18 Brumaire 1799`dan bugüne Bonapartizm

advertisement
KöZ
AYLIK KOMÜNIST GAZETE
KASIM 2013 ÖZEL SAYI 1
Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından
düştüğü gün, Napoléon’un tunçtan heykeli, Vendome Dikilitaşı’nın tepesinden
gümbürtüyle devrilecektir. (Karl Marx ,Louis Bonapart’ın 18 Brumaire)
FİYATI:50 KURUŞ (KDV DAHİL)
18 Brumaire 1799'dan bugüne Bonapartizm
Gerek “Arap Baharı”nın Orta Doğu’da yarattığı ve sürmekte
olan sarsıntılar ve siyasi boşluklar vesilesiyle, gerek Recep Tayyip
Erdoğan’ın giderek sertleşen siyasi üslubu vesilesiyle “Bonapart”,
“bonapartlaşma” kavramlarını ve benzetmelerini sol basında sık
sık görmeye başladık. Ancak, uzun yıllar boyu solun ezici çoğunluğu için kullanımdan kaldırılmış olmasından ötürü, bugünlerde
bu kavramı yeni yeni kullanmaya kalkışanlar birer acemi büyücü
çırağı gibi davranmaktadır. Uzun zaman tüm siyasal rejimleri demokrasi/faşizm aralığında tasnif etmeye alışmış olanlar, yeni baştan dillerine aldıkları bonapartizm kavramını tam olarak nereye,
nasıl yakıştıracaklarını bilememektedirler. Bu şekilde ona buna yakıştırılan bonapartizm tarifleri “iktidarın keyfi davranmayı meslek
edinen bir kişinin elinde toplanması” kısırlığı çerçevesinde kalmaktadır. Oysa böylelikle sadece bu etiketin yakıştırıldığı rejimlerin mahiyeti müphemleşmekle kalmaz. En az demokrasi ve faşizm
kadar önemli bir siyasal tahlil aleti olması gereken bonapartizm
kavramı da bulanıklaşır. Bu kavramın marksist literatüre geçmesine yol açan tartışmaların ve olguların tarihsel özü de gözden kaybolur. Hem de bu kavramın günümüzdeki yansımaları hakkında
yanılsamalara yol açılmış olur. O halde Bonapartizm kavramını
netleştirmekte fayda var.
Marx’ın “Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i”ni yazdığı döneme
kadar, bu kavramın esin kaynağı olan Napolyon Bonapart’ın sağlığında ve ölümünü takip eden yıllarda bonapartizm diye bir kavramdan bahseden kimse olmamıştı. Bonapartizm kavramı, ilk Bonapart’ın küllerinin St. Helene Adası’ndan Paris’e taşınmasından
on yıl sonra literatüre girecekti.
Louis Bonapart’ın büyük amcasını takliden kendini imparator
ilan ettiği günlerde, Avrupa’daki siyasi çevrelerde hakim eğilim,
bu çakma Üçüncü Napolyon’un Julius Sezar’a benzeyip benzemediğini tartışmaktı. Onun temsil ettiği rejime sezarizm etiketini
yapıştırmak adettendi. Marx bu analoji çabalarına karşı ele aldığı
“Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i kitabının önsözünde şöyle demişti:
“Nihayet, son zamanlarda özellikle Almanya’da pek revaçta
olan skolastik bir deyimin, sezarizm denilen şeyin kökünü kazımakta, kitabımın bir katkısı olacağını umuyorum. Bu sığ tarihi
benzetmede esas nokta unutuluyor -eski Roma’da sınıf mücadelesi yalnız imtiyazlı bir azınlık içinde, özgür zenginlerle, özgür yoksullar arasındaydı; buna karşılık nüfusun büyük üretici çoğunluğu
köleler, bu savaşanlar için sadece pasif bir taban oluşturuyordu.
Birçokları Sismondi’nin şu anlamlı sözünü unuturlar: Roma proletaryası toplumun sırtından geçinirdi, oysa çağdaş toplum proletaryanın sırtından geçinmektedir. Kadim ve çağdaş sınıf mücadelelerinin maddi, ekonomik koşulları arasında böylesine tam bir
SEZARIZM NEDIR?
Köleci Roma Cumhuriyeti krizlerle boğuşurken Galya fatihi ünlü kumandan Julius Sezar silahlı askerlerin geçmesinin
yasak olduğu Rubicon Nehri’ni silahlı birliği ile geçip, en büyük köle sahipleri Cumhuriyeti’nin başkentine girmişti. Nehri
geçerken sarf ettiği “alea jacta est” (zarlar atıldı) sözü de o
günden sonra dillere dolandı. Böylece arkasında pleb (köle
veya köle sahibi olmayan Roma vatandaşları) temsilcilerinin
desteği ve komutası altındaki muzaffer ordusunun gücüyle,
kendini cumhuriyete dayattı. Konsüllük süresi bittiği için yetkilerini devretmesi istenen Julius Sezar, “cumhuriyeti kurtarmak
için bir diktatöre ihtiyaç var” diyerek kendini diktatör ilan edecekti. Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa dönüşmesi de
böyle gerçekleşmişti. Ama Julius Sezar imparator sıfatını bizzat
hiç taşımadı; onun da Roma’nın imparatoru olduğu ölümünden sonra söylenecekti. Sezar deyimi de onun ismi olmaktan
çok genel olarak otoriter imparatorları anlatan bir sıfat olarak
kullanılır oldu. Almancadaki Kayzer, Rusçadaki Çar terimleri
de onun adından türemiştir.
Adıyla sanıyla ilk Roma imparatoru olan onun hem yeğeni
hem de evlatlığı olan Octavius idi. Sezar’ın öldürülmesinden
sonraki kısa karışıklık döneminin ardından iktidarı eline geçiren Octavius kendini imparator Augustus olarak ilan edecekti.
Marcus Antonius, Galya seferinde Sezar ile birlikte ünlenmiş, onun ölümünden sonra Sezar’ın sevgilisi olan Kleopatra
ile evlenerek Mısır’ın hakimi ve Roma’nın güçlü adamı haline
gelmişti. Octavius’un ikbale ermesinde bu güçlü rakibini savaşta alt etmesi kadar, büyük dayısı olan Julius Sezar’ın vasiyetnamesinin de büyük rolü oldu: Sezar ölümünden sonra
açılan vasiyetnamesinde onu evlat edindiğini ve mirasçısı olduğunu yazmıştı.
Sezar’ın evlat edinmesiyle adı Caius Julius Caesar Octavianus olan “Sezar Augustus” (“Ulu, kutsal Sezar” ) unvanını,
“tanrının oğlu” mertebesine çıkartılarak aldı. Sonra da imparator sıfatını resmen taşıyan ilk Roma imparatoru olacaktı.
Doğrusu Louis Bonapart hakkında sezarizm tanımlamalarının yapılmasında da iki rejimin benzerliğinden çok Julius
Sezar’ın evlatlığı ile Napolyon’un yeğeni arasındaki akrabalık
ilişkileri bakımından benzerlikler rol oynamış olsa gerektir. Bu
örnekten hareketle, önce cumhurbaşkanı seçilip sonra kendini
imparator ilan eden Louis Bonapart hakkında, bu tarihsel olguya gönderme yaparak “sezarizm” yakıştırması yapan siyasi
yorumcular da boy göstermeye başlamıştı.
ayrılık varken, bu koşulların ürünü siyasi kişilikler arasında da
Canterbury Başpiskoposu (İngiliz Kilisesi’nin başı) ile Baş Rahip
Samuel (Tevrat’ta adı geçen bir İbrani ulu kişisi) arasında ne kadar
benzerlik varsa ancak o kadar benzerlik olabilir.”
menlik alanına kavuşturduktan sonra, iktidarı yeniden devrim tarafından kellesi uçurulan Bourbon hanedanına bırakmış oldu. Bu
meyanda Avrupa’nın belli başlı güçleri arasındaki paylaşım kavgasının sonucunda Fransa 1790’daki sınırlarına çekildi.
Halbuki aslında Sezar’ı kendine örnek alan Louis Bonapart değil, hakiki Bonapart olan amcasıydı. İtalya ve Mısır’daki seferleriyle
ve Alman cephesindeki başarılarıyla ünlenmiş olan Napolyon Bonapart, Sezar’ın “Cumhuriyeti kurtarmak için bir diktatöre ihtiyaç
var.” sözünü hatırlatmak üzere “Bu gün Fransa Sezar zamanındaki
Roma’yı andırıyor.” diyerek kendini dayatmıştı; imparatorluğunun
başkentini de eski Roma’dan esinlenen abidelerle donatmıştı. Örneğin bunlardan biri olan Madeleine kilisesi, bir Roma tapınağı
biçiminde tasarlanmıştır. Vendome Meydanı’ndaki sütun da buna
iyi bir örnektir. Bu sütun Austerlitz savaşında Alman ve Rus birliklerinden ele geçirilen topların eritilmesiyle bu zaferin anısına yapılmıştır. Tepesinde Napolyon’u eski Romalı kıyafeti içinde tasvir
eden heykel bulunmaktadır.
Ama Fransa’da burjuva diktatörlüğünün cumhuriyet olarak tesis edilmesi için, Napolyon’un imparatorluğundan ve onu takip
eden restorasyondan geçtikten sonra, proletaryanın bir kez daha
ayaklanmasına, sonra ikinci bir imparatorluğa ve Paris Komünü ile
doruğa çıkan devrimin tekrar dünyanın bütün burjuva diktatörlüklerinin az çok katkısıyla ezilmesine gerek olacaktı.
Kaidesinde de şu sözler yazılıdır:
“Bu nişane Yüce İmparator Napolyon tarafından, Büyük Ordu’nun şerefine, 1805 Alman Savaşı’nda düşmandan elde edilen
tunç malzemeden yapılarak diktirilmiştir. Savaş onun komutasında
üç ayda zaferle sona ermiştir.”
“Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i” kitabının son cümlesinde de
Marx bu sütuna ve heykele gönderme yapar:
“Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın
omuzlarından düştüğü gün, Napoléon’un tunçtan heykeli, Vendome Dikilitaşı’nın tepesinden gümbürtüyle devrilecektir. ”
Marx, Louis Bonapart hakkındaki sezarizm tartışmaları üzerine “Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i”ni yazmaya karar verdi. Sezarizmin, ortaya çıktığı köleci toplum koşullarıyla on dokuzuncu
yüzyılın koşullarının aynı olmadığını söylemekle kalmadı. Yani sadece sezarizm yerine bonapatizm kavramını önermekle kalmadı,
kitabındaki asıl vurgu burjuvazinin aristokrasiyle hesaplaşmasının
damga vurduğu dönemde ortaya çıkan Napolyon Bonapart’la proletarya ile burjuvazinin sınıf savaşının damga vurduğu dönemin
imparatoru Louis Bonapart arasındaki farka dikkat çekmekti. Louis Bonapart’ın olsa olsa Sezar’dan ilham alan amcası Napolyon Bonapart’ın kaba bir karikatürü olacağını ifade etmişti. Zaten kitabın
şu sözlerle başlaması da tesadüf değildir:
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel
büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel
eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez kaba komedi (fars) olarak.”
NEAPOLIO IMP AVG / MONVMENTVM BELLI GERMANICI ANNO MDCCCV / RIMESTRI SPATIO DVCTV SVO
PROFLIGATI / EX AERE CAPTO / GLORIAE EXERCITVS
MAXIMI DICAVIT
(Bu nişane Yüce İmparator Napolyon tarafından, Büyük
Ordu’nun şerefine, 1805 Alman Savaşı’nda düşmandan elde
edilen tunç malzemeden yapılarak diktirilmiştir. Savaş onun
komutasında üç ayda zaferle sona ermiştir.)
Bu noktaya gelmek için Julius Sezar’ın silah arkadaşı Marcus
Antonius’u savaşta yenmesi gerekmişti.
Bonapartizm kavramı, siyasi literatüre bu sözlerle başlayan kitap sayesinde girecekti. Ne yazık ki hem Bonapart’ın kendisini imparator ilan etmesine varan sürecin, hem de ilk Bonapart’la kötü
kopyası arasında geçen sürecin çok karmaşık olmasının yanısıra,
iki Bonapart arasındaki benzerlik ve benzemezliklerin çok bilinmemesi uzun süre rafta bekleyen bu kavramın talihsizliklerden bir
diğeri oldu.
Napolyon Bonapart, 1789’da başlayan Fransız Devrimi’nden
burjuvazinin beklediği şeylerin büyük kısmını birinci konsül ve
imparator olarak yerine getirip, Fransa’yı tarihinin en büyük ege-
Louis Bonapart’ın, Fransızların ikinci imparatoru olmasına ve
sonra da devrilmesine varan süreç aynı zamanda Fransa’da burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak cumhuriyet rejiminin nihayet
yerleşmesine varan süreçtir.
1830 DEVRIMI’NDEN 1848 DEVRIMI’NE
1789’daki Fransız Devrimi, ekseri burjuva devrimi olarak anılsa
da aslında bu devrim erken gelmiş bir proleter ayaklanmasıydı
ve bu devrimin gerçekten burjuvazinin ihtiyaçlarına uygun dönüşümlerle kendini sınırlaması için uzun ve dolambaçlı bir yoldan
geçmesi gerekiyordu. 18. yüzyılın sonlarında burjuvazi İngiltere
örneğini takiben meşruti bir monarşi modelini hedefliyordu (nitekim bugün Avrupa devletlerinin çoğunluğu hala meşruti monarşilerdir). Burjuvazinin, inisiyatifi ve denetimi doğrudan doğruya
eline alarak Fransa’yı bu yola sokması esas olarak 1830 Devrimi’yle oldu. Bu dönemeçte tahta oturan ve özellikle de Napolyon döneminde temelleri atılan bir alt yapıyı devralan Louis Philippe’in,
diğer Avrupa monarşileri veya yazarları tarafından “barikatların
kralı”, hatta bazen “burjuva kral” olarak anılması boşuna değildir. Ama onun dönemi daha çok 1830 Temmuz Devrimi’ne atfen
“Temmuz Monarşisi” olarak anılır. Bayrağı da Bourbonları ve monarşinin restorasyonunu temsil eden beyaz bayrak değil, 1789’un
ve devrimin bayrağı olarak kabul edilen üç renkli bugünkü Fransız bayrağıdır.
Tahtta kalacağı 18 yıl boyunca Louis Philippe, Napolyon’un attığı temeller üzerinde burjuvazinin hakim sınıf olarak egemenliğini
pekiştirmesi için önemli dönüşümleri imzaladı. Her şeyden önce
halen yürürlükte olan parlamenter burjuva diktatörlüğünün temel
kurumları ve işleyişi onun zamanında yerli yerine oturdu. Burjuvazinin imalat sanayi, ticaret ve maliye alanlarında önü alabildiğine
açıldı. Adına layık bir sanayi devrimi onun zamanında görüldü.
Bütün bunların sonucunda yıllar boyunca ayaklanmalar ve savaşlarla bitap düşmüş olan Fransız toplumu, onun zamanında muazzam bir ekonomik büyümeyle tanıştı. Ama Fransa’nın gerçek
anlamıyla kapitalist sömürü ve bunun üzerinde hüküm süren burjuvazinin gerçek yüzüyle tanışması da aynı dönemde oldu. Bütün
bu büyümenin ve “kalkınma”nın, işgücünün sömürüsü sayesinde
olduğu apaçık görüldü. Emekçi sınıflar, işçilerle köylüler, hızla ve
büyük çapta yoksullaştılar ve eskiden kentleri besleyen, orduları
teşkil eden köylüler mutlak olarak kentlere, dolayısıyla orada egemen olan sermayeye bağımlı hale geldiler. Bu dönüşümlerden
güç alan burjuvazinin muhtelif kesimleri, büyük bir açgözlülükle
ve iktidarın sunduğu destekle palazlandılar. Köylüler de giderek
2
KöZ
BONAPARTİZM ÖZEL SAYISI
BÜTÜN ÜLKELERİN KOMÜNİSTLERİ BİRLEŞİN!
üretimin önemli bir aktörü olmaktan uzaklaşıp yoksullaştılar.
Bu bakımdan Temmuz Monarşisi bir yandan burjuvazinin diktatörlüğünü tesis ederken beri yandan da burjuvazinin mezar kazıcılarını kızıştırıp hangi sınıf düşmanına karşı başkaldıracaklarını görmelerine imkân veren koşulları oluşturuyordu. Bu sürecin
sonlarına doğru “Dolayısıy¬la çağdaş sanayinin gelişmesi, ürünlerine el koymak üzere, üzerinde üretim yaptığı zemini burjuvazinin
ayağının altından kaydırmaktadır. Bunun içindir ki burjuvazinin
ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Burjuvazinin
devrilmesi de, proletaryanın zaferi de aynı ölçüde kaçınılmazdır.”
saptamasını ilan eden Komünist Parti Manifesto’su da gün ışığına
çıkmaya hazırlanmaktaydı. Temmuz Monarşisi’ne son verecek olan
1848 Devrimi’nin ayak seslerini duymayan kalmıyordu.
1848 DEVRIMI, TEMMUZ MONAŞISI’NIN SONU VE İKINCI
KARŞI DEVRIMCI İMPARATORLUK DÖNEMI
Her ne kadar, Louis Philippe’e gelinceye kadar Napoleon
Fransa’daki devrimci dalgayı büyük ölçüde ezmişse de, bu hesabın Napoleon’la kapanmış olduğunu söylemek mümkün değildir.
Fransa’da cumhuriyet, genel oy hakkı gibi konular hala toplumun
bütün kesimlerince tartışılmaktaydı; hem de 1789’un etkisiyle kurulmuş devrimci örgütlerin azımsanmayacak bir kısmı, bir şekilde
varlıklarını sürdürmekteydi. Bununla beraber, işçiler azınlıkta da
olsa 1789’da aktif rol oynadıkları için işçi sınıfın belleğinde hala
taze olan cumhuriyetçi imgelem ve hedef vardı. Ayrıca, 1789’un bir
sonucu da sanayi burjuvazisinin iktidar odağının tamamen dışına
itilmesiyle finans aristokrasisinin iktidarın en önemli ortağı haline
gelmesiydi. Küçük burjuvazi ve işçi sınıfı da aynı şekilde iktidarın
dışındaydılar. Bu dinamiklerin yanı sıra iki somut olay da devrimin
koşullarını sağlıyordu: Patates üretiminde yaşanan sorunlar büyük
bir kıtlığa neden oluyor ve aynı zamanda İngiltere’de büyük bir finansal bunalım yaşanıyordu. Bu ekonomik bunalımlardan özellikle
işçi kitleleri etkileniyordu.
Bu noktada burjuva dinamikler hareketlenmeye başlıyor ve
“cumhuriyet” fikri Avrupa’da güçleniyordu. Louis Philippe’in tahta
oturmasıyla kapanan 1830 Devrimi’nin Avrupa çapındaki yankıları
da az değildi. “Şanlı üç gün” diye anılan Temmuz Günleri Almanya’da, Belçika’da, İtalya’da ve Polonya’da yankı bulmuştu. Bu ülkelerde de kah meşruti monarşi yönünde, kah cumhuriyetçi fikirlerle
siyasi hareketler başgöstermeye başlamıştı. İşçi hareketi de motive
olmakta, devrimci, komünist çekirdekler oluşmaktaydı. Üç gerici
monarşinin esareti altında parçalanmış bulunan Polonya’da da bir
ulusal hareket Avrupa işçi hareketiyle temas içinde şekillenmekteydi. Bu hareket de 1830 Devrimi’nin Avrupa’da yarattığı etkiden beslenmekteydi. Böylece Fransa’da nispeten bir istikrar sağlayan Louis
Philippe’in hükümdarlığı süresince, kendi ülkelerinde baskıya uğrayan pek çok devrimci unsur Fransa’ya iltica etmeye başlamıştı.
Ayrıca Fransa’da gelişen ekonomik canlanmanın etkisiyle oraya çalışmak üzere göç eden zanaatkar ve işçiler de Fransa’da, bilhassa
Paris’te bir araya gelmekteydiler. Bu bakımdan Fransa 1830’dakinden daha şiddetli bir ayaklanmaya, bu sefer doğrudan doğruya
burjuvazinin iktidarını hedef alan bir devrime hazırlanmaktaydı.
Öte yandan Fransa’da kralın çok güçlü olmasından ve bu gücün
burjuvazinin bir kesimine (daha çok finans kesimine) daha fazla
yarar sağlamasından şikayetçi olan burjuva kesimleri de vardı. Bu
nedenle burjuvazi içinde de cumhuriyetçi fikirlerin öne çıktığı siyasal etkinlikler de kendini göstermekteydi. 1848 Şubatı’na bu şartlar
altında gelindi.
Kitlesel eylemler, yavaş yavaş patlak verip yayılarak etkisini
gösterirken, monarşinin düzenlenen eylemleri bastırmak için getirdiği tüm yasaklar halkın öfkesini daha çok artırarak ayaklanmanın
yayılmasına sebep oluyordu. Aynı zamanda ulusal muhafızların da
her zaman bu baskı tedbirlerine cevap vermediği, yer yer halka
ateş etmeyi reddettiği görülüyordu. Bu kardeşleşme dalgası da monarşinin geri adım atmasına neden olmaktaydı. 1847 yılında Avrupa
çapındaki ekonomik kriz de hem burjuvazinin rejim karşısındaki
hoşnutsuzluğunun artmasına hem de Fransa’daki sınıf mücadelesinin körüklenmesine epeyi katkı yaptı. Gösteri ve eylemlerde devrimin kızıl bayrağı yeniden görülmeye başlamış, “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganları giderek daha fazla duyulur olmuştu. Paris’teki 990
bin konfeksiyon işçisi ve 41 bin inşaat işçisinin yanısıra en büyük
işkollarından biri olan marangoz ve mobilyacılar da bu eylemlerin
başlıca unsurlarını oluşturuyordu. Kimi zaman bir patron ve bir
iki işçinin çalıştığı küçük atölyeler de siyasal hareketliliğe olduğu
gibi katılan kesimlerdendi. Bu iklimde sadece kitle eylemleri ve
ulusal muhafızların sert müdahalelerine karşı koyan çatışmalar söz
konusu değildi. Eylemlere katılan kitlelerin bir araya geldiği şenlikler, toplu yemekler ve eğlenceler de rejim karşıtı birer eyleme
dönüşmekteydi.
Öte yandan Paris’in hala 1789 öncesinden kalan şehir yapısı,
esaslı bir değişime uğramamıştı. Şehir, merkezi barikatların kurulmasına ve küçük grupların etkili bir direniş örgütlemesine çok elverişli bir ortam sunarken; hükümetin atlı birlikleri ve kitle eylemlerini önlemek için gözü kapalı kullanmaya kararlı olduğu topçu
birliklerini adeta tamamen etkisiz hale getiren durumdaydı. Nitekim 1848 Devrimi’nin bastırılmasının ardından yeni hükümetin ilk
işi Paris’in bu yapısını baştan aşağı değiştirmek olacaktı. Bu şartlarda 1848 yılının başında Paris’in artık büyük bir ayaklanmaya hazır
hale geldiği hissedilmekteydi.
Yeni yıla girerken Guizot Hükümeti, artık birer hükümet karşıtı
toplantı haline gelen toplantı ve şenliklere izin vermeme kararı
aldı. Paris Emniyet Müdürü 19 Şubat’ta yapılmak istenen bir şenliğe izin vermeyeceğini 14 Şubat günü açıkladı. Bunun üzerine Le
National gazetesi yazarı Armand Marrast, Parislileri 22 Şubat günü
bir protesto gösterisi için toplanmaya çağırdı; yasaklanan şenlik bu
gösterinin sonunda yapılacaktı. Hükümetin kararlı tutumundan ürken burjuva muhalefetinin temsilcileri, geri adım atmaya hazırlandı
NAPOLYON BONAPART’IN IMPARATORLUĞU VE SONRASI
Napolyon, Fransa’nın mali olarak battığı bir dönemde, Sezar’ın hikayesine benzer biçimde, İtalya’da ve Prusya karşısında
büyük askeri başarıların komutanı olarak Paris’e gelmişti. Napolyon Bonapart bu itibar ve bilhassa ordusunun gücüyle yürütmeyi
temsil eden Direktuvar döneminin sona erdiğini ilan etti. Onun
yerine üç konsülden oluşan bir heyetin geçeceğini ve kadiri mutlak birinci konsülün de kendisi olduğunu bu şartlarda dayattı.
Böylece zaten işlemeyen rejimin gerçek temellerini atmak üzere
“Cumhuriyeti kurtarmak için bir diktatör lazım.” diyen Julius Sezar’dan ilham alarak kendini diktatör ilan etti. Devrim takvimine
göre, yedinci yılın 18 Brumaire’ine karşılık düşen 9 Kasım 1799,
bu diktatörlüğün ilan edildiği tarihtir. Bu gün aynı zamanda Fransız Devrimi sürecinin sona erdiği gün olarak da kabul edilir.
1789 Devrimi, halk yığınlarının beklenmedik bir inisiyatif alarak, burjuvazi ile aristokrasi arasında anlaşmalı bir geçişin önünü
kesişinin damgasını taşır. Asillerin egemenliğiyle birlikte meşruti
çeşidi dahil, monarşiye son verip cumhuriyetin kapısını araladığı
için “erken öten horoz” imgesiyle de tarif edilen 1789’da başlayan devrim süreci, Napolyon’un 18 Brumaire darbesiyle burjuvazinin mutlak hakimiyetinin önünü
açmak üzere sona erdi. Napolyon’un darbesine ön gelen süreçte Babeuf ve yoldaşlarının yakalanıp, idam edilmiş olması da
küçük bir ayrıntı değildir.
Napolyon, Sezar’dan bir adım ileri giderek imparatorluk unvanının peşinden gelmesini beklemedi. 1804’te kendisini imparator ilan edip bunu Notre Dame Katedrali’nde Papa’ya tasdik
ettirecekti. Sıfatı “Fransızların İmparatoru” idi; asil olmayan ve
kendini “asil olmayan yurttaşların sevgilisi” olarak takdim eden
Napolyon’un (Julius Sezar da pleblerin desteğini almıştı) kendisine “Fransa İmparatoru” sıfatı yakıştırmamış olması küçük bir
ayrıntı değildi.
Fransız Devrimi’ne gerçek burjuva karakterini veren temel
adımlar da Napolyon’un birinci konsül olduğu ve ardından imparatorluğunu ilan ettiği dönemlerde atıldı. Merkez bankası, borsa,
kadastro işleri, merkezi idari yapı, yüksek mahkemeler, Medeni Kanun, Ceza Kanunu onun tarafından bu dönemde kuruldu.
1789 Devrimi’nin ardından yasaklanan köle ticareti Napolyon
zamanında yeniden serbest oldu. Paris mimari açıdan da bir burjuva başkenti haline onun attığı adımlarla geldi. Onun kurduğu
temel kurumların pek çoğu hala aynen yürürlüktedir ve bugünkü Paris şehrine damgasını vuran pek çok yapıt ve düzenleme
onun yaptığı işlerdir. Vendome Sütunu’nun yanısıra Champs Elysee Bulvarı, Etoile Meydanı’ndaki Zafer Abidesi de Napolyon’un
eserlerindendir. Napolyon’un imparatorluk kıyafeti olan kırmızı
pelerini de Roma’dan mirastır.
“O sütunla birlikte imparatorluk simgesi de yıkılacak ve hükümdarlığın son bulacak” diyen Marx’ın işaret ettiği akıbet Paris
Komünü ile birlikte geldi. Vendome Sütunu Komün altında devrilmiş, Komün’ün ezilmesinden sonra Adalet Bakanlığının karşısındaki eski yerini tekrar almıştır.
Fransız Devrimi’nde proleter unsur olarak ve gerçekten demokratik ne varsa Napolyon Bonapart döneminde kazınıp atılmıştır. Burjuvazinin bu devrimden beklediklerinin büyük kısmı
da asıl onun zamanında gerçekleşmiştir. Bunu yaparken Napolyon, haşmetli ordusunu oluşturan ve devrimden nasibini almadığı gibi, devrime herhangi bir aşamasında katılmamış olan köy-
lülerden destek almıştır. 1789 Devrimi’yle birlikte aristokrasinin
toprağa bağlı köleleri olmaktan çıkan köylüler, Napolyon’un ordusunu oluşturuyordu. Fransız milletinin birimleri haline gelişleri giydikleri üniforma, altında savaştıkları bayrak ve dillerindeki
milli marşla olmuştu. Onlardan oluşan ordu da Napolyon’u imparatorluk tahtına taşıdığı gibi, Avrupa’nın yarısına bu imparatorlukla birlikte Fransız Devrimi’nin burjuva değerlerini de taşıdı.
Zira Napolyon’un burjuvazinin önünü açmak ve aristokrasinin kalıntılarını süpürmek için kalkıştığı girişimler Fransa’da kalmış değildi. Ordusundan aldığı güçle ve geçmiş zaferlerinin motivasyonu ile birinci Bonapart burjuva devrimini tüm Avrupa’ya
yaymak sevdasına da kapılmıştı. Sonu da bu macerayla gelecekti.
Önce Rusya seferindeki hezimeti, ardından Leipzig’de Avrupa’nın ve dünyanın belli başlı monarşilerinin oluşturduğu büyük
koalisyon (İngiltere, Rusya, Prusya, Avusturya ve İsveç) karşısında aldığı yenilgiyle Napolyon imparatorluk tahtını kaybetti. Aristokrasi Fransız Devrimi’nin intikamını Napolyon Bonapart’tan
aldı. Burjuvaziyle aristokrasi arasındaki bu kıyasıya kavga, Napolyon Bonapart’ın sonunu getirdi.
İmparator Napolyon ve eşi Elbe Adası’nda kalmaya mahkum
edilmekle beraber, Papa tarafından tasdik edilmiş olan sıfatlarını
şeklen koruyacak ve biri yılda 2 milyon, diğeri 1 milyon frank
gelir almaya devam edeceklerdi. Ne de olsa Napolyon esasen
Avusturya arşidüşesi olan ikinci eşi Marie-Louise’in kuzenleri tarafından alt edilmişti. Şeklen egemenlik alanları bu adayla sınırlı
bir hükümdar ve eşi durumundaydılar. Fransa’da ise devrimin
ardından idam edilen XVI. Louis’nin kardeşi, “Fransa Kralı 18.
Louis” sıfatıyla galip koalisyon tarafından tahta oturtuldu. Ama
Napolyon, kendine bağlı ordusunu tekrar toplayıp Elbe Adası’ndan Paris’e geri dönmek üzere kaçacaktı. 18. Louis’ye de bir kez
daha sürgün yolu göründü. Napolyon’un ikinci kez imparator
oluşu 100 gün sürdü ve 18 Haziran 1815’te Waterloo Savaşı’nda,
bir kez daha, koalisyon halindeki Avrupa devletlerine yenildi.
Napolyon’un devrilmesinden sonra galip devletlerin tahta
oturttuğu 18. Louis, hastalıklı olmasına rağmen çürüyerek ölene
kadar tahtta kaldı. O nedenle yerini alacak olan kardeşi 10. Charles, Fransa tarihinin en yaşlı kralı olarak tahta oturdu ve eceliyle
tahtı terk etmesine Fransa’daki sınıf mücadelesinin koşulları elvermedi. Proletarya ve burjuvazinin ittifakıyla 1830 Temmuzundaki üç günlük ayaklanmanın sonucunda tahtı terk etti. Bu aynı
zamanda Bourbon hanedanın da sonuydu. Yerine burjuvazinin
ihtiyacına karşılık düşen ve Avrupa monarşilerinin de itiraz etmeyeceği bir başka kral geçecekti. 10. Charles, kısa hükümdarlığını
devrimle tahttan indirilen son Bourbon olarak sona erdirdi.
1830 Devrimi’nin asıl gücü proletarya idi; önderliği ise burjuvazinin elindeydi. Sonuçlarını da bu bileşimin karakteri belirledi.
1789 Devrimi’ni, hararetle desteklemiş olan Orleans dükü Louis
Philippe, onun yerine “Fransa Kralı” değil, “Fransızların kralı” sıfatıyla tahta oturdu; o nedenle “7. Philippe” değildir. Bu kral artık
kesin olarak sonuncu kral olacaktı.
ve bu çağrıya karşı tutum belirtmeye, kitleleri itidale çağırmaya
başladı. Buna karşılık 22 Şubat sabahı çağrının yapıldığı Madeleine
Meydanı’nda önce öğrenciler, ardından onlara katılan işçilerle 3 bin
kişi toplandı. Kitle “Yaşasın Reform, Kahrolsun Guizot” sloganlarıyla bu meydana yakın Concorde Meydanı’na ve oradaki hükümet
konağına yöneldi.
Kral Paris’teki 30 bin askeri, topçu birliklerini ve 40 bin ulusal
muhafızı alarma geçirmişti. Çıkan çatışmalarda bir kişi öldü bir çok
kişi yaralandı. Mecliste hükümetin baskı tedbirlerine karşı sesler
yükselmeye başladı.
Ertesi gün ayaklanma devam ediyordu; çatışmalar Paris’in değişik semtlerine yayılmıştı. Monmartre Bulvarı’nda Ulusal Muhafız
birliğinin ikinci lejyonu, göstericilere ateş açmaya kalkışan askerler
ve belediyenin muhafızlarıyla göstericiler arasına girdi. Başka yerlerde de ulusal muhafızların benzer tutumları duyulmaya başlandı.
Öğle vakti geldiğinde Kral başbakanının itibarsızlaştığını fark ederek derhal onu görevden aldı ve yerine başkasını atadı. Durum
sakinleşmiş görünüyordu ama gerginliğin sürdüğü ve süreceği de
hissedilmekteydi.
Nitekim o günün akşamı eylemciler, bu sefer zaferlerini kutlamak için toplaşmaya başladı. Hatta görevden alınan başbakanın
evinin önüne gidip protesto eylemi yapma fikri ortaya çıktı. Aylardır bu hükümetin baskı tedbirleriyle bilenmiş olan kitle bu zaferle
yetinmeye niyetli değildi.
Ama Capucines Mahallesi’nde yolu kesen 14. Piyade Birliği’nin
subaylarından birine bir meşalenin fırlatılması üzerine, askerler
kitleye yaylım ateşi açtı. Bir anda 50’nin üzerinde gösterici öldü.
Bunun üzerine kitle ölülerini eller üzerine alarak ve öfkeyle Paris
sokaklarını gece boyunca arşınlamaya başladı ve her adımda büyüyen bir kitle eylemi başgösterdi. Bir çok mahallede kilise çanları da
ölümleri duyurup, halkı isyana davet ediyordu. Arabalarla taşınan
52 şehit aynı zamanda Parislileri isyana davet eden bir propaganda aracı olarak geceyarısına kadar sokakları arşınladı. O gün Paris
sokaklarında 1500 barikat kuruldu. İşçiler, öğrenci gençlik ve küçük burjuvazinin çeşitli kesimleri barikatların arkasında birleşmeye
başladı.
Paris ayaklanırken Kralın artık hükümeti kalmamıştı; çünkü Guizot’nun yerine atadığı başbakan ve kabinesi istifa etmişti. Ordu komutanı Mareşal Bugeaud, bu ayaklanmayı bastıracağına dair Krala
teminat verdiyse de, 24 Şubat günü Kral tahtı terk ettiğini açıklayıp
ailesiyle birlikte Paris’i terk etti. Emaneti Orleans Düşesine tevdi
etmişti. Ama düşes oğlunu kral ilan etmek üzere Bourbon Sarayı’na
BONAPARTİZM ÖZEL SAYISI
3
KöZ
BÜTÜN ÜLKELERİN KOMÜNİSTLERİ BİRLEŞİN!
vardığında saray çoktan devrimciler tarafından işgal edilmişti.
Meclisteki vekillerin bir kısmı meşruti monarşiyi kurtarabileceklerinden ümitli iken, cumhuriyetçilerin çoğunluğu 1830 deneyiminin acısını unutmuş değildi. Derhal cumhuriyetin ilanına ve
gecikmeksizin gidilecek seçimlere kadar görev yapacak bir geçici
cumhuriyet hükümetinin kurulmasına karar verdiler. 24 Şubat 1848
günü Temmuz Monarşisi son bulmuş, Cumhuriyet yeniden ilan
edilmişti. 25 Şubat günü, 22-24 Şubat günleri arasında 350 kişinin
cumhuriyet için öldüğü ve 500 kişinin yaralandığı açıklandı.
Marx bu günü şöyle anlattı:
“25 Şubat günü henüz Cumhuriyet resmen ilan edilmemişti.
Ama bütün bakanlıklar geçici hükümetin burjuva unsurları arasında, generaller, bankacılar ve National gazetesinin avukatları arasında paylaşılmıştı bile. Ama bu kez işçiler 1830 Temmuzundaki
gibi bir tezgâha fırsat vermemekte kararlıydılar. Cumhuriyeti silah
zoruyla dayatmak için yeni bir kavgaya girişmeye hazırdılar. Raspail bu misyonu temsilen Vilayet binasına (Hotel de Ville) gitti. Geçici Hükümete Cumhuriyeti ilan etmesini Paris proletaryası adına
emretti. Eğer bu emir iki saat içinde yerine getirilmez ise 200 bin
kişinin başında tekrar geleceğini bildirdi.
Kavgada düşenlerin cesetleri henüz soğumamıştı; barikatlar
daha kaldırılmamıştı; işçiler silahlarını bırakmamıştı; ve onların karşısına dikilecek Ulusal Muhafızlardan başka bir güç de yoktu. Bu
şartlar altında Geçici Hükümetin siyasi değerlendirmeleri ve hukuki kuruntuları aniden yıkıldı. İki saatlik müddet daha dolmamışken
Paris’in duvarları dev harflerle yazılı ‘Fransız Cumhuriyeti! Eşitlik,
Özgürlük, Kardeşlik!’ sloganıyla donatılmıştı.”
Peki böylesine görkemli bir şekilde başlayan bu devrim nasıl
oldu da yenildi ve ne zaman yenildi? Bu soruyu şöyle cevaplamak
mümkün:
Birincisi, 1848 Devrimleri’nde işçi sınıfı kendini sokakta ve barikatlarda tüm haşmetiyle gösterirken, siyaset arenasını burjuvaziye bıraktı. İşçi sınıfı, iktidarı tamamen kendi ellerine almak yerine
kenarında durmayı tercih etti. İşçi sınıfının temsilcileri olarak Louis
Blanc ve barikatların kahramanlarından “İşçi” lakaplı Albert geçici hükümetin Emek Komisyonunda yer almakla yetindiler. Cumhuriyet kurulduktan sonra hükümetin politik hedefini işsizliğin ve
yoksulluğun çözümüyle sınırlandırması, işçi sınıfının burjuvaziye
yedeklenmesine sebep oldu. Yani hükümet cephesinde burjuvazinin iktidarını tahkim etmek için kritik görüşmeler yapılırken, sosyalistler işçiler adına reform planlamakla meşguldüler. En sonunda
Emek Komisyonu Çalışma Atölyeleri kurulmasını ve herkesin bu
atölyelerde asgari ücret karşılığında çalışmasını öngören bir reform
planını kabul ettirdi. Ama bu, çok etkisiz bir kazanımdı; çünkü iktidar sınıf düşmanının elinde toplanmaktaydı. Atölyelerin faaliyeti
çok sınırlı bir sürede gerçekleşti ve atölyeler sonunda kapatıldı.
İkinci olarak, yeni ilan edilen cumhuriyet halka karşı yumuşak
ve barışçıl davranmayı vaat eden bir devletti. Nitekim cumhuriyetin
ilk yaptığı şey ölüm cezasını kaldırmak oldu. Halbuki bunun tam
tersini yapıp, eski suçlulardan hesap sorması gerekirdi; zira ayaklanan öfkeli kitlelerin arzusu ve talebi buydu. Hükümetin buna yanıt vermemesinin başlıca nedeni temsil ettiği burjuvazinin değişen
konumuydu. Burjuvazi iktidara yerleştikçe, işçi sınıfından korkar
oldu. Sınırlı bir cumhuriyetle meseleyi çözmek istedi. Burjuvazi,
bekleneceği üzere devlet aygıtını hiçbir zaman karşı devrimcilerle
hesaplaşmak için bir araç olarak kullanmadı.
Üçüncü sebep olarak bu devrim bütün Avrupa’ya yayılsa da
Fransa’nın dünyanın kalanına kayıtsız kalıp, devrimin yayılması
için çaba göstermemesidir. Bu da enternasyonal bir ittifakın kurulmasına mani olmuştur.
Dördüncü sebep ise köylülüğün devrim karşısında, devrimin
de köylülükle ilgili olarak aldıkları tutumlardı. Burjuvazi ve onun
temsilcileri açısından işçi sınıfının istediği sosyal reformları finanse
etmenin tek yolu köylülüğü daha fazla ezip sömürmekten geçiyordu. Bu da köylülüğün, devrimin yanında yer alan hatta son
noktasında başını çeken burjuvaziye karşı, karşı-devrimci bir pozisyona düşmesine neden oldu. Devrim köylüleri yanına çekmek için
adım atmayınca, köylüler karşı-devrimin başlıca dayanağı olmaya
itiliyordu. (1789’da da benzer bir durum yaşanmıştı.) Nitekim köylüler 1848 Devrimi’nin ardından yapılan seçimlerde işçi sınıfının
adayına değil Louis Bonapart’a oy verdiler. Böylece cumhuriyetin
ilk seçimlerinde Louis Bonapart sadece vergisini veren erkeklerden
oluşan toplam seçmenlerin %75’inin oyunu alarak Fransa’nın ilk
cumhurbaşkanı seçildi. 1848’de dalga dalga büyüyen harekete dahil olmayan köylülerin oylarını almıştı.
1848 Devrimleri aynı zamanda demokratik talepler uğruna bir
kavgaydı. Ama bu devrimin ardından iktidarı bir kez daha eline
geçiren burjuvazinin, yükselen işçi sınıfı hareketini ezmek için belirlediği iki hedefi vardı: kurulmuş olan atölyelerden kurtulmak ve
oy hakkını sınırlandırmak. Yani, burjuvazi işçi kitlesine oy hakkı
tanımamak için türlü bahaneler sunuyordu. “Gerici, cahil köylülere
oy hakkı verilmesin” ya da “mülkiyet sahibi olmayanlar oy kullanmasın” gibi söylemler bu bahaneleri oluşturuyordu. Burjuvazi oy
hakkının sınırlanmasını isterken, diktatör olmak isteyen ve bunun
için devrime katılmadıkları gibi devrimin de dikkate almadığı köylülerin pasif ve muhafazakâr desteğine güvenen Louis Bonapart
ise genel oy hakkını savunuyordu. Cumhurbaşkanı olur olmaz bakanlarına ve memurlarına “atacağınız adımlarda halk yığınlarından
çekinmeyin, onlar sizden daha muhafazakârdır” derken kastettiği
bu kitleydi.
Öte yandan Blanqui’nin başını çektiği devrimciler ise genel oy
hakkının devrime zarar vereceğini düşündükleri için, “köylülüğü
henüz karşı devrimci saflardan çıkaramadıkları” gerekçesiyle seçimlerin ertelenmesini istiyorlardı. Ancak başarılı olamadılar ve
seçimlerde sosyalistler ve devrimciler ağır bir yenilgiye uğradılar.
Bunun üzerine Blankistler parlamentoyu bastılar ama tutuklandılar.
Bu noktadan sonra seçimlerin galibi burjuvazinin hükümeti, ulusal
atölyeleri kaldırmakla işe başladı. Bunun üzerine işçiler yeniden
barikatlara çıkacaklar ve Haziran günlerinde Cavaignac bu barikatları ezecekti.
Amcası gibi köylülerden oluşan ordusuna değil, hem işçi sınıfına hem de burjuvaziye kuşkuyla yaklaşan, bilhassa devrimin
kendilerine yeni yükler getirmesinden endişe eden, aynı köylülerin pasif desteğinden güç alarak devlet aygıtının tüm imkânlarını seferber eden Louis Bonapart, iktidara gelmesinin yolunu açan
devrimin tüm kalıntılarını ortadan kaldırmak üzere sıkıyönetim ilan
etmekle işe başlamıştı.
BOLŞEVIKLER 1848 DENEYIMINDEN NE GIBI DERSLER
ÇIKARDILAR?
Bolşevikler 1848’e bakarken temel olarak üç önemli nokta
üzerinde durdular. Bunlardan ilki işçi sınıfının devrimci saflarda yer almaya başladığı anda burjuvazinin devrimi satacağı
ve karşı devrim kampına geçeceği gerçeğiydi. 1905’te burjuva
devrimi gündemdeyken “burjuvasız burjuva devrimi” gibi kavramlar, işçi sınıfının başını çektiği demokratik haklar mücadelesi 1848 Devrimi’nden süzülmüş derslerin bir yansımasıydı.
İkinci nokta ise işçilerin iktidarı almasının gerekliliği idi çünkü
aksi takdirde karşı devrimci güçler işçi sınıfını ezip geçecekti.
Bolşeviklerin çıkardığı üçüncü ders ise işçi-köylü ittifakının
şart olduğu idi. Küçük burjuvazi ve köylülük kazanılamadığı
takdirde işçilerin iktidarı alması mümkün olamaz.
Fakat Bolşevikler için bu dersleri bireysel olarak çıkarmanın bir anlamı yoktu. Bolşevikler için önemli olan, bu dersleri
uygulayabilecek bir partinin yaratılmasıydı. Zira devrimci parti olmadan işçi sınıfının; burjuvazinin kuyruğuna takılmasının
engellenmesi ve sınıf mücadelesinin dersleriyle donatılması
mümkün değildir. KöZ’ün arkasında duran komünistler de
Bolşeviklerin 1848’den, 1917’den çıkardıkları derslerin gereğini
yerine getirecek devrimci partiyi yaratmak için siyasal mücadelelerini sürdürüyorlar.
İşte Napolyon’un yeğeninin tarihsel rolü bu dönemeçten itibaren başlayacaktı. 1848 Devrimi aristokrasiye nihai darbeyi vururken
iktidarı şeklen de hanedanların elinden alıp aristokrasinin siyaset
sahnesinden tamamen silinmesini sağlayacaktı.
1848 Devrimi artık aristokrasi ile burjuvazi arasındaki çatışmanın değil, proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın belirleyici
olduğunu göstermişti. Bu devrimde zaferi proletarya kazanamadığı için de burjuvazi devrimden muzaffer olarak çıkmıştı. Ama
devrimin hayaleti hala kol geziyordu. Proletaryanın ayaklanmasıyla
aristokrasinin kalıntılarından da kurtulan burjuvazinin, şimdi devrimin kalıntılarından da kurtulmaya ihtiyacı vardı. Ama proletaryayı
proletaryadan destek alarak ezmesi söz konusu değildi. Bir başka
deyişle burjuvazi tek başına hüküm süremiyordu proletarya da iktidarı kendi ellerine alamamıştı. Seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı
olan Louis Bonapart burjuvazinin ihtiyacını kendini devletin başına
getiren köylü yığınlarından güç alarak ve kendi meşrebine göre
kendi yöntemleriyle ve geçmişten devraldığı kostüm ve sıfatlarla,
yani amcasının yaptığı gibi karşılayacaktı. Louis Bonapart, Napolyon’un kardeşiyle ilk eşi Josephine’in ilk kocasından olan kızının
oğlu idi. Ama babası bu üçüncü çocuğun babasının kendisi olmadığını iddia etmekte bir süre direnmiş ve ağabeyinin ısrarı ile
boyun eğmişti. Yani Napolyon’un ilk eşinin soyundan geldiği kesin
olmakla birlikte, Bonapart kanı taşıyıp taşımadığı daima tartışma
konusu olmuştu. Bu nedenle Louis Bonapart’ın imparatorluğa yürüyüşü bu şaibe altında başladı, baştan itibaren “çakma bonapart”
damgası taşıdı.
LOUIS
BONAPART’IN
CUMHURBAŞKANLIĞINDAN
İMPARATORLUĞA YÜRÜYÜŞÜ
2 Aralık 1851’de cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesine kısa bir süre kala ve
mevcut anayasa ikinci kez
aday olmasına mani iken
Louis Bonapart altı maddelik
bir muhtıra yayınladı.
Bu muhtırada herkesin
(herkes deyince yalnız erkekler anlaşılıyordu) seçme seçilme hakkının korunduğu 21
Aralık’a kadar yerel meclislerde toplanmaya çağırıldığı
belirtilse de, Ulusal Meclisin
lağvedildiği, başkent ve çevresinde sıkıyönetim ilan edildiği,
Anayasa Mahkemesine karşılık düşen Conseil d’Etat’nın kapatıldığı da ilan edilmekteydi. Bu kararların İç işleri bakanı tarafından yürütüleceği belirtilmekteydi. Louis Bonapart, imparatorluğunu ilan etmeye hazırlanıyordu. Bu muhtıradan on sekiz
gün sonra ilk plebisit geldi.
İçişleri Bakanı’nın seçmenlere gönderdiği çağrıda
“Louis
Napolyon
Bonapart’ın mevkiinde kalmasını ve 2 Aralık muhtırasında belirtilen temellerde
bir anayasa hazırlaması
için kendisini yetkilendirmeyi kabul edenler oy san-
dığına üzerinde evet yazan bir pusula atmalıdır” deniyordu. Bu
plebisitin ardından gelen ise, 21-22 Kasım 1852 plebisiti idi.
Bu sefer Fransızların “halk Louis Napolyon Bonapart şahsında
imparatorluk şanının yeniden ihdas edilmesini; bu sıfatı doğrudan yasal yahut edinilmiş varisi olanlara devretmesini ve Bonapart ailesinin fertlerinin hangi sırayla imparator olacaklarını
belirlemesini istiyor” cümlesine evet demeleri emrediliyordu.
Bu plebisitin ardından 2 Aralık muhtırasının yıldönümünde
Fransız Cumhuriyetinin lağvedildiği ve İkinci İmparatorluk döneminin açıldığı ilan edildi.
Napolyon Bonapart genç ve güçsüz Fransız burjuvazisinin kendi
başına yapamadığı bir işi, yani 1789 Devrimi’nin içindeki proleter
unsuru ayıklamakla kalmamıştır. Aristokrasinin kalıntılarını onun
yerine ortadan kaldırıp, burjuvazinin hâkim sınıf olarak gerçekten
hüküm sürebilmesinin imkânlarını yaratmıştı. Ama Fransa’da aristokrasiyi alt ederken Avrupa aristokrasisi tarafından alaşağı edilecekti. “Cumhuriyeti kurtarmak için bir diktatör lazım” diyerek yola
çıkmış, yerini Bourbon Hanedanı’na bırakmak zorunda kalmıştı.
Yeğen Bonapart ise artık aristokrasi ile burjuvazi arasındaki çatışmanın tarihe karıştığı ve proletarya ile burjuvazinin sınıf mücadelesinin damga vurduğu Fransa’da, amcasının kıyafetini giymeye
heveslendi. Aristokrasiye savaş açmadı; çünkü aristokrasi zaten peş
peşe devrimlerle ve ağır borç yükleri altında sahneyi terk etmişti. Son kralı alaşağı eden devrimle Elysee Sarayı’na taşındı. Cumhuriyeti ve Fransız Devrimi’nin değerlerini kurtarmak için gücünü
ve iktidarını kullanmaya kalkışmadı, böyle bir iddia öne sürmedi.
Devrimden ve cumhuriyetten aldığı güçle kendini diktatör ve imparator ilan etme kurnazlığına girişti.
Napolyon kendisinin komuta ettiği ordusunu imparatorluk ordusu haline getirerek hüküm sürmüştü. Louis Bonapart ise Louis
Philippe’in seferber etmekten ürktüğü ordunun ve bürokrasinin
imparatoru oldu.
Onun imparatorluğu dönemi bir gerçeğin üstü örtülmez biçimde gözler önüne serildiği bir dönem olacaktı: Artık söz konusu olan
aristokrasi ile burjuvazi arasındaki bir kapışma değil, proletarya ile
burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi olacaktı. İkinci imparatorluk
altında proletarya hareketinin ezilmesiyle 1871 Paris Komünü’ne
kadar kimse proleter devrimden, baldırı çıplakların hareketinden
bahsetmeyecekti. Paris Komünü ile birlikte nihayet proletarya da
burjuvazinin temsilcilerini iktidara taşımayan ilk devrimini gerçekleştirecekti. Böylece daha önce Napolyon’u tahtından indirip Bourbon’ları yerine oturtan Avrupa hâkim sınıflarının yeni hedefi belli
olmuştu: proletarya.
Marx, bu siyasi durumu tahlil edip söz konusu olan mücadelenin burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin damgasını
taşıdığına işaret ederken, bundan böyle bonapartist diye tanımlanacak rejimlerin bu kavrama ismini veren Napolyon zamanındaki
rejimden neden ve nasıl farklı olacağını izah etmeye gayret etti. Bir
siyasi tahlil aracı olarak bonapartizm kavramı Marksist literatüre bu
gayretin sonunda girdi. Daha sonra Bismarck’ın rejimi bu analojiyle
bonapartist olarak tanımlandı.
BONAPARTIZM VE MARKSIST TEORIDE “BONAPARTIZM”
KAVRAMININ YERI
“Bonapartizm” dendiğinde, daha düz ve aşina kavramları kullanmaya alışkın olanların genellikle yüzü asılmaktadır. Aslında bu
tür tepkiler daha çok tarih hakkında yüzeysel bilgilerle yetinip, tarihsel maddeci yöntemin temel kavramlarını kullanmaya alışkın ve
mezun olmayanların itirazlarını yansıtır. Oysa bonapartizm kavramı
örneğin “demokrasi”, “diktatörlük” ya da “faşizm” gibi; “şovenizm”,
“ekonomizm”, “sendikalizm” gibi; yahut “sınıf” hatta “devlet” gibi
genel birçok ve kimisi de analojik köklere sahip kavramlardan
farklı ve daha az önem taşıyan bir kavram değildir. Bonapartizm
kavramıyla ilgili alerjinin ardında Marksist siyasal tahlil yönteminin bu önemli kavramının Marx’tan sonra büyük ölçüde hasır altı
edilmiş olmasının önemli bir payı vardır. Bu yüzden bu kavramı
kullanmadan önce bazı hatırlatmalar yapmakta yarar var.
Her şeyden önce, bonapartizm kavramı, bir seferlik ve bir özgül
olayı açıklamak için başvurulmuş geçici bir kavram değildir. İsim
babası kendisi olmadığı halde ve Napolyon Bonapart’ın yükselip
yok oluşundan çeyrek asır sonra bu kavramı bir tahlil aracı olarak
ilk kez kullanan Marx, Louis Bonapart’ın rejimini açıklarken, Louis
Bonapart’ın asıl Bonapart’ın yeğeni olduğu hakkındaki kuşkulu iddialarının etkisi altında değildi. Aksine, bu aile bağlarından ve isim
benzerliklerinden ziyade birinci Bonapart’la onun karikatürü arasındaki benzerlik ve ayrılıkları göstererek somut bir siyasal olguyu
açıklamaya çalışmaktaydı.
Kimileri “bonapartizm” teriminin son kez Marx tarafından ve
Louis Bonapart için kullanılması gerektiği sonucunu çıkarabilirler.
Ne var ki, “bonapartizm” kavramının Marksist teoride “iki Bonapart” arasındaki benzeştirmeyle başlayan serüveni orada kalmamıştır. Daha sonra Marx ve Engels’in Bismarck rejimini bonapartist
olarak tanımladığını, hatta Engels’in şunu söylediğini biliyoruz:
“Bugünlerde bütün hükümetler öyle ya da böyle bonapartist
olmaktadır.” (Sorge’a 12 Nisan 1890 tarihli mektup).
Besbelli söz konusu olan Bonapart’ların soyağacının takip edilmesi değildir. Bonapartizm kavramı bir benzeştirme olmaktan çıkmış, tıpkı “demokrasi”, “diktatörlük” vb. gibi belirli bir siyasal durumu ve buna karşılık düşen bir olguyu tanımlayan bir tahlil öğesi
haline gelmiştir. Bismarck’la Bonapart’lardan herhangi biri arasında
bir “benzerlik” olmadığı gibi, tarihsel koşullarının benzemediği de
açıktır. Zaten sorun da benzerlikler aramak değil, sınıflar arasında
belirli ilişkileri, bunların hayat verdikleri belirli siyasal biçimleri birbirinden ayırt etmek, bunları tanımak, barındırdıkları dinamikleri
4
KöZ
BONAPARTİZM ÖZEL SAYISI
BÜTÜN ÜLKELERİN KOMÜNİSTLERİ BİRLEŞİN!
kavramak ve dolayısıyla bunlara ilişkin siyasal tutumlar oluşturmaktır. Nitekim hâkim sınıfın siyasal iktidar üzerindeki hâkimiyetinin zayıflamasıyla yakından ilişkili olan bonapartizm olgusunun bu
alanla ilgili hayati bir önemi olduğu, 1917 Şubatı ile Ekimi arasındaki süreçte meydana çıktı; ve Bolşevikler de bu konuda önemli
dersler sundu.
Bolşevikler de Marx ve Engels’in izini sürerek 1917 Temmuzunda kurulan Kerensky hükümetini bonapartist olarak tanımlarken
bir fantezi peşinde koşmuyorlardı. Aksine, iki Rus Devrimi arasında
Kerensky hükümetinin rolünün kavranması ve ayırt edilmesi Bolşeviklerin yönelişinin belirlenmesinde çok önemli bir rol oynamıştı.
Lenin “Bonapartizmin Başlangıcı” başlıklı, 29 Temmuz 1917 tarihli
makalesinde şunları söyledi:
“Kerensky hükümeti tartışmasız bir biçimde bonapartizmin ilk
adımlarıdır. Bonapartizmin başlıca tarihsel karakteri burada açık biçimde doğrulanmaktadır: askeri güruh (ordunun en berbat unsurları) üzerine yaslanan devlet iktidarı iki sınıf arasında ve şöyle böyle birbirini dengeleyen düşman güçler arasında gidip gelmektedir.
Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi keskinlik
bakımından en üst düzeye çıkmıştır: 20-21 Nisan, sonra da 3-5
Temmuz arasında ülke iç savaşa kıl payı mesafedeydi. Bu ekonomik ve toplumsal etken bonapartizmin klasik temelini oluşturmuyor mu? “ (Toplu Eserler Fransızca baskı, c.25, s.241)
Lenin “Kerensky bonapartizmi”nin ortaya çıkışının kimi başka
nedenlerini ve koşullarını açıkladıktan sonra, bu kavramda ve bu
tahlilde ısrar edişinin siyasal sonuçlarını ve hedefleri bakımından
önemini vurguladı:
“... burjuva karşı-devrimiyle mücadele açık görüşlü olmayı, görmesini bilip gördüğünü söylemeyi gerektirir.
Rusya’da bonapartizm bir tesadüfün eseri değildir; yeterince
gelişmiş bir kapitalizme ve devrimci bir proletaryaya sahip olan
bir küçük burjuva ülkede sınıf mücadelesinin gelişiminin doğal bir
meyvesidir...
Eğer Rusya’da karşı-devrimin geçici olarak zafer kazandığını
söylemekle yetinseydik, bu saptamamız sorumluluklarımızdan kaçmaktan başka bir şey olmazdı.
Ama eğer, bonapartizmin doğuşunu tahlil ediyorsak ve eğer hakikatle yüzleşmekten çekinmeksizin işçi sınıfına ve bütün halka
bonapartizmin Rusya’da gerçekten meydana çıktığını söylüyorsak,
bunu yapmakla ciddi ve inatçı, geniş siyasal kapsamlı ve derin sınıf
çıkarlarına dayalı bir mücadeleyi bonapartizmi alaşağı etmek üzere
başlatmış oluyoruz” (aynı yerde s. 242 ve 243)
Bu vurgunun peşi sıra gelen açıklamada ise, Ekim Devrimi’nin
ve Bolşevik taktiklerin anahtarı yatmaktadır: Lenin, Kerensky bonapartizminin köylülüğün ve işçi sınıfının güvenine sahip uzlaşmacı
önderliklerin desteği üzerinde durduğunu ve önünde henüz çözülmemiş temel sorunlar bulunduğunu (“Toprak sorunu ve ulusal
sorun etrafındaki mücadele yeni yeni alevlenmektedir”) hatırlattıktan sonra, işçi sınıfının önündeki temel sorunun bonapartizme bu
fırsatı tanımamakta yattığını saptadı. Lenin’in bu tahlili daha sonra
“Devrimin Öğrettikleri” başlıklı ve Eylül 1917’de yayınlanan broşüründe geliştirdiğini biliyoruz.
Burada Bolşeviklerin bonapartizm kavramından yalnızca bir
tahlil öğesi olarak değil, aynı zamanda siyasal durumu kavrayıp değiştirmek üzere bir siyasal silah olarak nasıl yararlandıklarını görmek mümkündür. Nitekim bu kavrayış açıklığı sayesinde Bolşevikler, Kornilov Ayaklanması sırasında Kerensky hükümeti karşısında
doğru bir tutum almayı başarmışlardır. “Kornilov’a karşı Kerensky
ile birlikte” demeyip “Önce Kornilov sonra Kerensky” hedefini öne
çıkarmışlardır. Bolşeviklerin bu sağlam politikası “Temmuz günleri”nin ardından gelen yenilgi koşullarını tersine çevirip, iktidarla
taçlanacak yeni atılımın koşullarını yaratmalarında önemli bir köşe
taşı olmuştur.
Kuşkusuz “bonapartizm” kavramı ancak, bir teorik fantezi ve bir
“tahlil şıklığı” değil, sınıf mücadelesinin kararsız denge koşullarında devrimci bir tutumun çizilip ilerletilmesinde hayati önem taşıyan
bir politik silah olduğu kavrandığında yerli yerine oturur. Ancak
benzer koşullar karşısında yaşanan somut deneyimlerle ve bu benzer durumlarda izlenen somut mücadele yollarının hatırlanması ve
kavranmasıyla birlikte düşünüldüğünde işe yarar bir düşünce ve
eylem aleti olarak algılanabilir. Zaten eylem kılavuzu olarak kabul
edilen teorinin bir unsuru olabilmesi için bir sözcükten başka ne
beklenmeli?
Bu bakış açısıyla bonapartizm kavramının tarihsel maddeci tahlilin bir unsuru olabilmesi ve somut bir mücadele çizgisinin oluşturulmasında işe yaraması için bir benzeştirme olmaktan çıkarılıp,
genel bir tanıma kavuşturulması gerekir. Bu bakımdan gerek Marx
ve Engels’in gerekse de Bolşeviklerin yazdıklarından hareketle bonapartizm genellemesi içinde tanımlanabilecek olgularda aranması
gereken temel, ortak özellikleri belirtmekte yarar var.
Birincisi “bonapartizm” bir şahsi diktatörlük rejimidir. “Bonapart”ın kendisi çoğu kez tesadüfi bir biçimde ortaya çıkmış olsa
ve kimi durumda bir imparator, kimi durumda bir başbakan, kimi
durumda da bir dini ya da “ebedi şef” şahsiyetine bürünse bile, bu
şahsiyet rejimin bir teferruatı değildir; “bonapartsız bonapartizm
olmaz”.
İkincisi, bu şahsi rejim burjuva anlamında dahi demokratik değil, otoriter ve keyfi yöntemlerle hükümet eder. Bu temel üzerinde
plebisiter yöntemler ve buna uygun referandumlarla desteklenen
kimi “reformlar” pasif yığınların pasif desteğinin sürdürülmesinin
başlıca “bonapartist” yollarını oluşturmaktadır; ve bu yollar “bonapartizm”e sözümona “demokratik” bir çehre sunmaktadır. Bu bonapartist rejimlerin “popülist” yönüdür.
Üçüncüsü, klasik örneklerinde “bonapartizm” çatışan modern
sınıflar karşısında pasif bir ağırlık oluşturan köylülüğün bu pasif
desteğine dayanmıştır. Marx’ın “boşlukta asılı değildir” derken kastettiği budur. Ama “bonapartizm” olgusunu görebilmek için önce
köylülüğü aramak doğru değildir; kentli küçük burjuva yığınlar,
hatta küçük burjuva demokratlarının politik nüfuzu altında felçleştirilmiş işçi yığınları da pek ala bonapartist bir rejimin ortaya
çıkması için gerekli temeli oluşturabilirler.
Dördüncüsü, “bonapartizm” kurnaz bir manevrayla iktidarı ele
geçiren bir diktatörün marifeti değildir. Ya düşman kamplara bölünmüş ve çatışmada yenişememiş durumda olan ya da henüz yeterince olgunlaşmamış oldukları için iktidarı ele geçiremeyen temel
sınıfların denge durumunda devlet aygıtının derinliklerinden çıkan
burjuva düzeninin bir can simidi olarak belirir. Kerameti kendinden menkul değildir, gücü temel sınıfların (kapitalizmin gelişme
çağında daha çok nesnel koşullarla, kapitalizmin çöküşü ve proleter devrimleri çağında ise daha çok öznel koşullarla ilişkili olarak)
tek başlarına iktidarı alamayışlarından gelir. Bu bakımdan “bonapartizm” hem bir denge rejimi, hem de bir geçiş rejimidir; kalıcı
ve bağımsız temellere sahip bir rejim değildir. Bağımsız bir temeli
olmadığı gibi kendine ait bir geleceği de yoktur.
Beşincisi, “bonapartizm” çatışan düşman sınıfların üzerinde
yükselerek, iki kamp arasında gidip gelen bir rejim oluşturmaktadır. Ancak bu gidiş geliş başıboş bir sarkacın düzenli salınımlarına benzetilmemelidir. Aksine bu bir sarkaç hareketinden ziyade
inip kalkan bir çekice benzetilebilir. Bu iki yönlü hareketin tarihsel
işlevi iki temel sınıfa da vurup onları zayıflatmak değildir. Çekiç
her seferinde proletaryaya vurmaktadır; aksi yöndeki hareketi, bu
hareket sırasında burjuvaziye vursa dahi, güç alıp tekrar proletaryaya vurmak içindir. Bu niteliğiyle “bonapartizm” hangi koşullarda
olursa olsun, proletaryanın direncini kırıp onu dağıtan bir rejim
oluşturur. Bu bakımdan, her zaman hakim sınıfın bir aleti, burjuva
diktatörlüğünün bir biçimidir.
Altıncısı, “bonapartizm”in tarihsel işlevi, siyasal zemini iktisaden
hâkim sınıfın siyasal iktidarına hazırlamaktan ibarettir; bir bakıma
burjuva çağının bir ürünü olan “bonapartist” rejimler burjuvazinin,
çöpçüsüdürler. Dayandıkları ve güçlendirdikleri aygıt hangi görünüşe sahip olursa olsun, burjuva diktatörlüğü aygıtının çekirdeğini
oluşturan askeri-sivil bürokratik aygıttır. Demek ki, bonapartizm,
burjuvaziden “görece bağımsız” gibi göründüğü zaman bile esas
olarak burjuva diktatörlüğünün biçimlerinden biridir. Burjuvazinin
sınıf olarak kendi siyasal örgütleriyle iktidarı ellerine almaya yahut
elinde tutmaya gücünün yetmediği koşullarda, burjuva diktatörlüğünün asli ve temel kurumlarının öne çıkıp burjuvazinin hâkim sınıf olma niteliğinin pekişmesine, yahut (Bismarck örneğinde olduğu gibi) oluşmasına hizmet eder. Bu bakımdan hala pre-kapitalist
mülk sahibi sınıfların bağımsız bir güç olarak varlığını koruduğu
tarihsel koşullarda, “bonapartist” rejimler yerlerini biçimsel olarak
krallıklara (Napolyon, Bismarck örneğinde olduğu gibi) bıraksalar
dahi, bu krallıklar artık aristokrasinin değil, burjuvazinin iktidarının
organlarına dönüşmüştürler; bir burjuva diktatörlüğünün aristokratik bir süsüne indirgenmiştirler. Aristokrasinin tarih sahnesinden
silinmiş olduğu kapitalizmin gelişme çağının bonapartist rejimlerinin geleceği ise, ya bir proleter devrimi ile süpürülmek (Louis
Bonapart bunun ilk örneği, Kerensky de bir başka örneğidir) ya
da burjuva diktatörlüğünün bonapartizmin yarattığı sınıf dengesine
uygun bir başka biçimiyle yer değiştirmek olacaktır.
Nihayet, bonapartizmin ardından gelen rejim ne olursa olsun,
“bonapartların” kaderi çoğu kez aynı olmaktadır: şaşalı hükümranlıkları ile ters orantılı bir son. Nitekim Napolyon iki kez üst
üste imparatorluk tacını giydikten sonra, küçük bir adada ölümü
bir başına karşılamıştır; Bismarck kendi elleriyle yarattığı Büyük
Almanya’yı yine kendi yetiştirmesi sayılan II. Wilhelm’in ellerine
bırakmak zorunda kalmış ve onun emekli bir memuru olarak ölmüştür; Kerensky ve Louis Bonapart ise üzerlerine sefer açtıkları
düşmanlarının kucağına atlamak suretiyle proletaryanın şiddetinden kurtulmuşlardır. Aynı biçimde bonapartist rejimlerin ömrü de
proletaryanın toparlanma fırsatı bulup bulmamasına ya da burjuvazinin emanetini devralacak güçte olup olmamasına bağlıdır.
Bu genel özellikleri ile bonapartizm, burjuva toplumunun gelişme ve çöküş evrelerinde farklı biçimlere bürünse de ortak bir
terim altında toplanabilecek ve birbiriyle benzeştirilebilecek sınıf
dengelerine karşılık düşen ve tarihsel koşullara bağlı olarak en az
“demokrasi” kadar yaygın ve çeşitli örnekleri bulunan bir burjuva diktatörlüğü biçimi oluşturmaktadır. Gelip geçmiş değildir yeni
durumlarda yeni baştan ortaya çıkabilen bir olgu oluşturmaktadır.
Dolayısıyla en azından “demokrasi” kadar bir tahlil aracı olarak ele
alınmayı hak eden bir kavramdır. Kaldı ki, “bonapartizm” kavramının aşırı ve yersiz kullanımına itiraz edenlerden hiç biri bu olguya
işaret eden özgün koşulları ve durumları tanımlamak için yeni bir
kavram üretmiş değillerdir. Dolayısıyla, bu kavramın dağarcığımızdan çıkarılması yönündeki ısrarlar aslında teorinin fukaralaştınlmasına hizmet eder. Üstelik, Türkiye’de, sosyalistlerin “demokrasi”,
“faşizm” ve “askeri diktatörlük” kavramlarının arasında gidip gelerek, bunlara tutarsız yüklemler yükleyerek kıvrandıkları ve siyasal
olguları kavramakta da, uygun siyasal çözümler üretmekte de ne
kadar güçlük çektikleri göz önüne alınırsa, siyasal dağarcığımızda
bu önemli kavramın yer etmesinin gerekliliği daha iyi anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, akademisyenlerin ve onlara öykünenlerin yahut siyasetin öznesi olma sorumluluğundan kaçanların bonapartizm kavramını sadece bir tahlil aracı olarak ele almalarına bakıp
bonapartizmi böyle kavramak da bu kavramı rafa kaldırmakla aynı
anlama gelir. Bonapartizm kavramı ancak Bolşeviklerin yaptığı
gibi, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi yolunda benim-
senecek taktiklerin saptanması noktasında önem taşır. Bu itibarla
komünistlerin bu kavramı ele alırken asıl vurgu yapmaları gereken
husus bir rejimin tarihte bonapartist olarak tanımlanmış rejimlere
ne ölçüde ve hangi yönleriyle benzedikleri olmasa gerektir. Komünistler bonapartizm olgusuna Louis Bonapart’ın peşinden gelen
Paris Komünü’nün ve Kerensky rejiminin üzerinde yükseldiği “ikili
iktidar” dönemine son veren Ekim Devrimi’nin ışığıyla bakmalıdır.
Şu ya da bu rejime bir etiket takmak üzere değil burjuva diktatörlüğünün somut bir biçimini alaşağı etmek üzere hangi yolun tutulması gerektiği açısından yaklaşmalıdırlar. Bir başka deyişle, Marx’ın
bonapartizm tanımını yaptığı kitabın son satırlarında Vendome Sütunu hakkındaki öngörüsünün hakkını vererek ele almalıdırlar bu
olguyu: 1848 Devrimi’yle gelen bonapartizmin Paris Komünü’yle
gittiğini unutmadan! Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin damga vurduğu koşullarda bonapartizm proleter devriminin somut bir olasılık olduğu koşullarda ve daima bir karşı devrim
olarak hayat bulur.
Kuşkusuz Napolyon’un Sezar’a, Louis Bonapart’ın amcasına
öykündükleri gibi, “hasbelkader” siyasi iktidarın ellerinde toplanmasına bakarak kendini onlarla özdeş görenler, iktidara geldiklerinde onların kılık kıyafetlerine bürünüp tavır ve edalarını taklide
yeltenen kendine sevdalı siyasetçiler eksik olmamıştır ve daima
olacaktır. Bunların kılık kıyafetine yahut edasına bakarak onları
bonapartlardan birine yahut diğerine benzeterek bonapartizm tanımı yapanlar da… Ama tam da bu noktada Marx’ın “18 Brumaire”
kitabında altını çizdiği husus önem kazanır ve bonapartizm tahlilinin en önemli unsurlarından biri de bu olsa gerektir. Bonapartizm
sadece bonaparta bakarak tarif edilecek bir olgu değildir. Sınıf mücadelesinin belirli bir durumuna tekabül eder üzerinde yükseldiği
koşullara göre şekillenir ve hayat bulur ya da bulmaz.
Nasıl ki Marx Napolyon ile Louis Bonapart arasında bu bakımdan bir ayrım olduğuna dikkat çekerek yeğenin amcasının kötü bir
kopyası, bir karikatürü olduğuna dikkat çekiyorsa, her somut durumda bonapartizm saptaması yaparken söz konusu rejimin hayat
bulduğu tarihsel koşulların ne idüğüne titiz bir yaklaşımla bakmak
gerekir. Bu itibarla kapitalizmin gelişme döneminde ortaya çıkan
bonapartizm olgusuyla kapitalizmin can çekiştiği proleter devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin damga vurduğu, emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşılmasının gündemde olduğu emperyalizm çağında bonapartizm olgusunun ve olasılığının
aynı olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır.
O takdirde, “Soğuk Savaş Dönemi” diye de anılan dönemde
ortaya çıkan kimi siyasal rejimleri (örneğin Orta Doğu’da Nasır ile
başlayan kimi örnekleri yahut Afrika’da yahut Güney Amerika’da
bu bağlamda zuhur eden kimi rejimleri) bonapartizm kavramıyla
izah ederken sadece bu rejimlerin şeklen bonapartist rejimlere benzerliğine takılmadan ele almak önemlidir.
Türkiye’nin siyasal tarihine yaklaşırken de bu bakımdan dikkat
edilmesi gereken hususlar vardır. Her ne kadar kendisi bonapartlara, belki Bismarck’a ve belki Kerensky’ye öykünmüş olsa bile,
Mustafa Kemal dönemine bonapartizm etiketi yakıştırırken birkaç
kere dikkatli olmak gerekir.
Mustafa Kemal’in öne çıkıp Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk şefi
ve hatta ebedi şefi olmasını belirleyen başlıca etkenler arasında
Osmanlı İmparatorluğu’nun sarsılmakta oluşu, burjuvazinin henüz
ortaya çıkmakta oluşu ve proletaryanın da yeni yeni kendini göstermekte oluşu nedeniyle temel sınıflardan herhangi birinin iktidarı
kendi başına ve kendi gayret ve imkânlarıyla ele geçiremez durumda oluşu bonapartist bir rejime elverişli koşulları andırmaktadır.
Ama emperyalistler arası birinci dünya çapındaki paylaşım kavgasının sonuçları kadar bu savaşa son veren Rusya’daki proleter devrimin aynı zamanda Anadolu topraklarına kadar uzanıyor olması da
bir ayrıntı değildir. Mustafa Kemal’in bu şartlarda kendini iktidarda
bulması da küçük bir ayrıntı değildir. Bu şartlarda “yedi düvele karşı savaşan” bir “şef olma keyfiyeti kendi izahıdır”. Gerçek ise galip
emperyalist devletlerin proleter devrimin ilerlemesine karşı bir barikat olarak başında bu “ebedi şefin” olduğu cumhuriyeti kurdurup
tahkim ettikleri yönündedir. İşte bu özgün şartlarda ortaya çıkan
bir rejimin bonapartizm ile benzerliklerinden ziyade benzemeyen
yönlerine dikkat çekmek önem taşır. Hatta belki bu özgün yönlerinden ötürü, tıpkı Marx’ın sezarizm ile bonapartizmi ayırırken asıl
Bonapart ile karikatürü arasındaki farklara dikkat çekerken yaptığı
gibi yaklaşmak ve benzer koşullarda ortaya çıkan başka rejimleri
de bu örneğe bakarak tanımlamak üzere “Kemalizm” yahut “Kemalist diktatörlük” vurgusuyla ele almak daha yerinde olur.
Günümüzde Tayyip Erdoğan’ın kendine biçtiği role bakıldığında ise Marx’ınkinden ziyade Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Napolyon
hakkında yaptığı tanım akla gelse gerektir: “Napolyon Bonapart
Fransız Devrimi’yle tesadüfün gayrı meşru çocuğu idi; kerametin
kendinden geldiğine inandığında yapayalnız kaldı.”
Tayyip Erdoğan da olsa olsa bu tarife benzetmek için “28 Şubat
süreciyle tesadüfün gayrı meşru çocuğu” olarak tarif edilebilir. “Kerametin kendinden menkul olduğuna inandığı noktadan itibaren
yalnızlaştığı” da söylenebilir. Ama bu benzerlikler onu Bonapart
yapmaz. İpleri hala okyanus ötesindeki efendilerinin ve hocalarının
elinde olan ne zaman nereye gideceğine ve neyi nasıl yapacağına
bile kendi başına karar veremeyen, bir Bonapart müsveddesini, sırf
kendisi o edayla davranıyor diye Marx’ın ve Lenin’in bonapartizm
tahlillerinin konusu olan gerici diktatörlere benzetmek; hatta bırakalım Waterloo benzeri bir savaşı, Gezi Parkı’ndan başlayan ayaklanmayla karizması bir anda çizilen Erdoğan’ın sarsılmakta olan
iktidarını bonapartist bir diktatörlüğe benzetmek sadece yanlış bir
tasvir yapmakla sınırlı bir hata olmakla kalmaz. Sınıf mücadelesinin
seyri ve komünistlerin ödevleri konusundaki tartışmasız saptamaların bulanıklaşmasına yol açar.
Komünist KöZ Sürekli Aylık Siyasi Gazete Kasım 2013 Özel Sayı:1 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Murat ÖZYAVUZ Yönetim Yeri: Rasim Paşa Mahallesi Süleyman Bey Sokak No:6/1 Kadıköy –İstanbul Tel: 0216 700 19
98 E-posta: kozonline@gmail.com Web adresi: www.kozonline.org /www.kozonline.info Basıldığı Yer: Özdemir Matbaası Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 242 Topkapı-istanbul tel: 0212 577 54 92
Download