Bölgesel rejim krizi, IŞİD ve Rojava Gerçeği ''8-9 Tekçi egemenlik biçimleri, neoliberal yıkım politikalarının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı sarsıntıyı sisteme entegre edemeyince, sınıfsal-ulusal-dinselmezhepsel baskı ve çelişkileri hafifletmek bir yana kitlelerin demokrasi talep ve özlemlerini bastırarak derinleştirince yoksul emekçi halklar adeta hapsedildikleri düdüklü tencereyi havaya uçurdular... yaşasın sosyalist işçi demokrasisi Sayı: 48 Ağustos 2014 1 TL Sevdiğim insanın cenazesine bile gidemiyorum Okyanus’u siz öldürdünüz, gazeteci, anne, baba, öğretmen, ağabey, abla, sevgili olan siz! Koşulsuz sevmeyi bilmeyen siz, her gün bize kafamıza vurduğunuz ‘normal’ – ‘anormal’ ikiliğiyle bizde temiz bir parçayı öldürmektesiniz ...ölümle ve/veya intiharla bizi sınıyor, yok etmeye çalışıyorsunuz. Bitmeyeceğiz” dedi ve ekledi: “Alışın, varız, buradayız, gitmiyoruz! " 14 Behrengi amcanın anlattıkları ÖZLEMLERİMİZ KÜFLÜ SANDIKLARINIZA SIĞMAZ! Yeni bir yaşam özlemimiz burjuvazinin küflü sandıklarına sığmaz. Kapitalizmin daralan cenderesine, burjuva demokrasisinin dilek ağacına, Erdoğan’ın gölgesine, Ekmel’in mavi boncuklarına, Demirtaş’ın bitkisel yaşamına, sığmaz. Cumhurbaşkanı seçimi, kapımıza dayandı. Seçmemiz istenen yalnız bir cumhurbaşkanı değil. Burjuvazinin tıkanmış ve pejmürde rejimini, yine bizim oylarımızla yeniden yapılandırıp tahkim etme sürecinin önemli bir Yazının sonunda Behrengi Amcamıza kulak verelim: “Öyküler bizlere, toplumumuzun gerçek resmini çizebilir; sorunlarını ve nedenlerini açıklayabilir. Öyküler, okuyanları yalnızca eğlendirmez. Bu yüzden ben de, akıllı çocukların öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip bilgilenmeleri için okumalarını istiyorum. " 15 halkası. İyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın Sınıfsız! Rejim krizinin temelini toplumun artık Toplamda 6 gece 7 tabutlaşan mevcut rejime sığmaz hale gelm- gün olan kampımız, forumlarla, yaratıcı esi oluşturyor. İşçi sınıfının Soma çığlığı, drama Gezi’deki milyonlar, Kürt halkının Lice çıkışı, oyunlarla, çalışmalarıyla dolu dolu kadınların her gün öldürülmeye ve tecavüz geçti. Kampımız hayatın edilmeye isyanı, gençlerin kendilerini sokakta kendisinden kopuk, dışında,steril bir şekilde ifade etmesi, Alevilerin tepkisi, LGBTilerin olmadı, kampmızı hayatın kendisiyle bütünleştirip itirazı… hepsinin işaret ettiği, artık eskisi gelecek dönem için bir ivme kazandıracağı kampa gibi hiçleştirilerek yaşamak ve yönetilmek katılan herkesin ortak fikriydi. "2 istememedir Liberal-reformist bir “Yeni Yaşam” istemiyoruz! Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçi-öğrencilere, işsiz gençlere daha fazla baskı, daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü çıkacağını biliyoruz. Bizlere herhangi bir vaatleri yok. Kandırmak için bile, ihtiyaç ve özlemlerimize dair zahmet edip bir çift kelam etmemekteler.Biz işçi-öğrenciler olarak bir savaşım vereceksek, başkalarının seçim savaşlarında taraf olmamalı, kendi öz savaşımımızı yaratarak yaşamlarımızın üzerindeki ablukayı dağıtmalıyız. Biz işçi öğrenciler olarak, cumhura baş seçme adı " 11 altında sisteme yedeklenmeyecek ve kendi başımız bize yeter, diyeceğiz! 2 işçi meclisi İyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın Bu yıl .sini düzenlediğimiz Sınıfsız gençlik kampı sona erdi. Birlikte üretim ve payalaşımın olduğu, oyunlar,atelyeler, drama çalışmalarının olduğu ve on ayrı başlıkla forumlar gerçekleştirildi. Forum tarzı tartışmalarının ’68 Baharı’nın ürünü olduğunu Gezi ile yeniden toplumsallaşmasıyla bir ivme kazandığı bu süreçte, panel tarzını, bilen-bilmeyen ikiliğini kampımızda yıktık. Kampta da forumları geliştirerek yeniden ürettik. Forumların içinden geçen hat, temel çizgilerini koyduğumuz gelecek tablosunu geliştirme, gençliğin ellerinden kayıp giden sermayeleşen yaşamlarına yönelik tüm ifade kanallarıyla ortaya koydukları “yeni” bir yaşam ihtiyacıyla bütünleştirme; insanlıktan yoksunlaştırılan hiçleştirilen emeği, amansız yıkıcı ve güzelliği kurucu kolektif öznede toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda özgürleştirme canlandırma bütünleştirme çabasını hayata geçirdik. Kamp boyunca kendimizi ortaya koymamız da iç-dış engelleri, sınırları zorladı, alabildiğine zenginleştirdi, toplumsallaştırdı. mamız, doğaya ne kadar yabancılaştığımızı, en derinimizde hissettik. Doğa ile iç içe geçirdiğimiz saatlerde, doğaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kere daha anladık. Saatler çok çabuk geçti ve akşama yapacağımız “işçi-öğrenci formu” için geri dönüş yoluna geçtik. Akşam yemeğinden sonra foruma katılmayan arkadaşların demlediği çayları elimize alarak ( foruma katılmak mecburi değildi ancak elbette çay demlemek mecburiydi! ) “işçi-öğrenci” forumuna başladık. Önce “işçi-öğrenci” nedir sorusuna verilen cevaplarla forumumuz başladı. Bir, iki cümlelik cevaplarda aslında işçi-öğrenciliğin ne olduğunu net olarak ortaya koymuş bulunduk toplamda. 4+4+4 süreciyle başlayan yaşam boyu öğrencilik aynı zamanda yaşam boyu işçi olma durumunun, okulda bilgi üreticileri olarak bizlerin ürettiği bilgiyi sermayenin çıkarlarına uygun olarak kullanıldığı, staj sömürüsü ile emeğimizi ucuz iş gücü olarak kullanıldığı, asistan öğrencilerin, üniversitelerde iş güvencesiz çalıştırılmaları ya da proje asistanlığı ekseninde kölece çalışma koşullarında çalıştırılmaları yada üniversitelerin piyasaya uygun örgütlenişinden kaynaklı bilimsel-akademik gelişme ödevleri yerine, piyasanın çıkarlarına uygun düşen ödevlerin verilip bu ödevleri veya bitirme projelerini sermayedarlara peşkeş çekilmesi ancak burada yaratılan görünmez emeği hiçe sayıldığı bu süreçte, İşçi-öğrenciler olarak; üniversite ve liselerde emek-sermaye çelişkisinin içinde olduğumuzu bilince çıkartmak için onlarca örnekler verildi. Saatler gece yarısını geçmiş ve yorgunluk arttığı için işçi-öğrenci formunu bir sonra ki günde devam etme kararı alarak, yataklarımıza döndük. Ertesi gün sabah (uykucuların mız mızlamalarına rağmen) dinamik bir şekilde kalkıp, kahvaltı ve deniz ikilisinin tadına vardıktan sonra kadın-toplumsal cinsiyet forumuyla devam ettik. Forumda kadın ve özgürlük teması işlenerek, ailede-iş yerinde-okulda toplumun her yerinde kadının toplumsal rollerinin temeli, bu temelden sıyrılma mücadelesi ve gündelik yaşamla karşılaştığımız sorunlar konuşuldu. Gelişkin bir kadın hareketi ihtiyacı ve bunun giderilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulandı. Gençliğim eyvah! Bu çığlığı attıran, dünya çapında Türkiye’yi pazarlarken kullanılan temel sloganın “genç nüfus” olduğunu gördük. Sermayenin devleti, “ben üzerime düşeni yaptım, işte size ucuz, yığınsal, genç işgücü; şimdi sıra sizde, gelip tepe tepe sömürün!” derken bizler yeni bir yaşamın temellerini kamp ile atmaya başladık. Voleybol turnuvasına (çekilen takımlar olmasına İşçi-öğrenci formunda da dile getirdiğimiz gibi; rağmen) devam edildi. Maviler takımı “kaybetburjuvazi eğitimi de sanayileştirip, öğrencileri menin manifestosunu bu turnuvada yazacağız” eğitim süreci içinde proleterleştirirken; yeniden şiarıyla, piyasada ki rekabet üzerine kurulu turyeniden eğitime tabi tuttuğu işçileri de öğrennuvalara göndererek “en güzel biz yenilirizi” tüm cileştiriyor: Alın size yeni bir toplumsal sınıf kamp sakinlerine gösterdi turnuva boyunca. kesimi, “öğrenci işçi, işçi öğrenci”. Ve bundan kaynaklı iyi ki doğdun Sınıfsız! İyi ki varsın Akşam yemeğinden sonra yarım kalan işçi-öğSınıfsız! Ortaya koyduğumuz gelecek tablosu renci formuna geçildi. Bir önce ki gece doygunolmasa, “Çığlık” tablosunun reproluğa ulaşan örneklerimiz artık, somut diksiyonlarından başka neyiz? Sen olarak ne yapacağımıza dair konuşma olmasan, rüyalarımıza karşı sınıflı ve örgütlenme üzerine, işçi öğrencilik toplum devleti; hayallerimize sermaye hakkında pratik olarak neler yapacabirikim kanallarıyız. Zaman ise hiç ğımızı konuşmaya başladık. Kariyer bizim olmadı zaten; azıcık boşluk günlerinin üniversite öğrencilerinin bulduk mu, çoğumuz için ikinci bir Gençliğim eyvah! Bu çığlığı attıran, dünya çapında Türkiye’yi pazarlarken hayallerini çalmasına izin verilmemeiş olanağıdır. İlkinde ölmediysek kullanılan temel sloganın “genç nüfus” olduğunu gördük. Sermayenin si gerektiğini, ucuz iş gücü ve güvenhayret, ikincisinde bankodur ölüm devleti, “ben üzerime düşeni yaptım, işte size ucuz, yığınsal, genç işgücü; cesiz çalışmaların karşısında sınıfın (Belediye taşeron işçisi ikinci işte şimdi sıra sizde, gelip tepe tepe sömürün!” derken bizler yeni bir yaşamın bir bileşeni gibi hareket edilmesi çalışırken elektrik çarpmasıyla ölgerektiğini, piyasayalaştırılan ödev temellerini kamp ile atmaya başladık. dü-Evrensel). Doğdun, gözümüzün yüklerine karşı hak alıcı mücadele nurusun; “eyvah!”lara, gaza, cezalara, atılmaya edilmesi gerektiği vurgulandı. Sınıfsız olarak yaz karşı Duman’ın “Eyvallah”ıyla varsın. Ortaya süreci boyunca işçi-öğrencilerin yoğun olarak koyduğun gelecek tablosunu gençliğin zengin çalıştığı AVM’lerde, fabrikalarda , hizmet sektöçizgileriyle, renkleriyle geliştirerek herkesin kılma ründe etkin bir çalışma yürütülmesi gerektiğini, çabanla adımlıyorsun. İhtiyaçlar doludizgin ve okul dönemine ise buradan alınan güçle, dinamik patlamalı, sorular da var: Sınıfsız’ın kampı olur bir giriş yapılarak merkezi bir kampanya fikriyle elbet; fakat sınıfsız kamp olur mu? Bir haftalık forum son buldu. Toplamda 6 gece 7 gün olan kampta; kampa giren “ben” ile kamp sonrası kampımız, forumlarla, yaratıcı oyunlarla, drama “ben” arasında güneş yanığı, az biraz göbek ve çalışmalarıyla dolu dolu geçti. Kampımız hayatın “kahrolsun bazı şeyler!” dışında fark olacak mı kendisinden kopuk, dışında, steril bir şekilde olderken, kamp sonrası için alınan somut kararlarla madı, kampmızı hayatın kendisiyle bütünleştirip olacağını iliklerimize kadar hissettik! gelecek dönem için bir ivme kazandıracağı kampa katılan herkesin ortak fikriydi. “Kürt sorunu ve barış sürecini” kapsayan forum sonrası Dilek Yarımadası’nda bulunan Milli Forumlarda konuşulan, bunun ekseninde üretiPark’a doğru yürüyüş gerçekleştirdik. Beton len fikirler ve alınan kararlar, Sınıfsız Dergi okuyığınlarının arasında sıkışan yaşamlarımız, oryucularına metin olarak önümüzde ki günlerde manın temiz havasına alışık olmayan bünyemiz, ulaştıracağız. ağaçlar içinden geçişimiz ve denizle tekrar buluşİşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 48- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92 3 Enternasyonal sınıf işçi meclisi mücadelesini yükseltme zamanı Günlerdir İsrail Gazze’ye saldırıyor, Filistin halkı intifayla karşılık veriyor. beşyüzü geçkin ölü, binlerce yaralı var. Kobanê yanıbaşımızda. Kobanê şahsında Rojava halkları kendi geleceklerini belirleme kararlarına kasteden IŞİD çetelerine karşı tüm imkansızlıkların içerisinde direniyor. Gazze İsrail toprakları ve Kızıldeniz’le -bu demektir ki denizden de siyonist İsrail devletiyle- çepeçevre kuşatılmış durumda. Siyonist İsrail devleti dışında dış dünyayla tek bağlantısı Mısır’la arasındaki Refah Sınır Kapısı. Ve o da, ambargo ve ablukanın bir parçası olarak kapalı. Kobanê de üç tarafı Arap yerleşim bölgeleriyle ve bu yerleşim bölgelerinde konuşlanan IŞİD çeteleriyle kuşatılmış durumda. Sınır olduğu Suruç’ta ise Türkiye’nin ambargo ve ablukasıyla karşı karşıya. Kobanê ile Gazze Temmuz sıcağında aynı kaderi paylaşıyorlar. Gazze’deki bu kuşatma, Filistin halkı, ölüm bombaları karşısında teslim olsun diyedir. Kobanê’deki bu kuşatma, başta Kürt halkı olmak üzere Rojava halklarının birlikte inşa ettikleri demokratik özerkliklik kırılsın diyedir. Ancak Filistin de, Rojava da ölüm mangaları önünde diz çökmeyecektir. Siyonist İsrail devleti Filistin halkını katlederek Filistin topraklarını sömürgeleştirmiş, Filistin halkını kırıma uğratarak kendisine yaşam alanı bulmuştur. Siyonizm Ortadoğu işçi sınıfı ve emekçi halklarının arasına saplanan kanlı bir kamadır. İşçi sınıfı siyonizmi lanetlediği gibi antisemitizmle de arasına sınır çeker. Bu iki sınıf düşmanı ideoloji işçi sınıfı ve emekçi halkların hafızasında derin yaralar bırakmıştır. Biri Hitler'in gaz odalarına kadar varan katliamların ve soykırımın, diğeri ise Filistin topraklarında yıllardır süren katliamların, Sabra ve Şatilla vahşetinin acı hatıralarıyla birlikte anılan ideolojilerdir. Bizler işçiler ve emekçiler olarak bize çizilen sınırları kabul etmemeli ve tüm dünyanın işçileri olarak bu kanın vahşetin barbarlığın karşısına dikilmeliyiz. Patronların sistemini de o sisteme hizmet edeceklerin seçildiği seçimi de boykot ediyoruz. mücadele etmektir. Bugün, Türkiye işçi sınıfının görevi, tekelci kapitalist devleti, İsrail’le Erdoğan’ın “one minute” şovu sonrası azalmak bir yana artan ekonomik ilişkileri, gizli açık askeri-siyasi-kültürel her türlü ilişkiyi kesmesi için zorlamaktır. Siyonist İsrail devletinin her alanda boykot edilmesini sağlamak, mazlum Filistin halkının yanında saf tutmanın biricik yoludur. Şovenizm, işçi sınıfı ve emekçileri birbirine düşman eden burjuva ideolojilerinden biridir. Türk işçi ve emekçilerin Kürt halkına karşı yürütülen katliamlara kayıtsızlığının altında yatan da şovenizm zehridir. Yanı başındaki savaşa, Kürt halkının her parçasını etkileyecek olan Rojava kuşatmasına, Ortadoğu halklarının ulusal-dinsel-mezhepsel (ama asla sınıfsal olmayan!) çatışma ve çelişkilerle çürütülüp birbirine kırdırılmasına seyirci kalmak işçi sınıfının tekelci kapitalist devletin sermaye birikimini azamileştirmek için geliştirdiği bölge politikasına asker Türk tekelci kapitalist devletine karşı, onun savaşpolitikalarına karşı, Kürt halkının kazanımlarının yokedilmesini hedefleyen Rojava politikasına karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. Kobanê’deki ablukayı yıkmak için sınırları hükümsüz kılmak, Rojava’ya uygulanan abluka ve ambargoyu kaldırmak için Kürt halkının yanında olmalıyız. Rojava’ya destek, enternasyonal sınıf mücadelesini yükseltmekten geçiyor. Bunun somut karşılığını oluşturmaktan geçiyor. Kürt halkıyla mücadele içerisinde kardeşleşmekten işçilerin birliği halkların kardeşliği sloganını yükseltmekten geçiyor. Türk tekelci burjuvazisinin bölgede emperyalist kapitalist sistem içerisinde konumlanması ve nemalanması gayreti şu sıralar Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde somutlanıyor. Türk burjuvazisinin bu kan gölündeki rolünü nasıl oynayacağı umrumuzda değil ve olamaz. Bizler işçiler ve emekçiler olarak bize çizilen sınırları kabul etmemeli ve tüm dünyanın işçileri olarak bu kanın vahşetin barbarlığın karşısına dikilmeliyiz. Patronların sistemini de o sisteme hizmet edeceklerin seçildiği seçimi de boykot ediyoruz. İsrail’le Türk tekelci kapitalist devletin ticaret hacmi “one minute” tanımadı ve her geçen yıl artarak devam etti. Erdoğan’ın “one minute”i buraya kadardı! Bir yanBurjuvazinin çıkarlarını nasıl dan siyonist İsrail devleti layıkıyla temsil ettiklerini bildiile ekonomik ilişkiler ğimiz isimler yine sahnede. Patkatlanarak devam eder, ronları en iyi ben temsil ederim siyasi-diplomatik ve askediyenleri de liberal reformist ri ilişkiler perde arkasınsosla bizi sistemin içine çekmek dan yürütülürken, diğer isteyenlerede oy yok! yanda Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleler, Filistin İşçi sınıfı ve emekçiler dünyanın halkını destekleme adına neresinde olursa olsun, hangi antisemitik söylemlerle ulustan, hangi etnik kimlikten zehirlenmektedir. Filisolursa olsun, hangi din veya meztin halkıyla dayanışmak hepten olursa olsun aynı göğün için Türkiye işçi sınıfı ve altında küresel mali oligarşinin emekçiler, Erdoğan’ın azami kar iştahasının hedefi duve diğer burjuva temsilrumundadır. Sınırlar, ayrım ve ayrıİşçi sınıfı ve emekçiler dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulustan, hangi etnik kimlikten olursa olsun, hangi din veya calıklar, sömürü ve egemenlik; uluscilerin hamaset kokan mezhepten olursa olsun aynı göğün altında küresel mali oligarşinin azami kar iştahasının hedefi durumundadır. Sınırlar, lar, ırklar, dinler, mezhepler arasında nutuklarına, mızıldanmalarına değil kendi sınıf ayrım ve ayrıcalıklar, sömürü ve egemenlik; uluslar, ırklar, dinler, mezhepler arasında değil sınıflar arasındadır! değil sınıflar arasındadır! gücüne bel bağlamalıdır. Enternasyonal mücadele, dünyanın neresinde yazılmasıdır. Savaş da, küresel mali oligarşiyle, emperyalist kapiolursa olsun işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist talistlerle, tekelci kapitalist devletlerle, özcesi burjudevletler, küresel mali oligarşik kurumlar üzeTürkiye işçi sınıfı ve emekçileri yanıbaşındaki bu va sınıf ve temsilcileriyle dili, dini, rengi, mezhebi rinde basınç oluşturarak siyonist İsrail devleti katliamlara ve savaşa sessiz kalamaz. Ortadoğu ne olursa olsun tüm işçi sınıfı ve emekçi halklar ile her türlü ekonomik, askeri, siyasi-diplomatik halklarının katledilmesinde bilfiil rol oynayan arasında olmalıdır. anlaşma ve ilişkiyi kesmelerini sağlamak için 4 işçi meclisi Dev Maden-Sen üyesi işçiler meclise yürüdü Yürüyüşte üzerinde, katliamda hayatını kaybeden madencilerin isimlerinin yazılı olduğu bir pankart ile taleplerin yazılı olduğu bir pankart taşındı. Kortejin en önünde, yüzünü siyaha boyayarak kefen giymiş bir işçi yürüdü. Yürüyüş sonunda Meclis Dikmen kapısına gelen işçiler burada, katliamda ölen işçiler için bir dakikalık saygı duruşunda bulundu. Saygı duruşunun ardından Dev-Maden-Sen Genel Başkanı Tayfun Görgülü bir konuşma yaptı. Görgülü, “Soma’da cinayete dönüşen faciaya sebep olan açgözlüleri herkes biliyor. Bunlar bize sözler verdiler. Bu sözlerin içinde ölen madenci şehitlerimizin çocuk ve aileleri yapılacak olan yardımlarla ilgili sözler var. İşçi sağlığı ve iş güvenliği çalışma koşulları bakımından yasal alanlardaki çıkarılması gereken yasal düzenlemeler ve diğerleri var. Bu sözlerin tam ve eksiksiz olarak tutulmasını istiyoruz.” dedi. Görgülü’den sonra DİSK Genel Başkanı Kani Beko da bir konuşma yaptı. Katliamın yaşandığı Soma madenlerinde çalışan işçiler adına basın açıklaması bir maden işçisi okudu. “Soma’da değişik patronların ocaklarında çalışan binlerce işçi kardeşimizi temsilen buradayız” sözleriyle başlayan açıklamada yaşanan katliamın, madenlerdeki çalışma koşullarının kaçınılmaz sonucu olduğu ifade edildi. Katliamdan sonra Ankara’ya gelen bir işçi heyetine Başbakan ve AKP grubu tarafından verilen ve tutulmayan sözlerin takipçisi olarak buraya geldiklerini belirten maden işçisi, verilen sözleri tek tek okudu. Açıklamanın ardından işçiler arasından daha önceden belirlenen bir heyet talepleri içeren dosyaları sunmak üzere meclise girdi. PTT kargo ve dağıtım işçileri iş bıraktı PTT’nin Gebze, Dilovası, Körfez, Kartepe, Gölcük ve İzmir’teki posta dağıtım ve kargo işinde çalışan işçiler, maaşlarının zamanında ödenmemesi üzerine iş bıraktı. Her ay sonu yaşanan maaş yatırılmaması sorununa tepki gösteren, maaşlarının bir an önce hesaplarına yatırılmasını ve bundan sonra da ödemelerinin aksatılmamasını isteyen işçiler, Kandıra’daki PTT Posta Toplama ve Dağıtım Merkezi’nin önünde bir araya geldi. İzmit Merkez PTT önüne yürüyen işçiler, sık sık “Taşeron işçisi köle değildir”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”, “Direne direne kazanacağız” sloganları attı. 150’den fazla işçinin katıldığı eylemde İzmit Merkez PTT önündeki açıklamayı Nakliyat-İş Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal yaptı. İşverenin tamamen keyfi ve hukuksuz davrandığını, maaşların zamanında ödenmemesi gibi bir hakkın olamayacağını söyleyen Kopal, taşeronda çalıştırılan işçilerin isyan etme noktasında olduğunu ifade etti. Kopal, işçilerin haklarını sonuna kadar savunacaklarını söyledi ve tüm kargo-dağıtım işçilerini Nakliyat-İş’te örgütlenmeye davet etti. Açıklamanın ardından işçiler bir süre de oturma eylemi gerçekleştirdi. İşçiler, maaşlarındaki aksamaların sürmesi durumunda eylemlerini de devam ettireceklerini duyurdu. Turizm işçisine işkence! Mustafa Yahyaoğlu okudu. Açıklamada, İsmail’e yönelik asılsız iddialara cevaplar verildi. Yahyaoğlu şöyle devam etti: “Bu olayla görüyoruz ki turizm patronları ve yönetimleri artık sadece sömürmüyor bir de artık işçi üzerinde kurduğu psikolojik baskıyı fiziksel baskıya çeviriyor. Turizm işçilerinin bütün bu sömürü çarkından kurtulmak için çözümü tektir: Sendikalı olmak, sendikalı olarak mücadele etmek! DİSK’e bağlı Dev Turizm İş üyesi İsmail Yılmaz, 17 Temmuz günü çalıştığı Antalya Kundu mevkiinde bulunan Sherwood Breezes Resort Otel’de otel yönetimi tarafından zorla alıkonularak darp edildi. müdürü ve sorumlusu ile Güvenlik müdüründen oluşan patron yalakası çete İsmail’in çirkin iddiaları reddetmesi üzerine İsmail’i otelin zemin katında bulunan telefonunun çekmediği, penceresiz bir odaya hapsedip ve sorgulamaya çalıştılar. 17 Temmuz Perşembe günü gece vardiyasında çalışan İsmail, mesai bitiş saati 08.30'da otelden ayrılıp servise bindiği esnada otelden aranarak yüz tarama sisteminin yenilendiği, tekrar işlem yapması gerektiği gerekçesiyle otele geri çağırıldı. Otele geri dönen Yılmaz, durumun yüz tarama sistemiyle alakalı olmadığını, otelin hesaplarındaki bir açıktan kendisinin sorumlu tutulduğunu öğrendi. Otelin İnsan Kaynakları Dev Turizm İş: İsmail Yılmaz yalnız değildir 17 Temmuz’da gerçekleşen bu saldırının üzerine, Dev Turizm İş sendikası, 18 Temmuz Cuma günü saat 12.30'da Sherwood Breezes Resort Otel önünde bir eylem gerçekleştirdi. Eylemde, Türkçe ve İngilizce “İsmail Yılmaz yalnız değildir” ozalitleri açıldı. Basın açıklamasını, Dev Turizm genel başkanı Biz Devrimci Turizm İşçileri Sendikası olarak bu mücadelenin içindeyiz ve hiçbir üyemizin bu şekilde bir muameleye maruz kalmasına izin vermeyiz. Biz Devrimci Turizm İşçileri Sendikası olarak başta üyemiz olan İsmail Yılmaz ve işten çıkarılan önbüro işçilerinin arkasındayız. Onları haklı oldukları bu mücadelelerinde yalnız bırakmayacağız. İsmail’i zorla alıkoyarak darp eden bütün sorumlular adalet tarafından cezalandırılana kadar bu mücadelenin takipçisi olacağız” 5 Okmeydanı Hastanesi direnişi öncü işçiler dağıtılarak bitirildi! Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde DevSağlık-İş üyesi taşeron sağlık işçilerinin direnişi sessiz sedasız bitirildi! Yaklaşık 62 gün süren direniş, işçilerin önce çeşitli hastanelerde işe alımı ve bayramdan sonra ise eski işlerine dönmelerinin kabul edilmesi sözü ile direnişin sona erdirildiğini öğrendik. 14 Mayıs 2014’te Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Dev-Sağlık-İş üyesi taşeron sağlık işçileri sendika, toplu sözleşme ve grev hakları için eylem yapmıştı. ‘Sağlık işçisiyim, Dev Sağlık-İş üyesiyim’ şiarıyla sendika, toplu sözleşme ve grev hakları için üretimden gelen güçlerini konuşturup iş bırakmışlardı. Bu eylemleriyle birleştirdikleri DİSK’in Soma için eylem çağrısını hayata geçirerek, iş bırakma eylemlerini 15 Mayıs günü de sürdürmüşler ve Soma katliamına karşı sınıf dayanışmasının sarmalayıcı diline, destek için iş bırakma eylemine başvurmuşlardı. Örgütlü oluşlarının gücü dışında hiçbir iş güvenlikleri olmayan taşeron işçilerinin bu sınıfsal cüreti taşeron kapitalistlerini ve hastane yönetimini ziyadesiyle ürkütmüştü. Cezalandırılmaması düşünülemezdi! Aynen böyle yaparak 22 Mayıs’ta, Dev-Sağlık-İş işyeri temsilcileri olan 8 işçi işten çıkarılmış ve direniş başlamıştı. Direnişin ilerleyen sürecinde direnişçilerden bir kadın işçi Okmeydanı Ağız Ve Diş Hastalıkları Hastanesinde işbaşı yaptırılmıştı. Fakat diğer 7 öncü işçi işe alınmadı ve işçiler işe geri dönme mücadelelerini yaklaşık 62 gün sürdürmek zorunda kaldılar. Henüz sendikadan bir açıklama yapılmasa da sağlık işçilerinden öğrendiğimiz kadarıyla yapılan görüşmeler sonucu direnişçilerden 3 işçi (Celel Kaya, Nail Tekin ve İlhan Taş) Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde; bir işçi (Recep Meral) Eyüp Devlet Hastanesinde; Oktay Yavuz Kasımpaşa Devlet Hastanesinde ve diğer işçiler Ali Çakin ile Muzaffer Mengi ise Okmeydanı Ağız Ve Diş Hastalıkları Hastanesinde işbaşı yaptırılarak direniş sonlandırıldı. Bu dağılımla direniş bitirildikten sonra ise başka ayak oyunlarının yapıldığı açıklandı. İşçilerden Recep Meral işbaşı yapmak için gittiği Eyüp Devlet Hastanesinden “bize bu yönde bir talimat gelmedi git işine bak” denerek geri çevrildiği; Okmeydanı Ağız Ve Diş Hastalıkları Hastanesinde işbaşı yapması gereken Ali Çakin’inse aslında başka bir ilçedeki hastaneye yönlendirildiği anlaşıldı. İşçilerin bu ayak oyununu sona erdirme çabaları sendika ve hastane yönetimi nezdinde sürüyor! Bu durum ise bayramdan sonra işçilerin eski işlerine geri döneceklerine dair verilen sözler ve yapılan anlaşmanın akıbeti konusunda işçilerde ciddi bir endişe oluşmasına neden olmakta. Bir direnişin bu biçimde sona erdirilmesi, bir örgütlülük alanındaki öncü işçilerin bu biçimde alanlarından koparılıp çil yavrusu misali birçok alana saçılması konusu komünist ve sınıf bilinçli işçilere bu Pirus zaferinin hangi sendikal politikaların eseri olduğunu, hangi sendikal önderlik anlayışının neticesi olduğunu sorgulatmalı! Öncü işçilerin resmen tasfiye edildiği bu anlaşmanın neye, hangi amaçlara hizmet ettiğini sorgulamalıyız. Bu sendikal anlayış özellikle İstanbul’da taşeron sağlık işçilerinin mücadelesine önderlik etme basiretini çoktan yitirdiğini ispatlamıştır. Örgütlülük düzeyinin güçlü olduğu İstanbul’daki belli başlı hastanelerdeki gerileme ve dağınıklık bu konuda fazla söze gerek bırakmayacak açıklıktadır. Sendikal önderlik basireti gösteremediği gibi öncü işçilerin aşağıdan inisiyatifine bile sahip çıkamayıp önce bu insiyatifi engellemeye, başaramadığında ise onu en geri sınırlara hapsederek sündürme yoluna gidebilmiştir. Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi taşeron sağlık işçileri, mücadele tarihinin en eski aracına başvurarak üretimden gelen güçlerini kullanıp sınıflarının eylem gücüyle konuştular! Sendika, toplu sözleşme ve grev hakları için giriştikleri cüretli eylemleri içinde sınıf dayanışmasının da en güzel örneğini gösterdiler. Katledilen 301 Soma işçisi için sendikal disiplin içinde hareket ederek iş bırakma eylemlerini bir gün uzatarak kolektif hareket etme yeteneği gelişen işçi sınıfının güçlü bir kesimi olduklarını dosta düşmana gösterdiler. Taşeron işçilerinin bu ileri militan duruşları asgari bir sendikal önderlikten bile yoksun hale getirildi.. Bırakalım mevcut örgütlü mevzileri korumayı öncü işçilerin bir alandaki yoğunlukları tasfiye edilmiş oldu. işçi meclisi Sütaş İşçilerine saldırı Bursa Karacabey’deki Sütaş Fabrikası önünde, Tek Gıda İş Sendikası üyesi Sütaş işçilerinin, yaklaşık 3 aydır süren eylemi jandarma ve polisin saldırdı. Jandarma, sendikanın Şube Başkanı Suat Karlıkaya’yı gözaltına alındı. Sendikal faaliyetler sebebiyle işten atma saldırısının ardından başlayan direnişi, Sütaş’ın Karacabey Fabrikası önünde oturma eylemi şeklinde sürdüren Tek Gıda İş Sendikası üyesi işçilerin direniş alanından çıkartılması için fabrika yetkililerinin imdadına her zamanki gibi polis ve jandarma yetişti. Son günlerde direnişçi işçilerin üzerindeki baskıyı artıran tönetim saldırı silyali veriyordu zaten. Eylemci işçilerden asılan pankartı kaldırmasını istedi. Buna müsade etmeyeceklerini belirten işçilere polis jandarma eşliğinde saldırıldı ve Tek Gıda İş Sendikası Bursa Şubesi Teşkilatlanma Başkanı Suat Karlıkaya gözaltına alındı. Tek Gıda-İş Sendikası saldırı ile ilgili yaptığı açıklamada “üyelerimizin tamamen yasal ve meşru hak ve özgürlüklerine jandarma güçlerinin yaptığı bu kanunsuz müdahaleyi kınıyoruz. Sütaş Mücadelesinden Vazgeçmeyeceğiz!” denildi. Beltaş işçilerine işten atma tehdidi Beşiktaş Belediyesi’ne bağlı BELTAŞ A.Ş. adlı şirkette park ve bahçeler işinde çalışan 250 işçi bizzat belediye başkanı Murat Hazinedar tarafından işten çıkartılmakla tehdit ediliyor. Toplu iş sözleşme görüşmelerinin sonuna gelinmiş olmasına karşın ihale sürecinin Eylül ayında biteceği gerekçe gösterilerek Cuma günü Genel-İş Sendikası üyesi olan bütün işçilere amirlerce iş akidlerinin feshedildiğini belirten bir kağıt imzalatılmaya çalışılmıştı. İşçiler 22 Temmuz Salı günü saat 09.00 itibariyle iş başı yapmayıp grev haklarını kullanarak belediye binasının iki yan sokağında bulunan Levent Birlik Parkı’nda toplandılar. İşçiler belediye başkanı Murat Hazinedar’ın kendilerine açıklama yaparak, kimsenin işten çıkarılmayacağı sözünü yazılı olarak beyan etmesini, aksi takdirde belediye önünde çadır kuracaklarını söylüyorlar. Sabah saatlerinde Genel-İş Genel Merkez yöneticileri işçilerin yanına uğradılar. Ardından da belediye başkanı Haznedar’la görüşme yaptılar. Saat 10.00’da şube başkanının işçilere yaptığı açıklamada, belediye başkanının halen net bir cevap vermediğini, toplantı halinde olduklarını ve saat 13.00’da işçilerin yanına gelerek açıklama yapacağını söyledi. İşçilerin bu oyalamaya karşı belediye binası önüne gitmek istemesini ise sendikacılar, öğlenki açıklamayı beklemek gerektiğini savunarak buna engel oldular. Şuan parkın içindeki bekleyiş sürüyor. Greve ise yüzde 85 oranında katılım sağlanmış durumda. 6 işçi meclisi Bir Grev Yasağı Daha!.. Şişecam grevinin ardından bir grev yasağı da Ciner Grubuna bağlı Park Holding maden işçilerine getirildi. Park Holdingin üç madeninde Türkiye Maden İşçileri Sendikasının uygulama aşamasına gelen grev kararı Holding tarafından mahkemeye taşınarak durduruldu. Mahkeme Ankara, Kütahya ve Maraş’taki linyit madenlerinde 2500 işçinin greve çıkacağı gün, ihtiyati tedbir kararıyla grevi durdurdu. Mahkeme kararı, enerji sektöründe grevlerin durdurulabileceği, linyit kömürünün de enerji üretiminde kullanıldığı gibi zorlama bir hükme dayanıyor. Sendika, linyit madenlerinde grev yasağının 2012'de kaldırıldığını, mahkemenin ise eski yasa üzerinden zorlama bir karar çıkardığını belirterek hükme itiraz edeceklerini belirtti. “Bu karar bu ülkede grev yasak anlamına geliyor. Tekrar itiraz edeceğiz. Sonra yüksek mahkemeye başvuracağız” açıklaması yapıldı. Bununla birlikte grev hakkı mahkeme koridorlarında süründürülürken, sendikanın fiili bir eylem kararı almaması da dikkat çekti. 12 Eylül’ün geniş grev yasakları, bakanlar kurulu ya da mahkeme kararıyla grevlerin her vesileyle yasaklanabilmesi keyfi, son dönemlerde havayollarına, borsaya toptan grev yasağı konulması girişimi, cam ve maden işçilerinin grevlerinin yasaklanması, hiçbir büyük ve etkili greve izin verilmemesi, toplu sözleşme ve grev hakkı açısından durumu özetliyor. Büyük sanayi işçilerinin artan hoşnutsuzluk birikimi ve mücadele istekliliği son 2 yılda artan grev kararlarına ve eylemlere yansıyor. Bürokratik sendikaların eskisi gibi TİS’leri sessiz sedasız satmasını zorlaştırıyor. Devreye burjuvazinin devleti, bakanlar kurulu ve mahkeme kararlarıyla giriyor. Enerji ve maden sektörlerinde ise, Yatağan işçilerinin direnişi, Soma, Enerji-Sen, Maden-Sen ile artan bir hareketlilik var. Yine devreye burjuvazinin devleti, hükümet ve mahkemeleriyle keyfi grev yasağı sokuluyor. Artan bir taban basıncına ve tepkiye gark olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İş’i de görünüşü kurtarma çırpınışından kurtarıyor. Grev yasakları, özellikle de işçi sınıfının daha geniş bir hareketlenme zeminine sahip olduğu kriz sürecinde, daha mücadelenin ilk adımında burjuva devletin baskı ve yasaklarıyla karşılaşmasının tipik bir biçimidir. Neoliberal despotik çalışma rejiminin de ayrılmaz bileşenlerinden biridir. İşçi sınıfının burjuvazinin neoliberal sınıf diktatörlüğü aygıtıyla mücadele etmeden, fiili ve taban komite ve meclislerine dayalı sınıf savaşımı demokrasisi anlayışına sahip olmadan, elindeki kırıntıları bile koruyamayacağını gösteriyor. İşçi sınıfının daha mücadelenin ilk basamak eşiğinde burjuva devletin baskıları, hükümeti, polisi, mahkemeleri, hukuki ya da fiili yasa ve yasakları, medyası vb ile de karşılaşması, siyasallaşmanın ve sınıf savaşımını salt ekonomik-sendikal olmayan, ekonomik, siyasal, ideolojik-kültürel bir bütün olarak kavramasının da bir zeminini oluşturuyor. İşçi sınıfı ancak siyasallaşan ve toplumsallaşan sınıf olarak meşru ve fiili, bağımsız savaşım ve örgütlenme kanallarını açabilir. Grev hakkı grev yaparak kazanılır. Grevlere, direnişlere işçi komitelerimizi, işçi meclislerimizi kurarak hazırlanalım. Burjuvazinin baskı ve yasaklarını, örgütlü fiili mücadele ile aşalım. Grevleri yasaklanan cam ve maden işçileri birlikte mücadele etmelidir. Son dönemlerde anlamlı bir hareketlenme ve örgütlenme mücadelesi içinde olan enerji ve maden işçileri topyekun ayağa kalkmalı, iş katliamları, grev ve sendika yasaklarına karşı birlikte mücadele etmelidir. Düzce’de altı orman işçisi yaşamını yitirdi Düzce’nin Yığılca ilçesinde orman işçilerinin bulunduğu traktörün üzerine ağacın devrilmesi sonucu aralarında 17 yaşındaki Hale Çelik ve 13 yaşındaki Sedat Yalçın’ın da olduğu 6 işçi hayatını kaybetti, 15 işçi yaralandı. Kaza, akşam saatlerinde Yığılca Kırık mevkiinde meydana geldi. Ormanda çalıları ve otları temizleyen işçiler yağmurun başlamasıyla traktörün römorkuna binerek ilçe merkezine doğru yola çıktı. Traktör yolda ilerlerken, yolun kenarında bulunan bir ağaç rüzgarın etkisiyle devrildi. Bunun üzerine traktör ve bağlı olduğu römork devrilirken işçiler altında kaldı. Römorkun altında kalan 34 yaşındaki Birgül Çelik, 43 yaşındaki Nazım Kara, 23 yaşındaki Erkan Çakır, 17 yaşındaki Hale Çelik, 13 yaşındaki Sedat Yalçın ve 40 yaşındaki Adalet Altınay yaşamlarını kaybetti. düzce-işkazasıİl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü ve itfaiye ekipleri römorkun altında kalanları çıkarırken, 15 yaralı Düzce Devlet Hastanesi ve Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’ne götürülüp tedaviye alındı. Kazayla ilgili soruşturma başlatıldı. 27 Kişi tedavi altına alındı Yaralanan 25 kişi Düzce Devlet Hastanesi, Düzce Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi ve Yığılca Sağlık Ocağı’na götürülüp tedaviye alındı. Hastanelerin önünde toplanan yaralıların ve ölen kişilerin yakınları feryatlar ederek ağladılar. Hastanelerde tedavi gören yaralıların isimleri şöyle; ‘Aysun Çelik, Gönül Altay, Selindar Çelen, Fatma Tokgöz, Nurten Çelik, Emine Kara, Oktay Çelik, Gaye Çelik, Fadime Tokgöz, Lale Altay, Arife Çilingir, Ahmet Çilingir, Necibe Kartal, Birsen Demir, Saniye Çelen, Dilek Yalçın, Durkadın Yalçın, Bayram Çilingir, Altun Çilingir, Haydar Çilingir, Hanım Yalçın, Volkan Yalçın, Birsel Demir, Emine Karadağ, Arif Altıay.’ Ölenlerin cenazeleri köylerine getirildi Yığılca ilçesinde, şiddetli rüzgar nedeniyle orman işçilerini taşıyan traktörün üzerine ağaç devrilmesi sonucu, römorkun altında kalarak hayatını kaybeden 7 kişinin cenazeleri evlerine getirildi. İşçilerin hepsinin Sarıkaya Köyünde ikamet ettiği ve Sarıkaya mevkisindeki ormanda çalı ve diken temizliği yaptıkları öğrenildi. Kentteki çeşitli hastanelerde tedavileri süren işçilerden çoğunun durumunun ise ağır olduğu bilgisi alındı. Özlemlerimiz küflü sandıklarınıza sığmaz! Cumhurbaşkanı seçimi, kapımıza dayandı. Seçmemiz istenen yalnız bir cumhurbaşkanı değil. Burjuvazinin tıkanmış ve pejmürde rejimini, yine bizim oylarımızla yeniden yapılandırıp tahkim etme sürecinin önemli bir halkası. Rejim krizinin temelini toplumun artık tabutlaşan mevcut rejime sığmaz hale gelmesi oluşturyor. İşçi sınıfının Soma çığlığı, Gezi’deki milyonlar, Kürt halkının Lice çıkışı, kadınların her gün öldürülmeye ve tecavüz edilmeye isyanı, gençlerin kendilerini sokakta ifade etmesi, Alevilerin tepkisi, LGBT'ilerin itirazı… hepsinin işaret ettiği, artık eskisi gibi hiçleştirilerek yaşamak ve yönetilmek istememedir. Burjuvazi de eskisi gibi salt sopayla kitlelere söz geçiremediğini, böyle giderse kazanın daha fena fokurdayabileceğinin pek güzel farkında. Sermaye efendileri nasıl farkında olmasın ki? Şu bunaltıcı yaz sıcağı ve Ramazan ayında bile her yer eylem, her şey direniş. Grevleri yasaklanan Şişe Cam İşçileri İstanbul plazalarının kapısına dayanıyor, Zonguldak’ta madenciler Valiliğe yürüyor, Kürtler Rojava’yla dayanışma için sınıra yürüyor, kadınlar Meclise yürüyor, Aleviler Sivas’ta 2 Temmuz’un hesabını soruyor, doğa savunucuları yasaklanan alanda kamp yapıyor… Burjuvazi bu yüzden sopayı elden bırakmadan, kitlelerde yeni bir beklenti yaratarak sokağı sandığa gömmenin hesabını yapıyor. Ey kitleler, diyor, biz sizi sömürenler ve ezenler aslında sizin iyiliğinizi isteyen dostunuz ve kardeşiniz. Çoğulcu, katılımcı, uzlaşmacı süslemeler yaptığımız demokrasimiz emrinize amedeyken ne gerek var öyle iki de bir hop eyleme, hop sokağa? Lütfedip ölülerinizi tabuta, dirilerinizi sandığa diziyoruz. Bunu da bulamayanlar var. Tıpış sandığa, yoksa sizi IŞİD’e veririm. Hem siz her zaman sandıkla bir şeylerin belki değişebileceği ihtimalini seversiniz… Döner döner yine seversiniz. Bu kez önümüze 3 aday koyuyorlar. Başbakan Erdoğan pervasızca kendi kendini cumhurbaşkanlığına, oradan da devlet başkanlığına atama hesabında. Hayranları kendisine “uzun adam” diyor, boyu kadar elleri, dişleri ve burnu da uzadıkça uzuyor. İşçiler ölüyor, Erdoğan uzuyor. Kürtler, kadınlar, gençler ölüyor, Erdoğan uzuyor. Rojavalılar, Filistinliler ölüyor, Erdoğan uzuyor. Erdoğan’ın başkanlığa sınavsız yatay geçiş yapmasına karşı çıkan, CHP, MHP, BBP, DYP, DP, DSP Ekmeleddin İhsanoğlu diye ortak bir aday çıkardılar. İslam İşbirliği Teşkilatından tekaüt. Neoliberal muhafazakarlığın “cool” versiyonu. O kadar sakin ki konuşmasını dinleyen herkes uyuyor. Burjuvazi biber gazıyla sokaktan dağıtamadığı kitleler için, onu “hey sakin ol dostum, hadi sokaktan tıpış” gazı olarak yedekte tutuyor. “Alo babacım”ın agrasif serveti ile karşılaştırılamasa da, “sakin” bir 300 milyon dolar ile Türkiye’nin sayılı para babaları arasında yer alıyor. Üçüncü aday, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş. Liberaller onu her yazılarında “genç, yakışıklı, zeki, esprili, özgüvenli” diye tanıtıyor. Sanırsınız ki büyük bir sermaye grubunun halkla ilişkiler departmanına eleman alımı için gazete ilanını okuyorsunuz. “İmaj her şeydir gerçek hiçbir şey, (demokrasi) susuzluğunu dinle!” Ve neoliberal holding demokrasisinin “çoğulcu, katılımcı, özerkçi, müzakereci” yeni sürümünü bekle! Demirtaş “sadece bağlama çalıyor” olabilir ama daha önemli olan hangi sınıfın türküsünü söylediğidir. Soma’dakinden bile besbeter koşullarda çalışan ve yaşayan, iki kat ezilen ve sömürelen Kürt işçilerin, kent ve kır yoksullarının, kadınların, gençlerin sınıfsal-ulusal-cinsel kurtuluş umutlarını ya kimler çalıyor? Cumhurbaşkanı seçimleri 30 Mart’a göre daha yumuşak bir havada geçiyor. 17 Aralık krizi ve 30 Mart seçimlerinde burjuvazinin kitleleri soymak ve ezmek için en fazla ihtiyaç duyduğu devlet aygıtlarının ciddi biçimde tahrip olması, kitlelerin burjuva hükümet, meclis, ordu, polis, yargı, medyasıyla rejime olan güvensizlik ve tepkilerinin artması, kitleleri rızalarını alarak sömürme ve ezmenin aracı burjuva neoliberal demokratik temsiliyet ve müzakere mekanizmalarının tıkanmasının kitlelerin aşağıdan sokak inisiyatifini büyütmesi, burjuvaziyi fena halde ürküttü. Tepemizde birbirine tekme sille giren burjuva sınıf kesimleri, bunun sokakları daha da kızıştırdığını gördüler. İyisi mi, dediler, uzlaşalım. Gezi’yi, Soma’yı, Lice’yi rejimin yeniden yapılandırılması zayiatına sayıp unutturalım. Kitleleri yeniden neoliberal demokrasinin kendileri için olduğuna inandırıp hasılatı kırışalım. Bunun için AKP’yi biraz esnetelim, CHP’yi Ekmelleyip neoliberal muhafazakarlığı kurumlaştıralım. Kürt burjuvazisi küçük kardeşimize de ucundan bir kanal açıp, bu kadar muhafazakarlıktan bayılacak gibi olanları da, onun “radikal demokrasi” vaatleri üzerinden sisteme yedekleyelim. Şimdi karşımıza çıkan 3 adayın da “vizyon belgeleri”nde “çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasi, uzlaşma, barış” yazması raslantı değildir. Bu, neoliberal burjuvazinin tüm kesimlerinin ortaklaşan, rejimi yeniden yapılandırma programının estetize ve idealize edilmiş ifadesidir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları bundan ne beklemelidir? Daha keskin bir sömürülme ve sopanın yanında bir nebze inceltilmiş ama bir o kadar da derinleştirilmiş bir köleleştirilme dışında hiçbir şey! Burjuva neoliberal çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasi de, uzlaşma ve barış da, burjuvazi için ve burjuva sınıf kesimleri arasındadır. Erdoğan ve İhsanoğlu’nun “vizyonları”, safkan burjuva mali oligarşik gericilik ve güç yoğunlaşmasına, geri ve güdük temsil, istişare, müzakere mekanizmalarıyla ucundan kapsayıp köleleştirme demokrasisinin katıştırılmış biçimidir. Demirtaş’ın göreli farkı, Kürt burjuvazisinin yönetime alt düzeyde katılım, özerklik ve Kürdistan’daki sermaye birikiminde payını artırma isteminin belirleyici olduğu biçimde, ezilen ulus, cins, mezhep, cinsel yönelimden burjuva ve orta sınıfların liberal çoğulcu, katılımcı, müzakereci reformizm platformunu temsil etmesidir. Demirtaş’ın TÜSİAD’ın belli kesimleri ve TÜSİAD medyası tarafından parlatılması, liberal aydınların yoğun tezaruhatına gark olması, 7 işçi meclisi küçük burjuva solun geniş bir kesimini çevresinde toplayıvermesi, geriye kalan devrimcilik iddiasında olan küçük burjuva örgütlerdeki liberal reformistleşmeyi de kolayca derinleştirip kendine yedekleyivermesi, Türk egemen ulusçuluğu ve şovenizmiyle bile uzlaşıp vizyon belgesinde “demokratik özerklik” istemini bile geri çekmesi, ve en önemlisi, Gezi’yi, Soma’yı, Lice’yi sisteme soğurmaya oynaması, zaten başka bir söze gerek bırakmıyor. Demirtaş’ın “radikal demokrasi”si, burjuva demokrasisinin sınıflar arası güç dengelerine dayalı şu eski sosyal demokrasisinden bile geriye kırılmış, piyasa çeşitliliği ve kimliklerin piyasalaştırılması demokrasisidir. Hangi sınıf için hangi sınıfa karşı demokrasi, sorusunu sormayan bir siyasetin; sermayenin, meta egemenliğinin, özel mülkiyetin, bürokrasinin kaldırılması temelinde olmayan bir demokrasinin “radikal” olması mümkün değildir. Demirtaş’ın “yeni yaşam” vaadi, şu eski, tahammül edilmez hale gelmiş kölece yaşam yerine, tahammül edilebilme ihtimali olan kölece bir yaşam geçirme beklentisini yaymaktan ibarettir. Asıl olarak da, burjuvazinin işçi sınıfını, kürtleri, kadınları, gençleri, lgbtileri, doğayı yönetemez hale gelmiş rejimini, yönetebilir, sömürü ve egemenliğini derinleştirerek sürdürebilir hale getirmesinin ifadesidir. Sermaye ve mali oligarşik diktatörlüğü, meta egemenliği, özel mülkiyet, erkek egemenliği, devlet ve bürokrasi, başta yöneten/yönetilen ve cinsiyetçi işbölümü olmak üzere her türlü işbölümü, ayrıcalık ve eşitsizlik, sınırlar, sınıflar, uluslar, ırk, din, mezhep ortadan kaldırılmadan, yeni bir yaşamın kurulabileceği liberal-ütopik reformist bir fantaziden ibarettir! Komünistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin cumhurbaşkanı seçimlerindeki tutumu, kesin boykottur. Boykot ettiğmiz yalnız sözkonusu adaylar değildir. Aynı zamanda temsil ettikleri neoliberal burjuvazi ve programıdır. İşçi sınıfını, ezilen ulus, cins, mezhep, cinsel yönelim ve gençleri eskisi gibi yönetmekte zorlanan burjuvazisinin eskisinden daha derin sömürmek ve egemenliği altında tutmak için rejimini yeniden yapılandırılmasını da bizim sırtımızdan gerçekleştirme hesabıdır. Yeni bir yaşam özlemimiz burjuvazinin küflü sandıklarına sığmaz. Kapitalizmin daralan cenderesine, burjuva demokrasisinin dilek ağacına, Erdoğan’ın gölgesine, Ekmel’in mavi boncuklarına, Demirtaş’ın bitkisel yaşamına, sığmaz. Burjuvazinin tüm egemenlik biçimlerini yıkarak özgürleşir, üretimin ve yönetimin tam ve dolaysız toplumsallaştırılması yoluyla gerçekleşir. 8 işçi meclisi 8 9 işçi meclisi Bölgesel rejim krizi, IŞİD ve Rojava Gerçeği Ortadoğu’da statükoyu sarsan ve parçalayan gelişmeleri tetikleyen ezilen halkların bu cendereye sığmayan talep ve özlemleri, isyanları oldu. Tekçi egemenlik biçimleri, neoliberal yıkım politikalarının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı sarsıntıyı sisteme entegre edemeyince, sınıfsal-ulusaldinsel-mezhepsel baskı ve çelişkileri hafifletmek bir yana kitlelerin demokrasi talep ve özlemlerini bastırarak derinleştirince yoksul emekçi halklar adeta hapsedildikleri düdüklü tencereyi havaya uçurdular. Eski statükoyu, yapıyı parçalamak bir şeydir. Ancak, bu hamlenin nihayete erdirilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi ve özgürlük taleplerinin karşılanması, neoliberal yıkım programlarının rafa kaldırılması, bölgesel devrimin önünün açılması bir başka şeydir. Bu sonuncusunun, önderlik boşluğunda, işçi sınıfının ve emekçilerin emperyalist kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalistlerin ve yerel işbirlikçi burjuva güçlerin hegemonya mücadelelerine yedeklendiği koşullarda gerçekleşmesi mümkün değildir. Yani, parçalananın yerine işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin lehine bir yapının, dengenin oluşmasını sağlayacak şekilde sınıf mücadelesi yükseltilemediğinde küresel mali oligarşi, egemenliğini, yeniden yapılandırma yönelimini yeni oluşan sarsıntı ve krizin içerisinde -gerektiğinde krizi derinleştirerek yeniden yapılandırma için araziyi düzleyerek- belirginleştirir. İşçi sınıfı ve emekçi halkları çok daha ağır bir cendereyle karşı karşıya bırakır. Bölgede yaşanmakta olan da tam da budur! İşçi sınıfı ve emekçi halkların tekçi egemenlik biçiminin hakim olduğu gerici diktatörlükleri yıkan isyan dalgası örgütsüzlük ve önderlik boşluğuyla emperyalist kapitalistlerin hegemonya krizine meze, şeri dinci çete ve oluşumlara fidelik oldu. İşçi sınıfı ve emekçi halkların özgürlük arayışı saptırılarak kanlı boğazlaşmaların yaşandığı gerici iç savaşlara dönüştürüldü. IŞİD nereden çıktı, nasıl güç kazandı? IŞİD gibi dinci gerici çeteler, sınıfsal-ulusal-dinsel-mezhepsel çelişki ve çatışmalarla sarsılan bölgede, emperyalist kapitalist blokların ve yerel bağlaşıklarının arasında yaşanan, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi vekalet savaşları biçimine de bürünen hegemonya mücadelesinin derinleştirmiş olduğu bölgesel rejim krizinin sonucu olarak yaşanan otorite boşluğunda palazlanıp büyüdüler. Hegemonya krizinin sonucu olarak bölgede oluşan kaosu işçi meclisi değerlendiren IŞİD Irak ve Suriye’de etkinlik sağlamaya başladı. Rakka ile sadece vur-kaç yapmaktan çıkıp şeriat ilan ederek bir toplumsal düzen tesisine yöneldi. Etki alanını genişletti. Rojava’yı hedef aldı. Serekaniye’ye dönük saldırıları, Türk tekelci kapitalist devletin açık desteğine rağmen, YPG tarafından püskürtüldü. Ancak en son Musul’da ele geçirdiği ağır silahlarla bu sefer Kobanê’ye dört bir koldan saldırdı. Dün Baas rejimi varken Irak’ta nüfus olarak çoğunluk olan şiiler ülke yönetiminde yoklardı. Ve sunni mezhepçi politikalarla ayrımcılığa uğramaktaydılar. Devletin dini sunnilikti. Irak işgalinden sonra Baas rejimi tüm kurum ve kuruluşlarıyla parçalanıp dağıtıldığında yönetim kademelerinden uzaklaştırılanlar da sunniler oldu. Demografik yapıya göre tesis edilen Irak yönetimi özellikle Maliki döneminde mezhepçi politikalarla sunni azınlık üzerinde baskı kurmaya başladı. Dışlayıcılık sistematik bir hal aldı. Bu, sunni Arapların selefi IŞİD’in etrafında toplanmalarına ve mezhepçi bir çizgide geliştirilen savaşa bilfiil katılmalarına neden oldu. IŞİD bu haliyle yönetimden bütünüyle dışlanan eski Baasçıları, sunni aşiretleri arkalayarak, bir sunni koalisyon olarak öne çıktı. Musul’u, zaten sunni nüfusu nedeniyle Irak merkezi yönetiminin burada kurumsallaşamamış olmasından dolayı kolayca ele geçirdi. Musul’un düşmesiyle birlikte Irak’ta merkezi hükümetin hükmü kalmadı. Irak, fiilen sunni Arap kesimlerin yaşadığı bölgede (ve Suriye’nin kuzeyini içine alan bölgede) hakimiyet kuran IŞİD’in ilan etmiş olduğu şeriatçı islam devleti, Kerkük’ü de oluşan boşluğu değerlendirerek topraklarına katmış olan Güney Kürdistan ve şii çoğunluğun bulunduğu bölgelere doğru daralan Bağdat yönetimi biçiminde üçe ayrılmış durumda. Tarihi, Musul’un işgali öncesine döndürebilmek ve Irak’ta yaşayan halkları 20. yüzyılın başında Fransa ve İngiltere tarafından çizilmiş olan yapay sınırlara hapsetmek artık olası görünmüyor. Suriye ile Irak sınırı da aşılmış durumda. Yarın IŞİD, onu palazlandırıp bölge halklarının başına musallat eden emperyalist kapitalistlerce oyundışı bırakılsa bile bu realite öyle kolay kolay geriye döndürülemeyecektir. Suriye ve Irak’ta fiili olarak yaşanmakta olanın sadece bu iki ülke ile sınırlı kalması da beklenemez. IŞİD’in sarstığı dengelerle birlikte artık Suriye, Irak ve bu iki ülkedeki gelişmelerin muhtemel yansımalarıyla Lübnan ve Ürdün’e kadar olan bölgede sınır değişikliklerinin yaşanması çok uzak bir senaryo değil. Bugün yaşanmakta olanlar -IŞİD’in Musul ve Suriye’de sunni Arap halkın yoğun olduğu bölgelerde hakimiyet kurması-, bölgede yaşanan rejim krizi, emperyalist kapitalistlerin hegemonya ve güç mücadeleleri, bölgesel tekelci kapitalist güçlerin bu temelde geliştirdikleri pozisyon ve yerel kapitalist güçlerin çelişki ve çatışmaları ekseninde yaşanmaktadır. Özcesi IŞİD’e hareket serbestisi kazandıran tam da bu düzlemdir. Diğer yandan şu da açık ki, her emperyalist kapitalist, bölgesel tekelci kapitalist ve yerel hegemon güç bölgede yaşanmakta olan her gelişmeye etkide bulunmaya çalışmanın yanısıra (Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye yakın zamana kadar IŞİD’i hiç de örtük olmayan biçimlerde desteklemiştir. Türkiye lojistik üs olarak özellikle Rojava’daki kanlı katliamları için) ortaya çıkan yeni tabloyu da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Örneğin, İhvan çizgisini hakim kılarak bölgeyi düzenleyen ülke olmayı hedefleyen Türkiye, yaşadığ hüsrandan sonra, bugün IŞİD üzerinden, etki ve kapsama alanı, vizyonu alabildiğine daralmış olan sunni ekseni politikasını yeniden tedavüle sokmayı hedeflemektedir. Keza Rojava’da fiili olarak devletleşmeye doğru giden Kürt halkına karşı da IŞİD’i desteklemekte, önünü açmaktadır. Buna karşın IŞİD’in öngörülemezliği, hesap edilemezliği -Musul konsolosluğunun işgali ve konsolostakilerin rehin olması bunun en açık göstergesiise işini, oyun kurmasını bir hayli zorlaştırmaktadır. Küresel mali oligarşinin gelecek projeksiyonunda IŞİD’e yer yok! IŞİD, kuşkusuz bölgesel rejim krizinin oluşumunda olduğu kadar yeniden yapılanma sürecinde de söz sahibi olan ve olmak isteyen tüm güçlerin etki etmeye çalıştığı, kendi yeniden yapılandırma hamlelerine tramplen yapmaya çalıştıkları bir aktördür. Öte yandan kontolsüz bir güç olduğu, bölgedeki kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzeyi karşılayabilecek siyasal-toplumsal-ekonomik ilişkileri ve kurumsallaşmayı sağlayamayacağı için, bölgede hegemonya mücadelesi veren emperyalist kapitalist güçlerin (ve bölgesel uzantılarının) üzerinde bölgesel yeni güç dengesini tesis edemeyecekleri ve devredışı bırakacakları bir aktördür. Çok açıktır ki, öngörülemez ve enerji havzasının olduğu bölgeyi istikrarsızlaştıracak (emperyalist kapitalistler istikrarsızlaştırmayı, krizi yeniden yapılandırmanın bir ayağı olarak, yönetilebilir kılacak şekilde ister, buna uygun politik adımları atabilirler. Ancak bu sürgit devam etmez), enerji yollarını tehdit edecek gelişme ve aktörlere karşı rekabet halindeki emperyalist kapitalist güçler (ve onların etrafında oluşan dizilim) aralarındaki hegemonya mücadelesine rağmen aynı dalga boyunda yer alabilirler. IŞİD’a karşı yaşanmakta olacak olan da, budur. Bu nedenle IŞİD’ın bir geleceği yoktur. Ayrıca bu salt dış güçler -emperyalist ve bölgesel tekelci kapitalist güçler- üzerinden de okunamaz. Bölgedeki köklü sunni aşiretlerle ve siyasal karar vericilerle IŞİD arasındaki çelişki ve çatışmaların derinleşmesi yakındır. Maliki’nin ayrımcı mezhepçi politikalarına karşı aynı safta çarpışsalar da ekonomik-siyasi çıkarları IŞİD’in gelecek vizyonuna çok uymamaktadır. Yüzük kardeşliğini bozacak olan da, tam da, bu olacaktır. Ve en önemlisi de IŞİD’in ipi sunni Arap halkın IŞİD’ın ortaçağ karanlığına sığmayacak olan istemleri doğrultusunda gelişecek olan toplumsal başkaldırılarıyla, bugün Rojava halklarının ölümüne direnişleriyle sarsılıp çekilecektir. Rojava: Kürt halkının kendi geleceğini belirleme mücadelesi IŞİD, Rojava’da kurulmuş olan özyönetime karşı düşmanlık besleyen tüm bölgesel hegemon gerici gücün desteğini arkalamış olarak Rojava’ya saldırmaktadır. Düne kadar IŞİD ve En Nusra adlı dinci gerici çeteler Katar, Suudi ve Türk devletinin açık desteğiyle, Türkiye’nin her türlü lojistik üs, askeri araç gereç (2000 tır silah gibi), eğitim desteğiyle Rojava’yı Cizire kantonuna bağlı Serekaniye üzerinden kuşatmaya ça- IŞİD... Öte yandan kontolsüz bir güç olduğu, bölgedeki kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzeyi karşılayabilecek siyasal-toplumsal-ekonomik ilişkileri ve kurumsallaşmayı sağlayamayacağı için, bölgede hegemonya mücadelesi veren emperyalist kapitalist güçlerin (ve bölgesel uzantılarının) üzerinde bölgesel yeni güç dengesini tesis edemeyecekleri ve devredışı bırakacakları bir aktördür. lıştı ve düşürmeyi hedefledi. Ancak,vahşetin her türlüsünü kullanarak, önüne çıkan yoksul emekçi halkları sindirerek ilerlemeye çalışan çeteler Rojava’da kendi özyönetimlerini oluşturarak güç kazanan, kendi ordulaşmalarıyla anayurt savunmasını yapan Rojavalıları geçemediler. Seferberlik ruhunu kıramadılar. Şimdi ise IŞİD çetesinin hedefinde Kobanê kantonu var. halkı olmak üzere Rojava halklarının kazanımlarını, özgürlük mücadelesini yok etmeyi hedeflemektedir. 19 Temmuz 2012'de, Rojava’da devrimsel adımların startının verildiği, Kürt halkının Esad güçlerini kovup yönetime elkoyduğu ilk kent Kobanê ‘dir. Şimdi, dinci gerici çete ve onu destekleyenler, bu simgesel anlamı da yüklenmiş olan Kobanê’yi düşürmek istiyorlar. Daha önce Rojava’da birçok kez ağır kayıplar vererek püskürtülen IŞİD çetesi, güçlerini, Musul’u işgal ederek ele geçirdikleri askeri mühimmatla (Kobanê kuşatmasında 10 tank kullanıyorlar, ayrıca kimyasal silah kullanmaya başladılar) tahkim etmiş, savaşçı sayısı ve gücünü artırmış olarak, Rakka’nın hemen dibindeki Kobanê’ye saldırıyor. IŞİD, Musul’da Irak askerlerinin bırakıp kaçtıkları ağır silah ve askeri araçlarla 2 Temmuz’dan beri Kobanê’yi dört bir taraftan kuşatmış durumda. Ağır kuşatmayı yarmak için genç yaşlı demeden Rojavalılar yurt savunmasındalar. Kobanê IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerin arasında bir ada durumunda. Neden Kobanê? Çünkü IŞİD’in Suriye’de ele geçirip alan hakimiyeti politikasını geliştirerek kendi ideolojisi temelinde toplumsal bir düzen tesis ettiği ilk kent olan Rakka’nın hemen yanıbaşında. Ve IŞİD’in elindeki diğer kentlerle Rakka’nın bağlantısını kesiyor. Üstüne üstlük Türkiye ile de sınır. Suruç’un adeta devamı olan ve Mürşitpınar Sınır Kapısı’nın olduğu bir kent. (Daha doğrusu Kobanê Suruç’un, Suruç Kobanê’nin bir parçası). Bu nedenle, Kobanê’nin düşürülmesi, ekonomik, askeri, siyasi her yönden IŞİD ve onunla açık-örtük işbirliği içindeki güçler için oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Öte yandan, Kobanê aynı zamanda, Rojava’nın diğer iki kantonu olan Cizire ve Efrîn’in tam ortasındaki kanton. Kobanê’nin düşürülmesi Rojava kantonları (Cizire ve Efrîn) arasındaki bağlantının kopartılması demek; nüfusu, büyüklüğü, petrol yatakları ve tarım yönünden zengin coğrafi yapısı ile Rojava için merkezi konumda olan Cizire’nin kuşatılması demek ve böylece Rojava’nın düşürülmesi yolunda bir eşiğin aşılması demektir. Bu saldırı, Kürt halkının kazanımlarını yoketmeyi hedeflemektedir. Bu saldırı sadece Rojava’yı değil Kuzey Kürdistan’da yürütülen ulusal mücadeleyi ve kazanımları da hedeflemektedir. Bu saldırı, Rojava’daki demokratik özerkliğin boğulması, kendi özyönetimlerini oluşturan başta Kürt Tekelci kapitalist devlet ve G. Kürdistan Federe Yönetiminin Rojava politikası KDP ile Türkiye’yi Rojava politikasında buluşturan, ekonomik-siyasi çıkarlarıdır. Ekonomik ayağı malumdur. Rojava’daki petrol yataklarının G. Kürdistan’ın kontrolü altına girmesi Türkiye ile G. Kürdistan’ın petrol kardeşliğine güç katacaktır. Siyasi çıkarların başına ise iki tarafın da PKK’nin etki gücünü zayıflatmak istemesini yazabiliriz. Türk tekelci burjuvazisi için tablo şudur: Madem Suriye’de bir Kürt realitesi var. Ve eski statüsüzlüğe artık hapsedilemeyecek bir Kürt uyanışı sözkonusu. Rojava üzerinde PYD’nin hakimiyetini kırıp -bu PKK’yle süren neoliberal reformist çözüm sürecinde tekelci kapitalist devletin elinin güçlenmesi demektirBarzani çizgisi doğrultusunda Rojava’nın G. Kürdistan’ın bir uzantısı haline getirilmesi öncelikli hale gelmiştir. Barzani cephesinden ise, dört parçada örgütlü olan PKK ile hegemonya mücadelesinin en önemli mevzisi bugün Rojava’dır. Rojava’da Kürtlerin statü kazanması ve fiili olarak devletleşmesi, Barzani’nin Kürtler üzerinde, devletleşme adımlarını atarak kazanmış olduğu prestiji de gölgede bırakabilecek bir gelişmedir. Barzani KDP’si, dört parça Kürdistan’da geliştirmeye çalıştığı otoriteyi sarsacak bu gelişme karşısında Türkiye ile ortak bir Rojava politikası geliştirmiş, çetelerin saldırılarına Rojava’yla sınır hattına kazdığı hendeklerle, sınır kapılarını kapatıp insani yardım da dahil uyguladığı ambargoyla zımni destek sunmaktadır. Kürt halkının Rojava’da bir arada yaşadığı halklarla birlikte demokratik özerkliği inşa etmesi, kendi özyönetimini geliştirmesi hem Türkiye için hem de G. Kürdistan Federe Yönetimi için kontrol altına alınması ve etkisizleştirilmesi gereken bir durumdur. IŞİD’in Rojava’ya dönük saldırılarına karşı dünya sessiz. Emperyalist kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalistlerin 10 işçi meclisi IŞİD’in Irak’taki ilerleyişine dönük tepkilerine, açıklamalarına bakarak IŞİD’in Rojava’daki vahşetine de ses çıkartacaklarını düşünmek ham hayaldir. Kürdistan’ın Kudüs’ü olarak ilan edilen Kerkük’e IŞİD’in saldırma olasığına karşı yaptığı açıklama ve hamlelere bakıp KDP’nin ve Barzani’nin Kobanê için de bir çift kelam edeceğini -parayla değil ya- düşünenler de yanılıyorlar. Kürt halkı Rojava’da demokratik özerkliği ilan edip, kendi özyönetimlerini oluşturduğunda tepkisi ‘bu oldu bittiyi kabul etmeyeceğiz’ olan Barzani, Rojava ile G. Kürdistan arasına hendek kazan, insani yardıma bile izin vermeyen bir ambargo uygulayan Barzani, sessizce, muhtemel ki el ovuşturarak IŞİD’in Kobanê’ye dönük saldırılarını izlemektedir. Oysa, KCK IŞİD’in Musul’u almasından hemen sonra Kerkük’e yönelme olasılığına karşı Kürtlerin ulusal birliği yönünde çağrıda bulunmuş ve Kürdistan’daki kazanımları her türlü saldırıya karşı savunmaya hazır olduklarını ifade etmişti. Bu çağrı sonrası KDP ile kimi temaslar da geliştirmeye çalıştı. Ancak KDP Kerkük’e karşı IŞİD’le savaşma olasılığını hesaba katarken, Rojava konusunda mevcut tutumunu değiştirme ve IŞİD’e karşı ortak bir cephe oluşturma çağrılarını yanıtsız bıraktı. Burada Türkiye ile Rojava konusunda varmış oldukları konsensüsün devam ettiğini söyleyebiliriz. KCK, IŞİD çetelerinin Kobanê’ye Türkiye üzerinden geçmesine izin veren, çetelere lojistik destek sağlayan Türk tekelci kapitalist devleti de uyardı. Yaptığı açıklamada “Kuzeyde çözüm süreci, Rojava’da IŞİD’i destekleme politikaları bir arada olamaz. Kürt halkı ve hareketimiz de bunu kabul etmez. AKP devleti, ya IŞİD’i destekler ya da sürecin ruhuna uygun hareket eder. Aksi takdirde Rojava’daki devrimin Kuzeye, kuzeydeki devriminde Rojava’ya sıçraması kaçınılmazdır ve bunun önünde hiçbir güç duramaz.” diyerek, Kürt sorununun olduğu kadar Kürt ulusal mücadelesinin ve bu mücadeleyi yürüten aktörlerin de bölgeselleştiği gerçeğini hatırlattı. Berxwedana gelan Rojava Bu saldırılar karşısında, Rojava halkı silahlanmış olarak şeriatçı dinci çetelerin karşısına dikilmiş durumda. Çocuğundan, 60-70'lik dedelere kadar bir halk yurt savunmasında. Bayrakları gibi kendileri de karanlık olan çetelere karşı kazanımlarını, kendi kendini yönetme hakkını, özgürlüğünü savunuyor. Kürdistan’ın kalbi, işgalci güçlerin, gerici çetelerin saldırdığı Kobane’de savaş mevzilerinde atıyor. Kürt halkı, Rojava’yla, Rojava’nın Kobanê kantonundaki direnişle soluk alıp veriyor. Nabız atış- ları Kobanê’nin nabız atışlarına karışıyor. Tel örgülerin, duvarların, hendeklerin hükümsüz kalacağı bir dayanışmayı örmek için seferber oluyor. “Marksizm’in en değer verdiği şey, kitlelerin tarihsel inisiyatifidir.” (Lenin) Rojava’da 19 Temmuz 2012'den beri, Suriye rejimiyle, bölgedeki gerici yerel burjuva kesimlerle, emperyalist ve bölgesel tekelci kapitalist güçler adına vekalet savaşı yürüten paramiliter şeriatçı islamcı çetelerle çelişerek, çatışarak yaşanan budur. Baas rejiminin tüm kurumlarını ortadan kaldırıp yönetime el koyarak, kendi özyönetimlerini oluşturan Rojava halklarının kazanımlarını korumak için verdikleri mücadeleyi hiç tereddütsüz desteklemeli, onlara yönelen saldırıları durdurmak için bu saldırıların bilfiil örgütleyeni ve destekleyeni olan tekelci kapitalist devlete karşı mücadele etmeliyiz. Rojava’da ulusal kimlik, siyasal statü için mücadele eden Kürt halkı, konjonktürel durumu, bölgede hegemonya kriziyle yaşanan boşluğu değerlendirerek demokratik özerkliğini ilan etmiştir. Bu adım kuşkusuz, mülkiyet ilişkilerine karşıtlık ekseninde gelişmediği, sınıfsal farklılaşma ve karşıtlıkları belirginleştirecek bir çizgide, proletaryanın önderliğinde gelişmediği için burjuva demokratik nitelikte bir adım olarak kalmaktadır. “Sadece mevcut durumu değiştirmek için değil, ama aynı zamanda kendinizi de değiştirmek ve siyasal iktidara yetenekli hale getirmek için 15, 20, 50 yıllık bir iç savaşlar ve uluslararası mücadeleler dönemini aşmak zorundasınız.” Bu sözler Marx’ın işçilere seslenişidir. Rojava’da yaşanan mücadelenin, (bugün yaşanmakta olan işçi sınıfının öz girişkenliğinin, öz etkinliğinin bir sonucu olmasa da) kendi özyönetimlerini oluşturma ve bunu ölümüne savunma çabalarının, işçi sınıfı ve emekçilerde yaratacağı dönüşüm de budur. Kitlelerin öz inisyatiflerine dayanan girişimleri, örgütlenmeleri, aşağıdan demokrasi yönünde attıkları adımları -bu paramiliter çetelere karşı savaşım içerisinde, yaşamı yeniden inşa etmeleriyle birlikte kitlelerin bilincinde çok daha güçlü bir biçimde yer edecektir- Kürt işçi sınıfının oluşum ve gelişiminde olduğu kadar bölge işçi sınıfı ve emekçileri için de önemli bir eşiktir. Rojava, PKK çizgisindeki PYD’nin hegemon güç olması nedeniyle, Türkiye ile, Kuzey Kürdistan’daki neoliberal reformist barış sürecine koşut olarak, bir entegrasyon sürecine girdiğinde veya stratejik ilişkiler geliştirdiğinde bile, bölgenin küresel mali oligarşik dizaynına eklemlendiğinde bile, Kürt işçi ve yoksul emekçileri açısından, olduk- ça zengin bir mücadele, örgütlenme ve savaşım deneyimi olarak kalacaktır. İşçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin oluşum ve gelişiminde, bu tür dönemeçler, kitlelerin tarihsel eylemiyle sahnede olduğu keskin çatışma süreçleri oldukça önemlidir. Ve işçi sınıfının öncülüğünde gelişecek bir devrim de ancak bu uğraklardan geçerek sınıflaşacak olan işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecektir. Rojava’ya da buradan bakacağız. Önderlik boşluğu nedeniyle, toplumsal-sınıfsal isyan ve direnişleri, emperyalist, bölgesel tekelci kapitalistler ve yerel işbirlikçi burjuva güçler tarafından yozlaştırılıp çürütülen, gerici iç savaşlarla birbirine kırdırılan bölge işçi sınıfı ve emekçi halklarının, sınırların da savaşın da sınıflar arasında olduğunun bilincini edineceği hat da budur. Liberal-reformist bir 11 işçi meclisi “Yeni Yaşam” istemiyoruz! Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçi-öğrencilere, işsiz gençlere daha fazla baskı, daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü çıkacağını biliyoruz. Bizlere herhangi bir vaatleri olmadığı, kandırmak için bile zahmet edip vaatlerine bile girememekteyiz. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandumunun sonucu olarak cumhurbaşkanı olacak zat, bu sefer, işçi ve emekçilerin seçimi ile belirlenecek. Daha önceleri parlamentoda krizlerle veya uzlaşmalarla belirlenen cumhurbaşkanı seçimi şimdiden büyük bir “demokrasi şöleni”ne dönüştürülmüş durumdadır! Burjuva partilerin, en irisinden en zayıfına kadar, kitlelerin yönünü sandığa çevirmeye çalıştığı, sokağın sesinin burjuva demokrasisinin sınırlarıyla yüzleşeceği zamanlara girmiş bulunuyoruz. CHP ve MHP’nin, tabelasını bile indirmeye üşenen partilerle “büyük uzlaşı”sı sonucu aday olan Ekmeleddin İhsanoğlu, mağdurlukdan mağrurluğa sıçramış ve şimdi de büyük bir mütevazilikle (!) Cumhurbaşkanlığı’na aday olan Tayyip Erdoğan ve HDP kanadının da “ezilenlerin” adayı olarak çıkarttığı Selahattin Demirtaş burjuvazinin tüm renklerini kucaklayan adaylardır. Adayları tek tek inceleyecek olursak, herhalde en kolay anlatımı Erdoğan için yapabiliriz. Her gün TV’lerde, en az 3 saat dinlemediğimizde, bu adama bir şey mi oldu, diye telaşlandığımız bir isim, neticede. Başkanlık hayalleriyle Çankaya’ya yürümeyi düşünen Erdoğan’ı, bizler Haziran Direnişimiz ve şehitlerimizden, Soma ve her gün üçer beşer katledilen işçilerden, Roboski’den, Reyhanlı’dan, Suriye’den, Cam işçilerinin grev yasağından, üniversite kampuslarımızı yönetmelik değişiklikleriyle bir kat daha cehenneme çevirmesinden, işçi sınıfı ve öğrenci gençliğin eğitim, sosyal, kültürel, sınıfsal hak ve özlemlerini baskılamasından hatırlayacağız. Kürt Hareketinin BDP-HDP kanadının son yıllardaki yarı parlamenter, yarı sokak siyaseti, müzakere süreciyle birlikte, parlamenter hayallerin daha da güçlendiği bir hal almıştır. Seçimlerdeki oy oranı, meclis önergeleri, yerel yönetimlerde etkin olmak üzerinden geliştirilen siyaset Kürt halkının acil ve yakıcı taleplerini karşılamaktan oldukça uzaktır... İçinde büyüdüğümüz son 12 yılımıza baktığımızda, bizleri büyüten uzun adamın muhafazarlık temelinde dayattığı neoliberal yönetişime rağmen, her ne kadar burjuvazi açısından Erdoğan kaderindeki kırılmalarla ilerlesede de, Gezi Direnişi gençlik üzerinde istediği cevabı alamadığının en büyük göstergesi olmuştur. 12 yılda yapmaya çalıştığı şeyi Gezi Direnişi, 17 günde yıkmıştır. Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetinin karnesini çıkartmaya ne bu yazı yeter, ne de öyle bir hedefimiz var. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı, temelinde işçi sınıfının, gençliğin, kadınların, LGBTİ bireylerin, Alevilerin, Kürt halkının çıkarlarına karşı sermaye ve devletinin çıkarlarına sadık kalarak devrini tamamlamasının mükâfatı olacaktır! Erdoğan’dan sonra diğer favori aday ise; CHP, MHP ve 3-5 tane burjuva siyasetinde hiçbir esamesi olmamasına rağmen yedek oyuncu olarak sistemin bekasına çalışan burjuva partilerin uzlaşısıyla Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Yeteri kadar mizaha doyan okurlarımız için bir isim mizahı yapmayacağız desek de, telaffuzunu da, yazımını da zor öğrenebildik, hiç bozmadan 10 Ağustos’a kadar gitmeyi umuyoruz. Hiç kimsenin bilmeyip tanımamasıyla enterasan bir şekilde favori olmayı başaran bir aday olarak oldukça ilgi görmektedir! Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çatı adaylık meselesinden sonra vitrinleştirildiği, seçim çalışması propagandasına dönüştürüldüğü özgeçmişinde, İslam İşbirliği Teşkilatı’nda 10 yıl genel sekreter olarak çalışması ön plana çıkmaktadır. 52 İslam ülkesinin üye olduğu teşkilatta etkin olan ülkeler petro dolarlara sahip Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt… İslam İşbirliği Teşkilatı dolaysız söylemek gerekirse, petro-dolarların akıtıldığı, Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerdeki savaş ve iç savaşlara sermaye ihraç eden küresel tekelci sermaye ve finans kurumlarıyla doğrudan ilişkileri bulunan ülkelerin birliğinden ibarettir. Bugün Ekmeleddin İhsanoğlu’nu sekreterlik broşuyla öve öve bitiremeyenler, yaptıkları halkla ilişkiler çalışmaları aracılığıyla kapitalist diktatörlüklerin aklamasını da sağlamaktalar. Liberal, muhafazakar, uysal, siyaset dışı olarak topluma yansıtılan Ekmeleddin İhsanoğlu, tam tersine bölgesel savaşlara, emperyalist müdahalelere, iç savaşlara petro dolar akıtan ve silah ticaretiyle zenginliklerine zenginlik katan ülkelerin yönettiği bir teşkilatın sorumlusudur. Seçilme şansı oldukça düşük olmasına rağmen, İhsanoğlu siyasette iki yönlü bir dönüşüme işaret etmektedir. Bunlardan birincisi, iyi eğitimli, muhafazakar, çatışmadan uzak bir siyasal profil çizmesiyle siyasetin geleceğine de işaret ederken, diğeri ise ciddi bir şekilde üniter yapı, misak-ı milli, ordu vs. gibi cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan ulus-devlet paradigmasını artık CHP’nin bile terk etmek zorunda kalışını… Ve son aday Selahattin Demirtaş, seçimlere HDP adayı olarak katılıyor. “Yeni bir yaşam” tutum belgesiyle “gönüllerin şampiyonu” olan Demirtaş, HDP’nin oylarını Cumhurbaşkanlığı seçiminde ufakta olsa yükseltebilir. Demirtaş, toplamda Kürt hareketinin bugüne kadar uyguladığı, uygulamaya çalıştığı yerel yönetimler, çoğulcu katılım ve kadın sorunundan, ekolojiye kadar pek çok konuyu da içine alan tutum belgesiyle, Kürt hareketinin burjuva demokrasisi sınırları içinde kalarak zaten giderek düzen içileşen, reformlara sırtını dayayan programını ifade etmiştir. Sadece bu da değil, HDP bileşenlerinin ufkunun da ancak bu sistem içinde kalacağını, burjuva demokrasisine yedeklenmekten öteye geçemeyeceğini göstermiştir. Kürt Hareketinin BDP-HDP kanadının son yıllardaki yarı parlamenter, yarı sokak siyaseti, müzakere süreciyle birlikte, parlamenter hayallerin daha da güçlendiği bir hal almıştır. Seçimlerdeki oy oranı, meclis önergeleri, yerel yönetimlerde etkin olmak üzerinden geliştirilen siyaset Kürt halkının acil ve yakıcı taleplerini karşılamaktan oldukça uzaktır. Mevsimlik Kürt tarım işçileri, yoksulluktan dolayı batıda çalışmaya gelen Kürt gençleri, Roboski, Lice ve birçok devlet katliamları, Şırnak’taki madenci cinayeti, yerel seçimlerde Urla ve birçok yerde HDP binalarına saldırılar ve seçimden çekilme, ırkçılık gibi bir dizi sorun, özlem ve talebin parlamentarizme sığmaması Selahattin Demirtaş’ın en zayıf karnı olacaktır. Ancak, HDP nezhinde Kürt hareketinin, oy oranını artırmayı ve Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşanan gelişmeler ekseninde “müzakere” sürecinde elini güçlendirmeyi hedeflediği açıktır. Tayyip Erdoğan’ın çok istediği başkanlık sisteminin Kürt hareketinin yerel yönetimler ve özerklik planı ekseninde yer yer örtüşür durumuda oluşu, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında başkanlık sistemi tartışmalarını daha da derinleştirerek, karşılıklı hesapların ve “müzakerenin” bir alanı haline getireceği gibi biz komünist gençlerin de üzerinde duracağı bir gündem olacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde genç işçilere, işçiöğrencilere, işsiz gençlere daha fazla baskı, daha fazla yoksulluk, daha fazla sömürü çıkacağını biliyoruz. Bizlere herhangi bir vaatleri yok. Kandırmak için bile, ihtiyaç ve özlemlerimize dair zahmet edip bir çift kelam etmemekteler. Bölgesel güç olmaya niyetlenen; zor yoluyla, NATO’yla kardeş/komşu halklara saldırı pozisyonu olan kapitalist devletin çıkaracağı savaşta biz gençler öleceğiz. Her geçen gün, genç kesimlerin artan işçileşmesiyle daha fazla ölüm, güvencesizlik, düşük ücretle karşı karşıyayız. Üniversite okuyan işçi-öğrencilerin eğitim için yerleştikleri bölümlerde yaşam, her geçen daha fazla zihinsel ve fiziksel emeği ister/kullanır hale dönüşmüştür. Biz gençlerin emeği üretim süreçlerinde yoğunlaştığı halde yok sayılmakta, yaşamlarımız programlanmakta, talep ve özlemlerimiz göz ardı edilmektedir. Biz işçi-öğrenciler olarak bir savaşım vereceksek, başkalarının seçim savaşlarında taraf olmamalı, kendi öz savaşımımızı yaratarak yaşamlarımızın üzerindeki ablukayı dağıtmalıyız. Biz işçi öğrenciler olarak, cumhura baş seçme adı altında sisteme yedeklenmeyecek ve kendi başımız bize yeter, diyeceğiz! 12 işçi meclisi Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor “Üretici güçlerin küresel-bölgesel temelden gelişimine karşılık bölgede tekçi ulus, din, mezhep, aşiret, cins yapılarıyla kastlaşmış geri kapitalist üretim ilişkileri ve tortularının ağırlığı; kapitalist üretim ilişkilerinin hızlı gelişimine karşılık buna uygun düşmeyen eskimiş üst yapı çelişkileri, bölgedeki toplumsal-siyasal sarsıntılarının temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmin küresel-bölgesel temelden gelişimi ve iç-dış entegrasyon artışına karşılık bölgedeki rejimlerin durumu, kitlelerin eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istememesinin bütün yıkıcılaşan gereksinmeleri, bu çelişkilerin yapay biçimde uzun bir dönem sürdürülmüş olması yüzünden, şimdi bölge çapında daha şiddetli toplumsal, siyasal, Uluslar arası bir krize ve sarsıntılara yol açmaktadır. ABD’nin Irak ve Afganistan, İsrail’ in Lübnan işgallerinden yıpranarak çıkması, tekçi rejimleri sarsan ancak demokratik ve sosyal istemleri de gerçekleşmeyen zincirleme kitle isyanlarıve direnişleri, iç çatışmalar, İngiltere ve Fransa’nın artan saldırganlığı, Rusya ve Çin’ in etkinliğini ve ağırlığını arttırması, İran ve Türkiye’ nin daha geniş temele yayılan yeni bölgesel güç merkezleri olarak ortaya çıkışı, bölgedeki güç ilişki ve dengelerini de değiştirmektedir. Ekonomik-toplumsal temelleriyle birlikte bölgesel bir rejim krizine, tüm küresel-bölgesel güçlerin müdahil olduğu bir bölgesel hegemonya, krizine de yol açmakadır. Bölge bir bütün olarak yeni bir eşitsiz, düzensiz, sarsıntılı, çatışmalı (dış müdahalelerin de bu temelden yoğunlaştığı) içsel dönüşüm sürecindedir.” (KDÖ imzalı, 2012 tarihli, Kürsel Kriz, Dünya-Bölge-Türkiye’ ye Bakış ve Taktik Sorunu yazısından) Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ardından, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerine Fransa ve İngiltere emperyalistlerinin insiyatifinde yeni siyasal sınır ve devletler ortaya çıktı. Skyes- Picot uzlaşması olarak bilinen bu süreçte Ortadoğu (İsrail ve Filistini dışında tutarsak) yaklaşık 100 yıllık bir “istikrar” dönemine girdi! Siyasal sınırların korunması temelinde gelişen bu istikrar belirlenen siyasal sınırlar içerisindeki iç çatışmaları, hegemonya ve sınıf mücadelelerini ise doğası gereği yok edemedi. Sınırlar belirlenirken dayatılan emperyalist siyasalaskeri-ekonomik çıkarlar bölge halkının talep ve özlemleriyle taban tabana karşıttı. Bölgenin kapitalist gelişme anlamında din-mezhep-aşiret ve cins yapılarıyla geri bir toplumsallık içerisinde olması, işbirlikçilik karakterini de güçlendirdi. Derin çelişik toplumsal yapı üzerindeki iktidar ilişkileri de sürekli bir zor ve baskı ile karakterize oldu. Petrol açısından dünyanın en büyük rezervlerini barındıran bu bölge emperyalist ve bölgesel kapitalistlerin açık-örtük hegemonya mücadelelerinin bir arenasına döndü. Kapitalist çıkarlar temelinde bölge halkları arasında her türlü çelişki rakip güçleri geriletmek için kullanıldı, kullanılıyor. Bölgede olan her çatışmanın ardında bölge dışı emperyalist-kapitalist güçlerin parmağı olduğu artık bilinen açık bir olgudur. Skyes-Picot’la emperyalistler ve bölgesel kapitalist güç merkezleri arasında tanınmış olan siyasal ve dolayımlı tüm dengeler bugün geldiğimiz aşamada tarumar olmuş durumdadır. İçsel dönüşüm süreci olarak ilerleyen bu süreçte tüm güçler kendi çıkarlarını korumak geliştirmek için hamle yapmaktadır. Arap Baharı olarak kodlanan kitlelerin eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istemiyoruz içerikli isyanları bölgedeki sarsıntıyı içten ve derinden daha güçlü hale getirdi. Sermayenin ve onun ilişki biçimlerinin, neoliberal demokrasinin kürsel düzeyden yeniden kurulması, bu çizgi de ilerlemesi bölge emekçi halklarının tekçi ulus, aşiret, mezhep, din merkezli siyasal yönetim biçimlerine isyanını hazırlayan ve tetikleyen en güçlü etkendi. Bölgenin diktatörlük koşulları altında bunalan emekçilerin yeni bir yaşam umudunun dile gelmesiydi. Bu isyanlar birçok köşe taşını yerinden oynattı, Tunus, Libya ve Mısır’ da kurulu işbirlikçi iktidarları devirdi. Bölge halklarının önderliksiz isyanları, ufukları bu nedenle burjuva demokrasisini aşamamayı getirince emperyalist ve bölgesel kapitalist güçler oluşan bu yeni ve temelden gelen sarsıntıda kitleleri kendi çıkarları temelinde manipüle ederek yeni bir toplumsalsiyasal mühendislik döneminin kapılarını açtılar. Mısır’ın ardından sıra Suriye’ye geldi. RusyaÇin emperyalist ittifakının bölgedeki en güçlü üssü Suriye, Esad rejimiydi. Esad’ ın devrilmesi ABD-AB emperyalistlerinin küresel çıkarları önündeki bir engelin ortadan kalkması Rusya ve Çin’ in kendi bölgelerine sıkıştırılması sürecini de hızlandıracaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Rusya-Çin ve İran bütün ağırlıklarını Esad’ a destek için koyunca Esad’ ın yıkılması gerçekleşmedi. Suriye iç savaşının ilk dönemlerinde çabuk sonuç alma uğruna bölgenin kapitalist güçleri bütün uğursuz çeteleri, din savaşı adı altında bölgeye taşınmasını getirdi. Suriye iç savaşında Esad karşısında konumlandırılan çeteci muhaliflerinin bir siyasal vizyon ve birikimden yoksun olmaları, çeteci tutumlar sergilemeleri Esad’ ın toplumsal destek aldığı gerçeğiyle çakışınca Esad konumunu sağlamlaştırmış oldu. Suriye iç savaşı sürecinde olgunlaşan, Irak’ taki rejim kriziyle geniş bir coğrafyayı etkilemeye aday gelişmeler, Rusya’ nın Ukrayna sorunuyla uğraşmasının getirdiği bir süreçte Skyes-Picot’ un tabutuna son çivilerin çakılmasına da alanzaman açmış oldu. Evet şimdi Skyes-Picot’ un defnedilme sürecindeyiz. Irak’ ın Musul kentinin birleşik sünni örgüt ve güçler konsarsiyonun tarafından ele geçirilmesi ve Suriye’ den Irak’ ın içlerine doğru açılan yay da bir sünni devlet kurması (olmadı eyalet sistemine geçiş) amacıyla yeni bir askerisiyasi süreç başlatıldı. Suriye’deki istikrarsızlığın ve merkezi yapının dağınıklığının bir benzeri Irak’a taşındı. Musul Irak’ ın 2. büyük şehri. 2 milyon civarı bir nüfus barındırıyor. Böyle bir kentin Irak devletini madara edercesine düşürülmesi hazırlıkların sağlam kotarıldığına işaret ediyor. Emperyalist ve bölgesel güçler Rusya’nın enerjisini Ukrayna sorununa yoğunlaştırdığı bir konjöktürde yeni bölgesel hegamonya için uygun zemini de bulmuş oldular. Rusya’nın Kırım hamleside bu şekilde cezalandırılmış oldu. Farkedileceği gibi Rusya Ortadoğudaki son gelişmelere bir emperyalist güç merkezi olarak yeterli tepki koyamadı (Maliki hükümetine silah yardımı dışında). Ağırlık ve ihtiyatlarını anlaşılan kendisi için çok daha önemli olan Ukrayna’ya harcamaktadır. Böylece istenilen şimdilik olmuş, Rusya kendi bölgesine sıkıştırılmıştır. Ortadoğu’da sarsıntılar içinde yeni denge ve hegemonya alanları oluşmaktadır. Bölgenin yeni siyasi haritasında, özellikle Suriye ve Irak’ ın parçalanması; bu parçalanmadan Irak Kürdistan’ı Fedarasyonu’nun ABD, İsrail, Türkiye hamiliğinde bağımsızlaşması en önemli gelişme olarak öne çıkmaktadır. İsrail’ in bölgede yaşadığı sıkışmayı aşmak Arap-İsrail çelişkisinde elini rahatlatmak için Kürt-Arap çelişkisinde oynadığı, buradan Kürt- İsrail ittifakı çıkarmaya çalıştığı görülüyor. Nitekim daha Barzani bağımsızlık refarandumunu ilan etmeden İsrail devleti tüm yetkilileriyle birlikte “bağımsız” bir Kürdistan oluşumunu desteklediklerini açıkladılar! Türkiye ise kamuoyu önüne utangaç olarak sergilediği desteğini, gizli toplantılarda daha açık belirtmektedir. Kürdistan petrol ve doğalgazı üzerinde gelişen kapitalist bölgesel güç iştahası geçmiş siyasal belirlemeleri, kırmızı çizgileri unutmayı getirmektedir. Siyasal- askeri çatışmaların sonu nereye varır, henüz net değil. Bu pilav daha çok su kaldırır. Karşıt güçlerin Rusya, Çin ve İran’ ın henüz tam olarak tavır almadıkları koşullarda heran yeni gelişmeler beklenmelidir. Bölgenin emperyalist kapitalist güçler tarafından küresel tekelci kapitalizme daha derinden entegrasyonu için birçok kirli plan devrededir. Bölgenin emekçi halklarının yeni bir yaşam, dünya için kalkıştığı isyanlar hedeflerine ulaşmamış olsada izlenmesi gereken yolu göstermektedir. Büyük bir özgürlük ve demokrasi özlemi içindedir kitleler. Emperyalizm ve onun bölgesel uzantıları, kapitalizm halklara kan ve ölümden geleceksizlikten başka bir yol bırakmamakta, kapitalits çıkar kavgalarında kitleleri ön cepheye sürmek dışında bir vaatleri bulunmamaktadırlar. Kavgalarıda kitleleri manipüle etmek için kullandıkları tüm din,mezhep, ulus aşiret aidiyetleri esasında gericidir. İşçi ve emekçilere sunulan burjuvazi ve proletarya dışındaki ayrımlar, kapitalistlerin çıkarlarını yansıtır. Sosyalist bir gelecek, bölgenin sosyalist temelde bir sınıf mücadelesi dışında bir geleceği yoktur. Emperyalist-kapitalizmin vaat ettiği dünya Irak ve Suriye’ de yaşanan vahşi katliamların dünyasıdır. Ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm! Her açıdan acil tek çıkış yolu… 13 işçi meclisi Dünya Kupasının ardından: Küresel futbol fuarı Küresel futbol fuarına dönüştürülecek bir piyasa ilişkisine evriltilmiş olan Dünya kupası sürüyor. Milyarlarca doların su gibi akıtıldığı, amaç ve hedefin bir sporun organizasyonu düzenlemekten ziyade ticari bir metaya dönüştürülen futbol ve futbolcuların piyasaya çıkarıldığı bir organizasyon artık dünya kupası. Bu özelliğinden dolayı da gün gün futbol estetiğinin kaybolduğu kazanmaya odaklı bir futbol anlayışının galebe çaldığı görülüyor. Bir endüstiye dönüşmüş küresel futbolun takımlar ve futbolcular üzerindeki etkisi daha yakıcı olmakta. 2014 Dünya Kupası’ nın favorisi, son dünya kupasını kaldıran, son iki Avrupa şampiyonluğunu almış, kulüp takımları bazında Avrupa kupalarına neredeyse ambargo koymuş olan İspanya daha grup aşamasında elendi! Barcelona tarzı “tiki-taka” sıyla fenomen olmuş, topa ve oyuna hakimiyet üzerine kurulu, hepsi kendi mevkiinde en iyiler arasında bulunan, kişisel olarak tüm başarıları tatmış İspanya takım oyuncularının tükenmişlik sendromu yaşadıkları çok açık. Futbol bir endüstriye, futbolcuların iş gücü bir metaya dönüştürüldükten sonra, futbol da bir aşırı üretim kriziyle karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Özellikle Avrupa liglerinde oynayan futbolcuların artan maç trafiği (dolayısıyla fikstürü tamamlayabilmek için gerekli kondisyonun futbolculara yüklenebilmesi adına arttırılan antrenman dozu) verimi düşürmekte, istisnalar hariç form grafiğini dalgalanır hale getirmektedir. İnsan vücudunu fiziksel ve mental açıdan yaran bu aşırı çalıştırmanın İspanya örneğinde olduğu gibi havlu atmaları, tükenişin elle tutulur hale gelmesini de getiriyor. Tabi hikaye bundan ibaret değil. Rakiplerin İspanya’ ya karşı geliştirdikleri önlemlerde bir o kadar belirleyicidi. Her piyasa ilişkisinde olduğu gibi, shour must go on ilkesi burada da hükmünü yürütüyor. Krallar öldü, yaşasın yeni kral sloganı her yanı sardı ama oynadığı futbolla takım olarak öne çıkan bir ülke olmadı. Beklentiler gerçekleşmedi. Brezilya gibi fantastik futbol oynayan, oyunun şov yönünüde unutmayan, kazanmaktan ziyade keyif almayı da isteyen takımlar dahi endüstriyelleştirildiler. Herhengi bir gelişmiş kapitalist ülkenin işleyen çarkları üzerine kurulu bir takıma dönüştüler. İtalya’ nın 1-0 olsun, bizim olsun anlayışı Almanya’ nın katı diziliş sistemi, görev adamları mantığı, kondisyonu ve direnç ve hızı yüksek futbolcularla başa rakibi oynatmama ve bir kontra atakla maçı alma üzerine kurulu hale getirildi. Latin Amerika ülkeleri dışında (ve Afrika) özellikle Avrupa ülke takımları böyle oynuyorlar. Böylesi takımların maçlarını izletebilmek için de elbetteki yapılabilecek tek şey ulusal duyguları kışkırtmak olmaktadır. Birey ve takım arasındaki ilişkilerde, tek tek futbolculara doğaçlama için alan açan, taktiğini kendi oyununu oynamak üzerine kuran, yetenekli oyunculardan oluşmuş, takım ruhunu, kolektivizasyonu sahaya yansıtan, rakibin oyununu bozmaktan ziyade kendi karekterini sergileyen, izlenilebilir kılan, seyirciler üzerinde heran heyacanı ayakta tutan takım ve futbolcuların bu endüstri çağında yerlerinin olmadığı görülüyor. Kapitalizm küresel planda ilerleyişini arttırdıkça futbol işçi sınıfının oyunu olmaktan çıkartılarak burjuvazinin sterilize edilmiş yaşam alanlarına hapsedilerek ruhu öldürülmektedir. Futbol’da FİFA’nın kıta fedarasyonları ile birlikte temel hedefleri futbolun bir kapitalist piyasa ilişkisi olarak küresel düzeyden kurumsallaşmasını sağlamaktadır. Her küresel kapitalist ilişkide yaşanan gerçeklik burada da ortaya çıkmakta, standartlar çok renkliliği değil, tek rengi doların yeşiline ulaşmak olan tek düze kapitalist rekabet ortamını doğurmaktadır. Piyasa ilişkisi sonucu küresel düzeyden futbolda dönen milyar dolarların miktarı arttıkça bir sokak oyunu olan futbol bir keyif aracı olmaktan (hem oyuncular hem seyirci için) çıkıp, kapitalist yıkıcı rekabete teslim edilmektedir. Bilimsel gelişmelerin, bilgisayar teknolojisinin futbola uyarlanmasıyla sahadaki her futbolcunun ne kadar mesafe koştuğundan, kaç top çalıp, kaç pas hatası yaptığına kadar her istatistik bilgisi bir tuşun ötesindedir. Sermaye ilişkisinin gerçekleşmesi için nasıl işçi hem mutlak hem göreli olarak sürekli büyüyen artı-değer "Her küresel kapitalist ilişkide yaşanan gerçeklik burada da ortaya çıkmakta, standartlar çok renkliliği değil, tek rengi doların yeşiline ulaşmak olan tek düze kapitalist rekabet ortamını sömürüsüne maruz kalıyorsa, yeşil sahaların oyuncuları da sürekli artan beklenti eşiklerini aşmak zorundadırlar. İstatistikler ne söylersen söylesin, yaşil sahalarda hiçbir bilgisayarın tanımlayıp öngöremeyeceği, istatize edemeyeceği küçük bir bilek hareketi bile bir oyunun kaderini değiştirebilir. İstatistikler üzerinden kesin kararlar verilecek olsa Arjantinli Messi’nin Dünya Kupası maçlarındaki performansı (attğı goller değil) ilk 18' e bile girmeye yeterli olmazdı muhtemelen. Yaratıcı futbolcu açığının oluşturulduğu ortamda standartizasyon lejyoner tipi futbolcuları bir ihtiyaç olarak çoğaltsada bu ilişkide aranan yaratıcı futbolcuların ortaya çıkmasının da el birliğiyle koşullar ortadan kaldırılır. Futbol bir matematik hesabına çevrilemeyecek kadar çok yönlü, olsalık hesaplarını aşan bir karakterdedir. Standartizasyon ve kapitalist yıkıcı rekabet anlayışının sürmesi durumunda, sahalarda benzer karakterlerde oynayan, benzer tipte yetenekte futbolcuların, hiçte izlenli olmayan, robotik düzende işleyen maçları seyreder olacağız. FİFA ve futbolun küresel sermaye baronları için önemli olan azami kardır. Azami kara ulaşmak için tek hedef kazanmak, ve daha fazla oynamaksa oynanan oyunun estetik olup olmaması sermaye sahibini niçin ilgilendirsin! İlgilendirmiyor da! 2014 Dünya Kupası bu ilişkinin çok daha görünür olmasını getirdi. Bundan sonraki dünya kupalarında sermaye ilişkisinin futbolun çok daha ötesine geçtiğini göreceğiz. Futbolun sermayesinin dört yılda bir küresel, iki yılda bir kıtasal, ve kulüp bazlarında ülke ve kıta kupalarında temel hedef kapitalist ilişkilerin çok daha güçlendirilmesi, futbola çekilen kitlelerin artması ve azami üretim ve azami kar için her yolun mübah olmasıdır. Böylesi yoğun bir futbol fikstürü ve sadece o günü, o maçı düşünen kapitalist futbol anlayışında futbolcuları özellikle fiziksel olarak, en küçük başarısızlığa tahammül marjının çok daraltılması mental olarak çökertmektedir. Psikolog yardımlarıda durumu kurtaramamaktadır. Çünkü insani olan her şeye derin bir yabancılaşma ilişkisidir kapitalizm. Bu yabancılaşma süreci toplumla birlikte heryanı çürütürken futbol bu sonuçlardan azade kalamazdı. Futbol asla sadece futbol değildir, sistemin tüm karakteri onda yansımasını bulur. 2014 Dünya Kupası’ na dönecek olursak, başta da söylediğimiz gibi, finallere kalan tüm takımlar Almanya gibi oynamaya çalışıyorlar. Bu ekolün asıl sahipleri orada olduğu sürece taktiklerin pek bir şansı yoktur. Kahin Poul’ e sorma şansımız yok, o yüzden bahsimizi kendimiz açıklayalım. Erken final olacak. Brezilya-Almanya yarı final maçı kupanın sahibini belirleyecek. Ki o sahip bizce Almanya olacak. Çünkü aranan ve beklenen kapitalist ilişki en çok Almanya’ da vücut bulmuş durumda. Sevgili dostlar işte bahislerimi de açıkladım. Bu mektup sizlerin eline geçtiğinde kupa sahibini bulmuş olacak. Bakalım öngörülerim ne kadar tutacak. Ercan Akpınar Sincan 1 No’lu F tipi Hapishanesi B1-53 14 işçi meclisi Sevdiğim insanın cenazesine bile gidemiyorum 02 Temmuz 2014 öğle saatlerinde, Okyanus Efe Özyavuz adlı bir trans erkek hayatına son verdi. 17 yaşında başarılı bir sporcu olan Okyanus, sosyal medya hesabında intiharının ardındaki sebebe işaret ediyordu: Ne boka yaradı normal olmak?” “Gözünüzü kapatın ve hayal edin… Sabah, kendinizi ait hissettiğiniz cinsiyete uymayan bir bedenle uyandığınızı hayal edin. Bir kıyafet gibi parçalayıp atamadığınızı, o tenle, o tene bakıp size ona göre davranan insanların gözleriyle, sözleriyle, tacizkâr öğütleriyle boğulduğunuzu hayal edin! Kimsenin gerçekten kim olduğunuzu görmediğini, anlamadığını hayal edin… Herkesin sizi o ten size uymuyor diye ittiğini, yadırgadığını, gittikçe içinize gömüldüğünüzü hayal edin! Dayanamıyor musunuz? Değişin? Sonsuza kadar kendinize yalan söylemek veya dünyayı karşınıza almak arasında seçim yapın. Her şeye karşı gelip, ‘anormal’ olarak fişlenmeye boyun eğip kendiniz olabilmek için değişin… Yine de ömrünüzce ‘normal’ kabul edilmemeye katlanmayı hayal edin…” Okyanus’un ölümü ile ilgili arkadaşlarının yaptığı açıklama bu ifadelerle başlıyordu. Ölümünde sorumluluğu olanlar için ise “Okyanus’u siz öldürdünüz, gazeteci, anne, baba, öğretmen, ağabey, abla, sevgili olan siz! Koşulsuz sevmeyi bilmeyen siz, her gün bize kafamıza vurduğunuz ‘normal’ – ‘anormal’ ikiliğiyle bizde temiz bir parçayı öldürmektesiniz” ifadeleri yer aldı. LGBTİ bireyler,“Yine de var olmaya devam ettiğimizde veya temel insan haklarımız için itiraz ettiğimizde her tür şiddetle, ölümle ve/veya intiharla bizi sınıyor, yok etmeye çalışıyorsunuz. Bitmeyeceğiz” dedi ve ekledi: “Alışın, varız, buradayız, gitmiyoruz!” Açıklama, şu ifadelerle sonlandırıldı; “Devletin; polisi, öğretmeni, doktoru, kanunu, yönetmeliği vasıtasıyla yol açtığı, yaşadığımız her türlü ayrımcılığın gerçekleşmesinde pay sahibi olması; barınma, eğitim, istihdam gibi temel haklarımıza sık sık sırf cinsiyet kimliğimiz nedeniyle erişmemizin engellenmesi; bu cinayetlerin ve intiharların zeminini oluşturan nedenlerden sadece bir kaçıdır. Duyuruyoruz: Faili devlet, faili toplum, faili ‘normal!’” Okyanus Efe Özyavuz’un kız arkadaşı İpek, Okyanus’u intihara sürükleyen baskıları yazdı: “İpek ben. Mukaddes’in 8 aylık sevgilisiydim. İlk kız arkadaşıydım. Trans bireyi olduğunu görebiliyorsunuz. İlk tanıştığımız zamanlar bana “erkek olmak istiyorum” dediğinde şaşırmamıştım çünkü zaten bir farkı yoktu, gayet normal karşıladım. O gün ona bi isim ararken “Okyanus” isminin ona çok yakışacağını söylemiştim. O günden sonra ona hep Okyanus dedim. Ne kadar iyi ve merhametli biri olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Hayalleri gökkuşağı kadar ilgi çekici, gökyüzü kadar istekliydi. Bugün cenazesine gidecektim gökkuşağı bayrağımla ama gece yarısı tehdit telefonları aldı ai- lem “bu gece kan gövdeyi götürecek” diye. Annem apar topar geldi İzmir’e beni almaya. Daha 4 saat önce karakolda ifade veriyordum. Neyse… Kendini astığı gün sabahtan buluştuk Okyanus’la. Kafasının sol üst kısmında kızarıklık, sol elinde başparmağının kenar kısmında 3 tane kesik vardı. “Bana olanları anlatacak mısın?” dedim, “anlatacağım” dedi. “Dün babam, annem, kardeşim beni sizin oradan arabayla aldıktan sonra üstüme gelmeye başladılar, çok üstüme geldiler. Sonra halamlara gittik orada tüm sülale üstüme gelmeye başladı. Hiçbiri beni sevmiyor. Babam ne dedi biliyor musun, “as kendini de hepimiz kurtulalım artık” dedi ve beni dün gece o kadar çok zorladılar ki şu an nasıl buradayım hâlâ bilmiyorum” diye başladı anlatmaya. Sonra “bana bir şey olursa Mira’ya hesap veremeyecekler biliyorsun dimi?” dedi. (Mira: onun tek hayali Mira isminde gözleri onunki kadar güzel bir kız çocuğuydu ve emin olun Mira’nın hayalini benden daha çok seviyordu.) Sonra “ben gitsem gelir misin benimle?” diye sordu. “Gelemem” dedim. Sonra en fazla 10 dakika daha konuştuk. “Ben eve gideceğim” dedi, “tamam” dedim. Doğru düzgün sarılmadı bile. “Düzgün sarılamadan gidemezsin” dedim. Ben sarıldım, o yine aynı sarıldı. Öptüm. Gitti… LGBT bireylerine bu kadar baskı onları intihara sürüklüyor fark edin artık! Öldüğünde cebinde ona hazırlayacağım slaytta yazacaklarımı yazdığım iki tane kağıt vardı. “Telefonu aldılar ama bunu öldürseler vermem” demişti sabah. Ne acı ki ben sevdiğim insanın cenazesine bile gidemiyorum.” Kadınlar cinayetleri protesto etti “Kadın ve trans cinayetlerine karşı Meclis olağanüstü toplansın” diyen birçok ilde eylem yaptı. Bu eylemlerden birisi için Kadıköy’deki Boğa heykelinin önünde toplanan kadınlar, “Boşanmayı değil, cinayeti engelle”, “Kadın katliamı var, Meclis olağanüstü toplansın”, “Erkek egemenliğine itaat etmiyoruz”, “Aile değil kadınız”, “Şiddeti izleme müdahale et”, “Tokattan cinayete bir şans daha verme” sloganlarının yazılı olduğu Türkçe, Kürtçe ve Ermenice dövizler ve pankartlar taşıdı. Caddeyi araç trafiğine kapatan yüzlerce kadın, sloganlarla yürüdü. caeli, Kayseri, Çanakkale, Eskişehir, Adana, Dersim, Ovacık, Antakya, Urfa, Denizli, Mersin, Samsun ve Van’da kadın cinayetlerine karşı isyanımızı haykırmak için ev işi, çocuk bakımı dayatmalarına da kulak asmadan sokaklardayız” diyen kadınlar adına ortak açıklama yapıldı. “İki gün içinde altı kadın cinayeti işlenmişken, kadın cinayetleri, evde, iş yerinde, sokakta, her yerde, özel ve kamusal alanda her an yaşamımızı tehdit eder hale gelmişken Meclis nerede?” sorusunun sorulduğu açıklamada, hükümetin cinsiyetçi politikalarına tepki gösterildi. Yol boyunca erkek devlet şiddetini teşhir eden kadınlar, oturma eylemi yaptı, alkış ve zılgıtlarla kadın ve trans cinayetlerinin durdurulmasını istedi. “İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Bursa, Marmaris, Fatsa, Ko- Açıklamada şöyle denildi: “Siz aile, aile dedikçe kadınlar öldürülüyor. Siz ses çıkarmadıkça kadın cinayetleri meşrulaşıyor. Siz haksız tahrik dedikçe hayatımız tehlikeye giriyor. Ailenin kadından önce geldiği, ka- dın yerine ailenin ikame ediliği bir anlayış, kadın merkezlerinden, aile avukatlarına, aile hekimlerine kadar herkes tarafından dayatılmak isteniyor. Kadınların içinde öldürüldüğü, şiddet gördüğü, emeğinin sömürüldüğü, dışına çıkmak istediğinde öldürüldüğü aile, devletin erkek egemenliğinin yansıması olarak bir devlet kurumu olarak işliyor.” Rojava’da direnen kadınları selamladı. Eylem, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganıyla sona erdi. Ankara Kadın Dayanışması’nın çağrısıyla Güvenpark’ta bir araya gelen kadınlar, ana caddeye çıkarak yolu araç trafiğene kapattı. Sivil polisler kadınlara saldırdı. Kadınların, saldırıya karşın yolu terk etmemesi üzerine polis çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra Yüksek Caddesi’ne yürüyen kadınlar, burada oturma eylemi yaptı. Eylemde, kadın katliamını protesto eden sloganların yanı sıra “İsrail, Filistin’den elini çek”, “Filistinli kadınlar yalnız değildir”, “Rojavalı kadınlar yalnız değildir” sloganları da atıldı. Kadınlar açıklamalarında, “Meclisin, kadın ve trans cinayetleri gündemi ile olağanüstü toplanmasını ve bu toplantıda, kadın örgütlerinin belirlediği cinayetleri önleyebilecek temel şartları doğrultusunda acil bir eylem planı oluşturulmasını talep ediyoruz” dedi. Yetkililere seslenen kadınlar, “Siz aile, aile dedikçe kadınlar öldürülüyor. Siz ses çıkarmadıkça kadın cinayetleri meşrulaşıyor” dedi. Kadınlar, Meclis olağanüstü toplanıp bir eylem planı hazırlayıncaya kadar sokakta olacaklarını duyurdu. 15 Behrengi amcanın anlattıkları işçi meclisi Yaz mevsimi ile okulların tatile girmesinin ardından kitaplar indi raflardan, yaza bırakılan okuma planlarına kısmende olsa uymaya çalışılacak şimdi. Tabi bu konuda yaz tatilini en iyi değerlendirecek olanlar çocuklar. Çocuklar tüm yılın baskısını attılar üzerlerinden. Ödevler, sınav hazırlıklarını ve yaz işlerini saymazsak elbette. Peki yalanların ve yalancıların sisteminde çocuklara neyi, nasıl anlatacağız? Tüm olumsuzluklara rağmen tünelin ucunda bir ışık mutlaka vardır, umudu katık edeceğiz aldığımız nefese! Galileo, dünyanın döndüğünü söylediği için canından olmuştu. Dünyanın içinde dönenleri anlatılarına malzeme ettiği için de Samed Behrengi can verdi. Henüz yirmi sekiz yaşında iken yaşama veda etse de ardında bir çok eser bıraktı. Bunlardan en bilineni de “Küçük Kara Balık”tır. Bir derede annesiyle birlikte yaşayan Küçük Kara Balık, bir gün derenin sonunun nereye varacağını merak etmiştir. Anlamıştır ki; yüzdükleri dere dünyanın kendisi değil. Ve yaşamı sadece o derede, daracık bir çerçevede geçmemeli. Cesaret örneği göstermiş ve dereden ayrılmıştır Küçük Kara Balık. Karşısına çıkan zorluklar ve kötülüklerle tek başına mücadele etmeyi öğrenmiştir. Çocuklara da, dünyada sadece kötülerin değil iyilerin de kazanabileceğini göstermiştir. Yaşadıkları evin, sokağın, mahallenin ya da kentin dünyanın kendisi olmadığını da göstermeye çalışır Küçük Kara Balık. “Bir Şeftali Bin Şeftali”, “Çıngıraklı Deve”, “Kel Güvercinci”, “Tarhun” ve “Sevgi Masalı” Behrengi’nin akla gelen diğer kitapları. Kitaplardan kısaca söz etmek gerekirse; Bir Şeftali Bin Şeftali, Polat ve Sahip Ali’nin öyküsü. Şeftali’nin toprağın altında kalan kabuklu bir çekirdek olarak nasıl uyuyup beklediğini, mevsim bahara dönünce nasıl çekirdeğin kabuğunu ikiye ayırıp içinden filizlenip boy attığını, sonunda toprağın üstüne çıkıp ağaç olabilmek, meyve verebilmek için nasıl çabaladığı bir direniş öyküsü, teslim olmayışın öyküsü! “Çıngıraklı Deve” anne-babası ve kardeşleriyle birlikte küçük bir kasabada yaşayan Latif ’i anlatıyor bize. Ailesini geçindirmekte güçlük çeken babası, Latif ’i de yanına alarak Tahran’a gider ve orada seyyar satıcılık yaparak para kazanmaya çalışır. Latif de zamanını sokaklarda, yeni edindiği arkadaşlarıyla geçirir. Günün birinde bir oyuncakçı dükkânının önünde gördüğü çıngıraklı bir deveye hayran kalan Latif, o kocaman, şirin deveye sahip olmanın hayalini kurar ve dükkânın önünden ayrılmaz olur. Tabi deveyi beğenen başka çocuklar da vardır. Sonunda deve kimin olacak, söylemeyelim. Okuyanlar öğrensin. Yaşadığımız dünyanın gerçeklerinden bir kesiti göstermesi açısından bu kitabın yayımlanmış olması gerçekten çok yerinde. Zira yaldızlı vitrinlerin hemen ardındaki sefalet görülmüyor, gösterilmiyor. Çıngıraklı Deve için, madalyonun diğer yüzü de denilebilir. “Kel Güvercinci” klasik bir Keloğlan masalını anımsatıyor. Kahramanın kel olması, annesiyle birlikte yaşaması gibi benzerliklerin yanı sıra, olay örgüsü ve güvercincinin başından geçenler de Keloğlan’la çok fazla benzerlik gösteriyor. Keloğlan deyince de olaylar malum tabi. Fakir mi fakir Kel Güvercinci’nin on-on beş tane güvercini varmış. Onları eğitir, türlü çeşitli numaralar öğretirmiş. Kulübelerinin tam karşısında ise kralın görkemli sarayı yükseliyormuş. Ve Kel Güvercinci ne zaman güvercinlerini eğitse, kralın güzeller güzeli kızı da sarayın balkonundan onu seyrediyormuş. Delikanlı da kızı çok beğenmesine rağmen kralın, kızını yoksul bir güvercinciye vermeyeceğinden umut etmezmiş. Keloğlan masallarından yola çıkarak sonunda ne olacağını düşünedurun olmadı kitabı okuyun, ben “Tarhun”dan da söz edeyim biraz. Güzel Tarhun, bir tüccarın yedi kızından biri ve en küçükleridir. Altı işe yaramaz, tembel ablaya sahiptir. Ve bu altı ablasının da işe yaramaz, tembel eşleri vardır. Fakat Tarhun ablalarına hiç benzemez. Çevresinde olup bitenle hiç ilgilenmez. Bir gün babaları büyük bir kutlama yapmak ister, bütün ablaları ondan değerli şeyler isterler ama Tarhun öyle bir şey ister ki, babası ne kadar arasa da onun istediğini bulamaz. Tarhun, her şeyin metalaştığı, değer yitirdiği bir dünyanın aksine bazı değerlere paha biçilemeyeceğini gösteren bir kitap. Ve Sevgi Masalı. Padişahın güzeller güzeli kızı ile sarayda çalışan Koç Ali’nin öyküsü. Kendisinden başka kimseyi beğenmeyen, kimseyle arkadaş olmak istemeyen prensesin tek oyun arkadaşı Koç Ali’dir. Koç Ali bir gün prensese onunla evlenmek istediğini söyler ve bu sözlere çok kızan prenses onu saraydan attırır. Sonrasında yalnız kalan prenses hiçbir şeyle avunamaz ve hastalanıp yatağa düşer. Hastalığının ise tek bir çaresi vardır, Sevgi Masalı. Bu masalı kimden dinleyecek dersiniz? Yazının sonunda Behrengi Amcamıza kulak verelim: “Öyküler bizlere, toplumumuzun gerçek resmini çizebilir; sorunlarını ve nedenlerini açıklayabilir. Öyküler, okuyanları yalnızca eğlendirmez. Bu yüzden ben de, akıllı çocukların öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip bilgilenmeleri için okumalarını istiyorum.” Görünen o ki yaşadığımız düzen devam ettiği sürece, Samed Behrengi de değerinden bir şey yitirmeden var olmaya devam edecektir. *Kaynak: Mehmet Özçataloğlu