TRT VİZYON 17 TRT’DEN 15 Temmuz’u unutturmayacağız! Bir ramazan ayını daha geride bıraktık. Dünyanın en büyük yayın kuruluşlarından TRT ramazan ayında da milli ve manevi değerlerimize uygun yayın içerikleriyle yine dopdoluydu. Bunlardan en çok ses getireni ise kuşkusuz “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması” idi. Bir ay boyunca Kur’an bülbülleri bizlere kutsal kitabımızın mesajını güzel sesleri ile ulaştırdılar, evlerimize konuk oldular. Büyük final ise Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde ve ev sahipliğinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşti. Katılımın ve ilginin yoğun olduğu gecede Sayın Cumhurbaşkanımızın takdim ettiği anlamlı hediyeler ve mesajları, programın güzel ve hayırlı bir başlangıç yaptığının habercisidir. Milli ve manevi değerlerimizin ışığında, Kur’an mesajını idrak edebilmek için Kadir Gecesi gerçekleşen bu güzel final ve program için emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarımı tebrik ediyorum. Erkan DURDU TRT Genel Müdür V. 15 Temmuz, ülkemizin üzerine örtülmeye çalışılan karanlığın, milletin ferasetiyle aydınlığa çevrildiği bir kahramanlık öyküsü olmuştur. TRT Srebrenitsa soykırımı ile ilgili yayınlarını geniş ve planlı bir şekilde 2005 yılından itibaren sürdürüyor. Boşnak kardeşlerimize uygulanan soykırımı, TRT Diyanet, TRT Haber ve TRT Avaz’dan yapılan canlı yayınlarla olabildiğince büyük bir organizasyonla tüm dünyaya duyurmaya devam ediyoruz. Kurum olarak üzerimize düşeni yerine getirmek üzere geniş bir yapım ve yayın ekibi, canlı yayın araçları ve teçhizat ile her yıl Türkiye’den Srebrenitsa’ya doğru yola çıkıyor. Bu yıl da 11 Temmuz’da yapılan anma ve defin töreni için hazırız. Temmuz ayı bizler için 15 Temmuz’da ülkemizin üzerine örtülmeye çalışılan karanlığın, milletin ferasetiyle aydınlığa çevrildiği bir kahramanlık öyküsünün seneyi devriyesi anlamını taşımaktadır. O uzun gecenin birinci yılını geride bırakırken bugün bir kez daha milletimizin büyüklüğünü anlıyoruz. Milletimiz kendi iradesine sahip çıkacağını ve bağımsızlığına ne denli düşkün olduğunu kararlılıkla göstermiştir ve hain 15 Temmuz planı toplumsal bir travmaya dönüşmeden engellenmiştir. Biz de yayınlarımızla dün olduğu gibi bugün ve yarın da bu kanlı girişimi unutmayacak ve unutturmayacağız. Bu ay TRTVizyon dergisi olarak hazırladığımız dosyanın da arşivlerde yerini almasıyla, gelecek nesillerin bu ihanetten doğru dersler çıkarmasına ve ülkemizin geleceğine güvenle bakmasına katkı sağlamak arzusundayız. Bu düşüncelerle tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize uzun ve huzurlu bir ömür diliyorum. Erkan DURDU TRT VİZYON 1 TRT VİZYON DERGİSİ 30 YILDIR SİZLERLE... İÇİNDEKİLER TRT AYLIK RADYO TELEVİZYON DERGİSİ TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON KURUMU ADINA SAHİBİ Erkan DURDU GENEL KOORDİNATÖR Tuncay YÜREKLİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ Yılmaz ÇINAR YAYIN KOORDİNATÖRÜ Aslıhan ŞAHİN GÜVEN SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU GRAFİK TASARIM Gamze ÖZGÖREN Feride ORTAÇ YÖNETİM YERİ TRT GENEL SEKRETERLİK TRT SİTESİ B BLOK KAT: 11 ORAN/ANKARA Tel : (312) 463 23 00 Faks: (312) 463 23 07 ISSN 1308-7495 YAYIN TÜRÜ Yaygın/Süreli BASIM TARİHİ 30 Haziran 2017 BASILDIĞI YER Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti. Büyük Sanayi 1. Cadde 95/1 Altındağ-Ankara Tel : (312) 341 10 20 Faks: (312) 341 30 50 10 TRT yayıncılığın ötesinde Belgesele akademik katkı 20 “Benim Annem Benim Babam” Bir TRT belgeseli 22 Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması Kadir Gecesi’nde muhteşem final 30 Masal şehir Mardin 34 Modern çağda bir ozan İrfan Gürdal ile… www. trt.net.tr/vizyondergisi facebook.com/TRTVizyonDergisi trtdergisi@trt.net.tr 38 15 Temmuz’u unutmayacağız! 44 İnsanlık tarihinin karanlık sayfası Srebrenitsa’nın çığlığı 48 İngiltere’de Türk İzleri Müzeler ve izlerimiz 50 Zorlu bir serüven “İlk Kitap” 54 Sahibini arayan fotoğraflar Maziye yolculuk 58 “Deniz Hamamları” Osmanlı’da bir yaz geleneği 66 Kasabada Zaman’dan: Sığacık Sığabildik mi zamana? Şimdi hesap verme zamanı TRT VİZYON 3 AYIN KARELERİ Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr Ne yazık ki, insanlık tarihine utanç harfleriyle yazılan bazı olaylar vardır. Serebrenitsa katliamı da o olaylardan biri ve insanlık tarihi sürdükçe bir kara leke olarak kalmayı sürdürecek. Pek çok masum insanın; çocukların, gençlerin, yaşlıların katledildiği kirli bir savaşın adı Serebrenitsa. Ayrıntılarını artık hepimiz biliyoruz. Üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak ayrıntılar bunlar. Sözü burada noktalayalım ve o masumları Sırplara teslim eden Hollandalı bir askerin iç döküşüyle bitirelim: “Ölmek istiyordum, masum insanları koruma sözü verdiğimiz halde bize sığınan insanları koruyamadığımız için kendimi affetmiyorum.” Ve doğa… Katliam kelimesini bizden öğrenen doğa. Baharın coşkusunu atlatıp içinde bulunduğumuz mevsimin dinginliğinin kucağına kendini bıraktı bu yıl da. Ülkemiz için bahar ve yazın ilk ayları yağmurla geçti ve hepimiz yazın geldiğini ancak bu ay anlayabildik. Oysa gündönümü yaşandı ve kış çoktan yaklaşmaya başladı bile. Güneşli günlerin ve ılık esintili yaz akşamlarının tadını çıkarmak için kısa bir süre var önümüzde. Geçtiğimiz ay teknoloji dünyasında hepimizi çok heyecanlandıran bir gelişme oldu ve Sophia ile tanıştırıldık. Şimdiye dek çeşitli hünerleri olan robotlar ve insansı robotlar görmüş olsak da Sophia gerçekten mimikleri, yüzünün gerçekçiliği ve diğer bazı özellikleriyle öncüllerinden ayrılıyor. Bilim kurgu filmlerindeki senaryoları bir kenara bırakmak zor olduğundan bu konuyu sağlıklı değerlendirebilmek için zamana ihtiyacımız var. Sophia bir kadın olarak tasarlanmış ve bu konuda gerçeklerinden ayrılmadığını da yine kendi ağzından duyuyoruz: “Ben zor ve karışık bir kadınım. Beni anlamak bazen zordur” TRT’DEN Aynur ÇELİKCAN / aynur.celikcan@trt.net.tr TRT yayıncılığın ötesine geçti Belgesele akademik katkı TRT bu yıl, belgesel sinemanın geleceği olan belgeselcileri desteklemek ve ödüllendirmenin ötesine geçti. Geleceğe kilometre taşları ekleyen TRT, “Belgesel Ödülleri” kapsamında, sempozyum, paneller, atölye çalışmaları ile belgesel sinemanın dev isimlerini etkinliğe dahil ederek, sinema sektörüne önemli akademik katkı sağladı. B u yıl TRT, belgesel sinemanın geleceği olan belgeselcileri desteklemek ve ödüllendirmenin ötesine geçti. 9. Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri, geçtiğimiz ay pek çok ülkenin rekor katılımıyla İstanbul’da resmigeçit yaptı adeta. Yarışma filmlerinin heyecanı, özel seçki filmlerin gösterileri devam ederken, TRT, bu yıl belgesel sinemaya farklı bir katkıda daha bulundu. Klasik yayıncılığın çok ötesine taşınan TRT, belgesel sinemacıları ve sinema sektörünü akademik düzeyde de besleyerek, dev bir okul olduğunun altını bir kez daha çizdi. 10 TRT VİZYON Yeni Medya Sempozyumu Paydaş kuruluş olarak İstanbul Üniversitesi ile işbirliği çerçevesinde, İ.Ü. Rektörlük Binası’nda düzenlenen “Uluslararası Geçmişten Geleceğe Yeni Medya Sempozyumu” bu katkının ilk ve önemli adımıydı. Sempozyum süresince farklı üniversitelerden gelen akademisyenler ve sektörün önemli isimleriyle birlikte, dünya çapında konuşmacılar da bu katkıyı perçinledi. Akademisyenler yeni medya, sosyal medya gibi başlıklar altında gerçekleşen oturumlarda yeni medyanın sinemaya etkisi, sosyal medya kullanımının çocuklara etkisi, sosyal medyada nefret söylemi, sanal gerçeklik, web sayfası kullanımı, kendini ifade etme aracı olarak sosyal medya kullanımı, görsel iletişim tasarımının gibi birçok başlıkta sunumlarını gerçekleştirdi. Sempozyum boyunca oturumlarda 45 akademisyenin hazırladığı 30 farklı bildiri sunuldu. “Yeni Medyanın hangi yeni imkanları getirdiği, bu imkanların günümüzde nasıl kullanıldığı, bugün hangi yeni problemlerle yüz yüze geldiğimiz ve gelecek beklentilerinin neler olduğu tartışıldı. ‘Tarihten Geleceğe Bilim Köprüsü’ sloganına sahip olan bir kurum olarak dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında yer alan İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak, bu buluşmayı TRT ile birlikte gerçekleştirmenin mutluluğu içinde olduklarını, alanların ve iletişim şeklinin değiştiği yeni bir medya çağında olduğumuzu kaydetti. Dijital çağda belgesel Sempozyumun açılış konuşmacılarından Dr. Jon-Hans Coetzer, sözlerine dijital çağdan bahsederek başladı. “Binlerce insan çok kısa sürede dijital içerik üretiyor” ifadesini kullanan Dr. Coetzer, bu içeriklerin herhangi bir kaynaktan beslenebileceğini belirtti. “İnterneti tehlikeli hale getiren nefret söylemleri de bu dijital içeriklere dahil” diyen Dr. Coetzer, eskiden kurumlarda olan gücün artık bireylere geçeceğini aktardı. Florian Thalhofer, “Belgeselin Geleceği” adlı sunumunda, “Medya yalnızca neyi ifade edeceğinizi değil düşünce biçiminizi de değiştiriyor” diyerek, öykülerin bireylerin ortak hedefleri ve birlikte çalışmaları için önemli olduğunu vurguladı. Gerçekliğin ne olduğu hakkında konuşan Thalhofer, “Gerçeklik belki de güneşin içinde bir ışın gibidir” dedi. Thalhofer, gelecekte belgesel filmlerin amacının açıklamak değil, gerçekliği incelemek ve en önemli bakış açılarını yakalamak olacağını sözlerine ekledi. Geleceğin perspektifini çizmek “Yeni Medya” başlığı altında yapılan oturumlar İÜ Rektörlük Binası Doktora Salonu ve Mavi Salon’da eş zamanlı olarak gerçekleşti. Doktora Salonu’nda yapılan ve moderatörlüğünü Prof. Dr. Aytekin İşman’ın üstlendiği oturumda, Arş. Gör. Serkan Bulut ve Arş. Gör. Ahmet Faruk Çeçen, “Black Mirror” adlı dizinin incelendiği sunumda, dizideki bilgisayar oyunlarının insanlara nasıl bir deneyim sunduğu ve sosyal linç, çevresel problemler gibi başlıklar hakkında açıklamalarda bulundular. Oturumun devamında Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık, internet haberciliği konusunu ekonomik ilişkiler ve medyayla bağlantısı açısından ele aldı. Öğr. Gör. Burcu Bektaş e-spor ve sanal gerçeklikle ilgili sunumunu gerçekleştirirken, e-sporda yeni medya konusunu ele alan Boğaçhan Aydın, e-spor takımlarının yeni medyadaki davranışlarını açıkladı. Öğr. Gör. Esma Sancar, kadınların interneti kullanım amaçlarını İstanbul örneği üzerinden anlattı. Sempozyumun Doktora Salonu’yla eş zamanlı olarak Mavi Salon’da gerçekleşen ilk oturumun Başkanı Prof. Dr. Suat Gezgin, “Bir zamanlar tek bir TV kanalı izlerken şimdi yeni medyayı ve onun geleceğini konuşuyoruz” diyerek, üniversitelerin gençleri yeni medyayla buluşturma açısından büyük öneme sahip olduğunu belirtti. Çocukların serbest zamanlarında teknolojiyi nasıl kullandıklarıyla ilgili açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Filiz Aydoğan Boschele, geleneksel serbest medya etkinliklerinin yeni medyayla azaldığını söyledi. Oturumun devamında Yrd. Doç. Dr. Onur Akyol Hologram teknolojisini tanıtırken, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Türkoğlu, teknolojinin görsel dizayn olarak kullanımı ve sunumunu mobil iletişim örneği bağlamında değerlendirdi. Lev Manoviç video konferansı Doyurucu bir akademik şölene dönüşen sempozyumun ikinci oturumu Prof. Dr. Ali Murat Vural moderatörlüğünde yapıldı. “Yeni Medya/ Sosyal Medya” adlı oturumda sırasıyla Arş. Gör. Ezel Türk, Arş. Gör. Oğuz Kuş, Dr. Özgür Uğraş Akgün, Yrd. Doç. Dr. Özlem Arda, Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Yosra Jarrar ve Yrd. Doç. Dr. Shema Bukhari sunumlarını gerçekleştirdi. Sempozyumun üçüncü oturumunun açılış konuşmasında sürpriz bir isim vardı. Sempozyuma yeni medya alanındaki yayınları ile tüm dünyada tanınan Prof. Dr. Lev Manovich ABD’den canlı video konferansı ile bağlandı. “Bir milyar imge nasıl görülebilir” adlı sunumunu yapan Prof. Manovich, dijital kültür ve dijital medya sanatı konusunda açıklamalarda bulundu. Manovich sunumunda imge kullanımından bahsederek, bazı gazete ve dergilerin 20 ile 80 yıl arasında çıkardıkları sayıların ilk sayfalarını, Selfiecity, İnstagram, Twitter gibi sosyal medyalarda paylaşılan fotoğrafları, New York Modern Sanatlar Müzesi’nden alınan fotoğrafları kullanarak hazırladıkları projedeki animasyonları ve grafikleri anlattı. Prof. Dr. Lev Manovich sunumunda ayrıca projelerinde tespit ettikleri yıllar içerisindeki imgesel değişiklikleri gösterdi. İletişimi yeniden şekillendirmek Dr. Cristoph Schmidt, iletişimde yenileşme ve medya sektöründe yeni gelişmeler konusunu değerlendirdi. Sempozyuma katılan alanında uzman isimler arasında değerli akademisyen Dr. John Hans Coetzer’in yanı sıra İnteraktif Belgesel Film Yönetmeni ve Korsakov programının yaratıcısı Florian Thalhofer de yer aldı. Thalhofer, “Aslında doğal düşünme biçimi lineer değildir. Filmlerde hikâyeler lineer anlatılıyor; çünkü insanlar şimdiye kadar böyle eğitildi. Eğer yeni anlatım biçimlerini kullanmazsak farklı bakış açılarını gösteremeyiz” şeklinde konuştu. “Yeni Dijital Çağda Sosyal Medya: İletişimin Geleceğini Yeniden Şekillendirmek” başlıklı konuşması ile sempozyuma katılan Dr. Jon-Hans Coetzer ise şunları dile getirdi: “Yüzlerce, binlerce insan dijital içerik üretiyor. İnternet, yönetilemeyen en büyük ağ. Daha önce insanların parmak uçlarında bu kadar büyük bir güç yoktu. Teknoloji çok hızlı bir şekilde gezegenin her yerine ulaşıyor. Bu gelişmeler iletişim teknolojileri kurumlarımızı içeriden veya dışarıdan değiştirmeye devam edecek. Eskiden kurumlarda olan güç, bireylere geçecek ve bireyler tek başlarına büyük bir gücü kırabilecek. Artık vatandaşlar sanalda ve gerçekte olmak üzere farklı kimliklerle TRT VİZYON 11 karşımıza çıkacak. Sanal kimlikler diğer kimliklerin üstüne geçecek ve farklı sorumluluk türleri oluşacak.” İnovasyon medya ilişkisi Prof. Dr. Christoph Schmidt ise medya ve inovasyon arasındaki boşlukları doldurmaya çalışacağını söyleyerek, inovasyon nedir, ne tür inovasyon ile karşı karşıyayız, inovasyonu aktarmanın uygun yolu nedir, toplumun ve şirketlerin neden inovasyona ihtiyacı vardır, medya inovasyonu nasıl etkileyebilir gibi soruların cevaplarını inovasyonun farklı tiplerinden bahsederek aktardı. Sempozyumun farklı oturumlarda “Yeni Medya” ve “Sosyal Medya” başlıklarında birbirinden önemli sunumlar yapıldı. Sempozyuma İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyeleri ve öğrencilerinin yanı sıra farklı üniversitelerden öğretim üyeleri ve öğrenciler de yoğun ilgi gösterdi. Sempozyumun üçüncü oturumunda moderatörlüğünü Prof. Dr. Filiz Boschele’in yaptığı ilk sunumda Doç. Dr. Betül Önay Doğan, sivil toplum kuruluşlarının medya kullanımında içerik üretim sürecini anlattı. Doç. Dr. Burcu Kaya Erdem, Streisand Etkisi’ni ve yeni medya kültüründen haberi olmayan kurumların eski medya anlayışıyla hareket eden insanlar üzerindeki etkisini ele aldı. Sosyal medya ve kamusal alan üzerine konuşan Feyza Ünlü Dalaylı ve Ezgi Uslu’nun ardından, Arş. Gör. Gizem Parlayandemir ve Arş. Gör. Damla Akar, sosyal medyanın etkisini belgeseller ve belgesel kanalları üzerinden açıkladı. Doktora Salonu’ndaki 3. oturumun son sunumu Doç. Dr. Hatun Boztepe Taşkıran, halkla ilişkilerde online ilişki yönetimi uygulamalarını aktararak gerçekleştirdi. 12 TRT VİZYON Sempozyum boyunca oturumlarda 45 akademisyenin hazırladığı 30 farklı bildiri sunuldu. “Yeni Medyanın hangi yeni imkanları getirdiği, bu imkanların günümüzde nasıl kullanıldığı, bugün hangi yeni problemlerle yüz yüze geldiğimiz ve gelecek beklentilerinin neler olduğu tartışıldı. Sosyal medya ve sinema Mavi Salon’da moderatörlüğünü Prof. Dr. Ceyhan Kandemir’in yaptığı oturumda, ilk olarak Arş. Gör, Hülya Semiz Türkoğlu, sosyal medya ve çocuk konulu sunumunu yaptı. Yrd. Doç. Dr. Mesut Aytekin’in sosyal medya ve sinemayla ilgili açıklamalarda bulunduğu sunumun ardından, Prof. Dr. Nilüfer Sezer ve Arş. Gör. Derya Gül Ünlü, reklam ve sosyal medya hakkında konuştu. Doç. Dr. Özgü Yolcu’nun sosyal medyadan ve Amfi İstanbul projesinin öneminden bahsetmesinin ardından, Arş. Gör. Rabia Zamur Tuncer, “Goffman’ın ‘Sahne’ Kavramı Bağlamında Sosyal Medya ve Mekan İlişkisinin Okunması” başlıklı sunumunu yaptı. Yeni Medya Sempozyumu’nun “Sosyal Medya” başlıklı son oturumunun moderatörlüğünü Prof. Dr. Murat Özgen yaptı. Konuşmacılardan Yrd. Doç. Dr. Sertaç Timur Demir, sosyal medya kültürünü terörizm bağlamında ele aldı. Yrd. Doç. Dr. Ümit Sarı’nın “Sosyal Sorumluluk Kampanyalarında Sosyal Medyanın Etkisi” adlı sunumunun ardından, Yrd. Doç. Dr. Veysel Çakmak, benlik sunumu aracı olarak instagram kullanımını ve bunun öğrenciler üzerindeki etkisini ortaya koydu. Oturumun son konuşmasını Dr. Evrim Kabukçu, moda endüstrisi ve sosyal medya konusunu ele alarak tamamladı. Oturumların sonunda katılımcılara oturum başkanları tarafından sertifikaları takdim edildi. “Uluslararası Geçmişten Geleceğe Yeni Medya Sempozyumu”, Prof. Dr. Erdoğan Köse’nin “Sanal Gerçeklik Teknolojisi ve Uygulamaları” adlı workshop çalışmasıyla sona erdi. Belgesel ve Etik Paneli TRT Harbiye’de gerçekleştirilen ve Bahçeşehir Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen “Belgesel ve Etik” konulu panelin moderatörlüğünü Doç. Dr. Nihal Ulusoy üstlendi. Prof. Dr. Savaş Arslan, etik ve belgesel üzerine yazmasının sebeplerini açıklayarak önemli olan noktanın etik kavramının algılanış biçimi olduğunu ifade etti. Antik Yunan’da etiğin alışkanlık, karakter ve görenek şeklinde nitelendirildiğini belirten Prof. Dr. Arslan, belgeselin karakteri olup olmadığını ve ahlak felsefesinin sadece bundan ibaret sayılmaması gerektiğini vurguladı. Belge filmi belgesele dönüştüren unsurun insana ait dokunuş olduğunu belirten Prof. Dr. Arslan, günümüzde gerçeklik olgusunun sorgulanmaya başladığını söyledi. Sanatta nesnellik ve belgesel Bir taraftan gazetecilikten gelen belgeciliğin, diğer taraftan sanattan kaynaklanan belgeselciliğin varlığından söz eden Prof. Dr. Arslan, gazetecilikte nesnellik ve genellik algısı olduğunu sanatta ise böyle bir iddiadan söz edilemeyeceğini aktardı. Panelde söz alan Yönetmen Aykut Alp Ersoy, belgeselde etik kavramına reji açısından nasıl yaklaşılması gerektiğine değindi. “Belgeselcilikte cevaplardan çok sorular önemlidir” diyen Ersoy, kameranın konumlandırıldığı yerin de bir etik meselesi olduğunu ifade etti. Yapımcının ahlak ilkelerinin yönetmenin sınırlarını belirleyeceğini belirten Ersoy, ortak projelerde yapımcının ciddi bir etken olduğuna değindi. Panelde üçüncü konuşmacı olarak söz alan Belgesel Yönetmeni Broxton Hood, yönetmenin yeteneklerinin ve yapımcının bilinç düzeyinin önemli faktörler olduğunu belirterek içeriğin oluşturulma, yönetilme ve düzenlenmesinin de ayrıca önemli olduğunu kaydetti. “Görselliğin felsefi, sosyolojik ve siyasi yönleri vardır” ifadesini kullanan Hood, “Belgeseller hiper dijital dünyamızda yeni bir hal almaya başladı” şeklinde konuştu. İmgelerin farklı bağlamlarda değerlendirildiğini belirten Hood, 1930’lu yıllarda yoksulluk ve acı çekme gibi konulara değinildiğini söyleyerek bu dönemdeki ilk hareketli filmlerden örnekler verdi. T.C. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü Şube Müdürü Nilüfer Kılcı, belgesel çekimleri için Bakanlığa yapılacak başvurularda ön araştırmanın çok önemli olduğuna değindi. Destek alınabilmesi için gerekli ön koşullar hakkında bilgi veren Kılcı, T.C. Kültür Bakanlığı’nın destek programlarından söz etti. Kılcı, kurul kararlarının boyutu ve konulara göre hazırlanan bütçelendirmeleri açıklarken finans planının nasıl olması gerektiğini de sözlerine ekledi. Bütçe dağıtımının belli mevzuatlara göre yapıldığını ve bu mevzuatların da uluslararası normlardan alınmış ve yasa ile belirlenmiş olduğunun altını çizdi. izleyiciye ulaşmanın ve network kurmanın önemine değinen Aktaş’ın ardından, The Creative Documentary Platformu Kurucu Direktörü Reem Bader’in belgesel fonlama üzerine konuşması ilgi çekiciydi. Servet Somuncuoğlu anısına Belgeselin fonlanması yöntemleri İstanbul Şehir Üniversitesi’nin işbirliğiyle düzenlenen “Belgeselin Fonlanması” paneli de belgesel yapımcılarının ilgisini çekti. Moderatör İstanbul Şehir Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Peyami Çelikcan, belgesel yapımında kamu kaynaklarının geçmişinden bahsederek TRT’nin 1970’li yıllardan itibaren belgesel üretimine sağladığı katkıların altını çizerek, bütçenin kaynağını oluşturmak için yeni imkanlar geliştiğini vurguladı. TRT Prodüktörü Kerime Senyücel farklı fonlama yöntemlerinden bahsederek, iç ve dış kaynaklar hakkında bilgi verdi. Bu yıldan itibaren TRT’nin 35 bin TL.’lik para yardımı girişiminin önemini de belirterek, devlet desteğinin önemine dikkat çekti. Dr. Seda Kılıç Aktaş ise alternatif fon modeli olarak kitlesel fonlamanın belgeseller bağlamında kullanımını anlattı. Yeni medya kuramlarında yeni ve geniş İstanbul Aydın Üniversitesi’nin katkılarıyla düzenlenen “Kültür ve Belgesel” paneline, TRT’nin belgesel yapımcı ve yönetmeni, taşlardaki izler, sembol ve motiflerle Türk sanatına büyük katkı sağlayan merhum Servet Somuncuoğlu anısına “At ve Efendisi” adlı görüntülü sunumla başlandı. Prof. Dr. Cem Kaan Uzunöz moderatörlüğündeki panelde, SETEM Başkanı Mehmet Güleryüz belgesel üretimini arttıran faktörlere değinirken, TRT Yapımcısı İsmet Yazıcı, akıl, bilim ve kalp kanadına sahip olanların bu terazide belgesel üretmesi gerektiğini vurguladı. Yrd. Doç.Dr. Hale Torun ise görsel tarih ve bellek kavramlarının yeniden yapılandırılması gerektiğini savundu. TRT World Yapımcısı Yasin Cemal Galata, merhum Somuncuoğlu’nun Türk kültürüne katkılarından bahsederek, “Türk Kaya Resmi”nden kısa kesitler sunarak Türk mezartaşlarına sahip çıkılması gerektiğini belirtti. Belgesel, sabır sanatı Belgeselcilerin idolü Kanadalı yönetmen ve yapımcı Petr Lom’un Gerçek Sinema ve Belgesel Film Yapımcılığı: Sabır Sanatı başlıklı sunum TRT Belgesel Ödülleri’nin en çok ilgi çeken sunumlarından biriydi. Petr Lom, belgeselin anlatım biçimleri, kameranın etkileri, anlatım farkları, yaratıcı belgeselcilik, oyunculuk performansı ve hikaye üzerine çok değerli bilgiler aktardı. Burma görüntüleri eşliğindeki konuşmasında belgeselin sabır sanatı olduğunu yineledi. Bir başka ilgi çekici sunum da ünlü İngiliz yönetmen Florian Thalhofer tarafından gerçekleştirildi. Thalhofer interaktif belgesel yapmak için bilgisayar programında geliştirilen “Korsakow” programını anlattı. TRT VİZYON 13 TEKNOLOJİ Öztürk Miraç SARAL / oztukmirac.saral@trt.net.tr James Webb Uzay Teleskopu GEÇMİŞE DÖNMEYE HAZIR MIYIZ? B azı keşifler o kadar beklenmedik ki bizlere yeni cevaplar değil, yeni sorular sorduruyor. Yıldızların ötesinde neler var? Yalnız mıyız? Bize benzeyen başka gezegenler var mı? Evrenin ötesinde ne var? İnsanlık, gözlerini yıldızlara ilk defa döndürdüğünden beridir, astronomiyi 14 TRT VİZYON yönlendiren sorular bunlar. Yıldızlara ilk bakan insandan, Galileo’ya Buruni’ye, Ali Kuşçu’ya, Isaac Newton’a, Einstein’a ve Carl Sagan’a kadar tüm bilim ailesinin cevabını ilmek ilmek ördüğü ve bir sonrakine devrettiği cevapları var. Hubble Uzay Teleskopu bize bu gizemleri çözmek için büyük bir avantaj sağladı ve şimdi sırasını ortağı ve halefi olan James Webb Uzay Teleskopuna vermek üzere. 2018’den itibaren bu suallerin cevaplarını bulmak için elimizde 8,5 milyar dolarlık tarihin en büyük ve gelişmiş teleskopu olacak. Şimdi gelin, zamanın şafağından uzak geleceğe doğru gittiğimiz bu yolculukta James Webb Uzay Teleskopu’nun neleri değiştireceğine daha yakından bakalım. Teleskopun kısa tarihi Sadece 400 yıl önce, teleskop henüz icat edilmediğinden evren yalnızca çıplak gözle görünenlerden ibaretti. Buna rağmen çağların ilk astronomları kayan yıldızları kayıt edebilmiş, yıldızların farkına varabilmişlerdi. 1600’ün başında Hollandalı bir gözlükçü, enteresan bir objektif üretmiş, muhtemelen fazla da bilmeden teleskopu icat etmişti. Miyop bir gemi kaptanı için son derece faydalı ancak uzaya bakmak isteyen bir kaşif için verimsiz olan bu ilk teleskop, Galileo’nun çağdaş dokunuşlarıyla görüntüyü 30 kat büyütebilme maharetine erişti. Bu sayede Jupiter’in uydularına ve Ay’ın yüzeyine bakmayı başarabildik. 1721’de ilk aynalı teleskop hayatlarımıza girdi. 1990’a kadar bu temel aynalı objektif tekniği, modern bilgisayar yazılımlarıyla gelişerek 1990’da dünyanın yörüngesine yerleştirilen Hubble Teleskopuna kadar ulaştı. İsmini Samanyolu dışındaki galaksilerin varlığını kanıtlayan gökbilimci Edwin Hubble’dan alan Hubble Teleskopu, 27 yıllık yaşamında evrene dair bildiklerimizin bir kısmını değiştirdi. Hubble sayesinde evrenin yaşını daha doğru tahmin edebildik, yıldız kümesi içindeki yıldızların hızını ölçmeyi ve Kara Deliklerin varlığını bilimsel olarak kanıtlamayı başardık. Ancak Hubble Teleskopu, kainatın gözlemi için bir son değil, aksine küçük bir başlangıçtı. James Webb Uzay Teleskopu (JWUT) “kuzeni” Hubble’dan 100 kat daha güçlü ve Hubble gibi dünya yörüngesine değil, dünyadan tam 1,5 milyon kilometre uzağa yerleştirilecek. James Webb Teleskopu bir adet 10 kuruşu 40 kilometre öteden, bir futbol topunu ise 550 kilometre öteden %100 netlikle gözlemleyebiliyor. James Webb Uzay Teleskopu’nun ayrıntıları Dünyanın inşa edilmiş en görkemli teleskopu James Webb Uzay Teleskopu, ismini Ay’a ayak basmayı da içeren Apollo Programının kurucularından eski NASA yöneticisi James Edwin Webb’den alıyor. 8,5 milyar dolarlık rekor maliyetini ise NASA, Kanada Uzay Ajansı ve Avrupa Uzay Ajansı kendi aralarında bölüşüyorlar. Webb Teleskopu, bizim gibi galaksilerin nasıl oluştuğunu, güneş sistemlerinin nasıl bir araya geldiğini ve evrenin ilk yapısından, kozmik olayların bugüne kadarki karmaşık yolculuğunu takip edecek. Webb Teleskopu’nun önemli bir niteliği de dünyadan tam 1,5 milyon kilometre uzaktaki bir noktaya yerleşecek olması. Hubble gibi dünyanın yörüngesinde bulunmayacak, Güneşin yörüngesine girip Dünyayı takip edecek. Böylelikle Güneşin yakıcı sıcağından ve felaket derecesindeki radyasyonundan korunmayı başaracak. Teleskop 6,5 metre çapında bir aynaya sahip. Bu komplike mercek Hubble’ın aynasından 3 kat daha büyük ve 70 kat daha fazla ışık toplama kapasitesine sahip. 70 kat daha fazla ışık toplamak demek, 70 kat daha fazla bilgi toplamak demek. Webb Teleskopu, 4 tane kamera ve 4 tane spektrometreye sahip. Bu spektrometreler ışığı kırıp dalga boyu verileri olarak dünyadaki bilim insanlarına yollayacak. Tıpkı günlük bir gazete gibi veriler dünyaya ulaştıkça, güneş sistemi dışındaki atmosfer yapısı hakkında sürekli taze bilgiyle donanacağız. Günlük veriler sadece atmosfer yapılarıyla değil, dünya dışı yaşam hakkında çok değerli bilgiler verecek. Evrendeki gezegenlerin sayısı yıldızların sayısından daha fazla... Hubble Teleskopuyla birlikte büyük oranda kendi güneş sistemimizdeki gezegenlerde ve uydularında yaşam aramaya başladık. Webb ile birlikte iklimin ve mikrobik yaşamın hayatı destekleyip desteklemediğine dair yepyeni bir gezegen kataloğuyla karşılaşacağız. Kızılötesi farkı Bildiğimiz en geniş haliyle, yani gözlemlenebilir haliyle evren yüz milyarlarca galaksiden oluşan bir ağ. Gökyüzünden yukarı baktığımızda ne görüyoruz? Tek tük yıldızlar ve aralarındaki karanlık değil mi? İnsan gözü, evrenden yansıyan ışığın sadece çok çok ince bir tabakasını görebiliyor. Halbuki aynı gökyüzüne, aynı zamanda ve aynı açıdan kızılötesi bir teleskopla baktığımızda büyük TRT VİZYON 15 yıldızlardan kopmuş yıldız parçalarına, astreoid kuşaklarına ve ölü gezegenlerle dolu parlak bir alemle karşılaşırız. James Webb Uzay Teleskopunun kızılötesinin kudreti işte buna dayanıyor. James Webb Uzay Teleskopu ekibinin içinde bir de Türk var: Sistem Mühendisi Çağatay Murat Aymergen. Geçmişe yolculuk Hubble uzaya gönderildiğinde, teleskop “arkadaşımızın” bize beklediğimizden de fazlasını göndereceğini hiç kimse ummamıştı. Evrenin genişlemesinin, bugün hala sırlarla dolu karanlık enerji olarak bilinen gizemli güç tarafından hızlandırıldığını bulacaklarını asla beklemiyorlardı. James Webb Teleskopunda ise fazlası var. Evren 13,8 milyar yaşında. Yıldızlar bize o kadar uzaktır ki hareket ettiklerini hatta belki de yok olduklarını anlamak için bile yüzyıllarca beklememiz gerekebilir. Güneşe bile baktığımızda aslında 8 dakika önceki halini görürüz. Çünkü güneş bizden 149.6 milyon km yani 8 ışık dakikası uzaktadır. Bunu şimdi bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki galaksiler için düşünün. James Webb Uzay Teleskopu, daha “uzaktan” gelen ışığı yakalayarak, aynı zamanda daha uzun zaman önce yola çıkmış ışığı yakalamış olacak. Diğer manasıyla, “geçmiş zamanı” yakalayacak. 16 TRT VİZYON Bu kızılötesi yolculuk bizi ilk ışıkların zamanına, evrende oluşmuş ilk galaksilerin ve yıldızların zamanına götürecek. James Webb Uzay Teleskopu aynı zamanda uzaydaki insan yapımı en büyük nesnelerden bir tanesi olacak. 18 parçadan oluşan altın kaplı aynasının çapıyla birlikte Teleskopun boyu 50 metrenin üzerinde. Evrende yalnız mıyız? Dünya dışında yaşam olduğuna dair elimizde bir bulgu yok. Uzay sessiz ve ölü… Kimse bize seslenmiyor, kimsenin de sesimizi duyduğu -henüz- yok. 100 bin ışık yılı çapındaki galaksimiz Samanyolu’na gönderdiğimiz radyo sinyalleri 100 ışık yılı ötesini anca görebildi. Her şeye rağmen insan olmanın alâmetifarikasıdır umut... Mavi gezegenimiz yavaşça ölürken, evrende yalnız olmadığımızla ilgili iyi haberler de var. Fazla uzakta değil, Samanyolu’nda en az 1 milyar bize benzeyen gezegen olduğunu düşünüyoruz. Bunların sadece 4000 tanesini gözlemleyebildik ve bunların sadece 50 tanesinde “hayat” olabileceğine dair tahmin yapabiliyoruz. Bu gezegenlerden bir tanesi olan Proxima-B’ye ise uzay aracı göndermek gibi bir umudumuz var. James Webb Uzay Teleskopu, ekseriyetle genişleyen evreni keşfederken; bilinmezliğin boyutlarında gezerken ve dolayısıyla geçmişe göz atarken, diğer yandan yalnız olmadığımızı kanıtlayacak bir ses, bir görüntü, bir yaşam için araştırmalarımıza devam edeceğiz. TRT VİZYON 27 GÜNCEL Meral ÜNSAL /meral.bakici@trt.net.tr Cunda’da geçmişe yolculuk Taksiyarhis E n çok kimin Cunda? Güneş daha yüzünü göstermemişken rızkını aramaya çıkan balıkçıların mı? Yoksa mavi Ege’de özgür dolaşan balıkların mı? Kıyıda kahvesini yudumlayan tatilcilerin ya da bütün ihtişamıyla yıllara meydan okuyan taş binaların mı? Ya kediler! Belki de onlarındır bu güzel ada. Herkes sahiplenebilir ama bana göre zeytin ağaçlarının Cunda. Tüm Ege nasıl onlarınsa, buraların sahibi de yine onlar. Adanın en eski sakinleri… En görmüş geçirmişleri, en bilgeleri… Ancak susar zeytin ağaçları. Pek konuşmaz. Bazen rüzgârla fısıldaşır sakin sakin. Bir de susup dinlemeyi bilen, gönül gözüyle duyabilenler işitir dediklerini. Yolunuz Cunda’ya düşerse, tarihin izlerini ararken önce zeytin ağaçlarının rehberliğine başvurun. Biraz daha vaktiniz olursa, size özel bir mekân önerelim. İçindeki her bir objeyle zaman yolculuğuna çıkabileceğiniz bir mekân: Ayvalık Rahmi M. Koç Müzesi. Müzenin adı kayıtlarda böyle geçiyor ama biz yazımız boyunca ondan Taksiyarhis diye bahsetmek istiyoruz. Çünkü söylenmesi ve akılda tutulması zor olsa da bu isim, Müze’nin yer aldığı bina hakkında ipuçları taşıyor. İzninizle şimdiki adıyla Alibey Adası olan bu cennet köşeye de bu yazı boyunca Cunda demeyi sürdüreceğiz. Tüm bu isimler kafanızı karıştırmasın. Siz takılın cümlelerin peşine, geçmişe bir yolculuğa çıkalım. Kültürler bir arada Bina aslında neredeyse zeytin ağaçları kadar eski ve Cundalı. 1873 yılında eski Fotoğraf makineleri, bir zamanlar yaşananlara tanıklık etmiş olmanın huzuruyla emekliliklerinin tadını çıkarırken, saatler çok şey görmüşlüğün sükûnetini taşıyor. Eski bir daktilo yaşıtlarının aksine tüm harflerini korumuş olmanın saadetiyle ahşap yazı takımının yanında boy gösteriyor. Fotoğraflar: Meral Ünsal 18 TRT VİZYON temelleri üzerine yeniden inşa edilmiş bir kilise. Yani aslında varlığı verilen tarihten de eskiye uzanıyor. Binasından daha ayrıntılı bahsedeceğiz ancak dilerseniz önce koleksiyonu gezmeye başlayalım. Müzenin tarihî kapısından girdiğinizde üzerinde “Hazreti Sultan Hacı Bayram-ı Veli Aile Şeceresi” yazan deri üzerine çizilmiş soyağacı ilk olarak dikkat çekiyor. Ondan gözünüzü ayırıp içeri doğru yönelebilirseniz şayet, ilk kat bütün görkemiyle sizi karşılıyor. Buranın ne büyülü bir yer olduğunu daha o dakikada anlıyorsunuz. Duvar fresklerinden, aydınlatmalara, pencerelerdeki renkli camlardan tavan süslemelerine her şey belli ki elden geçirilmiş ve ince ince hayata döndürülmüş. Objelerin çoğu cam vitrinlerde olsa da, dönem arabaları, motosikletleri doğal olarak müzenin ziyaretçilerini herhangi bir sınır olmaksızın selamlıyor. Fotoğraf makineleri, bir zamanlar yaşananlara tanıklık etmiş olmanın huzuruyla emekliliklerinin tadını çıkarırken, saatler çok şey görmüşlüğün sükûnetini taşıyor. Eski bir daktilo yaşıtlarının aksine tüm harflerini korumuş olmanın saadetiyle ahşap yazı takımının yanında boy gösteriyor. Alemler fresklerin yanında Cunda farklı inançların huzurla bir arada yaşayabildiği bir yer olmuş. Müze de bu durumun altını çiziyor ve el yapımı alemler, restorasyonu yapılmış Hristiyan azizlerinin fresklerinin yanında duruyor. Çoğunun ne işe yaradığını bilmesek de, denizcilik aletleri ilgimizi çekiyor. Müzeye bağışlanmış pirinçten yapılma gemi dümeninin hemen üzerinde porselen tabağa resimlenmiş gemi figürleri dikkat çekici. Ancak yine de bu bölümün en ilgi çeken ve akıllara durgunluk veren parçası, dalış başlığı olsa gerek. Şu andaki su altı donanımlarıyla kıyaslanamayacak derecede ağır görünen bu başlıkla bir kez olsun dalmak herhalde tüm balıkadamların hayalidir. Denizle ilgili üç boyutlu objelerin yakınında, bir vitrinde Atatürk’ün çok sevdiği Savarona yatının küçük bir maketi sergileniyor. Taksiyarhis Müzesi’nin kendi maketi de burada bulunuyor. Binanın özel mimarisinin bütününü küçük modelinden inceleme fırsatı buluyorsunuz. Yeri gelmişken müzeyi gezmeye ara verip biraz binadan bahsedelim. Kayıtlarda Neo Klasik mimarî üslubunda olduğu belirtilmiş. Müze’nin bir kilise binası olduğunu ve 1873 yılında Rum Ortodoks cemaati tarafından eski temelleri üzerine yeniden inşa edildiğini söylemiştik. Taksiyarhis adı da buradan geliyor. Hristiyan inancına göre, Taksiyarhis adı “Koruyucu Baş Melekler Cebrail ve Mikhail”i ifade ediyor. Bu kilise de onlara adanmış. Bina bu yörelerden çıkarılan sarımsak taşından inşa edilmiş. Yıllara meydan okusa da geçirdiği depremler ve dış etkiler nedeniyle hasar görmüş ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Hatta iki çan kulesinden biri şu an ayakta değil. Neyse ki, müze yapılmak üzere bina büyük bir restorasyondan geçmiş ve bugünkü halini almış. 2014 yılından bu yana da meraklılarını ağırlıyor. Renkli gün ışığı dansı Taksiyarhis bütünüyle gerçekten çok etkileyici ve Cundanın ruhuna uygun bir karakteri var. Dahası, gezerken yuvarlak hatlı renkli camlardan içeri sızan ışığın dansına kayıtsız kalabilmek de pek mümkün değil. Işık oyunları ve bina tarihi derken sözü uzattık. Kaldığımız yerden müzeyi gezmeyi sürdürelim. Ve unutmadan bir detayı hatırlatalım. Bina maketinin bulunduğu vitrinin hemen altında kalın şeffaf malzemeyle ayrılmış zeminin altında Kilisenin mahzenini görmek mümkün. Giriş katında oldukça eski tıbbi malzemelerin yer aldığı vitrin, içimizde bir ürperme oluşturuyor. Açıkçası eskiden hastaların işi daha zormuş. Pek çoğumuzun çocukluğundan hiç de hoş olmayan bir duyguyla hatırladığı cam şırınga bile var. Üzeri nakışlı, elle çevrilen eski tip bir dikiş makinesini söylemeyi unuttuk ama bu kattaki objelerin her birini saymak çok zor gerçekten. Dönerek bizi üst kata ulaştıran tahta merdivenleri tırmanıp biraz da ikinci kattan bahsedelim. Tahta merdivenler İstanbul’daki Rahmi Koç Müzesi’ni henüz görmedik. Ancak Cunda’daki Ankara’daki ile benzer çizgide. Burada da tahtadan tenekeye çocuk hayallerini süslemiş pek çok oyuncak yer alıyor. Arabalar, bebekler, trenler, hatta tren istasyonları… Bu bölümün vazgeçilmezleri arasında küçük el yapımı maketler, orijinallerinin minyatür birer kopyası olarak yerini alıyor. Taksiyarhis’in dört ana sütun üzerinde duran kubbeli tavanı o kadar yüksek ki, ikinci katta da benzer bir ferahlık hissiyle geziyorsunuz. Üstelik tavandan sarkan çeşitli objeler de Müzenin sıra dışılığına atıfta buluyor. Bu katın tahta korkuluklarından çok sarkmadan, giriş katının görüntüsüne de bir göz atmak gerek. Ancak gezebileceğiniz kat ne yazık ki bu kadar. Çünkü kubbeye çıkan merdivenler kapalı. Müzede yorulduysanız bahçede dinlenmeniz ya da bahçedeki restoran ya da kafede vakit geçirmeniz de mümkün. Bir de Taksiyarhis hediye eşyalarının satıldığı küçük bir mağaza var. Müze 1 Nisan-30 Eylül tarihleri arasında saat 10.00’da açılıp 19.00’da kapanıyor. 1 Ekim-31 Mart tarihleri arasında ise aynı saatte açılıp iki saat erken kapılarını kapatıyor. Ve tüm müzelerde olduğu gibi pazartesi günleri ziyarete kapalı. TRT’DEN Ela TEKİN / ela.gurmant@rt.net.tr Benim Annem Benim Babam Program Ekibi: Proje Tasarım: İsmail Sert Yönetmen: Muharrem Sevil Yönetmen Yardımcısı: Serpil Çelik Müzik: Can Delikçi Kamera: Ahmet Ozan Toksöz / Kamil Çatak / Mehmet Serkan Gökalp Kurgu: Erman Güneş / Oktay Aydın “Benim annem, benim babam…” diye söze başladığımızda, hepimizin anlatacağı ne çok hikâye vardır! Çocukluğumuza dair hatırladıklarımızda onlar mutlaka başroldedir. Ve elbette gençliğimizde, başımızın üzerinde kavak yelleri eserken... Elimizden tutar, köprülerden geçirirler bizi. Sonra uçururlar hayata.” S abır, özveri ve fedakârlıkla ipliği iğneden tek seferde geçirebilmenin çabası gibidir ebeveynlik. Evladı için her bir anı doğru ve mükemmel yapmaya çalışmanın adıdır. Dünyada başka bir duyguyla tarifi mümkün olmayan anne ve babalık, gönüllü zorluğun getirdiği, hiçbir şeyle kabil-i kıyas olmayan sevgi ve bağlılıktır. Kişiliklerimizin mimarı anne ve babalarımız bir insan yoğuruyor olmalarının üstün sorumluluğunu taşırlar 20 TRT VİZYON ama biz çocuklar için derin görevlerinin çok ötesinde, sıcacık bir yuva, sığınılacak liman ve en güzel anılarımızın sahibidir onlar. Neler anlatırdınız? Kanımız, canımız, içimizden parçadır anne ve babalarımız. Et tırnaktan ayrılır mı dedirten, kimi zaman ince bir sızı kimi zaman iğde ağacı kokusu kimi zaman da özlemin adı. ‘Kucak’ sözcüğünün tek ve katıksız anlamı… Aynı anda sevgi, gurur, endişe, korku ve uyarı ile bakabilen gözlerin sahipleri. Size sorsalar neler anlatırdınız onlarla ilgili? Ateşlendiğiniz geceler başınızda uykusuz bekleyen annenizi mi? Babanızla balık tuttuğunuz anları mı? Sert, katı, kuralcılar mıydı? Yufka yürekli, sevecen, çocuk ruhlu mu? Nasıl tarif edersiniz onları? Tasviriniz ne olursa olsun fark etmez aslında bir anne ve baba için hissedilenleri kim bilmez ki? Yetişkinlerden anne ve baba hikâyeleri Osman Sınav: “Babam askerden döndüğünde demiş ki; ‘ben çocuklarımı okutacağım.’ Bütün hayatını bu cümleye adamış bir adamdır. Helal kazanıp, helal yemeye ve ibadet etmeye harcamış bir adamdır.” TRT Haber’de yeni bir program yayına başladı: “Benim Annem Benim Babam”. Program sıcacık ebeveyn hikâyelerini ekrana taşıyor. Yetişkin çocukların annelerini ve babalarını anlattıkları yapım, pazar günleri ana haber bülteninden sonra yayına giriyor. Programın proje tasarımını üstlenen İsmail Sert “Annemiz ve babamız... En güvenilir kucak, en sağlam ocaktır bizim için. Hayatımızdaki en sağlam figür, rol model, belirleyici iki kişidir onlar. Avuçlarının içinde kaybolan küçücük ellerimizle sıkı sıkı tutar, adımlarımızı hızlandırırız onlara yetişmek için. İlk bilgilerimizi ebeveynlerimizi gözlemleyerek, taklit ederek, dinleyerek ediniriz. Onlarla tartışarak, kendimizi onlarla tartarak büyürüz. Gün gelir itiraz eder, karşılarına dikiliriz. Hesaplaşırız. Mücadele ederiz. Yine de en güvenli limanımız, en sağlam kalemizdirler. Çok sever, karşılıksız seviliriz. Çok sevindiririz. Bazen istemesek de üzeriz. ‘Belki’lerle, ‘keşke’lerle, duygusallıklarla, pişmanlıklarla, mutluluk tablolarıyla örülü uzun bir hikâyedir anne babamıza dair anlatacaklarımız. Annemiz, babamız ve onlarla hiç bitmeyen ilişkimiz... Küçük bir evin içine kurulan kocaman bir dünya... Dünyanın tüm halleri, bütün duyguları sığar oraya. Edebiyatın hiç bitmeyen konusudur o evde yaşananlar.” diyor. Belki de bir anlamda programı seyrederken bizi nelerin beklediğini de özetlemiş oluyor. “Öpmek, koklamak isterim.” “Benim Annem Benim Babam”ın ilk konuğu, geçtiğimiz günlerde, tiyatro sanatçısı Altan Erkekli oldu. Erkekli, hayatını değiştiren çerçi hikâyesini, yatılı okulda babasından ayrılırken ağlayışını, sofrada babasıyla yaptığı tartışmayı, oyunlarda ağlamak istediğinde hatırladığı olayı anlattı. “Anneniz babanız şimdi hayatta olsa, onlarla ne yapmak isterdiniz?” sorusunu: “Önce bir sarılmak isterim dolu dolu. Öpmek isterim. Çok temizdi ikisi de sabun kokarlardı. Duygusu temizdi babamın, annemin de. Pamuk gibi bir insandı. Önce bir koklamak isterdim.” diyerek cevaplamıştı. Merakla beklenen programın, anne ve babalarını anlatan diğer bölüm konuklarını sorarsanız, kimler yok ki? Muazzez Ersoy, Osman Sınav, Orhan Gencebay, Prof. Dr. Üstün Dökmen, Prof. Dr. İskender Pala, Yüksel Aksu, Ahmet Mümtaz Taylan, Musa Eroğlu, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr. Ümit Meriç, Prof. Dr. Kemal Sayar ve Selim İleri… Çocukluğumuza giderken Yaşarken onları fark etmiyoruz zaman zaman. “Benim Annem Benim Babam”da anlatılanlara itiraf da, içini dökmek de demek mümkün. Programın konukları “Ne güzeldi!”, “İyi ki yaşamışız.” dedikleri, içinde inişlerin, çıkışların olduğu hikâyeleri anlatıyorlar. Anlatılanlardan anne/ babadan çocuklara geçenlerin izi sürülüyor. Nesilden nesile devam edenler ve değişenler ortaya çıkıyor. Annelerin sevgisinin hiç bitmediği, babaların arkamızda bir dağ gibi durduğu bir kez daha anlaşılıyor. Bazen gülüyoruz anlatılanlara. Bazen duygusallaşıyoruz. Konukla birlikte bizim de gözlerimiz nemleniyor. Ekranı ısıtan ‘Benim Annem Benim Babam’ adlı program herkesi çocukluğuna götürüyor. Orhan Gencebay: “Onları kaybedeceğimizi hiç düşünmedik. Delikanlılıkta fark etmeye başladık, insanın içini olağanüstü bir hüzün kaplıyor. Daha doğrusu inanamıyor insan böyle bir şeye. Onlar hep var olacak diye düşündük.” TRT VİZYON 21 TRT’DEN Zeynep ÖYMEZ /zeynep.oymez@trt.net.tr Külliyede Kur’an Ziyafeti KUR’AN-I KERİM’İ GÜZEL OKUMA YARIŞMASINA KADİR GECESİ’NDE MUHTEŞEM FİNAL R amazan ayı boyunca TRT1 ekranından evlerimize konuk olan Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması Kadir Gecesinde muhteşem bir final yaprak sona erdi. İzleyicilerin büyük beğenisini kazanan programın finali Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşti. Final gecesine katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, yarışmada derece giren Mustafa Altın (1.), Şükrü Asıleren (2.) ve Osman Bostancı (3.)’ya hediyelerini verdikten sonra 8 finalistin her birine Karahisari’nin Kur’an-ı Kerim’ini hediye etti. Ayrıca yarışmanın 1.sine 50, 2.sine 20 ve 3.süne 10 tam altın hediye edildi. 22 TRT VİZYON “Ekran başındakileri mutlu ettiniz” 8 Finalist ile tek tek tokalaşan Erdoğan hepsini tebrik etti. Erdoğan “Sadece finale kalan değil yarışmaya katılan tüm hafızlarımızı tebrik ediyorum. Ekran başındakileri gerçekten mutlu ettiniz” dedi. Alışılmışın dışında bir uygulamanın bu yıl TRT Diyanet işbirliğiyle gerçekleşmiş olduğuna dikkat çeken Erdoğan “Bundan dolayı bizler de mutlu olduk. Birileri kendilerine göre bazı eleştireler getirmiş olabilir. Bunlara hiç kulak asmaya gerek yok. Biz ne yaptığımıza bakacağız, nasıl yaptığımıza bakacağız ve bu yarışmanın içeriğinde neler var buna bakacağız. Hele hele bu Kur’an-ı Kerim olduktan sonra Kur’an-ı Kerim’in okunması olduktan sonra akan sular durur.” diye konuştu. Jüri süprizi Final gecesinde TRT Genel Müdür vekili Erkan Durdu’nun yanı sıra TRT Genel Müdür Yardımcıları İbrahim Eren ve Zeki Çiftçi ile çok sayıda davetli katıldı. Sürprizlerle dolu final gecesinde, bir ay boyunca ekranlara gelen jüri üyeleri Dr. Mehmet Ali Sarı, Osman Eğin, Hafız Osman Şahin ve Halil Necipoğlu’nun yanı sıra M. Emin Maşalı, Emrullah Hatipoğlu, İlhan Tok, Fatih Çollak olmak üzere 8 ana jüri üyesi görev yaptı. Gecenin bir diğer sürprizi seyircilerin yerine Kur’an eğitiminde uzman 125 juri üyesinin oy kullanmasıydı. “Yarışma gelenekselleşsin” Yarışmacılar Kur’an tilavetini yaptıkça, ana juri üyeleri teker teker sahneye çıktılar ve Kadir Gecesi, Kur’an Ahlâkı, Kur’an’ın okunması, anlaşılması ve yaşanması üzerine kısa konuşmalar yaparak gecenin manevi ruhuna uygun çok değerli katkılar sundular. Juri üyeleri ayrıca, Kur’an’ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışmasının TRT1 ekranında geleneksel hale gelmesi talebini dile getirildi. Yapımcılığını Özgür Erdoğan, Yönetmenliğini Mehmet Nuri Işık ile Bilal Gökçınar ve Sunuculuğunu Mustafa Cihat’ın yaptığı, Rajans ortaklığıyla hazırlanan programda, unutulmaz Kur’an karileri Abdurrahman Gürses, Hasan Akkuş, Kani Karaca ve İsmail Biçer hakkında hazırlanan kısa filmler gösterilerek hafızlar rahmetle anıldı. TRT1’in Ramazan özel programı Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde Kadir Gecesinde final yaptı. Vatandaşların yoğun katılımı ile gerçekleşen gecede dereceye girenler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elinden ödüllerini aldılar. Programa yoğun ilgi Final programı vatandaşların yoğun ilgisi ile gerçekleşti. Kur’an ziyafetine doyan izleyiciler böyle bir program hazırladığı için TRT’ye teşekkür ettiklerini dile getirdiler. Ramazan ayı boyunca sosyal medya üzerinden de programa destek mesajları yağdı. İzleyiciler özellikle Twitter üzerinden on binlerce mesaj göndererek duygularını ve düşüncelerini paylaştılar. “Program Kur’an panayırına dönüştü” Program sonunda yarışmanın jüri üyelerinden Osman Eğin ile konuşma fırsatımız oldu. Osman Hoca samimiyetle sorularımızı cevapladı… Kur’an’ı Kerim’i Güzel Okuma yarışması sona erdi. Öncelikle duygularınızı öğrenebilir miyiz? Evvela TRT1 ekranında böyle bir programın yayınlanmasına sebep olan, vesile olan; gerek düşünce gerekse eylem bazında katkısı olan değerli kardeşlerime şükranlarımı arz ediyorum. İlk etepta bu yarışmaya jüri olayım mı olmayayım mı kararsızdım. Ama şu anda şöyle düşünüyorum; bu yarışma 365 gün yapılsa ve bana deseler ki hiçbir ücret almadan günde 5-6 saat katkı sağlayabilir misin, seve seve yapmaya çalışırım. Son geldiğim nokta benim burasıdır. Bu programa tüm katkı sağlayanlardan, izleyicilerden, bu programdan istifade etmeye çalışan herkesten Allah razı olsun diye dua ediyorum. Böyle bir teveccüh bekliyor muydunuz? Programla ilgili böyle bir teklif geldiğinde açıkçası çok bir beklentim yoktu. Böyle bir rağbet göreceğini hiç aklımdan geçirmiyordum. Sadece birkaç kazanım olabileceğini düşünüyordum. Özellikle Kur’an kursu öğrencileri, öğretmenleri, imamlar izlerlerse onlar istifade edebilirler diye düşünüyordum. Bunun dışındaki insanların da çok rağbet edeceğini düşünmüyordum. Ama program yayınlanmaya başladıktan sonra hatta programın çekimleri aşamasında çok güzel tepkilerle karşılaşmaya başladık. Kur’an tilaveti ile çok ilgili olmayan insanlarımızın bile ilgisini çektik. Hatta bu insanlarımız ‘programı izledikçe içlerinde bir arzu doğduğunu, çocuklarını hafız yapmak istediklerini, benim onlara nasıl bir katkı sağlayabileceğimi’ sormaya başladılar. Zaman zaman, “stüdyoda bulunan ve oy veren insanlar bu işten anlayan insanlar olmalıydı” şeklinde eleştiriler aldık. Ben de başta öyle düşünüyordum ama daha sonraki aşamalarda bu işle ilgili olmayan insanların seyirci olarak gelmelerinin de isabetli bir düşünce olduğunu gördüm. O seyirciler içerisinde çekim aralarında gelip Kur’an öğrenmek isteyenler, çocuğunu hafız yapmak isteyenler, çocuğuna Kur’an öğretmek isteyenler, Kur’an kursuna vermek isteyenler, bizim böyle bir merkezimizin olup olmadığını soran onlarca kardeşimiz oldu. Sözlerinizden bu program ile Kur’an okumaya karşı ilginin, sevginin arttığını anlıyorum. Öyle değil mi Hocam? İşyerim Fatih’te, her akşam Marmaray’ı kullanarak Üsküdar’a gidiyorum. Ben TRT Diyanet’te 4 yıldır ‘Kur’an öğreniyorum’ programı yapıyorum. Belki iki üç günde bir biri çıkıp ben sizi tanıyorum Allah razı olsun TRT VİZYON 23 Kuran’ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması finalinde jüri üyeleri ve finalistler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile aile fotoğrafı çektirdi. diyordu. Şimdi çok acayip bir şey oldu. Her akşam onlarca kişi Kur’an eğitimiyle ilgili bilgi almak istiyor. Sanki bir Kur’an yarışmasından çok, Kur’an’ın eğitimine öğretimine aylarca yıllarca hazırlanılmış bir panayır gibi geldi bana bu program. Peygamber Efendimiz’in Medine’de kurulan panayıra gönderdiği sahabe var. İnsanlara İslam’ı tebliğ için, Kur’an’ı tebliğ için. O panayırlar geldi benim aklıma. Adeta yarışma olmaktan çıktı bir Kur’an panayırına dönüştü. Bu Kur’an panayırında meslekle ilgili olan olmayan belki de milyonlarca insan bu işin içine dâhil olmuş oldu. İnsanlarımız “eşim ve çocuklarımla birlikte her akşam izlediğim ilk defa bir program oldu” diyorlar. Bu söylediğim şeyler abartılı şeyler değil sıradan şeyler haline geldi. İnsanlar evlerinde ellerine kâğıdı kalemi alıyorlar puanlar veriyorlar, programa dair çocuklar resimler yapıyorlar. Bir arkadaşımız diyor ki “ben hayatım boyunca uğraştım, çocuklarıma bu programın yaptığı etkiyi yapamadım.” İnsanlarımız Kur’an gönüllülerini, sevdalılarını, hafızlarımızı daha yakından tanıdılar bu programla. Daha da önemlisi bu yarışma sayesinde oluşan Kur’an gönüllüsü, Kur’an sevdalısı olan bir topluluk var. Kuran eğitimine, Kur’an ahlakına gönül veren yeni bir topluluk meydana geldi. 24 TRT VİZYON “Kur’an’ın eğitimine öğretimine aylarca yıllarca hazırlanılmış bir panayır gibi geldi bana bu program. Peygamber Efendimiz’in Medine’de kurulan panayıra gönderdiği sahabe var. İnsanlara İslam’ı, Kur’an’ı tebliğ için. O panayırlar geldi benim aklıma.” Osman Eğin Kur’an öğrencileri ve öğreticileri özellikle hafızlar üzerinde nasıl bir etkisi oldu programın? Yarışmaya gelen Kur’an Kursu öğrencileri, öğretmenleri, İmam Hatipli arkadaşlarımız veya başka meslekten olup da Kur’an tilavet eden arkadaşlarımız fevkalade orada taltif oldular. Kendilerini değerli hissettiler. Gerek program ekibinin güzel yaklaşımı gerekse stüdyonun şahane dekoru, ışık efektleri katılımcıları ve bizleri memnun etti. Emeği geçen herkese tekrar teşekkür ediyorum. Programa yönelik bazı eleştiriler de oldu. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Tabi ki eleştiriler olacaktır. Eleştirilere kesinlikle kulaklarımız tıkamamalıyız. Ama eleştirileri iki bölüme ayırmalıyız. Makul, katkı sağlamaya yönelik iyi niyetli eleştiriler. Bunları saygıyla hürmetle karşılıyorum. Onlardan istifade ediyorum. Bir de katkı sağlamak yerine hep negatif yönleri ön plana çıkaran eleştiriler var. İyi niyetli olmayan eleştirileri makul bulmuyorum, saygıyla karşılamıyorum. Bu tarz eleştiriler karşısında istikametimizi değiştirmemek gerekir diye düşünüyorum. Silelim, ortadan kaldıralım, formatı değiştirelim değil. Benim acizane kanaatim budur. Soldan sağa: Özgür Erdoğan, Mehmet Nuri Işık, Bilal Gökçınar TRT VİZYON 25 TARİH Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr Fatih Sultan Mehmet Şairlerin saltanatı OSMANLI’NIN ŞAİR PADİŞAHLARI Ü ç kıtaya nam salmış bir fütuhat... Altı yüzyıl hükmetmiş bir saltanat... Binyıllar öncesinden beslenip, geleceğe miras olmuş sanat ve edebiyat... Küçük Asya’nın göğsünde bir Türkmen Beyliği olarak doğan Osmanlı, devraldığı kadim Türk kültürünü ve Anadolu medeniyet mirasını çağlar ötesine taşıdı. Türk Devleti’nin altı yüzyıl süren bu parıltılı serüvenini aksakallı tarihçilerin satırlarından olduğu kadar, divan şairlerinin dizelerinden de takip etmek mümkün. Şiirin ve edebiyatın kıymetli eserler verdiği Osmanlı yüzyıllarından bugüne dizeler miras bırakan şairlerden bazıları, 26 TRT VİZYON tahtta oturan Osmanlı padişahlarının ta kendisidir; tahttaki divan şairleri... Saltanatlarında şairleri himaye ettikleri de oldu, hiddete kapılıp cezalandırdıkları da. Yeri geldiğinde saltanat mührünü bırakıp bir hükümdar değil, şair olarak kalem yarıştırmayı da bildiler. Seyf ve kalem erbabı Osmanlı tahtının bilinen ilk şairi II. Murat kabul edilir. Muradî mahlasıyla yazar. Divan sahibi ilk padişah ise Fatih Sultan Mehmet’tir. İstanbul’un, Trabzon’un, Karaman’ın, Karadeniz’in fatihi, “fetihlerin babası” diye nam salan II. Mehmet, seyf (kılıç) erbabı olduğu kadar kalem erbabıdır. Döneminin şairlerinden Şeyhî ve Ahmed Paşa’nın etkisinde olduğu aktarılan Sultan Mehmet, namı diğer Avnî, Konstantin’in tahtında oturan bir imparatordan beklenmeyecek samimiyette, lirik şiirler yazar. “Husrevâ bu haddi gülgûnun görüp (Sultanım! Senin gül rengi yanağını görüp) Sana Ferhad olmayan Mecnun’dur.” Avnî’nin insanî duygularını dışavurduğu lirik şiirlerinin yanında, dönemin siyasi atmosferini yansıtan dizeleri de mevcuttur. Kıran kırana bir çekişme içinde olduğu Karamanoğlu beyine dizeleriyle gözdağı verir. “Bizimle saltanat lafın edermiş ol Karamanî Hudâ fırsat verirse eğer, kara yere karam anı (karayım onu)” Ve elbette aradan geçen yüzyıllara rağmen üzerine methiyeler düzülen muştulu fetih... Fetih muştusunun sahibi Sultan Mehmet’in, fetih için kalemini mürekkebe değdirmemesi beklenemez: “Feth-i İstanbul’a fırsat bulamadılar evvelûn (öncekiler) Fethedip Sultan Mehemmed dedi tarih ‘Âhirûn’” Önceleri nice hükümdarların teşebbüs edip fethedemediği İstanbul’u Sultan Mehmet’in aldığını ve bunun üzerine tarihte yeni bir sayfa açıldığını anlattığı beytinde de klasik bir söz sanatı gizli. “Âhirûn” kelimesi ebced hesabına göre 857 (miladi 1453) tarihini verir. Dolayısıyla Ahirûn derken hem yeni bir çağ açıldığına, hem de tarihe ‘1453’ kaydının düştüğüne işaret eder. Her ne kadar Osmanlı tahtının bir tek sahibi olabilmekte idiyse de, Fatih’in edebi mirasına, edebiyata gönül veren herkes paydaş olabilirdi. Bu yüzden, Sultan Mehmet’in tahtını devralan II. Bayezid, Avni’nin mirasını tek başına sahiplenemedi. Avni’nin ocağında yetişmiş bir şair daha vardı: Cem Sultan... Küçük yaşlardan itibaren şiir ve edebiyatla meşgul olan şehzadenin çevresinde “Cem şairleri” denen bir grup bulunur. Öyle ki, bu şairlerden bir kısmı onu gurbette de yalnız bırakmaz. Cem Sultan, sultan şairler arasında şiirlerinde şahsî duygularını ifade etmede en başarılı şair sayılır bazılarına göre. Kardeşi Bayezid ile giriştiği iktidar mücadelesi sonucu ülkesinden ayrı düşen ve gurbette son nefesini veren Fatih’in bu şehzadesinin şiirlerinde, iktidar mücadelesinin ona verdirdiği kayıplar ve gurbette bulunmanın ruhuna verdiği hüzün ağır basar. “Bu gurbet câna gâyet kâr kıldı Ki âlemden beni bîzâr kıldı (usandırdı)” Tarihçilerin “Kanuni’nin kendisine en çok benzeyen oğlu” diye aktardığı Şehzade Bayezid, siyaset meydanında dahi elinden bırakmadığı kalemiyle, babasına ne denli benzediğini ortaya koyar. Bîgünahım dime bari “Eğer huzur etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol (her şeyden arın) Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet (köşesine çekilmek) gibi” Cem Sultan İki mirasçı Fatih’in ardından da Topkapı’nın has odasında siyah mürekkep ak kâğıda dizeler dökmeye devam eder. “Adnî” mahlasıyla eserler veren II. Bayezid, tasavvufa olan eğilimi ile de bilinir. Çok sayıda ilim ve sanat erbabını himaye etmiş olan II. Bayezid, dinî tasavvufî dizeler miras bırakır. “Hudâyâ Hudâlık sana yaraşır Nitekim gedâlık (dilencilik) bana yaraşır” Bu dizelerin sahibinin döneminin en güçlü devletinin tahtında, en uzun süre tahtta kalan hükümdarı olduğuna inanmak güç. Ancak Avrupalıların “Muhteşem”, tarihin “Kanuni” dediği, ancak kendisini “Muhibbî” diye adlandıran divan şairi Süleyman, aynı zamanda en çok şiir yazan Osmanlı sultan şairi unvanına sahip. Biri Farsça olmak üzere iki Divân sahibi Muhibbî, Divan edebiyatının en hacimli divânını kaleme alan şairi. Devrinde Bâkî, Zâtî, Hayâlî ve Fuzûlî gibi büyük şairlerin yetiştiği Sultan Süleyman kalem erbabını himaye ederken, Muhibbi ise onlarla kalem yarıştırır. Dönemin ünlü şairi Baki ile bir dönem arası açılır. Süleyman, Kanuni olarak onu Bursa’ya sürgün ederken, Muhibbî olarak taşlamaktan da geri durmaz. Kanuni Sultan Süleyman “Bâkî bed (Kötü Baki!) Bursa’ya red (Busra’ya sürüldü) Nefy-i ebed (Ebediyen orada kalsın) Azm-i bülend (Yüksek kararım budur)” Nice sonra iki şairin arası düzelir ve Baki, sultanın ölümünün ardından “Kanuni Mersiyesi”ni düzer. Kardeşi ile girdiği mücadelenin ardından İran Şahı’na sığınan Şehzade Bayezid ile Kanuni’nin mektuplaşması da klasik edebiyatımızın kıymetli sayfalarından birini teşkil eder. Tarihçilerin “Kanuni’nin kendisine en çok benzeyen oğlu” diye aktardığı Şehzade Bayezid, siyaset meydanında dahi elinden bırakmadığı kalemiyle, babasına ne denli benzediğini ortaya koyar. “Ey serâser âleme Sultân Süleymânum baba Tende cânum, cânumun içinde cânânum baba Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba Bîgünâhım, Hak bilür, devletlü sultânum baba” Süleyman’ın isyankâr şehzadesine cevabı ise bir sultan kadar haşmetli, bir baba kadar şefkatli, bir şair kadar ferasetlidir: “Ey dem-â-dem mazhar-ı tuğyân u isyânım (zaman zaman baş kaldırıp isyan eden) oğul Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım (Fermanımı boynuna hiçbir zaman takmayan) oğul Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hân’ım oğul Bîgünâhım dime bari tevbe kıl cânım oğul” TRT VİZYON 27 III. Ahmet Çeşmesi alanda terk eden sultan II. Mahmut da, şiir konusunda aile geleneğini sürdürür. Adlî mahlasıyla yazan sultanın bestelenen bazı beyitleri, cumhuriyet devrinde dahi radyoda çalınmaya devam eder. Ravza-i Mutahhara’ya armağan ettiği bir altın şamdan münasebetiyle kaleme aldığı naat, Peygamber efendimize muhabbetini gözler önüne serer: “Hâfız’â Bağdât’a imdât etmeğe er yok mudur Bizden istimdat edersin sende asker yok mudur ‘Düşmanı mât etmeğe ferzâneyim ben’ der idin Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur” Edebiyatın, mimarinin ve güzel sanatların saltanat yılları olan Lale Devri’nde, dönemin sultanı III. Ahmet de bu saltanatın bir yaprağıdır. Bugün Sultanahmet Meydanı’nda bulunan ve III. Ahmet tarafından yaptırılan çeşme için, 19. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden İtalyan yazar Edmondo De Amics “kulaklarınıza İstanbul adının çarptığı her yerde bu çeşmenin hayali de gözünüzün önüne gelir” sözlerini sarf eder. Ve bu çeşmenin, en az kendisi kadar ünlü yapım kitabesinde de şair Necib, namı diğer sultan III. Ahmet’in parmak izi vardır: “Aç Besmeleyle iç suyu Hân Ahmed’e eyle du’â” Bîvefa saltanat III. Selim, Türk Müziğine kazandırdığı “Suzîdilara” makamıyla ve devrin ünlü şairi Şeyh Galip’le yakın dostluğuyla bilinir. Devrinde yaptığı ıslahatlarla Osmanlı’nın geleneksel çizgisini pek çok 28 TRT VİZYON Aradım o yiğit erleri Osmanlı Devleti’nin son sultanları da şiir geleneğini sonuna kadar devam ettirir. Sultan II. Abdülhamit’in şiirle ilgilendiği nakledilir. Onun ardından tahta geçen ve Dünya Savaşı yıllarında padişahlık eden Sultan Reşat, Çanakkale’den gelen zafer haberi üzerine şu dizeleri yazar: Hân Ahmed’e eyle du’â Tarihin “duraklama ve gerileme devri” diye adlandırdığı Osmanlı’nın 17. Ve 18. yüzyıllarında da, siyaseten 16. Yüzyılın parlak günleri yaşanmasa da sanat adına kıymetli eserler verilmeye devam eder. 17 yaşında katledilen Sultan II. Osman, kısa ömrüne, padişah olarak gerçekleştirdiği icraatları yanı sıra şair Farisî olarak kaleme aldığı şiirleri de sığdırır. Kardeşi ve halefi sultan IV. Murat da, Muradî mahlasıyla ve kendine has üslubuyla dizeler kaleme alır. Hâfız Ahmet Paşa’nın Bağdat’ı kuşatıp bir türlü şehri almaya muvaffak olamaması karşısında hem Paşa’ya olan öfkesini, hem devrin içinde bulunduğu durumu, Sultan Murat’ın mizacına uygun bir üslupla ortaya koyar: “Husrevâ bu haddi gülgûnun görüp (Sultanım! Senin gül rengi yanağını görüp) / Sana Ferhad olmayan Mecnun’dur.” (Avnî) “Savlet etmişti (saldırmıştı) Çanakkale’ye bahr ü berden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi (güçlü düşmanı) birden Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden (çelik kale)” II. Mahmut’un kızı Adile Sultan II. Mahmut’un çocuklarından ikisi, babalarının ardından saltanat tahtına oturduysa da, sanat tahtına oturan biri daha vardır: Adile Sultan... “Şamdan eyledim ihdaye (hediye), cüret ya Resulullah Muradım dergah-ı âlâya hizmet ya Resulullah” II. Mahmut’un çocuklarından ikisi, babalarının ardından saltanat tahtına oturduysa da, sanat tahtına oturan biri daha vardır: Adile Sultan... Adile Sultan, Osmanlı ailesinin divan sahibi tek kadın şairidir. Yunus Emre, Fuzûlî ve Şeyh Gâlip gibi ustalardan beslenen sultanın şiirlerinde, aile üyelerine dair izler mevcuttur. Şaibeli bir ölümle hayata veda eden kardeşi Abdülaziz Han’a düzdüğü mersiye, hatırı sayılır padişah mersiyeleri arasında yer almayı hak eder: “Cihan matem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a Medet Allah mübarek cismi boyandı kızıl kana Nasıl hemşiresi bu Âdile yanmaz o hakana Ki kıydı bunca zalimler karındaş cihânbâna” Sultan Reşat Osmanlı Devleti’nin son sultanı Vahdettin ile beraber sultan padişahlar sona erer. Vahdettin bazı eserlerini sultan şair olarak yazarken bazılarını tarihin bir parçası olmuş bir devletin, tarihe tanıklık etmiş eski hükümdarı olarak yazar. Sultan Vahdettin’in besteleri arasında dikkat çeken ana tema “vatan hasreti”dir: “Felâket bâğını gezdim serseri Feryâd u zârımı duyan kalmamış Aradım o şâhin yiğit erleri Yattıkları yerde nişân kalmamış” TARİH Masal şehir Ela TEKİN / ela.gurman@trt.net.tr Mardin 30 TRT VİZYON Değerlerin harmanlandığı Mardin; mimarinin, arkeolojinin, tarihin ve görselliğin şölenidir. Bir dağın tepesine kurulu kent, tarihi evleri, kaleleri, medreseleri, manastırları ile halkını gururlandırırken ziyaretçilerini bağrına basar. Bu şehir için asıl olan farklı din, dil, kültür mensuplarını hoşgörüyle ve huzurla birleştirmek, kardeş kılmaktır. G üneydoğunun büyülü masal şehri Mardin, bereketli hilal olarak da bilinen Mezopotamya bölgesinin en eski şehirlerinden biridir. Şiir gibi, zamanın içinde kaybolduğunuz, yaşanmışlıkların ispatı, her köşesinden tarih fışkıran bir şelaledir aynı zamanda. Topraklarında dolaşırken M.Ö. 4 bin 500’lere gider bugüne dönüverirseniz: bu dünyada kaç şehre nasip olmuştur ki sizce? Gidip görülesi, görüp yaşanılası bir kenttir Mardin. Tadı her dem damağınızda… Yıldızlara yakın Değerlerin harmanlandığı Mardin; mimarinin, arkeolojinin, tarihin ve görselliğin şölenidir. Onu anlatırken; Subari, Hurri, Sümer, Akad, Mitani, Hitit, Asur, İskit, Babil, Pers, Makkedonya, Abgar, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı dönemine ilişkin birçok yapıyı bünyesine toplamış önemli bir açık hava müzesinden bahsetmiş oluruz çünkü. Bir dağın tepesine kurulu kent, tarihi evleri, kaleleri, medreseleri, manastırları ile halkını gururlandırırken ziyaretçilerini bağrına basar. Bu şehir için asıl olan farklı din, dil, kültür mensuplarını hoşgörüyle ve huzurla birleştirmek, kardeş kılmaktır. Öyle ki bu bütünlük sokaklarına kadar yansımış çıkmaz sokak barındırmamıştır. Hep bir çıkış yolu vardır Mardin’de. Yüzyıllarca farklılıkların birleşiminden oluşan renk cümbüşünün şehridir. Hiç bilmediğiniz anların tanığı, görmediğiniz mekânların sahibi, çocuklarını evlerinin damlarında TRT VİZYON 31 uyutmuş böylece yıldızlara daha yakın kılmış bir şehirdir o. Sizi içine çeken kent, kültürü, yemekleri, adetleri, gezip görülecek yerleri ve tarihi ile bambaşka bir efsanedir anlatılanlardan öte. 32 TRT VİZYON Sanatla iç içe Saymak değil görmek gerekse de turistleri çeken yerleri arasında; Dara Harabeleri, Altunboğa Medresesi, Deyrulzafaran Manastırı, Savurkapı Medresesi, Mardin Kalesi, Mardin Ulu Camii, Mor Gabriel Manastırı, Gelüşke Hanı ve Kasımiye Medresesi bulunur. Halkından Gılgamış gibi bir destanı dinlemek ancak bu şehirde mümkündür. Efsaneler yörede her kişi tarafından kendince yeniden öykülenir. Sanata çok yakındır üstelik. Dünden bugüne taş işleme sanatının en güzel örnekleri, telkârinin zarif işçiliği ve bakırın çekiç tarafından dövülürken ortaya çıkarttığı şekil gibi. Ya yemekleri? Kibbe, İrok, Dobo, Firkiye, Sembusek, Harire ne diye sormak kifayetsizdir, gidip tatmak gerekir. Elbette arkasından gelecek Mırra ile. Ortak yaşamın en güzel misallerinden biri olan Mardin, bugünlerde daha çok konuşulan bir şehir… Geçen aylarda çıkan bir habere göre artık yüzde 93 daha fazla turist çekiyor. Turizm atağı Ortak yaşamın en güzel misallerinden biri olan Mardin, bugünlerde daha çok konuşulan bir şehir… Geçen aylarda çıkan bir habere göre artık yüzde 93 daha fazla turist çekiyor nitekim. Terör nedeniyle geçen yıl ziyaretçilerin gelmekte kararsız olduğu Mardin güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonlar sayesinde eski günlerine geri dönmüş gözüküyor. Şehir bu sene neredeyse yüzde yüze yaklaşan bir yükselişle ziyaretçilerini ağırlıyor. Öyle ki turist sayısının artışı otellerde yer bulma sıkıntısının baş göstermesine bile yol açmış. İlde sağlanan huzur ortamıyla turizm sezonuna iyi bir başlangıç yapıldığını söyleyen Vali Mustafa Yaman’ın yanı sıra Mardin Turizm ve Otelciler Derneği (MARTOD) Başkanı Özgür Azad Gürgör ise turizm hareketliliğinden büyük memnuniyet duyduklarını belirtiyor. Varlığını yeniden hatırlatıyor Mısır’dan Hindistan’a kadar uzanan antik uygarlıklar coğrafyasının merkezinde kurulmuş olan Mardin, tarihten gelen farklı dil ve dinlerin barış ve huzur içerisinde yaşam bulduğu bir kent. Bu değerlerini yıllardır tüm dünyaya gösteren Mardin’in, binlerce yıldır süregelen kadim kültürü, özgün kent mimarisi, Şahmeran’ı bir kez daha dikkat çekiyor. Görmeyenler tarafından keşfedilmeyi bekleyen şehir, misafirperver halkıyla ziyaretçilerini içtenlikle çağırıyor. Fotoğrafçıların, lezzet avcılarının, damarında gezgin ruhu dolaşanların, örnek mimari düşkünlerinin, tarih severlerin beklentisini tam manasıyla karşılayan destansı kent bambaşka bir atmosfer sunuyor. Telkâri, bakır, takunya gibi ürünleri ortaya koyan, unutulmaya yüz tutmuş zanaatkârların emekleriyle elbette. Yerli ve yabancı turisti cezbeden özellikleriyle Mardin, büyüsüne herkesi ortak etmek için varlığını yeniden hatırlatıyor. TRT VİZYON 33 SÖYLEŞİ Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr Modern çağda bir ozan: İrfan Gürdal ile at, kopuz ve Türk Dünyası üzerine D ünden ses veren bir kopuzun ezgisinin peşine takıldık; Orta Asya steplerinden ve Kıpçak Bozkırı’ndan binlerce kilometre uzakta, Anadolu’nun kalbinde kurulmuş bir Türkmen çadırına misafir olduk. Dünden bir nefes, aşina bir nefes bulduk. Diriliş Ertuğrul’un ‘Ozan’ı, Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğu üyesi İrfan Gürdal ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Türk seyircisi sizi iki kez Diriliş Ertuğrul’da “ozan” rolünde gördü. Diziye dâhil olmak tanınırlığınızı ne ölçüde etkiledi? Maalesef Türkiye’de tanınabilmenin yolları biraz bu popüler ortamlara girmekten geçiyor. Bu popülist dünyanın içinde yer almadığınızda hakikaten kimsenin sizden haberi olmuyor. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir şey değil, bütün dünyada da böyledir zaten. Popüler olan tanınır. Sadece sanat kaygısı olan insanlar ve eserler büyük kitleler tarafından bilinmez. Bilinmeyi de çok arzu etmezler. “Kıymetini bilenler bilsin, yeterli” denir. Türkiye’de benim ilgilendiğim müziğin kıymetini bilecek insanların hepsine ulaşmış mıyızdır, sanmıyorum. Muhtemelen hâlâ ulaşamamışızdır. Burada tanıtım yetersizliğinden söz edilebilir. Diriliş Ertuğrul’da bir ozan rolü almadan önceki tanınmamla sonraki tanınmam arasında ciddi bir fark var. Bunun hakkını teslim etmek lazım. Burada Diriliş Ertuğrul’a, tanınmamdan dolayı bir teşekkür borçluyuz. Tabii tanınmayı istiyor muyum, o ayrı konu da... Müzikle birlikteliğiniz ne zaman başladı? Her müzisyenin verdiği cevabı vereceğim ben de; çocuk yaşlarda başladı... İlkokula 34 TRT VİZYON “Türkiye’den bir ekip gelmiş, Kazak müziği de yapıyor, Özbek müziği de yapıyor, Türkmen müziği de yapıyor, bunların hepsini bir konserde yapıyor ve ortak kültürün ürünleri olarak sunuyor. Öyle olunca, yanı başındaki Özbekistan’ın müziğini dinlemeyen Kazak, Türkiye’den gelen bir ekipten Özbek müziğini dinlemeye başlıyor. Ve aslında burada bir bağ kurulmaya başlanıyor.” başladığım sıralarda müziğe de başlamış oldum. Ailede müzikle ilgili kimse de yoktu. Bende bir tutku gibi başladı. Sonra tabi ailem bunu fark edince destek oldular, enstrüman aldılar. Lisede amatörce devam ettim, kurslara gittim. Üniversiteye geldiğimde biraz daha işi ciddiye almaya başladım. Üniversitenin korolarına gitmeye başladım. Ankara Radyosu’nda, rahmetlik Mustafa Özgül hocamız vardı, şef, o bana çok yardımcı oldu. Böylece halk müziğini öğrenmeye başladık ve ben daha üniversiteyi bitirmeden, Kültür Bakanlığı’nın açtığı koro sınavını kazandım. Ve 1986’da göreve başladım. Profesyonel müzik hayatım böyle başladı. Türk Dünyası müzikleri ile ilgili çalışmalarınıza nasıl başladınız? Yine üniversite öğrencisi olduğum, Ankara’da okuduğum yıllarda, güzel bir tesadüfle Türkistanlı bir sanatçıyla tanıştım: Muhammed Sabir Karger... Sabir Ağabeyle tanışmam aslında bana bir yol açmış oldu. Amatörce Sabir Ağabey’le çalışmaya başladık. Onunla bir albüm yaptık o dönemde. Ben kabak kemane çalıyordum. Ondan öncesinde de Azerbaycan müziklerine çok merakım vardı. Azerbaycan Radyosu’nu bulur dinlerdim, Ordu’da çekiyordu. Sovyet dönemi malum... Türkiye’de o bölgeye ait bir malumat bulmak zor, malzeme bulmak zor... Ama kaçak gelmiş böyle bir iki kaset, plaklar ve radyodan duyduklarımızla Azerbaycan müziğine ilgim vardı. Ama Sabir Karger’le tanışmamla birlikte “Türkistan Müziği” diye bir kavramla da tanışmış oldum. Geniş coğrafyada yapılan bir Türk müziği hazinesi olduğunu fark ettim. Türkistan müziği de böyle başladı. Sonra İpekyolu Topluluğu’nu kurdunuz. O da amatör bir gruptu. “İpekyolu Türk Müziği Topluluğu” diye ismini koyduk. Türk Dünyası müziklerini araştırdık, enstrümanlarını araştırdık. Sovyet Dönemi’nin zorluklarından dolayı o bölgenin çalgılarını bulmak imkânsız. Oradan gelen giden de yok. Fotoğraflardan çalgı yapmaya başladık. Böylece çalgı yapımcılığımız da gelişmeye başladı. Çünkü yok... Dombıra elde etmenin imkânı yok, dombırayı yapmak durumundayız. Rahmetli Ali Özaydın arkadaşımla beraber Orta Asya çalgıları yapmaya başladık. İpekyolu’nu da onunla birlikte kurduk. Ve biz bu toplulukla güzel şeyler yaptık. Albüm yaptık. Yurtdışına Kırgızistan’a turneye gittik, Türkiye’de bir çok yerde konserler verdik. Amatör topluluklara pek nasip olmaz. 1990’lı yıllar... Bağımsızlık sonrası dönem Fotoğraflar: Ahmet Cahit Şahiner ve Didem Şahsuvaroğlu artık; biz böyle başarı çizgimizi yükselterek devam ederken, dünyada Türk Cumhuriyetleri var, onlarla Türkiye’nin ilişkileri gündemde. Türkiye’de yapılan bir kültür bakanları toplantısına, Türk Dünyası müziklerini yaptığımız için İpekyolu Topluluğu olarak bizi de davet ettiler. Biz o toplantıda herhalde iyi bir performans gösterdik ki, zamanın kültür bakanı İstemihan Talay ve o zamanın cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, her ikisi de bizim topluluğa hayranlıklarını dile getirdiler. “Sizi devlet topluluğu yapalım” dediler. Ertesi gün biz çalışmalara başladık. Ondan sonra da 1999 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Türk Dünyası Müzik Topluluğu” olarak kurulduk. Ben de o topluluğun sanat yönetmeni oldum. 2015’e kadar görevimi sürdürdüm. 2015’te sanat yönetmenliğini bıraktım, şimdi Türk Dünyası Müzik topluluğunda sanatçı olarak devam ediyorum. Şüphesiz müziğin kültürel anlamda kaynaştırıcı etkisi var. Yaptığınız çalışmalar süresince bu kaynaştırıcı etkiyi görme şansınız oldu mu? Müziğin kaynaştırıcı etkisini sihirli düzeyde şahit olmuşluklarım var. Bir kere çok farklı kültürlerden insanları kaynaştırdığını herkes kabul eder. Hepimiz bunu biliriz. Özellikle uluslararası festivallerde buna şahit oluruz. Bu hem müzisyen için kaynaştırıcı, hem dinleyici için kaynaştırıcı. Hatta birlikte oturur çalarız. Hiç müzik kültürümüz benzemeyen ülkelerin müzisyenleriyle oturur çalarız. Tamam, bu müziğin güzel kaynaştırıcı tarafı... Ama Türkiye’de hiç kaynaşmayan insanların kaynaştığını gördüm ben müzikle. Özellikle bizim Türk Dünyası Müzik Topluluğu konserlerinde birbirinden çok farklı, bir araya gelmesi imkânsız görülen siyasi görüşlerden dinleyicilerden oluşan bir kitlemiz vardı bizim. Bu kitleyi de kaynaştırıyordu bizim müziğimiz. Yani o büyülü kaynaştırıcılık bence burada. Farklı kültürleri kaynaştırmaktan daha zor bir şeyi yaptığımızı da söyleyebiliriz. “Büyülü kaynaştırıcılık” Türk Dünyasının birbirinden ayrı duran fertlerini de bir araya getirdi mi? Sovyet döneminde Türk dünyasında -herkesin bildiği gibi- Sovyetlere bağlı farklı cumhuriyetler var: Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi... Bunlar aslında hepsi Türkistan Coğrafyasının aşağı yukarı aynı kültüre sahip insanları. Ama Sovyet döneminde bunların hepsine mikro milliyetçilik aşılanmış. Ve her biri diğeriyle geçimsizleştirilmiş. Bu bilinçli olarak yapılan bir şey. Müzik tarafından baktığınızda bir Azerbaycanlı Kazak müziğini sevmez, Kazakları da çok... (Eh işte...) Ya da Kazakistan’a gidersiniz Özbek müziği dinleyen insan bulamazsınız. Özbekistan’a TRT VİZYON 35 halinizde Tuva müziğine hayran olursunuz, bir ruh halinizde Özbek müziğine hayran olursunuz. Benim durumum öyle, o yüzden ‘birisi’ diyemeyeceğim. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğu ile yürüttüğünüz çalışmaların yanı sıra üç de albümünüz var. Dört... Çerağ ve Atın türküsü piyasaya çıkan iki albüm. Köroğlu Türküleri de iki albüm. Bolu Belediyesi iki yıl üst üste birer albüm şeklinde yaptırdı bunu. Onlar piyasaya çıkmadı ama Türk Dünyasında Köroğlu diye, Bolu Belediyesi’nin yaptığı iki albüm çalışması var. Beşinci de yolda inşallah. gidersiniz Kazak müziğini kimse dinlemez. Komşusu, düne kadar aynı toplumdu, aynı hanlıklara bağlıydılar. Ama Sovyet döneminde böyle bir şey olmuş. İşte bizim oralardaki konserlerimizde şu ortaya çıkıyor. Kazakistan’a Türkiye’den bir ekip gelmiş, Kazak müziği de yapıyor, “Arap müziğinde ve Arap şiirinde deve yürüyüşündeki temponun aruz veznini oluşturduğu ve Arap musikisinin de usullerini oluşturduğu gibi bir iddia vardı. ‘Eğer deve Arap müziğinde etkili oluyorsa, Türk müziğinde de atın böyle bir etkisi olması lazım’ diye düşünüp buradan yola çıkarak at yürüyüş temposuyla bizim türkülerin uyuşup uyuşmadığına bakarak bir çalışma başlattık ve gördük ki hakikaten de böyle. Bizim müziğimizin içinde at koşuyor.” 36 TRT VİZYON Özbek müziği de yapıyor, Türkmen müziği de yapıyor, bunların hepsini bir konserde yapıyor ve ortak kültürün ürünleri olarak sunuyor. Öyle olunca, yanı başındaki Özbekistan’ın müziğini dinlemeyen Kazak, Türkiye’den gelen bir ekipten Özbek müziğini dinlemeye başlıyor. Ve aslında burada bir bağ da kurulmaya başlanıyor. Kendisine öğretilenin aksine, aslında aynı kökten gelen bir millet olduğu, aynı kültüre sahip olduğu, ufak tefek farkların aslında bir zenginlik olduğu, her birinin ayrı lezzetleri olduğu gibi bilgiler, bizim müziğimizin de yardımıyla, Sovyet coğrafyasında oldukça iş yaptı ve faydalı oldu diye düşünüyorum. Türk Dünyası müzikleri içerisinde, bir parça da olsa diğer bölgelere göre daha etkileyici bulduğunuz bir bölge var mı? Çok kolay bir cevabı yok bunun. Müziğin derinlemesine işlenmesi, müziğin sanatsal değeri gibi cephelerden baktığımda Azerbaycan müziği, Özbekistan müziği bana çok kıymetli gelir. Çünkü orada bir makamsal yapı vardır, eski müzik kültürü, meşk geleneğinden gelen gelişmiş bir müzik kültürü vardır. Ama öte yandan bir Tuva müziği de, tamamen Şamanik, son derece -ilkel demeyeceğim ama- karmaşık olmayan ve insanın tam da damarına basan bir müzik. Öbürünün yanında ne makamsal özelliği var, ne usulleri gelişmiş, ne belli bir geçmiş kültür üzerinde büyümüş bir müzik... Ama baktığımızda o da insanı son derce etkileyen bir müzik. Yani bir ruh Albümlerin içeriğinin tesadüfi seçilmediğini düşünüyorum. Atla başlayalım. Bir albüm düzenleyecek kadar atı diğerlerinden öne çıkaran nedir? “Albüm düzecek”ten daha da ilerisi var aslında. “At Türk’ün kanadıdır” diyor Dede Korkut. Bir başka atasözü “At Türk’ün kardaşıdır” diyor. “Sana kardaş derim, kardaştan da yeğ” diyor yine Dede Korkut. Yani at aileden birisi Türk için. Koyun gibi, inek gibi, köpek gibi değil. Diğerleri bir fayda için beslenen ve fayda olduğu sürece kıymetli olan hayvanlar. Ama atın durumu farklı. İnsanla at arasında karşılıklı bir vefa borcu var. Böyle bir ilişki var. Türk için de bu çok ileri düzeyde. Biz burada şunu düşündük: Arap müziğinde ve Arap şiirinde deve yürüyüşündeki temponun aruz veznini oluşturduğu ve Arap musikisinin de usullerini oluşturduğu gibi bir iddia vardı. “Eğer deve Arap müziğinde etkili oluyorsa, Türk müziğinde de atın böyle bir etkisi olması lazım” diye düşünüp buradan yola çıkarak at yürüyüş temposuyla bizim türkülerin, sadece Anadolu değil Türk dünyasındaki türkülerin tabi, uyuşup uyuşmadığına bakarak bir çalışma başlattık ve gördük ki hakikaten de böyle. Bizim müziğimizin içinde at koşuyor. Öte yandan teması atla ilgili olan birçok türkümüz var. Temasının hiç atla alakası olmasa bile içinde at geçen türkülerimiz çok çok çok fazla. “Ata binmiş gidiyor” diye başlıyor ama aslında aşk türküsü, bir yerinde at var. Öyle olunca Türk müziğinde at mevzusunun çok geçtiği, atın çok tesirli olduğu düşüncesiyle böyle bir albüm yapma fikri ortaya çıktı. “Köroğlu” çocukluk yıllarımızdan beri tanıdığımız bir efsanevi karakter. Bolu Dağı’nın ötesinde, Türk dünyası Köroğlu’nu nasıl görüyor? Çocukluğumuzdan beri bildiğimiz Köroğlu aslında eksik bir Köroğlu. Sadece Bolu ile ilişkilendirilmiş bir Köroğlu tanıdık biz. Bize öyle tanıtıldı diyelim. Tanıtanlar da öyle biliyordu zaten, bilinçli bir tutum yok burada. Ama Köroğlu aslında son derece mitolojik, yani tarihin tespit edemeyeceğimiz kadar uzak çağlarından beri bizim kültürümüzde var olan bir kahraman, bir model. Bütün destanlarda olduğu gibi Köroğlu Destanı da zaman içerisinde değişmiş ve bulunduğu coğrafyaya adapte olmuştur. Bu Türk’ün sözlü kültüre sahip olmasının en somut sonuçlarından bir tanesidir zaten. Sözlü kültür böyledir. Sürekli değişir, sürekli güncellenir. Âşıklar Köroğlu anlatırken kendi dinleyicisine hitap edecek bir coğrafyaya onu yerleştirir. En bariz örneği, aslında “Balı Bey” olan paşa “Bolu Beyi” olmuştur. Azerbaycan anlatmalarında o paşanın adı “Balı Bey”dir ve Erzincan paşasıdır. Ama Anadolu’daki âşıklar, “Balı” ismi de çok yaygın olmadığı için, “Bolu” diye de hazır bir vilayet var, bunu “Bolu Beyi” yapmışlar ve Köroğlu böylece Bolu’ya mal olmaya başlamıştır. Köklerine baktığınızda, Köroğlu Destanı’nın içerisinde birçok mitolojik motif zaten bunun çok eski olduğunu ispatlar. Azerbaycan’da Kazakistan’da Türkmenistan’da, Özbekistan’da, İran’daki Türkler arasında, Kaşgaylar’da, Kırgız ve Uygurlar’da Köroğlu Destanı’nı görüyoruz. Bu kadar geniş bir coğrafyada yaygın bir kahraman. Ortak tarafı ne? Köroğlu insan... Yani bir Herkül değil. Bir yarıtanrı değil. Mucizeleri yok, uçmuyor... Binlerce düşmanı tek başına yenmiyor. İnsan, hepimiz gibi bir insan... Kavga ediyor, kavgada yenilebiliyor. Dayak yiyor. Bunu gelip karısına anlatacak kadar dürüst. Kiziroğlu hikâyesinden biliyoruz. Her insan gibi yalan da söylüyor. Yalan söyledikten sonra bunun pişmanlığını yaşıyor. Sonuçta vicdanı daha ağır basıyor ve doğruyu buluyor. Köroğlu’nun özelliği bu. Hepimiz gibi bir insan, dolayısıyla model alınabilecek özellikte bir insan. Bu çok önemli. Köroğlu gibi olunabilir; Herkül gibi olamazsınız... Türk kültüründe rol model... Dürüst olun, doğrucu olun, doğrudan şaşmayın, kaçanı kovalamayın, aman dileyene vurmayın... gibi nasihatleri vardır. Karısına sadakati önemlidir Köroğlu’nun. Çünkü zaman zaman sadakatsizlik yapma girişimleri olur ve hep başına kötü şeyler gelir. Bütün Türk Dünyasındaki Köroğlu’nun en önemli göze çarpan özelliği, örnek alınacak bir kahraman olması. Bir de “Çerağ” var. Ne demektir Çerağ? Önemi nedir? Türk dünyasının mistik ve dini musikisinin toplandığı bir albüm. Çerağ “çıra” demek, Çerağ “aydınlatıcı” demek... Çerağ Türk tasavvufunda da önemli bir sembol; çerağ uyandırmak... Gönlün aydınlanması gibi düşünebiliriz bunu. Aydınlatıcı, yol gösterici, rehber gibi düşünebiliriz. Tasavvufi bir terimdir aynı zamanda. Sadece bir lamba, ya da aydınlatıcı değil de... Çerağ’ın yapılması gerekliliğine şöyle hükmettik: Türk dünyası bir Sovyet Döneminden geçti. Sovyet döneminde o coğrafyadaki dini musiki yasaklandı. Ya değiştirildi; sözleri değiştirildi, müziği başka yerlere adapte edildi, unutturuldu; ya da yasaklandı. Dergâh yok, tekke yok, derviş yok, din yasak, dini musiki yasak, seksen senede bir nesil gidiyor ve böyle bir müzik kültürü de artık unutuluyor. Tek tük kalıntıları belki bir yerlerden bulunur. İşte biz bu son kırıntıları toplayabilir miyiz, burada bir kurtarma operasyonu yapılabilir mi gibi bir çalışma başlangıcını. Gördük ki kaybolmamış eserler var. Hala var. Tabi bunların birçoğu da aslında Sovyetler’in dışına kaçabilmiş olanlar. İran’daki Türkmenlerde... Türmenistan coğrafyasından İran’a geçmişler, oradan götürmüşler, İran’da kurtarmışlar. Afganistan’da kurtarmışlar. Türkiye’ye gelmişler, kurtarmışlar. Bu kurtulan eserleri topladık. Yine Sovyet “Bu müzik geniş bir coğrafyanın müziği, o halde o coğrafyayla da ilgilenmem lazım, gibi bunun arka planıyla, bu müziği ortaya çıkaran kültürün tamamıyla ilgilenmeye başladım. Yıllardır... Ve bu ilginin içerisinde atlı kültürü, konargöçer kültürü, yürük kültürü, genel bir Türk dili var. Bunların hepsiyle ilgilenirken işte bu hale geldik.” coğrafyası içinde söylenebilen, yaşlılarda, kadınlarda korunmuş ve bağımsızlıktan sonra tekrar gün yüzüne çıkmış, Yesevi hikmetleri gibi eserler vardı. Biz sizi Türk Dünyasından derlediğiniz eserlerle tanıdık. Ancak röportaj için geldiğimizde okçulukla, at çiftliğiyle, Türk çadırıyla karşıladınız bizi. İlgi alanlarınızın bu kadar çok yönlü olması neden kaynaklanıyor? Bir kültürle ilgilenince, bence her derinlemesine ilgilenen de böyle olmalı ve oluyordur da, sadece bir alanda çalışmaz. Yani ben Türk dünyasının müziğiyle uğraşırken, bu müzik geleneksel bir müzik, o halde tarihle de ilgisi var. Demek ki tarihle de ilgilenmem lazım. Bu müzik geniş bir coğrafyanın müziği, o halde o coğrafyayla da ilgilenmem lazım, gibi bunun arka planıyla, bu müziği ortaya çıkaran kültürün tamamıyla ilgilenmeye başladım. Yıllardır... Ve bu ilgilinin içerisinde atlı kültürü, konargöçer kültürü, yürük kültürü, genel bir Türk dili var. Bunların hepsiyle ilgilenirken işte bu hale geldik. Kendime de böyle bir ortam oluşturma durumu ve belki de günlük dünyadan günlük koşuşturmacadan kaçabileceğiniz, kendinizi tam olarak bu kültürün ortasında hissedebileceğiniz bir ortam yaratma fikri ile bir at aldım. Atlı okçuluk sporuna kendi kendime başladım. Yaklaşık bir 7-8 yıl önce. Sonra Ankara’da bir kulüp kurdum: Ankara Atlı Okçuluk Gençlik ve Spor Kulübü... Çok kıymetli gençler buldum etrafımda. Onlarla bunu paylaşmaya başladım. Onlarla birlikte bu sporu yapmaya başladım. Böyle bir Orta Asya keçe evi kurdum. Burası bir kültür merkezi gibi aslında... TRT VİZYON 37 KAPAK Zeynep ÖYMEZ / zeynep.oymez@trt.net.tr Şimdi hesap verme zamanı İHANET CEZASIZ KALMAYACAK! 38 TRT VİZYON B ir yıl önce 15 Temmuz gecesi, darbeye kalkışan hain çete sebebiyle tarihimize bir kara leke olarak geçerken, milletimiz canı pahasına verdiği mücadele ile tarihimizin en şanlı gecelerinden birini yaşadı. Eşi benzeri görülmemiş bir geceydi o. Tankların önüne siper olan bedenler, F16’ların havalanmaması için yakılan tarlalar, erlerin yanaklarını okşaya okşaya teslim olmaya ikna eden analar gördük o gece. Bir milletin tüm korkutma ve sindirme çabalarına rağmen, bütün farklılıklarını bir kenara bırakarak demokrasi için, bayrak için meydanlara akın ettiği bir geceydi o gece. Ancak gönül gözüyle bakılınca anlaşılabilecek bir gece... O olağan üstü gecede neler yaşandı gelin kısaca hatırlayalım. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden tam bir yıl açıklaması olayları aydınlığa kavuşturdu. geçti. Tüm şehitlerimizi Yıldırım “Askerin içerisinde bir grubun ve gazilerimizi minnet kalkışması söz konusu. Bu girişime izin verilmeyecektir. Bunu yapanlar en ağır ve şükranla anıyoruz. 15 bedeli ödeyeceklerdir.” dedi. Temmuz sanıklarının bir bir hakim karşısına çıkarıldığı Kim bu cuntacılar? bu günlerde adaletin tecellisi Özellikle Ankara ve İstanbul semalarında askeri jet uçakları alçak uçuş yapmaya millet olarak en büyük başladılar. Halkı korkutmaya ve sindirmeye yönelik bir hareketti bu. beklentimiz… 15 Temmuzda neler yaşandı? Saatler 22:00’ye doğru hızla yaklaşırken Genel Kurmay Başkanlığından silah sesleri geldiği haberiyle “neler oluyor” dedik önce. Sonradan öğrendik ki gecenin ilk şehidini orada verdik. Olağanüstü bir durum olduğunu sezen Kıdemli Başçavuş Bülent Aydın’ın müdahalesi ilk çatışmanın çıkmasını sağlamış, böylece sessiz sedasız yapılması planlanan darbenin gidişatı değişmiş, tüm Türkiye haberdar olmuştu. Tam da bu sıralarda TRT Genel Müdürlüğü darbeci çete tarafından saldırıya uğradı. TRT personeli silah zoruyla darp edildi. Eş zamanlı olarak İstanbul TRT World binası da işgal edildi. Aynı dakikalarda Boğaziçi ile Fatih Sultan Mehmet köprülerinin bir grup asker tarafından geçişe kapatılması yansıdı televizyon ekranlarına. Şaşkın gözlerle neler olduğunu anlamaya çalışırken saat 23:05’te Başbakan Binali Yıldırım’ın Haber kanallarına düşen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın, darbe kalkışmasında bulunanlar tarafından rehin alındığı haberi hain kalkışmanın gidişatını değiştiren anlardan biri oldu. Bu haberle birlikte asker kışlasında kalarak hainlere destek vermedi. Saatler gece yarısını gösterirken Anadolu Ajansı’nın, Güvenlik Kaynaklarına dayanarak verdiği “Askeri kalkışma, ordu içerisindeki Fetullahçı Terör Örgütü/ Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/ PDY) mensubu bir grup subay tarafından yapılmaya çalışılmaktadır.” açıklaması ile yaşananların adı konmuş oldu. Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Başkomutan olarak tarihi bir konuşma yaptıktan sonra İstanbul’a hareket etti. Saat 00:13 TRT’yi işgal eden kalkışmacı askerler silah zoruyla korsan darbe bildirisi okuttu. Ardından TÜRKSAT TRT’nin yayınını kesti. Cumhurbaşkanlığı kaynakları bir açıklama yaparak bildirinin TSK tarafından yapılmadığına dikkat çekerek “Korsan bildiridir.” denildi. Tam o sıralarda selâ sesleri duyulmaya başladı gök kubbede. Diyanet İşleri Başkanlığının talimatı üzerine 81 ilde birlik selâları verildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halkı meydanlara davet etmesi üzerine milyonlar şehir meydanlarına akın etti. Darbe girişimi soruşturması hemen o gece başladı. 00:35 sıralarında Küçükçekmece Başsavcısı Ali Doğan, darbe girişimini yapan askerlerle ilgili soruşturma başlatıldığını ve askerlerin görüldükleri yerde tutuklanacaklarını bildirdi. Milli irade bombalandı O gece FETÖ’cü hainler askeri helikopterlerle Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’e saldırdılar. TÜRKSAT’ın Gölbaşı’ndaki tesislerini ve Ankara Emniyet Müdürlüğünü savaş uçağı ve helikopterlerle bombaladılar. Cuntacı askerler Gölbaşı Özel Harekat Daire Başkanlığı’nı havadan iki kez bombaladılar. Yetmedi Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde toplanan halkımız ve Jandarma Genel Komutanlığı uçaklar tarafından bombalandı. Milli iradenin temsilcisi Meclisimiz üst üste iki kez bombalandı. Milli iradeyi bombalayacak kadar gözü dönmüş bu hain girişim darbeden öte işgal girişimi görüntüsü veriyordu. Başbakan Yıldırım, Ankara semalarında, MİT, Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve TRT VİZYON 39 15 Temmuz kardeşliği 15 Temmuz gecesi çatışmaların yaşandığı yerlerden biri TRT binasıydı. TRT’nin işgal edildiğini duyan halkımız akın akın TRT önünde toplanmaya başladı. Darbeci çete acımasızca sivilleri hedef alarak kurşun yağdırdılar. Pek çok kişi yaralandı. Bunlardan biri de Muhammed Enes Topçu’ydu. Boğazından yaralanan Topçu’ya ilk müdahaleyi TRT önünde o gece tanıştığı Orkun Aytek yaptı. Aytek boğazına tişörtünü sararak tampon yaptığı Topçu’nun hayatını kurtardı. TRT önünde yaşanan bu hadise yurdumuzun pek çok yerinde yaşadı o gece. 15 Temmuz’da insanlarımız kardeş olduklarını bir kez daha gösterdi tüm dünyaya. Birbirini tanımayan ama ortak bir amaç için, ülkemiz için bir araya gelen siviller askerler tarafından kurşun yağmuruna tutuldular. Birçok insanımız o gece vücuduna saplanan kurşun saçmalarıyla hayatına devam ediyor. Gazilerimizin kimisi uzuvlarını kaybetti ve sakat kaldı maalesef. Bir yanları gururlu diğer yanları buruk şehit yakınları ise sevdiklerini kaybetmenin hüznünü bir ömür boyu yaşayacaklar. Bu sebeple 15 Temmuzu unutmayacağız, unutturmayacağız… Başbakanlık gibi kritik bölgeler üzerinde uçuş yapan her türlü askeri helikopter ve uçağın füzeyle indirileceğini açıkladı. Türk Hava Kuvvetlerine ait F-16 uçağı, darbe kalkışmasında bulunan cuntacıların elindeki Skorsky helikopteri düşürdü. TÜRKSAT’ı bombalayan askeri helikopter Gölbaşı’nda düşürüldü. İlerleyen dakikalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’a ulaştı. Burada bir açıklama yapan Erdoğan çok önemli mesajlar verdi. Bu esnada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Marmaris’te konakladığı otele saldırı düzenlendiği öğrenildi. İlerleyen saatlerde saldırının görüntüleri düştü medya organlarına. Görüntülerde helikopterlerden ateş açıldığı ve yüzleri maskeli, ağır silahlar taşıyan askerlerin oteli abluka altına aldığı görüldü. 40 TRT VİZYON Güneş güzel haberlerle doğdu Saatler 03:00’ü gösterirken TRT Genel Müdürlüğü binası darbecilerden tamamen temizlendi ve TRT normal yayınına geri döndü. Milletimiz TRT’sine de sahip çıkmış ve işgale son vermişti. Gün ağarmaya başlarken güzel haberler gelmeye başladı. Gölbaşı’ndaki Özel Harekat Merkezi’nde olaylar saat 06:00 civarı kontrol altına alındı. İstanbul Boğaziçi Köprüsü’nü gasp eden askerler teslim oldu. Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığına operasyon düzenlenerek Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ının kurtarılması ve Jandarma Genel Komutanlığının, emniyet özel harekât polislerince ele geçirilmesi haberleri yüreğimize su serpti. Genelkurmay Başkanlığı’ndan çıkan 200 civarında er polise teslim oldu. Bir süre sonra 700 kadar silahsız er ve erbaş daha teslim oldu. İşgal edilen yerlerdeki cuntacılar gözaltına alınmaya başladı. 250 şehit, 2 bin 193 kişi gazi Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üssü’nde cuntacı askerlere karşı yürütülen operasyon akşam saatlerinde sona erdi ve Akıncı Üssü kontrol altına alındı. Böylelikle asker içine sızmış hainlerin darbe girişimi 22 saat gibi bir sürede bastırıldı. 22 saat sonunda milletimizin demokrasiye sahip çıkması, askerimizin hainlere pirim vermemesi ve polisimizin cansiparene mücadelesi ile hainler amaçlarına ulaşamadılar. İşgale dur diyen milletimiz 15 Temmuz darbe girişiminde 94’ü İstanbul’dan olmak üzere 250 şehit verilirken, 2 bin 193 kişi gazi oldu. Şehitlerimize ve Gazilerimize minnet ve şükran duyuyoruz. Demokrasi nöbeti, vatan nöbeti Darbe bastırılmış ama mücadele bitmemişti. Çıplak elleriyle darbeyi durduran, tankların önüne bedenlerini siper eden milletimiz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “meydanları boş bırakmayın” söyleriyle demokrasi nöbetine başladı. Çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes meydanlara koştu. Demokrasi nöbeti demokrasi şölenine dönüştü. Birlik beraberliğin en güzel örnekleri meydanlarda yaşandı. Hakkâri’den Edirne’ye 81 ilde şehir meydanları siyasi, dini, mezhebi fark gözetmeyen Türkiye sevdalılarıyla günlerce doldu taştı. 27 gün süren demokrasi nöbeti tüm dünyaya bir ve beraber bu ülkeye sahip çıktığımızın mesajını en güzel şekilde verdi. Dostlar bizimle beraber 81 ilde gerçekleşen demokrasi nöbetleri sınırlarımızı aştı dünyanın dört bir yanında da meydanlar Türkiye sevdalılarıyla doldu. Türklerin ayak bastığı her yerde sokaklar Türk bayraklarıyla donatıldı, yürüyüşler düzenlendi, imza kampanyaları başlatıldı. Yurtdışında düzenlenen demokrasiye destek gösterilerine sadece Türkler değil her milletten insanlar katılarak Türkiye’nin yanında olduğunu gösterdiler. Devlet başkanları da yayınladıkları mesajlarında seçilmiş Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Parlamento’nun yanında olduklarını dile getirerek destek verdiler. Dostlarımızın desteğiyle sevinirken dost olarak bilinen bazı ülkelerin 15 Temmuz karşısındaki kâh sessiz kâh anlamsız tutumları ise Türk halkı olarak yüreğimizi yaraladı. tüm dünyaya anlatıldı. Özellikle yurt dışında 15 Temmuz’a dair dış basında oluşan bilgi kirliliğinin önlenmesi için TRT World tarafından hazırlanan “Gazetecilerin Gözünden Darbe Girişimi” adı belgesel hiç yayınlanmamış görüntüleri ekrana taşıdı. TRT’nin “15 Temmuz Kahramanları” belgeselinde ise gecenin kahramanları gaziler ve şehit aileleri kendi dillerinden O gecenin hikâyesini anlatarak karanlıkta kalan pek çok gerçeği aydınlığa kavuşturdu. Milletimiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “meydanları boş bırakmayın” söyleriyle demokrasi nöbetine başladı. Çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes şehir meydanlarına koştu. Demokrasi nöbeti demokrasi Unutmadan, unutturmadan şölenine dönüştü. 81 ilde Medya organlarının özellikle de TRT’nin bu çabası 15 Temmuz gecesi yaşananları gerçekleşen demokrasi unutmamak ve unutturmamak anlamı da nöbetleri sınırlarımızı aştı taşıyor. Bu manada gösterilen pek çok güzel çabadan da bahsetmek gerekiyor. dünyanın dört bir yanında Bunlardan belki de en anlamlısı yeni da meydanlar Türkiye doğan bebeklere şehitlerimizin adlarımızın sevdalılarıyla doldu. verilmesiydi. Okullara, meydanlara, Medyada ortak ses, ortak ruh 15 Temmuz gecesi hem hedef hem mağdur olan Türk medyası ortak bir ses ve duyguyla hareket ederek önemli bir sınavı başarıyla geçti. Ama iş bununla bitmemişti. 15 Temmuz gecesi Türkiye’de neler yaşandığının anlatılması gerekiyordu. Bu amaçla televizyon kanalları 15 Temmuz belgeselleri, haber programları hazırladılar. Bu anlamda en önemli hizmetlerden birini TRT üstlendi. TRT World kanalıyla o gece neler yaşandığı köprülere, önemli mekânlara şehitlerimizin adları verilerek ölümsüzleştirildiler. Özellikle o gece keskin nişancılar tarafından hedef alınarak milletimizin şehit edildiği Boğaziçi Köprüsü’nün adının 15 Temmuz Şehitler Köprüsü olarak değiştirmesi çok anlamlıydı. Ahde vefa ve minnet duygularıyla şairler şiirler yazdılar. Müzisyenler eserlerine 15 Temmuz birlik ve beraberlik ruhunu yansıttılar. Klipler çekildi. Amaç: 15 Temmuz ruhunu diri tutmak, gelecek kuşaklara bu ruhu aktarabilmek, Yenikapı’da verilen birlik mesajını yaşatmak… TRT VİZYON 41 Şimdi hesap verme vakti Darbe kalkışmasının bastırılmasıyla birlikte gözaltı ve tutuklamalar başladı. Kararlılıkla ihanetin sorumlularından hesap sorulacağı mesajı devletimizin zirvesi tarafından yüksek bir sesle dile getirildi. FETÖ ile bağlantılı olduğu tespit edilen kamu personeli görevden ihraç edildi. Özellikle yargıda yaşanan ihraçlar dikkat çekiciydi. İddianameler hazırlandı ve mahkemeler başladı. Sanıklar her ne kadar “inkar” etseler de savcılıkların hazırladıkları iddianamelerde tüm gerçekler ortaya dökülüyor. Genelkurmay Başkanlığının hazırladığı tahkikat raporu ve Karargah’ta kaydedilen güvenlik kamerası görüntüleriyle yalanları çürütülüyor. Sanıkların aralarında yaptıkları konuşmalar, mesajlaşmalar ve bylock hesapları deşifre edilerek ihanetin delilleri ortaya çıkarılıyor. Şimdi de içinde bulunduğumuz son duruma yakından bakalım. Çatı iddianame kabul edildi 15 Temmuz gecesi gerçekleşen FETÖ’nün hain darbe girişimi hakkında hazırlanan 2 bin 500 sayfalık “Çatı İddianamesi” Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi ve 22 Mayıs’ta sanıklar hakim karşısına çıkarılmaya başlandı. 15 Temmuz darbe kalkışmasının arka planını, hazırlık sürecini, darbeyle ilgili şu ana kadar gün yüzüne çıkmamış ifadeleri, delilleri, görüntüleri, askerî ve sivil raporları, idari soruşturmalar eşliğinde anlattığı için “çatı” adını alan iddianame davaların birleştirildiği anlamına gelmiyor. 15 Temmuz darbe girişimi, suçların işlendiği yerlerde ayrı ayrı açılan davalarla görüyor. 42 TRT VİZYON FETÖ elebaşı Fetullah Gülen hakkında toplam 52 yakalama kararı bulunuyor. Gülen hakkında vatandaşlıktan çıkarılma ilanı da yayınlandı. FETÖ davalarında şu ana kadar emsal niteliğinde 2 karar verildi: Ağırlaştırılmış müebbet hapis. 50 binin üzerinde tutuklu Adalet Bakanlığı verilerine göre, darbe girişiminin ardından bu zamana kadar 161 bin 751 şüpheli hakkında işlem yapıldı. Şüphelilerden 3 bin 334’ü hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi. Soruşturmalar çerçevesinde gözaltına alınan 50 bin 344 kişi tutuklanarak cezaevlerine konuldu. Tutuklananların yanı sıra bazı şüphelilerin ise tutuksuz yargılanmaları kararlaştırıldı. Toplam 55 bin 495 kişinin tutuksuz yargılanmasına hükmedildi. FETÖ’ye ilişkin soruşturmalar kapsamında 211 hakim ve savcı, altı Danıştay üyesi, 25 Yargıtay üyesi, 137 asker, 369 polis, üç vali yardımcısı, sekiz kaymakam, 6 bin 353 kamu görevlisi ve sivil olmak üzere 7 bin 112 şüpheli hakkında yakalama kararı bulunuyor. FETÖ ve darbe girişimiyle ilgili 15 Temmuz’dan bu yana Türkiye genelinde Cumhuriyet başsavcılıklarınca yürütülen soruşturma sayısı 10 bin 762 oldu. Darbe girişimine yönelik ise Ankara, İstanbul, Muğla başta olmak üzere yurt genelinde toplam 101 dava açıldı ve sanıkların yargılanmalarına başlandı. Yurt genelinde hem darbe teşebbüsü hem örgüt üyeliği hem de örgüt adına işlenen suçları kapsayan 3 bin 300’ü aşkın davada, aralarında dönemin bazı generallerinin de bulunduğu darbeci askerler ile örgütle bağlantılı oldukları gerekçesiyle meslekten ihraç edilen yargı mensupları ve kamu çalışanları ile FETÖ’ye finansal destek sağlayan iş adamları yargılanmaya başlandı. İlk kararlar verildi Görülen davalarda şu ana kadar Erzurum ve Adana’da emsal niteliğinde 2 karar verildi. Erzurum’da örgütün sözde “Erzurum Sıkıyönetim Komutanı” olan, dönemin Erzurum Jandarma Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Murat Koçak ile sıkıyönetim komutanları atama listesinde ismi bulunan eski Harekat ve Asayiş Şube Müdürü Kurmay Binbaşı Murat Yılmaz’a, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Bu karar, FETÖ’nün darbe girişimiyle ilgili ilk karar oldu. Adana 11. Ağır Ceza Mahkemesinde sonuçlanan davada da TSK’dan ihraç edilen 5 subay ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırıldı. Vatandaşlıktan çıkarılıyorlar Resmi Gazete’de aralarında FETÖ lideri Fetullah Gülen ve HDP’li iki milletvekilinin de bulunduğu 130 kişi hakkında vatandaşlıktan çıkarılma ilanı yayımlandı. Ardından mal varlıklarına tedbir kararı konuldu. 130 kişi üç ay içerisinde Türkiye’ye dönmezse vatandaşlıktan çıkarılacak. Bu ilamın ardından 2 işadamı, yurda dönmeye karar verdi ve havaalanında tutuklandılar. Bu arada bir bilgi notu ekleyelim arananların vatandaşlıktan çıkarılmaları yargılanmaları önünde bir engel teşkil etmiyor. Fetö elebaşısı Gülen’e yakalama kararı Fetullahçı Terör Örgütü tarafından 15 Temmuz’da gerçekleştirilen kanlı darbe girişiminin talimatını verdiği gerekçesiyle elebaşı Fetullah Gülen hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarıldı. Kararda darbe girişiminin terör örgütünün faaliyeti olduğu ve kurucusu olan Fetullah Gülen’in talimatıyla gerçekleştirildiğine dair tereddüt bulunmadığı kaydedildi. FETÖ Lideri Fetullah Gülen hakkında toplam 52 yakalama kararı olduğunu hemen ekleyelim ve darbe girişimi ile FETÖ yapılanmasına ilişkin tüm davalarda 1 nolu sanık olduğunu söyleyelim. Gülen’in iadesi için diplomatik girişimler kararlılıkla devam ediyor. Demokrasi ve özgürlükler günü Demokrasi ve Özgürlükler Günü ilan edilerek resmi tatil olan 15 Temmuz’da pek çok etkinlikle şehitlerimiz ve gazilerimiz minnet ve şükranla anılacaklar. Darbe girişiminin yıl dönümünde 81 il meydanında tekrar demokrasi nöbetleri tutulması ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bunlardan birine katılması planlanıyor. 15 Temmuz darbe girişiminin yıl dönümü sebebiyle Gazi Meclisimiz 15 Temmuz günü özel gündemle toplanacak. Liderler ya da parti temsilcileri yapacakları konuşmalarla bir kez daha demokrasiye sahip çıkacakları mesajını verecekler. Toplumsal duyarlılığın artırılması ve Türkiye’nin nasıl büyük bir beladan kurtulduğu bir kez daha anlatılabilmesi için toplantılar, konferanslar hazırlanacak. Yapılacak bu programlara 15 Temmuz şehit aileleri ile gazileri de katılarak geceye dair yaşadıklarını paylaşacaklar. Minnettarız Onlar için ne yapılsa az. Biz biliyoruz ki başımız dik, özgürce yaşayabiliyorsak, 15 Temmuz gecesi işgal girişimine karşı verilen mücadele sayesindedir… Bu bilinçle şehitlerimizi ve o günden bu yana yaralarını sarmaya çalışan gazilerimizi minnetle ve şükranla anıyoruz. 15 Temmuz Şehitler Abidesi 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün Anadolu Yakası çıkışına 15 Temmuz Şehitler Abidesi yapılıyor. Abidenin 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yıldönümünde açılması planlanıyor. 15 Temmuz darbe girişimine karşı gösterilen direnişin hatırasını yaşatmak amacıyla inşa edilen abidenin bulunduğu mevkide 9 dönümlük arazi Şehitlik Parkı olarak tanzim ediliyor. Bölgeye şehitleri temsilen 250 Selvi fidanı ve 250 gül dikiliyor. Beşgenden üretilen geometriye sahip abidenin kubbe açıklığı 11, yüksekliği 9,5 metre. Kainatı ve sonsuzluğu sembolize eden kubbenin çelik taşıyıcı konstrüksiyonu üzerine 5 santimetre Kefken taşı kaplanıyor. TRT VİZYON 43 GÜNCEL Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU / ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr Srebrenitsa ağıtının 22. yılı TRT HEP ORADAYDI B u yıl Srebrenitsa Soykırımı’nın 22nci yılı. 11 Temmuz 1995’te 8 bin 372 Boşnak Sırplar tarafından katledildi. Birleşmiş Milletlerce Srebrenitsa’yı korumak için görevlendirilen Hollandalı Komutan Karremans, kendisine sığınan 25 bin Boşnak mülteciyi ve şehri Sırplara teslim etti. Halbuki BM temsilcisi olarak şehre geldiğinde Srebrenitsa halkına; “Hayatlarınız Birleşmiş Milletler’in garantisi altındadır!” diye sesleniyor, bu vaat, kendilerini bekleyen hainlikten habersiz Boşnakları bir nebze olsun rahatlatıyordu. Bir süre sonra soykırımın başkahramanı Sırp General Ratko Mladiç aynı sokaklarda; “Şu anda 11 Temmuz 1995. Sırp Srebrenica’sındayız. Tam da Sırp Kutsal gününün arifesinde, bu kasabayı Sırp milletine armağan ediyoruz. Türklere karşı olan isyanın anısına Müslümanlardan intikam alma vakti geldi!” diye haykırıyor, planlı soykırımın işaretini veriyordu. Srebrenitsa’da yaşananlar insanlık tarihinin utanç verici ve tüyler 44 TRT VİZYON ürpertici sayfalarından biri olmuştur. Katledilen 8 bin 372 Müslüman 3 bininin bedenine ise hâlâ ulaşılamadı. Mavi kelebeğin öyküsünü bilir misiniz? Bosna Savaşı’nda katliamlarda öldürülen Boşnakların gömüldüğü toplu mezarların yeri bilinmiyordu; ki pek çoğu da halen bilinmiyor. Sistematik bir Müslüman kıyımının yapıldığı Bosna’da toplu mezarların tespit edilememesi için büyük bir “itina” gösterilmiş. Öldürülen insanların atıldığı toplu mezarlar hem derin kazılmış hem de üstü kapatıldıktan sonra saklamak maksadıyla çevrenin doğal bitki örtüsüne uygun olarak yeşillendirilmiş. 2007 yılında Bosna-Hersek’in Sırbistan’a karşı açtığı soykırım davası için toplanan Uluslararası Adalet Divanı Sırbistan’ın soykırım yaptığına dair bir delil olmadığına hükmedince, Bosna devleti toplu mezarların bulunması için bir komisyon kurmuştu. Toplu mezar bulmak için kullanılan yöntemler, mezarlar bilinçli bir şekilde çok derin kazıldığı ve saklandığı için pek işe yaramamıştı. Ancak yoğun çabalar sarf edilirken bazı bölgelerde jeolojik yapının değiştiği dikkat çekmiş, mevcut coğrafyanın belli bazı bölgelerinde mavi kelebek nüfusunda ciddi bazı artışlar gözlemlenmişti. Bu bölgeleri inceleyen uzmanlar, bu kelebeklerin tesadüfi olarak çoğalmadığını keşfetmiş, buralardaki bitki örtüsündeki tuhaf zenginleşmenin, aranan toplu mezarlarda gömülü olan cesetler toprağa karıştıkça toprağın besleyiciliğinin artması ve bunun sonucu bölgede bulunan misk otunun coşup fışkırmasına, sonucunda da yalnızca bu bitki ile beslenen mavi kelebek nüfusunun da bu şekilde artmasına sebep olduğu anlaşılmıştı. Bu haber yayılınca, sevdiklerinin kemiklerini bulmak, sadece onlardan bir ize rastlamak isteyen binlerce kişi günlerce mavi kelebekleri izlemeye, onların peşinden gitmeye başlamıştı. Bosna Savaşı’nda 312 bin kişi öldü. 35 bini küçücük çocuklardı. Binlerce çocuk annesiz, babasız kaldı. Bir sürü ana evlatsız. Tarif edilemez acılar yaşandı. 50 bin kadın tecavüze uğradı. Sadece bugüne kadar 500’ün üzerinde toplu mezar ortaya çıkarıldı. Bunların 400’e yakını mavi kelebeklerin yardımıyla oldu. İşte bu yüzden de mavi kelebeklerin yolculuğu bugüne kadar duyulmuş en yürek yaralayıcı öyküdür. Birçok kişi için kocaman bir acı olan bu hikâye, Sırpların katliamından sağ kurtulup da sevdiklerinin kabirleri başında dua etmek isteyenler içinse umuttur. Mavi kelebekler, Bosna savaşının ve Boşnak halkının acılarının simgesidir. Sırpların dinmeyen intikam ateşi ve Bosna Savaşı öncesindeki durum Sırp Krallığı ile yönetilen Balkanlar, Osmanlı tarafından fethedilişinin ardından huzur ve sükûnete kavuşmuştur. Birlikte yaşama kültürünün örneklendirildiği bölgede her din kendi ibadetini, her etnik köken kendi kültürünü yaşayabilmekte özgür bırakılmış ama aynı zamanda Balkanlarda İslam’ın daveti gerçekleştirilmiştir. Ancak Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte yeniden aşırı milliyetçi Sırplar tarafından yönetilmiş ve ardından Komünist rejimin hakim olduğu dönem başlamıştır. Bölge milletleri Yugoslavya çatısı altında tek tipleştirilirken, İslam kimliği tamamen ortadan kaldırılmak üzere tüm argümanları yasaklanmıştır. Camilerin, medreselerin, tekkelerin kapatıldığı bölgede İslam gelenekleri ve yaşantısı yasaklanmıştır. Müslüman kimliğini Balkanlardan temizlemeye yönelik olarak devam eden süreçte 1940’lı yıllara gelindiğinde Balkanlarda İslam’ın varlığını yeniden yeşertmek adına bir hareket ortaya çıkmıştır. Miladi Müslimani (Genç Müslümanlar) Tito döneminin ağır baskılarına rağmen “davet” denilen çalışmalarına hız vererek tüm Balkanlarda örgütlenmiştir. Aralarında Aliya İzzetbegoviç’in de bulunduğu bu gençler, Balkanlardaki Müslüman kimliğin temsilcileri ve savunucuları olarak 1991’e kadar her türlü eziyete rağmen mücadelelerini sürdürmüşlerdir. 1990’da Yugoslavya çözüldüğünde Boşnaklar da bağımsızlıklarını isteyerek ayrılmış, Aliya TRT VİZYON 45 Müslümanlara diş bilemeye devam ediyorlar. Bölge her an patlamaya hazır bir bomba gibi. Türkiye dün olduğu gibi bugün de bu bölgedeki Müslümanların yalnız olmadıklarını her fırsatta çok çeşitli yollardan dünyaya ifade ediyor. TRT Srebrenitsa’da İzzetbegoviç hapishanede temellerini attığı SDA ile seçimlere girerek Cumhurbaşkanı olmuştur ve parlamentoda Müslümanların aktif dönemi başlamıştır. Yugoslavya’yı meydana getiren Cumhuriyetlerden biri olan Bosna, 1992 yılının Şubat ayında yapılan bir referandumun ardından bağımsızlığını ilan ettiğinde, Bosna’nın bağımsızlık kararını tanımayan Sırplar, Saraybosna’yı kuşatma altına alarak üç buçuk yıl süren Bosna Savaşı’nı başlatmışlardır. 1992-95 yılları arasında sistematik olarak yürütülen büyük çaplı bir etnik temizliğe maruz kalan Bosna’nın doğu yakasında, tüm dünyanın gözleri önünde, Sırp kuvvetleri Boşnaklara karşı her türlü savaş suçunu işlemiştir. Srebrenitsa soykırımı da bütün bu sistematik kıyımın unutmamamız ve unutturmamamız gereken acı sembollerinden biridir. Bosna’nın dünü ve bugünü ile arasında büyük fark var. Hiçbir şeyin eskisi gibi olması da mümkün görünmüyor. Müslümanlar yaşadıkları soykırım ve maruz kaldıkları Sırp faşizminden sonra hiçbir şeyi unutmadılar ve unutamayacaklar. Zira savaşın izleri hala çok taze. Bosna’nın tüm şehirleri sessiz bir şekilde yaşadığı trajediyi haykırır durumda. Müslüman Boşnaklar yaralarını sarmaya çalışırken, şehirler yaralarını ve savaşın derin izlerini hala üzerlerinde taşımaktalar. Bosna’da hiçbir mesele tam olarak çözülmüş değil ve her şey sessiz bir gerginlikle devam ediyor. Sırplar hala TRT Srebrenitsa soykırımı ile ilgili yayınlarını geniş ve planlı bir şekilde 2005 yılından itibaren sürdürüyor. İlk yayın muhabir bağlantısı ve bir açık oturumla gerçekleşmişti. Soykırımın 11. Yıldönümünde yapılan yayında ise hem muhabir bağlantısı hem de 550 Boşnak’ın cenaze töreninin canlı yayını mahiyetindeydi. 2012 yılından itibaren de tüm gün sürdürülen ve TRT Diyanet, TRT Haber ve TRT Avaz’dan yapılan canlı yayınlarla olabildiğince büyük bir organizasyon düzenlenmeye devam ediliyor. Kurum olarak üzerimize düşeni yerine getirmek üzere geniş bir yapım ve yayın ekibi, canlı yayın araçları ve teçhizat her yıl Türkiye’den Srebrenitsa’ya doğru yola çıkıyor. Her yıl 11 Temmuz’da gerçekleşen ve tüm gün süren canlı yayının yapım ve yönetiminde TRT’nin deneyimli prodüktörlerinden Muhsin Yıldırım ve Osman Emre Şen’in imzası var. “Hırvat topçuları tarafından yıkılan Mostar’ın görüntüsü çocukluğuma ait aklımda kalan Bosna’ya dair ilk izleridir. Niye yıkıyordu insanlar durduk yere bir şeyleri? Sanırım büyüsem de hala anlayamıyorum. Askerler arasında çaresizlik içinde bekleyen çoluk, çocuk, kadın, hasta, yaşlı birçok insan… Gözleri dönmüş elleri silahlı insanlar… Hem yaşayan için hem izleyen için travma büyük… Şimdilerde o güzel insanlara hayatlarından koparılan o bölümünün bedelini kimse ödeyemez. Ama gelecek için bir şeyler yapılabilir. Kendi adıma bir daha bu acıların yaşanmaması için tüm insanlığa bu acıları hatırlatma borcum var. 2007 yılından beri yayınlanan ‘’Mavi Kelebeğin İzinde’’ adlı bu programın 2012, 2013, 2015, 2016 yıllarında bazen yapımcılığını bazen yönetmenliğini yaparak bu borcu ödeme fırsatım oldu. Srebrenitsa’ya her gidişimde soykırımın dayanılmaz vahşetine tanık olmuş fabrikanın içerisine giriyorum. Duvarlardaki mermi izleri yaşananları adeta beyninize de kazıyor. Buraya birçok kez gelmiş olmama rağmen sıra sıra tabutların olduğu yerde yaşananları hayal etmeye çalıştığımda tüylerimin kabarmasına engel olamıyorum. Bu canilik bir daha yaşanmamalı! Adeta programla özdeşleşmiş jeneriğin müziği, sözleri Cemalettin Latiç’e, bestesi Celo Yusiç’e ait ‘Srebrenıckı Inferno’ (Srebrenitsa Cehennemi). Acıyla yoğrulmuş bir kız çocuğunun bu yakarışını duyup da kayıtsız kalmak imkansız. Soykırımın yaşandığı 11 Temmuz 1995 tarihi 11 Temmuz 2017 olduğunda aradan 22 yıl geçmiş olacak. Ancak yakınlarının mezarlarını ziyaret eden insanların gözlerindeki acıyı gördüğünüzde onlar için zamanın hiç geçmediğini fark edeceksiniz.” Osman Emre ŞEN Prodüktör TRT Diyanet Kanal Koordinatörü Sedat Sağırkaya’ya Srebrenitsa’yı sorduk... Bosna’da büyük bir dram yaşandı. Sırplar, savaş adı altında bir soykırım gerçekleştirdi. 300 binden fazla insan öldü. 50.000 kadına planlı bir şekilde tecavüz edildi; ki bunun amacı tamamen Müslüman soyunu kırmaktı. Bu insanlar bu acıları Müslüman diye ve Türk kabul edildikleri için çektiler. Bu olayları ısrarla gündemde tutup, üstüne gidebiliyoruz artık çünkü artık Türkiye dünya vizyonu olan yeni bir Türkiye’dir. Bu bizim gücümüzü de gösteriyor. 11 yıldır her 11 Temmuz’da Srebrenitsa’dan tüm gün canlı yayın yapıyoruz. Dünya Büyük Sırbistan hayalini kuranların katliamlarına seyirci kalmıştır. Bu acıların Müslüman halka yaşatılmasının ardındaki asıl mesele Haçlı zihniyetinin sürmesidir. 1990’lı yıllara kara leke olarak damgasını vuran bu kanlı savaşın fitili Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’in 1989’da Gazimestan denilen bölgede toplanan 500bin Sırp milliyetçisine hitaben yaptığı konuşmada ateşlenmiştir. Gazimestan bir sembol çünkü I.Kosova Meydan Muharebesi 1389’da Osmanlı Ordusu’nun Haçlı Ordusu’nu hezimete uğratmasıyla orada gerçekleşiyor. Avrupa’nın ortasında Müslümanlara tahammülleri yok ve Miloseviç o konuşmada “Büyük Sırbistan” vaadinde bulunuyor. Hem de 600 yıl önceki hezimet için düşmanca sözler sarf ederek; 600 yıl önce Gazimestan’da Sırpların Osmanlı’ya karşı hem kendilerini, hem de Avrupa’yı savunduğunu, Sırbistan’ın Osmanlı’ya karşı Avrupa kültürünü, dinini ve toplumunu koruyan bir savunma duvarı olduğunu ifade etmiştir. Miloseviç Balkanların İslamlaşmasında büyük etken olan I. Kosova Savaşı’nın intikamı için halkın önünde yemin etmiş ve onlara da yemin ettirmiştir. Balkanlardaki bu yüz karası kıyım işte bu konuşmanın temelleri üzerindedir. Müslümanlardan 600 yılın intikamını aldılar. Müslüman diye, Türk diye… Avrupa’da Müslüman kelimesi Türk kelimesinin aynısı, yani Müslümanları Türk, Türkleri Müslüman diye tarif ediyorlar. Bunun intikamıdır bütün bu yaşanan acılar. Bunu unutmamamız ve unutturmamamız lazım. Çünkü unutur ve unutturursak bunları tekrar yaşarız. Bizim tarih bilincimizin, ümmet bilincimizin, ümmet duruşumuzun diri kalması için de bu tip olayları unutmamamız gerekir. 10 yıldır bu yayınları oradan yapmaya gayret ediyoruz. Bu arada, 2008 yılında 24 saat süren ilk iddialı yayını gerçekleştiren Ersin Küçükbarak’ı da anmadan geçmeyelim. Ben de 2009’dan beri bizzat bu yayınların organizasyonundayım. Bosna Devlet Televizyonu ile işbirliği halindeyiz. Şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti hep devlet protokolünün en üstü seviyesinde oradaydı. Bu yıl 50 defin olabilecek. Önceki yıllarda sayının 500’leri bulduğu olmuştu. İnsanları katledip toplu mezarlara gömdükleri için ve tespit edilememesi için her tür caniliği yaptıkları için ancak DNA testleriyle kayıp insanları tespit edebiliyorlar. Çok titiz bir çalışma yapmaya çalışılıyor. Bosna Hersek Kayıplar Komitesi Başkanı Amur Marsoviç bu DNA merkezinin başında, soykırımın tescillenmesinde büyük emeği var.Biz de elimizden geldiğince bunları dünyaya duyurmaya çalışıyoruz. TRT Diyanet kanalı olarak biz, İslam dünyasının ortak sesi, referans kanalı olarak görüyoruz kendimizi. Dolayısıyla bütün Müslümanların bizim üzerimizden bir network kurmasını hedeflediğimiz için bu kanalda İslam dünyasının yaşadığı büyük acıları, bütün dünyaya iletilmesine aracılık etme gayretindeyiz. Srebrenitsa yayınlarını şimdiye kadar TRT Haber ve TRT Avaz da ortak yayınladı. Bu yayınlara emeği geçen çok arkadaşımız var. Daha önce adını andığım Ersin Küçükbarak Bosna’da birçok belge topladı. Bu sayede elimizde büyük bir arşiv var ve her yayınımızda bunları değerlendirebiliyoruz. Programın yapım ve yönetiminde Muhsin Yıldırım ve Osman Emre Şen var. Onlara da teşekkür ediyorum, çok özveriyle çalışıyorlar. Bosna gibi bir yerde bu yayını gerçekleştirmek çok da kolay değil, meşakkatli ama Bosna Devlet Televizyonu da bize özen gösteriyor. Defin alanının yayın için en stratejik noktasını TRT’ye ayırıyorlar. İnşallah bu sene de ümmet ve devlet bilincini hatırlatmaya gayret edeceğiz çünkü güçlü bir devleti olmayan insanların bu tür dramları yaşamaya mukadder olduğunu düşünüyorum ben. Devlet çok önemli bir kavram. TRT, Srebrenitsa konusunda çok önemli bir misyonu yerine getiriyor. Çok önemli bir şey hedefledik ve yaptık. Srebrenitsa ve Bosna için unutulmaması gereken sembollerin altını çizdik ve hafızalara yerleştirdik. Bizim yayınlarımızın adı Mavi Kelebeğin İzinde ve “mavi kelebek” kavramı Srebrenitsa ile özdeş anılıyor artık. Yaptığımız ısrarlı ve iddialı yayınlarla dönemin belge ve bilgilerini, canlı tanıklarını, o dönemde orada görev yapan Türk yetkilileri de izleyiciyle buluşturduk. 11 Temmuz, Srebrenitsa ve mavi kelebek artık hep beraber akla geliyor. Bosnalılar açısından bizim bunu yapmamızın çok önemi var. Onlar bizim bu önemi göstermemizden çok memnun oluyorlar. Osmanlı’dan sonra orada hep azınlık olarak yaşamışlar. Sahiplenilmeye ihtiyaçları var. Biz, artık devlet olarak oradayız. Devletimizin manevi sınırı Avrupa’da Bosna’dan başlıyor. Biz onları, Bosna’yı, Kosova’yı, Balkanları kaybedemeyiz. Oraya gidince bambaşka duygular yaşanıyor. Orada dosya hazırlarken, savaşın tanıklarıyla ve geride sağ kalabilenlerle görüşürken, ana babası gözünün önünde katledilmiş çocuklar, tecavüze uğramış kadınlar, evlatları öldürülmüş annelerle konuşmuş oluyorsunuz ve insanlığınızdan utanıp onların gözlerine bakamaz hale geliyorsunuz. Onlar bu acıları yaşarken, biz burada sıcak evlerimizde, selamet içinde yaşıyorduk. Bundan bile mahcup oluyorsunuz. Orada hep ben 10 yaş yaşlanmış hissediyorum. İşte bugün bunların olmaması için ne yapmalıyız bunun peşindeyiz. İnanın bu adamlar fırsat bundukları anda bunu Müslüman kardeşlerimize tekrar yaparlar. Bakın eğer 15 Temmuz hain FETÖ planı gerçekleşseydi, kaos ve kargaşa devam etseydi, Türkiye’nin dışarıya dönük yüzü kapansaydı, gücü gölgelenseydi, emin olun ki bugün oralarda aynı katliamlara girişirlerdi. Bosna savaşının büyük kahramanı “Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç” Bosna’yı Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a emanet etti. Vefat etmeden birkaç gün önce yaptıkları görüşmede İzzetbegoviç’in, Cumhurbaşkanımıza hitaben “Bosna’yı size emanet ediyorum” dediğinin şahitleri var. Dolayısıyla Bosna, atalarımızın ve Aliya İzzetbegoviç’in bize emaneti, biz de bu emanete Allah’ın izniyle sahip çıkıyoruz. TARİH Yasin Cemal GALATA / yasincemal.galata@trt.net.tr Ingiltere’de Türk IZ’leri TARIHE YÖN VERMIŞ ESERLERIMIZ INGILIZ MÜZELERINDE M illetlerin üstünlükleri tarih boyunca toplumsal, teknik, askeri, ticari alanlarda bırakmış oldukları izlerle ölçülür. Bunların en başında sanat eserleri gelir. Türkler günlük hayatta kullandıkları bütün eşyaları yüksek sanat anlayışıyla bezemişlerdir. Bu anlayış doğrultusunda ürettiğimiz en küçük unsur bile doğudan batıya bir çok milletin dikkatini çekmiştir. Şöhretleri dünyaya nam salmış İngiliz müzelerinde bir çok önemli Türk eserleri sergilenmektedir. Başkent Londra’daki en büyük müzelerden en küçük şehir müzelerine kadar en yoğun ilgiyi bizim eserlerimiz çekmektedir. Özellikle de askeri alanda üstün olduğumuz dönemlere ait ortaya koyduğumuz her ne mevcutsa müzelerin en baş köşelerinde haşmetle arz-ı endam etmektedir. Türk Deniz Şehitliğimizin bulunduğu Porsmouth’daki Fort Nelson Müzesi 1860’lı yıllarda inşa edilmiş. Müzede tüneller, tabyalar, panoromik eserler de mevcut. Bir çok millete ait yaklaşık üçyüzelli civarında top sergilenmekte ve her gün saat 13:00’de tarihi toplardan ateş edilmektedir. Top müzesine girildiğinde ziyaretçileri büyük Türk topu karşılar. Çağ açıp çağ kapatan bu top Fatih Sultan Mehmed dönemine ait olup, 1866’da Sultan Abdülaziz tarafından dönemin İngiltere kraliçesi Victoria’ya armağan edilmiştir. Dünyaya korku salan Büyük Türk topu (The Great Bombard) Münir Ali tarafından inşa edilmiş. Varil ve barut bölmesi olarak iki kısımdan oluşan top birbirine montelidir. Topun üst kısmında Osmanlı Türkçesiyle; “Allah Murat’ın oğlu sultan Mehmed Han’a yardım eylesin, 1464 yılının Recep ayında Münir Ali tarafından imal edilmiştir.” yazısı yer alıyor. Müzede dünyanın birçok yerinden toplar sergilenmiş olmasına rağmen Türk topuna olan ilgi olağanüstü derecedir. Topla ilgili kısa tanıtım videosunda, aradan yüzyıllar 48 TRT VİZYON geçmiş olmasına rağmen topun dehşetli gücüne vurgu yapılmaktadır. Lale devrine ait olan ve III. Ahmed zamanında 1708’de imal edilen diğer Türk topu, 1857’de Sultan Abdülmecid tarafından hediye edilmiştir. Üzerindeki yazıda; “top ateşlendiğinde ağzından ejder gibi ateş püskürsün” ibaresi yer almaktadır. Bu top da Türk kadınların bin bir zahmetle ortaya koydukları iğne oyaları gibi işlenmiştir. Dünya savaş tarihi eşyalarını sergileyen Leeds’deki Royal Armouries savaş müzesi (Doğu) Oryantel eserleri bölümünde ağırlıklı olarak Türk zırhları, miğferleri, palaları, kılıçları, at koşumları, hançerler birer inci tanesi gibi ziyaretçilerin ilgisine sunulmaktadır. 15. yüzyıla ait olan at başlığında ziyaretçileri Osmanlı devletinin kurucusu Kayı boyunun damgası karşılar. Kayı Boyu damgasını, Türkler arasında kullanılan sahiplik mührü, kaşesi olarak tanımlamışlar. At başlığında 16. yüzyıla aittir. 1841’de Londralı satıcı Samuel Luke Pratt Ayasofya deposundan almış, daha sonra da Lord Curzon satın almıştır. Ayrıca 1560 yılında Nuremberg’de Alman miğferine örnek olmuş Türk miğferleri de sergilenmektedir. Londra’da, dünyanın birçok değişik bölgesinden gelen her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği British Museum’un İslam eserleri bölümünde yine ağırlıklı olarak Osmanlı dönemi damgasını vurmuştur. Göz kamaştırıcı ve kendine hayran bırakan renkleriyle İznik Çinileri, tapu senetlerimiz olan mezar taşlarımız, ayet-i kerime ve hadislerle bezeli olan kayı boyu damgalı zırhlar, palalar, hançerler baş köşeyi almaktadır. Osmanlı dönemine ait Türkiye’den getirilen iki adet mezar taşından biri 1823 tarihli, diğeri de 1784 tarihli bir hanım mezar taşıdır. Osmanlı ve Akkoyunlulara ait damgalı kalkanlar ise 16. yüzyıl sonlarına aittir. III. Selim’e ait kutsal yazılar ve kıymetli taşların olduğu kılıçlar heybetli bir şekilde arz-ı endam etmektedir. Ayrıca Selçuklu ve Timur dönemine ait ürünler de vardır. Selçuklu eserleri 11, 12 ve 13. yüzyıllara aittir ve İran bölgesinden müzeye getirilmiştir. Başta Hoca Ahmed Yesevi Türbesi ve Bibi Hatun Camii olmak üzere Türkistan bölgesinden bir çok türbeye ait eserler ve geometrik Türk motifleri de mevcuttur. 1218 yılına ait çift başlı kartal motifli paralar ise Hasan Keyf’de yapılan çalışmalar neticesinde bulunmuş. Victoria Albert müzesinde bulunan Bellini’nin meşhur Fatih Sultan Mehmet tablosu ve 1480’de İtalya Venice’de yapılan madalyonlar Rönesans bölümünde sergilenmektedir. Yine bu müzede Muhteşem Süleyman’a ait çok sayıda İznik çinisi ve diğer eserler de mevcuttur. Şahabeddin Efendi’nin, Mekke-i Mükerreme’deki Harem-i Şerif’i çizdiği 17. yüzyıl İznik Çinisi baş köşede bulunmaktadır. Türklüğe ait varlıkların farklı yollarla yurtdışına gitmiş olması hüzün verici olsa da; sergilenen muhteşem Türk eserlerinin milyonlarca turistin ziyaret ettiği dünyaca ünlü müzelere damgasını vurması bizlere haklı bir gurur yaşatmaktadır. TRT VİZYON 49 GÜNCEL Öztürk Miraç SARAL / ozturkmirac.saral@trt.net.tr Zorlu bir seruven: “Ilk kitap” 50 TRT VİZYON Ç oğu kitap kurdu, aynı zamanda birer yazardır da... Edebiyatın iyisine, kurmacanın eşsiz tadına varan her okur, kalemi alıp bir şeyler yazmanın; hayal gücü denilen uçsuz bucaksız çölde adımlamanın peşinde koşar. Pek çoğu da bu maratonun sonunda yazdıklarını “basılı” olarak görebilmeyi, kendi aklından çıkan kelimelerin basılmış halde diğer okuyucularla buluşmasının hayalini kurar. Yayınevlerinde kısa bir gezinti sonrasında da bu işin göründüğü kadar kolay olmadığını anlamaya başlar. Dünyanın önde gelen sektörlerinden olan yayıncılığın, kendi içinde büyük bir derya olduğunu keşfeder. Dünyanın 11.büyük yayıncılık sektörü olan Türkiye’de de bu işler kolay değildir. Biz de yayıncılık dünyasına kısa bir bakış atmaya, “ilk kitap” çıkartmanın zorluklarını özetlemeye çalıştık. Yayıncılığın kısa bir tarihi Yayıncılığın tarihi, yazının tarihiyle aynı anda hem başlıyor, hem başlamıyor. Eğer yayıncılığı aktarılmak istenenlerin mağara duvarına, taşa, papirüse, sazdan kâğıtlara veya hat yöntemiyle deriye yazılması olarak kabul ediyorsanız, yayıncılığın tarihi ilk insana kadar ulaşıyor. Kabul etmiyorsanız, Gutenberg Matbaasıyla başlıyor. Türkçe’de basılmış ilk kitaba varmak için takvimleri 4 asır geriye, 1615’e kadar çevirmek lazım. Bugün tam olarak kesinleşmese de o yıllarda Fransa ile yapılan anlaşmaların Paris’te Türkçe’ye de çevrilerek basıldığı biliniyor. Ülkemizde basılmış ilk Türkçe kitabı ise Vankulu Mehmed Efendi’ye ve İbrahim Mütefferika’ya borçluyuz. 1729’da bin bir emekle basılan Arapça-Türkçe sözlükle birlikte yayıncılığımızın mazisi de başlamış oldu. Mütefferika’dan sonra matbaacılık işi büyümeye devam etti. Yeri geldiğinde Osmanlı içindeki hürriyet hareketlerinin yayılmasında öncü oldu, yeri geldi Milli Mücadele için destek verdi. Latin harflerinden sonra da ivmesi azalmayan yayıncılığımız yüzlerce yayıncıyı çıkarttı. O yayıncıların bastıkları ise modern Türk edebiyatlarının yapı taşları haline geldi. Kendin pişir kendin ye yöntemi Klasik yayıncılığın parametreleri artık TRT VİZYON 51 Kitabınızın bir yayınevi için uygun olmaması, başka birisi tarafından yayınlanmayacağı anlamına gelmiyor. herkes tarafından biliniyor. Siz bir kitap yazarsınız, onu özgeçmişinizle birlikte bir dosya haline getirerek bir yayınevine gönderirsiniz. Yayınevi de dosyanızı değerlendirir ve size olumlu/olumsuz bir cevap verir. Eğer cevap olumluysa, telif hakkı, kar paylaşımı gibi konularla ilgili bir sözleşme hazırlanır ve kitap basım aşamasına geçilir. 2000 yılından itibaren Türkiye’de ve Dünyada internetin de yaygınlaşmasıyla birlikte yayıncılığın tarzı da değişti. Yayınevleri ve yazarlar sayıca arttığı gibi elektronik kitap gibi bir gerçek de hayatımıza dahil oldu. Sadece elektronik kitap değil, Blogger, Wordpress, hatta Twitter gibi sosyal medya ağları da bu büyük “yazın üretim” dünyasına dahil oldular. Bu yazar artışı da kitap yayınlatmayı bir ücret karşılığında profesyonel bir paket haline getirmiş yayınevlerinin kurulmasını sağladı. 1500 ile 20 bin lira arasındaki maliyetleri karşıladığınız takdirde, sürecin her aşamasında profesyonel destek sağlayan bir ekiple birlikte kitabınızı bastırabiliyorsunuz. Telif hakkı özgürlüğü ve satış sonrası gelirin büyük kısmı da 52 TRT VİZYON yazarın kendisinde kalıyor. Ödediğiniz miktara göre yayın ağının genişliğinden, reklama kadar hizmetler satın alabiliyorsunuz. Bu tabi prestij ve tanınırlık açısından sınırlı bir fayda sağladığı için yazar adayları tarafından ilk aşamada fazla rağbet görmüyor. Maddi külfetini herkesin karşılamayacağına değinmiyoruz bile. “Dosyanız” için ipuçları Kitap çıkartmak istiyorsanız ve bunu hâlâ yayınevlerine dosya göndermek üzerinden gerçekleştirmek istiyorsanız, sizler için bazı ipuçları var. Öncelikle, yayınevleri bir kitabı değil, bir dosyayı reddederler. Eğer reddedildiyseniz bu anlattıklarınızın değersiz ya da kötü olduğunu değil, onu sunma ve anlatma biçiminin yayıneviyle uyuşmadığını gösterir. Dosyanızı geliştirip, başka bir yayınevinde şansınızı deneyebilirsiniz. Dosyanızla birlikte mutlaka kendinizi ve ne yazdığınızı tanıtan kısa bir tanıtım yazısı, sizin açınızdan son derece faydalı olacaktır. Ayrıca kitabın özetinin de eklenmesi tavsiye ediliyor. Bazı yayınevlerinin ayda 100-150 dosya aldığını düşünürseniz, dosyanız için ortalama 5-6 ay beklemeniz normal. Dosyanızı göndermeden önce yayınevi için kitabınızın tarzına göre bir seçim yapmak, belki de bu işin en büyük önceliği. Kitabınızın bir yayınevi için uygun olmaması, başka birisi tarafından yayınlanmayacağı anlamına gelmiyor. Dünyanın en çok okunan yazarlarından Stephen King’in sözlerinde olduğu gibi “Yazmak, para kazanma, ünlenme, sevgili bulma ya da arkadaş edinme meselesi değildir. Sonunda kitabınızı okuyan insanların hayatlarını ve kendi hayatınızı zenginleştirmekle ilgili bir şeydir o. Söz konusu olan ayağa kalkma, iyileşme ve üstesinden gelme halidir. Mutlu olmaktır, anladınız mı?” Kitap çıkartmanın, günümüz yayıncılığındaki yerine dair Matbuat Yayın Grubu Genel Yayın Yönetmeni Deniz Şimşek’ten kısa bir görüş aldık. İnsanlar artık kolay okunan kitapları tercih ediyorlar deniyor sizce bu doğru mu? Klasikler öldü, artık sabun köpüğü edebiyat var tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz? Kolay okunan kitapların tercih edildiği çok satan listelerinden görülebiliyor. Ancak kolay okunan kitapların belirgin bir hâkimiyeti olması ve ticari başarısı, klasiklerin veya daha nitelikli edebiyat ve edebiyat dışı kitapların üretimini gereksiz kılacak bir ilgi düzeyine işaret etmiyor. Popüler olanla, longseller olan ayrımı geçmişten bu yana geçerlidir. Dijital yayıncılıkla ilgili düşünceleriniz nedir? İnternet, sektörü nasıl etkiledi sizce? Dijital kültürün yayıncılık ve okuma alışkanlıkları üzerindeki etkisi tartışmaya açık olmamakla birlikte, bu etkinin henüz dönüştürücü bir nitelikte olduğunu söylemek için erken. Kitap üretimi, kağıt kokusu seven okurun tüketim tercihindeki istikrarına dayanmaya devam ediyor şimdilik. Şöyle bir şehir efsanesi var: Yayınevlerine gönderilen dosyalara editör 2-3 sayfa göz atıyor, beğenmezse çöpe atıyor. Bu şehir efsanesinde doğruluk payı var mı? Dosya inceleme süreciniz nasıl gerçekleşiyor? Editöryal incelememiz aday kitabın Kitap çıkartmanın “yazar” kısmına ise ilk kitabı Komik Günler’i kısa zaman önce yayınlanmış Özer Uzun ile konuştuk. Önce yazım süreciyle başlamak istiyoruz. İlk kez uzun soluklu bir kitap yazarken sizi teknik ve manevi açıdan neler zorladı? “Düşündüğümden zormuş” dediğiniz durumlar nelerdi? Öncelikli olarak beni en zorlayan konu kendimin yeni yazarlara olan bakışıydı. Kitap seçimlerimde her zaman yeni yazarlara önyargılı davranmış ve ismini pek duymadığım insanların kitaplarına burun kıvırdığım için kendi kitabımı yazarken de “E şimdi bunu kim okuyacak ki?” fikri hep karşıma çıkıyordu. Yazım aşamasında bunun dışında pek bir zorluk yaşamadım çünkü zaten profesyonel olarak metin yazarlığı yaptığımdan dolayı her zaman nasıl çalışıyorsam o disiplinle bilgisayar başına geçerek kitabımı tamamladım. Elinizdeki dosyanın kitaba dönüşme süreci nasıl gerçekleşti? Ne gibi endişeleriniz vardı, nelerle karşılaştınız? Kitap yazmayı her zaman istiyordum ancak henüz bunun için gerekli vakti ayırabilecek bir çalışma düzenim yoktu. Fakat kitap yazmamı bir yayınevi isteyince ben de o çalışma düzenini zorlayarak oluşturmak durumunda kaldım. Yaklaşık bir buçuk sene içerisinde, bazı dönemler hiç yazmayarak bazı dönemler çok yazarak kitabımı tamamladım. Teklif yayınevinden geldiği için basılma konusunda hiçbir endişem olmadı ancak daha sonra bu yayınevinin yaşadığı bazı sorunlar nedeniyle bir anda elimde dosyamla yeni bir yer arayışında buldum kendimi. Yani bir nevi başta yaşamam gereken endişeyi hiç beklemediğim bir anda yaşadım ve dosyamı çeşitli yayınevlerine yollayıp tamamının incelenmesiyle tamamlanır ve genellikle birkaç aydan önce bitmez, elbette bu kadarını hak etmeyen başvurular da oldu. İlk kitabını yayınlatmak isteyen yeni yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir? Olgunlaşmış, demini almış bir metinle piyasaya çıkmaları. Tanıtım mektuplarında abartıya kaçmamaları. Olumsuz cevap almaktan ötürü vazgeçmeyip, başka bir yayınevine daha göndererek şanslarını denemeye devam etmeleri. cevap gelmesi için beklemeye koyuldum. Karşılaştığım en rahatsız edici konu yayınevlerinin gönderilen dosyalar hakkında hiçbir bilgilendirme yapma gereği duymaması. Sadece dosyayı aldıklarını haber verebilecek basit bir bilgilendirme mail’i atmaya dahi tenezzül etmiyorlar. Yayınevleri ile bire bir bağlantısı olmayan insanların gönderdiği dosyalar böyle bir belirsizlikte adeta zaman içerisinde asılı duruyor. Editörün ve yayınevinin kitaba çok fazla etkisi, değişim talebi oluyor mu? Bunlar sizi nasıl etkiliyor? Benim kitabım özelinde editörün kitaba katkısı oldu. Çok fazla değilse de değişim talepleri geldi ancak bunlar benim de kabul ettiğim ve kitap için olumlu tavsiyeler niteliğindeydi. Sosyal Medya Fenomeni olarak bilinen kişilerin yazdığı kitaplar hakkındaki fikirleriniz nedir? En başta söylediğim gibi ben fenomen olsun, olmasın her yeni yazara karşı önyargılıyım. Ankara’da bir sahafın kapısında şöyle bir not yazıyordu: “Tüm eski kitapları okudunuz da mı yeni kitap alıyorsunuz?” Galiba benim sorunum da bu ancak bunu es geçersek, fenomenlerin yazdığı kitaplardan sadece İstiklal Akarsu’nun bir eserini okumuştum. Gayet de eğlenceli ve güzeldi. İlk kitabını çıkartmış birisi olarak, kitap çıkartmak isteyen okuyucularımıza ne gibi tavsiyeleriniz olur? Naçizane tavsiyem ne zaman basılacağını, beğenilip beğenilmeyeceğini çok fazla düşünmeden sadece içlerinden geldiği gibi yazmaları… Eğer yazmaktan keyif alıyorlarsa zaten bu çok zor olmayacaktır. Tabii ki basılı hale gelmesi ve insanların beğenisine sunulması çok güzel ancak ne yazık ki bu sadece yazarın yeteneğine bağlı bir konu değil. Çok fazla değişken var ve özellikle ticari kaygılar yüzünden yayınevlerinin tutumları farklı olabiliyor. TRT VİZYON 53 HAYAT Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr Sahibini Arayan Fotoğraflar Hani arkasına el yazısıyla notlar yazılan, kenarı tırtıklı fotoğraflar vardır ya, çoğu siyah beyaz ya da sepya basılmış… Kimi bir düğün sırasında tüm aileyi toplamış, kimi yalnız sevdiğiyle el ele… Bazen bir çocuğun masum bakışları olmuş bazen de bir genç kızın utangaç yüzü… Bizi alıp bu fotoğrafların yamacına götüren, hüzünden sevince, iç sızısından burukluğa savuran ise bir proje… B u savaş bitmez… Biz fanilerle zaman arasında amansız ve aslında galibi baştan belli bir savaş bu. Kadim zamandan ahir zamana sürer gider… Cirmine bakmadan ölümsüzlük arayışına giren insan denilen canlı, her fırsatta yaşadığını geleceğe kanıtlamak ve dahi cismini olmasa da suretini ölümsüzleştirmek için çareler arar durur. Tamam, daha sade anlatacağız… Yaşadığımız her güzel ânı, her benzersiz anıyı saklamak isteriz. Hatta bazen kendiliğindendir bu çaba. Düşünmeden, doğal bir şekilde gelişiverir. Bir kır çiçeğini 54 TRT VİZYON koparır, kitabımızın arasına koyarız o ânı belleğimize hapsetmek için. Bazen bir şarkıya kodlarız mutluluğumuzu, hüznümüzü. Kimi zaman da hızla deklanşöre gider elimiz. Fotoğraf karelerine hapsolur tam da o anda ne varsa, ne yaşanmış, ne hissedilmişse. Saniye sonrası yoktur. Zaman bir saniye önceyi almış götürmüştür. Geriye elimizde o anın fotoğrafları kalır. Şimdilerde hepimizin kaçamadığı, çok çabuk tüketilen dijital fotoğrafları bir kenara bırakalım. Çoğu daha çekildiği an unutuluyor ve çöp oluyor. Bize bu satırları yazdıran, eski, daha eski bir dönem. El yazısıyla Hani arkasına el yazısıyla notlar yazılan, kenarı tırtıklı fotoğraflar vardır ya, çoğu siyah beyaz ya da sepya basılmış… Kimi bir düğün sırasında tüm aileyi toplamış, kimi yalnız sevdiğiyle el ele… Bazen bir çocuğun masum bakışları olmuş bazen de bir genç kızın utangaç yüzü… Bizi alıp bu fotoğrafların yamacına götüren, hüzne, iç sızısına, burukluğa savuran ise bir proje… Hem de bizden birinin projesi. “Sahibini Arayan Fotoğraflar” bu çalışmanın adı. İşin arkasındaki isim de, İzmir Televizyonu Aktüel Kamera Servisi kameramanı İlhan Arga. Yaklaşık 18 yıldır TRT’de görüntü avında. Ekranlarımıza gelen programların arkasındaki isimsiz kahramanlardan biri. Arga ile Kasabada Zaman belgeselinin çekimleri sırasında Sığacık’ta karşılaştık. Ve bizi çok heyecanlandıran Sahibini Arayan Fotoğraflar ile tanıştık. Zamana karşı duruş İlhan Arga, var oldukları yaşamın içinden o ya da bu nedenle sökülmüş, atılmış, kaybolmuş anıların peşine düşüyor. Bir anlamda zamanın o yıkıcı, silici, unutturucu yanına meydan okuyor. Masum yüzlü genç kadınların, küçücük beyaz yakalı öğrencilerin, birbirine sevgiyle bakan çiftlerin ya da çocuğuna sarılmış babaların yaşadığı anları sağa sola savuran zamana, onların adına karşı koyuyor. Sahipsiz, kimsesiz kalmış anıları topluyor ve onların sahibini arıyor. On yılı aşkın bir süredir hiç tanımadığı ve belki de hiç tanıyamayacağı insanların fotoğraflarını, mektuplarını, el yazısıyla yazılmış küçük notlarını toplayan Arga, bunların o ailenin kültürü ve mirası olduğunu söylüyor. “Bir şekilde sokağa, çöpe düşmüş olabilir bunlar. Ya da ticari bir boyuta dönüştürülmüş olabilir. Ben o mirası kurtarıp bende geçici süre konaklamalarını sağladım. On yıldan beri binlerce ailenin fotoğrafını topladım. Bir ailenin on fotoğrafı varsa kiminin yüzlerce fotoğrafı var elimde.“ kullanamayacak kadar yaşlılar. “Albümlerin sokağa düşme sebepleri bizleri de sahipsizlik çemberine aldı... Ve sizlerle bu albümlerin gerçek hikâyelerini paylaşma sevincini paylaşamadık.” diyor. Ama bu da yıldırmamış Arga’yı. O zaten tüm bunları düşünmüş. Belge ve fotoğraf sahiplerinin bir ya da iki kuşak sonrasına ulaşmayı hedeflemiş. Eşinin artık evde yer kalmadığına ilişkin sitemlerini işitse de bu anıları toplamayı, arşivlemeyi, paylaşmayı sürdürüyor. Aklında çeşitli fikirler oluşuyor. Bunlardan bazılarını belki zamanla hayata geçirecek. Belki de hiç birini gerçekleştiremeyecek. O yine de şöyle düşünüyor: “Ben zaten bu fotoğrafların emanetçisiyim. Benim arşivimde sapasağlam bir şekilde saklanacaklar en azından. Tabii bu fotoğraflardan bazılarının öyküsü ayrılık üzerine kurulu. Bu yüzden şimdilik sahip çıkan olmasa da, belki ilerleyen zamanda, sonraki kuşaklar için bir değeri olur.” Bazı fotoğrafların arkasındaki yazılardan ya da çeşitli ipuçlarından yola çıkarak hikâyelerini de oluşturmuş Arga. İlerleyen zamanlarda sahiplerine ulaşabilirse, bu hikâyeleri doğrulatmayı ve yenilerine ulaşmayı da planlıyor. Böylece tüm o yaşanmışlıkları, anıları yok olmuşluktan kurtarmayı amaçlıyor. Sonrasında ise sahiplerine verip, emanetleri onların saklamasını arzuluyor. Emanetçi Uzun, zor ve meşakkatli bir yolu var Sahibini Arayan Fotoğrafların. Ama İlhan Arga yılmamış. O anıları ve sahiplerini bulmak için çeşitli yollar denemiş. Sosyal medya hesabından oluşturduğu sayfa ile dört bir yana mesaj salmış. İstemiş ki, birileri sahip çıksın geçmişte yaşanmış ne varsa. Çok geri dönüş alamamış. Öyle ya, fotoğraflar, belgeler oldukça eski. Belki sahipleri hayatta değil, belki sosyal medya TRT VİZYON 55 ki sevdiklerinin o güzel yüzünün bir kartta ya da şimdiki haliyle bir teknolojik bellekte solup yitip gitmesini… Belki artık biraz daha dikkatli saklarız çektiklerimizi, yazdıklarımızı. Biraz daha özen gösterir, bir gün zamanın acımasız ellerinden kurtarabilmek için şimdiden önlem alırız. Solup giden anılar İlhan Arga’nın çabası bir koleksiyonerinkinden çok öte. Aslında herkesin üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken hassas bir noktaya götürüyor bizi. Öyle ya, hangimizin yok ki böylesine biriktirdiği anılar. Kimimizin okula başladığı ilk gün yarı heyecan, yarı sevinçle bakan gözleri yansımış objektife, kimimizin bir piknikte ailesiyle geçirdiği o mutlu günün hatırası… Bizim ve bizden önceki kuşağın karta basılmış siyah beyaz fotoğrafları var. Hatta atmaya kıyamadığımız mektuplarımız, bir dosttan gelmiş birkaç kartpostal, kitapların arasına konulup unutulmuş minik notlar… Düşünsenize aslında ne çok izimiz var. Peki, bir gün, özenle sakladığımız bu fotoğraflar, anılarımız zamanın acımasızlığına yenilirse… Bir gün en sevinçli günümüzde çektirdiğimiz fotoğraf sahipsizce, yabancıların eline geçerse… İlhan Arga’nın sahip çıktığı gibi sahip çıkan olmazsa? Hangimiz ister ki, en kıymetli anlarının bitpazarında bilinmezliğe terkedilmesini... Hangimiz ister 56 TRT VİZYON İlhan Arga, var oldukları yaşamın içinden o ya da bu nedenle sökülmüş, atılmış, kaybolmuş anıların peşine düşüyor. Bir anlamda zamanın o yıkıcı, silici, unutturucu yanına meydan okuyor. Masum yüzlü genç kadınların, küçücük beyaz yakalı öğrencilerin, birbirine sevgiyle bakan çiftlerin ya da çocuğuna sarılmış babaların yaşadığı anları sağa sola savuran zamana, onların adına karşı koyuyor. Sahipsiz, kimsesiz kalmış anıları topluyor ve onların sahibini arıyor. Zaman kimleri hatırlar? İlhan Arga, bitpazarlarında satılamayan bu tür materyallerin, bir süre sonra oradaki satıcılarca yakılmasına o kadar üzülmüş ki, bu çabası başlamış. O gün bu gündür de artarak devam etmiş anılara sahip çıkma isteği: “Bizler yazılı ve görsel kültürden çok sözel bir kültürün kuşağıyız. Oysa gelecek kuşaklara görsel malzemeler de aktarılmalı. Bulduklarım arasında 8 mm. filmler de var. Ancak henüz onları sayısal ortama aktarmadım.” Fotoğraflar, mektuplar, filmler, belgeler derken İlhan Arga’nın arşivi o kadar büyümüş ve genişlemiş ki, eve sığmamış ve bir depo kiralamak zorunda kalmış. Her pazar sabah saat 5’te kalkıp bitpazarına gitmesi ve tüm bu materyali alabilmek için ödediği karşılık da hesaba katılırsa aranızda Arga’nın “çılgın” olduğunu düşünenler çıkabilir. Size bir şey fısıldayalım mı? Zaman herkesi unutturur ama çılgınları hep hatırlar… Yaşama ait pek çok kıymetli nüansın hızla unutulduğu, her şeyin sıradanlaştığı, kavramların içinin hızla boşaltıldığı, özel anların, güzel ilişkilerin, dostlukların çabuk tüketildiği bir çağdan geçiyor dünyamız. Zaman iştahı devamlı artan büyük bir öğütücü gibi, yerine daha silik şeyler koyup güzel olanları hızla öğütüyor. Arga, insanların bile unuttuğu anılara sahip çıkıyor. Onun bu çabası takdire ve görülmeye, örnek alınmaya değer. Siz de biraz daha fazlasına tanık olmak, hatta belki tanıdığınız birinin fotoğraflarına ulaşabileceğinizi düşünmek isterseniz, Sahibini Arayan Fotoğraflar sizi bekliyor. TRT VİZYON 57 TARİH Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr İstanbullunun denize girme ihtiyacının, Osmanlı toplum dinamikleriyle bir araya gelmesinden “deniz hamamları” doğar. Deniz hamamı, Osmanlı’nın haremlik-selamlık geleneğinin deniz eğlencesine taşınmasının bir sonucudur. Osmanlı’da bir yaz geleneği Deniz Hamamları A sya’nın çorak topraklarından kopup gelip yedi denize hâkim oldular. Yelkenleri fora edip Eski Dünya korsanlarıyla cenge tutuştular. İki kıtayı bir araya getiren iki boğaza asırlarca hükmettiler. Ne var ki atalarımız deniz üstündeki hünerlerini savaşta gösterdikleri kadar gündelik hayatta gösteremediler. Denizi 58 TRT VİZYON gündelik hayatta yalnız ulaşım ve balıkçılık kaynağı olarak kullandılar. Ülkenin öteki bölgeleri bir yana, Marmara ve Karadeniz’e, Boğaziçi’ne ve Haliç’e sahip İstanbul’da bile deniz kültürü geri planda kaldı. Deniz hamamlarından önce Osmanlı döneminde İstanbullu için deniz; boğaz manzarası, sandal sefası ve taze balık demekti. Denize girmek, uzunca bir süre “bayağılık” olarak algılandı ve aşağı statüde insanların işi olarak görüldü. Denize girme alışkanlığının yaygın olarak 19. yüzyılda başladığı ifade edilmekle beraber, daha eski tarihli belgelerde de denize girildiğinin ipuçlarına rastlanır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde kaydettiği ifadeler, 17. yüzyılda az da olsa denize girme alışkanlığının varlığına işaret eder. Azı karar bir ilaç İstanbullunun denize girme alışkanlığına sahip olmamasının sebebi ne dinîdir ne örfî... Tarihçiler, Osmanlı geleneğinde yüzme kültürünün gelişmemesini “deniz suyunun insan bedeninde olumsuz etkiler doğuracağı”na dair inanca bağlarlar. Ancak deniz suyu karşısında takınılan bu tutum, Osmanlı’nın son yüzyıllarında yumuşamaya başlar. Takvimler 19. yüzyılı gösterdiğinde deniz, “çoğu zarar” olmakla beraber kararında alındığında bazı hastalıklara çare olacak bir ilaç olarak görülmektedir. İstanbullu için deniz bir nevi kaplıca gibidir. Sadece doktor tavsiyesiyle, dakikalar sayılarak denize girilir ve çıkılır. Sultan’ın denize girişi İstanbullunun denizle olan küskünlüğünü kıran olaylardan biri de Sultan II. Abdülhamit’in denize girişidir. Sultan Hamit, şehzadelik döneminde bir kaza geçirir. İyileşmesi için İtalyan doktoru ona deniz banyosu tavsiye eder. Bunun üzerine doktoru ile beraber Beylerbeyi Sarayı’na geçerler. Dönemin padişahı babası Abdülmecit’ten gizli, Şehzade Abdülhamit’in deniz suyu tedavisi başlar. İtalyan doktor şehzadeye denize nasıl gireceğini öğretir. Osmanlı döneminde İstanbullu için deniz; boğaz manzarası, sandal sefası ve taze balık demekti. Denize girmek, uzunca bir süre “bayağılık” olarak algılandı ve aşağı statüde insanların işi olarak görüldü. Hastalığı geçtikten sonra da denize girmek, Sultan Abdülhamit için alışkanlık halini alır. “Bir itiyat haline geldi. O gün bugün susuz yaşayamaz oldum” diyen Sultan Abdülhamit, padişahlığı döneminde de bu alışkanlığını devam ettirir. Bu vesileyle Sultan Hamit, denize giren ilk padişah olarak tarihe geçer. Deniz hamamları kuruluyor İstanbullunun denize girme ihtiyacının, Osmanlı toplum dinamikleriyle bir araya gelmesinden “deniz hamamları” doğar. Deniz hamamı, Osmanlı’nın haremlikselamlık geleneğinin deniz eğlencesine taşınmasının bir sonucudur. Deniz hamamları ilkin erkekler için açılır. İstanbullu hanımların denizle buluşması ise, hanımlar için kurulan deniz hamamlarıyla mümkün olur. 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da 62 deniz hamamı olduğu, bunların büyük kısmının erkeklere mahsus olduğu kaydedilir. Kadınlara mahsus deniz hamamları, daha çok şehrin kibar semtlerinde kurulur. Su üstünde odalar Tarihçi Reşad Ekrem Koçu deniz hamamlarını “deniz üstünde süslü, zarif, ahşap odacıklar” olarak nakleder. Deniz suyuna dayanıklı keresteden yapılma kazıklar üzerine kurulu, ortası havuz şeklinde yapıların dört tarafı tahta perde ile kapalıdır. Dışarıdan içerisi görünmez, içeridekiler de dışarısını göremez. Hamam içindeki havuzun belli bir derinliğe ulaşabilmesi amacıyla bina, kıyıdan 10-20 metre uzağa inşa edilir, deniz hamamı karaya bağlayan köprülerle bağlanır. Ayrıca havuzun derinliği insan boyunu aşmayacak şekilde ayarlanır. Hamamın iç kısmı duvardan duvara soyunma kabinleriyle çevrilidir. Ortasında ise ziyaretçilerin deniz suyu ile buluştuğu bir havuzdur. Erkeklere mahsus deniz hamamlarında fazladan olarak, hamamın dış kısmında güneşlenmek için balkon bulunur. TRT VİZYON 59 Osmanlı İstanbul’unda deniz hamamına gidiş, tıpkı çarşı hamamına gidiş gibiydi: adeta bir cümbüş... Hamam günleri İstanbullu hanımlar tramvaylar, atlı arabalarla yanlarında çocuklar, ellerinde bohçalar bir curcuna halinde hamamlara taşınırlar. Bohçalarda peştamallar, çocuklar için uçkurlu donlar, tıpkı çarşı hamamına gider gibi özenle hazırlanmış yiyecekler... Her hamamda cankurtaran ve yüzme eğitmeni bulunması zorunludur. Hamamlarda ayrıca kahve, çay, meşrubat satılan ocaklar kuruludur. Deniz hamamları, deniz mevsiminin sona ermesiyle, çürümeye karşı tedbir olarak sökülüp kaldırılır, havaların ısınmasıyla her yıl yeniden kurulur. Hamamın boğazda çakılı olan direkleri ise kış boyu deniz mevsiminin gelişini bekler. Hatta deniz hamamlarının tarihe karıştığı yıllardan 60 TRT VİZYON sonra da bu direklerin boğazda beklediği ve deniz hamamı görmemiş nesillerin bu direklerin sebebini anlamlandırmaya çalıştıkları anlatılır. Halka açık deniz hamamlarının yanı sıra yalı sahiplerinin, varlıklı kimselerin yaptırdığı “hususi deniz hamamları” da vardı. Hususi deniz hamamları, sahibinin zenginliğini ve zevkini yansıtacak biçimde daha süslü ve daha konforludur. Adeta bir cümbüş Osmanlı İstanbul’unda deniz hamamına gidiş, tıpkı çarşı hamamına gidiş gibiydi: adeta bir cümbüş... Hamam günleri İstanbullu hanımlar tramvaylar, atlı arabalarla yanlarında çocuklar, ellerinde bohçalar bir curcuna halinde hamamlara taşınırlar. Bohçalarda peştamallar, çocuklar için uçkurlu donlar, tıpkı çarşı hamamına gider gibi özenle hazırlanmış yiyecekler... İstanbul için deniz hamamı günleri, çarşı hamamı günleri gibi renklidir. Şehre kattığı renge rağmen yine de deniz hamamına girmek bayağılık göstergesi olarak algılanır. Deniz hamamının en gözde olduğu yıllarda dahi kibar hanımlar denize girmez, havuz kenarında şemsiyelerinin altında otururlar. Hamama girmenin kaideleri Deniz hamamı, İstanbullunun denize girme ihtiyacı karşısında geleneğe ters düşmeden üretilmiş bir çözümdür. Ancak kullanımı katı kurallara tabidir. Hamamların dışında, girişinde ve içinde bulunan çavuşlar, kurallara uyulmasını sağlarlar. Kadın ve erkek hamamlarının olduğu yerlerde hamamlar arasında, seslerin duyulmayacağı kadar mesafe bulundurulmasına gayret edilir. Sarhoş gelenler ya da uygunsuz davranışlarda bulunanlar hamama kabul edilmez. Hamamdan, tahta perdenin altından denize dalıp dışarı çıkmak yasaktır ve hamamların etrafında devriye gezen çavuşun yakalaması halinde cezaya tabidir. Bu yasağa rağmen, nüfuz ve hatır sahibi bazı beylerin hamamdan dışarı çıktığı vakidir. Kadınların hamamdan dışarı çıkması ise çok katı biçimde yasaktır. Zaten -tarihçilerin ifadesiyle- o dönemde yüzme bilen kadın yok gibi bir şeydir. İstanbul sahillerinde bir Beyaz Rus ailesi Ruslar sıcak denizlere indi “Plaj” kavramının İstanbul’a girmesi ise İstanbul’a gelen yabancılarla olur. Bu yabancı gruplardan biri, Bolşevik Devrimi’nden sonra ülkelerinden kaçıp İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar’dır, diğeri mütarekenin ardından kente akın eden işgal kuvvetleri askerleri... İstanbul‘un ilk plajları olan Florya, Yeşilköy, Bakırköy sahilleri; deniz hamamlı yıllarda kumla kaplı, uçsuz bucaksız, korkunç ve yasak bölgelerdir. Ancak ne olursa, Beyaz Ruslar’ın gelişiyle olur... Rus Devrimi’nin ardından İstanbul’a iltica eden Beyaz Ruslar, Florya kıyılarında kadınlı erkekli, üstlerinde “mayo” adını verdikleri deniz giysileriyle denize girmeye başlarlar. Rusların sıkça denize girişi yalnız serinleme amaçlı değildir. 1920’de Florya sahiline çadır kuran 250 hanelik Rus mülteci kaydedilir. Bu mülteciler Florya sahiline kabul edilmekle beraber, olası bir salgın hastalık durumuna karşı bölgeden ayrılmalarına izin verilmez. O dönemin yazarları, Rusların yalnız serinlemek için değil, ülkelerinden ayrılmalarından itibaren bedenlerine yerleşen bitlerden arınmak ve salgın hastalıklardan korunmak için de sık sık deniz banyosu yaptıklarını ifade eder. Sebebi ister serinlemek olsun, ister temizlenmek, İstanbullu bu durumu “dünyanın sonu” olarak niteleyecektir. Dünyanın sonunun gelmediğinin anlaşılmasından bir zaman sonra da plajlar meraklı kitlelerin akınına uğrar. Mütarekenin ardından İstanbul’a gelen işgal kuvvetleri askerleri de sahillerin bir başka grup müdavimleridir. Savaşın ardından yabancısı oldukları bu şehirde kendilerini tatilde gibi hisseden itilaf devletleri askerlerinin, ülkelerinden alışkın oldukları plaj kültürünü devam ettirmesi de, sahilleri dolduran bir başka etmen olur. Deniz bize küskün İşgal kuvvetlerinin “tatilleri” bitip de geldikleri gibi gitmelerinin ardından İstanbul’un her yeri olduğu gibi plajları da yabancı unsurlardan arınır. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’un plajlarında serinleyen yabancılardan geriye, Osmanlı’nın deniz hamamı kültürünü sona erdiren plaj kültürü kalır. İstanbul’u ikinci kez fetheden şehrin asıl sahiplerinin plajla buluşması ise 30’lu yıllarda mümkün olur. 1935 yılı Haziran’ında Atatürk otomobil gezisindedir. Florya sırtlarından geçerken arabasını durdurur ve beraberindekilere, bakımsız patikanın ardından görünen denizi gösterir: “Bütün güzelliğine ve yakınlığına rağmen deniz bize küskün görünmüyor mu?” Beraberindekiler, yanı başlarında duran, ancak kimsenin uğramadığı bu tabiat güzelliği karşısında sessiz kalır. Atatürk: “İstanbul’u fethetmişiz ama burasını henüz elde edememişiz.” Bu sözler üzerine vakit kaybetmeden Florya’da bir imar hamlesi başlar. Atatürk, Florya’da bir deniz köşkü yaptırmaya karar verir. Ancak Atatürk’ün köşkten ziyade önem verdiği, köşkün yanı başında kurulacak olan halk plajıdır. Amacı İstanbulluyu denizle barıştırmak, sahip olunan doğa zenginliğini milletle buluşturmaktır. Deniz köşkü, kısa sürede tamamlanır. Florya sahilinin hizmete girmesiyle, İstanbullunun deniz kültüründe yeni bir dönem başlar. Deniz Hamamları öncesi İstanbul’da denize girenler TRT VİZYON 61 TEKNOLOJİ Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr Donald Trump’ın “eski” danışmanı: Elon Musk Bir dahi mi bir çılgın mı? T arih 10 Nisan 2017’yi gösterdiğinde haber kanallarının ekonomi editörlerine şöyle bir haber düştü: “Tesla Motors’un hisse başına değeri 313,73 dolara yükseldi.” Bu hisse değeri, sadece elektrikli otomobil üreten, 2003’te kurulan ve ilk aracını piyasaya 2009’da sürebilmiş yeni teknoloji bir otomobil şirketine aitti. Üstelik bu değerle Tesla Motors, dünyanın en büyük otomobil devlerinden Ford ve General Motors’u geride bırakıyordu. Tesla Motors, Elon Musk’un 15 milyar dolarlık servetinin bir kısmı. Bunun yanında çıtayı Mars’a koloni kurmaya kadar götürdüğü uzay taşımacılığı şirketi SpaceX var. Güneş Enerjisi panelleri ve türevleriyle bedava elektriği kafaya taktığı SolarCity büyümeye devam ediyor. Eski kurucu ortağı olduğu internet ödeme sistemi Paypal, alanında dünya lideri. Bunlar gerçekleşmiş ve ilerleyen projeleri. Bir de geleceğe yaptığı yatırımlara 62 TRT VİZYON bakalım. Eğer arzu ettiği gibi gerçekleşirse Ankara-İstanbul arasını 30 dakikaya indirecek HyperLoop treni, dünyada ilk kez beyin sinyallerini görüntülediği NeuroVirgil gibi milyonlarca dolar yatırdığı yapay zeka projeleri mevcut. Elon Musk, diğer arkadaşlarının aksine politikanın da içinde hep aktif oldu. Donald Trump’ın danışmanları arasında yer aldı ama bu “ortaklık”, Paris İklim Konferansı’nda çekilen bir imza sonrası çabuk bitti. Peki, Elon Musk, bir anda mı ortaya çıktı ve 21.yüzyılın yeni “ilham veren” insanı haline geldi? Kendisi sahiden övgüleri hak ediyor mu yoksa Amerikan menşeli bir PR çalışmasının başarılı bir ürünü mü? Buna objektif bir şekilde bakabilmek için Elon Musk’ın hayatına göz atmaya karar verdik. Mor ağaçların gölgesinde Elon Reeve Musk, tıpkı Amerika’nın kurucuları gibi bir göçmen. Amerika sınırları içinde değil, çok daha uzaklarda Güney Afrika’nın mor yapraklı ağaçlarıyla ünlü Pretoria kentinde doğdu. Çocukluğunda başarılı bir öğrenci ama anti sosyal bir çocuk olan Musk, bilgisayarla ilk kez tanıştığında 10 yaşındaydı. Liseye “Dünyada sürdürülebilir enerji meselesini halledebilirsek ve bununla beraber gezegenler arası bir tür haline dönüşebilirsek, yani başka bir gezegende de kendi kaynaklarımızla yaşayabilecek hale gelebilirsek harika olur. Böylece insanlık yok olmaktan kurtulmuş olur.” geldiğinde ise ilk bilgisayar oyunu olan Blaster’ı programlamıştı bile. tarih verenler bile çıkmıştı. SpaceX’in roketi, 2008’de yörüngeye ulaşıp bunu başarabilen ilk özel şirket olduğunda ve NASA’dan sağlam bir kontrat kaptığında tartışmalar tekrar açılmamak üzere kapandı. Üstelik SpaceX daha sonra uzaya kullanılmış bir roketi de göndererek, uzay taşımacılığında masrafları düşüren önemli bir gelişmeye imza atmayı da başardı. Bugün uzaya gönderilecek bir kargonuz varsa bunu 60 milyon dolar maliyetle uzaya taşıyabiliyorsunuz. Güney Afrika’daki etkisi henüz geçmemiş ırk tartışmalarının içinde kalmak istemeyen Musk, Kanada’daki kuzeninin yanına taşındı. Burada üniversiteye yazılan genç programcı, “okul parasını” çıkartabilmek için odunculuk, temizlik işçiliği ve çiftçilikle uğraşarak bugün hala uyguladığı çalışma düsturunu kendi cümleleriyle ortaya koydu: “Haftada en az 6 gün, günde en az 12 saat.” Kabiliyeti Amerika’da keşfedilen Musk’a Donald Trump, Warren Buffet, Sundar Pichai (Google CEO’su) gibi mezunları olan Wharton’dan tam burslu transfer teklifi geldi. Ekonomi ve fizik eğitimini aynı anda alan Elon Musk, geleceğe dair felsefesinin temellerini atmaya başlamıştı bile: Hayalleri kâr ile birleştirmek. Nikola Tesla’ya bir selam Hayalleri kâr ile birleştirmek “Roket Takımı” 90’lı yılların henüz başlarıydı. İnternet, altın çağına girmek üzereydi ve üniversiteden yeni mezun Elon Musk’ın önünde yapabilecekleriyle ilgili sonsuz seçenekler vardı. Önce çok sevdiği oyunlara yönelmek istedi, sonra ise bugüne daha uygun; “kârlı” bir seçeneğe yöneldi: Zip2. Bugünkü Google Haritaların ilk versiyonu olan Zip2, dükkânların harita üzerinde nerede olduklarını gösterebilecekleri bir yazılımdı. Bu yazılımını Compaq’a satan Musk, 307 milyon dolarlık satıştan 20 milyon, kardeşi ve ortağı Kimbal Musk ise 15 milyon dolar kazandı. Silikon Vadisi’nin tozunu almış, hatta orada fakirlik çekmiş her “geek” gibi Elon Musk da bankacılık sisteminin azılı düşmanlarındandı. Bankacılar ona göre aptaldı. Bu yüzden aklında 24 saat çalışan, 24 saat aktif, sadece bir elektronik posta adresiyle para gönderip alabileceği bir bankacılık sistemi kurmak vardı. Bugün internet bankacılığı herkesle tanışmış olsa da 90’ların sonunda büyük bir devrimdi. Fikir teatisinin sonunda X.Com’u kurdu. X.Com kısa zamanda 200 bin üyeye ulaştı. X.Com’un başka bir rakibi de Paypal adındaki yeni ve taze bir siteydi. Bu iki şirket, uzun süre rekabet ettikten sonra birleştiler ve Elon Musk’ın CEO’luğunda bugün hala dünyanın en büyük online ödeme sistemini ortaya çıkarttılar. Ebay’i karlı bir anlaşmayla sattıktan sonra Musk, kariyerinde yeni bir sayfa daha açmaya karar verdi. İnternetle başladığı iş hayatında gözlerini “yükseklere” çevirmişti. Hedefi uzaya roket fırlatmak, hatta gerçekleştirebilirse roketini Mars’a ulaştırmak, onu da yapabilirse Kızıl Gezegen’de ilk yaşam formunu oluşturabilmekti. Ancak bu göründüğü kadar kolay gerçekleşmeyecek, Musk’ı iki kere iflasın kapısından döndürecekti. Roketini yaptırmak için neredeyse ülke ülke gezdi. Ne Çin, ne ABD ne de Ruslar onu ciddiye aldılar. O da “iş başa düştü” düsturunca bu işi arkadaşlarıyla kendi başına yapmaya karar verdi. Roket sanayisi, tüm dünyada çok az şirket ve ülkenin elindeydi ve neredeyse tekelleşmişti. Bugün sayesinde iletişim kurabildiğimiz her şeyin bağlı olduğu uydular uzaya yerleştirilmek için bu roketlere muhtaçtı. Musk’ın kafasındaki plan roket taşımacılığını “ucuzlaştırmaktı.” Kendi motorlarını üretecekler ve daha agresif mühendislikle bu işi piyasanın altına mal etmeye çalışacaklardı. Musk iyi bir programcıydı ancak roket ve uzay ilişkisi, zaman içinde ortaya çıkmıştı ki beklediğinden çok daha karmaşık bir süreçti. Kurduğu SpaceX, ilk fırlatış tarihi olarak 2004’ü vermesine rağmen sürekli gecikiyordu. Piyasada artık Elon Musk’ın becerisi tartışılmaya başlanmış, iflası için Elektrikle çalışan araçlar; bugün teknolojinin kalbi Silikon Vadisi’nde, Kaliforniya’daki teknoloji şirketlerinde, Çin’deki otomobil fabrikalarında herkesin aklındaki rüya… Bu artık hayal değil, bunu yapabilen şirketler var. Ama Elon Musk’ın yatırımcısı olduğu Tesla hariç hiç kimse elektrikli araçlardan bir otomobil devi yaratmayı ve sektörü değiştirmeyi başaramamıştı. Martin Eberhard ve Marc Tarpenning’in kurduğu Tesla Otomotiv’in önce hissedarı, ardından sahibi olan Elon Musk’la birlikte ilk prototip Roadstar ortaya çıktı. 2006’da piyasaya sürülen Roadstar, 100 kilometreye 4 saniyede çıkıyor ve tam dolu batarya ile 400 km yol alabiliyordu. Sonraki modeli Tesla Model S ile uygun fiyatı ve neredeyse bedava olan yakıt masrafıyla elektrikli otomobillerin geleceğine büyük bir katma değer kattı. 85 KW’lık tam şarjla 500 kilometre giden Tesla Model S, yavaş yavaş ülkemizde de görünmeye başladı. Yeni Başkan’ın eski danışmanı Dünyanın en büyük üçüncü ihracatçısı ve en büyük ithalatçısı olan ABD’nin dışarıdan getirdiği en büyük kaynaklarından bir tanesi beyin gücü... Dünyanın her tarafından Kuzey Amerika’ya akan potansiyel zekâlar, ABD sistemi içinde teknoloji üretimine katkıda bulunuyorlar. Elon Musk da bunlardan bir tanesi. Daha doğrusu bir tanesiydi. Donald Trump, yakın zamanda Amerika’daki kömür ve maden sanayisini baltalayacağı düşüncesiyle 195 ülkenin imzaladığı Paris İklim Anlaşması’ndan imzasını geri çekince, Elon Musk da buna tepkisiz kalamadı. Elon Musk, Twitter’dan yaptığı TRT VİZYON 63 Musk’ın son projesi sonsuz enerji sağlayan güneş kiremidi... Tanesi 42 dolardan satılan kiremitlerle bu sistemi kuruyorsunuz ve güneş evrenden yok olana kadar bedava enerjiniz oluyor. açıklamada, “İklim değişikliği gerçektir. Paris’ten ayrılmak ne dünya, ne de Amerika’nın yararınadır.” ifadelerini kullanarak ABD Başkanı Donald Trump’ın danışmanlar kurulundan, Disney’in Yönetim Kurulu Başkanı Bob İger’le birlikte istifa etti. Sıkıcı gelecek 45 yaşındaki Elon Musk’ın ölmeden önce tek bir hayali var. Mars’ta 1 milyon kişinin yaşayabileceği yeni bir şehir inşa etmek. Bunu komik bulanlara; fikrinin hayalden öte olamayacağını iddia edenlere de şöyle bir cevap veriyor: “Sabah kalktığınızda, yaşamak istemek için nedenleriniz olması gerektiğini düşünüyorum. Amacınız ne? Size ne ilham verir? Gelecek hakkında ne hayaller kuruyorsunuz? Gelecek de böyle inşa edilir: Omuz omuza, birlikte güçlü durarak. Gelecekte yıldızlar arasında yolculuk etmekten ve gezegenleri ziyaret etmekten uzak durmayı tercih edersek, son derece sıkıcı olur.” Paris İklim Konferansı Bilim insanları, küresel ısınma, deniz suyu seviyesinin yükselmesi, kuraklıklar ve sert fırtınalardan karbon dioksit oranlarını sorumlu tutuyor. Üstelik 2030 yılına kadar bu küresel gaz salınımının 55 gigatona yükseleceği tahmin ediliyor. Hedef, küresel ölçekte sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutabilmek ve bu salınımı 40 gigatona indirebilmek. Bu yapılabildiği müddetçe, dünyanın geleceği için önünde bir şansı daha olacak. Bu şansı dünyaya verebilmek için Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi uyarınca 195 ülke tarafından imzalanan Paris İklim Konferansı’na ABD ile birlikte imza atmamış iki ülke daha var: Suriye ve Nikaragua. Türkiye, geçen yıl nisan ayında Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşmanın Meclis’te onay sürecinin tamamlanması bekleniyor. ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin sıkıntısı Yeşil İklim Fonu denilen bu meselenin çözümündeki ana yolu da etkileyecek. Sera gazlarının salınımı için önlem alması amacıyla özellikle gelişmekte olan dünya ülkelerine yardım amacıyla 100 milyar dolarlık bir fon oluşturulması planlanmıştı. Bu fona da en büyük katkıyı ABD yapacaktı. Şimdi ise durum karışık… Başkan Trump’ın ABD adına imzasını geri çekmesi Çin ve Hindistan gibi sera gazı salınımında lider ülkelerden bile tepki çekti. Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel başta olmak üzere pek çok Avrupalı lider, ABD’nin Paris Anlaşması’nda kalması için Trump’ı ikna etmeye çalıştılar. Sonuç ne olacak, bunu zaman ve Amerika’daki enerjimaden tröstlerinin kendi aralarındaki çatışması çözecek. 64 TRT VİZYON TRT VİZYON 65 TRT’DEN Meral ÜNSAL / meral.bakici@trt.net.tr Sığabildik mi zamana? Gerçek Sığacıklılar, özellikle de yaşlılar ömrün geri kalanının getirdiği sakinliği, şehrin sakinliğiyle birleştirerek yaşıyorlar burada. Kasabada zamanın nasıl geçtiğinin en önemli tanığı onlar. Nelerin yeniye kurban verildiğinin, nelerin hiç eskimeden zamana meydan okuduğunun çetelesini onlar tutuyor, onlar biliyor en çok. Egenin mis havasında, çaylarını yudumluyorlar, zamanı yudumladıkları gibi ağır ağır. Yavaşça ve sessizce tanık olduklarından damıttıkları ne varsa, yine sessizce fısıldıyorlar Egenin rüzgârına. Öyle bağırıp çağırmak bilgelere göre değil, o cahillerin yaygarası her daim. B ir kavram düşünün ki, fizikten sinemaya, şiirden fotoğrafa her alanda varlığına bir karşılık buluyor. Filozoflar, bilim insanları üzerine kafa yoruyor, yarattığı paradokslarla boğuşuyor. Şairler dizelerine hapsetmeye çalışıyor, yönetmenler filmlerinde onu yeniden kurguluyor. Oysa zaman, her şeyden ve herkesten bağımsız, ele avuca sığmadan, kendi istediğince akıp geçiyor. Öyle ki, bizim kurduğumuz şu cümlelerin üzerinden bile tam bir yıl geçmiş: “İşin içinden çıkamadığımızda suçladığımız, en büyük acılarımızı unutturması için emanet ettiğimiz, 66 TRT VİZYON kimimize göre su gibi akan, kimimize göre bir türlü geçmeyen… Bazen durdurmak, bazen geriye sarmak istediğimiz ama bir türlü ele avuca sığmayan… Öyle ya da böyle, hayatımızın her anına damga vuran, bol sorulu, bol sorunlu bir kavram: Zaman.” Anımsadınız mı? Sizlerle “Kasabada Zaman” belgeselini paylaşmak için yazdığımız yazının ilk cümleleri. Birgi, Kula, Taraklı, Amasra, Ortahisar, Bozcaada, Gölyazı ve Trilye’nin zamanın çerçevesinden kendini anlattığı bölümler, TRT ekranlarından izleyicisiyle buluşmuştu. Ancak kasabaların konuşmaya, yaşadıklarını dillendirmeye, anılarını aktarmaya o kadar ihtiyacı varmış ki… Kasabalar susmak istemedi. Bu yüzden şimdilerde, yeni kasabalar aynı usta ekibin şahitliğinde, dört mevsiminin hikâyelerini fısıldıyor. Bu kez, Sığacık, Mustafapaşa, Foça, Cunda ve Cumalıkızık ekibin titiz çalışmasıyla zamana not düşüyor. Diğer dört kasabada neler olmuş, hangi görüntüler kameralara takılmış, kasabalılar ne anlatmış, ekip akıp giden zamanın neresinden yakalamaya çalışmış… Bunları belgeselin bölümleri tamamlanıp yayına girdiğinde göreceğiz. Ancak biz, size şahidi olduğumuz Sığacık çekimlerini ve bu güzel kasabayı kendi penceremizden anlatmak istiyoruz. Sabahın ilk saatleriyle daracık sokaklarında kurulmaya başlayan tezgâhlarıyla karşıladı bizi Sığacık. Saatler öğlene yaklaştığındaysa o dar sokaklara, bu kadar insan, bu kadar börek, reçel, ot, çiçek, elişi satılan tezgâh, bu kadar salyangoz sembolü, bizim ekip… Hepimiz nasıl sığdık bilemedik. Adı üstünde ya Sığacık işte, sığdık bir şekilde. Ama Sığacık bizi öyle etkiledi ki, o gün bugündür içimize sığmadı bir tek. Meğer ne özel bir yermiş burası… İşte bu özel yerin asıl sahiplerine, Sığacıklılara uzattı mikrofonu Sibel Değer bu yüzden. Onlar kendileri anlatsın istedi. Nitekim de öyle oldu. Eskiden buranın sadece kale surlarının içine “sığmış” küçük bir belde olduğunu da, çeşit çeşit balıkların yaşadığı denizinin ne kadar bereketli olduğunu da onlardan dinledik. Üstelik daha fazlasını… Ancak elbette burada hepsini aktarmayacağız sizlere, belgeselden rol çalmak olur mu? Tam da o sıralarda, yani Sibel Değer röportajları yaparken, Fatih Aksop sesleri, Mevlüt Döner de görüntüleri kaydederken, Yıldırım Eskici ile birlikte, İlhan Arga ve Murat Balcı, sonrasında da Selçuk Karaçam drone kamera ile kuşbakışı görüntü avındaydı. İlhan Arga, bir kuş olsaydık şayet Sığacık’ı nasıl göreceğimize dair birkaç kare gönderdi ki, kuş olasımız geldi. Bu şirin yere bir kez daha âşık olduk. Zaman bilir Kale surlarının içindeki iki katlı şirin mi şirin evlerin çoğu pansiyona dönüşmüş bile. Dönüşmemiş olanlar da büyük şehir kaçkınlarına huzurlu bir yuva sunmuş sessizce. Ancak Sığacık da, sakin şehir olduğu duyulur duyulmaz sakinlik bırakmayan bir kalabalığın koşarak kavuştuğu bir yer olmuş ya… İşte buradaki yaşamı da etkilemiş bu. İstanbul’dan gelip, buraya yerleşmiş bir yeni Sığacıklı’nın anlattıklarından da bu sonuca varıyoruz. Artık saksıdaki çiçeklere bile pek rahat yok buralarda. Ah o iştahı bitip tükenmeyen, “tüketici”ler… Şimdilerde buraları keşfetmişler anlaşılan. Bir kasabada kendine özgü ne varsa silip süpürmek, yerine daha sığ, daha sıradan olanı koymak için bir koşturmaca. Sahi “Sığacık”ın isim anlamı da buna dönüşür mü ki… Küçücük bir yere sığan, kocaman yürekli insanların ve onların yaşamının yerini, kendileri sığ, kocaman, abartılı hayatları olan insanlar alır mı ki… Zaman bilir! Sabahın ilk saatleriyle daracık sokaklarında kurulmaya başlayan tezgâhlarıyla karşıladı bizi Sığacık. Saatler öğlene yaklaştığındaysa o dar sokaklara, bu kadar insan, bu kadar börek, reçel, ot, çiçek, elişi satılan tezgâh, bu kadar salyangoz sembolü, bizim ekip… Hepimiz nasıl sığdık bilemedik. Adı üstünde ya Sığacık işte, sığdık bir şekilde. Ama Sığacık bizi öyle etkiledi ki, o gün bugündür içimize sığmadı bir tek. Meğer ne özel bir yermiş burası… Fotoğraflar: Meral ÜNSAL Bir çekimin anatomisi… anlatıyor. Düşmüş, otlardan kararmış elleri paramparça. Diğeri doğanın bize sunduğu çiçekleri de koymuş tezgâhına, o çiçekleri bir bir dolaşıp bal eyleyen arıların emeği enfes balları da. Kimi enginarını toplayıp gelmiş, kimi insanın aklını başından alan böreklerini, ev yapımı reçellerini… Çeşit çeşit lezzetleri mi, Ege’nin başka hiçbir denize benzemeyen rengi mi, yoksa rüzgârında dolanıp baş döndüren kokusu mu? Hangisi? Kavafis’i anlamak buralarda bu yüzden daha kolay… Ne de olsa, kendisi de bir Egeli. “Bu şehir arkandan gelecektir” derken, onun Sığacık’ı neresiydi kim bilir? Dizelerin aklımıza gelip duruşu sadece Ege’den kaynaklı değil. Belgeseli izleyince göreceksiniz, bir şiiri okuduğunuzda kalan lezzeti bırakıyor Kasabada Zaman’ın tüm bölümleri damakta. Dönüp durup, bir daha düşündürtüyor büyük şehirlerin keşmekeşinde yitirdiklerimizi. Bir umut var mı ki? Keşke öyle demeyeydi Kavafis: “Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda / Başka bir şey umma” Ah Kavafis! Aralarda ekibi rahat bırakalım dedik… Öyle ya, sanatçılar özgür olmalı. İşte öyle aralarda pazara tezgâh açmış, şifalı ege otlarını satan teyzelerle sohbet ettik. Biri otları toplarken yılandan nasıl korktuğunu TRT VİZYON 67 Bilgelerin fısıltıları Pazar bitip, tezgâhlar toplanıp da herkes evine dağıldığında, bir sakinlik sarıyor sokakları. Öyle ki en şenlikli yer, ortasında bir şadırvanı bulunan, asma yapraklarının gölgelediği kahve. Gerçek Sığacıklılar, özellikle de yaşlılar ömrün geri kalanının getirdiği sakinliği, şehrin sakinliğiyle birleştirerek yaşıyorlar burada. Kasabada zamanın nasıl geçtiğinin en önemli tanığı onlar. Nelerin yeniye kurban verildiğinin, nelerin hiç eskimeden zamana meydan okuduğunun çetelesini onlar tutuyor, onlar biliyor en çok. Egenin mis havasında, çaylarını yudumluyorlar, zamanı yudumladıkları gibi ağır ağır. Yavaşça ve sessizce tanık olduklarından damıttıkları ne varsa, yine sessizce fısıldıyorlar Egenin rüzgârına. Öyle bağırıp çağırmak bilgelere göre değil, o cahillerin yaygarası her daim. Hani “zaman” olsa da karınca kararınca bilgelerin hepsiyle sohbet edebilsek, notlar tutabilsek… Olsun, “Kasabada Zaman” ekibi bizim yerimize de yapıyor ya bunu. Yine o eşsiz şiirsellikte izleyeceğiz hem Sığacık’ta, hem de diğer kasabalarda zamanın değiştirdiği, dönüştürdüğü ya da dokunmaya kıyamadığı ne varsa. Zamanın dört mevsime bürünüp bir kasabayı nasıl süslediğine tanık olacağız. Ege çağırıyor Sahi, zaman buralarda yavaş mı akıyor ne? Söylendiği gibi… İki güne ne çok şey 68 TRT VİZYON sığıyor, ne çok hikâye… Kimini zaman silecek, kimi bu yazıya, kimi fotoğraflara kimi de belgesele sinecek. Ama çok daha fazlasını vadediyor Sığacık. Yeniden ve yeniden çağırıyor. Sessiz ve sakin olduğu zamanları seçmeli. Belki yaşlıların rüzgâra fısıldadıkları gizleri duymak mümkün olur o zaman. TRT VİZYON 55 KÜLTÜR Mine Sultan ÜNVER / mine.unver@trt.net.tr Tekbirin bestekârı ITRİ Onun bestesi, dünyayı saran bir nefes! Yalnız Türkiye değil, tüm dünya Müslümanları tekbir ve salavatı Itri’nin bestesiyle okur. Yüce Kabe, onun bestelediği tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin, oğlu İsmail’i yatırıp bıçağı eline aldığı günden beri, kurbanlar onun bestesiyle Yaradan’a adanır. Acziyet ve kudreti hangi beste, hangi kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir ki? Y ahya Kemal Beyatlı, Itri için “Öz musikimizin piri” der. Buhurizade Mustafa Itri, Sebastian Bach’ın bizdeki eşdeğeri olarak görülür. Oysa bizler onu pek tanımayız. Halbuki Buhurizade Mustafa Itri, bizler için özel bir öneme sahip, değerli bir isimdir. Tekbir ve salavatın bestesini sadece Türkiye değil, tüm dünya Müslümanları Itri’nin bestesiyle okur. Yüce Kabe, onun bestesi tekbirlerle tavaf edilir. İbrahim Peygamberin, oğlu İsmail’i yatırıp bıçağı eline aldığı 70 TRT VİZYON günden beri, kurbanlar onun bestesiyle Yaradan’a adanır. Yaşadığı 1600’lü yıllar, Osmanlının karışık dönemleri. Belki de sanatı, dönem sancılı olduğu için bu denli güçlü. Nitekim bir sanatçıyı en iyi besleyen acıda başka nedir ki! Söz sultanlarından Yahya Kemal, Itri’den de söz ettiği ünlü şiirinde şöyle der: “Çok insan anlayamaz eski musikimizden/ ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden”. Köklerini, aidiyetlerini, kıymetlerini, değerlerini, tarihini ve mazisini bilip tanımaya, onlardaki doğruları örnek almaya, yanlışlarından ders çıkarmaya her milletin ihtiyacı vardır elbette ama Anadolu insanı için bu gereksinim çok daha hayatidir. Çünkü bu toprakların değerleri üzerinde ötekileştirici ve kutuplaştırıcı aygıtların bir hızar gibi yok edici misyon yüklendiği bir başka iklim nadir olsa gerek yeryüzünde. Tam da bu yüzden dünya görüşü, inancı ve zevki ne olursa olsun kendinde Anadolu aidiyeti hisseden her insan, şayet varlığını köklü ve güçlü kılmak istiyorsa, tüm tarih kesitinde bu toprakların yetiştirdiği değerleri tanımak zorundadır. Yakın zaman önce, şehit cenazelerinin Chopin’in marşı yerine, Itri’nin tekbiriyle defnedilmesi gündeme gelmişken, tekbirin bestecisi Itri’yi sayfalarımıza taşıyalım istedik. Itri kimdir? cami ve tekke müziği örnekleri olarak ikiye ayrılır. Teravih namazı sırasında makam değiştirme kuralı ile, camilerde müezzinlerin uyguladıkları çeşitli kuralların Itrî tarafından konulduğu söylenir. Bayram namazlarında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyareti sırasında okunan Segâh Salât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok kısa birer cümle içinde oluşturdukları etkinin yoğunluğu bakımından Türk müziğinde benzersiz bir sanat gücü taşırlar. Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmış olan çok verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir çoğunluğu kaybolmuştur. Bugün ancak kırk dolayında eseri bilinmektedir. Günümüzde İslam dünyasının söylediği tekbir ve salavat bestesi Itri’ye ait Itri 17. yüzyılın müzik dehasıdır. Asıl adı ise Buhurizade Mustafa. Aileden gelen bir gelenekle kokulara tutkun olduğu için kendisine Itri adı verilmiştir. Büyük bir müzisyen, aynı zaman da sesi gayet hoş bir söyleyendir. Öte yandan şair, hattattır… Çiçekçilik ve meyvecilikle de uğraşmıştır. Meşhur Mustafabey armudunu o dölleyip üretmiştir. Mevlevi’dir. Nitekim, Mevlevi mukabelesinde okunan bir Segah ayinini de o bestelemiştir. Hayatı boyunca beş padişah ve devlet adamından himaye görmüştür, en önemlisi ise IV. Mehmet’tir. Kırım eski hanlarından Selim Giray Han ise bir başka himayedarı ve arkadaşıdır. Sarayda ve Enderun’da musiki dersleri vermiştir. Nâbî, Bakî, Nazîm, Nailî, Nef’î gibi ustaların şiirlerini bestelemiştir ki bunlardan bazıları arkadaşıdır. Bir dönem Esirciler Kethüdalığı da yapmıştır. Bini aşkın eserden ancak kırkı günümüze kaldı Asıl önemi besteciliğindedir. Eserleriyle bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur. Itrî müziğe yepyeni bir hava getirmiştir. Dini muhtevalı eserleri, Buhurizade Mustafa Itri, Sebastian Bach’ın bizdeki eşdeğeri olarak görülür. Nitekim Yunus Emre Enstitüsü ve kimi Avrupalı müzik okulları tarafından, Itri ve Bach konserleri, doğu-batı sentezi temasıyla gerçekleştirilmiştir. Avrupa’da Itri üzerine pek çok araştırma da vardır. Itri her türden müzik yapmış ama en çok dini müzikle bugünlere ismini taşımıştır. Doğrusu, Mescid-i Nebevi’de ve Kabe’de, her dilden, renkten ve milletten Müslümanın onun bestesi tekbirle cezbolması büyüleyicidir. Özellikle Kabe’nin etrafında dönen o ihtişamın hep birlikte tekbir getirdiği o anlar tüyler ürperticidir. Üstelik asırlardan beri bu böyledir. Tüm dünyayı saran bir nefestir onun bestesi. Öyle büyüleyici bir beste ki; adeta hem teslim olan bir kulun tevekkülüyle secdeye gitmek istersiniz, hem de secde ettiğiniz o yüceler yücesinin nihayetsiz kudretini, gücünü iliklerinize kadar, her bir zerrenizle hissedersiniz. Acziyet ve kudreti hangi kelimeler bu denli bir arada ifade edebilir ki? Başka hangi nota! Elbette Itri’nin dinsel olmayan pek çok bestesi de var. Meşhur Tut-i mucizeguyem bunlardan sadece biri. Söz sultanlarından Yahya Kemal, Itri’den de söz ettiği ünlü şiirinde hani şöyle der: “Çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden”. Yaşadığı dönem çöküş dönemi Itri’nin yaşadığı dönem, Osmanlı’nın siyasisosyal alanda çöküş dönemidir, iktidar oyunlarının yanı sıra sosyal anlamda da İstanbul ve imparatorluk karmakarışıktır. Hain sanılan dost, dost sanılan hain çıkmakta, haysiyetler alınıp satılmaktadır. Entrikaların ortasında kalan ise zamanın müzik dehası Buhurizade Mustafa Itri’dir. Tekbirden tut-i mucizeguyem’e, kimi bestelerinin yazılışına sebep olan belki de bu sıkıntılı durumdur. O, böylesi bir dönemde saray tarafından keşfedilen mütevazi bir sanatkardır. Tamburuyla mı avunmalıdır, yoksa bahçesinde yetiştirdiği çeşit çeşit çiçeklerle mi? Neden Esirciler Kethüdası olmak istemiş? Dünyanın dört bir tarafından gelen güzel sesleri ve müzik kültürlerini tanımak için! Buhurizade Mustafa Itri saraya ve pek çok devlet adamına yakın olduğu halde büyük servetler, makam peşinde koşmamıştır. Onun var oluşu müziğe odaklıdır. Bazı tarihçiler Itri’nin kimi zamanlar gizlice Avrupa’ya gittiğini ve buraların müziğini araştırdığını söylerler. IV. Mehmet ise duyduğu zaman sanatkara bunu yapmasını yasaklamıştır. Belki de bu yasak yüzünden musikişinasımız dünyayı tanımak adına bir yere gidemeyince, İstanbul’a gelen dünya insanlarını tanımak istemiştir. Güzel sesleri ve yetenekleri keşfedip yetiştirmek, yeryüzünde söylenen müziği tanıyarak sanatını geliştirmek için. 2012 “Itri Yılı” idi UNESCO, 2012 yılını Itrî’yi anma yılı ilan ettiğinde, müzik insanları ile akademisyenler Itri ve eserleri üzerine makaleler yayınladılar, çeşitli toplantılar yapıldı, konserler düzenlendi. Ama maalesef ki Itri’nin şanına, önemine yakışan bir anma yılı olmadı. Itri hakkında bilgimiz zaten azken 100 TL’lik banknot arkasında resmi bulunan yüce sanatkarımız hak ettiği değeri görmedi. Müziğimizin yetimi olarak kaldı. TRT VİZYON 71 RADYO Ela TEKİN/ ela.gurman@trt.net.tr Meşk-i Muhabbet Tarih süreci içeresinde bazı örf, adet ve geleneklerimiz yozlaşırken veya çeşitli nedenlerle kaybolurken bir kısım kültürel değerlerimiz ise ilk günkü heyecan ile sürdürülüyor. Toplumsal değerlerimizi yansıtan ve yaşatan kıymetli kültür hazinemiz türkülerimiz gibi. Kaybolmaya yüz tutmuş sıra gecesi, kürsü başı sohbetleri, barana, yaren geleneği gibi icra meclislerinin toplu söyleme geleneğiyle ayakta kalan türkülerimiz, bir radyo yapımıyla can buluyor. “Meşk-i Muhabbet” programı aynı bakış açısıyla ve anlayışla kültürümüzün bir parçası olan türküleri yaşatarak dinleyiciye sunuyor. “Amacımız, bugüne kadar repertuarımızda olmasına rağmen az icra edilen türkü ve uzun havaları yaşatmak; yeri geldiğinde türkülerin icrasının yanı sıra türkülerin konuları ve temaları üzerinde durarak müzikseverlere hem bilgi, hem de türkü ziyafeti çekmek.” diyor “Meşk-i Muhabbet”in yapım ekibi. TRT Türkü Radyo ve TRT Müzik kanallarında dört yıldan beri dinleyicileriyle birlikte olan programı hazırlayan ve yapımını üstlenen isim Sabri Sabuncu. TV yapımcıları ise Ahmet Erge, Sema Bay ve Sibel Erdem. “Meşk-i Muhabbet” türkü severleri radyo başına bekliyor. Dijital Hayat İnternet, hayatımıza girmesiyle birlikte alışkanlıklarımızın büyük bir kısmını değiştirdi. Bu değişim, en çok da iletişim ve hayatı algılama biçimimize yansıdı. Gün geçtikçe insanlar birbirleriyle olan tüm iletişimlerini internet üzerinden yapmaya ve gelişmeleri internet üzerinden takip etmeye başladı. Bugün, dünya çapında üç milyar, Türkiye’de ise 45 milyon kişiye ulaşan internet teknolojisi; kültür ve coğrafyalar arasındaki farklılıkları kaldırıp evrensel yeni bir dil yarattı. Yüz milyonlarca insan için web, artık gerektiğinde banka, oyun salonu, kütüphane, sohbet mecrası, eğlence merkezi, sinema, televizyon, gazete hatta eşiyle tanıştığı ilk mekân. Bütün bu gelişmelerin yaşandığı dijital dünyanın bilinen ve bilinmeyen yönlerini zamanın ruhuna uygun, psikolojik, politik, kültürel ve sosyolojik gözlemlerle ele alan bir radyo program yapma fikri, 2015 yılı Ocak ayında Bilgisayar Mühendisi Bilal Eren ve Prodüktör Kenan Bölükbaş’ın ortak çalışması ile hayata geçti. Dijitalleşmenin ortaya çıkış macerasını ve kültürünü, geçmişini, bugünden yola çıkarak yarınını, etkilerini, nasıl kullanılması gerektiğini tüm ayrıntılarıyla anlatmayı hedefleyen ve TRT Radyo 1’de 120 haftadır her cuma 15.30 – 16.00 saatleri arasında yayınlanan programın ismi, “Dijital Hayat”. Bugüne kadar programda; unutulma hakkından, arttırılmış gerçekliğe, sosyal medyanın siyasete etkisinden dijital para BitCoin’e, dijital reklamcılıktan e-devlet hizmetlerine kadar 120 farklı konu ele alındı. Ülke gündemine etki eden olaylar yanında İstanbul içinde ve dışında birçok fuar, zirve ve etkinlikten canlı yayınlar yapıldı. Kesintisiz devam eden “Dijital Hayat”ın sponsorluğunu ise Türkiye’nin e-devlet hizmetini veren Türksat A.Ş. yapıyor. Programın bugüne kadar yayınlanmış tüm kayıtlarına Youtube’da bulunan “Dijital Hayat” kanalından ulaşmak mümkün. Mihman-ı Dil Tasavvufun temeli, evrende tek varlığın bulunduğu ve o tek varlığın dışındaki diğer varlıkların ise onun yansıması olduğu görüşüne dayanır. Mutasavvıflar, derin anlamlar içeren sözlerini Naat-ı Şerif, Ayin, İlahi, Nefes, Kaside, Durak gibi Tekke Musikisi; Ezan, Kamet, Tekbir, Teşbih, Mevlit gibi Cami Musikisi formları ile besteleyerek ruhun derinliklerine inmişlerdir. Türk Klasik Müziği’nin önemli bölümlerinden olan Tasavvuf Müziği’ni yaşatmayı ve gelecek nesillere en doğru şekilde aktarmayı amaçlayan yapım “Mihman-ı Dil” ile bu örnekler radyo severlere ulaşıyor. Program “Dini Musiki”nin bütün formlarını ayrıntılı olarak tanıtarak bu formlarda bestelenmiş, geçmişten günümüze yaşamış bestekârların eserlerinin en iyi şekilde icra edilmiş olanlarını dinleyicileriyle buluşturuyor. Yapımını Özlem Günday’ın üstlendiği “Mihman- Dil” dinleyicileri programda “Türk Din Musikisi”nin önemli formlarındaki örneklerini dinlerken, aynı zamanda Tasavvuf düşüncesinin derin sonsuzluğunda yolculuk ediyor. 72 TRT VİZYON TRT VİZYON 51 1 FİLM 1 MEKAN Didem ŞAHSUVAROĞLU / didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr Gayserili biraderlerin İstanbul çıkarması “Salak Milyoner” E llerinde kazma-kürek, düello yapan şövalyeler misali sırt sırta vermiş sayarak adımlayan dört adam. Bu sahne Türk Sineması’na yabancı birisine tasvir edilse “Üç Silahşör’ün 70’li yıllar uyarlaması” sanabilir. Türk izleyicisi ise az sonra yaşanacaklara gülmekten cevap veremeyecektir. Kayserili dört biraderin İstanbul çıkarması Salak Milyoner, 1 film 1 mekan’da bizlerle... İstanbul’a gidildiğinde ilk iş Taksim’e çıkılır. Kayserili Biraderler de Mehmet Çavuş’un yönlendirmesiyle ilk olarak Taksim’e çıkarlar. Anıtı yakından inceler, etrafında dolaşır, Taksim’in keşmekeşine şaşkınlıkla bakarlar; hepimizin yaptığı gibi... Adım adım İstanbul Övünmek gibi olmasın Gayseriliyiz Kayseri, şehir olarak hak ettiği kadar beyazperdeye yansımamış olsa da, “Kayserili” karakterler Türk Sineması’nın özellikle bir döneminde geniş yer tutar. Aslında Orta Anadolu’nun öteki şehirlerinde de rastlamanın mümkün olduğu bu taşralı tiplemenin bilhassa “Kayseri” kenti ile bir anılmasının, Karagöz Oyunu’ndaki “Kayserili” tiplemesinden kaynaklanması muhtemeldir. Biraderler, define aramaları sırasında Beşiktaş’ta İnönü Stadı’na çıkarlar. Üç kardeşi sırtında Fenerbahçe-Kayserispor maçını seyrederken alttaki 2 numaralı kardeşin “Gayserii... ıh.. ıh...” tezahüratı filmin belki de en eğlenceli repliğidir. Hatta kardeşler hızlarını alamayıp sahaya fırlar, Fenerbahçeli Cemil’e, Osman’a gol atmamalarını rica eder. Salak Milyoner, Türk Sineması’nın ve komedinin devlerini bir araya getirmesi bakımından hatırı sayılır filmler arasında. Ancak film bununla da kalmıyor, her dönemiyle sinemanın en güzel yüzlerinden birini beyazperdeye taşıyor: İstanbul’u... Çekim aşamasında böyle bir kaygı güdüldü mü bilinmez ama Salak Milyoner, sinema tarihinin “şehir ile bütünleşen” filmleri arasında. Dörde bölünmüş bir define haritasının peşinden kenti turlayan biraderler, İstanbul’un 1974 yılı fotoğrafını ölümsüzleştirir. Kazma kürekle göç 1970’li yılların filmlerinde kendini gösteren “göç” olgusu, Salak Milyoner filminde de hissedilir. Göçün sebep olduğu dramlar ya da temelli İstanbullu olma umudu söz konusu olmasa da “taşralı adam”ın büyükşehirde bocalaması, komedi le harmanlanıp filmde yerini bulur. Kardeşlerin elindeki kazma kürek, başlarını sokacak bir çatı için değildir belki, ama yine de daha iyi bir hayatın umudunu taşır. Haydarpaşa’da martılar tarafından karşılanmak, İstanbul’a gelişin olmazsa olmazıdır. İstanbul’a gelişin -Haydarpaşa kadar simgeleşmese de- bir başka olmazsa olmazı: Taksim’e çıkmak... İstanbullu olmayanlar iyi bilirler ki, -ne için olursa olsun74 TRT VİZYON Alternatif final “Gerçek zenginlik sahip olduklarımız” felsefesi üzere film başladığı noktada sona erer. Kardeşler altın arama macerasını sona erdirip köylerinde normal yaşantılarına dönmeden önce İstanbul’da büyük bir hüsrana uğrarlar. Sadık Şendil’in imzasını taşıyan senaryoya katkıda bulunan Zeki Alasya, filmin sonundaki “büyük yıkım”a ilişkin alternatif bir sona işaret eder. Alasya, film boyunca İstanbul’un abide yapılarını dolaşan kardeşlerin en sonunda çok önemli bir yapının altını kazmasını, bunun üzerine yapının büyük bir tantanayla yıkılmasını önerir. Ancak yönetmen Ertem Eğilmez bunun üzerine hiddetlenir, hatta küfreder. Ertesi gün Ertem Eğilmez, Zeki Alasya’ya “müthiş bir buluş, seni tebrik ederim” der ve önceki günkü hiddetinin sebebini açıklar: “Bizim imkânlarımızla Taksim Anıtı’nı, AKM’yi filan yıkmak mümkün değil.” Ve film, eldeki imkânlar dâhilinde makul bir sona bağlanır: “Kendi evimizi yıkalım...” Fotoğraflar: Didem Şahsuvaroğlu Beyazıt’ta kitap kokusu Kayserili kardeşlerin babalarının askerlik arkadaşını aradığı Beyazıt Sahaflar Çarşısı, kitap arayan İstanbullu’nun uğrak mekânı. Sınavlara hazırlık kitaplarının istilasına uğrasa da, çınar ağaçlarının gölgesi ve İbrahim Müteferrika büstü, çarşının eski atmosferini korumakta direniyor. İmparatorluk kentinde cumhuriyet anıtı Bin yıllık Doğu Roma ve altı yüz yıllık Osmanlı başkentinde, kadim medeniyetlerin sayısız mirası içinde arzı endam eden bir anıt... İstanbul’un öteki tarihi eserlerine kıyasla oldukça yeni bir yapı olan Taksim Cumhuriyet Anıtı; bir yüzünde Atatürk’ü cephede çarpışırken, diğer yüzünde arkasına halkı almış şekilde betimleyerek Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarını sembolize ediyor. Sultan’ın ‘Saatli Taş’ı Valide Sultan’ın hatırası Kardeşlerin sırtını verip 140 adım attıkları “saatli taş”lardan birisi, Sultan Hamit’in saat koleksiyonunun nadide parçalarından Dolmabahçe Saat Kulesi... Sultan II. Abdülhamit’in saltanatının 25. yılı dolayısıyla bütün yurtta yaptığı saat kulelerinden olan yapı, ayakucundaki otoparka çekilmiş araçların arasından zamana tanıklık ediyor. Tıpkı Kayserili Biraderler gibi Dolmabahçe’ye gelip Saat Kulesi’ne uzun uzun bakarsanız, Valide Sultan’ın hatırasına sırtınızı dönmüş olacaksınız. Yapımına Bezmîâlem Valide Sultan’ın sağlığında başlanıp, ölümünün ardından oğlu Sultan Abdülmecid tarafından tamamlanan cami, yine Abdülmecid Dönemi’nde yapılan saray ve daha sonradan eklenen saat kulesi ile Osmanlı’nın son yüzyılının izlerini taşıyor. TRT VİZYON 75 KLAPE Cahit CESUR / cahit.cesur@trt.net.tr KIRK DOUGLAS 100 yaşında bir Viking B ugün artık 100 yaşını devirmiş olan, Hollywood’un yaşayan en büyük efsane sinemacısı Kirk Douglas’ın hayat hikâyesi o zamanki Rusya’nın Ukrayna bölgesinde başladı. Bryna ve Herschel Danielovitch, uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadıktan sonra yaşadıkları bölgede çıkan huzursuzluklara dayanamayarak New York Amsterdam’a göç ettiler. Kirk Douglas 1916 yılında dünyaya geldiğinde ona Issur Danielovitch Demsky ismi verildi. Amsterdam iş bakımından elverişli bir yer olmasına rağmen baba Herschel Demsky hiçbir işte dikiş tutturamadı. Öfkeli ve kaba davranışlarıyla hem ailesi, hem de yakın çevresi tarafından pek sevilmedi. “Babam şekeri yavaşça kırıp çaya atarken çok gergindi. Çok sinirli bir bakışı vardı. Masanın sonundan ona baktıkça küçülüyor ve her saniye sinirleniyordum. Sıcak çay kaşığını çıkarıp suratına fırlattım. Kızgın bir aslan gibi bakmaya başladı. Yanıma geldi. Beni kavradı ve kapının yanında duran karyolaya doğru fırlattı. Ama ölmedim ve kurtuldum.” Güreşe meraklıydı ve festivallerde para karşılığı güreşirdi Kirk’ün gençlik döneminde anne ve babası boşandı. Evdeki kötü yaşamına rağmen okulda çok başarılıydı ve arkadaşları arasında popüler bir öğrenciydi. İşçilere yemek satarak, gazete dağıtıcılığı yaparak harçlığını çıkarıyor, lisedeki tüm piyeslerde rol alıyordu. Liseyi başarıyla tamamladıktan sonra parasız olmasına rağmen bir yolunu bularak St. Lawrence Üniversitesi’ne girmeyi ve burs almayı başardı. Aldığı burs parasını geri ödemek için temizlikçilik ve bahçıvanlık yapar. Ayrıca Güreşe meraklıydı ve festivallerde para karşılığı güreşirdi. Kirk üniversitede yenilmez bir olimpik 76 TRT VİZYON kahraman haline geldi ve okulun öğrenci temsilcisi seçildi. Üniversiteden mezun olduğu sıralarda ünlü aktör Karl Malden’la tanıştı. Karl ona Amerika’da daha ilgi çekecek bir isim buldu: Kirk Douglas. Bacall – Douglas arkadaşlığı 1939 yılının soğuk bir sonbahar günü, üstünde okul arkadaşının hediye ettiği bir tek ceketle Manhattan’a gitti. Birkaç ay içinde Amerika Güzel Sanatlar Akademisi’nde burs kazandı. Orada, henüz 16 yaşında olan aktris Laurene Bacall ile tanıştı. Laurene Bacall: “Bir restoranda garsonluk yapıyordu. Annemle birlikte gider soda ve dondurma siparişi verir ve onun getirmesini sağlardım. Sahip olduğu tek giysi bir yağmurluktu. Parası da yoktu. Ama amcamın fazla bir paltosu vardı. Üç sokak ilerimizdeki bir evde oturuyordu. Ona paltoyu verdiğim.” İlk çocuğu Michael Douglas ve çocukla gelen bereket 1943 yılıyla beraber Amerika 2.Dünya Savaşı’nın içine girdi. Kirk ülkesine hizmet etmek amacıyla orduya katıldı. Askerde Diana Dill ile evlendi. 1944 yılına kadar askeri harekâtlara katılmadı. Fakat bir çalışma sırasında kazayla yaralandı ve terhis edildi. İlk çocukları olan Michael Douglas’ı doğurmak üzere olan karısı Diana’nın yanına geri döndü. Michael’ın doğumuyla küçük rollerle yeteri kadar para kazamayacağını anladı. Eşinin çalışmasını istemiyordu. Bu sırada eski arkadaşı olan Laurene Bacall Hollywood’daydı ve Kirk’ü ünlü yapımcı Hal B. Wallis’la tanıştırdı. Martha Ivers’in Aşkı (The Strange Love of Martha Ivers, 1946) adlı filmde küçük bir rol almayı başardı. Filmdeki performansıyla sinema çevrelerinin dikkatini çekmeyi başardı ve birden bire yıldız oldu. Bence babamın performansı, içindeki hırsa ve inanca bağlıdır İnatçı ve dik başlı bir yapısı vardı. 1949 yılında hayatının en büyük kumarını oynadı ve çok yüksek bedelli teklifleri reddederek sıradan bir film olan Şampiyon TRT VİZYON 77 (Champion) adlı filmdeki küçük bir rolü kabul etti. Bir film yıldızı olarak ilk defa akademi ödülüne aday gösterildi ve bunu tamamen çok hırslı olmasına karşılık hak etmişti. Michael Douglas: Babam Şampiyon filminde oynadıktan sonra dedemi yani babasını görmek için Amsterdam’a geri gitmiş. Ama babası fazla konuşmamış. Filmi gördün mü? Dediğinde babasına o evet demiş. Peki, film hakkında ne düşünüyorsun? Dediğinde de sadece Güzel demekle yetinmiş. İşte bu olaydan sonra babam kendisini daha fazla kanıtlamak için çok daha hırslandı. Bence babamın bu performansı, içindeki bu hırsa ve inanca bağlıdır. Her geçen gün ünleniyor ve bunun fazlasıyla zevkini çıkartıyordu. Hollywood’da çok tanınan biri haline gelmişti. 1949 yılının sonlarına doğru Kirk ve Diana boşandılar. Evlilikleri şaşırtıcı ve dostça bitti. Michael Douglas: Bir konuda bana söz vermişti; O da babası gibi ailesini bırakmayacaktı. Bu olgunluğa baba olmak için ihtiyacı vardı ve bize çok şey öğretmişti. Demek istediğim; o ana kadar bir babanın yapması gereken ne varsa o eksiksiz olarak bunu yerine getirmişti. “Ölmeyen İnsanlar”da unutulmaz Vincent Van Gogh yorumu 1952 yılında Çıplak Ruhlar (The Bad and the Beautiful) adlı filmde kendini aşan bir performans sergileyerek izleyenleri şaşırttı. 1954 yılında babası öldükten sonra Anne Buydens ile evlendi. Filmlerinde daha başarılı olmak ve artık daha fazla para kazanmak istiyordu. Yapımcı olmaya karar verdi. Kariyerine yapımcı olarak devam ettiği sırada 78 TRT VİZYON Anthony Quinn ile birlikte oynadığı ve Vincent Van Gogh’un hayat hikâyesine dayanan Ölmeyen İnsanlar (Lust for Life) adlı filmi çekti. Mükemmel bir oyun sergileyerek yine Oscar’a aday gösterildi ama yine kazanamadı. 1957 yılında ünlü aktör Burt Lancaster ile Vahşi Mücadele (Gunfight at the O.K. Corral) adlı filmde yine çok başarılı bir oyun sergiledi. Özel bir insan olan Kirk, ailesi dışında çok az sayıda dosta sahipti ve bu filmle birlikte Burt Lancaster ile ömür boyu sürecek bir arkadaşlıkları oldu. Harp Vagonu (The War Wagon, 1967), Kader Değişmez (The Arrangement, 1969), Dünyanın Ucundaki Fener (The Light at the Edge of the World, 1971) Mahşerin Dölü (Holocaust 2000, 1977), Gizli Kuvvet (The Fury, 1978), Satürn 3 (1980), Beklenmeyen Baskın (The Final Countdown, 1980), Eddie Macon’un Kaçışı (Eddie Macon’s Run, 1983) ve Sert İkili (Sert Erkekler, 1986) sanatçının sonraki yıllarda çektiği önemli filmlerden bazılarıdır. Kirk’ün Türkiye ziyareti… Hollywood’un en büyük film şirketleri arasına girdi ve zengin oldu 50’li yıllarda kariyerinin zirvesinde olan Kirk, Stanley Kubrick’in yönettiği bir savaş filmi olan Zafer Yolları (Paths of Glory) adlı filmi çekti. Hollywood’un en büyük film şirketleri arasına girdi ve zengin oldu. Ardından Vikingler’i (Vikings, 1958) çekti ve sanatsal bir değeri olmamakla birlikte büyük bir ticari başarı kazandı. Kirk daha sonra sanatsal değeri yüksek olan ve kariyerinin en önemli filmi olan Spartaküs (Spartacus, 1960) için kolları sıvadı. Film Romalılara karşı kanlı bir ayaklanma başlatan köleyi konu alıyordu. Bir yapımcı olarak o zamanın en iyi oyuncularını kullandı. Laurence Olivier, Tony Curtis, Charles Laughton, Peter Ustinov ve çok sevdiği Jean Simmons. Bu filmde de 30 yaşındaki Stanley Cubrick’i yönetmen olarak seçti. Savaş sahneleri çok önemliydi. İspanya’daki bir savaş sahnesi için nerdeyse İspanya ordusunun tamamını kullandı. Film tüm dünyada büyük bir başarı kazandı. İnsafsız Şehir (Town Without Pity, 1961), Batı Geçidi (The Way West, 1967), Kirk Douglas, ününün dorukta olduğu 1964 yılının sonlarında Amerika’nın “iyi niyet elçisi” olarak Türkiye’yi ziyaret etti. Dönemin çocuk yıldız Ayşecik (Zeynep Değirmencioğlu), “Bir daha hiç yıkanmayacak” sözünü verdi ve Douglas da minik yıldızın eteğine imzasını attı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’yü evinde ziyaret eden Kirk Douglas, “Gerçek dünyayı yöneten bir kişiyle görüşmek, hayal dünyasının bir kişisi için büyük onur” diyerek jest yaptı. İsmet İnönü’nün yanıtı ise şöyleydi: “Sanatçılar birbirleriyle her yerde karşılaşabilirler.” TRT VİZYON 79 GEZİ Aynur ÇELİKCAN / aynur.celikcan@trt.net.tr Osmanlı’nın son fetih sınırı Viyana V iyana, Osmanlı askerinin son fetih sınırı… Doğu ile Batı’nın ortasında ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da geldiği son nokta... Viyana’yı Avrupalı bir turist gibi değil de Türk askerinin hayallerini orada bıraktığını düşünerek dolaşmak, belki de bizler için en gereklisi. 80 TRT VİZYON Viyana’yı o tepeden seyrettiğinizde kim bilir Tuna’ya günlerce yukardan bakarak kenti fethetme hayaliyle yanıp tutuşan Türk ordusunun seslerini duyarsınız belki de… Osmanlı Avusturya’ya Nemse dermiş, Viyana’ya ise Beç Kalesi. ’’Viyana’yı anlatırken “âlem-i hayrette” kalan Evliya Çelebi gibi insanı hayrette bırakan şehre batılı gözle bakıldığında, İngiliz tarihçisi Norman Davis’in “Viyana Avrupa’nın kalbinin kalbidir” sözleri de karşılık buluyor. Biz de bu şehri gezerken, hem ecdadımızın iki kere kuşattığı ama fethedemediğimiz “Beç”te atalarımızın izlerini sürmeye, hem de Avrupa’nın ve dünyanın “kültür senfonisi” sayılan muhteşem Viyana’yı tanımaya çalıştık. “Türkler Geliyor” çanı: Pummerin Osmanlılar 1529 ve 1683 tarihli iki kuşatmasından netice alamadı ancak Tuna nehrinin kıyısındaki bu şehirde derin izler bırakmış. Viyanalılar bu kuşatmaları hiç unutmamış. Her sene şehirlerinin Türklerden kurtuluşunu kutluyorlar. Hatta biraz da aşağılayıcı bir biçimde kutluyorlarmış ama Osmanlı’dan kalan hatıraları da çok iyi muhafaza ediyorlar besbelli. Asırlarca Osmanlı hakimiyetinde kalmış Balkan şehirlerinde bile bu kadar Türk izine rastlamak mümkün değil gerçekten. II. Viyana Kuşatması sonrasında Osmanlı ordusunun geride bıraktığı askeri mühimmat ve diğer metal silahlar eritilmiş ve 1711 yılında Çan ustası Johannes Achamer tarafından yapılan devasa bir katedral çanına (Pummerin) eklenmiş. Bugün Viyana’nın sembolü Aziz Stephan Katedrali’nin güney kulesine monte edilmiş durumda. Yaklaşan Osmanlı tehlikesi kiliselerde çalınan çanlarla haber verilirmiş ve 1456 tarihli Belgrad Kuşatması’ndan beri Avrupa’da Türk çanı adıyla bütün kiliselerde muayyen zamanlarda çalan çanlar bizim içinmiş meğer. Hatta 1534’de ihdas edilen; Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak Viyanalı’lara haber vermekle görevli bir memuriyet, ancak 1956’da Viyana Belediye meclisince: “Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı” gerekçesiyle kaldırılmış. Türk kışlasından Viyana’ya bakmak Türk izleri hangi köşeye baksanız karşınıza çıkıyor. Avusturya’da pek çok evin girişinde çatık kaşlı, pala bıyıklı, sarıklı bir Türk başı (Türkenkopf) tasviriyle karşılaşabilirsiniz. Heykellerde genellikle ezilen bir yeniçeri veya çiğnenen bir hilal teması olmakla birlikte, Kanuni’nin I. Viyana kuşatmasında surlarda açılan gedikten arkasına bakmadan şehre dalan Çerkez Dayı’nın naaşını ve atını Kral Ferdinand’ın mumyalatıp saygıyla saklattığı da malum. Şehit düştüğü yerde (Strauchgasse) bir evin köşesinde Çerkez Dayı’nın kılıç sallayan bir heykeli de bulunuyor. Osmanlılarla yaşadıkları mücadeleler göz önüne alındığında Avusturya müzeleri doğal olarak en zengin Osmanlı koleksiyonuna sahip. Viyana Arsenal Askeri Müzesi de bu bağlamda Albertina Müzesi önemli. Koleksiyonları Avrupa’nın son beş asırdaki tarihine ışık tutar nitelikte. Ayrıca Avrupa’daki en önemli Osmanlı savaş malzemesi koleksiyonu da yine bu müzede bulunuyor. Viyana’nın Türk Parkı “Türkenschanzpark”, 2. Viyana Kuşatması’nın anısına 1885’de çevre halkının finansal desteğiyle oluşturulmuş ve 1910 yılında bugünkü görünümüne kavuşturulmuş. Almanca’da “Türk Kışlası” anlamına gelen park içinde, Türkiye tarafından barış adına yapılmış Yunus Emre Çeşmesi, büyük bir Osmanlı heykeli ve atını da görmek mümkün. Bu ecdad izleri o kadar çok ki muhakkak Viyana’ya gitmek lazım. yoksun olan şehirde dekoratif Barok tarzı diğer mimari üslupları geride bırakıyor. Hem “hayal kenti” hem de “müziğin baş şehri” olarak bilinen Viyana için söylenen “Rüyalar şehri” terimi, Viyana’da doğan Freud’un kentteki etkisinden geliyor tabii. Rilke’den Stephan Zweig, Karl Waggerl, Karl Kraus, Egon Friedel, Hugo von Hofmannsthal’a edebiyatın usta kalemlerinin veya Beethoven’dan Strauss kardeşler, Haydn, Mozart, Franz Schubert, Johannes Brahms ve daha nice müzik üstadlarının izlerine de rastlarsınız her yerde. Ayrıca Klimt, Gustave Klimt Otoportres Müziğin ve sanatın başkenti Avrupa’da ülkeleri dolaşan, türkülere, şarkılara konu olmuş Tuna Nehri’nin bir bölümü de Viyana’dan geçiyor. Nazlı Tuna’ya yaslanmış Viyana’da 1850 yılına dek korku sürüyor ve şehrin etrafı o tarihe kadar surlarla çevrili kalıyor. Daha sonra surları yıkıp, Ring Strasse adında geniş bir caddeye dönüştürüyorlar. O caddede şimdi tramvay da çalışıyor. Opera Binası, Parlemento Binası, pek çok müze ve Viyana Üniversitesi bu cadde üzerinde. Buradan yürüyerek sarayları, kütüphaneleri, opera binalarını, müzeleri gezmek çok keyifli. Rönesans, Gotik, Art Nouveau ve modern mimari üsluplarının harmanlandığı, post modern mimarinin en güzel örneklerini görebileceğiniz Viyana, daha çok Barok ve Rokoko tarzlarıyla biliniyor. Ayrıca zengin denebilecek Roma kalıntılarına da sahip. Rönesans mimarisinden büyük ölçüde TRT VİZYON 81 yazlık konutu olan Schönbrunn Sarayı ve Hofburg Sarayı’nı mutlaka gezmek lazım. Belvedere Sarayı en çok bilineni ama ismini sayamayacağımız pek çoğunun şahane bahçelerinde mola vererek soluklanmak, meşhur Viyana kahvelerinin tadına bakarak bir sonraki durağınızı planlamak için ideal ortamlar. Bu arada, dünyanın en ünlü ressamlarından Gustav Klimt’in en önemli tablolarını barındıran Belvedere Sarayı’nın hemen karşısında Türk sefareti var. Türk Parkı’nda Osmanlı. Pasta cenneti Viyana Schiele ve Oppenheimer ve nicelerinin eserlerinin sergilendiği Leopold Müzesi, sonrasında Modern Sanat Müzesi ve çağdaş sanat sergileriyle Viyanalılar’ın gözbebeği Albertina’ya da bir göz atabilirsiniz. Bir diğer etkileyici müzesi Veba Anıtı. 82 TRT VİZYON dünyanın varoluşundan bugüne evrelerin aktarıldığı mineroloji, zooloji, arkeoloji, antropoloji alanında dünyanın önde gelen koleksiyonlarına sahip olan Naturhistorisches Museum (Doğa Tarihi Müzesi). İhtişamın senfonisi Viyana’nın merkezinde yürürken devamlı yukarılara bakmak gerekiyor. Binalar gerçek anlamda bir mimari ziyafet gibi. Ayrılıkçı Sanat Akımı’nın ve La Belle Epoque akımının değişik örneklerini de burada görüyorsunuz. Ünlü Ring Caddesi’ndeki muhteşem parlamento binası ve önündeki Athena Çeşmesi (Athenabrunnen) turistlerin özçekim alanı adeta. Opera ve tiyatro binaları, kütüphanesi ve gezmekle tükenmeyen müzelerinden sanat fışkırıyor. Viyana’da gezenlerin bir başka geleneği de mutlaka bir konser dinlemek. İyi bir konsere gitmek için haftalar öncesinden bilet almak gerekiyor. Viyana Opera ve Balesi, Avrupa’nın en iyilerinden biri ve onlarca farklı prodüksiyonu yıl içinde sahneleyebiliyor. Viyana Filarmoni Orkestrası da dünyanın ilk beş senfoni orkestrası arasında. Koskoca Avusturya-Macaristan imparatorluğu’nun saraylarını görmeden olmaz tabii. Habsburg Hanedanlığının Kohlmarkt’a doğru devam edip Viyana’nın en eski, en ünlü saray pastacısı Demel Pastanesi’nin meşhur elmalı pastasını, Viyanalı ünlü yazar ve sanatçılarının dinlendiği pek çok kafede oturup pasta ve şekerlemelerin tadını çıkardıktan sonra, ünlü Graben’de Veba Anıtı’nı da görmek mümkün. Tabii Viyana’nın meşhur şinitzelini en az bir kere tatmak lazım. Hazır buralardayken Viyana’nın en görkemli dini yapısı. St. Stephan Katedrali’ni de atlamıyoruz. Romanesk, Gotik ve Barok mimarinin bileşimini üsluplarötesi dokunuşlarla renklendiren bu yapının geçmişi 13. yüzyıla kadar gidiyor. Buradan, belki de Mozart’ın yaşadığı ve bugün müzeye dönüştürülen Figarohaus’ a da uğrayarak merkezden biraz uzaklaşabilir ve öncelikle mimar Friedensreich Hundertwasser’in tepkisel bir çalışması olan Hundertwasserhaus’a doğru uzanabiliriz. Bu mahalleyi görmeden dönmeyin. Mozart’ın Osmanlı kuşatmasından esinlenerek bestelediği “Türk Marşı”nı mırıldanırken, katedralin kulesinde bulunan altın topun Kanuni tarafından kuşatma sonunda bırakıldığı ve “ Bunu emanet olarak bırakıyorum. Ben alamasam da torunlarım mutlaka gelip emaneti alacaklardır” dediği rivayetini de hüzünle Viyana’da bırakıyoruz. Vizyon 59 SİNEMA Özlem KARADAYI DOĞAN / ozlem.karadayi@trt.net.tr Sinemaseverler tarafından bir süredir merak ve heyecanla beklenen “Örümcek Adam” 7 Temmuz’da izleyicilerle buluşuyor. Jon Watts’ın yönetmenliğini üstlendiği filmde, Tom Holland’ı Sipedar Man olarak izleyeceğiz. Tom Holland, bu yılın başlarında sahneye ilk defa Peter Parker yani Spider Man olarak “Captain America: Civil War” filminde çıkmıştı. Filmde sadece 2 sahnede görünmesine rağmen dünya çapındaki hayranları oldukça ilgi göstermiş, solo filminin çekilmesi için yapımcılar üzerinde baskı oluşturmuştu. Nihayet sinemaseverler tarafından bir süredir merak ve heyecanla beklenen “Örümcek Adam” izleyicilerle buluşuyor. Holland’ın ve filmin başarısını ise gişe rakamları gösterecek. “Clown” filmiyle tanınan Jon Watts’ın yönetmenliğini üstlendiği projenin senaryosu, Francis Daley ve Jonathan M. Goldstein ikilisine ait. Filmde Örümcek Adam Peter Parker karakterini canlandıran Holland’a eşlik eden isimlerse Chris Evans, Marise Tomei, Robert Downey Jr., Selenis Leyva, Martin Starr, Zendaya ve Michael Keaton. Yenilmezler ile yaşadığı maceranın büyüsüne kapılan Peter, kendini kanıtlama isteğiyle dolup taşan bir gençtir. Ancak yaşı gereği birçok farklı sorumluluğu vardır. May halası ile yaşayan Peter, bir yandan da ona göz kulak olan Demir Adam ile arkadaşlığını ilerletmiştir. Okul hayatına alışmaya ve sıradan bir genç gibi yaşamaya çalışan genç adamın aklında ise, suçla savaşmak ve dünyayı daha güvenli bir hale getirmek vardır. Vulture, yepyeni bir düşmanı yaşadığı şehre gönderdiğinde ise Peter sonunda kendini gösterme fırsatı bulur. Ancak hayatında değer ifade eden herkes artık tehdit altındadır. 84 TRT VİZYON VİZYONDAKİ FİLMLER Maymunlar Cehennemi: Savaş “War For The Planet Of The Apes” Sezar ve takipçileri, insanlarla acımasız bir savaşta karşı karşıya gelirler. Tüm inancına ve hırsına rağmen Sezar’ın ordusu büyük kayıplar verir. Kendisini ordusuna ve halkına karşı sorumlu hisseden Sezar, Colonel ile yüzleşmek için yola koyulur. Şimdi iki ırkın da geleceğinin kaderi bu yüzleşmeye bağlıdır. 2011 yılında “Rise of the Planet Apes” filmiyle yeniden başlatılan seriye, 2014 yılında vizyona giren “Dawn of the Planet of the Apes” filmiyle devam edilmişti. Gişe hiti serinin son halkasının beklentilere cevap verip vermeyeceği ise merak konusu. Yönetmen: Matt Reeves Oyuncular: Andy Serkis, Woody Harrelson, Steve Zahn Türü: Bilimkurgu, macera Vizyon Tarihi: 14 Temmuz The Exception İkinci Dünya Savaşı yılları… Hollanda’da gözlerden uzak bir köşkte sürgün hayatı yaşayan Alman Kralı Kaiser Wilhelm II ve eşi Princess Hermine önemli bilgilere sahiptir. Alman askeri Stefan Brandt; konağa ajan olarak sızıp, onu ortadan kaldırmakla görevlendirilir. Fakat konağa gidince, aynı zamanda bir Yahudi olan güzel hizmetçi Mieke de Jong ile aralarında beklenmedik bir aşk filizlenir. SS’lerin komutanı Heinrich Himmler, geniş bir birlik askerle beklenmedik bir şekilde köşke gelince Brandt kendini bağlılıkların test edileceği zorlu bir ikilemin içinde bulur. Yönetmen: David Leveaux Oyuncular: Lily James, Christopher Plummer, Jai Courtney Türü: Gerilim, casus Vizyon Tarihi: 14 Temmuz Dunkirk 2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Nazi Almanyası düşmanlarına karşı üstünlük sahibidir. Mayıs 1940’ta İngiltere, Kanada, Fransa ve Belçika’ya ait müttefik ordularından 400 bin asker, Fransa’nın İngiltere’ye çok yakın Dunkerque (Dunkirk) bölgesinde, Alman Ordusu tarafından tamamen kuşatılmıştır. Almanlar bu askerleri hava bombardımanlarıyla yok etmeyi planlarken, İngiliz Başbakanı Churchill’in yönlendirmesiyle askerleri kurtarabilmek için çok tehlikeli ve hayati önem taşıyan bir tahliye operasyonu başlatılır. Film, 2. Dünya Savaşı’nın seyrini etkileyen olaylardan Dunkirk Tahliyesi’ni karadan, havadan ve denizden farklı bakış açılarıyla izleyiciye aktarıyor. Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Tom Hardy, Cillian Murphy, Mark Rylance Türü: Savaş Vizyon Tarihi: 21 Temmuz Atomic Blonde Antony Johnston’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmde, Charlize Theron’u ölümcül bir suikastçı olarak izliyoruz. Lorraine Broughton, kaçış ustalığı ve yakın dövüşteki yeteneğiyle ün salmıştır. Soğuk savaş sırasında bir ajanın öldürülmesini araştırmak için Berlin’e gönderilir. Berlin istasyon şefi David Percival ile işbirliği yapan Broughton, gerilim dolu büyük bir maceranın içinde bulur kısa sürede kendini. Çok geçmeden bir tuzağın içine çekildiğini anlayacaktır. Yönetmen: David Leitch Oyuncular: Charlize Theron, Sofia Boutella, James McAvoy Türü: Aksiyon, gerilim, casus Vizyon Tarihi: 28 Temmuz TRT VİZYON 85 KISA KISA “Onur Ödülü” alacak ustalar belli oldu 9-16 Kasım 2017 tarihleri arasında yenilik ve sürprizleriyle 7. kez sinemaseverleri bir araya getirecek olan Malatya Uluslararası Film Festivali’nin bu yılki Onur Ödülü sinemamıza büyük emek vermiş, birbirinden değerli üç ustanın olacak. Rol aldığı pek çok önemli filmle hafızalara kazınan, usta oyuncu Halil Ergün, seslendirdiği unutulmaz şarkılarla Yeşilçam’a renk katan Belkıs Özener, kendine has duruşu ve filmleriyle Türk sinemasında derin izler bırakan yönetmen Mesut Uçakan… Üç usta emektara da 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde “Kristal Kayısı / Onur Ödülü” takdim edilecek. Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma bölümünün bu yılki ana kategorileri “Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması”, “Uluslararası Uzun Metrajlı Film Yarışması”, “Ulusal Kısa Metrajlı Film Yarışması” ve “Uluslararası Kısa Metrajlı Film Yarışması” olarak belirlendi. Bu yıl ilki gerçekleştirilecek “Malatya Film Yapım Desteği” kapsamında ise iki uzun metrajlı filme yapım desteği sağlanacak. 7. Malatya Uluslararası Film Festivali ile ilgili detaylı bilgi ve başvuru için festivalin resmi internet sitesi malatyafilmfest.org.tr adresini ziyaret edebilirsiniz. En iyi kısalar burada 19-29 Mart 2018 tarihleri arasında 14. kez düzenlenecek Akbank Kısa Film Festivali için başvurular başladı. Geçtiğimiz yıl 52 ülkeden toplam 1055 filmin başvurduğu yarışma ulusal ve uluslararası olmak üzere iki ayrı kategoride gerçekleştirilecek. Yarışmayı kazanan filmler, Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki üniversite kampüslerinde düzenlenecek “Ödüllü Filmler Üniversitelerde” etkinliği kapsamında izleyiciyle buluşacak ve 5.000 $ ile ödüllendirilecek. 14. Akbank Kısa Film Festivali, “Festival Kısaları”, “Dünyadan Kısalar”, “Kısadan Uzuna”, “Deneyimler”, “Belgesel Sinema”, “Perspektif” “Özel Gösterim” ve“Akbank Kısa Film Forum” bölümleri yurt içi ve yurt dışından geniş katılımlı atölye çalışmaları ve söyleşileriyle her zaman olduğu gibi yine sinemaseverlere keyifle izleyecekleri bir program sunacak. Yarışma ile ilgilenenler, 14. Akbank Kısa Film Festivali’nin başvuru formlarına www. akbankkisafilmfestivali.com ve www.akbanksanat.com adreslerinden ulaşabilecekler. Rocky efsanesinin yaratıcısından kötü haber “Rocky” ve “Karate Çocuk” filmlerin yönetmeni John G. Avildsen, bir süredir savaştığı kansere yenik düşerek 81 yaşında hayata veda etti... John G. Avildsen, 1976 yılında çekilen “Rocky” filmiyle En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu dallarında Oscar Ödülü kazanmıştı. 1 milyon dolar bütçeyle 28 günde çekilen film, döneminin en büyük gişe başarılarından birini yakalamıştı. Yönetmen ayrıca 1984 yılında gösterilen ve kült filmler arasına girmeyi başaran “Karate Kid” filmi ile de büyük bir başarı elde etti. Rocky filminin yıldızı Sylvester Stallone, sosyal medyadan yaptığı açıklamada, Avildsen’in ölümünden duyduğu derin üzüntü için “Her şeyimi Avildsen’e borçluyum. Tutkusu, sabrı ve cesaretiyle hayatımı değiştirdi.” değerlendirmesinde bulundu. Dram içinde dram 1950-1953 yılları, Kore Savaşı… Değişen ve kaybolan hayatlara rağmen değişmeyen sınır çizgileri ve hiç tanımadığı bir coğrafyada ne için savaştığını bile bilmeyen Türk askerler… Muharrip Gazi Süleyman Astsubay’ın öyküsünden esinlenerek uyarlanan ve Kore Savaşı’nda yaşanan gerçek bir hikâyeyi anlatan “Ayla” filmi, Ekim ayında izleyicisiyle buluşuyor. 1950 yılında savaşta yer alan Süleyman Astsubay savaş meydanında küçük bir kız bulur. 5 yaşındaki bu Koreli kız yetimdir ve nereye gideceğini bilmemektedir. Astsubay kızı yanına alır ve Ayla ismini verir. Kısa sürede birliğin neşesi haline gelen Ayla ile astsubay kısa sürede baba-kız gibi olurlar. Ancak 15 ay sonunda birliğin Türkiye’ye geri dönme kararı çıkar. Ayla’yı bırakıp dönmek istemeyen Süleyman Astsubay her yolu denese de Kore kanunlarını aşamaz. Küçük kızı geride bırakmak zorunda kalan Süleyman ve yetimlere uygulanan sisteme dâhil olarak yetimhaneye verilecek olan Ayla son vedalarında tekrar bir araya gelmeye söz verirler. Ama ikilinin yeniden buluşabilmesi için çok uzun yıllar geçmesi gerekmektedir. Filmin oyuncu kadrosunda ise göz dolduruyor. Çetin Tekindor, İsmail Hacıoğlu, Murat Yıldırım, Ali Atay, Taner Birsel, Damla Sönmez, Kim Seol ve Lee Kyung-Jin. 86 TRT VİZYON AYRAÇ Mine Sultan ÜNVER / mine.unver@trt.net.tr İnsan öldürme teknikleri sakıncalı görülen yazar! Yarattığı kahramanlar kadar gizemli bir yazar. Kim olduğunu yalnızca yayıncısı, nerede olduğunu ise yalnızca kendisi biliyor. Şu anda hangi adreste oturduğu ise herkesten gizli... Herkesin kimliğini merak ettiği yazar bu kez Bask bölgesini mekan seçmiş romanına. Kahramanları ekseninde Bask kültürünü anlatmış. Genç bir doktor Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde hayatının ilk aşkını yaşıyor. Ve bu sıra dışı tecrübesini İkinci Dünya Savaşı öncesinde anımsadığı şekliyle anlatıyor. Klasik, romantik bir konusu var. Ancak yazar hikayenin ritmini sonlara doğru arttırmış, ters köşelerle, satır aralarında kalan ayrıntılarla okuyucusunu özellikle yarıdan sonra sürüklemiş. Son 15-20 sayfada ise şaşırtmayı, düşündürmeyi, onca sayfada fark edilmeyen ayrıntıları yeniden bilme isteğini hissettirmeyi başarmış. İtiraf etmeliyiz ki en güçlü karakterler ana kahramanlar değil. Asıl sözleri söyleyen, okuyucuyu en derinden vuran kişi, genç doktorun yanında çalıştığı, zeki, görmüş geçirmiş, sanki hayatın sırrını çözmüş olan sivri dilli yaşlı doktor. Bir diğeri ise Katya’nın ikizi olan ağabeyi Paul. Doktor ve ağabey zeka olarak öyle benziyorlar ki belki de bu karakter benzerliği Trevanian’ın eksik kaldığı bir durum diye düşünülebilir. Roman, bir aşk romanı görüntüsünde fakat aslında insan ruhunun derinliklerine iniyor. Umulmadık dönüşlerle sürprizli bir son hazırlıyor. Kitabın genel olarak psikolojiksosyolojik tespitlerini, betimlemelerini okumak oldukça zevkli. Satır aralarındaki ipuçlarını yakalayabilirseniz muhteşem bir eser. Romanın son sayfasındaki son cümlede ise tüyleriniz ürperebilir... Romandan; “…Çünkü hayatımın o döneminde her şeyi yapabileceğimi sanmaktaydım. Henüz hiçbir şeye teşebbüs etmediğim için kendi yetersizliklerimden haberim yoktu.” “Taşı kese biçimindeki çantasına, ötekilerinin yanına koydu, elindeki büyük çantaya attı. -Bana dünyayı vermekte olduğunuz hiç aklınıza gelmiş miydi… parça parça olarak?” “Bana sorsan dışarıda, açık havada yemek yemek, kalabalık bir bulvarda cinsel ilişkide bulunmak gibi bir şey. Temel biyolojik ihtiyaçlar tenhada karşılanmalı.” “Dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. Kendi işleyemeyecekleri, işleyemecekleri günahlar. Çünkü cesaretsizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. Biz de bu eksikliklere namus diyoruz.” 88 TRT VİZYON TRT VİZYON 65 Vizyon 39