Hayat Kurumunda Stajyerlik Stajyer, arkamızda bıraktığımız seneye damgasını vuracak bir De Niro filmi. Film beni, Robert De Niro’nun yaşlanmış olduğu gerçeğiyle yüzleştirdi. Ama öyle çekilmez ihtiyar yaşlanması değil de sempatik, tonton bir yaşlanma olmuş. İşte böyle yaşlanılır dedim, ne karizmanızdan ne de yakışıklılığınızdan ödün vereceksiniz, en önemlisi de ağırlığınızı koruyacaksınız. Şimdi soracaksınız neden De Niro’nun özel hayatından bahsediyoruz. Çünkü film tam olarak; “De Niro’nun yaşlılığıyla ne tarz bir film çekebiliriz?” tadında. Sonuç ortada, gülerek ve düşünerek geçirdiğimiz keyifli bir iki saat. Bu film, her gün arabada giderken radyoda çıkan bir reklamı anımsatıyor. Medyayla ilgili bir reklam; oğul babaya soruyor, “Babacım senin deneyim ve tecrübelerinden faydalanmaya ihtiyacım var.” ve baba medyayla ilgili bir şeyler söylüyor. Stajyer’in bu reklamı gözümde somutlaştırdığını söyleyebilirim. Yirmili yaşlarımızın başında başarılı olmayı, çok para kazanmayı hayal ediyoruz. Bazılarımız bunu becerebilirken, bazılarımız maalesef gençlik hayallerini gerçekleştiremiyor. Olay da tam olarak bu aslında. Film; De Niro’nun, gençlik hayallerinin bir kısmını gerçekleştirmiş ve bazı heveslerinin de hala peşinde koşan genç bir kadının hayatına girip, ona altmışlı yaşların tecrübesiyle neyin önemli olduğunu göstermeye çalışması üzerine kurulu. John Lennon’ın oldukça ünlü bir sözü var; “Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sordular. Ben de onlara 'Mutlu olmak istiyorum' diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, hayatı anlamadıklarını söyledim.” 1990’lı yılların çocukları çok ciddi bir hedef ve hayal sorunsalı içerisinde. Gerek filmler olsun, gerek topluma ‘emsal temsil eden’ ünlü kişiler olsun, bu neslin etrafına baktığında gördüğü şey para, şöhret ve güç. Dolayısıyla elde etmek istedikleri şey de para, şöhret veya güç. Bu nesil, evladına “Oğlum tıp oku, kurtar kendini.” diyen bir annenin bilinçsizliği ile şekillenmiş durumda. Bu film bana somut olan kavramlara kıyasla bazı soyut kavramların insan için çok daha değerli olabileceğini hatırlatıyor. Kapitalizm furyasına öyle bir kapılmışız ki, lüks bir restoranda havalı bir yemek yemeyi parkta bir yürüyüşe tercih eder hale gelmişiz. Düşününce oldukça trajikomik bir durum. Zamanımız ve enerjimiz var iken bunu para sahibi olmaya harcıyoruz. Paramız ve enerjimiz var iken bunu gelecekte ki zamanımızı kazanmaya harcıyoruz. Paramız ve zamanımız olduğu noktada enerjimiz kalmamış oluyor. Hayatımızın her noktasında oradan buraya koşuşturuyoruz ve her noktada bir mutlu olma şansını kaçırıyoruz. Hâlbuki o kadar basit ki aranan şeyi bulmak. Bir çocuğun gülümsemesinden tutun, ilkbaharda yeni yeşermiş bir çiçeği görmek bile mutlu olmak için yeterli. Aslında burada anahtar kelime koşuşturmak. Hep bir ilerlemenin peşindeyiz. Bir iş sahibi oluyoruz. Bütün mesele terfi etmek oluyor. Patron oluyoruz. Konu, “Şirketi nasıl büyütebiliriz?” oluyor. O arada bir yerde çoluk çocuğa karışıyoruz. “Çocuklara nasıl bir gelecek bırakabiliriz?”. Liste uzayıp gidiyor. Lakin hayat sadece bir noktaya kadar uzayıp giden listeye ayak uydurabiliyor. Bazıları listelerinde ki birçok hedefi yerine getirebilirken, bazıları tünelin ‘sonundaki ışığı’ listenin belki de çok başlarında iken görüyor. Burada ilginç bir kavram ortaya çıkıyor; ölüm. Yolumuz devam ederken, bir yoldaşımızın yolun sonuna geldiğini görmek, neden yaratması gereken etkiyi yaratmıyor? Hâlbuki az önce bahsettiğim süreklilik ve ilerleme arz eden bu anlamsız döngüden çıkmamıza ya da en azından böyle bir döngünün farkına varmamıza sebep olmamalı mı, bu uyanış? Kendi adıma konuşacak olursam, maalesef ‘zaman’ beni ölümle çok sık yan yana getirdi. Bundan ötürüdür belki, uzun zamandır kafamı kurcalayan bir soru var ve bu filmle beraber bu sorunun tekrar gündeme geldiğini söyleyebilirim. Neden herkes kalıcılık peşinde? İnsanların arkalarında bir şeyler bırakmak için yaşadığını gözlemliyorum. Aynı insanlar yarın için bir taş dikmek adına, ‘bugünü yaşamamayı’ tercih ediyorlar. Bunu komik buluyorum. Hayat felsefi açıdan bakıldığında oldukça yalnız bir kavram. Yeni doğan bir çocuk için uzun bir süre etrafında ki birçok şey anlam veremediği cisimlerden ibaret. Onlarca insanla dahi çevrili olsa yine de orada, o anda yalnız. Çocuk büyüyor ve evleniyor. Belki çocukları oluyor. Ama gerçekçi olmak gerekirse herkes biraz kendi içerisinde yaşıyor ve hala yalnız. O çocuktan başka hiç bir şey, ondan daha gerçek değil. Lakin çocuk kendi mutluluğu ve kısıtlı zamanı pahasına etrafında ki insanlar için yaşıyor ve ölüyor. Hâlbuki her anını, De Niro gibi sosyal olduğu kadar da kendi içerisinde ve kendi mutluluğunun peşinde, etrafa gülücükler saçarak geçirme fırsatına sahip.