Sunulan Bildiriler Presented Proceedings CENNET’ĠN MEKÂN DEĞĠġĠMĠ: YAġAM KALĠTESĠNĠ ARTTIRMA ÇABASINDA TÜRKĠYE PRATĠĞĠ1 Mazhar Bağlı ÖZET İnsanın bu dünyadaki temel girişimlerinden birisi içinde bulunduğu çevreyi dönüştürmektir. Bu istek kendisini sanat ve ideoloji/din ile somutlaştırır. Her toplum yaşam kalitesini arttırmada bu alandan devşirdiği referansları kendisi için bir kılavuz olarak görüp geleceğini kurar. Ancak kendine özgü değerlerinden uzaklaşan toplumlar nereye gideceği belli olmayan yolcular gibidirler. Şairin de dediği gibi “nereye gideceğini bilmeyen artık kaybolmuştur”. Türkiye toplumunun yaşam kalitesini arttırmada giriştiği çaba, değişik sosyo ekonomik dinamiklerle kurulan bir yapıya sahip olması dolayısıyla arabesk bir durum arz etmektedir. Bundan kurtulmanın en görünür yolu da sahip olduğu düşünce ve estetikten özgün bir söylem geliştirebilmektir. Bu dünyaya ilişkin her bir kurgu kendi başına bir söylem olmakla beraber içinde sonsuzluğa ilişkin kimi imalar da barındırır. Bu düşünce, evreni maddi imkanların kurgusu olarak gören bir anlayış için ürkütücü olabilir. Türkiye’deki yaşam kalitesini arttırma girişimi de bu düşüncenin tehdidi ile kendine korunaklı bir alan oluşturabilme pratiklerine dayanarak farklı bir kurguya sahip olan ve o kurgudan hareketle cenneti bu dünyaya taşıyan farklı bir medeniyete öykünen bir çaba içerisinde kendini konumlandırmaktadır. Başkasının cennetinde yaşamaya çalışmaktadır. GĠRĠġ İnsanın en temel güdülerinden biri cinsellik diğeri de ölümsüzlüktür. Ancak canlıların tarihi bize göstermektedir ki her canlı ölümlüdür. Cinsellikle ölüm, hazzın doruğuna ulaşma adına birbirine en yakın ve en uzak iki farklı durumdur. Ölüm esnasında salgılanan uyuşturucu ile cinsel birleşme esnasında salgılanan uyuşturucunun aynı olduğunu iddia eden anatomistler de zaten bu iki durumu ontolojik olarak aynı kategoride görürler. Bu durumun bir tezahürü olarak da canlıların ölümsüzlük isteği, kendisini üreme ile dışsallaştırıp gerçekleştirmek ister. İnsandaki cinsel dürtüyü de sadece üreme içgüdüsü ile açıklamak cinselliğin hazla ilgili olan kısmını bertaraf edebilir. Aslında insanoğlu kafasındaki ebedilik sorununu bu yolla kotarmak ister. Bu sorunun kotarılmasında bir diğer konu da öte dünyaya, sonsuzluk veya ideler dünyasına olan inançtır. Gerçekte böyle bir mekânın olup olmadığı bu çalışmanın konusu DEĞĠL ANCAK, ÖTE DÜNYA ĠNANCI TEMELDE KUSURSUZLUK ÖZLEMĠMĠZĠ DE SOMUTLAġTIRAN VE ONA YÖNELĠK PRATĠKLERĠ DE BELĠRLEYEN BĠR DÜġÜNCEYE DAYANIR. HER TOPLUMUN KENDĠNE ÖZGÜ BĠR “ÜTOPYA” ANLAYIġI VEYA KUSURSUZ TOPLUM MODELĠ VE PRATĠĞĠ VARDIR. GÜNLÜK YAġAMDAKĠ TOPLUMSAL ĠLĠġKĠ BĠÇĠMĠNĠN KOġULLARINI DA BELĠRLEYEN BU DÜġÜNCE, TEMELDE ĠNSANIN BU DÜNYAYI DAHA YAġANABĠLĠR KILMA ARZUSUNA DÖNÜġÜR. BU ANLAMDA TÜRKĠYE’NĠN SAHĠP OLDUĞU ÜTOPYA VEYA CENNET ANLAYIġIN BU DÜNYAYA NE KADAR YANSIDIĞI, GELECEKTEKĠ YAġAM KOġULLARININ YÜKSELTĠLME PRATĠKLERĠNĠ DE BELĠRLEYECEKTĠR. DIġ DÜNYA ĠLE ARAMIZDA KURDUĞUMUZ BAĞ, SADECE BĠZĠ VE DIġARISINI ĠLGĠLENDĠREN BĠR DURUM DEĞĠL, AKSĠNE HEM BĠZĠ HEM DIġ DÜNYAYI HEM DE GELECEKTE NASIL BĠR YAġAM STANDARDI ARZU ETTĠĞĠMĠZĠ BELĠRLER. BU ĠSE KENDĠMĠZE VE YAġAMIMIZA VERDĠĞĠMĠZ DEĞER VE ÖNEMLE BELĠRLENECEKTĠR. SAHĠP OLDUĞUMUZ KÜLTÜREL HAVZA VE DÜġÜNCE BĠÇĠMĠ BUNUN ROTASINI BELĠRLEMEKTEDĠR. TOPLUMSAL DEĞĠġĠM TALEPLERĠ VE DĠNAMĠKLERĠ 1 Bu çalışma daha önce aynı isimle, Agenda-Avrupa Günlüğü Dergisinin, Yıl/Jahr: 5, Sayı/Heft:9, 2006 sayısında yayınlanmıştı. Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Universitesi İnsan ve Toplumbilimleri Fakültesi, Ankara. DE BU ÇERÇEVEDE ġEKĠLLENĠP TOPLUMSAL ĠLĠġKĠLERDE SOMUTLAġMAKTADIRLAR. Belirtmek gerekirse, toplumsal değişim, toplumsallığın en doğal varoluşsal biçimidir. Ve her toplumdaki değişimin temelde tek bir toplumsal olgu (ekonomi) ekseninde gerçekleşmesi dahi onun diğer toplumsal dinamiklerle (değerlerle) olan ilişkisini göz ardı etmeye neden olmaz. Bu anlamda Doğu Batı farklılaşmasında temel ayrım noktalarından birisi de değişim ve onun dinamikleridir. M. Heidigger’e göre; varlığa yönelik ilk soruları soranlar, Grek düşüncesinin mirasçıları olan Avrupalılardır. Varlığa ilk dokunanlardır ve onu da ancak ilk dokunanlar bilebilirler. Bu bağlamda Batılı toplumların, yaşamın bir çok alanına dair yeni dünyalık projelerin neşv-u nema bulmasına imkân sağlayan bu düşüncenin verdiği dönüştürme gücü ile zamana ve mekana uygun (günün koşullarına cevap verebilen) yeni sistemler oluşturmada görece bir başarı sağladıkları kolaylıkla görülecektir. Bilginin, gerektiğinde bir “toplum projesine” dönüşmesini de dolaylı olarak mümkün kılan bu yapılanma dış dünya ile olan ilişkide “insana” önemli bir potansiyel sağlamaktadır. Paradigmatik bir tarza dayanan bu durum, yöntemsel bir girişim olarak da kendini dışa vurmaktadır: Dış dünyanın anlaşılmasını mümkün kılan “yöntem” ve onu dönüştürmeyi sağlayan “teknik”. dünyayı insan düşüncesi etrafında oluşan bir anlayış temelinde kurmayı, başka bir ifade ile yaşam için kolaylaştırmayı öngörmüştür. Yöntem ve tekniğin en büyük kazanımı ise, dünyayı daha da yaşanabilir bir şekilde yorumlamak ve dönüştürmektir. Nitekim Newton’un yer çekimi yasası ile termodinamiğin kanunlarını keşfetmesi, yeni bir evren ve ben anlayışına neden olmuştur. Mağrur ve muktedir olma durumunu ebedileştirmiştir. İnsanın bu dünyadaki var olma nedenini kazanma ve kaybetme üzerine kuran bir anlayışın da doğmasına neden olmuştur. Bu anlamda modern Batı düşüncesinin belki de en can alıcı tarafı hep kazanma üzerine kurulu bir eğitimden besleniyor olmasıdır. Bu sistem, eskilerin deyimiyle “kerameti kendinden menkul” bir “birey”in varlık bulmasına neden olmuştur. Her ne kadar A. Giddens gibi kimi düşünürler, modernleşmeyi belli bir zaman ve mekanla sınırlı bir dönüşüm hareketi olarak değerlendirmeseler de kimi toplumların bu dönüşümden uzak bir yapılanmaya sahip olduklarını söylemek mümkündür. Çünkü her toplumun dayandığı düşünsel arka plan tamamen farklı argümanlara dayanmaktadır. Bu anlamda Doğu toplumlarının anılan niteliklere sahip bir “ben”lik düşünceleri var mıdır? Sorusu esasında ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Kısmen faşist bir eğilimi de içinde barındıran bu düşünce birçok batı düşünürünün de sahip olduğu genel bir eğilimdir aslında. Sözgelimi Hegel, bu anlamda doğu toplumlarının özgün bir benliğe sahip olamadıklarını iddia eder. Ona göre doğudaki bireylerin bir benlik bilincine sahip olmaları sahip olunan temel yapısal faktörlerden dolayı hep engellenmektedir. Doğuda kişisel özgürlük ve insanın bireyselliği hakkında hiçbir kavram değişmemiştir yönetici kendisini tanrının temsilcisi görür ve tanrıdan aldığı yetki ile hükmeder (Turner, 1991:21). Yönetim-organizasyonun tanrıdan alınan yetkiye dayalı olması ve ilahi kaynaklı olması ona karşı talepleri ve beklentileri de belirlemektedir. Bu belirlenimin en somut biçimi ise öte dünya kurgusunun bu dünyadaki pratiklerle dönüşmesidir. Burada belki de konuyu karmaşık hale getiren asıl olgu ile karşılaşırız; öte dünya kurgusunun inanç dışı konularda bu dünyada neden olduğu planlama ve dönüştürme pratikleri. Yani, dini düşüncenin doğrudan içine almadığı konuların da dini bir alan olarak görülmesi veya gösterilmesi sorunu. Bu planlama ve dönüştürmenin somut olarak görüldüğü alanlar ise, devlet yapısı, teknoloji ve sanayileşmedir. Ancak bizim burada dikkat çekmek istediğimiz Weberyen anlamda bu alanların hepsini belirleyen düşünce/zihniyettir. Çünkü yüksek katma değere sahip üretimin alt yapısı burada şekillenmektedir. Bunu şekillendiren dinamikler ise, kendini gündelik yaşamda dışa vurmaktadır. Bu anlamda Türkiye, hem teknolojik olarak hem de sanayileşmiş olmak bakımından heyecan verici bir konumda olamamıştır. Çünkü, Doğu toplumlarındaki cennet anlayışı, bu dünyayı doğrudan somut bir olgu olarak içermemektedir. Her ne kadar bu dünya öte dünyanın tarlası olarak tanımlanıyor olsa da, esasında bu dünyanın mamur edilmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü esas vurgu yine öte dünyayadır. Cennetin Mekan Değişimi; Hayatı Yaşanabilir Kılma Çabası Modern düşünce, sahip olduğu rasyonellik ve yöntemsel paradigma ile insanın dünyaya yönelerek her şeyi bilinebilir (rasyonel) bir alana dahil ettiğini öngörüp, bilinmeyen alanların varlığının dahi artık bir gizeminin kalmadığını iddia eder. Belki biz her şeyi bilmiyoruz ama, dış dünyanın artık bilinemeyen nedenlere bağlı olmadığını biliyoruz. Bu düşüncenin verdiği öz güvenle gerçekleştirdiğimiz her tür çaba, aynı zamanda metodolojiye de öncülük eden esas düşüncenin oluşmasına neden oluştur. Bir “doğa kitabı metaforu” etrafında yoğunlaşan amprik birikimler, metodolojinin devşirilen bilgilerle biçimsel bir benzerlik göstermesine neden olmuştur. Modernleşmenin indirgemeci anlayışı, eksik kalan şeyleri içine alacak bir bütünlüğe vurgu yapmayı zorunlu kılmış ve o da “geçmişin bilinmedik semantik alanını yapılaştıran yeni bir mantık”la sağlanmaya çalışılmıştır. Bu mantık, dünyanın artık eskisi gibi okunmasını ortadan kaldırmıştır. Çünkü fiziksel, kültürel, toplumsal ve siyasal alanlara ilişkin temel yargılar altüst olmuştur (Jeanniere, 1993:16). Descartes, geometrik figürlere sayısal bağıntılar uygulayarak cebir ve geometri arasındaki ilişkiyi kurmayı başardı ve onun bu başarısı mutlak kesinliğe sahip bir doğa bilimini kurmasını sağladı. Daha doğrusu ona bir yöntem kazandırdı (Descartes, 1989:174). Zaten kendisi, asıl hedefinin bu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir: "Ömrümün geri kalan zamanını, hekimlik için bu güne kadar elde bulunan kurallardan daha emin bazı kurallar çıkarabilecek bir kaç tabiat bilgisini elde etmekten başka bir şeye sarf etmeyeceğimi söylemek isterim" (Descartes, 1989:80). Batı düşüncesinin varmış olduğu bilimsel düşünce, akıl ve metodoloji, Sokrates ve sofistlerden sonra Descartes tarafından ortak bir payda olarak temellendirilmiştir (Mannheim, 1992:151). Kısaca Descartes, önce bütün insanların (ruhların) gerektiği gibi akıllarını kullandıkları zaman doğru hüküm verebilecekleri potansiyeline sahip olduklarını vurgulamıştır. Eğer sağlıklı bir metodoloji takip edilirse bu potansiyeli pratiğe aktarmak mümkündür. Metodun kullanılması da bir ahlakı gerektirir. Bu ona bir düzen sağlayacaktır. Nitekim metot, şaşmaz ve doğru kurallar manzumesidir. Ona riayet eden hiç bir zaman doğruyu yanlışa tebdil etmeyecektir. "Tabiatımızı en yüksek olgunluk derecesine yükseltebilecek evrensel bir ilmin tasarısı"nı bulmak, kesin, kolay, verimli ve bilge bir metotla mümkündür. Önce hekimlikle bu işe başlayan Descartes, fizik'le sonuca varır. Fizik kurallarını keşfeden Descartes, bunlardan sağladığı bilgiyi insanların faydasına sunmayı ahlakî bir sorumluluk olarak görür. İnsanların işini kolaylaştıran makine ve aletler yapmayı düşünen Descartes, hayatının sonuna doğru bilginlerle teknikçiler arasında sıkı bir işbirliğine dayanan bir teknik okul kurmayı da düşünmüştür" (Descartes, 1989). Descartes'in varmış olduğu sonuç bir sürpriz değildir. Tabiatı anlamanın yolunu "fizik"e indirgediğinizde bu sonuç kaçınılmazdır. Dış dünyanın "şeyleştirilmesi"yle sonsuz sayıda şeylerin varlığına giden bu yol, kıyas (analoji), tümdengelim ve tümevarım tekniklerine başvurularak sınırlandırılmıştır. Böylece de doğa, tüm sınırlılıkları ve kapsamı ile insanın lehinde olabilecek bir tanım ve dönüşmeye tabi olmaktadır. Aynı zamanda bu durum, hiçbir metafizikî kaygı duymaksızın (metafizikten arındırılmıştır çünkü) onu (doğayı) tanımlamayı da beraberinde getirir. Newton, Aristo’dan beri var olagelen doğa anlayışını 2 köklü bir biçimde değiştiren yasaları keşfederken dış dünyanın iç yüzünü önümüze bir kitap gibi serdiğini iddia eder. Artık insan istediği her şeyi yapabilir/bilebilir. Eğer her arzu ettiğimizi gerçekleştirecek yetkinliğimiz ve imkânlarımız varsa neden “kusursuzluğu” sürekli bizden uzaklaştırmak isteyen din ve ütopya/dinlerin aksine onu hemen şimdi aramıyor veya kurmuyoruz? Bu soru, insanı inanılmaz bir biçimde bu dünya ile muhatap kılmakta ve bu dünyanın “dört başı mamur” bir mekân olarak yapılanmasına ve kurgulanmasına doğru bizi götürmektedir. Bunu kısaca “cennetin mekân değişimi” olarak da ifade etmek mümkündür. Her düşünsel çabanın göstermiş olduğu ideal yapı, az ya da çok, bu kusursuzluğa dair imalar içerir. Bu imalar veya bu yöndeki vurgu, esasında yaşamı kolaylaştıran enstrümanların üretilmesine de önemli ölçüde katkıda bulunur. Avrupa’daki Rönesans hareketini de bu açıdan okumak gerekir. Rönesans, hem bilgi anlayışının sanata olan etkisi hem de inancın dönüşüm sürecidir. Tarih için tasarladığımız ve kabul ettiğimiz özne ile tarihin gidiş rotası arasındaki varoluşsal zorunluluk, tarih okumasından çok tarih kurgusunu öne çıkarmaktadır. Bu da bizi değişimin yönü ve niteliği açısından doğrudan toplumsal tarihle muhatap kılmaktadır. Her toplumun sahip olduğu özgün toplumsal değerler ve normlar aynı zamanda o toplumun değişim ve dönüşüm kalitesini/kazanımlarını da ölçer. Toplumsal planlama ve toplumun elde ettiği katma değerin toplumsal sınıflara adil bir biçimde dağılımının sağlanması için toplumun geleneksel değerler ekseninde değil, bilimsel bir temelde açıklanması yaşamsal öneme sahiptir. Batı dünyası, uzun süre toplumun ürettiği refahın adil dağılımı konusundaki sorunlarla uğraşmış ve sonunda görece daha adil olduğu söylenebilen bir sosyal 2 Aristo’ya göre, alev (ateş), duman ve buhar gibi sıcak maddeler orjinleri olan güneşe kavuşmak için havalanırlar, katı cisimler ise, asılları olan toprağa kavuşmak için düşerler (Aristoteles, 2001:249). Newton bunu yerçekimi ve termodinamiğin yasalarına bağlar. sistemi kurmuştur. Bu sistem, esasında toplumsallığın bilimsel bir disipline konu olması ile somutlaşmıştır. Bundan dolayı da modern dünya için sosyoloji, çok ciddi boyutlarda işlevsel bir disiplindir. Fakat Türkiye gibi ülkelerde ise daha değişik bir işlev yerine getirir. Siyasalın dayandığı ideolojinin tarihsel ve toplumsal dayanaklarını ve meşruiyetlerini konumlandırmak. Bundan dolayı da ne yazık ki bu durum aslında bu disiplinin gelişip serpilmesini de ciddi anlamda engellemiştir Açıkça belirtmek gerekir ki diğer sosyal bilimler gibi sosyoloji de siyasal sistemin kendisine tanıdığı sınırlar çerçevesinde gelişebilme imkanı bulmuştur. Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışılmış ve siyasal ve toplumsal kurumları disfonkisyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmasının aracı olarak kullanılmıştır. Bir takım değerler kutsallaştırılmış, belirlenen doğruların altları çizilmiş ve bunlar değiştirilemez gerçekler olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır (Alkan, 1979). Gerçi bu uygulama evrensel bir nitelik taşır ve toplumsal olanın doğasında pratik bir zorunluluk olarak saklıdır. Ancak değişmeye karşı gösterilen bu direnç, zamanın değişen koşullarının doğru olarak algılanmasını zorlaştırmaktadır. Burada asıl sorun, zihniyet ve onu şekillendiren koşulları belirleyen faktörlerdir. Bu konu aslında doğrudan toplumsal analizde “anlamak” için büyük bir öneme sahiptir. “Zihniyet, bir çağın global kültürünün genel eğilimlerini ifade eden belirgin anlayış biçimlerini, bir de toplumla kesişme ve orada kazandığı yapı olmak üzere iki anlam taşımaktadır. Şüphesiz sosyoloji içim önemli olan ikinci kesittir” (Aydın, 1997:151). Esasında zihniyet veya dünyaya karşı takınılan tavır ve onu yorumlama bağlamı bizim bu dünyaya yüklediğimiz değeri ortaya koymakla beraber onu dönüştürme niyetimizi de içinde barındırır. Bu durumun bir birinden ayrılması da pek kolay olmaz. Siyasal yapıdan tutun da epistemolojik bakışa kadar birçok konu iç içedir ve bundan dolayı da konu aslında çoğunlukla stratejik bir arka plana da dayanır. Türkiye’de Durkheimci sosyolojinin aşılması konusunda yaşanan sorunları da bu anlamda değerlendirmek mümkündür, aynı zamanda bu mantığın aşılması konusunda neden büyük güçlükler çekildiği de anlaşılabilir. Belirtmek gerekirse, toplumsal değişim; toplumsallığın en doğal varoluşsal biçimidir. Ve her toplumdaki değişimin temelde tek bir toplumsal olgu (ekonomi) ekseninde gerçekleşmesi dahi, onun toplumsal dinamiklerle olan ilişkisini göz ardı etmeye neden olmaz. Zaten bu konudaki literatür de bir hayli zengindir. Bu bağlamda gerek ulusal geleneklerine, gerekse komşu uluslardan gelen etkilere duyarlı olan Batı toplumları değişik hızlarla gelişmiş/değişmişlerdir. Diğer kültürel havzalara göre Batıdaki değişim isteği ve talebi, devamlılık ekseninde sürer ve kendini eleştirdiği ancak hiçbir zaman ret etmediği bir tarihsel mirasın sahibi olarak görür. Bundan dolayı da içinde bulunduğu havzada görece daha büyük başarılar sağlamıştır; Çünkü Batı'nın kökleri bir yandan Yunan-Roma, bir yandan da Hıristiyanlığa iner. Yunan-Roma ile o, toplumsallığın ve hukukun ortak paydalarını ve paganist bir medeniyetin fikirlerini ve düşüncelerini, Hıristiyanlık ile de üniversal dinin derin ruhunu ve etiğini almıştır. Özellikle Hıristiyanlığın diğer ilahi dinler gibi bünyesinde taşıdığı içe dönme ve manevilik, bu bağlamda söylenenleri doğrular niteliktedir. Skolastik anlayışa yapılan "pagan aşı" batı dünyasının günümüze kadar devam edegelen temel karakteristiğinin oluşmasında etkili olmuş ve Batı’nın nispeten daha müreffeh bir konumda olmasını sağlayan da budur. Roma’dan hukuku, Grek’ten toplumsallığı ve Hıristiyanlıktan da ahlakı alıp harmanlayan batı, bu dünyayı mamur etme konusunda diğer medeniyetlerden daha ileri bir düzeye ulaşmış oldu (Aydın, 1997). Bütün bunlardan önemli olan bir özelliği daha var batı kültürünün: “Büyük kimlik arayışı dönemlerinde, Batı, gerçekten de, hep yüzünü dışarıya dönmüştür… Batı toplumları rönesansla birlikte (…), özellikle perspektifin ortaya çıkmasından sonra bireyi toplumsal gerçeklikte de, sanatsal üretimde de hep odağa yerleştirmişlerdir” (Kahraman, 1992:35). Doğu toplumları ise, kendilerine bir benlik bilinci kazandıracak olan temel yapısal faktörlere sahip olma noktasında gerekli referanslara dayanabilmesi bakımından ciddi sorunlar içindedirler. Kişinin kendi yeteneği ve becerisi ile kimliğini oluşturabilmesinin imkanları sınırlı sayıdadır. Bireye bir kimlik ve aidiyet duygusu veren, kişi dışı varlıklardır. Dolayısıyla da bu dış faktörler, kişinin katında da kişiden daha değerli ve belirleyicidirler. Başkasının adına yaşadığımız “hayat” ne kadar bize ait olabilir ki? Hüseyin Pala, Doğu Batı farklılaşmasını İbn-i Tufeyl’in Hayy Bin Yeksan’ı ile D. Defoe’nun Robinson’u temelinde tartışırken; asıl farklılığı oluşturan bağlamın; “tanımak” ve “kurmak” olduğunu söyler. Hayy’ın hikâyesinde ontolojik-metafizik bir soruşturma imkânı (kevn) bulurken, Robinson’un romanında hayatı kurma öne çıkar (Pala, 2004). Bu bağlamda verilebilecek bir örnek de Lavoisier’ın kafasının giyotinle kesilmesinden önce arkadaşına anlattıkları ile Ömer Seyfettin’in “Serini Vemeyen Şehit” hikayesidir. Lavoisier, kendisine verilen giyotin cezasının infazına götürülürken çok yakın bir arkadaşına şöyle der: -Birazdan öleceğim; fakat benim fikrime göre insan beyni, kafa gövdeden ayrıldıktan sonra bir süre işler. Giyotinle kafam kesildikten sonra bak! Gözlerimi iki kere açıp kapayacağım. Rivayete göre Lavoisier, kafası kesilip yere düştükten sonra gerçekten gözlerini iki kere açıp kapar. İkinci olay ise Ömer Seyfettin'in Peşevi tarihinde rivayet edilen bir olaydan hareketle kaleme aldığı "Serini Vermeyen Şehit" hikayesidir. Bilindiği gibi bu öyküde Ömer Seyfettin, bir savaşta beraber cenge giden iki "meczub-derviş" ten birinin kafasının düşman tarafından kesilmesi ve diğerinin “-canını verdin bari kafanı verme!” nidası sonrasında gelişen olağanüstü olaylar anlatılır. Bu sesleniş sonrası kafası gövdeden ayrılan beden, ayağa kalkıp yerden kafasını alır (Atlansoy,1998:32-33). Her iki darb-ı mesel de göstermektedirler ki, doğu toplumları ile batı toplumları arasındaki algılama tarzı ve bağlamı çok farklıdır. O halde her ikisinden aynı düzeyde bir ilerleme ve gelişme beklenmemelidir. TÜRK MODERNLEġMESĠNĠN SANAYĠLEġME ÇABASI: DIġ DÜNYAYI ALGILAMA VE DÖNÜġTÜRME PERFORMANSI Genel olarak modernleşme, Batı Avrupa merkezli olarak Orta Çağ’ın sonlarında başlayıp bugüne kadar devam eden ve sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda yaşanan büyük dönüşüm sürecini tanımlamak için toplum bilimciler ve tarihçilerin kullandıkları bir kavramdır. Geleneksel olandan köklü bir kopuşu ifade eden modernleşme, çok yönlü bir değişim ve dönüşüm sürecine işaret etmektedir. Bu bağlamda modernleşme; pozitivizm, ulusçuluk, kapitalizm, sanayileşme, kentleşme, laiklik, bürokrasi, uzmanlaşma ve benzeri süreçleri içermektedir. Bu nedenledir ki, modernleşme denilen çok-boyutlu kavram, farklı tanımlamalara konu edilebilmektedir. Sözgelimi, mantık ve etimolojide modernleşme, değişim geçiren toplum üyeleri tarafından yararlı, vazgeçilmez ve arzu edilir olarak kabul edilen uzun menzilli kültürel ve toplumsal değişimi ifade etmektedir. Tarihsel bir kavram olarak modernleşme ise, ekonomide sanayileşme ya da düşüncelerin sekülerleşmesi gibi hususlardaki değişimi içermektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, modernleşme yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Öte yandan modernleşme, coğrafi ve toplumsal hareketliliğin artışını; seküler, bilimsel ve teknik eğitimin yaygınlaşmasını; sunulan statüyü değil, başarılan/kazanılan statüye dönüşümü ve maddi yaşam standartlarının artışını da içermektedir. Tarihsel bir olgu olarak modernleşmenin merkezi yönü, insanın doğa güçleri üzerindeki denetiminin artmasıdır. Fiziki çevre üzerindeki denetimin büyümesine, toplumsal bağımlılığın artışı eşlik etmektedir. Öyle ki, insan, doğanın efendisi ve diğer insanların da kölesi haline gelmektedir (Rustow, 1964:3-4). Modernleşmenin ve buna ağlı olarak gerçekleşen sanayileşmenin genel içerimleri ve dayanaklarını dikkate alarak; Türk modernleşmesi ve sanayileşmesinin nasıl geliştiği, ne kadar yol aldığı ve neleri içerdiği konularına baktığımızda ise; bu alanlara ilişkin gelişme için gerekli olan alt yapıya sahip olup olmadığımız konusu tartışmalıdır. Siyasal yapının öngördüğü dinamikler veya temeller üzerinde yürütülmeye çalışılan değişim çabaları hep sorunlu olmaya devam etmiştir. Çünkü bu alanlar kendi başına varlık bulan ve oluşumlarına uygun toplumsal yapı veya girişim ruhu oluşturabilen olgular değildirler. Ekonomik gelişmenin dinamiği, ekonomik talepler ve icraatlar sonucu kendiliğinden oluşur. Batı toplumlarının en büyük avantajı işte tam da bu noktada kendini ortaya koymaktadır. Ekonominin öngördüğü değişim, seküler bir alana işaret etmektedir ve aslında bu da sorunların çözümü için kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle siyasal yapıyı da belirleme noktasında olduğu veya bu alanı da sınırlandırdığı için konu daha kolay anlaşılır ve tartışılır bir alana kaydırılmış olmaktadır. Ancak, Türkiye’de durum farklıdır. Gerek ekonomiye ilişkin belirlenimler olsun gerekse de belli dönemselliklere ait olan siyasal iktidarlar olsun hep konuyu başka bir alan veya bağlam içinde ele almayı tercih etme eğilimi içinde olmuşlardır. Bu ise, hem kurumsal olarak hem de toplumsal olarak var olan sorunların kaynağına ulaşmayı engelleyen önemli bir açmaz olmuştur. Bir bakan hakkında çıkan yolsuzluk iddiaları hukuki temelde değil, rejim (kutsal bir alan) temelinde 3, bir partideki liderlik yarışı4 da demokrasi ve bu kişinin yetkinliği veya potansiyeli bağlamında değil, başka bir alanda tartışılmaktadır. Kısaca adı hukuk dışı 3 Milli eğitim bakanı hakkındaki yolsuzluk iddialarının soruşturulma talebine karşı dönemin başbakanı Bülent Ecevit, “ bu rejime yönelik bir saldırıdır kimse Cumhuriyeti karşısına alamaz” demişti. 4 CHP’li Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün CHP Genel Başkanlığına aday olmak için yaptığı çalışmalara cevap veren CHP genel başkanı Deniz Baykal da; “Atatürk’ün koltuğuna adı yolsuzluklara karışan birisi oturamaz” diye karşı koyarak konuyu tartışılamayacak bir alana taşımıştır. olaylara (çetelere) karışan kamu görevlilerinin “kahraman” olduğu bir ülkede hangi toplumsal dinamiğin kendine meşru bir zemin bulacağı konusu belirlenemez ve bu belirsizlik hem siyasi olarak hem de toplumsal olarak dayanılabilecek “meşru” bir “ortak önerme”nin varlığını dışlayarak kendini ortaya koyacaktır. Adı hukuk dışı olaylara (ve çetelere) karışan kamu görevlilerinin kahraman olması da bu zeminsizlikten kaynaklanmaktadır zaten. Oy kullananlar arasında vergi veren insanların oranının yaklaşık %30 olduğu bir ülkede kamu harcamalarına ilişkin herhangi bir kaygı olabilir mi? Tüm bu pratikler, ülkede insan onuruna yakışır bir yaşamı sürdürebilecek ekonomik gelişmişlikten daha önemli olgu ve olayların var olduğu anlamına gelir ve insanların kendi yaşam standartlarında gerçekten bir iyileşme talebi içinde olmadıklarını gösterir. Başka bir ifade ile bireyler yöneticileri vatanseverlikle değil, onlara sağladıkları ekonomik ihtiyaçlarla değerlendirmedikleri sürece ekonominin bir sıçrama gerçekleştirmesi beklenemez. CUMHURĠYETÇĠ TOPLUM MÜHENDĠSLĠĞĠ Osmanlı-Türk modernleşmesi, Batılı modernliği betimleyen temel süreçleri (kentleşme, sanayileşme, kapitalizm, aydınlanma vb.) kendi dinamikleriyle keşfedip üretmeyen, Batı’nın uyarmasıyla5 inşa edilmeye çalışılan ve toplumda yegane egemen güç olan “Devlet” eliyle yürütülen “savunmacı”6 (defensive) bir değişim-dönüşüm sürecidir. Bu süreçte gerçekleştirilmeye çalışılan reformlar, sosyo-ekonomik yapıda yaşanan değişim ve dönüşümün tetiklemesiyle değil, değişimin gerekliliğini algılama konumunda olan merkezi otoriteyi elinde tutan güçlerin, çökmekte olan İmparatorluğu -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden diriltme ve güçlü hale getirme arayışının bir ürünü olarak belirmiştir. Gerçi sanayileşme, kurumsal işlevlerin alanlarını değiştiren bir potansiyeli hep içinde barındırır ama, maddi refahın öte dünyayı da içine alan bir etkinlik olarak görülmesi bizde yoktur hatta bunun tersi düşünceler daha çoktur. Gerçi burada itiraz edilebilecek bir nokta var; mutluluk psişik bir sorundur ve doğrudan maddi koşullara bağlı değildir. Kuşkusuz bu iddia haklıdır ancak, mutluluğun doğrudan bununla sağlandığının propagandası bu konudaki temel kodları değiştirmediği de iddia edilemez herhalde. Varsıllığın (varlıklı olmanın) dejenere edici etkisi hep korkutucu olmuştur bizim için. Varsıl olmakla ilgili olumsuzluklar, sinemadan edebiyata kadar birçok alanda defalarca dile getirilmiştir. Varsıl olmanın olumsuz bir durumu kaçınılmaz olarak kayıtladığı bir anlayışın egemen olduğu bir toplumda, doğal olarak maddi refahı arttırma ve yaygınlaştırma çabası hep sorunlu olacaktır. Cumhuriyet ideolojisi esasında birazda toplumda var olan bu geleneksel anlayışları bertaraf etmeyi amaçlar. Özellikle, geleneksel anlayışı temsil eden somut alan olarak görülen kılık kıyafet devrimi bu konunun en açık örneğidir. Nitekim konu, günümüzde de en çok tartışılan ve doğrudan (haklı olarak) Cumhuriyet ideolojisi ekseninde ele alınan bir sorun olarak devam etmektedir. Yeni rejim, kendisine uygun özneler yaratma çabasında bu alanı doğrudan bir referans olarak seçmiş olduğundan konunun insan hakları vs gibi eksenlerde ele alınmasını beklememek gerekir. Nitekim öyle de olmaktadır. Bu anlamda Cumhuriyetin temel amacı, yeni toplumsal değerler oluşturmak ve toplumu bunlara uygun davranan özneler haline getirmektir. Cumhuriyetin kuruluş yıldönümlerinde göstermelik bir coşku ile söylenen marşlarda7 da asıl vurgulanan bu değişimin nasıl olduğuna dair olan niyetlerin beyanıdır. Bu amaçla girişilen her çaba, aslında “ekonomik” ve “sosyal” değişimleri de beraberinde getirecekti fakat beklenen olmadı, ekonomik ve sosyal değişmenin yerini “ideolojik” değişim aldı. Bu duruma neden olan da tek parti dönemidir. İlk dönemlerde çağdaş dünyaya uyumlu bir zihniyet oluşturma çabası olan Cumhuriyet ideolojisi, İsmet İnönü başkanlığındaki CHP ile doğrudan sekteye uğratılarak söz konusu partinin yönetim kadrosunun “şahsi kaprislerinin” belirleyici olduğu bir politikaya dönüşmüştür. Zaten tek partinin meşru ve temsil yeteneğine sahip olduğunun kabul edilmesi 5 Batılı dinamiklerin uyarmasıyla harekete geçtiği için bu modernleşme modeline “uyarılmış” (induced) modernleşme de denmektedir (Bkz. SUGAR, Peter F.:“Economic and Political Modernization: Turkey”, Politacal Modernization in Japan and Turkey, der. Robert E. Ward ve Dankward A. Rustow, Princeton University Press, Princeton, 1964, s.148-149). 6 Bu kavramlaştırma için bkz. Rustow: s.353; Chambers, Richard L.: “The Civil Bureaucracy”, Political Modernization in Japan and Turkey, der. Robert E. Ward ve Dankwart A. Rustow, Princeton University Press, Princeton, 1964, s. 323; Huntington, Samuel P.: Political Order in Changing Societies, Yale University Press, London, 1968, s.154. 7 Çıktık açık alınla on yılda her savaştan On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan; başlı başına totaliter bir yapıdır. Bu yapı aynı dönemde bir toplum mühendisliği projesi olarak da hayata geçirilmeye çalışılmış, CHP’nin en çok bahse konu ettiği “Devletçilik” ilkesi olmuştur. Özellikle ekonomik kalkınma için devletçilik olmazsa olmaz olarak kabul edilmiştir. Her şeyin devlet eliyle yürütülmeye çalışılması vesayetçi anlayışın da temel bir politika olarak devletin derinlerine yerleşmesine neden olmuştur. Bugün dahi CHP’nin gelir dağılımındaki adaletsizlikten ve sosyal adalet ilkelerine uygun politikaların hayata geçirilmesi için gerekli çabalar göstermekten yani ekonomi ile ilgilenmekten çok “devletin güvenlik işleriyle” herkesten (özellikle güvenliği sağlamakla görevli resmi kurumlardan dahi) daha istekli bir biçimde ilgilenmesinin bu tarihsel oluşumla ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. CHP’nin tek parti olarak iktidarda olması da söz konusu politikaların ne kadar merkezi otoriteye bağlı olduğunu da gösterir. Kısaca Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğrudan bir devlet politikası olan “ekonomik refahın tüm toplum kesimlerine yaygınlaştırılması” sonradan sekteye uğramıştır. Nitekim M. Kemal Atatürk, 1923 yılındaki 1. İzmir İktisat Kongresinin açılışında yaptığı konuşmada ekonomik geriliğin giderilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda yapılacak olanlardan bahsederken öncelikli olarak “sanayileşme” için gerekli olan her tür alt yapının oluşturulması için yeni bir seferberliğin başlatıldığını ısrarla vurgulamış ve bu konuda da ciddi çalışmalar başlatılmıştır. Buradaki konuşmasında Atatürk, Osmanlının çöküşünün iktisadi analizini uzun uzun yaptıktan sonra, siyasi bağımsızlığın ve gücün tamamlanabilmesi için de “iktisadi kalkınmanın” mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgular ve artık, “kanaat tükenmeyen hazinedir” felsefesinden vazgeçilmesi gerektiğini söyler. Artık bu memleket; “fakir, hakir memleketi değil, zengin ve “çalışkanlar” memleketi olmalıdır”, der. Ancak sanayileşmeye yönelik çabalar temelde batıdan (yani sanayileşmenin kendi dinamikleri ve kazanımlarından) farklı bir “niyet” üzerine oturtulmuştur: “devletin zenginleşip güçlenmesi”. Batılı toplumlarda bireyin zenginleşip refah içinde olması gizli-açık bir niyet ve amaç olarak bu çalışmaların asıl dinamiğini oluşturur. Fakat Türkiye’deki Cumhuriyetçi seçkinler, bireyin zenginliğini devletin zenginliği için istemekte ve buna göre gerekli yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası Kanununun gerekçelerine bakıldığında da bu niyet açık bir biçimde görülecektir. Vurgulamak gerekirse, “Batılılaşma denilen sürecin ve onun bir ürünü olarak düşünülen kalkınmanın önündeki en önemli engel toplum değil, bu süreci bir savunma içgüdüsüyle sürekli denetim altında tutmak isteyen devletçi irade(CHP)dir” (İnsel, 1990:24-27) ve milli iktisat aslında Osmanlıdan beri devam ederek gelen patrimonyal gelenekleri barındıran düşüncenin ürünüdür ve asker-sivil bürokrasinin, denetim altına alınmış, güdümlü kumanda ekonomisinin usturuplu ifadesi olmuştur (İnsel, 1990:43-48) Kendi iç dinamikleri ile değişim ve dönüşümü sağlanamayan üretim ilişkileri ile üretim tarzı dayatılarak belli bir konuma veya tarza getirilmeye çalışılmasının 80 yıllık bilançosu, kişi başına düşen 3500 dolarlık milli gelirdir. Özetlemek gerekirse, iç içe geçmiş, teknik, ekonomi ve sanayileşme alanında meydana gelen her tür değişim ve anlayış, dış dünyanın algısını da dönüştürmektedir. Bu algı bizim bu dünyaya hangi pencereden baktığımızı ve onda neleri aradığımız ile orda neler inşa etmek istediğimiz ile örtüşen bir dinamiğe sahiptir. Cumhuriyetin doğrudan demokratikleşme yerine toplumsal değer ve norm üreten bir sistem olarak algılanması gerektiği konusu, ülkede bugüne kadar meydana gelen askeri darbeler ve bunlara karşı aydın-entelektüellerin takındığı tavırdan da anlamak mümkündür. Bu durumu “yönetim boşluğu” ve “ordunun demokrasiye bağlılığı” ile açıklamak, (Kongar, 1985:353-372) kamu otoritesini elinde bulunduranın bu otoriteyi genelde “adalet” olarak yorumlama eğiliminde olduğunu gösterir. BATI SANAYĠLEġMESĠNĠN DĠNAMĠKLERĠ: CENNETĠN BU DÜNYAYA TAġINMASI Avrupa ve diğer sanayileşen ülkeler, ekonominin sağlayacağı refahın sadece bu dünyada kalmadığı görüşünü de içine alan geniş bir refaha kavuşma talebi olarak algılanmasını sağlayan düşüncelere dayandırmışlardır. Nitekim Roma’da collegium bir mesleki örgütlenme birimi olarak dinsel içerikli devlet denetiminde hareket eden örgütlerdi (Kılıçbay, 2001). Bundan böyle dünyada ve cennette parayla satın alınamayacak hiçbir şey yoktur. Mali ve ruhani kazanç ile bağlantılı kelimelerdeki bu inanç, Colomb’un ağzından bir çok sefer zikredildi: “Altın mükemmeldir, altın hazinedir ve ona sahip olan kimse bu dünyada istediğini yapar ve cennetteki ruhlara yardım etmeye muvaffak olur” (Mumfort, 1996:20) Nitekim Max Weber de buradan hareketle neden kapitalizmin tarihin belli bir döneminde Batıda, özellikle de İngiltere’de doğduğunu irdelemeye çalışır. Weber, kapitalizmin doğuşunda Protestanlığın ve özellikle dünyevi çileciliğin tipik örneği olan Kalvinciliğin etkisini araştırır. Bulduğu sonuç olumludur. “Belirli bir dünya görüşü ile belirli bir ekonomik etkinlik biçimi arasında tinsel bir ilişki vardır.” Protestan ahlakı kavramı, esas olarak Calvin’ci bir anlayıştır ve 1647 Westminster Bildirisi metninden esinlenmiştir (Aron, 1989:367-380). Bu bildiri metnine göre dünyada yapılacak tüm işler tanrının şanı içindir. İnsanın görevi sürekli çalışmak ve dünyada tanrının hâkimiyetini kurmaktır. Kısaca weberyen anlayışa göre sahip olunan inanç veya dünya görüşü ekonomiyi doğrudan belirler ve ekonomide istenilen değişimin öncelikle bu alanlarla bağlantılı olarak ele alınması gerektiğini söyler. Kimi uzak Asya ülkelerindeki ekonomik gelişmelerin de bu bağlamda değerlendirilmesi mümkündür. Sözgelimi banka mimarilerinin bile refahı sağlayan tanrı figürleri şeklinde veya doğrudan onun şeklinde inşa edilmiş olması bu bağlamda anlamlıdır. Kendi öğretisi içinde kendi varlığını korumaktan emin olamayan Hıristiyanlık, Avrupa’da “devlet” gibi güçlü bir otoriteye yaslanarak kendini garantiye almıştır. Ancak bu tabi Hıristiyanlık için daha sonraları ciddi sorunların doğmasına neden olmuştur. Aynı zamanda azizlerin Hıristiyanlık öğretisi içinde kalarak tanrıya varmaktan aciz oldukları zaman da felsefeye ve Yahudilik 8 teolojisine dayanmışlardır. Her iki durum da sorunlu bir yapıyı doğurmuştur. Bugün İslam coğrafyasında rastlanan ve birçok ülkeyi totaliter rejimlere mahkûm eden, orada yaşayan kimi insanlar tarafından dahi tasvip edilmeyen “Siyasal İslamcılık” da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çok uzun süre devlet güvencesi ile varlığını sürdüren dini anlayış, özellikle de Sünni yorum, bu güvenceyi kaybetmeyi kendi sonu olarak görmektedir. Bundan dolayı da tüm alanları doldurmayı kendi varlığının güvencesi olarak değerlendirmektedir. Aslında dinler, kendi öğretileri içinde kendilerini koruyabilecek bir yapıyı kurabilirler ancak, bu birazda riskli bir koruma alanıdır. Çünkü Kant’ın da ifade ettiği gibi numen alanı çelişkileri içinde barındırabilen bir alandır. Dinleri böyle kırılgan hale getiren nedenlerden birisi de insanın sürekli soyut olanı somuttan hareketle anlama çabasının içine düşülebileceği sığlıktır. Kuşkusuz gerek geçmişte gerek günümüzde iktisadi yapılarla toplumsal yapılar ve bu yapıların dayandığı temel inanç ve kültür kodları arasında hem zorunlu hem de yapısal bir ilişkinin var olduğu tartışılmaktadır. Ancak bu ilişkinin tüm toplumlarda aynı tarzda olması beklenemez ve bu konuda izlenen politikaların ne kadar gerçekten bu ilişkiyi doğru bir biçimde kurup kurmadığı ise müdahaleci bir siyasal yapılanmayı ifade eder/doğurur. Türkiye, sahip olduğu kültürel mirasla sanayileşmeyi doğuracak bir girişim ruhuna sahip değildir. Batıdaki gelişmeye paralel bir gelişme göstereceğini beklemek yanlış olur. Nitekim Türkiye, kendisi ile beraber kalkınma çabasına girişen tüm ülkelerin (Japonya, G. Kore, gibi Uzak Doğu ülkeleri ile Romanya, Bulgaristan ve hatta İspanya ile kimi Doğu Avrupa ülkelerinin) çok gerisinde kalmış bir ülkedir. Bunun için de Türkiye’deki kalkınma dışarıdan yapılan yönlendirmelerle ancak mümkün olabilir. Buradan kastedilen IMF veya Dünya Bankası değil, daha çok insani amaçlar güden organizasyonlar bunu gerçekleştirebilirler. Türkiye, siyasal alanın aksine ekonomik alanda sahip olduğu kültürel ve tarihsel mirası sorgulamadan benimsemiş olduğundan bir türlü refahı arttıracak olan yüksek katma değerli bir üretim trendini yakalayamamaktadır. Çünkü Osmanlıdaki din devlet ve töre ile yabancılaşma, kendine özgü bir fetişizmi doğurmuştur ve bu da maddi iktisadi hayattan devlet ve Müslümanlığa doğru kaymıştır (Divitçioğlu, 1981:131). Daha sonraları bu alanlara ilişkin uygulanan politikaların bu trendi yakalaması ve buna uygun yapıları gerçekleştirmesi de mümkün olmamıştır. İdris Küçükömer de konuyu aynı bağlamda ele alınması gerektiğini söyler. Küçükömer’e göre bu konuda yapılan çalışmalar sadece kurumsal aktarıcılıktan öteye geçememiştir. Üretim aracı ve gücü sahibi olmadan ve bu sahipliği sağlamlaştırıcı üst yapı kurumları çıkmadan artı değerin bir kısmını sürekli bir yatırıma dönüştürmeden kapitalizme geçilemez. Hatta ona göre bu konuda iç dinamiklere dayanmayan tepeden inmeci modellerle bunu gerçekleştirme çabası aslında bu süreci engelleyecektir (Küçükömer, 1994:14-15). Ancak bu durum, kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek bunu kuramayacağı anlamına da gelmez. Türkiye gibi ekonomik gelişmeye uygun bir düşünsel alt yapısı olmayan fakat bunu başaran ülkeler nasıl yapmışlarsa Türkiye de öyle becerecektir. Ekonomi ile toplumsal yapı arasındaki ilişkiyi bütün zamanları ve toplumları kapsayacak evrensel ölçekte ve orijinallikte açıklayan Marx’a göre de “Toplumlar her bakımdan kendilerini doğuran eski toplumun iktisadi ahlaki ve zihni-lekelerini taşır” (Marx, 1981:23). Kısaca belirtmek gerekirse Türkiye’de, ekonomik durumu ve yapıyı siyasal durum belirlediği için dünyanın tersi bir gidiş söz konusudur. Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışılmış ve siyasal ve toplumsal kurumları disfonkisyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmasının aracı olarak kullanılmıştır. Bir 8 Hıristiyanlarla Yahudilerin karşılıklı soykırım ve kıyımlara rağmen vazgeçilemez politik ortaklığını da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. takım değerler kutsallaştırılmış, belirlenen doğruların altları çizilmiş ve bunlar değiştirilemez gerçekler olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır (Alkan, 1979). Gerçi bu uygulama evrensel bir nitelik taşır ve toplumsal olanın doğasında pratik bir zorunluluk olarak saklıdır. Ancak değişmeye karşı gösterilen bu direnç, zamanın değişen koşullarının doğru olarak algılanmasını zorlaştırmaktadır. Hatta haklı olarak başlatılan bir eylemin sadakatle bağlılığa rağmen sonraki nesiller tarafından haksızlığa dönüştürülmesi anlaşılamadığı gibi engellenememektedir. Bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki Türkiye’de hala Durkheimci mantığın aşılması konusunda büyük güçlükler çekilmektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME İnsanla varlık arasındaki ilişki, doğa ve tarihle olan bağlantı temelinde anlam kazanır. Dış dünyanın bilgisi salt bir enformasyon olarak işlev görmez. Aynı zamanda epistemolojiyi de kurgular. Epistemoloji ise, aslında bizimle “öteki” arasında aşkın bir bağlılık tesis eder. Bu kurgu, bu dünyaya yüklediğimiz anlamları da içeren bir anlamlar dünyasını refere eder. İnsanı belirleyen kültürel ağların içerisindeki temel varlık öğesinin yanında onu etkileyen iki unsur söz konusudur. Bunlardan biri ahlaki değerler düzlemi, diğeri ise; bilgi kaynaklarıyla iç içe olan bu bilgi düzlemidir. Her kültür ve medeniyet, kendi sosyal, estetik, bilgisel, varlıksal ve değersel kodlarını oluşturur. Bilgi ve normatif sistem, giyim kuşamdan tutun bireyler arası ilişkiye kadar birçok alanı belirler. Tabi burada, müdahale edebilen, yorumlayabilen ve biricik bir tarihe sahip olan bireyin söz konusu sistemlerin karşısında tamamen yok olduğu gibi bir şey anlaşılmamalıdır. İnsanın dünyadaki varoluşsal nedeni ve diğer varlıkların da insan açısından anlamı kuşkusuz yeni bir problem değildir. Kökü derinde olan eski bir uğraştır. Bu uğraşın hangi eksende kurulduğu ise doğrudan dünyayı yorumlamaya dayanır. Bu dünyadaki yaşamın asıl anlamının ve amacının buraya taşınamamış olması da adı geçen konularla ilgili bir sorundur. Türk toplumunda da bu sorun, çeşitli biçimlerde kendini gösterecek pratikleri ve zihniyetleri oluşturarak var olagelmektedir. Özellikle yaşam standartlarının iyileştirilmesine ön ayak olacak atılımlar çok cılız kalmışlardır çünkü asıl aradığımız öte dünyada kuruludur zaten. Mutlak adalette oradadır, mutlak doyum da. Bunun için de bu dünyayı mamur etme pratiğimiz içinde bulunduğumuz kültürel havzada bulunan benzerlerimize göre daha cılız kalmıştır. Kısaca, bizim için cennet hep öte dünyadadır hiç burayla bağlantılı değildir. Yukarda da değinildiği gibi, ülkemizde yaşam standartların iyileştirilmesi iki temel sorunla birlikte çözülebilir. Öte dünyaya ilişkin olan vurgu, bu dünyaya yapılmalı ve üretim için gerekli ön şart olan “girişim ruhu” canlandırılmalıdır. Bu da demokrasi kültürünün sağlayabileceği bir özelliktir. Para harcamayı bilmenin kazandırabileceği bir özelliktir. Bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de sağlıklı bir toplumsal değişim dinamiğinin harekete geçirilmesi ve toplumsal refahın eşit bir şekilde dağıtılması gerekmektedir ve bunun için de istatistikî verilere şiddetle ihtiyaç vardır. Bana göre doğu ile batı arasındaki en önemli fark şudur: Doğu düşüncesinin insanı tanımlamaya yönelik olan paradigmasının çıkışı daha kalıcı bir noktaya dayanmasına rağmen vardığı sonuç tutucu ve yanlıştır. Batı paradigmasının çıkışı ise daha muğlâktır. Ama vardığı sonuçlar daha doğru ve gerçekçidir. De La Mettrie, “İnsan Bir Makine” adlı çalışmasında bu konuyu en ince ayrıntılarına kadar anlatır. Ve bu kitap insan tanımlaması için de önemli bir rehber olarak görülür. Adı geçen kitap, insanı önce bir makine gibi görülmesi gerektiğini vurgular (De La Mettrie, 1985). Siyasi alanda görülen güvensizlik ve beceriksizlik ancak kişinin dünya ile arasında kurduğu ilişki temelinde anlaşılabilecektir. İnsanların sahip olduğu kimliğini korumak adına siyasi tercihte bulunması, cennetin transferini zorlaştırmaktadır. Din ile devlet arasındaki ilişki bağlamında da devam ede gelen sorunlar, uygulamaya yönelik sorunlar olmaktan öte alanlara devletin ve dinin düşünsel ve tarihsel arka planına kadar uzanmak gerekmektedir. Avrupa’da, kendi öğretisi içinde kendi varlığını korumaktan emin olamayan Hıristiyanlık, “devlet” gibi güçlü bir otoriteye yaslanarak kendini garantiye almıştır. Ancak bu tabi Hıristiyanlık için daha sonraları ciddi sorunların doğmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Azizlerin Hıristiyanlık öğretisi içinde kalarak tanrıya varmaktan aciz oldukları zaman da felsefeye dayanmışlardır. Her iki durum da sorunlu bir yapıyı doğurmuştur. Bugün İslam coğrafyasında rastlanan ve birçok Müslüman tarafından dahi tasvip edilmeyen “siyasal İslamcılık” da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çok uzun süre devlet güvencesi ile varlığını sürdüren dini anlayış, bu güvenceyi kaybetmeyi kendi sonu olarak görmektedir. Aslında dinler, kendi öğretileri içinde kendilerini koruyabilecek bir yapıyı kurabilirler ancak, bu birazda riskli bir koruma alanıdır. Çünkü Kant’ın da ifade ettiği gibi numen alanı çelişkileri içinde barındırabilen bir alandır. Dinleri böyle kırılgan hale getiren nedenlerden birisi de insanın sürekli soyut olanı somuttan hareketle anlama çabasının içine düşülebileceği sığlıktır. Kısaca belirtmek gerekirse gerek geçmişte gerek günümüzde devletlerle veya siyasal yapılarla dinsel yapılar arasındaki temel ilişki, birinin diğerini kendisine tarihsel bir dayanak olarak görüyor olması ve bu dayanağı kaybetmekle de kendi iddiasını kaybedebileceği korkusunu yaşıyor olmasındandır. Modernleşmenin, modern dünyanın sona yaklaştığına dair söylemlere gösterilen tepkiler de Cennetli dünyanın sonuna geldiği anlamı taşıdığı için mi can sıkıntısına neden olmaktadır? Yoksa öte dünyanın tarihini yazıma girişiminde mi bulunuyoruz biz? KAYNAKLAR Alkan, Türker, Siyasal Toplumsallaşma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979. Aristoteles, Fizik, Çeviren: Saffet Babür, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001. Aron, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren; Korkmaz Alemdar, Ankara: Bilgi Yayınları, 1989 Atlansoy, Hüseyin, "Ritmik Saymalar II", Hece, Sayı 18, 1998. Aydın, Mustafa, Zihniyet Sorunu: Mahiyeti, Oluşumu Türleri ve Günümüzdeki Bazı Problemleri, Tezkire, Bahar, 1997. Bağlı, Mazhar, “Klasik Fizik (Newton Paradigmasının) İlkeleri Bağlamında Modern Bilincin Ve İktidarın İmkanları: Özgürlük Ve Yetkinlik”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt 4, sayı:3, Temmuz-Eylül 2002. De La Mettrie, Julien Offray, İnsan Bir Makine, Çev. Zehra Bayramoğlu, Süreç Yayıncılık ve Tanıtım, İstanbul, 1985. Descartes, R. Metod Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, Milli eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1989. Divitçioğlu, Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Ar Yayın Dağıtım, İstanbul, 1981. Ġnsel; Ahmet, Türkiye Toplumunun Bunalımı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990. Jeannıere, Abel, “Modernite Nedir?”, (çev., Nilgün Tutal-Küçük), Modernite Versus Postmodernite, Der., Mehmet Küçük, Vadi Yayınları, Ankara, 1993. Kahraman, Hasan Bülent, Kültürel Karmaşa ve Türkiye, Milli Kültür, Kültür Bakanlığı, Nisan 1992, Sayı: 91. Kılıçbay, Mehmet Ali, Doğu’nun Devleti Batı’nın Cumhuriyeti, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 2001. Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1985. Küçükömer, İdris, Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1994. Mannheim, Karl, Essays on The Sociology of Culture, (Editor Bryan S. Turner), Routledge, London and New York, 1992. Marx; Karl, Critigve du Programme de Gotha, Editions Sociales, Paris, 1981. Mumfort; Lewis, Makine Efsanesi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996. Pala, Hüseyin, “Masalını(N) Kurdu”, Yayınlanmamış deneme, 2004. Rustow, Dankwart A., “The Military: Turkey”, Political Modernization in Japan and Turkey, der. Robert E. Ward ve Dankwart A. Rustow, Princeton University Press, Princeton, 1964. Turner, Bryan S., Max Weber ve İslam, Çeviren, Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara, 1991.