlk akıldan zorunlu olarak çıkan ikinci akıl, nefis, felek ve madde birbirinden ayrılmış dört farklı cevher olup her birinin dört değişik zorunlu özelliği bulunmaktadır. Bu durumda, ilk malulde her biri birbiriyle uyumlu biçimde var olan hakikatlerin nasıl bir arada bulunduklarının açıklanması 142 Nihaye, 56. 72 gerekmektedir. Aksi takdirde, birden bir çok şeyin çıkması gerekecektir. Bu durum ise filozoflara göre muhaldir. 143 Şehristânî, meşşaî filozofların iddialarının aksine Vacibü’l-Vücûd’un çokluğu yaratmasının, onun zatında da çokluğu gerektirmediğini savunur. Yine ona göre, filozofların, farklı gerçeklikleri ifade eden sıfatları ispatlamaları ile “Birden ancak bir çıkar” görüşleri çelişmektedir. 144 Şehristânî, İbn-i Sina’nın sudurla ilgili görüşlerini eserinde şöyle nakletmektedir: İlk akıl başkasından (Vacibü’l-Vücûd) istifade etmesi yönünden değil zâtı itibariyle çoğalır. Çünkü onun imkanı zâtından olup başkasından değildir. Fakat sahip olduğu varlığı başkası vasıtasıyla olup zâtından değildir. Çokluğunu Vacibü’l-Vücûd’tan almaz. İlk akıl dört özelliğe sahiptir: Birincisi; başkası vasıtasıyla vacip oluşu, ikincisi aklı oluşu, üçüncüsü, zâtında bir oluşu ve dördüncüsü ise zâtında mümkün oluşudur. Böylece, akıl olması yönünden bir aklı, Allah tarafından yaratılmış olması yönünden bir nefsi, bir oluşu yönünden bir sureti ve mümkün olması yönünden de bir maddeyi gerektirir. Bu yönlerin hakikatleri birbirinden farklı olduğu için, farklı özellikte cevherleri zorunlu kılmıştır. 145 Şehristânî, filozofların sudurla ilgili akıl yürütmelerini bu şekilde zikrettikten sonra; hepsini temeli ve sağlam delili olmayan uydurma şeyler 143 Nihaye, 59. 144 Nihaye, 59. 145 Nihaye, 60. 73 olarak nitelendirmektedir. Çünkü, filozoflar bu görüşlerini ispatlamaktan acizdirler. İlk aklın başkası vasıtasıyla vacip olması tamamen izafi bir durum olup ispatlanamaz. Ayrıca, Allah’ın mebde, illet, mucip veya yaratıcı olması da zâtının çoğalmasına yol açmayan izafi bir durumdur. Eğer, icap izafî olursa mucip ile mucep yani Allah ile Alem arasındaki ilişki de izafî olur. İzafî bir durum çoğalabilir, artabilir. Fakat, bu durum Allah’ın zâtında bir çoğalma, eksilme veya değişmeyi gerekli kılmaz. 146 Şehristânî, filozofların “Allah’ın zâtında çoğalma olacağı”; fikirlerinin tutarsızlığını, yine onların faal akıl hakkında öne sürdükleri delile benzetmektedir. Nitekim filozoflara göre; faal akıl, çoğalmanın, artmanın, oluş ve bozuluşun olduğu, kevn ve fesat âlemini düzenlemektedir. Fakat, buna rağmen faal akılda bir çoğalma olmamaktadır. Şehristânî’ye göre, bu durumda, Allah’ın âlem ile olan doğrudan ilişkisinde de zâtında bir çoğalma olmamalıdır. Yani akıllar silsilesi yaratılışta yer almamalıdır. Bu açık ve kesin olarak böyledir. 147 Şehristânî’nin diğer bir eleştirisi ise; filozofların ilk aklın maddeden mücerret olduğu fikri hakkındadır. Ona göre; filozoflar için ilk akıl, maddeden soyutlanabilmektedir. Şehristânî’ye göre ise bunun için aklî bir delil de bulunmamaktadır. Aynı şekilde, Allah’da maddeden, oluş ve bozuluştan aklî bir delil gerekmeksizin soyutlanabilir. Çünkü, bu soyutlama 146 Nihaye, 60-61. 147 Nihaye, 61. 74 ve olumsuzlama, ilk akıl için mümkün olduktan sonra Allah için mümkün olması aklen daha kolaydır. 148 Şehristânî; ilk aklın mümkün varlık olması sebebiyle kendisine benzeyen ikinci aklı yaratma, oluşturma yetkinliğine sahip olamayacağını savunur. İlk akıl hakiki olarak yaratan olmayıp, ancak, her hangi bir yönden kendisine imkan ve yokluğun karışmadığı, her yönüyle bizatihî vacip olan Allah vasıtasıyla yaratan olabilir. Çünkü, yaratma eylemi ancak Vacibü’l-Vücûd olan bir varlığın yetkinliğindedir. Aradaki vasıtalar zorunlu olmayıp araç konumundadırlar. 149 Şehristânî’nin sudura ait son eleştirisi ise; sudur süreci ile ilgilidir. O bu konuda şu soruları sormaktadır: Akılların, nefislerin ve feleklerin sayısının dokuz, unsurların da dörtte durmasını gerektiren şey nedir? Buna aklî bir ispat ve sebep var mıdır? Neden sonsuza veya daha fazla bir sayıya kadar artmamaktadır? Belirlenen bir sayıda sürecin durması keyfîlik değil midir? Ona göre; her şeye aklî cevap veren filozofların bu sorulara da aklî cevap vermeleri gerekmektedir. Fakat, bu cevapları verememişlerdir. 150 Sonuç olarak, Şehristânî sudurun temeli olan, birden ancak bir çıkar ilkesini saçma bulmaktadır. Yaratma eyleminde de Allah âlem ilişkisini izafî olarak görmektedir. Dolayısıyla, Allah’ın çokluğu yaratması ile zâtında 148 Nihaye, 62. 149 Nihaye, 57. 150 Nihaye, 64-65. 75 çokluğun meydana gelmeyeceğini söylemektedir. Sudur sürecini de belirli bir sayıda sınırlamalarını da keyfî bir durum olarak nitelemektedir. 2-İNSAN VE FİİLLERİ Şehristânî’ye göre; fıtrat delilinde de belirttiğimiz gibi, insan her yönüyle mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. İnsan, bozulmamış fıtratı ve selim aklı ile Allah’ın varlığını hissedebilir, sezebilir. Şehristânî, İslam kelamında temel problemlerden birisi olan insan fiilleri konusunda Eş’arî’yi takip etmektedir. Mutezile’nin, kulun fillerini kendisi yarattığı yönündeki görüşünü reddetmektedir. Bunun için çeşitli aklî deliller ileri sürmektedir. Burada, insan fiilleri ile ilgili kelamî tartışmalar, çalışma konumuzun dışında kaldığı için girmeyeceğiz. 151 Şehristânî’nin Mutezile’ye itirazlarını ve kendi görüşlerini genel olarak ele alacağız. Şehristânî, insanın fiillerini kendisinin yaratamayacağını kabul etmektedir. Ona göre, fiillerin yegane yaratıcısı bizzat Allah’tır. İnsan bu yaratılan fiilleri kendi hür iradesiyle kazanır, yani kesp eder. Şehristânî, bu görüşleriyle Eş’arî’nin kesp teorisini takip etmektedir. Şehristânî hâdis olan kudretin selahiyetini ve tam yetkinliğini, ne varlığı yönünden ne de varlığının her hangi bir sıfatı veya fiili yönünden kabul etmez. 152 151 İnsan fiilleri ile ilgili geniş bilgi için bkz., Kasım Turhan, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, İstanbul 1996. 152 Nihaye, 68,72. 76 Şehristânî; Mutezile’nin, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu fikrine şu iki hususta itiraz etmektedir: 1. Yaratıcı olan failin, fiilini her yönden kuşatması gerekmektedir. Çünkü, işlenen fiilde başkasının ilminin var olması değil, işleyenin bilgisinin varlığı sabit olmaktadır. Yaratılan şey hakkında, yaratıcının bilgisizlik içinde bulunması imkansızdır. Aynı şekilde fiilin her hangi bir bilgi sahibi olmadan yaratılması da imkansızdır. Şayet, insan fiilinin yaratıcısı olsaydı, fiilini her yönüyle kuşatması ve bilmesi gerekirdi. Fakat, insanın bir çok fiilinin aleyhine sonuçlar ve zararlar içermesi, onun fiillerini her yönüyle kuşatamadığını ve bilemediğini açıkça göstermektedir. Çünkü, hiç bir insan aleyhine olan ve zaralı sonuçlar içeren her hangi bir fiili işlemez. Dolayısıyla insan, fiillerinin yaratıcısı değildir. Aksine, Allah tarafından yaratılan fiilleri hür iradesiyle kazanır. 153 2. İnsanın hâdis bir kudret olarak yaratma gücü olsaydı, cevherden âraza kadar bütün var olanın yaratabilme gücü olması gerekirdi. Çünkü, varlık, var olanı da içine alan tek bir hüküm olup varlık oluşu yönünden değişmez. Varlığı yönünden cevher ârazdan üstün değildir. Ancak, hacmi oluşu, yer kaplaması, mahalle ihtiyaç duyup duymaması gibi yönlerden bir birinden üstündür. Bütün bunlar ise; sonradan var olmaya (hudusa) bağlı sıfatlar olup, kudretin işareti değildirler. Var olanın bir kısmının yaratma özelliği olsaydı, Allah, bütün var olanı yaratmazdı. Halbuki, var olanın 153 Nihaye, 69-70. 77 tamamı Allah’ın yaratmasıyladır. Dolayısıyla, insanın fiilinin yaratıcısı olması da muhaldir. 154 Şehristânî, insan fiilleriyle ilgili tartışmanın sonunda şöyle demektedir: “Fiil ile ilgili yapabilmenin ve kazanmanın (kesp) insana nispet edilmesi en uygunudur. Böylece, insanın Allah’ın yarattığı fiilleri kazanma kudreti olduğu da açıkça görülmektedir. Zaten, Allah insanın kendi hür iradesiyle kazandığı fiillerden sorumlu tutmakta, ceza ve mükafaatı bu fiillerin sonucuna göre takdir etmektedir.” 155 154 Nihaye, 69-72. 155 Nihaye, 89. 78 SONUÇ İslam düşünce tarihide, Gazalî ile başlayan felsefî kelam ekolünün en büyük ve ilk temsilcisi Fahreddin Razî kabul edilmektedir. Gerçekte, Şehristani, Razi’den önce yaşaması ve bu ekole göre ilk eser veren kişi olması sebebiyle Gazalici geleneğin ilk temsilcisidir. Şehristânî’nin bu yönüyle tanınmamasının sebebi, eserlerinin azlığıdır. Onun bu alanda yazdığı Nihayetü’l-İkdam ve Musaraâtü’lFelâsife adlı eserleri günümüze kadar ulaşabilmiştir. Felsefe Tarihi, Dinler Tarihi ve Mezhepler Tarihi konularını içeren, ansiklopedik tarzda yazdığı el-Milel ve’n-Nihal’i diğer eserlerini gölgede bırakmıştır. İslam dünyasında daha çok bu eseri ile tanınmıştır. Filozof kelamcı özelliğini gösteren Nihayetü’l-İkdâm adlı eseri fazla tanınmamıştır. Ayrıca, Râzî’nin felsefî kelâma göre, daha ayrıntılı ve çok sayıda eser yazmış olması da, Şehristânî’nin filozof kelamcı özelliğini geri planda bırakmıştır. Çalışmamıza esas aldığımız Nihayetü’l-İkdam, kelamın belli başlı meselelerinde yazılan, felsefî kavram ve delillerinde kullanıldığı önemli bir eseridir. O, bu eserinin ilk beş bölümünde, felsefenin temel konularından olan varlığı ele almıştır. İslam felsefesinin varlık, vacip, mümkün, sudur, hudus, adem, heyûla gibi kavramlarını kullanmıştır. Şehristânî, varlığın tarif edilemeyecek kadar açık olduğunu ifade eder. Bu yönden İbn Sina ile aynı görüştedir. Yokluğun (adem), varlığa 79 göre tanımlanabileceği hususunda da, İbn Sina ile Şehristânî aynı düşünceyi paylaşmaktadır. Fakat İbn Sina’ya göre, mutlak yokluktan bahsedilemez. Dolayısıyla, adem, gerçek bir varlık alanı olmayıp, sadece bir imkandır. Şehristânî ise, mutlak yokluğu, mutlak varlığın karşıtı olarak görmektedir. İbn Sina ve Şehristânî’nin yokluk hakkındaki görüşleri halâ ve heyûlâ kavramları ile de ilgilidir. İbn Sina, yokluğu varlığın karşılığı olarak kabul etmediği için, varlıktan önce halâyı yani boşluğu da kabul etmez. Ona göre, cisimde, ayrılmayı ve birleşmeyi sağlayan heyûlâdır. Heyûlâ ezeli bir imkan olup, yer kaplamayan, konumu bulunmayan aklî bir cevherdir. Şehristânî ise, mutlak yokluğu kabul ettiği için halâyı da kabul etmektedir. Ona göre, cisim, cevher ve arazın evveli olduğu için halânın varlığı kaçınılmazdır. Şehristânî, heyûlânın ezelîliğini ve suretlerden soyutlanmış bir cevher olmasını reddeder. Bu görüşleri yüzünden de İbn Sina’yı eleştirir. İbn Sina ve Şehristânî’nin, felsefî kavramlara yükledikleri anlamların temelinde, Allah ve alem ilişkisi hakkındaki görüşleri vardır. İbn Sina, Aristocu geleneğin takipçisi olarak, “Birden ancak bir çıkar” ilkesini, dolayısıyla da suduru kabul eder. Felsefî kavramları ve sistemini de, bu kabuller üzerine kurar. Ona göre, âlem, imkan yönünden ezeli olup Allah’tan sudur ederek varlığa çıkar. İbn Sina, Allah’ın bilmesini ve akletmesini zorunlu olarak gerekli kılacağı görüşündedir. Sudur sürecinde, 80 âlem, ayüstü varlıklar aracılığıyla oluşur. Çünkü, ayaltı âlem, çokluğu içerdiği için, “ Bir “ olan Allah’ın çoklukla ilişkisi ancak ayüstü varlıklar vasıtasıyladır. Ayrıca, ayüstü âlem, ezelî ve Vâcibu’l-Vücûd’la zorunlu olduğu için, diğer mümkün varlıklardan ayrılmaktadır. Şehristânî ise, Gazalîci geleneğin takipçisidir. Ona göre, Allah ile âlem arasında ontolojik zıtlık mevcuttur. Allah, âlemi yokluktan, aracısız ve toptan yaratmıştır. Yaratma, Allah7ın kudret ve tekvin sıfatı ile ilgilidir. Allah’ın bilmesi ve akletmesi, yani ilim sıfatı, yaratmayı zorunlu olarak gerekli kılmaz. Aksine yaratma, tamamen Vacibu’l-Vücud’un hür iradesiyledir. Yine Allah’ın çokluğu yaratması onun zatında da çokluğa sebep olmaz. Çünkü Allah ile âlem arasındaki ilişki izafidir. Şehristânî, yoktan ve aracısız olarak yaratmayı kabul ettiği için, ayüstü âlemin varlığını reddeder. Allah dışındaki bütün varlık kategorisini, hiçbir ayırım yapmadan “mümkün” sayar. Dolayısıyla, mümkün varlığın bir kısmı için de olsa ezeliliği kabul etmez. Şehristânî, Eş’arî kelam geleneğine bağlı olduğu ve Gazalî’yi izlediği için İbn Sina’yı yukarda ifade ettiğimiz konularda eleştirir. Şehristânî’nin bu eleştirileri daha çok alemin suduru ile ilgilidir. Eleştirilerinde yer yer felsefî delilleri de kullanır. Şehristânî; Allah’ın varlığını ispatlamada, hudus delilini imkan delili ile meczederek kullanır. Bu yönüyle İslam düşüncesirde ilk olma özelliğin taşır. Ona göre, vacib varlık aynı zamanda muhdis, mümkün varlık ta 81 hadistir. Şehristânî, varlığı, vacip ve mümkün olması ile muhdis ve hadis olması yönünden eşit görür. Şehristânî, varlıkla ilgili görüşlerini, sistemli bir şekilde ve tartışmacı bir üslupla ele aldığı, Nihayetü’l-İkdam adlı eseri sebebiyle, Gazalici geleneğin ilk filozof kelamcı olma özelliğini fazlasıyla hak etmektedir. 82 KAYNAKÇA ALTINTAŞ, Hayrani, “Gazalî’nin Felsefe ile İlgili Düşüncelerinde Çelişkiler”, İslamî Araştırmlar Gazalî özel Sayısı, c.13, sayı 3-4. …………., İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992. ARİSTO, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İstanbul 1996. ASKALANİ, İbn Hacer, Lisanü’l-Mizân, Dekkan 1331. ATAY, Hüseyin, el-Muhassal-Kelam’a Giriş’e yazdığı önsöz, Ankara 2002. …………., Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara 1974. …………., İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983. BAYRAKDAR, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997. BEDRAN, Muhammed Fethullah, el-Milel ve’n-Nihal önsözü, Mısır 1947. BEYHAKİ, Tetimme Sivanü’l-Hikme, Lahor 1935. BİRAND, Kamuran, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara 2001. BOLAY, S. Hayri, Aristo Metafiziği ile Gazalî Metafiziğinin Karşılaştırılması, İstanbul 1986. CORBİN, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul 1994. DE BOER, T. J., İslam’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, İstanbul 2001. DENKEL, Arda, İlkçağ Doğa Felsefeleri, İstanbul 1998. 83 DURANT, Will, Felsefenin Öyküsü, Çev. Ender Gürol, İstanbul 2002. DÜZGÜN, Şaban Ali, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem İlişkisi, Ankara 1998. ERDEM, Hüsamettin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000. FAHRİ, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul 1992. FAZLURRAHMAN, İbn Sina, çev. Osman Bilen, Klasik İslam Filizofları ve Düşünceleri içerisinde, M. M. Şerif, İstanbul 2000. FIĞLALI, Ethem Ruhi, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark beyne’l-Fırak’a yazdığı önsöz), Ankara 1991. FİDA, İsmail, el-Muhtasar fî Ahvali’l-Beşer, İstanbul 1280 GAZALİ, el-İktisâd fi’l-İtikad, Ankara 1962. …………., Miyaru’l-İlm, Mısır 1961. ………….,Tehafütü’l-Felâsife, Beyrut 1962, çev., Bekir Sadak, İstanbul 2002. GEYLANİ, Muhammed Seyyid, el-Milel ve’n-Nihal Önsözü, Beyrut 1975. GUILLAUMME, A., Intraduction (Nihayetü’l-İkdam Neşri), London 1934. GÜNALTAY, M. Şemseddin, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, İstanbul 2002. HAMEVİ, Yakut, Mu’cemu’l-Buldân, Mısır 1906. 84 HARMAN, Ömer Faruk, Dinler Tarihi Açısından Şehristânî ve elMilel ve’n-Nihal, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1983. İBN HALLİKAN, Vefâyâtü’l-Ayân, Kahire 1948. İBN SİNA, el-İşârât ve’t-Tenbihât, Mısır 1908. …………., Necat, Kahire 1938. …………., Risâle fi’l-Hudûd, Tis’u Resail içinde, Mısır 1908. …………., Şifa, Kahire 1960. İBN TEYMİYYE, Minhacü’s-Sünne, Beyrut trz. İBNÜ’L-İMAD, Şezârâtü’z-Zeheb, Mısır 1350. İZMİRLİ, İsmail Hakkı, İslam’da Felsefî Akımlar, İstanbul 1997. …………., Yeni İlmi Kelam, Ankara1981. KAZVİNİ, Zekeriya, Asaru’l-Bilâd ve Ahbaru’l-İbâd, Beyrut 1969. KUTLUER, İlhan, “Gazalî’nin Felsefî Serüveni” İslamî Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4. …………., Cevher mad., T.D.V.İ.A., C. 7, İstanbul 1993. …………., Halâ mad., T.D.V. İ. A., C. 15, İstanbul 1997. …………., İbn Sina Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002. LEAMAN, Oliver, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İstanbul 2000. NASR, Seyyid Hüseyin, Fahreddin Razi, çev: Burhan Köroğlu, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, edit. M. M. Şerif İstanbul, 2000. NEŞŞAR, Ali Sami, İslamda Felsefî Düşüncenin Doğuşu, çev. Osman Tunç, İstanbul 1999. 85 RUSSEL, Bernard, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muhammed Sencer, İstanbul 1997. SAFADİ, el-Vâfî bi’l-Vefâyât, İstanbul 1949. SUBKİ, Takiyuddîn, Tabakâtü’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ, Kahire 1906. ŞEHRİSTÂNÎ, Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam, London 1934. .............., el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975. TANCİ, Muhammed, “Şehristânî”, İ. A., İstanbul 1970, XI. TOPALOĞLU, Bekir, İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara 1992. TURHAN, Kasım, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, İstanbul 1996. ULUDAĞ, Süleyman, “Bir Düşünür Olarak Gazalî”, İslamî Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4. ÜLKEN, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, İstanbul 1998. …………., İslam Felsefesi, İstanbul 1998. …………., Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1997. WATT, W. Montgomery, İslamî Tetkikler- İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968. WEBER, Alfred, Felsefe Tarihi, çev. Vehbi Eralp, İstanbul 1998. WOLFSON, H. Austryn, Kelam Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, İstanbul 2001. YÖRÜKAN,Yusuf Ziya, “Şehristânî”, Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1926, sayı 3. 86 ZELLER, Edvard, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul 2001. 87 ÇOŞAR, Hakan; Şhahrastani’s Philosophical Thoughts According to Nihayat al-Akdam Master’s thesis, Advisor: Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ,82p SUMMARY This thesis that is considered şehristani’s philosophical thoughts according to Nihayet al-İkdam , consists of two chapter. At first chapter, we gave some informations about Şehristani’s life, his works and his scholarly personalyty. At two chapter, it is brougt up Şehristani’s philosophical views, particularly, his being philosophy. Explaining his views in this chapter, it is compared with İbn Sina’s views. Şehristani is the first representative of the movement which Gazali has got started philosophical theology. It is not found definite and detailed informations about his life although his works well-known. His three works have reached so far: al-Milal ve al-Nihal, al-Musaraa and Nihayet al-İkdam. Şehristani considered theological matters in the philosophical way in Nihayet al-İkdam. This work owns the particularity to be first work at philosophical theology field after Gazali. Explaining being problems, he used philosophical terms, particularly, necessery being and contingent being; but he changed means of these terms partly. He tried to unite that theologians used hudüs prof with that philosophiers used contingent prof. Besides, he criticised all of the philosophiers, firstly İbn Sina, about matters such as emanation theory, creation, and God’s creation and knowing attitudes. These his ways make Şehristani rationalist thinker. LXXXVIII ÖZET ÇOŞAR Hakan, Nihayetü’l – İkdam’a Göre Şehristani’nın Felsefi Görüşleri, Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ, 82s. Şehristani’nin Nihatetü’l-İkdam’a göre felsefi görüşlerinin ele alındığı bu tez iki bölümden oluşmaktadır. Tezin birinci bölümünde, Şehristani’nin hayatı, ilmi kişiliği ve eserleri hakkında bilgi verdik. İkinci bölümde, Şehristani’nin felsefi görüşleri özellikle de varlık felsefesi ortaya konulmuştur. Bu bölümde onun görüşlerini açıklarken İbn Sina ile karşılaştırmalar yapılmıştır. Şehristani, Gazali’nin başlattığı felsefi kelam ekolünün ilk temsilcisidir. Eserleri meşhur olmasına rağmen hayatı hakkında kesin ve ayrıntılı bilgiler bulunmamaktadır. Günümüze kadar üç eseri ulaşmıştır: el-Milel ve’n-Nihal, elMusaraa ve Nihayetü’l-İkdam. Şehristani, Nihayetü’l-İkdam’da, kelam konularını felsefi bir tarzda ele almıştır. Onun bu eseri Gazali’den sonra felsefi kelam alanında ilk eser olma özelliğine sahiptir. Varlık ile ilgili sorunları açıklarken felsefi kavramları özellikle de vacip ve mümkün kavramlarını kullanmıştır. Fakat bu kavramların muhtevalarını kısmen değiştirmiştir. Kelamcıların kullandığı hudüs delili ile filozofların kullandığı imkan delilini birleştirmeye çalışmıştır. Bunu yanında başta İbn Sina olmak üzere filozofları, sudur nazariyesi, Allah’ın yaratma ve bilme sıfatları gibi konularda eleştirmiştir. Bu yönleri Şehristani’yi akılcı bir düşünür yapmaktadır. LXXXIX