Sunulan Bildiriler Presented Proceedings

advertisement
Sunulan Bildiriler
Presented Proceedings
CENNET’ĠN MEKÂN DEĞĠġĠMĠ: YAġAM KALĠTESĠNĠ ARTTIRMA
ÇABASINDA TÜRKĠYE PRATĠĞĠ1
Mazhar Bağlı
ÖZET
İnsanın bu dünyadaki temel girişimlerinden birisi içinde bulunduğu çevreyi dönüştürmektir. Bu istek
kendisini sanat ve ideoloji/din ile somutlaştırır. Her toplum yaşam kalitesini arttırmada bu alandan devşirdiği
referansları kendisi için bir kılavuz olarak görüp geleceğini kurar. Ancak kendine özgü değerlerinden uzaklaşan
toplumlar nereye gideceği belli olmayan yolcular gibidirler. Şairin de dediği gibi “nereye gideceğini bilmeyen
artık kaybolmuştur”.
Türkiye toplumunun yaşam kalitesini arttırmada giriştiği çaba, değişik sosyo ekonomik dinamiklerle
kurulan bir yapıya sahip olması dolayısıyla arabesk bir durum arz etmektedir. Bundan kurtulmanın en görünür
yolu da sahip olduğu düşünce ve estetikten özgün bir söylem geliştirebilmektir.
Bu dünyaya ilişkin her bir kurgu kendi başına bir söylem olmakla beraber içinde sonsuzluğa ilişkin kimi
imalar da barındırır. Bu düşünce, evreni maddi imkanların kurgusu olarak gören bir anlayış için ürkütücü
olabilir. Türkiye’deki yaşam kalitesini arttırma girişimi de bu düşüncenin tehdidi ile kendine korunaklı bir alan
oluşturabilme pratiklerine dayanarak farklı bir kurguya sahip olan ve o kurgudan hareketle cenneti bu dünyaya
taşıyan farklı bir medeniyete öykünen bir çaba içerisinde kendini konumlandırmaktadır. Başkasının cennetinde
yaşamaya çalışmaktadır.
GĠRĠġ
İnsanın en temel güdülerinden biri cinsellik diğeri de ölümsüzlüktür. Ancak canlıların tarihi bize
göstermektedir ki her canlı ölümlüdür. Cinsellikle ölüm, hazzın doruğuna ulaşma adına birbirine en
yakın ve en uzak iki farklı durumdur. Ölüm esnasında salgılanan uyuşturucu ile cinsel birleşme
esnasında salgılanan uyuşturucunun aynı olduğunu iddia eden anatomistler de zaten bu iki durumu
ontolojik olarak aynı kategoride görürler. Bu durumun bir tezahürü olarak da canlıların ölümsüzlük
isteği, kendisini üreme ile dışsallaştırıp gerçekleştirmek ister. İnsandaki cinsel dürtüyü de sadece
üreme içgüdüsü ile açıklamak cinselliğin hazla ilgili olan kısmını bertaraf edebilir. Aslında insanoğlu
kafasındaki ebedilik sorununu bu yolla kotarmak ister. Bu sorunun kotarılmasında bir diğer konu da
öte dünyaya, sonsuzluk veya ideler dünyasına olan inançtır. Gerçekte böyle bir mekânın olup olmadığı
bu çalışmanın konusu DEĞĠL ANCAK, ÖTE DÜNYA ĠNANCI TEMELDE
KUSURSUZLUK ÖZLEMĠMĠZĠ DE SOMUTLAġTIRAN VE ONA YÖNELĠK
PRATĠKLERĠ DE BELĠRLEYEN BĠR DÜġÜNCEYE DAYANIR.
HER TOPLUMUN KENDĠNE ÖZGÜ BĠR “ÜTOPYA” ANLAYIġI VEYA
KUSURSUZ TOPLUM MODELĠ VE PRATĠĞĠ VARDIR. GÜNLÜK YAġAMDAKĠ
TOPLUMSAL ĠLĠġKĠ BĠÇĠMĠNĠN KOġULLARINI DA BELĠRLEYEN BU
DÜġÜNCE, TEMELDE ĠNSANIN BU DÜNYAYI DAHA YAġANABĠLĠR KILMA
ARZUSUNA DÖNÜġÜR. BU ANLAMDA TÜRKĠYE’NĠN SAHĠP OLDUĞU ÜTOPYA
VEYA CENNET ANLAYIġIN BU DÜNYAYA NE KADAR YANSIDIĞI,
GELECEKTEKĠ YAġAM KOġULLARININ YÜKSELTĠLME PRATĠKLERĠNĠ DE
BELĠRLEYECEKTĠR. DIġ DÜNYA ĠLE ARAMIZDA KURDUĞUMUZ BAĞ,
SADECE BĠZĠ VE DIġARISINI ĠLGĠLENDĠREN BĠR DURUM DEĞĠL, AKSĠNE
HEM BĠZĠ HEM DIġ DÜNYAYI HEM DE GELECEKTE NASIL BĠR YAġAM
STANDARDI ARZU ETTĠĞĠMĠZĠ BELĠRLER. BU ĠSE KENDĠMĠZE VE
YAġAMIMIZA VERDĠĞĠMĠZ DEĞER VE ÖNEMLE BELĠRLENECEKTĠR. SAHĠP
OLDUĞUMUZ KÜLTÜREL HAVZA VE DÜġÜNCE BĠÇĠMĠ BUNUN ROTASINI
BELĠRLEMEKTEDĠR. TOPLUMSAL DEĞĠġĠM TALEPLERĠ VE DĠNAMĠKLERĠ
1
Bu çalışma daha önce aynı isimle, Agenda-Avrupa Günlüğü Dergisinin, Yıl/Jahr: 5, Sayı/Heft:9, 2006
sayısında yayınlanmıştı.

Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Universitesi İnsan ve Toplumbilimleri Fakültesi, Ankara.
DE
BU
ÇERÇEVEDE
ġEKĠLLENĠP
TOPLUMSAL
ĠLĠġKĠLERDE
SOMUTLAġMAKTADIRLAR. Belirtmek gerekirse, toplumsal değişim, toplumsallığın en doğal
varoluşsal biçimidir. Ve her toplumdaki değişimin temelde tek bir toplumsal olgu (ekonomi)
ekseninde gerçekleşmesi dahi onun diğer toplumsal dinamiklerle (değerlerle) olan ilişkisini göz ardı
etmeye neden olmaz. Bu anlamda Doğu Batı farklılaşmasında temel ayrım noktalarından birisi de
değişim ve onun dinamikleridir.
M. Heidigger’e göre; varlığa yönelik ilk soruları soranlar, Grek düşüncesinin mirasçıları olan
Avrupalılardır. Varlığa ilk dokunanlardır ve onu da ancak ilk dokunanlar bilebilirler. Bu bağlamda
Batılı toplumların, yaşamın bir çok alanına dair yeni dünyalık projelerin neşv-u nema bulmasına
imkân sağlayan bu düşüncenin verdiği dönüştürme gücü ile zamana ve mekana uygun (günün
koşullarına cevap verebilen) yeni sistemler oluşturmada görece bir başarı sağladıkları kolaylıkla
görülecektir.
Bilginin, gerektiğinde bir “toplum projesine” dönüşmesini de dolaylı olarak mümkün kılan bu
yapılanma dış dünya ile olan ilişkide “insana” önemli bir potansiyel sağlamaktadır. Paradigmatik bir
tarza dayanan bu durum, yöntemsel bir girişim olarak da kendini dışa vurmaktadır: Dış dünyanın
anlaşılmasını mümkün kılan “yöntem” ve onu dönüştürmeyi sağlayan “teknik”. dünyayı insan
düşüncesi etrafında oluşan bir anlayış temelinde kurmayı, başka bir ifade ile yaşam için
kolaylaştırmayı öngörmüştür. Yöntem ve tekniğin en büyük kazanımı ise, dünyayı daha da yaşanabilir
bir şekilde yorumlamak ve dönüştürmektir. Nitekim Newton’un yer çekimi yasası ile termodinamiğin
kanunlarını keşfetmesi, yeni bir evren ve ben anlayışına neden olmuştur. Mağrur ve muktedir olma
durumunu ebedileştirmiştir. İnsanın bu dünyadaki var olma nedenini kazanma ve kaybetme üzerine
kuran bir anlayışın da doğmasına neden olmuştur. Bu anlamda modern Batı düşüncesinin belki de en
can alıcı tarafı hep kazanma üzerine kurulu bir eğitimden besleniyor olmasıdır. Bu sistem, eskilerin
deyimiyle “kerameti kendinden menkul” bir “birey”in varlık bulmasına neden olmuştur.
Her ne kadar A. Giddens gibi kimi düşünürler, modernleşmeyi belli bir zaman ve mekanla
sınırlı bir dönüşüm hareketi olarak değerlendirmeseler de kimi toplumların bu dönüşümden uzak bir
yapılanmaya sahip olduklarını söylemek mümkündür. Çünkü her toplumun dayandığı düşünsel arka
plan tamamen farklı argümanlara dayanmaktadır. Bu anlamda Doğu toplumlarının anılan niteliklere
sahip bir “ben”lik düşünceleri var mıdır? Sorusu esasında ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Kısmen
faşist bir eğilimi de içinde barındıran bu düşünce birçok batı düşünürünün de sahip olduğu genel bir
eğilimdir aslında. Sözgelimi Hegel, bu anlamda doğu toplumlarının özgün bir benliğe sahip
olamadıklarını iddia eder. Ona göre doğudaki bireylerin bir benlik bilincine sahip olmaları sahip
olunan temel yapısal faktörlerden dolayı hep engellenmektedir. Doğuda kişisel özgürlük ve insanın
bireyselliği hakkında hiçbir kavram değişmemiştir yönetici kendisini tanrının temsilcisi görür ve
tanrıdan aldığı yetki ile hükmeder (Turner, 1991:21).
Yönetim-organizasyonun tanrıdan alınan yetkiye dayalı olması ve ilahi kaynaklı olması ona
karşı talepleri ve beklentileri de belirlemektedir. Bu belirlenimin en somut biçimi ise öte dünya
kurgusunun bu dünyadaki pratiklerle dönüşmesidir. Burada belki de konuyu karmaşık hale getiren asıl
olgu ile karşılaşırız; öte dünya kurgusunun inanç dışı konularda bu dünyada neden olduğu planlama ve
dönüştürme pratikleri. Yani, dini düşüncenin doğrudan içine almadığı konuların da dini bir alan olarak
görülmesi veya gösterilmesi sorunu. Bu planlama ve dönüştürmenin somut olarak görüldüğü alanlar
ise, devlet yapısı, teknoloji ve sanayileşmedir. Ancak bizim burada dikkat çekmek istediğimiz
Weberyen anlamda bu alanların hepsini belirleyen düşünce/zihniyettir. Çünkü yüksek katma değere
sahip üretimin alt yapısı burada şekillenmektedir. Bunu şekillendiren dinamikler ise, kendini gündelik
yaşamda dışa vurmaktadır. Bu anlamda Türkiye, hem teknolojik olarak hem de sanayileşmiş olmak
bakımından heyecan verici bir konumda olamamıştır. Çünkü, Doğu toplumlarındaki cennet anlayışı,
bu dünyayı doğrudan somut bir olgu olarak içermemektedir. Her ne kadar bu dünya öte dünyanın
tarlası olarak tanımlanıyor olsa da, esasında bu dünyanın mamur edilmesi anlamına gelmemektedir.
Çünkü esas vurgu yine öte dünyayadır.
Cennetin Mekan Değişimi; Hayatı Yaşanabilir Kılma Çabası
Modern düşünce, sahip olduğu rasyonellik ve yöntemsel paradigma ile insanın dünyaya
yönelerek her şeyi bilinebilir (rasyonel) bir alana dahil ettiğini öngörüp, bilinmeyen alanların
varlığının dahi artık bir gizeminin kalmadığını iddia eder. Belki biz her şeyi bilmiyoruz ama, dış
dünyanın artık bilinemeyen nedenlere bağlı olmadığını biliyoruz. Bu düşüncenin verdiği öz güvenle
gerçekleştirdiğimiz her tür çaba, aynı zamanda metodolojiye de öncülük eden esas düşüncenin
oluşmasına neden oluştur. Bir “doğa kitabı metaforu” etrafında yoğunlaşan amprik birikimler,
metodolojinin devşirilen bilgilerle biçimsel bir benzerlik göstermesine neden olmuştur.
Modernleşmenin indirgemeci anlayışı, eksik kalan şeyleri içine alacak bir bütünlüğe vurgu yapmayı
zorunlu kılmış ve o da “geçmişin bilinmedik semantik alanını yapılaştıran yeni bir mantık”la
sağlanmaya çalışılmıştır. Bu mantık, dünyanın artık eskisi gibi okunmasını ortadan kaldırmıştır.
Çünkü fiziksel, kültürel, toplumsal ve siyasal alanlara ilişkin temel yargılar altüst olmuştur (Jeanniere,
1993:16).
Descartes, geometrik figürlere sayısal bağıntılar uygulayarak cebir ve geometri arasındaki
ilişkiyi kurmayı başardı ve onun bu başarısı mutlak kesinliğe sahip bir doğa bilimini kurmasını
sağladı. Daha doğrusu ona bir yöntem kazandırdı (Descartes, 1989:174). Zaten kendisi, asıl hedefinin
bu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir: "Ömrümün geri kalan zamanını, hekimlik için bu güne
kadar elde bulunan kurallardan daha emin bazı kurallar çıkarabilecek bir kaç tabiat bilgisini elde
etmekten başka bir şeye sarf etmeyeceğimi söylemek isterim" (Descartes, 1989:80). Batı düşüncesinin
varmış olduğu bilimsel düşünce, akıl ve metodoloji, Sokrates ve sofistlerden sonra Descartes
tarafından ortak bir payda olarak temellendirilmiştir (Mannheim, 1992:151).
Kısaca Descartes, önce bütün insanların (ruhların) gerektiği gibi akıllarını kullandıkları zaman
doğru hüküm verebilecekleri potansiyeline sahip olduklarını vurgulamıştır. Eğer sağlıklı bir
metodoloji takip edilirse bu potansiyeli pratiğe aktarmak mümkündür. Metodun kullanılması da bir
ahlakı gerektirir. Bu ona bir düzen sağlayacaktır. Nitekim metot, şaşmaz ve doğru kurallar
manzumesidir. Ona riayet eden hiç bir zaman doğruyu yanlışa tebdil etmeyecektir. "Tabiatımızı en
yüksek olgunluk derecesine yükseltebilecek evrensel bir ilmin tasarısı"nı bulmak, kesin, kolay, verimli
ve bilge bir metotla mümkündür. Önce hekimlikle bu işe başlayan Descartes, fizik'le sonuca varır.
Fizik kurallarını keşfeden Descartes, bunlardan sağladığı bilgiyi insanların faydasına sunmayı ahlakî
bir sorumluluk olarak görür. İnsanların işini kolaylaştıran makine ve aletler yapmayı düşünen
Descartes, hayatının sonuna doğru bilginlerle teknikçiler arasında sıkı bir işbirliğine dayanan bir
teknik okul kurmayı da düşünmüştür" (Descartes, 1989). Descartes'in varmış olduğu sonuç bir sürpriz
değildir. Tabiatı anlamanın yolunu "fizik"e indirgediğinizde bu sonuç kaçınılmazdır. Dış dünyanın
"şeyleştirilmesi"yle sonsuz sayıda şeylerin varlığına giden bu yol, kıyas (analoji), tümdengelim ve
tümevarım tekniklerine başvurularak sınırlandırılmıştır. Böylece de doğa, tüm sınırlılıkları ve kapsamı
ile insanın lehinde olabilecek bir tanım ve dönüşmeye tabi olmaktadır. Aynı zamanda bu durum, hiçbir
metafizikî kaygı duymaksızın (metafizikten arındırılmıştır çünkü) onu (doğayı) tanımlamayı da
beraberinde getirir. Newton, Aristo’dan beri var olagelen doğa anlayışını 2 köklü bir biçimde değiştiren
yasaları keşfederken dış dünyanın iç yüzünü önümüze bir kitap gibi serdiğini iddia eder. Artık insan
istediği her şeyi yapabilir/bilebilir. Eğer her arzu ettiğimizi gerçekleştirecek yetkinliğimiz ve
imkânlarımız varsa neden “kusursuzluğu” sürekli bizden uzaklaştırmak isteyen din ve ütopya/dinlerin
aksine onu hemen şimdi aramıyor veya kurmuyoruz?
Bu soru, insanı inanılmaz bir biçimde bu dünya ile muhatap kılmakta ve bu dünyanın “dört başı
mamur” bir mekân olarak yapılanmasına ve kurgulanmasına doğru bizi götürmektedir. Bunu kısaca
“cennetin mekân değişimi” olarak da ifade etmek mümkündür. Her düşünsel çabanın göstermiş olduğu
ideal yapı, az ya da çok, bu kusursuzluğa dair imalar içerir. Bu imalar veya bu yöndeki vurgu, esasında
yaşamı kolaylaştıran enstrümanların üretilmesine de önemli ölçüde katkıda bulunur. Avrupa’daki
Rönesans hareketini de bu açıdan okumak gerekir. Rönesans, hem bilgi anlayışının sanata olan etkisi
hem de inancın dönüşüm sürecidir.
Tarih için tasarladığımız ve kabul ettiğimiz özne ile tarihin gidiş rotası arasındaki varoluşsal
zorunluluk, tarih okumasından çok tarih kurgusunu öne çıkarmaktadır. Bu da bizi değişimin yönü ve
niteliği açısından doğrudan toplumsal tarihle muhatap kılmaktadır. Her toplumun sahip olduğu özgün
toplumsal değerler ve normlar aynı zamanda o toplumun değişim ve dönüşüm kalitesini/kazanımlarını
da ölçer. Toplumsal planlama ve toplumun elde ettiği katma değerin toplumsal sınıflara adil bir
biçimde dağılımının sağlanması için toplumun geleneksel değerler ekseninde değil, bilimsel bir
temelde açıklanması yaşamsal öneme sahiptir. Batı dünyası, uzun süre toplumun ürettiği refahın adil
dağılımı konusundaki sorunlarla uğraşmış ve sonunda görece daha adil olduğu söylenebilen bir sosyal
2
Aristo’ya göre, alev (ateş), duman ve buhar gibi sıcak maddeler orjinleri olan güneşe kavuşmak için
havalanırlar, katı cisimler ise, asılları olan toprağa kavuşmak için düşerler (Aristoteles, 2001:249). Newton bunu
yerçekimi ve termodinamiğin yasalarına bağlar.
sistemi kurmuştur. Bu sistem, esasında toplumsallığın bilimsel bir disipline konu olması ile
somutlaşmıştır. Bundan dolayı da modern dünya için sosyoloji, çok ciddi boyutlarda işlevsel bir
disiplindir. Fakat Türkiye gibi ülkelerde ise daha değişik bir işlev yerine getirir. Siyasalın dayandığı
ideolojinin tarihsel ve toplumsal dayanaklarını ve meşruiyetlerini konumlandırmak. Bundan dolayı da
ne yazık ki bu durum aslında bu disiplinin gelişip serpilmesini de ciddi anlamda engellemiştir Açıkça
belirtmek gerekir ki diğer sosyal bilimler gibi sosyoloji de siyasal sistemin kendisine tanıdığı sınırlar
çerçevesinde gelişebilme imkanı bulmuştur. Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı
yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışılmış ve siyasal ve toplumsal kurumları
disfonkisyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmasının aracı olarak kullanılmıştır. Bir
takım değerler kutsallaştırılmış, belirlenen doğruların altları çizilmiş ve bunlar değiştirilemez
gerçekler olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır (Alkan, 1979). Gerçi bu uygulama evrensel bir
nitelik taşır ve toplumsal olanın doğasında pratik bir zorunluluk olarak saklıdır. Ancak değişmeye
karşı gösterilen bu direnç, zamanın değişen koşullarının doğru olarak algılanmasını zorlaştırmaktadır.
Burada asıl sorun, zihniyet ve onu şekillendiren koşulları belirleyen faktörlerdir. Bu konu aslında
doğrudan toplumsal analizde “anlamak” için büyük bir öneme sahiptir. “Zihniyet, bir çağın global
kültürünün genel eğilimlerini ifade eden belirgin anlayış biçimlerini, bir de toplumla kesişme ve orada
kazandığı yapı olmak üzere iki anlam taşımaktadır. Şüphesiz sosyoloji içim önemli olan ikinci kesittir”
(Aydın, 1997:151). Esasında zihniyet veya dünyaya karşı takınılan tavır ve onu yorumlama bağlamı
bizim bu dünyaya yüklediğimiz değeri ortaya koymakla beraber onu dönüştürme niyetimizi de içinde
barındırır. Bu durumun bir birinden ayrılması da pek kolay olmaz. Siyasal yapıdan tutun da
epistemolojik bakışa kadar birçok konu iç içedir ve bundan dolayı da konu aslında çoğunlukla stratejik
bir arka plana da dayanır. Türkiye’de Durkheimci sosyolojinin aşılması konusunda yaşanan sorunları
da bu anlamda değerlendirmek mümkündür, aynı zamanda bu mantığın aşılması konusunda neden
büyük güçlükler çekildiği de anlaşılabilir.
Belirtmek gerekirse, toplumsal değişim; toplumsallığın en doğal varoluşsal biçimidir. Ve her
toplumdaki değişimin temelde tek bir toplumsal olgu (ekonomi) ekseninde gerçekleşmesi dahi, onun
toplumsal dinamiklerle olan ilişkisini göz ardı etmeye neden olmaz. Zaten bu konudaki literatür de bir
hayli zengindir.
Bu bağlamda gerek ulusal geleneklerine, gerekse komşu uluslardan gelen etkilere duyarlı olan
Batı toplumları değişik hızlarla gelişmiş/değişmişlerdir. Diğer kültürel havzalara göre Batıdaki
değişim isteği ve talebi, devamlılık ekseninde sürer ve kendini eleştirdiği ancak hiçbir zaman ret
etmediği bir tarihsel mirasın sahibi olarak görür. Bundan dolayı da içinde bulunduğu havzada görece
daha büyük başarılar sağlamıştır; Çünkü Batı'nın kökleri bir yandan Yunan-Roma, bir yandan da
Hıristiyanlığa iner. Yunan-Roma ile o, toplumsallığın ve hukukun ortak paydalarını ve paganist bir
medeniyetin fikirlerini ve düşüncelerini, Hıristiyanlık ile de üniversal dinin derin ruhunu ve etiğini
almıştır. Özellikle Hıristiyanlığın diğer ilahi dinler gibi bünyesinde taşıdığı içe dönme ve manevilik,
bu bağlamda söylenenleri doğrular niteliktedir. Skolastik anlayışa yapılan "pagan aşı" batı dünyasının
günümüze kadar devam edegelen temel karakteristiğinin oluşmasında etkili olmuş ve Batı’nın nispeten
daha müreffeh bir konumda olmasını sağlayan da budur. Roma’dan hukuku, Grek’ten toplumsallığı ve
Hıristiyanlıktan da ahlakı alıp harmanlayan batı, bu dünyayı mamur etme konusunda diğer
medeniyetlerden daha ileri bir düzeye ulaşmış oldu (Aydın, 1997).
Bütün bunlardan önemli olan bir özelliği daha var batı kültürünün: “Büyük kimlik arayışı
dönemlerinde, Batı, gerçekten de, hep yüzünü dışarıya dönmüştür… Batı toplumları rönesansla
birlikte (…), özellikle perspektifin ortaya çıkmasından sonra bireyi toplumsal gerçeklikte de, sanatsal
üretimde de hep odağa yerleştirmişlerdir” (Kahraman, 1992:35).
Doğu toplumları ise, kendilerine bir benlik bilinci kazandıracak olan temel yapısal faktörlere
sahip olma noktasında gerekli referanslara dayanabilmesi bakımından ciddi sorunlar içindedirler.
Kişinin kendi yeteneği ve becerisi ile kimliğini oluşturabilmesinin imkanları sınırlı sayıdadır. Bireye
bir kimlik ve aidiyet duygusu veren, kişi dışı varlıklardır. Dolayısıyla da bu dış faktörler, kişinin
katında da kişiden daha değerli ve belirleyicidirler. Başkasının adına yaşadığımız “hayat” ne kadar
bize ait olabilir ki?
Hüseyin Pala, Doğu Batı farklılaşmasını İbn-i Tufeyl’in Hayy Bin Yeksan’ı ile D. Defoe’nun
Robinson’u temelinde tartışırken; asıl farklılığı oluşturan bağlamın; “tanımak” ve “kurmak” olduğunu
söyler. Hayy’ın hikâyesinde ontolojik-metafizik bir soruşturma imkânı (kevn) bulurken, Robinson’un
romanında hayatı kurma öne çıkar (Pala, 2004).
Bu bağlamda verilebilecek bir örnek de Lavoisier’ın kafasının giyotinle kesilmesinden önce
arkadaşına anlattıkları ile Ömer Seyfettin’in “Serini Vemeyen Şehit” hikayesidir. Lavoisier, kendisine
verilen giyotin cezasının infazına götürülürken çok yakın bir arkadaşına şöyle der: -Birazdan
öleceğim; fakat benim fikrime göre insan beyni, kafa gövdeden ayrıldıktan sonra bir süre işler.
Giyotinle kafam kesildikten sonra bak! Gözlerimi iki kere açıp kapayacağım. Rivayete göre Lavoisier,
kafası kesilip yere düştükten sonra gerçekten gözlerini iki kere açıp kapar. İkinci olay ise Ömer
Seyfettin'in Peşevi tarihinde rivayet edilen bir olaydan hareketle kaleme aldığı "Serini Vermeyen
Şehit" hikayesidir. Bilindiği gibi bu öyküde Ömer Seyfettin, bir savaşta beraber cenge giden iki
"meczub-derviş" ten birinin kafasının düşman tarafından kesilmesi ve diğerinin “-canını verdin bari
kafanı verme!” nidası sonrasında gelişen olağanüstü olaylar anlatılır. Bu sesleniş sonrası kafası
gövdeden ayrılan beden, ayağa kalkıp yerden kafasını alır (Atlansoy,1998:32-33).
Her iki darb-ı mesel de göstermektedirler ki, doğu toplumları ile batı toplumları arasındaki
algılama tarzı ve bağlamı çok farklıdır. O halde her ikisinden aynı düzeyde bir ilerleme ve gelişme
beklenmemelidir.
TÜRK MODERNLEġMESĠNĠN SANAYĠLEġME ÇABASI: DIġ DÜNYAYI ALGILAMA VE
DÖNÜġTÜRME PERFORMANSI
Genel olarak modernleşme, Batı Avrupa merkezli olarak Orta Çağ’ın sonlarında başlayıp
bugüne kadar devam eden ve sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda yaşanan büyük dönüşüm
sürecini tanımlamak için toplum bilimciler ve tarihçilerin kullandıkları bir kavramdır. Geleneksel
olandan köklü bir kopuşu ifade eden modernleşme, çok yönlü bir değişim ve dönüşüm sürecine işaret
etmektedir. Bu bağlamda modernleşme; pozitivizm, ulusçuluk, kapitalizm, sanayileşme, kentleşme,
laiklik, bürokrasi, uzmanlaşma ve benzeri süreçleri içermektedir. Bu nedenledir ki, modernleşme
denilen çok-boyutlu kavram, farklı tanımlamalara konu edilebilmektedir. Sözgelimi, mantık ve
etimolojide modernleşme, değişim geçiren toplum üyeleri tarafından yararlı, vazgeçilmez ve arzu
edilir olarak kabul edilen uzun menzilli kültürel ve toplumsal değişimi ifade etmektedir. Tarihsel bir
kavram olarak modernleşme ise, ekonomide sanayileşme ya da düşüncelerin sekülerleşmesi gibi
hususlardaki değişimi içermektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, modernleşme yalnızca
bunlarla sınırlı değildir. Öte yandan modernleşme, coğrafi ve toplumsal hareketliliğin artışını; seküler,
bilimsel ve teknik eğitimin yaygınlaşmasını; sunulan statüyü değil, başarılan/kazanılan statüye
dönüşümü ve maddi yaşam standartlarının artışını da içermektedir. Tarihsel bir olgu olarak
modernleşmenin merkezi yönü, insanın doğa güçleri üzerindeki denetiminin artmasıdır. Fiziki çevre
üzerindeki denetimin büyümesine, toplumsal bağımlılığın artışı eşlik etmektedir. Öyle ki, insan,
doğanın efendisi ve diğer insanların da kölesi haline gelmektedir (Rustow, 1964:3-4).
Modernleşmenin ve buna ağlı olarak gerçekleşen sanayileşmenin genel içerimleri ve
dayanaklarını dikkate alarak; Türk modernleşmesi ve sanayileşmesinin nasıl geliştiği, ne kadar yol
aldığı ve neleri içerdiği konularına baktığımızda ise; bu alanlara ilişkin gelişme için gerekli olan alt
yapıya sahip olup olmadığımız konusu tartışmalıdır. Siyasal yapının öngördüğü dinamikler veya
temeller üzerinde yürütülmeye çalışılan değişim çabaları hep sorunlu olmaya devam etmiştir. Çünkü
bu alanlar kendi başına varlık bulan ve oluşumlarına uygun toplumsal yapı veya girişim ruhu
oluşturabilen olgular değildirler. Ekonomik gelişmenin dinamiği, ekonomik talepler ve icraatlar
sonucu kendiliğinden oluşur. Batı toplumlarının en büyük avantajı işte tam da bu noktada kendini
ortaya koymaktadır. Ekonominin öngördüğü değişim, seküler bir alana işaret etmektedir ve aslında bu
da sorunların çözümü için kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle siyasal yapıyı da belirleme noktasında
olduğu veya bu alanı da sınırlandırdığı için konu daha kolay anlaşılır ve tartışılır bir alana kaydırılmış
olmaktadır. Ancak, Türkiye’de durum farklıdır. Gerek ekonomiye ilişkin belirlenimler olsun gerekse
de belli dönemselliklere ait olan siyasal iktidarlar olsun hep konuyu başka bir alan veya bağlam içinde
ele almayı tercih etme eğilimi içinde olmuşlardır.
Bu ise, hem kurumsal olarak hem de toplumsal olarak var olan sorunların kaynağına ulaşmayı
engelleyen önemli bir açmaz olmuştur. Bir bakan hakkında çıkan yolsuzluk iddiaları hukuki temelde
değil, rejim (kutsal bir alan) temelinde 3, bir partideki liderlik yarışı4 da demokrasi ve bu kişinin
yetkinliği veya potansiyeli bağlamında değil, başka bir alanda tartışılmaktadır. Kısaca adı hukuk dışı
3
Milli eğitim bakanı hakkındaki yolsuzluk iddialarının soruşturulma talebine karşı dönemin başbakanı Bülent
Ecevit, “ bu rejime yönelik bir saldırıdır kimse Cumhuriyeti karşısına alamaz” demişti.
4
CHP’li Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün CHP Genel Başkanlığına aday olmak için yaptığı
çalışmalara cevap veren CHP genel başkanı Deniz Baykal da; “Atatürk’ün koltuğuna adı yolsuzluklara karışan
birisi oturamaz” diye karşı koyarak konuyu tartışılamayacak bir alana taşımıştır.
olaylara (çetelere) karışan kamu görevlilerinin “kahraman” olduğu bir ülkede hangi toplumsal
dinamiğin kendine meşru bir zemin bulacağı konusu belirlenemez ve bu belirsizlik hem siyasi olarak
hem de toplumsal olarak dayanılabilecek “meşru” bir “ortak önerme”nin varlığını dışlayarak kendini
ortaya koyacaktır. Adı hukuk dışı olaylara (ve çetelere) karışan kamu görevlilerinin kahraman olması
da bu zeminsizlikten kaynaklanmaktadır zaten.
Oy kullananlar arasında vergi veren insanların oranının yaklaşık %30 olduğu bir ülkede kamu
harcamalarına ilişkin herhangi bir kaygı olabilir mi? Tüm bu pratikler, ülkede insan onuruna yakışır
bir yaşamı sürdürebilecek ekonomik gelişmişlikten daha önemli olgu ve olayların var olduğu anlamına
gelir ve insanların kendi yaşam standartlarında gerçekten bir iyileşme talebi içinde olmadıklarını
gösterir. Başka bir ifade ile bireyler yöneticileri vatanseverlikle değil, onlara sağladıkları ekonomik
ihtiyaçlarla değerlendirmedikleri sürece ekonominin bir sıçrama gerçekleştirmesi beklenemez.
CUMHURĠYETÇĠ TOPLUM MÜHENDĠSLĠĞĠ
Osmanlı-Türk modernleşmesi, Batılı modernliği betimleyen temel süreçleri (kentleşme,
sanayileşme, kapitalizm, aydınlanma vb.) kendi dinamikleriyle keşfedip üretmeyen, Batı’nın
uyarmasıyla5 inşa edilmeye çalışılan ve toplumda yegane egemen güç olan “Devlet” eliyle yürütülen
“savunmacı”6 (defensive) bir değişim-dönüşüm sürecidir. Bu süreçte gerçekleştirilmeye çalışılan
reformlar, sosyo-ekonomik yapıda yaşanan değişim ve dönüşümün tetiklemesiyle değil, değişimin
gerekliliğini algılama konumunda olan merkezi otoriteyi elinde tutan güçlerin, çökmekte olan
İmparatorluğu -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden diriltme ve güçlü hale getirme arayışının bir ürünü
olarak belirmiştir.
Gerçi sanayileşme, kurumsal işlevlerin alanlarını değiştiren bir potansiyeli hep içinde barındırır
ama, maddi refahın öte dünyayı da içine alan bir etkinlik olarak görülmesi bizde yoktur hatta bunun
tersi düşünceler daha çoktur. Gerçi burada itiraz edilebilecek bir nokta var; mutluluk psişik bir
sorundur ve doğrudan maddi koşullara bağlı değildir. Kuşkusuz bu iddia haklıdır ancak, mutluluğun
doğrudan bununla sağlandığının propagandası bu konudaki temel kodları değiştirmediği de iddia
edilemez herhalde.
Varsıllığın (varlıklı olmanın) dejenere edici etkisi hep korkutucu olmuştur bizim için. Varsıl
olmakla ilgili olumsuzluklar, sinemadan edebiyata kadar birçok alanda defalarca dile getirilmiştir.
Varsıl olmanın olumsuz bir durumu kaçınılmaz olarak kayıtladığı bir anlayışın egemen olduğu bir
toplumda, doğal olarak maddi refahı arttırma ve yaygınlaştırma çabası hep sorunlu olacaktır.
Cumhuriyet ideolojisi esasında birazda toplumda var olan bu geleneksel anlayışları bertaraf etmeyi
amaçlar. Özellikle, geleneksel anlayışı temsil eden somut alan olarak görülen kılık kıyafet devrimi bu
konunun en açık örneğidir. Nitekim konu, günümüzde de en çok tartışılan ve doğrudan (haklı olarak)
Cumhuriyet ideolojisi ekseninde ele alınan bir sorun olarak devam etmektedir. Yeni rejim, kendisine
uygun özneler yaratma çabasında bu alanı doğrudan bir referans olarak seçmiş olduğundan konunun
insan hakları vs gibi eksenlerde ele alınmasını beklememek gerekir. Nitekim öyle de olmaktadır.
Bu anlamda Cumhuriyetin temel amacı, yeni toplumsal değerler oluşturmak ve toplumu bunlara
uygun davranan özneler haline getirmektir. Cumhuriyetin kuruluş yıldönümlerinde göstermelik bir
coşku ile söylenen marşlarda7 da asıl vurgulanan bu değişimin nasıl olduğuna dair olan niyetlerin
beyanıdır. Bu amaçla girişilen her çaba, aslında “ekonomik” ve “sosyal” değişimleri de beraberinde
getirecekti fakat beklenen olmadı, ekonomik ve sosyal değişmenin yerini “ideolojik” değişim aldı. Bu
duruma neden olan da tek parti dönemidir. İlk dönemlerde çağdaş dünyaya uyumlu bir zihniyet
oluşturma çabası olan Cumhuriyet ideolojisi, İsmet İnönü başkanlığındaki CHP ile doğrudan sekteye
uğratılarak söz konusu partinin yönetim kadrosunun “şahsi kaprislerinin” belirleyici olduğu bir
politikaya dönüşmüştür. Zaten tek partinin meşru ve temsil yeteneğine sahip olduğunun kabul edilmesi
5
Batılı dinamiklerin uyarmasıyla harekete geçtiği için bu modernleşme modeline “uyarılmış” (induced)
modernleşme de denmektedir (Bkz. SUGAR, Peter F.:“Economic and Political Modernization: Turkey”,
Politacal Modernization in Japan and Turkey, der. Robert E. Ward ve Dankward A. Rustow, Princeton
University Press, Princeton, 1964, s.148-149).
6
Bu kavramlaştırma için bkz. Rustow: s.353; Chambers, Richard L.: “The Civil Bureaucracy”, Political
Modernization in Japan and Turkey, der. Robert E. Ward ve Dankwart A. Rustow, Princeton University Press,
Princeton, 1964, s. 323; Huntington, Samuel P.: Political Order in Changing Societies, Yale University Press,
London, 1968, s.154.
7
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
başlı başına totaliter bir yapıdır. Bu yapı aynı dönemde bir toplum mühendisliği projesi olarak da
hayata geçirilmeye çalışılmış, CHP’nin en çok bahse konu ettiği “Devletçilik” ilkesi olmuştur.
Özellikle ekonomik kalkınma için devletçilik olmazsa olmaz olarak kabul edilmiştir. Her şeyin devlet
eliyle yürütülmeye çalışılması vesayetçi anlayışın da temel bir politika olarak devletin derinlerine
yerleşmesine neden olmuştur. Bugün dahi CHP’nin gelir dağılımındaki adaletsizlikten ve sosyal adalet
ilkelerine uygun politikaların hayata geçirilmesi için gerekli çabalar göstermekten yani ekonomi ile
ilgilenmekten çok “devletin güvenlik işleriyle” herkesten (özellikle güvenliği sağlamakla görevli resmi
kurumlardan dahi) daha istekli bir biçimde ilgilenmesinin bu tarihsel oluşumla ilişkili olduğunu
söylemek mümkündür. CHP’nin tek parti olarak iktidarda olması da söz konusu politikaların ne kadar
merkezi otoriteye bağlı olduğunu da gösterir.
Kısaca Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğrudan bir devlet politikası olan “ekonomik refahın tüm
toplum kesimlerine yaygınlaştırılması” sonradan sekteye uğramıştır. Nitekim M. Kemal Atatürk, 1923
yılındaki 1. İzmir İktisat Kongresinin açılışında yaptığı konuşmada ekonomik geriliğin giderilmesi için
neler yapılması gerektiği konusunda yapılacak olanlardan bahsederken öncelikli olarak “sanayileşme”
için gerekli olan her tür alt yapının oluşturulması için yeni bir seferberliğin başlatıldığını ısrarla
vurgulamış ve bu konuda da ciddi çalışmalar başlatılmıştır. Buradaki konuşmasında Atatürk,
Osmanlının çöküşünün iktisadi analizini uzun uzun yaptıktan sonra, siyasi bağımsızlığın ve gücün
tamamlanabilmesi için de “iktisadi kalkınmanın” mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgular ve
artık, “kanaat tükenmeyen hazinedir” felsefesinden vazgeçilmesi gerektiğini söyler. Artık bu
memleket; “fakir, hakir memleketi değil, zengin ve “çalışkanlar” memleketi olmalıdır”, der.
Ancak sanayileşmeye yönelik çabalar temelde batıdan (yani sanayileşmenin kendi dinamikleri
ve kazanımlarından) farklı bir “niyet” üzerine oturtulmuştur: “devletin zenginleşip güçlenmesi”. Batılı
toplumlarda bireyin zenginleşip refah içinde olması gizli-açık bir niyet ve amaç olarak bu çalışmaların
asıl dinamiğini oluşturur. Fakat Türkiye’deki Cumhuriyetçi seçkinler, bireyin zenginliğini devletin
zenginliği için istemekte ve buna göre gerekli yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Özellikle
Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası Kanununun gerekçelerine
bakıldığında da bu niyet açık bir biçimde görülecektir. Vurgulamak gerekirse, “Batılılaşma denilen
sürecin ve onun bir ürünü olarak düşünülen kalkınmanın önündeki en önemli engel toplum değil, bu
süreci bir savunma içgüdüsüyle sürekli denetim altında tutmak isteyen devletçi irade(CHP)dir” (İnsel,
1990:24-27) ve milli iktisat aslında Osmanlıdan beri devam ederek gelen patrimonyal gelenekleri
barındıran düşüncenin ürünüdür ve asker-sivil bürokrasinin, denetim altına alınmış, güdümlü kumanda
ekonomisinin usturuplu ifadesi olmuştur (İnsel, 1990:43-48) Kendi iç dinamikleri ile değişim ve
dönüşümü sağlanamayan üretim ilişkileri ile üretim tarzı dayatılarak belli bir konuma veya tarza
getirilmeye çalışılmasının 80 yıllık bilançosu, kişi başına düşen 3500 dolarlık milli gelirdir.
Özetlemek gerekirse, iç içe geçmiş, teknik, ekonomi ve sanayileşme alanında meydana gelen
her tür değişim ve anlayış, dış dünyanın algısını da dönüştürmektedir. Bu algı bizim bu dünyaya hangi
pencereden baktığımızı ve onda neleri aradığımız ile orda neler inşa etmek istediğimiz ile örtüşen bir
dinamiğe sahiptir. Cumhuriyetin doğrudan demokratikleşme yerine toplumsal değer ve norm üreten
bir sistem olarak algılanması gerektiği konusu, ülkede bugüne kadar meydana gelen askeri darbeler ve
bunlara karşı aydın-entelektüellerin takındığı tavırdan da anlamak mümkündür. Bu durumu “yönetim
boşluğu” ve “ordunun demokrasiye bağlılığı” ile açıklamak, (Kongar, 1985:353-372) kamu otoritesini
elinde bulunduranın bu otoriteyi genelde “adalet” olarak yorumlama eğiliminde olduğunu gösterir.
BATI SANAYĠLEġMESĠNĠN DĠNAMĠKLERĠ: CENNETĠN BU DÜNYAYA TAġINMASI
Avrupa ve diğer sanayileşen ülkeler, ekonominin sağlayacağı refahın sadece bu dünyada
kalmadığı görüşünü de içine alan geniş bir refaha kavuşma talebi olarak algılanmasını sağlayan
düşüncelere dayandırmışlardır. Nitekim Roma’da collegium bir mesleki örgütlenme birimi olarak
dinsel içerikli devlet denetiminde hareket eden örgütlerdi (Kılıçbay, 2001). Bundan böyle dünyada ve
cennette parayla satın alınamayacak hiçbir şey yoktur. Mali ve ruhani kazanç ile bağlantılı
kelimelerdeki bu inanç, Colomb’un ağzından bir çok sefer zikredildi: “Altın mükemmeldir, altın
hazinedir ve ona sahip olan kimse bu dünyada istediğini yapar ve cennetteki ruhlara yardım etmeye
muvaffak olur” (Mumfort, 1996:20) Nitekim Max Weber de buradan hareketle neden kapitalizmin
tarihin belli bir döneminde Batıda, özellikle de İngiltere’de doğduğunu irdelemeye çalışır.
Weber, kapitalizmin doğuşunda Protestanlığın ve özellikle dünyevi çileciliğin tipik örneği olan
Kalvinciliğin etkisini araştırır. Bulduğu sonuç olumludur. “Belirli bir dünya görüşü ile belirli bir
ekonomik etkinlik biçimi arasında tinsel bir ilişki vardır.” Protestan ahlakı kavramı, esas olarak
Calvin’ci bir anlayıştır ve 1647 Westminster Bildirisi metninden esinlenmiştir (Aron, 1989:367-380).
Bu bildiri metnine göre dünyada yapılacak tüm işler tanrının şanı içindir. İnsanın görevi sürekli
çalışmak ve dünyada tanrının hâkimiyetini kurmaktır. Kısaca weberyen anlayışa göre sahip olunan
inanç veya dünya görüşü ekonomiyi doğrudan belirler ve ekonomide istenilen değişimin öncelikle bu
alanlarla bağlantılı olarak ele alınması gerektiğini söyler. Kimi uzak Asya ülkelerindeki ekonomik
gelişmelerin de bu bağlamda değerlendirilmesi mümkündür. Sözgelimi banka mimarilerinin bile refahı
sağlayan tanrı figürleri şeklinde veya doğrudan onun şeklinde inşa edilmiş olması bu bağlamda
anlamlıdır.
Kendi öğretisi içinde kendi varlığını korumaktan emin olamayan Hıristiyanlık, Avrupa’da
“devlet” gibi güçlü bir otoriteye yaslanarak kendini garantiye almıştır. Ancak bu tabi Hıristiyanlık için
daha sonraları ciddi sorunların doğmasına neden olmuştur. Aynı zamanda azizlerin Hıristiyanlık
öğretisi içinde kalarak tanrıya varmaktan aciz oldukları zaman da felsefeye ve Yahudilik 8 teolojisine
dayanmışlardır. Her iki durum da sorunlu bir yapıyı doğurmuştur. Bugün İslam coğrafyasında
rastlanan ve birçok ülkeyi totaliter rejimlere mahkûm eden, orada yaşayan kimi insanlar tarafından
dahi tasvip edilmeyen “Siyasal İslamcılık” da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çok uzun süre devlet
güvencesi ile varlığını sürdüren dini anlayış, özellikle de Sünni yorum, bu güvenceyi kaybetmeyi
kendi sonu olarak görmektedir. Bundan dolayı da tüm alanları doldurmayı kendi varlığının güvencesi
olarak değerlendirmektedir. Aslında dinler, kendi öğretileri içinde kendilerini koruyabilecek bir yapıyı
kurabilirler ancak, bu birazda riskli bir koruma alanıdır. Çünkü Kant’ın da ifade ettiği gibi numen
alanı çelişkileri içinde barındırabilen bir alandır. Dinleri böyle kırılgan hale getiren nedenlerden birisi
de insanın sürekli soyut olanı somuttan hareketle anlama çabasının içine düşülebileceği sığlıktır.
Kuşkusuz gerek geçmişte gerek günümüzde iktisadi yapılarla toplumsal yapılar ve bu yapıların
dayandığı temel inanç ve kültür kodları arasında hem zorunlu hem de yapısal bir ilişkinin var olduğu
tartışılmaktadır. Ancak bu ilişkinin tüm toplumlarda aynı tarzda olması beklenemez ve bu konuda
izlenen politikaların ne kadar gerçekten bu ilişkiyi doğru bir biçimde kurup kurmadığı ise müdahaleci
bir siyasal yapılanmayı ifade eder/doğurur.
Türkiye, sahip olduğu kültürel mirasla sanayileşmeyi doğuracak bir girişim ruhuna sahip
değildir. Batıdaki gelişmeye paralel bir gelişme göstereceğini beklemek yanlış olur. Nitekim Türkiye,
kendisi ile beraber kalkınma çabasına girişen tüm ülkelerin (Japonya, G. Kore, gibi Uzak Doğu
ülkeleri ile Romanya, Bulgaristan ve hatta İspanya ile kimi Doğu Avrupa ülkelerinin) çok gerisinde
kalmış bir ülkedir. Bunun için de Türkiye’deki kalkınma dışarıdan yapılan yönlendirmelerle ancak
mümkün olabilir. Buradan kastedilen IMF veya Dünya Bankası değil, daha çok insani amaçlar güden
organizasyonlar bunu gerçekleştirebilirler. Türkiye, siyasal alanın aksine ekonomik alanda sahip
olduğu kültürel ve tarihsel mirası sorgulamadan benimsemiş olduğundan bir türlü refahı arttıracak olan
yüksek katma değerli bir üretim trendini yakalayamamaktadır. Çünkü Osmanlıdaki din devlet ve töre
ile yabancılaşma, kendine özgü bir fetişizmi doğurmuştur ve bu da maddi iktisadi hayattan devlet ve
Müslümanlığa doğru kaymıştır (Divitçioğlu, 1981:131). Daha sonraları bu alanlara ilişkin uygulanan
politikaların bu trendi yakalaması ve buna uygun yapıları gerçekleştirmesi de mümkün olmamıştır.
İdris Küçükömer de konuyu aynı bağlamda ele alınması gerektiğini söyler. Küçükömer’e göre bu
konuda yapılan çalışmalar sadece kurumsal aktarıcılıktan öteye geçememiştir. Üretim aracı ve gücü
sahibi olmadan ve bu sahipliği sağlamlaştırıcı üst yapı kurumları çıkmadan artı değerin bir kısmını
sürekli bir yatırıma dönüştürmeden kapitalizme geçilemez. Hatta ona göre bu konuda iç dinamiklere
dayanmayan tepeden inmeci modellerle bunu gerçekleştirme çabası aslında bu süreci engelleyecektir
(Küçükömer, 1994:14-15). Ancak bu durum, kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek bunu
kuramayacağı anlamına da gelmez. Türkiye gibi ekonomik gelişmeye uygun bir düşünsel alt yapısı
olmayan fakat bunu başaran ülkeler nasıl yapmışlarsa Türkiye de öyle becerecektir.
Ekonomi ile toplumsal yapı arasındaki ilişkiyi bütün zamanları ve toplumları kapsayacak
evrensel ölçekte ve orijinallikte açıklayan Marx’a göre de “Toplumlar her bakımdan kendilerini
doğuran eski toplumun iktisadi ahlaki ve zihni-lekelerini taşır” (Marx, 1981:23).
Kısaca belirtmek gerekirse Türkiye’de, ekonomik durumu ve yapıyı siyasal durum belirlediği
için dünyanın tersi bir gidiş söz konusudur. Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı
yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışılmış ve siyasal ve toplumsal kurumları
disfonkisyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmasının aracı olarak kullanılmıştır. Bir
8
Hıristiyanlarla Yahudilerin karşılıklı soykırım ve kıyımlara rağmen vazgeçilemez politik ortaklığını da bu
çerçevede değerlendirmek mümkündür.
takım değerler kutsallaştırılmış, belirlenen doğruların altları çizilmiş ve bunlar değiştirilemez
gerçekler olarak halka benimsetilmeye çalışılmıştır (Alkan, 1979). Gerçi bu uygulama evrensel bir
nitelik taşır ve toplumsal olanın doğasında pratik bir zorunluluk olarak saklıdır. Ancak değişmeye
karşı gösterilen bu direnç, zamanın değişen koşullarının doğru olarak algılanmasını zorlaştırmaktadır.
Hatta haklı olarak başlatılan bir eylemin sadakatle bağlılığa rağmen sonraki nesiller tarafından
haksızlığa dönüştürülmesi anlaşılamadığı gibi engellenememektedir. Bu nedenlerden dolayı diyebiliriz
ki Türkiye’de hala Durkheimci mantığın aşılması konusunda büyük güçlükler çekilmektedir.
SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME
İnsanla varlık arasındaki ilişki, doğa ve tarihle olan bağlantı temelinde anlam kazanır. Dış
dünyanın bilgisi salt bir enformasyon olarak işlev görmez. Aynı zamanda epistemolojiyi de kurgular.
Epistemoloji ise, aslında bizimle “öteki” arasında aşkın bir bağlılık tesis eder. Bu kurgu, bu dünyaya
yüklediğimiz anlamları da içeren bir anlamlar dünyasını refere eder.
İnsanı belirleyen kültürel ağların içerisindeki temel varlık öğesinin yanında onu etkileyen iki
unsur söz konusudur. Bunlardan biri ahlaki değerler düzlemi, diğeri ise; bilgi kaynaklarıyla iç içe olan
bu bilgi düzlemidir. Her kültür ve medeniyet, kendi sosyal, estetik, bilgisel, varlıksal ve değersel
kodlarını oluşturur. Bilgi ve normatif sistem, giyim kuşamdan tutun bireyler arası ilişkiye kadar birçok
alanı belirler. Tabi burada, müdahale edebilen, yorumlayabilen ve biricik bir tarihe sahip olan bireyin
söz konusu sistemlerin karşısında tamamen yok olduğu gibi bir şey anlaşılmamalıdır.
İnsanın dünyadaki varoluşsal nedeni ve diğer varlıkların da insan açısından anlamı kuşkusuz
yeni bir problem değildir. Kökü derinde olan eski bir uğraştır. Bu uğraşın hangi eksende kurulduğu ise
doğrudan dünyayı yorumlamaya dayanır. Bu dünyadaki yaşamın asıl anlamının ve amacının buraya
taşınamamış olması da adı geçen konularla ilgili bir sorundur.
Türk toplumunda da bu sorun, çeşitli biçimlerde kendini gösterecek pratikleri ve zihniyetleri
oluşturarak var olagelmektedir. Özellikle yaşam standartlarının iyileştirilmesine ön ayak olacak
atılımlar çok cılız kalmışlardır çünkü asıl aradığımız öte dünyada kuruludur zaten. Mutlak adalette
oradadır, mutlak doyum da. Bunun için de bu dünyayı mamur etme pratiğimiz içinde bulunduğumuz
kültürel havzada bulunan benzerlerimize göre daha cılız kalmıştır. Kısaca, bizim için cennet hep öte
dünyadadır hiç burayla bağlantılı değildir.
Yukarda da değinildiği gibi, ülkemizde yaşam standartların iyileştirilmesi iki temel sorunla
birlikte çözülebilir. Öte dünyaya ilişkin olan vurgu, bu dünyaya yapılmalı ve üretim için gerekli ön
şart olan “girişim ruhu” canlandırılmalıdır. Bu da demokrasi kültürünün sağlayabileceği bir özelliktir.
Para harcamayı bilmenin kazandırabileceği bir özelliktir.
Bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de sağlıklı bir toplumsal değişim dinamiğinin
harekete geçirilmesi ve toplumsal refahın eşit bir şekilde dağıtılması gerekmektedir ve bunun için de
istatistikî verilere şiddetle ihtiyaç vardır.
Bana göre doğu ile batı arasındaki en önemli fark şudur: Doğu düşüncesinin insanı tanımlamaya
yönelik olan paradigmasının çıkışı daha kalıcı bir noktaya dayanmasına rağmen vardığı sonuç tutucu
ve yanlıştır. Batı paradigmasının çıkışı ise daha muğlâktır. Ama vardığı sonuçlar daha doğru ve
gerçekçidir. De La Mettrie, “İnsan Bir Makine” adlı çalışmasında bu konuyu en ince ayrıntılarına
kadar anlatır. Ve bu kitap insan tanımlaması için de önemli bir rehber olarak görülür. Adı geçen kitap,
insanı önce bir makine gibi görülmesi gerektiğini vurgular (De La Mettrie, 1985).
Siyasi alanda görülen güvensizlik ve beceriksizlik ancak kişinin dünya ile arasında kurduğu
ilişki temelinde anlaşılabilecektir. İnsanların sahip olduğu kimliğini korumak adına siyasi tercihte
bulunması, cennetin transferini zorlaştırmaktadır.
Din ile devlet arasındaki ilişki bağlamında da devam ede gelen sorunlar, uygulamaya yönelik
sorunlar olmaktan öte alanlara devletin ve dinin düşünsel ve tarihsel arka planına kadar uzanmak
gerekmektedir. Avrupa’da, kendi öğretisi içinde kendi varlığını korumaktan emin olamayan
Hıristiyanlık, “devlet” gibi güçlü bir otoriteye yaslanarak kendini garantiye almıştır. Ancak bu tabi
Hıristiyanlık için daha sonraları ciddi sorunların doğmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Azizlerin
Hıristiyanlık öğretisi içinde kalarak tanrıya varmaktan aciz oldukları zaman da felsefeye
dayanmışlardır. Her iki durum da sorunlu bir yapıyı doğurmuştur. Bugün İslam coğrafyasında
rastlanan ve birçok Müslüman tarafından dahi tasvip edilmeyen “siyasal İslamcılık” da bu bağlamda
değerlendirilmelidir. Çok uzun süre devlet güvencesi ile varlığını sürdüren dini anlayış, bu güvenceyi
kaybetmeyi kendi sonu olarak görmektedir. Aslında dinler, kendi öğretileri içinde kendilerini
koruyabilecek bir yapıyı kurabilirler ancak, bu birazda riskli bir koruma alanıdır. Çünkü Kant’ın da
ifade ettiği gibi numen alanı çelişkileri içinde barındırabilen bir alandır. Dinleri böyle kırılgan hale
getiren nedenlerden birisi de insanın sürekli soyut olanı somuttan hareketle anlama çabasının içine
düşülebileceği sığlıktır.
Kısaca belirtmek gerekirse gerek geçmişte gerek günümüzde devletlerle veya siyasal yapılarla
dinsel yapılar arasındaki temel ilişki, birinin diğerini kendisine tarihsel bir dayanak olarak görüyor
olması ve bu dayanağı kaybetmekle de kendi iddiasını kaybedebileceği korkusunu yaşıyor
olmasındandır.
Modernleşmenin, modern dünyanın sona yaklaştığına dair söylemlere gösterilen tepkiler de
Cennetli dünyanın sonuna geldiği anlamı taşıdığı için mi can sıkıntısına neden olmaktadır? Yoksa öte
dünyanın tarihini yazıma girişiminde mi bulunuyoruz biz?
KAYNAKLAR
Alkan, Türker, Siyasal Toplumsallaşma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
Aristoteles, Fizik, Çeviren: Saffet Babür, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.
Aron, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren; Korkmaz Alemdar, Ankara: Bilgi Yayınları,
1989
Atlansoy, Hüseyin, "Ritmik Saymalar II", Hece, Sayı 18, 1998.
Aydın, Mustafa, Zihniyet Sorunu: Mahiyeti, Oluşumu Türleri ve Günümüzdeki Bazı Problemleri,
Tezkire, Bahar, 1997.
Bağlı, Mazhar, “Klasik Fizik (Newton Paradigmasının) İlkeleri Bağlamında Modern Bilincin Ve İktidarın
İmkanları: Özgürlük Ve Yetkinlik”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt 4, sayı:3,
Temmuz-Eylül 2002.
De La Mettrie, Julien Offray, İnsan Bir Makine, Çev. Zehra Bayramoğlu, Süreç Yayıncılık ve Tanıtım,
İstanbul, 1985.
Descartes, R. Metod Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, Milli eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1989.
Divitçioğlu, Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Ar Yayın Dağıtım, İstanbul, 1981.
Ġnsel; Ahmet, Türkiye Toplumunun Bunalımı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990.
Jeannıere, Abel, “Modernite Nedir?”, (çev., Nilgün Tutal-Küçük), Modernite Versus Postmodernite,
Der., Mehmet Küçük, Vadi Yayınları, Ankara, 1993.
Kahraman, Hasan Bülent, Kültürel Karmaşa ve Türkiye, Milli Kültür, Kültür Bakanlığı, Nisan 1992,
Sayı: 91.
Kılıçbay, Mehmet Ali, Doğu’nun Devleti Batı’nın Cumhuriyeti, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 2001.
Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1985.
Küçükömer, İdris, Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1994.
Mannheim, Karl, Essays on The Sociology of Culture, (Editor Bryan S. Turner), Routledge, London and
New York, 1992.
Marx; Karl, Critigve du Programme de Gotha, Editions Sociales, Paris, 1981.
Mumfort; Lewis, Makine Efsanesi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996.
Pala, Hüseyin, “Masalını(N) Kurdu”, Yayınlanmamış deneme, 2004.
Rustow, Dankwart A., “The Military: Turkey”, Political Modernization in Japan and Turkey, der. Robert
E. Ward ve Dankwart A. Rustow, Princeton University Press, Princeton, 1964.
Turner, Bryan S., Max Weber ve İslam, Çeviren, Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara, 1991.
Download